AVRASYA Uluslararası Araştırmalar Dergisi Cilt:5 •Sayı:11•Temmuz 2017•Türkiye
ORHAN PAMUK ROMANLARINDA “ÖTEKİ”
Doç.Dr.Soner AKPINAR
Büşra ŞAHİN
ÖZ
Birey, toplum hayatı içinde bir kimlik oluşturabilmek için öncelikle kendisini
tanımladığı bir “ben” kavramı geliştirir. Sonra kendini “diğerleri”nden ayıran noktalar üzerinde
durur ve kendisini diğerlerinden ayırırken onların kendisinden farklı yönlerinin de açığa
çıkmasına sebep olur. Böylece “ben” kimliği oluşurken iki taraflı bir ayrılık süreci yaşanır. Bu
durum, özne diğerlerini kendinden daha aşağıda konumlandırdığında “ötekileştirme”ye dönüşür.
Benzer durum toplumlar için de geçerlidir. Gerek bireysel gerek toplumsal düzeyde olsun
ötekileştirme olgusuna, edebiyat eserlerinde sıklıkla rastlanır. Orhan Pamuk da romanlarında
yoğun bir şekilde “öteki” kavramı üzerinde durur. Hatta çoğu romanının çatışma ve entrik
unsurunu sağlayan dinamiğin “öteki” olduğunu söylemek gerekir. Yazar özellikle son
romanlarında 1980 sonrasında Batı kültür dairesine Amerikan tipi tüketim alışkanlıklarıyla hızlı
bir geçiş yapan ve ciddi bir dönüşüm yaşayan Türk toplum yapısını irdeler. Temelsiz ve hızlı
işleyen bu değişimin yol açtığı ideolojik ve ekonomik kutuplaşmalara yoğunlaşır. Toplumun laikdindar, zengin-fakir, Türk-Kürt vb. çok çeşitli yapılara bölünmesinin yol açtığı sorunları
romanlarına taşır. Orhan Pamuk’un romanlarında bu sorunsallar kimlik-öteki ilişkisinin çeşitli
boyutlarıyla ele alınır. Bu makalede de Orhan Pamuk’un, romanlarında ötekileştirmenin
boyutları üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Orhan Pamuk, kimlik, öteki, ötekileştirme, roman
ABSTRACT
An individual develops the concept of “me” for compose an identitiy that define
himself. In this process of development, individual urges upon features that separates him/her
from others. Thus, while the concept of “me” is forming, the process of bilateral separation
distinguishes: Individual separates him/her self from others and considers different points of
others. This stuation becomes “alienation” when an individual position the others below. The
same formation is valid for the societies. The concept of othering is seen frequently in belles
lettres either personal or social levels. Orhan Pamuk dwells on the concept of “other” in his
novels intensionally. In fact, it must be said that “other” is the dynamic which provides the factor
of plot and conflict in his many novels. Orhan Pamuk scrutinize the Turk society system that
passed to West culture district with American type consumption habits and lived a sirious
transformation, especially after 1980. He concentrates upon the polarization both ideological
and economical that result of unfounded and fast change. He carries the problems of divided
society to patterns which has inner dynamics like secular-religionist, rich-poor, Turk-Kurd. This
caused the problem of seeing the different one as “other”. It’s seen in Orhan Pamuk’s novels
that this subject is reflected often and the “me-other relation” is came up in various aspects. In
this article othering that in Orhan Pamuk’s novels will be emphasised.
Keywords: Orhan Pamuk, identitiy, the other, alienation, novel
“Öteki” Nedir?
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
[email protected]
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
Doktora Öğrencisi,
[email protected]
Makalenin Dergiye Ulaşma Tarihi:30.03.2017 Yayın Kabul Tarihi: 05.08.2017
331
Doç.Dr.Soner AKPINAR-Büşra ŞAHİN
İnsanlar ve topluluklar kendilerini tanımlayabilmek için kendisinden olmayan
başka insan ve topluluklara gereksinim duyar. Kültür oluşturmanın temelinde de kimlik
oluşturmak yatar. Bir toplumun “biz” kimliğini oluşturabilmesi, “bize benzemeyen”in
belirlenmesi ile mümkün olur. Kendisi ile kendisinden olmayan arasındaki ayırt edici
özellikler ve sınırlar belirlenerek kimliğe ulaşılabilir. Bu durumda kendinden olmayana
“öteki” sıfatı yüklenir ve öteki olumsuz bir uzamda konumlandırılır. İnsan veya topluluk
kendisini tanımlarken “öteki”nin kötü özellikleri üzerinde yoğunlaşarak (hatta yoksa bile
kötü özellikler yükleyerek) onu dışarıda tutma eğilimindedir. “Öteki ötekidir, insan
toplumları çeşitlidir. Bu fark, kaçınılmaz olarak aşağıda olma bağlamında yorumlanır.
‘Ben’, Öteki’ne değer biçerken ‘benim’ kültürümün ölçütlerini kullanır ve bunu genel
anlamıyla kültürle karıştırır. Bu durumda Öteki, kendisinin eksik halinden başka bir şey
olamaz.” (Schnapper, 2005: 26). Böylece ben ve öteki arasındaki mesafe kalıcı olarak
büyüme eğiliminededir. Biz/ben yüceltilirken öteki aşağılanır. Öznenin üstünlüğü ve
çeşitli yaptırımları yavaş yavaş dile, zihne ve gündelik yaşama yerleşerek normalleşir
ve bunun sonucunda kalıcı bir ötekileştirme meydana gelir.
“Ben” kimliğini oluşturmak, dışarıda kalan ötekilerle mümkündür. Hem
birbiriyle çatışan hem de birbirine bağlı olan karşıt toplumlar, bu şekilde ötekileştirmeye
dayalı bir gelişim sürecine dâhil olurlar. Gelişim süreci içindeki ötekiler, bakan öznenin
yarattığı kurmaca bir yapıya sahip olurlar ve kurmacaya dayalı gerçek bir “ben” kimliği
kurulmaya çalışılır. Ben’in gerçekliği de öteki ile kurduğu etkileşime bağlıdır. Ben ve
öteki arasındaki ilişki incelenirken önemli olan aradaki farklılıklar değil, bu farklılıklara
yüklenen anlamlardır.
Öteki, “öznenin sahip olduğu özelliklerden yoksundur ama aynı zamanda da
radikal farkından dolayı öznenin istikrarlı dünyasına bir tehdit de oluşturmaktadır”
(Yeğenoğlu 2003: 15). İnsanların veya toplumların, kendisinden çok farklı insan veya
toplumla karşılaştığında, kendisiyle özdeşleştirdiği değerlere sığınarak farklı olanı
yadsıma eğiliminde olduğunu belirten Claude Lèvi-Strauss, yabancılık hissinin
doğurduğu tiksinti ve ürperti gibi kaba tepkilerden söz eder. Kendi toplumuna ait
değerleri benimsemiş bir gözlemci, farklı ve kendi içinde değerlere sahip bir toplum ile
karşılaşınca bu yeni olanı inkâr eder, sadece kendi toplumunun bir tarihi olduğuna
inanır (Lèvi-Strauss 2010: 72). Ötekine atfedilen tiksinti uyandıran özelliklere Richard
Kearney de değinir. “Öteki”nin daima yabancı/canavar konumda olduğunu ileri sürer.
“’Yabancı figürü –xenos gibi çok eski bir kavramdan çağdaş bir kategori olan yabancı
istilacıya kadar- genellikle kendilerini başkaları üzerinden veya başkalarıyla
karşıtlıklarına göre tanımlamaya çalışan insanlar için bir sınır deneyimi olarak iş görür.
(…) Yabancılar birbirinin gözünde neredeyse daima ötekidir” (Kearney 2012: 15).
Yabancı olan öteki, “ben”in kendi içindeki bir bölünmenin uzantısıdır ve özne
konumundaki kimlik, kendisine yakıştıramadığı tüm olumsuz özellikleri ötekine
yükleyerek onu canavar konumuna koyar.
Amy Gutmann’a göre ben’in öteki’ni olduğu gibi kabul etmesi ve tanıması için
iki türden saygı gerekir: Birincisi cinsiyet, ırk ve etnik kökenden bağımsız olarak her
bireyin bireyliğine saygıdır. İkincisi ise haksızlığa uğramış grupların (kadınlar, Asyalı
Amerikalılar, Afro-Amerikalılar, Kızılderili Amerikalılar gibi) değer verdiği kendilerine
özgü inanışlara, davranışlara, dünya görüşlerine duyulan saygıdır (aktaran Habermas
2015: 113).
Doç.Dr.Soner AKPINAR-Büşra ŞAHİN
332
Kearney çeşitli nedenlerle kendi ülkelerinden göç etmek zorunda kalmış ve
başka bir ülkede yaşamak zorunda kalan yabancılar, yabancı işçiler, azınlıklar,
özürlüler, homoseksüeller vb. dışarıda kalmış gruplara beş etnik oluşum daha ekler.
Bunlar şehir azınlıkları, proto-uluslar, çoğul toplumlarda etnik gruplar, yerli azınlıklar ve
kölelik sonrası azınlıklardır (aktaran Fenton 2001: x-xi). Bu oluşumların hepsinde
ötekileştirmeden ve Gutmann’ın sözünü ettiği saygı eksikliğinden söz etmek
mümkündür.
Ben ve öteki ayrımı genel olarak ırksal nedenlere dayanır. Irksal ayrımın
temelinde ise fiziksel/biyolojik farklılıklar yatar. Irkçılık, biyolojik açıdan eşit olmama
fikrine dayanarak kendini bilimsel temele oturtur. Bu yaklaşıma göre toplumsal farklar
da biyolojik farklar sonucu oluşur. İnsanlığın ırklara bölünmüş olması fikri, 19. ve 20.
yüzyıllarda etkisini fazlasıyla göstermiş ve ırksal hiyerarşinin en tepesine “beyaz
Avrupalıları” koymuştur; ancak tüm insanları fiziksel özelliklerine göre ayıran ve
hiyerarşik bir düzene işaret eden ırklar bilimi artık güvenilirliğini kaybetmiştir. “20.
Yüzyılın ortalarına gelindiğinde ırksal farklılık biliminin, geçmişte aşağı ve gereksiz
görülen ‘ırkların’ yaşama hakkının hiçe sayılmasına hizmet ettiği tüm acımasızlığıyla
gözler önüne serilmiştir” (Fenton 2001: 7). Ayrıca ırkların kendi içinde gösterdiği
çeşitlilik, aralarında gösterdikleri çeşitlilikten fazla olabilmektedir. Schnapper’e göre ırk
fikri toplumsal bir inşa olup “bilimsel bir veri değil sosyolojik bir gerçekliktir” (Schnapper
2005: 17).
Ötekileştirme, ırksal olabileceği gibi etnik temelli de olabilir. Etnik terimi,
farklılığın kültür ve soy bağlamında oluştuğu bir noktaya işaret eder. Kültürel farklılık
temelde ortak bir soy, bölgesel köken ve diğer etnik gruplardan ayırıcı dil özellikleri ile
bağlantılıdır. “Etnik grup kavramı konusunda bütün yorumcular, kavramın, bireyin
kendisini kendisi gibi olan diğerlerinden biri olarak görmesini sağlayan sosyal kolektif
kimlik oluşumuna karşılık geldiğinde hemfikirdir” (Fenton 2001: 9). Sosyal grupların
kendilerini diğer gruplardan ayırarak kimlik kazanmaları etnisite ile ilişkilidir. Etnisite;
soy, kültür ve dil temelleri üzerine inşa edilen insan ilişkilerine dayanmaktadır. Etnik
sosyal grupların ortak özelliği ise, grubun sahip olduğu farklılık bilincidir. Bu farklılık
bilinci sonucu oluşan ayrımlar zamanla ötekileştirmeye kayacaktır.
Ötekileştirmenin ırksal veya etnik kökenli olmadığı, azınlık olma sonucu
oluşmadığı durumlar da bulunmaktadır. Bu duruma örnek olarak dinsel, ekonomik,
cinsel ötekileştirmeden ve sınıflandırmadan söz etmek gerekir. Ekonomik ötekileştirme
çıkar odaklıdır ve politik ötekileştirme ile bağlantılıdır. Sistematik bir politika izlenerek
çağın gereklerine göre pozisyon belirler. Cinsel ötekileştirme, kadınlara ve LGBTİ’lere
karşı duyulan üstünlük duygusu temelinde gerçekleşmektedir. Cinsiyetler-arası ilişkide
eşitlik yok sayılmaktadır. Ataerkil toplum anlayışının bir etkisi olarak erkek olmayan (ve
erkek sayılmayan) herkes aşağıda konumlandırılmak suretiyle ötekileştirilmektedir. Tek
tanrılı inanışlarda ve ataerkil toplumlarda kadın daima erkeğin ötekisidir. Bu eşitsizliğin
yansımaları hem hukukta hem gündelik hayatta hem de resmî boyutta görülmektedir.
Tüm toplumsal, idari, hukuksal kurumlar erkekliği güçlendirerek kadının aşağılanmış
konumunu sağlamlaştırır. Ötekileştirmenin açık şekilde görüldüğü başka bir yaklaşım
ise dinsel alandadır. Proselitizm ile yakından ilişkili olan bu durumun temelinde, ben’in
kendi dinini kutsarken diğer inanışları küçük görmesi yatmaktadır. Küçümseme durumu
ötekileştirmeyle ve dayatmayla sonuçlanır.
Doç.Dr.Soner AKPINAR-Büşra ŞAHİN
333
Batılılaşma ve Ötekileş(tir)me
Ötekileştirme ile yakından alakalı olan ezen-ezilen ilişkisinde ezilen taraf olan
öteki, ezen tarafın konumuna geçmek ister. Kendisini ötekileştirenleri güçlü görüp rol
model almak ezileni güçlüye dönüşme yolculuğuna çıkarır. Değişime uğrayıp güçlünün
özellikleri ile donandığı ve güçlünün yanında konumlandığı hissi, bu defa başkalarını
ötekileştirmeyi de beraberinde getirir. Türkiye’nin Batılılaşma sürecinde de böyle bir
durumdan söz edilebilir.
Türk toplumunun hem siyasî hem de toplumsal yaşamında uzun süredir etkili
olan Batılılaşma düşüncesi insanların yaşayışlarını ve fikirlerini değişime uğratmıştır.
Değişimin ilk aşamasında Batı ülkeleri önce askerî, sonra siyasi, bilimsel, kültürel pek
çok yönden örnek alınmıştır. Batılılaşma serüveninde toplumsal kesimlerin
modernleşme hızının aynı olmayışı, Türk toplumunun kimliğinde çeşitlenmelere ve
homojen yapının değişmesine yol açmıştır. Çok modernleşenler az modernleşen
muhafazakârları gericilikle, muhafazakârlarsa modernleri dejenere olmakla suçlamış ve
hâlâ da suçlamaktadır. Bu gelişmeler öncelikli olarak kültürel hayatı, dinsel kimlikleri ve
ekonomik konumu etkilemiştir. Ardından ötekileştirme tüm alanlara sıçramıştır.
Türk toplumunda Batıyı yakından takip edip örnek alan kesim, çoğunlukla
ekonomik ve kültürel seviyesi görece daha yüksek olan kesim olmuştur. Cumhuriyetin
ilk dönemlerinden 1980’lere kadar siyasetin de belirleyiciliği noktasında merkezde yer
almışlardır. Dolayısıyla modernleşmede kendileri kadar ilerleyemeyen ancak buna
rağmen millî, manevi ve dinî konularda daha hassas olan bu kesimleri
ötekileştirmişlerdir. 1980’lerden sonra ise daha önce epiferide yer alan demografik
çoğunluğun siyaset mekanizmasının başına geçişi, bu defa tersine bir ötekileştirme
sürecinin başlamasına neden olmuştur. Bu fasit daire, Türk toplum yapısı içinde
iktidardan iktidara sürekli bir biçimde ötekileştirmeyi de beraberinde getirmiştir ve
ötekileştirme gittikçe katmanlaşmıştır. “Batı bizi ‘öteki’ olarak zihnen temellük ederken,
biz daha da ileriye gidiyor ve kendimizi ‘öteki’ olarak temellük etmeye başlıyoruz! Batı
bizi nasıl anlıyorsa, biz de kendimizi onların (Batılıların) bizi anladığı gibi, işte tastamam
öyle anlamaya çalışıyoruz. Ve elbette bilincin ayniyetinden söz edemiyoruz artık”
(Yavuz 1999: 27).
Dünyada ve Türk toplumunda ötekileştirmenin boyutlarını kısaca belirledikten
sonra, eserlerinde önemli bir tema ve yapı unsuru olarak ötekileştirmeyi ele alan Orhan
Pamuk’un, romanlarında konunun nasıl işlendiği sorusuna cevap aramaya
başlayabiliriz.
Orhan Pamuk Romanlarında “Öteki”
Modern Türk romancılığının en önemli isimlerinden olan Orhan Pamuk,
romanlarının hemen hepsinde, yukarıda bahsedilen bilinç aşınmasına ve toplumun
ayrışmışlığına değinir. Romanlarında Doğu-Batı temelinden yola çıkarak, dolaylı olarak
ülkenin sosyo-kültürel yapısını yansıtır.
Yukarıda da belirtildiği gibi Doğu toplumları hem fiziksel özellikleri hem de
kültüre ve soya bağlı farklılıkları açısından Batı tarafından ötekileştirilmiştir. Orhan
Pamuk’un romanlarında, örneklerine en sık rastladığımız ötekilik durumu, Doğu-Batı
karşıtlığı temelinde şekillenir. Onun birçok romanında, Türk toplumundaki Batı-Doğu
Doç.Dr.Soner AKPINAR-Büşra ŞAHİN
334
düalizminin yarattığı sıkıntılar ele alınır. Bu noktada Pamuk’un kendini konumlandırdığı
yer ise her ne kadar eşit olmaya çalışsa da Batı’dır. O, Batılılaşmış kimlikleri ön plana
çıkararak onların gözündeki Doğuyu anlatmaya çalışır. Eserlerinin ana kahramanlarının
modern insanlar oluşu ya da Kafamdaki Tuhaflık gibi Doğulu (Mevlüt Aktaş)
kahramanların olduğu romanlarda kahramanı Batı kriterleri içinde açığa çıkarması buna
örnektir.
Pamuk’un bazı romanlarında Batılılaşmış aydın tabaka ile geri kalmış halk
arasındaki çelişkileri vurgulaması, efendi-köle ilişkisini çağrıştırır. Bu efendi-köle ilişkisi
ben-öteki ilişkisine denktir. Batılılaşmış kesim efendi/özne konumundan bakar, aşağı
görülen halk ise köle/öteki konumundadır. Temelinde ekonomik gelişmişlik seviyesinin
yattığı bu tip ötekileştirmelerde medenîleşmiş (bu durumda Batılılaşmış) karakterlerin,
geleneğine bağlı ve çağa ayak uyduramamış karakterleri küçümsemeleri olağan bir
durumdur. Orhan Pamuk’un romanlarında karşımıza sıkça çıkan ötekileştirme olgusuna
Batılılaşma ekseninden bakılırsa durum daha açık görülecektir.
Ayrıştırmanın ve ötekileş(tir)menin ilk işaretleri olan “biz”, “onlar” kelimeleri,
Pamuk’un tüm romanlarında sıkça karşımıza çıkar ve keskin bir kutuplaşmanın
varlığına işaret eder. Cevdet Bey ve Oğulları romanında Nusret’in, Sait Bey’in sürekli
tekrarladıkları “onlar” kelimesi, Refik’in hatıra defterine yazdığı “Niye biz böyleyiz? Niye
onlar öyle de, biz böyleyiz?” sorusu (Pamuk 2013a: 251) veya Beyaz Kale romanında
Hoca Efendi’nin zihnini sürekli meşgul eden “Niye benim ben?” sorgusu, Sessiz Ev
romanında Selâhattin Darvınoğlu’nun dilinden düşmeyen “bunlar”, “bu millet”, “onlar”
kelimeleri bize hep bu ayrımı hissettirir.
Pamuk’un romanlarında Batılılaşmış karakterlerin gözünden Doğunun (bir
zamanlar mensubu oldukları toplumun) ötekileştirilmesi her alanda kendini gösterir.
Gerek mekânsal farklılıklar gerek dinsel özellikler gerekse yaşayış biçimleri açısından
toplumun kesimleri birbirinden ayrılır ve bir kademe farkı söz konusu olduğundan, bu
ayrışma ötekileştirme ile sonuçlanır. Eserlerde cinsel, etnik veya ırksal ötekileştirmeye
örnekler olmasının yanı sıra bariz bir dışlamanın göz önüne serildiği bağlamlar
ekonomik ve dinseldir; ancak karşılaştığımız bütün ötekileştirmeler, temelleri çeşitli olsa
da birbirine paraleldir. Her bağlam birbirine neden-sonuç ilişkisi ile bağlıdır. Örneğin
ekonomik farklılık ile mekân arasında paralellik kurulurken buna dinsel etkiler de
eklenmiştir.
Kimlik Sorunu
Kimlik bunalımı, bireyin “ben” olamaması ve temsil meselesi Pamuk’un,
hemen her romanının temeline koyduğu sorunlardır. Romanlarında bireysel veya
toplumsal kimliğin, başka bir bireyi/medeniyeti taklit ederek ve başka değerleri
kabullenerek sahici kalıp kalamayacağı tartışılır. Başka bir kimliğe öykünen özne ne
istediği noktaya ulaşabilir ne de kendi kimliğini koruyabilir. “Gerçeğin kendisiyle değil,
kötü bir taklidiyle karşı karşıya” (Pamuk 2013a: 619) olan Türk toplumunda “onlar gibi
olmak için kasılmaktan ve içi[n]den geleni yapamamaktan” bıkan insanlar (Pamuk
2013a: 238), yaşadıkları kimlik bunalımını açık bir şekilde yansıtır. “Bu birey olma
merakı ve telaşı yüzünden Avrupai zenginlerimiz değil birey, kendileri bile olama[zlar]”
(Pamuk 2016: 168).
335
Doç.Dr.Soner AKPINAR-Büşra ŞAHİN
Kendi toplumunu küçümseyerek ötekileştiren en önemli karakterlerden biri
Sessiz Ev romanındaki Selahattin Darvınoğlu’dur. Selahattin Bey delirmeye kadar
giden sonuyla belki de Pamuk’un tüm romanları içerisinde kişilik bunalımını en çok
yaşayan karakterdir. Roman boyunca söylediği hemen her söz, yaşadığı toplumu
eleştirmeye yöneliktir. Kendisini onlardan açık bir şekilde ayırır. Toplumun genelinin
kendisi gibi olmadığını belirtmesini, ötekinin varlığı üzerinden kendi kimliğini
oluşturması ile ilişkilendirebiliriz. Kendisini üstün tutarken diğer bütün insanları (karısı
Fatma Hanım dâhil) olumsuz özelliklerle donatır. Bununla da kalmayarak onları bir
köle-nesne konumuna yerleştirir. Dinsel, kültürel, bilimsel, ekonomik ve sanatsal açıdan
bu toplumun iyi olmadığını ve “kendisi” gibi düşünemeyeceklerini, o noktaya
yükselemeyeceklerini ısrarla söyler. Selahattin Bey’in yaşadığı ikilem, toplumla
arasında efendi-köle ilişkisi oluşturmasına yol açmıştır. “Aydınlanmış despot ile köle
arasındaki bu ilişkide nesnenin inatçı direnişi özneyi de yok eder; aralarındaki kopukluk
uçuruma dönüşür. Bu uçurum Türkiye modernleşmesinin yarattığı bir sonuçtur” (Doğan
2014: 141-142). Kısmen Selahattin Bey ne kendisi kalabilmiş ne de başkasına
dönüşebilmiştir.
Öznenin kendi kimliğini sorgulaması onu çeşitli bunalımlara iter. Bu durumu
Sessiz Ev, Yeni Hayat ve Kara Kitap romanlarında görürüz. Kimi durumlarda ise özne
ile ötekinin yer değiştirdiği görülür. Beyaz Kale romanı kimliklerin yer değişimine bir
örnektir. Batının karşında öteki olurken kendi toplumuna bakışında Batılılaşmış özne
olmak romanlardaki bazı karakterlerde çift katmanlı bir kimlik yapısını (hem özne hem
öteki olma) doğurmuştur. Bu durumun en belirgin olduğu karakter, Kar romanının baş
karakteri Ka’dır. Ka, kimliğini oluşturmak için ihtiyaç duyduğu öteki’nin yerine Kars
insanını koyarken Frankfurt’ta ise kendisinin öteki olduğunun da bilincindedir.
Özne olan “ben” konumunda gördüğümüz Cevdet Bey, Nusret, Selahattin Bey,
Ka,
Hoca
gibi
karakterler,
kendileri
gibi
olmayan
öteki
konumuna
gelişmemiş/Batılılaşmamış insanı yerleştirirler. Adı geçen karakterler kendi toplumuna
yabancılaşır ve toplumu da “onlar” olarak görür. “…Sessiz Ev’deki Selâhattin Bey’in,
Cevdet Bey ve Oğulları’ndaki Nusret’in ve Beyaz Kale’deki Hoca’nın birer oryantalist
gibi telakki edilebilecek tutumlarına karşın bunun arka planında bu tür bir
yabancılaşmanın olduğunu söyleyebiliriz” (Doğan 2014: 33). Yabancılaşma sonucu
kendilerini toplumdan ayırarak kimlik sahibi olmaya çalışmak, toplumun büyük bir
kesimini öteki/köle konumuna koymaları ile sonuçlanır.
Beyaz Kale romanında Hoca ve Venedikli karakterleri arasında ben-öteki sınırı
bulanıktır. Beyaz Kale, “…doğru/yanlış, iyi/kötü, ben/öteki arasında sınırlar çizmeyen
bir kurmaca[dır]” (Sayın 2006: 102). Doppelganger anlatılarında olduğu gibi, ikiz/efendiköle/ben-öteki ilişkisi yansıtılır; ancak roman ilerledikçe kimlik sınırlarının ortadan
kalktığı ve kimliklerin yer değiştirdiği görülür.
Kara Kitap romanının “Bedii Ustanın Mankenleri” başlıklı bölümünde toplumsal
kimlik bağlamında ben-öteki çatışmasının önemli bir örneği sunulur. Bedii Usta’nın
Doğulu tipini yansıtan mankenleri ilgi görmez; çünkü müşteriler, her gün sokakta zaten
gördüğü “biçimsiz” insanların değil, yabancı ve özenilen bir diyarın insanlarını vitrinde
görmek ister. O mankenlerin kıyafetleriyle “…kendi de değişebildiğine, başka biri
olabildiğine” inanır böylece (Pamuk 2013c: 66). Başka bir deyişle, insanların asıl satın
Doç.Dr.Soner AKPINAR-Büşra ŞAHİN
336
almak istediği şey “öteki” gibi olma hayalidir. Burada Batı karşısında öteki olarak
görülen Doğu insanının özne konumuna yükselme isteği gözlemlenir. Ötekinin “ben”
olmak istemesi bir asıl-taklit sorununa yol açar. Aslolan, ideal olan Batılı modeldir ve
“öteki Doğu”, bu aslı taklide girişir.
Özneyi taklit etme Sessiz Ev romanında da karşımıza çıkar. Faruk Darvınoğlu,
kopya olarak gördüğü bir tipi kendince konuşturarak bu durumu şu sözlerle ortaya
koyar: “Karım, çocuklarım hep özgün G. Robinson’a bakıyorlar, bakıyorlar da sonra
benim ona benzemeyen yanlarımı kusur diye yüzüme vuruyorlar. Ona benzememek
suç mu, Allah için siz söyleyin insan kendisi olarak kalamaz mı” (Pamuk 2013b: 214).
Çocuklar ve eş (toplum), orijinal olan Batıya bakarak düşüncelerinde onu idealize
etmişlerdir, benzeri olarak gördükleri Doğu ise kusurludur, taklittir, idealin yerini
tutamaz ve artık istese de kendisi olamaz. Kara Kitap’ın köşe yazarı Celâl de bu görüşü
vurgular ve “ülkemizde her şeyin, başka bir şeyin taklidi” olduğunu söyler (Pamuk
2013c: 239). Ötekinin özneyi taklit etmesi, ezilmişlik hissinin getirdiği bir istek olarak
açıklanabilir. Öteki olma, zamanla öznenin yerine geçme isteği getirir. Yerine geçme
gerçekleşmeyince bunalım ve paradoks doğar. “Avrupa kıyısında yer alan bir ülkede
varoluş bireysel anlamda yaşanan bir tekdüzelik olmaktan çıkar, bir başka medeniyeti
taklit etmenin yarattığı boşluğa ve hüzne dönüşür” (Doğan 2014: 170).
Çevrenin Etkilediği Kimlikler
Birey çevreyle beraber var olur ve ondan ayrı değerlendirilemez. Kendi
düşünceleri doğrultusunda çevresini şekillendirirken bir aidiyet durumu da oluşturmuş
olur. Çevre ise geçmişin değerleriyle katmanlaşarak oluşur ve bireyin de mevcut hâlin
oluşmasında dahli vardır. karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Doğal sonuç olarak ise
çevrenin dışındakiler çevrenin belirlediği kimliğin de dışına itilir. Bir mekânın
oluşmasında en büyük rol oynayan etmenler ekonomik düzey ve dinsel inanışlardır.
Ekonomik eşitsizlik, yerleşim bölgeleri ile ilişkili olduğundan romanlardaki mekânları da
ötekileştirme bağlamında ele alabiliriz. Toplum tarafından ve toplum için üretilen
çevreyi toplumun ideolojik yapısından, ekonomik koşullardan, sosyal özelliklerden
bağımsız düşünemeyiz. Orhan Pamuk’un romanlarında mekân her zaman en önemli
unsurlardan olmuştur. Gerek İstanbul’un semtleri gerek başka şehirleri ele alırken
karakterleri çevreden bağımsız kurmamıştır. Mekânın en çok önem kazandığı romanlar
olarak Kar, Kara Kitap, Masumiyet Müzesi ve Kafamda Bir Tuhaflık’ı gösterebiliriz.
Pamuk, kendi yaşadığı çevre olan Nişantaşı’nı neredeyse her romanına ana
mekân olarak eklerken ekonomik ve dinsel farklılıkların üzerinde yoğun olarak
durmuştur. Bu romanlarda taşra veya kenar mahalle insanı, merkezdeki Batılılaşmış
insan karşısında daha aşağı bir konuma yerleştirilip olumsuz özellikleri ön plana
çıkarılarak ötekiliği belirginleştyirilir. Dinlerine ve geleneklerine bağlı ve geleneksel
özelliklerini hâlâ koruyor olmaları yanında Batının gelişmişliğini yakalama çabasında
olmamaları, taşra insanını ötekileştirme adına modern kesim için yeterli sebeplerdir.
Dinî bağlarından kurtulmuş, zengin, yüzünü medeniyete dönmüş karakterlerin taşra
insanına bakışı “onlar bizim gibi değil” temelindedir. Kendi kimliksel özelliklerini ideal
olarak görürler (çünkü ideali/Batıyı örnek almışlardır) ve bu özelliklere sahip olmayan
kesimi daha ilk adımda “benden/bizden olmayan” olarak nitelerler. Bu ötekileştirmenin
en belirgin örneklerini ise Cevdet Bey ve Oğulları, Sessiz Ev, Beyaz Kale
337
Doç.Dr.Soner AKPINAR-Büşra ŞAHİN
romanlarındaki karakterlerde görmek mümkündür. Bu karakterlerin bakışında büyük bir
ayrıştırma söz konusudur.
Yazarın birçok romanında mekân olarak karşımıza çıkan Nişantaşı semti ve
çevresi, İstanbul’un diğer bölgelerinden ayrılmış ve Batıya yaklaşmış bir yer olarak ele
alınır.Buna paralel Nişantaşı insanının da kendini diğer semtlerin insanlarından ayırdığı
belirgin bir biçimde ortadadır. Mekânsal uzaklıklar, sembolik olarak zihinsel ve kimliksel
uzaklıkları imler. Tam da bu noktada romanlarda sıkça rastladığımız “orası”, “burası”
gibi kelimelerin fazlalığı dikkat çeker. Mekânsal ayrışma kültürel ayrışmanın birebir
göstergesi durumundadır.
Kar romanında Batıya kıyasla taşra olan İstanbul ve İstanbul’a göre taşra olan
Kars şehirleri çift katmanlı bir ötekilik durumunu vurgular. “Kars, İstanbul’un ötekisidir”
(Doğan 2014: 238). Bir taşra ülkesinin taşrasıdır. İstanbul’un mekânsal ben-öteki
kimliğini barındırması, başkarakter Ka’da kişileşir. Lacivert karakterinin Ka’ya söylediği
“Aramızdaki yabancı sensin (…) Kendini beğenmiş Batılı bakışlarınla bizi yargıladın,
içten içe gülümsedin belki bizlere…” (Pamuk, 2013d: 247) cümleleri hem Ka’nın üstözne bakışını ve kendi toplumuna olan yabancılığını hem de Kars halkının öteki-nesne
olmuşluğunu yansıtır.
Kar’daki mekânsal bağlam benzer şekilde Cevdet Bey ve Oğulları
romanındaki Nişantaşı-Haseki karşılaştırmasında da görülür. Cevdet Bey ve ağabeyi
Nusret, Haseki’yi aşağılayarak olumsuz özellikleri üzerinde ısrarla durur. Gelişmemiş
Haseki insanı onların gözünde ötekidir. “Bunlar burada iki yüzyıl önce nasıl otururlarsa
öyle oturuyorlar… Para kazanmak yok! Yeni bir şeyler yok! Hayatlarında şey yok, evet
hırs yok, hırs! Şu pisliğe bak. Şu mezbeleyi şuradan kaldırmak kimsenin aklına gelmez”
(Pamuk 2013a: 37). Cevdet Bey’in bu iç monoloğunda, görüldüğü gibi kenar mahalle
bu karakterlerin gözünde ötekidir. Romanın bir diğer bölümünde Cevdet Bey,
kafasındaki aile hayalini gerçekleştirme yolunda kendisine ev işlerinde yardımcı olan
kadını işten çıkarmak ister. Çünkü “tasarladığı evlilik hayatında böyle bir kadının yeri
yoktu[r]” (Pamuk 2013a: 13). Romanın birinci bölümünde ise Müslüman olmayan
kesimin yaşadığı mahallelerin ayrı olduğu görülür ki, bu da dine dayanan mekânsal
ötekileştirme olarak yorumlanabilir.
Çevresel farklılığın roman yapısını belirlediği bir diğer roman Masumiyet
Müzesi’ dir. Romanın ana kahramanı Kemal’in kendi zengin çevresinden kopup sevdiği
Füsun’un ait olduğu Çukurcuma, Kocamustafapaşa, Vefa gibi kenar semt ve
mahallelere gitmesi, toplumun iki kesimi arasındaki uçurumu yansıtır. Kemal’i böylesine
gelenekçi, muhafazakâr ve ona göre geri semtlere çeken, bu mahallelerde doğup
büyümüş ve yaşamakta olan Füsun’a duyduğu aşktır. Füsun’la araları bozulduğunda
önyargılarının yeniden devreye girip buraları küçümsemeye başlaması, oldukça dikkat
çekicidir. Öteki ile kendisi arasındaki sanal buzdağlarını bir tek aşk duygusu bile
aslında ortadan kaldırabilecek güçtedir. Ancak pratikte durum asla böyle olmaz. “Seller,
çamurlar içindeki o fare yuvasına” bir daha dönmeyeceğini düşünür (Pamuk 2014a:
256). Bu söylem, mekâna dayalı ötekileştirmenin dile yansımış hâlidir.
Ekonomik Durumun Ötekileştirmeye Etkisi
Doç.Dr.Soner AKPINAR-Büşra ŞAHİN
338
İnsanların ekonomik seviyesi, dâhil olacağı çevre tercihinin birincil
belirleyicisidir. Demografinin altında bir kişinin maddi olarak gücünü arttırması
beraberinde çok zaman çevre değişikliğini getirir. Bu andan itibaren içinden çıktığı
muhit artık onun ötekisi olmaya adaydır. Gücü elinde hisseden insan gelir düzeyi düşük
kişilere “öteki” sıfatını yakıştırır. Yaşam şartlarının çok çeşitlilik gösterdiği kapitalist
toplumlarda “para”, güç ve medeniyet anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle maddi
imkânları düşük olan kesim güçsüzdür ve öteki konumuna düşmesi doğaldır.
Cevdet Bey ve Oğulları’nda Cevdet Bey’in oğlu Refik’in, cenaze namazı
sırasında gelir düzeyi düşük insanlara bakarken verdiği tepki, ekonomik temelli
ötekileştirmenin en bariz örneklerindendir. Camideki safların arkalarında duran
bahçıvanların, kapıcıların çoraplı ayaklarını garipsemez, “Onlar buraya yakışıyor!” diye
düşünür (Pamuk 2013a: 223). Kendisini bu insanlardan açık bir şekilde ayırır. Refik’in
tepeden bakan tavrı, arkadaşı Ömer’e de sirayet eder. Muhittin onların ötekileştiren
yanını şu cümlelerle açıklar: “Sürekli bir aşağılama ve nefretle beslenen alaycı bir
tavırları vardı” (Pamuk 2013a: 194), “Piponla, o züppe kıyafetinle o yoksul çocukta
eziklik uyandırman kadar doğal bir şey olamaz!” (Pamuk 2013a: 514). Refik’in
planlarını yaptığı “köylüyü kalkındırma” projesinde de Ömer’in bir fatih olma hayalinde
de tepeden bakan tavırları aşikardır. Refik köylülere acıyarak yaklaşır. Bunu, projesini
paylaştığı Süleyman Bey de dile getirir: “Oraya gittiniz ve onlara acıdınız. Onlara ben
de acıyorum.” (Pamuk 2013a: 428).
Toplumdaki gelir eşitsizliği, ekonomik konum farkları kimi zaman bir takıntı
halinde yansıtılmıştır. Bu maddi takıntının en belirgin görüldüğü karakter ise Sessiz Ev
romanındaki Metin’dir. Metin, Cennethisar’daki zengin arkadaşları arasında kendisini
sürekli dışlanmış hisseder, aralarına girmek için devamlı çaba içindedir. Topluma ait
olmak Metin için parayla eşdeğerdir ve parası olmayan kişi, öteki olarak dışlanmaya
mahkûmdur. Kendisini arkadaşları gibi zengin olmadığı için onların yanlarında eğreti
bulur. İleride çok para kazanacağının hayalleri ise, onu ötekileşmiş olmaktan biraz
olsun alıkoyar. Teselli bulur.
Orhan Pamuk’un romanlarında ekonomik temelde ötekileştirmeyi örneklediği
bölümler mekânsal bağlam ile paralellik gösterir. Gelir düzeyi düşük kimseler kenar
mahallelerde (Kafamda Bir Tuhaflık, Masumiyet Müzesi gibi) veya Anadolu şehirlerinde
(Kar, Yeni Hayat) yaşamaktadır ve zengin kesimin altındadır. Kafamda Bir Tuhaflık’ta
Konya’dan İstanbul’a göç eden Mevlut, para kazanıp rahat yaşamanın yolunu bulamaz
(aslında aramaz da) ve bu sebeple diğer aile bireylerinin arasında bir türlü yer
edinemez. Ailenin diğer üyelerinin zamanla ekonomik durumu iyileşir. Bu da Mevlut’un
iyiden iyiye dışarıda kalmasına yol açar. Bu durumun altında yatan asıl neden maddi
koşullardır. Para, güç kavramı ile eşit sayıldığından, Mevlut’un ailesi zenginleştikçe
aralarındaki uçurum da derinleşir. Gücü elinde tuttuğuna inanan zengin kesim özne
olur, Mevlut ise öteki olarak kalır. Mevlut aynı zamanda İstanbul’un yerel halkının
gözünde de aşağıda bir konumda olduğu için daima ötekidir.
Kafamda Bir Tuhaflık’ın roman kişilerinin çoğu para kazanmak için İstanbul’a
göç eden emek göçmenleridir. Dışardan gelmiş olmaları, “öteki” olmaları için zaten
başlı başına yeterli bir unsurdur. Garip olan şudur ki aslında göç edenlerin kendisi bile
kendilerini şehre ait hissetmez. Yaşadıkları gecekondulardan bakınca İstanbul şehri
Doç.Dr.Soner AKPINAR-Büşra ŞAHİN
339
(köylülerin yoğurt ve boza sattıkları yerler) “uzakta, esrarengiz birer leke” gibi görünür
(Pamuk 2014c: 55). “Esrarengiz” olma durumu, şehrin iki noktasındaki farklılığın
derecesini yansıtır. Flu bir imge yaratarak ötekinin bilinmezliğine ve tanınmazlığına
işaret eder. Gecekonduların kurulduğu mahalleler İstanbul’a bağlı değil gibi tasvir
edilmiştir. Bu anlatımda mekânsal bir ötekileştirme mevcuttur. Kenar mahalle şehre
dâhil edilmez. Yoğurt ve boza satmaya gittikleri insanlar Mevlut’un hallerine acıyıp eski
kıyafetlerini verirler veya apartmanların asansörünü kullanmalarına izin vermeyerek
tepeden bakan bir tavır sergilerler. Göç edilen mekânın (ister şehir ister ülke olsun)
insanındaki bu tavır evrensel nitelik taşır. “Zira kamuoyu, yabancıları -haklı ya da
haksız- ekonomik bir külfet, ücret seviyelerine bir tehdit ve hazineye bir yük olarak
görürler; kültüre, etnik saflığa ve ülkenin [bu durumda şehrin] ruhuna da bir tehdit
olarak görürler” (Tatar 2013: 75). Romanda, İstanbullu insan ile göç etmiş işçiler
arasındaki fizikî mesafe azaldıkça sosyal ve psikolojik mesafe hızla artar ve
ötekileştirme güçlenerek devam eder.
Din Temelli Ötekileştirme
Türkiye’de Batılılaşma hareketi dinin algılanış biçimlerinde de değişimleri
beraberinde getirmiştir. Orhan Pamuk’un romanlarındaki Batılılaşmış karakterler,
Müslümanlığı kendilerine göre yumuşatmış veya tamamen inkâr eden kişilerdir. Bu
kişilere, bazı romanlarda karşımıza çıkan (Cevdet Bey ve Oğulları, Beyaz Kale) Batılı
karakterleri de eklememiz mümkündür. Hemen tüm romanlarda, gerek Batılı
karakterlerin oryantalist görüşünün gerekse toplumun zengin kesimindeki
Batılılaşmanın etkisiyle bir din karşıtlığı bulunmaktadır. Çoğu romanda “İslâm,
Avrupa’nın ötekisidir” görüşü sezilir (Almond 2013: 167). Batılılaşmaktan ve
modernleşmekten uzak gösterilen Doğu toplumlarının en büyük özelliği dinlerine bağlı
olmalarıdır. Aydın kesim taşra insanını aşağılarken dinî temelde ötekileştirme söz
konusu olur. Özellikle Herr Rudolph ve Selâhattin Darvınoğlu karakterleri bu durumu
açıkça ortaya koyan kimliklerdir. Onlara göre kendilerinin dışında kalan ötekinin en
belirgin özelliği Müslüman olmaları ve buna bağlı olarak cahil, tembel, ilkel ve uyuşuk
olmalarıdır. Yükledikleri bu olumsuz özelliklere dayanarak kendi kimliklerini olumlarlar
ve böylece bariz bir ayrıştırma yapmış olurlar. Bu örnekte öteki aynı olmasına rağmen
ben farklıdır. Birisi Batılı diğeri Batılılaşmış bu iki özne, toplumun aynı kesimini köleöteki yerine koymakla ortaklaşır.
Sessiz Ev romanında dinsel temelde ben-öteki karşıtlığının temsilcileri
Selâhattin Darvınoğlu ve Fatma Hanım’dır. Selâhattin Bey Batılı özneyi temsil ederken
Fatma Hanım Doğulu öteki konumundaki kişidir. Selâhattin Bey Fatma Hanım’ı sürekli
aşağılar, kendisi gibi olmadığı için eleştirir. İkisi de ötekine karşı (sadece kendisi gibi
olmadığı için) nefrete yakın hisler besler. Bu iki karakterin varlığı (kimliği) diğerine
bağlıdır çünkü öteki olmadan ben olamaz ve kimliklerini oluşturamazlar.
Beyaz Kale romanının başkarakterlerinden Hoca’nın toplumun geneline
yaklaşımı ancak dinsel yargılamalar ile açıklanabilir. Hoca kendisini insanlardan üstün
görür ve kimliğini onların üzerinden kurara. Ona göre toplum cahil, bağnaz ve
durağandır. Kendisi (ben) ise onlardan (ötekilerden) farklı olarak ilerlemeci, meraklı bir
bilim insanıdır. Toplumun bu kadar geri kalmasının sebebi ise inanışlarının esiri
olmalarıdır. Buradaki ötekileştirme tek bir kişinin, kendisini, toplumun geri kalanından
Doç.Dr.Soner AKPINAR-Büşra ŞAHİN
340
ayırması ile oluşmuştur. “Hoca bir yandan ötekinin üstünlüğüne hayranlık (…) öte
yandan ise bu ilgi ve hayranlıktan dolayı suçluluk duygusuyla karışık endişe
duymaktadır” (Doğan 2014: 161). Batıdakiler gibi, “onlar” gibi mutlu olmak ister. Roman
boyunca toplum tarafından (sırf kendilerinden farklı olduğu için) sevilmeyen Venedikli,
sefer sırasındaki acımasız sorgulamalardan da sorumlu tutulur çünkü o hepsinden
farklıdır, ötekidir, Müslüman değildir. Sefere katılan askerler kötülüğü ve uğursuzluğu,
kendi kimliklerinin bir parçası olan Müslümanlığa yakıştırmaz. Kötülük ötekidendir.
Romanın genelinde dinsel temelde bariz bir farklılık yansıtılmışsa da toplumsal temelde
bu çıkarımı yapmak mümkündür.
Benim Adım Kırmızı romanında ben-öteki karşılaştırması dinsel karşıtlık
temelinde yükselir. Kimlik bunalımları sanatsal boyutta işlenir ve burada tüm olumsuz
özelliklerin yüklendiği öteki Batıdır. Roman boyunca sürekli “onlar”, “ötekiler”, “diğerleri”
gibi kelimelerle işaret edilen Batılılar karşısında Doğulu ressamlar, “ben” bakış açısını
yansıtırlar. Doğulu ressamlara göre ötekiler (Batılılar) kimliklerine düşkün, üslup
yaratmaktan çekinmeyen ve bu yüzden Şeytan’ın izinden giden sanatçılardır.
Ötekileştirmeyi incelerken fiziki görünüşten dolayı toplumdan dışlananlara da
dikkat etmek gerekir. Pamuk’un romanlarında bu durumun en açık örneği Sessiz Ev’in
hizmetçisi Recep Efendi’dir. Recep cücedir, başka bir deyişle farklıdır. Dış
görünüşündeki bu “anormallik” kahvede kendisiyle alay edilmesine neden olur (Pamuk
2013b: 12). Fatma Hanım onu aşağılamak için sürekli cüceliğine vurgu yapar ve bunu
neredeyse bir küfür olarak kullanır, sokaktaki çocukları onu büyülenmiş gibi seyreder
(Pamuk 2013b: 114). Recep diğerlerinden farklı olduğu, normal sayılan bir fiziğe değil
“insanı utandıran gövde[ye]” (Pamuk 2013b: 39) sahip olduğu için toplumdan dışlanır.
“Öteki” Kadın
Erkek yazarın, romanlarındaki kadın karakterleri betimlerken ataerkil dilin
dışına çıkması zordur. Orhan Pamuk romanlarındaki kadınlar da kendisine dayatılan
rollerden sıyrılamayarak ataerkil düzeni kabul etmiş veya toplumsal yaptırımların etkisi
altında kalmış kişilerdir. “Orhan Pamuk’un romanlarında kadınlar erkeklere bağlı,
onların ‘ötekisi’ olarak yer alan, olay örgüsünü sürdüren değil, olay örgüsünün
sonuçlarından etkilenen varlıklar olarak karşımıza çıkar” (Toker 2013: 123). Romandaki
varlıklarının amacı erkek karakteri desteklemektir. Başka bir şekilde söylersek kadın
karakterler, erkek karakterin varlığına hizmet ederler. Çoğunlukla erkek bakış açısıyla
anlatılarak yine erkekler üzerinden tanımlanırlar.
Romanlardaki Batılılaşmış, modernleşmiş kesimde kadına yaklaşım daha
“uygarca” görünse de gelenekten gelen görüş pek terk edilememiştir: Kadın daima
erkeğin ötekisidir. Özellikle Masumiyet Müzesi romanındaki Sibel ve Füsun karakterleri
kadının toplumdaki yerini belirginleştirir. Romanın anlatıcısı konumundaki Kemal, Sibel
ile Füsun arasında sürekli bir kıyaslama yapar, onların iyi ve kötü özelliklerini kafasında
tartmaya çalışır. Bunun sonucunda kadın karakterler, kendi isteklerini susturan ve
seçilen konumuna yerleşir. Kemal’in hayatında aynı anda iki kadının (birisi evlenilecek,
diğeri metres olacak nitelikte) olması bir “ahlak dışı erkek mutluluğu” ve “talih” olarak
yansıtılır (Pamuk 2014a: 126). İki kadının bir erkeğin hayatında olması Kemal’e göre
“Allah’ın bazı özel kullarına” bağışladığı bir ayrıcalıktır (Pamuk 2014a: 126). Bu erkek
341
Doç.Dr.Soner AKPINAR-Büşra ŞAHİN
mutluluğunda kadınların seçme şansı, eşitlik durumu söz konusu değildir. Varlıkları
erkek içindir ve ikinci planda kalarak ötekileşmişlerdir.
Masumiyet Müzesi’nde kadının bakireliği ve toplumda büyük önem verilen
“namus” kavramı irdelenmiştir. Bir kadının evlenmeden önce bir erkekle beraber
olması, beraberinde büyük sonuçlar getirir. Bunlar; zoraki evlenme, kimi durumlarda
mahkemelik olma, kadının aklî dengesinin yerinde olmadığına karar verilmesi gibi
sonuçlardır (Pamu, 2014a: 69-71). Bu tür yaptırımlar erkeğe uygulanmadığı gibi kadın
üzerinde de yumuşamaz, aynı şiddetiyle devam eder. Türkiye’de bir kadının, kendini
sürekli sakınmak ve “namusunu” özenle korumak zorunda olmasının kadınlar üzerinde
yarattığı baskı gündelik hayatlarına da yansır. Ufak jestler, tavırlar bile bu baskının bir
yansıması olarak görülebilir. Bir güzellik yarışmasına katılan, şarkıcı veya oyuncu olan
kadına toplumda hafif kadın gözüyle bakılır (Pamuk 2014a: 17, 70). Bu hafif kadınların
dışında gazetelerde bir kadının resmi çıkacaksa hepsinin gözlerinin bantlanması da
kadına bakış açısının bir yansımasıdır. Füsun, romanda sadece dış güzelliği ile
anlatılması yoluyla metalaştırılır. Romanın ilerleyen kısımlarında Kemal ile Feridun
Füsun’un hayatına yön verirler. Füsun’un kendi hayatı hakkında karar alamaması,
kadının bireysel varlığını inkar etmek olarak değerlendirilebilir. “Füsun’un bireyliği tehdit
görmüş, adeta hayatına zorla el konulmuştur. (…) güzelliğinin betimlenişi ile seyirlik bir
nesneye indirgenmiş ve araçsallaştırılmıştır” (Toker 2013: 124). Füsun’un kendisi de
çocuk yaştan beri erkeklerin bu yaklaşımına maruz kaldığı için durumun farkındadır;
ancak bu farkındalık, genel bir eylemsizlik ve alışmışlık içinde verilmiştir (Pamuk
2014a: 64). Kadın karakterlerin geneli ataerkil düzene alışmışlardır ve sorgulamazlar.
Hatta kendileri de bu düzene katkı sağlamaktadırlar. Avrupa’da eğitim almış, kadın
hakları ve feminizm üzerine sözler sarf eden Sibel’in kendisi bile sekreter, tezgâhtar
gibi mesleklerdeki kadınlar için küçümseyici ifadelerden kaçınmaz (Pamuk 2014a: 19).
Cevdey Bey ve Oğulları romanındaki şu cümle de kadının Türk toplumundaki
konumunu düşünmemize neden olur: “’Hanımlar da içsin,’ dedi Sait Bey. ‘Daha
Türkiye’ye gelmedik…’” (Pamuk 2013a: 95). Romandaki kadın karakterlere genel
olarak baktığımızda evine bağlı, çocuk doğurması ve erkeğine destek olması beklenen,
ataerkil düzenin çizdiği kadın tiplerine denk geliriz. Refik’in karısı Perihan bu
örneklerden sadece biridir. Perihan’ın romandaki tek vasfı “Refik’in karısı” olmaktır.
Kimliğinin başka bir yönü okuyucuya verilmez.
Kar romanında, üzerinde detaylı durulmamakla beraber, Kars şehrindeki
kadınların intiharları anlatılmaktadır. Bu kadınlar, üzerlerinde oluşturulan çok çeşitli
baskılara dayanamayıp intiharı seçmişlerdir. Çoğu ergenlik dönemindeki kadınlardan
biri, yaşlı biriyle zorla evlendirileceği için, birisi ailesinden gördüğü şiddet yüzünden, bir
diğeri ise kocasının dayağından bıktığı için intihar etmiştir (Pamuk 2013d: 19). Bu
anlatılanların açıkça gösterdiği gibi toplumsal baskı ve kadın üzerinde egemenlik kurma
o dereceye varmıştır ki çaresizlik kadınları intihara kadar götürmüştür. Valiye göre ise
bunlar gerçek bir intihar sebebi değildir, çünkü “mutsuzluk gerçek bir intihar nedeni
olsaydı Türkiye’deki kadınların yarısı intihar ederdi” (Pamuk 2013d: 21). Valinin
söyleminde Türkiye’deki kadınların büyük bir kısmının mutsuz olduğuna vurgu
yapılırken aynı zamanda kadınların intihar sebepleri (dolayısıyla mutsuzlukları)
küçümsenir.
Doç.Dr.Soner AKPINAR-Büşra ŞAHİN
342
Orhan Pamuk’un son romanı Kırmızı Saçlı Kadın’da ise kadın karakterin
evliyken başka bir erkekle beraber olması hukuksal düzeyde tartışılır. “Türk hukuku,
aile müessesesini korumak, babanın otoritesini ve simgesel kimliğini zedelememek
için” çocuk kimden olursa olsun kadının evli olduğu adamı baba sayar (Pamuk 2016:
143). Bu cümlede dikkat çekici olan kısım babanın otoritesi ve simgesel kimliğidir. Eğer
kadın, kendi iradesiyle olsa bile başka bir erkekle beraber olmuşsa bu baba-erkek
açısından kabul edilemeyecek bir olaydır. Babanın simgesel büyüklüğünü tehdit eden
bir olay olduğu için kadın “eğer kocası ya da kocasının ailesi onu anında bıçaklayıp
öldürmezse, eski kanunda zinadan hapse girer” (Pamuk 2016: 143). Burada görüyoruz
ki kadına cinsel özgürlük verilmemesinin yanı sıra kadın, erkeğin-babanın onurunu
korumak zorundadır. Romana ismini veren kırmızı saçlı kadın, son bölümde kendi
hayatının bir özetini sunarken saçlarının rengi yüzünden “çok fazla erkekle birlikte
olmuş kadın” olarak görüldüğünü söyler (Pamuk 2016: 183). Kırmızı saçlı kadın, kendi
kimliğini kurmuş ve ona göre yaşamış bir karakter olarak yansıtılır ancak buna rağmen
erkeklerin eylemlerinden etkilenen rolünde olmaktan kurtulamaz.
Kısaca tekrarlamak gerekirse kimlik inşa etme sürecinin en önemli aşmasının
“öteki”ni belirlemek olduğunu hatırlamak gerekir. Diyalektik düşüncede varlığın
tezadıyla var olması gibi toplumlar (özne) da kendini ötekine göre konumlandırarak
kendinde bulunan olumlu özelliklerin karşısındakinde olmadığına vurgu yapar.
Ötekileştirme sürecine paralel olarak kimliğini oluşturur. Özne “ben” kimliğini
kazanırken öteki daima aşağılanır, kötü/yabancı/canavar olur. Bu kurmaca öteki, kimi
zaman bir kişi kimi zaman bir grup kimi zamansa toplumun tamamı olabilir.
Örneklerle ayrıntılı bir şekilde ortaya konduğu üzere Orhan Pamuk,
romanlarında ötekileştirmelere (gerek ana izlek olarak gerekse satır aralarında) her
zaman yer vermiştir. Orhan Pamuk romanlarının derin yapısında bir Doğu-Batı
karşıtlığının ve çatışmasının yattığını söyleyebiliriz. Bu büyük çatışma alanı bireylerin
ve toplumların davranışlarına sirayet etmiştir ve sosyo-psikolojik yapıyı oluşturan
önemli bir amil konumunu almıştır. Dolayısıyla Pamuk’un romanlarında zaman zaman
toplumsal bir travmaya dönüşen arada kalmışlık duygusunun karakterlere yansıyış
biçiminin temel sorunsallardan biri olduğunu görürüz. Romanlarda çok zaman, Batı
öznesini kendisine örnek alan öteki Doğulu karakter, öykündüğü özneye benzeme
çabasıyla bir Batılılaşma sürecinin içine girer. Bu süreç verilen örneklerde de görüldüğü
üzere çoğunlukla öykünenin kimlik bunalımıyla sonuçlanmıştır. Özünü inkâr ederek
kendi toplumunu küçümseme ama bir türlü Batılı olamama paradoksu, karakterlerin
çıkmazıdır. Çünkü kendisine öteki belirlediği kesim aslında kendisinin de sadece
kurtulmaya çalıştığı ama hakikatte bilfiil içine dahil olduğu yapıdır.
Orhan Pamuk’un romanlarında, toplumsal ve bireysel kimlik bunalımları
beraberinde yabancılaşma olgusunu getirir. Doğu ve Batı arasındaki büyük çatışmanın,
ayrımın tam da ortasında yer almak, Batılılaşmanın toplumun çeşitli katmanlarınca aynı
hızda ve oranda yayılamamış olmasıyla perçinlenince karakterlerin kendi kimliklerine,
toplumun da kendi kültürüne ve geleneklerine yabancılaşması kaçınılmaz olmuştur.
Ben ve öteki bireysel anlamda artık ayrı değildir, tek bireyde birleşir. Böylece kimlikte
bir ikilik durumu oluşur. Bu durum da iç bunalımlar, paradoks ve kimlik krizi yaratır,
bocalamalara neden olur. Bu karakterler kendilerini bir türlü bulundukları yere ait
hissetmezler.
343
Doç.Dr.Soner AKPINAR-Büşra ŞAHİN
KAYNAKÇA
ALMOND, I. (2013), Yeni Oryantalistler, Nietzsche’den Orhan Pamuk’a İslam’ın
Postmodern Temsilleri, İstanbul: Pinhan Yayıncılık.
DOĞAN, Zafer, (2014), Orhan Pamuk Edebiyatında Tarih ve Kimlik Söylemi,
İstanbul: İthaki Yayınları.
ESEN, Nükhet, (2012), Modern Türk Edebiyatı Üzerine Okumalar, İstanbul: İletişim
Yayınları.
FENTON, Steve, (2001), Etnisite, Irkçılık, Sınıf ve Kültür, Ankara: Phoenix Yayınevi.
HABERMAS, Jurgen, (2015), “Öteki” Olmak “Öteki”yle Yaşamak, Siyaset Kuramı
Yazıları, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
KEARNEY, Richard, (2012), Yabancılar,
Yorumlamak, İstanbul: Metis Yayınları.
Tanrılar,
Canavarlar,
Ötekiliği
LÈVI-STRAUSS, Claude, (2010), Irk, Tarih ve Kültür, İstanbul: Metis Yayınları.
NAHYA, Z. Nilüfer, (2011), “İmgeler ve Ötekileştirme: Cadılar, Yerliler, Avrupalılar”,
Atılım Sosyal Bilimler Dergisi, I/1: 27-38.
PAMUK, Orhan, (2010), Manzaradan Parçalar, Hayat, Sokaklar, Edebiyat, İstanbul:
İletişim Yayınları.
PAMUK, Orhan, (2011a), Öteki Renkler; Seçme Yazılar ve Bir Hikâye, İstanbul:
İletişim Yayınları.
PAMUK, Orhan, (2011b), Saf ve Düşünceli Romancı, İstanbul: İletişim Yayınları.
PAMUK, Orhan, (2012a), Benim Adım Kırmızı, İstanbul: İletişim Yayınları.
PAMUK, Orhan, (2012b), Beyaz Kale, İstanbul: İletişim Yayınları.
PAMUK, Orhan, (2012c), Yeni Hayat, İstanbul: İletişim Yayınları.
PAMUK, Orhan, (2013a), Cevdet Bey ve Oğulları, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
PAMUK, Orhan, (2013b), Sessiz Ev, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
PAMUK, Orhan, (2013c), Kara Kitap, İstanbul: İletişim Yayınları.
PAMUK, Orhan, (2013d), Kar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
PAMUK, Orhan, (2014a), Masumiyet Müzesi, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
PAMUK, Orhan, (2014b), İstanbul; Hatıralar ve Şehir, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
PAMUK, ORHAN, (2014c), Kafamda Bir Tuhaflık, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
SAYIN, Şara. (2006), “Beyaz Kale Bir Düş mü?”, Orhan Pamuk’u Anlamak, İstanbul:
İletişim Yayınları.
Doç.Dr.Soner AKPINAR-Büşra ŞAHİN
344
SCHNAPPER, Dominique, (2005), Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki,
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
SÖNMEZ-SELÇUK, Senem, (2012), “Postmodern Dönemde Farklılığın Kutsanması ve
Toplumun Parçacıllaştırılması: ‘Öteki’ ve ‘Ötekileştirme’”, Sosyoloji Araştırmaları
Dergisi, XV,2: 78-99.
TATAR, Hüsniye, (2012), “Batının Kimlik İnşasında Ötekinin Yeri”, Central and
Eastern European Online Library, Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi, 14: 91-102.
TATAR, Hüsniye, (2013), “Sürgünler Mekânı Dünya: Göç, Çokkültürlülük ve
Ötekileştirme”, e-Journal of New World Sciences Academy, VIII, 1: 72-81.
TOKER, Şule S., (2013), Pamuk Kadınlar; Orhan Pamuk Romanlarında Kadının
Temsili, İstanbul: Kalkedon Yayınları.
YAVUZ, Hilmi, (1999), Modernleşme, Oryantalizm ve İslam, İstanbul: Boyut
Kitapları/Düşün Yazıları Dizisi 10.
YEĞENOĞLU, Meyda, (2003), Sömürgeci Fanteziler, Oryantalist Söylemde
Kültürel ve Cinsel Fark, İstanbul: Metis Yayınları.