HIZIR İDİ, YUNUS İDİ
Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalur derler
Meğer Hızır İlyas ola abı hayat içmiş gibi
İnsanoğlu, yaratılışından itibaren, olağanüstülük arz eden olayları, eşyayı ve kahramanları öğrenme, araştırma, bilme konusunda oldukça istekli/meraklı/gayetli olmuştur. Hiç şüphesiz bu olağanüstü varlıkların içinde insanların algı sınırlarını zorlayan ve dahi aklı aşan en önemli şahsiyetlerden birisi de Hızır’dır. Yüzyıllardır orta doğu coğrafyasında yaşayan insanların dua, istek ve beklentilerini karşılamak hususunda aşkın ve fakat dillerinden, gönüllerinden düşürmedikleri önemli bir şahsiyettir Hızır Aleyhisselam. Öyle ki; isimleri farklı olsa da, Sümerlerin Gılgamış destanında, bazı ilkel dinlerin tanrısal motiflerinin arasında ve hatta Greklerin kutsal kitaplarında mitolojik bir şahsiyet olarak karşımıza çıkan Hızır Aleyhisselam’a her toplum kendince bir isim yakıştırmış, onu olağanüstü güçlerle donatmıştır.
Toplumların içinde bulundukları dönemin sosyo-kültürel özelliklerine, inanç düzlemine aykırı olmayacak bir biçimde, Hızır eksenli gelişen vakıalar çeşitli menakıplarda kitaplarda/hikâyelerde/metinlerde anlatılmış günümüze kadar ulaşmıştır. Hızır’ı arayıp bulmanın, onu görmenin, ilâhi bir lütfa mazhar olmakla eşdeğer sayıldığı İslam coğrafyasında asırlardır anlatıla gelen bir kıssa, bize Hızır Aleyhisselam’ı arayış/algılayış biçimimiz hakkında bir fikir verecektir sanırım. Şöyle ki:
Bir zamanlar zâhidin birisi Hızır’ı aramaya koyulmuş. Gezmedik köy, kasaba bırakmamış lakin tüm çaba nafile. Önüne çıkan herkese sormuş Hızır’ı gördünüz mü? Nerede bulurum onu? diye. Aylar, yıllar geçmiş ama ne gören var Hızır’ı; ne de nerede olduğunu bilen. En sonunda yaşlı bir adamla karşılaşmış. Yaşlı adam ne arıyorsun? diye sormuş. Bizim zâhid cevap vermiş: Hızır’ı arıyorum. Peki demiş yaşlı adam: Sen Hızır’ı görsen tanır mısın? Nasıl bileceksin karşına çıktığını? Bizimki cevap vermiş: Bilmiyorum. Bak, demiş yaşlı adam: Hızır öyle bir zat ki parmağıyla duvara benim çizdiğim gibi bir çizgi çizse işte böyle yeşil bir çizgi olur. Allah razı olsun ihtiyar, demiş bizim zâhid. İşte, şimdi gider Hızır’ı bulurum.
Öyle görünüyor ki; üzerinden asırlar geçse de istek/temenni/dua ve ihtiyaçlar değişse de insanoğlunun Hızır’dan beklentisi ve onu arayış/algılayış/anlayış biçimi maalesef değişmemiştir. Kimi zaman bir gül ağacının altına çizdiğimiz ev/araba/yüzük resmi ile bekledik onu, kimi zaman yoklukta; kimi zaman da onulmaz buhranlar anaforunda. Kah uçarak yetişti imdada kah su üzerinde yürüyerek . Bazen beyaz bir atın üzerindeydi ıssız çorak çöllerde, bazen de tek başına koca bir çınar, uçsuz bucaksız ormanın koynunda…
Peki , bunca yıldır yazılıp çizilenlere anlatılanlara rağmen, kim görmüş Hızır’ı? Kim bulmuş onu? Bulan bilmiş mi Hızır olduğunu? Dahası Hızır, bizim bildiğimiz, inandığımız, anladığımız ve dahi hayret ettiğimiz kişi mi?
Bu sorulara cevap olarak, Hızır Aleyhisselam’ın tarihsel serüvenini anlatmak yerine, Hızır’ın İslam inancı/kültüründeki karşılığını vermenin daha yerinde olacağı kanaatindeyim. Şöyle ki; Hızır ismi Kur’an-ı Kerim’de zikredilmemekle birlikte Kehf suresi’nde Hz. Musa’nın Hızır Aleyhisselam ile olan kıssası anlatılırken Hızır Aleyhisselam için “Ve orada kendisine katımızdan üstün bir bağışta bulunarak (özel) bir bilgiyle donattığımız kullarımızdan biri” (XVII/65 ) ifadesi kullanılmıştır. Kehf Suresinin nüzulü üzerine daha detaylı bilgi almak için sahabe, Cenab-ı Peygamber Efendimiz’e: Bu kul kimdir Ya Resulallah? diye sorar. Peygamber Efendimiz (SAV) : “ Oturduğu yeri yeşerten kişidir bu sebeple ona Hızır derler.” Diye cevap verir. Yine Peygamber Efendimiz’in (SAV) bu kıssa ile ilgili tamamlayıcı bilgi niteliği taşıyan hadislerinde: “Musa, İsrâîloğulları’na hitap etmek üzere doğruldu ve insanların en bilgininin kim olduğunu sordu ve (kendisi) cevapladı: ‘En bilgin kimse, benim’. Allah ona ilim vermediği için onu azarladı ve ‘iki denizin birleştiği yerde bulunan kullarımdan biri, senden daha bilgilidir’ diye vahyetti…” Allah (CC)’ın ikazı üzerine, İki denizin kavuşum noktasında (Mecmua’ül Bahreyn) Hızır’ı bulunca Musa (as)’nın ona: “Allah’ın sana öğrettiği bu hayırlı ilim ve hikmetten bana da öğretmen için seninle birlikte gelebilir miyim?” (XVII/66 ) diye soru sorması, Hızır’ın aslında bir öğretmen/rehber/yol gösterici/mürşid, Kamil İnsan olduğunun da alametidir. Birlikte yaptıkları yolculuğun ve Musa (as)’nın öğrenmeyi istediği ilmin(Hakikat ilmi/İlmi Ledün) zorlukları Kehf Suresinde detaylıca anlatıldığından hepimizin malumudur.
Bu ayet ve hadislerden yola çıkarak, Hızır hakkında şu tanımlamaları yapabiliriz:
“Hızır, oturduğu yeri/kişileri dirilten canlandıran onlara hayat verendir.”
“Nefsi ile kaim olmayan, Allah’ın huzurunda olduğu bilincini her an taşıyan her an Huzur’da olandır Hızır. “
Hatta ariflerin tabiriyle: “Hızır, Hû’yu kendi varlığından zuhur ettiren insandır.”
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Hızır bizim inancımızın, algımızın ötesinde zâhiri insan bâtını “Sır” olandır. Öyle ise Hızır, her daim huzurda olandır. Allah’ın insana yüklemiş olduğu emaneti/nefesi/canı/ruhu setreden, gizleyen, engelleyen Nefs perdesini aralayan, Beden Mağarasının önünde duran Kıtmiri aradan çıkartıp, bedenimize hapsolmuş 7 Uyuru uyandırandır Hızır.
Hakikat İlmi/İlmi Ledün kavramını ilk defa duyan sahabede, bu ilme karşı bir merak uyanmış ve Cenab-ı Peygamber Efendimiz’e bunu öğrenmek üzere müracaat etmişlerdir. Velayet ilmi diye de tabir edebileceğimiz bu yolun hayli meşakkatli olduğunu, sabır gerektiren aşılması güç engellerle süslendiğini ve uzun bir süreç olduğunu Kehf Suresi’nden öğrenmiştik. Ne var ki sahabeden istidatlı olanlar, talepleri üzerine Peygamber Efendimiz’in tedrisatından geçmiş canlarını uyandırmış ve can uyandırmaya başlamışlardır. Ve Suffa mektebinde başlayan bu tedrisat ilk meyvelerini vermiş, sonunda velayet ilminin anahtarları Hz. Ali Efendimize teslim edilmiştir. Böylece başlamıştır “Huzurda olanların” serüveni, Turûk-u Âli’nin devri/seyirâtı.
Başta da belirttiğimiz gibi; en onulmaz yaraların açıldığı, bitmek tükenmek bilmez derdin, kederin heyula gibi üzerimize çullandığı, karanlığın en derin kuytularına düştüğümüz zamanlarda bekleriz Hızır’ı. İşte 13. yy’da üzerinde yaşadığımız topraklarda, Anadolu’da durum tam da böyleydi.
İstilaya uğrayan bir belde vardır karşımızda. Bu beldeye zahirde Rumili/Anadolu, diyebileceğimiz gibi bâtında da gönül alemi demek mümkündür. Dünyânın vicdanı olan merd-i Hudâların yaşadığı bu emin beldede yaşayan masum Türk halkının başına bazen Haçlı, bazen yağmacı Tatar kılığında görünen harâmiler, asiler, işgâlciler ellerindeki silahlarla Azrâil ve cellad kesilmiştir. Bu işgalciler tabiatıyla gönlümüzü kuşatan öfke, kıskançlık, cimrilik ve kinin sûretleridir. İçimizdeki bu bozkırları ele geçiren bu gayr-ı Müslim askerler, mürüvvetsiz beyler ve erler, altlarında birer at, ellerinde kılıç, ok ve mızrak, girdikleri yerleri kan gölüne çeviren; asan, kesen, yakan, yıkan dinsiz, imansız silahşörler, beldeleri toza dumana boğmuştur. Her yerde kan, irin, duman ve is vardır. Gözyaşları sel olmuş, dağlar geçit vermez olmuştur. Bağlar, bahçeler, kuşlar, kurtlar, börtü-böcekler hayata küsmüş vaziyette, bu zulüm dursun diye sessiz sedasız feryat etmektedirler. Zulümden bir nurlu kapı açılsın diye eller, Kâmillerin eteğine sarılmış, gönüller rahmet duasına çıkmıştır. Ne var ki Cenab-ı Hakk en zor şartlarda bile insana ve dahi cümle hayvanata ve nebatata Zatından bir rahmet kapısı aralamış, kendilerine yol gösterecek bir âkil, kendisinden emin olunacak bir tercüman-ı ilahi, bir danışman, bir er, bir eren göndermiştir. Bir dem Hz. Ali olmuştur bu rahmet kapısı, bir dem Hz. Hüseyn; bir zaman Cüneyd-i Bağdâdi, bir zaman Ahmet Yesevi…. Her coğrafyada farklı bir ses, her çağda farklı bir koku. Kimi zaman Yemen’de geldi Rahman’ın kokusu, kimi zaman Türkistan ellerinden. Afrika’da ayrı bir renk, Anadolu’da başka… Hakk’ın izni ve inayeti ile bu millet demir dağları eritecek, geçit vermeyen sulardan geçecek ve bu Ergenekon’dan da kolaylıkla çıkacaktır. Bu emin belde Anadolu yani Çalab’ın tahtı olan gönül, vehmin asi ordularından temizlenecek; rûh-i kudsi, saltanat tahtına Şah olacaktır. Zira bu varlık, zoruyla, zârıyla, yâdıyla, yârıyla kendinindir ve Onun rahmeti gazabını geçmiştir. Öyle de olmuştur vesselam.
TATÇI, Mustafa : “ Yunus Emre’den Yolcuya Öğütler (Risaletü’n- Nushiyye Şerhi)” s. 9
Sıra Yunus Emre’deydi. Hakk’ın rahmet kapısı bu kez Emrem Yunus sayesinde aralanıyordu. Rahmet Kapısını aralamak da kolay değildir elbette. Bu uğurda 7 başlı ejderhanın elinde türlü belalara gark olup, boğulup gitmek de vardı kaderde, nefsini kendisine put edinmek de. Yolun başında nefsine söz geçiremeyen yolcu Yunus; tekkeden kovulmuş, ancak bir zaman sonra içindeki kıvrımları düzledikçe, sırtladığı varlık odunlarını aşk tekkesinin tandırında yaktıkça dışarıdaki çiğlikler de pişmiş, nefs perdesi aradan kalkınca, güneş doğmuş, Huzura ulaşmış, Hû’yu kendi varlığından zuhur ettirip, Tapduk Emre’nin deyişiyle Bizim Yunus olmuştur artık.
Bir çadırdan bir beyliğin, bir beylikten bir devletin ve imparatorluğun çıkması İnsan-ı Kâmil’in iktidarından başka bir şey değildir. İktidar denilen şey de Tapduk Emre’nin hükmünün ta kendisidir. Himmet-i Pir olmasa hakikat devletine Şah olmaya kulun gücü yetmez elbet. Manâda otorite tek ve mutlaktır. O da sahibinden başkası değildir. Otoriteyi kim bozarsa, bir Muhammedî kılıç çıkar onu yine layık olduğu hakikat koltuğuna oturtur. İşte dönemin Muhammedî kılıcı “Bizim Yunus”tan başkası değildir. Yolun sonunda gönül iklimine hürriyet sancağını dikmiştir Yunus. Beldesi istila altında kalanlara yol göstermeye, onlara merhametle himmetle yardım etmeye, karanlık yollarına meşale olmaya devam eder durur. Hz. Peygamber Miraç’tan hangi sâikle “ümmeti ümmeti” diyerek Mekke’ye döndüyse Yunus da aynı şekilde çağının ve çağların üzerinde elindeki/dilindeki/gönlündeki sözle dönmüştür.
TATÇI, Mustafa : “ Yunus Emre’den Yolcuya Öğütler (Risaletü’n- Nushiyye Şerhi)” s. 9
“Girdim Aşkın denizine bahrılayın yüzer oldum / Geştediben denizler Hızır'layın gezer oldum” diyen Yunus Emre; değişti. Değiştikçe derinleşti! Ledün pınarından kandıkça Muhammedîleşti. Sözü Kur’ân, özü Kur’ân hâline geldi. Kendi içinde değişip derinleşirken çevresindekileri de değiştirdi. Yükseldiği gönül burcunda dilimizin ve dinimizin özünü yakaladı. “Benden benliğim gitti, hep mülkümü dost tuttu.” deyip nefsinin fânî, Cenâb-ı Hakk’ın bâkî olduğunu isbât ve ilân etti. Yollar içinde bir yol, kullar içinde bir kul olduğunu bildi. Bir doğan idi, Tapduk koluna kondu. Çokluk Tûr’undan birlik nûruna yol buldu. Yol tecrübelerini söze döktü. İnsanlığın Hakk’a ve hakîkate dönmesi gerektiğini söyledi. İncitmeden, kırmadan dökmeden konuştu. Bir baba, bir ata şefkatiyle öğütlerde bulundu. Aşk imâmının arkasında namâza durmuş, gönlü cemâat olmuştu. Ayruksu bir göz, ayruksu bir kulak, ayruksu bir dil ile görüp duyuyor ve konuşuyordu. O bize, sevmemiz gerektiğini, sevgi yoluyla Hakk’a ulaşmamız gerektiğini kendi dilimizle öğretti. Bizim, aşk ve mânâ dilimiz oldu! Annemizden öğrendiğimiz dile mânâ elbisesi giydirdi. Kendisi aşkın rengine boyananın dilinin de aynı renge boyanacağını biliyordu. Anadili Türkçeyi hakîkatin dili hâline getirdi. Arapça bilmeyen insanımıza hakîkati Türkçe va‘z etti. İnsanımızı halktan Hakk’a, taklitten tahkike davet ederken kendi dilleriyle, ümmîlerin diliyle “oku” gönderdi. Onlar da anladılar ve iyi birer “okuyucu” oldular. Sözleri dilden dile, gönülden gönüle yayıldı. Onun gönül kitabından söylediklerini duyup tefekküre dalanların kulaklarına can suyu kaçtı. Evde, sokakta ve pazarda konuşulan sözler onun kalemiyle semâya kanatlandı. “Dil hikmetin yoludur!” diye bayrak açtı, önümüzden gitti. Arkasından gelenlerin üslûbu oldu. Sonraki gelenler onun izine basarak yürüdüler. Büyük Hak âşıkı Niyâzî-i Mısrî (ö. 1694) bu sebeple “Niyâzî’nin dilinden Yûnus durur söyleyen!” dedi.
TATÇI, Mustafa: “Yunusun Denizinde / Yunus Emre Sohbetleri 1”
Yunus Emre'nin Vuslâtının 700. yılı olması münasebetiyle, içinde bulunduğumuz 2021 yılının UNESCO ve Cumhurbaşkanlığımız tarafından "Yunus Emre ve Türkçe Yılı" olarak ilan edilmesi şüphesiz hepimizi ziyadesiyle memnun etti. Lakin hatırda tutmamız ve dikkat etmemiz gereken önemli husus olduğunu da hatırlatmakta fayda vardır. Yapılacak etkinliklerde Yunus Emre’yi anarken/anlatırken, bu büyük değerimizin içinin boşaltılarak "değersizleştirilmemesi” hususunda azami gayreti de göstermek zorundayız.
Şöyle ki; Şair Yunus, düşünür Yunus, hümanist Yunus ve benzeri tanımlamalarla başlayan konuşmaların tamamı maalesef Yunus Emre'ye "eksiklik" izafe etmek ve bu açıdan "değersizleştirmek" olacaktır...
Elbette Yunus Emre, hepimizin ortak değeridir;
Kim ne cihetten baksa, onda kendini görür, kendinden bir şeyler bulur ve konuşur, zira o Muhammedî sırra mazhar olarak "ayna" sâfiyetine ermiş bir derviştir...
Yunus bizim aşkımız ve irfanımızdır. Dünya'da İslam düşmanlığının önüne geçmek istiyorsak ve dahi gönül beldemizi yeniden imar etmek istiyorsak Yunusçayı bilmek, Yunusça öğrenmek, Yunusça yaşamak zorundayız...
Pek iyi de nedir Yûnusça?
Yunusça tabiri, 35 yılı aşkın süredir Yunus Emre üzerine çalışmalar yapan Mustafa TATÇI tarafından literatüre kazandırılmış bir ifadedir.
Yunusça, ilim bilmektir; Yunusça, kendin bilmektir. Yunusça, okumaktır. Yunusça, nefse karşı cihat etmektir. Yûnusça, söze yahut sükûta, davranışlarımıza, imalarımıza işlemiş olan bir ilâhî üsluptur. Tevhide dönüşmüş söz ve davranıştır. Yûnusça, konuşurken Hak’la alıp Hak’la vermektir. Bir yangını söndürmek, bir yaraya merhem olmak, Mevlâ’yı dağlar ile taşlar ile birlikte çağırmak, bir karıncaya ulu nazarla bakmak, taşa, kurda kuşa bakarken “bir” göz ile bakmak ve içindeki sahibini görmek, “El benim elim değil Fatıma anamızın eli” diyebilmek, yolsuza yol göstermek, çulsuza çul giydirmek, haddini bilmeyenin haddini bildirmek, bir hastaya su vermektir.
TATÇI, Mustafa: “Yunusun Denizinde / Yunus Emre Sohbetleri 1”
Hasılı Yunusça, “Allemehul beyân’dır”(Rahman 4)
Bir göçmen kuş havalandı Yunus’un gönül dağından. Dili başka, rengi başka, kokusu başka… 7 asırdır dolanıp durur Rumeli’ni, Şam’ı Türkistan’ı. Aşka susamış gönüllere mana âleminden türlü cevherler taşır, “Her Genç Bir Yunus Olsun” diye. Hakikat denizinin incileri dökülür kanatlarından. Her biri bir fidan olur, yetişip büyür koca çınar olur. Bacıyân olur, Gaziyân olur, Âhiyân olur, kök salar toprağa. Rum illeri böylece Anadolu olur… Kolay mı Yunus olmak Erenler? Yunus her daim huzurda, her daim Hızır olur.
Mustafa TÜRK
Türkolog