9 Kas 2024

Ata'ya Minnet

 “Ben nerede bir çift göz gördümse tuttum onu güzelce sana tamamladım. Sen binlerce yaşayasın diye yaptım bunu. Bir bunun için yaptım.” der Cemal Süreya bir şiirinin dizelerinde. Aklıma hemen sen gelirsin Ata'm. Çünkü ben de nerede bir çift göz gördümse senin ,denizin yahut gökyüzünün bile kıskanabileceği, masmavi gözlerine tamamlarım. Mesela okula giden bir kız çocuğunun gözlerinde görürüm. Okula giden küçücük bir kız çocuğunun gözlerindeki umut ışığında, eğitim arzusunda görürüm seni. Bir Anadolu gencinin yahut yaşlısının gözlerindeki vatan sevgisinde görürüm. Bu vatanda bulunan her Türk evladının kendi milletinin marşını okurken ki duruşunda, bayrağına bakışında, sesindeki kararlılığında görürüm Ata’m. Bir Anıtkabir gezisinde ziyaretine gelen evlatlarının yangın yüreklerinde, minnet dolu buğulu bakışlarında görürüm. Gördüğüm o binlerce gururlu, kararlı, yiğit, cesur gözü tutup güzelce sana tamamlarım. Sen binlerce kez yaşayasın diye yaparım bunu, bir senin için yaparım. Kalbimde hissederim seni Ata’m! Ayağımı bastığım toprakta, aldığım nefeste, adını andığımda titreyen sesimde hissederim seni.

 Zaman ve hislerim bir 10 Kasım sabahı durur seninle. Saatin tam da 9’u 5 geçtiği vakit hem de...

29 Ekim 1933 günü senden duymadığımız fakat kağıda yazdığın yazıyı hatırlıyor musun Ata’m? Hani Cumhuriyet’in onuncu yıldönümü kutlanırken Ankara’da milletine seslendiğin vakit elindeydi. 7 sayfaydı hani... “Türk Milleti, ebediyete akıp giden her on senede bu büyük millet, bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. Ne mutlu Türk'üm diyene!” diyerek sonlandırmıştın sözlerini. Peki ya söyleyemediğin şeyler de var mıydı Ata’m? Günün coşkusu bölünmesin diye, veda eder gibi konuşmamak için üstünü çizdiğin birkaç satır yazın var mıydı? Sen de biliyorsun ki şu sözler yazıyordu o kağıtta Ata’m: “Bu söylediklerim hakikat olduğu gün senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: Beni Hatırlayınız.”

Seni unutmak ne mümkün Ata’m!

Biz 1938’den bu yana hiçbir zaman: Mevcudiyetimizin ve istikbalimizin yegâne temelini unutmadık. En kıymetli hazinemizi unutmadık. İstikbalde dahi bizi bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhili ve hârici bedhahları unutmadık. Emanetini unutmadık. Biz seni hiç unutmadık Ata’m! Seni bir gün değil bir saniye bile unutmadık. Türkiye Cumhuriyeti topraklarında bulunan, yaşayan ve Ata’nın evladı olan her Türk, bugün şehidinin kanıyla sulanmış bu kutsal vatan topraklarında kendi milletinden insanlarla kendi dilini özgürce konuşabiliyor ve yaşayabiliyorsa bunu tek bir kişiye borçludur o da evladı olduğum, olduğumuz; Başkomutan, Ulu Önder, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’tür. Sonsuz sevgi, saygı, özlem ve minnetle... İzindeyiz Ata'm. Ta ki son Kasım'a dek...

Okuyucuma dipnot:

Geçen sene bu zamanlar okulumda 10 Kasım için bir anma töreni düzenlenecekti. Edebiyat öğretmenim bir toplantı yapıldığını ve düzenlenecek anma töreninde konuşmayı okulun kuruluşundan beri ilk defa bir öğrencinin yapılmasını istendiğini bu kişi için de benim adımın verildiğini söylemişti. Senenin başında herhangi bir edebî faaliyette bulunmayacağıma dair kendime söz vermiştim çünkü katılacağım edebî faaliyet dışında ailem,arkadaşlarım,derslerim her şeyden kendimi soyutlayıp işime odaklanıyordum. Fakat bu sefer başkaydı. Konu Mustafa Kemal Atatürk'tü. Onur duyardım. Hiç düşünmedim ve kabul ettim. Yazmak istiyordum. Teneffüslerde bilgiler topluyor, karalamalar yapıyordum yaklaşık bir buçuk hafta öyle geçti fakat hâlâ Mustafa Kemal Atatürk'e layık bir yazı yazdığımı düşünmüyordum (ona layık bir yazı yazdığımı ve yazılabileceğini hâlâ da düşünmüyorum fakat yazmak istediğim olabilecek en iyisini yazmaktı) son birkaç gün kala yazımı toparladım ve teslim ettim. Edebiyat öğretmenim bana "Yağmur, Mustafa Kemal Atatürk'e "Ulu Önder" ifadesinin kullanılmaması gerekiyormuş geçen senelerde müdür bey bu yazıyı kullanan edebiyat öğretmeninin yazısından bu ifadeyi silmiş böyle bir şey yaşamayalım. Yazma." dedi. Benden böyle bir şey istemesine mi yoksa müdürün yaptığına mı şaşırayım bilemedim. "Tabii ki bu ifadeye mutlaka yer vereceğim hocam. İsterse bir de benim yazımdan silsin." dedim. Aradan bir gün geçti yazımı okumuş müdür bey. Hocamın yanına gittiğimde gözleri buğuyluydu. Anladım. Fakat bir yanım hâlâ ihtimal vermek istemiyordu. Bir baktım o ifadeyi kağıtta öyle bir çizmiş ki mavi bir tükenmezle... Kağıdın arkasına çıkmış izi... Görür görmez öğretmenler odasının ortasında "Bu ne hadsizlik?!" diye bağırmaya ve hüngür hüngür ağlamaya başladım. Öğretmenlerim sakinleştirmeye çalıştıkça "Bu adam nesil yetiştiriyor!" diye ağlamaya başladım. Bu zihniyetle dört sene mücadele vermiştim. Necip Fazıl'a yer vardı fakat Nâzım Hikmet'in bahsi geçemezdi. Fon müziğinde Zülfü Livaneli'ye bile yer verilmezdi. Bu adam üstelik edebiyat öğretmeniydi. 

Aradan bir saat geçti beni yanına çağırdı. "Anlat bakalım neymiş sorun?" dedi. Sakin bir şekilde kendimi açıkladım ve öfkemi bastırmaya çalıştım. Önder olanın Hz. Muhammed ve Ulu olanın Allah olduğundan bahsettiğinde okuduğu yazının bir dinî metin mi yoksa edebî metin mi olduğunu sordum ve ekledim. "Önünüzde duran kağıtta yazılanlar dinî içerikli bir metin değildir. Orada yalnızca Mustafa Kemal'den bahsedilmektedir. Beşer olan herhangi biri nasıl ki bir yaratıcıyla kıyaslanamaz ise siz de kıyas yapamazsınız." dedim. Lafı uzatmadım. "2023'ün Ocak ayında İstanbul'a gittiğimde Necip Fazıl'ın mezarına gittim; başında dualar okudum,şiirler okudum." dedim. Gözlerinin içi parlıyordu bu cümleleri kurduğumda... Ve sözlerime devam ettim. "Fakat ben Nâzım Hikmet'in mezarına gidemiyorum çünkü Moskova'da Novodeviçi Mezarlığında..." dedim. Gözünün feri söndü bu cümleleri kurduğumda. Anlayacağımı anlamıştım. Yazdığım kağıdı göstererek "Ya 10 Kasım günü bu yazdığım kompozisyonu "Ulu Önder" ifadesiyle okurum ya da siz kendinize başka bir öğrenci seçersiniz." dedim. Müthiş bir hoşnutsuzlukla "Nasıl istersen..." diyebildi. 

Ben 10 Kasım 2023 tarihinde bu yazıyı konferans salonunda yüksek sesle, "Ulu Önder" ifadesiyle okudum. 

Bu olay kimine çok gereksiz kimine yaptığımın saygısızca ve n'olursa olsun onun bir öğretmen olduğu düşüncesine kadar gidebilir. Yaptığımdan pişman değilim. Hatta az bile tepki verdiğimi düşünüyorum. Adının anılmasından rahatsız olan,korkan kim varsa her zaman daha gür söyleyeceğim! 

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'e saygı, sevgi ve hasretle...


31 Tem 2024

Genco Erkal


Ne mutlu bana onu senelerdir tanıyorum. 
Hiç tanışmadık. 
O beni hiç tanımıyor mesela...
Ama ben onu yaşarken anladım. 
Tanıdım.
Ne mutlu bana! 

Türkiye Cumhuriyeti,
Türk Dili ve Edebiyatı, bugün önemli bir değerini kaybetti. 
Bir devrimciyi, davacıyı...

Bense edebiyattaki idolümü kaybettim.
Pusulamı, güneşimi, çınarımı kaybettim. 
Şiire ses verenimi kaybettim. 
Nâzım'ın sesini kaybettim. 
Hâlâ inanmak güç geliyor. 

Onunla tanışmak en büyük hayallerimden biriydi. 
Davalarında yalnız olmadığını bilmesini ne çok isterdim!
Bir kez olsun Mustafa Kemalden bahsetmeyi.
Bir kez olsun uzun uzun Nâzımdan konuşmayı ne çok isterdim...

Kavgası en büyük davasıydı.
Bu dünya sana veda edemez. 
Bu edebiyat sana veda edemez. 
Ben sana veda edemem öğretmenim...
Veda ihanet olur. 
Ben seni yaşatmaya bakacağım. 
Senin Nazım'ı yaşattığın gibi.
Bu sefer de benim ''Yaşadım'' diyebilmem için...

Biz yaşamanın şakaya gelmeyeceğini önce Nâzım sonra senden öğrendik.
Dimdik yaşadın. 
Dosdoğru. 
Eğilip bükülmeden. 
El, etek öpmeden yaşadın. 
Dürütçe, mertçe.
Bir amaç uğruna!
Kavgan, davandı. 
Doğrun, davandı.

Nâzım'ı bize miras bıraktı.
Büyük usta'm, öğretmenim, çınar ağacım meşaleyi devretti. 
Ne Nâzım'ın ne de senin gözünüz arkada kalmasın. 
Işıklar yoldaşın olsun Genco Erkal. 

Nolursun Nâzım'a selam söyle vatanından. 
Çok sevinir o.
Gözyaşlarımdan bahsetme. 
Dayanamaz o...

Kavuştun üstat. 
Hasret bitti. 
Devridaim vakti!

Perde!
Alkışlar Genco Erkal'a...





9 Tem 2024

Müjgân'a Hasret

Denizin kokusunu yeni içime çekmeye başlamıştım. Bir anlığına tüm bu yaşam savaşından uzakta kendimle uzlaşmak istedim Müjgân.

İçimdeki her bir kırık, sargısız, henüz tıbbi veyahut kalbî herhangi bir müdahale de bulunulmayan yaralarımla ilgileniyordum. Zihnimden geçenler eskimiş bir tarihî köşkün etrafını saran sarmaşıklar misali beynimi ele geçiriyor, ruhumu boğuyor beni bir girdabın içine itiyordu. Bu girift savaş, hayatın tüm renklerini solduruyor ve içimi büyük bir kederle dolduruyordu. Sana ihtiyacım vardı Müjgân. Sesini duymaya, gözlerine bakmaya, varlığını hissetmeye ihtiyacım vardı.

Sokaktaydım. Sokak lambaları yeni yeni yanmaya başlamıştı. Akşam saatlerinde açılan iki sokak ötedeki parlak yanan kırmızı sokak lambalarının arasındaki popüler, küçük, nezih mekan müşteriler için hazırlık yapmaya başlamış, masalara tek tek yerleşen kadehleri ters çeviren garsonlar mezeleri hazırlamaya başlamıştı. Severdim o mekanı. Bizim Buca'dan arkadaşlarla giderdik. Mekanın sol arka köşesindeki masa bize aitti. Evet, mekan popülerdi fakat bizde müdavimiydik.

Eski günleri hatırlamak iyi geldi. Bugün yalnızca mekanın önünden geçtim. Fakat geçerken içeride beni tanıyan elemanlardan biri olan Ömer geldi yanıma "Abi buyur misafir edelim." dedi. Kibar, yağız çocuktu Ömer. "Teşekkür ederim Ömer. Bugün almayayım." diyerek kibarca reddettim teklifini. Yürümeye devam ettim. Yürüdüğüm sokaklarda kaldırım taşlarının bazılarına şairlerden, yazarlardan sözler yazmışlar. Durup hepsini tek tek inceledim. En çok beğendiğim ise Oğuz Atay'ın yazısı oldu. "Yaşamamaktan yoruldum." diyordu. İçimi yine bir sensizlik kapladı Müjgân. Aklıma geliverdin. Anladım ki kafamda bir köşe var Müjgân. Sana özel bir "Müjgân Köşesi". O köşede sana dair her şeyi çerçeveletip duvara asmışlığım, kalbime çivisini çakmışlığım, seni nakış gibi işlemişliğim var benim. Sensiz yaşamaktan yorulduğumu fark ettim bir kere daha ve biçare yürümeye devam ettim. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Bir yere gitmeyi de istemiyordum. Ayaklarımda derman yoktu. Fakat durunca çok düşünüyordum Müjgân. Çarenin bu olduğunu sandım. Yürürken bir posta kutusu gördüm. Bana yazdığın o ilk mektup geldi aklıma. Posta kutusunun dibine bir gül demeti bırakmışlar. Bak bunun da sana aldığım ilk gül olduğunu düşündüm.

Müjgân ben hep seni düşündüm.

Güllerden bir tanesini aldım ve paltomun ön cebine koydum. Sonra yürümeye devam ettim. Uzun zamandır yapmak istediğim şeyi yapıp yürüdüğüm yolda karşıma çıkan ilk sahafa girdim. Kabul etmeliyim ki burası aklımdan bile karışıktı. Tuhaf bir şekilde zevk aldım. Aklımın karışık olmasından hoşnut olmam fakat burası... Farklı bir atmosferi vardı Müjgân. Kitapları aldım, içini açtım, eskimiş sayfaların kokusu doldu içime. Çok güzeldi. Sahafın arka köşelerine özel bir vitrin koymuşlar. Merak ettim ve incelemeye koyuldum. Tesadüf odur ki "Müjgân" adında bir kitap gördüm. Açmadan duramadım. İçini biraz karıştırdım. Eskimiş kelimeler kitabın bütününü koruyordu. Bir sürü kelime gördüm.

Hatta bugün bir kelime öğrendim Müjgân.

"Mahperi" diye bir kelime varmış.

Müjgân bir bilsen ,kelime, seni nasıl da ifade ediyor...

Diyor ki "Ay gibi, peri kadar güzel."

Ay gibisin Müjgân.

Fakat peri kadar güzel değilsin.

"Kadar" da ne demek Müjgân?

Sen perisin.

Ben perişan...



"O mahur beste çalar, 
Müjgânla ben ağlaşırız..."


( okuyucuma dipnot: 

2023 yılında bu yazımla bir edebiyat yarışmasına katılmıştım. Başarılı olamamıştım. Burada yani kendi blogumda paylaşmam demek bir daha herhangi bir yarışmaya bu yazıyla katılamamam demek ama olsun... Yazım şansını kaybetti demek değil bu. Kendi şansını kendi belirleyecek demek. Memnuniyetinize sunarım.) 

5 Tem 2024

Herkese Merhaba

Yıllar önce bu başlıkla başlamıştım Blogger'a. 
Uzun bir aradan sonra da devam etmenin zamanı gelmişti bile...
Hazır olup olmadığımdan emin olmadığım bir hâlde üstelik.
Körelmiş duyguların korkusuyla, pusuya çekilmenin verdiği rahatlık; farklı bir gelgit yaşatırken hem de...
Edebiyatın verdiği huzuru özlemişken...
Bu kadar yakın 
Bir o kadar da uzakken yani.
''Nasıl başladı her şey?'' diye düşünürken...
''Nasıl bitti sonu ama!''yı hissederken..
Hah işte tam da kavuşmanın sırası gelmişken...
Hoş buldum yeniden!

Ben Yağmur.



25 Nis 2022

Kendi Dünyamdan Günlükler 9

 

 Herkese merhaba! Nasılsınız pek değerli okuyucularım? Nasıl geçiyor günleriniz? Umarım her biriniz çok iyisinizdir.
Bu seriye devam etmeyeli o kadar uzun zaman oluyor ki... Gerçekten özlemişim doğrusu. 
Fakat yalnızca bu seriyi değil bu ortamda bulunmayı da özlemişim. Uzun zamandır yazma konusunda herhangi bir etkinlikte veya üretkenlikte bulunmadığım için kendimi de biraz suçlu hissediyorum açıkçası fakat bu yine de yeniden yazma isteğim duygusunu engelleyemiyor. Çünkü o duygu içimde hâlâ bir yerlerde var. Ama inanır mısınız bunu kaybetmekten o kadar korkuyorum ki... Aslında taslakta bir sürü yazı var ama galiba gerçekten taslakta kalmalılar. 

Cemal Süreya;
''Dökmeye niyetim yok içimi, zor sığdırdım zaten.''

Son aylarda fazla yoğundum. Hem dersler açısından hem de kendi içselleştirdiğim ve sorun ettiğim bazı durumlardan dolayı burada bulunamadım. Birde tabii aklımın hep bir köşesinde bulunan bölüm seçimi konusunu da atlamamak gerekiyor. Karar vereceğim zaman gün geçtikçe yaklaşıyor.
Bu günlüklere başladığımda ilk zamanlarda yazdığım bir yazı vardı bu konuyu da sizlerle paylaşmış ve kafamın karışık olduğunu söylemiştim. 
Aradan uzun bir zaman geçti ve ben galiba bazı durumları netleştirdim. Öncelikle bilmelisiniz ki sözeli gerçekten çok iyi olan ve matematiğe biraz daha önem vermesi gereken bir eşit ağırlıkçıyım. :))
Sayısal okuyamayacağımı düşünüyorum. İlgi alanlarım, doğru ve yanlışlarım bu yönde olduğunu gösteriyor. 
Mesela fizik benim için tam bir işkence! Anlayamıyorum. Aslına bakarsanız anlamak için çaba sarf etmeyi bırakalı da uzun zaman oluyor fakat yine de kurtarabildiğim kadarıyla idare ediyorum. Kimya ve biyoloji bir eşit ağırlıkçı için gayet iyi aslında. Yalnızca hesaplama belirten konu ve sorularda kafam karışıyor. Durum böyle olunca bana da açık ara farkla eşit ağırlıkçı olma düşüncesi daha mantıklı ve baskın geliyor. 
Ve geriye kalıyor meslekler!!!
Galiba Hukuk okuyacağım veyahut belki de Uluslararası İşletmecilik olur henüz bilmiyorum. Uluslararası İşletmecilik benim için iyi olabilir çünkü yabancı dilime güveniyorum üstüne koyarsam gerçekten kendimi iyi noktalara çekebilirim fakat bu mesleği gerçekten istediğimi düşünmüyorum. 
Hukuk... 
Hukuk benim için akıllıca bir seçim olabilir. Karakteristik özelliklerim, düşünce yapım bunu fazlasıyla doğruluyor. Ve istiyor da olabilirim. :))  Fakat yine de tam olarak ''Evet, kesinlikle bu!'' diyemiyorum. Ve şu an için başka meslek de düşünmüyorum. 
Durum bu şekilde. (Tavsiyeleriniz olursa gerçekten çok sevinirim.)
Ödevleri, yazılıları ve denemeleri atlattık sırada projem var. Yetiştirmeme ise 3 gün var ve ben ise burada blog yazıyorum! Ama yetiştireceğimden emin olabilirsiniz son dakikaları halletmek benden sorulur. (bununla övünmüyorum, tamam belki de övünüyorum ama bu böyle :)) ) 
Bazen fazla gamsızım. Bu huyumu hiç sevmiyorum doğrusu. 
Ve birde 9 Mayıs'a yetiştirmem gereken bir Almanca hikaye yazacağım. Okulum tarafından yapılacak. Almanca öğretmenim benim yapmamı istedi. Bende seve seve kabul ettim tabii. Kırmızı Kar Yağınca bence gerçekten güzel bir öykü olduğu için onu vermek istedim hatta verdim ve kendisi okudu fakat İsveç, İrlanda, ajan kelimeleri siyasi olabilirmiş bu yüzden başka bir ''umut verici'' yazı yazmamı istedi. ''Son  zamanlarda bu biraz zor fakat denerim.'' dedim. Aklıma bir şey gelmiyor. Umarım bir an önce bu meseleleri hallederim. Büyük dertler değil ama önemli şeyler sonuçta en azından benim için tabii. 
Son birkaç aydır kitap okuyamıyordum. Bazen oluyor böyle sıkılmışlıklar, bıkkınlıklar... Ama sonra kendime bunun bu şekilde devam edemeyeceğini belirttim. ''Sessiz Kalma!'' adında konusu ırkçılık olan bir kitaba başladım. Çok uzun bir zamandır okumak istiyordum zaten ve sonunda yaklaşık bir buçuk haftada 391 sayfayı bitirdim. Çok akıcı ve ırkçılık konusunu yaptığı benzetme, betimlemeler, sözler ve konu ile oldukça güzel ele almış bir kitaptı. Okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum. 

Hatta kitabın filmi de internet üzerinde bulunmakta dilerseniz izleyebilirsiniz ama kitap ile film arasında çok fazla kopukluk, üstü kapalı belirtilen ve öylesine geçiştirilmiş konular oldukça fazlaydı bu yüzden filmi beğenmedim. Tavsiye etmem. Ama kitap okunmaya değerdi. 
Kitap, film, dersler... olaylar bende böyle ilerliyor. Umarım sizlerde iyisinizdir. Bir an önce kaçırdığım yazılarınızı okumak istiyorum. Ziyaret etmem gereken çok blog var. :)
Bir yerden başlamak gerekiyor diyorum ve bu yazıyı yazarken bana eşlik eden parçayı sizlere sunuyorum. Umarım beğenirsiniz.
Yakın zamanda görüşmek üzere!
Sağlıcakla kalın. 🌸


Ve Oğuz Atay'dan...

"Bazılarımız şiirlere, şarkılara, filmlere, kitaplara tutunuyor... Sanırım artık insan, tutunamıyor insana." 












Okuyucuma Not: Bugün proje teslim günü. (29 Nisan 2022) 
Ve projem yetişti! Son dakikaların ustasıyım. Ve kabul, bu durumla övünüyorum. :))) 

13 Şub 2022

Kimsesiz Kasılması Rahatsızlığı

Siz hiç birinin ''Nasılsın?''ına ihtiyaç duydunuz mu?
Sizin de omuzlarınızdan başlayıp göğüs kafesinize kadar devam eden bir kalp, damar, nefes, his, kimsesiz kasılmanız oldu mu?
Bir doktora gözüktünüz mü bu sebepten? Söyledi mi size şifayı neden kaptığınızı?
Siz hiç ''Neden?''lerle yaşadınız mı? 
Ben yaşamadım. 
''Sonuç''lar vardı bir tek hayatımda. Hep de öyle olmadı mı zaten?
Ben ve sonuçlarım. 
Kendimi bildim bileli bir hataymışım numarası yaptım. 

...

Aha bak işte bizim aşağı komşunun oğlu Bora çıktı yine sahalara...
Ne çocuk ama! Doğduğu günü bilirim. O günden beri yerinde durmuyor bu çocuk. 
Yok yahu mecaz yapmıyorum vallahi de durmuyor billahi de durmuyor.  
E şimdi haklı olarak soracaksınız bu çocuk hiç mi uyumuyor diye.
Yok. Uyurgezer bizimki. Bir bebekken yerinde durabildi o kadar. 
Aşağıdan haşır huşur kağıt sesleri gelmeye başladı bak Semra Hanım kavga ediyor yine bizim görevli Hüseyin'le.
''Ablacığım insan öder şu faturayı kaç ay oldu bak ama...'' diye söyleniyor yine bizimki. 
Sabah bir ekmek istedim gitmiş seçmiş en güzelini sağ olsun. Oturdum bir bütün ekmeği iki dilim peynirle yedim. Bu ay bir şeyler yazamadık. Çıkamadı baskıya benim satırlar. 
Tutmuyor artık. Gerçi tutturmak için de yazmıyoruz da orası ayrı mesele işte.
Bak konu kaynadı görüyor musun
Benim kafa her zaman bu kadar karışık. Daldan dala atlıyorum kendi içimde. 
Adam bir dur bir şeyi sabit düşün dimi ama?
E şimdi benim kafamın içinde bir komşunun oğlu Bora'nın hareketliliğinin olmadığı ne malum?
Eyvah! Kapı çaldı. Geldi bizim teslimat. 
...
Hani sordum ya size taa en başlarda ''Bir doktora gözüktünüz mü?'' diye. 
Ben yaklaşık bir beş gün önce gittim. Bir baktılar bu kasılma neyin nesiymiş diye. 
Raporu açınca yazan bir sürü jargon!
Zor çevirdim hepsini vallahi. 
Neticeye gelirsek...
Kimsesiz Kasılması varmış bende. 
Bir tür Bora'nın durgunluğu, Semra Hanım'ın faturayı ödemesi, görevli Hüseyin'in kapıyı mutlu çalması gibi bir şeymiş yani.
Yoruldum.
Ben en iyisi kalkıp yazayım yoksa çok birikecek.

Son. 

13 Ara 2021

Günbegün

Sıradan bir gün gibi geçen günlerin sonunda hep bir arbede yaşanırken bu sefer gün olağandışı bir tavır sergileyerek hiçbir etmen olmaksızın kendini karşısında bulunduğum masmavi denize ve ufukta batan güneşe bırakıyordu. İnanır mısınız bilmem ama hiç ses etmedim. Ben ses etmeyince günün yorgunluğunu üstünde biriktirmiş ufacık sevgi kırıntısına muhtaç bir kedi gibi bankta usulca yanıma kıvrıldı.  Biraz başını okşadım. "Yoruldum." dedim. İşte ilk o zaman konuştu benimle. Bana "Ben de yoruldum. Ben de..." deyip duruyordu. Bir hayli yorulmuştu. Ya da yorulmayı eş bilmişti bu batan güneşe. Yavaşça yerinden doğruldu. Ayağa kalktı. O masmavi denizden süzülüp gitti. Tüm bedenime sirayet eden güneş ışığında kayboldu. Daha sonra günbegün var olmak üzere...


Ata'ya Minnet

 “Ben nerede bir çift göz gördümse tuttum onu güzelce sana tamamladım. Sen binlerce yaşayasın diye yaptım bunu. Bir bunun için yaptım.” der ...