View metadata, citation and similar papers at core.ac.uk
brought to you by
CORE
provided by Moment Dergi / Moment Journal (Journal of Cultural Studies, Faculty of Communication,...
Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Kültürel Çalışmalar Dergisi
2018, 5(1): 96-104
ISSN: 2148-970X DOI: 10.17572/mj2018.1.96104
Değini
YÜRÜMEK POLİTİK BİR İŞTİR
Tezcan Durna*
Yürümenin felsefesi olur mu? Frédéric Gros’un Yürümenin Felsefesi (2017) başlıklı kitabını
ilk gördüğümde aklıma gelen ilk soru bu oldu. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını köyde
geçiren ve uzun yıllar bisiklet dışında bir ulaşım aracının sahibi olmayan biri olarak
yürümek benim için çok sıradan bir etkinlikti. Kentli orta sınıf insanlar için bir hayal olan
yürüme, çocukluğumda, benim için, evden bahçe ve tarlaya uzanan bazen çok keyifli
bazen de mecburi bir yolculuktu. En nihayetinde yürümek, insan için iki ayakla
gerçekleşen, tamamen kendi bedensel enerjisine dayalı bir etkinlik. Milyarlarca yıl evvel,
insan türünün ilk görüldükleri yer olan Afrika’dan dünyanın en ücra köşelerine kadar
yayılmasına yol açan eylemin de kendisi. İnsanın doğayla, doğada en saf bulunma halini
de anlatan bir etkinlik. Bu nedenle aslında yürümek; basit bir eylem değil; belki de
günümüzde önemini insanlığın unuttuğu, onu artık sportif bir etkinliğe indirgediği bir
var olma biçimi. Zira insan günümüz hız toplumunda ancak yürürken ağırdan alma
“hakkı”nı kullanabiliyor. Çünkü gitmeniz gereken yere ancak ağırdan alma lüksünüz
olduğu zaman yürüyerek gidebilirsiniz. Yürümenin ise hızla alakası yoktur.
Milyarlarca yıl öncesinde, ellerinde navigasyon aletleri olmadan, sadece doğayı
dinleyerek ve ona meydan okumak yerine ona uyum sağlayarak, sabırla atalarımızın
Moment Dergi Yayın Kurulu Üyesi, Bağımsız Akademisyen, Türkiye,
[email protected].
Yazının Geliş Tarihi: 21/05/2018 Yazının Kabul Tarihi: 30/05/2018
*
© Yazar(lar) (veya ilgili kurum(lar)) 2018. Atıf lisansı (CC BY-NC 3.0) çerçevesinde yeniden kullanılabilir.
Ticari kullanımlara izin verilmez. Ayrıntılı bilgi için açık erişim politikasına bakınız. Hacettepe Üniversitesi
İletişim Fakültesi tarafından yayınlanmıştır.
Tezcan Durna
Moment Dergi, 2018, 5(1): 96-104
binlerce yıl içinde kat ettiği yolları günümüzde saatler içinde kat ediyoruz. Ancak bu
sabırla oluşan kadim bilgeliğin şaşmaz bir yön duygusunun olduğunu Wade Davis (2015,
s. 40-42) Polinezya halkları arasındaki deneyimlerinden aktarıyor. Yayıldığı alan
itibariyle dünyanın neredeyse beşte birini oluşturan, binlerce adadan oluşan Polinezya
Adaları’na atalarımızın nasıl ulaştığını, o adalar arasında nasıl iletişim kurduğunu,
adadan adaya doğanın yıkıcı gücüyle mücadele ederek nasıl bağlantı kurduğunu
günümüz teknolojisiyle bile anlamak mümkün olamıyor. Galiba bu sır sadeliğin,
dinginliğin, sabrın ve “teslimiyet”in verdiği özgüvende yatıyor. Yürümek, alet, teknoloji,
teknik değilse bile bir bilgiye ihtiyaç duyuyor doğayla mücadele açısından. Ancak bu
bilgi, yılların, hatta bin yılların içinde sabırla yoğrulmuş kadim bir bilgi. Bu bilgi doğayı
zaptetmek yerine onu dinlemeyle, ona samimiyetle kulak verildiğinde anlamı olan bir
bilgi. Sahip olunan değil, olunan bir bilgi. Siz doğayı dinlediğiniz zaman, onunla nasıl
başa çıkabileceğinizi değil, doğaya nasıl karışabileceğinizi öğreniyorsunuz. Yoksa Into the
Wild1 filmindeki genç gibi yok olup gidiyorsunuz. Günümüzün kendine aşırı güvenli
modern insanı da bu aşırı özgüvenle doğaya karışmak yerine ona hükmetmeye
çalışırken, yok olma tehlikesi altında.
Yürümek aslında insanın kökenine inersek, göçebeliğine de eşlik eden bir eylem.
Öyle ya, insan hedefe kilitli bir biçimde, hayatta kalma güdüsünün hareketiyle
yürümeseydi, ilk çıktığı kıtadan dünyanın ücra köşelerine nasıl ulaşacaktı? Bu nedenle
yürümek; günümüz modern zamanlarının en yakıcı/yıkıcı sorunlarından birisi olan
mültecilik kavramı ile de bir arada düşünülmesi gereken bir kavram. Zira insanlar hala
öz yurtlarındaki savaş ve çatışmalardan canını kurtarmak için görece daha güvenli
ülkelere canlarını dişlerine takarak, yokluk içinde yürüyerek kaçıyorlar.2 100 yıldan fazla
zaman önce bu memleketten göçe zorlanan Ermeniler, çoluk çocuk, yaşlı ve kadınlar
olarak yürümeye zorlanarak kovuldular. Kuşkusuz böylesi yürüyüşlerin felsefesinden
ziyade, siyasetini düşünmek gerekir. Bu şekilde yürüyen insanlar, Agamben’in de tarif
Sean Penn’in yönettiği 2007 yapımı filmde, genç bir üniversite öğrencisi, mezun olduktan sonra, her şeyi
bırakıp doğanın içinde yaşamaya karar verir. Pek çok güçlükle karşılaşan genç, deneyerek değil kitabi
bilgilerle hayatta kalmanın bedelini ağır bir şekilde öder.
2 10 Mayıs 2018 tarihli gazetelerde bir haber gördük. Haber 37 gün boyunca açlık ve yokluk içinde, bin bir
tehlike atlatarak Afganistan’dan kaçan, Ağrı’ya kadar yürüyerek gelen 15 göçmenin hikâyesini
anlatıyordu. Bu insanların her biri yaşadıklarını yazsalar, kuşkusuz bu yürüyüşün de bir felsefesi çıkardı
ortaya. Ancak gazeteye bu insanların hikâyesi bir felsefe olarak değil bir trajedi olarak yansıdı, ilk
okunduğu anda üzen, ama sonra çarçabuk unutulan bir trajedi. (Haber için, bkz.
https://www.sozcu.com.tr/2017/gundem/37-gun-yuruyerek-afganistandan-agriya-ulastilar-1841044/,
erişim tarihi: 18.05.2018).
1
(97)
Tezcan Durna
Moment Dergi, 2018, 5(1): 96-104
ettiği “kutsal bedenler” (2001) olarak karşımıza çıkıyor. Hiçbir hukuksal zırhla
korunmayan, çıplak bedenler. Her türlü suiistimale, hukuk ihlaline açık çırılçıplak
bedenler. Modern zamanlarda gerek savaş ve çatışma gerekse ekstrem iklim koşulları
nedeniyle her birimiz yürüyerek doğup büyüdüğümüz topraklardan kaçma tehlikesiyle
karşı karşıyayız. Yani her birimiz çıplak beden olma potansiyeline sahibiz. Bu satırların
yazarı, bir barış bildirisine imza attığı için çıplak beden olmanın adaylarından birisi
hâlihazırda. Baskının, çatışmanın, otoriterleşmenin yoğunlaştığı bir ülkede, muktedirin
savaş talebine karşı çıkmanın doğal sonuçlarından birisi gibi görünebilir mülteci olma
riski, ancak elbette başka türlü bir yaşam tahayyülünü önce talep etmek sonra da onda
ısrar etmek de politik öznenin olmazsa olmazları arasındadır. Elbette bu son cümleler bir
hal tercümesidir, ele almayı vaat ettiğimiz kitabın meramını sunmaktan uzaklaşmayalım.
Kitap modern öznenin yaptığı gibi yürümenin bir araç olmadığı kanaatine dikkat
çekerek başlıyor. Yazar, bu bağlamda yürümenin bir spor etkinliği olmadığını
hatırlatıyor ilk cümlesinde. Yürümek, basitçe bir ayağını diğer ayağının önüne atmaktan
ibarettir, ancak spor etkinliği gibi bir rekabet için yürümek, yazarın dikkat çektiği
yürümenin felsefesiyle uyuşmayan bir etkinlik. Zamanla, rakiple, doğayla, kendinle
yarışmak, yürümenin felsefesini gölgede bırakan bir motivasyon. Bu nedenle yürümek
yazara göre bir erteleme özgürlüğü sunduğu andan itibaren bir anlam ifade ediyor. İşe
yürüyerek gideyim, yol parasından tasarruf etmek için yürüyeyim, fit kalmak için
yürüyeyim gibi motivasyonlar, yürümenin modern özne tarafından araçsallaştırılmasını
beraberinde getiriyor. Kuşkusuz zamanla yarışan, kendini içinde yaşadığı zamanın
hızına kaptıran bir modern özneye yürümek için bu tür motivasyonlar gerekli görülebilir.
Ancak zaten zamanla yarışan özne, vakti nakdin diğer yüzü olarak kavrayan kişi,
erteleme özgürlüğüne de sahip değildir doğal olarak. Her anı planlı, günün her saati bir
işe ya da eyleme angaje edilmiş bir kişinin özel olarak şu sokağı da yürüyerek geçeyim
deme lüksü söz konusu değil. Bu nedenle yürüme eylemi ile tamamen üretkenliği motive
eden kapitalist bir toplum arasında derin bir çelişkinin olduğunu hatırdan çıkarmamak
gerekir. Yine bu nedenle gerçek anlamda bir yürüyüş, özel pantolonlar, ayakkabılar ve
“sopalar” eşliğinde yapılan “trekking” değildir yazara göre. Zira böylesi bir etkinlik,
doğasında insanın kendi özüne, doğaya dönme isteğini teşvik etme amacı barındıran
yürüyüşü, tüketimin gerekçesi haline getirir. Böylesi bir motivasyon, yine doğasında
tefekküre dalma isteğini barındıran yürüyüşü, rekabetçi bir spora döndürme riski taşır.
Rekabet yerine tefekkür için yürümek ise ya yalnız yürümeyi ya da en fazla dört kişiyle
yürümeyi gerektirir hatırlatmasında bulunuyor. Bu sayının mutlaka bir hikmeti vardır,
(98)
Tezcan Durna
Moment Dergi, 2018, 5(1): 96-104
ben bu hikmeti yazarın yürümeye yüklediği anlamda aramak gerektiğini düşünüyorum.
İnsan yürürken ya kendisiyle konuşacak ya da zaman zaman değiştirebileceği sohbet
eşlikçileriyle yürüyebilecektir, ki bu eşlikçiler de sohbetin derinleşebilmesi için dördü
geçmemelidir. Yazar bu nedenle, motivasyonu rekabete dayanmayan yürüyüşçü ünlü
yazar ve filozofların yürüme etkinliklerinden uzun uzun bahsederek devam ediyor
kitabına; her biri de zaten pek çoğumuzun tanıdığı, ama yürüyüşün hayatında ne kadar
önemli olduğundan pek haberimiz olmayan ünlüler.
Nietzsche, Rimbaud, Thoreau, Nerval, Kant, Rousseau, Gandi, İsa gibi kendi politik,
felsefi ve düşünsel bakış açılarından yürüyüşü bir yaşam biçimi ve varoluş hali olarak
şekillendirmiş isimler karşımıza çıkıyor kitapta. Örneğin, Nietzsche severler için önemli
bir bilgi ile karşılaşıyoruz. Çok bilinen ve çok okunan Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabında
Nietzsche, “Kanla yaz: göreceksin ki kan ruhtur” (1997, s. 43) der. Ancak Gros, bu deli
olduğu kadar, ulu düşünürle ilgili bir gerçeğe daha dikkat çekiyor yürümenin hikmeti
çerçevesinde. Nietzsche, Tragedya’nın Doğuşu’ndan Gezgin ve Gölgesi’ne, Şen Bilim’den
İyi’nin ve Kötünün Ötesinde’ye kadar pek çok eserini yürürken yazmıştır. Çünkü
Nietzsche için yürümek aynı zamanda özgür bir biçimde düşünmek için bir fırsattır.
Gezgin ve Gölgesi’ni yazdığı yaz, günde en az sekiz saat yürür. Nietzsche için yürümek
Kant’ta olduğu gibi işe ara vermek ve zihnini temizlemek için bir mola değildir. Bizzat
çalışmasının bir parçasıdır. Çünkü Nietzsche kendi deyimiyle “kitaplar arasında
düşünebilenlerden, beynini kitapların dürtüklediği” kişilerden değildir. O deniz
kıyılarında,
dağ
eteklerinde,
kırlarda
“yürüyerek,
sekerek,
dans
ederek”
düşünenlerdendir (s. 23). Gerçekten de Nietzsche kadar olmasa da kafasındaki
düşünceleri toparlamakta güçlük çekip de kısa bir yürüyüşe çıkıp, sonra düşüncelerini o
yürüyüş sırasında şekillendiren az değildir. Doktora tezi yazarken inzivaya çekilip,
kitaplardan medet umarken tıkanarak evimin yakınındaki parka süresi belli olmayan
yürüyüşler yaptığım zamanlar geldi aklıma kitabı okuyunca. Yazdığım bir bölümün
nüvesi o yürüyüş sırasında şekillenmişti. Biraz da erken bitirdiğim yürüyüşün sonunda
aklımdakileri kâğıda aktarabilmek için ayakkabılarımı bile çıkarmadan masanın başına
çöküp neredeyse nefes almadan sayfalarca el yazısıyla düşündüklerimi aktarmıştım.
Gerçekten de öyleydi, kafamdakileri yürüyüş sırasında şekillendirmiştim ve yürürken,
onları aktarabileceğim bir araç yoktu yanımda. Aslında içine düştüğüm bu aciliyet hissi
insanın unutmamak için yazdığı, hatırlamak için not ettiği gerçeğini de ortaya çıkarıyor.
İnsanı
düşüncesinin
hakikiliğine,
bu
hakikiliğin
kendisi
dışındakilere
de
aktarılabilirliğine en nihayetinde simgeler aracılık ediyor gibi görünüyor. Ancak bu
(99)
Tezcan Durna
Moment Dergi, 2018, 5(1): 96-104
simgelerin, yani bu bağlamda yazının yürürken aklından geçen tüm hakiki düşünceyi
aktarıp aktaramadığı da bir muamma. O nedenle yürümenin yol açtığı en önemli şey
bence, yazmaya yol açmasından ziyade insanın kendisiyle diyaloğa yol açmasıdır. Ta
Sokrat’a dayanan diyaloji, gerçek anlamda yürürken vuku bulabildiği için, Nietzsche de
konuşur gibi yazar, tam da masa başından ziyade, kırlarda sekerek düşündüğü için.
Diyalojik düşünce ise insanın içindekinin gerçek anlamda doğmasına, ortaya çıkmasına
vesile olur; elbette bu meyanda özgürleştirici bir süreçtir. Nietzsche’nin konuşur gibi
yazması boşuna değildir, zira o yürürken yanındaki bazen gerçek bazen de hayali
eşlikçisine aklında uçuşanları aktarıverir. Nietzsche’nin ahlak, iyi, kötü, bilim üzerine
yazdığı şeylerdeki özgül hakikatin sırrı bu yürüyüşlerdedir. Zira yürüyüş, insanı içinde
bulunduğu doksalardan, kanaat kırıntılarından, kültürel hegemonyalardan uzaklaştıran,
kendisiyle başbaşa bırakan nadide bir etkinlik olarak tanımlanır Gros’un kitabında.
Gros’un, yürüyüşün felsefesini bağlamına yerleştirmek için bahsettiği tüm filozof,
düşünür ve yazarlardan bahsedecek değilim. Nietzsche üzerine yazdıklarımın, kitap
hakkında yeterince merak uyandırıcı satırlar olmasını ümit ediyorum. Her yürüme
etkinliğinin politik ve felsefi bağlamını kavrayabilmek için her filozof ve düşünürün
deneyiminin ayrı bir ufuk açtığını da unutmamak gerekir. Örneğin, bu bağlamda
Aydınlanma’nın en özgün ve bağlantısız filozoflarından Jean Jacques Rousseau’dan
bahsetmemek de olmazdı. O’nun müzmin bir yürüyüşçü, bağlantısız ve yersiz yurtsuz
bir dünya yurttaşı olduğunu elbette biliyordum. Hem Rousseau’yu hem de Arthur
Rimbaud’yu müzmin bir gezgin, bağlantısız bir dünya yurttaşı yapan, onların düşünsel
olarak da zihinsel olarak da kalıcı bir şekilde bir yere bağlı olamamalarından kaynaklanır.
Düşünce dünyalarını zengin kılan, insanın en saf halini bir hakikat olarak karşımıza
çıkaran, örneğin özellikle Rousseau’nun insanlar arasındaki kurulmuş eşitsizliklere
vurgulu bir biçimde dikkat çekme becerisini getiren de bu bağlantısızlık ve yürüme
tutkusudur. Yürümek, bu gibi bünyelerde basit bir eylem olmanın ötesine geçip bir felsefi
sisteme, bir düşünsel ekole, bir politik motivasyona dönüşür. Arthur Rimbaud’nun kısa,
trajik ve çok hareketli yaşamının sonlarındayken, bir ayağı dahi olmadığı halde bulanık
zihniyle neden hala “gitme” (Gros, 2017, s. 51) hayalleri kurduğunu yürümenin verdiği
hazzı ve özgürlüğü bilmeyenler anlayamaz.
Yürümek, hiçbir araca, hiçbir topluluğa, hiçbir kalıba ihtiyaç duymaz. İnsanın
zaman ile mekân arasındaki sıkışıklığı aşmasının en iyi yollarından birisidir. Zira
yürümek günümüzde moda olan yavaşlığın en belirgin sembollerinden birisidir. Yavaş
şehir, yavaş yemek, yavaş gazetecilik gibi hızın zıddıyla kurulan etkinliklerin hepsinin
(100)
Tezcan Durna
Moment Dergi, 2018, 5(1): 96-104
temelinde yürüme etkinliği yatar. Hız aslında zaman kazandırmaz. Hızla yaptığınız bir
işten arta kalan zaman, tıpkı Marks’ın “artı değeri” gibidir. Aslında ihtiyacından fazlasını
biriktirmesi insanı gerçekten özgürleştirmez; aksine tutsaklaştırır. Gros, zamanı
hızlandıran şeyin acelecilik ve sürat olduğuna dikkat çekerek, hızlı bir şekilde yaptığınız
her şeyin istifleme etkinliği ile aynı şey olduğunu hatırlatır (s. 38). Acele ettikçe daha fazla
zamana ihtiyaç duyarsınız, daha fazla zamana ihtiyaç duydukça acele edersiniz. Bu ikisi
arasındaki neden sonuç ilişkisi bir süre sonra kaybolur, hızın kendisi bizatihi amaca
dönüşür. O saatten sonra zaman sizi tutsak etmiş olur. Zamanla bir işiniz olmadığında,
zamanın size gerçekten de hiç bitmeyecekmiş gibi geçtiğini görürsünüz. Benim aklıma
çocukluğumda geçirdiğim yaz tatilleri gelir. Haziran başında girdiğimiz yaz tatili
çocukluğumda çok uzun sürerdi. Hayatımın hiçbir döneminde böylesi uzun yaz tatilleri
yaşamadım. Şimdi yazın nasıl geçtiğini, güz aylarının ne çabuk gelip çattığını
bilemiyorum. Bu belki de çocukluk ve yetişkinlik arasındaki algı farkından da
kaynaklanıyor olabilir, ancak modern hayatın içindeki hızın da bu algı farklılığını önemli
ölçüde etkilediğini inkâr edemeyiz.
Kitap daha önce tanımadığım ve sivil itaatsizliğin kurucularından sayılabilecek
Henry David Thoreau ile de tanışmama vesile oldu. Thoreau’nun 1800’lü yıllarda yazdığı
Walden Gölü, Ormanda Yaşam (2017) başlıklı eseri ve bu esere esin veren ormandaki iki
yıllık yaşama deneyimine Gros’un kitabında rastlamak boşuna değil. Kitapta Thoreau’ya
özel ve uzun bir yer ayrılmasının nedeni, yürümeyi karakterize eden en önemli iki şeyin
O’nda bulunmasından kaynaklanır. Hem bireyci bir başkaldırı hem de doğayla hemhal
olmanın verdiği doğalcılık. Bu iki kavram da sanayileşmenin ve doğanın fethinin
doludizgin yaşandığı 1800’lü yıllarda Batı’da özellikle de ABD’de gerçek bir politik tavır
alışa tekabül etmesinden dolayı önemli bir çıkış noktasıdır. Thoreau’nun toplumu terk
ederek, Walden Gölü’nün kıyısında kurduğu kulübede geçirdiği iki yıl, aynı zamanda
onun zenginlik-yoksulluk, kâr-zarar, efendilik-kölelik gibi kavramları yeniden
düşünmesi ve sorgulamasını ve bu kavramlara farklı bir bakış açısıyla bakmanın önemini
kavramasına yol açar. Kuşkusuz yürümek, doğada kaybolmak değildir, doğayla barışık
bir biçimde yaşamanın pratiğidir. Thoreau da bunu yaşayarak deneyimlemiştir. Doğada
yazmaktan daha çok yaşamıştır. Gros’un Thoreau’nun bu deneyimine özel bir önem
atfetmesinin nedeni, yazarın Thoreau’dan alıntıladığı şu sözde gizlidir: “Aşktan,
paradan, şöhretten ziyade hakikati verin bana” (s. 95). Thoreau hakikati doğa anada
bulmuştur. Ancak doğanın efendisi olarak değil, onun bir parçası olarak yaşayarak
bulmuştur hakikati.
(101)
Tezcan Durna
Moment Dergi, 2018, 5(1): 96-104
Yürümek hem dini hem de politik bir hareketin de dinamosu olarak çıkar karşımıza
Gros’un kitabında. Ancak yazarın kitabında yer verdiği deneyimler, yürümeyi bizatihi
araçsallaştıran değil, doğallığında yaşayan deneyimlerdir. Örneğin, yazarın hacının ilk
anlamından yola çıkarak yürüyüşe atfettiği anlam gayet politiktir ve bizi bu yazının
başındaki mevzuya geri döndürür, ki bu mevzu belki de insanlığın başından beri
kaderidir. Bazıları bir yeri yurt edinir ve o yurdun sahipleri olarak kural koyar. O
kurallara uymayanlar ya da o kurallar dogmaya dönüşünce onları sorgulamaya
kalkışanlar o yurttan sürgün edilir. Tıpkı Musa gibi, tıpkı İsa gibi, tıpkı Muhammed gibi.
Her bir peygamberin yaşadıkları yurtlarından sürgün edilmesi boşuna değildir.
Statükoya karşı koyduğun anda, muktedirin suratına haksızlığını haykırdığın anda ya
sürgün edilirsin ya çarmıha gerilirsin ya da baldıran zehri içersin. Hacının ilk anlamı da
“yabancı, sürgün”dür. Hacı her ne kadar günümüzde Kudüs ya da Mekke’ye giden
olarak bilinse de ilk anlamı unutulmuş gibidir. Zira hacı, yani “peregrinus” esas olarak
“yurdundan uzakta yürüyen”dir (s. 99). Hacı kendi yurdunda güven içinde yürüyen kişi
değil, her an tehdit altında, her an saldırıya açık çıplak bir bedendir. Günümüzün modern
hacılarının mülteciler olduğu gerçeğini tokat gibi yüzümüze çarpıyor bu hacının ilk
anlamı. İlk Hristiyan teologların da tasavvuf ehillerinin de bu dünyanın fani olduğuna,
bu dünyada sadece yürüyor olduğumuza dikkat çekmeleri de boşuna değildir. Aslında
bu her ne kadar mütevekkil ve teslimiyetçi bir bakış açısı gibi görünse de gayet politik
bir duruştur. Hiçbir yere ait olmamak, orayı gerçek anlamda da sahiplenmemeyi, onun
uğruna savaşmamayı, o sahiplik uğruna hiçbir canlıya zarar vermemeyi de beraberinde
getirir. Yunus Emre’nin dizelerinde hayat bulan “Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk
sahibi, mal da yalan mülk de yalan, var biraz da sen oyalan” felsefesi, ancak yabancı ve
sürgün olmakla hayata geçebilir. Ancak bu felsefeyi sahiplenmek, doğaya tahakküm
etmekle değil doğaya karışan bir yaşama biçimi benimsemekle mümkün olabilir. Doğaya
hükmetmek, aynı zamanda senin gibi düşünmeyen, olmayan hemcinslerine de
hükmetmeyi beraberinde getirir. Bu meşruiyet ise, tüm savaş, çatışma, zulüm ve
kıyımların da kaynağını oluşturur. Basit bir yürüme eyleminin nasıl politik bir mevzu
olduğu Gros’un verdiği örneklerden açık bir biçimde ortaya çıkıyor.
Hazır yürümenin politik bir etkinlik olduğu gerçeğine tekrar dönmüşken, basit bir
yürüyüşün koskoca bir ulusu savaşmadan nasıl özgürleştirdiğinden bahsederek
satırlarıma son vereyim. Gros, yürüyüşün özündeki tekrarın, yeknesaklığın muazzam bir
güce sahip olduğundan bahisle kitabına son veriyor. Bu yeknesaklık ve ısrar aynı
zamanda bir direnişe, gizil bir güce ve işgalciyi çaresiz bırakan bir bağımsızlık iddiasına
(102)
Tezcan Durna
Moment Dergi, 2018, 5(1): 96-104
dönüşebilir. Bu yeknesaklığın gücünü Gros, Gandi’nin uzun yürüyüşünde görür.
Gandi’nin felsefesinde olan “kör edici parlaklık yerine sakin aydınlık”, Hint ulusunun
bir yürüyüş ısrarıyla özgürleşmesini beraberinde getirmiştir. Yürüyüş, basit gibi görünse
de yol açtığı sonuçlar itibariyle karmaşık bir etkinliktir. Gandi’nin yürüyüşündeki asıl
güç eylemin alçakgönüllülükle yapılıyor olmasındadır. Zira yürümek aslında
yoksulların harcıdır. Yoksulun bir yerden bir yere ulaşmak için bacaklarından başka aracı
yoktur. Ancak Gandi’nin yürüyüşündeki alçakgönüllülük elbette yoksullukla aynı şey
değildir. Yürüyüş sırasında alçakgönüllülüğe dair öğrenilen en iyi şey, her şeyi
bilemeyeceğimiz ve her şeyi yapamayacağımızın farkındalığıdır; yani kısacası haddimizi
bilmemizdir. Had bilmek mistik bir teslimiyete değil, insanın sınırlarını bilmesine işaret
eder. Sınırlarını bilen insan hem olabildiğine özgür hem de olabildiğine etrafında
yaşayan tüm canlılara bağımlı olduğunun farkında olan insandır. İşte yürümek, bu
bilinçle beraber gerçek, politik bir etkinlik olup çıkar.
2017 yaz aylarında “adalet” sloganıyla yürüyüşe başlayan Türkiye’nin ana
muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu, genel kanıya göre iyi bir insan ancak iyi bir lider
olarak kabul görmüyordu. Türkiye’de “iyi” bir siyasi lider olmak kolay değildir.
“Yumruğunu masaya vurmayı bilmek”, “güçlü görünmek”, “iyi demogoji yapabiliyor
olmak”, “dini bütün olmak” lider olabilmenin yolları arasında sayılır. Sokaktaki
insanlarla konuşurken bile Kılıçdaroğlu’nun bu niteliklerden yoksun olduğunu en az üç
kişiden ikisinden duymanız mümkündür. Adaletin tamamen ortadan kalktığı, hukukun
üstünlüğünün yok edildiği, bir gecede binlerce insanın bir Kanun Hükmünde Kararname
listesine adı eklenerek emeklerinin bir çırpıda yok edildiği bir dönemde “adalet”
sözcüğünü merkeze alarak yürüyüşe başlamak, Kılıçdaroğlu’nu ve onu destekleyen
kitleyi masaya vurmadan da lider olunabileceğine ikna etmiş görünüyordu. Yani aslında
bu yürüyüş “adalet” sözcüğünün etrafındaki yokluklara işaret ederek yeniden var
olabilme umudunu yeşertebilmeye tekabül etmişti. En azından yürüyüşün sonlarında
kendisiyle KHK mağdurları kontenjanından birisi olarak görüştüğümüzde edindiğimiz
izlenim bu yöndeydi. Ancak Kılıçdaroğlu, yürüyüşe gösterilen teveccühe şaşırmış
haldeydi. Bu teveccühün kendisinden ziyade eylemin kendisine, yani yürüyüşe
olduğunun
farkındaydı.
Tek
bir
kişinin
memleketteki
haksızlıkları
ortadan
kaldıramayacağının bilinciyle, “hep beraber yapacağız” diyordu. Yürüyüş, bir anlamda
otoriter bir iktidarla nasıl başa çıkabileceğini bilmeyen, öğrenilmiş çaresizliğe teslim
olmuş bir kitleye umut oldu. Ancak, yürüyüşün yarattığı politik tavrın devamı gelmedi.
Elbette sürekli yürüyüş halinde olmak mümkün değil. Ancak yürüyüşün yarattığı politik
(103)
Tezcan Durna
Moment Dergi, 2018, 5(1): 96-104
bilinç ve özgüvenle kendi yolundan gitmek de mümkündür. Ancak muktedirin açtığı
yola mahkûm olmadan kendi yolunu bulabildiği zaman gerçek bir kitle hareketine yol
açabilmek mümkün olacaktır. Bir zamanların muktedir politikacısı Demirel’in söylediği
gibi belki “yollar yürümekle aşınmayabilir”, ama verili zihniyet, statüko, tahakküm,
esaret, baskı, zulüm ve adaletsizlik ancak ve ancak yürümekle aşınır.
Kaynakça
Agamben, G. (2001). Kutsal İnsan, Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (İ. Türkmen, Çev.).
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Davis, W. (2015). Yol Bilenler: Kadim Bilgeliğin Modern Dünyadaki Önemi. (A. Terzi, Çev.).
İstanbul: Kolektif Kitap.
Gros, F. (2017). Yürümenin Felsefesi. 6. Baskı. (A. Ulutaşlı, Çev.). İstanbul: Kolektif Kitap.
Nietzsche, F. (1997). Böyle Buyurdu Zerdüşt. (T. Oflazoğlu, Çev.). İstanbul: Cem Yayınları.
Penn, S. (Yönetmen). (2007). Into the Wild.[Film]. ABD: Art Linson Productions.
Thoreau, H. D. (2017). Walden Gölü, Ormanda Yaşam. (C. Turan, Çev.). İstanbul: Say
Yayınları.
(104)