Academia.eduAcademia.edu

Kültür Endüstrisi ve Kültür Emperyalizmi

2019, Uluslararası Marmara Fen ve Sosyal Bilimler Kongresi (BAHAR 2019) - SOSYAL BİLİMLER BİLDİRİLER KİTABI

Culture is the unity of tradition, life and thought, created both historically and socially. And it is the transfer of the material and spiritual partnerships created over generations. Culture had very sharp lines until the ‘modern’ period and their various communities were distinctive from each other. However, with modernity culture have begun to change and transform in terms of qualitatively. One of the most important traditions that attempted to explain this transformatin was the ‘Frankfurt School’. In 1940, Theodor Adorno and Max Horkheimer, one of the most prominent representatives of this school, wrote The Culture Industry: Enlightenment as Mass Deception and at this article, they analyzed transformation as an industrial product of the culture. İndividuals have also become passive receivers of this industry and have become uniform. As a result, culture became an industry and exported as a commodity. New medium such as mass media have become one of the most effective tools to create and expand this industry. One of the aims of the study is to examine the transformation of this industry that fed by capitalism into cultural imperialism in time. In addition, the concept of cultural imperialism was tried to be associated with the concept of ‘Soft Power’ and to be dealt with this framework firstly. The other aim of the study is to examine the transfer from ‘developed’ countries that use cultural economy for its own objectives to ‘underdeveloped ‘countries as cultural uniformity. It is another dimension of this study to examine with example the reasons of this transfer, in which areas are transferred and what kind of results have occurred. Finally, the position of a developing country such as Turkey were discussed. Advantages and disadvantages of the culture industry in terms of Turkey have been discussed.

Uluslararası Marmara Fen ve Sosyal Bilimler Kongresi (Bahar) 2019 Bildiriler Kitabı (Sosyal Bilimler) KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ VE KÜLTÜR EMPERYALİZMİ Nuriye AKYEL ILGIN Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü, Disiplenlerarası Kültürel Çalışmalar Tezli Yüksek Lisans Programı, Öğrenci [email protected] Özet Kültür, tarihsel ve toplumsal olarak oluşturulan gelenek, yaşayış ve düşünüş birliğinin ve bunun sonucunda oluşan maddi ve manevi ortaklıkların nesiller boyunca aktarılmasıdır. Kültür, ‘modern’ döneme kadar oldukça keskin sınırlara sahip olup çeşitli toplulukları birbirlerinden ayırıcı bir özellik göstermekteydi. Ancak modernite ile kültür, niteliksel anlamda değişime ve dönüşüme uğramaya başlamış, bu dönüşümü adlandıran ve açıklama girişiminde bulunan en önemli geleneklerden biri de ‘Frankfurt Okulu’ olmuştur. Bu okulun önemli temsilcilerinden Theodor Adorno ve Max Horkheimer’ın 1940 yılında yazdıkları “Kültür Endüstrisi: Kitlelerin Aldatılışı Olarak Aydınlanma” adlı makalede kültürün bir endüstri ürünü haline dönüşüp tek-tipleşmesi ve bireylerin de bu endüstrinin pasif alıcıları haline gelmesi ele alınmıştır. Buna göre kültür bir endüstri halini almış ve bir meta olarak ihraç edilmiştir. Kitle iletişim araçları gibi yeni mecralar bu endüstriyi oluşturan ve büyüten en etkili araçlardan biri olmuştur. Bu çalışmanın amaçlarından ilki ağırlıklı olarak kapitalizm ile beslenen bu endüstrinin, zamanla bir ‘kültürel emperyalizm’ haline dönüşümünü incelemek olmuştur. Buna ek olarak kültür emperyalizmi kavramı ‘Soft Power (Yumuşak Güç)’ kavramı ile ilişkilendirilmeye ve ilk olarak bu çerçevede ele alınmaya çalışılmıştır. Çalışmanın diğer amacı ise bu kültürel tek-tipleştirmenin yayılım yönü doğrultusunda, kültür ekonomisini kendi hedefleri yönünde kullanan ‘gelişmiş’ ülkelerden ‘gelişmemiş’ ülkelere yapılan aktarımı incelemektir. Bu aktarımın nedenlerini, hangi alanlarda aktarım yapıldığını ve ne gibi sonuçların oluştuğunu örneklerle incelemek çalışmanın bir diğer boyutudur. Son olarak Türkiye gibi ‘gelişmekte’ olan bir ülkenin konumu tartışılmış ve Türkiye'deki kültür endüstrisi avantajları ve dezavantajları açısından incelenmeye çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Kültür endüstrisi, Kültür emperyalizmi, Yumuşak güç. CULTURE INDUSTRY AND CULTURE IMPERIALISM Abstract Culture is the unity of tradition, life and thought, created both historically and socially. And it is the transfer of the material and spiritual partnerships created over generations. Culture had very sharp lines until the ‘modern’ period and their various communities were distinctive from each other. However, with modernity culture have begun to change and transform in terms of qualitatively. One of the most important traditions that attempted to explain this transformatin was the ‘Frankfurt School’. In 1940, Theodor Adorno and Max Horkheimer, one of the most prominent representatives of this school, wrote The Culture Industry: Enlightenment as Mass Deception and at this article, they analyzed transformation as an industrial product of the culture. İndividuals have also become passive receivers of this industry and have become uniform. As a result, culture became an industry and exported as a commodity. New medium such as mass media have become one of the most effective tools to create and expand this industry. One of the aims of the study is to examine the transformation of this industry that fed by capitalism into cultural imperialism in time. In addition, the concept of cultural imperialism was tried to be associated with the concept of ‘Soft Power’ and to be dealt with this framework firstly. The other aim 165 Uluslararası Marmara Fen ve Sosyal Bilimler Kongresi (Bahar) 2019 Bildiriler Kitabı (Sosyal Bilimler) of the study is to examine the transfer from ‘developed’ countries that use cultural economy for its own objectives to ‘underdeveloped ‘countries as cultural uniformity. It is another dimension of this study to examine with example the reasons of this transfer, in which areas are transferred and what kind of results have occurred. Finally, the position of a developing country such as Turkey were discussed. Advantages and disadvantages of the culture industry in terms of Turkey have been discussed. Keywords: Culture industry, Culture imperialism, Soft power. 1. Giriş Kültür kendisine yüklenilen anlam çeşitliliği nedeniyle tanımlanması oldukça zor bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Her bir disiplin, kültürü kendi bakış açısından tasvir etmiş ve buna göre sınırlarını çizmiştir. Kültürü kesin bir hat içinde tanımlamak ne kadar zorsa bu soyut belirteci çeşitli disiplinler altında şekillendirmek ve onu amaçlanılan forma sokmak bir o kadar da kolaydır. Barker’ın da belirttiği gibi kültürel çalışmalar içerisinde pek çok kültür kavramı ele alınmakla birlikte kavram, birbirinden farklı yönlere dikkati çekmektedir. Örneğin bir dil veya araç olarak, eserler olarak, mekânsal düzenlemeler olarak, güç olarak, yüksek veya düşük, kitle ve popüler olarak kültür tanımlarından bahsedilebilir. Bu tanımlamaların hiçbiri yanlış olmamakla birlikte objektif tanımlamalar olduğundan da söz edilemez. Kültür kavramı farklı amaçlar doğrultusunda farklı zaman ve yerlerde kullanılabilir. Tüm bu nedenlerden dolayı kültürün politik bir tanım olduğunu unutmamak ve onu amaçlarla birlikte okumak gerekmektedir (2004, s. 44). Sanayi devriminin gerçekleşmesi ve makinelerin üretimin temel araçları olarak kullanılmasından bu yana çalışanlar arasında uzmanlaşma eğilimi ortaya çıkmış, günümüze kadar da artarak ve derinleşerek devam etmiştir. Bu durum, en başta bu tarihten itibaren kişilerin çeşitli alanlarda sahip oldukları ‘yetkin’liklerini kaybetmelerine ve üretimin vasıfsız ve gözden çıkarılabilen parçalarına dönüşmelerine neden olmuştur. Kâr güdüsüyle beslenen, tek amacı daha fazla arz ve bu arzı karşılayabilecek talebi sağlayıp kâr maksimizasyonu olan bu ekonomik sistem kültürel, sanatsal alana da sirayet etmiştir. Kapital sistemin her yerdeliği kısır bir döngü oluşturmuş insanları da mutluluk vaadi veya dışlanma tehdidi ile bu döngü içine hapsetmiştir. Buna göre ‘kültür’e özgü sayılabilecek ürünler somut bir meta haline getirilip şeyleştirilmiş6, sanatsal olanın içi boşaltılmıştır. Theodor Adorno ve Max Horkheimer bu aydınlanma anlayışını ‘kitlelerin aldatılışı’ olarak adlandırmış ‘kültür endüstrisi’ kavramıyla bu aldatılışın eleştirel bir çerçevesini sunmuştur. Kültürün bir endüstri ürünü haline gelmesi temelde çoğaltma yöntemiyle sağlanmıştır. Adorno ve Horkheimer’a göre çıkar çevrelerinin teknolojik terimlerle açıkladığı ve dayanaklarını da ‘gereklilik’, ‘zorunluluk’ kavramları üzerinden inşa ettiği bu endüstri ‘standartlaşma’yı da kaçınılmaz kılmaktadır. Bireyler her ne kadar birbirine zıt ve sayılamayacak çeşitlilikte ürün yanılsaması yaşasa da aslında bu kişilerin zihnine işlenmiş ayrım kategorilerinden başka bir şey değildir. Kişiler birer istatistik malzemesi olarak niteliklerine göre ayrılmış ve bu kitlesel grup içinde niteliklerine göre seçmesi gerektiği ürün için koşullanmıştır (2010, ss. 51-54). Bu durumu çevremizden basit bir örnek ile somutlaştırabiliriz. Bir tatile çıkmak istediğimizde gittiğimiz seyahat acentelerinde her kesim ve gelire göre programlar bulabiliriz. İlk adımda önemli olan sizin nereye gitmek istediğinizden çok maddi durumunuzun hangi tatile yeteceğidir. Zengin, fakir veya orta gelirli bireylere özel rotalar ve vasıtalar önceden kategorize edilmiştir. Kişi bu durumda, öncelikle maddi bir gruplamaya tabi tutulmaktadır. Daha sonra ise sadece acentenin sunduğu rotaları seçme zorunluluğu bulunmaktadır. Tüm bu hususlar toplumsal bir kabul ile gerçekleşir ve alışkanlık haline gelmesiyle birlikte süreç sorgulanmadan kendiliğinden gerçekleşir. Daha geniş bir perspektiften bakıldığında zaman içinde insanların istekleri de bu rotalardan ibaret olur ve bir endüstri insan istek ve beklentilerinin sınırlarını çizerek onları dönüştürdüğü biçimde yeniden üretmiş olur. Benzer şekilde kültür endüstrisinde bireysellik genellikle özgürlük kavramı ile birlikte Şeyleşme, bir emek süreci sonunda üretilen ve somut bir varlığı bulunan ürünlere kullanım değerinin dışında duyular ile algılanamayacak bir anlam yükleyerek onu bir fetiş haline getirmektir. Emek ile üretilen ürünün hem üreticisinden hem de maddi anlamından kopması ve soyut bir nitelik kazanmasıdır. Bkz: Marx, K. (2015). Sermayenin Üretim Süreci. Das Kapital, (Çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan) içinde (C. I., ss. 81-92). İstanbul: Yordam Kitap. 6 166 Uluslararası Marmara Fen ve Sosyal Bilimler Kongresi (Bahar) 2019 Bildiriler Kitabı (Sosyal Bilimler) ele alınmıştır. Buna göre baskıcı bir bütün içinde bireylere sahte bir özgürlük yanılgısı yaratılır. Özgürlük ise güçlü bir denetleme aracına dönüşmüştür. “Özgür yarışmacılık, kendini sansürleyen bir özgür basın, markalar ve ıvır zıvır aygıtlar arasında özgür seçme gibi aldatıcı özgürlükler” bireylere sunulmakta, bu durum da toplumsal denetimi daha geniş seçme alanları dâhilinde desteklemektedir (Marcuse, 2010, ss. 24-25). Kültür endüstrisi yalnızca emek sürecini etkileyen, teknik olanaklarla çoğaltılmış meta üretimi veya salt bir standartlaştırma değildir. Sistem insanlara bir yaşam biçimi sunmakta ve sürekli kendini yenilemektedir. ‘Özgür’ kabul edilen birey teorik anlamda seçme şansına sahip olmakla birlikte pratikte aynı şeyin geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir. Hükümdar artık ‘Benim gibi düşünmelisin ya da ölmelisin’ demez. ‘Benim gibi düşünmemekte özgürsün; yaşamın, malın, mülkün, her şeyin sende kalacak, ama bugünden itibaren aramızda bir yabancısın.’ demektedir (Adorno ve Horkheimer, 2011, ss. 63-64). Sosyal varlığına bir anlamda ‘muhtaç’ olan insan bu anlayış özünde sisteme mahkûm edilmiş olur. Uyum sağlamayanlar ise dışlanıp, gözden çıkarılıp birer zayiat olarak nitelendirilirler. Kapitalist sistem insan yaşamındaki her bir alanı hiç boşluk bırakmaksızın doldurmak ister. Çalışırken emek gücü üzerinden sağlanan ve vasıfsızlaştırılıp hem kendisine hem çevresine hem de işine karşı yabancılaştırılan7 bireyin sisteme bağlılığı, ‘dinlenme’ vaktinde de sağlanmalıdır. Kapitalizm ile paralel ilerleyen, değerler üzerindeki bu etkiyi sağlayan araç ise kültür endüstrisidir. Kitaplar, filmler, müzik kayıtları, sanat, televizyon gibi bir ideoloji veya kültür yayan medya araçları amaçlanılan kuşatmayı tamamlayan anahtar ürünlerdir. “Bu kadar olumsuz nitelikler yüklenen kültür endüstrisi bunu nasıl başarmıştır?” gibi bir soruyu dillendirmek bu durumda oldukça doğal olacaktır. Bu soruya verilebilecek en kısa cevabın ‘eğlence’ olduğu söylenebilir. Eğlence, insanın iş dışında gerçekleştirdikleri ve onun bir uzantısı olan eylemlerin kontrolünü sağlamada en etkili araçlardandır. Buna göre metalaştırılıp kişiye sunulan eğlence ürünleri, “mekanikleştirilmiş emek süreci” ile yeniden baş etmede insanların motivasyonu olmuş, kişilere kısa süreliğine de olsa bir kaçış vadetmiştir. Eğlenmek insanlara sorunlarını göz ardı etmeyi ve sahte bir şekilde de olsa özgürleşip mutlu olmayı sunan bir araç haline gelmiştir (Adorno ve Horkheimer, 2010, s. 68, 78). 2. Kültür Endüstrisine Farklı Bir Bakış Bireyi ve toplumu bu kadar etkisizleştirdiği kabul edilen bu yaklaşımın niçin bu kadar uzun bir süre boyunca geçerliliğini koruduğuna yönelik bir soru akıllara gelmektedir. Hatta kültür endüstrisinin gelişim ve yayılımına bakıldığında aynı soruyu sadece ortaya çıktığı ülke için değil tüm dünya için geçerli kılmak mümkündür (Özdemir, 2012, s. 11). Eğer kültür endüstrisi sadece olumsuz niteliklere sahip bir yaklaşım ise niçin tüm dünya ülkelerine yayılmıştır? Bu ülkelerde yerel kültürü de gelişmiş ülkeler lehine dönüştürmesi gibi ek bir ‘olumsuzluk’ varken neden bu gelişim hiç sona ermemiş veya erememiştir? Kapitalizm içerisinde kültür endüstrisinin bilimsel ve teknolojik evrimin kaçınılmaz bir parçası olduğu kabul edilebilir. İnsan yaşamını kolaylaştırmak veya bu yaşamın sürdürülebilmesi için gerekli görülen her adım ve gelişmenin hem olumlu hem de olumsuz sonuçları olabilmektedir. Diğer bir bakış açısından bakıldığında, her birey bu gelişmeleri olumlu veya olumsuz olarak birbirinden farklı nitelendirebilmektedir. Bu durumda somut bilimsel gerçekliklerden farklı olarak özellikle sonuçları bölgelere ve zamana göre farklılaşan bu gibi gelişmelerin evrensel bir doğruyu veya yanlışı içerdiğini belirtmek konumumuz açısından mümkün değildir. Yine de eleştiri kuramına dâhil üyelerin bile kabul Marx’ın 1844 El Yazmalarında yabancılaşma, Hegel ve Feuerbach’tan farklı olarak kapitalist toplumdaki işçinin yabancılaşması olarak ele alınmaktadır. Bu anlamda yabancılaşma işçinin yaşamını sürdürebilmesi için zorla çalıştırılması sürecinde, kapitalistin bu çalışmayı tamamen kendine mâl ederek işçinin hem emek süreci hem de emek üzerindeki bağını koparmasıdır. Bu anlamda Marx dört yabancılaşma türü belirlemiştir: İşçinin emek sürecinin nesneleştirilmesi ile emeğine yabancılaşma, kendine yabancılaşma, kendi türüne yabancılaşma ve doğaya yabancılaşma. Bkz. Marx, K. (2013). 1844 El Yazmaları, (Çev. Murat Belge). İstanbul: Birikim Yayınları. 7 167 Uluslararası Marmara Fen ve Sosyal Bilimler Kongresi (Bahar) 2019 Bildiriler Kitabı (Sosyal Bilimler) ettiği kültür endüstrisinin övünebileceği birtakım gelişmeleri sağladığı söylenebilir. Teknolojik gelişmeler ile birleşen bu endüstri, Adorno ve Horkheimer’a göre eskiden hantalca ve yavaş gerçekleşen bir süreci hızlandırmıştır. Bunun yanında sanatı ve sanat ürünlerini tüketim alanında görünür kılmış, hatta bir ilke düzeyine yükseltmiştir. Tüketim kültürünün değişmez parçası eğlenceyi “sıkıcı naifliğinden arındırıp” metaların niteliklerinde de önemli geliştirmeler yapmıştır (2010, s. 66). Bu gelişmeler her ne kadar önemli kabul edilse de yukarıda sıralanan sorulara cevap vermede yetersiz kalabilir. Bu durumda daha geçerli bir sebep metaforik bir anlatım üzerinden sunulabilir. Bir silahın neresinde bulunduğunuz çok önemlidir. Silahın önünde mi duruyorsunuz yoksa arkasında mı? Silahı tutmak kişiye karşı tarafa kıyasla orantısız bir güç sağlamaktadır. Kültür endüstrisi de böyledir ve o da çift taraflı bir olgu olarak kavranmalıdır. Özdemir bu konuyla ilgili şunları belirtmektedir: Bir yandan kültürel yayılmacılığı ve tek-türleştirmeyi olanaklı kılan kültür endüstrisi, diğer yandan yerelin, ulusal olanın, yöresel ve ulusal zenginlik ile özgünlüğün kültürel bellek ile aktarımını da sağlayan bir araçtır. Diğer bir deyişle, internet aracılığıyla küresel ve tek-türlü ürünleri köy ortamına bile ulaştırabilen ve sanal köyleri yaratabilen bu güç, aynı zamanda yine aynı yolla yereli de küresele taşıyabilme kapasitesine sahiptir (2012, s. 23). Örneğin İtalyanlar ile özdeşleşen ve önceleri sadece o toplumun küçük bir kesiminin tüketebildiği parmesan peyniri, küreselleşmenin getirdiği ekonomik, teknolojik ve uluslararası ağlarla birlikte, İtalya’ya en uzak ülkelerin küçük şehirlerinde bile ulaşılabilir bir besin haline gelmiştir. Tüm ülke ve kültürler için neredeyse kaçınılmaz olan bu süreçte toplumlar silahı tutan tarafta olmak için çabalamaktadır. Her alanda geçerli olan bu yayılmadaki kültür ürünleri ilk bakışta basit ve önemsiz bir ihtiyaç karşılama olarak görülebilir; lakin gerçekte kültür ‘yumuşak güç’ kavramı aracılığı ile fonksiyonel olarak kullanılabilir. Değerlerden beslenen yumuşak gücün, günümüzde bir kültürün diğer bir kültür üzerindeki en etkili hâkimiyet araçlarından biri olduğu söylenebilir. Ancak yumuşak güç ve onun uluslararası çıktılarına bakmadan önce kavramın inşa edildiği zemini –küreselleşmeyi– tanımlamak süreci anlamlandırma ve değerlendirmede yol gösterici olacaktır. ‘Küreselleşme’ tıpkı kültür gibi hem çok geniş sınırlara sahip hem de çok disiplinli bir kavramsallaştırmadır. İlk bakışta zihinlerde hemen hemen ortak bir karşılığa denk gelmesine rağmen, anlamlandırma konusunda birbirine oldukça zıt teorileri barındıran, en uzlaşılmaz kavramlardan biridir. Küreselleşme üzerine farklı tanım ve yaklaşımlar geliştirilmiştir. Held ve McGrew bu yaklaşımları aşırı küreselleşmeciler, şüpheciler (küreselleşme karşıtları) ve evrimsel-dönüşümsel kuramcılar olmak üzere üç temel grupta sınıflandırmışlardır (2007, s. 5). Burada amaç –bu yaklaşımların doğruluğunu veya yanlışlığını sorgulamak olmayıp– her bir yaklaşımın değerlendirilmesinde ait olduğu politik ve kültürel çerçeveyi göz önünde bulundurulması gerektiğini belirtmektir. Örneğin George Modelski küreselleşmeyi, tarihî bir evrim süreci içerisinde artan bağlantıların tarihi; topluluklar arasındaki dayanışma gelişiminin tarihî bir sonucu olarak ele almıştır (2008, s. 12, 14, 16). Bu anlamda küreselleşme olgusunu farklı bir pencereden değerlendirmiş, klasik ögeleri içeren küreselleşme tanımından kaçınmıştır denilebilir. Yine de genel kabullerden yola çıkan bir tanım veya değerlendirme kültür endüstrisi, kültür emperyalizmi ve yumuşak güç terimlerinin zeminini oluşturma bakımından önem taşımaktadır. Gezgin’e göre küreselleşme, bir toplum üzerinde uluslararası bir toplum veya sermayenin –ekonomik, siyasî, ideolojik, kültürel, iletişimsel veya sanatsal– araç ve ürünlerinin benimsenmesi; ulusallığın reddedilmeksizin dışına çıkılarak evrensellikle bağdaştırılması durumudur (2005, s. 9). Harvey ise küreselleşmeye ‘zaman-mekân sıkışması’ kavramı ile gönderme yapmaktadır. Ona göre zaman ve mekânın nesnel niteliklerinde öylesine dönüşümler olmuştur ki mekân, telekomünikasyon sistemleri ve ulaşım alanındaki gelişmelerle önemsiz hale getirilmiş, ulaşılabilirlik sorunu ortadan kalkmıştır. Mekân, zaman aracılığı ile ortadan kalkmıştır. Harvey’in Postmodernliğin Durumu adlı eserinde terimi açıklarken kullandığı gittikçe küçülen dünya haritası çizimi durumu açıklayan en iyi örneklerden biridir (1997, ss. 270-271). Küreselleşme kavramının hangi alanda belirmeye başladığı konusunda bir görüş birliği bulunmamaktadır. Araştırmacıların bazıları ekonomik bazıları siyasî bazıları ise ağ sistemleri ve teknolojik gelişmelerin getirisiyle oluştuğunu varsaymaktadır. Küreselleşmenin baş aktörünün belirsizliğine karşın kültürel alanı dolaylı yoldan, ana hatlardan geçerek etkilediğini söylemek mümkündür. Böylece kültür; iktisadî, siyasî ve teknolojik tartışmaların gölgesinde kalmış ve oldukça göz ardı edilen bir kısmı oluşturmuştur. Ancak günümüz dünya sisteminde kültürel tek-tipleşmenin 168 Uluslararası Marmara Fen ve Sosyal Bilimler Kongresi (Bahar) 2019 Bildiriler Kitabı (Sosyal Bilimler) yoğunluğu küreselleşmeyi bu yönden incelemeyi daha da zorunlu hâle getirmiştir. Küreselleşme ve kapitalizm birbirine sıkı sıkıya bağlı zincir halkaları olarak değerlendirilebilir. Bunlar bir anlamda küçük bir kartopu iken birbirini besleyip amaçları doğrultusunda bütünleşerek büyük bir çığı oluşturan iki farklı yapıdır. Kapitalizm arz fazlasına talep oluşturmak ve kâr maksimizasyonunu sağlamak amacıyla küreselleşme araçlarını kullanmış, kendine yeni pazarlar oluşturmuştur. Genelde gelişmiş ülkelerde bulunan ve seri üretim ile üretilen ürünler küresel ortam ve araçlar vasıtasıyla diğer toplumlara iletilmiş; yeni ürünler başta onların ekonomisi daha sonra ise kültür ve geleneği ile bütünleşmeye başlamıştır. Görüldüğü üzere öncelikli olarak ekonomik ve teknolojik gelişmişlik, arka planda ise siyasî güç bu dolaşımın tek yönlü işlemesine yol açmıştır. Tek yönlü işleyen bu süreç zaman içerisinde yerel gelenek ve kültürler üzerinde baskılamaya ve onları değiştirme veya terk etme eğilimine neden olmuştur. Küreselleşme ve kültür aktarımı eşit imkânlar dâhilinde toplumda bir ‘zenginleşme’ olarak nitelendirilebilir. Ancak bu aktarımın tek yönlü olup adeta bir propaganda dâhilinde araçsallaştırılması, durumu zenginlik boyutundan çıkarıp ‘kültürel emperyalizm’ niteliğine bürünmesini sağlamaktadır. Kültür oldukça ağır değişim gösteren katı bir çekirdek gibidir. Toplum ise zaman içerisinde değişime açık dinamik bir yapıyı oluşturmaktadır. Kültür ve toplumsal yapının bu çatışması içinde küreselleşme olgusu ve kitle iletişim araçlarının azımsanamayacak etkileri bulunmaktadır. Küreselleşmenin kaçınılmaz etkilerine karşı direnç gösteren kültür, yerelleştirme kapsamında maruz kaldığı etkileri dönüştürme çabasına girse de değişimin yönünü belirleyen genelde küresel sistem olmuştur. Medya araçları ise bu çatışmanın galibinin küresel olgu olmasını sağlayan en önemli etkenlerden biri olmuştur. Gelişen ulaşım imkânları sayesinde uzaklık kavramının önemsizleşmesi iletişim olanakları ile birleştiğinde önüne çıkan her türlü engeli aşabilecek bir sistemi meydana getirmiştir. Kitle iletişim araçları siyasî ve kültürel propagandalar yoluyla toplumun düşünce, fikir ve gelenekleri gibi soyut unsurlarını; ulaşım ve reklamlar yoluyla da o topluma ait maddî ürün tercihlerini etkilemiştir. Reklam, bir toplumun marka algısını şekillendirerek, tüketim kalıplarını oluşturarak ve günümüzde de çeşitli alanlarda kullanılarak kendine geniş bir bilinç alanı oluşturur. Kısaca radyo, televizyon, sosyal medya, gazete, reklam gibi pek çok kitle iletişim aracı küresel ölçekteki toplumsal kabulleri belirleyen en etkili araçlardandır. Bu durum ise başka bir tartışmayı meydana getirmiştir: Kültür emperyalizmi. 3. Kültür Emperyalizmi İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD ve SSCB arasında başlayan Soğuk Savaş, kültür emperyalizmi kavramının ideolojik boyutunu oluşturmuştur. Çeşitli kurumlar, anlaşmalar ve yardımlar aracılığı ile devletler ideolojik boyunduruk altına alınmaya çalışılmıştır. Örneğin, ABD Truman Doktrini ve Marshall yardımları ile Türkiye’yi kendi ideolojisini benimsemeye teşvik etmiştir. ‘Amerikan Rüyası’ kavramı da yine bu dönemde oluşmuş, toplumsal yaşamı kendi kültür ve ideolojisine benzetme amacı gütmüştür. Amerikan Rüyası basit olarak refah içinde yaşayan; evi, arabası ve mutlu bir aile hayatı olan Amerikalı insanın yaşam biçimine denk gelmektedir. Kişi iyi bir işe sahip olup ‘özgür’ bir birey olarak her istediğini yapabilmektedir. Bu ideolojiyi küresel bağlamda görünür kılan, burada tartışmamıza sebebiyet veren şey ise kitle iletişim araçları olmuştur. Bu anlamda akla ilk gelen örnek Hollywood filmleri olmaktadır. Hollywood filmlerinin genel kurgusuna bakıldığında yukarıda verilen tüm değerleri görmek mümkündür. Sinema filmleri ulaştığı yerde kitlesel bir alımlama imkânı sunmaktadır. Aynı şekilde televizyonun yaygınlaşması ile reklamlar daha da büyük bir kitleye ulaşarak toplumsal algıyı önemli ölçüde şekillendirmiştir. Burada asıl problem küreselleşme, iletişim teknolojileri ve beraberinde gelen ideolojik savaşların kültür emperyalizmi olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği sorusudur. Diğer bir deyişle, bir toplumun diğer bir toplumun değerlerini benimseyip ‘kültürel’ veya ‘maddî’ anlamda tek-tipleşme eğilimi göstermesinin kavramsal karşılığı ‘kültür emperyalizmi’ midir? Bunun için ilk önce emperyalizm kavramını açıklamak gerekmektedir. James Lull Medya, İletişim ve Kültür adlı eserinde kavramı şu şekilde tanımlamıştır: “Emperyalizm, gerçekte bir ulusun diğerleri üzerinde siyasal, ekonomik ve kültürel hegemonyasını uygulamasıdır. Çağdaş eleştirel kuramda ise o, çoğunlukla kültürel emperyalizm ya da medya emperyalizmi kavramlarına gönderme yapar. Buna göre iletişim araçlarına sahip olan süper güçler kendi siyasal, ekonomik, kültürel değerlerini, onlardan yoksun olan daha güçsüz uluslar ve kültürlere empoze 169 Uluslararası Marmara Fen ve Sosyal Bilimler Kongresi (Bahar) 2019 Bildiriler Kitabı (Sosyal Bilimler) ederler.” (2001, s. 238). Farklı bir tanımda ise kültürel emperyalizm “yabancı bir kültürün değer ve alışkanlıklarını, yerli bir kültür pahasına yaymak ve yüceltmek için ekonomik ve siyasi güç kullanılması” şeklinde tanımlanmıştır (Bullock ve Stallybrass, 1977, s. 303’den aktaran Tomlinson, 1999, s. 14). Tanımların niteliği bağlı olunan ideolojiye göre birbirinden farklılaşmakla birlikte, tanımlar bir kültürün diğeri üzerinde etki kurması veya yabancı kültürün yerel olan üzerinde hegemonik bir güç oluşturması anlamında ortaklık göstermektedirler. Esas tartışma ise bunun bir ‘empoze etme’ olup olmadığı veya ‘niyet’ konusunda ortaya çıkmaktadır. Tomlinson’a göre televizyon izleme eylemi doğrudan bir ‘empoze’ durumu olarak düşünülemez. Yayıncıların amacı doğrudan değerleri yücelterek, yerli kültür pahasına yaymak olmayabilir. Bu durum ortak kabullerle birlikte, ekonomik gücün araçsal bir rol oynayıp belirlediği bir süreç olarak da değerlendirilebilir (Tomlinson, 1999, s. 14). Tarihin belli bir döneminden itibaren artarak devam eden ‘batılılaşma’ ayağının da bu süreci beslediği belirtilebilir. Batılılaşma hareketi, Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan, günümüze kadar çeşitli yoğunluk ve şekillerde devam eden bir süreçtir. Mardin’in tanımına göre Batıcılık, Osmanlı İmparatorluğu Döneminden, Cumhuriyet Türkiye’sine farklı boyutlar kazanarak gelen, Batı Avrupa’nın fikri ve toplumsal birikimini bir hedef olarak belirleyip, ona ulaşma çabası olarak adlandırılabilecek bir yaklaşımdır. Bu kavram bazı zamanlarda ve kesimlerde ılımlı bir şekilde savunulurken, bazı zaman ve kesimlerce kökten, geleneğin karşısında ve tamamen değişim anlamında savunulmuştur (1991, s. 11). Buna göre Batılılaşma ‘gelişmekte’ veya ‘gelişmemiş’ olan pek çok ülke için bir amacı da oluşturmaktadır. Örneğin, İngilizcenin dünya dili olarak benimsenmesi ve yabancı dil denildiğinde akla ilk gelen veya ilk öğrenilmesi gereken dil olarak algılanması basit, ancak önemli bir husustur. Dil gibi en temel kültür ögesinin diğer uluslar tarafından tartışmasız bir şekilde kabulü, entegrasyon çabasının veya Batılılaşma fikrinin toplumdaki mevcudiyetini göstermektedir. Benzer şekilde yerel yemek kültürü yanında fast-food kültürünün de toplumda yer edinmesi, Batılı kültürün toplumda görünür olduğu diğer bir alandır. Zaman içerisinde giyimde yerel karakterin yitirilmeye başlanması ve Batılı giyim tarzının pek çok toplum için geçerli kılınması da en temel göstergelerden biri sayılabilir. Dil, yemek, giyim, hukuk, özgürlük vb. pek çok alanda sıralanabilecek bu örnekler, aslında Batılılaşma kavramının ne denli toplumumuza ve geleneklerimize işlediğini göstermektedir. Ancak, her ne kadar yadsınamaz siyasi, ekonomik, hukuki vb. konjonktürler olsa da, ‘Batılılaşma’ bir miktar ulusal ve toplumsal kabulleri de içermektedir. Dolayısıyla ‘Batılılaşma’ anlayışı ‘benimseme’ kavramını da gerekli kıldığı için bu açıdan bir emperyalizm oluşturduğunu söylemek zordur. Kültürel emperyalizm açısından ele alınması gereken bir diğer konu da ‘çok uluslu şirketler’ ile ‘teknolojik’ ve ‘enformasyonel’ dengesizliktir. Enformasyonel dengesizlik çevre ve merkez ülkeler arasında teknolojik bir dengesizliğe sebebiyet vermektedir. Teknoloji ise bilgi çağında küresel hâkimiyeti sağlayacak en önemli ölçüttür (Kaplan, 1991, s. 276). Bu açıdan bakıldığında Chomsky, ülkelerin gücünün olağanüstü derecede arttığı bu yeni dönemde, ABD’li plancıların, ABD’li işveren çıkarlarının gözetileceği ve ABD egemenliğinde oluşacak bir global sistemin oluşmasını önerdiklerinden bahsetmiştir. Dünyanın büyük bir bölümünün ABD ekonomisine bağlı olduğu bir ‘Büyük Alan (Grand Area)’ oluşturulacak, diğer kapitalist toplumların da kendilerini geliştirilmesi konusunda özendirilecek, ancak ABD ayrıcalıklarına yaklaşılmasına izin verilmeyecekti. ABD ‘genel çatısı’ altında yürütülecek bu kapitalist sistemde kendi çıkarlarını kovalayan diğer devletler sanayi merkezleri, pazarlar ve hammadde kaynakları olarak rol oynayacaklardı (Chomsky, 1993, s. 50). Böylelikle, ABD’nin ve diğer gelişmiş ülkelerin bu amaçlarına, teknolojik ve enformasyonel gelişmişliği de eklersek, gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkeler üzerindeki sömürge amaçları rahatlıkla okunabilmektedir. Chomsky’nin ifadelerinden yola çıkıldığında ABD’nin diğer ülkeler üzerindeki sömürge emellerini onlarla işbirliği içinde gerçekleştirme amacı güttüğünden de bahsedilebilir. Kültürel emperyalizm kavramı ise işte tam bu sırada devreye girmektedir. ABD ve diğer gelişmiş ülkeler hem pazar hem sermaye hem de kaynak akışını sorunsuz bir şekilde gerçekleştirmek için diğer ulusları fikri, kültürel, yönetimsel vb. pek çok açıdan kendilerine benzetmenin gerekli olduğunu düşünmüşlerdir. Çok uluslu şirketler ve medya ise el ele bu amacı gerçekleştiren araçlar olmuşlardır. Çok uluslu şirketler aracılığıyla yerel kültürde yer edinen markalar, toplumun değer ve algılarını şekillendirmiş, markaları ve birtakım davranışları birer statü göstergesi konumuna yükseltmiştir. 170 Uluslararası Marmara Fen ve Sosyal Bilimler Kongresi (Bahar) 2019 Bildiriler Kitabı (Sosyal Bilimler) Yukarıda ifade edilen politikalar ve kaynak imkânı çerçevesinde kültür emperyalizminin yayılım yönünün zorunlu olarak, gelişmiş ülkelerden gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelere doğru olduğundan bahsedilebilir. Türkiye ise gelişmekte olan bir ülke olarak bu süreçte hem etkilenen hem de etkileyen konumdadır. Gelişmiş ülkelerin pek çok değer, kültür ve maddi kültür görünümlerini barındırması bakımından etkilenen; Ortadoğu, Afrika ülkelerinin ‘model ülke’si olarak ise etkileyen bir yapıda olduğu söylenebilir. Türkiye, Ortadoğu ve Afrika ülkeleri arasındaki dinî, tarihî ve kültürel benzerlikler de bu etkiyi sağlayan önemli etmenlerdir. Sonuç Kültür endüstrisi, küreselleşme ve medya araçları yıllardır pek çok farklı kaynakta müstakil olarak ele alınmıştır. Bunlar farklı kavramlar gibi gözükse de birbirleri ile tarihsel anlamda bağdaşık ve birbirini besleyen mefhumlardır. Kapitalizm temelinde kendine yer bulan kültür endüstrisi, zamanla ‘gelişmemiş’ ve ‘gelişmekte olan’ ülkeler nezdinde bir ‘kültürel emperyalizm’ haline gelmiştir. Buna ek olarak bu emperyalist görüşün tam karşısında ‘gelişmiş’ ülkelerin savunduğu ‘Soft Power (Yumuşak Güç)’ kavramı bulunmaktadır. Kavram, bu açıdan muğlak gibi görünse de aslında işlevsel zeminde gücü elinde tutan odağın kullanım gücü ve stratejisine göre değişen bir formda bulunmaktadır. ‘Gelişmiş’ ve ‘gelişmemiş’ ülkeler temelinde kültür endüstrisi kavramını kategorize etmek ve işlevsel yanlarını keskin hatlar ile çizmek bir anlamda kolay görünebilir. Ancak Türkiye gibi ‘gelişmekte olan’ ülkeler hususunda bu kavrama yaklaşmak birtakım farklı sonuçlar elde edilmesini sağlamaktadır. Türkiye, ‘model alan’ ve ‘model olan’ bir ülke olduğu için kültürel emperyalizmin ‘mağduru’ olduğu kadar aynı zamanda yumuşak güç kavramının ‘aktörlerinden birisi’dir. Bu açıdan Türkiye’nin içinde bulunduğu avantaj ve dezavantajlı durumlar doğru bir ‘kültür yönetimi’ ile değerlendirilmelidir. KAYNAKLAR Adorno, T. W. ve Horkheimer, M. (2011). Kültür Endüstrisi: Kitlelerin Aldatılışı Olarak Aydınlanma. Kültür Endüstrisi Kültür Yönetimi, (Çev, Nihat Ülner, Mustafa Tüzel ve Elçin Gen) içinde (ss. 47108). İstanbul: İletişim Yayınları. Barker, C. (2004). The SAGE Dictionary of Cultural Studies. London: SAGE Publications. Bullock, A. ve Stallybrass, O. (1977). The Fontana Dictionary of Modern Thought. Londra: Fontana Books. Chomsky, N. (1993). Medya Gerçeği, (Çev, Abdullah Yılmaz) İstanbul: Tüm Zamanlar Yayıncılık. Gezgin, Suat (2005), Küreselleşmenin Medya ve Toplum Üzerindeki Etkileri (Bölüm 1). İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 21, 9-12. Harvey, D. (1997). Postmodernliğin Durumu: Küresel Değişimin Kökenleri, (Çev. Sungur Savran). İstanbul: Metis Yayınları. Held, D. ve McGrew, A. (2007). Globalization / Anti-globalization: Beyond the great divide. Cambridge: Polity Press. Kaplan, Y. (1991). Enformasyon Devrimi Efsanesi. Kayseri: Rey Yayıncılık. Lull, J. (2001). Medya, İletişim ve Kültür, (Çev, Nazife Güngör). Ankara: Vadi Yayınları. Marcuse, H. (2010). Tek Boyutlu İnsan: İleri İşleyim Toplumunun İdeolojisi Üzerine İncelemeler, (Çev. Aziz Yardımlı). İstanbul: İdea Yayınevi. Mardin, Ş. (1991). Türk Modernleşmesi. İstanbul: İletişim Yayınları. Marx, K. (2013). 1844 El Yazmaları, (Çev. Murat Belge). İstanbul: Birikim Yayınları. 171 Uluslararası Marmara Fen ve Sosyal Bilimler Kongresi (Bahar) 2019 Bildiriler Kitabı (Sosyal Bilimler) Marx, K. (2015). Sermayenin Üretim Süreci. Das Kapital, (Çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan) içinde (C. I., ss. 81-92). İstanbul: Yordam Kitap. Modelski, G., Tessaleno D. ve Thompson, W. R. (2008). Globalization as Evolutionary Process: Modeling Global Change. London: Routledge. Özdemir, N. (2012). Kültür Ekonomisi ve Yönetimi. Ankara: Hacettepe Yayıncılık. Tomlinson, J. (1999). Kültürel Emperyalizm, (Çev, Emrehan Zeybekoğlu). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. 172