Academia.eduAcademia.edu

ARDAHAN ANALARI

Hangi birini anlatsaydım… Hemen bütün bayram günlerinde, parke taşı döşeli, motor gürültüsünün, trafik karmaşasının çarpık yapılaşma görüntüsünün zerresinin bile uğramamış olduğu geniş caddelerde çalan davul zurnayı, oynayan gençleri mi, üç gün üç gece süren, at yarışlarının yapıldığı, müjde yastıklarının kaçırıldığı toyları mı, akşamları yayla bacalarında yakılan ateşler altında, ay ışığında el ele kol kola tutulan barları mı, çalan tulumları mı… Kaz kesimlerini mi, koç katımlarını mı, cılga çıkarmaları mı, keçe dökümlerini mi, erfeneleri mi… Yüz boyamaları mı, dodo bezetmelerini mi, yılbaşlarında bacalardan sepet sarkıtmalarını mı… Bireyi kendi aynasında bir başkasını da görmeye, bir başkasının gözünden yaşamı deneyimlemeye, bir başkasının bakış açısından yaşamı kez daha düşünmeye iten o oyunun ve oyunculuğun öne çıktığı, hayatın her ânına katılımın ana öğe olduğu şenlik havalarını mı? Tarla koşumlarından keçe dökümlerine, halı kilim dokumalara, imece ile, el birliği ile güç birliği ile iş yapmanın, yaşamanın, dayanışmanın, o içinde yaşadığı topluma ait olmanın verdiği özgüveni mi?

ARDAHAN ANALARI… Ardahan’da, o çocukluğumu geçirdiğim, sonrasında da ömrüm boyunca hemen yer yaz tatilinde koşa koşa geldiğim doğa ve insan coğrafyasında, şimdilerde yitip gitmeye yüz tutmuş, özlemi geçen her zaman parçasında daha yakıcı bir şekilde kendini duyuran o kadar çok şey vardır ki… Yalnızca o coşkulu çocukluğumuz, o delişmen gençliğimiz, o mücadeleci yetişkinliğimiz değildi avuçlarımızın içinden akıp giden… Tarihin yıpratan ve yok eden gücü, geçen her anda bizi başkalarından uzaklaştıran, yalnızlaştıran, hayatta tek başına kaldığımıza ilişkin duygular uyandıran bir süreci tetikliyordu sanki… Hangi birini anlatsam Ardahan’da artık bir daha görmemin mümkün olmayacağı o güzelliklerin… Hemen bütün bayram günlerinde, parke taşı döşeli, motor gürültüsünün, trafik karmaşasının çarpık yapılaşma görüntüsünün zerresinin bile uğramamış olduğu geniş caddelerde çalan davul zurnayı, oynayan gençleri mi, üç gün üç gece süren, at yarışlarının yapıldığı, müjde yastıklarının kaçırıldığı toyları mı, akşamları yayla bacalarında yakılan ateşler altında, ay ışığında, kız oğlan, el ele, kol kola tutulan barları mı, çalan tulumları mı… Kaz kesimlerini mi, koç katımlarını mı, cılga çıkarmaları mı, keçe dökümlerini mi, yılbaşı erfenelerini mi… Yüz boyamaları mı, dodo bezetmelerini mi, bacalardan sepet sarkıtmaları mı… Bireyi kendi aynasında bir başkasını da görmeye, bir başkasının gözünden yaşamı deneyimlemeye, bir başkasının bakış açısından yaşamı kez daha düşünmeye iten o oyunun ve oyunculuğun öne çıktığı, hayatın her ânına katılımın ana öğe olduğu şenlik havalarını mı? Tarla koşumlarından keçe dökümlerine, halı kilim dokumalara, imece ile, el birliği ile güç birliği ile iş yapmanın, yaşamanın, dayanışmanın, o içinde yaşadığı topluma ait olmanın verdiği özgüveni mi? 1 Bir metne, bir kalıba bağlı olmayan, ironinin ve parodinin, sözcük oyunlarının, karşısındakine takılmanın öne çıktığı dil güzelliklerini mi? Düğünlerde, şenliklerde, yayla akşamlarında el ele tutulan barlarda söylenen türküleri mi? Ardahan’ın caddelerine karşılıklı dizilmiş tek katlı taş yapılarında kepenkleri sarıya boyalı geniş camekanlarıyla yer alan, içinde ahır süpürgesinden gümüş kemere, camuş zincirinden renk renk kadifelere, çiçekli bezlere, her şeyin satıldığı, yerlerdeki tahtaları ziftlenmiş, üstüne talaş atılmış kokusu insanın başını döndüren dükkânlarını mı… Benim için Ardahan, en önce analarıyla anılması gereken bir memlekettir… Ardahan’ın son yüz yıllık tarihi içinde en çok çile çekenler, en büyük sıkıntılara göğüs gerenler ve Ardahan halkını besleyip büyütenler hiç kuşkusuz Ardahan analarıdır… 2 Seyhat ve Sidret bacılar… İki tarih kadın... Biri Ardahan Ölçekli Akçamların anası, diğeri Doğruların… Birisi, Deli Eyüb’ün karısı, İsfendiyar’ın, Sultan’ın, Dursun’un ve diğerlerinin anası, (on bir doğumda altı yaşatabilmiş), diğeri, A. Kerim Doğru (Eski Sanayi ve Teknoloji Bakanı), A. Mecit Doğru (Prof. Dr., benim de genel cerrahi hocam, Erciyes’te çığ altında yaşamını yitiren Ardahan doğasının sevdalısı, Dağcılık Federasyonu Başkanı), Yavuz, Ruhiye ve öteki çocukların (sekiz çocuğu yaşadı) anası... Bu iki bacının, Seyhat ile Sidret'in babaları Ahıska göçmeni, 102 yaşında at üstünde kırık sarmaya giderken gördüğüm, 4 yaşındaki Alper’i öperken sakalları onun yüzüne batan Aslan Dede, anaları Bankisli (Kürt) Özerler’den Naze Nene… Naze de yüzü aştı sanırım yaşarken. Bu iki kadın Anadolu’daki büyük evrilmeye farklı cephelerden aydın olarak katılmış cevval çocuklara analık yaptılar… Doğurdular, doyurdular, arkalarında durdular… Seyhat’ın İsfendiyar’dan olma iki torunu (Casim ve Dr. Rasim), Sidret’in iki kızı (Ruhiye ve Rahile) ile evlendiler… Seyhat’ın kocası Deli Eyüp, emperyalizmin kışkırttığı, 20. yüz yıl başında yaşanan halklar arasındaki karmaşada Ölçek Köyü’nü basan Ermeni çetelere karşı Ziyarat Tepe’den kurşun sıktı, o çeteciler tarafından ölüme mahkûm edildi, Gölebert’teki Rum dostu (Kirye Kosti diye seslendiği) tarafından uyarılınca Gülşan bacısının gelin gittiği Kunzulut Köyü’ne kaçıp uzun süre orada saklandı (sonradan torun A. Taner’in tarih tezi nedeniyle kendisine diş bileyen soysuzlar o Eyüp’ü yurtdışında kurdukları sitelerde Gürcü kökenli Ermeni işbirlikçisi diye yazdılar utanmadan; bizler de dava ettik kendilerini). Aynı Deli Eyüp, köylünün hortlak var diye korkup terk ettiği değirmene gece tek başına girip bekledi; duvardaki taşa bacadan düşen gagaç (kurumuş büyük ot) gölgesini tokatlayıp elini yaraladı, yaylada milleti korkutmuş, bir köyün köpeğini ürkütmüş Kaftarküski’yi (aynı adlı öyküde yazdım; özel tür bir Kafkas sırtlanı olmalı) çeperden alıp savurduğu taşla yaralayıp kaçırdı… 3 Sonradan, Kunzulut’a gelin gitmiş Deli Eyüp’ün bacısı Gülşan Bibi’nin yüz on yaşını da aşmış bir ömürle her gün çevreyi gezmeye, yürümeye çıktığını, boş oturanları da kalkıp yürümeye, bir şeyler yapmaya çağırdığını anımsattı bana okurlarım. Gülşan Bibi’nin adı, bizim yaylaya konuk olduğu benim çocukluk günlerinde Nenem Seyhat ile birlikte çoluk çocuk girdiğimiz yün döşeklerde sırayla anlattıkları masallar dünyasını bir kez daha yaşatır bana… Sidret’in kocası Mehmet Efendi, Ardahan Adliyesi görevlisi olarak bir ömür, üretken bir bal arısı gibi, bir karınca gibi çalıştı, Bacanak Eyüp’ün de katıldığı o çatışmaları, o tarihi olayları “Ölçek Köyü Tarihi” adlı anıt kitapta kendi olanaklarıyla ölümsüzleştirdi (www.dursunakcam.com da yayında)… Mehmet Doğru çok tutumlu bir adamdı (bazı yakınları arkasından Mösyö Kadis diye ad koymuştu); o küçücük memur maaşıyla Ankara’da apartmanlar dikti, köyün mezarlığına duvar yaptırdı, Cami’yi ve köprüyü onardı. Ankara’ya ilk taşındığımız yıllar, İçcebeci’de, Sidret nenemizin ve çocuklarının bulduğu, onların bahçesinde güzel kiraz ağaçları olan apartmana bakan bir kira evinde oturduk. Yöre ağzı gereği birbirlerine “Halaoğlu” (teyzeoğlu değil, bizde halaya bibi denir) diye seslenen, birbirlerini çok seven Dursun Akçam ve A. Mecit Doğru’nun tadına doyum olmaz yöresel bir dil ustalığı içeren parodik, ironik konuşmalarını dinlerken katıla katıla gülerdik. Hafta sonları, hemen her Cumartesi akşamı, Sidret Nene’nin üst kattaki dairesinin salonunda tüm akrabaların oyuncu ya da izleyici olarak katıldığı doğaçlama tiyatro oyunları oynar, köyümüzü, yöremizi Ankara’ya taşırdık. Ömrümüzün en güzel yıllarıydı belki de… İç içe, gülerek, eğlenerek, dayanışarak, köydeki hayatımızı Başkent’e de aktarmış, yeni bir ruhla çoğaltmış olarak yaşardık. Alt kat komşumuzun küçük bir olay nedeniyle bize doğru yüksek sesle bağırması, Sidret Nenemizin eline bir değnek geçirip adamların evlerini basmasına neden olmuştu. 4 Yazları topluca Ardahan’a dönülürdü Ankara’dan… Kara trenlerde ise pise bulanmaya aldırmadan, büyük heyecanlar ve özlemler içinde, koşarak köyümüze giderdik. Gün boyu bir öküz boyunduruğunda güneş altında yanarken diğer tarlalarda tarla süren “hotak” çocuklarla karşılıklı maniler söylerken öküzlerin ve bizlerin kanını emmeye çalışan “bızankal” dediğimiz koca sinekleri yakalayıp arka taraflarına küçük çöpler sokar, uçmaları için bırakırdık. Kuşluk zamanı yayladan ya da köyden etmek gelince öküz açılır, az önce birbirine küfürlü manilerle söven çocuklar aynı sofrada güle oynaya bir araya gelirdi… Geceleri başı yukarı kaldırılmış kağnıların altına serilmiş hasırlarda yatardık. Yıldızlar dolanırdı üstümüzde… Yakınlarda bir yerde öküzleri otaran öküzcünün sigarasının dumanından yükselen kokuları duyar, birbirimize masallar anlatır, bilmeceler sorardık. Çocuk aklımızla istediğimiz kızlardan söz açardık… Hotaklık yaparken günlerce eve uğramadığım, düzlerde yattığım, güneşin altında yandığım, yağmurlarda ıslandığım bir yaz İngiltere’den bir mektup gelmişti bana. Babam Dursun Akçam Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir programı ile Londra’ya gitmişti. Yanında da arkadaşı Mehmet Başaran’ın kızı (Dursun Akçam’a Koçero diye seslenen Kepirtepe Köy Enstitülü şair) Filiz varmış… Babam, Filiz’den bana bir mektup yazmasını istemiş… Benim oğlan yine köye, tezeğin içine gitti, ona buralarda gördüğün güzellikleri yaz da, o köy tutkusundan da biraz kurtulsun, gözü gönlü açılsın, buraya özensin, buralara gelmek istesin demiş; … Akşama geldiğim köy evinde elime geçti mektup. Kandil ışığında okudum. Mektubunda uzun uzun Londra’yı anlatıyordu Filiz… Parklarını, müzelerini, gittiği konserleri… Ben de oturdum, kamçı ve çubuk tutmaktan yorulmuş, kalemi unutmuş parmaklarımla, ellerim titreyerek ona bir mektup yazdım… Hotaklık günlerimizi, derede ellerimizde tuttuğumuz balıkları, düğünlerde yarış için bindiğimiz atları, bacalarda ateş yaktığımız yayla akşamlarında çalan 5 tulumla, el ele oynamalarımızı, türküler söylememizi, kırların, ormanların güzelliğini anlattım. Sonradan öğrendim ki, Filiz mektubu okuyunca, “Dursun Amca, beni de o köye, Ardahan’a götürür müsünüz?” diye sormuş. Seyhat ve Sidret bacıların fotoğrafları telefonuma düşüverdi bir gün… Bu fotoğrafı sanırım İsfendiyar amcamın kızı, bir öyküm nedeniyle bana darılmış Hatice göndermiş olmalı. 12 Eylül 1980 öncesinin o ateşli günlerinde, yetmişli yıllarda Ardahan Lisesi’nin Türkçe öğretmeniydi Hatice… Telefonum değişti, kayıt silinmiş. Kendisine teşekkür ederim. Bu iki güzel insanı bize bir kez daha anımsattığı, yaşamımıza bir kez daha renklerin en güzelini kattığı için… Romanlarımda öykülerimde, hep var oldular, bundan sonra da hep olacaklar… Elleri öpülesi Ardahan ve Anadolu analarıdır onlar. Çetin günlerde cevval çocuklar yetiştirmiş dirençli kadınlar… Dursun Akçam bütün mücadele gücünü o Seyhat anadan almış olduğunu söylerdi… Sidret’in çocukları için de benzer bir durum olmalı… Hey gidi güzel nenelerim benim. Sizden emanet aldım yaşam sevincimi; sizlerden dinledim ilk türküleri, ilk masalları, sizlerin anısıyla büyüdüm; sizlerin anısıyla yürüyeceğim yollarımı… Işığınız hiç eksik olmasın üstümden… Selam olsun bütün Ardahan analarına… 04 Aralık 2023, Alper Akçam 6