favoriler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
favoriler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Aralık 2024 Perşembe

Bizim Büyük Çaresizliğimiz (Barış Bıçakçı) | Kitap Yorumu

Yazar: Barış Bıçakçı, Yayınevi: İletişim Yayınları

Bu kitap için iki yakın arkadaşın, iki dostun, öyküsü diyebiliriz. Aralarda bir yerde onların öykülerine tatlı bir esinti olarak bir hanım kızımız da dahil oluyor olmasına ancak, bu aslında Ender ile Çetin'in öyküsü.

Nihal, Çetin ile Ender'in çocukluk arkadaşları Fikret'in kız kardeşi. Anne babasının ölümünün ardından Nihal, tek başına kalıyor. Abisi Fikret'in Amerika'da kurulu düzeni var, abisinin oraya dönmesi gerekiyor. Nihal üniversiteyi bitirene kadar ona göz kulak olacak bir büyük gerekli. Bu büyükler kitabın da anlatıcısı olan Ender ile Çetin oluyor. Nihal gençliğinin verdiği tazelik ve yaşadıklarının verdiği buruklukla bizim ikilinin yaşamında parlıyor. Bazen günü aydınlatan bir güneş, bazen geceyi hüzünlendiren bir yıldız gibi.

Bu bir aşk hikayesi gibi görünüyor. Ama kimin kime veya neye aşkının hikayesi, zamanla bulanıklaşıyor. Çetin ile Ender orta yaşlı iki adam. Nihal ise daha yirmisinde. Üstelik Nihal onlar için kardeşleri gibi olmalı, hem yakın arkadaşlarının da kardeşi. Öte yandan Nihal, hayatlarının griliğindeki bu iki adam için bir hatırlatıcı. Gençliklerinin, çocukluklarının... Hatta birlikte yaşadıkları anılarının. Zamanı geriye alamazsın ama peki ya anıları? Onları geri alabilir misin? Onları tekrar yaşayabilir misin? Basbaya deneyimlemeyi kastediyorum? Ender de bunu kastediyor. Ender de Çetin de Nihal'i seviyor. Ben buna aşk demezdim ama zaten aşk nedir ki? Bu bile tartışmalı.

Ender de, Çetin de Nihal'i bir kır papatyasını izler gibi seviyor. Gün doğumunu ya da batımını izler, pazar kahvaltısının heyecanını izler, dünya kupasındaki gol sevincini izler gibi... Sadece izler gibi seviyor. Nihal'in toyluğunu, kalp kırıklıklarını, sevinçlerini ve bilmedikleri her şeyini izliyorlar sadece. Onda kendi gençliklerini ve umutlarını gördükleri içindir belki de. Çünkü bir yaşamı yeniden yaşayamazsın; ama belki başka biri aracılığıyla bu uçucu hissi izleyebilirsin. Belki de aşk da böyledir. İçindeki özlem ve umutlarını karşındaki kişide görmek, buna hayranlık duymak ve izlemek izlemek... Bu pencereden bakarsak evet, ikna oldum gibi gibi, bu biraz iğreti de dursa bir aşk hikayesi olabilir.

Bu kitabı liseyi bitirdiğim yıl okumuştum ilk kez. Altını çizdiğim satırları görünce birkaç tutam duygusallaştım. Şimdi üstüne bir o kadar, hatta daha bile fazla, satırın altını çizdim. Bir ara oturdum ağladım. Kitabı ilk kez okuduğumda ne düşünmüştüm hatırlamıyorum ama kitabın bende yeni bir şey keşfetmenin hoş tadını bıraktığını hatırlıyorum. O dönem benim için farklı ve güzel olan bir sürü kitap okumuştum. O kitapların tadı hala damağımda (üzerinden altı yıl geçmiş). Bu kitap da öyleydi işte, içeriğiyle değil ama kendine has ruhuyla bana dokunmuştu. O zaman anlamamıştım, şimdi anladım (gibi gibi). O zaman, kitabı ilk okuduğumda, çok bir şey düşünmemişimdir muhtemelen. Daha ne yaşamıştım ki? Hiç. Hoş, şimdi de çok deneyimsiz gibiyim. Ama kavrama yeteneğim güçlü (gibi gibi). Ondan olacak, bu seferki okumamda daha çok şey gördüm. Kitabın ön planında ve reklamında aşk olsa da, ben en çok dostluğu sevdim. Ender ve Çetin'in dostluğunu. Zaten onların çaresizliği Nihal de değildi; yaşamadıkları veya yaşarken anlayamadıkları hisleri alıp götüren zamandı.

Üniversiteye başladığımda en yakın arkadaşım, dostum, başka bir şehre gitmişti. Çok iyi bir üniversitede çok iyi bir bölümü kazanmıştı. Onun adına gerçekten çok mutlu olmuştum. O zaman üçlü bir arkadaş grubumuz vardı bizim de. İkimiz aynı şehirde kalmıştık, birimiz uzaklara uçacaktı. O gitmeden evvel üç kez son buluşmamızı yapmıştık. :) Her seferinde içimde bir burukluk... sanki kızla iletişimimiz kopacak, ondan bir daha haber alamayacağım. Ama korkuyorum. ''Bir daha eskisi gibi olabilir miyiz bilmiyorum günlük...'' Diğer arkadaşım benimle, bu teselli etse de... O giden de benim Çetin'im olmuş işte, o zaman da biliyordum şimdi de. 

Üniversitede hep onun gibisini aramıştım ben de (Ender gibi). Öyle bir arkadaş. Bilinçli yapmadım bunu, ihtiyacım olduğu için bilinçaltım yaptı. Üniversitede en yakın arkadaşım olan kişiyi o dostuma benzetmiştim (bir itiraf). Yine de aynı değildi. Üniversitedeki o arkadaşımın yanında hiç ağlamadım veya benim için gerçekten önemli olan bir şeyi onunla paylaşmadım (isabetli bir karardı :); ama dostum, aramızda kilometreler olsa da bir telefon ötemdeydi her zaman. Ona iki saat boyunca (abartı yapmadım, gerçekten iki saate varan telefon konuşmalarımız olmuştur) zırlamış, heyecanlarımı anlatmış, akıl almışımdır. Beni en çok rahatlatan anlar, onunla saatlerce yaptığımız konuşmalar, mesajlaşmalardı. Ne zaman arasam, orada olacağını bilmemdi. 

Böyle durumlarda insanın kendi özünden parçaları bu ikili ilişkilere verdiği için bağ kurduğunu düşünürdüm. Oysa şimdi görüyorum ki, aslında bir şey almak veya vermek değil bu; bu, senin anıların. Senin hayatın. En güzel anlarını, en buruk anlarını yaşaman; bazen birebir, bazen anlatarak. Bu yüzden dostluklar kıymetli. Hadi benim örneğimde yok ama, bence aşk da bu yüzden kıymetli. Ve bu yüzden, ben Ender, Çetin ve Nihal üçlüsünden bir aşk hikayesi çıkmadığını düşündüm ve düşünüyorum. Belki bir aşkın hayali denilebilir buna. Belki geçmiş aşkların hayali. Belki gelecek bir aşkın hayali; o kişiyle bile değil o hisle ilgili bir hayal. Bilmiyorum; burada ana karakter olan anlatıcı (ve kitabın yazarı) bir erkekti neticede. En duygusal ve şairane düşünen erkek bile bir kadın gibi düşünmez muhtemelen. Özellikle de aşk hakkında.

Bu, benim sevdiğim bir kitap. Ayrıca bu kitabın benim için özel bir yanı da var. Yıldızlı gecelere farklı bir şekilde bakmamı sağlamıştı.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


23 Aralık 2024 Pazartesi

The Little Rascals (Küçük Afacanlar) | Film Yorumu


Yönetmen: Penelope Spheeris

Senarist: Paul Guay, Stephen Mazur, Penelope Spheeris, Mike Scott, Robert Wolterstorff

Yapımı: 1994 - ABD


''El ele verip çalışırsak her şey mümkün olur dostum!''


Kaynak: Pinterest

Kızlara Uyuz Olan Erkekler Kulübü'nün bir üyesi olmak için iki temel şartı yerine getirmek gerekiyor: Erkek olmak ve kızlardan nefret etmek! Kulübe bir kızın katılması kesinlikle yasak. Kulüpte konuşulanlar ise daima kulüp üyeleri arasında kalır. Kulüp binası ve arabası sadece, evet, kulüp üyelerindir. Ancak kulübün bu katı kurallarına ihanet eden birisi ortaya çıkıyor: Alfalfa (Bug Hall). 

Alfalfa küçük kalbini Darla'ya (Brittany Ashton Holmes) kaptırıyor. Arkadaşlarının onlara ihanet ederek bir kızla vakit geçirmesi üyeleri sinirlendiriyor ve Alfalfa'ya bir ders vermeye karar veriyorlar. Alfalfa ile Darla'nın kulüp binasındaki piknik planını sabote ediyorlar. Bu olayın ardından kulüp binasının yanmasının da içinde olduğu bir dizi beklenmedik olay yaşanıyor.

Film boyunca bu afacanların kendilerine yeni bir bina inşa etmek için atıldıkları macerayı ve eski dostları Alfalfa'yı yeniden aralarına katma çabalarını izliyoruz.

Küçükken çocukların genelde hem cinsleriyle oyunlar oynayıp vakit geçirmesi sık rastlanan bir durumdur. Ben de küçük bir kızken kızlarla oyunlar oynamayı tercih ederdim. Öte yandan kız çocukların erkek çocuklar hakkında, erkek çocukların da kız çocuklar hakkında bazı yargılara sahip olması da sık rastlanan bir diğer durum. Bu filmde de kızlar erkeklerin pis ve kaba, erkekler kızların temiz ve cici olduklarına emindi! Bu nedenle de birbirlerinden kesinkes uzak duruyor, birlikte oyun oynama düşüncesini akıllarına bile getirmiyorlardı. Ancak yaşadıkları bazı olaylar, düşündükleri her şeyin çok da doğru olmayabileceğini onlara gösterdi.

Kulübün başkanı Spanky'nin (Travis Tedford) idolü olan ''dünyanın en iyi sürücüsünün'' bir kadın olduğunu öğrendiği an çok tatlıydı. Ayrıca dostça yaklaşan kızlar ve düşmanları olan erkekler ile yaşadıkları maceralar, kulüp üyelerinin arkadaşlık ilişkilerini gözden geçirmelerinde büyük etkiye sahip oldu. 

İzlerken gülmekten yanaklarımın ağrıdığı, çok sevimli ve komik bir filmdi. Küçük afacanları ve küçük hanımları mıncırma düşüncesi de hep aklımın bir köşesindeydi. Çok tatlılardı gerçekten. Bu filmi sanıyorum ki daha evvel de izlemişim. Bazı sahneleri bana çok tanıdık geldi. Ama zaten tekrar tekrar tekrar izlenebilecek, mutlu eden bir film. Ruh halimi anında olumluya çevirdi.


The Little Rascals (1994) Theatrical Trailer izlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


19 Aralık 2024 Perşembe

Adem'den Önce (Jack London) | Kitap Yorumu

Yazar: Jack London, Çevirmen: Pınar Kür,
Yayınevi: Can Yayınları

Kitap, rüyalarında Paleolitik (Eski\ Kaba Taş) Devri'nde yaşadığını gören bir adamın anlattıklarından oluşuyor. Bu anlatılar, bin yıllar öncesinde yaşamış bir bilincin bıraktığı genetik mirasın biraz da fantastik unsurlarla birleştirilerek aktarımı denebilir. Ana karakter gündüzleri 21. yüzyılın normal yaşantısını yaşarken, geceleri ilk insanlardan olan bir adamın bedeninde, onun deyimiyle, Genç Dünya'da yaşıyor. Bu rüyalar o kadar canlı rüyalar ki ana karakter için, rüyasında deneyimlediği bilinci ikinci kişiliği olarak, yaşadığı ilginç deneyimi ise kişilik bölünmesi (ki bu ifadenin psikolojideki terimsel anlamını kullanmadığını ana karakter de söylüyor) olarak ifade ediyor.

Yazar Darwinci bir bakış açısından yola çıkarak insanoğlunun dünya üzerindeki evrimsel sürecini merkeze aldığı bir serüvene çıkarıyor hem ana karakterini, hem de biz okurlarını. Bu kitap uzun zamandır kitaplığımda, ondan da uzun zamandır aklımda olmasına rağmen okumayı ertelemiştim. Bunun sebebi kitabın dilinin karmaşık olacağını düşünmemdi. Nedendir bilinmez, böyle bir düşünce geliştirmişim kitaba karşı. Oysa kitabı okuma sürecim bu öndüşüncemin tam tersi şekilde, fazlasıyla akıcı bir şekilde gerçekleşti. Hatta kitabı elimden bırakamadım desem yeridir. Her detayı hem boşluk bırakmayacak ayrıntılarla örülmüş, hem de merakta bırakacak bir işleyişte ilerleyen bir kurguydu. Yazarın bu kurguyu yazarken evrim, genetik, biyoloji ve hatta psikoloji hakkında araştırma yapmış olduğunu düşünüyorum. Bu da kitaba olan hayranlığımı artırıyor. Be adam, diyorum sevgili Jack London'a, sen nerden buldun nerden düşündün böyle bir kurguyu pes! -ve şapka çıkarıyorum-.

Yazar sanki gerçekten de taş devrinde yaşamış veya ana karakter gibi rüyalarında ikinci bir hayat olarak taş çağındaki yaşamı deneyimlemiş gibi canlı betimlemelerde bulunmuştu. Kitabı okurken ben de bir okur olarak kendimi vahşi ormanlar, yırtıcı hayvanlar, Ateş Adamlar, Ağaç Adamlar ve nicesinin arasında buldum. Kitapta ifade edilen Ateş Adamlar'ın en gelişmiş insansı tür ve istilacı olarak ifade edilen Homo Sapiens, Ağaç Adamlar'ın en kaba ve gelişmemiş olan, ağaçlarda yaşayan ve işbirliğinden yoksun Homo Erectus (ki bundan emin değilim - sadece bir tahmin) ve kitabın ana karakteri de olan anlatıcının deneyimlediği bilincin türünün ise Neandertal olduğunu düşünüyorum.

Bu kavramları ilk kez üniversitede bir dersimde geçen dilin kökeni ve nasıl ortaya çıkabileceği konusu ve sorusu bağlamında araştırmıştım. Dil gelişimi gerçekten de beyin gelişimini ve hem bireysel hem de kolektif gelişimi etkileyen, hatta sıçrama yaptıran bir etken. Çünkü dil gelişimiyle birlikte iletişim doğmuş. İletişim ise işbirliğini, zaman kavramını ve düşünce üretimini oluşturmuş. Kitapta da kurgu içerisinde bunlara değiniliyor. Ayrıca satır aralarında modern insanın bin yıllar sonrasında bile hala beceremediği ve işine gelmediği için eksik kaldığı organize olmama, örgütlenmeme, haksızlığa ses çıkarmama, barbarlık, şiddet vb. gibi (malesef) koruduğu özellikleri eleştiriliyor.

Kitabı okurken üzerinde düşündüğüm bir diğer soru ise ''bilinç nedir'' sorusuydu. Ana karakter bir çeşit doğaüstü etkinin veya psikolojik bir sanrının etkisiyle bu rüyaları görmüyordu. Ana karakter çocukluğunun hatırlayabildiği en erken zamanından itibaren her gece rüyasında kendini başka bir bedenin içinde başkasının bilinciyle yaşadığını ifade ediyordu. Bu bilinç aktarımını reenkarnasyon kavramıyla da açıklamıyordu, ki bu noktada ''ruh göçü'' olarak da ifade edilen ve mistisizme kayan bir ''inanç'' olan reenkarnasyon terimi üzerinde de düşündüm. Yazarın ifade ettiği ikinci kişilik veya kişilik bölünmesi ifadeleri ise bu noktada devreye giriyor (bunları psikolojideki anlamıyla kullanmadığını söylemiştim). Ana karakter gerçekten de genlerine kodlanmış atasal anılarını hatırlıyor olamaz mı rüyalarında? Ana karaktere göre durum sahiden de böyle; ancak bu düşünce biçimi fantastik veya mistik sebepler bulmaktan daha çok heyecanlandırdı beni. Çünkü bilincin ne olduğu ve sınırları mevzusu bana tüm bunlardan çok daha güçlü, çok daha ilginç ve hatta çok daha fantastik geldi.

Beni etkileyen bir kitaptı. Kitabı okurken hem eş zamanlı olarak hem de bir kenara bıraktıktan sonra üstüne düşündüğüm çok şey oldu. Beni en çok etkileyen noktalardan biri ise henüz soyut düşünme becerisine sahip olmayan bu ilk insansı türlerin, doğal olarak, sadece somut etkilerden korkması ve ne kadar güç durumda olurlarsa olsunlar yaşama içgüdülerinin aşırı güçlü olmasıydı. Onların acıları yaralanma, düşme, açlık, soğuk vb. gibi nedenlerle oluşan somut acılardı. Oysa modern insanın acısı, acıdan ziyade bir çeşit ızdırap gibi görünüyor diye düşündüm. Bu insansılar gecenin içindeki avcılardan korkarlarken, biz insanlar gecenin bizdeki çağrışımlarından korkuyoruz. Onlar elleriyle tuttuklarıyla yetinirken, bizler sonrasını düşlüyoruz. Bizi geliştiren de bu; aynı zamanda bize ''ızdırap'' veren. Modern insanın hayata bağlılığı bu insansılarınki kadar güçlü değil, diye düşündüm kitabı okurken. Bizler acı çekiyoruz, çünkü var oluşu kaldıramıyoruz. Onlar acı çektiler, çünkü varlıkları kolayca hasar görüyordu.

Kitabın isminde geçen ''adem'' ise ''insan'' demek. Kitap, henüz insanın bildiğimiz haliyle var olmadığı bir çağı anlatıyor. Eğer ki evrim vs konularından tetikleniyorsanız kitap size göre olmayabilir. Ancak bunun dışında bu yıl okuduğum en ilginç kitaptı diyebilirim Adem'den Önce için.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


14 Aralık 2024 Cumartesi

Noktürnler - Müziğe ve Günbatımına Dair Öyküler (Kazuo Ishiguro) | Kitap Yorumu

Yazar: Kazuo Ishiguro, Çevirmen: Zeynep Erkut,
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Bazı kitaplar bana hiç ummadığım bir günde çok güzel vakit geçirmek gibi hissettiriyor. Büyük büyük şeyler olmuyor belki, hayatımın akışı da değişmiyor. Ama o güzel günde içime öyle güzel hisler doluyor ki, üzerinden günler, aylar, hatta yıllar geçtiğinde bile o günü anımsadığımda aynı hissin tadı ta derinliklerimden yükseliyor. İşte! O kitaplardan biri de Noktürnler oldu benim için.

Noktürn ne demek açıkçası bilmiyordum. Müzikle ilgili bir terim olduğunu tahmin etsem de, anlamını öğrenmek için googlamam gerekti. Noktürn; ''içli, duygulu, romantik anlatımı olan, özgürce bestelenmiş müzik parçası'' demekmiş. Kitapta beş öykü yer alıyor. Bu öykülerin hepsi müziği, müzisyenleri ve müzikseverleri konu ediniyor. Kitapta yer alan öyküler sırasıyla; Aşk Şarkıcısı, Come Rain or Come Shine, Malvern Hills, Noktürn, Çellistler. Kitabın ismini ayrıca bir öykünün başlığı olarak görsek de, aslında kitaptaki tüm öyküler kitabın ismini karşılayan anlama sahipler. Bu öykülerdeki karakterlerin ortak noktası (müzisyen olmaları dışında :), içlerindeki tutkuyu arayan, bulan veya bulmak istediğini bulan karakterlerden oluşması. Tıpkı içli, romantik ve özgürce bestelenmiş, insanın içine işleyen parçalar gibi bir his verdi bana öykülerin hepsi. Ayrıca bu öyküleri okurken sanki birbirinden bağımsız bölümlerden oluşan bir mini dizi izliyormuş veya iç içe geçmiş bağımsız hikayelere sahip hoş bir film izliyormuş gibi hissettim. Bu öykülerin uyarlandığı bir film izlesem muhtemelen severim de bu arada. :)

Aşk Şarkıcısı isimli ilk öyküde, çocukluk anılarında yer etmiş ünlü bir müzisyenle rastlantı eseri tanışan bir sokak müzisyeninin bir gün içinde yaşadıklarını okuyoruz. Come Rain or Come Shine isimli ikinci öyküde, üniversite arkadaşlarına yatılı misafirliğe giden bir adamın eski dostlarının yaşamındaki çalkantının içinde yaşadıklarını okuyoruz. Malvern Hills isimli üçüncü öyküde, genç bir müzisyenin tatil için ablası ve eniştesinin işlettiği butik otelde müzisyen bir turist çiftle yaşadığı olayı okuyoruz. Dördüncü öykü olan Noktürn isimli öyküde, bir saksafoncunun müziğini duyurmak için sınırlarını bir hayli zorlaması sonucu yaşadığı macerayı okuyoruz. Bu arada bu öykü ile ilk öykü arasında bağlantı bulunuyor. Öyküler birbirinin devamı olmasa da, ilk öyküdeki bir karakteri bu öyküde konuk oyuncu olarak görüyoruz. Son olarak Çellistler isimli öyküde ise genç bir çellistin, gizemli bir kadının akıl hocalığını alması sonucu yaşadıklarını okuyoruz.

Dediğim gibi öykülerin genelini beğendim. Öykülerin genelini değerlendirdiğimde benim için geri planda kalan öykü Çellistler oldu. Come Rain or Come Shine ve Noktürn isimli öyküler ise bana çeşitli duyguları art arda yaşattıkları ve beni baya baya kahkahalı güldürebildikleri için yıldızladıklarım oldu diyebilirim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


6 Aralık 2024 Cuma

Berlinli Apartmanı (Yaprak Öz) | Kitap Yorumu

Yazar: Yaprak Öz, Yayınevi: Maceraperest Kitaplar

Yeni bir mekan, bizlere yeni bir hayat fırsatı sunar. Berlinli Apartmanı'ndaki yeni dairesine taşınan Oya için de bu böyleydi. Bir günlük sayfasıyla başlıyor kitap. Oya, apartmana taşındığı ilk gününde bir heves kendisinden bahsetmiş bu ilk sayfalarda. Ona her zaman destek olan abisi Ozan ile abisinin eşi ve kendisinin yakın arkadaşı Funda'yla tanışıyoruz daha ilk anda. Çünkü Oya'nın en değerlileri onlar. Bir de tabii, çevirileri. Oya bir çevirmen. Bu yeni evinde de onu en çok rahat rahat çeviriler yapacak olmak heyecanlandırıyor ya zaten. Yeni ev, yeni çeviriler ve yeni saçlar! Hem, laf aramızda, yeni saçlarıyla da az biraz Audrey Tautou'ya benziyormuş hani. Günlük sayfasına ilk gününden şu satırları not düşüyor Oya: ''Ah, kendi evim gibisi yok. Çok mutluyum Berlinli Apartmanı'nda, yeni evimde.'' Tabii bu satırları yazan heyecanlı Oya'nın, kendisini çevirdiği cinayet ve dedektiflik konulu öyküleri aratmayacak olayların içinde bulacağından haberi yoktur henüz.

Sonraki sayfada Berlinli Apartmanı'ndaki günler başlıyor. Oya başına gelen her şeyi en başından itibaren biz okurlarına anlatıyor. Bu apartman adıyla, hikayesiyle ve en önemlisi sakinleriyle oldukça farklı bir bina. Yıllar evvel yaşanmış bir aşk öyküsünden alıyor adını apartman: Berlinli Apartmanı. Sakinleri de bir hayli şahsına münhasır: Oğlu Rauf ile yaşayan emekli bankacı Ahsen Hanım, genç ve güzel balerin Elif, daireyi ofis olarak kullanan soğuk nevale ortaklar Kaan ile Barbaros, çılgın hanım teyze Faruka, pırlanta kardeşler Matild ile Natali ve apartman yöneticisi babacan amca Bünyamin Bey. Tüm bu tuhaf komşularını da, evini de çok seviyor Oya. Ancak bir gün yavru kedi Fatoş'un ağlamalarını takip ediyor ve kendisini gizemli olaylar zincirinin ana karakteri olarak buluyor. Artık Oya'nın bir cinayeti çözmesi gerekmekte!

Korku filmlerini yalayıp yutmuş, peş peşe Christieler, katil biyografileri, polisiyeler çevirmiş ve üstüne üstlük en sevdiği oyun Katil Kim? olan bu genç kadın, apartmandaki katilin kim olduğunu bir an evvel bulmalıdır. Aksi halde katil onu bulacaktır. Neyse ki Oya bu zorlu macerada yalnız değildir. Tek sorun, kime güveneceğini bilmemesidir.

Kitaba bayıldım! Zaten çok uzun zamandır hem bu kitabı, hem de kitabın yazarı Yaprak Öz'ün başka kitaplarını okumayı çok istiyordum. İlginçtir, bazen bazı kitapları beğeneceğimi daha okumadan biliyorum ve sonunda yanılmıyorum da. Bu kitabı da en başından beri heyecan, merak ve ilgiyle okudum. Basit bir dili, akıcı bir kurgusu var. Mini dizi formatında dijitalde bir uyarlaması (tv dizilerinin iki saat süresi kurguyu bayardı - ki bence yazar da buna izin vermezdi) ya da film uyarlaması olsun çok isterdim\ isterim. Zaten kitabı da film izler gibi okudum desem yeridir. Yazarın başka kitaplarını da (umuyorum ki artık bu kadar bekletmeden) okumayı çok istiyorum. 

Bu arada... Kiki! Kitaptaki favori karakterimsin.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


5 Aralık 2024 Perşembe

Bir Noel Şarkısı (Charles Dickens) | Kitap Yorumu

Yazar: Charles Dickens, Çevirmen: Çiçek Eriş,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Bazı kitaplar bana pek çok duyguyu peş peşe hissettiriyorlar. Hal böyle olunca zincirleme tepki gösteriyorum. Gözlerimin dolmasıyla dudaklarımın kıvrılması aynı ana denk geliyor. Kaşlarımın çatılmasıyla duruşumun dikleşmesi... ''evet!'' ile ''hayır!'' nidaları... Bazı kitaplar bize bizi heyecanlandıran bir kurgu sunuyor. Bazı kitaplar ilgi çekici bir karakter. Bazı kitaplar ise, Bir Noel Şarkısı'nda olduğu gibi, bizlere hem sevmediğimiz hem de içten içe sıcaklık duyduğumuz (bunu kendimize itiraf etmesek de) bir karakterin öyküsünü anlatıyor. Belki de tam da bu nedenle hem öykü hem de karakter ilginçleşiyor gözüm(üz)de. Karakteri sevmeme sebebimiz belli oluyor da... hani o bir yanımızı tıklatıp duran sevme hali var ya, işte o nereden geliyor ola ki? Karakterin ileride bir an ''iyi biri'' olacağına inandığımızdan dolayı mı? Belki de sadece yolun sonunun aydınlık bir yere çıkma ümidiyle bir yanımız karakteri bağrına basıyordur. Belki bu yolla, hani olur ya, kahramana yolculuğunda -bir okuru olarak- cesaret veriyoruzdur.

Ebenezer Scrooge, yolunun daha en başındayken aksi, cimri ve yalnız bir adamdı. Sadece kendine hizmet eden bile değil; kendi için de iyi olan her şeye ve herkese karşı öfke dolu biriydi. Kalbinde yalnızca sayabildiği ve saklayabildiği, ancak asla dokunamadığı şeylerin yeri vardı. Harcamadan biriktirdiği parası, buz gibi ve kullanmadığı odalarla dolu kocaman malikanesi, daima karanlık ve soğuk ofisi... Scrooge'ya ait her şey soğuk ve tek başınaydı sanki. Çatık kaşları asla yumuşamaz, dudaklarının kenarlarına neşenin kırıntısı uğramazdı. O kadar paranın içinde yoksulları görmez, yakınına sokulmaya ve onu sevmeye çalışanları bile ittirirdi. O, kesinlikle katlanılmaz bir adamdı! Tam da Noel arifesinde yolculuğu başladı.

Noel'den, her güzel şeyden olduğu gibi, nefret eden Scrooge kendini evine kapatıp uyumayı planlıyordu. Ancak huzursuz uykusunu daha da huzursuz edecek fantastik bir olayın başına geleceğinden -pek tabii- bihaberdi. Yıllar evvel ölmüş ortağı Jacob Marley'in hayaleti ona hoşuna gitmeyecek ama onu ''iyileştirecek'' bir haberle görünmüştü. Kaskatı bir adam olan Scrooge için bile zincirler içindeki eski ortağının hayaletini görmek şok edici bir durumdu. Marley de Scrooge'den aşağı kalmayacak denli bencil, somurtkan ve bu ikisinin doğal sonucu olarak yalnız bir yaşam sürmüştü. Ölü bedenine dolanmış zincirler onun yaşamda dokuduğu ipliklerdi ve aynı şeyi sevgili eski ortağının da yaşamaması için burada, ölü haliyle onun tam da yanı başındaydı. 

Marley, Scrooge'a onu tam da o gece üç farklı Noel ruhunun (geçmiş-şimdi-gelecek) ziyaret edeceğini ve onların söylediklerine kulak vermesi gerektiğini, aksi halde sonunun kendisinin ve diğer tüm yaşarken ölü olmayı seçenlerin başına gelenler gibi olacağını dehşetle gösterdi. Ölü bir adamı bile dehşete sokan bu durum, Scrooge'yi açıkçası pek de etkilememişti. Yine de her gece ölü arkadaşını görmüyordu ve bu hengameden kurtuluşu yok gibi görünüyordu. Bir an evvel hayaletleri karşılayıp kurtulmayı ve ertesi gün (evet Noel'in ertesinde!) erkenden soğuk ofisine gidip asla harcamayacağı daha fazla para kazanmayı umuyordu. Ve ilk hayalet geldi...

Bu hayalet geçmişin ruhuydu ve geçmişin nostaljisini üstüne neşeyi ve umudu anımsatan bir gencin simasıyla giymişti. Bu ruh ile Scrooge, Scrooge'nin de çocuk ve genç olduğu Noellere ziyarete gittiler. Evet, bir zamanlar Scrooge gibi aksi ve buz gibi bir adam bile çocuktu ve kalbinde sevgiyi taşıyordu. Bu gerçekle hem biz okurlar, hem de Scrooge ürperdik. Bu noktada benim için asıl dikkate değer kısım, Scrooge'nin yaşadığı zorluklara karşı hissettiği yalnızlık ve hayal kırıklığı hislerini, yıllar içinde katı bir kalbe dönüştürdüğünü görmekti. Soğuk yetimhane odalarında yalnız geçirdiği Noeller, genç kalbini yaşlandırmış ve gözlerini kör etmişti.

İkinci ruh şimdinin Noel ruhuydu. Şimdi yaşanan her an gibi olduğundan gösterişli ve büyüktü. Gittiği her yere -onu görebilenler için- bereket, umut ve hayal götürdü. Scrooge ise şimdisinde kaçırdıklarıyla yüzleşti bu yolculukta. Şimdisinde oluşturduğu Scrooge profilinin diğerlerinin üzerine düşürdüğü gölgeyi izledi. Bu umut dolu ve eğlenceli şimdide kendine yer bulmak istedi. Ancak kasvetli yaşamında böyle bir ferahlığa henüz yer açmamıştı. Bunun için defalarca şans ayağına gelmiş olsa bile, bunu bir gün bile yapmamıştı. Bu noktada benim asıl ilgimi çeken şey şimdinin ne kadar da uzun ve eğlenceli olabileceğiydi. Seçtiğimiz takdirde, geçmişin ve geleceğin gölgelerini aydınlatabilme gücüydü.

Üçüncü ve son ruh ise geleceğin Noel ruhuydu. Bir hayli hırpalanmış Scrooge'yi siyah cübbesi ve soğukluğuyla şaşırtmayı başardı. Gelecek bir gölgeydi ve Scrooge'ın gölgesi fazlasıyla soğuk, yalnız ve biçare hissettiriyordu. Eğer şimdisinde ipleri eline almazsa bu yaşına kadar yaşadığı yaşamının kararlarının ona vereceği geleceği dehşetle izledi. Scrooge bu ilginç rüyadan uyandığında ortağı Marley'e, Noel ruhlarına ve varlığına -belki de hayatında ilk kez- şükretti.

Kitabı çok sevdim. Anlatımı eğlenceli ve akıcı, konusu (yine) eğlenceli, sarsıcı ve manidardı. Bence bu kitabı, özellikle de hazır aralık ayındayken, herkes okumalı. Kararlarımızı gözden geçirmemizde bize bir kabusun dirilticiliği ve bir rüyanın sınırsızlığıyla yardımcı olabilir. Çünkü şimdi, aslında geçmişin ve geleceğin ruhunun birleştiği bir yerden başka bir şey değildir.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


30 Kasım 2024 Cumartesi

Bazı şarkılar.


Bazı şarkılar yolculuklara çok yakışıyor. Onları oturduğum yerde dinlesem bile sanki sol yanımdan yollar akıp gitmeye başlıyor. Bazen ay çiçekleri dalgalanıyor, bazen kuru otlar... bazen güneş en tepede oluyor, bazen camlara seslenen yağmurlar. Bazen kendi yansımam bana bakıyor, bazen az ilerideki gezgin ay. Bazı şarkılar akıp giderken insan kendini bir yolculukta, yolda, buluyor.

Bazı başka şarkılar insana tavanı izlettiriyor. O an başka işle uğraşayım, arka planda dinleyeyim desem de, bu şarkılar çalarken ön planında bir tavan beliriyor sanki. Yolda bile olsan, sol yanından siliniyor akan yol, donuyor camlar, matlaşıyor bakışların. Bazen sadece müziği görüyorsun bu tavanda, bazen başkalarını. Bazen tavandaki şekilleri ezberliyorsun. Şurada bir yüz, şurada bir başkası. Tavan koca bir tablo oluyor bakışlarınla çizdiğin. Kendi yüzün zihnine gelemiyor. Sonra kalkıyorsun; çünkü insan, kendini bir tavanda bulamıyor.

Bazı şarkılar sana bir bahçeyi hatırlatıyor. Bir köşesinde saatlerce telefonla konuşabileceğine inandığın bir bahçeyi. Bu şarkıları dinlerken arayacağın birinin olmasının mutluluğunu veya olmamasının hüznünü yaşıyorsun. Bu şarkılar aklına vücutları getiriyor. Bir yerlere giden insanların vücutlarını. Bir yerlerden dönen insanların vücutlarını. Bir araya gelen insanların vücutlarını. Bu şarkılar sadece dinleniyor. Sana karaltıları ve silüetleri gösteriyor. Uzaklardaki şekilleri, uzaklardaki sesleri, uzaklardaki yıldızları.

Bazı şarkılar bir kenara yazılan notları hatırlatıyor. Hani mutlaka unutma diye yazdıklarını. Ama er ya da geç unutuyorsun. Tekrar dinlediğinde hatırlıyorsun bu şarkıları, tıpkı o unutmaman için yazdığın notlar gibi. Bu şarkılar sana bir şeyler hatırlatıyormuş gibi geliyor ama aslında şarkı biter bitmez aklından çıkacak. Ta ki bir kez daha dinleyip şarkıyı hissedene kadar. İnsan neden bu kadar kolay unutuyor? İnsan neden bu kadar kolay hatırlıyor?

Bazı şarkılar seni gülümsetiyor. Nostaljik bir etkisi oluyor bünyende. Kafein etkisi gibi. Seni papatya çayı içerken uyandırıyor. Bu şarkıyı hatırlıyorum, diyorsun ilk kez veya son kez ne zaman dinlediğini hatırlamaya çalışırken. Sanki bir önemi varmış gibi. Önemi olmadığını net bir tarih bulamadığında hissediyorsun ama dahasını azını kurcalamadan şarkıyı dinliyorsun. Düşünürken kaçırdığın sözleri bir kenara bırakıyor, şarkının kalanını mırıldanıyorsun.

Bazı başka şarkılar sana hiçbir şey düşünemediğin ama çok şey düşünmüş gibi dertlendiğin günleri hatırlatıyor. Şarkının sözlerini anlamadan sevdiğin günleri. Belki hala aynı günlerin devamını yaşıyorsun ama yaşarken bilemiyorsun. Yine de bu şarkılar hep aynı geliyor, bilmediğini bilmeyerek dinlediğin ama sana eski güzel günler nostaljisini yaşatan, belki çocukluğum belki gençliğim dedirten parçalar. İsterse dünyanın en acıklı sözleri olsun, sözleri değil kendini görüyorsun bu şarkılarda. Çünkü ne anlam vermen gerektiğini çözememişsin bu parçalara. Belki de hiç veremeyeceksin ve en büyük anlam da aslında bu.


Playlist.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.

başka bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.

daha başka bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.

evet başka bir şeyler için de buraya tıklayabilirsiniz.

başka bir şarkıyı dinlemek için tıklayabilirsiniz.

başka bir şarkı için tıklayabilirsiniz.

başka bir şarkıyı dinlemek için tıklayabilirsiniz.

bir başkasını daha.

başkasını.

bambaşka.

başka ve son olsun.


Not: Şarkı ve sanatçı isimlerini bilerek yazmadım. Çünkü sana küçük sürprizler yapmak istedim. İyi dinlemeler. (İpucu: Hepsi Türkçe).


26 Kasım 2024 Salı

His Three Daughters | Film Yorumu


Yönetmen: Azazel Jacobs

Senarist: Azazel Jacobs

Yapımı: 2023 - ABD


''Birinin hayatını özetlemenin tek yolu, her şeyi anlamlı kılmanın tek yolu... ne yaptığını, kim olduğunu ve kimi sevdiğini... Ölümün gerçekten nasıl hissettirdiğini en iyi aktarma yolu yokluktan geçermiş. Geri kalan her şey hayal ürünüymüş.''


Kaynak: Pinterest

Birbirinden çok farklı üç kız kardeş, uzun bir zamandan sonra bir araya gelirler. Sık sık kavga eder, daha da sık birbirlerinden kaçar ama günün sonunda buluşmak zorunda kalırlar. Onları birbirlerine bağlayan, sevgidir. Bu sevgi filmin başında kardeşlerin sevdikleri ortak bir kişi olarak kendini gösterir. Babaları ölüm döşeğindedir. Her yeni güne onu kaybetme korkusu ve bunun getirdiği sorumluluklarla başlarlar. Büyük kardeş (Carrie Coon) disiplinlidir; her şeyi kitabına göre yapmak ister. Ortanca kardeş (Natasha Lyonne) uçarıdır; alıp başını gitmek ister. Küçük kardeş (Elizabeth Olsen) ılımlıdır; sorun çıkmasın ister. Ancak bu isteklerin hiçbiri gerçekleşmez. Çünkü üç kardeş de birbirinden bambaşkadır ve bu bambaşka halleriyle birbirlerini severler. Acı tatlı bir sevgidir bu. Üzerine korkunun gölgesi düşmüş bir sevgi. Sevdikleri birinin, babalarının (Jay O. Sanders), kaybını onlara hatırlatan bir sevgi.

Ölüm, yas ve kardeşlik temalarını; hassas ama doğal, hüzünlü ama ajite etmeden, akışta ve bu nedenle de gerçekçi bir şekilde anlatan bir film His Three Daughters. Filmin tek mekanda geçtiğini söyleyebiliriz. Film boyunca, yer yer apartmanın önündeki sahneleri görsek de, kardeşlerin babalarının evinde yaşanan olayları izliyoruz. Tek mekanda geçen bir film izlemeyeli uzun zaman olmuştu. Bu tarz filmlerin, eğer senaryo da sağlamsa, olayların derinliğini arttırdığını düşünüyorum. Bu noktada tabii ki oyunculuk performansı da önemli oluyor. Özellikle de böyle filmlerde repliklerden değil, mimiklerden görmek istiyorum hikayeyi. Karakterin yüzünden okumak istiyorum söyleyeceklerini. Bu filmdeki oyunculuk performansları da bence gayet başarılıydı. Üç kız kardeş de birbirinden çok farklıydı ve bu nedenle aslında birbirleriyle yüzleşmekten kaçma teknikleri başlangıçta farklı gibi görünüyor. Soğukluk (katılık), umursamazlık (katılık) ve coşkunluk (katılık) şeklinde kendini gösteriyordu. Kız kardeşler birbirlerine ve aslında en çok da kendi hislerine karşı kaskatıydı.

Durağan sahneleri olmasına, yani aksiyon olmamasına, rağmen akıcı bir filmdi. Filmin genelini beğendiğimi söyleyebilirim ancak beni en çok etkileyen kısımlar kız kardeşlerin salonda oturmaya başladıkları sahne ve sonrasıydı. Birbirleriyle gerçekten konuştukları o ilk an. Küçük kız kardeşin babalarıyla ilgili onda yer eden bir anısını anlattığı an. Çünkü sanki tam da o anda, çok eskide kalmış bir anı tüm bu katılıktaki buzları eritmiş gibiydi. Artık nihayet herkes dürüsttü ve babalarını kaybetmenin hüznünü ve bir arada olmanın rahatlatıcılığını yaşayabilirlerdi. Büyük kardeş o kadar mükemmel değildi artık. Ortanca kardeş o kadar tepkisiz. Ve en küçük kardeş artık o kadar da kontrollü değildi. 

Bu, hüzünlü bir öykü. Beni bu kadar üzeceğini filmi izlerken bile tahmin etmemiştim. Tabii kaliteli bulduğum da bir iş. Senaryo ve oyunculuk bir yana, görüntü yönetimi de gayet başarılıydı. Filmde mekan olarak kullanılan evin estetiği bile hikayedeki hüznü hissettiriyordu. Kahve bardakları, yapraklardan oluşan çiçekler ve bir köşedeki sandalye... Ortanca kızın düşüncelerinden kaçmak için durmadan maç izlemesi bile film bittikten sonra beni neredeyse ağlatacaktı. En büyük abla düşünmemek için yemek başta olmak üzere ev işleriyle ilgilenir, olmadı bir şeyler içerdi. Ortanca kardeş, maç izleyip sigara içer ve kazanmayı önemsemediği maçlara para yatırırdı. Küçük kardeş ise fırsat buldukça nefesine odaklanır, belki yoga yapar, olmadı kendi kurduğu ailesiyle konuşurdu. Bunların hepsi bir çeşit kaçış yolu aslında. Vermek istediğin tepkiyi düşünmemek için eylem değiştirmek. Peki bu tepki neydi? Bize bunu en etkileyici şekilde hasta babanın göstermesi ise ayrıca üzücü. Özetle, eğer tetiklenmeyeceğinizi hissediyorsanız filmi öneririm.


''Kolundan tutup ''Merhaba'' dediğimde, ''Beni hala hatırlıyor musun?'' dedi. ''Elbette'' dedim, ''hayatımı değiştirdin.'' Bu sözüm onu gülümsetti. Yine de biraz pişmanlığım var, belki de kendimi... Kendimi daha iyi ifade edebilirdim. Buradan çıkacak bir ders yok. Yani... Ölürken hepimizin bir pişmanlığı olur. Ama ben... Ben sadece size aşktan bahsetmek istedim. Beni kökten değiştiren bir şeyden. Beni ben yapan şeyden.''


!! DİKKAT DİKKAT SPOILER DİKKAT DİKKAT!!


Filmin sonunda babanın aslında ölüm döşeğindeyken, kendini ayakta ve sağlıklı bir şekilde görmesi ve kızlarına onların asla bilmediği ilk aşkını anlattığını hayal etmesi bana bu noktada çok anlamlı geliyor. Önceki sahnelerde küçük kız babasıyla olan anısında babasının ölüm hakkında söylediği bir sözü dile getirmişti (giriş kısmında yer verdiğim replik). Bu sözde aslında ölümün ancak ölüm olayıyla anlaşılabilineceği, önceden tahmin yürütülemeyeceği anlatılıyor. Aynı şekilde ölen biri hakkında ne düşünüp hissedeceğimizi de ancak o öldükten sonra gerçekten bilebiliriz. Bu durum babanın gözünde boşlukla karakterize ediliyor. Yani ölen biri gittikten sonra ona dair her şey aslında hayaldir diyor. Söyleyeceğin her şey aslında sadece, ölen kişinin boşluğunu doldurmak için yapacağın avuntulardır, diyor. Tek gerçek ise o boşluktur. Bunu filmin sonunda kızların babalarının öldüğü koltuğa sırayla oturdukları sahnede de görüyoruz. Babalarının kollarını uzattığı yerleri okşuyorlar. Yani boşluğu. Çünkü ölüm bunu yapıyor, boşluk bırakıyor ve sen onu kendi içinde taşıdıklarınla dolduruyorsun bir şekilde. Bu söz ile ''bence'' kastedilen bu. Öte yandan babanın ölüm anında kurduğu hayal bu noktada çok manidar geliyor bana. Çünkü o da ölen bir şeyi anlattığını düşlüyor. İlk aşkını. İçinde kalan, yaşayamadığı ama onu bugününde bile etkileyen, onun için tıpkı ölüm gibi boşluk olan aşkını, anlattığını hayal ediyor tam da ölürken. Bunu böyle yazınca belki zorlama gibi geliyor. Ben bir yerde bunu okusam ''ya bırak'' diye düşünürdüm belki. Ne saçma... kim ölürken bunları anlattığını hayal eder ki? Hem de kızlarına! Ama işte öyle değil. O sahneleri izlerken hiç böyle düşünmedim. Aklıma bile gelmedi. Hatta aksine, bence hayatın kısalığını ve ölüm anının uzunluğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyan bir sahneydi. En azından benim için gerçekten vurucuydu diyebilirim. Aynı şekilde babanın hastayken yattığı odayı hiç görmememiz, babanın kızların ortak vakit geçirdiği tek yer olan salonda ilk kez görülmesi ve bunun (hayal bile olsa) sağlıklı haliyle olması dikkatimi çeken diğer detaylardı.


!! SPOILER VE YAZIM BİTMİŞTİR !!


Hoşça kalın.


His Three Daughters | Official Trailer izlemek için tıklayabilirsiniz.

His Three Daughters (Original Motion Picture Soundtrack) için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


25 Kasım 2024 Pazartesi

Pembe Fili Düşünme (Zeynep Selvili) | Kitap Yorumu

Yazar: Zeynep Selvili, Yayınevi: İnkılap Kitabevi

Bu kitabı okumak aklımda yoktu. Ancak kitap okuma isteği bir anda zihnime saplanmıştı. Sanırım yine kaçmak istediğim bir iş vardı... Bundan olacak, resmen kitap okumayı aşermiştim. Aklımdaki kitabı -elimde iki tane olmasına rağmen- malesef kitaplarımın arasında bulamamıştım. Tam da kitapları kaldırıp indirmekten yorulduğum ve bu nedenle hafiften sinirlenmeye başladığım bir anda bu kitabı gördüm. 

Açıkçası varlığını bile unutmuştum. Kendisini elime geçtiği ilk günden itibaren hafife almıştım... Öte yandan ismi hep ilgimi çekmişti. Bir gün, diye düşünmüştüm bilincimin öte yakasından, bir gün pembe fillerimle vedalaşmak istersem bu kitabı okumak ilginç olabilir. O gün gelmedi; evet bu kitaba başladığım gün de dahil. Ancak bir şeyleri sorgulamayı gerçekten istediğimde fark ettim ki; ''bir şeyler'' gelmiyor, sen ''bir şeylere'' gidiyorsun. Evet her şeyin bir son kullanma tarihi var -düşünce kalıplarının da- ama insan işte, bazen bozuk şeyleri, tarihi geçmiş şeyleri bile içinde tutabiliyor. Veya alerjisi olan şeyleri. Veya tadını aslında hiç sevmediği şeyleri. Sevdiği şeyleri bile gün geliyor artık o kadar da fazla istemediğini fark ediyor. Daha farklı bakıyor hayata insan zamanla, daha farklı şeyler istiyor. İyi veya kötü; ama hep farklı. Tabii her zaman bunun farkında olamıyor. Çünkü ''bir şey'' gelsin istiyor. Evet, misal o gün! O gün gelsin, o büyük gün! Gelmiyor. Sonra aklındaki kitabı kitaplığında bulamadığı için rastgele bir kitaba başlıyor ve fark ediyor ki, o gün bugünmüş. 

Kitap da bunun üzerine işte. Farkındalıklar üzerine. Kitabın yazarı olan Zeynep Selvili kendi yaşantılarından yola çıkarak okurlarına ötelediklerini fark etme, kabul etme ve dönüştürme üzerine samimi bir anlatı sunuyor. Kitap, varlığını bildiğim ancak uzun zamandır (belki de hiç) açmadığım için artık paslanmış bazı pencerelerimi açmamda bana yardımcı oldu diyebilirim. Kitaba dair en sevdiğim durum ise bir psikolog olan yazarının, sade ve sanki onunla birebir görüşüyormuşum gibi yakın bir yerden bir anlatımla kitabını yazmış olması oldu.

Peki iyi güzel hoş da, kitabın içeriğinde neler var değil mi? Biraz da bundan bahsedeyim. Kitap beş kısımdan oluşuyor. Deneyimsel Kaçınma alt başlıklı ilk bölümde yazar, kendi panik atak sürecini örnek göstererek ''pembe fili'' neden ve nasıl düşündüğümüzü, zihnimizde kendimize kurduğumuz kalıpları gösteriyor. Gözlemleyen Ben alt başlıklı ikinci bölümde, kendimiz ve çevremiz üzerindeki yargılarımıza değinerek ''etiketlerimizi'' düşünmemizi sağlıyor. Etiketlerin ve etiketlerimizin, olumlu ve olumsuz yanları neler olabilir; bu olumlu ve olumsuz yanlar ne zaman zararlı, ne zaman yararlı şekillerde hayatımızda kendini gösterir, peki tüm bu etiketleri ''gözlemleyen ben'' aslında kimdir vs gibi konular üzerinde duruyor.

Dünyanın En Eski Hikaye Anlatıcısı alt başlıklı üçüncü kısımda ise, insan zihninin çalışma prensiplerine değinerek otomatik kabullerimiz ile otomatik retlerimiz yani, kabul ve dirençlerimizin kontrolüne bakış açımız, üzerinde duruyor. En Acımasız Ses başlıklı dördüncü bölümde; yargılayıcı, yargılanan ve şefkatli benliklerimizin düşüncelerimizde nasıl var olduğunu ve eylemlerimize nasıl yansıdığı ifade ediliyor. Yaşamaya Değer Bir Hayat başlıklı son kısımda ise, kitap boyunca arka planda hep vurgulanan ''öz şefkat'' terimi ön plana çıkarılıyor ve kendimize yaklaşımımızı rasyonel bir şekilde değerlendirmemiz için bir çeşit yol gösteriliyor.

Kitabın türü için kişisel gelişim diyebiliriz ama kişisel gelişimin de psikologlarca yapılanı makbul gerçekten. Kitapta kendimizi kişisel geliştirirken sadece pembe baloncukları görmemiz değil, aksine, pembe fillerimizle yüzleşmemiz, literatürden de yararlanılarak, sade bir anlatımla ifade ediliyor. Özetle kitabı beğendim ve ''sevdim.'' Bu arada küçük bir not eklemeliyim. Bendeki eski bir baskı olduğundan dolayı kitabın kapağında yazarın adı Zeynep Selvili Çarmıklı şeklinde yazıyor. Ancak Çarmıklı, Zeynep Hanım'ın eski eşinin soyadı; artık bu soyadını kullanmıyor.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


22 Kasım 2024 Cuma

Amelie.


Son günlerde Amelie filmini bir kez daha izlemeyi düşünüyordum. Çok sevdiğim ve bana rahatlama alanı sunan filmlerden biri olmasına rağmen, birdenbire nereden gelmişti bu istek anlayamamıştım. Bu isteğimi henüz gerçekleştirmesem de; film hakkında değil, Amelie hakkında bir yazı yazmak istiyorum. 

Onu ilk kez izlediğimde, abartmıyorum, filmin başından sonuna kadar yüzümde bir gülümseme mevcuttu. Bir kere, filmin ana karakteri Amelie'ye hayat veren Audrey Tautou çok sempatik gülümseyen bir kadındı. Evet, gülümseyen. Gülümsemesi ve gözlerinde beliren parıltıyla, çok az repliği olmasına rağmen, Amelie'yi ikonik bir karakter haline getirmişti. Pek konuşmasa da dile geldiği her anda anlamlı bir cümle söylüyor, hatta bazen kalpsiz insanlara had bildiriyordu. Amelie'nin hayatının griliğinden bahsediyordu anlatıcı; ancak Amelie bunun tam aksi gibi davranıyordu. Elini çekirdek çuvalına daldırmaktan, tatlının üzerine kaşıkla vurmaktan ve suda taş sektirmekten hoşlanırdı. Başkalarının hakkını savunur, mucizelere inandıran mektuplar oluşturur ve tek başına olanların yalnız kalmasına göz yummazdı. Yani aslında renkli bir kişilikti. Herkesin sevebileceği sıradan şeyleri, dikkatini vererek özenle yapardı. Belki de onu sıradışı yapan da buydu. Tabii ki filmi ilk izlediğimde bunlara dikkat etmemiş olmalıyım. Gördüğüm tek şey tatlı bir karakter ve onun ''tuhaf'' hikayesiydi. Ama şuna eminim, filme dair en sevdiğim şey... hep Amelie'ydi. 

Çoğu kişi bu filmi umut veren tatlı filmlerden olduğu için seviyor gibi görünüyor. Tabii yıllar sonra bizim tatlı Amelie'mizin ajan olduğu bilgisi, şşşş, ayyuka çıkmıştı ancak bu bilgi benim nazarımda filmin canııımmm özgün ve özgür tavrına limon sıkmaktan öteye gidemedi. Ne gerek vardı, illa hikayenin büyüük bir amacı mı olmalıydı yani? Bu sadece Amelie'nin hikayesi olamaz mıydı? Sahi... Amelie kimdi ki? Gerçekten de film boyunca pek konuşmayan bu genç kadın hakkında öyle çok da bilgi edinemiyorduk. Onun korkularını, umutlarını ve sevdiği şeyleri görüyorduk ama bunlar Amelie'nin kendisini tanımamız için yeterli miydi? Biz seyirciler dış bir göz olarak onu izliyorduk. Amelie bizi kimi zaman güldürüyor, kimi zaman sinirlendiriyor, kimi zamansa... kırıyordu. Çünkü belki de onda kendimize dair bir şeyler görüyorduk. Belki de ona baktığımızda aslında delicesine çarpan kalbini, karmakarışık zihnini ve düşmüş omuzlarını görüyorduk; ve aynı zamanda onun ışıl ışıl gözleri, sevimli gülümsemesi ve tatlı merakı bizlere asıl umut veren şeydi. Onun hayatına dair bir umut mu, kendi hayatımıza dair bir umut mu?.. Bilmiyorum. Asıl ilginç olan ise Amelie'nin film boyunca kendisinden hiç bahsetmediğini çok sonrasında anlamıştım. Biz onu gözlemci bakış açısıyla izliyorduk. Tamam belki dış bir sesin de yönlendirmesiyle... Ama bu, bir karakterin kendi iç dünyasını anlamlandırmamız için yeterli miydi? Yoksa aslında tam tersi, bu durum bir karakterin kendini kendi ağzından anlatmasından bile daha etkili olabilir miydi? 

Amelie'nin kendine yabancılaşmış bir karakter olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle de onun sıradışı öyküsündeki en ilgimi çeken şeyin aslında herkesten bir parça taşıyan Amelie'nin bizzat kendisi olduğunu görüyorum. Onu ilk izlediğimde, ikinci izlediğimde, üçüncü ve bilmiyorum kaçıncı izleyişimde, onunla zıt bir karakter olduğumu düşünüyordum. Sanırım onda beni en çok çeken şey de buydu: Hayattaki küçük noktaları bulup çekmesi. Bu bana ilham vermişti. İlk izleyişimde de, ikinci izleyişimde de, üçüncü, dördüncü, beş... Görüyorum ki bu, kendini tanımak için güzel bir yol. Bütünü göremiyorsan parçaları bul ve biraz hafifle. Tabii bunlara da tutunmamak şartıyla.

Sonuçta; ''hayat asla sahnelenemeyecek bir oyunun sonsuz tekrarından ibarettir.'' 

-filmi izlemeye gidiyorum...-


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Kitabın\ derginin adını gerçekten hatırlamıyorum. Çok eskiden bir dükkanda
karıştırdığım sinema içerikli bir baskıydı.

17 Kasım 2024 Pazar

En sevdiğim Miyazaki filmi değişmiş!


Sana yazmayı bırakacaktım. Ama sonra birden en sevdiğim Miyazaki filminin değiştiğini fark ettim!

Hayao Miyazaki filmleriyle ilk karşılaşmam ne zamandı bilmiyorum ama şöyle adamakıllı tanıştığımız yıllar liseye yeni geçtiğim yıldı. Buna eminim çünkü sana Miyazaki filmleri hakkında heyecanla bir yazı yazdığımı hatırlıyorum. Ah! Ne güzel bir histi. Keşke beynimizdeki bazı şeyleri silme şansımız olsaydı. Miyazaki filmlerini silip eeen baştan izlerdim. 

Sevdiğim şeyleri paylaşmayı çok seviyorum. Böyle yaptığımda sanki o sevdiğim şey büyüyor, kocaman oluyor gibi hissediyorum. Hele bir de o sevdiğim şeyi onu anlattığım kişi de severse o şey kocaman bir sevgi bulutu olup bize sarılıyor. Karşımdaki kişiyle aramda bir köprü oluşuyor gibi hissediyorum. Sanırım bu nedenle sana anlatmayı seviyorum. Anlattığım şeylerden sevdiklerin çıkıyor mu emin değilim ama aramızda kelimeler yoluyla bir köprü oluşuyor, sen de görebiliyor musun?

Küçükken izlediğim ve çok sevdiğim bir çizgi film vardı. Hani şu eski versiyonunu hiçbir yerde bulamadığım... Karlar Kraliçesi. Oradaki iki çocuğun evleri yan yanaydı ve bu evleri birbirine bağlayan balkon benzeri bir köprüleri vardı. İki çocuk her gün orada buluşup saatlerce konuşur ve oyun oynarlardı. Küçük İlkay buna çok özenmiş olmalı. Hayır olmalı değil, çünkü hatırlıyorum, çok özenmiştim. Hatta yıllar sonra bir sokakta buna benzer bir şekilde iki evi birbirine bağlayan bir çeşit ''köprü'' görmüştüm. O gördüğüm köprüde de birileri buluşmuş mudur acaba? Kısacık, daha çok bir geçiş yerine benzeyen bir yapı; ama bana sevdiğim o çizgi filmi hatırlattığı için heyecanlanmıştım.

Belki de bir şeyleri sevdiğin birileriyle birlikte yapmak da ilk kez yapıyormuşuz gibi hissettiriyordur. Mesela bir filmi izlemek... biriyle izlerken daha zevkli olmuyor mu? Korku filmleri beni korkutur. Evet, en tırtları bile. İzlediğim korku filmi sayısı iki elin parmağı kadar ya vardır ya yoktur. Evet cadıların yüz karasıyım, puuu bana. Ama yine de arkadaşlarımla korku filmi izlediğimde (ki izlediklerimin neredeyse hepsi arkadaşlarımlaydı) kahkahalarla gülmüştüm. Birlikte bir şeyler yapmak insanı güldürüyor. Tek başınayken BÖÖÖ olan şeyler, bir aradalıkta bö? falan oluyor.

En sevdiğim Miyazaki filmi çok uzun bir süre Yürüyen Şato'ydu. Hala daha ilk üçümde yeri sabit (ki aslında bu geceye kadar ilk sırada hala o var sanıyordum). Bana göre o film, tüüümmm tüm tüm tüm mükemmel çizimleri ve müzikleri bir yana, kurgusuyla da mükemmel ve ayrıca, aşkı en iyi anlatan filmlerden birisi. Bir keresinde instagramda bir sayfanın Yürüyen Şato incelemesine dair bir post okumuştum. Filmi ''Miyazaki'nin Aşkı'' başlıklı yazı dizisinin birinci bölümünde işlemişti. Yazıda Sophie'nin gençleştiği sahneleri örneklendirmişti. Howl, Sophie'yi büyünün etkisinde yaşlı bir kadın olduğunda bile genç görüyordu o ayrı ama Sophie de bazen, Howl ona bakmazken de, gençleşiyordu. Çünkü o da Howl'u seviyordu. Sevmek bunu yapıyor sanırım; ilk kez yaşıyormuşsun gibi... heyecanlandırıyor. Bu hissi Miyazaki'nin gençlik üzerinden bu denli incelikli vermesi ise onun sanatının ve bakış açısının inceliğini gösteriyor. Bahsettiğim yazıya şuradan ulaşabilirsiniz: cevap_isareti

Şimdilerde en sevdiğim Miyazaki filmi Ponyo! Orada da bir ikilimiz var. İnsan olmak isteyen bir deniz kızı ile tatlı bir çocuğun maceralarını ve arkadaşlığını izliyoruz film boyunca. Hikayesi basit ama şeker. Çizimler ve müzikler yine muazzam o ayrı ama yine de, belki de o çocuksu tema nedeniyle, izleyicilere basit gelebilir. Filmi de en çok bu nedenle sevmiştim biliyor musun? Tabii Miyazaki amcam ne çizse, ne yapsa beğenirim ben ama yine de bu filmi en çok da bu basitlik nedeniyle sevmiştim. Hatta Miyazaki'nin bu film için söylediği bir sözü de var: ''Bu filmi 5 yaşındaki çocukların anlayabileceği şekilde yaptım, 50 yaşındakiler anlayamasa da olur.''

Sen hiç Miyazaki filmi izledin mi? İzlemediysen, hemen koş! İşi gücü bırak çabuk... aç izle!

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Küçük Deniz Kızı Ponyo (Hayao Miyazaki, 2008)


6 Kasım 2024 Çarşamba

Kitapları Kurtaran Kedi (Sosuke Natsukawa) | Kitap Yorumu

Yazar: Sosuke Natsukawa, Çevirmen: Hüseyin Can Erkin,
Yayınevi: Turkuvaz Kitap

Rintaro, dedesinin ölümüyle birlikte tüm hislerini kaybetmiş gibidir. Anne babasının vefatından sonra onu büyüten ve tanıdığı tek akrabası artık yanında değildir. Hissettiği yalnızlık hissini hayatı boyunca bastıran bu genç adam için çok değer verdiği dedesini kaybetmek bir çeşit eşik olur. Henüz tanıştığı halasının yanına taşınmadan evvel günlerini dedesinin işletmiş olduğu kitapçı Natsuki Kitabevi'nde geçirir. Okula gitmez ve sınıf başkanı Sayo ile üst sınıflardan Akiba dışında kimseyle iletişim kurmaz. Ta ki bir gün, konuşan gizemli bir kedinin onu çok önemli bir göreve davet etmesine kadar: Rintaro'nun kitapların kurtarılmasında kediye yardım etmesi gerekiyordur!

Rinataro bu gizemli kediyle birlikte üç karmaşık labirente girer ve kitapları hapseden üç zorlu rakiple karşılaşır. Bunlardan ilki ''Hapseden'', ikincisi ''Kesip Kırpan'' ve üçüncüsü ise ''Satıp Dağıtan''dır. Üç kişi de birbirinden zorludur ancak Rinataro bu macerada yalnız değildir. Yanında Tekirgillerden Tekir ve Sayo vardır. Hem kitapkurdu bu genç adam için kitapları savunmak çok doğal ve kolaydır. Üç labirentin ardından beliren son labirentte ise sevdiği birisi için çabalayacaktır. Kitap boyunca bir yandan kitapların kurtarılma öyküsünü okurken, arka planda Rintaro'nun kendi labirentini keşfetme sürecine tanık oluyoruz. 

Kitabı seveceğimi tahmin ediyordum ama bağ kuracağımı düşünmemiştim. Kitaplarla ilgili bir kitaptı. Sonra, konuşan bir süper kedisi vardı! Kahramanın yolculuğu, değişimin yoğun olarak hissedileceği bir şekildeydi. Tüm bunlar kitabı beğenmem, hatta sevmem için yeterliydi. Öte yandan, ben kitapla bağ da kurdum. Bir kitabı bir noktadan sonra yer yer sesli okuyorsam, o kitapla aramda değişik bir iletişim gelişiyor. Sesli okuma ile sessiz okuma arasında çok bariz his farkı vardır. Sessiz okuduğun satırları kendi sesinle duyduğunda, resmen onu hissedersin. Anlatımın tadını alır, maceraları yanında yaşanıyormuşçasına net görürsün. Tabii sesli okumak efor harcamayı gerektirir. Bu nedenle hızlı bir okuma yöntemi olan sessiz okuma yerine pek de tercih edilmez. Bense bunu, tabii ortam da müsaitse, bu bahsettiğim hissi hissetmek, daha yakından dinlemek istediğim kitaplarda yaparım. Onlara sesimi veririm.

Kitapta kitaplara pek de dost canlısı yaklaşmayan okur tipleri eleştiriliyordu. İlk labirentte bizi karşılayan rakip, ayda 100 kitaptan az okumayan, birbiri ardına kitapları bitirip arkasındaki dev vitrinine, aman pardon kütüphanesine, hapseden ve bir daha o kitapların yüzüne bakmayan bir tiplemeydi. Kitaplar onun için yalnızca bir çeşit böbürlenme aracıydı. Çok fazla okuyunca saygı görüyor ve ''çok okuyan'' sıfatıyla kitapları seviyordu. Kitaplara dair kendi fikirleri yoktu. Tüm fikirleri, diğerlerinin onu bir okur olarak tanımlama şekli üzerindendi. Kitaplar üzerine düşünmeyen, onları biblo gibi sergileyen bu adam, kitaplara gözü gibi bakan bir dedeyle büyümüş olan Rintaro ile karşılaştı.

İkinci labirentte bizleri bilim insanlarıyla dolu dev bir enstitüdeki kendi hızlı okuma tekniğini bulmuş bir profesör karşıladı. Bu adam, Kesip Kırpan'dı. Aslında niyeti ''iyiydi.'' İsteği sadece kitapların okunmasıydı. Neticede, günümüzde kimsenin kalın ve zorlu kitapları okuyacak vakti yoktu. Bu profesör de herkes okusun diye tüm bu kitapları kesiyor, biçiyor ve ondan geriye soluk bir hayalet kalıncaya kadar kırpıyordu. Bu rakibin karşısında Rintaro, yalnız değildi. Yanında sınıf arkadaşı Sayo da vardı. 

Üçüncü labirentte ise bizleri çok iyi korunan dev bir gökdelenin en tepesinde oturan, sıradan görünümlü sıradışı bir adam karşılıyordu. Bu adam çoksatan kitaplardan oluşan bir yayınevinin sahibiydi. Yeryüzünden uzaktaki ofisinde yalnızca sayılarla ilgilenirdi. Okunma sayıları, satılma sayıları, elde edilen gelirin sayıları... Onun gözünde kitapların bir kişiliği yoktu. Kitaplar kar taneleri gibi çoktu ve eğer insanların istediği buysa, o da bir patron olarak okurlara istedikleri kitapları basacaktı. Birbirinin aynı görünen, kolay okunan ve yormayan kitapları. Neticede insanlar çok meşguldü ve kimsenin düşünmeye zamanı yoktu. Oysa bu patronun kaçırdığı bir nokta vardı. Rintaro ve Sayo her kitabın kar taneleri gibi eşsiz olması gerektiğini bu adama hatırlatmak için çabaladılar.

Son labirent ise hiç hesapta yokken belirdi ve artık Rintaro, kelimelerin ötesine geçti.

Kitabı severek okudum. Dili basit, kurgusu ilgi çekiciydi. Kitabı okurken Japon animasyon filmi izliyormuş gibi hissettim. Hatta kafamın içinde bilmediğim Japonca'nın tonlamaları çınlıyordu. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


3 Kasım 2024 Pazar

Raşomon (Ryunosuke Akutagava) | Kitap Yorumu

Yazar: Ryunosuke Akutagava, Çevirmen: Melek Çelik,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Dokuz öykü ve bir önsözden oluşan bu kitapta genel olarak insanlık halleri anlatılıyor. İnsan... peki, felsefi açıdan, bu ne demek? Bu, ne kadar derinlerimize indiğimizde gün yüzüne çıkan bir kavram? O derinliklerde neler var? Nasıl karanlıklar, nasıl aydınlıklar, nasıl yoğun hisler var? Peki bu yoğunluk ve yoğunlukla şekil almış karanlık, gün yüzüne çıktığında ne kadar aydınlanır? Aydınlanmalı mıdır? Bunu yapacak olan kimdir? İnsan kendini ne kadar kabul edebilir? Aslında böyle bir şey zaten yok mudur, yoksa var mıdır?.. Kitaptaki tüm öykülerde karanlık bir atmosferle karşılaşıyoruz. İnsanların kendi içlerinde aydınlatamadıkları duyguların, kaçınılmaz olarak, kendi kendilerine gün yüzüne çıkmasıyla gerçekleşen olayları okuyoruz. Bana kalırsa hikayelerde iyi veya kötü değil; sadece olaylar var. Aslında karakterler bile yok diyebiliriz. Çünkü aslında, hem her karakter bir şekilde birbirinin aynası, hem de aynı olay her karakter için aslında farklı algılanan bir olay. Yani, bu durumda... tek bir olay, birçok karakter mi var demeliyiz; yoksa, birçok olay, tek bir karakter mi? Belli bir ayrım yapmak çok da mümkün görünmüyor.

Kitabın ''Çevirmenin Önsözü'' başlıklı ilk bölümü Modern Japonya, Modern Japon Edebiyatı, Ryunosuke Akutagava olmak üzere üç kısımdan oluşuyor. Bu önsözde çevirmen Japonya'da gerçekleşen modernleşme hareketlerinin önce sosyal yaşama, sonra da kaçınılmaz olarak edebiyata nasıl yansıdığını açıklıyor; en son olarak ise dönemin öne çıkan yazarlarından Ryunosuke Akutagava özelinde edebiyatta yer edinen yeni bakış açılarına değiniyor. Bu önsözü okumak benim için hem bilgilendirici, hem de ufuk açıcıydı. Bir milleti tek bir yazıdan tabii ki anlayamazsınız ama o millerin bakış açısına ve tarihine dair bilgi edinmek; verdikleri ürünleri anlamamızda, aslında daha da net bir ifadeyle, verdikleri ürünlerin ruhunu görebilmemizde önemli bir yere sahip diye düşünüyorum.

Kitapta yer alan öyküler sırasıyla; Raşomon, Çalılıkların Arasında, Burun, Cehennem Tablosu, Sonbahar Dağları, Ejderha, Ölüm Kütüğü, Oyuncak Bebekler, Tütün ve Şeytan idi. İlk paragrafta da ifade ettiğim üzere öykülerin genelinde kendi karanlıklarıyla yüzleşen karakterlerin yaşadıklarını okuyoruz. Ama bunu karakterin kendini kişisel analizi şeklinde değil, okur olarak gözlemci konumunda yapıyoruz. Kitabı benim gözümde etkileyici kılan ana özelliği de bu diyebilirim. Karakterler her yönleriyle olduğu gibi çizilmiş ve olaylar gerçekleştikçe onlara verdikleri tepkiler üzerinden kişiliklerini keşfediyoruz. Ama burada bir ders verme\ ders alma amacı da bulunmuyor. Aynı şekilde karakterin karanlığını dönüştürme çabası da yok. Burada yazarın topluma yönelik öfkesini de görmekte miyiz emin değilim. Çünkü öykülerin alt metninde hep bir ''insanlar böyledir; bencil'' göndermesi var. Hatta karakterlerin hepsinin ortak özelliği buydu diyebilirim, bencillik. 

İyi erdemlere sahip olduğunu diliyle ifade eden bir karakterin eylemleri, söylediklerinin tam tersi olabiliyordu. Rezil olarak gördüğü ''diğerlerinden'' bile daha ben merkezci ve acımasız hareket edebiliyordu. Kişisel hırsları nedeniyle masum olan diğerini yeri geliyor diri diri yakabiliyor, yeri geliyor kalbine hançer saplayabiliyordu. Asıl ilginç olan ise, normalde ''kötü'' olarak bilinen karakterlerden ziyade, ''iyi'' karakterlerin kişisel hırsları için büründükleri acımasız kişilikleri okumaktı. İyilik nedir, kötülük nedir? Peki, iyi biri gerçekten ne zaman ''iyi'' olur veya kötü biri gerçekten ne zaman ''kötü'' olur? Özlemlerimizin, acılarımızın ve umutlarımızın ortak paydada birleşmesi mümkün müdür? Bunu fark ettiğimizde ne hissederiz? Anlaşıldığımızı mı? Başkalarının umudu içimizde heyecan uyandırabilir mi? Veya bizim özlemlerimiz başkalarıyla paylaşılabilir mi? Paylaştığımızda ne hissederiz? Anlaşıldığımızı mı, yoksa duygularımızın karşı tarafa akıp bizi bıraktığını mı? Peki ''anlaşılma'' hissi nedir? Sınırları tam olarak nerededir? Bir sınırı olmalı mıdır?

Japon Edebiyatı'ndan okuduğum kitapların verdiği hissi genel olarak çok seviyorum. Böyle, derin ama usulca akan bir yönü oluyor. Bu kitap da tam olarak öyleydi. Dolayısıyla kitabı da çok sevdim. Kitabın bir de yönetmeliğinde Akira Kurosawa'nın olduğu 1950 yapımı Raşomon isimli bir film uyarlaması bulunuyor. Bu uyarlamayı henüz izlememekle birlikte içerisinde Akutagava'nın kaleme aldığı Raşomon ve Çalılıkların Arasında isimli öykülerin işlendiğini öğrendim. Bir ara filmi izlemeyi de istiyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)


25 Ekim 2024 Cuma

Paçinko (Min Jin Lee) | Kitap Yorumu

Yazar: Min Jin Lee, Çevirmen: Kübra Tekneci,
Yayınevi: Epsilon Yayınevi

Etkilendiğin bir kitabı bitirdikten sonra boş boş duvarı izlemenin verdiği keyif de bir başka. Böyle hissetmeyeli hatırı sayılır bir zaman olmuştu. Kitabı seveceğimi daha ilk bölümünü okuduğum an anlamıştım. Uzun soluklu bir öykü beni bekliyordu. Nihayet! Şöyle dolu dolu, etrafımı saracak bir kitap... Sanırım en çok da bu beni heyecanlandırmıştı. Bu, sahiden de uzun soluklu bir öyküydü. Neredeyse bir asra yayılan, dört neslin öyküsü... Kitap; Gohyang\ Memleket (1910-1933), Vatan (1939-1962) ve Paçinko (1967-1989) olmak üzere üç bölümden oluşuyor.

''Tarih bizi hayal kırıklığına uğrattı ama önemi yok,'' cümlesiyle başlıyor kitap. İlk bölümde Japonya'nın Kore'yi kendi topraklarına katmasıyla gerçekleşen değişimleri görüyoruz. Ekonomi gittikçe çöküyor, asayiş bozuluyor ve Kore halkı kendi ülkelerinde ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamaya başlıyorlar. Ülkedeki iç karışıklıklar ve kötü ekonomi nedeniyle o dönemde mantığa dayalı denilebilecek evlilikler yapılıyor. Yangjin ile Hoonie'nin evlilikleri de böyle oluyor. Yangjin, düşükle sonuçlanan pek çok hamileliğin ardından kızı Sunja'yı kucağına alıyor.

Zaman içinde ülkenin durumu daha da kötüleşiyor. Bu sırada Hoonie vefat ediyor ve Yangjin ile Sunja aile pansiyonunu işleterek geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar. Sunja bir gün, daha ilk görüşte etkilendiği Hansu ile karşılaşıyor. Zengin olduğu her halinden belli olan bu yabancı da Sunja'nın peşini bırakmıyor. O yıllarda Koreliler kendi ülkelerinde bile Japonlar tarafından aşağılanıyorlar. Genç kadınlar fakirlik nedeniyle bedenlerini satıyor, çocuklar yeterince beslenemiyor, Kore'de yaşayan Japonlar Korelilere saldırabiliyorlar. Hansu'nun Sunja'yı taciz eden bir grup Japon gence haddini bildirmesiyle Hansu ile Sunja'nın ''dostluğu'' başlıyor. Bu dostluk ikiliye bir bebek haberi getiriyor.

Hansu'nun evli ve üç çocuklu bir adam olduğunu öğrenen Sunja, evlenmeden hamile kalan bir kadın olmak ile evli bir adamın metresi olmak arasından bir seçim yapıyor. Onun hamileliğini bir tek annesi biliyor. Bir de pansiyonlarında kalan genç, nazik ve hasta rahip Isak. Isak Sunja ile evlenmek istiyor. Onun bebeğine baba olmayı teklif ediyor. Böylece Sunja ile Isak Kore'den Japonya'ya taşınıyorlar. O yıllarda bir Koreli için Japonya'da yaşam en az Kore'deki kadar zor. Hatta daha bile zor. Fakirlik, dışlanma, yabancılık... Dilini bile bilmediği bu yerde yeni doğmuş bebeğiyle zor günler geçiriyor Sunja ve ailesi. Yıllar geçiyor, zaman ve mekanlar değişiyor, hatta kişiler bile değişiyor ama gurbette yaşamak ve yaşama tutunmak zorunda kalmak, geçmiyor.

Kitaba da ismini veren paçinko, bir çeşit şans oyunu. Şansa dayanan her oyunda olduğu gibi, kaybedeni çok kazananı az. Yine de pek çok kişinin küçümsediği bu kumar, pek çok müşteriye sahip. Talebi çok olduğu için büyüyen bir ticari alan. Kitaptaki karakterler kendilerini hep bu oyunla bağlantılı buluyorlar. Kah kazanıyor, kah kaybediyorlar. Yaşam ve onu yaşama şeklini belirlemek, karakterler için tıpkı bu oyun gibi bir kumar haline geliyor.

Kitabın sonsözünde yazar bu kurguyu 1989 yılında henüz bir üniversite öğrencisiyken kurguladığını ve onu yazabilmek için otuz yıl içinde taşıdığını ifade ediyor. Bu beni gerçekten çok etkileyen bir bilgi oldu. Yazar tarih bölümü mezunu. Bir dönem hukuk fakültesine girmiş ve bu alanda bir işte de çalışmış. Bu kitabı yazabilmek için ise hem yazarlık eğitimi almış, hem de Japonya'da yaşayan Koreliler ile pek çok görüşme yaparak yaşadıkları süreci, tarihi ve sorunları onlardan dinlemiş. Kitabın yazımı sancılı bir doğum gibi değil mi? Yazarın kurgusuna bu denli özenli yaklaşması kitaba olan saygımı arttırdı diyebilirim. Ama bunun dışında da kitap bana pek çok duyguyu art arda yaşatması ve elimden düşüremeyeceğim kadar merakta bırakması -ki kitap 576 sayfa!- nedeniyle kalbimi zaten kazanmıştı. 

Kitap beni mahvetti diyebilirim. Bunu en son Yu Hua'nın Yaşamak isimli kitabını okuduğumda hissetmiştim. Kelebek etkisinin bir karakterden koca bir nesle yansıyışını okumanın verdiği çetrefilli ruh halini. Kitabın içerisinde pek çok karakter olsa da, hepsinin hikayesi ince ince işlenmişti. Kitaba dair en çok keyif aldığım şey de aslında buydu. Her karakterin bir öyküsü vardı ve öyküsü olan bir karakter benim için üç boyutlu hale gelir. Çünkü bu sayede onun duygularını, düşüncelerini görebilir ve onunla empati yapabilirsin. Kitabı okurken bir kez ağladım, bir kez gözlerim doldu ve bir kez de yaşadığım şokla birlikte bir karaktere acayip sinirlendim.

Bu kitabı bu kadar beğenmeyi ise beklemiyordum. Gerçekten, şaşkınım. Kitabı yorumlarını dinlemeyi sevdiğim kitap içerikleri üreten bir youtuber'ın (Melikşah Altuntaş) önerisiyle listeme eklemiş ve kütüphanede bulunca kendisine yapışmıştım. Ödüllü bir kitap olması da, normalde asla adetim olmasa bile, ilgimi çekmişti kabul. Ama dediğim gibi, kendisini bu kadar sevmeyi beklemiyordum. Bazı kitaplardan etkileniriz, bazı kitapları ise severiz. Bu kitapta ikisini de buldum diyebilirim. Getirebileceğim tek olumsuz eleştiri ise kitabın anlatımında gördüğüm ve çeviriden mi yoksa yazarın üslubundan mı kaynaklandığını bilmemekle birlikte bana yer yer Kore draması izliyormuşum hissi veren cümlelerdi. Bir olayı net olarak anlamamız için biz okurlara açık bir anlatım yapılmalı, evet buna katılıyorum, ancak kitaptaki bazı cümleler fazla geriye veya ileriye dönük açıklamalarla doluydu. Bu cümlelerin sayısı fazla olduğu için de yer yer dikkatim dağıldı diyebilirim.

Savaş yıllarında yaşananlar ise bana tarihin ne denli subjektif aktarılabilen bir şey olduğunu gösterdi. Bunu Isabel Allende'nin Japon Sevgili isimli kitabını okurken de yaşamıştım (kitabı da şurada yorumlamıştım). O kitapta 2. Dünya Savaşı sırasında ABD'de yaşayan Japonlar'a yapılan ayrıştırmayı ve Japonlar'ın esir kampında yaşadıklarına dair olayları okumuştum. Bu kitapta ise Japonya'nın Korelilere uyguladığı politikaları okudum. Bu olaylar aktarılırken farklı kuşaklardan, farklı şekillerde yetişmiş karakterlerin olaylara farklı yaklaşımlarla bakmalarını ise anlamlı ve gerçekçi buluyorum. Değişmeyen tek şey masumların yaşadığı belirsizlik, çaresizlik ve umut hisleriydi. Kitabın yazarı olan Min Jin Lee'nin olayları bu denli çeşitli açıdan derli toplu ele alabilmesi ise bana yazarın araştırmacı ve tarih alanında eğitim almış özelliklerini gösteriyor.

Kitabı ben beğendim ve 'sevdim' gördüğünüz gibi. Kitabın bir de aynı isimli bir dizi uyarlaması bulunuyor. Kendisini bir ara izlemek istiyorum. Oyuncular arasında Lee Min-ho'yu görmek, üstelik orta yaşlı bir karakter olan Koh Hansu'yu canlandırdığını öğrenmek, bana birkaç tık tuhaf gelse de (ah zaman...) diziye dair merakımı arttırdı diyebilirim. Ama sizce de tuhaf değil mi? Lee Min-ho da mı yaşlanmış arkadaş, vay bee...

Hoşça ve kitaplarla kalın.


9 Ekim 2024 Çarşamba

Uygarlığın Ayak İzleri 3: Batı Resminde Aşk ve Bazı Küçük Felaketler (Celil Sadık) | Kitap Yorumu

Yazar: Celil Sadık, Yayınevi: Epsilon Yayınevi

Uygarlığın Ayak İzleri serisinin bu üçüncü kitabında Celil Sadık, aşkı merkeze alarak biz okurları sanatta ve zamanda bir yolculuğa çıkarıyor. Kitap; Batı Resminde Aşk, Ve Bazı Küçük Felaketler, Aşkın Acının ve Devrimin Kadını: Frida Kahlo olmak üzere üç kısımdan oluşuyor. Her üç kısımda da aşk hissinin farklı görünümlerini merkeze alan resimlere yer verilmiş ve bu resimler yalın bir dil ve sembollerin okunmasıyla açıklanmış.

Celil Sadık bir sanat tarihçisi. Uygarlığın Ayak İzleri serisinde ise her ciltte farklı bir temayı işleyerek sanatseverlere farklı bir perspektif sunuyor. Bu ciltler seri halinde ifade edilse de, her ciltte farklı bir tema merkeze alındığı için sırasız bir şekilde okumanın da mümkün olduğunu düşünüyorum. Örneğin ben ilk ciltten sonra şimdilik ikinci cildi pas geçerek (çünkü henüz temin etmedim), konusu beni çok heyecanlandırdığı için direkt bu üçüncü cildi okudum.

Şimdi de sizlerle kitapta yer verilmiş ve beni en çok etkileyen eserlere göz atmak ve hislerimi paylaşmak istiyorum.


''Evet mi? Hayır mı?'', Edmond Leighton (1890).

Kitapta Edmond Leighton'un aşkın görünümlerine dair resmettiği bir dizi resmine yer verilmiş. Beni en çok etkileyen iki resminden birisi buydu. Bu resimde pek de büyük harflerle yazılmaya değer -pek tabii bu, kişiye göre değişir ama- ''destansı'' bir aşk sahnesi göremiyoruz, değil mi? Ancak genç çifte gidip de bunu sorsak, eminim alacağımız yanıt çok farklı olurdu. Genç adamın yüz ifadesine baksanıza... ya genç kadının. Bu resmi gördüğüm anda gülmeye başlamıştım. Çünkü gerçek bir resim olduğunu düşündüm. Hayatın içinden destansı bir an olduğunu. Çiftin hisleri resmen yüzlerinden okunuyor. Bazı resimleri okumak için mitoloji ve tarih bilgisi gerekebiliyor. Belki sembol okuma becerisi, sembollerin sanattaki yeri vs. Oysa bu resmi okumak için yalnızca onu görmemiz yeterli, değil mi? Bu resimde beni en çok etkileyen nokta resmin orta yerine konumlandırmış karakterlerin hikayesinin apaçık belli olmasıydı. Bu doğallık ise beni güldürdü. Hem... belki de aşk da sadece böyledir, diye düşündürüyor bu resim beni, belki de bazen sadece böyle... böyle... her hareketinden okunur. İsteklerin, keşkelerin, kırılmaların, umutların...


''Gölge'', Edmond Leighton (1909).

Ve işte burada da ''destansı'' bir aşk. Bu eseri okumak için biraz bilgi gerekli. Resim, hikayesini bir Antik Yunan efsanesinden almaktaymış. Öncelikle soruyu size yöneltmek istiyorum: Bu resimde siz ne görüyorsunuz? Okumaya devam etmeden evvel resmi şöyle bir inceleyip bir hikaye uydurun bakalım. Beni resim -ve hatta fotoğraf- sanatında en çok heyecanlandıran şeylerden biri de budur biliyor musunuz? Resimlerin öyküsünü bulmaya çalışmak. Varsın bu ilk bakışımızda gerçeği görmeyivereyim, diye düşünürüm. Bazen ilk bakışta sadece hissedersin, beynin devreye giremez. Bazense beynin art arda kurgular sıralar. Bazı sanat eserleri öyle, bazısı böyle hissettirir bana. Mesela yukarıdaki resim his grubundaydı benim için, bu resim ise bir destan uydurmama neden oldu. Belki de çeşitli hislerimizin ve bu hislere dair kurgu uydurma becerimizin sınırları, aşkı yaşama veya yaşamayı umma konusundaki tutumumuz hakkında da bizlere bilgi veriyordur, kim bilir...

Bu resimde savaş nedeniyle ayrılmak zorunda kalan bir çifte yer vermiş ressam. Ayrılık başlı başına destansı bir durumdur belki de yaşayanlar için, bu nedenle olacak, izleyenlere hep bir merak verir. Bu çift yeniden kavuşabilecek midir? Bu bilinmez, ancak o an gelene kadar genç kadın genç adamın gölgesiyle avunmaya bile razıdır. Bu nedenle de onun gölgesini resmeder. Bu resim aslında genelde başka bir mekan ve atmosferde resmediliyormuş. Kapalı mekanlarda, belki daha farklı hislerle. Oysa bu resimde ressam, çifti belki de ayrılmalarından hemen önceki ana ışınlamış. Arkada ise şövalyenin gideceği uzak denizler var. Kimileri için umut olan bu simge, kimileri için özlemi ifade ediyor. Belki de bu genç kadın için ikisinin iç içe geçtiğini söylemek mümkün olabilir.



''Yasaklı Kralcı'', John Everett Millais (1851).

Bu resimde de ayrılmak zorunda kalan bir çift görüyoruz. Genç kadın sevgilisini, onu arayanlardan saklıyor. İkisinin baktığı yön aynı. Genç kadın genç adamı ziyarete gelmiş olabilir mi? Genç adam özlemle genç kadının ellerine tutunmuş. Daha doğru bir ifadeyle, resmen açlık ve susuzlukla.

Ressam Kraliyet Akademisi Okulları'nda eğitim görmüş ancak sonrasında buna aykırı resimler yaparak tepki çekmiş. Sonrasında yeniden akademiye uygun, üstelik fazla başarılı resimler yapıp akademinin başkanı olmuş. Bu resminde ise başka bir sanat eserinden, Vinzello Bellini'nin Püritenler (I Puritani) isimli operasından, etkilendiği ifade ediliyor. Sanatın bu besleyici ve genişleyen yönü bana hep keyif vermiştir.

Ama aslında bu resmi sevmedim biliyor musunuz? Evet, şaşırdınız mı? Sevmedim. Her ''destansı'' aşkı da sevmeli miyim ya canım? O zaman bu resmi neden mi paylaştım? Çünkü resmin teknik yönünü gerçekten etkileyici buldum. Keza aynı şekilde duyguların karakterlerin yüzünden ve vücut dillerinden okunma şeklini de. Resmi sevmeme nedenim ise... Bu resimde sen ne görüyorsun sevgili okur? Peki bu gördüğün şey ile senin aşk tanımın uyuşuyor mu? Aşıklar ayrılabilir evet, ama bu resimde ben tehlike temasını buram buram hissediyorum. Beyin, parçaları birleştirmeye de bayılıyor değil mi? Aşk tehlikelidir, mesajını sinsice fısıldıyor bu resim sanki. Oysa bence aşk, çifti saran korku atmosferinde değil, genç adamın tedirgin bakışlarının ardından bile görünen tutkuda kendini gösteriyor. Sence?


''Aşıklar'', Rene Magritte (1928).

Yine destansı bir hikayeyi konu ediniyormuş gibi görünen bir resim. Önceden bu resmi gerçekten severdim. Resimdeki figürler beni sorgulamaya ve bir hikaye uydurmaya yeterdi. Tıpkı ressamının istediği gibi. Resim, sürrealizm akımının etkisiyle oluşturulmuş. Bu akımda genellikle birbiriyle alakasız nesne ve figürler bir araya getiriliyormuş. Bu resimde ise yüzleri örtülü iki figürün öpüştüğü anı izliyoruz. Fazla klostrofobik görünüyor sanki.

Her ne kadar ressam bunun doğru olmadığını ifade etse de, bu resmin ressamın çocukken yaşadığı üzücü ve travmatik bir olayın izlerini taşıdığı sanat tarihçi ve yorumlarınca ifade ediliyormuş. Ressam henüz bir çocukken, intihar eden annesinin denizden çıkarılmış görüntüsüyle karşılaşmış. Bu sahnenin ressamın kimi eserlerinde kendini gösterdiği, dediğim gibi her ne kadar ressam bunun doğru olmadığını söylese de, ifade ediliyor. Aynı zamanda ressamın asıl amacının eserleri ile izleyenlerini şaşırtmak olduğu da ifade ediliyor. Resme baktığımızda gerçekten de afallıyor, belki rahatsız oluyoruz değil mi? Sonra belki de bir merak hissi bizleri esir alıyor. Bu da ne diyoruz, bu insanların neden yüzünde ''örtü'' var?

Bu eseri sevme sebebim bu merak etme ve dilediğimce bir hikaye uydurabilme özgürlüğümdü. Şimdi sevmeme sebebim ise yukarıda Yasaklı Kralcı isimli eserde de ifade ettiğime benzer bir şekilde, resimde vurgulanan hisler ile benim aşk tanımımın uyuşmaması diyebilirim. Aşk bu kadar klostrofobik, korkutucu, baskılayıcı ve ölümcül olmak zorunda değil. Onu böyle algılamamız gerekmiyor. Aşk, ben olgusunu öldürerek biz yapma çabasından ziyade; iki ben'in toplamıyla biz yapmak ve sonrasında biz'in de büyüyerek gelişeceği bir ''yaşam'' çağrışımı olabilir. 

Sanırım artık ''destansı'' veya ''felsefi'' aşk temaları ilgimi çekmiyor. Büyüdüm mü ne...


''Kadife Elbiseli Otoportre'', Frida Kahlo (1926).

Frida zor bir yaşam sürmüş ve eserlerinde tıpkı bir günlük tutarcasına kendini işlemiş bir ressam. Çok genç yaştayken o zamanki sevgilisi Alejandro ile bir tramvay kazası yaşıyor. Pek çok kişinin öldüğü bu kazada Frida çok ağır yaralanıyor, aylarca hastanede sayısız ameliyat geçiriyor ve sonrasında bile bu kazanın etkilerini tüm yaşamı boyunca yaşıyor. Bu eserini ise kazanın fiziksel etkilerini hissettiği dönemde yapmış. Burada sağlıklı bir genç kadın görüyoruz. Gözlerinde ne var sence sevgili okur? Frida bu resminde sevgilisine bakıyor olabilir mi? 

Frida'nın beni çok üzen pek çok resmine yer verilmiş kitapta. Hepsinde de yaşadığı acıların izlerini görmek mümkün. Ancak beni en çok etkileyen bu resmi oldu. Bunun sebebi bu resmin derin bir umut ve hayal kırıklığını bir arada yansıtması diyebilirim. Kazadan sonra ondan ayrılan aşkına hasta yatağında yaptığı bu resimle bakıyor Frida. Kitabın yazarı Celil Sadık'ın ifade ettiği üzere belki de ayrıldığı sevgilisine resmi aracılığıyla sağlıklı haliyle bakıyor ve sadece sevilmek istiyor.

Bundan sonrasında da bu istek Frida'nın peşini bırakmıyor. Kendi gibi ressam olan Diego Rivera'ya sağlıksız denebilecek ölçüde büyük bir özveriyle bağlanıyor. Onun hayatını resimlerinden okumak ayrıca üzücü ve kırıcıydı diyebilirim...



''Shalott'un Leydisi'', John William Waterhouse (1888).

Seninle paylaşabileceğim pek çok resim yer alıyordu kitapta. Açıkçası başlangıçta hangilerini göstersem bilemedim. Sevdiğim bir şey olamayagörsün, onun içimde uyandırdığı heyecan hissi herkeslere göstermek, anlatmak istiyorum. Ama bu yazımda genel olarak düşünce dünyamda şekillenen ama henüz kelimelere dökemediğim noktaları tanımlamak için bana yardımcı olabilecek eserlerden bahsettim. Yazımın başlarında da belirttiğim üzere, resim sanatının en çok da öyküyü bulmaya çalıştığım kısımlarını seviyorum. Böylelikle, belki de, kendi içimden çıkmak isteyen öykülerin varlığını da keşfediyorum.

Seninle son olarak paylaşmak istediğim resim John William Waterhouse'un 1888 tarihli bu resmi: Shalott'un Leydisi. Bu resimde de bir efsane konu edilmiş (Kral Arthur efsanesi). Resimdeki genç kadın yıllarca bir kulede esir kalmış. Onun laneti asla dışarıyı görmemekmiş. Bu kulede yıllarca dokuma yapmış ve hiç dışarıya bakmamış. Ancak, dışarıyı aynalardan izlediğinde başına bir şey gelmediğini keşfetmiş ve dış dünyayı aynalar aracılığıyla izlemeye başlamış. 

Bir gün bu leydi bir şarkıyı işitmiş ve bu sesin sahibini çok merak etmiş. Aynalardan gördüğü şövalyeye aşık olmuş ve lanetini unutmuş. Peki lanet neymiş dersin? Ölüm. Böyle yaşamak mı daha acıdır dersin, yoksa ölmek mi? Genç kadının bunu düşünmeye zamanı bile olmamış. Şövalyeden öyle çok etkilenmiş ki, onu gördüğü daha ilk anda laneti unutmuş ve dışarıya bir ayna aracılığıyla değil, kendi gözleriyle bakmış. Sonra da laneti hatırlamış...

Bu resmin altında yatan ve kadına yüklenen kalıp yargıları aktaran tema açıkçası umurumda değil. Kitapta resmin odaklandığı noktanın ''Viktoryen edebiyatında aşkı ve cinsel zevkleri için rahibeliği terk eden kadın'' temasının işlendiği söyleniyor. Zaten kitapta yer alan resimlerin altında yatan temaların çoğunda bu var: (genellikle) kadın ve ona yasaklanan aşkı. İnsanoğlu aşkı neden bu kadar uzağına, ancak aynalardan görebileceği bir noktaya konumlandırmış ki? Açıkçası bu sorunun yanıtını merak da etmiyorum. Sadece gördüğüm bu. Hala daha, günümüzde de, gördüğüm bu. Bir şeylerden korkuyoruz. Kendini savunmaya odaklanarak aynalardan izliyoruz dış dünyayı. Peki sonra ne oluyor?

Resimde gördüğümüz sahnede genç kadın kaderini kabul ediyor ve yıllarca esir olduğu kuleden nihayet çıkıyor. Lanet çoktan gerçekleşti ama umurunda değil. O, aşkı gördüğü nehirde usul usul ilerliyor.


Resimlerin hepsini sevmedim ama hepsi üzerinde düşündüm ve hikayelerini ilgiyle okudum. Bazen rastgele bir sayfa açıp karşıma çıkan resmin öyküsünü değerlendirdim, bazen sadece dümdüz okudum. Bundan sonrasında da rastgele açacağım sayfalardaki resimlerin öyküsünü okuyacağımı düşünüyorum. Bilgilendirici, ilgi çekici ve akıcı bir kitaptı. Serinin diğer kitaplarını da mutlaka okuyacağım. Sanata ilgisi olanlara kitabı önerebilirim, ben çok sevdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.