26 Ağustos 2021 Perşembe

Kadıköy Vapuru'nda Bir An

Her zamanki gibi alt kat dışarıda, Kız Kulesi ve Haydarpaşa yönüne bakar kısımda oturuyoruz. Ayaklar korkuluklarda. Bıcır bıcır konuşuyoruz. Vapurların hastayız ki Kadıköy'den Üsküdar'a Eminönü üzerinden geçmişliğimiz bile vardır.

Vapur kalkmak üzere, gözlerim restoranlarda. Bir başka gelişte hedefe koyduğumuz bir de restoran var; görüş alanımızda olmayanlardan. Ahşap köprü çekilmek üzere. Son yolcular telaşla biniyorlar ve bir kısmı hızlı adımlarla üst kata çıkıyor. O ara gözlerim bir genç kıza kitleniyor. Yirmilerin başında ya da eşiğinde. O an zamandan kopuyorum. Nefesim kesiliyor. İçinde bulunduğum andan çıkarılıp  tecrit edilmiş başka bir ânın içine düşüyorum sanki. Kalbim nasıl atıyor. Halime şaşmak bile aklıma gelmiyor. Olasılıklar sıfır. Beynimde bir kesinlik. "Çıldırdın mı sen?" diyecek durumda değilim. Ona kilit gözlerim; zihnim, dilim, ruhum, zaman...

Bir sorum var, cesaretim de var ama bütün duyargalarım stop etmiş durumda. Korkunç bir heyecanın esiriyim. Dünya yok. Tüm kalelerim zapt olmuş. Odağım sadece O. Kalbim panik halinde fakat zihnim başka bir zamanda. Fiziksel değilse de titriyor içim. Kazık gibi adam, neler yaşamış adam artık tümüyle kontrol dışı. İçinden çıkılmak istenen bir rüyanın içinden çıkmak gerektiğini fark ediyor ama bir türlü uyanıp da o zulümden kurtaramıyorum kendimi. Bir çıksam eminim ki en çok kendim kendime şaşacağım ama kendimi bulup da dokunabilirsem kendime.

Dilimde kocaman bir asma kilit. Enn Sevdiğim Kadın belki bir şey söylüyor, anlatıyor, belki bir yanıt veriyorum ama sanki... sanki ânımda var, ama sanki yok.

O kız vapura adımını attığı anda beynim bir karar verdi. Keskin bir kesinlikle. Önümden geçti ve biraz ileriye oturdu. Bakıyorum. Kalbim örse vurulan çekiç gibi. Küt.. Küt... Küt...

Ah bir kendim olabilsem.

Her şey elimden gitti. Komuta merkezim dağıldı ve tüm duyargalarım bağımsızca eziyet ediyorlar bana. Hepsi çok emin.

Aslında ben de...

Dik duruşlu, güzel gözlü, kendinden emin halli, ruhunu açığa çıkaran çizgileri incelikli bu kız kesinlikle... kesinlikle O'nun. Zamanı Belli Olmayan Bir Günde Üzerine Yazılacak Kız'ın. Kalbimdeki çarpıntı bir izin verse... şu kontrol edemediğim komuta merkezimi bir ele geçirsem, soracağım. Arada niyetleniyor, sonra vazgeçiyorum. Arada bir çaktırmadan bakıyorum. Her seferinde izler buluyorum. O ara bir mimik yakalıyor. Hoop zamanda uçuyor, bir sinema salonunda bir koltuğa düşüyor, dönüp yan koltukta oturan ama beni göremeyen kızla kıyaslıyor, tamam diyor, vapurdaki bedenime geri dönüyorum. Poşetten iki pasta çıkarıyor O. Birini arkadaşına veriyor. Isırıyor. Ben ne oluyoruz diyemeden kendimi bir pastanede buluyorum. Karşımda oturan ama beni göremeyen kıza bakıyorum. Kırılan pastanın düşecek parçasına yaptığı hamle...

Ahhh...

Evet evet aynı!

Artık Kadıköy'deyiz, inmek için ayaklanıyor insanlar. Önümden geçiyor. Bağcıkları kendi kafalarına göre takılan botları, saç kesimi, rengi, yüz hatları, yürekli ve bağımsız adımları, müdanasız bakışında gömülü romantizm aynı. O! Peki onca yıl sonra benim halim ne? Ne bu halim benim?

"Söyle bakalım Buraneros," diyorum.

Ahh ben bir bana dönebilsem bir yanıt olacağım da, o an bir gelse.

Yanaşıyor vapur iskeleye, beni görmeden önümden geçiyor, arkadaşıyla birlikte tahta köprünün üzerinden yürüyorlar şimdi. Gözlerim bir süre onla birlikte yürüyor, sonra ayrılıyor. Ben nihayet bana dönüyorum. Hayat kaldığı yerden akıyor. Enn Sevdiğim Kadın'a sarılıyorum. Nedense bu ânı O'na -şu yazıya kadar- anlatmıyorum. Bir keşkem yok, bir pişmanlık yok, cevap yok, suç yok,  duygular vapurda kaldı.

Her şey bir vapur yolculuğu sırasında anıları önüme bırakan denizin, o kızın ve rüzgârın yüzünden.

 


Garip.


Epeyi Epeyi Geçmişte Bir An

Çıkmadığım teneffüslerin birinde sınıfta sohbet ediyorken, tuvalete yazılmış bir slogan yüzünden; hiçbir siyasete, hiçbir ideolojiye öykünmeyen, hiçbir şeyi taklit etmeyen, duyguları derin, kuyruğu dik Zamanı Belli Olmayan Bir Günde Üzerine Yazılacak Kız'ı, kızlar tuvalette sıkıştırmışlar, diye bir haber geldi. Sıradan fırlayıp tuvalete çıkan merdivenleri uçar adım giderken bilinçaltım biliyordu çetenin başını; ya da yine geleceğe bırakılacak bi sahne olsun diye karşılaşmak istediğim oydu... Kapıdan hışımla girdiğimde, dumana boğulmuş kızlar tuvaletinde, Zamanı Belli Olmayan Bir Günde Üzerine Yazılacak Kız'la, kendisiyle aynı adı taşıyan sıra arkadaşı sadece sigara içmek için kaldıkları tuvalette, duvara yazılmış sosyal emperyalizm* içerikli, Halkın Kurtuluşu imzalı bir sloganın hesabını vermek zorunda bırakılıyorlardı. Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömürümün Neyleyim Ben arkasındaki iki arkadaşıyla elleri belinde bir kıyamet koparıyordu, tuvaletin orta yerinde... Sonra başta bizim sınıftan xx olmak üzere benim oraya geldiğimi gören onların fraksiyonun erkekleri de doldu oraya... Benim yanıma bir tek sıra arkadaşım geldi.

Aslında o gün orada başka kimsenin fark etmediği duyguların savaşı yapılıyordu. Herkesi donduran bir öfkenin rüzgarıyla bas bas bağırıyorduk, boynuzlarını bilemiş iki keçi gibi... Çok hakim olduğumuz literatürün bütün klişelerini mitralyöz mermileri gibi saplıyorduk birbirimize; delik deşik olup oluk oluk kanlar aksın diye... Kimse bilemedi bizi ayırırken kavganın aslını... Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün kıpkırmızı ve kan ter içindeki yüzüyle, bu ideolojik tartışmanın hırsından ağlıyormuş gibi giderken kuyruğunu dik tutma gayretinde; ben kantinin en ücrasında, üst kata çıkan dip merdivenin boşluğunda ağlıyordum. Aradaydım. Yaşamımın sonraki hiç bir döneminde bir kez bile tekrarı olmayacak şekilde hem de.


25 Ağustos 2021 Çarşamba

Şuraya Bir Link Bırakıyorum

En İyiler-1
 
 
 
Dominant Gözlerinde Okyanus Mavisi Kadınla Gecenin Bi Yarısı










24 Ağustos 2021 Salı

Bas Gaza Kaptan Bas Gaza

1.Gün

Dün akşamı çadırın üst koruyucusunu aramakla geçiriyoruz. Bulamayınca acaba verdiğimiz birinde mi kaldı? diye düşünüyor, buluruz umuduyla şehire inmeyi bile göze alıyor ama orada da olmadığını görüyoruz. Olsun, nasılsa yağmur yağmaz deyip diğer malzemeleri atıyoruz bagaja. Hayatta en bayıldığım şeydir yol heyecanı ve yolda olmak. Nelerin beklediğini düşünmek, hayalini kurmak masal gibi geliyor olmalı ki uyuyabiliyorum. Yola erken çıkacağız; ilk hedefimize varmamız için bu gerekli. Eylül 1980'nin 1'i. Uyanıyorum. Ev halkı ayakta. Bagajı son kez gözden geçiriyoruz. Cengiz'in bagajları için yer ayrılıyor. Vedalaşıyoruz. O gün değil ama bugün yazarken gözlerim doluyor. Babam. Şahane adam. Biliyorum ki yüreği atıyor, endişe duyuyor ama bu kapsamda bir yolculuğun bu yaşta  bir kere yapılabileceğini biliyor. Bağrına kimbilir ne taşlar basıyor. Bana, sürücülüğüme güvendiğini biliyorum, aksi durumda sadece bu seyahat için bir araba almaz, benim de farklı ulaşım araçlarıyla gitmem için gerekeni yapardı. Bizim üç harfli 5.25'in içi gidiyor, göz göze geliyoruz. O da bir genç, benimle vakit geçirmeyi seviyor, yaşadığımız maceralara bayılıyor ki aramız fazlasıyla kanka, sırdaşım. Israrcı olsam onla da gidebilirdik ama O bizim! Turuncu ise benim için. Seviyoruz birbirimizi, ilk anda. Eski ve çok sevilen, daha sonra oto aksesuarları dükkanı açan tatlı bir Abi'den aldık Turuncu'yu. Dönüşte satılacak ve edilen kârla benim masraflarım çıkacak. İş adamlığı budur! İşte o taksici abiyle arabayı aldığımızda birlikte gelmiştik mağazaya. Evladından ayrılacakmış gibi endişeliydi. Kime teslim ediyordu? Park yerinden çıktıktan, dar sokaktan ana caddeye döndükten sonra ve biraz ilerleyince bana döndü. "İçim çok rahatladı," dedi, "senin elinde bu arabaya bir şey olmaz."

Ev halkıyla vedalaştıktan sonra evin önünden ayrıldım. Annem arkamdan su döktü. Babannem tespih çekip dualar okudu. Kardeşlerim ben bahçe kapısına gidene kadar ardımdan el salladı. Kapıyı açmak için indim. Çıktım. Bu kez kapatmak için indim. Ev halkı evin önünden bana bakıyorlardı. El sallaştık. Yola çıkıp sağa döndüm. Şimdi Cengiz'lerin yazlığın önündeyim. Bu şömineli yazlık bir konuşsa var ya!  Güngör Teyze ve Tahsin Amca kapıdalar. Cengiz'in bagajlarını yerleştiriyoruz. İkimize de sarılıyorlar. Çıkıyoruz yola. Bir büyük hayal gerçekleşmişcesine çığlıklar atıyor. Kaç kere çak yapıyoruz. Şahane kasetlerimiz var. Ankara yoluna kıvrılıyorum. Sonra bas gaza şoför bas gaza.

Giriyoruz Ankara'ya, Cengiz İş Bankası mavi çek alacak. Onu hallediyoruz. Set'in terasında yemek yiyoruz. Kuzeniyle kaldıkları eve gidip biraz dinleniyoruz, sonra da ilk konaklama noktamıza doğru yola çıkıyoruz. Kızılcahamam'dan geçerken durup fotoğraflar çekiyor. Sonra devam ediyoruz. Sollamaya yol müsait olmadığında sağdaki emniyet şeritlerinden geçiyorum arabaları ki bundan çok zevk alıyoruz. Ahhh çocuk-gençlik işte! Bazen üst model güçlü arabalarla kapıştığımızda radyo antenini indiriyor tüm camları kapatıyoruz ki hız kesen unsurlar sıfırlansın. İstanbul yolunun Ankara sonrasını zaten çok sever, çok da keyifli bulurum. Hava kararmaya başlıyor. İşte tabela göründü. İniş hamlelerine başlıyorum ve sola dönüyorum. Adını çok duyuyor, takvim sayfalarındaki fotoğraflarına bayılıyoruz. O'na yolun, çam ormanlarının tadını çıkara çıkara varıyoruz ki hava iyice karardı. Turban'ın önünde park ediyorum. Müthiş bir serinlik; hani Eylül'den utanmasam kış diyeceğim. Giriyoruz kapıdan içeri, otel sakin. Resepsiyonun önündeyiz. "Oda lütfen," diyoruz. "Oda malesef," diyor papyonlu smokinli resepsiyon görevlisi. O ara hafifçe bankoya eğiliyor Cengiz, tişörtünün küçük cepinden mavi çekin kimlik kartı görevlinin önüne düşüyor. Kimin arkadaşı! Ve onun büyüsü ile bir anda şıp, otelde oda boşalıyor!

Gece ve Göl manzaralı odamıza geçiyoruz. Biraz uzanıyor, balkondan Abant'a bakıyor, şefkatli soğuk anne özlemi gibi yüzlerimizi okşuyor. Doğa elbirliği içinde. "Ne tatlı gençlersiniz siz bakim!" diyor. Duş yapıp üstlerimizi değiştiriyor ve göl manzaralı, miss gibi çam kokulu salona yemek için geçiyoruz. Havalı çocuklarız; iyiyiz ve karizmamızın içi boş değil; saatlerce konuşabiliriz. Gözler üstümüzde farkındayız. Salon çok hoş, sakin ve kalabalık değil ve sanki birbirine aşinaymış insanlar gibi bir sıcaklık var ortamda.

İki kuzu şis istiyoruz. "Bir de kırmızı şarap lütfen." Şahane bir tabak geliyor, enfes şişlerin eşlikçisi kuskus. Etlerin bu coğrafyadan olduğunu da düşününce nasıl bir keyif olduğunu hayal etmek gerek.

Zamana yayıyoruz keyfi, buluyoruz şişenin dibini. Sonra bu enfes doğada biraz balkonda oturup gölün sesini dinleyerek, şarabın rehavetiyle sızıyoruz.


Sabaha erken uyanıyoruz. Verandada, şu fotoğrafın açısından bakarak göle, enfes bir kahvaltı yapıyoruz. Ahh bu güzel, henüz kalabalıklaşmamış doğanın senfonik kokusu! Verdiği tazelik duygusu. Nefeslerimize nasıl bir tat katıyor. Sonra Turuncu ile uzun, ıssız ve yavaş bir tur atıyoruz gölün etrafında ve Otele dönüyoruz. Akşam bağlattığımız telefonun -o yılların normali olarak- hâlâ bağlanamadığını görüyor, eğer bağlanırsa burada ve sağlıklı olduğumuzu ve yola çıktığımızı söyleyin lütfen, diyoruz.


Taptaze bir hevesle, önümüzde bizi nelerin beklediğini bilmeden ama yaşama daha aşık bir coşkuyla yeni hedefimize doğru yola çıkıyoruz. Ana yola bağlanmadan önce iniyoruz Turuncu'dan, bu doğa harikasına bize yaşattığı unutulmaz bugün ve kattıkları için teşekkür ediyoruz.



Bakalım gelecek bölümde kısmette ne var?

Not: Turuncu çok yakın zamana kadar aynı plaka ile bizim sattığımız kişideydi ve sıklıkla görüyordum. Sonra aynı sahiple rengi Bordo oldu. Taze bir bilgim yok çünkü pandemi bizi hayattan alıkoyuyor.

2.Bölüm için buradan lütfen!


23 Ağustos 2021 Pazartesi

Rastlaşmaca

5.Gün

Dün öğle üzeri İzmir'e giriyoruz; 1980 yılının 4 Eylül'ünde. Mustafa Amca İzmir Bayraklı jandarma Komutanı. Önce oraya varıyoruz. Kendisi yok. Evin tarifini istiyoruz, öylesine bir tarif veriliyor. Karşıyaka'yı sokak sokak, cadde cadde geziyoruz. Yok, bulamıyoruz. Yeniden dönüyoruz karargâha, "Adam gibi bir tarif verin, kabak başınızda patlamasın," diyoruz. Harita bile çiziliyor.

Yeniden Karşıyaka. Şimdi tadını çıkarabiliriz. Gözümüz çoğunlukla kızlarda olsa da, tadına vara vara, elimizle koymuşcasına buluyoruz bu kez siteyi. Kapıdaki asker de önce arıyor sonra gösteriyor evi; kendilerinin henüz eve yerleşmediklerini, eşyaların geldiğini onların da Orduevi'nde kaldıklarını söylüyor. Evde oğulları varmış. Bu piyango. Çalıyoruz kapıyı. Açılıyor. Sarılıyoruz. Cengiz'le tanıştırıyorum. Eşyalar denk halinde olduğu için de seriliyoruz halıların üzerine. Uğur Orduevi'ni arıyor, odayı bağlatıyor.

Mustafa Amca ve Türkan Teyze ev yerleşene kadar Orduevi'nde. E güzel! Biziyse akşam yemeği için Orduevi'ne davet ediyorlar. E bu da güzel!

Akşamın ruhları dürtükleyen saatlerinde, püfür püfür Körfez esintisinde, Karşıyaka kızlarını kese kese varıyoruz Alsancak- Kordon'daki Orduevi'ne. Eller öpülüyor, kucaklaşılıyor, sarılınıyor, enn iyi iki arkadaşımdan Cengiz onlarla tanıştırılıyor, anne baba selamları iletiliyor.

Oturuyoruz masaya. O yılların Orduevi! Muhteşem. Orkestra içinde olduğumuz filmin  Big Band'i. Repertuvarsa bu güzel akşamı bir rüyanın farklı farklı katlarına taşıyor sanki. Kadehler teklif ediliyor, ama tokuşturulamıyor; büyüklerimizin yanında içemeyiz. Hem daha yaşımız ne ki! Mustafa Amca ile Türkan Teyze, rakılarını usul usul, hakkını vere vere içiyor. Laf lafı açıyor, şahane yemekler eşliğinde şahane bir akşam yaşanıyor. Gençlik yerinde duramıyor elbette. Eli öpülesi büyüklerimiz çok anlayışlı. Vedalaşıyoruz. Sonra İzmir kazan biz kepçe. Fuar'ı ihmal etmiyoruz. Medrano Sirki tüm ekibiyle orada. Temmuz'da bizim fuardaydılar. Hisseli Harikalar Kumpanyası'nı orada izliyoruz. Erol Evgin'in Söyle Canım şarkısıyla hüzünleniyoruz. Çok keyifli bu romantizmden duygu yüklerimiz ile çıkıyoruz. Kesinlikle teselliye ihtiyacımız var. "Haydi Buraneros görev başına," diyor enn arkadaşım. Akıyoruz geceye ve epey epey geç vakit dönüyoruz eve.. Veda anlarının sızısıyla seriliyoruz yere açılmış yataklarımıza...

Sabah istikamet Çeşme; önce Çeşmealtı'nda -ben hariç- denize giriliyor. Sonra Çeşme Kalesi dahil ilçe talan ediliyor. O yılların enn popüler tatil köyü Altınyunus'a giriliyor, bir tur atılıyor ama  hava bayağı esintili, bir kaç fotoğraf çekiliyor, teknelere bakılıyor sonra vedalaşılıyor.

Şimdi ver elini Foça. Kordonda bir tur atıp gözümüze kestirdiğimiz yol kenarı, deniz manzaralı bir kafeteryanın önünde park ediyorum. Kenar bir masaya oturuyoruz. Bir şeyler içmeye niyetlenmişken ve sipariş verirken karşıdan gelmekte olan ve gözleri bizde üç bahriyeli yanımıza varıyorlar. Bir arkadaşlarının plakayı görünce dikkat kesildiğini ve beni tanıdığını söylüyorlar. E popüler adamım. Cengiz usulca klasik cümlesini kuruyor. "Olum seni burada da buldular!"


Gemiye davetliyiz. Hem beni tanıyan aşçı! Hazırlıkta olduğu için çıkamamış ve o nedenle arkadaşlarını göndermiş. Gidiyoruz gemiye, kıç güvertede masa kurulmuş. Çocukla kucaklaşıyoruz. Samimi olduğum biri değil, bir iki konuşmuşluğumuz var ama arkadaş değiliz. Tatlı çocuk ama. Bir de üst çavuş var orada, çocuklarla kanka. Rütbeler sıfırlanmış, muhabbet gırıla. Gemi komutanı üsteğmen, anlayışlı. "Hoş geldiniz," diyor, sonra çekiliyor. Yemekler yeniyor. Karpuz kesiliyor. Şahane sohbete, fıkır fıkır esprilere, komik anılara çaylar eşlik ediyor. Sonra poz poz, grup grup hatıra fotoğrafları çekiliyor. Fotoğraf çekilme anlarında görev değişiklikleri ile bizden hep bir kişi eksiliyor.

Yolumuz uzun bizim, akşam üstü İzmir'e veda. Önce Uğur'u bırakacağız, kopilotum haritayı açacak ve yeni hikâyeler için yola revan olacağız.



Hayatımın enn kıymetli, Che Guevera'nın Motosiklet Günlükleri'ne benzettiğim, unutulmazım bu seyahati yazmaya soyundum ama sanırım düzenli ve sıralı yazamayacağım, kervan yolda dizilecek bir bakıma.



Sevgili Şule'ye özel teşekkür; O Bergama demese, ben söz vermesem, sadece finali yazılıp yayınlanmış bu uzun hikâye, asla yazılmayacaktı.


3.Bölüm Eylül'de Gel için buradan lütfen.


21 Ağustos 2021 Cumartesi

Geçenlerde Bir Akşamüstü

Telefonum çalıyor.

Ekranda enn sevdiğim ad.

"Naber?" diyor.

O n'aberdeki müziğe hep bayılıyorum.

"Glutensiz biralarla geliyorum, bahçede otururuz," diyor.

Onu yormak istemiyor, "Ben gelim bir yerde oturalım," diyorum.

Çünkü, bir zamandır, O'nunla gün akşam üstüne varmak üzereyken, bira içmek istiyorum.

Ama O çok tatlı... ve ikna edici... ve ısrarcı ve bu ısrarcılık da bir o kadar tatlı. "Geliyorum," diyor. Kapatıyorum ekranı; işe erken veda... ve hatta son verileri almak bile umurumda değil. O'ysa yolda.

Üzerimi değiştiriyor, iniyorum bahçeye. Anne kedi ve bir avuca sığar ama ele avuca sığmaz yavrusu açlar, belli. Aranıyorlar. Fakat ufaklığı görmek lazım; çok ama çok tatlı bir afacan. Hooop zıpladı... ve enginar dalının tepesinde. Oyun parkında ipe tırmanan çocuk. İndi ve bana doğru yanaşıyor. Ortalıkta yemek kabı yok, belki arka bahçede diye düşünüp pek de ilgilenmiyorum.

Sandalyelerden birine oturuyorum. Görüş açım bahçe kapısı. Bir zaman sonra O, bahçe kapısına doğru yanaşıyor. Sırt çantası yerinde ve elinde bir poşet. Tam anlamıyla bir Fıstık. Gözlerimi ondan alamıyorum. İpeksi gerginlikte, rengine ölüp bitilesi bir ten, omuzda dalgalı saçlar, iyi ki bu kadınlayım diyen bir kot,  üst taraf ise tam anlamıyla yaz.  Hayranlıkla bakıyorum, biraz da kendimle kasılıyorum. Kapının sesiyle de dünyaya dönüyorum.

"N'aber?"

"İyi, senden n'aber."

"İyi."




Okuma noktama, yeşilliklerin ardına atıyorum üç sandalye ki biri masa niyetine.


Çilingire bağlıyoruz işi. Fıstıklar ki biri poşette diğeri karşımda. Elindeki torbada midye dolmaları. Tazecik.

Şişesini beğeniyorum Efes'in. Biraz bira üzerine konuşuyoruz. Kapaklar açılıyor. Seni seviyorum'lar eşliğinde tokuşurken şişeler, dilimin de bağı çözülüyor. Çoğu zaman gözlerim konuşuyor. Manzaram çokkk güzel.! 

"Hımmm...," diyorum, "güzel bira."  Kendi içimde fır dönüyorum. Ve her seferdeki bu tazeliğe ve heyecana bayılıyorum. Sanki dün! Karakılçık buğdayından bira, fıstıklar, midye dolmaları, kelimeler şırıl şırıl akıyor. Mey'in yeni -kraft-rakısından söz ediyor. "Esat Abi de tadıma çağrılmıştı," diyor. Mağazayı tadilata soktuğundan, tüm rafları değiştirdiğinden bahsediyor. O sıra ben kendimi bir başka, boğazı olan ve çok özlediğim ve ben için çok özel şehirin boğaz kıyısı lokantasında az önce O'nun sözünü ettiği kraft rakının olduğu masada görüyorum.

Konuşmama bir süre o ânın içinden devam ediyorum.

Ahhh şu haylaz gözlerim!

Fakat bira enfes, manzarama ise paha biçemem. Ahh  arada bir şey almak için çilingir sandalyeye eğilme anları yok mu?! Of anam offff! O hep konuşsa, konuşmaya kapılmışken ben hafif ama muzur bir gülümseme eşliğinde fırsatçı gözlerimle hep ona baksam. O esnalarda bazı kelimelerini kaçırsam, sonra sohbete dönsem ve eksik kelimeleri aralara yerleştirip edeple dinliyormuşum gibi çaktırmasam!

Çok başarılıyım, tebrik ederim kendimi.

Midye dolmalarıysa her an bitebilir.

Bir koşu gidiyorum. Midyecim iş başında. "20 TL'lik verir misin?" diyorum. Yollanınca müşteriler alt çekmece açılıyor. Normal tezgahtan farklı orası. Torba doluyor, indirim yapılıyor, komşu kıyağı olarak da meleklerin payı koyuluyor ve bu kıyağın ve komşuluk vurgusunun altı bilmem kaçıncı kere çiziliyor.

Zaman çok kıymetli, koşar adım dönüyorum. O gidecek ve bir ay bu şehir ıssızlaşacak. Her senenin aynı yerinde olduğu gibi çok sevdiği bir yere; denize, dağa, dereye, köye ve de... kitap ve müzik festivallerine.

Elbette imtiyazlı midye müşterisi havamı atıyorum. Yudumların ve midyelerin tadını kelimelerimiz çoğaltıyor...

Ne güzel gülüyor ve  ne güzel konuşuyoruz. Gözlerimde bir şenlik... Ama zaman da beklemez ki!



Şimdi elimde kocaman bir heyecan var. Ve de kocaman bir merak: O şehirde ve o lokantadaki o akşama dair.

Hayatın bilinmezlikler içeren şu döneminde şahane bir uğraş ben için!

Aktarma aralıkları daha uygun uçuşlar bulmam gerek!

12 Ağustos 2021 Perşembe

Bize Ha!

Öncesi

Cemal, Apo, Amasyaspor'lu iki futbolcu, onların bir arkadaşı, Vali'nin koruma polisi, yine futbolcuların tanıdıkları ama bizim yeni tanıdığımız biz yaşlarda bir gençle hâlâ Roof Bar'dalar. Roof Bar sanıldığı gibi üst kat bir yer değil, bir küçük şehir pavyonu ve gündüzleri kadınlara hizmet veriyor; gün, altın günü, doğum günü gibi etkinlikler mekânı... Kasaba tadındaki küçük şehirlerin tatlı ilginçliklerine bir örnek. Birgül Oğuz'un İstasyon adlı romanında karşılaşınca benzer bir yerle bayılmıştım. Cengiz o akşam kadroda yok. Ben de bahsettiğim gibi ya görevli olarak ya da haftasonu kaçışımla kendi şehrimdeyim. Geç vakit çıkıyorlar Bar'dan. Ford'un koltuk döşemeleri sırayla sökülüp değişiyor o günlerde, o sırada sadece sürücü koltuğu duruyor. Bu süreçte makam arabası Jeep Wagoner. Ford Orduevi'nin park yerinde, gün içinde döşemeciye gidiyor...  Cemal free.

Futbolcuların, koruma polisinin kalacakları yerler yürüme mesafesinde. Diğer kişinin eve bırakılması gerek. Alıyor bizim ekip, varıyorlar evin sokağına; saat gece yarısını geçmiş. İndiriyorlar arkadaşların arkadaşını. Ayrıldıkları sırada bir araç duruyor, Cemal o ara aynadan durumu fark ediyor. Araçtan bir kişi iniyor ve alıyor çocuğu. O arada ikinci bir arabayı fark ediyorlar. O hareket edip yanlarından geçerken iki kişiyi görüyorlar. Yabancı değiller! Bıraktıklarını alan aracın plakasını anons ediyorlar. O zaman durum açığa düşüyor. Araba Narkotiğin. Yetişip önünü kesiyorlar. Tartışma çıkıyor. "Biz adam vermeyiz, bıraktığımız adamı da kimse alamaz," diyorlar. Apo bu tür durumlarda çok sert. Onlar da kararlı, vermiyorlar. Durum hassas. Bizi tanımamaları olanaksız. Aldıkları kişi belki de sadece içici. Çünkü tanımıyoruz ve bizim arkadaşımız değil. Ekibe de söyleyenecek laf yok o anda; iyi niyetle işlerini  yapıyorlar belki. Belki de şu birilerinin bize kumpasına alet edildiler, diye düşünüyorlar. Durum kısmen aleyhte; ilk anda alamayınca polislerden, işin sarpa sarması kesin. Gece alan dışında makam aracıyla ve alkollü bizimkiler. İlk sertlik karşılık bulamadıysa daha uysal bir akıl gerek.

İşi büyütmeden halletmenin bir yolu var. Suçun gerçekliğini bilmemekle birlikte çocuğu da tanımıyoruz; belki de içici olmanın yanısıra satıcı, meçhul. Ama ihbarcıları iyi biliyoruz. Apo ile Cemal net gördü, Onlar.

Bizimkiler başka bir planla, ortalığı çok velveleye vermeden, daha büyük makamları devreye sokmadan çocuğu alacaklar, almalılar. Tanımadığımız ama bizi tanıyan polislerin niyetinden şüpheleri yok. Bizeyse ne olursa olsun arkada adam bırakmak yakışmaz! Gerektiğinde şiddete başvurup araçtan alamazlar mıydı? Kesinlikle alırlar ama dedikodusu, haberdar olacakların mevkilerinden bakınca zan altında kalınma durumunu temizlemek çok zor. Sessizce ve sabah olmadan kapatılmalı konu.

Yazı serisinin ilk bölümlerinde komplo kurduğumuz ama görev sadakatine ve askerlik tarzına saygı duyduğumuz, aslında O'nun da bizim ele avuca gelmez karakterlerimizin bir yansıması olduğunu düşündüğümüz, iş disiplini ve yaşının olgunluğu içindeyken bile: Bir yanıyla sempati de yaratan uçarılıklarımıza içten içe tebessüm ettiğini de hissettiğimiz Şevket Başçavuş'a ulaşmak gerek. O'nunla ilk yüz yüze temas olacak bu, dezavantajlıyız! Apo mandala basıp anonsluyor. Görüşmek istediğini söylüyor. Görev adamı, şahane asker asayiş ihlalli bir durum olduğunu anlıyor, çünkü ne haltlar yediğimizi biliyor ama sanırım bu O'nun da tasavvurunu aşıyor. Buluşuluyor.

Durum anlatılıyor. Bizim geride adam bırakmayız mottomuzun altı çiziliyor. O gülüyor. Varsa bir suçu çeksin cezasını deniyor ama önce alıp evine bırakalım! Biz satıcı olmadığından eminiz ve kefiliz'in altı da bir güzel çiziliyor. Bu sahiplenme ve özgüven ama daha çok da şu tıfıl gözü karalık gülümsetiyor O'nu. Emniyet hemen yan bina. Gidiliyor, çaylar içiliyor ve zaten üzerinden de bir şey çıkmamış çocuk alınıyor. Bir taşla iki kuş. Artık Şevket Başçavuş'la da kankayız!

Komplocularaysa birşey söylemeye ve bir müdahaleye gerek yok. Küçük adamlardı, şimdi iyice küçüldüler. Demiri tavında dövmek gerek, ne kadar doğru bir söz. İş oluruna bırakılsaydı durumlarımızın nereye varacağını biliyoruz. Önceki yazıda ara paragrafta bahsettiğim Gürcan'ın tek kişi ve hızlı hareket edememiş olmasının sonuçlarının farkındayız. Oysa aynı Gürcan'ın üstelik de Tugay'da ertesi günün 23 Nisan Bayramı olduğu bir akşamda yarattığı akıl almaz felaketin üstünü ekip olarak nasıl da kapatacağız daha sonra!

Bizim komplocular biraz saf ya da biz çok zekiyiz; hızlı kararlarla hızlı hareket edebiliyoruz. Orduevi'ne ve Tugay'a uyuşturucu soktuğumuz bilgisini daima cool duran ve poker suratı ile düşmanı daha yanaşılır kılan yaşça da bizden olgun Aziz'e söylüyorlar. Bunun bir tür ayağınızı denk alın türünde göz korkutma hamlesi olduğunu anlamamamız ve ilk fırsatta bunun ellerinde patlayacağını anlamamaları için bizim hakkaten dışarıdan çok çok aptal gözüküyor olmamız gerekiyor. Oysa biz o işi gerçekten yapıyor olsaydık kesinlikle kimsenin ruhu duymaz ve dile de düşmezdi. Varsayalım gerçekten uyuşturucu ticareti yapıyorduk ve bunu gerçekten birileri anlamış olsaydı, kesinlikle direk somut kanıtları ile Komutan'a iletilirdi. Örneklerde olacağı gibi!

Olay elbette Cengiz ve Apo komutanı aldıktan sonra, "Dikkatli olun çocuklar, sizin kuyunuzu kazmak isteyenler var," diyen Anne'ye münasip bir dille sabah Aziz vasıtasıyla anlatılacak!  Eminiz ki Komutan, Hanımefendi'den dinlerken de "Ahh benim adamlarım," diyerek kahkahalarla gülecek. Bunu nereden mi biliyorum.?

 



Devamı

10 Ağustos 2021 Salı

Edepsiz Felsefe

Hayatta var olanı okuyunca ya da bir filmde izlerken -neden- sinemada gözlerini kapatan çocuk oluyoruz acaba?



"Edepli bir kaç okumanın ardından konu suç dünyası ve onun mekânı kodes olunca doğal olarak kitabın dilindeki -evlere şenlik- argo kullanımı terbiyeme dokundu!" yazmıştım, Alain Guyard'la tanışma kitabımız Kodes'le ilgili olarak.* Sonra da uzun bir cümlemin içinde şu sözcükleri kullanmıştım: "Dilimin ucuna gelmişken esirgemeyeceğim üzere fırlamanın âlâsı ve hergelenin önde gideni, sevilesi bir yazar Alain Guyard."

İşte hayal dünyası üzerine araştırmalar yapan, üniversitelerde ve liselerde felsefe dersleri veren bu adam oturmuş +18 ibareli, "yüz kızartıcı" bu kitabı yazmış. O anlı şanlı felsefecilerin ipliğini pazara çıkarmış. Başlangıçta "O ha ne oluyoruz?!" dedirtse de sonrasında kabul ettiriyor ki dünya zaten böyle... Hem de o zamanlar!

Felsefenin kuramlarından ve gelmişinden geçmişinden bahsederken dönem hallerine dair bilgiler eşliğinde felsefenin kibarlaştırılıp uysallaştırılmasına karşı kırmızı noktalı bir magazin turu da attırıyor...

Keyfekeder bir okuma.

Felsefeye eğlenceli, esprili, pornografik ve popüler bir giriş!

Okunmasa ne olur?

Hiç...




Çevirmeni: İsmail Yerguz

*Kodes

7 Ağustos 2021 Cumartesi

Aşılı Ballı Edebiyat Tatlı

Dün üçüncü aşı günüm. Bir Plan yaptım, anlık, vaziyet üzerinden; günü keyifli kılıp anlatılacak eylemlerim olsun diye...

Yazılarımın bir ritmi olduğunu fark ettim; rastgele okuyunca bir kaçını. Bir Günlük tadı var dedim ama sanki de her biri birbiri ile ilintili... Bir roman?! "Vayy be -daha- yazılacak sayfalarıyla birlikte hayatım roman!" da  dedim az önce. Dalga geçtim kendimle tabii ki.

Bugünse, öğleden sonra bir vakitte, şu bizim sahilin batı yakasındaki bir mekânda bira içip tapas yesem, diye düşündüm.

Sadece düşündüm!

Havada ağır bir nem var. Kapalı ve sanki yağdı yağacak yağmur. O zaman dedim, otur yaz.

Nereden başlasam diye düşünüyorum...

Önceki akşam, bahçeye indim, okuma sandalyemi aldım, okuma ışığımın altına çekildim. Bu aralar binaya girip çıkmak zor. Muhtemelen şu vaşak kırması dediğim ürkütücü kedinin kızı doğum yapmış. İki şirin bebe. Biri dün ortalarda yoktu. Endişe ettim. Bir beslenme sorunları yok. Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında. Hatta geçen gün bizim Mussano, gözünde sorun var teşhisi koyduğu diğer bebenin gözlerini temizliyordu. O'na bir şey demiyor Ana, çünkü ilk yemek, su veren, onlarla ilgilenen O.

Bir de gece vakti tam da bina girişindeki paspası yatak bellemeseler...

Ödüm kopuyor biri fark etmeyip basacak üzerine diye. İşin kötüsü biz bu kadar duyarlıyken, anne kedide genetik bir vahşilik ya da güvensizlik var: Tıslıyor; sanki 10 kaplan gücünde. Tırsıtıyor. Bir tekmelik canın var, diyesi geliyor insanın gerçi ama...  sonra sen anasın, dünya kötü, haklısın, diyor.

Neyse... dün sabah kalktım. Yol heyecanı sardı beni. Burnumun dibi yerine taa o gün demiştim ki hem seyahat eder, hem o mıntıkada bir yerlerde bir şeyler atıştırırım; günü eğlenceli hale çevirme planlarım çerçevesinde de özellikle OMÜ Hastanesinden almıştım randevumu. Güzelce duşumu yaptım. Jean, lacivert polo yaka bir tişört, spor ayakkabılar, çantaya bir kitap, yedek maskeler ve okuma gözlüğü atarak düştüm yola. Endişeleydim ama yurtlara kadar çıkacak tren şıp diye geldi. Boş. Çok iyi. Güzergâh zaten keyifli. Yolum bu kez daha uzun.

Ormanın içinden de geçeceğiz.

Vardım. Ama biraz erken. Çünkü ilk gelenin rektörlüğe kadar olma ihtimalini düşünmüştüm. İstasyondan çıkıp biraz yürüdükten sonraki mini parkın içinde serinlik bir banka iliştim. Randevuma 15 dakika kala ana binaya girerim, diye planladım. Hava güneşli, ısısı yüksek bir Yaz. Bulunduğum alan gölge ve serin. Yoksa aşı sonrası kampüs içinde bir yerlerde mi bir şeyler yesem?

Vaktim yanaştı, biraz erken girdim binaya. Bir sakinlik var. Asansör ve 6.kat. Kapı açıldı ki beklentim lebalep insanken kocaman bir sessizlik. Bir kağıt doldurup imzaladım. Sonra onunla bir odaya girdim. Bir kaç soru soruldu, yanıtladım. Kibar ve genç hanımlar. Tarifledikleri aşı odasına doğru yürürken bir odadan tatlı bir tınıyla seslendi  bir genç hanım. Salmadı beni daha ileriye. Ah şu cazibem benim işte! Girdim. Hazırlandım. "Şunu bastırın lütfen," dedi. "Neyi?" dedim. Sonra uyandım. "Oldu mu?" diye sordum ve ekledim, "Bu kez hiç anlamadım ama!" Tabii ki teşekkür ettim, elinize sağlık dedim, iyi günler diledim bu eli hafif genç hanıma.

15 dakika salondaki koltuklarda beklemeliymişim.

Canıma minnet. Öyle bir sakinlik ki hiç kalkmasam yeridir. O sıra boşluğun nedenini anlıyorum. Emekliliği yaklaşmış bir görevli var, kağıtları doldurtup imzalatan. İyi adam. Başka yerlerdeki randevuları -aşı tedarikindeki aksaklık nedeniyle- iptal edildiği için gelenlere  ne yapmaları gerektiğini sabırla izah ediyor.

Sonra, trene binince güzel bir istasyondan ben, o mıntıkada bir yerde yeme fikrimle dalaşmaya başlıyorum. Hava terletmelik, ahh şu nem işte! Sebebim bu. Neyse, sonra Feşmekan aklıma uygun düşüyor. Dış alanı çok hoş. Pedersen Hoca'yla pek de keyifli bir öğle arası yaşamıştık orada.

"Keşke tarih kitaplarımızı da Jean yazsaydı," diyorum. Aşı günüm olmasaydı eğer, bugün Jean'la da bir öğle yemeğinde buluşmamız kesindi. En az bir öğle arasını birlikte geçirdiğimiz Pedersen Hoca kadar sevdiğimi, söylemiştim sanırım kendisini. İlk kitabından sonra bir kaç kitabını daha alıp koymuştum okunmayanlar kısmına.

Önceki akşam Kraliçenin Huysuzluğu'nu aldım raftan.


Çekildim okuma lambamın altına diyeceğim ama tam altı sayılmaz: Ben bahçe duvarının içindeyim, o sokakta. Yıllardır süren bir dostluğumuz var onunla. Havaların izin verdiği her zaman sokağın lambası, ben ve bir kitap, bir araya geliriz. Çok da eğleniriz ki Jean Echenoz bu anlar için biçilmiş kaftan. Çünkü O şahane bir ders anlatıcısı. Çok sevilesi bir öğretmen. Bu kez geçmişten bugüne yine tarihsel bilgiler içeren anlatılarla alıp götürüyor beni, minik ama dev kitabıyla. Edebiyat aramak gerekmiyor onun yazılarında. Bir üslubu var kendisinin ve sanki sohbet tadında. Akıp gidiyor ve okuyanı da beraberinde götürüyor. Onunla zaman yolculukları çok keyifli. Mutsuz olmanın imkanı yok desem de tam yeri.*


Aslında bir tuğlaya hazırlıyorum kendimi: Amerikana. Hemen ardına da Mor Amber'i ekleyeceğim. İşte bu nedenle o uzun yolculuk öncesi kısa turlar yapan, okunmayanlar bölümünden sayı eksilten bir telaş içindeyim. Kraliçenin Huzursuzluğu bol vitaminli bir hap. Altmışüç sayfada yedi hikâye... Bir akşam yetiyor ve bence damakta bir de lezzet bırakıyor. Bir tek, İnşaat Mühendisliği adlı öykünün yarattığı heyacan için bile okumaya değer, diye düşünüyorum.

Geçen akşam, mesai sonrası kendimi kalabalıkların içine atma arzum depreşiyor. Bir de kafama taktığım, sloganı sevimli bir dondurma tezgâhı kalmıştı aklımda: Maskemi unuttuğum için kendimi cezalandırdığım akşamdan. Yola ondan dondurma almak amacıyla çıkıyor, hatta minik mekânın geniş açılı bir fotoğrafını çeksem, fotoğrafı da kullandığım bir yazı yazsam hayalini kuruyor, bu düşünceler içinde de önüne varıyorum. Sonra, ben sanki onlar, yani sloganda vurgulandığı gibi kadınlar yapıyorlar sanıyorken, bunun da bilinen bir markanın ürünü olduğunu anlıyorum. Bu endüstriyel dondurmadan vazgeçip rotayı yine Kahve Dünyası'na çeviriyorum.

Bu kez sanırım abartıyorum.

"Vişneli, kahveli, kaymaklı ve sakızlı dondurma lütfen."

Bununla yetinmiyorum, sanki biraz vakit öldürmek istiyorum ve sanki bu karasızlıklarım içinde eğlenceli bir uğraş gibi görüyorum.

"Bir de balı tarçınlı kek lütfen."


Geçiyorum masama. Senaryosu zayıf Siyah-Beyaz Türk Filmi gibiyim.

Karar veriyorum: Isıtılmış kek ve soğuk dondurma, yanlış seçim. Kararsızlığın kararı her zaman yenilgiye mahkum! Ama kitabım şahane. Okuduğum en enfes romanlardan biri sayesinde tanışmıştık kendisi ile... Hatta bana hayatımın enn sevdiğim yazılarından birinin bir yerinde şu cümleleri kurdurmuştu yazar:"Ruhumun coşkun mutluluğu, içimdeki heyecan, okuma süresince beni yalnız bırakmayan korku, merak, Birgül Oğuz'un akıcı ve çok ama çok tatlı, çapraz sorgu tadındaki oyunbaz üslubuyla sürekli yükseliyor, olayların yarattığı duygu değişimleri nedeniyle de gerilimle ferahlık arasında gidip geliyordum. Bir okur daha ne ister ki diye düşünüyor, elimin altında keşke ödül aldığı kitabı da olsaydı diye hayıflanıyordum."

HAH, benim O'nunla tanışmamdan önce yazdığı bir öykü kitabı; yetmişdokuz sayfa. Jean'ın aksine bu metinlerde edebiyat tadı var. Hem de ne tatlı! Lakin bazı öyküler okuru zorlayabilir! Oyunbaz cümleler, kırık kelimeler, eksik harfler, dolayısıyla simgelerle yapılan anlatımlar yorabilir, emek isteyebilir. Hatta istiyor; kolay okumaların ardında gelirse de patinaj çektirmesi mümkün. Jean gibi lay lay lom bir üslup değil onunki; sapına kadar şiirsel, bazen zorlayıcı ama aynı oranda da verilen emeğin karşılığı olarak heybeye düşenleri bal gibi... Eğer öyküde geçen dönemlere dair varsa dağarcığınızda bilgiler, işte o zaman verilen emeğin karşılığının alındığı enfes bir okuma lezzeti hoş geldi!  Sonra kendi okuma sürecimden de hareketle düşünüyorum ki bu hap ölçeğindeki kitap hap gibi bitirilebilir mi? Bugünün edebi anlamda tembelleştirilmiş okuru için zorlayıcı bir uğraştır sanki... Ama lezzetli de bir uğraş olabilir. O şiirsel anlatımın ve kırık cümlelerin içindeyken biraz emekle ve gayretle bir anlayış birliği sağlanıp dostluk kurulabilirse de Hah'la; 2014 Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü almış Birgül Oğuz'un ve kitaplarının değeri, üslubu anlaşıldığı gibi tadına da varılabilir! Onunla tanışmadıysanız henüz, İstasyon'la başlamanız, aranızda sıcak bir bağa neden olabilir ki sonrasında onu daha önce tanımadığınıza pişman olacağınız kesindir!**

Aşı sonrası kendimi ödüllendirme fikrimse her ne kadar mekân tercihim değişse de bâki. Tren keyfindeyim ve istasyona yanaşıyorum. İstikamet Feşmekan olacak, kesinleşti. Önce Samkart'ıma para yüklemem gerek. Hallediyor, karşıya geçiyor, Feşmekan'ın kapısından süzülürken Mantar Güveç yazısı ilgimi çekiyor ve bu kez farklı yerdeki bir masaya oturuyorum. Açım çok güzel. Kavşağı görüyorum. Aynı zamanda da bizim istasyondan kalkacak ve varacak treni uzun süre takip edebileceğim, yaya ve araç trafiğinin tadını çıkarabileceğim bir açı. Fotoğraf makinesi almamış olmanın pişmanlığını ve üzüntüsünü yaşıyorum.

Menüyü inceliyorum bu kez. Oysa Pedersen Hoca ile buluştuğumuz gün fikrim netti.*** Mantarlı Güveç'in etsiz olduğunu anlıyor ama yine de sorma gereği duyuyorum. Et yokmuş. Çizburgerleri nasıl diye merak ediyorum, şekersiz kola ile birlikte rica ediyorum. Bir beyefendi bu kez, o da çok kibar ve ilgili. Elektrikler olmadığı için patates veremeyeceklerini söylüyor. Sorun değil, diyorum. Sonra tekrar geliyor ve aynı nedenle hamburger ekmeği için hamur hazırlayamadıklarını, istersem sandviç ekmeği içine hazırlayabileceklerini belirtiyor. Vazgeçiyor ve iddialı olduklarını düşündüğüm üzere Çökertme istiyorum; ama tavuklu. Sırt çantamdan kitabımı ve okuma gözlüğümü alabilirim.

Okurken Birgül Oğuz'u... Keşke, tıpkı Pedersen Hoca'lı bir gün gibi olsaydı ve bugünü anlatan bir yazı yazabilseydim, diye düşünüyorum. Çok keyifli olacağından hiç kuşkum yok ama ne yazık ki bu an ve mekânlar aslında planlanmamış, evden kahvaltı yapmadan çıkıldığı için oluşan, bir anlamda kahvaltının da yerine geçecek bir eylemsellik. Aşısını olmuş çocuk coşkusuyla kararsızlıklar içinden seçilmiş bir karar.  Ben bu keşke ile uğraşırken şekli çok hoşuma giden ve içine iki buz atılmış bardakla, kutusu açılıp bardağa doldurulmadan bırakılan şekersiz kolam masada yerlerini alıyor. Bunu takdir ediyorum; çünkü ilk sipariş anının hemen akabinde, ikinciyi de satarız mantıklı tüccar uyanıklığı yaparak erkenden getirenlerden nefret ediyorum. Sevmiştim zaten burayı, boşuna olmadığını anlamak bir kez daha takdir etmeme neden oluyor.

Geliyor Çökertme'm. Enfes bir tabak. Çok isterdim bir fotoğraf ama!.. Neyleyim, almadım yanıma makine. Ama bu anlatmama engel değil tabii ki: Çıtır çıtır, kıvrım kıvrım patatesler harika, lezzetli yoğurt üzerindeki gayet güzel pişmiş tavuk parçacıkları hımmm tadında, ve kare tabağın orta yerindeki bu öbeğin  kenarlarına ve o öbeğe yaslanarak yerleştirilmiş, hafifçe soslanmış, üçgen kesilmiş dört parça tost ekmeği lezzetli... Üstelik, ben bunu nasıl bitiririm dedirten bir porsiyon. Kare tabağın dört köşesinin ikisinde incecik dilimlenmiş salatalıklar ve diğer köşede küçük domates parçacıkları... Varlığını yaptığı tat katkısı dışında hissettirmeyen, rengi hafif sütlü kahveye çalan bir et sulu sos. Tertemiz çatal bıçaklar, serin ve çiçekli bir mekân, enfes bir bulvar devinimi, gelen ve giden trenler manzarasında enfes bir öğle yemeği, güzel bir bardakta buzz gibi şekersiz kola. Biraz daha kalasım var ama... Bir bardak ince belli çay hani!..

Paris bulvarları halt etmiş!






*Tanıştırayım: Jean Echenoz

**Birgül Oğuz: İstasyon üzerine yazı " Yine Mi Büyük İkramiye"


***Pedersen Hoca ile öğle arası yazıdaki fotoğraftan sonra..

1 Ağustos 2021 Pazar

Yazar Sırt Çantamda

Cuma sabah kardeşle şehire indim. İşimi hallettim. Sonra baktım hava yaz tadında, o halde yürümeliyim, dedim. Öncesinde kardeşle cadde kenarında hoş bir masada çıtır çıtır ve biri kaşarlıyken diğeri klasik beyaz peynirli olmak üzere su börekli ve ince belli bardakta çaylı kahvaltı... ve de meslek, piyasalar, biraz da mesleğin varacağı noktalar üzerine sohbet ettik. Sonra O işyerine doğru üç harflisiyle devam ederken ben; sevdiğim bölgede kısa bir tur atıp tam randevu saatimde doktoruma geçtim.

Kitap okumaya devam mı, dedi doktor. Dedim onsuz olmaz, "Yazar sırt çantamda." Kim, dedi, söyledim. Adını duydum, dedi; muhtemelen lafın gelişiydi. Kısa bir özet geçtim, çünkü, tanışıklığım benim de yeniydi. Yazarla kankalık durumu henüz taze ama sevdim kendisini! Siparişi hazırlarken bir anda dikkatimi çekmiş; öykü kitabı olması nedeniyle de işime gelmiş; ama daha çok da kitabının adıyla çekmişti beni. İlginç de bir detay fark ettim ki elime geçtiği tarih: Denk gelmiş doğum günüme.

Sorarsınız şimdi nasıl, diye...

Derim ki iyi ki tanıdım O'nu.

Doktorla uzun sohbet derin; ekonomi, memleket halleri, biraz kitap, maskesiz insanlar, az siyaset, biraz Fenerbahçe, kısa kontrol... Hoşçakalın.

Trene yürüyorum. Pandemi, gemi azıya almış da olsa caddeler sakin. Bense felekten bir gün daha çalıyorum. Bir an, bir sonraki duraktan binsem, o arada gara uğrasam ve sorsam diyorum: "Tren seferleri başladı mı?" Sonra sıcak ve onca yürüdüğüm, ama keyifle yürüdüğüm yol sonrası varınca binmem gereken istasyona, "Netten bakarsın, şimdi atla trene," diyor, 17 dakikası olduğunu görüyor, kitabımı açıyorum. O ara, bir gün Tekkeköy'deki eski gara, yani en bayıldığım kitap okuma noktalarımdan birine, gitsem diyorum. Dinliyorum uyaranlarımı, biniyorum trene, açıyorum tekrar kitabımı. Biraz manzara biraz kitap derken varıyorum bizim istasyona... Eve varana kadar nem gerekeni yapıyor. Duş ve çalışma odamdayım; açıyorum ekranı, iki saatlik bir iş kaybım var, göz atıyorum piyasalara; olumlu haber faiz artırımı, dolarda bir tık düşüş, bazı önemli şirketlerdeki açıklanan kârlar piyasa beklentilerinin üzerinde. Ama memleket hali kötü! Saray'a 13 uçak, orman yangınında çaresizlik... Yoksa... yoksa yeni yeni oteller mi?

Sedat Peker'den iyi haber var, ne diyeyim, sevindim. Alsın sazı eline.

Açıyorum Fransızın iki kanadını; dışarıdan odaya dolan deniz ve serinlik kışkırtıcı. Bir plan yapıyorum, mesai sonrasına.

İskele Kafe, atıştırmalık, kahve ve kitap!

Heyecanlanıyorum.

En sevdiğim alanlardan biri; denizin ortasında bir yelkenli sanki. Rüzgar bedenimi yalayıp geçerken... denizde balıklar oynarken... ve şıp... şıp... şıp diye minik sesler ruhuma ulaşırken güzel güzel satırların arasında olmak, miss gibi kokusu kahvenin... Muhteşem.

Ekranı kapatıyor, giyiniyor, maskemi takıp sırt çantamı asıp çıkıyorum yola. Bu kez kalabalık ama deli dolu değil. Kıvamında. Keyfim artıyor. Maskesizlere, hadi açık alan ve insanlar kısmen mesafeli, diyerek bu kez tolerans tanıyorum. Denize girenleri, kıyıya çadır kuranları, iki sandalye bir masa atanları, şortları, etekleri kasık boyu pırıl pırıl genç kızları, kadınları ile diyorum ki bu şehir vallahi başka. Upuzun bir sahil, tertemiz tuvaletler, duşlar ve elbette cankurtaranlarıyla ve de mekânları ile sanki bir medeni Akdeniz kenti; hiç buralı değil gibi. Ahh bazı insanlarımız buralı gibi olmasa da doğru düzgün kullansalar şu tuvaletleri ve dahi duşları; canı çıkmasa belediye görevlilerinin, nasıl olur acaba?!

Varıyorum İskeleye, alanda bir yerel grup var, eskiden şarkıları tazecik bir solist eşliğinde sadakatle çalıp söylüyorlar. Rock saundunda ve eski usulde bir şenlik hali var ki plastik sandalyelerin hepsi dolu, insanlar mutlu. Afad'ın Tır'ı orada ve aşılama insanların ayağında... Bu kez görüyorum ki ilgi yoğun!

Balık avlayanlar, iki sandalyesini açmış denizi yaşayanlar, yürüyenler, selfi çekenler arasından geçerek varıyorum İskele Kafe'ye...


Dolu gibi görünüyor; girip bir tur atıyorum ve kıyı kenarda boş bir masa bulamıyorum. Çıkıyorum.

Niyetim ora mı bura mı arasında gidip gelirken, geçen yaz pasta, kahve ve On İkinci Nota* eşliğinde yaşadığım keyif ve o keyif üzerine yazdığım yazı aklıma geliyor. Hem sonrası da çok güzel olmuştu; yazımın altındaki yorum çevirmenindendi ve beni o akşam internet üzerinden yapılacak ve yazarın İsviçre'den katılacağı sohbete davet etmişti. Sevinmiştim tabii ki!

Çenem açıldı ve fazlaca düştü, farkındayım. Oysa binbir sıkıntıyla başlamıştım yazıya. Bir ara vazgeçmiş, bugüne yazı yok demiş, epey kısırlık çekmiştim. O ara Enn Sevdiğim Kadın aradı, epey konuştuk ki çenem O'na hep düşer. Akşamımı anlattım, dondurmayı ballandırdım. Telefonu kapatınca da dedim ben bu yazıyı yazarım.

Ama bu kadar uzatabileceğimi de vallahi düşünmemiştim; mekândan, andan, daha çok kitaptan söz edip kısa kesecektim.

İskele'den çıkınca rotam belli olmuştu: Kahve Dünyası. Madem niyetim dondurmaydı ve geçen gün onların da dondurma yaptıklarını görmüş, bir an endüstriyel tadından ürkmüş olsam da şimdilerde hep endüstriyeliz zaten rızası göstermiş, sonra da demiştim ki: "O halde kitabımı orada okuyabilirim." Girdim. "Dondurma lütfen," dedim. "Topu 6 TL." dedi genç kız. Bir an bir top için 6 TL. fazla geldi ama kısmen de olsa zeki adamım; büyük mü küçük mü toplar, diye sordum ki büyükmüş. Hayalimde çocukluk dondurmaları var; vişne, limon ve vanilyalı sipariş ettim, porselen kasede hazırlandı ki toplar gerçekten büyük. Masaya döndüm, kitabımı açtım, okuma gözlüğümü çıkardım ve yazı için fotoğrafı çektim. Sonra vişnelinin tadına baktım ve gittim.

Nerelere?..


Evden çıktığımda ilk dondurmamı Milka'dan alırdım ki dondurmaya benzin muammelesi yapardım. O tam ikinci dondurmacıya vardığımda biterdi, oradan gerçek kornet içine koyulan süper dondurmalardan alır, onu da bir numaram Roma Dondurması'nın önüne varana kadar bitirir, Roma Dondurması'nda henüz yapılmış tazecik kornetlere vişneli, limonlu, çilekli ve vanilyalı koydurur, benzin bitmeden de mağazaya varırdım. İşte şimdi çocuk adam halimde de; o çocuk olarak oturduğum masada kitabını açmışken ve önündeki dondurma kasesinde taa Çanakkale'lere varan bir dondurma yolculuğu yaşarken, sanki çocukluğumun bütün dondurmaları damağımda ve bir şenlikteymişçesine seviniyorum. Vişnelinin içinde minicik vişne kabukları bile var, hiç rahatsız edici değiller, bilakis mutluluk veriyorlar. Hakeza limonlusu; ferah mı ferah. Kitabı okumaya çalışıyorum ama gidemiyorum. "Erir mi acaba ?" diye korkuyorum ama daha çok bu enfes ve gerçek meyveli dondurmaya konsantre olmak istiyorum. Sanki çok eskide kalmış bir dostu bulmuş gibi sevinçliyim; limonlunun limon, evet gerçek limon tadına bakarken.

Kaşığı daldırıyorum sonra... ve missss gibi vanilya, diyorum bu.

Kitabı masanın üzerinde bırakıyor. Dondurma kasem ile hayatın güzel yıllarına, dönmemek üzere gidiyorum.

O ara yandaki Columbia'nın terası gözüme takılıyor. Kahvemi orada içsem, deniz yüzümü yalayıp geçse ve taaa Ukrayna'yı göre göre kitabımın tadını çıkarsam, diyorum...

Ama!

Tadı damağımda bir dondurma var, kopamıyorum. Kalkıyor gidiyorum, bu kez bal bademli ve vanilyalı iki top dondurmayla dönüyorum. Kahve mağlup! Ruhum eski zamanlardan bir çocuk. Mutluyum.

Kitaptan ve bayıldığım yazarından söz edecektim aslında değil mi?

İkisinden de özür dilerim. Anlayacaklarından eminim! Fazla söze gerek yok aslında! Tanıştığıma çok ama çok memnunum. Bayılarak okuyorum ve en çok da kitabın girişindeki, "Ustam Recep Gürgen'e," atfı nedeniyle hayranlık ve saygı duyuyorum, yazar Şule Gürbüz'e. Bir akademisyen kendisi. Dolmabahçe Sarayı'nda sanat tarihçisiyken tanışıyor Recep Gürgen'le ve O'na çırağı olmak istediğini söylüyor.

Şimdilerde akademik kariyerin ve yazarlığın ve koleksiyonerliğin yanı sıra mekanik saat tamirciliğine de devam ediyormuş kendisi. Yazı dili ve öyküleriyse altını bir kez daha çizmeliyim ki mizahi dokunuşları ve insan halleri ile birlikte muhteşem. O kadar heyecanlandırdı ki bu tanışma beni; henüz kitabın sonlarındayken ve bitmemişken, dökmek istedim içimdekileri.

Aslında o akşam öyle kendimden geçmiştim ki ben: Kahve Dünyası'ndan başı dönmüş bir halde hülyalar içinde çıkmış, İskele Meydanı'ndaki sahneden gelen müzikle coşmuş, yaz şaşkını bir halde yürürken bir anda fark etmiştim ki yüzümde maske yok! Ahhh benim hülyalı başım, dedim elbette, telaşlandım, "Bir de millete laf çakarsın sen ha!" dedim, sırt çantamı usulca indirip, bir kenara çekilip maskemi taktım ve bir de ceza kestim kendime: Gözünün kaldığı şu tezgahtan bu akşam dondurma yok dedim sana!

Benzin bitti, eve ittirerek gidiyorum.



*Bayıldığım Dizi Şaşırdığım Kitap

İLETİŞİM İÇİN

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP