27 Ekim 2021 Çarşamba

şampiyonların kahvaltısı

koşmayı seviyorum. bunun büyük bir şey olduğunu düşünmüyorum ama. ne beni özel biri yapıyor ne de iyi biri. eğer hayatta bir başarım varsa bunun koşmakla bir ilgisi yok. kaldı ki, başarım da yok.

koşmak, belki merdiven çıkarken işime yarıyor biraz. biraz da pazartesi başlayıp çarşambaya gelmeden bozulan diyetlerden, sabahları içilen sirkeli sudan uzak tutuyor beni.

yine de düzenli olarak koşmaya çalışıyorum. çünkü, "uzun mesafe koşucusunun yalnızlığı"nı seviyorum. aynı isimde bir film var, onu da... fark ettim, "adasal bilinç" demeyerek, entelektüel görünme fırsatını kaçırdım. nasip. ölmezsek, nasıl olsa konu yine 'koşmak' bahsine gelir. belki o zaman.

fazla enerjimi yalan yanlış yerlere kanalize etmek yerine atletizm pistine, caddelere, kırlara, bayırlara serpmek hoşuma gidiyor. o fazladan enerjiyi kafes dövüşlerinde harcadığımı düşünsenize. dayak yemek değil elbette korkum. kaldı ki, dayak yeseniz de atsanız da canınız yanar. eliniz parçalanır, şişer, kırılır, incinir.

ayrılık sürecine benziyor yani. hangi köşede olursanız olun canınız yanar. eğer acı çekmeyen biri varsa, bilin ki çoktan gitmiştir o.

sonra, hayal kuruyorum koşarken. düşünüyorum, veremediğim cevapları veriyor, olası karşılaşmaların diyaloglarını yazıyorum. buraya yazdığım bazı yazıları koşarken kurduğum bile oldu.

susuyorum, acıkıyorum. size tuhaf gelebilir belki ama en çok acıkıyorum. poğaçalar, simitler, elmalı kurabiyeler geçiyor gözümün önünden.

bazan 'karlı dağlar' da geçiyor ama bunun konumuzla ilgisi yok.

yine öyle bir gün. yol üzerinde fırın olsa duracak, yarım ekmeği mideye indirip yoluma öyle devam edeceğim. para da var.

bu arada erbabı iyi bilir; bu coğrafyanın en yakası açılmadık hikâyeleri bu cümle ile başlar: para da var...

dönüş yolunda, evin yakınındaki bir markete daldım. reklam olmasın diye adını söylemeyeyim ama bir sürü çikolata, bisküvi vs. alıp kasanın yürüyen bandına yığdım. bu arada leş gibiyim ve berbat koktuğuma eminim. öyle ki, bu gerçekle yüzleşmemek için burnumdan nefes almıyorum. sosyal mesafe denilen şeyi de diğer müşterilerle bir olup 'korona günleri'nden çok önce, o gün keşfetmiş olabiliriz.

sıra bana geldi. kasiyer kız önce yığına sonra bana baktı. "bunları yiyorsunuz, sonra da koşmak zorunda kalıyorsunuz," dedi. "aksine," dedim, gülümsemesine gülümseme ile karşılık vererek.

"ben, bunları yiyebilmek için koşuyorum."

burada olsaydı ve sabah hazırladığım kahvaltıyı görseydi, eminim aynı şeyleri söylerdi.

"hayır, adile. ben bu kahvaltıyı yapabilmek için koşuyorum."

23 Ekim 2021 Cumartesi

bilmek

"fikrim yok" ya da "bilmiyorum" demeyi yıllar önce öğrendim. biliyorum.

her şeyi bilmediğimi, bilemeyeceğimi, bilmek zorunda olmadığımı da öğrendim sonra. belki geç oldu ama bilirim.

yani, eğer konuşuyorsam biliyorumdur. ya da bildiğimi sanıyorum.

21 Ekim 2021 Perşembe

anne gibi

haberler kötü, mevzu aynı.

zaman zaman sözü deniz feneri yalnızlığına getirsem de yalnız biri sayılmam. hatta kalabalık insanlardan olduğum bile söylenebilir. gündelik hayatta karşılaştıklarım da var, türlü iletişim aracıyla bağlı olduklarım da.

bazan buraya yazdıklarımı onlarla da konuşuyorum. onlardan birinde dedikodu bahsini ö.'ye de açtım. "çok normal," dedi, uyuz uyuz. "hem anne gibi olmuştur o."

"hayır," dedim acıyla. sonuna, "olamaz!." feryadı da eklemiş olabilirim ama hatırlamıyorum. gözlerim karardı, tansiyonum düştü, kalbimde kocaman bir çukur açıldı.

çünkü, biz yıllardır tanışıyoruz ve o alçak 'anne gibi'nin benim için ne demek olduğunu iyi bilir.

/sadece şimdi değil, "neden yaşıtlarına değil de kendinden büyüklere bakıyorsun?" sorusuna ergence ve çok komikmiş gibi "ben çocuk o çocuk. oluruz çoluk çocuk," cevabını verdiğim ergen zamanlarımda bile kadınlar ikiye ayrılırdı benim için: anne gibi olanlar ve anne gibi olmayanlar.

hayır, bunun yaşla, görünüşle alakası yok. kostüm tercihi, eğitim durumu vs. de etkili değil. küçük küçük bir sürü şeyin birleşimi olabilir ya da bir an. ufacık bir bakış, tek bir kelime... mesela, altın bilezik takması bir kadının anne gibi olmasına yeter.

ondan sonrası mümkün değil. aksi takdirde freud'u freud yapan en büyük iddiasına örnek olacakmışım, anneme duyduğum sonsuz muhabbet bu şekilde ispatlanacakmış gibi gelir./

alçak ö. şimdi oralarda bir yerde verdiğim tepkiyi, düşünüp gülüyordur. ilk fırsatta hoşlandığı çocuğun parası için ona yakın davrandığını iddia edeyim de "anne gibi" neymiş görsün.

17 Ekim 2021 Pazar

en doğru kişi

"Kendi olarak, sana gelen-
sana gereksinimi olmadan, seni isteyen-
sensiz de olabilecekken, seninle olmayı seçen-
kendi olmasını, senin ile olmaya bağlayan--
O, işte..."*


*: oruç aruoba, hani

16 Ekim 2021 Cumartesi

dakika ve skor

"Havada asılı duran beyazımsı çisenti kütlelerini görünür kılan ışığın altında bir köşebaşını çaprazlama geçerken, bir insan figürünün bana doğru yaklaşmakta olduğunu gördüm. Yavaş yavaş peydahlanmıştı karanlıkta. Çisentinin bulanıklaştırdığı görüntü gitgide seçilmeye başlamıştı. Genç bir adamdı. Aşina olduğum bir yağmurluk vardı üzerinde. Tıpkı benimkine benziyordu. Dümdüz bana doğru geliyordu; aramızda yarım metre kalınca, tam köşe başındaki lambanın altında durduk. Başımı kaldırıp yüzüne bakmaya çalıştım, önceden tahmin etmiştim çünkü kim olduğunu. Sonunda dayanamayıp kafamı kaldırdım, çehresine çakıldı bakışlarım. Kendi yüzünü gördüm. Bana o kadar benziyordu ki onun üzerine çakılmış bakışlarının zayıf parıltısıyla, eti ve kemiğiyle orada, onun karşısında duranın kendim olduğundan şüphelendim. Asla fazla kesişmemişti dolandığımız bölgeler. Onun, bana yasaklanmış, daha zengin, daha ulvi bir hayat sürüyor olabileceği yolundaki tedirginliğimin de yersiz olduğunu anladım. Onun bölgesi neresi olursa olsun, onun için ayrılmış olan -bilincinin aylak ve göz kırpan bir ışık gibi baştan sona katettiği- alan onu, ilk kavrayış ve yabancılaşma yaralarının bıraktığı vakitsiz yara izleriyle dolu, dehşete kapılmış bir çehreyle mayıs çisentisini yüceltebileceği bir noktaya erişmekten alıkoyacak ölçüde farklı değildi benimkinden."*


*: juan josé saer, yara izleri

13 Ekim 2021 Çarşamba

nobel 'şey'i, yazarlar ve okurlar

evet, 'şey'... 'ödül' demeye dilim varmadı çünkü.

ve bunları, ortalama üzeri bir okur ve edebi gündemi takip eden bir edebiyat meraklısı olarak yazdığım kayıtlara geçsin isterim. 

şimdi "sanık" benim...

nobel'e inanmıyorum. çünkü nobel'in yalnızca kelimelerle ve kalemin gücüyle kazanılan bir 'şey' olduğuna inanmıyorum. oysa benim için kelimeler ve kalemden başka ölçek yok edebiyatta.

elbette sevapları yok değil. saramago, marquez, hatta orhan pamuk.... düşünüyorum da o kadar kusur kadı kızında da bulunur. yine de, "saramago ve marquaez'e ödül kazandıran motivasyonu bilemem ama orhan pamuk'un nobel'i arzuladığını, bunun için ruhunu satmaya hazır olduğunu, (hadi biraz cesur olalım: hatta sattığını) gördü bu gözler," demezsem "söylenmemiş söz"ler kalır geriye.

yine de aday listesine, kimin ya da kimlerin favori olduğuna, kimin kazandığına kayıtsız değilim. biraz merak biraz da kızları etkilemekte kullanılacak, ayaküstü sohbetleri renklendirecek genel kültür bilgisi gibi aklımda tutmaya çalışıyorum.

mesela geçen yıl, louise glück kazanmıştı ve ondan geriye yalnızca, "dünyaya bir kez çocukken bakarız./ gerisi hatıradır" dizeleri kaldı. hatta adını hatırlamayıp bu iki dizeden dem vurduğum anlar bile oldu.

bu yıl da aynı şeyleri yaşadım. aday listesine baktım. kendi kendime, "bu ödülü önemsemiş olsaydım javier marías'ın kazanmasını isterdim," dedim. hatta dayanamayıp, bunun tivitini bile attım. aklımda bir murakami kalmış, bir de martin amis... bunları yazarken margeret atwood ve annie ernaux'u da hatırladım. daimi adaylar milan kundera, salman rushdie, stephen king ise hep oradalar.

nobel edebiyat ödülü'nü kazanan abdulrazak gurnah'ın adını ise hatırlamıyorum bile. onu iletişim yayınları'nın reklam olsun diye yaptığı sosyal medya paylaşımları dışında hiç duymamıştım. 

merak etmeyin konuyu bir yere bağlayacağım. bu defa çenem düşük olduğu için uzun uzun anlatmadım.

ödül açıklandı. aman allahım! herkesin en sevdiği yazarmış meğer abdulrazak gurnah. okumayan kalmamış. birer ikişer okumuş herkes. haset bir adamım ya, "iletişim yayınları, fırsat bu fırsat satış raporlarını paylaşsa" diye geçirdim içimden. görseydik kaç kitap satılmış da kaç kişi okumuş.

bir yandan da merak etmedim değil. nobel ödüllü bir yazarı okuyunca ne oluyor? okumayınca ne oluyor? hiç okumazsak ne olur? okumayı abartıyor olabilir miyiz? sadece bir keyif olarak görmek, okuyunca büyük adam olmadığımızı anlamak zor mu?

"okumak denilen kutsal inek" başlıklı bir yazı yazdırmayın bana. ya da "okumak adlı bir kutsal inek vardır ki yıllardır yanyana yürürüz bu yollarda".

bir de koşanlar var. önemli bir şey değil o kadar. ben yıllardır koşuyorum, bir işe yaradığını görmedim.

10 Ekim 2021 Pazar

günün sorusu: iyi biri

içinde var olan ve yıllardır beraber yaşadığı kötüyü kabul etmek ve bunu muhatabına itiraf etmek bir insanı iyi biri yapar mı?

8 Ekim 2021 Cuma

tehlikeli şiirler - elli dört

tehlikeli şiirler okuyalım leyla
rilke'den bir şiir* mesela

"Nasıl tutayım ki ruhumu,
değmesin diye seninkine? Nasıl
tutup da kaldırayım onu senin üzerinden başka şeylere?
Ah, karanlığın ortasında, yitik bir şeylerin içine
koyayım isterdim ruhumu,
yabancı, sessiz bir yere,
senin derinliklerin titreşirken titreşmeyen.
Lâkin her şey, bize dokunan, sana ve bana,
ikimizi birden alıyor, iki telden tek ses çıkaran
yayın çekişi gibi.
Hangi enstrümanın teliyiz?
Hangi kemancı tutuyor elinde bizi?
Ah, güzel şarkı."

*: mart ortası 1907, capri

6 Ekim 2021 Çarşamba

dedikodu

biraz daha yaklaşın. bu defa dedikodu yapacağız. biliyorum çirkin bir şey dedikodu. ama nasıl da keyifli. "mutlak iyi ile mutlak güzel arasında bir bağlantı yoktur"un, en büyük örneğidir zaten.

bir kız var. daha doğrusu vardı. 'a'lar 'o'lar eşliğinde meksika dalgası yapmanıza gerek yok yani.

ne diyordum? bir kız vardı. onunla bundan yıllar önce çarpışmış, çok geçmeden onu unutamayacağımı, daha doğrusu önümde bu dünyanın ölçeğine göre onu unutabilmek için yeterince zaman olmadığını anlamıştım. o biraz genç kalfa'ydı bileğinde "ahter-suhte, hû ve lâle" mührüyle, biraz da mezarlık bekçisi'nin penceresi önünde ağlayan karacanın sabrı ve razılığı.

ama olmadı, her şey masala bu kadar benzerken olmadı. çünkü yakın gelecek için ikimiz farklı şeyler istiyorduk. o evlenmek, anne olmak istiyordu. bense, evlenmek, anne olmak istemiyordum.

sonra o gitti. ben de öylece durdum. "gitme," demedim. "sen gidersen sınırlarımda kalamam, tekin değil karanlığım."

yanlış anlamayın ama. bu bir "severek ayrılma hikâyesi" değil. kavuşamamış, birbirini çok sevdiği hâlde ayrı düşen iki aşığın hikâyesi hiç değil. düşman aileler, töreler, mezhep ayrılıkları, kötü kadın falan yok. bir kararı bile isteye uyguladık. hepsi bu.

ama bağımız kopmadı. bazan o uzandı bu tarafa, bazan ben uzandım o tarafa. üstelik bu durum bir 'temas'ın hiç onaylamadığım bir merhalesidir. hangi sebeple bitmiş olursa olsun, nihayete ermiş bir ilişkiden sonraki iletişim hallerini sevmem. dahası çirkin bulurum. daha da çirkini zaman zaman bir bahaneyle kendini muhatabına hatırlatmaktır. ki, çok ayıp bence. bu sebeple biten şeylerin anılarını bir kutuya koyup zaman geçirmeden yüksek bir rafa kaldırmak en doğrusu.

hep söylerim; not yükseltme sınavı, ikinci şans, ilişki kurtarma tatillleri gibi zırvalara inanmam ben. bir ilişkiyi eski ilişkiye dönüştüren ne varsa değişmeden kalır. bir de, yokluğum ile varlığım arasındaki farkı anlasın egosu var ki, ergenlikte bıraktığımı iddia etsem de bir parçası hâlâ gittiğim her yere geliyor benimle.

çok seviyorduk, unutamadık, bizimki çok büyük aşktı türünden laflar edecek de değilim. ama biraz kendimi suçladığım, biraz onun çok 'güzel' olduğuna ve o güzelliği bana da bulaştırdığına inandığım, biraz da "bu defa duvar inşa etmeyeceğim," dediğim için sonraki iletişimin sürmesine ses çıkarmadım. hatta çanak tuttum.

bu arada, uzun zamandır görmedim onu. ne zaman bulunduğu şehre gitsem görüşelim istedim. her defasında kocaman gülümseyerek, "hayır," dedi. ısrar etmedim. bekir'in de dediği gibi, "bizim de bir gururumuz var".

en son, doğum günümde, "sabah uçağı ile gelir akşam uçağı ile dönerim. ikisi arasında da doğum günümü kutlarız," dediğimde aldım, "hayır" cevabını. görmeliydiniz, ne de güzel "hayır," dedi. siz de bayılırdınız. 

bir kaç gün sonraydı. akşam serinliğinde koşuyordum. evet, 'hilal'in bir ucundan diğerine. tam, oğlumun ya da kızımın başından itibaren kontrollü koştuğu bir orta mesafe yarışının son iki yüz metresine girerken, sanki benim "şimdi değilse ne zaman?" dediğimi duymuşçasına atağa kalkıp o atakla birinci olduğunu hayal ettikten sonra dolan gözlerimi siliyordum ki, "hayır," dedim. "sorun, onun beni görmek istememesi değil. benim onu görmemi istemiyor."

"bu kız, giderken dediğim, bir gün geri döndüğünde şişmanlamış olursan gir girebilirsen kalp kapımdan içeri, deyişimi ciddiye almış olmasın sakın!"

3 Ekim 2021 Pazar

uzak şehir kitapçıları

kitaplarla bunca yıldır devam eden dostluğumuza rağmen geç kaldığım, ihmal ettiğim bir sürü kitap oldu. ama çoğunu bir şekilde hallettim.

bunu yaparken sahaflara nadiren uğradım. ikinci el kitap düşkünlerinden değilim çünkü. açıklamaya yeter mi bilmem ama bir köşesi yamulmuş konserve tenekesine, kutusu yırtılmış diş macununa bile mesafeli yaklaşan bir yanım var. belki de, kendi kitaplarımın kaderini görüyorum o dükkanlarda. elimde olmadan, "kitapları seven bir çocuğum olmazsa hepsi yansın," diye dua ediyorum.

baskısı olan kitapları yeni baskılarından okumakta sakınca görmem. birinci baskısı da bir bana yüzüncüsü de. yeter ki altını çizerek okuyabileyim. üstelik, hepsi değilse de ilk baskıdaki hataları sonrakilerde düzelten yayıncılar var.

ama yeni baskısı yapılmayan ya da telif süresi dolmuş kitaplar da var listemde.

o kitapların bir çoğunu da uzak şehirlerin kitapçılarında buldum. kitapçı derken, kitap marketlerin ne kazanırsak kâr düsturuyla zircire eklediği halkayı kastetmiyorum tabiî ki. benim bahsettiğim, mülkiyeti tek bir kişiye ait dükkanlar.

çoğu zaman bir kaç ortakla başlarlar. çok geçmeden bırakın yeterince kârlı olmayı zarar edip durduğunu fark eden diğer ortaklar bir bahane bulup mevzudan uzaklaşmış, geriye okumayı çok seven, kitapları sevenlere özgü saflıkla herkesi öyle bilen, hem sevdiğim işi yaparım hem de para kazanırım diye düşünen o tek kişi kalmıştır.

"nöbette unutulan" bir kişi hep olur. kalenin yıkıntılarını birisinin beklemesi gerekir. "gölgesini kaybeden insan, gölgenin kendisine dönüşür."

kalbiyle düşünenlerdendir. hayatın acemisi, gündelik hayatın uzağında büyümüş, kitaplar her zaman en yakın arkadaşı olmuştur. vakti gelince evden kaçacak yazar olacaktır. bazan iyi yazarlar okuduğunda canı sıkılsa da okurların beklediği yazar olduğuna inancı tamdır. üniversiteye gidebilenlerin çoğu edebiyat okumuştur. basım masraflarını kendi karşıladığı, çoğunu eşe dosta dağıttığı bir kitabı vardır. kitapçı diye bahsettiğimiz dükkanın vergi dairesine yayınevi diye kayıtlı olduğu kesin, o yayınevinin bastığı tek kitabın da az önce bahsettiğimiz kitap olma ihtimali yüksektir.

ama allah için iyi okurdurlar. iyi okur oldukları için de iyi kitapları, iyi yazarları bilirler. herkesi kendileri gibi zannettikleri için de satılır diye raflara dizerler. ama satılmazlar. dükkan yavaş yavaş kırtasiyeye, okul kitapları dışında sattıkları tek kitap üniversite hazırlık kitaplarına evrilirken o kitaplar tozlandıkları raftan olan biteni seyrederler.

sonra biri gelir. okumayı seven biri. iş gezisinde de olabilir dost ziyaretinde de. belki evden kaçmıştır. ya da sevgilisi evden çıkıncaya kadar vakit öldürüyordur. ya da hayatının ancak yolda olmakla tahammül edebildiği bir döneminden geçiyordur.

nasıl yollar başladığı yerde biterse o da günün birinde evine döner. bir gece elindeki kitabı bitirir, uzak şehirlerdeki kitapçılar üzerine bir yazı yazar.