20 Temmuz 2021 Salı
ihmal ettiğim müzikler
8 Haziran 2021 Salı
rövanş
klasik leyla ile mecnun hikâyesinden hareketle kemal sayar'ın leyla'ya bakışını ve yaklaşımını anlatınca, "o benim" demeye getirmiş, "acabasız sahiplendim" demişti.
şimdi burada olsa, onu yeşilçam dizisine götürür, yedinci bölümün başını izletirdim. sonra da, artık bir manasının kalmadığını bile bile, "al, bu da benim!" derdim.
*
çaresizim* eşliğinde akan görüntülerin peşi sıra ofise gelen semih, sigara dumanıyla dolu odasında elindeki fotoğrafa özlemle bakan hakan'ı görür. nihayet kendini dinleyecek birisini bulan hakan da konuşmaya başlar:
"aşıkmışım enişte... aşık olacak gibi olursam gözlerimi kapatıp beşe kadar sayıyordum. sonra oradan kaçıyordum. çok aşık olursam da olurum, diyordum. ders verilmiyormuş, ders alınıyormuş, enişte. aşık olmadım, diyordum. aşıkmışım meğer. meğer it gibi seviyormuşum aysel'i."
*:funda söylüyor.
4 Mayıs 2021 Salı
içimizdeki yangınlar
senaryosunu levent cantek ve volkan sümbül'ün beraber yazdığı, yerinde bir tercihle çağan ırmak'a emanet edilen yeşilçam dizisinin dördüncü bölümü. bölümün başı.
ateş film'in kurucusu, sinema aşığı, yapımcı semih ateş'i kolundan tutup durduran eski eşi, bitimsiz aşkı, sinema oyuncusu mine kocaman gözleriyle ona bakıp, "adam, o tarafa gitme. o taraf yanlış," diyor.
"semih!... semih... ben senden yanayım, ateş'im. tamam, duramadık. savrulduk, biliyorum. ama sen de şunu bil. sen üzülürsen en çok benim içim yanar."
*
hatta bir şarkısı da var. yani, şarkısı olsa bu olurdu: madrigal - seni dert etmeler
28 Eylül 2020 Pazartesi
kesinlik
20 Eylül 2019 Cuma
çekilmek
şiir güçlü, yorum ikna edici olunca bazı şeyleri fark etmedik. belki de fark etmek istemedik. tıpkı sosyal medya namlı mahallede karşımıza çıkan, iyi görüntü veren ama içi boş cümleler gibi şarkının "ayrılık sevdaya dahil/ ayrılanlar hâlâ sevgili" dediği yer de bir yanlışı büyüttü beraberinde.
o zaman sormamıştık ama şimdi soralım: ayrılık neden sevdaya dahil olsun ki? kız almanya ile evlensin, erkek zengin bir kız bulsun ya da emre aydın'ın dediğini yapacak olsalar "dünya turu yapması gerek"en bir hayat yaşasınlar, sonra da "ayrılanlar hâlâ sevgili"...
belki, sevip de kavuşamamış aşıklar için bir savunma, amiyane tabirle züğürt tesellisi. ama hepsi bu kadar. "sen başka yerde/ ben başka yerde" farklı evlerde, sonra da bu hâl aşka dahil. buna gerçekten inanıyor musunuz?
ama sevdaya dahil olan bir şey var: geri çekilmek... zile bastıktan sonra geriye bir kaç adım atarak pencere, balkon ya da göğe bakmak gibi biraz. ama en çok da çobanoğlu süleyman'ın, "seni sevip çekildim, dedim dünya bu kadar" dediği gibi.
5 Aralık 2017 Salı
şehvet
'ş' ve 'h'yi aşıp kelimenin sonuna yani 't'ye vardığınızda, yani dudaklarınız gerilip dişleriniz birbirine temas ettiğinde, mutfak penceresinin camını ya da banyo aynasını örten buğuda o ana kendini zor zapt etmiş bir damla uçuruma atlarcasına eğri büğrü bir yola çıkmıştır sanki.
sadece kelimeyi değil kelimenin fethettiği ülkeyi de sınır boylarına kadar severim. mesela, masanın üzerinden uzanıp reçel bulaşığını ortadan kaldırmayı. bir an mahremiyetinize dahil biriyle yemek yaptığınızı düşünün. mutfak tezgahının önünde sağa sola hareket ederken insanın elinde olmayan dokunuşları ya da elinde olanları...
bunlar elbette durup dururken aklıma gelmedi. bir reklam yüzünden oldu ne olduysa. nefesimi tutarak izledim diyeceğim ama nefesim kesilmiş de olabilir. çünkü son dönemde rastladığım en şehvetli şeyle karşılaşmıştım. renk seçimi, konusu, fon müziği ile komple.
bu uyum karşısında reklamcıların tuzağına düşmemek mümkün mü? hatta bence kült ne demekse onun sözlükteki karşılığı olan the big lebowski'nin sevdiğim bir cümlesini bozarak söylersem "lanet olası reklamcılar. bu adamlar işini biliyor dostum." bile dedim.
her bir sahnesini ayrı sevdim. en çok sevdiğim yer ise paralel koşma sahnesi oldu. hayır, bana asansör dedirtemezsiniz.
led zeppelin harikası whole lotte love, benim dediğim şarkılardandı ama ilk defa bu kadar yerini bulmuştu. hatta nina persson'a ihanet etmiş bile olabilirim.
sonra yağmur altında scarlett johansson ve jonathan rhys meyers'i, pencerenin önüne kar dökülürken jennifer jopez ve george clooney'yi, atonement'in gölgeye sığınmış loş kütüphanesini, karpuz kabuğundan gemiler yapmak'ın cevizlerini andım.
pardon, bir reklam yüzünden oldu ne olduysa, demiştim değil mi? evet, reklam.
20 Şubat 2017 Pazartesi
bozlak
*: elbette neşet ertaş, biz yaşarken (açık radyo kitaplığı dizisi)
5 Eylül 2015 Cumartesi
seni tanımadan önce dinlediğim şarkılar
bir sabah uyandım. bir gün belki bir şey yazarım umuduyla hem de bir kaç tane aldığım defterlerden birini diğerlerinden ayırıp yazı masasına koydum.
yaklaşık bir saat sonra masaya oturduğumda defteri önüme aldım. ilk sayfasını açarak, "seni tanımadan önce dinlediğim şarkılar" yazdım. bunu yaparken, hem yapmak istediğim şeyi hem de bülent somay'ın şarkı okuma kitabı'nın bu şey için bana ilham verdiğini biliyordum.
sonraki bir kaç ay boyunca aklıma geldikçe, hatırladıkça şarkılar anlattım orada. brothers in arms, deliler, don't fear the reaper, dokun bana, cadı, siyah beyaz, sacrifice, akdenizli kadın, ey khoda, gemiler, sen benden gittin gideli, ele güne karşı, hurricane, you can never hold back spring, son selam, gangsta paradise, dillere düşeceğiz, fragments of life...
defterin tam burasında mayıs olmuştu -güllerin iklimi- ve deftere, defterle beraber bir çok şeye "kısa bir ara" verdim. ama o "kısa bir ara" biraz uzun sürdü. öyle ki, hâlâ devam ediyor.
*
konuşma teşebbüsleri, anlatma telaşı, zamandan kazanma çabasıydı. bu sayfalara düştüğüm "mepeüç notları"yla ortak şarkılar, ortak yanı vardı elbette. ama amaçladığım hedefe uygun olarak daha uzun, daha konuşkan notlar düştüm. içinden şehirler, filmler, kitaplar, isimler, en önemlisi "ben olan benler" geçiyordu.
söz gelimi, brothers in arms, "bütün yazı, asma yapraklarıyla örtülü mutfak balkonu limanı gören evde cengiz aytmatov külliyatını okuyarak geçirmiştim," diyerek başlıyor, yol ve durakların sonunda denize varıyordu; "o gemi bir gün gelecek" diyen ve bizi de inandıran ismail abi'ye...
dokun bana'nın "çok ama çok romantik" olduğunu iddia etmiş, akdenizli kadın'dan bahsederken "modern zamanlar sadece kadın ile erkek değil, sanatçı ile sevenleri arasındaki mesafeyi azaltıp yakınlaştırmakla suretleri daha çok görünür kılıyor" diyerek hasan cihat örter savunmasına bile girişmişim. hemen peşi sıra ey khoda bahsinde kendimle çelişmeyi göze alarak, internetin girdiği sevaplardan bahis açmış "sırf bu şarkı yüzünden bile internetin bizden aldıklarını bağışlayabilirim," demişim.
fragments of life ise, bu yüzyılın başında ankara'da olmak üzerine bir kaç sayfayı bulan bir anlatı olmuş. tıpkı don't fear the reaper gibi...
*
defteri de, söylediğim şarkıları da unutmuşum. deliler vasıtasıyla aklıma geldi.
sadece defteri ve şarkıları değil, şarkıları üçüncü sayfadan itibaren yazmaya başladığımı, ikinci sayfanın mevlüt ömer'den çaldığım iki mısranın işgalinde olduğunu da unutmuşum:
"sen yaramaz bir ceylan idin ben avcı değilken/ bir köşede durmuş oyununu bitir diye beklerken"
16 Ağustos 2013 Cuma
elvis presley için anma denemesi
haber şöyle devam ediyor: anneler babalar ondan nefret ediyor, bu ise gençlerin onu daha çok sevmesine yol açıyordu. siyah saçları, dolgun dudakları, daracık pantolonlarıyla presley çokları için seks ilahıydı. elvis'in konserlerinde bir olay çıkmasın diye polis birlikleri daima hazır bekletilir, bayılan kadınları hastaneye götürmek için onlarca hemşire görevlendirilirdi...
11 Haziran 2013 Salı
kral
krallığı başkalarının uydurması olmayıp kendiliğinden olmaydı.
iki...
krallık kendi dışımızda bir oluş hâli iken soytarılık hak edilmiş bir makamdır.
bilgedir. o deli yaşayan bir akıllıdır.
en iyi sahnedeyken anlaşılır bu. attığı taklalardan çok daha fazlasıdır.
üç...
hadi itiraf edelim; her kral içinde bir soytarı büyütür.
dört...
"kral orada sarayının yıkıntıları arasında yatıyor."*
beş...
"kral öldü, şehir düştü, eğlenin doya doya
o ufak çocuğuz hala, kendi krallığında hükmeden
sen büyüdüm sandın yalnızca
beyaz eşyalarınla yanyana yanyana"**
*: kitab-ı mukaddes
**:cenk taner, kral öldü şehir düştü
9 Nisan 2013 Salı
üçleme: "ben koşarken" şarkıları
çocukluğumdan bu yana her ikisini de birbirine çok benzeyen sebeplerle sevmedim.
gündüz uyursam hayatı ıskalayacakmışım, en önemli şeyler tam o sırada olacakmış gibi gelirdi. hâlâ da öyle. kulaklıkla müzik dinlediğim zamanlarda da benzer duygular hissederim; yaprağın rüzgarla sevişmesi, kurumuş toprağa toz kaldırarak düşen yağmurun sesi, yaşlı bir kadının genç kızlığını hatırladığı anda işveyle gülüşünü bir daha bulamayacak şekilde yitirecekmişim gibi gelir bana.
ne de olsa uykudaki ya da kulaklığın arkasındaki büyük yalnızlıkta hayatın sesleri duyulmaz.
*
eğer us open ya da australian open maçları ya da başka bir şey yüzünden sabaha karşı yatmamışsam yılların verdiği bir alışkanlıkla erkenden uyanırım. öylesi zamanlarda ise belki biraz geç kalkarım ama uykum hiçbir zaman gündüz uykusuna evrilmez.
fakat hava şartları nedeniyle koşu bandında koşmak zorunda kalmak, manzaranın bazan duvar bazan ayda bir değişen reklam panosundan ibaret olması ve "çıkınıma doldurduğum hayallerimin tükenmesi"* yüzünden kulaklıkla müzik dinlemeye başladım ve koşarken bunu yapmak bir alışkanlığa dönüştü. böylece, hem canım sıkılmıyor hem de nefes alışverişimi duymuyorum.
*
genelde mepeüçe her notası "tempo" diyen şarkılar atsam da, neler dinlediğimi tahmin bile edemezsiniz. bazan liste yapmaktan sıkılıp bilgisayarda ne varsa attığım için söz gelimi rimsky korsakov'un şehrazat suitini dinleyerek koştuğum bile oldu. "tüm albümleri" yüzünden haftalarca 'aziz' tom waits dinleyerek koştuğum da... arada türküler de vardı: mesela, şekip şahadoğru, şikayet olmasın da.
woody allen harikası match point'in muhteşem soundtrackini koşarken dinlemek bile büyük bir zevkti. emre aydın'ın çok sevdiğim ilk albümünü yollarda dinleye dinleye tükettim: "yapma, dokunma/ kim dokunduysa sana ona git/ nerde unuttuysan beni orda kal."
anlayacağınız, koşarken ayna'dan kramp'a, ben harper'dan tori amos'a, beirut'tan madeleine peyroux'a, neşet ertaş'tan metallica'ya bir çok şarkıyı, şarkıcı ya da grubu dinledim. ama yaptığım tüm listelerin kesişimi yaklaşık yirmi kadar şarkı oldu.
bu üçleme, koşarken sürekli dinlediğim o yirmi kadar şarkının en iyi üçünü içeriyor. hiçbirinin sözlerini tam bilmiyorum. "belki de küfür ediyorlar"dır. ama hissettirdikleri iyi geliyor. hele de koşarken.
(bu üçlemede "sokak kızı" zaz, white rabbit, 'aziz' tom waits kavırı green grass umanlar varsa yazıyı burada terkedebilirler, çünkü sosyal medya akıntıları bu kıyıdan çok uzaklarda.)
bir - parov stelar, love (part I)... neden bilmem kirazdan küpe verip karşılığında bu şarkıyı almışım gibi hissederim. o günleri ve tanıdığım "en kötücül" kadını anarken nasıl hafiflediğimi tahmin edemezsiniz.
iki - kim wilde, you keep me hangin' on... saçlarına ve sarışınlığına rağmen döneminin en güzel kadını olabilir kim wilde. belki bu yüzden heyecan uyandırıp, gençlik vermesi.
üç - madonna, dance 2 night... böyle bir liste onsuz olmazdı. bana notaların üzerine basarak denizler aşıyormuşum gibi gelir. diğer yandan justin timberlake'e hak ettiği değeri verdiğimi düşünür rahatlarım. madonna mı? onun için ne desem, ne yapsam az.
ve o an. yani paha biçilemez olan. ('-an'lar tam kafiye)
sargant fury, eagle... bir abba şarkısı olan eagle'ın bu karanlık ve sert yorumuna, madonna'nın hung up'ı bir başka abba şarkısı gimme! gimme! gimme! üzerine inşa ettiğini anladığım günlerde internette keşfettim ve hemen edindim.
koşarken dinlemiyorum aslında. koşmaya başlamadan dinlemek daha etkili. kendimi eyes of the tiger ya da gonna fly now dinleyen rocky balboa gibi hissettiriyor. koşarken denk gelmişse kendimi olimpiyat yüz metre finalinin son metrelerini koşan usain bolt sanıyorum. o yüzden koşmaya başlamadan önce "bir ölçek" alıyor, olur da koşarken önüme çıkar diye 'shuffle'dan uzak duruyorum.
*: mevlüt ömer
10 Aralık 2012 Pazartesi
sen mutlu ol ne olur*
sonra ben, "arabesk bir yanım olduğunu hiçbir zaman inkar etmedim," diye başladığım savunmalar inşa etmek zorunda kalıyorum.
*
mehmet erdem'e gelince; ikidir 'mepeüç'e atılıyor. daha önce "çarpacak gezegen arayan kuyruklu yıldızlar gibi" sıfatını hak eden "herkes aynı hayatta" ile bu sokağa konuk olmuştu.
ama o köprünün altından çok sular aktı.
önce, "can dostumuz, “safkan yetenek” mehmet erdem"in senelerdir beklediğimiz albümü çıktı. artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak," diyen murat menteş haklı çıktı, kendisi "hakim bey"le kamuya mal oldu. sonra da dizilere misafir oyuncu...
yakında radikal'de futbol yazması(!) bekleniyor.
*mehmet erdem, sen mutlu ol ne olur
15 Ağustos 2012 Çarşamba
'münazara' bahsi için zeyl
"aşka yazılan en yalan gerçek/ aşk eskir eskiye dönmez"*
*:son yaprağıydı güzün
4 Temmuz 2012 Çarşamba
münazara
sarah bir gece sarhoş vaziyette, geride bıraktığı kızı ve eşini arar. ve telefon konuşmasının bir yerinde eski kocasına sorar: aşkın kesintisiz akan bir ırmak olduğuna inanıyor musun?
cassavetes bu filmi bu soru için yapmış, diye düşünürsünüz.
*
lise yıllarından sonra nefret ettiğim psikoloji ilmine bir şans daha vermemi sağlayan darian leader, kadınlar neden yazdıkları her mektubu göndermez adlı tadından yenmez kitabında, aynı konuya el atar: "gerçek insanlar kesintisiz sevmez: duyguları; aşk, nefret ve kayıtsızlık arasında gidip gelir. (...) kesintisiz bir aşk, sizi yarı yolda bırakmayan bir aşk bulmak için insan olmanın ötesine, belki de aslında ölü erkeğin dünyasına geçmek gerekir. zaten yaşayan, gerçek insanın aşkında olabilecek tek mantıklı şey o aşkın bitmesidir."
*
ezginin günlüğü'nün herkesçe bilinen oyunbaz şarkısı aşk bitti, bu iki kelimeyle başlayıp hemen ardından adeta nanik yaparcasına, "aşk hiç biter mi," sorusuyla rotasını bambaşka denizlere çevirir ve aşkın neden bitmediğine bizi ikna eder.
anlarız ki, bitmez...
*
hem öfkenin hem de hüznün aynı güzellikte yakıştığı, yenilgiler tarihi cilt.I'i yazarak ikinci ve üçüncü ciltler için bizlere cesaret veren orhan alkaya, "biten nedir" sorusunu başlık seçtiği şiiri kendi cevabını vererek bitirir:
"bir büyük karara daşlıyorum sırtımı bilinsin
sinirli ve saygısız görünmeyi sürdüreceğim
incitici ve kıvırcık sakallı
çünkü ancak böyle kurtulabilirim
üstelenmiş sevgilerin laneti ve saydam yalandan
üşüyen yanlarımdan sızan o eskil duyguyu da tutuklarım
sümme haşa el fatiha
aşk da bitti"
11 Ekim 2011 Salı
beirut - the rip tide
üstelik albümün tamamı buradan dinlenebiliyor.
sesi açalım, zach condon mikrofona biraz daha yaklaşırken sesli düşünelim; ya iki bin yedinin istanbul'unda radar namlı bir müzik festivali olmasaydı kim bilir nerede karşılaşırdık bu çeteyle? ya da karşılaşır mıydık?
13 Ağustos 2011 Cumartesi
köprüleri yakmak
bile isteye öyle yazdım. ama türkçe'de öyle bir deyim olmadığını biliyorum.
tıpkı, geçmişe takılıp kalmış bir radyo spikerinin gecenin bir vakti çaldığı "if i knew the way i'd go back home" diyerek başlayan ve "half-remembered names and faces so far in the past/ on the other side of the bridges that were burned once they were crossed" diye devam eden elvis presley şarkısı where do i go from here'a* rastlamasaydım, bu yazının olmayacağını da bildiğim gibi.
*
bu şarkı ister istemez bana, internetin çeşitli mecralarında rastladığım, bazan şairi ile de anılan, galli şair dylan thomas'a ait "when one burns one's bridges, what a very nice fire it makes" cümlesinin türkçeleştirilmişi, "insan köprülerini yaktığında ne güzel ateş çıkar ondan"ı ve bu cümleyi her okuyuşumda duyduğum rahatsızlığı hatırlattı.
hayır, 'sivi'sinde 'çevirmen' yazan en az üç kişinin uğradığı bu sayfalarda çevirmenlik taslamak niyetinde değilim. kaldı ki, çevirmenlik hakkındaki düşüncemi daha önce belli etmiştim; kelime ve gramer bilgisinden çok yazarlık, şairlik ister.
"insan köprülerini yaktığında ne güzel ateş çıkar ondan" ise, akla gelen ilk cevabı vermek, ortalama kelime ve gramer bilgisiyle varılabilecek bir sonuçtan başka bir şey değil gibi geliyor bana.
anlaşılır olmaktan değil başka bir dile geçmekten bahsettiğimi özellikle belirterek soruyorum: yoksa çevirmenlik derken, gugıl transleytten hallice bir işten mi bahsediyoruz?
oysa, insan gemileri yaktığında ne güzel bir ateş çıkar, ne kadar doğru.
ne kadar güzel...
*söz-müzik: paul williams
14 Kasım 2010 Pazar
shiki shiki baba*
bazan bir şiirden bir mısra, bazan altı çizili bir satırla çıkardım yola. bazan da beni ben yapan bir filmden, bir replikten.
yolculuğun çember gibi başladığı yerde bittiği de olurdu, bambaşka bir denizin kıyısında da...
*
bizi the lord of the rings'le başka bir dünyaya götüren peter jackson'ın cennet tasvirlerini merak ettiğim için beni heyecanlandıran filmi the lovely bones'u nihayet izledim.
cennette çalan müziklerden birini tanıyordum:cocteau twins-alice
bu parçayı stealing beauty' de de dinlemiştim. o filmi süsleyenlerden biri de portishead grubunun en sağlam işlerinden glory box değil miydi?
aynı grubun palermo shooting'de izleyenlere eşlik eden bir başka şarkısı vardı: the rip.
anlattığınız hikaye palermo shooting gibi italyaya dokunuyorsa filmin müzikleri beirut'un postcards from italy'si olmadan eksiktir.
beirut mu? çalınacak bir sürü şarkıları var ama biz sidiçalarda en son çalınanını dinleyelim.
üstelik tanıdık...
*beirut, shiki shiki baba
8 Ekim 2010 Cuma
atışma
serbest çeviri:
* : sana her şeyi anlatacağım. ama geçmişim hakkında hep yalan söylerim ben.
**: boş ver günah çıkartmayı hemşire. günahlarım benim her şeyim.
16 Nisan 2010 Cuma
the unforgiven*
ama öyle değildir.
the unforgiven demişken, james hetfield ve kirk hammett abilere ayıp olmayacağını bilsem apocalyptica yorumunun daha güzel olduğunu söylerdim.
ama asıl korkum bu beğenime kızıp rüyalarımda the memory remains'ın ilk kısmını üst üste çalıp durmaları.
*: metallica, the unforgiven