sakın izlemeyin...
sen neden izledin, diye soracaklara bir ton narenciye tüketip, binlerce vitamin ve ağrı kesiciden sonra hafif bir şeyler olsun diye seyrettiğimi, romantik-komedi denilen filmin kadrosuna bakınca da romantizmden umudu kesip en azından komediye razı olduğumu, olası tek suçumun
post-bredpit dönemde hala ne yapsa damakta
holivudun demet akalını tadı bırakan
jennifer aniston'a değil ama çok sevdiğim
out of sight da neredeyse göründüğü her sahnede rol çalıp bizi çokça güldüren
steve zahn'a güvenmek olduğunu söylemeliyim.
ama meselemiz bu değil.
*
ilk defa aşık olduğumda galiba dört yaşındaydım: halamın eşinin kız kardeşi. o zamanlar on beş yaşlarında olmalı. sesi çok hoşuma gidiyordu. sadece bu değil, ne vakit bize gelse dikkatini çekmek için yaramazlık yapıyordum.
bu, aşk değilse nedir?
ergenlik dönemine kadar kızlar yoktu. dersler vardı en çok. derslerim iyi olursa iyi bir adam olacağımı sanıyor, hayat heyecanlı gelmediği için kitap okuyordum. daha sonra hem dersler hem de hayat konusunda saçmaladığımı anlayacaktım ama: derslerimin iyi olmasına gerek yoktu, yaşamak kitaplardan da filmlerden de daha heyecanlıydı.
sonra ergenlik. sınıfımızdaki ya da etraftaki yaşıtım olan kızlara bakıyordum da hiç şaşırtıcı değillerdi, anlatacak hikayeleri yoktu. üstelik ne olacağına karar verememiş bedenlerinden, ruhlarından nefret ediyordum. yani gözüm 'yukarılar'daydı. bu ergen aklımla kurduğum bir 'milf fantazyası' değildi, 'olm! kadınlar yaşlandıkça genç erkeklere bakıyor' yalan yanlış bilgisi eşliğinde minare çalma öncesi kılıf hazırlamak da değildi. üstelik daha 'genç erkek' olduğumuz falan da yoktu. hâlâ çocuktuk.
söz aramızda, hep öyle kalacaktık.
bu meselenin freud abimizin öğretileriyle iğdiş edilmesini istemediğim için bir gün kendimden küçük bir kadına da aşık oldum, hem de çok fena, diyerek 'erkek doğası(!)'na dönüş yaptığımı söylemek isterim.
yine de, hala kadınların yaşlandıkça güzelleştiğini düşünüyorum. göz altları, bir kaç tel saçtaki beyazlık, göz kenarlarında belirmeye başlamış kırışıklık...her türlü ruh halinin okunabildiği bir yüz: dudak kenarlarındaki alaycı bir kıvrılma, bir gülümseyişi paranteze alan gamzeler, bir bakışın yağdırdığı gölgeler, alında beliren yorgunluk ya da öfke işareti çizgiler...
yani yaşamak, yaşanmışlık dedikleri her ne varsa.
*
botox denilen sanat eserine magazin haberleri ya da açtığım internet sayfalarındaki reklam bombardımanları sayesinde bir kaç defa şahit olmuş olmalıyım ama ne olduğunun farkında değildim.
margot at the wedding'de
nicole kidman'ın herhangi bir duyguyu ifade edemeyen yüzünü görünce filmin kendisinden, oynadığı 'her şeyden geçmiş
margot' rolü yüzünden sanmış üzerinde durmamıştım. üstelik film gerçekten güzeldi.
aslında
the management da kötü başlamamıştı: yerinde müzik tercihi, boş yolların ve taşra görüntüsünün verdiği sıkışmışlık duygusu, insanlara değil yaptıkları işe yönelen kamera...
derken
jennifer aniston* girdi görüntüye. ilk önce tanımakta güçlük çektim, yoksa taşrada bir şehirli edasıyla
snop olmak mıydı rolü? ama hayır, yüzünde hiçbir ifade yoktu. sıkı sıkıya doldurulmuş bir bez bebek ya da son noktaya kadar şişirilmiş şişme ördek gibi. yüzünde ne yaşanmışlıkları ele veren bir ip-ucu ne de bir hikaye.
hani kadınlar yaşlandıkça güzelleşiyordu?
sonrasında kopmuşum. en son hatırladığım gözlerimin önüne kesilen ağaçlar gelirken burnumun kenarlarını biraz daha rendelemek üzere kağıt mendile uzanışım.
*: sevenlerine sözümüz yok ama buradan bakınca güzel bir kadın değildir,
philip seymour hoffman külliyatı arasında hatmedilen
along came polly dışında hatırlanan bir işi de yoktur.
derailed mı? eminim o olmasa daha iyi olurdu.
rumor has it ise bilmeyenlere
the graduate'la tanıtmaktan, bilenlerin ise saygısını artırmaktan başka bir işe yaramadı.