27 Şubat 2010 Cumartesi

rica

"lütfen tanrım, izin ver bir defalık sen olayım ben!
büyüklenmek değil niyetim, sadece kendimi affedeceğim."*


*: ayşegül çelik

26 Şubat 2010 Cuma

luis alberto molina*

bu sinema düşkünü orta yaşlı eşcinsel, vitrin dekoratörü olarak çalıştığı dükkandaki genç bir çocukla 'aşna fişna' yaptığı için hapse mahkum olmadan önce annesiyle yaşıyor, müdavimi olduğu lokantanın baş garsonunu gabriel'i olmayacak bir tutkuyla seviyor, günleri kız(!) arkadaşlarıyla sinema ya da araba gezmelerinde tüketip gidiyordu.

o hapse girince yapayalnız kalan ve sağlığı bozulan annesinin son günlerinde yanında olabilmek için hücre arkadaşı 'hala devrime inanan' valentin'in sırlarını öğrenip yönetime bildirme işini kabul etse de paylaştıkları 'her şey' buna engel oldu.

hapishane yönetiminin onu yem olarak kullanacağından habersiz tahliye olurken, annesine kavuşacağı için mutlu, geride kalan valentin'den ayrılacağı için eksikti.

ve on altı gün sonra öleceğini henüz bilmiyordu...


*: manuel puig, örümcek kadının öpücüğü

25 Şubat 2010 Perşembe

big wheel

ne zaman bu şarkıyı dinlesem farklı dizayn edilen bir kaç klibine rağmen kendi klibimi zihnimde oynatmaktan geri duramam: bol gürültülü bir mekan görüntüsü, herkes kendi dünyasında muhabbet ederek zamanı tüketmeyi seçmiş gibi. fonda sahneye yürüyen biri. sadece bizim için değil herkes için fonda; hiç kimsenin dikatini çekmeden piyanonun başına oturuyor.

ilk notalar insanların dönüp ondan yana bakmasına neden oluyorken hikayesini anlatmaya başladığında ise artık ona kayıtsız kalmak mümkün değil: i've been on the other side...

kim hem cehennemi hem de cenneti gördüm, diyen bir kadının hikayesine kayıtsız kalabilir ki?

Big wheel by Tori Amos on Grooveshark

24 Şubat 2010 Çarşamba

management (2008)

sakın izlemeyin...

sen neden izledin, diye soracaklara bir ton narenciye tüketip, binlerce vitamin ve ağrı kesiciden sonra hafif bir şeyler olsun diye seyrettiğimi, romantik-komedi denilen filmin kadrosuna bakınca da romantizmden umudu kesip en azından komediye razı olduğumu, olası tek suçumun post-bredpit dönemde hala ne yapsa damakta holivudun demet akalını tadı bırakan jennifer aniston'a değil ama çok sevdiğim out of sight da neredeyse göründüğü her sahnede rol çalıp bizi çokça güldüren steve zahn'a güvenmek olduğunu söylemeliyim.

ama meselemiz bu değil.

*

ilk defa aşık olduğumda galiba dört yaşındaydım: halamın eşinin kız kardeşi. o zamanlar on beş yaşlarında olmalı. sesi çok hoşuma gidiyordu. sadece bu değil, ne vakit bize gelse dikkatini çekmek için yaramazlık yapıyordum.

bu, aşk değilse nedir?

ergenlik dönemine kadar kızlar yoktu. dersler vardı en çok. derslerim iyi olursa iyi bir adam olacağımı sanıyor, hayat heyecanlı gelmediği için kitap okuyordum. daha sonra hem dersler hem de hayat konusunda saçmaladığımı anlayacaktım ama: derslerimin iyi olmasına gerek yoktu, yaşamak kitaplardan da filmlerden de daha heyecanlıydı.

sonra ergenlik. sınıfımızdaki ya da etraftaki yaşıtım olan kızlara bakıyordum da hiç şaşırtıcı değillerdi, anlatacak hikayeleri yoktu. üstelik ne olacağına karar verememiş bedenlerinden, ruhlarından nefret ediyordum. yani gözüm 'yukarılar'daydı. bu ergen aklımla kurduğum bir 'milf fantazyası' değildi, 'olm! kadınlar yaşlandıkça genç erkeklere bakıyor' yalan yanlış bilgisi eşliğinde minare çalma öncesi kılıf hazırlamak da değildi. üstelik daha 'genç erkek' olduğumuz falan da yoktu. hâlâ çocuktuk.

söz aramızda, hep öyle kalacaktık.

bu meselenin freud abimizin öğretileriyle iğdiş edilmesini istemediğim için bir gün kendimden küçük bir kadına da aşık oldum, hem de çok fena, diyerek 'erkek doğası(!)'na dönüş yaptığımı söylemek isterim.

yine de, hala kadınların yaşlandıkça güzelleştiğini düşünüyorum. göz altları, bir kaç tel saçtaki beyazlık, göz kenarlarında belirmeye başlamış kırışıklık...her türlü ruh halinin okunabildiği bir yüz: dudak kenarlarındaki alaycı bir kıvrılma, bir gülümseyişi paranteze alan gamzeler, bir bakışın yağdırdığı gölgeler, alında beliren yorgunluk ya da öfke işareti çizgiler...

yani yaşamak, yaşanmışlık dedikleri her ne varsa.

*

botox denilen sanat eserine magazin haberleri ya da açtığım internet sayfalarındaki reklam bombardımanları sayesinde bir kaç defa şahit olmuş olmalıyım ama ne olduğunun farkında değildim. margot at the wedding'de nicole kidman'ın herhangi bir duyguyu ifade edemeyen yüzünü görünce filmin kendisinden, oynadığı 'her şeyden geçmiş margot' rolü yüzünden sanmış üzerinde durmamıştım. üstelik film gerçekten güzeldi.

aslında the management da kötü başlamamıştı: yerinde müzik tercihi, boş yolların ve taşra görüntüsünün verdiği sıkışmışlık duygusu, insanlara değil yaptıkları işe yönelen kamera...

derken jennifer aniston* girdi görüntüye. ilk önce tanımakta güçlük çektim, yoksa taşrada bir şehirli edasıyla snop olmak mıydı rolü? ama hayır, yüzünde hiçbir ifade yoktu. sıkı sıkıya doldurulmuş bir bez bebek ya da son noktaya kadar şişirilmiş şişme ördek gibi. yüzünde ne yaşanmışlıkları ele veren bir ip-ucu ne de bir hikaye.

hani kadınlar yaşlandıkça güzelleşiyordu?

sonrasında kopmuşum. en son hatırladığım gözlerimin önüne kesilen ağaçlar gelirken burnumun kenarlarını biraz daha rendelemek üzere kağıt mendile uzanışım.


*: sevenlerine sözümüz yok ama buradan bakınca güzel bir kadın değildir, philip seymour hoffman külliyatı arasında hatmedilen along came polly dışında hatırlanan bir işi de yoktur. derailed mı? eminim o olmasa daha iyi olurdu. rumor has it ise bilmeyenlere the graduate'la tanıtmaktan, bilenlerin ise saygısını artırmaktan başka bir işe yaramadı.

23 Şubat 2010 Salı

günün sorusu: dokunuş

o anlarda parmak uçlarımızın dokunduğu sevgilimizin sadece karnı mıdır? uzunluğu ihmal edilmiş tırnaklarımızın izi sadece tende mi kalır?

22 Şubat 2010 Pazartesi

kelebek etkisi

daha açıklayıcı, şiirsel bir adı da var: başlangıç durumundaki şartlara hassas bağlılık...

başlangıç durumundaki şartlara hassas bağlılık, belki literatüre yirminci yüzyılın son çeyreğinde geçmiştir ama tarihin bildiği bir kavram olarak "bir mıh, bir nal kurtarır/ bir nal, bir at kurtarır/ bir at, bir er kurtarır/ bir er, bir cenk kurtarır/ bir cenk, bir vatan kurtarır" diyen halk dilinde bile vardır.

bugünlerde ise kelebek etkisi denildiğinde herkes söze 'çindeki bir kelebek...' diyerek başlayacak olsa da, bu başlangıç ortak bilinçaltımızda yatan iki kutuplu dünyanın diğer kutbunu ele vermekten başka işe yaramaz. çünkü, kuramı ortaya atan meteoroloji uzmanı görünümlü matematikçi edward lorenz başlangıçta bir martı görüntüsü kullanmış ama bu etkinin adının daha kalıcı bir nitelik kazanması lorenz' in yirmi dokuz aralık bin dokuz yüz yetmiş dokuzda washington'da american association for the advencement of science adlı kuruluşun yıllık toplantısında yaptığı "öngörülebilirlik: brezilya' daki bir kelebeğin kanat çırpması teksas' ta bir kasırganın kopmasına neden olur mu?" başlıklı konuşmasından sonra olmuştur.

19 Şubat 2010 Cuma

güzellik

çok üzgünüm "türkan şoray'ın estetik görmemiş hali"...

lütfen beni bağışla.

biliyorsun, bu bir gün olacaktı. yani güzelliğe yeni bir tarif:

türkü turan.

18 Şubat 2010 Perşembe

kosmos (2009)

altmışıncı berlin film festivali panorama bölümünde gösterimi yapılan reha erdem' in son filmi kosmos' un ardından bir izleyici başarılı yönetmene sormuş: ne zaman bir film yapsanız, seyredenlerin ilk söylediği 'bu, reha erdemin en iyi filmi' oluyor. yine aynısı oldu ve herkes ağız birliği etmişcesine bir defa daha en iyi filminizin bu olduğunu söyledi. sizce en iyi filminiz hangisi? ya da siz, en çok hangi filminizi seviyorsunuz?
o da yanıtlamış: bir sonraki filmimi çekene kadar bu film.

16 Şubat 2010 Salı

black wings*

"artık bütün tembihleri unutmuş, kapılarını teselliye kapatmış, basireti kördüğüm olmuş biriyim. beni uygar kılan koşumlarımı kemiriyorum. program, prosedür, protokol umurumda bile değil. göğsümde barut macunu gibi bir öfke kabarıyor.

tom waits, arka koltukta mikrofona eğilmiş black wings şarkısını söylüyor. radyonun sesini açıyorum, tom waits'in ağzı kulaklarıma yaklaşıyor:
göze göz alacaksın, dişe diş
tam da kitap'ta yazdığı gibi
takipten asla cayma
ve sakın ha unutma
masadaki hiçbir herifin tipini...
kar ön camı kapatıyor, silecekler açıyor. ön cam, göz gibi açılıp kapanıyor. bakanlıktan çıkarken halilullah efendi'nin gözlerini açık unutmuşum gibi bir hisse kapılıyorum."**

*tom waits, black wings

**türkçe söyleyen: murat menteş, korkma ben varım

deniz

adam orada, pencerede duruyor. tül ve camın arasında...

kendisi de dahil her şeyin değiştiği, bir daha eski haline gelemediği şu hayatta belki de değişmeden kalan tek şeye, deniz ve gökyüzünün mavisini ayıran ufuk çizgisine bakıyor. zihninde nereden olduğunu hatırlamadığı bir cümle. cümleyi bazan sesli, bazan sessiz tekrar ediyor; "gördüler denizi, o zamana değin onlar tarafından görülmemişti: engin ve büyük..."

biz ona yardımcı olalım... cervantes, barcelona yakınlarındaki bir kıyıdan don quijote ve sadık yardımcısı sancho'ya denizi bu cümle ile göstermişti.

15 Şubat 2010 Pazartesi

hayalet oğuz*

(3 Eylül 1928 - 17 Eylül 1975)

bir eylül sabahı hastalığının ne olduğunu bilmeden kırk altı kilo olarak öldü. dört kişi tabutunu ‘hafif bir çanta taşır gibi’ önce cami avlusuna oradan da mezarlığa taşıdı. çok güzel, neredeyse kitap adı gibi ‘eğlentili bir gömme töreni’ oldu. sevenleri mezarına leylak rengi kır çiçekleri dikti, mezarlıklardan ekmek paralarını çıkaran çocuklar bol bol su döktü. toprak canlandı, güzel koktu.

arada gittiği taşra şehirleri dışında hep istanbul’da yaşadı. sahip olduğu bir şeyi olmadı; ‘bir iki giysisi temizleyicide durur, kirlenince yenilerini satın alır, iç çamaşır ve çoraplarını en yakın çöp tenekesine atardı. ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de tek bir mobilya mağazasına girmedi.’ pasaportu olmadı, resmi dairelere girip çıkmadı. hayatın içinden hiçbir şeye dokunmadan geçip gitti.

adını bile hatırlamadığı filmler için senaryolar yazdı, türkçeye çeviri ve derleme olarak yüze yakın kitap kazandırdı. sığınabileceği bir köşede çalışır, çalışması bitmeden kazanacağı parayı çekmiş, bitirmiş, sayfalarca çeviri bedeli de borçlanmış olurdu.

kendinden geriye dostlarıyla bir kaç fotoğraf, bir iki ozanın adına imzaladığı kitaplar, yarısına kadar okunmuş ingilizce polisiye roman, eski bir gocuk, yayınlanmamış bir iki şiir kaldı. ve bir not: daktilo otelde, gömlek temizleyiciden alınacak...



*: tezer özlü, eski bahçe eski sevgi

14 Şubat 2010 Pazar

country road in provence by night

geçen yıl tam bu saatlerdi: amsterdam'da van gogh müzesi'nin yakınlarındaki bir telefon kulübesinden seni aramıştım. eve yeni girmiştin. "sürüden ayrılanı kurt kapar derler. beni siz kapın istedim. o yüzden aradım," demiş, peşi sıra gülüşünü öpmüş, öpmüş, öpmüştüm...

efendim, kendisinden geriye kalan kitaplığına bakılırsa vincent van gogh astronomi ve gökyüzüyle çok ilgiliymiş. güneş, ay ve dünyanın birbirlerine göre durumu, özellikle yıldızlar çok dikkatini çekermiş. hatta country road in provence by night(servili yol) adlı ünlü tablosundaki koyu mavi gökyüzü içindeki o abartılı parlaklık ay değil bir yıldızmış. zaten tablonun en önünde bize doğru yürümekte olan iki adamı görmezden gelip, onlara dair olası alt metinleri okumadan durabilirsek bu tablo "bir yıldızla birlikte bir servi ağacının hikayesi"ymiş.

13 Şubat 2010 Cumartesi

bahar

"biraz bahar gerekiyor allahım ben hiç iyi değilim
biraz çağla birkaç erguvan gerekiyor"*

*: ismail kılıçarslan, sabah şiiri

12 Şubat 2010 Cuma

wicked game

"aziz" tom waits'e bir çeşit kutsiyet izafe ettiğimi daha önce belli ettiğime göre rahatlıkla söyleyebilirim; kendisinden haberdar olduğum bin dokuz yüz doksan mayısından bu yana en çok sevdiğim yabancı şarkıcı tartışmasız bir biçimde chris isaak'tir. wicked game albümünü o zaman aldım ve geri ya da ileri almadan dinlediğim ilk kasetime kavuşmuş oldum.

şarkı, albümün ilk şarkısıdır ve gerçeklerin farkında olmasına rağmen hala umudunu koruyan bir adamın en sonunda hayatla yüzleşmesini anlatır. dünya ateşler içinde beni ancak sen kurtarabilirsin diyen adam, sonunda her şeyi anlamış olarak bitirir şarkısını: "nobody loves no-one"

türkiye'de de yayınlanan best of chris isaak special edition cd+dvd adlı, olabilecek en iyi chris isaak toplamında yer alan kitapçığa göre, chris isaak bu şarkıyı bir gece yarısı nasıl bir bela olduğunu bildiği ve artık beklemeyi bıraktığı birinden gelen telefon sonrasında bir kaç dakikada yazıp bitirmiş.

hatta "david lynch"sever tayfa chris isaak'in wild at heart için mikrofona geçip, bu şarkıyı sailor ve lula için okuduğunu hatırlayacaktır.

sherlock holmes (2009)

daha başında itiraf etmeliyim, bu yazıya dün sabah yorum olsun diye başlamıştım. yazdıklarım yorumdan daha çok ahkam halini alınca, üstelik bazı yerlerde kendimi asıl yazıda söylenenleri tekrar eder bulunca yorumu buraya taşıdım.

*

oysa filmi izledikten sonra sherlock holmes hakkında yazmayı değil de onu bahane ederek bambaşka birini, çocukluğumun guliver'den sonraki kahramanı mike hammer'ı yazmayı istemiştim. yazdım da...

*

ama biz şimdi, yirminci yüz yıl new york'unu bırakıp on dokuzuncu yüzyıl londra'sına, tıpkı filmde olduğu gibi baker sokağı 221b nin önüne doğru yürüyelim.

bir çok insana okuma zevkini armağan eden, bazılarına da özellikle ergenlik döneminde okumaktan kopmasın diye bir köprü vazifesi gören polisiyeler söz konusu olduğunda benim ilk aklıma gelen sherlock holmes ve 'şürekası' olmasa da, seyrettiğim iki filmiyle, yoksa bu ingilizler'in asık suratlı kraliyet ailesinden başka yüzleri de mi var dedirterek ingilizlerin de bir mizah anlayışı olduğuna inanmamı sağlayan (the full monty'nin hakkını da yemeyelim), üstelik bunu başyapıt tadında iki filmle birden (lock, stock and two smoking barrels ve snatch) yapan guy ritchie, bir erkeğin aşkı için neler yapabileceğini, ne kadar büyük bir aşağılanmayı göze alabileceğini madonna'yı memnun etmek için çektiği swept away'le cümle aleme gösterdikten sonra revolver ile eve dönüş yolunda olduğunu göstermişti.

aradaki rocknrolla'yı görmesem de sherlock holmes biraz daha olgunlaşmış olarak eve döndüğünün ispatı. olgunlaşmaktan bahsediyorum çünkü, eski bağımsız havasını yitirmeden de stüdyo işi büyük prodüksiyonun altından kalkmış ve neredeyse her seyredeni memnun eden bir film ortaya çıkarmış.

filme gelince, filmin adının sadece sherlock holmes olması eksik bir isimlendirme. bu dr. watson rol çaldığı için değil, guy ritchie naif bir duyarlılıkla bilerek isteyerek sherlock holmes'un yanında ona da oldukça geniş bir alan açtığı için. dr. watson'u neredeyse robert downey jr. ile aynı, belki de yüksek kalibredeki jude law'ın canlandırması belki bu yüzden.

eğer bu film için bir o sahne seçecek olsaydım kesinlikle filmin başlangıcında yönetmenin arnavut kaldırımı denilen tarzda döşenmiş gri taşlar arasına yerleştirdiği yapımcı şirket logolarının perdeye düştüğü o anları seçerdim. zaten filmin görsel anlamda zaaf taşıdığını söylemek bilinç altından sonra üstünü de mekan edinmiş bir madonna kıskançlığını ele verir ki, buna mesai ayıramam.

filmi görenlerin diline doladıkları en önemli bahis dr. watson ve sherlock holmes arasındaki kıskançlık ile rekabet arasında paranteze alınmış duygu halleri. oysa guy ritchie'nin yaptığı asıl devrim bu sayılmalı. çünkü sherlock holmes maceralarının latan eşcinsellik içerdiği neredeyse polisiyeye dair her incelemenin uğrak yerlerinden biridir. bunu sherlock holmes'un kadınlardan uzak duruşu kadar, ilgi gösterdiği tek kadının aslında ulaşamayacağı, beraber olamayacağı bir suçlu olan irene adler oluşundan da anlamak mümkün. bu, bir manada dönemin muhafazakar okuyucusu için uydurulmuş bir kılıftır. (neden bilmem hakkında eşcinsel imaları çıkar çıkmaz yeni kız arkadaşlarıyla kameralara yakalanan ünlüler geçidi geliyor aklıma)

guy ritchie işi sherlock holmes'tan sadece ben ve diğer seyirciler değil yapımcı şirketler de memnun olmalı ki, zaten bir 'devam'a göz kırpan filmin ikincisi de şimdiden yapılacak. bakalım baş düşman (hatta arthur conan doyle maceralardan birinde holmes'u ona öldürtmüştür) moriarty rolünde brad pitt bize neler verecek?

11 Şubat 2010 Perşembe

mike hammer

artık büyüyordum.

sokakta oyun oynamak çocuk işiydi. okulda dersler birden bire sadece 'formül'ler toplamı haline dönüşmüştü. kızlar içinse daha küçüktüm. matematiği seven yanım beni polisiyenin kapısına getirip bırakmıştı ama hangi çocuk yaşlı bir kadınla ya da yaşlı bir adamla empati kurabilirdi ki?

yani agatha christie'yi sadece okuyordum. sherlock holmes'u ise bir kaç çizgi hikayesi dışında hiç okumadım.

bir yarıyıl tatilinin ilk günü kolumu kırdıktan sonra, devlet hastanesindeki doktorun "bu ameliyatsız olmaz," demesiyle kendimi buluverdiğim hastane odasında bir abi, canım sıkılmasın diye bana bir kitap verdi. işte orada hayatıma girdi mike hammer.

sıradan bir adamdı. gereksiz kibarlıkları, sonradan edinilmiş üzerine bol gelen davranışları yoktu. olayları genelde kaba kuvvet ve silahla çözse de zekiydi. ve zekası en çok bir barda içkisini yudumlarken ya da bürosunun karanlığında oturup olayları bir bir gözden geçirirken elle tutulur hâle gelirdi. artık büyümeye başlayan bir erkek çocuğu için en önemlisi ise bu adamda şeytan tüyü vardı; yakışıklı sayılmazdı ama bütün kadınlar görür görmez ondan etkileniyordu.

sekreteri velda ile itiraf edilmemiş bir aşk yaşıyordu. bir gün bütün bu pis işlerden uzaklaşıp evlenecekler ve dostları pat chambers'da, "umarım mayk bugün başına bir iş açmaz," diye endişelenmekten kurtulacaktı. birinde plotonik aşka güzelleme, diğerinde ise erkek dostluğunun sağlamlığı.

kaç kitabını okudum bilmiyorum. ama sonradan öğrendim ki; aslında türkiyede yayınlanan mike hammerların çoğu türk yazarlar tarafından bir gecede önlerindeki new york haritasına bakılarak yazılmış. ben de orijinallerinin yanında öylelerinden de bir yığın okumuşum.

"aslından daha iyi olmakla itham edilen" bu "gavur işi" romanların en güzellerini f. m. ikinci müstearıyla kemal tahir yazmış. ama rekor yaklaşık iki yüz kitap yazan afif yesari'de olsa gerek. oysa mike hammerin gerçek yazarı mickey spillane on üçü mike hammer olmak yalnızca otuz iki kitaplık bir külliyata sahip. bunlardan otuzu polisiye ve casusluk romanı, iki tanesi ise çocuk kitabı.

yazar, bir ara dünyada casusluk romanlarının popüler olması üzerine mikeın başını ruslarla belaya sokmaktan çekinmemiş.

*

aslında burada bitebilirdi...

ama bitmedi.

büyüdüm. ama küçük kalmak istedim belki. değişenin ben değil yıllar olduğuna inanmak istedim. kim bilebilir?

sahafları bu defa mike hammer için dolaşmaya başladım.özellikle çağlayan matbaası tarafından basılan mike hammerları arıyordum. bir gün sahafa halimi anlatırken, bir adam elindeki kitabi özenle yerine koyup neden mike hammer aradığımı sordu. yoksa tez ya da bitirme ödevi miydi? üzerinde maykın paltosundan vardı. biraz daha iri yapılı olsa, sesindeki ve yüzündeki insanı hemen kuşatan iyilik olmasa "selam mayk" bile diyebilirdim.

sevgili remzi matur'u o gün tanıdım. yani bu toprakların polisiye hakkındaki en bilgili kişisini. neredeyse yeryüzünde yayınlanmış bütün polisiye romanlardan haberdardı. türkiye'de yayınlanan eserlerin hangi baskısının tam, hangisinin kısaltılmış olduğunu bilirdi.

onun tavsiyesi ile ihmal edilmiş ne hazineler keşfettim, bilemezsiniz. iyi bir adam tanıdım. iyi bir abi.

ama o, ne polisiye hakkındaki bildiklerinin hepsini kağıda dökebildi ne de çok emek verdiği müzik ansiklopedisinin yayınlandığını görebildi.

mekanı cennet olsun.

10 Şubat 2010 Çarşamba

bernardo soares*

doğum tarihini bilmiyoruz. ölüm tarihini de. ama semerkant'ta ölmüş olmalı. en azından ben öyle düşlüyorum.

çok sade bir yaşam sürdü, lizbon'da kumaş ticareti yapan bir şirkette muhasebe yardımcısıydı. fernando pessoa'yla 'pessoa' adlı bir lokantada tanıştılar. edebi tasarılarını ve düşlerini bir tek ona anlattı.

biraz özbekçe öğrendi; asla gidemeyeceğini bile bile yörenin dilini bilmek kendini hep hayalini kurduğu semerkant'a daha yakın hissetmesini sağlıyordu.

bir ara 'fena halde' uykusuzluk çekti. o günlerde her sabah şafakta pencereye oturup lizbon üzerinde ışığın renkten renge girmesini seyretti ve bunları kaleme aldı: sözcükleri tuval boyayan fırçalar, lizbon şafaklarını da palet gibi kullanarak yaptığı tabloları huzursuzluğun kitabı adını verdiği metafizik ve lirik bir günlükte topladı.


*: fernando pessoa, huzursuzluğun kitabı

günün sorusu: rüya

bir adam gördüğü rüyaları neden unutur? daha kötüsü, unutacağı rüyaları neden görür?

9 Şubat 2010 Salı

altı çizili satırlar: büyük defter

agota kristof, rus askerlerince bastırılan macar anti-kominist devrimi sırasında ülkesini terkedip isviçre'ye sığınmak zorunda kaldığında yirmi bir yaşındaydı. bu sürgünün yalnızlık dolu ilk beş yılının ardından, fabrikada çalışmaya başlayıp kocasından ayrılan yazar, peşi sıra fransızca öğrenmeye başlar. ilk eserlerini şiir ve tiyatro alanında verse de onu asıl üne kavuşturan büyük defter ile başladığı büyük defter-kanıt-üçüncü yalan üçlemesi olur.

sadece büyük defteri aradığım halde sahafın uyarısıyla üçlemenin diğer kitaplarını da almıştım. otoriteler en iyisinin ilk kitap olduğunu söylüyor ama ben her kitabı farklı hazlar devşirerek okudum. zaman zaman büyücü(john fowles) dekine benzer yolumu kaybetmeler yaşadımsa da asıl aklıma düşen all that jazz ve synecdoche,new york 'u izlerken, yazan nasıl olup da yolunu kaybetmemeyi başarmış sorusuydu. kendileri yıl sonu değerlendirmesinde "büyük defter'in sarsıcı etkisinin onlar (kanıt ve üçüncü yalan) hesaba katılınca azalmasından" bahsetseler de bende değişen bir şey olmadığını sadece ilk hazzın başka hazlara evrildiğini söyleyebilirim.

malzeme olarak edebiyat söz konusu olduğunda ise büyük defter gerçekten 'büyük' işler başarıyor; çocuk kitaplarını hatırlatan sözcük tercihleri, yalın ve mecaz yoksunu cümleler. buna rağmen sadece şaşkınlık yaşıyor, kitaptan vazgeçmeyi asla düşünmüyorsunuz.

üstelik yazar, eline ne kadar çok güvendiğini sırrını daha yirmi yedinci sayfada açıklayarak belli ediyor. çünkü okur çoktan 'itoğlu itler'in elinde oyuncak olmuştur. gizem hala olduğu yerdedir, okumanın verdiği haz ise giderek çoğalmaktadır.

büyük defter, ikinci dünya savaşı sırasında işgal altındaki budapeşte'den uzak olsunlar diye anneleri tarafından taşraya, anneannelerinin yanına götürülen ikizlerin burada geçen günlerinin yoksulluk, erotizm, yalnızlık ve ahlaksızlıktan çokça nasibini almış hikayesidir. "acı çeken insanın acının kaynağına doğru gerçekleştirdiği yürekli bir kontraatak."

altı çizili satırlar ise sırrın açığa çıktığı yerden; hatta utanmadan "öğrenim hayatımız" başlıklı bütün bir bölümü alıntıladım.

"öğrenimimiz için, babamızın büyük sözlüğünden ve anneannenin evinde tavan arasında bulduğumuz incil’ den yararlanıyoruz.

yazım, kompozisyon, okuma, kafadan hesap, matematik, bellek güçlendirme derslerimiz var.

yazım ve açıklamalar için sözlükten yararlanıyoruz, sözlük bir de yeni, eş anlamlı, karşıt anlamlı sözcükler öğrenmede işimize yarıyor.

incil yüksek sesle okumada, yazımda ve bellek güçlendirme çalışmalarında işimize yarıyor, incil’ den çeşitli sayfalar ezberliyoruz.

işte bir kompozisyon dersi:

mutfaktaki masanın başına geçiyoruz, kareli kağıtlarımız, kalemlerimiz ve büyük defter. yalnızız.

birimiz:
-kompozisyon konusu: ‘anneannenin evine varış’.

diğerimiz:
-kompoziszon konusu: ‘çalışmalarımız’ diyor.

yazmaya başlıyoruz. konuyu geliştirmek için iki saatlik süremiz var ve de iki kareli kağıdımız.

iki saatin sonunda kağıtlarımızı değiştiriyoruz, sözlükten yararlanarak yazım yanlışlarını düzeltip, kağıdın altına ‘iyi’ veya ‘iyi değil’ yazıyoruz, ‘iyi değil’ ise kompozisyonu ateşe atıp bir sonraki derste aynı konuyu geliştiriyoruz.

eğer ‘iyi’ ise kompozisyonu büyük deftere temize çekiyoruz.

‘iyi’ ve ‘iyi değil’ için çok basit bir kuralımız var: kompozisyon ‘gerçek’ olmalı. olanı yazmalıyız, gördüğümüzü, duyduğumuzu, yaptığımızı.

mesela ‘anneanne bir cadıya benziyor’ yazmak yasak ama ‘insanlar anneanneye cadı diyorlar’ yazmak serbest.

‘küçük şehir güzel’ yazmak yasak, küçük şehir bize güzel gelebilir ama bir başkası için çirkin olabilir.

aynı ölçüde ‘posta iyi’ diye yazmayız, bu gerçek değil; çünkü posta bizim bilmediğimiz kötülükleri yapabilecek biri belki. bu yüzden yalnızca ‘posta bize battaniyeler veriyor’, yazıyoruz.

‘çok ceviz yiyoruz’ yazabiliriz; ama ‘ceviz severiz’ yazamayız, çünkü ‘sevmek’ kesin bir sözcük değil, belirlilikten ve nesnellikten uzak. ‘ceviz sevmek’ ve ‘annemizi sevmek’ aynı şeyi ifade edemez. birinci şekil ağızda bir hoşluğu belirtir, ikincisi duyguyu.

duyguları tanımlayan sözcükler çok belirsiz, bunları kullanmaktan kaçınıp nesnelerin, insanların kendilikleriyle, yani olayların sadık betimlemeleriyle yetinmek lazım."*




çeviren:ayşe kurşunlu ortaç (afa yayınları, 1987)

8 Şubat 2010 Pazartesi

alışveriş

akşam alışverişi...

*

kasiyer kız: siz eşime çok benziyorsunuz.

vnf : şanssız adammış.

kasiyer kız: aa, o niye?

vnf : sizinle evli olduğu için değil elbette. sadece bana benzediği için.

i've got you under my skin

aslında bu şarkıyı michael c. hall'ın sesinden dinlemek var.

kendileri, görselliği ve bilgisayar oyunlarının güzergahına dair öne sürdüğü tez yüzünden çok beğendiğimiz gamer namlı filmde o tarz filmlerin olmazsa olmazı, son bir dövüşten önce ışık ve gölgenin oyununa ortak olup bir yandan da kukla taklidi yaparak filmin anlam ve önemine uygun olarak bu şarkıyı icra ediyordu.

I've Got You Under My Skin by Frank Sinatra on Grooveshark

kartpostal

önsöz:
batmakta olan güneşten arda kalan ışık altında bir şehir görüntüsü; karla yüklü çatılar arasında denizini arayan bir nehir.

arkasöz:
her yer bembeyaz
tam sana göre
ama ben çok üşüyorum...

sonsöz:
biliyorum, "aynı gök altında ayrı yaşıyorsak suç ikimizde," diyen yunan baladına hak vermek yerine orada olup sana sarılmalıydım.

4 Şubat 2010 Perşembe

alexithymia

ifade edilemeyen bir duygu durumunda, hem ifade edemeyişin hem de bu ifade edemeyişin sebep olduğu kilitlenme halinin adıdır.

bunu okumuş, hemen ardından derkenara bir not düşmüştüm: 'oysa edebiyat ne kolay halletmiş bu durumu; üç nokta*...'


*:-vnf. tam da burada, ahmet turan alkan'ın 'üç noktanın söylediği' başlıklı tadından yenmez denemesini tavsiye eder.
hatta aynı isimli bütün bir kitabı.

bir masada iki kişi: en

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- sende en güzel olan şey neydi biliyor musun?

- bunun cevabı "her şey" değilse söyleme lütfen.

- senin hayatında ne varsa hepsinin de "en"le başlayan bir sıfatı var: en kötü maç, yönetmenin en iyimser filmi, okuduğun en zekice roman, sahip olduğun en değerli kitap...

- sanırım, bu "en"ler sayesinde boş bir hayat yaşamıyorum gibi geliyor. belki de yaşadığım her şeyin bir anlamı varmış gibi oluyor.

- bu hikaye artık bittiğine, senin deyişinle artık hayat olduğuna göre benim için seçtiğin "en" hangisi?

- kesinlikle, hayatıma girmiş "en kötücül kadın". ya benim ki?

- "en" şımarık çocuk...

*

güldük. çok güldük. son defa çok güldük.

3 Şubat 2010 Çarşamba

blues - rock'n roll

ilk kez siyah bir kızın iç çamaşırını çıkarıp sahneye fırlattığı gün olayın blues söyleyen bir adamdan dolayı olduğu söylenmişti.

beyaz kızlar aynı şeyi yapınca bunun adı rock'n roll oldu.

2 Şubat 2010 Salı

lost

takvimler nihayet o kutlu günün geldiğini söylüyor. altıncı ve son sezon için geriye sayanların sesi daha gür çıkmakta. çünkü geriye doğru sayan sayaçlar neredeyse sıfırlandı. gün lost günüdür. yine de söylemeli, bu adam lostsevici bir sevgiliye rağmen lost''un hiçbir bölümünü izlemedi. hatta bayram tatillerinin birinde denk gelip bir bölüm kurtlar vadisi izledi ama lost, hayır. (meğer o bölüm en ünlü bölümmüş vadide gezinip duranlar için. masabaşındaki toplantıda birinin başı kesiliyor, masanın üzerinden devrilmiş boya tenekesini hatırlatırcasına kan akıyordu.) aylar boyu lost muhabbetlerinin döndüğü masalarda kendimi kaybolmuş ve ıssız bir adada tek başıma bulmuş gibi hissedip durdum. oysa millet ne çok şey biliyordu; demek oradaki gölge? o adam bence? referanslarını duysanız? o duman? ne kadar eksiklik hissettim bilemezsiniz. her şeye rağmen lost'a ilişkin sevdiğim bir şey var. o da budur.* *: eğer 'çakma' triko işinde olsaydım bu tişörtün aynısını 'bence jack bauer lost adasından 24 saatte kurtulur' yazısıyla sunardım gençliğin hizmetine. ya da 'bahse girerim jack bauer lost adasından 24 saatte kurtulur'

voice of enigma*

sabah uyandığımda fonda değil ama zihnimde çalan şarkı buydu.

neredeyse yıllar var dinlemeyeli. bir ara, iki bin sekizin en komik filmi tropic thunder'ın başında yer alan sahte fragmanlardan birine (satan's alley) müzik olurken duyduğumu hatırlıyorum hepsi bu.

iyi bir kahvaltı, öncelikle halledilmesi gereken işler derken sıra şimdi geldi.

mümkünse kulaklıkları takıp, son ses lütfen.


*: enigma, a the voice of enigma

1 Şubat 2010 Pazartesi

o sahne: the painted veil (2006)

yönetmen john curran muhitimizde tanınan bir isim değil. the painted veil ise sundence’ da en iyi senaryo ödülü'nü alan we don’t live here anymore’dan sonra izlediğim ikinci filmi. zaten 'eserleri' başlığı da ikisi yapım aşamasında altı filmi işaret ediyor.

sundence galibi filminde otuzlu yaşlarını süren, üniversiteden itibaren yakın arkadaş olmuş hank ile jack'in ve ailelerinin hikayesini anlatırken, somerset maugham'ın klasik olmuş romanı the painted veil'den uyarladığı bu filmde ise genç bir ingiliz çiftin hikayesini konu alıyor.

her iki film de yanlış giden bir evliliğin doğurduğu sadakatsizlik etrafında meydana gelen olayları anlatır. yargılamaz, suçlamaz, çözüm önermez. sadece her şeyin bir nedeni olduğunu bilmenizi ister.

hastası olduğumuz naomi watts ve edward nortan'ın birbirlerine uygun olmadıkları halde evlenen kitty ve walter fane'i candırdığı filmde o sahne bir anlamda hikayenin asıl başladığı yerde, şanghay’ da geçer:

yepyeni bir ortamda, hiç durmadan yağan yağmurun eve hapsettiği kitty ve ışığı kapatmadan sevişemeyen, sevişme öncesinde terliklerini bile özenle çıkartıp düzgünce bırakan ve bir fikri olmadığında susan walter başlarına gelecekleri bilseydi, acaba townsendlerin cumartesi gecesi için yaptıkları daveti kabul ederler miydi?

o akşam çin tiyatrosu izlenecektir ve charlie townsend ile kitty oyunu eşlerinin biraz gerisinde yanyana izlemek durumunda kalırlar.

o sahne ise bazan araya tiyatro sahnesinden görüntüler girerken charlie ve kitty arasındaki konuşmayı içerir:

“-are you enjoying it?
-i’ve never seen anything like it.
-every gesture has a meaning. see how she covers her face with the cloth? she is mourning her misfortune.
-what happened to her?
-she was sold into slavery. condemned to a life of drudgery and despair in a strange land far from home. see the chains? they represent the heavy bondage of her poor trapped soul from which there is no escape. and so she weeps. she weeps for the lively, vivacious girl she once was for the lonely woman she has become and most of all she weeps for the love she'll never feel for the love she'll never give.

(kitty şaşkınlıkla sorar)

-is that really what she's saying?
-actually, i haven't a clue what she's on about. i don't speak chinese.”



*serbest çeviri:

"-beğendiniz mi?
-daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim.
-her jest bir anlam taşıyor... şu kızın, yüzünü elbisesiyle nasıl da sakladığını görüyor musunuz? bedbahtlığının matemini tutuyor.
- ona ne olmuş?
- köle olarak satılmış. evinden çok uzaklarda, bilmediği topraklarda, ağır şartlar altında ve umutsuzluk içinde bir hayata mahkum edilmiş... zincirleri görüyor musunuz? onlar; kapana kıstırılmış ve hiçbir çıkışı olmayan zavallı ruhunu temsil ediyor... ve ağlıyor. yaşlar gözünden, bir zamanlar neşeli ve hayat dolu olup, şimdi yapayalnız bir hale dönüşen o kadın için dökülüyor. hepsinden de çok, bir daha kalbinde hissedemeyeceği ve birine veremeyeceği aşk için ağlıyor.
- bunları mı söylüyor gerçekten?
- doğruyu söylemek gerekirse, neden bahsettiği konusunda en ufak bir fikrim yok. çince bilmem.”

günün sorusu: tamirat

tanrı bize kalp kırabilme yeteneği verdiği halde, neden o kalbi tamir edebilme yeteneğini bizden esirgemiştir?