28 Temmuz 2015 Salı

ölüm

"nihai zafer ölümün olacaktır. doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. yine de hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz. tıpkı bir sabun köpüğünü sonunda patlayacağından emin olsak da olabildiğince uzun ve büyük şişirmemiz gibi."*


*: arthur schopenhauer

24 Temmuz 2015 Cuma

"ah" didem

"ah" ki "ah"...

"ah" kere "ah"...

az önce saydım. dört yıl olmuş. sol elimdeki parmaklar şimdilik yetiyor. ama gün gelecek iki elim bile yetmeyecek, gün gelecek dünyaya emanet etmek zorunda kaldığın kızın bile senden büyük olacak.

bir kaç gün önceydi; kitaplarını kitaplıktan indirdim. yeniden yeniden okudum. altı çizili satırlar, derkenarlara çizilen yürekler... görmek yetmedi kelimelerine dokundum kaç defa. "ah"lar ağacı'ndaki siyah-beyaz fotoğrafına bakıp, "ne kadar güzelsin," dedim. kaldı ki, ben demesem de güzelsin.

grapon kağıtları'ndan hayatımıza süsler yapmış, "güller bu sıra hiç konuşmuyor" olsa da hep "çiçekli şiirler" yazmışsın. pollyanna ise "basma perdene bir çiçek". "aşkı aşk biliyor yalnız", kimse aşktan anlamıyor. ben dahil. gözlerimiz seni arıyor, pulbiber mahallesi'ne cenevizlilerden kalmış "bir elli altı santimlik kule".

"binlerce kez açıldım, binlerce kez kapandım yokluğunda". yaşasaydın, hayatının ortasına güller yığan adamlar olsun isterdim. hatta o adamlardan biri de ben olurdum. tamam, biliyorum, "şiir icabı bunlar hep, gerçek hayatta olmuyor".

dört yıl önceydi dualarına cevap alıp dalgınlığımıza denk geldiğinde ve o dalgınlıkta kaybolduğunda. o gün bugün seni çok özlüyorum. ve elif turan'dan ödünç alarak bitiriyorum: didem, didem madak, ölü olduğuna inandırsana bizi, şiirlerin inkar ediyor bak!

22 Temmuz 2015 Çarşamba

bir "dakika ve skor" için zeyl

on dört temmuz tarihli olan. bu olmadan eksik sanki. peş peşe okuyun isterim.

"son zamanlarda annem daha sık geliyor aklıma, ne zaman dairenin kapısını açsam çocukluğumdan annem eve döndüğünde onun kapıdan nasıl içeri girdiğini ve dairenin derinliğinden koşarak nasıl onun kucağına sıçradığımı hatırlıyorum. ve sonra onun nasıl iç geçirdiğini; dur bırak da bir içeri gireyim önce, deyişini. ve benim kadar sevinmediği için nasıl kırıldığımı. şimdi dairenin koridoruna giriyorum ve yarı yüksek bir sesle annemin o zamanlar söylediği cümlenin aynısını söylüyorum: dur bırak da bir içeri gireyim önce! ve kendimi öfkeli bir çocuk olarak oraya buraya sürtünürken görür müyüm diye etrafıma bakıyorum. bir kaç saniyeliğine hem annem oluyorum hem de onun çocuğu. sonra, eve gelen birinin eve gelen birinden başka bir şey olmadığını düşünüyorum."*


*:wilhelm genazino, o gün için bir şemsiye

20 Temmuz 2015 Pazartesi

güzel çocuk

söze karamazov kardeşler'in en cazip olanı dimitri'nin bir sandığın üzerinde uyuyakaldıktan sonra, uyandığında söylediği cümle ile başlayalım: "bir düş gördüm efendiler..."

*

kapı. oldukça sıradan. mobilyasız, büyükçe bir odaya açılıyormuş. uzun kenarın kısa kenara birleştiği yerde neredeyse. duvarlar bembeyaz. beyazlık çizgileri siliyor, sınırları ihlal ediyor. kapının soluna düşen uzaktaki kısa kenarın taşıdığı bir duvar yok. bütünüyle pencere.

o pencere neredeyse gökyüzüne uzanıyor. çünkü başımı kaldırıp baktığımda tavanın sonsuz yükseklikte olduğunu görüyorum. "kendi gök kubbesi altında bir oda" diyor, sonra da bu şakamı beğeniyorum.

pencereden dolan ışık duvarların beyazlığında ve odanın yeni cilalanmış tahta zemininde çoğalıyor. fakat oda bütünüyle boş değil. ışıl ışıl yanan zeminin üzerinde kırmızıları çoğalan bir halı var. gri, siyah, koyu ve açık yeşil, sarı dikdörtgenlere bölünmüş. ya da o dikdörtgenlerden meydana gelmiş. ve rüya içinde olmasa da şimdi bu halıyı ikea kataloğundan ödünç aldığımı biliyorum.

halının üzerinde kendi başına oynayan bir çocuk var. kocaman gözleri ve upuzun kirpikleriyle o kadar güzel ki. "annesi çok güzel olmalı," diyorum. "böylesi bir güzellik çocuğa ancak anneden sirayet edebilir."

bu fikri kendimle tartışırken gözlerimi açtım. ağaç dallarının altında sırt üstü uzanıp uyuduğum bir uykunun rüyasını görüyormuşum meğer.

dalların, yaprakların arasından gökyüzünü seyrediyorum. o küçücük gök yüzü parçasındaki mavilik, bulut parçaları başımı döndürüyor. tıpkı ikea kataloğu gibi rüyamın içinde toprağa ya da çimene sırt üstü yatıp o manzarayı yüzlerce defa fotoğrafladığımı da bilmiyorum.

gözlerimi yeniden kapatıp sesleri; kuşların cıvıltısını, yaprakların hışırtısını ve etrafta oyun oynayan çocukların sesini dinliyorum.

sanki birisi emretmiş gibi başımı sağa çeviriyorum birden. ve gözlerimi açıyorum. çocuk. aynı çocuk. çimenlere serilmiş bir örtünün üzerindeyiz. yüzünü benden yana dönmüş, uyuyor. nefes alıp vermesi o kadar sessiz, o kadar hafif ki. hemen arkasında yüzünü çocuğa, dolayısıyla bana da dönmüş bir kadın. upuzun kirpiklerinin gölgelediği yüzünde güzel bir uykunun huzuru var.

"biliyordum," diyorum. "böylesi bir güzellik çocuğa ancak anneden sirayet edebilir."

18 Temmuz 2015 Cumartesi

nöbetleşme

"fantastik olanın başladığı yere dek uzanan gerçeğin sınırlarında gezinmekten esrik bir zevk duyarım. nöbetler yaşamın ucuna sürükler beni. sanki bir adım daha atsam, evren, her şey silinecektir. tam orada işte, tanrıya uyanırım."

elbette dostoyevski...

17 Temmuz 2015 Cuma

romantik komediler

romantik komedileri izlemeyi her zaman sevdim. üstelik bu durumu, "romantik komediler gerçek ilişkileri anlatmaz, ilişkilerin olmasını hayal ettiğimiz hâlini anlatır," cümlesini duyduğumdan bu yana saklamıyorum.

ama benim gibi düşünmeyen, romantik komedi sevmeyen çok kişi olduğunu biliyorum. ki onlar, mutsuz başlangıcı mutlu sonuyla, kahramanlarımızın birbirlerine rastlamalarından bir süre sonra bir yanlış anlamanın etkisiyle uzak düşseler de tekrar bir araya geleceğini iyi bildiğimiz konusuyla bu türe bir çeşit dejavu hissiyle yaklaşıyorlar.

biraz matematik biliyorum elbette. ihtimaller hesabı, permütasyon ya da kombinasyon. ve hatta edebiyatta her şeyi sonlandıran noktanın matematikte başlangıç olduğunu...

çoğu zaman iki kişi arasında geçen bu filmlerden "çeşit" beklememek gerektiğini, kişi, mekan ya da zaman değişse bile tekrara düşen her şey gibi tahmin edilebilir olduğunu da.

o zaman yan öyküler, yan karakterler giriyor devreye ve bu sayede tükenmiyor "o tarz film"ler. kısacık bir an, bir öykü ya da karakter filmi bambaşka yapmaya yetiyor.

galiba burada örnek ya da örnekler vermemiz gerekiyor. verelim...

bu yan öykülerden ilk aklıma gelen, babasından uzakta anne ve dedesiyle büyüyen küçük bir çocuğun hikayesi. altı yedi yaşlarındaki bu çocuğun en sevdiği hediye resim çerçevesidir. ama o çerçevelerin içine fotoğraf koymaz, içine örnek olsun diye konulan mutlu aile fotoğraflarıyla saklamayı tercih eder. sebebini tahmin etmek hiç de zor değil.

bir başkasında, hediye paketi yaptığı kolera günlerinde aşk romanını halka açık alanlarda unutan(!) bir adam var. kendisi her ne kadar bu unutuşa sanat dese, "bu benim sanatım," diyerek savunmalar inşa etse de, asıl istediği insanların en sevdiği aşk romanını okuması ve romanda anlatılan bir geminin içinde yaşanmaya mahkûm aşktan herkesin haberdar olması.

bir başkası ise, yeni izlediğim bir filmden. bir manada bu yazının yazılma sebebi. kız adamı daha önce hiç görmediği bir yere götürmeyi vaat eder. gittikleri yer büyükçe bir tamirhaneye benzemektedir ve eski arabalarla doludur. adamın ilk tepkisi, "ilk kez hurdalık gördüğümü sanmıyorsun umarım," olur. ve kız, "gördüğünden daha fazlası var," diyerek anlatmaya başlar: bin dokuz yüz otuzların san fransisco'sunda bir kadın gazetede okuduğu haber üzerine şehirde "arabalı sinema" yapmak ister. ama eyalet yasaları buna izin vermez. o da arabaları kapalı bir mekana taşır... ve asıl süpriz sona saklıdır. kadın lambaları söndürür. adam başını tavana kaldırır. gökyüzü, pardon tavan, yıldızlarla doludur.

ilk iki filmin adını, konusunu, hatta oyuncularını bile hatırlamıyorum. ama yine de bu öyküler içimde yer etmiş. sonuncusu ise the age of adaline(2015) filminden.

14 Temmuz 2015 Salı

dakika ve skor

"çocukluğumda her gün öğlene doğru, gidecekmiş gibi çantasını, şapkasını ve şemsiyesini portmantoya asardı annem. lakin gitmezdi. telefonun yanındaki iskemleye oturup çantaya, şapkaya, atkıya ve şemsiyeye bakardı. bir süre sonra ben de onun yanına gelip, gitmek için düzenlenmiş ama kullanılmamış eşyalara bakardım onunla birlikte. otuz saniye sonra kucaklaşırdık annemle. sımsıkı sarılır, birbirimize bakar ve gülerdik. bugünkü varsayımım şöyle: dünyanın görülmeye değer bir yer olmadığı korkusunu böyle zapt ediyordu annem."*


*: wilhelm genazino, o gün için bir şemsiye

13 Temmuz 2015 Pazartesi

tenis kortunda felsefe

bir wimbledon'u daha eda ettik. ama konumuz bu değil.

*

"düşünen spor dergisi" alt başlığıyla çıkan, tadından yenmez spor dergisi socrates'in temmuz sayısında(nr:dört) erbabını konuşturan bir röportaj var: caner eler, emre yazıcıol ve şevket furkan erbay, wimbledon öncesinde nadal, djokovic ve federer üzerine konuşuyor.

sevdiğiniz bir konuyu bilenlerden dinlemek ayrı bir zevk. ama ege üniversitesi felsefe bölüm başkanı prof. dr. nilgün toker sadece bu zevkle yetinmemiş, bakış açısıyla tartışmayı bir manada köpürtmüş.

"djokovic, nadal, federer söyleşisini okudum ve çok beğendim ama tartışan isimlerin arasında olup onlara biraz daha "derin" sorular sormak, onları azıcık daha kuvvetli bir tartışmaya zorlamayı isterdim; çünkü belki her birinin "temsil" ettikleri şeyi daha derinleştirebilirdik. çünkü nadal ve djokovic her biri farklı tarzlarda da olsa bir yeni "imal edilmiş", yani kapasiteleri oyuna göre biçimlendirilmiş oyuncular. oysa federer, oyunu biçimlendiriyor… imal edilmiş değil, kendi kapasitelerini edimselleştirme yoluyla oyunu da kendinin kılarak orada bir "fark" dolayısıyla genişleme sağlıyor.

doğal olarak oyunu geometrik bir mekan olarak düşünürsek, bu mekana göre kapasiteleri ideal bir biçimde biçimlendirilmiş olanın bu mekandaki gücü, kapasitesini kendi özgürlüğü içinde açığa vurana oranla daha etkili olabilir. ama bu hangisinin "değer" kattığı sorusuna nietzscheci bir yanıt verirsem, biçimlendirilmiş olan değil, kendini açığa vurandır. nitekim bir makine olarak nadal -ki o immature amatörlüğünü severim- aşınmaya başladığında gücü de azalıyor; bir makine olarak djokovic ise aşınmadan kaçmak için sürtünmeyi engelliyor şimdilik… bir de önemlisi nadal, ama özellikle djokovic'in oyunda yarattıkları rekabet ilişkisini bozan şöyle bir durum var: onlar muhataplarını korkutuyorlar, tıpkı serena gibi… ne kadar iyi oynarlarsa oynasınlar şimdi kızacak ve saldıracak korkusuyla önde olduklarında bile gerginlikten hata yapıyorlar. oysa federer'in muhataplarına verdiği duygu korku değil, onların meydan okumasına izin veren ve bu bakımdan "denk" bir muhataplıkla süren ve "iyi" olanın kazanacağı bir oyunun garantisini veren bir duygu bu. oyunun adaleti gereği, "iyi" olanın aranması gerekir, gücün ezmesinin beklenmesi oyuna ait bir şey değildir değil mi?"


notgibi: bir federer hayranı olarak, ona olan sempatimin temelinde tam da bunlar yattığı için cevap burada. boldlar benim tasarrufum. bu cevabı ise, socrates'in, konu ettikleri kadar sayfa tasarımıyla dikkat çeken internet sayfasından aldım.

8 Temmuz 2015 Çarşamba

mavi kelebek*

"aşkı bilmezken, bu, sözünü açmaya çalıştığım zamanlarda diyebilirim ki bütün güzel şeylere âşıktım. fakat hepsinin biraz eski, biraz solmuş, yıpranmış olmasını isterdim," diyerek başlar selim ileri, belki de en iyi romanı mavi kanatlarınla yalnız benim olsaydın'a*.

ve bu roman adını mavi kelebek tangosunun "mavi kanatlarınla yalnız benim olsaydın" diyen yerinden alır.

siz yine de, "bütün günah benim mi/ niçin ben çekiyorum?" dedikten sonra, bunun büyük bir yanlış anlamayla isyan etmek sanılmasından ve razılığına düşecek olası bir gölgeden korktuğu için "inan sevgili inan/ severek çekiyorum" dediği yerdeki masumiyete dikkat edin derim.

*şecaattin tanyerli, mavi kelebek


notgibi: ben, bana manolyaları sevdiren bu yaz ayrılığın ilk yazı olacak'ı severim o ayrı.

6 Temmuz 2015 Pazartesi

tsukuru tazaki*

otuz altı yaşında. tokyo batı kanto bölgesinde faaliyet gösteren bir demir yolu şirketinde çalışıyor. istasyon binaları tasarım ve kontrol departmanında tesis bölümü inşaat masası başkan vekili. adına da uygun; "tsukuru" ne de olsa "ortaya çıkartmak, üretmek" demek çünkü.

herkes gibi onun da yetersizlikleri, kendisiyle ilgili hoşnutsuzlukları var. ama kendisinde var olmayan yetenek ya da özellikler için ağıt yaktığı söylenemez. hiçbir zaman hayranlık beslediği, yerinde olmak istediği birisi de olmadı.

otuz altı yaşında. ve kendisinden iki yaş büyük sarah'ya aşık olduğunu henüz bilmiyor. sarah bir seyahat şirketinde çalışıyor ve onun "hac yolculuğu" için hazırlık yapıyor.

yüzmeyi, yüzerken her şeyi unutup bedenini ve düşüncelerini suya bırakmayı, güzel giyinmiş bir kadını seyretmeyi seviyor. tıpkı iyi bir müziğin keyfini çıkartmayı sevdiği gibi. ama bu hayatta en çok sevdiği şey, bir tren istasyonunda oturup gelen giden insanları, durup kalkan, boşalıp dolan trenleri seyretmek.

otuz altı yaşında. oysa bir zamanlar onlu yaşların ikinci yarısında, yani lisedeydi. beş kişilik bir grubun parçası: "rengarenk dörtlü ve renkten yoksun tsukuru tazaki."

"renksiz" tsukuru tazaki. çünkü, lise grubundaki arkadaşlarının soyadı bir renkle boyanmışken (akamatsu "kızıl çam", oumi "mavi deniz", şirane "ak kök", kuronu "kara ova") onun soyadı "girintili çıkıntılı kıyı" anlamına geliyordu. ve sonsuza kadar dost kalacaklar sanırdı.

"renksizlik"inin kaderi olduğunu sanmıştı. grup içinde payına düşen "iyi yetiştirilmiş, yakışıklı çocuk rolü"ne inat, kendini bir rengi ve karakteristiği olmayan, içi boş bir insan olarak görmesi de kaderi yüzünden.

otuz altı yaşında. resmi kayıtlara göre. ona sorulsa, son on altı yılı, en azından üniversite ikinci sınıfın yaz tatilinden sonraki altı ayı hesaba katmayacaktır: temmuz ayından ocak ayına kadar neredeyse her gün ölmeyi düşünerek yaşamıştı.

sanki seyir halindeki bir geminin güvertesinden onu bir gece aniden denize atmışlardı. belki ölmedi ama bambaşka bir birine dönüştü.

otuz altı yaşında. son on altı yılı nerdeyse kimsesiz. mesai arkadaşları, kalıcı olmayan bir kaç ilişki. galiba, birisine aşık olup ona ihtiyaç duyar haline gelirse, onun bir gün haber vermeden ortadan kayboluvermesinden ve geride tek başına kalmaktan korkuyordu.

"hac yolculuğu"na çıktığında otuz altı yaşındaydı.

ve gruptan arda kalanlara on altı yıl sonra "neden?" diye sorduğunda.

ve artık kendisine "kara" denilmesini istemeyen "kara"nın, "belki boş bir kap olabilirsin. ama birilerinin kendini tutamayarak içine bir şeyler koymak isteyeceği, herkesin hoşlanacağı bir kap." dediğinde.


*:haruki murakami, renksiz tsukuru tazaki'nin hac yolculuğu

4 Temmuz 2015 Cumartesi

serena williams

türkçenin en büyük şairi ismet özel, karlı bir gece vakti dostu uyandırmak'a "benim adım insanların hizasına yazılmıştır" diyerek başlar. eğer bu yazı bir şiir olsaydı, "serena williams adı kahramanlarımın yanına yazılmıştır" diye başlardı.

sadun ve oda boro, maradona, muhammed ali, john stephen akhwari, tommie smith, peter norman, john carlos, rubin "hurricane" carter ve naim süleymanoğlu'nun hemen yanına.

teniste güce dayalı oyunu sevmediğim için, serena williams hiçbir zaman "benim oyuncularım"dan olmadı. şu an aktif kadın tenisçilerden bir kaç gömlek üstün tekniği bile bunu değiştiremezdi.

ama bugün akşam üzeri wimbledon üçüncü tur maçını izlerken her şey değişti. rakibi ingiltere'yi temsil eden heather watson'dı ve o çok övülen centilmen, aristokrat, uygar ingiliz seyircisinin desteğini arkasına almıştı. aslında bütün bu sıfatları terk edip bir tane ile yetinmek de mümkün: aşağılık...

bırakın rakibe saygıyı oyununu bozmak için ellerinden geleni yaptılar. ben daha önce seyircinin tribün yaptığı, futbol seyircisi gibi davrandığı maçlar da gördüm. ama bu farklıydı. serana arenaya çıkmış bir gladyatör gibiydi. yaklaşık on beş bin seyirci aslanlar onu parçalasın istiyordu. eğer bunu aslanlar yapmayacaksa kendileri yapmaya hazırdı.

serena'ya baktıkça kuzey carolina'daki harry harding lisesi'ne kabul edilen ilk siyahi öğrenci olan dorothy counts'un acısını hatırladım. onun gibi soylu, güçlü...

ağlamasını bekledim. ya da maçı bırakıp gitmesini. ama bırakmadı. yorgunluğa, aşağılık seyirciye ve maçı tribünden izleyen annesinin "kızım bunu hak edecek ne yaptı?" bakışlarına direndi ve sonunda kazandı. sevinmedi bile.

bugün orada en az lady godiva kadar yalnızdı. insanlık onuru için ayakta durdu. ama hiç kimse gözlerini kapamadı.

2 Temmuz 2015 Perşembe

atışma - altı

modern zaman vak'a-nüvislerine göre bu konuşma ya da pas trafiği, isa'dan sonra iki bin on beş yılının temmuzunda birinci günü ikinci güne bağlayan gece fotoğraflar eşliğinde ve tıpkı bir parkın ortasındaki çimenliğe sırtüstü uzanıp gökyüzünü seyrediyormuş gibi* sohbet eden iki kişi arasında gerçekleşmiştir.

"eline sağlık tanrım ay çok güzel olmuş"**

"insan ayak basmış olsa bu kadar güzel olabilir miydi?"


  *: evet, the fisher king'ten. perry ve jack'in central park ortasında bulutları seyrettiği sahne.
**: ibrahim tenekeci - bir ki deneme'den mülhem

1 Temmuz 2015 Çarşamba

yanılgı

"atalar" da yanılır. sadece eylemlerinde değil bazan sözlerinde de...

"söz gümüşse" de "altın" olan "sükût" değildir. asıl paha biçilemez olan zamanlamadır. yani, ne zaman konuşacağını ne zaman susacağını bilmek.