Bir varmış bir yokmuş... Hangi zamanda, hangi mekanda bilinmez; iki şövalye yaşarmış. Bu şövalyelerin biri beyaz atlı, diğeri kara atlıymış. İkisi de cesur, ikisi de güçlüymüş. Bu iki şövalye bir gün bir göreve çıkmışlar. Hayır hayır hayır, bizim bu şövalyeler rakip değillermiş -en azından Neptün arşivlerinde böyle geçmeyecek- hatta arkadaşlarmış. İkisi de bir şeyi arıyormuş, çok değerli bir şeyi. Bir çiçeği! Bu çiçeği daha evvel gören olmamış ama duyan çok olmuş. Hem, tüm efsanevi şeyler böyle değil midir; dilden dile hayali ve hayaleti dolaşır, sonra bunlar arzulara karışır ve tadam, belli mi olur, gerçeklikte madde halini buluverir. Bu çiçek ise henüz sadece manasıyla varmış.
İki şövalye uzun bir yolculuğa çıkmış; dereleri, tepeleri, belki tehlikeli canavarlarla dolu yabancı diyarları geçmişler. En sonunda bir ormana varmışlar. Bu ormanda ilerlemek çok zormuş. Her yer yabani otlarla kaplıymış. Yine de şövalyeler pes etmemiş. Sonuçta o kadar uzun ve zorlu bir yoldan gelmişler. Eh, ormanı bulduklarına göre çiçek de buralarda bir yerde olmalıymış. Aramışlar taramışlar. Belki saatler, belki günler geçmiş. Zaman kavramları şaşmış, bitkinlikten yığılmışlar. Şövalyeler çaresizce yakarmış, yardım istemişler. Bir ses duyulmuş sonra; ulu, bilge bir ağaçtan.
Ağaç, şövalyelere neyi aradıklarını sormuş. Şövalyeler başlamışlar bu dillere destan büyülü çiçeği tarif etmeye. Ağaç, rüzgarda salınan yapraklarını şövalyelere doğru sallamış ve yaklaşabildiği kadar yaklaşmış: ''Burada öyle bir çiçek hiç yetişmedi ve yetişemez.'' Şövalyelerin kalan son umudu da paramparça olmuş. Kara atlı şövalye bu duruma çok sinirlenmiş. ''Ne vakit kaybı!'' diyerek hiddetle yerinden kalkmış ve yorgun atını çekiştire çekiştire oradan uzaklaşmış. Ancak beyaz atlı şövalye düşünceliymiş. Pes etmek istememiş. Mutlaka bir yolu olmalı, diye mırıldanmış kendi kendine. Belki hayalindeki çiçeği düşünmüş. Belki o da diğer şövalye gibi gitmeyi düşünmüş. Belki bu iki düşünce arasında volta atıp beklemiş, beklemiş. Sonuçta işin içinden çıkamamış. ''Neden'' diye sormuş bilge ağaca usulca, ''neden burada öyle bir çiçek yetişemez?''
''Çünkü'' demiş bilge ağaç bu sefer yapraklarını iki yana gererek ''görüyorsun ya, burada her yer yabani otlarla kaplı. Bir çiçek büyümek için günışığına sarılmayı ister, rüzgarın fısıltılarını duymayı ister, yağmurun taşıdığı besini kana kana içmeyi ve diğer canlıların arkadaşlığını ister. Oysa bu yabani otların altında bunların hiçbirine ulaşamaz. Bu yüzden de burada bir çiçek yetişmedi ve yetişemez.''
''Yani...'' demiş şövalye gözleri parlayarak, ''bu şartlarda demek istiyorsun değil mi bilge ağaç? Bu şartlarda mı yetişemez?''
''Evet, bu şartlarda yetişemez.''
Şövalye bu onayı duyar duymaz düşmüş omuzlarını gererek kollarını sıvamış ve işe koyulmuş. Etraftaki tüm yabani otları ayıklamış ve tohumlara yer açmış. Beklemiş beklemiş. Belki saatler, belki günler, belki aylar, hatta belki... Yıllar boyu! Sonuçta burası büyülü bir ormanmış ve aradığı büyülü bir çiçekmiş. Sonunda bir gün topraktan esneyerek yeryüzüne uzanan bir çiçek fidesi görmüş. Çok cılızmış ama çok güzelmiş. Şövalyenin gözleri -aman ha şşşş aramızda kalsın- yaşlarla parlamış. Çiçeği karşısındaymış.
Bu masalın konusunu çok severek dinlediğim bir tarot yorumcusundan öğrenmiştim. Nyks Tarot (tık tık) youtube kanalının ismi. Benim için farkındalık oluşturan güzel içerikleri olduğu gibi, kendisi de çok tatlı bir insan videolarından gördüğüm, dinlediğim ve bildiğim kadarıyla. Hangi açılımında bu masaldan bahsetti hatırlamıyorum ama dinlediğim andan itibaren bu masal bana çok anlamlı geldi. O tabii bu kadar uzatmamış, ana fikrini verecek kadar anlatmıştı. Ben biraz süsledim püsledim ve kendimce anlattım.
Kendimi bildim bileli fevri ve sabırsızım. Bazen bir şeyi bitirmeye bile tahammülüm olmuyor. Sıkılıyorum, bunalıyorum. Neden? Muhtemelen korktuğum için. Ben sevdiğim şarkıların bitmesinden bile korkarım. Kulağa -ve okuduğunuz için belki gözlere??- saçma geliyor biliyorum ama gerçekten çok sevdiğim şarkıları sonuna kadar dinleyemezdim. Bitince başa sarılır, olmadı döngüye alınır vs vs tabi o ayrı da, bilmiyorum işte. Bir şeyin bitmesinden korkarım, başlamasından korkarım. Bu yüzden de sabırsızım! Bir şey varsa vardır, yoksa kara atlı şövalye gibi küsüp giderim. Bu özelliğimi bilmem de bir erdem ve labirentin çıkış kapısı aslında. Bu sayede artık sevdiğim şarkıları son saniyesine kadar dinleyebiliyorum! Şaka şaka. Bu sayede daha cesur olmak için çabalıyorum.
Son okuduğum kitaplardan biri Mitoloji 101'di. Orada Herakles isimli bir kahramanın çıktığı bir macera anlatılıyordu. Herakles bir ölümsüz olan Zeus ile bir ölümlü olan Alcmene'nin oğluydu ve ölümsüzlüğü hak etmek için çaba harcamıştı. Herakles on görevi yerine getirmek üzere bir maceraya çıktı. Bu görevleri yerine getirirken kimseden yardım almamalıydı. Her şeyi ama her şeyi tek başına yapmalı, tek başına bir çözüm bulmalıydı. Bu yüzden de iki görevde başkalarından yardım aldığı için onlar iptal olmuş ve toplamda on iki zorlu görevi yerine getirmişti. Bu görevlerin hepsinde cesur olması şarttı ama cesaretini göstermesi için her seferinde fiziksel gücüne başvurması, birilerine saldırması gerekmiyordu. Hatta aksine, belki de cesur olup olmaması bu ayrımı yapabilmesiyle de ilgiliydi. Bazı görevlerde sabırlı olmalıydı, bazısında keskin zekasını kullanabilmeli ve pratik olmalıydı. Bir görevi vardı ki bu görev bana komik ve manidar gelmişti.
Bu görev dokuzuncu göreviydi ve yapması gereken şey, son derece acımasız bir savaşçı olan Amazonların kraliçesi Hippolyte'nin kemerini ele geçirmekti. Peki ama bunu nasıl yapacaktı? Hele de birbirine bu denli bağlı kadınlardan oluşmuş savaşçı bir toplumun içine girmiş tek erkek olarak? Saldırmalı mıydı, tuzak mı kurmalıydı, yoksa hırsızlık mı yapmalıydı? Herakles hiçbirini yapmadı. Sadece istedi. Evet evet, acımasız kraliçenin karşısına geçti ve ona kemerini alıp alamayacağını sordu. Kraliçe de kemeri Herakles'e verdi. Bu kesinlikle fazla kolay olmuş gibi görünüyor. Ama bence burada Herakles gerçek bir cesaret örneği sergilemişti. Sonuçta kim -hele de bir erkek olarak- Amazonlar kraliçesinin karşısına çıkıp da ondan kemerini ona vermesini isteyebilirdi ki? Yürek mi yemişti? Belki de Herakles yiyip gelmiştir, kim bilir...
Aslında hikayelerde her şey basit. Bu nedenle ne zaman içim karışsa okurum. Çok okurum. Böylece daha sabırlı olurum. Sonuçta bir anda koca kitapta yazanları zihnime çekemem. Okumak için de emek, sabır ve zaman gerekir. Okumak beni rahatlatır ve neden diye sorma cesaretini verir. Sonra yazarım. Çünkü yazmazsam tam olarak okumuş sayılmam. Gözlerim okur belki; ama o yazıları özümsemek için anlatmam gerekir. Anlatamazsam az anlarım. Anlatırsam çok. Bir de üstüne başkasıyla birbirimize anlatırsak, ohhoooo. En güzeli ve zevklisi de budur.
Bu yüzden anlamak ve anlatmak mühim. Açık olarak, net olarak sormak, cevaplamak. Bunun için sabırlı olmak gerekiyor. Sabırlı olmak için cesur olmak gerekiyor. Bence sabır, cesaretin yapı taşlarından birisi. Üstelik sabırla yoğrulmuş bir cesaret beraberinde bilgeliği de getiriyor. Neden olduğunu anlıyorsun. Nerede, ne yönde olduğunu; hatta en başta, ne olduğunu...
Bazen kendimi uçan bir balona benzetiyorum. Hangi rengim acaba? Daha bunu bile bilmiyorum. Bildiğim tek şey bazen oradan oraya savruluyormuş, bazen olmadık bir köşeye takılmış havada süzülüyormuş gibi hissediyor oluşum. Rüzgar çıktığında şaşıp kalıyorum. Belki bir el bana uzandığında da şaşırıyorum. Sanırım ben şaşkın bir balonum. Bazen bana rengim bile yok gibi geliyor. Bazen bu düşünceme ''atma Ziyaaaa'' diyorum. Bazen kendimi koruyasım geliyor ''hooopp dedik ağır ol'' diyorum. Sonra bir süreliğine ağırlaşıyorum ve yeryüzüne yaklaşıyorum. Bunun da aradığım şey olmadığını keşfediyorum. Uçmayı istediğimi düşünüyorum. Sonra ''hafifim, hafifsin, hafiffff'' diyorum ve bir hokus pokus oluyor, havalanıyorum. Aslında başlangıçta istediğim buydu ama şimdi de korkak yanım sızlanmaya başlıyor. Hem, aramızda kalsın ben de Neptün'ün bağrından gelen bir cadıyım falan ama, tüm hokus pokuslar sadece illüzyondur. Geçici çözüm yani. O yüzden gerçek bir şeyler gerekiyor. Bu sefer yeryüzündeki seslere odaklanıyorum. Daha da kafam karışıyor. Diğer balonlar nerede? Ah gerçekten bilmiyorum!
Bu şubat son dört yılın en uzun şubatı olacakmış. Vaoovvv. Bir gün daha uzun bir ay, sabır gerektiriyor. Ama bilirsen, neyi sevdiğini bilirsen, sabretmek o kadar zor olmaz. Öyle değil mi? Belki bir beyaz atlı şövalye veya bir uçan balon bu soruma yanıt veremez; ama bana böyle gibi geliyor.
Sana nasıl geliyor?
Güzel bir ay diliyorum.
Hoşça kal.
bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.