nazlitoac.blogspot.com

23 Aralık 2024 Pazartesi

Üsküp-Büyük Dere Yağlı Boya Çalışması

 Efendim; 2014'ün kış mevsiminde Kırklareli, Üsküp, Istranca Ormanları 17 km.lik orta zor doğa yürüyüşünde, dere içinde oynak taşlara basarak çektiğim fotoğrafı örnek alarak yağlı boya çalıştığım tablomun yapımından naçizane kısaca söz etmek istiyorum. 

Tablodaki evin olduğu tarafta aslında asfalt yol vardı. Yol yerine hayalimdeki kütükten çatı katlı evi kondurdum ve ormanın devamıymış gibi yoğun bitkileri yerleştirdim. Puslu havadan dolayı pek net olmayan öndeki ağaçları biraz daha netleştirdim. Evin önündeki ağaçları da dans ettirdim. Sağ taraftaki koyu renkli ağacı da önündeki ağaç düşmesin diye destek olmasını sağladım. Sol ortadaki dere kenarında yer alan otları yoğunlaştırdım. Kendimi kaptırdığımdan dolayı fazla olunca, otların sudaki yansımalarını boyarken bir hayli vaktimi aldığını belirteyim. :)

Sonunda böyle bir tablo çıkmış oldu. :)

Üsküp-Büyük Dere

Tuval Üstü Yağlı Boya 
Ebat: 50x70 cm. 
Yapım Yılı: 2015


7 Aralık 2024 Cumartesi

Dokurcun Yaylası-Sülüklü Göl Doğa Yürüyüşü



 Efendim; Batı Karadeniz ve Marmara Bölgesi'nin, kokusu, dokusu ve bitki örtüsü bakımından zengin, en ilginç, en mistik, en havadar doğasını barındıran Dokurcun Yaylası-Sülüklü Göl parkurundan bahsetmek istiyorum. 

Sakarya ve Bolu ile çevre illerden rahatlıkla ulaşabileceğiniz Sülüklü Göl ve yaylalar, son yıllarda doğa tutkunlarının gözdesi olmuştur. Yok, ben sizin gibi yürümem, yaylalara çıksam yeter bana diyenlerdenseniz, her yıl temmuz ayının ilk pazar günü yöresel yemek ve sanatçıların olduğu, halk oyunlarının renk kattığı yerel festivallere de katılabilirsiniz. 

Sakarya'dan gidecekseniz Akyazı üzerinden yaklaşık 70 km. sonra Dokurcun Mahallesi'nden güney istikametine sapıp stabil yolu takip ediyorsunuz ve ilk geleceğiniz yer, Dokurcun Yaylası olacaktır. 

Dokurcun Yaylası-Akyazı-Sakarya 

1370 metre rakımlı Dokurcun Yaylası'nda yer alan şirin yayla evlerinin yakınında aracımızdan inip kısa bir hazırlığın ardından başladık parkurumuza. 

Davlumbaz Yaylası-Akyazı-Sakarya 

Dokurcun Yaylası'nı geçtik, Davlumbaz Yaylası'na adımımızı attığımız sonsuzluk hissi veren ilk tepeye, Zirve deniliyormuş. Telefonumu cebimden çıkarıp 1-2 fotoğraf çekeyim dedim, baktım bizim ekiptekiler uçuyor. Amanın, geride kalmayı hiç istemem. :)

Davlumbaz Yaylası-Akyazı-Sakarya
( Sülüklü Göl )

Geldik Sülüklü Göl'ün büyüleyici güzelliği kuş bakışı olarak en iyi görülen 1465 metre rakımlı tepeye. Bence tüm övgüleri hakediyor bu görüntü. Sanki birisi gelmiş, toprağı kazmış, çukuru oluşturmuş, suyu doldurmuş, bitkiler çevresini sarmış. Ellerine sağlık eyy doğa ana! :)

Tee karşıdaki tepeler, Derindere Kaşı'ymış. İsmini kim koymuş, bilmiyorum, hakikatten de kaşa benziyor. Göle inmek için o tepeleri geçmek gerekiyormuş. Bitkinin olmadığı, taşlı çorak yamaç var ya, işte tepeden aşağı oradan inilecek. Önce ürkütücü göründü gözüme, ilk kez de bu parkura geliyorum, bakalım ne sürpriz çıkaracak karşıma, meraktayım. :)


Davlumbaz Yaylası-Akyazı-Sakarya 

Gezimizin en yüksek tepesi, burası...1580 metreye kadar çıktığımız bu tepede ağaç yok.  Efendim; biz koştur-koştur yürümeyiz gezilerimizde. Böyle birkaç dakika kıpırdamadan sessiz kalarak doğanın sesini de dinleyerek tadına vara-vara yürürüz. :)


Tavşansuyu-Mudurnu-Bolu

Akyazı-Sakarya sınırından Mudurnu-Bolu'ya geçiş yaptığımız vadiye bakan bu tepecikte uzun molamız oldu. Bana sorsalar, öğle yemeği için restoran mı burası mı diye. Burası derim. Ohh miss gibi, bol oksijen var, çay-kahve de içilen en güzel yer, daha ne olsun. :)


Sülüklü Göl Tabiat Park-Tavşansuyu-Mudurnu-Bolu  

Yaklaşık 800 metre kadar olan o dik taşlı yamaç inilmiştir efendim. Hani fotoğrafı diyenler olabilir. Amanın, ne fotoğrafı, başımı kaldıramadım ki. Sürekli başım önde, gözlerim bastığım oynak taşlarda ve kayan toprakta. Kayıp düşmemek için pür dikkat kesilmişim, fotoğraf çekmek aklıma gelmedi. Yamacın bazı kısımları öyle dikti ki zik zak çizerek indim. Günün macerası ahanda buymuş. İniş çok çok zordu. :) 

Sonunda ormana girebildik. Parkurumuz, kâh hafif kâh dik inişle göle kadar, dökülen yaprakların hışırtı seslerinin hüküm sürdüğü orman içinde devam etti.

Sülüklü Göl Tabiat Park-Tavşansuyu-Mudurnu-Bolu 

Yaprak ve ağaç tarlaların arasında küçük göller de çıkıyor karşımıza. Sanki çölde bir vaha...Enfes bir görüntü. :)


Sülüklü Göl Tabiat Parkı-Tavşansuyu-Mudurnu-Bolu  

Sülüklü Göl'e giden parkur, devasa karaçam ağaçların olduğu orman içinde devam etti. Sonbaharı böyleyse ilkbaharı düşünemiyorum bile. Oksijenin kalitesi, tahmin ettiğimden de çok iyiydi. 


Sülüklü Göl-Tavşansuyu-Mudurnu-Bolu

Hedefimiz olan göl, 5,5 saatin sonunda çıktı karşımıza. Hava nasıl soğuk, anlatamam. Yaylalardayken 10, 12 derece olan sıcaklık, çukurda kalmasına rağmen göl çevresi 3 dereceye kadar düşmüştü. 

Yaklaşık 300 yıl kadar önce meydana gelen tektonik hareketlerle oluşan toprak kayması ve çökme sonucunda, çukura dolan Hongurdak Deresi'nin suyuyla oluşmuş Sülüklü Göl. Etrafı gürgen, kayın, meşe, çınar, kestane ve çam ağaçlarıyla çevrili 1055 rakımlı gölün alanı yaklaşık 60 hektar ve en derin yeri de 35 metreymiş. 

809 hektar alana sahip tabiat parkında, yabani hayvan ve ülkemizin çoğu yerinde türü yok olan endemik bitkiler de bulunuyormuş.

Öncesinde gölün adı, Sarıgölcük'müş. Sülüklerden dolayı 1990'lı yıllarda adını Sülüklü Göl koymuşlar. Yüzyıllarca sülüklere birşey olmamış, günümüze kadar yaşamışlar, insan denilen mahlukat göle balık getirip bıraksın, sonra da sülüklerin soyu tükensin. Böyle bilinçsiz kişiler yüzünden sülük kalmamış efendim. 

Sülüklü Göl-Tavşansuyu-Mudurnu-Bolu 

Şu ana dek kaç göle gittim hatırlamıyorum, ilk kez böyle doğa üstü bir görünümle karşılaşıyorum. Bu gördüğünüz ağaç gövdeleri su içinde çürümeden gölle aynı yaştaymış. Öyle birkaç ağaç gövdesi de değil, tamı tamamına 183 adet varmış. Yazın göl seviyesi düştüğünde gövdeler iyice ortaya çıkarmış. Doğada ender rastlanan bir olay olduğundan ve göl çevresi doğal yetişmiş bitkileri barındırdığından 1987 yılında " Yaban Hayatı Koruma Alanı " statüsüne alınmış. 

Göl ve çevresi, bir zarar görmemesine ya da doğallığından kayıp vermemesine rağmen her ne olmuşsa, sahip olduğu statü 2011'de Orman Bakanlığı tarafından kaldırılıp tabiat parkına çevriliyor. Parkın girişine kapı konuluyor ve Tavşansuyu Köyü Muhtarlığı bu kapıyı işletiyor. 

Göle gelmeye karar verirseniz ya bizim gibi yaylaları geçip o dik yamaçtan inmeyi göze alacaksınız ya da aracınızla Sakarya-Akyazı ve Bolu-Mudurnu karayolu üzerindeki Tavşansuyu Köyü'nden Sülüklü Göl'e sapıyorsunuz ve 9 km. sonra varıyorsunuz. Göle gelen başka seçenek olmadığı gibi bu yolun devamı yok, yani son buluyor parkta. 
Göle yaklaştıkça yolun son 5-6 km.si bir hayli bozuk. Aracınız alçaksa tavsiye etmem gelmenizi. Göle araçla giriş, yasak. Park girişindeki otoparka aracınızı park edip yaya olarak giriş yapabilirsiniz. 2024 yılı giriş ücretleri; otomobil için 60 lira, kamp için çadır başına günlük 150 lira...Kişilerden ücret alınmıyor. 

Toprak üzerinde yani yerde ateş yakmak kesinlikle yasak. Ateş yakmak için kimlik karşılığında girişte size kova benzeri kutu veriliyor. Külleri yere dökmek de yasak. Götürüp belirlenen alana bırakmak zorundasınız. Göl çevresinde tesis yok ama çeşme, su, tuvalet var. Yalnız tuvaletlerini kullanmadığım için ne durumdadır, bilmiyorum. 

Telefonlar çekmiyor, haliyle internet de yok. Kamp için gelirseniz bence yakınlarınıza haber verin nereye geldiğinizi. Öyle istediğiniz yere de çadırınızı kuramıyorsunuz. Belirlenen alanda kamp yapabilirsiniz. Kesin olanı ise yiyecek ve içeceğinizi kendinizle getiriyorsunuz. Zira parkta satın alacak market yok.

Dibi balçık olduğundan gölde yüzmek yasak. Balık tutmak da yasak. Çöp atmak hele, hepten yasak. Sonradan öğrendiğime göre denetçiler sık sık kontrol ediyormuş. Hem parkur boyunca hem de gölde bir tane çöpe rastlamadım. Amanın nazar değmesin. :)

Bizi alması için geciken aracımızı bekleyeceğimize göl çevresinde biraz yürüyüş yaptık. Hafta sonu olduğundan kampçılar bir hayli fazlaydı. Bölgeye tam bir sessizlik hakimdi. Bir yanda pırıl-pırıl, tertemiz göl, bir yanda alabildiğine el değmemiş ormanın huzuru...:)

Yok, ben öyle kamp malzemesiymiş yüklenip taşıyamam ama yine de doğayla başbaşa kalmak için gelmek istiyorum derseniz park girişinin hemen sağ tarafında konforlu, çam ağaçlarıyla kaplı alana büyük çadırlarıyla kurulmuş, küçük bir tesis olan Ala Glamping'i tercih edebilirsiniz. En son fiyatına baktığımda günlük 6.000 liradan başlıyormuş. En iyisi kampın internet adresinden aratıp doluluk oranını, size uyup uymadığını, şartları, güncel fiyatlarını öğrenebilirsiniz. 

Efendim; uzun yazdım, farkındayım, en son diyeceklerim var yine de. :)
15 km. yürüdüğümüz Dokurcun Yaylası - Sülüklü Göl orta zorlu parkuru herkese tavsiye etmiyorum. Özellikle kalp, tansiyon, performans, kilo sorununuz varsa ve doğa yürüyüşüne ilk kez katılacaksanız, gitmeden önce bir kez daha iyice düşünün derim. 

Doğa ve sevgiyle kalın. :)





11 Temmuz 2024 Perşembe

Tarihi Kemeraltı Çarşısı İZMİR


Tarihi Kemeraltı Çarşısı'nda Geçmişe Yolculuk 

İzmir'in göz bebeğidir, tarihi çarşı.
 
Gelin ve damat adaylarının çeyizlik arayışıdır, mağazalarında.
 
Her bayram, bayramlıkların alınacağı, sünnet kıyafetlerinin en hasının İzmir'in tek adresidir, tarihi çarşı.

Hanlarıyla, bedestenleriyle, antikacılar çarşısıyla maziye yolculuğun adresidir, Kemeraltı. 
 
Yüzlerce yıldır zamana inat dimdik ayakta kalmayı başarmıştır, dünyanın en büyük açık hava çarşısı.

Uzun yıllar boyunca camisiyle, kilisesiyle, sinagoguyla üç dini birarada yaşayan bir bölgedir, Kemeraltı.
 
2020 yılında, Unesco tarafından Dünya Mirası Geçici Listesi'ne alınan " İzmir Tarihi Liman Kenti " nin adıdır, Kemeraltı.

Aklım ermeye, meraklı gözlerle bakmaya başlayan, tee büyüyene kadar ben, zengin tarihinin lezzet ve alışveriş ile harmanlandığı parke taş döşeli sokaklarından kaç kere geçmişimdir, kim bilir. 😊

Kemeraltı Çarşısı 

Kemeraltı Çarşısı, Hükümet Konağı'ndan başlar, Anafartalar Caddesi boyunca kavis çizerek Basmane Altınpark'ta son bulur. Caddenin kavis çizmesinin sebebi de deniz doldurulmadan önce hemen dibinde Smyrna Antik Limanı bulunuyormuş. M.Ö. 300'lere gelindiğinde Büyük İskender, Kadifekale'ye inşa ettiği kalenin surlarını genişletiyor ve böylece antik liman canlanmaya başlıyor.

Gel zaman git zaman İzmir, 15. yüzyılda Timurlenk tarafından fethedilince doğal olan antik liman doldurulmaya başlanıyor. Timurlenk demişken burada bir parantez açmak istiyorum. Açtım parantezi; fetih zamanından önce 14. yüzyıl başlarında, Aydınoğulları'nın hakimiyetinde olan İzmir Limanı'nın öneminden dolayı şehrin kıyı kısmı, Hıristiyan donanmasının eline geçiyor. Limanı kaybeden Aydınoğulları, Kadifekale'nin olduğu şehrin iç kısmında yeni bir şehir kuruyor ve adı da Müslüman İzmir oluyor. İkiye bölünmüş şehrin iç kısmında yaşayan Müslümanlar tarafından, kıyıda yaşayan Hıristiyanlar'a, " Gavur İzmir " denilmeye başlanıyor. Timurlenk şehri fethedince bu isim geçerliliğini kaybetmiştir efendim. Hani günümüzde söyleniyor ya, onun için kapattım parantezi. :) Ticaret canlandıkça 17. yüzyıldan itibaren Kemeraltı Çarşısı işlev kazanıyor. Başlarda Anafartalar Caddesi'nin 350 metresi kullanılırken, günümüze gelindiğinde çarşı olarak caddenin uzunluğu 950 metreye kadar çıkıyor. Yan sokaklarla birlikte yaklaşık 5 km2 büyüyor ve dile kolay 15.000 dükkânı barındıran çarşı halini alıyor. 

19. yüzyıl sonlarına kadar üzeri tonoz ve kiremit örtülü sokakları kapsayan kapalı çarşı görünümündeymiş. Rivayete göre bu görünümünden dolayı da çarşının adı Kemeraltı olmuş. O dönemdeki çarşıda; çiviciler, baharatçılar, demirciler, kömürcüler, saman pazarı bulunurmuş ve hanları, bedestenleri kapsıyormuş. 

Efendim; Anafartalar Caddesi kavis çiziyor demiştik ya, işte o kavis çizen cadde üzerinde sıralanmış tarihi 5 camiden kısaca söz ederek ilkiyle başlamak istiyorum.

Hisar Camii-Kemeraltı

Hisarönü'nde, gürültülü kalabalığın keşmekeşinde nadide bir gül gibi yükselen, İzmir'in en büyük ve görkemlisi olan cami, kimisine göre 1592, kimisine göre de 1597 yılında Aydınoğulları'ndan Yakup Bey tarafından yaptırılmış. 

 " İçeri giren güvendedir " yazan etkileyici giriş kapısından avluya girdiğimde, ne bir uğultu ne bir gürültü, bir an da yok olduğunu çok net hatırlıyorum. O uğultu nereye, nasıl kayboldu, çok ilginç gelmişti bana. 

Hisar Camii-Kemeraltı 

Tarihe tanıklık etmiş cami, merkezi bir kubbe ve onu destekleyen kubbelerle örtülü, kesme taş ve moloz taştan inşa edilmiş. 

Kestanepazarı Camii- Kemeraltı 

Kemeraltı camilerin içinde en görkemlilerinden biri olan yapı, Kestane Pazarı  denilen yerde Emin oğlu Hacı Ahmet Ağa tarafından 1667-1668 yılları arasında yaptırılmış.

Gotik tarzda, gözlerimi alamadığım yuvarlak kemerli pencereleriyle mimari bakımından muazzam olan caminin üzeri, tromplu bir kubbe ile örtülmüş ve çarşı-cami tipinde konumlanmış. 

Kestanepazarı Camii Şadırvanı 

Şadırvan, çarşı içinde camiden biraz uzağa konumlanmış. İncelerseniz musluklarının demir kafes içine alınmış olduğunu göreceksiniz. Kimse çalıp götürmesin diye...

Başdurak Camii-Kemeraltı 

Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'ne göre tahıl tüccarı Hacı Hüseyin tarafından 1652 yılında yaptırıldığı sanılıyormuş. 

Geçmiş yıllarda " Başoturak " diye bilinen bir bölgede yer alan cami, günlük dilde daha kolay söylendiği için zamanla Başdurak olarak anılmaya başlanmış. 

Büyük bir kubbe ile örtülü caminin alt katında dükkanlar, üst katında da ibadet mekanı bulunuyor. Klasik Osmanlı mimarisine örnek teşkil eden yapının dış cephesi ise motif ve kabartmalarla bezenmiş. 

Şadırvanaltı Camii-Kemeraltı 

Adını, yanında ve altında bulunan şadırvandan alan yapı, beyaz bir inciye benzeten Evliya Çelebi'ye göre 1636 yılında Bıyıklıoğlu Mahmut tarafından yapılmış. 

İnşa edildiği yere uygun olarak avlusu bulunmayan camiye, 1834 yılında kütüphane eklenmiş. Deprem ve yangınlarla birçok defa hasar görmesine rağmen her seferinde onarım geçirmiş. 
Sonradan restore edildi mi, bilemiyorum, tarihi cami bana epey bakımsız göründü. Umarım restore edilmiştir. 





Kemeraltı Camii-Kemeraltı 

Konak Meydanı'ndan Anafartalar Caddesi'ne geçiş yaptığınızda karşınıza ilk çıkacak olan cami inşa edildiğinde iç limanın kıyısında yer alıyormuş. Her ne kadar inşa tarihi kesin bilinmese de kapısında yazdığına göre 1671 yılında Yusuf Çavuşzade Ahmed Ağa tarafından yaptırılmış. Yapımı esnasında medrese, kütüphane ve sebil de eklenen caminin kare planlı ibadet mekanının üzeri tromplu bir kubbe ile örtülmüş. Kaidesi kesme taştan inşa edilen, tek şerefeli ve yuvarlak gövdeli minareye sahip yapının ve avluyu çeviren duvarların göz alıcı pudra rengi olması, çevresindeki dükkân ve büfelerin arasında sıkışık gibi görünse de hemen kendini belli ediyor. 

Kemeraltı'nda Sokak Lezzetleri

Nasıl ki ülkemizin her bir taşı-toprağının öyküsü varsa insanın aklını başından alan lezzetlerinin de öyküsü vardır. İster bilindik olsun ister bilinmedik, o yöreye ait lezzet yolculuğunu anlamanın tek yolu, tatmaktır. Demem o ki, anlatılmaz, yaşanır. :)

Osmanlı Macunu-Kemeraltı Çarşısı 

Sadece bu çarşıda olmazdı ki, İzmir'in hemen hemen her sokağına gelirdi Osmanlı Macunu. Bunca zaman geçmiş, burada karşıma çıkacağı aklıma hiç gelmezdi. Şimdiki nesil pek bilmez, eski Ramazan aylarının en tatlı şekerlemelerinden biriydi. Sunumu ve renkleriyle görsel şölen sunan, tahta çubuğa sarılarak yenen macunu tatmadıysanız bir deneyin derim. 
Sağ olsun, macuncu beyefendi bir çok açıdan çektiğim fotoğraflara sesini çıkarmadı, hatta poz bile verdi.

Gevrek-Kemeraltı 

Tee yıllar önce İzmir'de, annemlerdeyiz bir gün. O gün eşim kahvaltı için fırına ekmek almaya gidiyor. Fırının vitrinine dizilmiş taze gevrekleri görünce kahvaltıda güzel gideceğini düşünüyor. Fırıncıya, ekmeğin yanında iki de simit istiyorum diyor. Eşim simit dedikçe fırıncı ya kandil simitlerini ya da simit şeklindeki kurabiyeleri paket yapmaya kalkıyor. En sonunda vitrini gösterip işte bunlardan istiyorum diyor eşim. Fırıncı da onlar simit değil ki, gevrek diyor. Eşim kaşları çatık eve geldiğinde öyle bir anlatışı vardı ki, çok gülmüştüm o zaman. Simit bu simit deyip durmuştu. İzmirliler de der ki, simit denizde olur efendim. Acaba fırıncının asfalyaları ( sigortaları ) atmış mıdır diye de düşünmüştüm hani. 😊

Ha gevrek ha simit, ne farkı var ki diye soranlarınız olabilir. Hemen diyeyim. Nohut mayasıyla ( zahmetli olduğundan hazır mayayı tercih edenler de var ) hazırlanan gevrek hamuruna tuz, su, az yağ konup yuvarlayarak halka şekli verilir. Kaynayan pekmeze atıp 10 dakika kadar ön pişirme yapılır. Halkalar kaynayan pekmezden çıkarılır ve susamlanır. Sonra 20-30 dakika fırında pişirilir. 
Simit hamuru ise toz mayaya tuz, süt ve şeker konularak hazırlanır. Bükülüp halka şekli verilir, ya pekmez ya da su yardımıyla susamlanır ve fırında pişmeye bırakılır. Yani İzmir gevreğine süt ve şeker konulmaz, iki kez piştiği için kıtır kıtırdır. Simitse bir kez pişer ve yumuşaktır. 

16. yüzyılda Kırım Değirmendağı'ndan İzmir'e gelen Tatar Türkleri'nin kazandırdığı İzmir Gevreği, 2021 yılında Türk Patent ve Marka Kurumu'ndan tescillenip coğrafi işaret de almış.

Şambali ve Halep Tatlısı-Kemeraltı Çarşısı 

Halep tatlısını pek değil de şambaliyi çok iyi bilirim. 70'lerde ben çocukken mahallemizin şambalici amcası vardı. Her yaz sokağımızın başında üç tekerlekli aracıyla belirdi mi eve koşar parayı alıp, birer dilim şambali alırdık. Ağzında birkaç diş kalmış, sessiz, güler yüzlü, titiz bir amcaydı. Kışın da koluna astığı sepette balık satardı. Hep merak etmişimdir, ufak tefek, zayıf bedeniyle o kadar yükü nasıl taşıyor diye. Bilirdik nerede yaşadığını, kim olduğunu. Kimi kimsesi olmayan, kendi halinde biriydi. Sonra, gelmez oldu. Duyduk ki vefat etmiş. Ahalice çok üzülmüştük. Bir daha ne şambali ne de balık geldi sokağa. O fıstıklı şambalinin tadını ve düzgün dilimlenmiş görüntüsünü asla unutmam. 

Diğer adları; Şambaba, Şam Tatlısı olan Şambali ismi sizi yanıltmasın. Orta Doğu ismini çağrıştırsa da, aslında Balkanlar'dan gelen bir tatlı. Göç nedeniyle İzmir'e gelenler yanlarında revaniyi de getiriyor. Yine aynı şekilde Yemen savaşından İzmir'e gelenler de Halep tatlısıyla geliyor. Osmanlı Devleti'nde Birinci Dünya Savaşı nedeniyle ekonomik kriz baş gösterince revaniden yumurta, un ve yağı çıkarıyorlar, oluyor Şambali. Savaş zamanı şekeri ya bulamamışlar ya da pahalıymış. Çare olarak da ballı şurup tatlıya konurmuş. 

Halep Tatlısı ise Şambali'ye benzer ama tadı başkadır. Pekmez ve bol cevizle yapılır, ikram edileceği zaman da isteğinize göre arasına süt kaymağı konulur. Yoğunluğundan dolayı tat bakımından Halep Tatlısı biraz daha ağırdır. 

Gelen göçmenler ilk Kemeraltı'nda dükkân açtıkları için her iki tatlı da buraya özgüdür ve coğrafi işaret almıştır. Zamanla şehrin dört bir yanına, ardından da Manisa'ya yayılmıştır. İlla ki mekanda yemek zorunda değilsiniz. Yağlı kağıtta birer dilim alıp gezinize devam edebilirsiniz. 

İzmir Kokoreçi-Kemeraltı Çarşısı 

Kuyumcu vitrininde dizilmiş bilezikler gibi şişte kızartılan kokoreçin yanından bile geçmeyenler de vardır elbette fakat kimileri için ise sokak lezzetlerin baş tacıdır. 

Kokoreçi ilk kimler ortaya çıkarmış diye Google'a sorayım dedim, hayy sormaz olaydım. Kimisi Orta Asya diyor, kimisi Balkanlar kimisi de Yunanistan diyor. Türkiye'ye gelişine ise hiç değinmeyeyim. Rivayet üstüne rivayet...Kesin bilgi yok ne yazık ki. Haa öğrendim ki, Türkçe kokoreç, Yunanca kokorótsi, Arnavutça kokërroz " mısır koçanı " demekmiş.
 İstanbul ve İzmir'i kıyaslarsam, İstanbul'da ekmeğin arasına azıcık kokoreç koyup bolca biber ve domates eklenir, İzmir'de ise bolca konan kokoreçe isteğe bağlı olarak sadece kimyon ve tuz eklenir. Üstelik İzmir'de kokoreç, İstanbul'a nazaran hem daha leziz hem de ucuzdur. Not almışım, 2020'de yarım ekmek arası kokoreç 10 lira, bol malzemeli isterseniz 12 liraymış. 

İzmir Pidesi-Kemeraltı Çarşısı 

Biz ne zaman Kemeraltı Çarşısı'na gitmişsek öğle yemeği olarak genelde pide yemişizdir. E çarşıda dolaşmışız o kadar, alışveriş ister bitsin ister bitmesin, o pideciye mutlaka uğranırdı. Lahmacunu bilmezdik ki.

Düşündüm durdum, gittiğimiz pidecileri bir türlü hatırlayamadım. Yalnızca en sık uğradığımız pideciyi tarif edebilirim. Hafızama yer etmiş olanlardan ilki, daha mekana girmeden kapıdan gelen enfes iştah kabartan pidelerin kokusuydu. Annem siparişimizi girişte usta ve garsona söyler, sonra da dar ve dik, gıcırdayan ahşap basamaklardan üst kata çıkardık. Üstü mermerden alçak masanın etrafındaki taburelere oturup beklerdik pideleri. Garson koca siniyle merdivenin başında göründü mü, bekleyiş bitmiştir. Beyaz saman kağıdına konmuş dumanı tüten kıymalı pideler ve ayranlar masada yerini almıştır artık. 

Kıymalı pideyi en son Hisar Camisi'nin çok yakınında bulunan pidecide yemiştim. 2020'de pide 12 liraydı. Eskiden pidenin hamuru biraz daha kalın ve iki kişiyi doyuracak kadar büyük olurdu. Son yıllara bakıyorum da hamuru inceldi ve küçüldü. Neyse ki iç malzemesinden kısıtlama olmaması hamurdaki açığı kapatıyor. :)

Boyoz-Kemeraltı Çarşısı 

İzmir'in her fırınında ve seyyar satıcıların arabalarında bolca bulunan sıcak-sıcak, çıtır, nar gibi kızarmış doyumsuz boyoz ( İspanyolca Bollos ) yöre halkın mutfağının vazgeçilmezidir.

1492 sonrasında İspanya'dan göç ederek yerleşen Sefarad Yahudiler'i tarafından İzmirliler'e kazandırılan bir çeşit hamur işi olan, coğrafi işaret almış boyoz, mayasız olarak un, tuz, ayçiçek yağı ve tahinden yapılıyor. Olur da giderseniz peynirli boyozu mutlaka denemenizi tavsiye ediyorum. 

İzmir Tulum Peyniri 

Fiyatlarını görünce şok oldunuz, değil mi...:)))
20 Ocak 2020 tarihinde çekmişim bu kareyi. Sonraki yıllarda da gittiydim İzmir'e ama fotoğraf çekmek aklıma gelmedi. Fiyatlarıyla aklımızı bulandırmadan, gelelim bizim ünlü tulum peynirimize. 
Orta Asya'dan Anadolu'ya göç eden Yörükler, Bergama ve civar köylerine yerleşiyorlar. Madra Dağları'nda otlayan koyunların sütünden, deri tulumlarda peynir yapıyorlar. Zamanla tulumda yapılan peynirin ünü artıyor ve Ege Bölgesi'nin birçok il ve ilçesine yayılıyor. Yayıldıkça hem keçi ve inek sütünden hem de Bergama'ya has deri tulumlar yerine tenekelerde peynir yapılmaya başlanıyor. Türk Patent ve Marka Kurumu'ndan da 24 Ocak 2022 yılında tescillenip coğrafi işaret alıyor. 

İzmir'e uğramayı düşünürseniz kahvaltının en kral peynirini her markette bulmanız mümkün olacaktır. İsteğe bağlı olarak vakumlatıp gideceğiniz yere götürebilirsiniz. Fotoğrafını çektiğim marketten o zaman 5 kilo alıp İstanbul'a getirmiştim. Birkaç hafta önce kardeşimden rica ettim, peyniri aldığım markete gidip fiyatlarını öğrenmişti benim için. 240 liradan 400 liraya kadar değişiyor, demişti. 4 yılda geldiği fiyat ürkütüyor açıkçası. 

Şimdii, sokak lezzetlerinde tulum peyniri ne alaka diyenleriniz olabilir. Efendim; kumru desem...Çoğu kişinin aklına gelen, kumru kuşu olur sanırım. Halis muhlis, coğrafi işaret almış Kumru, İzmir'e özgü bir çeşit sandviçtir. İşte bu sandviç tulum peyniri, domates, biber ve salatalık konularak yapılıyor. Üzeri bol susamlı pamuk gibi hamuru kuşun gövdesine benzediği için ismi olmuş, Kumru. Bazı büfelerde sucuk ve salamlısı da yapılıyor ama şarküteri ürünü sevmediğimden orjinalini hep tercih etmişimdir. Çarşıya gelirseniz bol bol kumrucularla karşılaşırsınız. :)

İzmir Lokma Tatlısı 

Kâh büfelerde, kâh cami önlerinde, kâh sokak aralarında mutlaka çıkar karşınıza. Öyle bal gibi şekerli de yapmıyorlar. Sokak arasında çıtır çıtır, ağızda dağılan lokma tatlısını dağıtan araç görürseniz şaşırmayın. Mutlaka hayır için dağıtıyordur. Eğer benim gibi kendinize değil de, evdekilere de götüreceğim derseniz tatlıyı servis eden kişi böyle büyük kaba doldurup veriyor. Aklınızda bulunsun. :)

Hamza Rüstem Pasajı-Kemeraltı Çarşısı

 Bu fotoğrafı çekme sebebim Arapça yazısı olmuştu. Ben küçükken de vardı ve hâlâ da yerinde duruyor.

Pekii, pasaja adını veren Hamza Rüstem kim mi...1872 yılında Girit'te dünyaya geliyor ve orada fotoğrafçılığı öğreniyor. 1925'te mübadele nedeniyle ailesi ve malzemeleriyle birlikte İzmir'e taşınıyor. 19. yüzyılda han olarak inşa edilen, daha sonraları pasaja döndürülen bu yapıda fotoğraf stüdyosu açıyor ve İzmir'in ilk Müslüman fotoğrafçısı oluyor. O dönemlerde yerel basının fotoğrafçısı olmadığından Hamza Rüstem, gazeteler için fotoğraf çekermiş. Fotoğrafları albüm haline getirmiş ve müzesinde de sergileniyormuş. 

Kemeraltı Çarşısı 

Çarşının sokaklarını dolaştığınızda körüklü tentelerden dolayı yapıların üst katları pek görünmez. Bazı üst katların virane hali gerçekten de üzüyor insanı. Restore edilse, ne güzel olurlar.

Kemeraltı Çarşısı 

Ne öyle koca koca, ruhsuz kapalı alışveriş merkezleriymiş, buyrun size miss gibi açık havada esas çarşı...Hem de yok, yok denilen, aradığınız her şey var bu çarşıda. Alışveriş mi yapman gerekiyor, geleceksin buraya, esnafla sohbet edeceksin, haa unutmadan esnaflık burada babadan oğula geçiyor, tee dedesinden dedesine kalan dükkânlar yani, pazarlık edeceksin, ikram edilen çayı içeceksin, alacaksın alacağını tokalaşıp hayırlı işler diyeceksin. Almadın mı, canın sağ olsun. Tabii eskiden böyleydi, şimdi nasıl bilemiyorum. :) Yoruldun mu, gideceksin Kızlarağası Hanı yanındaki Kahveciler Sokağı'na, içeceksin kumda kahveni. :)

Çarşıya yaz mevsiminde gelirseniz gördüğünüz körüklü tenteler kavurucu güneşi engellemek için tamamen açılıyor. Sokaklara gölge ve serinlik düştüğünden dolaşmak sorun olmuyor. Siz, siz olun yine de öğleden sonraya kalmayın. Zira kalabalık iyice artmış oluyor. Özellikle büfe önlerinde yığılma olduğundan sokakları arşınlamak bir hayli zor. 

Tee karşıda görülen puslar altında göz kırpan Kadifekale Dağı, beni de kadraja al der gibi kendini gösteriyor. Merak etme Kadifekale, seninle olan randevumu unutmadım, elbet bir gün görüşeceğiz. 😊
 
Konak-İzmir

İster metro ister otobüsle toplu ulaşım araçlarıyla ya Konak Meydanı'ndan ya da Çankaya ve Basmane'den Kemeraltı Çarşısı'na rahatlıkla gidebilirsiniz. Konak Meydanı'nı gezdiniz diyelim, çarşıya geçiş yapacaksınız, Saat Kulesi'nin hemen arkasında yer alan Hükümet Konağı'nın yanından Anafartalar Caddesi'ne yönünüzü çevirdiniz mi çarşıya gelmiş olacaksınızdır.

Çarşıyı gezdiniz, Konak Meydanı'na geldiniz ve orayı da gezdiniz, zamanınız da var, Konak ve İzmir Körfezi'ni şööyle birazcık tepeden izleyeyim derseniz fotoğrafta görülen Konak Köprüsü'nü geçip otobüs son duraklarına geliyorsunuz. Hemen yanında yer alan Birleşmiş Milletler Caddesi'ne adım atıp kıvrıla kıvrıla yükselen yol boyunca yürüdüğünüzde manzaranız bu olacaktır. Yalnızca bu değil ki, körfeze kıyısı olan Bayraklı'dan taa Çiğli'ye kadar rahatlıkla görebilirsiniz. Ehh bu yokuşa kadar gelmişken 20-30 metre daha yürüyerek Ümran Baradan Çocuk Müzesi'ne de uğrarsınız artık. Ben o müzeye giderken çektim bu fotoğrafı da. 😊

Tarihi çarşıdaki yolculuğumda sabırla okuyarak bana eşlik ettiğiniz için sonsuz teşekkürler...Doğa ve sevgiyle kalın. 











28 Haziran 2024 Cuma

Dünya'nın En Büyük Tavası Edirne

 Edirne Tavası ve Tava Ciğeri 

Dünya'nın en büyük kızartma tavasının Edirne'de olduğunu biliyor muydunuz? Sizi bilmem ama gidip görene kadar ben bilmiyordum. Hem de 12 Mayıs 2018 tarihinde Guinness Rekorlar Kitabı'na da girmiş.

Edirne Belediyesi tarafından düzenlenen " 8. Uluslararası Bando ve Ciğer Festivali "nde rekorlar kitabına girmek için rekor denemesi yapılmış ve deneme başarıyla sonuçlanmış. 

Efendim; benim rehberliğimde ve eşimin kaptanlığında, günübirlik gezimiz olan tarihi Edirne ziyaretimizden ara ara paylaşmak istiyorum. Gidişimizin bir gün öncesi, yarın Edirne'yi gezelim mi, ne dersin diyen eşimle ertesi gün sabah saatlerinde arabamızla çıktık yola.

Yaya olarak gezip gördüğümüz yerleri tek albümde değil parça parça anlatmayı düşündüğüm Edirne'nin tarihi yerlerine geçmeden önce rekorlar kitabına giren tavası ve tadına bakmadan dönmeyin dedikleri meşhur tava ciğeriyle başlayayım dedim. 

Dünya'nın En Büyük Tavası Edirne
Edirne Tava 

Meriç Köprüsü'nden geçip Karaağaç Yolu üzerindeki Lozan Caddesi'nde, termosumuzdan kahve içip biraz dinlenmek için bank arayışımızda tesadüfen karşımıza çıkan devasa tavayı görmek oldukça şaşırttı bizi. Yaya olarak gezeceğimizden mümkün olduğunca merkezden uzaklaşmamak adına rotayı belirlerken Meriç Köprüsü'nden ötesini düşünmemiştim. Oraya kadar gelmişiz, görmeden geri dönüp sonradan öğrenseydim tavayı, kesinlikle pişman olurdum. Sürprizlerin âlâsı oldu bana. 

Gelelim göğsümüzü kabartan rekorlu tavamıza. 2 ton ağırlığında, 704 cm. çapında, 80 cm. yüksekliğinde olan bu büyük tavadaki rekor denemesinde 600 kg. ciğer pişirilmiş. Ciğerin pişmesi için 250 kilo un, 2.520 litre ayçiçek yağı, 12 ton odun, 3 ton da kömür kullanılmış.
 

O kadar gazete alıp okuyorum, haberleri izliyorum, sosyal medyada boy boy fotoğraflarla Edirne gezilerini paylaşıyorlar, birisi de çıkıp tavadan bahsetsin, yok. Ne olacak, alt tarafı tava işte diyenler olabilir, sanki kolay da rekorlar kitabına girmek...😊

Edirne Tava Ciğeri
Edirne Tava Ciğeri

Sıra geldi tava ciğerini tatmaya. Eski Cami'deki ziyaretim uzun sürünce dışarıda beni bekleyen eşim esnafla sohbet edip soruyor, en iyi ciğer nerede yenir diye. Caminin çok yakınında bulunan Tahmis Çarşı Sokağı'ndaki Aydın Tava Ciğer'e, öneri üzerine geldik gelmesine de boş masa bulmak mümkün değil. Çevresindeki restoranlarda boş masa olmasına rağmen buranın müşteri yoğunluğu hoşumuza gidiyor tabii. Niyetimiz mekanın dışındaki caddeye bakan masalardan biri olsun istiyoruz. 2, 3 dakika kadar bekliyoruz ve boşalan, süratle temizlenen masaya kuruluyoruz.

Bekleyiş uzun sürmüyor ve 5, 6 dakika sonra ciğerler teşrif ediyor masaya. İki gündür kara kara düşünen ben, ilk kez dışarıda ciğer yiyeceğim haa, vay canınaa. Çok yıllar önce bir restoranda az pişmiş Arnavut Ciğeri servis edilince, yemedim ve bir daha da kendi pişirdiğimden başka dışarıda mı, ı-ıh cık hayııır diyen ben, daha ilk parçada mest oluyorum ve tüm ön yargılarım kaybolup gidiyor. İçi yumuşak dışı çıtır, ağızda dağılan leziz ciğerlerin yağ çekmeden iyi pişmesi, en çok beğendiğim tarafı oluyor. Ciğerin kendine has o kokusunu da hiç hissetmedim. Elbette her yemeğin pişme aşaması önemlidir fakat yemeğin malzeme seçimi ve ürünlerin nerelerden geldiğini de yadsımamak gerektiğini düşünüyorum. Edirne yöresinde yetiştirilmiş en az bir yaşındaki dananın ciğeri ile yine aynı şekilde verimli topraklarının ürünlerinden ayçiçek yağı ve buğday unuyla hazırlanıp alüminyumdan yapılmış özel bir tavada kızartılan Tava Ciğeri, basitmiş gibi görünse de aslında ustalık isteyen yemek türü. Zarı, damarı ve siniri dikkatlice temizlenen ciğer, yaprak şeklinde kesildikten sonra mutlaka bol suyla kandan arındırılması gerekirmiş. Yeniden kanlanmaması için tuzlayıp süzgeçte ve buzdolabında dinlendirdikten sonra unlayıp 2 dakika gibi kısa sürede kızartılıyormuş. Karaağaç'ta yetişen ve doğal yollarla kurutulan, yerel adı Karacı olan kırmızı biberle servis etmeleri ise olmazsa olmazmış. Benden söylemesi, çok çok acı biberleri...Bilmeden büyük bir parça aldım, gözlerimden yaş geldi. :)

Yaprak şeklinde dilimlenerek hazırlandığından bir diğer adı da Yaprak Ciğeri olan Tava Ciğeri'nin nasıl, ne zaman ve kimler tarafından ortaya çıktığı hakkında kısaca söz edecek olursam, bu konuda net bir bilgi yok ne yazık ki. Sanırım en mantıklısı, Edirne'ye göç eden Balkan göçmenlerinin bu lezzeti ülkemize kazandırdığıdır. 2010 yılında Türk Patent Enstitüsü tarafından Edirne Tava Ciğeri, Coğrafi İşaret alarak tescil de edilmiş.

Fotoğrafta gördüğünüz birer porsiyon 2 ciğer ve bir gazlı içeceğin toplam fiyatı olarak 590 lira ödedik. Benim tabağımdaki ciğerlerin çokmuş gibi göründüğüne bakmayın, telefonumu çantadan çıkarıp aman dur yeme, fotoğraf çekeceğim diyene kadar eşim başlamıştı kendi tabağındakini yemeğe. :)

Aydın Tava Ciğeri Edirne 

Başka şehirlerimizi bilemem ama İstanbul'a göre fiyatlar oldukça makul. Mayıs ayının menüsü bu tabii. Son olarak bugün baktım fiyatlarına tava ciğeri 300 lira olmuş. 20 liracık artmasına o kadar da olur artık. Restoranın giriş kapısına bu kocaman menü listesini görülecek şekilde koymaları iyi düşünülmüş. En azından neyi ne kadara yenir masaya oturmadan öğrenmiş oluyor müşteri. 

Ödemeyi yapmak için garsonun masaya bıraktığı fatura ile birlikte içerideki kasada kuyruğa giriliyor. Eşim kuyruktayken ben de biraz inceledim mekanın içerisini. Üst katlara çıkmadım fakat 3 katlı mekanın giriş katındaki mutfağın gayet temiz olduğunu gördüm. Mutfak kısmının hemen kasanın yan tarafında açık bir şekilde konumlanması isabetli olmuş. Üstelik aşçıların sessiz ve harıl harıl nasıl çalıştığını net bir şekilde görebiliyorsunuz. Açık mutfaktan kokuların etrafa yayılması ise hiç yok. 

Mekan küçük olmasına rağmen neredeyse her iki masayla bir garsonun ilgilenmesini takdir ettim. Temizlenmiş masaya kurulduğunuz an servis açılıp garson siparişinizi alıyor ve siz istemeseniz de bir başka garson hemen mezeleri, ekmeği masaya yerleştiriyor. Servisi bitiren garsonunuz masanızdan birkaç metre ötede elleri arkada, çaktırmadan gözleriyle tarayarak güleryüzüyle beklemeye başlıyor. Diyelim ki masada mezenin biri yendi bitti, hoop yenisi göz açıp kapayıncaya kadar yerine geliyor. Nereden geldi, nasıl geldi, hangi ara biteni gördüler, hiç anlamıyorsunuz. 

Bir daha bu restorana gelir miyim, evet gelirim. Ciğer yer miyim, Edirne Tava Ciğeri olursa evet, yerim. 😊

29 Mayıs 2024 Çarşamba

Akbaba-Dereseki Köyleri Trekking-Beykoz Ormanı

 Akbaba Köyü - Dereseki Köyü Beykoz - İstanbul 

İstanbul'un tarihi yalılarla ünlü, %60'ı ormanlık alana sahip Beykoz ilçesini bilmeyen yoktur sanırım. Pekii ormanla çevrili vadilerinde kurulmuş köylerini bilir misiniz? Defalarca orman içi farklı parkurlarında, bir köyden diğer köye yürümüş olmama rağmen her seferinde kendine hayran bırakan florayla kaplı Beykoz Ormanı'nda, bu defa 19 Mayıs pazar günü ilk kez uğradığım iki köy arasındaki doğa gezimi naçizane anlatmak istiyorum. 

Akbaba Köyü-Beykoz

Ekibimizle buluşacağımız köye gelir gelmez sokaklarında kısa bir tur atayım dedim, şaştım kaldım açıkçası. Adı köy ama hiç de köy gibi görünmedi bana. Akbaba Köy Kahvehanesi'nin arka sokağındaki çocuk parkına bakan ahşaptan iki katlı evleri geçip biraz daha yukarılara gittiğimde ise bakımlı bahçe içindeki az katlı betonarme evler çıktı karşıma. 

Elbette sabah saatleri ve hafta sonu tatilinin büyük etkisi vardır, sessiz, sakin, temiz sokaklarına sahip köyün, öncelikle geçmişinden biraz bahsetmek gerekir. Fetih zamanı hem asker hem de Fatih Sultan Mehmed'in danışmanlığını yapmış olan Gazi Ak Baba Sultan, fetih sonrası öğrencileriyle bu köye yerleşiyor ve ölünce de buraya gömülüyor. Böylece köyün adı oluyor, Akbaba. Zamanla köy gelişmeye başlıyor ve Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nde bahsettiğine göre de 17. yüzyılda bir çarşı, 20 dükkân ve hamam da bulunuyormuş. 

Akbaba Köy Kahvehanesi

Köyde turumu tamamlar tamamlamaz ekibimizle buluşacağımız kahvehaneye attım kendimi. Siz deyin 150, ben diyeyim 200 yıllık ağaçlar...Kahvehanenin bahçesinde çınar, kestane ve ıhlamur ağaçlarından gökyüzü zor görünüyor yahu. :)

Akbaba Köy Kahvehanesi-Beykoz 

Ulu ağaçların gölgelediği ahşaptan yapılmış piknik masalarının olduğu geniş bahçeye sahip kahvehanede kapıdan içeri girdiğimde ilk gözüme çarpan, bir soba ve çay ocağından ziyade raflara yerleştirilmiş klasiklerle dolu kitaplık olmuştu. 1955'de muhtarlık heyetinin öncülüğünde yaptırılmış olan yapı, 2021 yılında belediye tarafından aslına uygun olarak restore edilmiş. 

Beykoz Merkez'den ( 5 km. ) ve diğer köylerden gelen araçların seyir ettiği ana caddeden geçecek olursanız Akbaba otobüs durağının hemen yanında konumlanmış kahvehaneye uğramadan geçip gitmeyin derim. Çayın 7,5 lira ve kahvenin 20 lira olduğu, ki İstanbul geneline göre oldukça ucuz, kahvehanede huzurlu saatler geçirebilir, piknik yapabilir, köyde gezintiye çıkabilirsiniz. Eklemeden geçmeyeyim, çayı içtikçe içesiniz gelir. Nedir bunun kerameti diye sorarsanız köyün ormanlarından gelen kaynak sularındaki lezzetinden...😊

Akbaba Köyü-Beykoz 

Yerleşim dediğin böyle olur bence. Ne öyle betona boğulmuş kocaman apartmanların yayıldığı şehir...Kim istemez gürültülü trafik yerine anıtsal ağaçlardan gelen kuş seslerini...Hele bir de çoğu ağacın Fatih Sultan Mehmed zamanında dikildiğini düşünürsek...😊

Köyden çıkıyoruz ve ormana geçiş yapıyoruz buradan sonra. 

Beykoz Ormanı

Tee Osmanlı Devleti'nin zamanından son dönemine değin, padişah ve saray erkanı,  uygunluğundan dolayı Tokatköy, Akbaba Köyü ve Dereseki Köyü civarında av partisi düzenliyorlarmış. Tarihi kayıtlara göre de yönetici sınıfından olmayanlara avlanmak yasakmış.

Köyü terk eder etmez adımımızı attığımız toprak yol boyunca, arada yalancı düzlük olsa da yaklaşık 2,5 km.lik orta sert eğimle 400 metre irtifaya kadar çıktık. 

Beykoz Ormanı

Akbaba Köyü ve civarı; kaynak suları, kestane, ceviz, domates, Ayşekadın fasulyesi ve beyaz kirazıyla ünlüymüş. Köyde, başta gül olmak üzere çiçek yetiştiriciliği de yapılıyormuş. Öyle ki yılda 10 ton kadar reçellik gül yetişirmiş. 

Beykoz Ormanı 

Doğanın en güzel süsü, çiçeklerdir. Süslü çiçeği ziyaret eden arı varsa, bal da var demektir. Akbaba ve Dereseki köylerinin vadiye bakan yüksek kısımlarında, akılsız başımın fotoğraf çekmeyi unuttuğu kovanlardan anlaşıldığı üzere Beykoz Ormanları'nda bol bulunan ağacının çiçeklerinden elde edilen kestane balı, hem İstanbul'da ünlüymüş hem de laboratuvarda tahlil edilmeden asla dolum yapılmazmış.  

İkinci kez, çiçekten nektar toplayan arı fotoğrafı çektim. Paylaşmasam olmazdı. :)

Beykoz Ormanı 

Köyde arıcılık, çiçekçilik, kaynak suları, meyvecilik, sebzecilik dedik, başka ne kaldı ki. Hah şimdi hatırladım. Küçük baş hayvancılığı ve sütçülüğün yanı sıra ülkenin dört bir yanına gönderilen baston, kürek ve kazma sapı da yapılıyormuş. Say say bitmiyor, açıkçası daha önce ben böyle üretken köy gördüğümü anımsamıyorum. 

Beykoz Ormanı 

Ben şehirde doğdum, büyüdüm, yaş aldım. Küçücüktüm, o zamanlardaki İzmir'in yapılarıyla dolmadan önceki kırlarında,  yeşile sevdalandım. O sevda hiç azalmadı. Gel de buraya sevdalanma şimdi.  

Beykoz Ormanı 

Ara ara pembe-mor renkli çiçeklerle bürünmüş bitki kümelerinden de geçtik. Padişah ve erkanı buralara gelmiş ya, bu patikadan geçerken sanki saray bahçesine gizliden sızmışım gibi hissettim. 😊

Beykoz Ormanı 

Ne işin var benim evimde, hadi bakalım sen yoluna, ben yoluma der gibi bana bakıyor. :)
Doğanın gerçek sahibi onlar, biz insanlar değiliz ki. Kaplumbağa da epey yaşlı görünüyor. Acaba 150 yaşında var mıdır...:)

Beykoz Ormanı 

Sezonun ilk erikleri dalından koparılıp iki avuç dolusu yenmiştir efendim. 😊 Kendi kendine yetişmiş, kütür kütür ve lezzetliydi. E tabii lezzetli olacak. Dalından bunlar, dalından. 😊

Beykoz'un ormanları sürprizlerle doludur. Şayet ormanda gezecek olursanız hangi bitkinin ne zaman karşınıza çıkacağını bilemiyorsunuz. 

Beykoz Ormanı 

Orman Çileği...Halk arasında yaban çileği ve dağ çileği de denilen orman çileği,  başta folik asit ve C vitamini olmak üzere tam bir şifa deposuymuş. Doğada ilkbahar geldiğinde kendiliğinden yetişirmiş.  Beykoz Ormanı'nda önceki yürüyüşlerimde bu çileklerin epey tadına bakmıştım. Hem bildiğimiz çilekler kadar tatlı değil hem de boyut olarak küçüktür. Fakat kokusu enfestir. Bitkisi sık yapraklı ve toprağa yakın sürüngen şeklinde yetiştiğinden dolayı, saklanmayı seven meyveleri pek görünmez. Bu yüzden toplanması bir hayli zahmetlidir. Pazar alışverişi yapanlar bilir, gerçek dağ çileği diğer çileklere göre fiyatı biraz yüksektir. 

Beykoz Ormanı 

Burası, parkurumuzun en yüksek noktası...Kimimiz çimenlerde kimimiz de ağaçlık alanda, yemek ve dinlenme molası verdik burada.

Beykoz Ormanı 

Molanın ardından toprak yoldan inişe geçtik. 

Beykoz Ormanı 

Tavşan Memesi...Patika boyunca karşımıza sık çıkan bu bitkiye; Yalova mercanı, fare dikeni, at dili, tavşan kirazı, zirmek ve sert, sivri yapraklarından dolayı kasap süpürgesi de deniliyormuş. Bitki, özelliklerinden dolayı Antik Çağ'dan beridir tıp alanında yer alırmış. Her daim yeşil kalan bitkinin en yaygın ismi olan kokina, bereket ve şans getirdiği inancıyla yılbaşı süslemelerinde kullanılıyormuş. Hakkında biraz araştırayım dedim, çekirdeğinden de kahve yapılıyormuş. Etinden ayırıp çekirdeklerini 15-20 dakika haşlayıp süzdükten sonra kavruluyor ve havanda toz haline gelene kadar dövülüyor. Alın size kahve, pişirip bir güzel içiyorsunuz. Eyy doğa ana, sen nelere kadirsin, cömertliğine de maşallah! 

Dereseki Köyü-Beykoz 

Akbaba Köyü'nden çıktık, küçük tepeleri geçip U çizdik, geldik bir başka vadiye kurulmuş Dereseki Köyü'ne. Vadiye bakan evin bahçesindeki şahane güller, bu köyün de Akbaba Köyü gibi olduğunun sinyalleri ufukta görünüyor hissi veriyor. 

Başta sebzecilik olmak üzere bahçecilik ve hayvancılıkla geçimini sağlayan köyün sınırları içerisindeki ormanlık alanında, yedi özel koru da bulunuyormuş. 

Dereseki Köyü-Beykoz 

Köy, kesin bilgi olmamakla birlikte Rumlar tarafından 14. yüzyılda kurulduğu sanılıyormuş. Bir rivayete göre ise Kırklar Sultanı tarafından kurulmuş ve türbesi dereden yüksekte olduğundan köye Dereseki deniliyormuş. 

Akbaba Köyü gibi bu köyün de suları ( Karakulak, Deli Osman, Sırmakeş, Beyaz Pınar, Kırklar ) ve ceviz ağaçlarıyla ünlüymüş. Suları demişken, Sırmakeş suyunun hikayesini bilir misiniz...Tee 1890'lı yıllarda dönemin ünlü şairi Ahmet Mithat Efendi, köyün ormanlarından çıkan suyu satın alıyor ve çatanalarla İstanbul'un halkına sunuyor. Ve böylelikle ilk şişelenmiş su satışı başlamış oluyor. Suyun lezzeti öyle çok ünlenmiş ki Osmanlı döneminde başka ülkelere gönderilen armağanların yanına, Sırmakeş damacana suyunu da eklemişler. Günümüzde de hâlâ Dereseki Köyü'nde dolum tesisleri işlevini sürdürüyormuş. 

Akbaba Köyü-Dereseki Köyü Trekking Rotası

Efendim; son olarak birkaç kelam etmek isterim. Bu parkuru herkese tavsiye ederim fakat doğa yürüyüşüne ilk kez katılacakların bacak ve nefes performansı iyi değilse eğimi fazla olan kısımlarında zorlanma riskini göz ardı etmemelerini öneriyorum. Yok, ben tek başıma da yürümek istiyorum derseniz, kesin olan şu ki parkuru bilmeniz gerekir. Zira birbirine benzeyen patikalardan sapabilir, kaybolabilirsiniz.

Zorluk derecesi kolay-orta olarak sınıflandıracağım 10 km.lik parkuru yaklaşık 4 saatte bitirdik. İsanbul'un uzak diyarlarından gelip tek bir noktada buluşan, NatureTrek Doğa Sporları'nın değerli üyelerinden 29 kişilik grubumuza ve geziyi düzenleyen rehberimiz Sinan Bey'e sonsuz teşekkür ediyorum. 

Doğa ve sevgiyle kalın. 

( Rota bilgisi içeren fotoğraf Sinan Bey'in izniyle paylaşılmıştır. Teşekkürler...)