|
Köy kahvesinde ilk kahvatimiz |
Sabah ezanından sonra, horoz sesleri ile sabahı ettik. Güneş'in kızıl ışıkları miskin miskin üzerimize vuruyordu. Arabada uyuyanlara doğru göz attım. Araba yerinde yoktu. Meğer, köyün manavından zeytin, peynir, simit vs. almaya gitmişler. Köy kahvesine yerleşmişler, bizi çağırdılar. Kahvaltımızı yaptık güle oynaya. Köyün yaşlı amcalarıda birer birer yerleşiyorlardı sandalyelere pişti ve okey taşlarını dizerek günü akşam etmek için. Daha fazla amcaların masalarını işgal etmeden kalktık. Kalacağımız otelin yada pansiyonun desem daha uygun olur, plajına attık kendimizi. Pansiyon ile denizin arası beş adım ya var ya yok. Sürekli aynı pansiyonu seçmemin asıl nedeni değil, ama nedenlerinden biri. Henüz odamıza yerleşmedik, ama üzerimizi değiştirmemiz için bir oda verdiler. Havlumuzu, terliğimizi ve Güneş kremlerimizi alıp, bavullarımızı mutfağa bıraktıktan sonra o berrak denizle kucaklaştık. İlk gün akşama kadar kâh yüzdük, kâh şenzlogta uzandık. Öğlen bize odamıza yerleşebileceğimiz söylensede, hiiiç oralı olmadık. Sabah doğurduğumuz güneşi akşam batırdığımızda hala plajdaydık. Öyle ya, ne yemek pişirme derdimiz var, nede bir yere yetişme telaşı, canımız ne zaman isterse o zaman kalkacaktık. Öylede yaptık. Her akşam rutin şuydu. Duş, giyin, çık, yemek, sonra çay, sonra rakı yada bira. Selimiye öyle gece hayatı uzun olan bir yer değil. Gece 00.00 gibi nerdeyse kapanıyor heryer. Sakin bir yer yani. Ve tuhaf bi şekilde uykun geliyor erkenden:) belki deniz ve güneş yoruyor insanı. Neredeyse 30 saati aşkın süredir yatak yüzü görmeyen bizler adeta yapıştık yatağa:) daha yastığa başımızı koyarken havada uykuya daldı gözlerimiz.
Ertesi gün tekne turu yapmaya karar vermiştik. 7 Kişilik bir tekneyi uygun fiyata kiraladık. Biz bizeydik. Güzel bir günü daha geride bırakmıştık. 9 günlük tatilimizin ikinci günü bitmişti bile. Akşam yine aynı rutin, yemek, çay, bira, gece denize girenlerimiz ve sahilde sohbet, yatak.
3. Gün, madem araba kiraladık, malak gibi yatıp durmayalım güneşin karşısında, Datça'ya gidelim, akşam Güneş'ini Knidos'ta yarım adanın en uç noktasında izleyelim, dedik. Malum Knidos'ta güneş farklı batıyor, ve insanlar sırf güneşin batışını izlemek için akın akın dağa, bayıra tırmanıp, yerlerini alıyorlar. Ama yinede Güneş'i zaptedemiyorlar:) (laf ebeliği yaptım güya) güneş bildiğini okuyor, müthiş kızıllığı ile batarken büyülüyor insanı. Gerçi ben fotoğraf makinam boynumda her anı fotoğraflamaya çalışırken farkına diğerleri kadar varmış olmayabilirim, ama şimdi fotoğraflara bakınca hala o anları yaşıyorum.
Işte o gün bu planları uygulamayı düşünürken, akşam saatine kadar başka yerlerde vardı planda. Yolumuz üzerinde olan Turgut şelalesi mesela. Buz gibi suyuna asla girmemiştim daha önce. Ama ne oldu bilmiyorum, galeyana geldim ve atladım buz gibi suya. Kalbim yerinden çıkacak sandım. Hızlı hızlı nefes alıp veriyor, hızlı hızlı hareket ediyordum. Ama çıktığımda bütün hücrelerim tazelenmiş gibi dinç hissediyordum kendimi. Kocaman ağaçlar altında Türk kahvemizi içip güzel yollardan ilerlerken Kızkumu'nda durup deniz içinde yürüdük, herkesin yaptığı gibi:) Turgut şelalesinde ayağını arı sokan Ayça, buradada yine ayaktan yedi o iğneyi. Ama hiç sesini çıkarmadı. Bu ilgimi çekmişti. Bir iki gün sonra benide sokunca anladım. Hakkaten acıtmıyordu oranın arıları. Ama fena kaşındırıyordu bir kaç dün sonra.
Biz yine arabamıza binip Datça'ya doğru ilerledik. Bu sefer Eski Datça olacaktı. Her köşesi fotoğraflık olan bu küçük, sevimli dar sokaklarda renkli begonvillerin fışkırdığı yerlerde kendimi kaybettim. Can Yücel Sokağı, kahvesi, evi, rakı bardağındaki son şarabı'nı görmek onunla karşılaşmak gibi heyecanlıydı. Can Yücel Sokağı'nda yürürken
"Ne harika yer burası! Nereden buldun bu Datça’yı? ‘Elimle koymuş gibi buldum’…Can Yücel…
diye şiirsel gür bir ses duydum. Allah Allah, bu sokakta yürürken bu ses otomatik mi geliyor diye sağa sola baktım, meğer arkamızdan gelen Can Yücel aşığı biriymiş, onum şiirlerini okuyarak gelen.
Can Yücel'in evi kızı tarafından kullanıldığı için ziyarete kapalı. En doğal hakları tabi.
Sonra şu hep adı duyulan Palamutbükü'nde denize girmek istedik. 1 saat girdik denize, apar topar Knidos'a doğru yol aldık. Kimimiz antik kenti gezdi, kimimiz sahilde akşamı bekledi.
Knidos'tan gün batımı fotoğrafları asagida.
Ertesi gün yine Selimiye'de dinlenme, ve tekne turu, yine dinlenme ve tekne turu derken günler birbirini kovaladı. Ölüdeniz, Demre, Dalyan, Köyceğiz, turları yapmayı hep düşündük ama uygulayamadık.
Bir gün tekne turunda gölgede yer alamadığımız için, Perşembe kadınlarından ikisini güneş çarptı. Bütün gün çıkamadılar odadan. Mide bulantısı, üşüme, halsizlik. Oysa Eylül ayıydı. Neyse hemen toparladılar.
17 Eylül, Perşembe günü Perşembe kadınlarının İstanbul şubesi Ayça o akşam dönecekti. Biz geleneksel Perşembe buluşmamızı kaldığımız pansiyonun balkonunda gerçekleştirecektik. Güzel bir masa hazırladım. Kadehleri mutfaktan istedim. Balkondan sarkan fuşya rengi begonvillerden koparıp masayı süsledim. Buzluktan pembe şarabımızı çıkarttım. Hem Perşembe Kadınları rutininin yaşanıyor olmasının heyecanı, hem birazdan yaşanacak olan ayrılığın hüznü vardı. Diğerlerinin midesi kötü olduğu için ben götürüyordum o soğuk şarapları, belki ayrılık o kadar koymaz diye. Tam tersi oldu. Güya güneş gözlüğümü taktım belli olmasın diye, gözlüğün altından akanları elimin tersiyle sildim ama gizleyemedim.
Artık 6 kişi kalmıştık. Bu sefer Selimiye'nin her akşam yürüdüğümüz
rotanın aksine bir yoldan yürüdük. Oralar daha elit, kafelerinde canlı jaz müzik olan yerlerdi. Son akşamlarımızı bu taraftan yana kullandık. Rakı içtik. Konuştuk, güldük, tartıştık.. Perşembe kadınlarından E. olanı sürekli laf soktuğu A. ya o akşam biraz daha sertti. Ben sadece gözlemledim. Ama onlara bir kuralı öğretmiştim, eğer rakı içiliyorsa, bunun bir adabı ve kültürünün olduğunu, rakı masasında kavga edilmediğini, positif konular konuşulduğunu vs. Kuralcı olduklarından benimsediler, ve kabul ettiler. Ne zaman konu derinleşse rakı masadındayız, güzel şeyler konuşmalıyız diye düzelttiler kendilerini. Benim tecrübelerim bana bu olayı şimdi kapatsalarda hep yeniden hortlayacağı yönündeydi.
Dokuzuncu ve son güne geldik artık, gece 3.45 de Dalaman'dan İstanbul'a uçuşumuz var, havada bozuk, yağmur yağdı yağacak, o gün. Hatta kahvaltı yaparken şakır şakır yağmur yağdı. Sonra açılır gibi oldu. Nasıl olsa o gün gideceğimiz için seviniyordum bile yağmura:) Marmaris'e gidiş yolunda "tenekede tavuk" levhalarını gördük ki, bu Tv'lere konu olan tanınmış bir şeymiş. Ama biz tanınmış yerde değilde, tanınmamış olan yerde durmuşuz. Oradada güzeldi ama o tenekedeki, gök gürültüsü, ve kara bulutlar altında yediğimiz tavuk.
Marmaris'e geldik. Yağmur daha yoğundu orada, bi şekilde akşam ettik, kimimiz kuaförde, kimimiz sokaklarda. E. Getirdiği bavulu nihayet verebilmiş bir mülteciye. Daha doğrusu verdirtmiş benim bir yakınıma. Ben yoktum. Mutludur herhalde. Burada anlatıyordur, Türkiye'deki Mültecilere bir bavul eşya götürdüm diye.
Son gece Marmaris'ten Dalaman'a gece saat 1 de havataşın seferi olduğunu öğrenince, bizi Havaalanı'na götürecek olan yakınımızı tekrar Selimiye gönderdik. Akşam saat 21.30 gibi Marmaris otogarında saat 01.00 e kadar beklemek istemedim. Marmaris merkezden otogar tam 5 dakika taksi ile. Orada beklemektense marinada daha canlı bir yerde beklemek daha cazip geldi. Ama E. Olan otogarda beklemek istiyordu. Issız, sadece çay ve kahve içilen bir yerde bekleyecekmiş. Dedim ki, hala Türkiye'deyiz, ve Marmaristeyiz, 3 saati daha güzel bir yerde geçireceğimi bile bile neden otogarda bekleyim ki? Biraz bu duruma bozuldu, ama geldi. Marinaya yakın bir yerde oturduk. Zaten son günlerdeki yaşanan gerilim orada iyice ayuka çıktı. E. hızını alamıyor, ağzıma ne gelirse söylüyordu. A. Ile fena kapıştılar. Ben sadece dinliyor, müdahale etmem gerektiğinde ediyordum. A. Kendini savunmaya geçtiğinde E. Hiç bir şekilde dinlemiyor sürekli sözünü kesiyordu. A. Ağlıyor ve kendini ifade edemeyişinin ezikliğini yaşıyordu. Aslında kendinden emin, ayakları yere basan bir kadındır. Çokta zekidir. E. Olan çığrından çıkmış gibiydi o gece. Taa 15 yıl öncesine gitti, o zamanlardan zoruna giden şeyleri anlattı. Ama unuttuğu bir şey vardı. O günlere bende tanıktım. Müdahelede bulundum. Kabul etmedi, hala E.yi suçlamaya devam etti. E.yi tanıyamaz oldum o gece. O anlayışlı, o sevecen E. gitmiş yerine bambaşka biri gelmişti.
Zaten zaman zaman bunun alarmını veriyordu. Bu Gözlemlerim beni, onun başka bir ülkede olma korkusunu yaşadığına itti. Başka bir sürü olay var beni bu düşünceye iten.
Benim kızgınlığım şu, yanında bir bavul getir, sadece Suriyeli mülteciler için, ama kaldığın otelin merdivenlerini beğenme, küçücük bir selimiye plajında 1,5 saat yanlız kaldığın için A.yı itin götüne sok, son olarakta Bern'e gelirken trende "iyiki bankomatlarda dolandırılmadık' diye bir cümle kullan. O ne demek, dediğimde geçiştirdi. Bu bana biraz koydu açıkçası. Onun gözünde Türkiye demek ki çok farklı. Evet, idda etmiyorum Türkiye çok dört dörtlük güvenilir bir ülke olduğunu. Ama, bu kadarı bana fazla geldi. Sevmiyorum ben başka bir ülkeye gidildiğinde kendi yaşadağın ülke ile kıyaslamayı. Gitme o zaman. Kal kendi ülkende. Her yer aynı olacaksa o zaman başka bir yere gitmemin ne anlamı var?
Bir olay anlatmak istiyorum sadece. Bir gün tekne turundayız, bu E.nın plastikten küçük bir deniz yastığı rüzgârdan denize uçtu. Bunu gören tekne sahibi geri dönüp o kıytırık yastığını kurtardı ve kendisine teslim etti. O olayı burada yaşaması mümkün mü? Belki kendi düşerse geriye bakarlar, o da belki. Bunun farkına vardı aslında, o gün mutluluktan uçuyordu. Isviçreli arkadaşlarına whatsapptan bu durumu anlata anlata bitiremedi. E o zaman, o ülkenin bankalarından şüphen niye? Kişi değil, banka bu! Hakkaten sinirlendim. Başka bir sürü olaylar oldu, direk benimle ilgili olmayan ama sinirlerimi bozan.
Döndüğümüzden beri iki Perşembe geçti. E. Ile henüz görüşemedik. Ya gececi olduğunu söylüyor, ya işinin uzun sürdüğünü. Öyle olsun. Ben zaten bu ara görüşmeyi istemiyorum bile. Elbette 18 yıllık arkadaşlığı heba edemeyiz, Perşembe kadınlarına yakışır bir görüşme, konuşma olur. Yaşadıklarımın beni başka bir noktaya götürdüğü bir gerçekte var. Buradan öğrendiğim şu: bir daha E. ile tatil yok! En azından Türkiye'yi yasakladım ona:)
Allahtan bu kırgınlıkların sebebi ülkemle alakalı değil, yoksa çok güzel tatil yaptık, bir kez daha hayran kaldılar denizine, havasına, güneşine, dağına, taşına, insanlarına.
Bi güzel yönüde, hep heyecan yaşadık, hiç sıkılmadık:) sıkılacağımız zaman birbirlerine sarıyorlardı:) hoop bir aksiyon daha..
Ota boka gülerek geldiğimiz uçak yolculuğu, dönüşte derin bir sessizliğe bıraktı kendini. Zaten E. Ye ayrı bir koltuk verilmişti. Kader öyle olması için çaba sarfetmişti sanki:) böyle işte nazar değmişti Perşembe kadınlarına.. Bi kurşun mu döktürtsem, ne yapsam?:))
|
Su Balesi Gösterimiz: |
|
Manastir Koyunda biz |
|
Manastir Koyu |
|
teknede öglen yemegi |
|
Eski Datca sokaklaro |
|
Eski Datca Sokaklari |
|
Eski Datca Sokaklari |
|
Knidosta |
|
Knidosta Piri Reis |
|
Knidosta Murat ve Mila |
|
Knidosta Murat ve Mila |