Başımı kaldırdığımda şu şekil bir manzarayla karşılaşmaya bayılıyorum. Böyle anlardaki sayılı saniyeler sanki zamanın kendisi oluyorlar. Ayrı bir boyutta ayrı bir his içinde hissediyorsun yaşamı. İnsan bazen sırf bir şeyin kendinden gelen güzelliği izlediğinde böyle hissedebiliyor. Başını kaldırıp bakmak gibi. Aslında hep yaptığım, hep karşılaştığım bir görüntü. Hep de benzer hisler veriyor ama bu heplerin hepsi aslında kendi içinde benzersiz. Yaşam, hafif rüzgarda salınan ağaçlar gibi nefes alıp veriyor. Yaşarken maraton koşucusu olduğumuzdan dolayı olacak, yaşamın nefes alıp verişini hissedemiyoruz. Ama ben ne zaman böyle benzer hisler veren benzersiz sıradanlıklar görsem, kendimi o an hep daha iyi hissederim.
Bu haftam gerçekten yoğundu. Hem eylemsel, hem de hissel yönden. Geçtiğimiz hafta hissizliğimden yakınıyordum. Bu hafta ise bana ''sen hissetmeyi mi istedin, buyur cancağızım'' diyerek her çeşit hissi deneyimletti sağ olsun. Neyse ki güzel hisler baskın çıktı. Geçtiğimiz hafta sonu Aydın'a yolculuk yaptım. Gezmek amaçlı. Zaten bir arkadaşımla daha evvel bunu planlamıştık. O, üniversite ve sonrasında da pek çok yeri gezdi, geziyor. Bense yakın bir rotayla kabuğumdan çıkmayı deneyimlemek istedim. Hem, Aydın'da arkadaşımın arkadaşı yaşıyordu. Bizim onun şehrine geleceğimizi duyunca o da bizi davet etti. Bu nedenle düşündüğümüzden daha spontane bir şekilde kısa bir gezi düzenlemiş olduk. Aydın gezdiğim gördüğüm kadarıyla güzel bir şehirdi. Yabancılık çekmedim. Zaten İzmir'e benziyordu da diyebilirim. Ama en güzeli de birileriyle güzel zaman geçirmekti. Belki ilerleyen aylarda, yıllarda yalnız yolculuklar da yaparım. Belki değil aslında, bunu yapmayı çok istiyorum. Tek başıma veya birileriyle fark etmez. Tabi bunun için öncesinde gerçekleştirmek istediğim hedefler var. Sonrasında her tatilimde gezmek istiyorum. Yolculuk yapmanın, yeni yerler görmenin ve insanlar tanımanın insanı gerçekten de kabuğundan çıkardığını fark ediyorum. Sanırım yolculuk yoluyla da aslında yaşamın nefes alıp verişini hissedebiliyoruz. Ben ben ben demenin ötesine geçip etrafımızdaki ve hatta kendi hayatımızdaki manzaraları ve belki de bizzat kendimizi daha dış bir bakışla ve rahat bir şekilde görebiliyoruz. Böylece de güzel hisler baskın çıkıyor.
Sanırım ben fazla siyah beyazcı bir insanım. Aslında hep böyleydim. Ya budur, ya da değildir diye bakarım her olaya. Ya bunu istiyorum ya da hiçbirini diye de. Ya böyle hissediyorum ya da tam zıttını ise favorimdir. Bu bazı durumlar için yararlı ve gerekli olabilir tabi. Ama ben her durumda böyleyim. Misal, bir şeyi yapacaksam ona aşırı aşırı aşırı bağlı olmalı, onu aşırı aşırı aşırı sevmeliyim. Yoksa olmuyor. Hayatımın pek çok alanına bu mantıkla yaklaştım. Sonrası ne oldu dersiniz? Hayal kırıklığı? Ah hayır! Hayal bile kurmadım ki ben, kırıklığı ne münasebet. İşte mış gibi yaptım. Ciddiyim. Evet, bir şeyleri sevmek, severek yapmak veya o şeye tüm dikkatini vermek ve bunu sevmek güzeldir. Gerek bir iş, gerek insan ilişkileri, gerek eğitim neyse ne artık. Ama ben bir şeyi sevmeye karar verdiğimde iş ciddileşecekse ve o şeyi gerçekten yapmak, o şeyle ilgilenmek zorunda kalacaksam; hemen dikkatimi dağıtıyorum. Sanırım bir şeyi sevmekten bile korkuyorum. Büyüsünün kaçacağını ve artık sevmeyeceğimi ve sevmek isterken hissettiğim o hissin de sonrasında yerinde yeller eseceğini falan düşünüyorum. Bunu sanırım artık dert de etmiyorum çünkü en azından iş\ kariyer\ eğitim bakımından duruma yaklaştığımda artık bulutlardan olayları izlemek yerine, ayaklarımın yavaş yavaş yere değmeye yaklaştığını fark ediyorum. Aslında ikili ilişkiler için de durum böyleymiş. Yakın bir arkadaşımla konuşurken fark ettik. Aslında önce o fark etti. Önce ben fark etseydim yine başka bir buluta zıplamışımdır ve bakış açım yerine kendimi kandırma yöntemim değişmiştir diye düşünebilirdim. Ama hayır, arkadaşım fark etti ve mutlu oldu. Ben de oldum.
Sanırım asıl sorun, sana az evvel bahsettiğim yaşamın nefes alıp verişini fark ettiğimiz anlara bir bağımlı gibi yaklaşmak istememden kaynaklı. Hayatta sevdiğimiz şeyler vardır, yapmak zorunda olduklarımız da. Bir de bunların kesişimi vardır. Kesişim kümesi ne kadar büyükse o kadar iyidir tabi. Benim kesişim kümem de fena sayılmaz. Hem sevdiğimiz şeylerle, yaptığımız şeylerin kesişim noktasını büyütmek de kendi elimizde falan fişman. Bunu anlatmaya çalışmıyorum, bunu herkes biliyor. Kelimelerde her şeyi biliriz. Ama eylemlerde ve eylemlerin verdiği anksiyete hallerinde bilemeyiz. Kelimeler Çince gibi gelir böyle anlarda. Mantıklı düşünceler ise Hititçe falan gibi. O yüzden şu anda mantıklı şeyler söylemeye çalışmayacağım. Her zamanki gibi hislerimi tercüme etmeye çalışıyorum.
Aslında biliyor musun, anlatmaya çalıştığım da bu. Bendeki fark ettiğimiz değişim; bu işte. Hep sana tercüme ediyorum hislerimi. Tabii kendime de etmiş oluyorum böylece ama... Bu seferki farklı. Bu seferki günümüz Türkçesiyle yaptığım bir his tercümesi. Geçmişteki hisler yok. Şu andakiler var. Peki sonra ne var? Bu hislerin verdiği hayata bakış açısı var. Bundan sonra ne var? Bu bakış açısının verdiği yeni veya dönüşüm geçirmiş veya restore edilmiş hayaller. Peki sonra? Sonra... Bu hayallere giden hedefler. Sonra... Bu hedeflerdeki İlkay. Sonra başka hisler, başka düşünceler, hayaller ve hedefler ve işte, hep sonsuzluğa yaymak istediğim yaşamın nefes alıp verişi var ya, bir senfoni orkestrası olmuş. O hep birbirinden ayrıştırdığım yaşam ile yaşamak iç içe bir dna sarmalı olmuş da, onu tüm hücrelerimde hissediyormuşum. Çünkü yaşadığımız hayat aslında sadece buymuş. En azından yıllarca hissettiğim varoluşsal sancılarıma en tatminkar cevabım buymuş. Değişirmiş, dönüşürmüş, restore edilirmiş, neyse neymiş. Çok da önemli değilmiş. Çünkü yapılacak ve sevilecek bir şeyler hep varmış.
Sen nasılsın?
Mutlu haftalar.
Hoşça kal.
:)
bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.