bu seyahati yaklaşık bir ay önce planlamıştım demek, bilinçaltı denilen karadeliğin gündelik hayata etkisini görmezden gelmeyi sağlar mı bilmem ama, kitap fuarının o gün başladığını be. söyleyince hatırladım.
geç ve kalabalık bir kahvaltının ardından yakari ile şehrin batısına doğru yürümeye başlamıştık bile. yakari ki, dostluğun aşktan da üstün olduğunu bana öğretendir. selçuk'la beraber, ikisi az kahrımı çekmemiştir. (gerçi selçuk, bayram ertesinde,"hayır dostum telefonum ulaşılabilir durumdaydı ama seni iki defa reddettim," dediğimde, "pis... pis adam..." diye karşılık verdi ama, o sayılmaz.)
kuşlar dönüyor, takvimler değişiyor, hızlı internet, ayfon bilmem kaç... ama hala trafik çok kötü. insan belki gençken, önünde tanrılarınki kadar uzun bir hayat olduğunu sanırken dert etmiyor ama, yaş kemale erdikten sonra bile isteye buna razı gelenleri anlayamıyorum.
yakari'yle sohbetleşiyor bir yandan da camdan dışarı bakıyorum; kaç saniyede yüz kilometreye çıktığınızın, arabanızın size kaç liraya mal olduğu, ödenmesi gereken banka taksitleri, model ya da marka, özel bir şirkette üst düzey yönetici... bunların hiçbir önemi yok. manzara, aklıma islam dinine inananların akşam ezanını beklediği ramazan aylarını getiriyor. herkesin eşitlendiği o an. ezan okunur ancak o zaman başlarsınız, 'allah ne verdiyse' yemeye. bazan bir yudum suyun ardından başka bir şehrin iftar vaktini bekleyenler de çıkar. ama onlar kendi şehirlerinden çok başka bir şehrin hava durumuyla ilgilenecek kadar salak oldukları için bahse bile değmez. bir "edward hopper resmi"ne konu olmuşçasına lokantada tek başına yemek yiyenleri ise hala hüzünlü buluyorum.
her şey gibi yol da bitiyor. girerken, aklıma "bilet aldık evimizi gezmeye" mısrası geliyor. hangi şiirden ödünç aldığımı bilmiyorum. belki de uyduruyorum.
bu yollardan daha öncede geçmiş, çok önce tecrübe edilen bir
frankfurt kitap fuarı'nın devasa kalabalığında 'yok'luğuma iman etmiş olsam da bir defa daha ürperiyorum: ne çok kitap var okunacak, okunması gereken ve asla okunamayacak...
belki de bu yüzden, yakari'nin girişte benden söz alması: nerelere uğramak istediğimi baştan söylüyor ve bunlar dışında başka bir yere uğramamak için söz veriyorum. kaldı ki, elimde ve aklımda bir 'alınacak kitaplar listesi' mevcut. bu listenin dışına çıkmam içinse istiklal'de uzun bir yürüyüşe ihtiyaç duyacağımı henüz bilmiyorum.
yerleşim planını eline alan yakari'nin
co-pilotluğunda iki numaralı salona daldık.
iletişim yayınları'nda biraz oyalansak da ilk kitapları
yapı kredi yayınları'ndan aldım: hayatına da, yazdıklarına da kayıtsız kalamadığım borges'in bir başka biyografisi:
jorge luis borges(jason wilson) ve arka kapak yazısına tav olduğum
londra'da bir park(martin amis).
hem "bu gerçek bir öykü, ama şimdi gerçekten olduğuna inanamıyorum. üstelik bir cinayet öyküsü. şansıma inanamıyorum. işin en tuhafı bir aşk öyküsü (sanırım), yüzyılın bitiminde, lanet olsun bu kadar geç bir zamanda./ bu bir cinayet öyküsü. henüz işlenmedi. ama işlenecek. (işlense iyi olur.) katili biliyorum, maktulü biliyorum. zamanı biliyorum, mekânı biliyorum. sebebi (kızın sebebini) biliyorum ve yöntemi biliyorum. ayrıca istesem bile onları durduramam sanırım. kız ölecek. bunu hep istemişti. insanlar bir kez başladılar mı onları durduramazsınız. insanlar bir kez yaratmaya başladılar mı onları durduramazsınız," diyen bir arka kapak yazısına insan nasıl kayıtsız kalabilir? üstelik size kuvvetli bir biçimde
nabokov'un zalimlikle eğlence arasında gidip geldiği romanı
pnin'i hatırlatıyorsa.
nabokov'un, "acımasızca ilerleyen tren" diyerek başladığı birinci bölümde, bir kaç paragraf sonra başını kaldırıp, o trenin kompartmanında oturan
pnin'e bakarak, "şimdi bir sır vermenin tam sırası. profesör pnin yanlış trendeydi." dediği yerden bahsediyorum. üzerine cümleler birbirine girmiş ve "kız yanlış trendeydi" haline dönüşmüş iken.
yayınevlerinin vitrine önem verip "taş gibi" erkek ve kızları standlarında görevlendirmelerine itirazım hiçbir zaman olmadı. ama işe aldığınız bu gençler, kitapları sevmese de bilsin lütfen. özellikle de görevli olduğu standdaki yayınevinin. bunu hem can yayınlarında hem de yapı kredi yayınlarında yaşadım. ki yapı kredi yayınlarındaki trajedinin boyutları tarif edilemez:
çiçek dürbünü'nü sorduğumda, kitabı bilemeyen görevli beni baş sorumlunun karşısına çıkarttı.
sevin okyay'ın sadece çevirilerinin olduğunu, böyle bir kitabı olmadığını söyledi. var, dediğimde ise yayın kataloğunu gösterip kendince meseleyi kapattı. orada söylemedim ama keşke o katalogun bu yıla ait olduğunu, ve bahsi geçen kitabın çalıştığı yayınevi tarafından eskiden basılmış olduğunu bilebilseydi.
can yayınları'nda aradığım tek kitap vardı:
ludmilla'nın başıma bela ettiği
salman rushdie'nin türkçedeki son kitabı olan, öyküler toplamı:
doğu, batı...
utanç'la başlayan bu macera kesintiye uğramasın istiyorum. ingilizceden okumaya kalktığım
the satanic verses'ı saymazsak tek eksik o çünkü. ingilizce kitap okuma macerama gelince, hala kendimi
woody allen'ın hızlı okuma kursuna gitmiş öykü kahramanı gibi hissediyorum.
savaş ve barış'ı okuduktan sonra ne demişti? olay rusya'da geçiyor...
april yayınevi ise süprizlerle doluydu. program hakkında bir şey bilmediğim için o gün fuarda kimlerle karşılaşacağımı da bilmiyordum. her süpriz gibi etkisi de muhteşemdi.
afili filintalar, bütün yakışıklılıkları ve havalarıyla (allah, havalı olmayı hak etmediklerini söyleyeni çarpar, benden söylemesi.) oradaydılar.
az daha
murat menteş'i tek başına yakalıyordum ama olmadı. yakalasaydım, aralık-iki bin altıdan bu yana biriktirdiklerimi söyleyebilirdim belki:
dublörün dilemması iki binlerin edebiyat mucizesidir. korkarım, romancılığın şairliğinin önüne geçmiştir. bir kitabı bir kaç defa okuduğum olmuştur ama yıllar sonra ilk defa
dublörün dilemması'nı üst üste iki defa okudum.
korkma ben varım ise iki bin on yılı okuma notlarında 'yılın hayal kırıklığı' olarak kayıtlı. bu ilk romanla artan beklentilerden kaynaklandığı kadar, ortalardaki çizgi roman denemesinden ve herkesi memnun etme kaygısından kaynaklanıyor. sonra da kucaklar, kitaplığımda duran, izmit'teki bir evin balkonunda bir süre yağmur altında beklediği için kenarları ıslanmış, mor renkli
gidiyorum bu(ah muhsin ünlü) için teşekkür ederdim. ama dediğim gibi, adam hem yakışıklı hem havalıydı ve etrafı doluydu.
elbette ki en büyük süpriz,
muriel barbery'nin şirin kitabı
kirpinin zarafeti'ni bir daha unutmamak üzere anımsamaktı. daima hatırlamak, 'kirpi'yi değilse de 'zarafet'i...
deniz müzesi standındaki görevlilere, bu ülkede deniz fenerleri hakkında neden yayın yok, derken, yolumun cadde-i kebir'e çıkacağını bilememiştim. meğer
denizler kitaevi,
m. vefa toroslu'nun ilk baskısı iki bin sekiz yılında
deniz ticaret odası izmir şubesi tarafından yapılan ve bende olmayan
deniz fenerleri kitabını yeniden basmış. önce
ertuğ uçar'ın
dünyayı seyretmek için bir yer'i, şimdi de bu kitap. galiba bu ülkede iyi şeyler de oluyor.
o gün
metis, sadece hediyelik bir kitap demekti:
pulbiber mahallesi. çünkü, bir süredir “ortam şiire acaip müsait efendimiz”di...
kitaplara başka şeyler karıştırmayı ihmal etmeyenler bağışlasın ama fuarda en başarılı stand tartışmasız bir biçimde
timaş'a ait. oradan alınacak bir şey yoktu belki, ama,
nazan bekiroğlu'nun en çok satan kitabının
şair nigâr hanım olamayışını bir türlü anlayamıyorum. sizi gidi
isimle ateş arasında sevicileri.
dergah'a uğrayıp ihmal edilmiş bir kitabı,
hayat güzeldir'i almak istiyordum. içimde, yazar orada olsun, duası vardı. bilenler bilir,
mustafa kutlu bütün kitaplarını okuduğum yazarlardandır ve günün birinde rastlaşıp elini öpmeyi hayal ederim. okumadığım
tanpınar kitabı
aydaki kadın'a elim gitse de, biliyordum ki, sırası değildi.
yakari'yle zevklerimizin artık farklılaştığını buradan sonra farkettik. o artık çocuk kitaplarıyla ilgileniyordu. tıpkı hayata olduğu gibi kitaplara da kendisi için değil, sultanı için, oğlu için bakıyordu.
günün en zevkli sohbeti ise
ayrıntı yayınları'ndaydı. önce
daniel martin, sonra
fowles konuşarak girdik mevzuya. bin üç yüz sayfa olduğunu söylediği kitabın şu an dizgide olduğunu öğrenmek heyecan vericiydi. daha da heyecan verici olan, giderek
starlaşan
chuck palahniuk'la yetinmeyip afrika ve arap yarım adasından mualif sesleri yayın listesine aldıklarını öğrenmekti. muhalefet güzeldir. tıpkı isyan gibi...
son noktayı
iletişim yayınları'yla koyduk.
saf ve düşünceli romancı ile eğer bulabilirsem
yaba yayınları'ndan okuduğum
solgun ateş'in(
nabokov)
iletişim yayınları baskısını almak istiyordum. belki
solgun ateş yoktu ama
orhan pamuk şu an okuma sırasında. peşi sıra
kemal safa güntekin'i de sordum. beni sabırla dinleyen kadın görevli adeta ser verdi sır vermedi. yazarın neden tek kişi olduğunu düşünüyormuşum, bu proje bir roman da olabilirmiş,
gürsel korat o kişilerden biriymiş ama bunu herkes söylüyormuş, romanda duyduğum kadın sesine gelince yazarlar arasında kadın yokmuş. o kadının tıpkı uydurma biyografi gibi konuştuğunu anlamam için biraz süreye ihtiyacım vardı. öyle de oldu.
çıkış kapısı yakındı.
biz de çıktık.
yakari bir sigara yaktı.
hava soğuktu.
topladığım ayraçlara dokundum, ısındım.