VOLUME • ISSUE / CİLT • SAYI: 58 JUNE • HAZİRAN 2020
ONLINE ISSN: 2529-0061 • PRINT ISSN: 1302-4973
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
İLAHİYAT
FAKÜLTESİ
DERGİSİ
I N T E R N AT I O N A L J O U R N A L O F
THEOLOGICAL AND ISLAMIC STUDIES
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi • International Journal of Theological and Islamic Studies - (JIST)
6 Aylık Hakemli Akademik Dergi • Biannual Peer-Reviewed Academic Journal
Yıl • Year: Haziran • June 2020, Cilt-Sayı • Volume-Issue: 58
Online ISSN: 2529-0061 Basılı ISSN: 1302-4973
Marmara Üniversitesi Rektörlüğü Adına İmtiyaz Sahibi • Owner
Prof. Dr. Erol ÖZVAR (Rektör • Rector)
Derginin Sahibi • Owner of the Journal
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Adına • On behalf of Marmara University Faculty of Theology
Prof. Dr. Ali KÖSE, İlâhiyat Fakültesi Dekanı • Dean of the Faculty of Theology
Editör • Editor
Hikmet YAMAN
Editör Yardımcısı • Assistant Editor
Muhammed Enes TOPGÜL, Selime ÇINAR
Kitap Değerlendirme Editörü • Book Review Editor
Nail OKUYUCU
Editörler Kurulu • Editorial Board
Muhammed ABAY, Rahim ACAR, Ercan ALKAN, Safi ARPAGUŞ, Ali AYTEN, Bilal BAŞ, Muhammed COŞKUN, Selime
ÇINAR, Hayrettin Nebi GÜDEKLİ, Amjad M. HUSSAİN, Mahmut KELPETİN, Nail OKUYUCU, Muhammed Enes TOPGÜL,
Hikmet YAMAN, Güllü YILDIZ
Danışma Kurulu • Advisory Board
Hatice ARPAGUŞ, Marmara Üniversitesi, Murtaza BEDİR, İstanbul Üniversitesi, Ertuğrul BOYNUKALIN, Marmara
Üniversitesi, Vincent CORNELL, Emory University, Grace DAVIE, University of Exeter, Ekrem DEMİRLİ, İstanbul
Üniversitesi, İbrahim Kâfi DÖNMEZ, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, İsmail E. ERÜNSAL, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi,
İhsan FAZLIOĞLU, Medeniyet Üniversitesi, Necmettin GÖKKIR, İstanbul Üniversitesi, Halil İbrahim KAÇAR, Marmara
Üniversitesi, Ömer KARA, Atatürk Üniversitesi, İlhan KUTLUER, Marmara Üniversitesi, Ali Ulvi MEHMEDOĞLU, Marmara
Üniversitesi, Tahsin ÖZCAN, Marmara Üniversitesi, Mehmet ÖZŞENEL, Marmara Üniversitesi, Devin STEWART, Emory
University, Mustafa TAHRALI, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, Richard C. TAYLOR, Marquette University, Fehrullah TERKAN,
Ankara Üniversitesi, Ahmet Hakkı TURABİ, Marmara Üniversitesi
Makale Düzenleme • Editing Articles
Hikmet YAMAN, Marmara Üniversitesi
İletişim Bilgileri • Contact Details
Adres • Address: Mahir İz Cad. No: 2 Bağlarbaşı 34662 Üsküdar İstanbul, TÜRKİYE
Tel • Phone: +90 (216) 651 43 75 (PBX) / Faks • Fax: +90 (216) 651 43 83
Web: http://dergipark.gov.tr/maruifd
E-Posta:
[email protected]
Marmara Üniversitesi Yayınevi • Marmara University Press
Adres • Address: Göztepe Kampüsü 34722 Kadıköy, İstanbul
Tel • Phone / Faks • Fax: +90 (0216) 348 43 79
E-Posta • E-Mail:
[email protected]
Baskı • Printing Press: Seçil Ofset
Adres • Adress: 100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cad. No:77 Bağcılar / İstanbul
Tel • Phone: +90 212 629 06 15
Sertifika No • Certificate No: 44903
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nin hakemli
akademik yayınıdır. Altı ayda bir yayınlanır. Dergide yayınlanan yazılardaki görüşler yazarlarına aittir; Yayın Kurulu tarafından
benimsendiği anlamına gelmez. Yayın Kurulu, yazının özüne dokunmaksızın gerekli yazım ve cümle değişiklikleri yapma
hakkını saklı tutar. Dergiden yapılan alıntılarda kaynak göstermek mecburidir. Dergi EBSCO, ULRICHSWEB Global Serials
Directory Uluslararası İndeksi, ULAKBİM Sosyal ve Beşeri Bilimler Veri Tabanı (SBVT) tarafından taranmaktadır.
INTERNATIONAL JOURNAL OF THEOLOGICAL AND ISLAMIC STUDIES (JIST) is a peer-reviewed academic journal. It is
published every six months. All the opinions written in the articles are under responsibilities of the authors and it does not mean that
they are adopted by the board. The Editorial Board reserves the right to make necessary changes in spelling and sentence, without
prejudice to the essence of summer. The published contents in the articles cannot be used without being cited. The journal is indexed
by EBSCO, ULRICHSWEB Global Serials Directory International Index, ULAKBIM Humanities & Social Sciences Index (SBVT).
İçindekiler / Contents
ARAŞTIRMA MAKALELERİ / RESEARCH ARTICLES
Bir 7./13. Yüzyıl Âliminin Gözünden Eğitim: Nevevî’nin Hoca ve Talebe Âdâbına Dair Görüşleri
Learning from the Insight of a Scholar of the 7th/13th Century: al-Nawawī’s Notes on the Manners
of the Teacher and the Student ............................................................................................................................ 1-23
Harun YILMAZ
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
The Philosophical Crisis of Human Rights: An Islamic Approach .............................................................. 25-67
Asım Cüneyd KÖKSAL
Abdülfettâh el-Mersafî’nin Tahrîrât İlmindeki Yeri: Şerhu’d-Dürreti’l-Mudıyye Örneği
The Place of ‘Abd al-Fattāḥ al-Marsafī in the Knowledge of Taḥrīrāt: the Case of Sharḥ al-Durra
al-Muḍiyya ........................................................................................................................................................... 69-90
Eren PİLGİR
تقييم استخدام تقنية الواقع المعزز لمهارات الكتابة باللغة العربية
Artırılmış Gerçeklik Teknolojisinin Arapça Yazma Becerilerine Yönelik Kullanımının Değerlendirilmesi ...91-108
Mustafa Serkan ABDÜSSELAM
ARAŞTIRMA NOTLARI / RESEARCH NOTES
Hadis Şerh Geleneğinde Hâşiye ve Ta‘lîkalar Adlı Eser Üzerine.................................................................109-122
Ayşe GÜLER
KİTAP DEĞERLENDİRMELERİ / BOOK REVIEWS
Ramazan Özmen. Hanbelî Usûlcülerin Hadis Metodolojisi ........................................................................123-127
İsmail ÇELİK
Sedat Yıldırım. Mâlikî Fakîh’i Abdullah b. Vehb’in
(v. 197/812) Hadisçiliği ve el-Câmi’ine Ait Tefsir Bölümü ...........................................................................129-134
Rahime KARAYİĞİT
Tahsin Kazan. İbn Hacer’in Hadis Usulüne Getirdiği Yenilikler .................................................................135-140
Ahmet Yasin DİNÇER
Adnan Demircan. İslâm Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi ...........................................................141-146
Abdullah METİN
III
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi • Cilt-Sayı 58 • Haziran 2020 • ISSN 1302-4973 • ss. 1-23
DOI: 10.15370/maruifd.758371
ARAŞTIRMA MAKALESİ / RESEARCH ARTICLE
Bir 7./13. Yüzyıl Âliminin Gözünden Eğitim:
Nevevî’nin Hoca ve Talebe Âdâbına Dair Görüşleri
Learning from the Insight of a Scholar of the 7th/13th Century: alNawawī’s Notes on the Manners of the Teacher and the Student
Harun YILMAZ *
Öz: İslâm ilim geleneğinin gelişim ve dönüşümünün anlaşılmasında ilmî hayatın işleyişini doğrudan ele alan ya da bu alana temas eden metinler son derece önemlidir. İslâmî ilimlerin teşekkül süreçlerini tamamlamalarından sonra sayıları artmaya başlayan
bu türden telifâtın özellikle medreselerin ortaya çıkışıyla yeni bir ivme kazandığı dikkati çeker. Ulemadan bazı isimler gerek talebelik gerekse hocalık yıllarını kayıt altına
alarak kendi tecrübelerini gelecek nesillere aktarmak istemiştir. Bu isimlerden biri de
ilmî hayatını büyük ölçüde Eyyûbî ve Memlük hâkimiyetindeki Dımaşk’ta geçiren ve
bu süreçte çeşitli müesseselerde ilmî mansıplar edinen Nevevî’dir. Nevevî, el-Mecmû‘
şerhu’l-Mühezzeb adlı eserinin mukaddimesinde hem talebe ve hoca olarak ilmî kariyeri boyunca edindiği tecrübelerini hem de kendisinden önceki ulemanın konu hakkındaki bazı görüşlerini zikretmiştir. Nevevî’nin bu açıdan konu hakkında kendisinden
önceki gelenekten etkilendiği gibi kendisinden sonraki müellifleri de etkilediği dikkat
çekmektedir.
Bu makalede Nevevî’nin görüşleri genel olarak dört ana başlıkta derlenmiştir. İlimle
meşgul olmanın öneminin ele alındığı ilk kısımda Nevevî’nin ilmi en yüce meşguliyet
olarak değerlendirmesi üzerinde durulmuştur. Nevevî’ye göre ilimle meşgul olmak bir
ibadettir ve kişinin sadece kendisine değil bütün Müslümanlara fayda sağlaması bakımından diğer pek çok ibadetten de daha üstündür. Bununla birlikte bir ibadet olarak ilmin sahibine bir fayda sağlamasının olmazsa olmaz şartı ilmin yalnızca Allah rızasını
elde etmek için tahsil edilmesi ve öğretilmesidir. Başta medreselerdekiler olmak üzere
ulema için sayısız mansıbın ortaya çıktığı ve bu mansıpların elde edilebilmesi için çeşitli faktörlerin etkili olduğu bir dönemde yaşayan Nevevî’nin ilimle Allah rızası dışında
bir gaye ile meşgul olunmaması gerektiğine dair ifadeleri bu bakımdan dikkat çekicidir.
Nevevî daha sonra önce hocanın daha sonra ise talebenin ilmî faaliyetlerinin her safhasında sahip olmaları gereken âdâb ve ahlâkı ele alır. Onun anlatımından hocanın her hâliyle örnek bir Müslüman olması gerektiği anlaşılmaktadır. Hoca, manevi açıdan güzel
ahlakla bezenmiş bir mümin olması gerekirken temizliği, düzeni, insanlarla ilişkisi gibi
dünyevi işlerinde de örnek bir şahsiyet olmalıdır. Nevevî’ye göre hoca hoş karşılanmayacak davranışlarla ilmin şerefini yere düşürmemelidir. İlim öğrenme konusunda azmini
hiç yitirmemeli, ilmini saklamamalı ve ancak ehil bir kimse olduğunda eser telif etmeye
girişmelidir. Diğer taraftan ise talebesine karşı bir baba şefkatiyle yaklaşmalı, onu hem
ilmi açıdan hem de ahlaki açıdan eğitmeye kendisini adamalıdır. Hoca talebenin ilim
tahsiline hangi ilimlerden başlaması gerektiğine dair bir plan çıkarırken, hangi konuları
*
Dr. Öğr. Üyesi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Tarihi Anabilim Dalı,
[email protected]
Orcid No: 0000-0003-0436-7806
Geliş/Recieved: 20.01.2020
Kabul/Accepted: 22.04.2020
Harun YILMAZ
hangi sırayla öğrenmesi gerektiğini de belirlemedir. Talebeye anlayabileceği şekilde yaklaşmalı, talebenin idrakine en kısa şekilde ulaşabileceği yolu keşfetmelidir. Nevevî bunun için hocanın ders sırasında oturduğu yerden ders ortamına, ders işleme usulünden
talebeye yaklaşımına kadar birçok hususun önemine işaret eder.
Nevevî’ye göre talebe ilme düşkün olmalıdır. Ayrıca ilim tahsili süresince karşılaşacağı
türlü zorluklara karşı da hazırlıklı ve sabırlı olması gerekir. Talebe yemesine, içmesine,
uykusuna kadar disiplinli bir hayat yaşamalı, dersini günün hangi zamanında ve nasıl
çalışması gerektiğine dair bir bilince sahip olmalıdır. Nevevî bir talebenin ilmin basamaklarını tırmanışında hocası ile ilişkisine büyük önem verir. Bir ilmi ya da kitabı tek
başına öğrenmeye çalışmanın son derece yanlış olduğuna ve bunun kişiyi birçok hataya
düşürebileceğine vurgu yapan Nevevî, bu noktada hocanın ilim tahsilindeki merkezi rolüne işaret etmektedir. Ona göre ilmî hayatın temelini oluşturan hoca-talebe ilişkisi netice itibarıyla talebenin hayatının her noktasına etki edecek niteliktedir. Bu bakımdan
talebe, hocasının ilmî birikim ve tecrübelerinden istifade ederken bir ölçüde onun ahlakını da benimsemektedir. Nevevî’ye göre hoca ve talebe arasındaki bu ilişki tarafların
birbirlerine karşı hak ve sorumluluklarının olduğu bir zemine oturmaktadır. Ayrıca talebe kendisi gibi ilim tahsil etmek üzere hocadan ders alan bir halkanın üyesidir ve hem
ders sırasında hem de ders dışında halkada yer alan diğer talebelere karşı yerine getirmesi gereken bazı sorumlulukları vardır. Talebe halka içerisinde bir taraftan ilim tahsil
ederken diğer taraftan ise ileriki yıllarda talebeler yetiştiren bir hoca olmanın ilk deneyimlerini bu halkada yaşamaktadır. Bu noktada Nevevî’nin bir ders halkasının nasıl olması gerektiğine dair sunduğu canlı tasvirler dikkat çekicidir.
Son kısımda ise hocanın ve talebenin, ilmi faaliyetin en önemli araçlarından biri olarak
“kitap” üzerinden ilim çevresiyle geliştirdikleri ilişki üzerinde durulmuştur. Bu açıdan
Nevevî’nin hoca ve talebe âdâbına dair anlattıkları bir taraftan kendi dönemindeki ilmî
hayatın işleyişini anlamaya, diğer taraftan ise daha geniş manada İslâm ilim geleneğinin
pratik işleyişine dair genel bir tasavvurun oluşumuna katkı sağlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Nevevî, ilim geleneği, hoca-talebe ilişkisi, ilim âdâbı, el-Mecmû‘
Abstract: The texts that directly address or touch the functioning of Islamic scholarship
are extremely important in understanding the development and transformation of Islamic scholarly tradition. It is noteworthy that these kinds of texts, which have started
to increase after the completion of the formative period of Islamic sciences, have gained
a new momentum especially with the advent of madrasahs. Some from the ulama
wanted to transfer their experiences to future generations by recording their own years
of studying and teaching. One such scholar’s name was al-Nawawī, who largely spent
his scholarly life in Damascus, dominated by the Ayyubid and Mamluk states, and acquired scholarly position in various institutions during this period. Al-Nawawī mentioned both the experiences he gained during his scholarly career as a student and as a
scholar, and reported some views of the preceding ulama about the subject in the introduction of his work named al-Majmū‘ sharḥ al-Muhadhdhab. It is also noteworthy that
just like al-Nawawī was influenced by the tradition before him, he also influenced the
authors who came after him.
In this article, al-Nawawī’s views are generally compiled under four main headings. In the
first part, where the importance of engagement in knowledge is discussed, al-Nawawī’s
consideration of scholarship as the highest occupation is emphasized. According to alNawawī, engaging in knowledge is worship, and it is superior to many other manners of
worship in that it benefits not only one’s self but all Muslims. However, as worship, the sine
qua non of acquiring knowledge to benefit its owner is that it is pursued and taught only
2
Bir 7./13. Yüzyıl Âliminin Gözünden Eğitim: Nevevî’nin Hoca ve Talebe Âdâbına Dair Görüşleri
for the sake of God. It is remarkable that al-Nawawī, who lived in a period where numerous positions were created for the ulama, especially those in the madrasahs, and that various influences were used in the course of getting these positions, he emphasized that people should not be engaged in sciences other than for God’s consent.
Subsequently, al-Nawawī discussed the ethics and morality that the scholar and the student should have at every stage of their scholarly activities. It is understood from his
narration that the scholar should be an exemplary Muslim in all aspects. While the
scholar should be a believer adorned with morally beautiful virtues, he should be an
exemplary person in his worldly affairs such as in cleanliness, order, and his relationships with other people. According to al-Nawawī, the scholar should never deface the
honor of knowledge with unpleasant behavior. He should never lose his determination in knowledge, he should not renounce to teach knowledge, and only when he is a
complete scholar should he attempt to write based upon this knowledge. Moreover, he
should approach his student with compassion like a father and dedicate himself to educate him both scientifically and morally. While the scholar draws up a plan on which
knowledge the student should start his education, he should also determine which subjects he should learn and in what order. He must approach the student in a way that he
can understand, and discover the way in which the demand can reach his perception
as far as possible. For this, al-Nawawī, points out the importance of many issues, from
where the teacher sits during the lesson to the environment of the class, from the lecturing method to the approach to the student.
According to al-Nawawī, the student must be fond of knowledge. In addition, he must be
prepared and patient to face for all kinds of difficulties he will meet during his education.
The student should live a disciplined life from challenging times to eating, drinking and
sleeping, and have a sense of how and when he should study his lesson. Al-Nawawī attaches great importance to the relationship of a student with his teacher in ascending the
steps of knowledge. He emphasizes that it is extremely wrong for one to try to learn a science or a book alone and this can cause the person making numerous errors, al-Nawawī
points to the central role of the scholar in scholarship at this point. According to him, the
scholar-student relationship, which forms the basis of scholarship, has a quality that will
affect every part of the life of the student. In this respect, while the student benefits from
the knowledge and experience of his teacher, he also adopts his morality to some extent.
According to al-Nawawī, this relationship between the scholar and the student rests on a
ground where the parties have rights and responsibilities towards each other. In addition,
the student is a member of a ḥalaqa who takes lessons from the scholar to learn knowledge and has some responsibilities toward other students in the public both during and
outside the class. While the student learns knowledge in the group, he also experiences the
first glimpse of being a teacher who educates students in the subsequent years in the same
group. At this point, we must say that al-Nawawī’s descriptions on how a ḥalaqa of knowledge should be conducted are remarkable and incredibly enthusiastic.
In the last part of the book the emphasis is made on the nature of the relationship developed by the scholar and the student with other scholarly circles, which al-Nawawī presents as one of the most important tools of scholarly activity. In this respect, al-Nawawī’s
words about the manners of the scholar and the student contribute to the understanding of the functioning of the scholarly life in his own period on the one hand and to the
general understanding of the practical functioning of the Islamic scholarly tradition on
the other hand.
Key Words: al-Nawawī, scholarly tradition, scholar-student relationship, scholarly
manner, al-Majmū‘
3
Harun YILMAZ
Giriş
İslâm ilim geleneğinde eğitim-öğretim usûl ve âdâbı, hoca-talebe ahlakı gibi konular
üzerine yazılmış eserlerin ilk örneklerine 3./9. asırdan itibaren rastlamak mümkündür. Bu
dönemden itibaren hemen her asırda ulema tarafından telif edilen bu konudaki kitap ve risaleler önemli bir literatür meydana getirmiştir. Söz konusu türden metinlerin İslâmî ilimlerin özellikle kurumsallaşma sürecini tamamlayıp usûl ve mesâili ile büyük ölçüde teşekkül
ettiği dönemlerden itibaren ortaya çıkmaya başladığı, zaman içerisinde sayılarının daha da
arttığı dikkat çekmektedir.
En geniş manada ilim âdâb ve ahlakına dair telif edilen bu metinler müstakil eserler ya
da risaleler şeklinde olabileceği gibi çeşitli ilimlerde telif edilen eserler içerisinde bir bölüm
veya eserlerin özellikle mukaddimelerinde zikredilen bahisler şeklinde de karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmalar müelliflerinin kişisel ilmî tecrübe ve kariyerlerine ışık tutmasının
yanında özellikle telif edildikleri dönemde ilmî hayatta takip edilen usûl ve pratiklere işaret
etmesi bakımından da son derece kıymetlidir.
Bu makale 7./13. yüzyılda Dımaşk’ta yaşamış bir fakih ve muhaddis olan Nevevî’nin
(ö. 676/1277) konu hakkında kayda geçirdiği görüşlerini ele alıyorsa da kendisinden önce
ve sonra bu konuda kalem oynatmış çok sayıda isme rastlamak mümkündür. Özellikle İbn
Sahnûn’un (ö. 256/870) Âdâbü’l-muallimîn,1 Kâbisî’nin (ö. 403/1012) er-Risâletü’l-mufassıla li-ahvâli’l-müte‘allimîn ve ahkâmi’l-mu‘allimîn ve’l-müte‘allimîn,2 Hatîb el-Bağdâdî’nin
(ö. 463/1071) el-Câmi‘ li-ahlâki’r-râvî ve âdâbi’s-sâmi‘,3 Zernûcî’nin (ö. 6./12. yüzyılın sonları) Ta‘lîmü’l-müte‘allim ṭarîk a’t-te‘allüm,4 Bedreddin İbn Cemâa’nın (ö. 733/1333) Tezkire1
2
3
4
4
Ebû Abdullah Muhammed b. Sahnûn Abdüsselâm b. Saîd et-Tenûhî Kel-ayrevânî İbn Sahnûn, Âdâbü’l-muallimîn,
[y.y.], Dâru’l-Kütübi’ş-Şarkıyye, 1392/1972. Eser M. Faruk Bayraktar tarafından Eğitim Öğretimin Esasları
adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir (İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1986).
İbn Sahnûn eserinde temel dinî eğitimin usul ve gayesini, öğretmen-öğrenci ilişkisinin fıkhî ve örfî yönünü ele
almakla birlikte genel eğitim usulleri, eğitim ve öğretimde uyulması gereken prensipler, öğrencilere verilmesi
gereken bilgiler, öğretmenin hak ve sorumlulukları gibi konularda da genel bir çerçeve çizmektedir (bk. Bakkal,
“İbn Sahnûn”).
Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Halef el-Maârifî el-Kâbisî, er-Risaletü’l-mufassala li-ahvali’l-müteallimîn ve
ahkâmi’l-muallimîn ve’l-müteallimîn (nşr. Ali b. Ahmed el-Kindî el-Merar), Abudabi: Müessesetu Beynûne,
1430/2009. Eser Süleyman Ateş ve Hıfzurrahman R. Öymen tarafından İslâm’da Öğretmen ve Öğrenci Meselelerine
Dair Geniş Risale adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir (Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1966). Kâbisî şöhretini
borçlu olduğu çalışmalarının başında gelen ve üç bölümden oluşan eserinde birinci bölümde Kur’ân’ın ve Kur’ân’ı
öğrenip öğretmenin fazileti, ebeveynin bu husustaki sorumluluğu, ikinci bölümde öğretimde öğretmenin ücreti,
öğretim konuları, eğitim metotları, tatilin gerekliliği, üçüncü bölümde ise eğitim ve öğretimde ortaya çıkan bazı
meselelerin çözümleri üzerinde durmuştur (bk. Parladır, “Kābisî”).
Ebû Bekir el-Hatîb Ahmed b. Ali el-Bağdâdî, el-Câmi‘ li-ahlâki’r-râvî ve âdâbi’s-sâmi‘ (nşr. Mahmûd Tahhân), I-II,
Riyad: Mektebetü’l-Maârif, 1983.
Burhaneddin Zernûcî, Ta‘limü’l-müte‘allim tarika’t-te‘allüm: el-mürşidi’l-emîn fi terbiyeti’l-benât ve’l-benîn (nşr.
Mustafa Aşûr), Kahire: Mektebetü’l-Kur’ân, 1986. Eser Y. Vehbi Yavuz tarafından Ta‘limü’l-müte‘allim: İslâm’da
Eğitim-Öğretim Metodu adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir (Bursa: İlim ve Kültür Yayınları, [t.y.]). İslâm tarihinde
ilim tahsilinin usûl ve âdâbının yanında eğitim-öğretim süreçlerinin hemen her safhasına dair detaylı bilgiler veren
Zernûcî’nin eserinin çok sayıda yazma nüshasının mevcut oluşu eserin İslâm tarihi boyunca çeşitli çevrelerde çokça
okunup kabul gördüğüne işaret eder (Bayraktar, “Zernûcî”).
Bir 7./13. Yüzyıl Âliminin Gözünden Eğitim: Nevevî’nin Hoca ve Talebe Âdâbına Dair Görüşleri
tü’s-sâmi‘ ve’l-mütekellim fî edebi’l-âlim ve’l-müte‘allim5 adlı eserleri konunun dikkat çekici
örnekleri arasında yer alır.
Söz konusu geleneğe katkıda bulunan önemli isimlerden olan Nevevî,6 631 (1234) yılında Bilâdüşşam’ın Havran bölgesi yakınlarında Nevâ köyünde doğmuş, çevresindeki
âlimlerden ilim tahsil ederek başladığı eğitim hayatına on dokuz yaşında geldiği ve hayatının büyük bir kısmını geçireceği Dımaşk’ta devam etmiştir.7 Burada ilk olarak Emeviyye
Camii hatibi olan Cemâleddin Abdülkâfî er-Rab‘î’nin vesilesiyle Dımaşk’ın önde gelen fakihlerinden “Firkâh” lakaplı Tâceddin Abdurrahman b. İbrahim b. Ziyâ el-Fezârî’nin (ö.
690/1291) talebeleri arasına giren Nevevî, daha sonra Fezârî tarafından Revâhiyye Medresesi’nde muîd olarak görev yapan İshak b. Ahmed el-Mağribî’ye yönlendirilmiş ve onun
derslerine katılmıştır.8
Nevevî ilmî kariyerini geçirdiği Dımaşk’ta Fezârî ve Mağribî’den başka birçok hocadan
ders aldığı gibi talebeler de yetiştirmiş,9 şehrin önemli ilim müesseselerinde dersler vermiştir. İkbâliyye ve Felekiyye medreselerinde müderris nâibi olarak görev yapan Nevevî, 665
(1276) yılından vefatına kadar şehrin en prestijli ilim müesseselerinden olan Eşrefiyye Dârülhadisi’nin şeyhliğini üstlenmiştir.10
Nevevî ilim hayatı boyunca başta fıkıh ve hadis olmak üzere birçok disiplinde çok sayıda
eser telif etmiştir. Fıkha dair eserlerinden biri olan el-Mecmû‘ şerhu’l-Mühezzeb’in mukaddimesinde bu makalede konu edinildiği üzere hoca ve talebe âdâbı, ilim tahsil etmenin önemi
gibi döneminin ilmî hayatının pratiklerine doğrudan işaret eden kıymetli bilgiler vermiştir.11
5
6
7
8
9
10
11
Ebû Abdullah Bedrüddîn Muhammed b. İbrahim b. b. Cemâa el-Kinânî el-Hamevî, Tezkiretü’s-sâmi‘ ve’l-mütekellim
fî edebi’l-ilm ve’l-müteallim (nşr. Muhammed Berekat), İstanbul: Dâru’l-Lübâb, 1437/2016. Eser Muhammet
Şevki Aydın tarafından İslâmî Gelenekte Eğitim Ahlâkı adıyla Türkçe tercüme edilmiştir (Ankara: Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, 2012). Beş bölümden meydana gelen eserde İbn Cemâa genel olarak eğitim felsefesi ve ilim-amel
münasebeti, öğrenci-öğretmen ilişkileri, kitaplar ve kütüphanelerden faydalanma yolları, medreselerde ve öğrenci
yurtlarındaki düzeni ele almıştır (bk. Akpınar, “İbn Cemâa, Bedreddin”).
Nevevî’nin hayatı hakkında geniş bilgi için bk. İbnü’l-Attâr, Tuhfetü’t-tâlibîn fî tercemeti’l-İmâm en-Nevevî (nşr. Ebû
Ubeyde Meşhûr b. Hasan Âlü Selmân), Riyad: Dâru’s-Sumay‘î, 1414; Abdülganî Dakr, el-İmam en-Nevevi: Şeyhü’lİslâm ve’l-müslimîn ve umdetü’l-fukahâ ve’l-muhaddisîn, Dımaşk: Dâru’l-Kalem, 1987; Kandemir, “Nevevî”.
İbnü’l-Attar, Tuhfetü’t-tâlibîn, s. 25.
Nevevî, Fezârî’den ders almaya başladığı sırada hocasından sürekli kalabileceği bir yer talep etmiş, fakat Fezârî’nin
müderrisliğini üstlendiği Sârimiyye Medresesi’nde talebeler için kalacak bir yer bulunmadığından Fezârî onu
talebelere kalabilecekleri yer imkânı sunan Revâhiyye Medresesi’nde İbnü’s-Salâh’ın (ö. 643/1245) muîdi olarak
görev yapan Mağribî’ye yönlendirmek zorunda kalmıştır. Nevevî hayatının sonuna kadar Revâhiyye’de kalmaya
devam etmiştir (bk. Dakr, el-İmâmü’n-Nevevî, s. 26-8).
Nevevî’nin kendisinden ders aldığı hocaları ve yetiştirdiği talebeleri hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Dakr, elİmâmü’n-Nevevî, s. 38-46, 63-4.
Nevevî’nin görev yaptığı medreseler hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Nu‘aymî, ed-Dâris, I, 36-43, 118-124, 327-9.
el-Mecmû‘ şerhu’l-Mühezzeb Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin Şâfiî fıkhını delilleriyle ortaya koyduğu el-Mühezzeb adlı
eserinin Nevevî tarafından yapılan şerhidir. Nevevî, el-Mühezzeb’deki hadisleri tahkik etmek ve her bir meselede
diğer mezheplerin görüşlerini ortaya koymak suretiyle eseri şerh etmeye başlamış, ancak “Kitâbü’l-Bey‘”i yazmakta
iken vefat edince çalışması yarım kalmıştır. Nevevî’den sonra Takıyyüddin es-Sübkî bu çalışmayı tamamlamak
istemiş, yirmi cilt hâlinde neşredilen eserin 10 ve 12. ciltlerine tekabül eden bölümünü yazdıktan sonra onun
da vefatı üzerine eser diğer Şâfiî âlimlerce ikmal edilmiştir. Eserin Nevevî’ye ait mukaddimesi Abdullah Bedrân
5
Harun YILMAZ
Nevevî’nin bu bölümde başta İmâm Şâfiî (ö. 204/820) olmak üzere dört mezhep imamından, kendisinden önceki ulemanın eserlerinden, özellikle de Hatîb el-Bağdâdî’nin el-Câmi‘
li-ahlâki’r-râvî adlı eserinden önemli ölçüde istifade ettiği dikkati çeker.12 Kendisinden sonraki telifâtı da etkilediği anlaşılan bu bölümün özellikle yine bir Memlük dönemi âlimi olan
Bedreddin İbn Cemâa’nın Tezkiretü’s-sâmi‘ adlı eserinin de temel kaynakları arasında yer aldığı anlaşılmaktadır.
1. İlimle Meşgul Olmanın Fazileti
Nevevî ilimle meşgul olmayı bir ibadet olarak değerlendirmektedir. Bu yönüyle ilimle
meşgul olmanın dinî ve manevî yönüne dikkat çekerek din ve dinî düşünce ile bilgi ve bilgi
peşinde koşma arasında güçlü bir irtibat kurmaktadır. Bu duruma işaret edecek şekilde Nevevî’ye göre ilimle iştigal etmek nafile niyetiyle gerçekleştirilen namaz, oruç, Allah’ı zikretmek gibi bedenî ibadetlerden daha faziletli ve üstündür. Çünkü ona göre ilimle iştigal etmek
hem o ilmi öğrenenlerin hem de bütün Müslümanların hayrına iken nafile ibadet sadece o
ibadeti eda edene fayda verir.13 Nevevî, bu konuda Hz. Peygamber’in hadisine atıfla ibadet
edenlerin değil âlimlerin peygamberlerin varisleri olarak gösterildiğine işaret eder. Nitekim
ibadet eden kimse ibadetinde ve diğer yapması gereken işlerde âlime uymak, onu taklit etmek ve ona itaat etmek zorundadır. Ayrıca ilimden hâsıl olan fayda kalıcıdır ve ilmin sahibinden sonra da var olmaya devam eder. Nafile ibadette ise bu durum kişinin vefatıyla birlikte sona erer.14
İlimle iştigal etmenin üstünlüğü konusundaki görüşlerini daha da ileri götüren Nevevî,
ilmin Allah’ın bir sıfatı ve farz-ı kifâye olduğuna dikkati çeker. Bu konuda İmâmü’l-Haremeyn Cüveynî’nin (ö. 478/1085) el-Gıyâsî15 adlı eserinde dile getirdiği ve farz-ı kifâyeyi yerine getirmenin farz-ı aynı yerine getirmekten daha üstün ve faziletli olduğuna dair görüşlerine atıfta bulunur. Çünkü ona göre farz-ı kifâyeyi yerine getirmenin farz-ı ayna göre bütün
bir ümmeti meşakkatten kurtaran ve ümmetin açığını kapayan bir özelliği vardır.16
Nevevî’ye göre ilimle iştigal etmenin yüceliğine erişebilmenin tek şartı ilmi yalnızca Allah’ın rızasını elde edebilmek için tahsil etmektir. İlmin başka amaçlar için de tahsil edilebileceğine işaret eden Nevevî’ye göre dünya nimetleri, yüksek bir makam ve mevki elde etmek,
12
13
14
15
16
6
tarafından Kitâbü’l-İlm ve âdâbü’l-âlim ve’l-müte‘allim adıyla müstakil olarak neşredilmiş (Beyrut: Dâru’l-Hayr,
1413/1993) ve bu çalışmada söz konusu eserden yararlanılmıştır (Kandemir, “Nevevî”).
Nevevî’nin Hatîb el-Bağdâdî’nin eserine doğrudan yaptığı bazı atıflar için bk. Kitâbü’l-İlm, s. 103, 107, 108, 109, 111.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 72. Nevevî birçok yerde ilimle meşgul olmanın en güzel ve faziletli işlerden biri olduğuna dair
hadislerden ve geçmiş dönem âlimlerinin sözlerinden örnekler de verir. Bu örneklerden bazıları için bk. Kitâbü’lİlm, s. 62-71. Bedreddin İbn Cemâa’nın büyük ölçüde Nevevî’nin zikrettikleriyle örtüşen ifadeleri için bk. İslâmî
Gelenekte Eğitim Ahlâkı, s. 67.
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir” anlamındaki hadis pek çok klasik hadis kaynağında zikredilmiştir (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, V, 197; Dârimî, Mukaddime 32; İbn Mâce, Sünne 17; Ebû Davud, İlim 1; Tirmizî, İlim 19).
Cüveynî’nin İslâm anayasa ve idare hukukuna dair eseridir. Ayrıntılı bilgi için bk. Özen, “el-Gıyâsî”.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 72.
Bir 7./13. Yüzyıl Âliminin Gözünden Eğitim: Nevevî’nin Hoca ve Talebe Âdâbına Dair Görüşleri
bir mansıp ya da şöhret sahibi olmak veya münazaralarda rakiplerini alt edebilmek için ilim
tahsil etmek kötü bir davranıştır ve geçmiş ulema tarafından da yerilmiştir.17 Nevevî’nin
bahsettiği amaçlarla ilim tahsiline girişen isimlere hemen her dönemde rastlamak mümkündür. Ancak kendisinin de yaşadığı 7./13. asır Dımaşk’ında ulemanın getirildiği ilmî mansıpların ve üst düzey görevlerin sayısında yaşanan önemli artış düşünüldüğünde onun dile
getirdiği hususlar daha da önemli hâle gelmektedir. Nevevî’nin ifadeleri kendi yaşadığı dönemde bu türden kaygılarla ilim tahsiline yönelen âlimlerin var olduğuna ya da en azından
bazı isimlerin bu tür ithamlara maruz kalabildiklerine işaret etmektedir.18
Nevevî ilmin ve ilimle meşgul olmanın önem ve yüceliğiyle irtibatlı olarak ilim sahibi
kimselere tazim gösterilmesi gerektiği üzerinde durur, bu konuda çok sayıda ayet ve hadis zikreder.19 Ardından çoğu zaman yaptığı gibi kendisinden önceki ulemanın bu konudaki düşüncelerine başvurur ve Ebü’l-Kâsım İbn Asâkir’in (ö. 571/1176) ulemanın arkasından konuşmanın, onlara iftira atmanın tehlikeli ve günah olduğuna dair sözlerini nakleder.20
Nevevî ilmî geleneklerin ve ilim tedris usullerinin yerleştiği bir dönemde yaşamıştır.
Hangi ilimlerin hangi usullerle tahsil edilebileceğine ya da edilmesi gerektiğine dair kuralların ilmî çevrelerde kabul gördüğü bu dönem, diğer bir açıdan ilmî faaliyetin cami ve diğer
geleneksel mekânların yanı sıra başta medreseler olmak üzere vakıf destekli müesseselerde
de sürdürülmesi pratiğinin yerleştiği bir zamandır. Bu açıdan Nevevî, ilmî faaliyetin usullerini hoca ve talebe âdâbı şeklinde iki temel düzlemde ele alırken bunun hem ilmî mekânlarda nasıl pratiğe döküldüğüne hem de ilmî mekânların bu âdâb çerçevesinde nasıl bir form
kazandığına dair de önemli ipuçları sunmaktadır.
2. Hoca Âdâbı
2.1. Hocada Bulunması Gereken Ahlâki Özellikler
Nevevî’nin herhangi bir ilimde uzmanlaşarak o ilmi başkalarına öğretebilecek seviyeye
erişmiş bir hocada bulunması gereken özelliklerden bahsederken dile getirdiği ilk husus
hocanın ilmi sadece Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla öğretmesi gerektiğidir. Zira mal,
mülk, makam, şöhret sahibi olmak ya da insanları etrafında toplayabilmek için hocalık yapmak kötü ahlak göstergesidir.21 Hocanın Allah’a karşı sorumluklarını yerine getirmesi, O’nu
17
18
19
20
21
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 75. Nevevî’nin ilmin yalnızca Allah rızası için tahsil edilmesi gerektiğine dair “Kim âhiret
kazancını isterse onun bu kazancını arttırırız; kim dünya kazancını tercih ederse ona da bundan veririz; ama onun
âhirette hiçbir nasibi olmaz” ayetine atıf yapmaktadır (42/eş-Şûrâ: 20).
Bu dönem ulemâsı ve ilim müesseseleri hakkında geniş bilgi için bk. Yılmaz, Ulema ve Medrese.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 78-9.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 79.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 87. İhlasa yapılan vurgu, yani ilim ehlinin sadece Allah rızasını gözeterek ilimle meşgul olması
gerektiği hususu, İslâm ilim düşüncesinin ana temalarından biri olup Nevevî’den önce olduğu gibi ondan sonra da
pek çok âlim tarafından dile getirilmiştir. Mesela Nevevî’nin eserinden önemli ölçüde etkilenmiş olan İbn Cemâa da
onunkilere benzeyen ifadelere eserinde yer vermiştir (bk. İslâmî Gelenekte Eğitim Ahlâkı, s. 69). Yine bu isimlerden biri
olan ve Nevevî’den yaklaşık yüzyıl sonra yine Memlükler döneminde Kahire ve Dımaşk’ta yaşamış olan meşhur fakih
7
Harun YILMAZ
zahiren zikredip içinden düşünmesi, Kur’ân okuma, namaz, nafile ibadetler, oruç gibi hususlarda hassas davranması, her işinde Allah’a yönelip O’na güvenmesi gerekir.22 Bu açıdan hoca
tedris ve faaliyetini ibadetlerini güçlendiren ve destekleyen, kendisini kötü ve olumsuz işlerden alıkoyan bir iş olarak görmelidir.23
Nevevî’ye göre hoca şeriatın gösterdiği ve özendirdiği özelliklerle bezenmeli, güzel ahlak
ve kendisinden hoşnut olunacak bir karakter sahibi olmalıdır. Bunu da ancak zühd hayatı yaşayıp dünyaya az meylederek, cömertlikle, güzel ahlakla, edepsizlikten uzak durarak, yumuşak başlılık ve sabırla, düşük ve kötü işlere tevessül etmeyerek, takvalı, huşu içinde, dingin,
vakur, mütevazı ve alçak gönüllü bir tavır benimseyerek, gülmekten ve eğlenceden uzak durarak elde edebilir. Bunlara ilaveten temiz olmak ve etrafını temiz tutmak, kötü kokulardan
arınmak ve uzak durmak, sakalları bakımsız şekilde salmamak gibi şeriatın zahiri ve bâtınî
âdâbına da riayet etmelidir.24
Hoca hasetten, riyadan, gurura kapılıp kendini beğenmekten ve kendisinden aşağı seviyedeki insanları hor görmekten de sakınmalıdır. Nevevî’ye göre bütün bunlar nefislerine
köle olmuş kimselerin tutuldukları hastalıklardandır ve hoca bu türden kötü hasletlerden
uzak durmalıdır.25 Ayrıca hoca şayet esasen güzel ahlaklı ve hayırlı olmakla birlikte görünüşte haram, mekruh ya da kötü görünen bir iş yaparsa hem sakınmaları, istifade etmeleri ve
kendisi hakkında kötü düşünmemeleri hem de kendisinden yüz çevirmemeleri ve ilim tahsilini bırakmamaları için yaptığı işin hakikatini mutlaka başta talebeleri olmak üzere etrafındakilere açıklamalıdır.26
2.2. Hocanın İlimle İştigali ve Eser Telifi
İlimle meşguliyetin yüceliğine sıkça vurgu yapan Nevevî, hocanın ilmin şeref ve yüceliğini yaralayıcı davranışlardan uzak durması gerektiğine vurgu yapar. Ona göre hoca ilmi
zelil edip ayağa düşürmemelidir. Öyle ki hocadan ilim öğrenmek isteyen kişi çok yüksek
22
23
24
25
26
8
Tâceddin es-Sübkî (ö. 771/1370) de Mu‘îdü’n-ni‘am ve mübîdü’n-nikam adı eserinde bu konu üzerinde durmuştur.
Dünya nimetlerinin ahiret nimetleri karşısındaki değersizliğine vurgu yapan Sübkî ulemanın riyaya, böbürlenmeye,
gösterişe meyletmemesi ve ilmi dünyalık elde etmenin bir yolu olarak görmemesi gerektiğini belirtir. Ona göre âlim
olmanın en alt derecesi dünya ve nimetlerinin değersizliğini fark etmektir (Mu‘îdü’n-ni‘am, s. 122-4).
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 89.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 92.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 88.
Kötü hasletlerden kurtulmanın yollarını da açıklayan Nevevî’ye göre hasetten kurtulmanın yolu Allah’ın yaratmış
olduğu her şeyde bir hikmet bulunduğunu, riyadan kurtulmanın yolu ise insanların hakikatte kendi kendine fayda
ya da zarar veremeyeceğini bilmektir. Aksi hâlde böyle davranışlar kendisini yormasına, dinin zarar görmesine,
güzel amellerinin boşa gitmesine, Allah’ın öfkesini celp etmesine ve O’nun rızasını kaybetmesine neden olur.
Kibirden kurtulmanın yolu ilmin kendine Allah tarafından bahşedilmiş ödünç bir lütuf olduğu bilmektir. Şüphesiz
Allah’ın verdiği her şey yine Allah’a aittir ve her şeyin O’nun nezdinde bir ömrü vardır, yani gelip geçicidir. Kişi de
kendisinin bulup icat etmediği, sahibi olmadığı, devamına da güç yetiremeyeceği şeylerle övünmemelidir. İnsanları
hor görmeden kurtulmanın yolu ise Allah’ın insanlara gösterdiği şekilde edepli olmak ve kendini terbiye etmektir
(Kitâbü’l-İlm, s. 88).
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 89.
Bir 7./13. Yüzyıl Âliminin Gözünden Eğitim: Nevevî’nin Hoca ve Talebe Âdâbına Dair Görüşleri
makam sahibi önemli biri dahi olsa hoca ilmi o kimsenin ayağına götürmemelidir.27 Ayrıca
kendisinden ilim tahsili için gelenlerden mal ya da bir hizmet beklediğinde ilmine ve hocalığına halel getirmiş, ilmin onurunu zedelemiş olacaktır.28
Nevevî bir kimsenin bir ilimde yetkin bir konuma gelip hoca olarak anılmaya başlayacağı zamana kadar geçirmesi gereken süreci etraflıca ortaya koymaya çalışırken hocanın sadece sahip olması gereken kişisel ahlakî meziyetlere değil çalışma usul ve disiplinine de örnekler verir. Nitekim ona göre sürekli ilimle meşgul olması gereken hoca devamlı surette
okumaya devam etmeli ve öğrenci okutmalı, meseleleri mütalaa etmeli ve tartışmalı, nihayetinde de eser telif etmelidir. Bu süreçte kibre kapılmadan gerektiğinde kendisinden yaş, nesep, şöhret ve dindarlık gibi konularda daha aşağı seviyede birisinden ilim tahsil etmekten
de imtina etmemeli, bu konuda kimseyi küçük görmemeli, bilmediği konularda sorular sormaktan çekinmemelidir.29
Eser telif ve tasnif etme konusu Nevevî’nin önemle üzerinde durduğu meselelerden biridir ve bir ilimde yetkinlik sahibi olmuş bir hoca bundan geri durmamalıdır. Nevevî eser telif etmenin bir hocanın ilmî gelişimine eşsiz faydaları olduğu kanaatindedir ve hoca ancak
kitap telifine giriştiğinde ilmin hakikatlerine ve inceliklerine vakıf olacaktır. Çünkü telif işi
hocayı araştırmaya, meseleleri tartıp mütalaa ve tetkik etmeye, doğruya ulaşmaya çalışmaya
ve başka kimselerin o konu hakkında söylediklerini bilmeye sevk edecek, konu hakkındaki
açık meseleleri kapalı meselelerden, güvenilir bilgileri yanlış ve zayıflardan, fasih olanı olmayandan ayırarak gerçek bir muhakkik seviyesine erişmesini sağlayacaktır.30 Bununla birlikte hoca ehil olmadığı konularda telifte bulunmaktan muhakkak sakınmalıdır. Çünkü yeterli düzeyde ilim sahibi olunmayan konuda eser telif etmek hocanın dinine, ilmine, şeref ve
iffetine zarar verir.
Hoca bir eser telif ya da tasnif ettikten sonra elinden çıkarmadan önce son düzeltmeleri
yapıp eserini süslemeli, mutlaka iyice gözden geçirmeli, varsa hatalarını gidermeli ve tekrar tekrar kontrol etmelidir. İbarelerin ve kapalı ifadelerin açıklamasına dikkat etmediği takdirde eserinde bir bozukluk ve anlaşılmazlık meydana gelecektir. Ayrıca anlaşılmayacak derecede kısa ve kapalı ifadeleri sıkça kullanmak uygun değildir. Bu nedenle eser, okuyan çoğu
kimsenin anlayabileceği ve istifade edebileceği bir dil ve üslupla kaleme alınmalıdır.31
Nevevî’ye göre bir hocanın kıymet ve değeri ilme verdiği değer kadar talebesi ile geliştirdiği ilişkiyle de yakından alakalıdır. İslâm ilim geleneğinde ilmî faaliyetin merkezinde
27
28
29
30
31
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 89. İbn Cemâa’nın bu konudaki benzer ifadeleri için bk. İslâmî Gelenekte Eğitim Ahlâkı, s. 73.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 87. İbn Cemâa da âlimin ilmini dünyevi amaçlara ulaşmak için basamak yapmaktan uzak
tutması, öğrencilerinden herhangi bir dünyalık beklememesi gerektiğini belirtmiştir (İslâmî Gelenekte Eğitim
Ahlâkı, s. 75).
Nevevî burada bir taraftan ilimde utanma olmadığına dair hadisleri zikrederken diğer taraftan bilmediği bazı
meseleleri talebelerinden öğrenen âlimlere örnekler verir (Kitâbü’l-İlm, s. 90).
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 91.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 92.
9
Harun YILMAZ
hoca-talebe ilişkisinin yer aldığı düşünüldüğünde talebeye yaklaşım ve onunla geliştirilecek
ilişkinin, hocanın ilmî yetkinlik ve seviyesini de belirleyeceği açıktır.
Nevevî, ilmin her seviyede Allah rızası için gerçekleştirilecek bir uğraş olduğunu sıkça
vurgulasa da aslında bu durum sadece hocayı bağlamaktadır. Şöyle ki, ona göre sağlam niyet
sahibi olup ilmi Allah rızası için öğreten bir hoca, ilim öğrettiği talebesi sahih olmayan bir
niyet taşısa da onun niyetini sorgulamamalı, ona ilim öğretmekten geri durmamalıdır. Zira
böyle bir kimsenin niyetinin daha sonradan düzelmesi umulur. Nitekim Nevevî’ye göre ilim
öğrenmeye yeni başlayan birçok kimsenin niyeti henüz ilmin güzelliğini tam keşfedemediğinden sağlam olmayabilir. Ayrıca böyle kimselere ilim öğretmekten kaçınmak ilimle meşgul olanların sayısını azaltacaktır. İlimle meşgul oldukça ilmin bereketiyle bu kimselerin niyetlerinin düzeleceği ümit edilir.32
2.3. Hocanın Talebeyle İlişkisi
Nevevî hoca ile talebe arasındaki ilişkiyi baba ile çocuk arasındaki ilişkiye benzetir. Bu
açıdan hocanın talebesi üzerindeki sorumluluğu bilgi aktarımından öte bir anlam taşır. Hoca
bilgisiyle olduğu kadar ahlakı, yaşantısı ve davranışlarıyla da talebesine örnek olmalıdır. Ona
göre hoca talebesini de kendisi ve çocukları gibi her şeyden üstün tutmalıdır. Çocuğuna şefkat gösterdiği ve onun her açıdan iyi olmasına önem verdiği ya da cefasına ve bazı kötü davranışlarına sabrettiği gibi talebesine de aynı şekilde yaklaşmalıdır. İnsanların her zaman hata
yapabileceğini unutmamalı, kendisi için istediği bir şeyi talebesi için de isteyecek bir ahlaka
sahip olmalıdır. Hocanın talebeye yaklaşımının temelini teşkil eden bu anlayış, talebenin ilmin ve ulemanın üstünlüğüne ve faziletine dair anlayışını pekiştirir, hocasına olan güvenini
ve hocasıyla daha fazla zaman geçirmeye yönelik gayretini artırır. Talebeyi küçük görmeyip
ona yumuşak ve mütevazı davranan hocanın öğretirken takındığı güzel edep ve karakter her
işinde kendisine saygınlık olarak döner.33
Hoca sözleri, ihlaslı davranışları, doğruluğu, niyetinin güzelliği ve her an Allah’a hesap vereceği bilinciyle öğreticiliğe yaklaşmalı, ölene kadar bu tutumunu muhafaza etmelidir. Ancak bu şekilde davrandığında öğrencisinin önünde bilginin kapılarının açılacağını,
göğsünün genişleyeceğini, muhakeme kabiliyetinin gelişeceğini ve kalbinden güzellik kaynaklarının fışkıracağını bilir. Böylece talebe durumunu ve işlerini güzelleştirecek, söz, fiil ve
hükümlerinde tam isabet sağlayacak, dünyadan yüz çevirerek ona meyledip aldanmayacak,
nihayet dünyanın gelip geçici ahiretin ise kalıcı olduğunu anlayacaktır.34
32
33
34
10
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 92.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 93. Nevevî’nin yaşadığı dönemde hoca-talebe ilişkisi bir açıdan tasavvuftaki şeyh-mürid
ilişkisine ya da bir baba-oğul ilişkisine benzetilir. Bu nedenle talebenin hocasına bağlılığı entelektüel bir özellik
taşıdığı gibi ahlakî ve taklidî bir nitelik de taşımaktaydı. Hoca talebe için bu dünyadaki ilim, bereket, prestij ve mevki
kaynağı olduğu gibi her açıdan bu dünyada örnek alınan kişiydi (bk. Chamberlain, Knowledge and Social Practice, s.
109-10; Berkey, Ortaçağ Kahire’sinde Bilginin İntikali, s. 49-51).
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 93-4; Nevevî’nin bahsettiği bütün bu hususları kendi talebeleriyle olan ilişkisinin mahiyetini
yansıttığı açıktır. Nitekim Nevevî’nin önde gelen talebelerinden olan İbnü’l-Attâr vaktinin çoğunu hocasının yanında
Bir 7./13. Yüzyıl Âliminin Gözünden Eğitim: Nevevî’nin Hoca ve Talebe Âdâbına Dair Görüşleri
Nevevî’nin yaşadığı dönemde talebenin aynı anda birden fazla hocanın ders halkasına
katılması sıkça karşılaşılan bir durumdu. Nevevî’nin anlattıkları bazı hocaların kendisinden
başka kimselerden ders alan talebelerine karşı olumsuz tavırlar takındıklarına işaret etmektedir ve o, bu gibi hocaları talebelerine eziyet etmemeleri konusunda uyarır. Nevevî böyle
davranan hocaları ahmak ve kötü niyet sahibi kimseler şeklinde eleştirmekte, davranışlarının da ilmi Allah rızası için öğretmediklerinin açık delili olduğunu belirtmektedir. Ancak
talebenin ders aldığı diğer hocanın bid‘at ehli, fâsık ya da ilmî konularda çok hata yapan bir
kimse olduğu biliniyorsa bu durumda hoca talebesini bu gibi kimselerden uzak durması konusunda uyarmalıdır.35
2.4. Tedris İlkeleri ve Ders Âdâbı
Nevevî hoca ile talebe arasındaki ilişkiyi önemsediği gibi hocanın derste ve ders dışında
talebelerine nasıl yaklaşması gerektiğine dair de detaylı izahlarda bulunur. Özellikle hocanın ders sırasında nasıl davranması ve dersi nasıl işlemesi gerektiğine dair zikrettiği hususlar hem hoca ile talebe arasındaki ilişkiye dair önemli ipuçları verir hem de klasik dönemde
bir ders halkasında derslerin nasıl işlendiğine dair canlı bir örneklik teşkil eder. Onun bu
hususta bir dersin talebe tarafından doğru ve eksiksiz şekilde anlaşılmasının nasıl mümkün
olacağı ve bu konuda hocanın nasıl bir yol izlemesi gerektiği üzerinde yoğun olarak durduğu, konuya dair ayrıntılı tasvirler yaptığı görülür.
Hocanın talebelerine hangi ilimleri hangi sırayla öğretmesi gerektiği konusunda Nevevî’nin sıralaması klasik eğitimde takip edilen usulü göstermesi yanında ulemanın biyografilerinin yer aldığı tabakât ve terâcim türü eserlerde ortaya konulan çerçeveyle de örtüşmektedir. Nevevî’ye göre hoca ilimler arasında bir öncelik sıralaması yaparak hareket etmeli,
talebeleriyle önce tefsir dersi yapmalı, daha sonra sırasıyla hadis, usûl, mezhep, hilaf ve cedel konularına girmelidir.36
Nevevî’nin ilk olarak ihmal edilmemesi gerektiğini düşündüğü husus hocanın talebenin anlayış ve seviyesine göre ders anlatması gerektiğidir.37 Ona göre hoca her bir talebeye
anlayabileceği ve ezberleyebileceği ölçüde ilim öğretmeli, anlayamaya güç yetiremeyeceği şeyleri talebeye öğretmemelidir. Meseleleri tam olarak anlayabilecek talebeye ders
35
36
37
geçirmişti ve Nevevî talebesinin her şeyiyle ilgilenmişti. İbnü’l-Attâr’ın sadece ilmî gelişimi değil, davranışları
ve ahlakı da Nevevî’nin eğitimi ve denetimi doğrultusunda şekillenmişti. Hocasının İbnü’l-Attar’ın bütün hâl ve
hareketleriyle yakından ilgilendiği belirtilmektedir. O, hocasından birçok eser okuyup icazetler alırken Nevevî’nin
bu icazetleri kendi eliyle yazıp talebesine verdiği rivayet edilir. Hatta Nevevî’nin hayatta iken bitiremeyecek olursa
Şerhü’l-mühezzeb adlı eserini İbnü’l-Attâr’ın bitirmesini vasiyet ettiği belirtilmektedir (Dakr, el-İmâmü’n-Nevevî, s.
191-2).
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 100-2.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 99.
Bir hocanın çeşitli seviyelerde öğrencileri olabilirdi. Bunlar öğretim seviyelerine göre başlangıç seviyesindeki
mübtedîler, orta seviyedeki mütevassıtlar ve son seviyedeki müntehîler şeklinde üç gruba ayrılmaktaydı (Makdisi,
Ortaçağ’da Yüksek Öğretim, s. 257).
11
Harun YILMAZ
anlatırken konulara sadece işaret etmekle yetinmeli, tekrar etmeden meseleleri anlayamayan ve ezberleyemeyen talebeye ise ibareleri izah ve tekrar etmelidir. Şayet talebe hükümleri aklında tutamayacak seviyede ise konuyu hükümlerin delillerini zikretmeksizin
sadece örneklerle anlatmalıdır. Fakat delilleri aklında tutabilecek talebeye hükümlerin delillerini de açıklamalıdır. Nevevî burada hocanın birtakım lafızlarla bu delilleri ortaya koyması gerektiğini belirtmektedir. Ona göre hoca hükümlerin delillerini ortaya koyarken
“şöyle ki”, “şöyle açıklarız”, “şuna benzetebiliriz”, “şöyle hüküm verebiliriz”, “bu şunun muhalifidir” ya da “karşıtıdır” gibi ifadeler kullanır. Hoca deliller arasındaki farkları belirtir.
Herhangi bir yanlış anlamaya fırsat vermemek için zayıf delilleri de zikredip “şöyle delil
getirebilirsiniz”, “bu delil şu sebepten dolayı zayıftır” gibi açıklamalar yapar. Ayrıca kendisine dayanılabilecek delili ortaya koyarken usulden, örneklerden, şiirden ya da lügatten bu
delili açıklayan hususları da zikreder.38
Hoca okuttuğu eserlerde musanniflerin yaptıkları hataları da ayrıntılı şekilde talebeye
gösterir. Mesela “şu hatalıdır”, “filan kimsenin söylediği şu görüş yanlıştır” ya da “zayıftır”
gibi uyarılarda bulunarak talebenin hataya düşmemesi için onlara nasihatte bulunmalıdır.
Hoca yine mezheplerin çok sayıdaki kurallarını ve hükümlerini de tedricî olarak öğrenciye
açıklamalıdır. Nitekim bir sebebe binaen bilinebilecek mesele ile doğrudan anlaşılabilecek
mesele aynı anda gündeme geldiğinde hoca önce doğrudan anlaşılabilecek olanı anlatmalıdır. Yahut bir konuda iki görüş olduğunda, özellikle de kavl-i kadîm ve kavl-i cedîd birlikte
zikrolunduğunda çoğu zaman kavl-i cedîd ile amel edileceğini, kavl-i kadîm ile amel edilecek az sayıdaki meseleyi ise bilahare açıklayacağını belirtmesi gerekir.39
Nevevî’ye göre hoca öğrencisi için usûl-i fıkhı bir düzene koymalı, delillerin kitap, sünnet, icma, kıyas, istishâb şeklinde sıralanması gerektiğini açıklamalıdır. Kıyasın çeşitlerini,
derecelerini ve fıkhî hükümlere nasıl delil bulunacağını anlatmalıdır. Emir-nehiy, umum-husus, mücmel-mübeyyen, nâsih-mensûh gibi konuların mahiyeti konularında talebeyi bilgilendirmelidir. Örneğin emir sigası tek başına zikredilmişse bunun fukahanın çoğunluğuna
göre vücûb ifade ettiğine, tahsisine dair bir delil ileri sürülünceye kadar da herkes için bağlayıcılık değeri taşıdığına değinmelidir.40 Bütün bunları yaparken anlatılanlarda herhangi
bir gizlilik ve kapalılık kalmaması için açıklanmaya muhtaç cümleleri ve fıkıhta sıkça geçen
örfi kelimelerin anlamlarını mutlaka açıklamalıdır. Yanlış anlaşılmaya fırsat vermemek için
kelimenin aslının Arapça mı yoksa başka bir dile ait bir kelime mi olduğunu belirtmelidir.41
38
39
40
41
12
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 95.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 95. Kavl-i kadîm Şâfiî’nin Irak dönemine ait, kavl-i cedîd ise Mısır’a gittikten sonraki
görüşünü ifade eder (bk. Aybakan, “Şâfiî Mezhebi”).
Nevevî, ayrıca şer‘î hükümlerin hoca tarafından vacip, mendup, haram, mekruh ve mübah şeklinde taksime tabi
tutularak talebeye anlatılması gerektiğini belirtmekte, bu delillerin her birini kendisi de tarif etmektedir (bk.
Kitâbü’l-İlm, s. 96).
Nevevî’ye göre hoca mesela bir kelimenin aslının Farsça olduğunu, fakat Arapların da bu kelimeyi kullandıklarını
belirtmeli, kelimelerin eş ya da zıt anlamlarını zikretmeli, türetildiği kök gibi sarfa dair bazı lügavi analizlerde
bulunmalıdır (Kitâbü’l-İlm, s. 97).
Bir 7./13. Yüzyıl Âliminin Gözünden Eğitim: Nevevî’nin Hoca ve Talebe Âdâbına Dair Görüşleri
Hoca, talebenin anlayışına en kolay yoldan ulaşmalı, meseleleri acele etmeden, yavaş
ilerleyerek ve apaçık şekilde anlatmalıdır. Dersi dinleyenlerin tekrar etmeden tam olarak anlamayacağı durumlarda manasında ya da lafızlarında muğlaklık bulunan hususları tekrarlamalıdır. Ders sırasında, söylenmesi genellikle edebe aykırı görülse de açıklanması gereken
bir lafız geçtiğinde o lafzı söylemekten ve açıklamaktan kaçınmamalıdır. Zira konunun anlaşılması lafzın zikrinin yol açacağı edebe aykırılıktan daha önemlidir. Hoca ayrıca kinaye ile
ifade edilecek yerde kinayeye başvurmaya, geri bırakılacakları geri bırakmaya, önce anlatılacakları öne almaya da önem vermelidir.42
Nevevî hocanın derse başlarken birtakım hususlara dikkat etmesi gerektiği kanaatindedir. Hoca ders sırasında herkesin kendisini rahatça görebileceği bir yere oturmalıdır. Derse
başlarken Kur’ân’dan dilediği bir yeri okumalı, Allah’a hamd ve Resûlü’ne salât ve selâm ile
derse başlamalıdır. Ardından da geçmiş ulemaya, hocalarına, ana-babasına, orada bulunanlara ve diğer Müslümanlara dua etmelidir. Daha sonra da “Allah bize yeter, o ne güzel dosttur, yüce ve büyük olan Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur. Allah’ım! Dalalete düşmekten ve düşürülmekten, sıkıntıya düşmekten ve düşürülmekten, zulmetmekten ve zulme
uğramaktan, cahilce hüküm vermekten ve cahillikle verilen hükme maruz kalmaktan sana
sığınırım” diye dua etmelidir.43
Nevevî ders sırasında hocanın takınacağı tavır ve hareketleri de dikkatlice açıklar. Bütün dikkatini derse vermesi gereken hoca, ders sırasında mecbur kalmadığı sürece başka bir
şeyle meşgul olmamalı ve ders metinleri dışında bir şeye bakmamalı, yalnızca hitap edeceği
zaman dersi dinleyenlere dönüp bakmalıdır.44 Hoca dersi geniş bir mekânda yapmalı, gerekmedikçe dersi çok yüksek sesle anlatmamalı, talebenin söyleneni anlayamayacağı derecede
de kısık sesle konuşmamalıdır. Hoca ders anlatırken gürültü yapılmamalı, derse katılanlar
edebe aykırı davranmamalıdırlar. Şayet derstekilerden biri bu gibi bir davranış sergileyecek
olursa hoca mesele büyümeden nezaketle o kişiyi dersten uzaklaştırmalı, talebelerine sadece
Allah rızası için bir araya geldiklerini, münakaşa ve mücadelenin kendilerine yakışmayacağını, işlerin yumuşaklık ve güzellikle görülmesi gerektiğini, amaçlarının birbirlerinden istifade etmek olduğunu hatırlatmalıdır.45
Hoca ders sonunda talebelerin sorularını cevaplamalıdır. Nitekim Nevevî, talebenin anlamadığı ya da açıklanmasına ihtiyaç duyduğu meseleleri hocasına sorması gerektiğine de
değinir. Talebenin bazı zamanlarda beklenmedik ya da olmayacak bir soru sorabileceğine
işaret eden Nevevî, hocanın bu gibi sorular karşısında talebesiyle alay etmemesi, onu küçük düşürücü bir tavır takınmaması gerektiğini belirtir. Ona göre şayet derste hocaya bilmediği bir konuda soru sorulursa ya da derste kendisinin bilgi sahibi olmadığı bir konu dile
42
43
44
45
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 98.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 98-9.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 98.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 99.
13
Harun YILMAZ
getirilirse hoca “bu sorunun cevabını bilmiyorum” veya “tam olarak bilmiyorum” demeli,
bunu söylemekten de çekinmemelidir. Nitekim Nevevî bir âlimin bilgi sahibi olmadığı bir
konu ya da soru hakkında “bilmiyorum” diyebilmesini büyük bir erdem olarak takdim eder.
Ona göre hocanın talebesine miras bırakacağı en önemli şeylerden biri “bilmiyorum” demeyi öğretmesidir. Gerçek bir âlimin böyle demesi onun mertebesini düşürmeyeceği gibi,
aksine onun konumunun, takvasının ve bilgisinin mükemmelliğine işaret eder.46
Hoca ile talebe arasındaki ilişkiye sıkça vurgu yapan Nevevî, ders anlatmanın ötesinde
hocanın öğrencisini takip edip denetlemesi gerektiğine de işaret eder. Mesela hoca derse
gelmeyen talebeleri sormalı, onlar hakkında bilgi sahibi olmalıdır.47 Yine bütün vakitlerini
ilim tahsiline hasretmeleri için talebelerini teşvik etmeli, ezberledikleri metinleri onlardan
ara sıra okumalarını istemeli, daha önce anlattığı önemli bahisler hakkında onlara sorular
sormalıdır. Şayet talebesini dersini iyice ezberlemiş görürse ona ikramda bulunmalı, onu
övmeli ve talebesinin hocasının takdirini kazanmış olmasıyla övünmesinden de korkmamalıdır. Ancak talebesinin derslerinde eksikliğini ve ihmalini gördüğünde de onu dersten
soğutmayacak derecede korkutmalı ve güzelce dersini tekrar ezberlemesini sağlamalıdır.48
Hoca ayrıca talebenin derste anlatılanları anlayıp anlamadığını dikkatli bir şekilde takip etmeli, yeri geldiğinde bunu ölçmelidir. Bunun için de derste anlatılanlar hakkında talebelerini
imtihan etmesi gerekir. Hoca imtihan ederek onları eğitmiş ve alıştırmış, böylece öğrencileri
arasından iyileri görmüş ve ortaya çıkarmış olur. Nevevî’ye göre hoca talebeleri arasında başarılarıyla temayüz edenleri de övmelidir. Şayet bir maslahat görmüyorsa hatalarından dolayı
öğrencilerine sert davranmamalıdır. Ders bittiğinde anlatılanları iyice kavrayabilmeleri için
onlardan dersi tekrar etmelerini, daha sonra bazı şeyleri tam anlayamadıklarında ise ilgili hususları kendisine sormalarını istemelidir.49 Hoca özellikle uzun süredir kendisinden ders alan
talebelerine öncelik tanımalıdır. Örneğin katılımın fazla olduğu bazı derslerde diğer talebelerin
de rızasını alarak eski talebelerini kendisine daha yakın yerlere oturtmalıdır.50
Son olarak hocanın talebeyi usandıracak ve anlayıp not almalarına mani olacak derecede dersi uzatmaması gerektiğini belirten Nevevî, bazı zamanlarda hocanın ders yapmasının doğru olmadığına da değinir. Ona göre hoca hastalık, açlık, tuvalet ihtiyacı gibi sıkıntılı
durumlarda ya da büyük sevinç veya üzüntülü vakitlerde ders anlatmamalıdır.51
46
47
48
49
50
51
14
Nevevî’ye göre bir âlimin bilmediği konuda bildiği şey “bilmiyorum” ya da “Allah en doğrusunu bilir” demesidir.
Aklı başında kimse tek tek meseleleri bilmemesinin âlime zarar vermeyeceğini, aksine bunun o âlimin takvasına
ve fetvalarında titiz davrandığına işaret edeceğini bilir. Şayet bir hoca ilminin yetersizliğine rağmen “bilmiyorum”
demekten kaçınırsa bilgeliği azalır, takvası zaafa uğrar. Çünkü talebelerinin gözünden düşeceği korkusuna kapılır
ki bu tam bir cehalettir. Bir âlimin bilmediği konuda cevap vermeye girişmesi büyük günahtır ve kusurunu
örtmek bir tarafa onun eksikliğinin de bir göstergesidir. Böyle davranmayan kimseler ise ancak cahilliklerinden ve
dindarlıklarının zayıflığından dolayı “bilmiyorum” diyemezler (bk. Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 99-100).
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 95.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 97.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 100.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 98.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 99.
Bir 7./13. Yüzyıl Âliminin Gözünden Eğitim: Nevevî’nin Hoca ve Talebe Âdâbına Dair Görüşleri
3. Talebe Âdâbı
3.1. Talebede Bulunması Gereken Ahlâki Özellikler
Nevevî’ye göre ilim yolunda hocanın olduğu gibi talebenin de yapması gerekenler ve uyması gereken kurallar vardır. O, her şeyden önce talebenin ilmi elde edebilmek, ezberleyebilmek ve tahsil ettiği ilimden istifade edebilmek için kalbini kötü fikir, düşünce ve niyetlerden
arındırması gerektiğini söyler..52 Ayrıca talebe ilim tahsil sürecinde çalışmasını engelleyecek
lüzumsuz meşguliyetlerle alakasını kesmeli, az ile geçinmeye razı, maddi sıkıntılara ve yoksulluğa karşı da sabırlı olmalıdır.53
Nevevî ilim tahsili için bir engel olarak gördüğü için hayatı boyunca evlenmemiştir. İlim
taliplerinin evlilikten uzak durması gerektiğine dair selef âlimlerinin görüşlerine değinen
Nevevî,54 ayrıca kadınlarla uğraşmanın zorluğuna işaret eden bazı hadisleri ve ulemanın
sözlerini de zikreder.55 Evlilik ve ilim tahsili arasındaki ilişkide özellikle ilim tahsilinin zor ve
meşakkatli bir iş olduğu, bu işi hakkıyla yapmak isteyenlerin, evlendiklerinde eşlerinin hakkını ve hukukunu ihmal edebilecekleri, onların geçimini temin etmek için dünya işlerine ve
meşgalelerine dalmak zorunda kalacakları, bu nedenle evlenmemelerinin daha hayırlı olacağı gibi noktalar üzerinde durur. Ayrıca Şâfiî mezhebinin evliliğe ihtiyaç duymayanların ya
da ihtiyaç duysa dahi rızık temin etmede aciz kalacakların evlilikten uzak durmalarının daha
doğru olacağına dair yaklaşımını da verir.56
3.2. Talebe ve İlim
Nevevî’ye göre talebenin ilim yolunda başarılı olabilmesinin en önemli şartlarından biri
öğrenmeye düşkün olmaktır. O, bir talebenin bütün vaktini, hatta yolculuk gibi durumlardaki zamanını bile ilimle geçirmesi gerektiğini, sadece yemek, uyumak, çok yorulduğunda
istirahat etmek gibi zaruri ihtiyaçları için ilimle meşguliyetine ara verebileceğini söyler. Nevevî ilim talibinin peygamberin mirasçısı olmayı hedeflediğini, bunun da kolayca elde edilemeyeceğini vurgular.57
52
53
54
55
56
57
Nevevî ilim için kalbin temizlenmesini ziraat için toprağın temizlenmesine benzetir ve Hz. Peygamber’in “Vücutta
öyle bir et parçası vardır; o sağlam olursa bütün beden sağlam, o bozulursa bütün vücut bozulur ki o et parçası
kalptir” hadisine atıf yapar (Kitâbü’l-İlm, s. 102). Hadis için bk. Buhârî, İmân 39.
Nevevî, ilim tahsilinin meşakkatli bir iş olduğuna ve sıkıntılara katlanmak gerektiğine, bu nedenle dünyada rahat
sahibi kimselerin ilim tahsilinde başarılı olamayacaklarına dair başta İmâm Şâfiî, İmâm Mâlik ve Ebû Hanîfe olmak
üzere geçmiş âlimlerin bazı sözlerini de zikretmektedir (Kitâbü’l-İlm, s. 102).
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 103.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 104.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 103. Nevevî ayrıca Hatîb el-Bağdâdî’nin ilim talibinin eşinin hukukunu yerine getirmek
için onunla ilgilenmeyi bırakmaması ve maişet derdinin onu ilim talebinden alıkoymaması için evlenmeyip bekâr
kalmasının güzel olacağına dair ifadelerini zikreder (Kitâbü’l-İlm, s. 103).
Nevevî, “ilim tahsil ederek peygamberlerin vârisi olma imkânına sahip olup da bu imkânı değerlendiremeyen
adamda akıl yoktur” der. Nitekim ona göre İmam Şâfiî de ilim talibinin ilmini artırmak için bütün gücüyle çalışması,
istemediği türden karşısına çıkan ârızî durumlara sabır göstermesi, ilim öğrenmeye dair sâlih bir niyetle Allah’a
yönelmesi ve Allah’ın bu yolda kendisine yardım etmesi için dua etmesi gerektiğini belirtmiştir (Kitâbü’l-İlm, s. 108).
15
Harun YILMAZ
Bir talebenin ilmî faaliyeti için en doğru zamanın ve en uygun mekânların nereler olduğuna dair Nevevî’nin anlattıkları İslâm ilim geleneğinde ders mekânlarının mahiyet ve niteliğinin tarihî süreç içerisindeki gelişimine de ışık tutmaktadır. Nevevî, Hatîb el-Bağdâdî’ye
de atıfla ezber yapmak için günün en uygun zamanının seher vakti, ondan sonra gün ortası,
daha sonra da sabahın erken vakitleri olduğunu söyler. Ona göre gece yapılan ezber gündüz
yapılandan, açken yapılan ezber de tok yapılandan daha faydalıdır. Ders ezberlemek için en
güzel mekânlar ise odalar ve meşguliyetlerden uzak kalınabilecek her yerdir. Nevevî, çiçeklik ya da yeşillik yerlerde, nehir kenarında veya yol ortasında ezber yapmanın doğru olmadığını, çünkü bu mekânların çoğu zaman talebenin kalbini meşgul edecek şeylerle dolu olduğunu belirtmektedir.58
Nevevî ilim tahsilinde talebenin gayretinin yanında planlı çalışmaya da dikkat çeker.
Bunun başında vakti doğru kullanmak gelir ki talebe bir şey öğrenmeye karar verdiğinde ya
da kendisini öğrenmek zorunda hissettiğinde bu konuda ihmalkâr davranmamalı, öğrenmeyi ertelememeli, daha fazla öğrenme imkânına sahip olduğunda az bilgiyle yetinmemelidir. İlimle meşgul olduğu zamanlarda da vakti doğru şekilde kullanmalıdır. Talebe özellikle
boş vakitlerini, dinçliğini, gençliğini, gücü ve kuvvetinin yerinde olduğu zamanlarını, akıl ve
zihninin sağlam olduğu günlerini, bekârlıktan ve iş-güç sahibi olmadan öneki meşguliyetlerinin az olduğu dönemlerini ilim tahsili için ganimet bilmelidir. Bununla beraber ona göre
kişiyi ilimden usandıracak bir tempoda çalışmak da uygun değildir.59
Nevevî talebenin dersini ezberlerken titiz davranması, ezberini sağlam yapması, ezberlediklerinin de kendisinde iyice yerleşmesi için tekrarlaması, unutmamak için de ezberini
sürekli kontrol etmesi gerektiğini belirtir. O, talebenin öğrendikleri konusunda sürekli bir
tekrar ve tefekkür hâli üzere olması gerektiğine dikkat çeker. Öğrendiklerini faydalı bilgilere nasıl dönüştüreceği üzerine sürekli kafa yorması gereken talebe bu gayretlerini başta hocasının halkasındaki talebeler olmak üzere etrafındakilerle sürekli müzakere etmelidir. Talebe, ders çalışmaya tıpkı hocanın derse başlarken yaptığı gibi Allah’a hamd, Resûlü’ne salât
ve selâm, ulemaya, hocalarına, anne-babasına, diğer bütün Müslümanlara dua ederek başlamalıdır.60 Çalışmaya bu şekilde başlamak ilmin bir taraftan manevî boyutuna ve amacına
işaret ederken, diğer taraftan talebenin kendisine kadarki ilmî gelenekle irtibatına da bir işaret olarak değerlendirilebilir.
Talebenin tahsil sürecinde ilimleri belirli bir tertip içerisinde ve önem sırasına göre tahsil
etmesi gerektiğine değinen Nevevî’ye göre tahsile Kur’ân’ı ezberleyerek başlanmalıdır. Çünkü
58
59
60
16
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 107-8.
Nevevî öğrenme konusunda ertelemeyi afet olarak niteler ve faydası az ya da daha sonra öğrenmek üzere bir
şeyi öğrenmeyi ertelemenin yanlış olduğunu belirtir. Çünkü öğrenme sonu olmayan bir süreçtir ve her süreçte
öğrenilmesi gereken başka şeyler vardır. Daha sonra öğrenmek üzere bir şey ertelendiğinde bir daha o bilgiyi
öğrenmeye dönebilmek son derece zordur. Nevevî bu konuda bütün vaktini ilim tahsiline ayıran geçmiş âlimlere
örnekler verir (bk. Kitâbü’l-İlm, s. 108).
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 109.
Bir 7./13. Yüzyıl Âliminin Gözünden Eğitim: Nevevî’nin Hoca ve Talebe Âdâbına Dair Görüşleri
Kur’ân en önemli bilgi kaynağıdır. Nevevî kendisinden önceki âlimlerin Kur’ân’ı ezberlemeden hadis ya da fıkıh tahsiline başlamadıklarını belirtir. Talebe Kur’ân’ı ezberledikten hemen
sonra bu ezberini unutmamak için hadis, fıkıh gibi ilimlerle uğraşmamalıdır. Ne zaman ki
Kur’ân’ı tam ve sağlam olarak ezberlerse, ondan sonra önem sırasına göre her bir ilmi muhtasar şekilde tahsil etmelidir. Bu ilimlerin en önemlileri sırasıyla fıkıh ve nahiv, ardından hadis ve usul, daha sonra da uygun olan diğer ilimlerdir. Talebe bütün bu ilimleri tahsil ettikten
sonra da ezberlediklerinin şerhiyle meşgul olmalıdır. Bununla birlikte talebe ezber, tekrar,
mütalaa gibi her türlü öğrenim aşamasını hocanın kontrolünde geçmelidir.61
Talebenin ilimle iştigalindeki en önemli aşamalardan biri şüphesiz eser telifine başlamasıdır. Nevevî bir talebinin eser telifine geçmesini talebe âdâbına dair bütün zikrettiklerini yerine getirmesine ve ilimde ehliyetini tam olarak ispat edip faziletli bir kimse olarak meşhur
olmasına bağlar.62
3.3. Talebenin Ders Âdâbı
Nevevî ilim elde etmek için gayret eden bir talebenin bu süreçte kendisinden ders aldığı
hocasıyla arasındaki ilişkinin son derece önemli olduğuna vurgu yapar. Ona göre talebenin
hocası karşısında sahip olması gereken ilk ahlakî meziyet mütevazı olmaktır. Talebe ancak
tevazu içinde hareket ederse ilim yolunda başarıya ulaşacaktır. Talebe ayrıca hocaya karşı itaatkâr olmalı, işlerinde hocayla istişare etmeli, ona danışmalıdır. Nevevî bu ilişkiyi hasta ile
doktor arasındaki ilişkiye benzetir. Ona göre hastanın, işinin ehli bir doktora itaat etmesi ve
kendisini ona teslim etmesi gibi talebe de hocanın emir ve isteklerini yerine getirmelidir. Talebenin ilimdeki konumunun yükselmesinde hocaya olan itaatinin büyük rolü vardır.63 Talebenin aynı zamanda hocasına karşı sonsuz bir saygı beslemesi, bunun yanında hocasının
ilmî ehliyetinin tamlığına ve nesli arasındaki üstünlüğüne de inanmalıdır. Nevevî’ye göre talebenin hocasından tam olarak faydalanabilmesi ve ondan dinlediklerinin zihnine tam olarak yerleşebilmesi için bu son derece önemlidir.64
61
62
63
64
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 109.
Nevevî’ye göre bir talebe dile getirilen bütün özellikleri haiz olursa anlattıkları dosdoğru, naklettikleri ve
delillendirmeleri sağlam, ibareleri açıklama ve problemli yerleri aydınlatma konusunda araştırıcı, zayıf ve bozuk
ibareler ve delillerden uzak duran, o ilmin bütün hükümlerini kuşatmış ve usulüne de vakıf bir kimse hâline
gelecektir. Ayrıca ilmin bütün kurallarını da kavramış olarak o ilmin bütün hakikatleri kendisine zahir hâle gelir,
zorlukları aşikâr olur, kendisi de zorlukları çözmeye ve ilmin hedeflerine vakıf olur, âlimlerin görüşlerini, tercih
eden ve edilen kimseleri bilir. Böylece talebe eser telif etme ehliyetine sahip bir kimse olarak müçtehitler ya da ona
yakın bir seviyeye ulaşmış olur ki bunu kendisine bahşeden Allah Teâla’dır (Kitâbü’l-İlm, s. 110).
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 104.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 104. Nevevî, talebenin hocaya ve onun ilmine sonsuz saygı duyması gerektiğini belirtirken
kendisinden önceki âlimlerin bu konudaki hatıralarından örnekler verir. Bunlardan birinde bir âlimin hocasına ders
almaya gittiğinde ona bir miktar ücret ödediğini ve “Allah’ım! Hocamın ayıplarını ve kusurlarını bana gösterme,
ilminin bereketini de üzerimden eksik etme” diye dua ettiğini zikreder. Yine İmam Şâfiî’nin (ö. 204/820) İmam
Mâlik’in (ö. 179/795) derslerine katıldığında onun huzurunda sayfaları çevirirken hocasına hürmeten sayfa seslerinin
onu rahatsız etmemesi için son derece nazik ve sessiz hareket ettiğine, Rebî‘ b. Süleyman’ın ise yine hocası Mâlik’e
saygıdan onun huzurunda su içmeye dahi cesaret edemediğine dair rivayetleri kaydeder. Nevevî tarih kitaplarında
17
Harun YILMAZ
İlim tahsil etmek isteyen bir kimsenin ilk yapması gereken işlerden biri şüphesiz kendisinden ilim tahsil edebileceği bir hoca bulmaktır. Nevevî bu konu üzerinde dikkatle durur,
zira yaşadığı dönemde ilim ancak bir hoca vasıtasıyla öğrenilmelidir. Talebenin bir kitabı
alarak kendi başına okuması kabul edilemez ve en büyük yanlışlardan biridir. Dolayısıyla talebe hiçbir kitabı tek başına okuyup ezberlememeli, mutlaka bir hocanın huzurunda yanlışlarını düzelterek sağlam şekilde okumalıdır.65 Nitekim ona göre ilim tahsil etmek isteyen bir
talebe sadece ilimde ehliyetini ispat etmiş, dindar, bilgili, saygınlığı ve yüceliğiyle şöhret bulmuş kimselerden ders almalıdır. Hatta ilim tahsil ettiği hoca hem bilgili hem de tecrübe, dindarlık, güzel ahlak, sağlam bir zihin ve tam bir uyanıklıkla elde edilebilecek marifet sahibi
biri olmalıdır.66 Nevevî talebenin kendi başına sadece kitaptan ilim öğrenmeye çalışmasının
doğru bulmadığı gibi uzman hoca ya da hocalara talebelik yapmadan doğrudan kitaplardan
kendi kendine ilim öğrenen adamdan da ilim tahsil edilmemesi gerektiğini belirtir. Çünkü
ona göre ilmi kendi başına kitaplardan öğrenen kişi tahrifte bulunur ve çok hata yapar.67
Nevevî’nin hoca ile talebe arasındaki ilişkiye büyük önem verdiğine daha önce değinilmişti. O, hocanın talebeye karşı davranışının yanında talebenin de hocasının yanında nasıl davranacağı ve ona nasıl hürmet göstereceği konusunu da detaylı olarak ele alır. Mesela
ona göre, kendi görüşüne muhalif de olsa talebenin, hocasının rızasını kazanmaya çalışması,
onun yanında başkasının gıybetini yapmaması, hocasının sırrını ifşa etmemesi, gıybeti yapıldığında hocasını savunması ve hocası hakkında söylenen kötü sözleri kabul etmemesi,
bunu yapmaktan aciz kalacağında ise o meclisi terk etmesi talebeliğin âdâbındandır. Ayrıca talebe izin almadan hocasının huzuruna girmemeli, bir topluluk hocanın yanına geldiğinde onların faziletli ve seçkinlerine saygı duymalı ve öne geçirmeli, hocanın huzuruna tam
bir saygıyla girmeli, bu sırada kalbini bütün meşguliyetlerinden arındırmış, dişlerini temizlemiş, bıyık ve tırnaklarını kesmiş, kötü kokulardan arınmış olmalı, huzura girdiğinde herkesin duyulabileceği şekilde selam vermelidir. Talebe hocasına çokça ikramda bulunmalı ve
65
66
67
18
hocaya saygı duymaya dair zikredilen başka bazı örneklerden de bahseder. Bunlardan birinde Halife Mehdi’nin (ö.
169/785) çocuklarından biri Şerîk b. Abdullah’a (ö. 177/794) gelir. Duvara yaslanıp bir hadisi sorar, fakat Şerîk ona
cevap vermez ve talebesine döner. Halifenin oğlu aynı soruyu tekrar tekrar sormasına rağmen Şerîk her seferinde
aynı şekilde davranır. Sonunda soru soran kişi “Halifenin oğlunu hafife mi alıyorsun?” diye çıkışınca Şerîk, “Hayır,
ancak ilmin kendisi benim onu söylememden daha üstündür” diye cevap verir. Bunun üzerine halifenin oğlu
dizlerinin üzerine çöküp oturunca Şerîk “İlim işte böyle öğrenilir” cevabını verir (bk. Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 105).
Nevevî bu bağlamda İmam Şâfiî’nin fıkhı tek başına kitaptan okuyan kimsenin ahkâmı zayi edeceğine dair sözünü
de aktarır (Kitâbü’l-İlm, s. 109). İslâm dünyasında ilmin hocadan alınması gerektiği ve talebenin ilmi kendi başına
kitaptan öğrenmeye çalışmasının doğru olmadığına dair bazı değerlendirmeler için bk. Chamberlain, Knowledge
and Social Practice, s. 138; Berkey, Ortaçağ Kahire’sinde Bilginin İntikali, s. 36-40.
Nevevî, ilim tahsil edilen hocanın önemine vurgu yaparken İbn Sîrîn, İmam Mâlik ve başka âlimlere atıfla “İlim
dindir, dininizi kimden aldığınıza dikkat edin” sözünü nakleder (Kitâbü’l-İlm, s. 104).
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 104. Nevevî’nin yaşadığı dönemde kitabı hocadan okumak bir başka açıdan o hocanın da
içerisinde bulunduğu otoriteler zincirine dâhil olmak anlamına gelmekteydi. Böylece talebe kendisinden önceki
ulema ile kendisi arasında fiziksel bir bağ kurmuş olmaktaydı. Yine bu durum öğrenci açısından kendisinden çok
daha güçlü ve söz sahibi önceki hocaların nüfuzunu ve otoritesini de paylaşma anlamına gelmekteydi (Chamberlain,
Knowledge and Social Practice, s. 141-2).
Bir 7./13. Yüzyıl Âliminin Gözünden Eğitim: Nevevî’nin Hoca ve Talebe Âdâbına Dair Görüşleri
hürmet etmeli, yanından ayrılırken de selam vermelidir. Nevevî’ye göre bu gibi hususlarda
ihmalkâr davranan talebeye iltifat olunmaz.68
Nevevî hoca ile talebe arasındaki ilişkinin zorlu süreçler içerebileceğine dikkat çekerek
hocaya karşı sabırlı olmayı daha önce zikrettiği ilim tahsil sürecinde talebenin katlanması
gereken zorluklara ekler. Nitekim hoca ilim tahsil sürecinde talebesine aşırı derecede yüklenebileceği gibi karakter farklılığı gibi sebeplerden kaynaklanabilecek uyuşmazlıklar da hoca
karşısında talebeyi zorlayabilir. Bu nedenle Nevevî hocasının olası sert ve kaba davranışlarına, kötü hareketlerine talebenin sabır göstermesi gerektiğini belirtir. Ona göre hocasının
kendisine bu şekilde davranması sebebiyle hocadan ders almayı bırakmamalı ve onun ilmine olan inancından şüphe etmemelidir. Hatta hocanın ilk bakışta kötü gibi gözüken fiil
ve davranışlarını hayra yormalıdır. Talebenin böyle davranması ilimde başarılı olmasının en
önemli şartlarındandır ve hocası ona türlü sıkıntılar çıkarsa bile buna sabretmelidir. Zira ona
göre hocadan görülecek zorluklara karşı sabretmek talebenin hem dünyasını hem de ahiretini kurtaracaktır.69
Talebenin ders sırasında uyması gereken kurallara dair Nevevî’nin verdiği bilgiler klasik dönemde İslâm ilim geleneğinin temelini teşkil eden halka derslerinin pratikte nasıl işlediğine ışık tutmaktadır. Talebe hocanın ders için huzuruna geldiğinde halka şeklinde sıralanmış olan insanların boyunlarının üzerinden atlayarak ön tarafa geçmeye çalışmamalıdır.
Böyle bir durumda topluluğun en sonunda oturmalı, ancak hoca ya da orada bulunanlar öne
gelmesine izin verirse gelip ön tarafa oturmalıdır. Bunu yaparken de kimseyi yerinden kaldırmamalıdır. Ancak hocaya yakın olmasında orada bulunanlar için bir fayda varsa o zaman
ön tarafa geçebilecektir. Talebe ders sırasında ancak orada bulunanların faydalanabileceği
şeyleri konuşmalı, lüzumsuz söz söylememelidir. Ayrıca zaruret olmadıkça ders halkasının
ortasına, izin vermedikleri sürece de yan yana oturan iki arkadaşın arasına oturmamalıdır.
Ancak ona aralarında yer açarlarsa buraya oturabilir ve halkaya dâhil olabilir. Bunun dışında
hocanın anlattıklarını kolayca dinleyip anlayabilmek için hocaya yakın oturmaya çalışmalıdır ki bu da ancak mecliste ondan daha üstün birinin bulunmaması şartıyla mümkündür.70
Bu durum esasen ders halkalarında öğrencilerin ilmî birikim ve seviyelerine göre sıralandıklarını, ileri seviyedeki talebelerin hocaya daha yakın bir halka oluşturduklarını, diğer talebelerin de seviyelerine göre hocaya daha yakın ya da uzağa oturduklarını göstermektedir.
Nevevî talebenin arkadaşlarına karşı kibar ve nazik davranmasını özellikle zikreder.
Çünkü ona göre talebenin arkadaşlarına yönelik bu tavrı aslında hocasına ve dersine saygı
duyması anlamına gelir. Talebe ders sırasında kendilerine ayrılan yerlere oturmalı, hocaların
oturacağı yerlere oturmamalıdır. Ders sırasında gereksiz yere aşırı yüksek sesle konuşmamalı,
68
69
70
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 105-6.
Nevevî talebenin hocasının bazı davranışlarına karşı sabırlı olması gerektiğine dair ulema ve halk arasında meşhur
olmuş bazı sözler de aktarırken öğrenmenin zorluk ve eziyetine sabretmeyenin ömrünün cehalet içinde geçeceğini
belirtir (Kitâbü’l-İlm, s. 108).
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 106.
19
Harun YILMAZ
gülmemeli, gerekmedikçe fazla konuşmamalı, eli ya da başka bir yeriyle uğraşmamalı, ihtiyaç olmadıkça başkasıyla ilgilenmemeli ve sadece hocayı dinlemeli, derste bir mesele geçtiğinde hemen onu açıklamaya ya da bir soruya hemen cevap vermeye girişmemeli, ancak hocanın tavrından talebesinin bildiğini göstermek için bu soruyu sorduğunu anlarsa o zaman
açıklamaya ya da cevap vermeye girişmelidir.71
Talebe hocanın halkasına katılmada devamlı olmalı, halkayı aksatmamalıdır. Bütün
derslerine özen göstermeli, mümkün olduğunca derslere dair notlar almalıdır.72 Şayet derse
gittiğinde hocayı ders mekânında bulamazsa hocayı beklemeli, hemen dersi terk edip gitmemelidir.73 Hocasının isteksiz, üzüntülü veya uykulu olduğu durumlarda ya da dersi tam olarak açıklayamayacağı veya anlatamayacağı durumlarda hocaya ders okumamalıdır. Aynı zamanda hocanın kızacağını ya da hoş karşılamayacağını anladığı durumlarda ders dışında
soru sormamalı, sorularını hocanın kendisini iyi ve rahat hissettiği zamanlara saklamalıdır.
Soru sorarken nazikçe sormalı, güzelce hitap etmelidir, dile getirmenin kendisine zor geleceği türden soruları dahi sormaktan çekinmemelidir.74 Talebenin derste soru sorması Nevevî’ye göre hocanın talebesinin derse gösterdiği önemi, özeni ve ilgisini fark etmesini, onun
ne kadar akıllı, kendisine hâkim ve yalandan uzak bir kimse olduğunu anlamasını sağlar.75
Nevevî’ye göre bir talebe hangi ilimle ilgilenirse ilgilensin mutlaka daha önce zikri geçen
özellikleri taşıyan hocalardan ilim tahsil etmelidir. Daha önce Nevevî’nin hocaların talebelerinin başka hocalardan ders alabilmelerine izin vermesi gerektiğine dair görüşlerinden bahsedilmişti. Aynı şekilde talebelik yaptığı hocası başka bir hocadan daha ders almasına izin
verirse bu durumda talebe yine kendisine sorun çıkarmayacak iki, üç hatta daha fazla hocadan aynı ilmi tahsil etmelidir. Hocasının başka bir hocadan daha ders okumasına izin vermediği durumlarda ise talebe bütün azmini kendi hocasıyla yapacağı derslere ayırmalı ve
başka bir hocadan ders almamalıdır. Çünkü ancak bu şekilde hocadan en üst düzeyde istifade edebilecektir.76
Son olarak Nevevî, talebenin ders halkasındaki arkadaşlarının ve diğer talebelerin dersi
anlamaları konusunda gerektiğinde onlara yardımcı olması, istifade ettiği müzakereleri ve
71
72
73
74
75
76
20
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 106.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 110.
Nevevî ayrıca Hatîb el-Bağdâdî’den nakille talebenin derse gittiğinde hocayı uyurken bulması durumunda hocayı
uyandırmaması, hoca uyanana kadar sabretmesi ya da geri dönmesi gerektiğini belirtir (Kitâbü’l-İlm, s. 108).
Nevevî talebenin derste hocaya sorular sormasını son derece önemser. Ona göre utanarak soru sormaktan çekinen
talebenin ilimden istifadesi azalır, başka meclislere girdiğinde de soramadığı sorular nedeniyle öğrenemediğinden
eksikliği belli olur. Nevevî’ye göre hoca dersi anlattıktan sonra talebeye meseleyi anlayıp anlamadığını sorduğunda
talebe kesin ve tam olarak dersi anlamadan ya da anladığından emin olmadan hocaya anladığını söylememelidir.
Ayrıca hocanın anlattıklarını anlayamadığı zamanlarda da dersi anlamadığını söylemekten utanmamalıdır. Böyle
davranmanın talebeye kazandıracağı pek çok şey vardır ki her şeyden önce anlamadığı bir konuyu anlamış gibi
göstermenin yalanından ve nifakından kurtulmuş olur (Kitâbü’l-İlm, s. 106).
Ayrıca anlamadığı bir konuyu anlamış gibi davranma yalanına meyletmediği için talebenin de kalbinde bir ferahlık
hâsıl olur ve bu güzel ahlak kendisinde yerleşir (bk. Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 107).
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 109.
Bir 7./13. Yüzyıl Âliminin Gözünden Eğitim: Nevevî’nin Hoca ve Talebe Âdâbına Dair Görüşleri
hususları onlarla paylaşması gerektiğine değinir. Nitekim bu sadece arkadaşlarının değil
kendisinin de yararına olacak bir iştir.77 Nevevî’ye göre karşılığını Allah’tan bekleyerek onlara bu hususlarda yardımcı olması hem ilmini bereketlendirip kalbini aydınlatacak hem de
kendi bildiklerini daha iyi kavramasını sağlayacaktır. Talebe bu konuda cimrilik yaparak ilmini sakınırsa kendisi de ilmi öğrenemez, öğrense dahi faydasını görmez. Arkadaşlarından
hiç kimseye haset edip kıskanmaması, kimseyi küçük görmemesi ve bazı meseleleri öğrenmekte zorlanan arkadaşlarının anlayamamalarına şaşırmayıp onları hor görmemesi talebenin âdâbındandır.78
4. Hoca ve Talebenin Beraberce Gözetmeleri Gereken Âdâb
Nevevî hoca ve talebenin ayrı ayrı yerine getirmeleri gereken hususları zikrettikten sonra
son olarak hem hocanın hem de talebenin birlikte sahip olmaları gereken âdâba değinir. Her
iki grubun da derslerini yerine getirebilecekleri hâlde aksatmamaları gerektiğini söyleyen
Nevevî, bu konuda özellikle talebe ve hocanın -ilmî faaliyetin temel unsuru olan- kitaplarla
olan irtibatı üzerinde durur. Onun bu konuda dile getirdiği hususlar yaşadığı dönemde kitap, kitabın temini, önemi, tedavülü gibi konular açısından dikkat çekici mahiyettedir.
Nevevî’ye göre hem hoca hem de talebe dersin temel kitabını satın ya da ödünç alarak temin etmeye özen göstermelidir. Şayet kitabı satın alırsa onu istinsah etmekle uğraşmamalıdır, çünkü kitapla meşgul olmak istinsah etmekle uğraşmaktan daha önemlidir. Şayet kitabı
satın almaya yetecek kadar parası yoksa ya da kitabın kendisini elde etmesi mümkün değilse
bu durumda kitabı istinsah edebilir. Bunu yaparken de yazısının güzel olmasına değil, istinsah ettiği metnin hatasız olmasına dikkat etmelidir. Kitabı satın almak mümkün ise ödünç
olarak temin etmeye çalışmak hoş bir davranış değildir. Kitabı ödünç olarak temin edecek
olursa bu defa da sahibinin kitaptan istifade etmesini engelleyecek kadar kitabı elinde tutmamalıdır. Aksi hâlde kitabın sahibi kitaptan bir bilgiyi öğrenmede tembellik edebileceği gibi
artık bir başkasına ödünç kitap verme konusunda daha çekingen davranabilir, hatta bundan
imtina edebilir. Bu nedenledir ki ödünç alınan bir kitabın sahibine iadesinin geciktirilmesi
geçmiş ulema tarafından şiddetle tenkit edilmiştir.79 Bununla birlikte Nevevî sahip olunan
bir kitabı başkasına ödünç vermeyi tavsiye ve teşvik etmiştir.80
77
78
79
80
Nevevî’nin burada bahsettiği talebe klasik İslâmî eğitimde müfîd denilen kişiye benzer. Müfîd, başlangıç
seviyesindeki (mübtedî) öğrencilerin dersleri konusunda yardım almak için kendisine başvurabilecekleri ihtisas
aşamasındaki öğrenci ya da eğitimini tamamlamış yetişkin bir fakih olabilirdi. Müfîd bir eğitim kurumunun
personeli olabileceği gibi bu işleri kadroya bağlı olmaksızın da yürütebilmekteydi. Görevi ise normal öğrencilerden
farklı olarak ileri düzeyde araştırmalar yaparak talebeler için faydalı bilgiler üretmekti. Müfîd hakkında ayrıntılı
bilgi için bk. Makdisi, Ortaçağ’da Yüksek Öğretim, s. 287-9.
Nevevî, Kitâbü’l-İlm, s. 110.
Nevevî bu konuda Zührî (ö. 124/742) ve Hatîb el-Bağdâdî gibi âlimlerin sözlerini zikreder (Kitâbü’l-İlm, s. 111).
Nevevî kitabı ödünç vermeyi teşvik ederken geçmiş ulemanın bu konudaki bazı sözlerini de kaydeder. Bunlardan en
dikkat çekici olanlardan biri Süfyân es-Sevrî’den (ö. 161/778) yaptığı şu nakildir: “İlmini saklayan adam şu üç şeyden
birine duçar olur: Ya ilmini unutur, ya ilminin faydasını görmeden ölür ya da kitapları gider kaybolur.” Nevevî’nin
bu konuda zikrettiği kendisinden önceki ulemanın sözleri için bk. Kitâbü’l-İlm, s. 112.
21
Harun YILMAZ
Sonuç
7./13. yüzyılda Dımaşk’ta yaşayan Nevevî’nin el-Mecmû‘ şerhu’l-Mühezzeb adlı eserinin
mukaddimesinde ilim tahsili, hoca, talebe gibi ilmî hayatın temel unsurlarına dair anlattıkları İslâm ilim geleneğinde ilim tahsil sürecinin çeşitli veçheleriyle anlaşılmasına önemli bir
katkı niteliğindedir. Nevevî, ilmi ve ilim tahsilini bu dünyadaki en önemli meşguliyet olarak görürken buna manevi bir boyut da ekler. İlmin ancak Allah rızası için tahsil edilmesi ve
öğretilmesi gerektiğini belirten Nevevî, farklı amaçlarla ilme yönelenleri ise tenkit etmiştir.
Ona göre ilimle meşguliyet aynı zamanda son derece önemli bir ibadettir ve ilme bu şuurla
yaklaşmak kişinin dünyası kadar ahiretini de ilgilendirecek neticeler doğuracaktır.
Nevevî İslâm ilim geleneğindeki tasavvuru yansıtır şekilde ilmî hayatın merkezine hoca-talebe ilişkisini yerleştirmektedir. Hocanın ve talebenin ilim hayatları boyunca nasıl davranmaları gerektiğine dair genel bir ahlakî prensipler bütünü sunmaya çalışan Nevevî, ilimle
Allah rızasını kazanma dışında bir gaye ile meşgul olunmaması gerektiğine vurgu yaparak
hem hocanın hem de talebenin bu duyguyla ilme yönelirken aksi bütün fikir ve düşüncelerden kendilerini arındırmaları gerektiğinin altını çizer. Aslında Nevevî, hoca-talebe ilişkisini
en genel manada bazı erdemler üzerinden ele alır. Bu erdemlerin başında Allah rızasını elde
etme arzusunu sayarken, ilimle meşgul olan zümrelerin kötü duygu ve düşüncelerden bütünüyle arınmaları gerektiği üzerinde de durur. Zira o, ahlaken gelişemeyen bir kimsenin ilmî
olarak da kâmil bir seviyeye erişemeyeceği kanaatindedir ve yüce olan ilim ancak bütün kötülüklerden arınmış bir kalpte elde edilebilir.
Fedakârlık, Nevevî’nin hem hoca hem de talebede olması gerektiğini düşündüğü bir diğer erdemdir. İlmin hem tahsil hem de öğretim süreçlerinin türlü zorluklar içerdiğine değinen Nevevî, bu zorluklar karşısında sabırlı olan, fedakârlık gösteren ve kendisini bütünüyle
ilme adayan kimselerin bu zorlu süreçlerin üstesinden gelebileceğini dile getirmektedir.
Saygı ise hem hocanın talebesine hem de talebesinin hocasına karşı sahip olması gereken bir
başka erdemdir. Hoca talebesinin ilmî ve ahlakî gelişimini bütünüyle gözetmelidir, talebe ise
kendisinden ilim tahsil ettiği hocasına sonsuz bir şükran duymalıdır. Bu açıdan ona göre hoca-talebe ilişkisi bir açıdan baba ile evlat diğer bir açıdan ise doktor ile hasta arasındaki ilişkiye benzer. Son olarak her iki zümre ilmî faaliyetin pratiğini yansıtan dersler konusunda belirli bir edeple bezenmelidir. Ders sırasında hem hocanın hem de talebenin uyması gereken
kural ve ilkeleri genişçe ele alan Nevevî, bunları her iki zümrenin de sahip olması gereken
ahlakın olmazsa olmaz parçaları olarak takdim eder.
Netice olarak Nevevî hoca ve talebenin ne zaman hangi ilmi tahsil edecekleri, ders süreleri, derste soru ve cevap, imtihan, çalışma şekli, eser telifi gibi ilmî hayatın çok farklı dinamiklerine dair dikkat çekici bilgiler verirken İslâm ilim geleneğinin önemli bir dönemine
de ışık tutmaktadır.
22
Bir 7./13. Yüzyıl Âliminin Gözünden Eğitim: Nevevî’nin Hoca ve Talebe Âdâbına Dair Görüşleri
Kaynaklar
Akpınar, Cemil. “İbn Cemâa, Bedreddin.” TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ibncemaa-bedreddin (erişim tarihi: 10.02.2020).
Akyüz, Hüseyin, “Âlimler Peygamberlerin Varisleridir” Hadisinin İsnad Açısından Tenkid ve Tahlili”, Hitit
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 11/22 (2012/2): s. 159-190.
Aybakan, Bilal. “Şâfiî Mezhebi.” TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/safii-mezhebi
(erişim tarihi: 10.03.2020).
el-Bağdâdî, Ebû Bekir el-Hatîb Ahmed b. Ali el-Hatîb. el-Câmi‘ li-ahlâki’r-râvî ve âdâbi’s-sâmi‘ (nşr. Mahmûd
Tahhan). I-II, Riyad: Mektebetü’l-Maârif, 1983.
Bakkal, Ali. “İbn Sahnûn.” TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ibn-sahnun (erişim
tarihi: 10.02.2020).
Bayraktar, Mehmet Faruk. “Zernûcî.” TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/zernuci
(erişim tarihi: 10.02.2020).
Berkey, Jonathan. Ortaçağ Kahire’sinde Bilginin İntikali (trc. İsmail Eriş), İstanbul: Klasik Yayınları, 2015.
Chamberlain, Michael. Knowledge and Social Practice in Medieval Damascus: 1190-1350. Cambridge:
Cambridge University, 1994.
Dakr, Abdülganî. el-İmam en-Nevevi: Şeyhulislâm ve’l-müslimîn ve umdetü’l-fukahâ ve’l-muhaddisîn.
Dımaşk: Dâru’l-Kalem, 1987.
İbn Cemâa, Ebû Abdullah Bedrüddîn Muhammed b. İbrahim el-Hamevî. Tezkiretü’s-sâmi‘ ve’l-mütekellim
fî edebi’l-ilm ve’l-müteallim (nşr. Muhammed Berekat). İstanbul: Dâru’l-Lübâb, 2016/1437. Türkçe
tercümesi: İbn Cemâa, Bedreddin. İslâmî Gelenekte Eğitim Ahlâkı (trc. Muhammet Şevki Aydın).
Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2012.
İbn Sahnûn, Ebû Abdullah Muhammed b. Sahnûn et-Tenûhî el-Kayrevânî, Âdâbü’l-muallimîn, [y.y.], Dâru’lKütübi’ş-Şarkıyye, 1972/1392. Türkçe tercümesi: İbn Sahnûn. Eğitim Öğretimin Esasları (haz. M. Faruk
Bayraktar). İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1986.
İbnü’l-Attâr, Ebü’l-Hasan Alaeddin Ali b. İbrahim. Tuhfetü’t-tâlibîn fî tercemeti’l-İmâm en-Nevevî (nşr. Ebû
Ubeyde Meşhûr b. Hasan Âlü Selmân). Riyad: Dâru’s-Sumay‘î, 1414.
el-Kâbisî, Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Halef el-Maârifî. er-Risâletü’l-mufassala li-ahvâli’l-müteallimîn
ve ahkâmi’l-muallimîn ve’l-müteallimîn (nşr. Ali b. Ahmed el-Kindî el-Merar). Ebûzabî [Abudabi]:
Müessesetü Beynûne, 2009/1430.
Kandemir, M. Yaşar. “Nevevî.” TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/nevevi (erişim
tarihi: 22.02.2020).
Makdisi, George. Ortaçağ’da Yüksek Öğretim: İslâm Dünyası ve Hıristiyan Batı (trc. Ali Hakan Çavuşoğlu −
Tuncay Başoğlu). İstanbul: Klasik Yayınları, 2012.
en-Nevevî, Muhyiddin Yahya b. Mürî, Kitâbü’l-İlm ve âdâbü’l-âlim ve’l-müteallim (nşr. Abdullah Bedrân).
Beyrut: Dâru’l-Hayr, 1993.
en-Nu‘aymî, Ebü’l-Mefâhir Muhyiddin Abdülkadir b. Muhammed. ed-Dâris fî târihi’l-medâris. Beyrut:
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1990.
Özen, Şükrü. “el-Gıyâsî.” TDV İslâm Ansiklopedisi. https://islamansiklopedisi.org.tr/el-giyasi (erişim tarihi:
13.01.2020).
Parladır, Selahattin. “Kābisî.” TDV İslâm Ansiklopedisi. https://islamansiklopedisi.org.tr/kabisi--fakih
(erişim tarihi: 10.02.2020).
es-Sübkî, Tâceddin. Mu‘îdü’n-ni‘am Makam ve Meslek Ahlâkı (haz. Harun Yılmaz − Muhammet Enes
Midilli). İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, 2019.
Yılmaz, Harun. Zengî ve Eyyûbî Dımaşk’ında Ulema ve Medrese. İstanbul: Klasik Yayınları, 2017.
ez-Zernûcî, Burhaneddin. Ta‘limü’l-müte‘allim tarika’t-te‘allüm: el-Mürşidi’l-emîn fi terbiyeti’l-benât ve’lbenîn (nşr. Mustafa Aşûr). Kahire: Mektebetü’l-Kur’ân, 1986. Türkçe tercümesi: İslâm’da EğitimÖğretim Metodu (haz. Y. Vehbi Yavuz). Bursa: İlim ve Kültür Yayınları, t.y.
23
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi • Cilt-Sayı 58 • Haziran 2020 • ISSN 1302-4973 • ss. 25-67
DOI: 10.15370/maruifd.758383
ARAŞTIRMA MAKALESİ / RESEARCH ARTICLE
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif*
1
The Philosophical Crisis of Human Rights: An Islamic Approach
Asım Cüneyd KÖKSAL**
2
Öz: Hanefî usûlünün kurucu isimlerinden Ebû Zeyd ed-Debûsî (ö. 430/1039), dünya
hukuk tarihinde ilk defa temel ve devredilemez insan haklarından bahseden hukukçudur. İnsanın hukuki ve ahlâkî kapasitesini “ehliyet” başlığı altında fıkıh usûlünün
önemli bir bahsi hâline getiren Debûsî olduğu gibi, ehliyeti ilk defa “vücub ehliyeti”
ve “edâ ehliyeti” şeklinde iki kategoriye ayıran da kendisidir. Bu ayrım kendisinden
sonra Hanefî geleneğinde yaygın bir kabul görmüştür. Bu gelenek vücub ehliyetinin
zemininde “zimmet”in, yani modern anlamıyla hukuki kişiliğin bulunduğunu kabul
etmiş ve fakat modern yaklaşımlardan farklı olarak ehliyet ve zimmeti “emanet” ile,
yani Yüce Yaratıcı’ya gönüllü kulluk edebilme sorumluluk ve kabiliyetiyle ve insanoğlunun ezelde Yüce Allah ile yaptığı “İlk Sözleşme” ile irtibatlandırmıştır. Debûsî ilâhî
hitabı anlamanın ilkesi olarak aklı, kişinin hukuki ve ahlâkî yükümlülükler altına girmesinin zemini olarak da zimmeti tespit ettikten sonra, akıl ve zimmetin işlev görebilmesi için insanın üç temel ve devredilemez hak ile, yani ismet, hürriyet ve mâlikiyet
ile donatıldığını ifade etmiştir. Akıl ve zimmet insana Allah tarafından verili olduğu
gibi, bu üç temel hak da O’nun tarafından ve emaneti yüklenen insanın insanlık vazifesini yerine getirebilmesi için bahşedilmiştir. Böylelikle temel ve devredilemez haklar teorisi dünya tarihinde ilk defa İslâm-Hanefî hukuk teorisi içerisinde dile getirilmiş olmaktadır.
Batı’da ius naturale ibaresi hem kadîm bir tarihe sahip olan “doğal hukuk”, hem de “doğal haklar”ı kapsar. Objektif doğal hak/klasik doğal hukuk geleneği ödev ve yükümlülük merkezliyken, sübjektif doğal hak/modern doğal hukuk anlayışı bireysel özgürlük
ve bireyin egemenliği fikri üzerinde temellenmektedir. Klasik doğal hukuk anlayışı, şeylerin düzeni ve amaçlılık (her varlığın kendisine mahsus bir amaca yönelmişliği) fikirleriyle elele yürür. Böylece kâinat bütün unsurlarıyla amaçlı ve ahlâkî bir düzen olmuş
olur. Bazı müellifler modern doğal hakların, klasik doğal hukukun bir devamı olduğunu
savunurken, bazıları ise modern doğal haklar anlayışının doğal hukuktan bir kopuşu
temsil ettiği kanaatindedir. Leo Strauss’a göre Hobbes ve Locke ile başlayan bu dönüşüm, ikisini farklı doktrinler olarak görmemizi gerektiren esasa ilişkin bir dönüşümdür. Michel Villey modern sübjektif doğal hak anlayışını Ockhamlı William ile başlatırken, Brian Tierney söz konusu anlayışının kökenlerini William’dan epeyce önce, 12. ve
13. yüzyılda yaşayan kanon (kilise hukuku) hukukçularının çalışmalarıyla başlatır. Fakat hiçbir araştırmacı, sübjektif doğal haklar ile 11. yüzyılın ilk yarısında vefat eden Debûsî’nin üç temel hakkı arasında bir bağlantı kurmamıştır.
*
**
Bu makalenin yazımındaki çok değerli katkılarından dolayı, kıymetli hocam Prof. Dr. Ahmet Ayhan Çitil’e
müteşekkirim.
Prof. Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Hukuku Anabilim Dalı,
[email protected]
Orcid No: 0000-0002-9840-274X
Geliş/Recieved: 31.03.2020
Kabul/Accepted: 18.05.2020
Asım Cüneyd KÖKSAL
Doğal insan hakları anlayışının Batı’ya mahsus bir icat olduğunu söyleyen ve bu anlayışın kökenlerini en erken 12 ve 13. yüzyıl Orta Çağ Hristiyan hukuk düşüncesinde
bulan yaklaşımların yanısıra, doğal insan hakları anlayışının yine Batı icadı olduğunu
kabul etmekle birlikte bu anlayışın aynı zamanda modern bir icat olduğunu savunanlar da vardır. Modernitenin özne merkezli kavrayışına yönelik eleştirilerde bu düşünce
ortaya çıkar ve bu yaklaşımda doğal insan hakları anlayışı, öznel bireyciliğin ayrılmaz
bir unsuru olarak kavrandığı için kabul edilmeyen bir fikir olarak görülür. Haklar ancak bağımsız birer birey olarak kavranabilen fertler için söz konusu olabileceğine göre,
toplumu esas alan sosyalist ve komüniteryan düşünceler de doğal insan hakları düşüncesini liberalizmin karakteristik bir unsuru olarak görüp reddetmişlerdir. Böyle yaklaşımlar için haklar değil vazifeler esastır. Hukuki pozitivistler ise hak kavramını, metafizik yüklü olduğu gerekçesiyle devre dışı bırakmışlardır.
Batı düşüncesinde John Locke’un (ö. 1704) ifade ettiği ve Debûsî’nin listesiyle aynı olan
üç temel hak, zamanla modern insan hakları anlayışının çekirdek fikrini oluşturmuştur.
John Locke, siyasî toplumun meydana gelmesinden önceki doğa durumunda her insanın hayat, hürriyet ve mülkiyet haklarına eşit olarak ve ellerinden alınamaz bir biçimde
sahip olduklarını ifade eder. Öyle anlaşılıyor ki ilk defa Debûsî’nin dile getirdiği ve sonradan Hanefîlerin müşterek anlayışı hâline gelen ehliyet ve doğal haklar teorisi Locke
tarafından -doğrudan veya Orta Çağ hukukçuları aracılığıyla dolaylı olarak- kendi liberal haklar anlayışı içerisine kısmen sekülerize edilmek suretiyle adapte edilmiş, sonrasında ise bu anlayış daha da sekülerleştirilerek (Tanrı ile alâkası tamamen kesilerek)
bugün bildiğimiz temel insan hakları anlayışının nüvesini oluşturmuştur. Müslüman
toplumlarda toplumsal ve siyâsî hayat esas olduğu için, Hobbes ve Locke gibi düşünürlerin tasavvur ettiği türden muhayyel bir doğal durum (tabiat hâli: status naturae) anlayışına ihtiyaç duyulmamıştır.
Doğal insan hakları düşüncesi 18. yüzyıldaki büyük devrimlere ilham kaynağı olmuştur.
1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nde (Declaration of Independence) Bütün insanların eşit yaratıldıkları ve Tanrı tarafından kendilerine devredilemez bazı haklar verildiği ifade edilir. Bu tarihten 13 yıl sonra, Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde
(Déclaration des Droits de l’Homme et du Citoyen) ise doğal haklar anlayışı kendinde
apaçık bir hakikat imiş gibi kabul edilmekle birlikte bu hakların kaynağına, yani Tanrı’ya herhangi bir atıf yapılmaz.
Doğal insan hakları anlayışı 19. yüzyılda hukuki pozitivizmin hâkimiyeti nedeniyle metafizik bir bakiye olarak görüldüğü için gözden düşmüş, 20. yüzyılın ilk yarısında ise,
iki dünya savaşının oluşturduğu fiilî zorunluluklar sebebiyle tekrar Batı hukuk ve siyaset düşüncesinin gündemine girmiştir. Fakat artık doğal hakların dayandığı metafizik zemin kalmamıştır, bu sebeple günümüzde doğal insan hakları felsefî açıdan bir köken krizi içindedir.
Anahtar kelimeler: İnsan hakları, doğal hukuk, doğal haklar, doğal durum, hürriyet,
mülkiyet, ismet
Abstract: Abū Zayd al-Dabūsī (d. 430/1039), one of the leading figures in Hanafite uṣūl
al-fiqh, is the first who mentioned the basic and inalienable human rights in the history
of jurisprudence. Al-Dabūsī, was the first scholar to introduce the concept of “ahliyya”
i.e. the legal and moral capacity of men, as an important issue of uṣūl al-fiqh (the philosophy and methodology of Islamic jurisprudence), as well, he was the first to divide
the ahliyya into two categories. This distinction was widely accepted in the Hanafi tradition after him. This tradition acknowledged that the “dhimma”, that is, the legal personality in the modern sense, is the basis of the ahliyyat al-wujub, but unlike modern
26
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
approaches, they have established a firm relationship between the legal/moral capacity
of men end the duties of human beings towards the Supreme Creator. Al-Dabūsī determined the reason/intellect as the principle of understanding the divine speech, and he
identified the dhimma as the basis for a person to be under legal and moral obligations.
After that he stated that human beings are equipped with three basic and inalienable
rights, namely ‘iṣma (immunity of life and property), liberty and property, in order for
reason and dhimma to function. Just as reason and dhimma were bestowed on the human being by God, these three basic rights were also bestowed by Him so that man can
fulfill his duty towards humanity. Thus, the theory of basic and inalienable rights was
expressed for the first time in world history by the Islamic-Hanafi legal theory.
The Latin phrase ius naturale covers both “natural law” –which has an ancient historyand “natural rights” in Western legal history. While objective natural rights/classical
natural law tradition is centered on duty and obligation, the concept of subjective natural rights/ modern natural law is based on the idea of individual freedom and the sovereignty of the individual. The classical understanding of natural law goes hand in hand
with the idea of order of things and the teleological conception of universe. Thus, the
universe becomes a purposeful and moral order with all its elements. While some authors argue that modern natural rights are a continuation of classical natural law, others believe that the conception of modern natural rights represents a break with natural
law. According to Leo Strauss, this transformation that started with Hobbes and Locke
is a fundamental one that requires us to see the two as different doctrines. While Michel
Villey started the modern understanding of subjective natural rights with William of
Ockham, Brian Tierney started her origins with the works of canon lawyers, who lived
during the 12th and 13th centuries, well before William. However, no researcher has established a link between subjective natural rights and the three fundamental rights of alDabūsī, who died in the first half of the 11th century.
There are approaches that admit the conception of natural human rights is a Western
invention, and seek the origins of this understanding in the thought of the 12th and the
13th century medieval Christian law. However, there are also approaches that although
admitting that the concept of natural human rights originates from the West, argue that
this conception is a modern invention. In the criticism towards the subject-centered
conception of modernity, this idea emerges, and in this approach, the understanding of
natural human rights is seen as an unacceptable idea as it is perceived as an integral element of subjective individualism. Since rights can only be an issue for individuals who
can be conceived as independent individuals, socialist and communitarian thoughts
have also seen the natural human rights thought as a characteristic element of liberalism and rejected them. Duties, not rights, are essential for such approaches. Legal positivists, on the other hand, undermined the concept of rights on the grounds that it was
loaded with metaphysics.
Three basic rights expressed by John Locke (d. 1704) in the Western thought which were
the same as the list of al-Dabūsī became in time the core notion of the modern understanding of human rights. John Locke says that in the state of nature before the occurrence of political society, every person has the right to life, liberty and property, equally
and inalienably.
It seems that the legal-moral capacity (ahliyya) and natural rights theory, which alDabūsī expressed for the first time, and which later became the common understanding of Hanafis, was partially secularized and adapted by Locke into his own understanding of liberal rights, whether directly by him or indirectly through medieval lawyers.
After him this conception was completely secularized and formed the core of the basic
27
Asım Cüneyd KÖKSAL
understanding of human rights we know today. Since social and political life is essential
in Muslim societies, there is no need for an imaginative state of nature (status naturae)
conceived by thinkers such as Hobbes and Locke.
The idea of natural rights inspired the great revolutions in the 18th century. In the
American Declaration of Independence of 1776, it is stated that all people are created
equally and given some inalienable rights by God. In the French Declaration of Human
and Citizens’ Rights (Déclaration des Droits de l’Homme et du Citoyen), thirteen years after this date, the natural rights understanding is accepted as a clear truth in itself, but no
reference are made again to the source of these rights, that is, God. The idea of natural
rights fell into disarray in the 19th century due to the dominance of legal positivism, but
returned to the agenda of Western legal and political thought in the 20th century due to
actual necessities that emerged from the two world wars. Still, there is no longer a metaphysical ground on which natural rights are based, so today, natural human rights are in
a philosophical crisis of origin.
Key words: Human rights, natural law, natural rights, state of nature, liberty, property,
‘iṣma (immunity of life and property)
28
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
Giriş
Temel ve devredilemez insan hakları anlayışının açık ifadesi, tespitlerimize göre hukuk tarihinde ilk defa Hanefî-İslâm hukuk bilginlerine, daha belirgin olarak söylemek gerekirse de Ebû Zeyd ed-Debûsî’ye (ö. 430/1039) aittir. Debûsî meseleyi ehliyet, yani fertlerin hukuki kapasitesi bağlamında inceler. Ehliyet onun sistemine göre zimmet, akıl ve
emanet kavramlarıyla sıkı biçimde irtibatlıdır ve bu kavramların oluşturduğu anlam haritası içerisinde temel ve devredilemez insan hakları anlamlı hâle gelir. Batı hukuk ve siyaset
düşüncesi tarihinde ise -kadim bir tarihi olan- doğal hukuk düşüncesinden doğal haklar
anlayışına doğru bir dönüşüm gerçekleşmiş ve her insanın doğuştan gelen temel birtakım
haklara sahip olduğu anlayışı, bilhassa John Locke’un (ö. 1704) ifade ettiği ve Debûsî’nin
listesiyle aynı olan üç temel hak, modern dünyada insan hakları anlayışının çekirdek fikrini oluşturmuştur. Sözü edilen dönüşümü açıklamaya çalışan bazı teoriler bulunmakla
birlikte, akademik çalışmalarda Hanefî geleneğinin temel haklar anlayışı ile Locke’un temsil ettiği liberal doğal haklar anlayışı arasında bağlantı kurulmamıştır. Bu makalede bu iki
anlayış arasındaki benzerliklere işaret edilecek, sonrasında 19. yüzyılda hukuk düşüncesi
tarihine intikal etmiş olan ve 20. yüzyıldan itibaren yeniden ihya edilen doğal insan hakları anlayışının felsefi zeminsizliği tartışılacaktır. 19. yüzyılda hukuki pozitivizmin hâkimiyeti altına giren ve belirli bir hukuk sistemini önceleyen doğal haklar anlayışını terk
eden Batı hukuk ve siyaset düşüncesinin, 20. yüzyılda iki dünya savaşının meydana getirdiği fiilî zorunluluklar sebebiyle doğal insan hakları anlayışına dönmeye mecbur kaldığı,
fakat bunu yaparken bu düşüncenin metafizik kökenlerini tamamen gözardı ettiği için doğal insan hakları düşüncesinin felsefi temellendirmesinin başarısız kaldığı tezi işlenecektir. Bu ana fikir Douzinas ve Arendt’in yanı sıra çeşitli hukuk ve siyaset felsefecilerinin de
vurgu yaptıkları insan haklarının siyasi bir tahakküm aracı olarak kullanılması ihtimali
veya tehlikesi ile irtibatlı biçimde ele alınacaktır. Makalenin temel tezi, herhangi bir hukuk
sistemini önceleyen doğal insan hakları düşüncesinin tutarlı bir felsefi temellendirmesinin post-metafizik ve seküler bir bağlamda yapılamayacağı, bunun ancak dinî-metafizik
bir düşünce bağlamında mümkün olabileceğidir.
1. Hanefî Teorinin Zemini: Emanet, Ehliyet ve Zimmet1
Ehliyet, Orta Asyalı Hanefî hukukçular tarafından, insanın dinî ve hukuki bakımdan
muhatap kabul edilmeye elverişli ve yeterli oluşunu ifade eden bir fıkhî terim olarak geliştirilmiştir. Hanefî fıkıh usûlü kaynaklarında ehliyet insanın lehindeki ve aleyhindeki hakların
kendisi hakkında vücûbuna (bir başka ifadeyle hak ve vazifelerin bağlayıcılığına) salâhiyeti
olarak açıklanır.2 Ehliyetin fıkıh usûlü disiplininin değişmez başlıkları arasına girmesini sağ1
2
Makalenin bu birinci başlığının muhtevası, büyük ölçüde şu makaleme dayanmaktadır: “Hanefî Fıkıh Düşüncesinde
Vücûb-Eda Ehliyeti Ayırımı ve Bu Ayrımla İlişkili İki Mesele”, s. 105-122
Buhârî, Keşfü’l-Esrâr, IV, 393; Bâbertî, et-Takrîr, VII, 373.
29
Asım Cüneyd KÖKSAL
layan Debûsî olduğu gibi, ehliyeti ilk defa “vücûb ehliyeti” ve “edâ ehliyeti” şeklinde iki kategoriye ayıran da kendisidir. Bu ayrım kendisinden sonra yaygın bir kabul görmüştür. Kısaca
ifade etmek gerekirse, vücûb ehliyeti insanın şer’î hak ve vazifelere muhatap, vecibeler yüklenmeye ve başkalarını borçlandırmaya salâhiyet sahibi olması, eda ehliyeti ise işlediği fiillerin şer’an itibara alınabilir, yani bunlara dinî-hukuki sonuç bağlanabilir nitelikte oluşuna
elverişli olması demektir.3 Fakihler vücûb ehliyetini “zimmet”e, eda ehliyetini ise akıl ve kudrete dayandırmışlardır.
Debûsî vücûb ehliyetini “şerʻan belirlenmiş hakların kendi üzerine vacib olmasına insanın ehliyeti”4 şeklinde açıklar ve bu ehliyet türünü “ve bu, insanın yüklendiği emanettir”
demek suretiyle Kur’an’da zikredilen5 “emanet” ile özdeşleştirir.6 Buna göre göklerin, yerin
ve dağların kabulden imtina ettikleri ve insanın yüklendiği emanet; ilâhî buyruklara muhatap, mükellef ve sorumlu olma, Yaratıcı’ya gönüllü olarak kulluk edebilme kabiliyet ve
kapasitesine sahip olmaktır. Böyle bir sorumluluk temelini akıl ve zimmette bulur. Ancak
insanın kendisine bahşedilen akıl ve zimmetle sorumlu ve mükellef olabilmesi, üstlendiği
emaneti hakkıyla taşıyabilmesi için yeterli değildir. Böyle bir emaneti taşıyabilmek için
bunun sorumluluklarını yerine getirebilmeye yeterli bir hürriyetin, yol ayrımlarında farklı
şıkları tercih etmeye imkân verecek bir irade özgürlüğünün de insanın tabiatında bulunması gerekir. Ayrıca insanın üstlendiği vecibeleri ifa edebilmesi için yaşadığı dünya içerisindeki eşya üzerinde tasarruf edebilme, yani ihtiyaç duyduğu nesneler ile arasında belirli
bir ihtisas biçiminin, mülkiyet ilişkisinin kurulabilme imkânının da meşru kabul edilmesi
lazımdır. Bütün bunları koruyup tamamlaması ve devamlılığını sağlaması bakımından da
insanın maddi varlığı, hürriyeti ve mülkiyet hakkı diğerlerine karşı korunmalı ve güvenceye alınmalıdır. Bu bakımdan Debûsî vücûb ehliyeti ile hürriyet, mâlikiyet ve dokunulmazlık (ismet) arasında, birbirlerinden ayrılmaları tasavvur edilemeyecek bir bütünlük olduğunu düşünmektedir.
Vücûb ehliyetinin temelinde yer alan zimmet, kişilerin borçlanmasını ve karşı tarafı borçlandırmasını sağlayan bir vasıf olup büyük ölçüde günümüz hukuk dilindeki “hukuki şahsiyet”e tekabül eder. Fukaha zimmeti vücûb ehliyetinin mahalli, yani içinde yer tuttuğu muhayyel bir mekân, bir zarf olarak kabul etmişlerdir.7 Debûsî’nin ifadesiyle “Âdemoğlu zimmet
sayesinde vücûb aleyh ehlidir ve dolayısıyla vücûbun mahalli zimmettir. ‘Onun zimmetinde
falan şey sabit oldu’ denilir ve vücûb başka bir şeye izafe edilmez.”8 Âdemoğlu zimmetiyle
birlikte yaratıldığı için, vücûb ehliyeti de insanın varoluşuyla birlikte varlık kazanır. İnsanoğlunu, kendisine bir sorumluluk yüklenmesine, kendisini bir şeyle mükellef kılınmasına
3
4
5
6
7
8
30
Molla Fenârî, Fusûlü’l-bedâyi‘, I, 283.
ehliyyetü’l-âdemî li-vücûbi’l-hukûk el-meşrû‘a aleyh
33/el-Ahzâb: 72.
Debûsî, Takvîmü’l-edille, 417.
Teftâzânî, Telvîh, II, 348-9.
Debûsî, Takvîmü’l-edille, s. 417.
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
elverişli, lâyık ve sâlih kılan vasıf işte bu zimmettir. Bundan dolayı da vücûb başka bir şeye
değil, ancak zimmete izafe edilir ve canlılar arasında yalnız insanda zimmet bulunduğu için
de vücûb sadece insan hakkında söz konusu olur.9 Debûsî’nin akıl ile zimmeti birbirinden
ayırmasından da anlaşılacağı üzere Hanefî fukahasına göre insanı diğer canlılardan ayırt
eden hususiyet yalnız düşünmek ve bilmekten ibaret değildir, dolayısıyla insanın mümeyyiz vasfı sadece akıldır denilemez. İnsan diğer canlılardan aynı zamanda sorumlu olması, lehinde ve aleyhinde yükümlülükler ihdas edebilmesi, hak ve vazifelere ehil olmasıyla ayrılır.
İnsanı bu manada sorumlu bir varlık kılan hususiyeti ise zimmettir. Buna göre zimmet olmadan aklın var olduğu farz edilecek, mesela insan dışında bir canlıya akıl nakledilebilecek
(veya kendi kendine karar verebilen bir yapay zekâ geliştirecek) olsa, o varlık hak ve vazifelere muhatap ve bunlarla sorumlu olamayacaktır. Bundan dolayı da zimmet ehliyetin sebebi,
akıl ise şartı konumundadır.10
Debûsî vücûb ehliyetinin dayanağı olan zimmetin metafizik kökenini Kur’an’da Allah ile insan arasında gerçekleştiği anlatılan İlk Ahit’e11 dayandırır.12 Zira bu âyette Allah, insanları kendi hitabına layık kılmış, onları muhatap olarak kabul etmiştir. İnsanlar kendi aleyhlerine şahit kılınmış, Allah Teâlâ’nın birliğini ve O’nun kulları üstündeki
haklarını ikrar etmişlerdir. “Şu hâlde onlarda öyle bir vasıf mevcut olmalıdır ki o vasıf
sayesinde kendilerine herhangi bir şeyin vacip olması mümkün olabilsin.”13 Müslüman
geleneğinde “Bezm-i Elest” diye bilinen bu sözleşme, yine Kur’an’da insana yüklendiği
bildirilen emaneti, insanoğlunun kabul edip ona riayet edeceği manasını da içermektedir. Buna göre insanoğlunun hemcinsiyle gerçekleştirdiği bütün ahitleşmelerin, yani
her türlü hukuki muamele ve sözleşmelerin nihai meşruiyeti, onun Yaratıcı ile yaptığı ve
kendisinde borçlu olma ve borçlu kılma kabiliyetinin var olduğunu ispat ve ilan eden bu
ilk sözleşmeye dayanır.
2. Üç Temel İnsan Hakkı: İsmet, Hürriyet ve Mâlikiyet
Debûsî, kendisinden sonra Hanefî teorinin standart ifadesi hâline gelecek olan açıklamasında, insan fertlerini dinî-hukuki sorumluluğun muhatabı, modern ifadesiyle birer hukuki kişi hâline getiren zimmet ve aklı, insanın temel ve devredilemez haklarının, yani dokunulmazlık (ismet), özgürlük (hürriyet) ve mülkiyetin (mâlikiyet) zeminine yerleştirmekte ve
bütün bunları da emanetle birbirinden ayrılmaz biçimde irtibatlandırmaktadır:
9
10
11
12
13
Serahsî, Usûl, II, 333; Buhârî, Keşfü’l-esrâr, IV, 394.
Teftâzânî, Telvîh, II, 348; Kuhistânî, Câmiu’r-rumûz, II, 109; İbn Emîr el-Hâc, et-Takrîr ve’t-tahbîr, II, 164; Tehânevî,
Keşşâf, I, 826; Leknevî, Umdetü’r-riâye, V, 320; Nigerî, Düstûru’l-ulemâ, II, 125; Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkh
Dersleri, s. 505.
7/el-A‘râf: 172.
Debûsî, Takvîmü’l-edille, 417; Serahsî, Usûl, II, 333; Pezdevî, Kenz, IV, 394-5.
Sadruşşeria, Tavzîh, II, 348-9.
31
Asım Cüneyd KÖKSAL
Yüce Allah emanetini taşıması için insanı yarattığı zaman ona akıl ve zimmet bahşedip insan da bu zimmet sayesinde hakların ve yükümlülüklerin bağlayıcı kılınmasına14
ehil hâle gelince, insan için ismet, hürriyet ve malikiyet hakkı sabit olmuştur. Böylelikle
haklarını taşıması ve -Allah’ın “emanet” diye isimlendirmiş olduğu- Allah haklarının
(hukūkullah) kendisi hakkında sabit olması mümkün oldu. Tıpkı kâfirlerle ahitleşip onlara zimmet verdiğimizde dünyada Müslümanların haklarına ve yükümlülüklerine sahip oldukları gibi.
Âdemî (insan) ancak bu ahit ve zimmetle birlikte ve dolayısıyla şeriatın kendisiyle ilgili
yükümlülüklerini üstlenmeye ehil olarak yaratılır, tıpkı ancak hür ve haklarına mâlik
olarak yaratıldığı gibi. Bütün bu kerametler [insanı değerli bir varlık hâline getiren özellikler], yalnızca zimmete dayalı olarak ve Allah’ın haklarını yüklenmiş olduğu için kendisi hakkında sabit olmuştur.15
Debûsî’nin bu çok önemli cümleleri, başta Serahsî (ö. 483/1090) olmak üzere sonraki
Hanefî geleneği tarafından hemen hemen aynı ifadelerle tekrar edilmiştir.16 Hanefî teoride
insanın hür oluşunun zemini ve gerekçesi olan vücûb ehliyetinin temel bir hususiyeti, kişinin
irade ve ihtiyarına bağlı olmaması, yani “cebrî” olmasıdır. İnsanın dinî-hukuki sorumluluğa
ehil, borçlanmaya ve borçlandırmaya kabiliyetli bir biçimde yaratılmış olmasının bir sonucu
olan bu durum, zimmete bağlı olan hakları da kapsar. Yani insanın hür, mülkiyet hakkına sahip ve dokunulmaz bir varlık olması da kendi tercihine bırakılmış hususlar değildir. Debûsî
bu durumu şöyle ifade eder:
Âdemoğlunu buluğdan sonra bağlayan bütün bu şer‘î haklar, ihtiyarına bağlı olmaksızın cebrî olarak -istesin veya istemesin- kendisi için zorunludur (vâcib). Aleyhindeki
zorunluluk/vücûb ona ihtiyarı ve temyizi sebebiyle taalluk etmeyince, vücûbun akıl veya
temyiz kudretine ihtiyaç duymadığı ortaya çıkar.17
Serahsî bu noktayı biraz daha açık biçimde şöyle dile getirir:
İşte bu hüriyet, ismet ve mâlikiyet kişi dünyaya geldiği andan itibaren sabittir, bu hususta mümeyyiz olanla olmayan eşittir. Aynı şekilde kendisine bağlı hakların bağlayıcı
olmasını sağlayan zimmet de hem mümeyyiz hem de gayri mümeyyiz kişiler için eşit biçimde doğumdan itibaren sabittir.18
14
15
16
17
18
32
Debûsî burada “vücûb” kelimesini kullanır. Hakların (hukūk leh) bağlayıcılığı karşı tarafa, yükümlülüklerin (hukūk
aleyh) bağlayıcılığı ise bizzat bu hakların sahibi olan özneye aittir. İnsan bir hukuk kişisi hâline geldikten sonra, sözlü
ve fiilî tasarrufları sayesinde bazen sadece kendisi, kimi zaman sadece karşı taraf, bazı durumlarda da her iki taraf
açısından birtakım hususları bağlayıcı hâle getirebilme kapasitesine sahip olmaktadır.
Debûsî, Takvîm, s. 417.
Serahsî, Usûl, II, 334.
Debûsî, Takvîm, s. 417; Serahsî, Usûl, II, 334.
Serahsî, Usûl, II, 334.
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
Böylelikle, emaneti yüklenen insan, bu emanetin hakkını verebilmek için akıl ve zimmetle donatılmış, ayrıca sorumluluğunu yerine getirebilmesi için devredilemez nitelikteki
üç tane temel hak ile birlikte dünyaya gelmiştir.
Hanefî teorinin insan haklarını temellendirişinde en fazla dikkat edilmesi gereken nokta,
üç temel ve devredilemez hakkın herhangi bir hukuk sistemini önceliyor oluşudur. İnsan
herhangi bir devletin vatandaşı veya herhangi bir hukuk sistemine tabi oluşu sebebiyle değil,
yalnızca insan olması dolayısıyla ve doğrudan doğruya Allah tarafından bahşedilen hakların
sahibidir. Şer‘î hukuk sistemi ise bu hakların içerdiği güvenceleri sağlamakta, yani kendisini
önceleyen bu hakları himaye etmektedir. Özellikle ismet ve mâlikiyet haklarının sağlıklı biçimde işletilebilmesi için hukuk düzeninin bunları himaye etmesi gereklidir.
Hanefî fakihlerin üzerinde durduğu bu üç temel hakkın zemininde hayat hakkı vardır:
İnsan yaşamak için doğar. Seyyid Bey (ö. 1925) bu noktaya dikkat çekerek, fakihlere “İnsan için her yönden sabit ve ona mahsus olan şey nedir?” diye sorulduğunda, “Her şeyden
önce hayattır, yaşamaktır” cevabını vereceklerini söyler. Böylece hayat hakkı hürriyeti ve doğal olarak diğer iki hakkı da öncelemektedir. Yüce kudret insanı yaşamak için vücuda getirmiş ve yaşaması için gerekli sebep ve araçları da ona bahşetmiştir. İşte, insanın yaşamak
için dünyaya geldiği önermesi kabul edilince bunun neticesi olarak ismet, hürriyet ve mâlikiyet haklarının kabul edilmesi de gerekecektir. Buna göre insan ile bu hayat hakkı arasında
her yönden sabit tam bir ihtisas bulunduğu, yani bu ikisi arasında karşılıklı olarak birbirini
gerektirme ve birbirine mahsus olma ilişkisi bulunduğu, söz konusu ilişkiyi sabit kılanın da
ilâhî bir vergi olan insan mahiyeti, yani insanın değişmez doğası olduğu anlaşılıyor. Doğal
haklar anlayışını kabul eden Rousseau ve Kant gibi filozofların doğal haklardan maksadının
bu olduğunu söyleyen Seyyid Bey, onların fakihlerden farklı olarak meseleyi irade ve hürriyetten kavradıklarını ifade eder. Onlara göre hakların esası iradedir, hürriyettir. Fakihler ise
öncelikle hayat hakkını tespit ettikten sonra hayatın zorunlu unsurlarından olan diğer üç
hakkı hayat hakkı üzerine bina ederler:
Bu daha sağlam bir esastır. Ferdciler [individualistler] insan hür olarak doğar diyorlar.
Biz insan yaşamak için doğar diyoruz. Maahazâ bunların ikisi de bir yere varır. Tabirler
başka başka ise de maksad birdir. Çünkü hayat, yaşamak hakkı insan için fıtrî ve cibillî
bir zaruret olunca onun netâyic ve levâzımından olan şeyler de birer zaruret olur. Binâenaleyh yaşamak için zarûrî olan, onun mevkûfun ʻaleyhi olan şeyler de insanın, ferdin
fıtrî ve zarûrî hukūkudur. Hukūk-ı tabîʻîye demek de bu demektir.19
Debûsî’nin ilk olarak zikrettiği “ismet” bir hukuk terimi olarak her şeyden önce can ve
mal dokunulmazlığını ifade eder. Fertler hem diğer fertlerin hem devlet yetkililerinin hukuka aykırı taarruzlarından korunmuştur. Buna göre ismet, içerisinde iki temel hakkı barındıran bir üst kavram olmaktadır. Can ve mal dokunulmazlığını sağlayan unsurun ne olduğu
19
Seyyid Bey, Konferans, s. 18-9, 37-8.
33
Asım Cüneyd KÖKSAL
fakihlerce tartışılmıştır. Hanefî hukukçular, can ve mal dokunulmazlığının temelinde “insanlık” (âdemiyyet) sıfatının olduğunu söylerler: “Dokunulmazlığın temelinde insanlık vardır” (el-ʻismetu bi’l-âdemiyye)20. Hanefîler dışındaki fakihler ise, dokunulmazlığın, dârülislâmda yaşayan Müslüman ve gayrimüslim “vatandaş”ların hakkı olduğunu savunmuşlardır.
Buna göre “dokunulmazlığın temelinde ya iman veya eman (anlaşma) vardır.” Şentürk, Hanefî yaklaşımını “evrenselcilik”, cumhurun yaklaşımını ise “cemaatçilik” şeklinde nitelendirir.21 Hanefî teorinin anahtar kavramı olan “âdemiyyet”, erkek ve kadın, Müslüman ve
gayrimüslim, Hz. Âdem’in soyundan gelmesi bakımından tüm insanları ifade eden bir soyutlamadır. “İnsan haklarının dayandırıldığı evrensel bir kategori olarak ‘âdemiyyet’, Hanefî düşüncesinin bir özelliğidir.”22 Hanefî hukukçulara göre âdemiyyet mülk sahibi olmayı,
nikâhlanarak aile kurmayı ve başkalarıyla anlaşma yapmayı mümkün kılan temel niteliktir.23
Temel hakların korunması ve dokunulmazlık kavramı milletlerarası düzlemde, özellikle
de hasmane ilişkilerin hâkim olduğu dönemlerde ayrı bir önem taşır. Can ve mal dokunulmazlığının insan olmakla mı, İslâm’a girmekle ya da eman ve zimmetle mi kazanılacağı fakihler arasında önemli bir tartışma konusu olmuştur. Şâfiîler’in başı çektiği bir
grup âlim Hz. Peygamber’in, “Allah’tan başka ilâh yoktur demelerine kadar insanlarla
savaşmakla emrolundum; kim Allah’tan başka ilâh yoktur derse malını ve canını benden korumuş olur” (Buhârî, “İʿtiṣâm”, 2, “Cihâd”, 102; Müslim, “Îmân”, 32-33) sözünden hareketle bu dokunulmazlığın İslâm’a girmekle veya Müslümanların himayesini kabul etmekle (eman, zimmet) kazanılacağı, aksi halde can ve malın mubah ve dolayısıyla
savaşın meşruiyetine bizzat küfrün sebep olduğu görüşündedir. Daha çok dönemlerindeki sürekli savaş hâlini ölçü alan ve ona uygun bir teori geliştiren bu fakihlere karşı Hanefîler’le bir grup Mâlikî ve Hanbelî fakihi ise din ve inancına bakılmaksızın insanın
ilke olarak mâsum ve ismet sebebinin de insan olma vasfı olduğu, ancak Müslümanlara savaş açılması ve haklarına tecavüz edilmesi durumunda bu dokunulmazlığın kalktığı, savaşın meşruiyet sebebinin küfür değil Müslümanlara yönelik savaş olduğu görüşünü savunur.24
Hanefîlerin temsil ettiği bu görüşe göre, yüklendiği sorumluluğu yerine getirebilmeleri
için insanlar, salt insan olmaları sebebiyle ismet sıfatıyla donanmış şekilde yaratılmışlardır.
Böylelikle dokunulmazlık insanlığın ayrılmaz bir gereği olarak düşünülür. Dokunulmazlığın düşmesi ise inanç farklılığı sebebiyle değil, Müslümanların can ve mallarına karşı tecavüz suçu sebebiyle gerçekleşir.25
20
21
22
23
24
25
34
Mergînânî’nin el-Hidâye’sinden naklen Şentürk, İnsan Hakları ve İslâm, s. 36.
Şentürk, İnsan Hakları ve İslâm, s. 36.
Şentürk, İnsan Hakları ve İslâm, s. 39.
Şentürk, İnsan Hakları ve İslâm, s. 40.
Şentürk, “İsmet”, DİA, XXIII, 137.
Şentürk, “İsmet”, DİA, XXIII, 137.
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
Görüldüğü üzere Hanefî hukukunda ismet kavramı insan olmaya dayalı olup diğer iki temel hak gibi insana verilidir. Bununla birlikte dokunulmazlığın hukuki açıdan korunabilmesi
için fiilî bir şart olarak velâyet (otorite)26 gereklidir. Bu sebeple ismetin “mukavvime” ve “müessime” olmak üzere iki türünden bahsedilir. Hanefîlere göre ismet-i müessime her yerde geçerli iken, ismet-i mukavvime dârülislâmda ikamet etmeye bağlıdır. İsmet-i müessime, günaha
sebep olan bir suç olarak kabul edildiği için müeyyidesi ahlaki ve dinîdir. İsmet-i mukavvime
ise aynı zamanda hukuki müeyyideye sahip olup cezalandırılabilen ihlalleri ifade eder. Dârülharbde ismetin ihlali, Müslüman yönetimin cezalandırabilme yetkisinin ötesinde olduğu için,
suçlunun yalnız kefaret vermesi gerekir. Şâfiîler ise ismet-i mukavvimenin belirli bir alanla sınırlı olmadığını, dârülislâm olsun olmasın Müslümanların her yerde ismet-i mukavvimeden
yararlandığını savunurlar. Fakat Müslümanların kontrolü dışında yaşayanların dokunulmazlığının nasıl sağlanacağı meselesi, Şâfiîler açısından bir problemdir. Bu fiilî durum sebebiyle
Hanefîler ismet-i mukavvimeyi dârülharbde geçerli görmez. “Hanefîler, insan haklarının evrenselliğine inandıkları hâlde yasal ve siyasi olarak onu müeyyide ile uygulayacak kurumsal
düzenlemelerin eksikliği onları, dârülislâm dışındaki insan haklarının korunmasını ahlaki ve
dinî bir sorumluluk olarak nitelemeye zorlamıştır.”27 Bu yaklaşım, devletin sınırları dışındaki
vatandaşlarını korumakla sorumlu olmadığı anlamına gelir. Hanefîlerin bu yaklaşımının gerçekçi bir bakış açısına dayandığını söylemek mümkündür. İnsan hakkı ihlallerinde uygulanacak yasal yaptırımların ancak devlet sınırları dâhilinde mümkün olup dışarıdaki ihlallere yasal
yaptırım uygulanamayışının kabulü, devletlerin hâkimiyet sahası dışındaki ihlallere müdahale
edebilmelerinin hukuki zemininin günümüzde bile oldukça belirsiz ve problemli olduğu düşünülürse rasyonel bir çözüm kabul edilebilir. Diğer taraftan ismet-i müessimenin her yerde geçerli oluşu, hak ihlallerine karşı ahlaki bir tedbir olarak görülebilir.28
İsmet süreyle sınırlı olup olmamasına göre de “muvakkat” ve “müebbed” şeklinde ikiye
ayrılır. İsmet-i muvakkate, İslâm ülkesine geçici bir süre için emanla giren yabancı (tebaa
olmayan) gayrimüslim (müste’men) için, akitle belirlenmiş geçici bir himayeyi ifade eder.
Başka bir devletin tebaası olan müste’mene geçici bir ikamet izni verilmiştir, bu süre zarfında
can ve mal dokunulmazlığı vardır. Şu hâlde ismet-i muvakkata ile ilişkili olan hukuki himaye, ismet-i mü’ebbede ile olandan zaman açısından daha sınırlıdır. Zamanla sınırlı olmayan mutlak ve müebbed ismet ise din mensubiyeti fark etmeksizin dârülislâmın egemenlik
alanında ikamet eden hür kişilerin hakkıdır. Müebbed ismetin, ayrıca ceza (ukûbât) hükümlerinin tam olarak uygulanması açısından da mutlak olduğu görülür. Nitekim Hanefi mezhebinde İslâm devletinin gayrimüslim tebaası olan zimmînin Müslümana karşı kısas hakkı
vardır. Zira zimmîler de tıpkı Müslümanlar gibi süresiz olan hukuki bağdan istifade ederler.29
26
27
28
29
Johansen, hukuki bir metinde velâyet ile ismet bağlantısının ilk defa net bir şekilde Ebû Yûsuf tarafından ifade
edildiğini söyler (“Der Isma-Begriff im Hanafitischen Recht”, s. 244) (Johansen’in ismet kavramına tahsis ettiği bu
makalesini benim için Almanca’dan tercüme eden değerli öğrencim Meryem Bektaş’a müteşekkirim).
Şentürk, İnsan Hakları ve İslâm, s. 46, 57-8.
Birsin, İnsan Hakları Kuramı, s. 205.
Johansen, “Der Isma-Begriff im Hanafitischen Recht”, s. 248-51.
35
Asım Cüneyd KÖKSAL
Baber Johansen Hanefî hukukçularınca ismetin, devlete bağlılık anlamını ifade eden bir
akit olarak tasavvur edildiğini ileri sürer. Muvakkat hukuki himayeye sahip olan müste’menler ile sürekli himayeye sahip olan zimmîler söz konusu olduğunda bu akdin âşikâr olduğunu, o hâlde Müslümanların devlete bağlılıklarının da bir akde dayanması gerektiğini iddia
edip Kâsânî’nin “İslâm akdi” tabirini hatırlatır.30 Ancak ismetin tazammun ettiği fiilî himayenin somut şartları ile bu himaye fikrinin dayandığı fikrî ve felsefi zemini birbirinden ayırmamız gerekir. Johansen çalışmasında fürû kitaplarına dayalı olarak himayenin fiilî tezahürleri üzerinde durmuş, usûl kitaplarında ifadesini bulan temeli dikkate almamıştır. Hâlbuki
Debûsî ve onu takip eden Hanefî âlimlerin usûl kitaplarında ismetin her türlü dünyevi akdi
önceleyecek tarzda, insan oluş keyfiyetine bağlandığı açıkça görülmektedir.
“Hürriyet” terimi İslâm hukukunda hukuki özgürlük anlamına gelir. Tam bir hukuki kişiliğe sahip insanın kendi iradesiyle eylemde bulunabilmesi, yaptıklarından sorumlu olabilmesi, hak ve vazifelere muhatap olabilmesi hürriyetin temel bazı unsurları arasında sayılabilir. Bununla birlikte akıl ve beden sağlığını, dolayısıyla da eda ehliyetini etkileyen ve Hanefî
usul kitaplarında “ehliyet ârızaları” denilen durumlardan kölelik dışındakiler, hürriyete zarar vermez. Bu anlamda hürriyet, köleliğin zıddıdır. Fakihler insan için asıl olanın hürriyet
olup, köleliğin ârızî (asli olmayıp sonradan) ve geçici olduğunu vurgularlar. Bu anlamda kölelik kişisel anlamda ârızî ve genellikle geçici, uluslararası anlamda ise mütekabiliyet esasına
dayalı olduğu için yine ârızî bir statü olup, bu mütekabiliyet durumu ortadan kalktığı için de
tarihte kalmış bir müessesedir.31
Fukahanın sözünü ettiği hürriyetin, siyasi özgürlük olmadığına dikkat çekmek gerekir.
Siyasi özgürlük, Batı tarihinde geliştirilen bir kavram olup 16. ve bilhassa 17. yüzyılda gelişen mutlakiyetçi (absolutist) yönetim anlayışına, devletin mutlak tahakkümüne karşı fertlerin
(bilhassa mülk sahiplerinin) özgürlüğünü teminat almak üzere uzun siyasi mücadeleler sonucunda kazanılmış bir özgürlüktür. Fransız İhtilali’nin üç ilkesinden biri olan “liberté” bu anlamdaki özgürlüğü ifade eder. Osmanlılar Fransız İhtilali’nin liberté’sini 1774 Küçük Kaynarca
Anlaşması’nın tercümesinde “hürriyet” ile değil, “serbestî” ve “serbestiyet”ile karşılamışlardır.
Bernard Lewis (ö. 2018) “hürriyet”in klasik devirde hukuki özgürlüğü ifade edişine şöyle
temas eder:
İslâm’da özgür teriminin karşılığı, 18. yüzyıla kadar, en çok hukuksal, zaman zaman da
toplumsal bir anlam taşımış ve hukuk açısından bu terim bir köleyi değil, özgür insanı
ifade etmiştir. Siyasal bir bağlamla özgür teriminin de, köle teriminin de kullanılmadığı
30
31
36
Johansen, “Der ʻIsma-Begriff im Hanafitischen Recht”, s. 258 vd. Johansen’in Kâsânî’den aktardığı (s. 245) “الذمة
َ عقد
الذمة
ّ ”في إفادة العصمة كالخلف عن عقد اإلسالم ل يصح ّإلifadesinde geçen “akdü’l-İslâm” ifadesini, devletle
ّ مؤبدا فهذا عقد
yapılan bir akit olarak değil, kişinin kendisini İslâm’ın hükümleriyle bağlayan kararlılığı tarzında anlamak daha
doğrudur.
Ahmet Hamdi Tanpınar, bir fikir adamı ve sanatçı duyarlılığıyla “Fıkıh insanın hürriyeti üzerinde ısrar ediyor. (…)
“Şarkta, bilhassa Müslüman şarkta cemiyet bu hürriyet fikri üzerinde kurulur” derken son derece haklıdır (Huzur,
s. 342).
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
ve yurttaşların hakları için özgürlük eğretilemesinin, baskıcı yönetimler içinse kölelik
eğretilemesinin bulunmadığı klasik İslâm siyasal söyleminde iyi yönetim, kötü yönetim
konusunda pek çok tartışmalar yapılmışsa da bu tartışmalarda konunun üzerinde durulan boyutu özgürlük değil, adalet olmuştur.”32
“Mâlikiyet” İslâm hukuku açısından merkezî terimlerden biridir. Mergînânî (ö.
593/1197), mülk sahibi olmanın insanlığın (âdemiyyet) gerektirdiği bir onur (keramet) olduğunu söyler.33 Serahsî de “İnsan aslen mâlik olmak üzere yaratılmıştır. Böyle olunca, memlûkiyet (başkasının mülkü olma) vasfı insanda sonradan (ârız) olup kaldırılması mümkün
bir niteliktir. Kaldırıldığında da asli hüviyetine dönerek mâlik olabilir hâle gelir” der.34 Şu
hâlde mâlikiyet ile hürriyet vasıfları birbiriyle yakından ilişkilidir. Mâlik olmaya engel olup
kişinin kendisini memlûk hâle getiren kölelik insanın asli bir sıfatı değildir. Serahsî diğer bir
yerde de insanın aslen memlûk değil mâlik olarak yaratıldığını söyleyip memlûkiyet vasfının insanda ancak mâlikiyet vasfını ortadan kaldırmak suretiyle mevcut olabileceğini belirtir.35 İnsanın yaratılış itibarıyla eşya üzerinde mâlik olma vasfı taşıdığının vurgulanması ve
böylece mülk edinme kapasitesinin sonradan, mesela doğal bir durum sonrasında fertlerin
siyasi bir topluluk oluşturmalarıyla birlikte meydana gelmiş olduğunun kabul edilmemesi
önemlidir. Bu aynı zamanda İslâm hukukunun iktisadi bakış açısının da temel unsurlarından biridir.36 Fakat İslâm hukukçuları, insanın hem de özüne ait bir vasıf olarak gördükleri
mâlikiyeti, liberal (sonradan liberteryen) teoride olduğu gibi insanın kendi bedenine teşmil etmezler: Beden insanın mülkü değildir.37 Genel olarak söylemek gerekirse de insan bedeni, insanın saygınlığı (kerâmet ve ihtiram) sebebiyle mülkiyetin konusu olamayacak kadar
kıymetlidir. Fıkıh kitaplarında insan bedeninin parçaları, satıma konu olup olmaması bakımından ele alınır ve mesela insanın kemiklerini ve kıllarını satmanın caiz olmadığı belirtilir. Bunun gerekçesi, insan bedeninin bu kısımlarının necis sayılması değildir -çünkü bunlar
temizdir-, fakat böyle bir satımın yasak olması, insana duyulan saygıdır (ihtiram).38 Satmak,
satıma konu olan nesneyi metalaştırdığı, şeyleştirdiği için bir anlamda onu küçümsemek,
onun kadrini düşürmek demektir. İnsan bedenine ait parçalar ise böyle bir muameleye tabi
tutulamazlar.39 Serahsî, insan bedeninden çıkan süt gibi maddelerin mal olmadığını ifade
32
33
34
35
36
37
38
39
Lewis, İslâm’ın Siyasal Söylemi, s. 100.
( )وأل ّن صفة المالكية كرامة واآلدمية مستدعية لهاMergînânî, el-Hidâye, II, 537.
ّ
ّ
Serahsî, el-Mebsût, XII, 30.
Serahsî, el-Mebsût, X, 53.
Diğer temel unsurun da infak olduğunu ifade edelim.
Fahişeliğin ve böbrek gibi organların satımının legalize edilmesi hakkındaki liberteryen argümanlar için bk.
Brennan, Liberteryenizm, s. 144-7.
Kâsânî, Bedâyi‘, VI, 555.
İnsan bedeninin parçalarını herhangi bir akdin konusu yapmanın yasak oluşunun sebebi, bu parçaların necaseti
değil, aksine kerametidir. Sadrüşşeria, taharet bahsinde insan etinin ve beden dışına çıkmamış kanının haramlığının
sebebinin necaset değil (çünkü bunlar temiz sayılır), insanın saygınlık ve onurunu ifade eden keramet olduğunu
söyler (Şerhu’l-Vikâye, I, 31). Bir şeyi kullanmanın haramlığının sebebi ya necaset ya da keramet olup ikisini birden
örneklendiren bir misal şudur: Tabaklanmış deriden mamul kaplardan abdest almak genel kural olarak caizdir, fakat
bunun iki istisnası olup insan derisinden ve domuz derisinden yapılmış kaplardan abdest almak caiz değildir. Domuz
37
Asım Cüneyd KÖKSAL
ederken, malın insan ihtiyaçları için yaratılan ve insan dışındaki nesnelerden ibaret olduğuna dikkat çeker. “İnsan ise mala mâlik olmak üzere yaratılmış olup, onun mal olması ile
mâlik olması arasında uyuşmazlık vardır.”40 Kişinin kendi bedeni üzerindeki tasarruf hakkı
ise “milkü’l-intifâʻ” terimiyle ifade edilmiştir. Buna göre insan bedeni Allah’a ait olup insanlar bedenlerinin ve organlarının yalnız kullanım hakkına sahiptir.41 Kölelik söz konusu olduğunda da mâlik kölenin bedeninin sahibi olmayıp bedeninin menfaati üzerinde tasarruf
sahibi sayılmaktadır. Bu sebeple diğer mülkiyetlerden farklı olarak kölenin mülkiyeti tam bir
aynî hak doğurmaz ve efendi kölenin bedenine zarar veremez.42 Hanefîlere göre kölesini öldüren efendi kısas edilir.
Bilhassa Hanefî ekolünde mülkiyete yapılan vurgu sebebiyle Johansen Hanefî fıkhında
hukuki kişiliğin prototipini, zimmetten ayrı düşünülmesi mümkün olmayan, ancak yine de
mefhum itibarıyla zimmetten farklı olan mâlikiyette bulur:
Hanefî hukukunu biçimlendirip geliştiren fukahanın birçoğu Irak’ın, Maveraünnehr’in
ve Suriye’nin kasaba ve şehirlerinden çıkan tüccar ve zanaatkârlardı. Bunlar kendi hukuk sistemlerini geliştirirken, sadece vahyedilen metinde değil, aynı zamanda etraflarındaki sosyal ve ekonomik hayatta da tezahür eden şahsî sorumluluk ilkesinden hareket etmişlerdi. Hanefî hukukunun oluşumu, özel mülkiyetin ayırt edici bir rol oynadığı
bir toplumda vuku bulmuştur. (…) Hemen herşey özel mülkiyete konu olabildiği gibi,
mâlik de Hanefî hukukunda hukuk şahsiyetin prototipi olmuştur.43
“İslâm hukukunda mülkiyet sebepleri mubah malı istîlâ, mülkiyet nakledici akitler ve
halefiyet şeklinde üç ana başlık altında toplanabilir.”44 Satım ve hibe ikinci, miras ve vasiyet
40
41
42
43
44
38
derisinden mamul kapla abdest alınamamasının sebebi, bu hayvanın derisinin tabaklanmakla giderilemeyecek olan
aynî necasetidir (bizatihi necis oluşu). İnsan derisinden abdest almanın yasaklığının sebebi ise, tam tersi olarak
keramet-i ilahiyedir (Allah’ın insanlara bahşettiği zâtî saygınlık) (Meydânî, el-Lübâb, s 28).
Serahsî, el-Mebsût, XV, 125.
30 Temmuz 1996 tarihinde Cakarta’da gerçekleştirilen bir toplantıda, insanın kendi bedeni üzerindeki tasarrufunun
niteliğinin, mutlak mülkiyet ifade eden milk-i rakabe veya satım dışındaki tasarrufları içine alan milk-i menfaa
değil, yalnız mutasarrıfın kullanımına açık olan milk-i intifâʻ olduğu ittifakla kabul edilmiştir (Özdemir, Beden
Üzerinde Tasarruf ve Organ Nakli, s. 74).
Özdemir, Beden Üzerinde Tasarruf ve Organ Nakli, s. 76-7.
Johansen, “Secular and Religious Elements in Hanafite Law”, s. 190-1.
Bardakoğlu, “İstîlâ”, DİA, XXIII, 359. Mecelle’nin 1248. maddesi şöyledir: “Esbâb-ı temellük üçtür. Birincisi beyʻ ve
hibe gibi mülkü bir mâlikten diğer mâlike nakildir. İkincisi ırs gibi bir kimsenin diğere halef olmasıdır. Üçüncüsü
mâliki olmayan bir mubah şeyi ele geçirmektir. Bu dahi ya hakîkîdir ki ol şeye hakikaten vazʻ-ı yed eylemektir.
Yahut hükmîdir ki yağmur suyu biriktirmek içün bir kap koymak ve av içün tuzak kurmak gibi sebebini tehyie ile
olur.” İhrazın yukarıdaki Mecelle maddesinde ifadesini bulan hakîkî ve hükmî şeklinde iki kısımda ele alınmasının
da niyet ve bazı hukuki sonuçlar açısından önemi vardır: “İhrâz av hayvanını yakalamak, nehirden su almak, otu
biçmek, odunu toplamak gibi mubah mala bilfiil el koymak şeklinde olabileceği gibi yağmur suyu biriktirmek için
havuz yapmak, av için tuzak hazırlamak, avcı kuş ve köpeği salmak şeklinde de olabilir. Fakihler birinci türe hakiki,
ikincisine hükmî ihrâz adını verirler (...). Hakiki ihrâzda fiil kasıt yerine geçtiğinden fiilin tamamlanmasıyla mubah
mal da mülkiyete geçmiş olur. Hükmî ihrâzda ise mülkiyetin geçişi için niyet ve kasıt aranır. Ayrıca hükmî ihrâzın,
hakiki ihrâz gerçekleşinceye kadarki safhada mubah mal üzerinde zayıf bir mülkiyet hakkı doğurduğu da ifade edilir
(...). Bu son ayrıntı av hayvanının kaçması, suya başkası tarafından el konulması gibi durumlarda mülkiyet ihtilâfını
çözmeye yarar” (Aktan, “İhrâz”, DİA, XXI, 543).
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
üçüncü grubun örnekleridir. Mubah mal, malın henüz mülkiyet altına girmeden önceki asli
durumunu ifade eder. Av hayvanları, kaynak ve yağmur suları, sahipsiz yerde kendiliğinden
biten otlar, meyve ve ağaçlar menkul mubah malın, tarım yapılmayan (mevât) arazi de gayrimenkul mubah malın en bilinen örnekleridir. “İstîlâ”, bu tür malların mülkiyet altına alınması sürecinin başlangıcını ifade eden terimdir.45 Fıkıh kitaplarında “ihrâz”, “hiyâze”, “yed”
ve “vaz‘u’l-yed” gibi terimler de istîlâ ile eşanlamlı veya çok yakın anlama gelecek şekilde
kullanılmıştır. İstîlâ güç kullanımına dayalı olarak sahipsiz malın ilk işgali, ihrâz ise mubah
menkul malların belli bir emek ve usulle korunup bu mallar üzerinde mülkiyetin kazanılmasının son safhasını teşkil eden fiilî hâkimiyet anlamında kullanıldığında, bu iki terim mubah
malı mülkiyete geçirme işleminin iki safhasına işaret etmiş olmaktadır. “İstîlâ” ve “ihrâz” ile
ifade edilen ilkten mülk edinme yolları arasında avlanma, kimseye ait olmayan ve mevât arazinin ihyası (toprağın sınırının belirlenip temizlenmesi, tarıma elverişli hâle getirilip işlenmesi), maden ve define bulmak, yağmur ve kaynak sularını biriktirmek, ot ve odun toplamak gibi hususlar sayılabilir.46
İslâm hukukunun mülkiyet anlayışı ile modern liberal mülkiyet teorisi çeşitli açılardan
karşılaştırılmaya elverişlidir. Locke’un modern liberal anlayışın temelinde yer alan mülkiyet
nazariyesi, mülkiyetin temelini, insanın kendi varlığı ve bedeni üzerindeki mülkiyet hakkına
bağlamaktadır. Buna göre insan bedenine tam anlamıyla mâlik olup bedeninin emeğine de
bu yolla mâlik olmaktadır. Emek-değer teorisi olarak bilinen ve iktisat bilimini derinden etkileyen bu teoriye göre, bir kişi bir şeye emeğini kattığında ona mâlik olma hakkını edinmektedir. Böylece doğal durumda ortak mülkiyetin nesnesi olan yeryüzü, bedenin bir uzantısı olarak emek sayesinde kişisel mülkiyete dönüştürülmektedir:
Yeryüzü ve diğer bütün ast Yaratıklar İnsanların tümüne ortaklaşa ait olmasına rağmen
her insan yine de kendi Kişisi üzerinde bir Mülkiyete sahiptir. Bunda kişinin kendisinden başka hiç Kimsenin Hakkı yoktur. Kişinin Bedeninin Emeği ve Ellerinin İşi diyebiliriz ki tam anlamıyla kendisinindir. Doğanın sağladığı ve içinde muhafaza ettiği şeylerden, İnsan, Emeğini kattığı ve kendi özüne ait olan bir şeyleri birleştirdiği bu Durumun
dışına çekip çıkarır ve bu yolla bu şeyi Mülkiyeti hâline getirir.47
45
46
47
Bardakoğlu, “İstîlâ”, DİA, XXIII, 359.
Bardakoğlu, “İstîlâ”, DİA, XXIII, 359; Aktan, “İhrâz”, DİA, XXI, 543. İslâm’da insan haklarının çeşitli yönlerine dair
ayrıntılı bilgi için bk. Mehmet Birsin’in İslâm Hukukunda İnsan Hakları Kuramı (İstanbul: Düşün Yayıncılık, 2012).
Locke, Yönetim Üzerine İkinci İnceleme, s. 24. “Though the Earth, and all inferior Creatures be common to all Men,
yet every Man has a Property in his own Person. This no Body has any Right to but himself. The Labour of his
Body, and the Work of his Hands, we may see, are properly his. Whatsoever than he removes out of the State that
Nature hath provided, and left in it, he hath mixed his Labour with, and joyned to it something that is his own, and
thereby makes it his Property” (Two Treatises of Government, s. 287-8) (imla Locke’un kendi tercihidir, büyük harfli
kelimelere özel bir vurgu yapmaktadır). Kişinin kendi bedeni üzerindeki mülkiyet hakkının, yaşamı üzerinde keyfî
bir hakka yol açmadığını ilave etmek gerekir. Yani Locke’a göre kişi kendi yaşamı üzerinde keyfî bir iktidara sahip
olmadığı için, mesela yaşamını sonlandırma içerikli bir sözleşmeyle yaşam hakkını bir başkasına devredemez veya
kendisini başkasının kölesi yapamaz (Yönetim Üzerine İkinci İnceleme, s. 21-2, 113-4).
39
Asım Cüneyd KÖKSAL
Locke’un bu teorisi bizim açımızdan bilhassa, mülkiyeti beden üzerindeki mülkiyete dayandırması ve mülkiyetin doğası hakkındaki tasavvuru bakımından önemlidir. Felsefi akımlardan emprizmin de kurucusu olan Locke’un emeği bedenle irtibatına bağlamasının felsefi
bir ehemmiyeti vardır. Şöyle ki, Descartes’ın zihin ve beden düalizmi ve bu keskin ayrım ile
irtibatlı olarak zihne tanıdığı birtakım ayrıcalıkları (doğuştan gelen fikirler, Tanrı’nın bile
müdahale edemeyeceği kesin bilgiler gibi), Locke bir deneyci olarak bedene ve bedenin ihsaslarına (duyum) atfeder. Onun nazarında zihin bir tabula rasa olduğu için doğuştan gelen bilgiler yoktur, her türlü bilgi tecrübe ile edinilir. Tecrübe de duyularımızdan edinildiği
ve duyu bilgisi bedene bağımlı olduğu için, Locke açısından bedenin ayrıcalıklı bir konumu
bulunmaktadır.48 Locke’un mülkiyet nazariyesi, İslâm hukukunun “istîlâ” ve “ihrâz” terimleriyle ifadesini bulan aslen iktisap anlayışına önemli ölçüde benzer. “İmam Şafii özel mülkiyetin temelinde insan emek ve amelinin yer aldığını, bilhassa mubahlar üzerindeki mülkiyetten
elde edilecek faydanın bunların elde edilmesi için verilecek emekle orantılı olması gerektiği
düşüncesini en açık bir şekilde savunarak mülkiyetle emek arasında doğrudan bir ilişki kurar. İbn Haldun (ö. 808/1406) da daha çok iktisadî mülahazalarla mülkiyeti emekle irtibatlandırıp gerek bir sanat ve beceri yoluyla gerekse hayvanlardan, bitkilerden ve madenlerden
faydalanma yoluyla üretilen her kazanç ve malın insanın gücü ve emeği sayesinde elde edileceğini belirtir. Ona göre emek harcanmadan bir şey elde edilmez ve faydalanmak imkânı
ortaya çıkmaz.”49 Şâfiî (ö. 204/820) ve İbn Haldun gibi âlimlerin emekle mülkiyet arasında
kurdukları doğrudan ilişki, İslâm hukukunun mülkiyetin temelini açıklarken emeğin temel
kavram hâline gelmesini sağlamamış, fıkıh kaynaklarında ve fakihlerin ifadelerinde emek
anlamına gelecek bir kavram üzerinde vurgu yapılmamış olmakla birlikte, “istîlâ” ve “ihrâz”
terimleri emek anlamını da genellikle tazammun etmektedir.50 Ancak Locke’un mülkiyet teorisinin önemli bazı tazammunları daha vardır. Locke’un bu nazariye ile burjuvanın emekle
meydana getirdiği sermayenin meşruiyetini ve buradan hareketle burjuvanın yönetme hakkını aristokrasiye karşı müdafaa etmekte olduğu gibi, Avrupa’nın sömürgecilik hareketlerine
de meşruiyet sağlamakta olduğu ifade edilmektedir.51
48
49
50
51
40
Locke’un bilgi teorisinin ayrıntıları için An Essay Concerning Human Understanding adlı eserinin birinci kitabına
bakılabilir (Locke’ta bedenin önceliğinin emprizmle bağlantısına dikkatimi çeken değerli hocam Ayhan Çitil’e
müteşekkirim).
Hacak, “İslâm Hukuk Düşüncesinde Özel Mülkiyet Anlayışı”, s. 112. Hacak, Şâfiî’nin el-Ümm (Bulak 1321-26, III,
265, 266) ve İbn Haldun’un el-Mukaddime (İstanbul 1989, II, 332) isimli eserlerine atıf yapmaktadır.
Özdemir, Locke’un mülkiyet nazariyesinin İslâm hukukunun aslen iktisap anlayışına benzerliğine dikkat çekip onun
bu görüşlerini temellendirmek için İslâm hukukunun temel kaynaklarından yararlanıp yararlanmadığı sorusunu
gündeme getirir. Fakat fukahanın mülkiyetin iktisabını ihraz ile açıklamasının, emekle açıklamaya nazaran daha
objektif olduğunu da ilave eder. Zira “mülkiyetin iktisabının emekle açıklanması emeksiz elde edilen nesnelerin
mülkiyetini tartışmalı hâle getirir” (İslâm Hukukunda Mülkiyet, s. 36-7).
Locke İnsanın Anlama Yetisi Üzerine bir Deneme (An Essay Concerning Human Understanding) isimli eserinin
Tözlerin Adlarına Dair (“Of the Names of Substances”) başlığında, “insan” kavramının sabit bir özü bulunmadığını,
“insan” ve “hayvan” kelimelerinin, birbirinden keskin sınırlarla ayrılmış özlere işaret etmediğini ileri sürer. Kitabının
çeşitli yerlerinde insanı insan yapan şeyin ne olduğu hususunda belirsiz bir dil kullanır, bir yerde bir İngiliz çocuğun,
İngiltere’de tek bir deri renginin (beyaz) mevcut olmasından ötürü zencilerin insan olmadığını ispatlayabileceğini
söyler (İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme, II, 304-5 [IV. vii. 16]). Kendisinin bu argümana katılmadığı
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
3. Batı’da Doğal Hukuk ve Doğal Haklar
Batı’da hem “doğal hukuk” (ki kadim bir tarihi vardır), hem “doğal haklar” terimlerinin
kökeni, Roma hukukundaki ius naturale ifadesine dayanır. Bazı müellifler bu iki terim yerine “klasik doğal hukuk” ve “modern doğal hukuk” demeyi tercih etmekte, bazıları da “objektif doğal hak” ve “subjektif doğal hak” ifadelerini kullanmaktadır. Bu iki kavramın ilişkisi
konusunda iki temel görüş vardır. İlkine göre doğal haklar (sübjektif doğal hak), klasik doğal
hukukun sekülerleşmiş bir devamından ibarettir: “Modernizmle birlikte daha önceleri doğal
hukuk denen şeye doğal haklar denmeye başlanmıştır. Bu, ilkede veya esasta bir dönüşüm
değil, bir vurgu değişikliğidir.”52 İkinci görüşe göre ise ikinci yaklaşım birincinin bir devamı
olmayıp ikisi arasında radikal bir kopuş vardır. Hobbes (ö. 1679) ve Locke ile başlayan bu dönüşüm, ikisini farklı doktrinler olarak görmemizi gerektiren esasa ilişkin bir dönüşümdür.
52
anlaşılıyor ise de bunun niçin yanlış olduğunu açıkla(ya)maz. Başka bir yerde ise budalaların, zekâ geriliği ile
malûl kişilerin (changelings) insan ve hayvandan farklı bir tür olduğunu söyleyerek “insan” kümesini belirsiz hâle
getirir (İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme, II, 250-1 [IV. kitap, iv, 13]). Robert Bernasconi, Locke’un insan
anlayışına dair yazdığı makalede (Irk Kavramını Kim İcat Etti?, s. 26), filozofun dili ikili bir biçimde kullanarak,
fiilen pratiğinde bulunduğu Atlantik köleliği uygulaması ile insanın mahiyetine dair teorisi arasında ilginç ilişkiler
kurmaktadır. Locke “insanlar sözcüklerinin konuştukları diğer insanların zihinlerinde yer alan idelerin de
işaretleri olduklarını varsayarlar” demektedir (İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme, II, 18 [III. kitap, ii, 4]).
“Ortak kullanım sessiz bir uzlaşmayla işler; bu sayede bazı sesler bazı fikirlere uygun hâle gelir (…) Herhangi bir
konuşmada konuşan kişi felsefi, yani mükemmel bir iletişimi mümkün kılacak bir şekilde, tanımlanmış bir dil ile
konuşmadıkça, ‘iki dil’le birden konuşmuş olur.” Bernasconi ilgili makalesinde, Locke’un felsefi başyapıtından birçok
referanslarla bu süreci ustalıklı biçimde tasvir ve analiz eder. Locke’un Afrikalı köle ticaretini organize eden Royal
African Company’de hisseleri vardı, ayrıca kendisi 37 yaşında iken, Carolina Anayasası’nın kaleme alınmasında
katkıda bulunmuştu. Bu anayasada yer alan bir maddede şöyle deniliyordu: “Her özgür Carolinalı, sahibi olduğu
Zenci köleler üzerinde, söz konusu köleler hangi fikre sahip veya dine vb. mensup olursa olsun, mutlak iktidar
ve otorite sahibi olacaktır.” Mutlak iktidar, yaşam ve ölümü kapsayan en güçlü iktidarı ifade ediyordu. Bu madde,
Hıristiyanları köleleştirmenin yanlış olduğu şeklindeki kanaatin vücuda getirdiği belirsizliği gidermeyi sağladı,
böylelikle sahiplerinin köleleri üzerindeki hâkimiyetinin kölelerin inancından bağımsız olarak mutlaklaştırılması
temin edilmiş oldu (Irk Kavramını Kim İcat Etti?, s. 13-4). Locke’un, Amerikan yerlilerinden uygar toplumlardan
eksik taraflarını demirin yokluğuna bağladığı bağlamlarda aynı açıklamayı Afrika halkları hakkında yapmayıp
sessiz kalması, “insan” kavramı hakkında yukarıda bir kısmı aktarılan problemli ara alanlar dikkat çekicidir.
Bernasconi’ye göre Locke insanın tanımında belirsizlikler bırakması ve İkinci İnceleme’nin başında kimlerin özgür
olarak dünyaya geldiğini net biçimde tasvir etmemiş olması sayesinde böyle bir tasvirin içine tüm dünya halklarının
girmesi engellenmiş ve böylelikle kendisinin de dâhil olduğu köle ticaretinin çelişkileri görünür kılınmamıştır. İki
İnceleme’nin Locke ile okuyucuları arasında sessiz bir anlaşmaya dayandığını söyleyen yazar, şöyle devam ediyor:
“Kitapta İngilizlere hitap edilmişti. Esas olarak onların özgürlüklerini güvence altına almaya yönelik bir çabaydı.
‘İnsan’ denildiğinde ‘İngiliz’ anlaşılıyordu” (Irk Kavramını Kim İcat Etti?, s. 29). Locke’un projesinin siyasi etkisi
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ne kadar uzanacak ve dilin bu muğlak kullanımı sayesinde bu belgede söz konusu
edilen hakların sahibi olan halklara kimlerin dâhil olacağı belirsiz kalacaktır. Locke’un İkinci İnceleme’de tasvip ettiği
kölelik anlayışı ile bilfiil içinde bulunduğu kölelik uygulaması arasındaki bir uyumsuzluk vardır. Locke köleliği doğal
hukukla meşrulaştırmış fakat bunu Aristoteles’ten farklı bir tarzda yapmıştır. Ona göre meşru bir savaşın fatihleri
esirlerini köleleştirme hakkına sahiptir. Kişi haksız bir savaşa girişerek akılla değil öfkeyle hareket ederse, insandan
ziyade bir hayvan gibi davranırsa yaşama hakkını kaybedip kendini köle olmaya uygun hâle getirir. Şu hâlde kölelik
esasen bir hakkın ıskâtı niteliğindedir (Yönetim Üzerine İkinci İnceleme, s. 22, 119). Haklı veya haksız bir savaş
içinde bulunmak sivil toplumların niteliği olduğuna göre, doğal hâlde yaşayan veya kendilerince bir sivil toplum
kurmuş olup Avrupalı halkların saldırısa uğrayan yerli halkların köleleştirilmesi bu teoriye göre meşru olmamalıdır.
Bernasconi, Locke’un bu uyumsuzluğu, yukarıda tasvir edilen dilin ikili kullanımıyla aşmaya çalıştığını gösterir.
Locke’un teorisinin sömürgeci tazammunları için ayrıca bk. Sunar, “Modern Zamana Geçerken Bedenleşen İnsan”.
Uslu, Doğal Hukuk ve Doğal Haklar, s. 39.
41
Asım Cüneyd KÖKSAL
Objektif doğal hak/klasik doğal hukuk geleneği ödev ve yükümlülük merkezliyken, sübjektif doğal hak/modern doğal hukuk anlayışı bireysel özgürlük ve bireyin egemenliği fikri üzerinde temellenmektedir.53
Klasik doğal hukuk anlayışı, şeylerin düzeni fikriyle el ele yürür. Eski Yunan’dan beri var
olduğu bilinen bu anlayış, evrendeki canlı ve cansız her varlığın, kendi varoluşunun gayesine erişmesi anlamında bir amaçlılık ve kemâle erme fikrini ihtiva eder. Böylece kâinat bütün unsurlarıyla amaçlı ve ahlaki bir düzen olmuş olur. Böyle bir dünya içinde yaşayan insan
da kendini ancak şehir büyüklüğünde bir topluluk içerisinde gerçekleştirir, bütün erdemlerini kuvveden fiil hâline çıkarabilir.
Ne var ki tüm bunlar modernite ile birlikte kökten değişti. Gelenek, tarih ve toplumdan
arınmış birey, sosyal-siyasal örgütlenmenin temeli ve ilkesi hâline geldi. Antik dünyanın
doğal hiyerarşisinin yerini, Marx’ın isabetli ‘katı olan her şey buharlaşıyor’ ifadesinde
olduğu gibi, devingen ve dinamik bir toplumsal düzen aldı. Ödevin yerini bireysel haklar aldı, iyi ahlakilikten ayrıldı. Antik dünya önce iyi olanı tanımlayıp sonrasında bu tanımdan ahlaki ve hukuki ödevleri türetirken, modernler için iyi olan hak anlamına gelir.
Hak sahibi olmanın anlamı, kişisel çıkar peşinde –ahlâk, hukuk- yasasına itaat ederek
özgürce hareket etmektir. Buharlaşmayıp moderniteyi motive eden şey bireysel arzudur.
Modernite, sadece bireyi taçlandırmak değildir; özgür irade hükümdarlığının ve onun
karanlık refakatçisinin, arzunun çağıdır.54
Klasik doğal hukukun 20. yüzyıldaki önemli savunucularından Leo Strauss (ö. 1973)
modern doğal hukuk anlayışının Hobbes ve Locke ile başladığını ve klasik anlayıştan radikal
bir kopuşu temsil ettiğini savunur. Hobbes’a göre: “Adaletin ne insanüstü, ne de doğal bir dayanağı vardır. İnsani olan her şey, değişmez adalet ilkelerine tabi kılınamayacak ölçüde değişkendir.”55
O, doğal yasayı insanın kendi varlığını koruma arzusundan çıkarır. O hâlde ona göre hukukun temelinde vazife değil, hak vardır:
O halde, doğal yasayı kendi varlığını koruma arzusundan çıkartmak gerekiyorsa; başka
bir deyişle, bu arzu tüm adaletin ve ahlakın temelini oluşturmaktaysa, temel ahlaki olgu
bir ödev değil, bir haktır. Tüm ödevler, temel ve vazgeçilmez olan kendi varlığını koruma hakkından kaynaklanır. Bu yüzden de, mutlak ya da koşulsuz herhangi bir ödev
yoktur. Ödevler, ancak yerine getirilmeleri hayatımızı tehlikeye atmıyorsa bağlayıcıdır.
Sadece kendi varlığını koruma hakkı, kayıtsız şartsız ya da mutlaktır. Doğa gereği, bir
tek noksansız hak vardır; buna karşılık, hiç bir ödev noksansız değildir. İnsanın doğal ödevlerini belirleyen doğa yasası gerçek anlamda bir yasa değildir. Temel ve mutlak
53
54
55
42
Uslu, Doğal Hukuk ve Doğal Haklar, s. 38-40, 50.
Douzinas, İnsan Hakları ve İmparatorluk, s. 37.
Strauss, Doğal Hak ve Tarih, s. 210.
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
ahlaki olgu bir ödev değil, bir hak olduğu için, sivil toplumun sınırları kadar işlevi de insanın doğal ödevine göre değil, doğal hakkına göre tanımlanmalıdır. Devletin işlevi erdemli bir hayat yaratmak ya da böyle bir hayatı teşvik etmek değil, herkesin doğal hakkını korumaktır. Ve devlet iktidarı mutlak sınırını, başka herhangi bir ahlaki olguda
değil, bu doğal hakta bulur. Eğer insanın ödevlerini değil de haklarını temel siyasi olgu
olarak kabul eden ve devletin işlevini bu hakları korumak ya da himaye etmek olarak
saptayan siyasi öğretiyi liberalizm olarak adlandırıyorsak, Hobbes’un liberalizmin kurucusu olduğunu da söylememiz gerekmektedir.56
Bunlardan çıkarılacak sonuç ise Hobbes’un modern doğal hukuk öğretisinin kurucusu
oluşudur:
Doğal ödevlerden doğal haklara doğru gerçekleşen bu değişim en açık ve en etkili ifadesini, Hobbes’un, hiç dolambaca kaçmadan, kayıtsız şartsız bir doğal hakkı [kendi varlığını koruma hakkı]nı tüm doğal ödevlerin kaynağı hâline getiren ve sadece ödevleri koşula bağlayan öğretisinde bulur. Hobbes, hususi bir biçimde modern olan doğal hukuk
öğretisinin kurucusu ve klasik sözcüsüdür.”57
Fransız hukukçu Michel Villey (ö. 1988) ise, Batı hukuk düşüncesi tarihinde, sübjektif
doğal hak anlayışının Ockhamlı William tarafından kurulduğu ve bu anlayışın klasik doğal
hukuk anlayışından bir sapma olduğu kanaatindedir:
Roma hukukunda hakları konu edindiği ve 1962’de yayınlanan makalelerinde objektif ve
subjektif doğal hak ayrımını ilk yapan kişi Michel Villey’dir (...). Villey’in çalışmalarındaki ana tema doğal hukuk ile doğal hakların birbiriyle uyuşmadığının tarihsel kanıtlarla sergilenmesidir. Villey, modern subjektif doğal haklar fikri ile klasik objektif doğal
hak geleneğini karşılaştırır ve bunların birbirleriyle bağdaşamayacak kadar ayrı şeyler
olduğunu ileri sürer. Villey, Latin ius naturale tabirinin geleneksel olarak ‘doğal olarak
âdil/doğru olan şey’ (just) ya da doğal hukuk/yasa anlamına geldiğini belirtir. Romalı
hukukçular ius’u kullandıklarında her zaman objektif bir şeyi kastetmişlerdir. Ius basitçe
hakkı işaret etmez ve ius’un hak (subjektif hak) olarak çevrilmesi anlamı vermekte başarısız kalır. Objektif doğal hak (objective natural right) bireyin kişisel tercihlerinin üstünde ve ötesinde Tanrı, doğa veya yasa gibi bir kaynağın evrensel adâlet ve hakkaniyet
iddialarıdır. Subjektif doğal hak (subjective natural right) ise tamamen farklı bir şeydir.
Subjektif doğal hak eylemde bulunmak için ‘bir yeti (faculty), bir kabiliyet (ability), bir
özgürlüktür. Subjektif doğal hak özel olarak bireyin bir gücü/yetkisidir (power). Bireyin
tercih özgürlüğüne ve kendi çıkarlarının önceliğine işaret eder. Villey yasa ya da objektif
hak olarak anlaşılan ius’un kişinin yetkisinin (power) üzerinde bir kısıtlama olduğunu
belirtir. Villey’e göre bu iki kavram birbiri ile kökten uyuşmayan zıt kavramlardır ve Romalılar subjektif hak kavramına sahip değillerdir (...)
56
57
Strauss, Doğal Hak ve Tarih, s. 212-3.
Strauss, Doğal Hak ve Tarih, s. 213-4.
43
Asım Cüneyd KÖKSAL
Villey subjektif doğal haklar kavramının ilk formülasyonu[nu] Orta Çağ sonlarında nominalist felsefede bulmaktadır. Villey, 14. yüzyıl Franciscan filozofu Ockhamlı William’ı
(1300-1349) subjektif doğal hakların ilk kurucusu olarak kabul eder. William semantik
bir devrim yapmıştır. Ius ve potestas yani hak/yasa (right/law) ve yetki/iktidar (power/faculty) kavramlarını birleştirmiştir. Villey’e göre Ockhamlı William’ın hak anlayışında objektif doğal hak veya hukuka hiç yer yoktur. William haklar sistemini bireyin kendi keyfine göre kullanılacak yetkileri etrafında oluşturmuştur. Böylece, objektif hakkın boşalttığı
alan, subjektif birey haklarıyla doldurulmuş olmaktadır. Villey’e göre, Ockhamlı William
hukuki düzenin tamamının Tanrı’nın iradesinden türediğini ve Tanrı’nın insanlara mülkiyet (property) elde etme ve yöneticilerini seçme hakkı verdiğini düşünüyordu. İnsanlara
Tanrı’nın verdiği bu yetki subjektif hakkın kaynağı olarak görülmektedir. Villey bunu talihsiz bir sapma olarak görmekte ve kendisi eski kavramı tercih etmektedir.58
Villey’e göre William ius’u sübjektif hak şeklinde tanımlamak suretiyle semantik bir devrim yapmıştı. Villey onun bu yaklaşımının nominalist metafiziğiyle uyum içinde olduğunu
düşünüyordu. Ancak Villey’in bu yaklaşımı Brian Tierney tarafından eleştirilmiştir. Doğal
hukuk ile doğal haklar arasında gerçek bir çatışmayı kabul etmeyen Tierney’e göre, Tanrı’nın
mutlak iradesini önceleyen bir voluntarist ve bir nominalist olan William ile aynı metafizik
öncülleri kabul eden Hobbes, hukuk ve siyaset sahasında çok daha farklı sonuçlara ulaşmıştır. William hukukla ilgili yazılarında kendi metafizik öncüllerine değil, Kutsal Kitab’a ve kilise hukukuna referans yapmıştır. Ayrıca son zamanlardaki araştırmalarda, kilise hukukuna
ait daha erken yazılarda ius’un yaygın şekilde sübjektif bir güç şeklinde kavrandığı ortaya
çıkmıştır. Bunlardan başka, William’ın hukuk ve siyaset düşüncesi, taraf olduğu tartışmalar
tarafından şekillendirilmiştir. Mensubu olduğu Fransisken tarikatının, sahip oldukları her
şeyden ve tüm haklardan feragat edip mutlak yoksulluk içinde yaşamak gerektiği, hatta Hz.
İsa ve havarilerin de böyle mutlak yoksulluk içinde yaşadıkları iddialarını Papa XXII. John
reddetmiş, Hz. İsa ve havarilerin hiçbir hakka sahip olmadan yaşadıkları iddialarının sapkın
olduğunu ilan etmiştir. Papanın emirnamelerini çoğu Fransisken mecburen kabul etmekle
birlikte, Ockhamlı William kabul etmeyenler safında yer almış ve hakkın doğası üzerine düşünerek, nesneler üzerinde tasarruf etmek bakımından pozitif ve doğal haklar olmak üzere
iki tür hak olduğunu ileri sürmüştür. Pozitif haklar mahkemelerde ileri sürülebilen, dava açılabilen türden haklardır. Keşişlerin terk ettikleri haklar pozitif haklar olup doğal haklar ise
devredilemez niteliktedir. Ockham ayrıca papalığın mutlakiyetçi ilâhî hak iddialarına karşı
çıkmıştır. Papalık, ilâhî ve doğal hukuk tarafından açıkça yasaklanmamış her şeyin, Tanrı’nın
naibi olarak papanın tasarrufunda olduğunu ileri sürüyordu. Hıristiyan halkı papalık karşısında kölelik derekesine indirgeyen bu türden bir mutlakiyetçiliği kesin bir dille reddederken yine doğal haklardan yola çıkar.59
58
59
44
Uslu, Doğal Hukuk ve Doğal Haklar, s. 51-3.
Tierney, “Ockham and Natural Rights”, s. 325-8. Tierney, Villey’in ilgili görüşlerini daha kapsamlı olarak şu eserinde
eleştirir: The Idea of Natural Rights, s. 13-43.
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
Brian Tierney The Idea of Natural Rights isimli eserinde, doğal haklar anlayışının kökenlerini William’dan epeyce önce, 12. ve 13. yüzyılda yaşayan kanon (kilise hukuku) hukukçularının çalışmalarına kadar takip eder. 1039 yılında vefat eden Debûsî ve onu takip eden
Hanefî hukukçuların doğal insan hakları öğretisi ile kanon hukukçularında belirmeye başlayan haklar öğretisi arasında Tierney veya bir başkası tarafından şimdiye kadar herhangi bir
alaka kurulabilmiş değildir. Her hâlükârda, Tierney “doğal haklar teorilerinin, belirgin bir
biçimde Batı icadı olduğu görülmektedir”60 dedikten sonra, bu teorilerin Batı kültürünün
her zaman ve mekânda ayırt edici bir karakteristiği olmadığını söyler. Antik Yunanlılarda
bir doğal haklar anlayışı bulunmadığı gibi, Stoacılarda ve klasik Roma hukukunda da yoktur. Roma hukukçuları da Stoacı filozoflar gibi, ahlaki karakterli ve insan aklı tarafından erişilebilir doğal bir hukuk kabul ediyorlar ve fakat bundan bir doğal haklar doktrini çıkarmıyorlardı. Tierney cevaplanması gereken iki önemli soruya dikkat çeker: 1. ius naturale ibaresi
-ki geleneksel olarak kozmik âhenk, objektif adalet ve doğal ahlaki hukuk anlamına gelmektedir- ne zamandan itibaren -geleneksel anlamının yanı sıra- sübjektif doğal hukuk anlamına
da gelmeye başlamıştır? 2. Hangi kültürel bağlam, ne tür tarihî olumsal (contingent) şartlar
böyle bir anlam kaymasını mümkün ve kabul edilebilir kılmıştır?61 Yazar bu sorulara cevap
ararken İslâm hukuk düşüncesini dikkate almaksızın araştırmasını 12. yüzyıl Hıristiyan Batı
dünyasından başlatmaktadır.
Johan Galtung, insan haklarına dair önemli kitabında “Batılı” kavramını Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm kültürlerini kuşatacak biçimde kullanır ve “insanlığın kendini gerçekleştirmesinin en önce Batı’da bir billurlaşma noktası bulduğu yolundaki temel varsayım varlığını hâlâ sürdürmektedir” der.62 İnsan hakları kavrayışının kökenlerine dair bir açıklama
denemesi sunar. Buna göre karşılıklı haklar ve yükümlülükler sistemi insanlık tarihi kadar
eski olmalıdır. Lex talionis (kısas ilkesi) anlayışıyla birlikte
Ben’e referans, Başkası’na yönelik davranışın dayandığı noktadır. Etik hesaplaşmanın
son kertesi nihayetinde neyin benim yararıma olacağıdır; bir başka deyişle üst-norm
ben-merkezlidir: “Başkalarının sana nasıl davranmasını istiyorsan, sen de onlara öyle
davran” ya da “Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma.”63
Galtung haklar ve yükümlülüklerin temelinde lex talionis anlayışı kadar evrensel olan
Tanrı merkezli bir başka referans olduğunu ileri sürer, fakat lex talionis’i Tanrı merkezli referansın mukabiline koyan şeyin ne olduğunu açıklamaz, yani lex talionis’in dinî geleneklerin
dışında geliştiği fikrine dair bir gerekçe ileri sürmez. Esasında başkasına bana davranılmasını
istediğim gibi davranma yükümlülüğü Ben’i temel almaktan ziyade, Başkası’nı Ben’den farklı
görmemek gerektiği kavrayışıyla ilgili olmalıdır. Başkası’nı Ben’den ayırmamayı gerektiren
60
61
62
63
Tierney, The Idea of Natural Rights, s. 45.
Tierney, The Idea of Natural Rights, s. 45-7.
Galtung, İnsan Hakları, s. 13.
Galtung, İnsan Hakları, s. 17.
45
Asım Cüneyd KÖKSAL
kurucu ilke ise doğa değil din kökenlidir. Yazar, Tanrı merkezli referansta Tanrı tasavvurunun içkin olduğu uzak Doğu gelenekleriyle aşkın olduğu İbrâhimî gelenekleri karşı karşıya
getirir:
İçkin tanrı örneğinde, Başkası’nın hakları ve Ben’in ödevleri insanların birliğine, aynı
zamanda da Başkası’nın kutsallığına dayandırılır; Başkası’nı incitmenin Ben’i de incitmek olduğu varsayımıyla, örtük bir biçimde lex talionis de bu anlayışa dâhil edilir. Aşkın tanrı örneğinde, örneğin Yahudi-Hıristiyan kültürüne ait On Emir’de açıklandığı
gibi (…) Başkası’nın hakları ve Ben’in ödevleri aşkın bir tanrıya karşı ödevlerden türer.
Burada hâlâ yatay karşılıklılık vardır, ama insan davranışı için kullanışlı, iyice sınanmış
bir hareket kuralı değildir bu. Böyle olmamasının bir nedeni de, yaşamın birliği kavramının ortakyaşam anlamına gelmesidir. Yatay, içkin bir etiğe karşı dikey, aşkın bir etik
olan On Emir, Tanrı’ya karşı ödevlerimizdir.64
Galtung’un eleştirisi yeterince vâzıh olmamakla birlikte, onun Tanrı’ya karşı ödevler anlayışının Hıristiyanlıktaki tarihini dikkate aldığı ve meselenin İslâm dünyasındaki tarihini
bilmediği söylenebilir. Tanrı’ya karşı ödevlerin Hıristiyanlıkta kiliseye karşı ödevlere dönüştüğünü, Tanrı-Hıristiyan ilişkisinin modern dönem ise devlet-yurttaş ilişkisine evrildiğini
birkaç sayfada özetleyerek insan haklarını modern problemlerine geçer.65
Tierney doğal insan hakları anlayışının Batı’ya mahsus bir icat olduğunu ileri sürüyor
ve bu anlayışın kökenlerini 12 ve 13. yüzyıl Orta Çağ Hristiyan hukuk düşüncesinde buluyordu. Günümüzün bazı düşünürleri doğal insan hakları anlayışının yine Batı icadı olduğunu ileri sürmekle birlikte bu anlayışın aynı zamanda modern bir icat olduğunu da savunurlar. Modernitenin özne merkezli kavrayışına (“öznellik metafiziği”) yönelik Heideggerci
eleştirilerde bu düşünce ortaya çıkar ve bu yaklaşımda doğal insan hakları anlayışı, öznel bireyciliğin ayrılmaz bir unsuru olarak kavrandığı için kabul edilmeyen bir fikir olarak görülür: “İnsan hakları bütünüyle modern bir buluştur ve öznelliğin temel konum’a yükseltilmesiyle ilgilidir (ki Eski Yunan evreninde bunun ufak bir izine bile rastlanmaz)”66 Leo
Strauss’un Hobbes ve Locke ile başlattığı ve klasik doğal hukuktan bir sapma olarak gördüğü
doğal haklar anlayışı bu yaklaşıma bir örnektir. Haklar ancak bağımsız birer birey olarak
kavranabilen fertler için söz konusu olabileceğine göre, toplumu esas alan düşünceler de doğal insan hakları düşüncesine karşı çıkmışlardır. Alasdair McIntyre’ın -biraz aşağıda temas
edeceğimiz- komüniteryan düşüncesi de bunun bir örneğidir. McIntyre için hak anlayışı liberal bireyciliği temsil ettiği için ve ettiği ölçüde reddedilmesi gereken bir düşüncedir. Yine
aynı şekilde sosyalist/toplumcu düşünceler için de doğal haklar anlayışı liberalizmin karakteristik bir unsuru olarak görülüp reddedilir. Böyle yaklaşımlar için haklar değil vazifeler
esastır. 20. yüzyılın önemli hukuk düşünürlerinden Hans Kelsen (ö. 1973), modern/sübjektif
64
65
66
46
Galtung, İnsan Hakları, s. 17.
Galtung, İnsan Hakları, s. 18-21.
Ferry – Renault, Siyaset Felsefesi, s. 44.
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
doğal hak anlayışının ideolojik karakterine vurgu yapar. Kelsen’in geliştirdiği Saf Hukuk Kuramı, “sözde sübjektif anlamdaki hukuku objektif hukukun bir tür şekillenişi veya kişiselleşmesi olarak anlamak”67 suretiyle, sübjektif-objektif hukuk ayrımını kabul etmez. Ona göre
hukuki ilişkilerin hukuki özne-hukuki nesne (kişi veya şey) arasında olup olmamasına göre
ayrılması, bu objektif hukuk-sübjektif hak düalizminin devam ettirilmesiyle mümkün olup
bu anlayış, özel mülkiyet hakkını devlet gücüne karşı güvence altına almak isteyen “kapitalist hukuk sistemi”ne68 aittir.
Maddi hukuki ilişki -tam anlamıyla hukuki bağlantı- mülkiyettir ve maddi ve kişisel hukuki ilişkiler arasındaki ayrım onu örnek alır. Mülkiyet, kişinin eşya üzerindeki münhasır kontrolü olarak tanımlanır ve böylece kişisel hukuki ilişkileri tam olarak ihdas eden
talep etme haklarından köklü şekilde farklılaşır. Medeni hukukun sistemleştirilmesinde
önemli olan bu ayırım, aynı zamanda açıkça ideolojik karakterdedir. Buna karşı tekrar tekrar ileri sürülen itiraz şudur: Kişinin eşya üzerindeki hukuki kontrolü basitçe öznenin diğer öznelerle -yani başka kişilerin, malikin eşya üzerinde tasarrufta bulunma
imkânına müdahale etmeme yükümlülüğünde, başka deyişle taraflardan birinin, diğer
bütün tarafları eşya üzerinde tasarrufta bulunmaktan men edebilmesi yönündeki hukuki olasılık çerçevesinde- olan hukuki ilişkisine karşılık gelir. Eğer maddi hukuki ilişki
ayırımı bu itiraza rağmen devam ettirilirse, bunun nedeni açıkça, mülkiyetin kişi ile
eşya arasındaki ilişki olarak tanımının mülkiyetin tartışmasız sosyo-ekonomik işlevini,
(doğru olsun olmasın) sosyalist teoride ‘sömürü’ olarak nitelenen işlevi, gizlemesidir. Bu
her halükârda malikin, mülkiyetinde olan eşyaya erişimi engellenmiş ve objektif hukuk
tarafından malikin mülkü üzerindeki münhasır tasarruf yetkisine saygı duymakla yükümlü kılınmış bütün diğer öznelerle bağlantısında varlığını devam ettiren bir işlevdir.
Fakat geleneksel hukuk kuramının, sübjektif hakkın –bir öznenin hukuki hakkının- sadece başka bir öznenin hukuki yükümlülüğüne verilen bir tepki olduğunu inkâr ederken cesaretle reddettiği şey tam da budur. Kuramın temsilcileri tekrar tekrar ve büyük
bir güçle hukuki hakkın asli karakterini vurgular. Esasında hukuki hakkı, doğrudan hukukla –sübjektif anlamdaki hukukla- özdeşleştirirler.69
Kelsen sübjektif hakka yapılan bu vurgunun mukabilinde hukuki yükümlülüğün genel
hukuk kuramınca açık bir ilgisizliğe terk edildiğine dikkat çeker. “Bazen yükümlülüğün hukuki bir kavram bile olmadığı, hukuki yükümlülüklerin varolmadığı, sadece ahlaki yükümlülüklerden bahsedilebileceği ve dolayısıyla hukukta sadece sübjektif hakların bulunduğu
dahi söylenir. Ne var ki bir sistemin, özellikle de hukuk gibi bir cebri sistemin asli işlevi, sadece söz konusu özneleri sisteme normatif bir şekilde bağlamak olabilir; ve bu normatif bağ
sadece ‘yükümlülük’ sözcüğüyle nitelenebilir.”70
67
68
69
70
Kelsen, Saf Hukuk Kuramı, s. 64.
Kelsen, Saf Hukuk Kuramı, s. 53.
Kelsen, Saf Hukuk Kuramı, s. 49-50.
Kelsen, Saf Hukuk Kuramı, s. 50.
47
Asım Cüneyd KÖKSAL
Kelsen, ortaya koyduğu “Saf Hukuk Kuramı”nda, kendi zamanına kadar gelen genel kabul görmüş yaklaşımı eleştirerek, hukuki yükümlülük kavramını öne çıkarır. Bunu yaparken
de -mensup olduğu hukuki pozitivizm geleneği gereğince- hukuki yükümlülüğü ahlaki yükümlülükten ayırmaya özen gösterir. Hukuki yükümlülük objektif hukukun yegâne asli işlevidir. Her norm bir yükümlülük ihdas eder, aynı zamanda bir hak da ihdas edebilir.71
4. Doğa Durumu ve Toplumsal Hayat
Debûsî’den ve onu takip eden Hanefî âlimlerden asırlar sonra, siyasal liberalizmin fikir babası kabul edilen Locke, siyasî toplumun meydana gelmesinden önceki doğa durumunda her insanın hayat, hürriyet ve mülkiyet haklarına eşit olarak ve ellerinden alınamaz
bir biçimde sahip olduklarını ifade eder72 ve böylelikle doğal haklar kuramının en etkili
versiyonunu ortaya koyarken, yukarıda açıkladığımız Hanefî kuramından haberdar olup
olmadığını veyahut Orta Çağ Hıristiyan hukuk düşüncesi aracılığıyla bu teoriden etkilenmiş olup olmadığını kesin olarak bilemiyoruz. Fakat bu noktada Locke’un Arapça öğrendiği kaydedilmelidir.73
1789 tarihli Fransız Evrensel İnsan ve Yurttaş Hakları bildirgesi’nin 2. maddesi şöyle der:
“Her bir siyasî topluluğun amacı, insanın doğal ve iptal edilmesi mümkün olmayan haklarını
korumaktır. Bu haklar; hürriyet, mâlikiyet, emniyet ve baskıya karşı direnmedir (la liberté,
la propriété, la sûreté, et la résistance à l’oppression).” Burada dört doğal hak sayılmakta olup
ilk üçü tanıdıktır. Sonuncusu ise diğer üç hakkı teminat altına almak için geliştirilmiş, siyasi
özgürlüğün bir gereği olarak, ilk üç hakkı tanımayan bir yönetime karşı direnme hakkı olup
Locke’un siyaset düşüncesinde önemli bir yer tutar.74 Öyle anlaşılıyor ki, ilk defa Debûsî’nin
dile getirdiği ve sonradan Hanefîlerin müşterek anlayışı hâline gelen ehliyet ve doğal haklar
teorisi Locke tarafından -doğrudan veya dolaylı olarak- kendi liberal haklar anlayışı içerisine
kısmen sekülerize edilmek suretiyle adapte edilmiş, sonrasında bu anlayış daha da sekülerleştirilerek (Tanrı ile alâkası tamamen kesilerek) bugün bildiğimiz temel insan hakları anlayışının nüvesini oluşturmuştur. Ancak bu noktada, Debûsî’den sonra bu düşüncenin İslâm
71
72
73
74
48
Kelsen, Saf Hukuk Kuramı, s. 51-2.
Locke, Yönetim Üzerine İkinci İnceleme, s. 9-11, 21, 23-4, 40; ayrıca bk. Uslu, Doğal Hukuk ve Doğal Haklar, s. 144-56.
Locke, Westminster School ve Oxford Üniversitesi’ndeki öğrenimi sırasında Arapça öğrenmiş, meşhur
oryantalistlerden ve Oxford Üniversitesi’nin ilk kadrolu Arapça hocası Edward Pococke’un (ö. 1691) öğrencisi ve
yakın arkadaşı olmuş, Pococke’un aynı ismi taşıyan oğluna da hocalık yapmıştır (bk. Aravamudan, Enlightenment
Orientalism, s. 16; Bentley, “Europeanization of the World or Globalization of Europe?”, s. 111). Locke’un
şahsî kitaplığında Pococke’un üç adet kitabı bulunmaktadır (Harrison – Laslett, The Library of John Locke, s.
212). Locke’un 3197 kitaptan oluşan kitaplığında İslâm’a dair bazı eserler bulunmakla birlikte doğrudan fıkıh
ilmine dair bir eser göremedik. Fakat o devirde Bodleian gibi Oxford Üniversitesi bünyesindeki ve ayrıca yakın
çevredeki kütüphanelerde, İslâm hukuk doktrinlerini içeren birincil ve ikincil kaynakların mevcut olması kuvvetle
muhtemeldir (Türkiye kütüphanelerinde bulamadığım bu kitabın ilgili bölümlerinin görsellerini bana İngiltere’den
gönderen Hilal Çıbık Hanımefendi’ye müteşekkirim).
Locke’un, meşruiyetini yitiren yönetimlere karşı direnme ve isyan hakkına dair görüşleri için bk. Two Treatises of
Government, s. 406 vd.; Ağaoğulları – Zabcı – Ergün, Kral-Devletten Ulus-Devlete, s. 216-9.
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
hukuk teorisi içerisinde bir çekirdek fikir olarak kalıp fazla geliştirilmediğini, mesela üç temel hak ile bağlantılı ikincil hakların da dâhil olduğu hukuk-siyaset bağlamının daha geniş
bir teorik çerçeve içerisinde ifadeye kavuşturulamadığını, Batı hukuk düşüncesi içerisinde
ise, metafizik kökenleriyle irtibatı kesilmiş olmakla birlikte, kendi bağlamı içerisinde işlenip
gelişmiş bir fikir hâline getirildiğini vurgulamak gerekir.
Müslüman toplumlarda toplumsal ve siyasi hayat esas olduğu için, Hobbes ve Locke gibi
düşünürlerin tasavvur ettiği türden muhayyel bir doğal durum veya (tabiat hâli: status naturae) anlayışına ihtiyaç duyulmamıştır. İbn Haldun gibi simalar, Aristoteles gibi toplumsal-siyasi hayatı doğal kabul eden düşünürlerle birlikte “el-İnsan medeniyyün bi’t-tabʻ” demekte
tereddüt etmezler: Yani insan doğası gereği toplumsal bir canlıdır. İnsanlar için en doğal hayat, nizam içinde bir içtima ve temeddün hâlidir. Şu hâlde toplumsallığın üst formu olarak
“devlet”75 şeklinde örgütlenmiş siyasi yaşam da insan doğasına uygun olmalıdır. İslâm hukukçuları, bu sebeplerle yatay bir sosyal sözleşme yerine, dikey bir sözleşmeyi, Yaratıcı ile insanlar arasındaki sözleşmeyi (İlk Ahit) esas almışlardır.
Fıkıh açısından doğal durum ile mukayese edilebilecek durum, din gelmeden önceki,
“şeriat öncesi” durumdur. Bununla da, tarihî bir olgu olarak Hz. Peygamber öncesi fetret
devri kastedildiği gibi, kimi zaman da -hüsn-kubh gibi bağlamlarda- farazî bir düşünce olarak dinî bildirimin gelmemiş olduğu varsayımı kastedilir. Batı’da sosyal sözleşme ve dolayısıyla doğal durum anlayışının kökenleri Marsilio da Padova’nın (ö. 1342) eserlerine kadar
götürülebilse de76 Leo Strauss, Hobbes’un elinde dönüştürülen doğal durum nazariyesinin
kökeninin Hıristiyan teolojisinde bulunan bir ayrım olduğuna dikkat çeker:
Felsefi doğal hukuk doktrini ancak Hobbes’tan beridir aslen bir doğa durumu doktrini
olmuştur. Hobbes’tan önce, “doğa durumu” terimi, siyaset felsefesinden çok Hıristiyan
teolojisinde kullanılmaktaydı. Bu öğreti çerçevesinde, doğa durumu, bilhassa Tanrı’nın
inayeti ve merhameti altında bulunulan durumdan (state of grace) ayırt edilmiş ve saf
doğa durumu (state of pure nature) ve günahkâr doğa durumu (state of fallen nature)
olarak iki bölüme ayrılmıştır. Hobbes bu alt bölümleri ortadan kaldırmış, inayet durumunun yerine de sivil toplum durumunu koymuştur.77
Elmalılı M. Hamdi Yazır (ö. 1942), insanların toplum hâlinde yaşamalarını izah eden
iki temel yaklaşım olduğunu belirtir. Medeniyetin zorunlu olduğunu ileri süren Aristoteles’e
mukabil, J. J. Rousseau insanların medenî topluluklar hâlinde yaşamasının ihtiyarî olduğunu
savunmaktadır. Sosyal sözleşme görüşünün sonucu olarak medeniyet, insanların özgür iradeleriyle yaptıkları sözleşmenin sonucudur ve parlamentolar, seçimler, kanuna dayalı akitler
hep o ilk genel sözleşmenin dalları sayılır. Rousseau’nun görüşünün doğal sonucu, beşer iradesinin medeniyeti yok edebilme potansiyeline sahip oluşudur. Bu yaklaşımı beşeri iradenin
75
76
77
Burada devlet teriminin modern devlet öncesi siyasi organizasyonları ifade ettiği dikkate alınmalıdır.
Del Vecchio, Hukuk Felsefesi Dersleri, s. 68.
Strauss, Doğal Hak ve Tarih, s. 215.
49
Asım Cüneyd KÖKSAL
âmilinin ne olduğunu açıklayamaması bakımından yetersiz bulan Elmalılı, bu âmilin tabiattan başka bir şey olmadığı kabul edildiği takdirde de medeniyetin tabii olduğu şeklindeki birinci görüşün ağırlık kazanacağına dikkat çeker. Fakat medeniyetin tabii olduğu kabul edilecek olursa da bu takdirde insanların hürriyet haklarını teslim etmemek, insanları fıtraten
toplumsal bağlara esir saymak gerekecektir. Böyle bir sonuç ise beşer tabiatına muhalif olduğu için kendi içinde bir çelişki taşımaktadır.
Medeniyetin kökeni hakkındaki bu iki temel görüşü yetersiz bulan Elmalılı, fıkhın medeniyet anlayışını ortaya koymaya girişir. Buna göre fıkıh, beşer fıtratının medeniyete yalnız
istidadını kabul ettikten sonra bu medeniyetin tahakkukunu ihtiyârî telâkkî etmiş, fakat medeniyetin gerçekleşmesi için gereken irade ve ihtiyarda insan tabiatından başka bir âmil de
gözetmiştir. Medeniyet fikrinin insan fıtratının doğuştan getirdiği fikirlerden olduğunu düşünen Elmalılı, insanlığın ilk ebeveyninin medeniyet idrakine istidatlı olarak yaratıldığı, en
basit bir surette bile olsa medeniyet fikrinin kendilerine vahiy ve ilham olunduğu, fakat bu
fikrin geliştirilip gerçekleştirilmesinin müktesep olup peyderpey evlatlarında yerleşip kökleştiği kanaatindedir. Böylelikle insanlar ne medeniyet fikrinden uzak bir zaman geçirmiş,
ne de medeniyet yolunu tutmaları bir içgüdü kabilinden zorunlu olmuştur.78
Şu hâlde kökeninde vahiy bulunan medeniyetin (toplumsal hayatın) tahakkuku insanın
irade ve kesbine bağlıdır. Böyle olunca bütün bir içtimai düzen, ilimler ve sanatlar, medeniyet ve kültür, “kesb” ile vuku bulur. Kesb ise, insanın ihtiyarî fiilinin sonucunda elde ettiği
şeydir. Bu yüzden dünyayı tanzim etme istidadı değilse de dünyada şu veya bu şekilde gerçekleşen her türlü düzen “mümkin” (contingent) kategorisine ait birer varoluşsal formdur.79
Bu sebepledir ki kelâm ilminde son derece mühim bir terim olan “kesb”, fıkıh açısından da
dünyanın imarını mümkün kılan temel insânî etkinlik olarak görülmüş ve insanın çalışmasının önemi, “kitâbü’l-kesb” veya “iktisab” adı verilen eserlerde ele alınmıştır.
Sosyal sözleşmeci teorisyenlerden Hobbes gibi bazıları, bu teoriyi fertlerin bütün haklarını devlete devrettiğini ifade etmek ve devletin mutlak gücünü tebarüz ettirmek için kullanırken, Locke gibi kimileri de fertlerin temel haklarını güvenceye almak amacıyla ileri sürmüşlerdir. Eserlerini modern devlet öncesinde yazan klasik devir fakihleri ise, “devlet” gibi
soyut kavramlar kullanmamışlar, yaptıklarından şahsen sorumlu olan devlet başkanının
(imam/halife) ve onun tayin ettiği kamu görevlilerinin eylemleri (vazifeleri) üzerinde odaklanmışlardır. Fertlerin yukarıda ifade edilen temel hakları, hukuki bir gerekçe olmadıkça
herkes ve bu meyanda da kamu yöneticileri tarafından dokunulmazdır. İslâmî bir yönetimin
–buradaki “İslâmî” sıfatının hakikatle sahici bir ilişkisi olduğu sürece- totaliter bir karaktere bürünmesi bu anlamda mümkün değildir. Klasik döneminde şer‘î hukuk, devletin vaz’
ettiği ve devletle kaim bir hukuk olmayıp, devletler üstü ve devleti önceleyen bir hukuktur.
78
79
50
Yazır, Osmanlı Anayasasına Dair, s. 75-76.
Hususi sohbetlerimizde, toplumsal düzenin “kesbî” olduğuna yaptığı vurgu sebebiyle değerli hocam Prof. Dr. Tahsin
Görgün’e müteşekkirim.
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
Fıkıh ilminin konu edindiği şer‘î ilkeler bütün klasik Müslüman siyasî teşekküller tarafından bağlayıcı kabul edilmiştir. Bu tarz bir hukuk ve yönetim anlayışı “nomokrasi” (yani yasaların hâkimiyeti) şeklinde isimlendirilmektedir. Lewis İslâm siyasal düşüncesi ve İslâm’ın
devlet anlayışı hakkında (Batı’da) çok yaygın iki temel yanılgıdan birinin İslâm devlet anlayışının teokratik, diğerinin de despotik (hatta diktacı) olması olduğunu söylerken80 gayet haklıdır. Zira teokrasi ancak Tanrı adına konuştuğu iddiasında olan, yanılmaz bir otoriteyi (kilise gibi) temsil eden bir kuruma sahip dinin yönetim şekli olabilir. Katolik düşünür Louis
Gardet’nin (ö. 1986) İslâm’ın teokrasi olmaktan ziyade nomokrasi olduğuna vurgu yapması81
da önemlidir. George Makdisi de (ö. 2002) şöyle der: “İslâm tarihi incelendiğinde bir şeyin
apaçık ortaya çıktığı görülecektir. İslâm, her şeyden önce bir nomokrasidir. İslâm’ın özgün
karakterinin en üst düzeyde ifade edildiği alan fıkıhtır ve bu özgünlüğün ifade edildiği diğer
alanlar meşruiyetini fıkıhtan almaktadırlar.”82 Şerif Mardin (ö. 2017) de nomokrasinin, İslâm’da hukukun devletten önce geldiğini belirtmek için kullanıldığını ve sosyal uyuma yön
veren prensibi oluşturduğuna dikkat çeker.83 Lewis’in şu tespitleri de gayet önemlidir:
Geleneksel İslâm görüşünde devlet, hukuku yaratamaz; devletin bizzat kendisi hukukun
yarattığı ve varlığını sürdürmesine izin verdiği bir olgudur. Bu hukuk da Allah’tan kaynaklanır ve yorumlanması bu işler için gerekli bilgi ve yetileri kazanmış kimselere düşen bir iştir. Sıradan bir insan kadar hükümdarın da bu hukuk karşısında boynu kıldan
incedir; onun görevi hukuku korumak, hâkim kılmak, uygulamak ve sürdürmektir.84
Bütün bu söylenenler, klasik İslâmî anlayışta hakların kaynağının devlet değil doğrudan
Allah olduğunu açıklıkla ortaya koyar. Hakların devlete devredilmesi gibi bir durum söz konusu olmadığı için, devletin hakları belirlemesi de söz konusu değildir. Bu tarz bir hukuk anlayışı, hukukun üstünlüğü kavramının otantik bağlamını da aşikâr kılar.
5. İnsan Haklarının Krizi
Günümüzde insan haklarına bu denli vurgu yapılmasına, neredeyse her şeyin bir insan hakkı hâline getirme temayülüne bakıldığında, bu anlayışın uluslararası toplum tarafından epey uzun zamandır, büyük devrimlerin yaşanmasından bu tarafa hiç olmazsa iki buçuk asırdır genel kabul görmüş bir mefhum olduğuna ikna olmak kolaydır. Ne var ki durum
pek de öyle değildir.
80
81
82
83
84
Lewis, İslâm’ın Siyasal Söylemi, s. 51. Lewis şöyle der: “Müslüman ülkelerin çoğunda din adamlarının, bir meslek
kesimi olarak, iktidarı ellerine alması gibi bir uygulama olmamıştır. İslâm’da Papalık devleti gibi diye bir devlet
olmadığı gibi, İslâm tarihinde bir Kardinal Richelieu, Wolsey, Mazarin ya da Alberoni de olmamıştır. Bu bakımdan
da günümüzün İran’ındaki mollalar yönetimi İslâmî teamülden radikal bir kopmadır” (s. 52-3).
Gardet, Müslüman Site, s. 51 (dp.) ve 150.
Makdisi, Ortaçağ’da Yüksek Öğretim, s. 46. Bu kavram hakkında ayrıca bk. Köksal, Fıkıh ve Siyaset, s. 147.
Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, s. 97.
Lewis, İslâm’ın Siyasal Söylemi, s. 53.
51
Asım Cüneyd KÖKSAL
Modern dönemde, 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın ilk yarısına kadar doğal hakları yahut genel
olarak hak kavramını reddetme tutumunun yaygın bir tavır hâline geldiği söylenebilir. 1776
tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nde (Declaration of Independence) şöyle deniyordu:
Biz şu gerçeklerin kendiliğinden apaçık olduğu görüşündeyiz: Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır, onları yaratan Tanrı kendilerine devredilemez bazı haklar vermiştir. Bu
haklar arasında yaşama, özgürlük ve mutluluğu arama hakları yer alır. Bu hakları güvence altına almak için insanlar arasında meşru, iktidar hak ve yetkilerini yönetilenin
rızasından alan hükümetler kurulmuştur.
Bu tarihten 13 yıl sonra, Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde (Déclaration des
Droits de l’Homme et du Citoyen) ise doğal haklar anlayışı kendinde apaçık bir hakikat imiş
gibi kabul edilmekle birlikte bu hakların kaynağına, yani Tanrı’ya herhangi bir atıf yoktur:
İnsanlar, özgür ve eşit haklarla doğar ve yaşarlar. Sosyal farklılıklar ancak kamu yararına
dayandırılabilir. Her bir siyasî topluluğun amacı, insanın doğal ve iptal edilmesi mümkün olmayan haklarını korumaktır. Bu haklar; hürriyet, mâlikiyet, emniyet ve baskıya
karşı direnmedir (1. ve 2. madde).85
Böylelikle 18. yüzyılın ikinci yarısındaki büyük devrimlere ilham kaynağı olan doğal
haklar öğretisi 19. yüzyılda etki ve itibarını kaybetmiştir. Seyyid Bey, zamanındaki Avrupalı filozofların büyük bölümünün hak kavramını inkâr ettiklerine dikkat çeker. Onlara göre
bir gerçekliği öğrenmenin yolu tabiata bakmaktır. Tabiatta ise doğal haklar mevcut olmayıp güçler mücadelesinden başka bir şey yoktur. Tabiatta hükümran olan hak değil, kuvvettir. Hak, adalet, fazilet gibi kavramlar boş, mevhum, manasız şeylerdir.86 Douzinas, 18. yüzyıl devrimlerine ilham kaynağı olmuş doğal haklar anlayışının 19. yüzyılda ortadan kalkışını
şöyle anlatıyor:
Büyük burjuva devrimleriyle ortaya çıkan merkezîleşmiş Batılı devletler, devrimden
hemen sonra doğal haklar kuramını terk edip suçlu çıkardı ve hukuki pozitivizm öğretisini benimsedi. Pozitivistler açısından, adına yaraşır tek hukuk, devletin koyduğu
yasadır. Otoritenin gözünde hukuku ahlâktan ayıran açık farklılığın ve daha üstün bir
yasaya, haklara yahut vicdanın buyruklarına başvurmanın herhangi bir geçerliliği yoktur. 19. yüzyıl, merkez devletlerde sosyal mühendislik, periferide imparatorluk-inşası ve
sömürgecilik çağıydı. Hukuk, hükümetlerin, kurum geliştiricilerinin ve reformcuların
elinde bir araç olarak görüldü; üstün ilkelere veya bireysel haklara başvuran bir hukuk,
ilerlemenin önünde gerici bir engeldi.87
85
86
87
52
Amerikan ve Fransız insan hakları beyannamelerinin ait oldukları farklı siyasi bağlamların mukayesesi için bk.
Ferry – Renault, Siyaset Felsefesi, s. 480-8.
Seyyid Bey, Konferans, s. 8-9.
Douzinas, İnsan Hakları ve İmparatorluk, s. 21-2.
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
Çağdaş araştırmacılardan Martti Koskenniemi, The Gentle Civilizer of Nations: The Rise
and Fall of International Law (1870-1960) adlı kapsamlı eserinde uluslararası hukuk disiplininin geçen yüzyıldaki serüvenini anlatır. Hukukçuların politik gücün kullanımının sınırlandırılması yönündeki çabalarına ve uluslararası hukuk disiplininin geliştirilmesinde bu
amacın da etkili olmasına rağmen, bu disiplinin tam da bu amacın zıddına, büyük güçlerin bazı emperyal ve kolonyal amaçları için kullanıldığına, hukukçuların istemeyerek de olsa
“modernitenin tarihindeki en fena bazı adaletsizlikleri meşrulaştırdıklarına” dikkat çeker.88
2. Dünya Savaşı’ndan sonra, bir zamanlar uluslararası hukuk disiplininin gördüğü meşrulaştırıcı işlevin evrensel insan hakları disipliniyle sürdürüldüğüne yönelik iddialar dikkat çekicidir. Tony Evans’ın The Politics of Human Rights isimli kitabının teması da budur. Kitabında
“küreselleşme” terimine hususi bir vurgu yapan Evans’a göre insan hakları, neoliberal konsensüsün çıkarlarını destekleyen sosyal aktivitenin belirli biçimleri için meşruiyet temin etmektedir.89
Jeremy Bentham, Duguit ve Kelsen gibi düşünürlerle Amerikan Realizmi akımı mensupları hak kavramını reddederler.90 Hakkı tamamen reddetme tutumunun arkasında, bu
kavramın metafizik değer yüklü olduğu ve metafizik içerikli kavramların tamamının bilim
dışı kalması gerektiği şeklindeki felsefi pozitivist yaklaşım ile, toplumcu bir dünya görüşü
yer alır. Toplumcu yaklaşım için yalnız vazife vardır, hak diye bir şey yoktur. Hukuki pozitivizmin kurucu simalarından Bentham doğal hakları inkâr etmekle birlikte, belirli bir hukuk
sisteminin tanıdığı haklar olarak hukuki hakları kabul eder. Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nden çok kısa bir süre sonra, buradaki insan hakları anlayışını eleştirmek için
1791-2 yıllarında kaleme aldığı Anarchical Fallacies’de bu tarz iddiaları kökten reddeder.91
Onun ifadeleriyle “Doğal hak bir saçmalıktır; doğal ve yok edilemez haklar boş laftır; saçmalığın dik âlâsıdır”,92 doğal haklardan söz etmek “cadılara veya tek boynuzlu atlara inanmak
kadar saçmadır, iki ayak üzerindeki safsatadır, zira yürürlükten kaldırılması toplumun menfaatine olduğunda, kaldırılmaması gereken hiçbir yasa/hak yoktur.”93
Geçen yüzyılın etkili kamu hukukçularından Léon Duguit’nin (ö. 1928) hak kavramına
yönelik tutumu dikkat çekicidir. Auguste Comte (ö. 1857)94 felsefesinin hukukta sürdürücüsü olan Duguit hak kavramının metafizik bir kavram olduğunu ve tamamen reddedilmesi
gerektiğini söyler. Ona göre,
88
89
90
91
92
93
94
Koskenniemi, The Gentle Civilizer of Nations, s. 109-10; Beitz, The Idea of Human Rights, s. 202-3.
Evans, The Politics of Human Rights, s. 118.
Güriz, Hukuk Felsefesi, s. 134-42; Işıktaç, Hukuk Felsefesi, s. 460.
Sen, “Elements of a Theory of Human Rights”, s. 316.
Beysan, Hak Kavramı, s. 164.
Douzinas, İnsan Hakları ve İmparatorluk, s. 22.
Pozitivizmin kurucusu Comte’un hak kavramına bakışını kendi ifadeleriyle aktaralım: “Gerçek felsefe lisanında
sebep kelimesinden ne kadar çekinilmeli ise, gerçek siyaset lisanında hak kelimesinden de o kadar çekinilmelidir.
Metafizik ve teolojik nitelikte olan bu iki kavramdan biri (hak), artık ahlak dışı ve anarşik olduğu gibi diğeri de
(sebep) irrasyoneldir ve sofistçedir” (Comte, Système de politique positive’den naklen Duguit, Hak Kavramı, s. 27).
53
Asım Cüneyd KÖKSAL
sübjektif hakların niteliği, nihayet bir irade kudretinden (...) ibarettir. Bu kabulden de
anlaşılacağı üzere sübjektif hakların varlığı, bazı iradelerin, diğerlerine kendiliğinden
üstün olmalarını, özel bir niteliği olmalarını gerektirmektedir. Mesela kamu gücü [fr.
puissance publique] ya da mülkiyet sübjektif haktır dendiğinde, ya bu sözün hiç anlamı
yoktur ya da bu “mülkiyet hakkını veya kamu gücünü haiz olan kişinin iradesi, bu haklara riayet ile yükümlü olan kişilerin iradelerine tabiatı gereği üstündür” demektir. Burada, sübjektif hak kavramının nasıl metafizik ve skolastik olduğu hemen görülür. Günah ve ruh gibi bütün değersiz düşünceler yeniden gün yüzüne çıkar. Auguste Comte,
sübjektif hak kavramının, sadece bu hususta yetkiyi üzerine almış dünya-üstü [fr. supra-terrestrial] bir kuvvetin kabulüyle var olup insan toplumlarının genel evriminin pozitif aşamasında yerini koruyamayacağını söylemekte çok haklıdır.95
Duguit hak kavramının günümüze kadar varlığını sürdürmesinin sebebinin, Roma hukukçularının geliştirdiği iki etkili kavram olduğunu düşünür. Roma hukukçuları, bireylere
karşı en büyük kuvvet kullanma iktidarının, topluma veya temsilcilerine aidiyeti hâlinde
kamu gücü veya imperium, bireylere aidiyeti hâlinde ise mülkiyet yahut dominium şeklinde
iki sübjektif hak tesis ettiler. Imperium konusu emretmek olan bölünemez, kendinden menkul bir hak olarak uyulması zorunlu kamu gücünü temsil eder. Dominium ise bir ferdin belirli bir mülkiyet konusu olan eşya üzerindeki tasarruf hakkı olup her ferde karşı ileri sürebileceği mutlak bir haktır. Feodal dönemde bu haklar sınırlandırılmış olsa da, 18. yüzyılın
sonunda bu yapı daha güçlü bir şekilde yeniden kurulmuştur. Tamamen a priori bir kabule
dayanan bu iki tür sübjektif haktan biri olan kamu gücü iki farklı şekilde meşrulaştırılmıştır: Tanrısal hukuk ile millet egemenliği. Duguit Tanrısal hukuktan bahsetmeye bile değmeyeceği kanaatindedir. Millet egemenliği kavramını da reddeden Duguit, kavramın referans
kaynağı olan Rousseau’ya ait Toplumsal Sözleşme’nin ilgili bölümlerini tenkit eder. Duguit’ye
göre bireysel psikoloji alanında “ruh” kavramı nasıl terkedilmiş eski bir anlayışsa, kolektif
bir ruh ön kabulüne dayalı millet egemenliği tarzı telakkiler de öylece yanlıştır. Comte’un üç
hâl yasası gereğince teolojik ve metafizik aşamaları geride bırakan insanlık, içinde bulunulan pozitif çağda diğer bilimleri olduğu gibi hukuku da olgulara dayalı olarak yeniden inşa
edecektir. Sonuçta Duguit hem tek tek bireylerin, hem de tüzel kişi olarak devletin hakları
olduğu fikrini tamamen reddeder ve “bireyin hakkı değil ödevi vardır” şeklinde özetlenebilecek bir anlayışı savunur.96 Görüldüğü gibi onun bu tutumunda metafizik karşıtlığıyla birlikte toplumcu anlayış birliktedir. Felsefî açıdan oldukça zayıf ve yavan olmakla birlikte, Duguit’nin hakkı reddetme tutumu esasen varlığın, bilginin ve eylemin ilkesinin kendisinden
kaynaklandığı yüce bir yaratıcıyı ve dünya ötesi bir âlemi inkâr etme tavrıyla tutarlıdır (bu
hüküm genel olarak doğal hakları inkâr etme yaklaşımı hakkında söylenebilir).
Bilhassa doğal haklar söz konusu olduğunda, bu hakların asli kaynağına giden dikey boyut ihmal edilip doğal haklar yalnız yatay boyut ekseninde açıklanmaya çalışıldığında, felsefi
95
96
54
Duguit, Hak Kavramı, s. 29.
Duguit, Hak Kavramı; bk. birinci konferans ve yayına hazırlayanın girişi.
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
bir çıkmazla yüzleşmek kaçınılmazdır: İnsanın sırf rasyonel bir varlık olduğu için doğuştan
ve devredilemez birtakım haklarla dünyaya geldiği iddiası, ispatlanması gereken bir hususun tartışılmadan kabul edilmesi gerektiği gibi bir argümantasyon problemi içermektedir.
Jack Donnelly, Christian Bay’e ait “ihtiyaçlar insan haklarının temelidir” görüşünü, bu üzerinde durmaya değmeyecek denli temelsiz görüşü eleştirdikten sonra, kendi görüşü olarak
“insan haklarının kaynağı, insanın ahlaki doğasıdır” önermesini ileri sürer. İnsanın ahlaki
doğası dediği şeyin ise, bilimsel temelli ve ihtiyaçlara dayalı insan doğası ile ilişkisi çok zayıftır. “İnsan haklarına hayat için değil, fakat onurlu bir hayat için ‘ihtiyaç’ duyulur. Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmelerinde belirtildiği gibi, insan hakları ‘insan kişisinin özündeki
onur’dan kaynaklanır. İnsan hakları ihlâlleri bir kimsenin insanlığını inkâr ederler, yoksa kişinin ihtiyaçlarını tatmin etmesini her zaman engellemezler.”97 Yazar, insanın ahlaki doğasının, ihtiyaçlarla belirlenen bilimsel insan doğasından farklı olduğunu ve bu farklılığın temelinde de insanın özündeki onurun bulunduğunu söylemektedir. Fakat bu onur nedir ve insan
niçin onurlu bir varlıktır? Donnelly insan haklarına temel oluşturan insan doğasının “ahlaki
bir postüla”, “insan olarak varolabilmeye ilişkin ahlaki bir görüş” olduğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla yazara göre insanın onurlu ve haklara sahip bir doğaya sahip olması, ispatlanması gerekmeyecek kadar açıktır. Ayrıca insan hakları diğer sosyal pratikler gibi insan faaliyetinden kaynaklanır, “bunlar insana Tanrı, Doğa veya hayatın fizikî gerçekleri tarafından
verilmiş değildir”. İnsan doğası esas olarak “toplumsal bir proje”dir. İnsan türü asıl doğasını
toplum aracılığıyla kendinden türetir. İnsan doğası, insan hakları ve siyasal toplum arasındaki ilişki diyalektiktir, bunlar birbirini sürekli biçimlendirip durur.98 Bu yaklaşımın sonucu
da, ne insan doğasının ne de insan haklarının sabit bir özü olmadığıdır. Görüldüğü gibi insanın “özü”nde niçin onur bulunduğu, insanın birtakım haklara niçin ehil olduğu soruları
cevaplandırılmamış olarak kalmaktadır. İnsan doğası toplumsal bir proje ise ve “siyasal toplum insanları biçimlendiriyor”sa, insanın sabit bir özü yok demektir. İnsanı haklara ehil kılan doğanın ahlaki bir postüla olduğunu söylemek, açıklanıp ispatlanması gereken esas mesele hakkında “bu çok açık, çünkü öyle” demekten ibarettir.
Sık sık başvurulan bu tarz “âşikarlık” argümanları zayıf ve temelsizdir. İnsanların eşit,
doğuştan gelen ve devredilemez birtakım haklara sahip oluşunu bunların tartışmasız ve
aşikâr hakikatler olduğu iddiasına bağlayan yaklaşım, dediğimiz gibi ispatlanması gereken
bir hususu ispatlanmış gibi takdim etme hatasına düşmektedir. Çağımızın etkili düşünürlerinden Alasdair MacIntyre bu apaçıklık iddialarına haklı olarak karşı çıkar, fakat bunu insan haklarının mevcut olmadığını temellendirmek için kullanır. Liberal düşüncenin amansız
eleştirmenlerinden ve komüniteryan yaklaşımın savunucularından olan MacIntyre’ın talihsiz iddialarından biri, hiçbir klasik dilde modern zamanlara kadar “hak” kavramını ifade
eden bir kelimenin bulunmadığı yönündedir:
97
98
Donnelly, İnsan Hakları, s. 27.
Donnelly, İnsan Hakları, s. 28-30.
55
Asım Cüneyd KÖKSAL
Antik veya Orta Çağ dillerinin hiçbirisinde, Orta Çağın sonlarına gelinceye kadar, bizdeki ‘a right’ (‘bir hak’) ifadesini tam olarak karşılayacak herhangi bir ifadenin var olmadığı olgusunun ışığında (...) kavram, Eski İngilizce ve Japonca’da en azından ondokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar, ki bu bir yana, klasik veya Orta Çağ İbranice, Yunanca,
Latince veya Arapça dillerinde 1400’lü yıllara kadar, herhangi bir ifade aracından yoksundur. (...) hakikat ortada: Bu tür haklar yoktur, bunların varlığına inanmak, büyücülerin veya tek boynuzlu atların varlığına inanmakla birdir.99
Arapça’daki “hak” kelimesinin İslâm’ın en erken dönemlerinden itibaren sahip olduğu
hukuki ve felsefi içerik, son derece açık ve zengindir.100 MacIntyre liberalizmin dayandığı
hak kavrayışını eleştirmek için hakkı kökünden yok sayar. Onun insan haklarını reddetme
tarzındaki Bentham’cı yaklaşımı, Bentham’ın hukuk anlayışını şiddetle eleştirmesiyle yan
yana durur. Anlaşılan MacIntyre’ın bu yaklaşımı, Aristoteles’in toplumsal bir varlık olarak
insan anlayışıyla irtibatlıdır. Eğer toplum öncesinde -kelimenin gerçek anlamıyla ve kendini yetkinleştirmiş olarak- “insan” yoksa, ayrıca insan ve topluma ilişkin bütün temellendirmelerimizi yatay düzlemde gerçekleştireceksek, doğuştan ve verili insan hakları diye bir
şeyi kabul etmemek “tutarlı” sayılabilir. “Çünkü söz konusu [Aristoteles’in de dâhil olduğu]
geleneğe göre bir insan olmak, her biri kendine özgü anlam ve amaca sahip bir roller bütününü yerine getirmek demektir: bir aile ferdi, bir yurttaş, bir asker, bir filozof ya da bir din
görevlisi olmak demektir. İşte, insan, ancak bütün bu rollerden ayrı ve onlardan önce gelen
bir birey olarak düşünüldüğü an ‘insan’ işlevsel bir kavram olmaktan çıkar.”101 Hâlbuki İslâm geleneğinde insan bütün bu sosyal rollerinden önce Allah karşısında bir kuldur ve kendi
başına anlamı olan bir birey, bir cevher olarak “var”dır. İnsanoğlunun Cenâb-ı Hak karşısındaki ontolojik statüsü kulluktur. “Fakat bu metafizik kulluk yeryüzündeki mutlak hürriyetin bekçisi ve koruyucusudur.”102 Bireyler arasındaki eşitliğin, insanların birbirlerine nazaran özgür olmalarının ve doğuştan devredilemez birtakım haklara sahip olmasının teminatı,
herkesin Hakk’ın kulu olmaklıktaki eşitliğidir. İnsanı böyle düşünmek onu sosyal, toplumsal ve ahlaki işlevlerinden ayırmayı da gerektirmez ve tarihî tecrübede de bireycilik tarzı bir
oluşum gözlenmemiştir.
“Bugün bile, pek çok kişi, siyasetçi ve yazar için insanların doğuştan gelen haklara sahip
olduğunun aşikârlığı hiç de açık değildir” diyen Uslu, Locke’un insan haklarını ancak Tanrı
tarafından verilmiş olmasıyla açıklayabildiğini şöyle anlatır:
99 MacIntyre, Erdem Peşinde, s. 111.
100 Hak kavramı hakkında bk. Râgıb, el-Müfredât “Hak” maddesi; İbn Sina, Kitâbü’ş-Şifâ, I, 46; İbn Manzûr, Lisânü’lArab, II, 122-3; Mütercim Asım Efendi, el-Okyanûsu’l-Muhît, II, 884. Kavramın İslâm hukukundaki geniş analizi
için bk. Hacak, İslâm Hukukunun Klasik Kaynaklarında Hak Kavramının Analizi (doktora tezi, 2000) Marmara
Üniversitesi SBE.
101 MacIntyre, Erdem Peşinde, s. 96.
102 Ülken, İslâm Düşüncesi, s. 71.
56
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
Locke, Hükümet Üzerine İkinci İnceleme’de insanların eşit şekilde haklara sahip olduğu
ve kimsenin diğerlerinin haklarına müdahale etmemesi gerektiğine ilişkin kuralın apaçık ve âşikâr olduğunu sık sık söyler (...) Ancak, Locke bunu söylemenin yeterli olmadığının farkındadır ve doğal yasanın nihaî temeli olarak Tanrı’nın varlığına başvurur. Doğal haklar ve diğerlerine zarar vermeme ödevi bütün yaratılmışların nihai sahibi olan
Tanrı’nın varlığıyla haklılaştırılır.103
Kanadalı akademisyen ve eski siyasetçi Michael Ignatieff, “insan haklarının manevî
krizi” diye adlandırdığı durumun, insan haklarının nihai metafizik zemininin yokluğuyla ilgili olduğunu söyler
Her şeyden önce, insanlar neden haklara sahiptir? İnsan türünü ve insan fertlerini haklara salahiyetli kılan şey nedir? Şayet insanla ilgili özel bir şey (onu haklara ehil kılan bir
hususiyet) varsa, neden bu dokunulmazlık, riayetle değil de bu denli sık biçimde ihlâl
ile onurlandırılıyor? Eğer insanlar özelse, niçin birbirimize bu kadar kötü davranıyoruz?
İnsan hakları seküler bir inanç nesnesi hâline gelmiştir. Ancak bu inancın metafizik dayanağı net değildir. Evrensel Beyanname’nin 1. maddesi, her türden gerekçelendirmenin önünü keser ve yalnızca şunu söyler: “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti
ile hareket etmelidirler.” Evrensel Beyanname hakları beyan ve ilan eder, ama insanların
niçin onlara sahip olduğunu açıklamaz.104
Ignatieff bu noktada,1948 tarihli Evrensel Beyanname’nin hazırlık sürecine dair bir
anekdot paylaşır. Komisyonun başkanı Eleanor Roosevelt Şubat 1947’de, beyannamenin ilk
taslak komitesini bir araya getirdiğinde, Çinli bir Konfüçyen ile Lübnanlı bir Thomist beyannamenin felsefi ve metafizik temelleri hakkında inatçı bir tartışmaya girişirler. Bayan Roosevelt ise, Doğu ile Batı’nın önündeki tek yolun, anlaşmazlık üzerinde anlaşmak olduğunu söyleyerek tartışmaya son verecektir.105
Doğal insan hakları konusunda dikey boyut ihmal edildiği, yani bu hakların insana, insanı aşan bir kaynaktan verili olduğu dikkate alınmadığı takdirde, insanın doğuştan ve devredilemez birtakım haklarla dünyaya geldiği iddiasının hakkıyla temellendirilmesinin mümkün olmadığını söyledik. Bu meseleye farklı bir noktadan dikkat çekmek amacıyla Amerikalı
filozof Richard Rorty’nin (ö. 2007) “liberal ironist” kavramına başvurabiliriz. Rorty bireysel
kendini gerçekleştirme ve toplumsal adalet projeleri arasındaki gerilimi incelediği eserinde
şöyle diyor:
103 Uslu, Doğal Hukuk ve Doğal Haklar, s. 168-9.
104 Ignatieff, Human Rights as Politics and Idolatry, s. 337.
105 Ignatieff, Human Rights, s. 337. Mehmet Birsin, “Bildirgenin felsefesinin tartıştırılmamış olması, arka planda mevcut
olan felsefenin ortaya çıkmasını önleme çabası olarak görülmüş olmalıdır” der (İslâm Hukukunda İnsan Hakları
Kuramı, s. 28). Bu tutumun, arka planda tutarlı ve derinlikli bir felsefe bulunmadığını gizleme amaçlı olması daha
muhtemeldir.
57
Asım Cüneyd KÖKSAL
Burada kullandığım “liberal” tanımını, yaptığımız en kötü şeyin zalimlik olduğunu düşünen insanları liberal olarak tarif eden Judith Shklar’dan ödünç alıyorum. “İronist” terimini ise, kendisinin en merkezi inançlarının ve arzularının olumsallığıyla [mümkün
oluşuyla / contingency]106 yüz yüze gelebilen kişiyi –bu merkezi inançların ve arzuların zamanın ve tesadüfün ötesinde yer alan bir şeylere gönderme yaptığı düşüncesinden vazgeçmeye yetecek denli tarihselci ve nominalist olan bir kişiyi- adlandırmak için
kullanıyorum. (...) Liberal ironist açısından “niçin zalim olmamalı?” sorusunun yanıtı
yoktur –zalimliğin korkunç bir şey olduğu inancının döngüsel olmayan teorik bir dayanağı yoktur. “Ne zaman adaletsizliğe karşı mücadele etmek gerektiğine ve ne zaman
kendinizi mahrem [ferdî / private]107 özyaratım projelerine hasretmek gerektiğine nasıl karar veriyorsunuz?” sorusunun da bir yanıtı yoktur. Liberal ironist açısından bu
soru en az şu sorular kadar umutsuzdur: “m x n sayıda başka masumun hayatını kurtarmak için n sayıda masumun işkenceye maruz kalmasını kabul etmek âdil midir? Eğer
âdilse, n ve m’nin değerleri tam olarak nedir?” ya da “bir kimse rastgele seçilmiş başka
insanlar karşısında ne zaman kendi ailesinin ya da cemaatinin üyelerini yeğler?” Bu türden soruların iyi temellendirilmiş teorik yanıtları olduğuna –bu türden ahlaki ikilemleri
[dilemma] çözmek için gerekli algoritmaların olduğuna inanan herhangi biri, kalbinin
derinliklerinde hâlâ bir teolog ya da metafizikçidir. Bu kimse, hem insan varoluşunun
gayesini belirleyen hem de bir sorumluluklar hiyerarşisi tesis eden bir düzene, zaman ve
tesadüfün ötesinde yer alan bir düzene inanıyordur.108
“Düşünmenin ve toplumsal ilerlemenin hedefi olarak Hakikatin yerine Özgürlüğü”n109
konulduğu, her türlü gerçekliğin toplumsal inşa ürünü olduğunun kabul edildiği bir çağda,
Rorty’nin liberal ironist figürü, insan ve toplum yaratımı olmayan bazı gerçeklikler varmış
gibi konuşurken aslında böyle gerçeklikler olmadığına inanmaya devam eder. “İroni” terimi
burada bir şey söylerken tam olarak onu kastetmemek şeklindeki aslî anlamını muhafaza
eder. Yapılan şey, gerçek anlamını yalnız katılımcıların bildiği bir “söz oyunu”ndan ibarettir.
Adaletten, insan haklarından, herkesin eşitliğinden söz edilirken, bu kelimeler özsel, gerçekliğini kendilerinde taşıyan birtakım hakikatlere atıf yapıyormuş gibi davranılır. Ancak -teoride yatay ve dikey boyutlar arasındaki kırılma bir tarafa- herkes teori ile pratik arasındaki
büyük yarığın farkındadır.110
106 “Contingency” kelimesi, zorunlu ile imkânsız arasındaki kategoriyi, yani büyük ölçüde klasik felsefedeki “imkân”
kategorisini; bir şeyin öyle veya böyle olmasının, hatta var olup olmamasının mümkünlüğünü ifade eder. Değerler
alanında da cevherî/özsel, değişmez olmayan bir anlam taşır. H. Ziya Ülken buna “zorunsuzluk” demişti.
107 Rorty’nin “private” kelimesiyle kastettiği anlamın, mütercimin tercih ettiği “mahrem”den ziyade, “ferdî/bireysel”
olduğu anlaşılmaktadır.
108 Rorty, Olumsallık, İroni ve Dayanışma, s. 17-8; Contingency, Irony and Solidarity, s. xv.
109 Rorty, Olumsallık, İroni ve Dayanışma, s. 15.
110 İnsan hakları pratiğindeki büyük problemleri ele alan bir çalışma için bk. Thomas Hammarberg, Avrupa’da İnsan
Hakları (trc. Ayşen Ekmekci), İstanbul: İletişim Yayınları, 2012. Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserliği yapmış
olan Hammarberg bu kitabında yabancı düşmanlığı (bu meyanda İslâmofobi) ve mülteci sorunundan toplumsal
cinsiyet ve çocuklarla ilgili sorunlara, engelli insanların haklarından sosyal ve ekonomik haklara kadar çok geniş bir
alandaki insan hakları ihlallerini ayrıntılı biçimde ortaya koyuyor.
58
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
MacIntyre da “duyguculuk” (emotivism) kuramı ile mücadele ederken benzer bir noktadan hareket eder. “Duyguculuk, bütün değerlendirici yargıların ve özellikle de bütün ahlâksal yargıların -bunlar ahlâksal ve değerlendirici oldukları sürece- tercih, tutum ve duyguların dile getirilişinden başka bir şey olmadığını öne süren bir öğretidir.”111 Modern dönemde
ahlâk düşüncesinin köklü bir biçimde yozlaştığını, temel erdemlerin bir tarafa atılıp ahlâk
alanında hiçbir sabitenin, objektif denebilecek hiçbir hakikatin kalmadığını, insan bütünlüğünün parçalandığını iddia eden düşünür, yeniden Aristoteles’in erdem ahlakına dönüşü savunduğu kitabında, duyguculuk dediği (ve hemen hemen modernlikle özdeşleştirdiği) objektif bir hakikat kabul etmeyen bu tavır alışla kökten hesaplaşır:
Özellikle modern birey, benim deyişimle duygucu birey, önünde, üzerinde yargıda bulunabileceği hiçbir sınırlama bulamaz; çünkü bu tür sınırlamalar değerlendirmeyle ilgili rasyonel ölçütlerden türetilir ve önceden de belirttiğim gibi duygucu birey, bu tür
herhangi bir ölçütten yoksundur. Her şey, bireyin benimsemiş olduğu herhangi bir bakış açısından eleştirilebilir; ki buna bireyin benimseyeceği bakış açısının seçimi de dahildir. Hem analitikçilerden, hem de varoluşçulardan, bazı modern felsefeciler, ahlâksal
fâilliğin özünü, herhangi bir rastlantısal durum ile herhangi bir zorunlu özdeşleşmeden
paçayı kurtarma kapasitesinde olan bu bireyde bulmuşlardır. (…) Hiçbir zorunlu toplumsal içerik ve kimliğe sahip olmayan bu demoktarize edilmiş kişi(lik), her şey olabilir, herhangi bir rolü benimseyebilir veya herhangi bir bakış açısına bağlanabilir; çünkü
o, kendi içinde ve kendisi için bir hiçtir.”112
20. yüzyılın önemli siyaset düşünürlerinden Hannah Arendt (ö. 1975) Totalitarizmin
Kaynakları isimli eserinin “Ulus-devletin Yıkılışı ve İnsan Haklarının Sonu” başlıklı dokuzuncu bölümünde, insan hakları meselesinin iki dünya savaşı arası dönemde nasıl temelli
bir problemle yüzleştiğini anlatır. 1. Dünya Savaşı sonrasında yıkılan imparatorluklar çeşitli
ulus-devletlere evrildiğinde, devletsiz bazı halklar ortaya çıkmış ve tarihte ilk defa olarak
milyonlarca insan herhangi bir siyasi topluluğa ait olmaksızın ortada kalmıştı. “Yeryüzünün
posası” olarak nitelendirdiği bu büyük kitleler, temel insan haklarından yoksun kalmışlardı,
çünkü insan hakları bir devlete tabiiyet ile sıkı bir şekilde irtibatlı olarak düşünüldüğü, daha
doğrusu her devletin yasaları içerisinde mündemiç kabul edildiği için, siyasi bir topluluğun
koruması altında olmayan insan, salt insan olması bakımından temel haklara sahip addedilmiyordu. İnsan hakları pozitif yasalar gibi bağlayıcı değildi; “İnsan hakları da, hiçbir zaman
bir yasa hâline gelememiş, ancak normal yasal kurumların yeterli olmadığı tekil ayrıksı durumlarda bir başvuru [mercii] olarak oldukça muğlak bir varlık kazanmıştır.”113
Arendt, 18. yüzyılın sonundaki İnsan Hakları Bildirgesi’nin tarihte bir dönüm noktası
olduğunu söyleyip şöyle der:
111 MacIntyre, Erdem Peşinde, s. 28.
112 MacIntyre, Erdem Peşinde, s. 57-8. Duyguculuk hakkında bir değerlendirme için bk. Feldman, Etik Nedir?, s. 308-36
(bu kitabın tercümesinde ekolün ismi “duygusalcılık” olarak çevrilmiştir).
113 Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 2, s. 277.
59
Asım Cüneyd KÖKSAL
Bildirgenin önünde sonunda tek bir anlamı vardı: O andan sonra Yasa’nın kaynağı, Tanrı’nın
buyruğu ya da tarihin töreleri değil, İnsan olacaktı. Bildirgeyle, tarihin toplumun belli tabakalarına ya da belli uluslarına bahşettiği ayrıcalıklardan bağımsız olarak [“eğitimini” tamamlayan] insanın her türlü vesayetten özgürleştiği imlendi ve reşit olduğu ilân edildi.114
Fakat öyle anlaşılıyor ki İnsan, bir devlet tâbiiyetinden, bir kolektivite mensubiyetinden
bağımsız olarak, insanları sırf insan olmaları bakımından kucaklayabilen, ulusal menfaatlere
aşkın olan ve -yasa olmak için gerekli- gerçek müeyyidelerle donatılmış Yasa’yı ve belki daha
da önemlisi, böyle bir yasanın temelini teşkil edecek ahlâkı henüz “yapabilmiş” değildir.
İnsan haklarının “felsefi krizi”nden söz ederken doğrudan insan hakları uygulamalarına
dair sorunlar kastedilmediği gibi, günümüzde insan haklarına yönelik meydana gelmiş devasa literatür, çok sayıda insan, kurum ve maddî imkânın seferber edildiği büyük bir pratikler kümesi gözardı ediliyor da değildir. Bazı toplumsal pratiklerin herkes tarafından aksiyomatik biçimde kabul edilip köken araştırmasına tâbi tutulmaksızın pratikte sorunsuz
işleyebilmesi ihtimali de -böyle bir ihtimal ne kadar zayıf olsa dahi- konumuz dışındadır.
Felsefi kriz, kökene dair tutarlı bir teorik anlatının yokluğu ile ilgilidir. Buna göre insan haklarının salt ahlaki, salt hukuki, yahut ahlaki-hukuki haklar niteliğinde olup olmadığının kabulü, temel niteliği ne olursa olsun söz konusu hakların asgarî miktarına dair bir tasavvur,
bunun niçin böyle olduğuna dair bir teorinin eşlik etmediği durumda tatmin edici bir açıklama sayılmayacaktır. Hangi normatif statüde olursa olsun temel bazı insan hakları kabul etmek, bu hakların statüsünü açıklamadan önce, niçin insanların insan olmakla bu haklara sahip olduğunun tutarlı bir açıklamasını gerektirir.
20. yüzyılın önde gelen hukuk filozoflarından H. L. A. Hart (ö. 1992) “Are There Any
Natural Rights?” başlıklı makalesinde, doğal hakların ahlaki nitelikte olduğunu ve esasen temelde tek bir doğal hakkın mevcut olduğunu belirtir: “bütün insanların eşitçe sahip olduğu
özgür olma hakkı”.115 O şöyle der:
Bütün insanların eşitçe sahip olduğu özgürlük hakkını bir doğal hak olarak betimlemek
için iki nedenim var ve ikisi de daima klasik doğal hak kuramcıları tarafından vurgulanmıştır: (1) Bu hak tercih kabiliyetini haiz her insanın sahip olduğu bir haktır; insanlar buna herhangi bir toplumun üyesi veya birbiriyle özel bir ilişki içinde olarak değil,
salt insan olmakla sahiptir. (2) Diğer ahlaki hakların aksine bu hak, insanların istemli
eylemleriyle yaratılmış veya bahşedilmiş değildir.116
Hart gerekçelendirmesinde, herkesin “eşitçe sahip olduğu özgürlük hakkı”na niçin sahip
olduğunu açıklamamaktadır. Gerekçe olarak sunduğu önermeler bir sebep olmaktan ziyade
sonuç olmaya elverişlidir, bilhassa birinci önerme, açıklanması gereken bir iddianın öyle varsayılmasından ibarettir. Hart’ın iddiası esasında koşullu bir önermedir: “Eğer ahlaki hak diye
114 Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 2, s. 294.
115 Hart, “Doğal Haklar Var mı?”, s. 217.
116 Hart, “Doğal Haklar Var mı?”, s. 218.
60
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
bir şey varsa bu tek doğal hak var olmalıdır.”117 Günümüz düşünürlerinden Amartya Sen,
günümüzde insan hakları anlayışına yönelik kuşku ve eleştirilere, Benthamcı tarzda kökten
reddedişlerin yaygın olduğuna ve insan hakları aktivistlerinin bu tarz kuşkular karşısındaki
rahatsızlığına değinir. Aktivistler dünyayı açıklamaktan ziyade değiştirmeye çalıştıkları için
bu tarz spekülatif soru ve eleştiriler onları huzursuz etmektedir. Sen, sağlıklı bir insan hakları pratiği için teorik kuşkuların giderilmesi gerektiği kanaatindedir. Böyle tutarlı bir teorik
çerçeve çizmek amacıyla kaleme aldığı makalesinde, insan haklarına dair herhangi bir teorinin cevaplaması gereken sorulardan ilki -ve bizim açımızdan en önemlisi- olarak, insan hakları bildirilerinin ne tür bir ifade olduğu sorusunu vaz eder. Bu soruya verdiği yanıtta Hart’ı
takip ederek insan haklarının esas itibarıyla ahlaki talepler olduğunu ileri sürer. Ona göre
insan hakları yasama için ilham edici bir kaynak olabilirse de bu haklar hukuki, ön-hukuki
(proto-legal) yahut ideal-hukuki emirler değildir.118
Sen, Bentham’ın doğal hakları, bunları hukuki mahiyetli haklar şeklinde yorumladığı
için reddettiğini söyler. Doğal hakların arkasında hukuki veya kurumsal bir güç bulunmadığı âşikardır. Burada dikkate alınıp mukayese edilmesi gereken iki tür etik vardır ki birisi
Bentham’ın öncülüğünü yaptığı yarar temelli etik (bunda zâtî öneme sahip etik değer yarar
olup insan hakları veya özgürlüğü değildir), diğeri ise insan haklarına köklü bir yer ayıran,
insanî özgürlük ve yükümlülüklere temel bir önem atfeden bir etiktir. Bu ikinci tarz etiği savunan yazar, insan haklarını etik olarak kavramanın, bunları yalnız hukuki birer talep olarak
değil, aynı zamanda hukukun zemini, neredeyse “beklemede olan hukuk” olarak görmek isteyen hukuk temelli insan hakları kavrayışlarının tümüne karşıdır. Böyle bir yaklaşım ahlaki
olarak kavranan hakların yeni yasamalarda hiçbir etki ve yardımı olmayacağı anlamına gelmeyecek, fakat yalnız böyle bir işlevi olduğu ileri sürülemeyecektir.119
Sen, makalesinde insan haklarının pratik yönlerine dair kıymetli birtakım değerlendirmeler yapmakla birlikte, insan haklarının en temel mahiyetine dair, yani insan olmanın niçin bu tarz ahlaki haklara sahip olmayı gerektirdiğine ilişkin tatmin edici bir açıklama sunmaz. Konuyla ilgili önemli bir başka çalışma da Charles R. Beitz’in insan hakları düşüncesine
tahsis ettiği kitabıdır. The Idea of Human Rights’ın temel sorunsalı, 2. Dünya Savaşı sonrası
şartlarında uluslararası anlaşmalarla evrensel bir doktrin hâline gelen insan haklarını “mevcut pratiği” içerisinde anlamaktır. Yazara göre evrensel insan haklarını anlamanın en iyi yolu,
bunu başka bir düşüncenin ürünü olarak değil, kendi nev’ine özgü, sui generis bir düşünce
olarak tasavvur etmektir.
Beitz insan haklarını yerel sosyal adalet ilkeleri ile özdeşleştirmek ne kadar hatalıysa, bu hakları bütün tarihî şartlarda her insana uygulanması gereken normlar toplamı olarak bir asgarî ahlakilik standartı (moral minimum) şeklinde görmenin de o denli hatalı olacağı kanaatindedir.
117 Hart, “Doğal Haklar Var mı?”, s. 219.
118 Sen, “Elements of a Theory of Human Rights”, s. 318-20.
119 Sen, “Elements of a Theory of Human Rights”, s. 325-7.
61
Asım Cüneyd KÖKSAL
Ona göre evrensel insan hakları bu iki anlayışın ortasında olup, “günümüzde içinde yaşamakta
olduğumuz küresel normatif düzenin unsurları olmak şeklindeki kendilerine mahsus rolleriyle
temayüz eden eleştirel, kamusal standartlardır.”120 Yazarın temel amacı, gözlemlediğimiz uluslararası pratikle uyumlu bir insan hakları kavrayışını tasvir etmektir. İnsan haklarına ilişkin dile
getirilmiş çeşitli türden kuşkuları tasnif edip sıralayan121 Beitz, bunlardan özellikle politik nitelikli olanlar üzerinde durur ve insan haklarının birtakım politik hesapların aracı olarak kullanılması tarzındaki ihtimallerin mevcudiyetinin, bir bütün olarak insan hakları projesini reddetmek için makul bir sebep olmadığına inanır. Amartya Sen’e benzer şekilde insan haklarının
hukuki ilkeler olmadığını düşünen Beitz’e göre söz konusu hakların pratiği “küresel normatif düzen”in bir parçasıdır. “Küresel normatif düzen, küresel politik alanın muhtelif bölgelerinde davranış için düzenleyici standartlar olarak az veya çok yaygın olarak kabul edilen normlar bütünüdür.”122 Bu normların bir bölümü sözleşmelerle oluşturulan hukuk benzeri normlar iken, bir
bölümü de arkaplan normları veya ilkeleri olarak tasavvur edilmelidir. Yazar insan haklarının hukuk olmaya elverişli olmadığı (hukuka ait kaynaklardan çıkarılmadığı ve kararlar üzerinde etkili
olabilse de belirleyici olmadığı) için arkaplan normları olduğunu ileri sürer. Arkaplan normları
kamusal alanda yaygınca kabul edilen, hükümetlerin karar ve eylemlerini değerlendirmede kullanılan eleştirel pratik standartlardır. İnsan haklarına dair bir teori fazla iddialı olmamalıdır, zira
insan haklarının doğası ve talepleri, olumsal tarihî şartlara cevap olmak üzere vücuda gelmiştir.
Böyle olunca insan haklarının temelini bir veya birkaç belirgin ahlaki düşüncede aramak veya
hakların genelgeçer bir listesini çıkarmak yanlış olacaktır.123
İnsan haklarına yönelik kavramsal, normatif veya amaca yönelik kuşkular ne olursa olsun, mevcut hâliyle insan hakları pratiğinin olumlu taraflarını korumaya yönelik iyi niyetli
çabaların kıymeti inkâr edilemez. Yukarıda bu yöndeki çabalardan bir bölümüne değindik.
İnsan hakları anlayışının, yani insanların doğuştan sahip oldukları birtakım temel ve devredilemez haklara sahip oldukları fikrinin İslâm ile uyumlu olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Hatta Locke ile meşhur olan yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarının nihai kökeninin İslâm hukuku olduğu kanaatimizi de ifade etmiştik. Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’nde yer
alan, ayrıca bazı âyet ve hadislerde bulunan bazı ilkelerin Debûsî ve diğer Müslüman hukukçularca açımlanması sonucunda, en az bin yıldır bu anlayış İslâm hukukunda mevcuttur. Günümüzde medenî ve siyasî haklar denilen birinci kuşak hakların temelini oluşturan
bu hakların yanısıra; sosyal, ekonomik ve kültürel haklar olarak bilinen ikinci kuşak hakların
önemli bölümü de İslâmî öğretinin teori ve pratiğinde yer alır (fakat bunların bir kısmı günümüzde olduğu gibi devletin değil, “sivil toplum”un vazifesi olarak görülmüş ve büyük ölçüde vakıflar aracılığıyla gerçekleştirilmiştir). Dolayısıyla mesela Hüseyin Kazım Kadri’nin
(1789 tarihli) İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin İslâm ile uyumlu olduğunu açıklama
120
121
122
123
62
Beitz, The Idea of Human Rights, s. 197-8.
Beitz, The Idea of Human Rights, s. 3-6.
Beitz, The Idea of Human Rights, s. 209.
Beitz, The Idea of Human Rights, s. 209-12.
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
çabası124 ve bunun 1948 tarihli beyannameyi esas alan günümüzdeki muadilleri gibi çabalar tamamen önemsiz olmamakla birlikte, esas mesele insan haklarının nasıl temellendirildiği (kökeni) ile, Douzinas’ın ifade ettiği gibi, “tahakküm ve baskıya karşı etkili bir savunma
aracı mı yoksa yükselen bir imparatorluğun ideolojik cilası mı”125 olduğu, yani başka birtakım amaçlar için araçsallaştırılması (amacı) problemidir.
Batı felsefesinin bilhassa Kant’tan sonraki seyri bakımından doğal hukuk ve doğal haklar anlayışının gözden düşmesi kaçınılmazdı. Materyalist-pozitivist anlayışın büyük ölçüde
hâkim olup metafizik içerikli önermelerin anlamsız kabul edilir hâle geldiği126, Kant felsefesindeki (özgürlük ve otonomi kavramlarının da dâhil olduğu) metafizik bakiyenin temizlendiği ve Fransız İhtilali’nden sonra toplumsal hayatı düzenleme biçimlerinde istihdam
edilen ve edilecek her türlü ahlaki ve hukuki değerin insan kaynaklı olduğu kabulünün yerleştiği, insanı aşan değişmez bir hakikat anlayışının ortadan kalkarak bütün hakikat iddialarının toplumsal kurgulardan ibaret kabul edildiği, bunlara paralel olarak modern ulus
devletin yaygınlaşarak hâkimiyetin mutlak ve devlet ile kâim olduğu fikrinin benimsendiği,
bireyin büyük ölçüde ortadan kalkıp kolektif unsurların bir parçası hâline geldiği, insanın ilkel bir yaşam formundan evrimleşmiş hayvanlardan bir hayvan, nihayetinde biyolojik bir yığından ibaret kabul edildiği bir entelektüel ortamda, doğuştan ve devredilemez insan hakları fikrini sürdürmenin imkânı kalmadığı gibi, bu düşünceye geri dönmek esasen bir nevi
“irtica” sayılmalıydı. Şu hâlde 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarındaki manzara –genel olarak hak kavramının reddedildiği yahut yalnız mer’î devlet hukukunun bahşettiği hukuki
hakların kabul edildiği, hususen doğal haklar anlayışının çoktandır köhnemiş bir zihniyetin
ürünü olduğu telakkisi-, esasen saydığımız gelişmelerin doğal bir neticesidir. 20. yüzyılın ilk
yarısında gerçekleşen doğal hukuk rönesansı127 ise, 19. yüzyıl boyunca gelişen felsefi, sosyolojik, ekonomik ve bilimsel düşüncenin doğal bir sonucu olmayıp, bilakis bu gelişmenin
gayri tabii bir biçimde kırılmasını temsil eder. Yani söz konusu rönesans, fikrî gelişim çizgisinin bir sonucu olmayıp, iki dünya savaşının arasında ve ikincisinin sonunda ortaya çıkan
bazı somut gerçekliklerin neticesidir. Fiilî bir zorunlulukla, ulus devlet yasalarının üstünde
yer alacak ahlaki değerlere dayalı bir insan hakları tasavvuru oluşturulmuş, fakat post-metafizik çağda bunun felsefi temellendirmesi yapılamamıştır. Bu noktada Kant çizgisini takip
eden bazı felsefecilerin insan haklarını tekrar Kant felsefesiyle temellendirme çabaları da zayıf ve semeresiz kalmaktadır.128 Söylemek istediğimiz şudur: İnsan hakları anlayışının tutarlı
bir temellendirmesi ancak insanı aşan bir varlık, bilgi ve değer kaynağının mevcudiyetinin
124 Hüseyin Kazım Kadri, İnsan Hakları Beyannamesi’nin İslâm Hukukuna Göre İzahı.
125 Douzinas, İnsan Hakları ve İmparatorluk, s. 7.
126 İfade edilen husus, hâkim hâle gelen felsefi temayüldür. Yoksa Kant sonrasında materyalist/pozitivist yaklaşımın
yanısıra idealist, spiritüalist, Thomas Aquinas’ın görüşlerini modern felsefeye uyarlamaya çalışan (Yeni Tomist)
dindar yaklaşımların da mevcut olduğu bilinmektedir.
127 bk. Hamide Topçuoğlu, XX inci Yüzyılda Tabii Hukuk Rönesansı.
128 Böyle çabalara örnek olarak Robert Nozick’in Anarchy, State and Utopia adlı eserinde birey haklarını Kant’ın ikinci
kategorik buyruğuna irca eden yaklaşımı ile, Ioanna Kuçuradi’nin İnsan Hakları: Kavramları ve Sorunları (Ankara:
Türkiye Felsefe Kurumu, 2011) isimli kitabındaki yaklaşımı verilebilir.
63
Asım Cüneyd KÖKSAL
ve bu hakların insana verili olduğunun kabulüyle mümkündür. İnsanın rasyonel ve otonom
bir varlık olduğunu ispat etmek eskisi kadar kolay olmadığı gibi, böyle olduğu kabul edildiği takdirde de bu vasıflar onun bu haklara zorunlu olarak sahip olmasını gerektirmez; bu
gereklilik için insanın Yaratıcı tarafından sorumlu kılındığının ve ayrıca özcü bir insan doğası anlayışının kabulü de lâzımdır. Varlık, bilgi ve değerin kaynağı insandan başka bir yerde
aranmayacaksa, her şeyi inşa eden insansa, temel haklara zemin teşkil edebilecek (“insan
onuru” ve “insan doğası” gibi) hiçbir kavramın nihai ve kurgusal olmayan bir özü olmayacak demektir. İnsan haklarının başka amaçlar için araçsallaştırılmamasının garantisi ancak
sözünü ettiğimiz aşkın ve verili insan hakları anlayışıdır. İnsan haklarının bu aşkın temellerinin tasfiye edilmesiyle birlikte hiçbir değişmez ve kendinde iyi bir değer kalmayacağını ve
bu durumun yol açabileceği sonuçları Arendt çok iyi özetliyor:
Dinin mutlak ve aşkın ölçüleri ya da doğanın yasası otoritelerini yitirir yitirmez, hakkı,
‘için’ –birey ya da aile veya halk ya da en geniş sayı için- ‘iyi’ ile özdeşleyen129 bir yasa
anlayışı da kaçınılmaz hâle gelir; ve eğer ‘için iyi’nin uygulandığı birim insanlık kadar
geniş olursa, bu karmaşa asla çözülmez. Çünkü, son derece örgütlü ve donanımlı bir insanlığın günün birinde, bazı parçalarını tasfiye etmenin bir bütün olarak insanlık için
hayırlı bir iş olacağına tamamen demokratik bir biçimde –yani çoğunluk yoluyla- karar
verecek olması, pratik siyasi ihtimaller alanında bile son derece anlaşılabilir bir şeydir.
Burada, olgusal gerçekliğin yol açtığı sorunlar alanında, uzun zaman önce Platon’a “her
şeyin ölçüsü insan değil Tanrı olmalıdır” dedirtse de, ancak bütün siyasi ve felsefi sorunların çerçevesini sarsılmaz bir Hıristiyan tanrıbilim oluşturduğu sürece farkedilmeden kalabilecek siyaset felsefesinin en eski çıkmazlarından biriyle karşı karşıyayızdır.130
Arendt’ten yarım asrı aşkın bir zaman sonra yazan Douzinas da, aşkın temelini kaybeden insan haklarının, siyasetin bir enstrümanı olmasının kaçınılmazlığını ifşa ediyor:
Normatif kaynaklar, bundan böyle, Tanrı’nın ezeli ve ebediliğinde, rasyonel bir sistematiklikte, doğal ya da sosyal bütünlükte değil, devletlerin çıkarlarında, pazarlıklarında ve
tavizlerinde bulunmaktadır. Haklar, ahlâk ve hukuk felsefecilerinin ilgi alanları ve yöntemleri olmaktan siyasetçilerin önceliği olmaya doğru gidiyor.”131
Robert Dahl “devredilemez hakları herhangi bir hükümetin ulaşamayacağı yerde kurmak için ne yapmalı” diye sormuştu.132 “Eğer test buysa” der Wael B. Hallaq, “o zaman hukukun üstünlüğünü devlet yönetimi üzerinde hâkim kılan şer’î hukuk bu testi geçmiştir.”133
Hallaq’ın bu hükmü güncel değil, tarihsel bir değerlendirmedir. Günümüz için ise Dahl’ın
sorusu önemini sürdürüyor.
129
130
131
132
Arendt burada Hitler’in “Hak, Almanlar için iyi olandır” sözünden hareket ediyor.
Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 2: Emperyalizm, s. 308-9.
Douzinas, İnsan Hakları ve İmparatorluk, s. 12.
Dahl, “On Remowing Certain Impediments to Democracy in the United States”, s. 235’ten nakleden Hallaq, The
Impossible State, s. 72; İmkânsız Devlet, s. 132.
133 W. Hallaq, The Impossible State, s. 72.
64
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
Kaynaklar
Ağaoğulları, Mehmet Ali – Filiz Zabcı – Reyda Ergün. Kral-Devletten Ulus-Devlete. Ankara: İmge Kitabevi
Yayınları, 2009.
Aktan, Hamza. “İhrâz.” DİA. XXI, 542-4.
Aravamudan, Srinivas. Enlightenment Orientalism. Chicago: The University of Chicago Press, 2012.
Arendt, Hannah. Totalitarizmin Kaynakları 2: Emperyalizm (trc. Bahadır Sina Şener). İstanbul: İletişim
Yayınları, 1998.
el-Bâbertî, Ekmelüddin Muhammed b. Mahmud, et-Takrîr li-Usûli Fahri’l-İslâm el-Bezdevî (nşr. Abdüsselâm
Subhi Hâmid). I-VIII, Kuveyt: Vizâretü’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’l-İslâmiyye, 2005.
Bardakoğlu, Ali. “İstîlâ.” DİA. XXIII, 359-361.
Beitz, Charles R.. The Idea of Human Rights. Oxford University Press: New York, 2009.
Bentley, Jerry. “Europeanization of the World or Globalization of Europe?.” From the Renaissance to the
Modern World: A Tribute to John M. Headley (ed. Peter Iver Kaufman Basel), Switzerland: MDPI
Books, 2012.
Bernasconi, Robert. Irk Kavramını Kim İcat Etti? (haz. Zeynep Direk). İstanbul: Metis Yayınları, 2011.
Beysan, Nazime. Hak Kavramının Hukuk Felsefesi Açısından Analizi. İstanbul: XII Levha Yayıncılık, 2015.
Birsin, Mehmet. İslâm Hukukunda İnsan Hakları Kuramı. İstanbul: Düşün Yayıncılık, 2012.
Brennan, Jason. Liberteryenizm (trc. Atilla Yayla). Ankara: Liberte Yayınları, 2015.
el-Buharî, Abdülaziz. Keşfü’l-Esrar (nşr. Muhammed el-Mu’tasım Billah el-Bağdâdî). I-IV, Beyrut: Dâru’lKitâbi’l-Arabî, 1997.
Büyük Haydar Efendi. Usûl-i Fıkh Dersleri. İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1326.
ed-Debûsî, Ebû Zeyd. Takvîmü’l-edille (nşr. Halil Muhyiddin el-Meys). Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
2001.
Del Vecchio, Giorgio. Hukuk Felsefesi Dersleri (trc. Sahir Erman). İstanbul: İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi, 1952.
Donnelly, Jack. Teoride ve Uygulamada Evrensel İnsan Hakları (trc. Mustafa Erdoğan – Levent Korkut).
Ankara: Yetkin Yayınları, 1995.
Douzinas, Costas. İnsan Hakları ve İmparatorluk: Kozmopolitanizmin Siyasal Felsefesi (trc. Kasım Akbaş –
Rabia Sağlam). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2017.
Duguit, Léon. Hak Kavramı ve Devletin Dönüşümü Üzerine Üç Konferans (trc. Edip Serdengeçti; haz. Emre
Partalcı). İstanbul: Pinhan Yayınları, 2019.
Evans, Tony. The Politics of Human Rights: A Global Perspective. Londra: Pluto Press, 2001.
Feldman, Fred. Etik Nedir? (trc. Ferit Burak Aydar). İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2013.
el-Fenârî, Şemseddin Muhammed b. Hamza. Fusûlü’l-bedâyi‘. I-II. İstanbul: Şeyh Yahya Efendi Matbaası,
1289.
Ferry, Luc&Alain Renault. Siyaset Felsefesi (trc. Ertuğrul Cenk Gürcan – Murat Erşen). İstanbul: Dergah
Yayınları, 2015.
Galtung, Johan. İnsan Hakları: Başka Bir Açıdan Bakış (trc. Müge Sözen). İstanbul: Metis Yayınları, 2013.
Gardet, Louis. Müslüman Site: Toplumsal ve Siyasal Hayat (trc. Ahmet Arslan). İstanbul: Ayrıntı Yayınları,
2014.
Güriz, Adnan. Hukuk Felsefesi. Ankara: Siyasal Kitabevi, 1999.
Hacak, Hasan. İslâm Hukukunun Klasik Kaynaklarında Hak Kavramının Analizi (doktora tezi, 2000).
Marmara Üniversitesi SBE.
65
Asım Cüneyd KÖKSAL
----------. “İslâm Hukuk Düşüncesinde Özel Mülkiyet Anlayışı.” M. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi. 2005, sy.
29, s. 99-120.
Hallaq, Wael B.. The Impossible State: Islam, Politics, and Modernity’s Moral Predicament, New York:
Columbia University Press, 2013. Türkçe tercümesi: İmkânsız Devlet (trc. Aziz Hikmet). İstanbul:
Babil Kitap, 2019.
Harrison, John – Peter Laslett. The Library of John Locke. Oxford: Oxford University Press, 1971.
Hart, H. L. A.. “Doğal Haklar Var mı?” (trc. Oğuzhan Bekir Keskin). H.L.A Hart ve Hukuk-Ahlak Ayrımı (ed.
Sercan Gürler). İstanbul: Tekin Yayınevi, 2015, s. 217-237.
Ignatieff, Michael. Human Rights as Politics and Idolatry (ed. Amy Gutmann). Princeton N.J.: Princeton
University Press, 2001.
Işıktaç, Yasemin. Hukuk Felsefesi. İstanbul: Filiz Kitabevi, 2015.
İbn Emîr el-Hâc. et-Takrîr ve’t-Tahbîr (nşr. Abdullah Mahmud Muhammed Ömer). I-III, Beyrut, 1999.
İbn Sina. Kitâbü’ş-Şifâ: Metafizik (el-İlâhiyyât) (trc. Ekrem Demirli – Ömer Türker). I-II, İstanbul: Litera
Yayıncılık, 2013.
el-İsfahânî, Râgıb. Müfredâtu Elfâzi’l-Kur’ân (nşr. Safvân Adnan Dâvudî). Dımaşk – Beyrut: Dâru’l-Kalem
– Dâru’ş-Şâmiyye, 1997.
Johansen, Baber. “Der ʻIsma-Begriff im Hanafitischen Recht.” Contingency in a Sacred Law: Legal and Ethical
Norms in the Muslim Fiqh. Leiden: Brill, 1999, s. 238-262.
----------. “Secular and Religious Elements in Hanafite Law.” Contingency in a Sacred Law: Legal and Ethical
Norms in the Muslim Fiqh. Leiden: Brill, 1999, s. 189-218.
Kadri, Hüseyin Kazım. İnsan Hakları Beyannamesi’nin İslâm Hukukuna Göre İzahı. İstanbul: Sinan Matbaası,
1949.
el-Kâsânî, Alâüddin Ebu Bekir b. Mes‘Ûd. Bedâyi‘u’s-Sanâyi‘ fî Tertîbi’ş-Şerâyiʻ. I-VII. Kahire: Matbaatü’lCemâliyyeti’l-Âmire, 1910.
Kelsen, Hans. Saf Hukuk Kuramı (trc. Ertuğrul Uzun). İstanbul: Nora Kitap, 2016.
Koskenniemi, Martti. The Gentle Civilizer of Nations: The Rise and Fall of International Law (1870-1960).
Cambridge: Cambridge University Press, 2004.
Köksal, Asım Cüneyd. “Vücûb-Eda Ehliyeti Ayırımı ve Bu Ayrımla İlişkili İki Mesele”. İÜİF Dergisi. 2011,
sy. 25, s. 105-122.
----------. Fıkıh ve Siyaset. İstanbul: Klasik Yayınları, 2017.
el-Kuhistânî, Şemsüddin Muhammed b. Hüsameddin. Câmiu’r-Rumûz. I-II. İstanbul: el-Hâc Muharrem
Efendi Bosnevî Matbaası, 1300.
el-Leknevî, Abdülhayy. Umdetü’r-Riâye alâ Şerhi’l-Vikāye (nşr. Salâh Muhammed Ebü’l-Hâc). I-VI, Beyrut:
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2009.
Lewis, Bernard. İslâm’ın Siyasal Söylemi (trc. Ünsal Oskay). Ankara: Phoenix Yayınevi, 2011.
Locke, John. Two Treatises of Government. Cambridge: Cambridge University Press, 2003. Türkçe tercümesi:
Yönetim Üzerine İkinci İnceleme (trc. Fahri Bakırcı). Ankara: Ebabil Yayınları, 2012.
----------. İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme (trc. Meral Delikara Topçu). Ankara: Öteki Yayınevi,
2000.
MacIntyre, Alasdair. Erdem Peşinde (trc. Muttalip Özcan). İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001.
Makdisi, George. Ortaçağ’da Yüksek Öğretim: İslâm Dünyası ve Hıristiyan Batı (trc. Ali Hakan Çavuşoğlu –
Tuncay Başoğlu). İstanbul: Gelenek Yayıncılık, 2004.
Mardin, Şerif. Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu (trc. M. Türköne – F. Unan – İ. Erdoğan). İstanbul:
İletişim Yayınları, 1998.
66
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
el-Mergînânî, Burhaneddin Ali b. Ebî Bekir. el-Hidâye Şerhu’l-Bidâye (nşr. Muhammed Muhammed Tamir
– Hafız Aşur Hafız). I-II, Kahire: Dâru’s-Selam, 1420.
el-Meydânî, Abdülganî b. Tâlib. el-Lübâb (Kudûrî şerhi) (nşr. Ömer el-Mısrî – Beşşâr Bekrî Arâbî). Dımaşk:
Dâru Sibâʻ, ts.
Mütercim Asım Efendi. el-Okyanûsu’l-Muhît fî tercemeti’l-Kâmusi’l-muhit. I-III. İstanbul: Matbaa-i
Osmâniye, 1305.
en-Nigerî, Abdünnebî b. Abdürresul. Düstûru’l-ulemâ. I-IV. Beyrut: Müessesetü’l-Aʻlemî (Haydarabad:
Dâiretü’l-Maarif Matbaası baskısının tıpkıbasımı), 1975.
Özdemir, Merve. İslâm Hukukuna Göre Beden Üzerinde Tasarruf ve Organ Nakli (doktora tezi, 2017).
Sakarya Üniversitesi SBÜ.
Özdemir, Recep. İslâm Hukukunda Mülkiyet. İstanbul: Hiperyayın, 2018.
Rorty, Richard. Contingency, Irony and Solidarity. NY: Cambridge University Press, 1995; Türkçe tercümesi:
Olumsallık, İroni ve Dayanışma (trc. Mehmet Küçük – Alev Türker). İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995.
Sadruşşerîa, Ubeydullah b. Mes‘ûd. Şerhu’l-Vikaye (nşr. Salâh Muhammed Ebü’l-Hâc). I-II, Amman: elVerrak, 2006.
----------. et-Tavzîh (nşr. Muhammed Adnan Derviş). I-II, Beyrut: Dâru’l-Erkam, 1998.
Sen, Amartya. “Elements of a Theory of Human Rights.” Philosophy&Public Affairs, XXXII, sy. 4, s. 315-356.
es-Serahsî, Şemsüleimme Ebu Bekir Muhammed b. Ahmed. Usûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgânî). I-II, Beyrut:
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1993.
----------. el-Mebsût. I-XXX. İstanbul: Çağrı Yayınları (Kâhire: Matbaatü’s-Sâade, 1324 baskısının
tıpkıbasımı), 1982.
Seyyid Bey. Hak Mefhûmunun ve Kuvve-i Müeyyidesinin Sûret-i Telakkīsi Hakkında İslâm Felsefe-i Hukūkuyla
Avrupa Felsefe-i Hukūku Arasında bir Mukayese: Konferans. İstanbul: Kader Matbaası, 1338
Strauss, Leo. Doğal Hak ve Tarih (trc. Murat Erşen – Petek Onur). İstanbul: Say Yayınları, 2011.
Sunar, Lütfi. “Modern Zamana Geçerken Bedenleşen İnsan: John Locke’un Beden, Emek ve Mülkiyet
Kuramının Bir Eleştirisi”. İnsanı Yeniden Düşünmek (ed. Lütfi Sunar – Latif Karagöz). İstanbul: İlem,
2019, s. 33-68.
Şentürk, Recep. İnsan Hakları ve İslâm. İstanbul: Etkileşim Yayınları, 2007.
----------. “İsmet.” DİA. XXIII, 137-8.
et-Teftâzânî, Saʻdeddin Mes’ud b. Fahreddin. et-Telvîh ale’t-Tavdîh (et-Tavdîh ile birlikte) (nşr. Muhammed
Adnan Derviş). I-II, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1998.
et-Tehânevî, Muhammed Alâ b. Ali. Keşşâfu ıstılâhâti’l-funûn ve’l-ulum (nşr. Refîk el-Acem). I-II, Beyrut:
Mektebetü Lübnan, 1996.
Tierney, Brian. The Idea of Natural Rights: Studies on Natural Rights, Natural Law and Church Law 11501625. Michigan: Wm. B. Eerdmans Publishing, 2001.
Tierney, Brian. “Ockham and Natural Rights.” A History of the Philosophy of Law from the Ancient Greeks to
the Scholastics (A Treatise of Legal Philosophy and General Jurisprudence, vol: 6) (ed. Miller, Fred D.
Jr. – Carrie-Ann Biondi. Dordrecht: Springer, s. 325-328.
Topçuoğlu, Hamide. Yirminci Yüzyılda Tabii Hukuk Rönesansı. Ankara: Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Yayınları, 1953.
Uslu, Cennet. Doğal Hukuk ve Doğal Haklar: İnsan Haklarının Felsefi Temelleri. Ankara: Liberte Yayınları,
2011.
Ülken, Hilmi Ziya. İslâm Düşüncesi. İstanbul: Ülken Yayınları, 1995.
Yazır, Elmalılı M. Hamdi. Osmanlı Anayasasına Dair (haz. Asım Cüneyd Köksal). İstanbul: Klasik Yayınları,
2018.
67
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi • Cilt-Sayı 58 • Haziran 2020 • ISSN 1302-4973 • ss. 69-90
DOI: 10.15370/maruifd.758388
ARAŞTIRMA MAKALESİ / RESEARCH ARTICLE
Abdülfettâh el-Mersafî’nin Tahrîrât İlmindeki Yeri:
Şerhu’d-Dürreti’l-Mudıyye Örneği
The Place of ‘Abd al-Fattāḥ al-Marsafī in the Knowledge of Taḥrīrāt:
the Case of Sharḥ al-Durra al-Muḍiyya
Eren PİLGİR*
1
Öz: Ebû Amr ed-Dânî’nin (ö. 444/1053) kaleme aldığı et-Teysîr fi’l-kırââti’s-seb‘ adlı kitabı ve Şâtıbî’nin (ö. 590/1194) bu eseri Hırzü’l-emânî ve vechü’t-tehânî adıyla nazmettiği çalışması, İbn Mücâhid’in (ö. 324/936) kıraatleri yedi ile sınırlaması sonrasında yedi
kıraat tedrisatının iki ana kaynağı olmuştur. Kıraat tedrisatının pratikte bu eserlerle sınırlı kalması sebebiyle insanlar, et-Teysîr ve Hırzü’l-emânî dışında kıraat birikimi olmadığı vehmine kapılmışlar hatta daha da ileri giderek kıraat ilmini bu iki eserden ibaret
zannetmişlerdir. İbnü’l-Cezerî (ö. 833/1429) bu durumun farkına vararak kıraat tarîklerini genişçe ele aldığı en-Neşr fî’l-kırââti’l-aşr’ı telif etmiştir. O, bu eserini ilk önce Takrîbü’n-Neşr adıyla özetlemiş, daha sonra Tayyibetü’n-Neşr adıyla manzum hâle getirmiştir.
en-Neşr ve Tayyibetü’n-Neşr’deki tarîklerin et-Teysîr ve Hırzü’l-emânî’ye göre çok geniş
olması, İbnü’l-Cezerî’nin et-Teysîr’i on kıraate tamamlamak için Tahbîru’t-Teysîr adlı
eserini, Hırzü’l-emânî’yi on kıraate tamamlamak içinse ed-Dürretü’l-mudıyye adlı eserini
yazmasını gerektirmiştir. İbnü’l-Cezerî’nin Tahbîru’t-Teysîr ve ed-Dürretü’l-mudıyye’yi
yazmasıyla birlikte kıraat ilmi tedrisatında farklı tarîkler oluşmuştur. ed-Dürretü’l-mudıyye ve Hırzü’l-emânî’yi ana kaynak olarak kabul eden Mısır Tarîki, Tahbîru’t-Teysîr
ve et-Teysîr’i ikincil kaynak olarak kullanmıştır. Tahbîru’t-Teysîr ve et-Teysîr’i ana kaynak olarak kabul eden İstanbul Tarîki ise ed-Dürretü’l-mudıyye ve Hırzü’l-emânî’yi ikincil kaynak olarak kullanmıştır. Her iki tarîk de el-aşru’s-suğra olarak isimlendirilmiştir.
İbnü’l-Cezerî’nin en-Neşr, Takrîbü’n-Neşr ve Tayyibetü’n-Neşr adlı eserlerinin muhtevası da el-aşru’l-kübrâ müfredatının içeriğini oluşturmuştur. Ayrıca Türkiye’de el-aşru’ssuğrâ “Aşere”, el-aşru’l-kübrâ da “Takrîb-Tayyibe” olarak isimlendirilmiştir.
Kıraat ilminin en önemli alanlarından biri olan tahrîrât ilmi, rivayet kapsamları sınırlı olduğu için Hırzü’l-emânî ve ed-Dürretü’l-mudıyye’de oldukça dar çerçevede kalmıştır. Bununla birlikte tahrîrât ilmi, İbnü’l-Cezerî’nin en-Neşr ve bu eserin manzum
hâli Tayyibetü’n-Neşr’i telif etmesiyle birlikte daha geniş yelpazede ele alınmaya başlamıştır. Zira İbnü’l-Cezerî bu iki eserinde yaklaşık bin tarîke yer vermiştir. Dolayısıyla
onun bu eserlerini kaleme alması sonrasında rivayet ve tarîklerde ortaya çıkabilecek
karışıklığın önüne geçmek amacıyla tahrîrât ekolleri teşekkül etmiş, bunlar arasında
“Mansûrî Ekolü” ve “İzmîrî Ekolü” ön plana çıkmış ve her iki ekolle alakalı tahrîrât
edebiyatı oluşmuştur. Bu iki ana ekolden Mansûrî ekolünde İbnü’l-Cezerî’nin çizgisinden çıkılmamış ve genel olarak tahrîrât tedrisatı Tahrîru’t-turuk ve’r-rivâyât fî’l-kırâât
ve Hallü mücmelâti’t-Tayyibe adlı eserler üzerinden takip edilmiştir. İzmîrî ekolünde
*
Arş. Gör, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kur’an-ı Kerim Okuma ve Kıraat Anabilim Dalı,
[email protected]
Orcid No: 0000-0002-1077-227X
Geliş/Recieved: 11.03.2020
Kabul/Accepted: 15.04.2020
Eren PİLGİR
ise İbnü’l-Cezerî’nin yönteminin dışına çıkılmış ve çoğunlukla tahrîrât tedrisatı Umdetü’l-irfân ve Bedâi‘u’l-burhân üzerinden yapılmıştır. İzmîrî ekolünün takipçilerinden Muhammed b. Ahmed el-Mütevellî (ö. 1313/1895), hayatının ilk dönemlerinde
İbnü’l-Cezerî’nin eserlerinden etkilendiğini ve onun tahrîrât anlayışını benimsediğini
ifade etmiştir. Ancak o, İzmîrî’nin tahrîrât anlayışına muttali olduktan sonra açıkça
onun çizgisini takip etmeye başladığını söylemiştir. Buna rağmen Mütevellî er-Ravdu’n-nadîr ve Fethu’l-Kerîm adlı eserlerinde yer yer mensubu olduğu ekolün görüşlerinin dışına çıkmıştır. Öyle ki bazen ekolün kurucusu olan Mustafa b. Abdurrahman
el-İzmîrî’yi (ö. 1155/1742) eleştirmekten de geri durmamıştır. Bu sebeple Mütevellî’nin
tahrîrâttaki yaklaşımını farklı bir ekol olarak değerlendirenler olmuştur. Tahrîrâtla alakalı Türkiye’de yapılan akademik çalışmalarda ise tahrîrât ilminin ortaya çıkışına, tahrîrât ekollerine ve tahrîrât edebiyatına yoğunlaşılmıştır. Söz konusu bu çalışmaların aynı
bakış açısı üzerine yoğunlaşması ve son dönem kıraat âlimlerinin tahrîrât ekollerinden
hangisine daha yakın olduğunu tespit edecek çalışmaların henüz kaleme alınmamış olması bizi bu makaleyi yazmaya yönlendiren ilk husus olmuştur. Bu konu üzerine eğilmemizi gerekli kılan diğer mevzu ise İbnü’l-Cezerî’nin ed-Dürretü’l-mudıyye adlı eserini hangi gerekçelerle yazdığının net bir şekilde tespit edilmemiş olması ve onun bu
eseri üzerine yazılan tahrîrât eserlerinin mahiyetinin henüz ortaya konulmamış olmasıdır. Bununla birlikte ed-Dürretü’l-mudıyye üzerine yapılan şerhlerde tahrîrâtla alakalı
konulara yer verilmiş olması, bu şerhlerin tahrîrât ilmi açısından değerlendirilmesini de
gerekli kılmaktadır. Zira ed-Dürretü’l-mudıyye üzerine şerh yazan hemen her âlim, bir
taraftan bu eserin şerhini yaparken öte yandan şerh esnasında kıraat ilmiyle alakalı var
olan birikimini ortaya koymuştur. Bu bağlamda ed-Dürretü’l-mudıyye üzerine yazılan
şerhler arasından Abdülfettâh el-Mersafî’nin (ö. 1989) Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye adlı
şerhinin usûl kısmı incelenmiş ve bu kısımda şerh için nasıl bir yöntem takip ettiği irdelenmiştir. Daha sonra müellifin tahrîrâtla alakalı yapmış olduğu değerlendirmeler ele
alınmıştır. Yapılan inceleme sonucunda Mersafî’nin İzmîrî-Mütevellî çizgisini takip ettiği; yani azimet ehlinden olduğu, İzmîrî ile Mütevellî’nin farklı düşündüğü hususlarda
ise Mütevellî’nin değerlendirmelerini tercih ettiğini tespit edilmiştir.
Bu makalede, Mersafî’nin tahrîrâtçı kimliğinin tespitinin yanı sıra tahrîrât ekollerinin
takip ettikleri yöntemler, bu ekolleri temsil eden eserlerden hangilerinin nerelerde takip edildiği, İbnü’l-Cezerî’nin ed-Dürretü’l-mudıyye adlı eserini hangi sebebe binaen kaleme aldığı ve bu eser üzerine tahrîrâtla alakalı yazılan eserlerin neler olduğu ele alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: Kıraat, tahrîrât, İbnü’l-Cezerî, Abdülfettâh el-Mersafî, ed-Dürretü’l-mudıyye
Abstract: After Ibn Mujāhid (d. 324/936) limited the number of Qur’anic recitations
to seven, the work of his follower Abū ‘Amr al-Dānī (d. 444/1053) entitled al-Taysīr fī’lqirā’āt al-sab‘, and that of Shaṭibī (d. 590/1194), another follower of Ibn Mujāhid, which
is entitled Ḥirz al-amānī wa-wajh al-tahānī, a poetic interpretation of the former, have
both been manuals of studying the seven-recitations. Due to the on-going study of the
matter exclusively out of these two works, people have tended to believe that there are
no other accumulations than those al-Taysīr and Ḥirz al-amānī with regards to Qur’anic
recitation. In fact, there may even be an assumption made from this that the content of
the Qur’an only consists of the content of these two works. Having realised this Ibn alJazarī (d. 833/1429) compiled his book al-Nashr that contained largely the routes (ṭarīqs)
of the recitation. He summarised this work under the title of Taqrīb al-Nashr first, and
then versified it under the title Ṭayyibat al-Nashr. That these two works contained many
70
Abdülfettâh el-Mersafî’nin Tahrîrât İlmindeki Yeri: Şerhu’d-Dürreti’l-Mudıyye Örneği
more routes compared with the scope of al-Taysīr and Ḥirz al-amānī guided and pushed
Ibn al-Jazarī to write Takhbīr al-Taysīr in order to account for the number of recitation
methods to ten, and added al-Durra al-muḍiyya in order to account for ten routes to
Ḥirz al-amānī. Following Ibn al-Jazarī’s compilation of Takhbeer al-Taysīr and al-Durra
al-muḍiyya, various routes of qirā’āt education emerged. The Egyptian route admitted
al-Durra al-muḍiyya and Ḥirz al-amānī as its main sources and took Takhbīr al-Taysīr
and al-Taysīr as its secondary sources. Whereas the Istanbul route admitted Takhbīr alTaysīr and al-Taysīr as its primary sources and held the other two, al-Durra al-muḍiyya
and Ḥirz al-amānī, as its secondary sources. Both routes are named as al-‘ashr al-ṣughrā.
As to the content of Ibn al-Jazarī’s al-Nashr, Taqreeb al-Nashr, and Tayyibat al-Nashr,
these have constituted the curriculum of al-ashr al-kubrā. Incidentally, in Turkey, the
former, i.e. al-‘ashr al-ṣughrā, is called in short “‘ashara” while the latter, that is al-ashr
al-kubrā, is entitled “Taqrīb al-Ṭayyiba”.
The knowledge of taḥrīrāt (taḥrīrāt or registering of references) as one of the most significant fields of recitation or qirā’āt, stayed in a rather narrower framework in Ḥirz alamānī and al-Durra al-muḍiyya due to their relatively narrower scope of accounts (riwāyāt). Yet, the knowledge of taḥrīrāt began to be utilised in a wider spectrum after Ibn
al-Jazarī compiled his books al-Nashr and Ṭayyibat-al-Nashr since Ibn al-Jazarī inserted
around a thousand routes in these two works. Then the schools of taḥrīrāt arose after
this compilation of the author in order to avoid any inconvenience or confusion with
regards to accounts and routes. Among them the school of al-Manṣūrī and the school
of Izmirī came to the fore while a literature of taḥrīrāt had been developing related to
these two schools. In one of these two, namely that of al-Manṣūrī, loyality to the line of
Ibn al-Jazarī was essential and taḥrīrāt instruction was provided in line with the work
Taḥrīr al-ṭuruq wa-al-riwayāt fī al-qirā’āt and Ḥall mujmalāt al-Ṭayyiba. Whereas the
school of Izmirī acted against Ibn al-Jazarī’s method and gave instruction of taḥrīrāt according to ‘Umdat al-‘irfān and Badā’i‘ al-burhān. Muḥammad b. Aḥmad al-Mutawallī
(d. 1313/1895), a follower of the school of İzmirī stated that he had been influenced in
first phases of his life by the works of Ibn al-Jazarī and that he thus admitted his understanding of taḥrīrāt. However, after he was affiliated with that of Izmirī he began to follow Izmirī’s line clearly and went on as such. Yet, al-Mutawallī deviated from time to
time from his own school’s premises in his works al-Rawḍ al-naḍīr and Fatḥ al-karīm.
So much so that he did not make no bones about criticising the founder of the school,
Muṣṭafā b. ‘Abd ar-Raḥmān al-Izmirī (d. 1155/1742). For this, some evaluates al-Mutawallī’s understanding of taḥrīrāt as a distinct school. The academic works done in Turkey relate to the matter focused on the rise of taḥrīrāt, relevant schools, and its literature. The first reason for us to write this article is the fact that the studies about taḥrīrāt
in Turkey concentrate on the same perspective and that research have not been carried
out yet about the inclination of the recent scholars of taḥrīrāt regarding these schools.
Another reason for our interest in the topic is that the reasons for Ibn al-Jazarī to compile al-Durra al-muḍiyya are not still certain for us and that the nature of the works
compiled on the former (al-Durra) are not fixed and revealed yet. Together with all
of these, that there exist passages or comments in the exegeses written about al-Durra
al-muḍiyya forces us to assess theses exegeses in terms of taḥrīrāt. This is because almost
all scholars that have written an exegesis about al-Durra has put forward, apart from
making interpretation, his personal knowledge about the recitation, too. We studied the
methodology chapter of the exegesis work Sharḥ al-Durra al-muḍiyye by ‘Abd al-Fattāḥh
al-Marsafī, (d. 1989) one of al-Durra commentators, researching what method of comment is observed by the writer. Then we examined his assessments of taḥrīrāt. As a result, we agreed that al-Marsafī followed principles of the school of Izmirī-Mutawallī and
71
Eren PİLGİR
that he thus belonged to way of ‘azīma; that he preferred al-Mutawallī where al-Izmirī
and al-Mutawallī differed.
We attempted in this article to disclose al-Marsafī’s identity in terms of taḥrīrāt, the
methods admitted by the schools of taḥrīrāt, which works as representative of these
schools are followed or studied and where, for what objectives Ibn al-Jazarī compiled his
work al-Durra al-muḍiyya, and finally what works have been written down on al-Durra
so far in terms of taḥrīrāt.
Keywords: Qirā’āt, taḥrīrāt, Ibn al-Jazarī, ‘Abd al-Fattāḥ al-Marsafī, al-Durra al-muḍiyya
72
Abdülfettâh el-Mersafî’nin Tahrîrât İlmindeki Yeri: Şerhu’d-Dürreti’l-Mudıyye Örneği
Giriş
“Yedi harf ” ruhsatıyla beraber ortaya çıkan kıraat ilmini bu alanla alakalı kaleme alınan eserler bağlamında İbn Mücâhid (ö. 324/936) öncesi ve İbn Mücâhid sonrası olmak
üzere ikiye ayırmak mümkündür. Zira İbn Mücâhid öncesi dönemde telif edilen eserlerde
genelde yirmiden fazla kıraat üzerine yoğunlaşılmışken bu durum İbn Mücâhid’in kıraatleri yedi ile sınırlamasıyla beraber değişmiş ve sonrasında kıraatlerin sayısını içeren eserlerin kaleme alınmasında iki farklı ekol benimsenmiştir: Birincisi İbn Mücâhid’in öncülük
yaptığı yedi kıraati takip eden eserler, ikincisi ise yedi kıraatten fazla kıraati içeren ve genelde on kıraat üzere yoğunlaşan eserler. Bu iki ekole ek olarak bir de yedi kıraati on kıraate tamamlayan nitelikte kitapların varlığından bahsedilebilir. Yedi kıraati takip eden telifler arasında Ebû Amr ed-Dânî’nin (ö. 444/1053) et-Teysîr fi’l-kırââti’s-seb‘ adlı kitabı ve
Şâtıbî’nin (ö. 590/1194) Hırzü’l-emânî ve vechü’t-tehânî adlı eseri, on kıraatle ilgili telifler
arasında İbnü’l-Cezerî’nin (ö. 833/1429) en-Neşr fi’l-kırââti’l-aşr ve bu eserin manzum hâli
Tayyibetü’n-Neşr fi’l-kırââti’l-aşr adlı eserleri, yedi kıraati on kıraate tamamlayan eserler
arasında İbnü’l-Cezerî’nin Tahbîru’t-Teysîr fi’l-kırââti’l-eimmeti’l-aşr ve ed-Dürretü’l-mudıyye fî’l-kırââti’s-selâsi’l-merdiyye adlı iki eseri ön plana çıkmıştır. Bunlardan et-Teysîr, eşŞâtıbiyye ve ed-Dürre adlı eserlerde her imam için iki râvi, her râvi için bir tarîk, en-Neşr
ve Tayyibetü’n-Neşr adlı eserlerde ise her imam için iki râvi, her râvi için iki tarîk ve her
tarîk için de iki tarîk belirlenmiştir. Zikri geçen eserlerde var olan rivayet ve tarîkler “Kitabî naklin zahirindeki mutlak ifadeden hareketle oluşması muhtemel uygulama hatalarının önüne geçme, kaynaklarının ve ilgili tarîklerinin tespitini, nakil halkalarının doğru
tesis edilmesini sağlayarak, bilgiyi olması gerektiği keyfiyetiyle netleştirme (takyîd etme),
böylece farklı tarîkler arasında muhtemel nakil karışıklıklarının oluşmasını engelleme ve
onaylanmayan okuyuşları ayıklama amacını taşıyan çalışmalardır”1 şeklinde tarif edilen
tahrîrât ilmiyle kontrol edilmiştir. Ayrıca tahrîrâtla alakalı yapılan çalışmalar genel olarak yukarıda zikredilen kitaplar üzerine yoğunlaşmıştır. Mezkûr eserlerden et-Teysîr, eşŞâtıbiyye ve ed-Dürre adlı eserlerde tarîk sayısının az olması tahrîrât ilminin bu kitaplarda
daha dar kapsamda ele alınmasına neden olmuştur.2 en-Neşr ve Tayyibetü’n-Neşr adlı eserlerde tarîk sayısının fazla olması ise tahrîrât ilminin bu iki eser çerçevesinde geniş bir yelpazede ele alınmasını sağlamıştır. Öyle ki İbnü’l-Cezerî’nin en-Neşr ve Tayyibetü’n-Neşr
adlı eserlerinin telifiyle birlikte tahrîrât ekolleri teşekkül etmeye başlamıştır. İbnü’l-Cezerî sonrası oluşan bu tahrîrât ekolleri genel itibarıyla iki kısma ayrılabilir: Birincisi genellikle İbnü’l-Cezerî’nin çizgisini takip ettiği için “ruhsat ehli” olarak tanınan ve Ali b. Süleyman el-Mansûrî’ye (ö. 1134/1721) nispet edilen Mansûrî Ekolü, ikincisi ise genellikle
İbnü’l-Cezerî’nin çizgisinin dışına çıktığı için “azimet ehli” olarak tanınan ve Mustafa b.
Abdurrahman el-İzmîrî’ye (ö. 1155/1742) nispet edilen İzmîrî Ekolü.3
1
2
3
Akdemir, “Kıraat İlminde Tahrîrât Meselesi”, s. 85.
Dûserî, el-İmâmü’l-Mütevellî, s. 335 (dp. 1).
Maşalı, Tarihi ve Temel Meseleleriyle Kıraat İlmi, s. 93-4.
73
Eren PİLGİR
Türkiye’de tahrîrât ilmiyle alakalı akademik çalışmalar oldukça sınırlıdır. Yapılan bu çalışmalarda genel olarak tahrîrât ekolleri ve tahrîrât edebiyatı üzerinde durulmuştur.4 Dolayısıyla son dönem kıraat âlimlerinin tahrîrât ekolleri içindeki yerini tespit etmek için yapılmış akademik çalışma yok denecek kadar azdır. Bu sebeple hem hayatı hem de eserleri
hakkında henüz çalışma yapılmamış olan Abdülfettâh el-Mersafî’nin (ö. 1989) Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye adlı eserinin incelenmesi uygun görülmüştür. Müellifin tahrîrâtçı kimliği tahlil edilirken konu, kitabının usûl kısmında tahrîrâtla ilgili serdettiği örneklerle sınırlanmıştır. Bu minvalde makalede ilk olarak Mersafî’nin hayatı ve ilmi kişiliği incelenip daha sonra
tahrîrâta konu olan ekoller hakkında genel bilgiler verilmiştir. Bu başlıkları müteakip İbnü’l-Cezerî’nin ed-Dürretü’l-mudıyye adlı eserini kaleme almasındaki temel neden açıklığa
kavuşturularak adı geçen nazmın üzerine yazılan tahrîrât eserleri sıralanmış ve bu zamana
kadar tespit edilmemiş olan birkaç eser bu listeye eklenmiştir. Son olarak Mersafî’nin Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye’de nasıl bir yöntem takip ettiği ele alınarak müellifin, bu şerhin usûl
kısmında tahrîrât ilmine dair sunduğu değerlendirmeler ışığında hangi tahrîrât ekolüne yakın durduğu tespit edilmeye çalışılmıştır.
1. Abdülfettâh el-Mersafî’nin Hayatı ve Eserleri
1.1. Hayatı
Abdülfettâh b. es-Seyyid Acemî el-Mersafî el-Mısrî, 5 Haziran 1923 yılında Mısır’ın Kalyûbiye iline bağlı Mersafa köyünde ilim ehli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir.5
Mersafa’da Kur’an-ı Kerim hocalığı yapan ve genelde Ebû Amr b. Alâ’nın (ö. 154/771) kıraatini okutan babasının elinde çok sayıda hafız ve âlim yetişmiştir. Mersafî on yaşını doldurmadan Zeki Muhammed Afîfî’de (ö. ?) hıfzını tamamlamış ve daha sonra Rufâ‘î Muhammed Ahmed el-Mecûlî’den (ö. ?) tecvîd dersleri almıştır. Mersafî ayrıca Ahmed el-Mecûlî’ye
Şâtıbiyye tarîkine göre İbn Kesîr (ö. 120/738) ve Hamza (ö. 156/773) kıraatlerini okumuştur. Bir diğer hocası Hâmid Ali es-Seyyid el-Gandûr’dan (ö. ?) Dürre tarîkine göre üç kıraati,
Tayyibe tarîkine göre de Hamza, Ya‘kûb (ö. 205/821) kıraatlerini, Hafs (ö. 180/796) ve Verş
(ö. 197/812) rivayetlerini öğrenerek her biriyle hatim yapmıştır. Zikri geçen hocalarının yanı
sıra Muhammed Hasan el-Enver’den (ö. ?) Şâtıbiyye ve Dürre tarîkine göre kıraat dersi almıştır. Bu sırada Ezher Üniversitesi kıraat bölümünde okumuş; Arap dili ve şer‘î ilimlere dair
dersler almakla birlikte Hırzü’l-emânî (Şâtıbiyye), Dürretü’l-mudıyye, Tayyibetü’n-Neşr, Akîletü etrâbi’l-kasâid fî esne’l-makâsıd, Mevridü’z-zam’ân ve Nâzimetü’z-zühr adlı eserleri de
4
5
74
Türkiye’de tahrîrâtla alakalı yapılan çalışmalar için bk. Maşalı, Tarihi ve Temel Meseleleriyle Kıraat İlmi, s. 9296; Akdemir, “Kıraat İlminde Tahrîrât Meselesi”; 83-111; Maşalı, “Kur’an Kıraatinde ve Kitabetinde Türkiye’nin
Durumu”, s. 9-11; Gökdemir, Ali b. Süleyman el-Mansûrî ve Meşhur Mısır Tariki Kurrâları, 137-152; Koyuncu,
“Yöntem ve Mahiyeti İtibariyle Kıraat İlminde Tahrirât Geleneği”, s. 1-21. Bu çalışmalar dışında Recep Koyuncu
Mustafa b. Abdurrahman el-İzmirî Kıraat İlmindeki Yeri, Tahrîrât Geleneğinde Umdetü’l-İrfân fî Tahrîri Evcühi’lKur’ân Adlı Eserin Önemi ve Tahkikli Neşri adlı doçentlik çalışması hazırlamaktadır.
Zübeyrî v.dğr., el-Mevsû‘atü’l-müyessera, III, 1262.
Abdülfettâh el-Mersafî’nin Tahrîrât İlmindeki Yeri: Şerhu’d-Dürreti’l-Mudıyye Örneği
ezberlemiştir.6 Mersafî 1962 yılında gittiği Libya’da Câmi‘atü’l-İmâm Muhammed b. Ali esSenûsî el-İslâmiyye’de on altı sene müderrislik yapmıştır. Libya’da bulunduğu dönemde halkın Kâlûn (ö. 220/835) rivayetini takip etmeleri sebebiyle et-Tarîku’l-me’mûn ilâ usûli rivâyeti Kâlûn min tarîki’ş-Şâtıbiyye adlı eserini kaleme almıştır. Ayrıca bu dönemde Abdülazîz
ez-Zeyyât (ö. 1424/2003) ile tanışan Mersafî, hocasından Şâtıbiyye, Dürre ve Tayyibe tarîkine göre kıraat okumuştur. 1977 yılında Libya’dan ayrılıp Medine’ye giden Mersafî, el-Câmi‘atü’l-İslâmiyye Külliyetü’l-Kur’âni’l-Kerîm ve’d-Dirâsâti’l-İslâmiyye’ye araştırma görevlisi
olarak atanmıştır.7 Fakültede görev yaptığı esnada Hidâyetü’l-kâri’ ilâ tecvîdi kelâmi’l-Bârî
adlı tecvîd eserini yazan Mersafî’ye bunun üzerine günümüzdeki ismiyle “Doktor Öğretim
Üyesi” unvanı verilmiş ve aynı zamanda kendisi Suudi Arabistan’da Mushaf basım heyeti
üyeliğine seçilmiştir. Mersafî yoğun ilmî çalışmalarının yanında evinde de kıraat dersleri
vermiştir. Bu özel derslere öğrencilerinin yanı sıra fakültesinden bazı hocalar da katılmıştır.
Fazlaca öğrencisi olması sebebiyle evi her gün dolup taşan Mersafî yemek yediği esnada dahi
ders dinlemiş, hatta ağır hastalık geçirdiği dönemlerde de hiçbir öğrencisini reddetmemiş,
ders vermeye devam etmiştir. 25 Ocak 1989 yılında Medine’de vefat etmiştir.8
1.2. Eserleri
et-Tarîku’l-me’mûn ilâ usûli rivâyeti Kâlûn min tarîki’ş-Şâtıbiyye, Hidâyetü’l-kâri’ ilâ tecvîdi
kelâmi’l-Bârî ve el-İdğâm fi’l-Kur’âni’l-Kerîm ve mezâhibü’l-eimmeti’l-aşra fîhi min tarîki’t-Tayyibe adlı üç eser kaleme alan Mersafî Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye adlı bir şerh yazmıştır. Mersafî’nin ed-Dürretü’l-mudıyye üzerine yazdığı şerhi etraflıca ele alınacağından bu başlık altında
et-Tarîku’l-me’mûn ve Hidâyetü’l-kâri’ adlı iki eser hakkında genel bilgiler verilecektir. Onun
Hidâyetü’l-kâri’de atıf yaptığı9 el-İdğâm fi’l-Kur’âni’l-Kerîm adlı eseri ise hâlen basılmamıştır.
1.2.1. et-Tarîku’l-Me’mûn ilâ Usûli Rivâyeti Kâlûn min Tarîki’ş-Şâtıbiyye
Mersafî, Libya halkının Kâlûn rivayetini takip etmeleri sebebiyle et-Tarîku’l-me’mûn ilâ
usûli rivâyeti Kâlûn min tarîki’ş-Şâtıbiyye adlı eserini kaleme almış ve eserini, adından da anlaşılacağı üzere Şâtıbiyye tarîkine10 göre yazmıştır. O, eserinde Kâlûn rivayetiyle ilgili sadece
usûl bilgilerine yer vermiş, ferşü’l-hurûf ile alakalı bilgileri kapsam dışı bırakmıştır. Müellif
bu çalışmada Kâlûn’a dair usûl bilgilerine ek olarak bazen temel tecvîd meselelerine, bazen
on kıraat imamının ittifak ettiği hususlara bazen de tahrîrâtla ilgili konulara yer vermiştir.11
Kitap; mukaddime, on yedi bölüm ve sonuçtan oluşmaktadır.12
6
7
8
9
10
11
12
Mar‘aşlı, Ikdü’l-cevher, II, 1954.
Zübeyrî v.dğr., el-Mevsû‘atü’l-müyessera, III, 1261.
Zübeyrî v.dğr., el-Mevsû‘atü’l-müyessera, III, 1262; Mersafî, Hidâyetü’l-kâri’, I, 7-11; Mesellâtî, ed-Dürru’l-mesûn, s. 9-15.
Mersafî, Hidâyetü’l-kâri’, I, 234 (dp. 9).
Şâtıbiyye tarîki; İmam Şâtıbî’nin Hırzü’l-emânî ve vechü’t-tehânî adlı manzum eserinin kıraat tedrisatında takip
edilmesine verilen isimdir (Akdemir, Kıraat İlmi, s. 104).
Mesellâtî, ed-Dürru’l-mesûn, s. 23-4.
Fihrist için bk. Mesellâtî, ed-Dürru’l-mesûn, s. 360-8.
75
Eren PİLGİR
1.2.2. Hidâyetü’l-Kâri’ ilâ Tecvîdi Kelâmi’l-Bârî
Mersafî, Libya’da bulunduğu esnada kaleme aldığı Tarîku’l-murîd ilâ ilmi’t-tecvîd adlı
eserinin kapsamını ilmî birikimini ortaya koymak suretiyle genişleterek Hidâyetü’l-kâri’ ilâ
tecvîdi kelâmi’l-Bârî adlı kapsamlı eserini ortaya çıkarmıştır.13 Kitabında tecvîd ilmine taalluk eden hemen her konuya yer verip bunları kolay bir üslupla ve etraflıca sunan müellif,
Medine’de görev yaptığı esnada eserine son hâlini vermiştir. Mersafî’nin Hidâyetü’l-kâri’ adlı
eseri mukaddime ve yirmi bölümden oluşmaktadır.14
2. Kıraat İlminde Tahrîrât Ekolleri
Tahrîrât ilminin ortaya çıkışı genel anlamda Hz. Peygamber zamanına kadar götürülebilir. Zira her bir sahâbî Kur’an-ı Kerim’i Hz. Peygamber’den öğrendiği şekilde okumaya ve
okutmaya gayret göstermiş, farklı okuyuşları kendi kıraatine dâhil etmemiştir.15 “Tarîk ve rivayetlerde ortaya çıkabilecek telfîk ve terkîblerin önlenmesini sağlamak”16 şeklinde tanımlanan tahrîrât ilminin özel anlamda ne zaman ortaya çıktığına gelince bu konu hakkında farklı
görüşler dillendirilmiştir.17 Ancak İbnü’l-Cezerî’nin en-Neşr ve Tayyibetü’n-Neşr adlı eserlerinde tahrîrâtla ilgili konulara sıkça yer vermesi18 ve el-Mesâilü’t-Tebrîziyye adlı eserinde ele
aldığı konuların büyük çoğunluğunun tahrîrâtla alakalı olması,19 onun tahrîrât geleneğinin
başlamasındaki yerini ortaya koyar.20 Terim anlamını İbnü’l-Cezerî’den sonra kazanan tahrîrât ilminde farklı görüşlerin ortaya çıkması bazı âlimlerin onun tahrîrâtla ilgili görüşlerine
katılmamasıyla başlamıştır. Bu bağlamda Yusuf Efendizâde’nin (ö. 1167/1754), Nüveyrî’nin
(ö. 857/1453) Tayyibetü’n-Neşr üzerine yazdığı şerhteki bazı vecihleri kabul etmemesi, İbnü’l-Cezerî’nin çizgisinden ilk farklılaşma olarak değerlendirilmiştir.21 Yusuf Efendizâde’nin
bu tavrıyla beraber tahrîrât ilmine konu olan meseleler daha geniş çaplı ele alınmaya çalışılmış ve tahrîrâtla alakalı ekoller teşekkül etmeye başlamıştır. Nitekim ortaya çıkan ekolleri iki
başlık altında ele almak mümkündür.
13
14
15
16
17
18
19
20
21
76
Mesellâtî, ed-Dürru’l-mesûn, s. 15.
Fihrist için bk. Mersafî, Hidâyetü’l-kâri’, II, 833-58.
Gâde, Muğni’l-kurrâ, s. 14.
Eskâtî, Ecvibetü’l-mesâili’l-müşkilât, s. 13.
Bu hususla alakalı farklı görüşler için bk. Halîcî, Şerhu Mukarribi’t-tahrîr, s. 50 (naşirin önsözü); Akdemir, “Kıraat
İlminde Tahrîrât Meselesi”, s. 90.
Bazı örnekler için bk. İbnü’l-Cezerî, en-Neşr, II, 880 vd.; İbnü’l-Cezerî, Tayyibetü’n-Neşr, s. 13 (123. beyit).
Bazı örnekler için bk. İbnü’l-Cezerî, el-Mesâilü’t-Tebrîziyye, s. 84, 87, 116.
Gâde, Muğni’l-kurrâ, s. 16; Gökdemir, Ali b. Süleyman el-Mansûrî, 138; Akdemir, “Kıraat İlminde Tahrîrât Meselesi”, s. 89.
Akdemir, “Kıraat İlminde Tahrîrât Meselesi”, s. 102.
Abdülfettâh el-Mersafî’nin Tahrîrât İlmindeki Yeri: Şerhu’d-Dürreti’l-Mudıyye Örneği
2.1. Mansûrî Ekolü
Ali b. Süleyman el-Mansûrî’ye nispet edilen bu ekolün özellikleri genellikle İbnü’l-Cezerî’nin tahrîrât anlayışının dışına çıkmamak, İbnü’l-Cezerî’nin en-Neşr’de verdiği tafsîlî
kaynaklara itibar etmek ve onun eserinde zikrettiği icmâlî kaynaklardan aktardığı bilgileri
de -İbnü’l-Cezerî bu kaynaklardan tarîk almamış olsa da- dikkate almaktır. Mansûrî ekolü,
izlemiş olduğu bu yöntem sebebiyle “ruhsat ehli” olarak tanınmıştır.22 Mansûrî ekolüne dair
teliflere örnek olarak Ali b. Süleyman el-Mansûrî’nin Tahrîru’t-turuk ve’r-rivâyât fî’l-kırâât
ve Hallü mûcmelâti’t-Tayyibe,23 Mustafa b. Ali Ömer el-Avfî el-Mîhî’nin (ö. 1229/1813’ten
sonra) Fethu’l-Kerîmi’r-Rahmân fî tahrîri evcühi’l-Kur’ân, Muhammed b. Halil b. İbrahim
et-Tabbâh’ın (ö. 1205/1790) Hibetü’l-mennân fî tahrîri evcühi’l-Kur’ân ve Muhammed Hilâlî
el-Ebyârî’nin (ö. 1915) Gaysü’r-Rahmân şerhu Hibeti’l-mennân adlı eserleri zikredilebilir.24
Mansûrî ekolü günümüzde daha çok Ali b. Süleyman el-Mansûrî’nin kaleme aldığı Tahrîru’t-turuk ve Hallü mücmelâti’t-Tayyibe adlı eserleri üzerinden Tanta ve İskenderiye’de takip edilmektedir.25
2.2. İzmîrî Ekolü
İzmîrî ekolü, Abdurrahman el-İzmîrî’nin hocası Yusuf Efendizâde’nin başlatmış olduğu
tahrîrât ekolünü Umdetü’l-irfân fî vücûhi’l-Kur’ân ve Bedâi‘u’l-burhân alâ Umdeti’l-irfân adlı
eserleriyle daha belirgin hâle getirmesiyle ortaya çıkmıştır.26 Bu ekolün takip ettiği usûl İbnü’l-Cezerî’nin en-Neşr’de verdiği kaynaklara bizzat müracaat ederek o kaynaklardan hüküm çıkarmaya çalışmak, İbnü’l-Cezerî’nin eserinde verdiği kaynaklarla en-Neşr arasında
tenakuz olduğu durumlarda o eserlerin içerdiği bilgileri dikkate almak ve İbnü’l-Cezerî’nin
vermiş olduğu tafsîlî kaynakları dikkate alıp müellifin en-Neşr’in girişinde zikrettiği icmâlî
kaynaklardan aktardığı bilgilere itibar etmemek şeklindedir. İzmîrî ekolü izlemiş olduğu bu
yöntem nedeniyle “azimet ehli” olarak tanınmıştır.27 İzmîrî ekolüne dair çalışmalara örnek
olarak Yusuf Efendizâde’nin el-İ’tilâf fî vücûhi’l-ihtilâf,28 Abdurrahman el-İzmîrî’nin Umdetü’l-irfân fî vücûhi’l-Kur’ân, Bedâi‘u’l-burhân alâ Umdeti’l-irfân ve Tahrîru’n-Neşr: İthâfü’l-berara bi-mâ sekete anhü Neşru’l-aşera, Ahmed el-Mütevellî’nin (ö. 1313/1895) er-Ravdu’n-nadîr fî evcühi’l-Kitâbi’l-mûnîr, Fethu’l-Kerîm fî tahrîri’l-Kur’âni’l-azîm, Âmir Seyyid
Osman (ö. 1987) ve arkadaşlarının Tenkîhu Fethi’l-Kerîm fî tahrîri evcühi’l-Kur’âni’l-azîm
adlı eserleri zikredilebilir.29
22
23
24
25
26
27
28
29
Akdemir, “Kıraat İlminde Tahrîrât Meselesi”, s. 102-3.
Her iki eser hakkında detaylı bilgi için bk. Gökdemir, Ali b. Süleyman el-Mansûrî, 140-152.
Maşalı, Tarihi ve Temel Meseleleriyle Kıraat İlmi, s. 93-4; Maşalı, “Kur’an Kıraatinde ve Kitabetinde Türkiye’nin
Durumu”, s. 10; Akdemir, “Kıraat İlminde Tahrîrât Meselesi”, s. 96-102.
Osman v.dğr., Tenkîhu Fethi’l-Kerîm, s. 31 (naşirin önsözü).
Akdemir, “Kıraat İlminde Tahrîrât Meselesi”, s. 104.
Maşalı, Tarihi ve Temel Meseleleriyle Kıraat İlmi, s. 94.
Eser hakkında detaylı bilgi için bk. Öge, Yusuf Efendizâde’nin Kıraat İlmindeki Yeri, s. 75-77.
Maşalı, Tarihi ve Temel Meseleleriyle Kıraat İlmi, s. 94-5; Maşalı, “Kur’an Kıraatinde ve Kitabetinde Türkiye’nin
77
Eren PİLGİR
İzmîrî ekolünün takipçilerinden Ahmed el-Mütevellî, hayatının ilk dönemlerinde İbnü’l-Cezerî’nin en-Neşr adlı eserinden çok etkilenmiş ve tahrîrât konusunda da onu takip
etmiştir.30 Ancak Mütevellî’nin bu tutumu İzmîrî’nin tahrîrât anlayışına muttali olmasıyla
beraber değişmiş ve artık onu takip etmeye başlamıştır. Dahası artık İzmîrî ekolünü benimsediğini ifade eden lafızlar da kullanmıştır.31 Mütevellî, İzmîrî ekolünü takip ettiğini açıkça
ifade etmesine rağmen bazı durumlarda farklı görüşler serdetmekten de geri durmamıştır.
Bu durum sebebiyle Mütevellî’nin tahrîrâttaki çizgisini müstakil ekol sayanlar olmuştur.32
İzmîrî ekolü günümüzde Umdetü’l-irfân ve Bedâi‘u’l-burhân adlı iki eser üzerinden Türkiye
ve Şam’da, Mütevellî ekolü ise Fethu’l-Kerîmi’r-Rahmân ve Tenkîhu Fethi’l-Kerîm adlı eserler
üzerinden Kahire’de takip edilmektedir.33
3. ed-Dürretü’l-Mudıyye ile İlgili Yazılmış Tahrîrât Eserleri
Kıraat ilminin mihenk taşlarından İbnü’l-Cezerî, kendi dönemindeki kıraat algısının
et-Teysîr ve Hırzü’l-emânî üzerine yoğunlaştığını ve neredeyse insanların tamamının bu iki
eserin muhtevasını Kur’an saydığını şöyle ifade etmiştir:
Gayretlerin azaldığını, bu yüce ilmin temel sacayaklarının yok olmaya başladığını, kıraat ilmiyle iştigal eden imamların bu durumu kaldıracak, ihtilaf ve ittifak edilen kıraatleri tashih edecek gücünün olmadığını gördüm. Bütün bu sebeplerden meşhur kıraatlerin çoğu terkedildi, sahih rivayetlerin çoğu ise unutuldu. Hatta durum öyle bir hâl aldı ki
neredeyse insanlar et-Teysîr ve eş-Şâtıbiyye’nin içerdiği şeyleri Kur’an olarak addetti. Ayrıca insanlar o iki kitabın kıraate dair içerdiği şeyler haricinde bir şey de bilmiyorlardı.
Ben de gözlemlemiş olduğum bu husus üzerine sahih kıraatleri tarif etmeyi ve meşhur
olarak rivayet edilen makbul kıraatlerin üzerinde durmayı kendime bir görev addettim.34
İbnü’l-Cezerî bu duruma istinaden kıraat birikiminin et-Teysîr ve Hırzü’l-emânî’nin
içerdiği tarîklerden ibaret olmadığını ortaya koymak için tarîk sayısı itibarıyla kapsamı
çok daha geniş olan en-Neşr adlı eserini telif etmiş, sonrasında bu eserini Tayyibetü’n-Neşr
adıyla manzum hâle getirmiştir. Ancak müellifin telif ettiği bu iki eser muhteva açısından kıraat ilmini tahsil eden öğrencilere ağır gelmiştir. Şöyle ki kıraat öğrencileri et-Teysîr ve Hırzü’l-emânî adlı eserlerde on dört rivayet üzerinden kıraatleri talim ederken İbnü’l-Cezerî’nin en-Neşr ve Tayyibetü’n-Neşr adlı eserlerinde yaklaşık bin tarîkle karşı
karşıya kalmışlardır. İbnü’l-Cezerî bu durumun farkına varmış olacak ki et-Teysîr üzerine Tahbîru’t-Teysîr fi’l-kırââti’l-eimmeti’l-aşr adlı kitabını ve Hırzü’l-emânî üzerine de
30
31
32
33
34
78
Durumu”, s. 10-1; Akdemir, “Kıraat İlminde Tahrîrât Meselesi”, s. 96-102.
Dûserî, el-İmâmü’l-Mütevellî, s. 142.
Dûserî, el-İmâmü’l-Mütevellî, s. 149 vd.
Akdemir, “Kıraat İlminde Tahrîrât Meselesi”, s. 105.
Osman v.dğr., Tenkîhu Fethi’l-Kerîm, s. 31 (naşirin önsözü).
İbnü’l-Cezerî, en-Neşr, I, 233.
Abdülfettâh el-Mersafî’nin Tahrîrât İlmindeki Yeri: Şerhu’d-Dürreti’l-Mudıyye Örneği
ed-Dürretü’l-mudıyye fî’l-kırââti’s-selâsi’l-merdıyye adlı nazmını yazarak et-Teysîr ve Hırzü’l-emânî’yi on kıraate tamamlamıştır.
Hangi zeminde yazıldığı yukarıda açıklanan ed-Dürretü’l-mudıyye adlı eserde İbnü’l-Cezerî, Ebû Ca‘fer (ö. 130/747) kıraati için Nâfi‘ (ö. 169/785) kıraatini, Ya‘kûb kıraati için Ebû
Amr kıraatini, Halef (ö. 229/844) kıraati için de Hamza kıraatini esas almıştır.35 Yani İbnü’l-Cezerî bu eserinde, Ebû Ca‘fer’in Nâfi‘ye, Ya‘kûb’un Ebû Amr’a, Halef ’in Hamza’ya ittifak ettiği yerlerde herhangi bir şey zikretmemiş, sadece ihtilaf ettiği yerlere işaret etmiştir.36
ed-Dürretü’l-mudıyye yedi kıraati on kıraate tamamlamak için yazılan mütemmime tarzı
eserler arasında ön plana çıkmıştır.37 İbnü’l-Cezerî’nin bu eserinin içerdiği tarîkler oldukça
sınırlıdır ve bu sebeple ed-Dürretü’l-mudıyye üzerine kaleme alınmış tahrîrât eserlerinin sayısı da azdır.38 ed-Dürretü’l-mudıyye hakkında tahrîrât içeren eserler şunlardır: Abdülfettâh
el-Pâlûvî’nin (ö. 1183/1769’dan sonra) Zübdetü’l-irfân fî vücûhi’l-Kur’ân’ı, Muhammed Emin
Efendi’nin (ö. 1275/1856) Umdetü’l-hullân fî îdâhi Zübdeti’l-irfân’ı, İbrahim b. Ali Şehâse
es-Semennûdî’nin (ö. 2008) Devâ‘u’l-meserra fi’l-evcühi’l-aşriyyeti’l-muharrara min tarîkayi’ş-Şâtıbiyye ve’d-Dürre’si, Muhammed Hilâlî el-Ebyârî’nin Tenkîhu nazmi’d-Dürre’si ve Muhammed b. İbrahim Âl-i Vekîl’in el-Fevâid ve’t-tahrîrât alâ metni’d-Dürreti’l-mudıyye’si.
4. Abdülfettâh el-Mersafî’nin Şerhu’d-Dürreti’l-Mudıyye Adlı Eserinde Takip Ettiği
Yöntem ve Tahrîrâtla Alakalı Değerlendirmeleri
4.1. Müellifin Eserde Takip Ettiği Yöntem
Mersafî, mütemmime kıraatleri için kaleme alınmış ed-Dürretü’l-mudıyye adlı eserin
şerhinde yedi kıraatle alakalı tamamlayıcı bilgilere yer vermiş ve on kıraat imamının ittifak veya ihtilaf ettiği yerleri gruplandırarak açıklamıştır. Nitekim eserin 13. beytinin konusu
olan mim-i cem‘ ile ilgili bazı açıklamalara yer vermiş ve on kıraat imamının bu husustaki
eda keyfiyetini üç grupta ele alıp özetlemiştir. Yazarın bu husustaki ifadeleri şöyledir:
Biraz önce işaret ettiğimiz mim-i cem‘ ile ilgili Arap dilinde üç lehçe vardır ve bu üç
lehçe de mütevatir kıraatlerde mevcuttur:
1. Mim-i cem‘in dammesinin vâv ( )وharfiyle sılası: Bu kıraat; İbn Kesîr, Ebû Ca‘fer ve
Kâlûn’un (iki vechinden biri) kıraatidir.
2. Mim-i cem‘in mutlak olarak iskânı: Bu kıraat bir önceki kısımda zikredilmeyen kıraat
imamlarının kıraatidir. [Kâlûn’un da ikinci vechidir.]
35
36
37
38
İbnü’l-Cezerî, ed-Dürretü’l-mudıyye, s. 1 (7. beyit).
İbnü’l-Cezerî, ed-Dürretü’l-mudıyye, s. 1 (8. beyit).
Gökdemir, “Kıraat Eğitiminde Ali b. Süleyman el-Mansûrî Öncesi Mısır Tarikinin Arka Planı: Biyografik Bir
İnceleme”, s. 186.
Dûserî, el-İmâmü’l-Mütevellî, s. 335 (dp. 1).
79
Eren PİLGİR
3. Mim-i cem‘in sonrasında hemze-i kat‘ın bulunması hâlinde mim-i cem‘in dammesinin vâv ( )وharfiyle sılası: Bu kıraat Verş rivayetinin kıraatidir.39
Müellif bazı kıraat âlimlerinin eserlerinde yaptığı yanlış değerlendirmeleri tashih etmiştir. Örneğin Nüveyrî’nin Şerhu’d-Dürre adlı eserinde ve Muhammed Emin Efendi’nin Umdetü’l-hullân adlı şerhinde “emâniyye” ( ) َأم ِان َّيkelimesindeki yâ ( )يharfini mütekellim yâ’sı
olarak değerlendirmelerinin sehiv olma olasılığını ifade ederek bu hatayı şu ifadelerle tashih etmiştir:
…Çünkü “emâniyye” ( ) َأم ِان َّيkelimesindeki yâ ( )يharfi her iki âlimin de [Nüveyri ve
Muhammed Emin Efendi] dediği gibi mütekellim yâ’sı değildir. Aksine çoğul yâ’sı olup,
bu harf kelimenin lâmelfiiline idğâm edilmiştir. Bu hususun açıklaması şöyle yapılabilir: Kelimenin kökü, “ümniyyetun” ( )أمنيةolup “uf ‘ûletun” ( )أفعولةveznindedir ve “efâ‘îl”
( )أفاعيلkalıbıyla çoğul hâle getirilir. Bu durumda birinci yâ ( )يharfi “efâ‘îl” kalıbının
yâ’sı, ikinci ( )يyâ harfi ise kelimenin son harfidir. Bu durumda birinci yâ ( )يharfi,
ikinci yâ ( )يharfine idğâm edilmiş ve kelime “emâniyye” ( ) َأم ِان َّيolmuştur. İşte bu nedenle “emâniyye” ( ) َأم ِان َّيkelimesindeki yâ ( )يharfi, mütekellim yâ’sı değildir ve bundan
dolayı bu kelimenin sonuna -her ne kadar fethalı ve şeddeli olsa da- Ya‘kûb kıraati için
hâ-i sekt dâhil olmaz.40
Mersafî kıraatlerin hangi lehçelerden olduğuna yer vermeye çalışmıştır. Nitekim Ruَ ) ِصkelimesini sîn ( )سharfiyle okuduğunu ifade ettikten sonra
veys’in (ö. 238/852) sırât (راط
kelimenin sâd ile okunuşunun Kureyş lehçesi olduğunu belirtmiştir.41 Yine o kıraatlerin tevcîhi hususunda şiirlerle istişhâd etmiştir. Örneğin mim-i cem‘in bazı Arap kabileleri tarafınِ
dan sılalı okunduğu belirtmek için İmruü’l-Kays’ın (ö. 540 civarında) “يامهمو ْأم ُع َش ْر ِأم
ُ َأم ْر ٌخ خ
ب في إ ْثرِ ِهم ُم ْن َح َد ْر
ُ ال َق ْل- Onlar çadırlarını Necid’e ya da Gavr’a mı [kurdular ki] senin kalbin onların peşine sürüklenmiş gidiyor” 42 şiirine atıfta bulunmuştur.43 Ayrıca müellif tahrîrâtla ilgili çeşitli değerlendirmelere yer vermiştir.
4.2. Müellifin Tahrîrâtla Alakalı Değerlendirmeleri
Mersafî’nin ed-Dürretü’l-mudıyye üzerine kaleme aldığı şerhin en önemli hususiyeti
tahrîrâta konu olan meselelerle hakkında etraflıca değerlendirmeler içermesidir. Mersafî,
tahrîrâtla ilgili değerlendirmelerini “mücmel ifadeleri tafsilatlandırarak, mutlak ifadeleri
takyit ederek, tarîkleri netleştirerek, rivayetleri ayırt ederek” yapmıştır.44 Şimdi, müelli39
40
41
42
43
44
80
Mersafî, Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye, s. 46. Diğer örnekler için bk. s. 40, 66, 69, 77, 93-4.
Mersafî, Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye, s. 152-3. Diğer örnekler için bk. s. 59, 150, 156-7, 184.
Örnekler için bk. Mersafî, Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye, s. 41, 43, 46-7, 86-7, 133, 142.
“Marh” Necid bölgesinde yetişen bir badiye ağacıdır. “Uşar” ise Gavr (Ürdün vadisi) bölgesinde yetişen bir badiye
ağacıdır. Bu sebeple şair “marh” kelimesiyle Necid bölgesini, “uşar” kelimesiyle de Gavr bölgesini kastetmiştir
(İmruü’l-Kays, Dîvânu İmrui’l-Kays, s. 155).
Mersafî, Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye, s. 47. Diğer örnekler için bk. s. 63, 87, 146, 151-2, 171.
Mersafî, Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye, s. 9 (naşirin önsözü).
Abdülfettâh el-Mersafî’nin Tahrîrât İlmindeki Yeri: Şerhu’d-Dürreti’l-Mudıyye Örneği
fin Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye adlı eserinin usûl kısmında tahrîrâta dair serdettiği görüşler
incelenecek ve Mersafî’nin bu değerlendirmeleri üzerinden hangi ekole yakın olduğu okunmaya çalışılacaktır.
4.2.1. Halef Kıraatinde Sekte Konusu
Halef kıraatinin İshak (ö. 286/899) ve İdris (ö. 292/904) olmak üzere iki rivayeti vardır. Halef ’in İshak rivayeti için sakin sahih harften sonra gelen hemzede, “şey’ün” ( ) َش ْي ٌءkelimesinde ve lâm-ı tarifli kelimelerde sekte45 olmadığı konusunda ittifak edilmiştir. Ama
aynı durum onun İdris rivayeti için söz konusu değildir. Zira bazı âlimler İbnü’l-Cezerî’nin
hem Tahbîru’t-Teysîr hem de ed-Dürretü’l-mudıyye’de İdris rivayeti için Katî‘î (ö. 368/978)
tarîkinin yanı sıra Muttavvi‘î (ö. 371/981) tarîkine de yer vermesini ele almış ve Muttavvi‘î
tarîkine göre sakin sahih harften sonra gelen hemzede, “şey’ün” ( ) َش ْي ٌءkelimesinde ve lâm-ı
tarifli kelimelerde sekte vechinin yapıldığını ifade etmişlerdir. Nitekim Ali b. Muhammed
ed-Dabbâ‘ (ö. 1961) el-Behcetü’l-merdıyye adlı şerhinde İbnü’l-Cezerî’nin ed-Dürretü’l-mudıyye’de sekteye yer vermemesine işaret edip bu durumun Halef ’in râvisi İdris’in iki tarîkinden biri olan Katî‘î için geçerli olduğunu ifade etmiştir. O, İdris’in diğer tarîki olan Muttavvi‘î’den ise sakin sahih harften sonra gelen hemzede, “şey’ün” ( ) َش ْي ٌءkelimesinde ve lâm-ı
tarifli kelimelerde sekte vechinin vârid olduğunu söylemiştir.46 Bu durumda İdris rivayetinin
Muttavvi‘î tarîkinde sakin sahih harften sonra gelen hemzede, “şey’ün” ( ) َش ْي ٌءkelimesinde ve
lâm-ı tarifli kelimelerde sekte vechinin vârid olduğunu düşünenlere göre İbnü’l-Cezerî’nin
Tahbîru’t-Teysîr ve ed-Dürretü’l-mudıyye’de Katî‘î ve Muttavvi‘î tarîklerine yer vermesi yeterlidir; ayrıca sekte vechini zikretmesine gerek yoktur. Ancak İbnü’l-Cezerî, Tahbîru’t-Teysîr ve ed-Dürretü’l-mudıyye’de İdris rivayeti için Katî‘î ve Muttavvi‘î tarîklerine yer vermişse
de hiçbiri için sekte vechini zikretmemiştir. Hatta o, ed-Dürretü’l-mudıyye adlı eserinin 37.
47
beytinde bu hususu açıklarken Halef kıraati için “أه َمال
ْ الس ْك َت
َّ [– وHalef] Sekte yapmamıştır”
ibaresini kullanarak İshak rivayetiyle beraber İdris rivayetinin de sakin sahih harften sonra
gelen hemzeyi, “şey’ün” ( ) َش ْي ٌءkelimesini ve lâm-ı tarifli kelimeleri sektesiz okuduğunu ifade
etmiştir. İbnü’l-Cezerî’nin çizgisini takip edenler de benzer değerlendirmeler yapmışlardır.
Örneğin ilk dönem Dürre şarihlerinden Osman ez-Zebîdî (ö. 848/1445) el-Îdâh alâ metni’d-Dürre’sinde, Nüveyrî Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye adlı eserinde, son dönem Dürre şarihlerinden Muhammed b. el-Hasan el-Münîr es-Semennûdî (ö. 1199/1785) Şerhu’l-İmâm es-Semennûdî alâ metni’d-Dürre’sinde, Abdülfettâh el-Kâdî (ö. 1982) el-Îdâh li-metni’d-Dürre adlı
şerhinde ve Îhâb Fikrî Takrîbü’d-Dürre’de Halef ’in, zikri geçen her üç kısımda sektesiz okuduğunu ifade etmiştir.48
45
46
47
48
“Kur’an tilâveti esnasında devam niyetiyle iki kelime arasını nefessiz olarak vakıf süresinden daha az olacak şekilde
kesmektir” (Akdemir, Tecvîd-i Mâhir, s. 196).
Dabbâ‘, el-Behcetü’l-merdıyye, s. 55-6.
İbnü’l-Cezerî, ed-Dürretü’l-mudıyye, s. 4 (37. beyit).
Zebîdî, el-Îdâh, s. 140-1; Nüveyrî, Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye, s. 94; Semennûdî, Şerh, s. 54-5; Ebyârî, “Tenkîhu
nazmi’d-Dürre”, s. 186 (40. beyit); Kâdî, el-Îdâh, s. 49; Fikrî, Takrîbü’d-Dürre, s. 30.
81
Eren PİLGİR
Mersafî’yi mezkûr gruplardan ilkinde değerlendirmek mümkündür. Zira müellif, Dabbâ‘ın ifade ettiği gibi İdris rivayetinin Muttavvi‘î tarîkine göre sekte vechinin ed-Dürretü’l-mudıyye’de mevcut olduğunu belirtmiş,49 İdris rivayeti için sakin sahih harften sonra
gelen hemzede, “şey’ün” ( ) َش ْي ٌءkelimesinde ve lâm-ı tarifli kelimelerde sekte vechini hem
okuduğunu hem de okuttuğunu açıkça ifade etmiştir.50 Mersafî ayrıca İbnü’l-Cezerî’nin
Tahbîru’t-Teysîr ve ed-Dürretü’l-mudıyye’de sekte vechine yer vermemesinin sıkıntı olmadığını, aksine Katî‘î ve Muttavvi‘î’nin ed-Dürretü’l-mudıyye’nin tarîki olmasının yeterli olacağını ifade etmiştir.51 Müellif, daha sonra Mütevellî’den aktardığı bölümlerle bu hususu perçinlemeye çalışmıştır. Mütevellî ise bu durumu ele alırken önce Tahbîru’t-Teysîr’den nakille
Katî‘î ve Muttavvi‘î’nin ed-Dürretü’l-mudıyye’nin tarîki olduğunu tespit etmeye çalışmış ve
İbnü’l-Cezerî’nin Tahbîru’t-Teysîr’deki “ …Katî‘î ve Muttavvi‘î İdris’ten okumuştur”52 ifadelerine yer vermiştir. Mütevellî, yaptığı bu aktarımın ardından “[Tahbîru’t-Teysîr’deki ifadelerden anlaşıldığı üzere] Katî‘î ve Muttavvi‘î Tahbîru’t-Teysîr ve ed-Dürretü’l-mudıyye’nin tarîkidir”53 ifadelerini kullanmıştır.
Mersafî, Mütevellî’den iktibasla İdris’in ed-Dürretü’l-mudıyye’de Katî‘î ve Muttavvi‘î olmak üzere iki tarîkinin olduğunu ve sekte vechinin Muttavvi‘î tarîkiyle ed-Dürretü’l-mudıyye’de yer aldığını açıklamaya çalışmıştır.54 Mersafî, bu tutumuyla azimet ehli olduğunu ve
İzmîrî-Mütevellî çizgisini takip ettiğini ortaya koymuştur.
4.2.2. Halef Kıraatinde “Firkın” ( )فرقKelimesinin Okunuşu
ِ 55 kelimesindeki okunuş farklılığını vasl ve vakf hâli olmak üzere iki şe“Firkın” ()ف ْر ٍق
kilde değerlendirmek gerekmektedir. Zira bu kelime üzerinde vakfedildiği takdirde tüm kıraat imamları için râ ( )رharfinde sadece tefhîm vechi söz konusuyken56 vasl hâlinde durum
değişmektedir. Teysîr tarîkine göre râ ( )رharfinde sadece tefhîm vechi,57 Şâtıbîyye tarîkine
ِ kelimesindeki râ ( )رharfi için terkîk
göre terkîk ve tefhîm vechi vardır. Şâtıbî “firkın” ()ف ْر ٍق
58
vechini et-Teysîr üzerine ilave etmiştir. İbnü’l-Cezerî de Tahbîru’t-Teysîr adlı eserinde
ِ kelimesindeki râ ( )رharfinin
on kıraat imamı için -et-Teysîr’de olduğu gibi- “firkın” ()ف ْر ٍق
59
ِ kelimesindeki râ ( )رhartefhîm vechini almıştır. Dürre tarîkine göre Halef ’in “firkın” ()ف ْر ٍق
fini vasl hâlinde tefhîmle mi yoksa terkîkle mi okuduğu hakkındaki ihtilaf İbnü’l-Cezerî’nin
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
82
Mersafî, Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye, s. 120.
Mersafî, Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye, s. 122.
Mersafî, Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye, s. 118-9.
İbnü’l-Cezerî, Tahbîru’t-Teysîr, s. 190.
Mütevellî, er-Ravdu’n-nadîr, s. 493-4.
Mersafî, Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye, s. 119-122.
26/eş-Şu‘arâ: 63.
Husarî, Ahkâmü kırââti’l-Kur’ân, s. 158; Akdemir, Tecvîd-i Mâhir, s. 177.
İbnü’l-Cezerî, en-Neşr, III, 1815.
Şâtıbî, Hırzü’l-emânî, s. 36 (351. beyit); İbnü’l-Cezerî, en-Neşr, III, 1815.
İbnü’l-Cezerî, Tahbîru’t-Teysîr, s. 267.
Abdülfettâh el-Mersafî’nin Tahrîrât İlmindeki Yeri: Şerhu’d-Dürreti’l-Mudıyye Örneği
ِ kelimesine değinmemiş olmasından kaynaklanır. Zira
ed-Dürretü’l-mudıyye’de “firkın” ()ف ْر ٍق
İbnü’l-Cezerî’nin ed-Dürretü’l-mudıyye’de izlemiş olduğu yönteme binaen bu husus hakِ kelikında bir şey belirtmemiş olması onun Şâtıbî’ye uyarak Halef kıraati için “firkın” ()ف ْر ٍق
ِ
mesinde iki veche yer verdiği anlamına gelir.60 Dolayısıyla Dürre tarîkine göre “firkın” ()ف ْر ٍق
kelimesindeki râ ( )رharfinin tefhîm ve terkîk olmak üzere iki vechinin olduğunu savunanlar,
İbnü’l-Cezerî’nin ed-Dürretü’l-mudıyye’de Şâtıbî’ye uyarak aksi bir şey ifade etmemesini esas
ِ kelimesindeki râ ( )رharfinde sadece tefhîm vechinin olduğunu savualırken61 “firkın” ()ف ْر ٍق
nanlar ise Tahbîru’t-Teysîr’in ed-Dürretü’l-mudıyye’nin aslı olduğu gerekçesiyle İbnü’l-Cezerî’nin Tahbîru’t-Teysîr adlı eserindeki tefhîm vechini esas almışlardır.62
Mersafî, Halef ’in Dürre tarîkine göre sakin sahih harften sonra gelen hemzede, “şey’ün”
( ) َش ْي ٌءkelimesinde ve lâm-ı tarifli kelimelerde sekteyle okuyup okumadığını ele aldıktan
ِ kelimesindeki râ ( )رharfini vasl hâlinde tefhîmle mi
sonra bu kez Halef ’in “firkın” ()ف ْر ٍق
yoksa terkîkle mi okuduğu hususunu irdelemiştir. Müellif, bu husustaki değerlendirmelerine
geçmeden önce Mütevellî’nin er-Ravdu’n-nadîr’deki açıklamalarına yer vermiştir. er-Ravِ kelimesindeki râ ( )رharfi için terkîk
du’n-nadîr sahibi ise Tahbîru’t-Teysîr’de “firkın” ()ف ْر ٍق
63
vechinin ele alınmamasının üzerine durmuştur. Sonuç olarak Mersafî, Mütevellî gibi Tahbîru’t-Teysîr’in ed-Dürretü’l-mudıyye’nin aslı olduğu gerekçesini ön plana çıkararak “firِ kelimesindeki râ ( )رharfinde sadece tefhîm vechinin olduğunu ifade etmiştir. O,
kın” ()ف ْر ٍق
mezkûr görüşünü şöyle dile getirmiştir:
İmam Şâtıbî -Allah ondan razı olsun- yedi kıraat imamı için “firkın” ( ) ِف ْر ٍقkelimesindeki
râ ( )رharfinde iki vecih zikretmiştir dersen ben şöyle derim: Şâtıbî’nin Hırzü’l-emânî’de
“firkın” ( ) ِف ْر ٍقkelimesindeki râ ( )رharfi için yer verdiği terkîk vechi, bu kitabın aslı olan
et-Teysîr’e yapılan ziyadedir. Ebû Amr ed-Dânî bu vechi et-Teysîr’e almamıştır. Hırzü’l-emânî’yi okuyan hemen herkes bilir ki Şâtıbî et-Teysîr üzerine nice eklemeler yapmıştır. -Bu hususla alakalı bilgi sahibi olmak için Hırzü’l-emânî’nin şarihlerini dikkatlice oku.- Bu ziyade sahih bir ziyadedir ve ümmet tarafından kabul edilmiştir. Biz de bu
şekilde okuduk ve okutuyoruz. Bu hususu iyice anlamak için dikkatlice düşün.
Sözün özüne gelince “firkın” ( ) ِف ْر ٍقkelimesindeki râ ( )رharfi için Şâtıbiyye tarîkine göre
iki vecih vardır. Teysîr tarîkinde ise sadece tefhîm vechi vardır. Tahbîru’t-Teysîr’de yer
alan on kıraat imamı için sadece tefhîm vechi olduğu gibi Dürre tarîkinin içerdiği üç kıraat için de durum böyledir.64
Burada işaret edilmesi gereken diğer bir husus, üzerinde durduğumuz konu hakkında İzmîrî’nin, Mütevellî ve Mersafî gibi düşünmemesidir. Aksine o, Dürre tarîkinden de
60
61
62
63
64
İbnü’l-Cezerî, ed-Dürretü’l-mudıyye, s. 1 (8. beyit); Zebîdî, el-Îdâh, s. 103-4.
Örneğin bk. Zebîdî, el-Îdâh, s. 154; Dabbâ‘, el-Behcetü’l-merdıyye, s. 65; Hârûf, et-Teshîl, s. 370; Fikrî, Takrîbü’dDürre, s. 191.
Örneğin bk. Mütevellî, er-Ravdu’n-nadîr, s. 495.
Mütevellî, er-Ravdu’n-nadîr, s. 495.
Mersafî, Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye, s. 123.
83
Eren PİLGİR
ِ kelimesindeki râ ( )رharfi için terkîk vechinin olduğunu
Tahbîru’t-Teysîr’den de “firkın” ()ف ْر ٍق
zikretmiştir. İzmîrî’nin bu husustaki açıklamaları şöyledir:
ِ kelimesinde üç vecih vardır. Birincisi Katî‘î tarîHalef ’in râvisi İdris için “firkın” ()ف ْر ٍق
kine göre tefhîmle beraber adem-i sekte, ikincisi Muttavvi‘î, eş-Şattî [ö. 370/980 civarında] ve İbn Bûyân [ö. 344/955] tarîkine göre tefhîmle beraber sekte, üçüncüsü ise
Dürre ve Tahbîr tarîkine göre terkîkle beraber adem-i sekte vechidir.65
ِ kelimesindeki râ ( )رharfinin terkîk vechi için ed-Dürretü’l-muİzmîrî’nin “firkın” ()ف ْر ٍق
dıyye’ye ek olarak Tahbîru’t-Teysîr’e de yer vermesi üzerinde durulmalıdır. Zira daha önce de
ِ kelimesindeki râ
belirtildiği üzere İbnü’l-Cezerî Tahbîru’t-Teysîr adlı eserinde “firkın” ()ف ْر ٍق
( )رharfi için terkîk vechini zikretmemiştir.66 Bu nedenle olsa gerek Mütevellî, İzmîrî’nin yukarıda verilen değerlendirmelerini “Tahbîr’e göre bütün kıraat imamları için sadece tefhîm
vechi vardır” diyerek eleştirmiş ve İbnü’l-Cezerî’nin Tahbîru’t-Teysîr’de verdiği pasajla kendi
ifadelerini desteklemiştir.67 Özetle Mütevellî ve Mersafî’ye göre Dürre’de Halef kıraatinde
ِ kelimesindeki râ ( )رharfi için sadece tefhîm vechi, İzmîrî’ye göre ise hem
“firkın” ()ف ْر ٍق
tefhîm hem terkîk vechi yer almaktadır.
İdris rivayetinde sakin sahih harften sonra gelen hemzede, “şey’ün” ( ) َش ْي ٌءkelimesinde
ِ kelimeve lâm-ı tarifli kelimelerde sekte yapıldığı ve yapılmadığı durumlarda “firkın” ()ف ْر ٍق
sindeki râ ( )رharfinin nasıl okunduğuna gelince Mütevellî ve Mersafî’nin bu konudaki uygulamaları şöyledir:
1. İdris rivayetinin Katî‘î tarîkinde sakin sahih harften sonra gelen hemzede, “şey’ün”
ِ keli( ) َش ْي ٌءkelimesinde ve lâm-ı tarifli kelimelerde adem-i sekte yapıldığında “firkın” ()ف ْر ٍق
mesindeki râ ( )رharfi için tefhîm vechi uygulanır.
2. İdris rivayetinin Muttavvi‘î tarîkinde ise sakin sahih harften sonra gelen hemzede,
ِ keli“şey’ün” ( ) َش ْي ٌءkelimesinde ve lâm-ı tarifli kelimelerde sekte yapıldığında “firkın” ()ف ْر ٍق
mesindeki râ ( )رharfi için tefhîm vechi uygulanır.
İzmîrî ise bu iki veche ek olarak sahih harften sonra gelen hemzede, “şey’ün” ( ) َش ْي ٌءkelimesinde ve lâm-ı tarifli kelimelerde adem-i sekte yapıldığı takdirde -ki bu İdris rivayetinin
ِ kelimesindeki râ ( )رharfinin terkîkle de okunabileKatî‘î tarîki için geçerlidir- “firkın” ()ف ْر ٍق
ceğine yer vermiştir.68 Görüldüğü üzere Mersafî, eserinde yer verdiği bu görüşler ve değerlendirmelerle beraber azimet ehli olduğunu ve bu konu özelinde Mütevellî çizgisini takip ettiğini izhar etmektedir.
65
66
67
68
84
İzmîrî, Bedâi‘u’l-burhân, s. 288.
İbnü’l-Cezerî, Tahbîru’t-Teysîr, s. 267.
Mütevellî, er-Ravdu’n-nadîr, s. 495.
İzmîrî, Bedâi‘u’l-burhân, s. 288.
Abdülfettâh el-Mersafî’nin Tahrîrât İlmindeki Yeri: Şerhu’d-Dürreti’l-Mudıyye Örneği
4.2.3. Ya‘kûb Kıraatinde Hâ-i Sekt Meselesi
Hâ-i sekt69 Ya‘kûb kıraatine özel bir uygulama olan ve bazı kelimelerin sonuna vakf hâlinde eklenen he ( )هharfidir. Hâ-i sekt bir kelimenin sonuna şu dört durumda dâhil olur:
1. Sonunda elif harfi hazfedilmiş mâ-i istifhâmiyelerin bulunduğu soru isimlerinde: ِل َم٫
َعم٫ ِفيمörneklerinde olduğu gibi.
َّ َ
2. Müfred müzekker ğâib ve müfred müennes ğâibeye ait zamirin bulunduğu munfasıl
zamirlerde: ُه َو٫ ِه َيörneklerinde olduğu gibi.
3. Cem‘î müennes ğâibenin sonuna şeddeli nûn ( )نharfinin bitiştiği kelimelerde:
ِ َلهن٫ إحداهن حم َلهن٫ örneklerinde olduğu gibi.
م ْن ُه َّن٫
َّ ُ َّ ُ ْ َ َّ ُ ْ
4. Mütekellime delalet eden şeddeli yâ ( )يharfinin vuku bulduğu kelimelerde:
70
ِإ َلي٫ َع َلي٫ بم ْصرِ ِخي
ُ örneklerinde olduğu gibi.
َّ
َّ
َّ
Mezkûr dört kuraldan herhangi birine uymadığı hâlde sonuna hâ-i sekt eklenen bazı istisna kelimeler de vardır. İbnü’l-Cezerî Tahbîru’t-Teysîr’de “İnnehü min keydikünn” (إ َِّنه ِم ْن
71 ayetindeki “keydikünn” ( )كي ِدكنkelimesini bu bağlamda zikretmiştir.72 Bu sebeple
)كي ِد ُك َّن
َّ ُ ْ َ
َْ
Tahbîr tarîkine göre “keydikünn” ()ك ْي ِد ُك َّن
َ kelimesinin sonuna hâ-i sekt ekleneceği hususunda
ittifak vardır. Ancak bu ittifak ed-Dürretü’l-mudıyye’de görülmez. Şöyle ki İbnü’l-Cezerî
ed-Dürretü’l-mudıyye’de ()ك ْي ِد ُك َّن
َ kelimesine vakf hâlinde hâ-i sekt ile ilgili bir değerlendirmede bulunmamıştır. Onun bu hususta ed-Dürretü’l-mudıyye’de bir değerlendirme yapmamış olması Dürre tarîkine göre ()ك ْي ِد ُك َّن
َ kelimesinin sonuna hâ-i sektin eklendiği vechi almadığı anlamına gelir. Şayet o, Dürre tarîkine göre de ()ك ْي ِد ُك َّن
َ kelimesinin sonuna hâ-i sektin
eklenmesine yer verecek olsaydı mutlaka bu hususu eserinde belirtirdi. Hâl böyle olunca
Dürre tarîkine göre ()ك ْي ِد ُك َّن
َ kelimesinin sonuna hâ-i sekt eklemenin mümkün olup olmadığı hususu tahrîrât ekollerince ele alınmış ve iki farklı görüş ortaya çıkmıştır. Bunlardan
ilki Ya‘kûb kıraati için ed-Dürretü’l-mudıyye’ye göre “keydikünn” ()ك ْي ِد ُك َّن
َ kelimesine vakfen
hâ-i sektin eklenmeyeceğini savunmuş ve bu hususta İbnü’l-Cezerî’nin ed-Dürretü’l-mudıyye’de “keydikünn” ()ك ْي ِد ُك َّن
َ kelimesini istisna olarak zikretmemesini temel almıştır.73 Ya‘kûb
kıraati için “keydikünn” ()ك ْي ِد ُك َّن
َ kelimesine vakf hâlinde hâ-i sektin ekleneceğini savunanlar
ise İbnü’l-Cezerî’nin Tahbîru’t-Teysîr’de hâ-i sekt kabul eden kelimeler arasında “keydikünn”
()كي ِد ُك َّن
ْ َ lafzını zikretmesini temel almışlardır. Zira Tahbîru’t-Teysîr, ed-Dürretü’l-mudıyye’nin
aslı olarak değerlendirilmektedir.74
69
70
71
72
73
74
“Hâ-i sekt, kelimenin sonunda yer alan ve kendinden önceki harfin harekesini açığa çıkarmak için cezimli olarak
yazılan hâ harfidir (( ”)هAkdemir, Tecvîd-i Mâhir, s. 228).
Şükrî v.dğr., el-Müzhir fî şerhi’ş-Şâtibiyye ve’d-Dürre, s. 473-4.
12/Yûsuf: 28.
İbnü’l-Cezerî, Tahbîru’t-Teysîr, s. 276.
Zebîdî, el-Îdâh, s. 156; Semennûdî, Şerh, s. 66; Dabbâ‘, el-Behcetü’l-merdıyye, s. 68; Kâdî, el-Îdâh, s. 60.
Mersafî, Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye, s. 148; Fikrî, Takrîbü’d-Dürre, s. 38. İbnü’l-Cezerî’nin Tahbîru’t-Teysîr’de yer alan
ifadesi için bk. Tahbîru’t-Teysîr, s. 276.
85
Eren PİLGİR
Mersafî’yi bu gruplar arasında ikinci grupta değerlendirilmelidir. Zira o, İbnü’l-Cezerî’nin Ya‘kûb kıraati için Tahbîru’t-Teysîr’de “keydikünn” ()ك ْي ِد ُك َّن
َ lafzına vakf hâlinde hâ-i
sektin eklenebileceğini ve bu eserin ed-Dürretü’l-mudıyye’nin aslı olması sebebiyle Dürre
tarîkine göre ilgili kelimede hâ-i sekt ile de vakfedildiğini belirtmiştir. Ayrıca Mütevellî’nin
bu hususla ilgili el-Vücûhü’l-müsfira’sında “keydikünn” ()ك ْي ِد ُك َّن
َ lafzına vakfen hâ-i sektin
dâhil olacağı görüşünü benimsediğini ifade etmiştir.75 Mütevellî ise bu eserinin yanı sıra
er-Ravdu’n-nadîr adlı eserinde de İzmîrî’ye atıfla görüşünü yinelemiştir.76 Mersafî, “keydikünn” ()ك ْي ِد ُك َّن
َ lafzına vakf hâlinde hâ-i sektin dâhil olacağıyla ilgili görüşünü şöyle ifade etmiştir:
Bir önceki bölümden anlaşıldığı üzere Ya‘kûb kıraati için ehl-i edânın görüşü ()ك ْي ِد ُك َّن
َ
lafzına vakfen hâ-i sektin dâhil edilmesidir. Diğerlerinin görüşü ise hâ-i sektin eklenmemesidir. Dolayısıyla Ya‘kûb kıraatine göre her iki vecih de caizdir: Hâ-i sektin dâhil edilmesiyle yapılan vakf ve hâ-i sektesiz vakf. Ancak hâ-i sektin ilhakıyla okunan vecih mukaddemdir. Ben de hâ-i sektin ilhakı vechini takdim ederek her iki veche göre
okudum ve okuttum. Müellifin [İbnü’l-Cezerî’nin] “keydikünn” ()ك ْي ِد ُك َّن
َ lafzına vakf hâlinde hâ-i sektin dâhil olması gerektiğini zikretmemesi bir ihmaldir. Bu vechin ed-Dürretü’l-mudıyye’de bulunmaması bizim için problem arz eden bir husus da değildir. Zira
bu vecih ed-Dürretü’l-mudıyye’nin aslı olan Tahbîru’t-Teysîr’de zikredilmiştir.77
Mersafî yukarıda zikrettiğimiz ifadelerinin yanı sıra Tabbâh’ın Hibetü’l-mennân adlı eseِ تاليه ها َغيب ٍة و َكي ِد ُكن
ِ ٍ
ٍ
rinde konuyla ilgili yer verdiği “ْخال َية
ْ َ ” َو َب ْع َد نُون إلِناثbeyti ise şöyle değerlenَّ ْ َ َ ْ
dirmiştir:
Beytin zahirinden, “keydikünn” ()ك ْي ِد ُك َّن
َ kelimesinde vakfedildiğinde Ya‘kûb kıraati için
hâ-i sektin kesinlikle dâhil olmayacağı anlaşılmaktadır. Çünkü nûn ( )نharfinden önce
şart olduğu üzere ğâibeye delalet eden bir he ( )هharfi yoktur. Bu görüş biraz önce değin-
diğimiz üzere İbnü’l-Cezerî’nin Tahbîru’t-Teysîr’de Ya‘kûb kıraati için vakf hâlinde hâ-i
sektin dâhil olduğu ve hâ-i sektin dâhil olmadığı şeklinde zikrettiği iki vecihle çelişmektedir. Belki de Tabbâh ayette geçen “keydekünn” ()ك ْي َد ُك َّن
َ kelimesini kastetmiştir. Durum
böyleyse bu görüş insanların da belirttiği üzere doğrudur. Zira ayette geçen “keydikünn”
()كي ِد ُك َّن
ْ َ kelimesi için daha önce de geçtiği üzere vakf hâlinde hâ-i sektin dâhil olduğu ve
hâ-i sektin dâhil olmadığı iki vecih Tahbîru’t-Teysîr’den gelmiştir. Tabbâh’ın bunu bilmemesi mümkün değildir. Zira Tahbîru’t-Teysîr, ehlince malumdur. Ben Tabbâh gibi büyük bir âlimin -her ne kadar onun zamanında Tahbîru’t-Teysîr mahtût olsa da- bu esere
muttali olmadığını düşünmüyorum. Ayrıca Tabbâh’ın ayette geçen “keydekünn” ()ك ْي َد ُك َّن
َ
kelimesini kastetmiş olduğunu destekleyen bir husus Halîcî’nin [ö. 1968] Hallü’l-müşkilât ve tevdîhu’t-tahrîrât fi’l-kırâât adlı eserinde bu ayetteki vecihleri açıklarken “Ya‘kûb
75
76
77
86
Mütevellî’nin bu husustaki değerlendirmeleri için bk. İbtihâc Abdurrahman, “Tahkîku mahtûtati’l-Vücûhi’l-müsfira
fi’l-kırââti’s-selâsi’l-mütevâtira li-Muhammed el-Mütevellî”, s. 1079.
Mütevellî, er-Ravdu’n-nadîr, s. 320. Ayrıca bk. Semennûdî, Şerh, s. 65-6 (dp. 8).
Mersafî, Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye, s. 148.
Abdülfettâh el-Mersafî’nin Tahrîrât İlmindeki Yeri: Şerhu’d-Dürreti’l-Mudıyye Örneği
ayette geçen “keydekünn” ()ك ْي َد ُك َّن
َ kelimesinde hâ-i sektesiz vakfetmiştir. Çünkü hâ-i sektin kelimenin sonuna ilhak olması için he ( )هharfinin nûn ( )نharfinden önce gelmesi
gerekir” diyerek, Tabbâh’ın zikri geçen beytiyle istişhâd etmiştir. Bu durum, Tabbâh’ın
beyitte “keydikünn” ()ك ْي ِد ُك َّن
َ kelimesini kastettiَ kelimesini değil de “keydekünn” ()ك ْي َد ُك َّن
ğine delalet etmektedir.78
Mersafî, yukarıdaki açıklamalarla Tabbâh’ın “keydekünn” ()ك ْي َد ُك َّن
َ lafzına vakfen hâ-i sektin eklenemeyeceğini söylediğini belirterek kendi görüşünü desteklemek istemiştir. Bir bakıma o, hâ-i sektin “keydikünn” ()ك ْي ِد ُك َّن
َ lafzına eklenemeyeَ lafzına değil “keydekünn” ()ك ْي َد ُك َّن
ceğini delillendirmeye çalışmıştır. Ancak Mersafî, Halîcî’ye atıfta bulunarak Tabbâh’ın ilgili
beyitte “keydekünn” ()ك ْي َد ُك َّن
َ lafzına vakf hâlinde hâ-i sektin eklenemeyeceğini ifade ettiğini
79
söylese de Hibetü’l-mennân şarihleri Tabbâh’ın beyitte kullandığı ifadenin mutlak olduğunu belirtmişlerdir.80 Ayrıca “keydekünn” ()ك ْي َد ُك َّن
َ kelimesinde nûn ( )نharfinden önce he
ِ
ن
ك
د
ي
)ك
ه
(
( ) harfi bulunmadığı gibi “keydikünn” َّ ُ ْ َ lafzında da nûn ( )نharfinden önce he ( )هharfi
bulunmaz. Dolayısıyla vakf hâlinde herhangi bir kelimeye hâ-i sektin eklenmesi için geçerli
olan kural, “keydikünn” ()ك ْي ِد ُك َّن
َ lafzına hâ-i
َ lafzı için de geçerli değildir. “Keydikünn” ()ك ْي ِد ُك َّن
sekt eklenmesinin sebebi ise daha önce de belirtildiği üzere İbnü’l-Cezerî’nin Tahbîru’t-Teysîr’de bu lafzı istisna olarak zikretmesinden kaynaklanmaktadır.81 Özetle Mersafî’nin şerhinde serdettiği bu değerlendirmelerin tamamı onun azimet çizgisinde olduğunu ortaya
koymakta ve İzmîrî-Mütevellî çizgisini takip ettiğini göstermektedir.
Sonuç
Kıraat ilmi tahrîrât ekolleri hakkındaki genel bilgiler ışığında günümüzde Mansûrî ekolünün Tahrîru’t-turuk ve Hallü mücmelâti’t-Tayyibe adlı eserler üzerinden Tanta ve İskenderiye’de takip edildiği, İzmîrî ekolünün Umdetü’l-irfân ve Bedâi‘u’l-burhân adlı iki eser üzerinden Türkiye ve Şam’da takip edildiği ve Mütevellî ekolünün Fethu’l-Kerîmi’r-Rahmân
ve Tenkîhu Fethi’l-Kerîm üzerinden Kahire’de takip edildiği açıklanmıştır. Daha sonra İbnü’l-Cezerî’nin ed-Dürretü’l-mudıyye’yi kaleme almasının ardındaki temel sebep sorgulanmıştır. Bu bağlamda İbnü’l-Cezerî’nin, yaşadığı dönemde insanların et-Teysîr ve Hırzü’l-emânî dışında kıraat birikimi bulunmadığı kanaatine sahip olmaları sebebiyle en-Neşr’i
telif ettiği gözlemlenmiştir. Ayrıca İbnü’l-Cezerî’nin, bu iki eserin muhtevasının kıraat okuyan kişilere ağır gelmesi sebebiyle et-Teysîr’i on kıraate tamamlamak için Tahbîru’t-Teysîr
adlı eserini, Hırzü’l-emânî’yi on kıraate tamamlamak için ed-Dürretü’l-mudıyye adlı eserini
78
79
80
81
Mersafî, Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye, s. 148-9.
Vakıa zaten böyledir. Ancak Halîcî’nin, Tabbâh’ın ilgili beytine atıf yapması ve Mersafî’nin de buna işaret etmesi
lafzına vakf hâlinde hâ-i sekt ekleneceği anlamına gelmez.
“keydikünn” ()كي ِد ُك َّن
َْ
Örneğin bk. Buhârî, Fethu’l-aliyyi’r-Rahmân, s. 64.
İbnü’l-Cezerî, Tahbîru’t-Teysîr, s. 276.
87
Eren PİLGİR
yazdığı saptanmıştır. ed-Dürretü’l-mudıyye’nin içermiş olduğu tarîklerin az olması sebebiyle
bu eser üzerine kaleme alınan tahrîrât çalışmaları da nispeten kısır kalmıştır.
Makalede ikinci olarak ed-Dürretü’l-mudıyye üzerine Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye isimli
bir şerh yazan Mersafî’nin, mütemmime kıraatler için telif edilmiş ed-Dürretü’l-mudıyye adlı
kitabın şerhinde yedi kıraat ile alakalı tamamlayıcı bilgilere yer verdiği ve sonuçta on kıraat
imamının ittifak veya ihtilaf ettiği yerleri gruplandırarak açıkladığı, bazı kıraat âlimlerinin
eserlerinde yaptığı yanlış değerlendirmeleri tashih ettiği, kıraatlerin hangi lehçelerden olduğuna yer vermeye çalıştığı, kıraatlerin tevcîhi hususunda şiirlerle istişhâd ettiği ve son olarak
tahrîrâtla alakalı değerlendirmelere yer verdiği gözlemlenmiştir.
Makalede son olarak Mersafî’nin, tahrîrâta konu olan Halef kıraatinde sekte meseleِ kelimesindeki râ ( )رharfinin kaç vecihle okunduğu
siyle, yine Halef kıraatinde “firkın” ()ف ْر ٍق
hususuyla ve Ya‘kûb kıraatinde “keydikünn” ()ك ْي ِد ُك َّن
َ lafzına hâ-i sektin eklenip eklenmeyeceği mevzusuna dair değerlendirmeleri incelenmiştir. Müellifin birinci ve üçüncü örnekte
İzmîrî-Mütevellî çizgisini takip ettiği tespit edilmiş, ikinci örnekte ise Mütevellî ile aynı kanaate sahip olduğu ve ancak İzmîrî’den farklı düşündüğü açığa çıkarılmıştır. Sonuç olarak
onun azimet ehli olduğu, İzmîrî ve Mütevellî’nin görüşlerini mezcederek tahrîrât ilmiyle alakalı değerlendirmeler yaptığı tespit edilmiştir.
88
Abdülfettâh el-Mersafî’nin Tahrîrât İlmindeki Yeri: Şerhu’d-Dürreti’l-Mudıyye Örneği
Kaynaklar
Akdemir, Mustafa Atilla. Kıraat İlmi Eğitim ve Öğretim Metotları. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat
Vakfı Yayınları, 2015.
----------. Tecvîd-i Mâhir. İstanbul: Rağbet Yayınları, 2019.
----------. “Kıraat İlminde Tahrîrât Meselesi.” Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
2018, sy. 2, s. 83-111.
Buhârî, Sabbâh Abdülcebbâr Ali. Fethu’l-aliyyi’r-Rahmân fî şerhi Hibeti’l-mennân (yüksek lisans tezi, 2013).
Câmi‘atü Ümmi’l-Kurâ.
ed-Dabbâ‘, Ali b. Muhammed. el-Behcetü’l-merdıyye şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye (nşr. Muhammed Fehd
Hârûf). Dımaşk: Dâru’l-Gavsânî, 2012.
ed-Dûserî, İbrahim b. Saîd b. Hamed. el-İmâmü’l-Mütevellî ve cuhûduhû fî ilmi’l-kırâât. Riyad: Mektebetü’rRüşd, 1999.
el-Ebyârî, Muhammed Hilâlî. “Tenkîhu nazmi’d-Dürre.” Hedyü’s-sârî ilâ manzûmeti’l-Ebyârî fi’t-tecvîd ve’lkırâât (der. Tevfik İbrahim Damra − Muhammed b. Muhammed Âl-i Davud). Amman: el-Mektebetü’lVataniyye, 2017.
el-Eskâtî, Ahmed b. Ömer el-Hanefî. Ecvibetü’l-mesâili’l-müşkilât fî ilmi’l-kırâât (nşr. Emin Muhammed
Ahmed eş-Şenkîtî). Riyad: Dâru Kunûz, 2008.
Fikrî, Îhâb. Takrîbü’d-Dürre. Kahire: el-Mektebetü’l-İslâmiyye, 2005.
Gökdemir, Ahmet. Ali b. Süleyman el-Mansûrî ve Meşhur Mısır Tariki Kurrâları. İstanbul: Ravza Yayınları,
2018.
----------. “Kıraat Eğitiminde Ali b. Süleyman el-Mansûrî Öncesi Mısır Tarikinin Arka Planı: Biyografik Bir
İnceleme.” Marife Dini Araştırmalar Dergisi, 2018, sy. 1, s. 177-92.
el-Halîcî, Muhammed b. Abdurrahman. Şerhu Mukarribi’t-tahrîr li’n-Neşri ve’t-Tahbîr (nşr. Îhâb Fikrî −
Hâlid Hasan Ebü’l-Cûd). Kahire: el-Mektebetü’l-İslâmiyye, 2009.
Hârûf, Muhammed Fehd. et-Teshîl li-kırââti’t-tenzîl. Dımaşk: Dâru’l-Beyrûtî, 2012.
el-Husarî, Mahmûd Halîl. Ahkâmü kırââti’l-Kur’âni’l-Kerîm. Beyrut: Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye. 2011.
İbnü’l-Cezerî, Muhammed b. Muhammed b. Ali. Tahbîru’t-Teysîr fi’l-kırââti’l-eimmeti’l-aşr (nşr. Ahmed
Muhammed Müflih el-Kudât). Zerka: Cem‘iyyetü’l-Muhâfaza ale’l-Kur’âni’l-Kerim, 2010.
----------. Tayyibetü’n-Neşr fî’l-kırââti’l-aşr (nşr. Eymen Rüşdî Süveyd). Dımaşk: Dâru’l-Gavsânî, 2012.
----------. ed-Dürretü’l-mudıyye fî’l-kırââti’s-selâsi’l-merdıyye (nşr. Eymen Rüşdî Süveyd). Dımaşk: Dâru’lGavsânî, 2013.
----------. el-Mesâilü’t-Tebrîziyye (nşr. Abdülazîz Muhammed Temîm ez-Zu‘bî). Medine: Elif Lâm Mîm,
2016.
----------. en-Neşr fî’l-kırââti’l-aşr (nşr. Eymen Rüşdî Süveyd). I-V, Dımaşk: Dâru’l-Gavsânî, 2019.
İbtihâc, Abdurrahman. “Tahkîku mahtûtati’l-Vücûhi’l-müsfira fi’l-kırââti’s-selâsi’l-mütevâtira liMuhammed b. Ahmed el-Mütevellî.” İmâdetü’l-bahsi’l-ilmî el-Câmi‘atü’l-Ürdûniyye, 2014, sy. 3, s.
1075-105.
İmruü’l-Kays, Hucr b. el-Hâris. Dîvânu İmrui’l-Kays (nşr. Muhammed Ebü’l-Fazl İbrahim). Kahire: Dâru’lMe‘ârife, ts.
el-İzmîrî, Mustafa b. Abdurrahman. Bedâi‘u’l-burhân alâ Umdeti’l-irfân fî vücûhi’l-Kur’ân (nşr. el-Hâce
Meryem Cendelî). Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2008.
el-Kâdî, Abdülfettâh. el-Îdâh li-metni’d-Dürre. Kahire: Dâru’s-Selâm, 2015.
89
Eren PİLGİR
Koyuncu, Recep. “Yöntem ve Mahiyeti İtibariyle Kıraat İlminde Tahrirât Geleneği: İbnü’l-Cezerî Örneği.”
Uluslararası İbnü’l-Cezerî Sempozyumu, https://mushaflariinceleme.diyanet.gov.tr/Documents/
TEBLİĞ%20-%20DR.%20ÖĞR.%20ÜYESİ%20RECEP%20KOYUNCU.pdf, (erişim tarihi: 03.05.2020).
el-Mağribî, Gâde bint Abdülmütekebbir b. Sadık. Muğni’l-kurrâ fî şerhi Muhtâri’l-ikrâ’ (yüksek lisans tezi,
2014). Câmi‘atü Ümmi’l-Kurâ.
el-Mar‘aşlı, Yusuf. Ikdü’l-cevher fî ulemâi’r-rub‘i’l-evvel mine’l-hâmise aşer. I-II, Beyrut: Dâru’l-Me‘ârif, 2006.
el-Mersafî, Abdülfettâh. Hidâyetü’l-kâri’ ilâ tecvîdi kelâmi’l-Bârî. I-II, Medine: Mektebetü Taybe, ts.
----------. Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye fi’l-kırââti’s-selâsi’l-merdıyye (nşr. Muhammed Mahmûd Ahmet elCekenî). Medine: Câmi‘atü Taybe − Ervika li’d-Dirâsât ve’n-Neşr, 2017.
Maşalı, Mehmet Emin. Tarihi ve Temel Meseleleriyle Kıraat İlmi. Ankara: Otto Yayınları, 2016.
----------. “Kur’an Kıraatinde ve Kitabetinde Türkiye’nin Durumu.” Tecvid Çalıştayı, Kastamonu, 0408.11.2015, 1-24.
https://mushaflariinceleme.diyanet.gov.tr/Documents/KUR’AN%20KIRAATİNDE%20ve%20
KİTÂBETİNDE%20TÜRKİYE’NİN%20DURUMU%20(Doç.%20Dr.%20M.%20Emin%20MAŞALI).pdf,
(erişim tarihi: 5.03.2020)
el-Mesellâtî, Ebû Ubeyd Mahmûd b. Saîd et-Tayyib. ed-Dürru’l-mesûn ale’t-Tarîki’l-me’mûn ilâ usûli rivâyeti
Kâlûn. Medine: Câmi‘atü Taybe − Ervika li’d-Dirâsât ve’n-Neşr, 2017.
el-Mütevellî, Muhammed b. Ahmed. er-Ravdu’n-nadîr (nşr. Hâlid Hasan Ebü’l-Cûd). Tanta: Dâru’s-Sahâbe,
2006.
en-Nüveyrî, Muhammed b. Muhammed. Şerhu’d-Dürreti’l-mudıyye fî’l-kırââti’s-selâsi’l-merdıyye (nşr.
Cemalüddîn Muhammed Şeref). Tanta: Dâru’s-Sahâbe, ts.
Osman, Âmir Seyyid − Ahmed b. Abdilazîz ez-Zeyyât − İbrahim b. Ali Şehâse es-Semennûdî. Tenkîhu Fethi’lKerîm fî tahrîri evcühi’l-Kur’âni’l-azîm (nşr. Muhammed Temîm ez-Zu‘bî). Beyrut: Müessesetü’dDuhâ, 2017.
Öge, Ali. 18. Yüzyıl Osmanlı Âlimlerinden Yusuf Efendizâde’nin Kıraat İlmindeki Yeri. İstanbul: Hacıveyiszade
İlim ve Kültür Vakfı Yayınları, 2019.
es-Semennûdî, Muhammed b. el-Hasan el-Münîr. Şerhu’l-İmâm es-Semennûdî alâ metni’d-Dürre (nşr.
Abdürrâzık b. Ali b. İbrahim Musa). Riyad: Dâru İbni’l-Kayyim − Kahire: Dâru İbn Affân, 2010.
eş-Şâtıbî, Ebü’l-Kasım b. Fîrruh b. Halef b. Ahmed. Hırzü’l-emânî ve vechü’t-tehânî (nşr. Eymen Rüşdî
Süveyd). Dımaşk: Dâru’l-Gavsânî, 2013.
Şükrî, Ahmed Hâlid v.dğr. el-Müzhir fî şerhi’ş-Şâtibiyye ve’d-Dürre. Amman: Dâru Ammâr, 2006.
ez-Zebîdî, Osman. el-Îdâh alâ metni’d-Dürre (nşr. Abdürrâzık b. Ali b. İbrahim Musa). Tanta: Dâru’d-Diyâ’,
2003.
Zübeyrî, Velîd v.dğr. el-Mevsû‘atü’l-müyessera fî terâcümi eimmeti’t-tefsîr ve’l-ikrâ’ ve’n-nahv ve’l-lüğa. I-III,
İngiltere: Mecelletü’l-Hikme, 2003.
90
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi • Cilt-Sayı 58 • Haziran 2020 • ISSN 1302-4973 • ss. 91-108
DOI: 10.15370/maruifd.758398
ARAŞTIRMA MAKALESİ / RESEARCH ARTICLE
تقييم استخدام تقنية الواقع المعزز لمهارات الكتابة باللغة العربية
Artırılmış Gerçeklik Teknolojisinin Arapça Yazma
Becerilerine Yönelik Kullanımının Değerlendirilmesi
Mustafa Serkan ABDÜSSELAM*
1
Öz: Zaman içerisinde teknolojik gelişmelerin hızla artmasıyla dünyada önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Teknolojinin tüm dünyada hızla yayılması yaşamı tüm yönleriyle etkilemektedir. Yeni geliştirilen teknolojiler eğitim öğretimde de yeniliklere imkân
vermektedir. Teknoloji kullanımı yabancı dil eğitimi alanında çalışan araştırmacıların
da dikkatini çekmektedir. Konuya dair çalışmalar gözden geçirildiğinde Arapça yazma
becerilerinin artırılmış gerçeklik teknolojisi ile entegrasyonuna yönelik çalışmaların az
olduğu tespit edilmiştir. Diğer dillerde olduğu gibi Arapça yazma becerilerinin desteklenmesine yönelik çalışmalara, özellikle de mobil ortamlarda kullanılabilen uygulamaların yaygınlaşması ve günümüz öğrencilerinin ilgisini çekecek artırılmış gerçeklik teknolojisini kullanan uygulamalara ihtiyaç vardır.
Bu çalışma Arapça öğrenenlerin yazma becerisine yönelik artırılmış gerçeklik teknolojisinin kullanımını değerlendirmeyi hedeflemektedir. Araştırmada nicel ve nitel verilere ulaşmak ve analiz edebilmek için karma-yöntem araştırma desenlerinden olan
iç-içe-desen metodu kullanılmıştır. Araştırmanın nicel kısmında ön-test son-test tek
gruplu desen kullanılmıştır. Belirlenen kazanımlar çerçevesinde artırılmış gerçeklik teknoloji destekli mobil uygulama olan ArabicAR çalışma grubuna uygulanmıştır. Uygulama öncesi ön-test, uygulama sonrası son-test ile ArabicAR’ın öğrencilerin
Arapça yazma becerilerine katkısı belirlenmiştir. Araştırmanın nitel kısmında ise teknoloji kullanımının Arapça yazma becerilerine olan katkısının belirlenmesi amacıyla
durum çalışması uygulanmıştır. Öğrencilerin gelişimi hakkında bilgiler edinebilmek
için ders kapsamında oluşturulan portfolyo dosyaları incelenmiştir. Bu doğrultuda uygulamanın Arapça yazma becerilerine katkısı doküman incelemeleriyle belirlenmiştir.
Ayrıca artırılmış gerçeklik teknolojisiyle geliştirilen mobil uygulamayı kullanan kimselerin deneyimleri görüşme formları ile kayıt altına alınmıştır. Araştırma 2019-2020
eğitim-öğretim yılında yükseköğrenim aşamasındaki gönüllü 86 lisans öğrencisiyle gerçekleştirilmiştir. Çalışma grubu seçkisiz olmayan örnekleme yöntemlerinden uygun örnekleme yöntemi ile belirlenmiştir. Teknik destek ve altyapı durumu da dikkate alınarak çalışma grubunun araştırmacının çalıştığı kurumdaki öğrencilerden seçilmesi uygun
görülmüştür. Veri toplama araçları incelendiğinde ise artırılmış gerçeklik teknolojisinin
Arapça yazma becerisine katkısını belirlemek amacıyla araştırmacı tarafından geliştirilen bir anket kullanılmıştır. Tüm maddeleri olumlu ifadelerden oluşan anket 6 maddeden oluşmaktadır. Bu maddelerden biri açık uçludur. Diğer maddeler ise 5’li likert tipindeki ifadelerden oluşmaktadır. Araştırma kapsamında öğrenci portfolyo dosyaları da
*
Dr. Öğr. Üyesi, Giresun Üniversitesi, Artırılmış Gerçeklik Uygulama ve Araştırma Merkezi, mustafa.serkan@
giresun.edu.tr
Orcid No: 0000-0002-3253-7932
Geliş/Recieved: 16.03.2020
Kabul/Accepted: 25.04.2020
Mustafa Serkan ABDÜSSELAM
incelenmiştir. Bu incelemeler bir Arapça öğretimi uzmanı tarafından değerlendirilmiş,
onun görüşleri ve notları da dikkate alınmıştır.
Elde edilen verilere göre öğrencilerin yeterlilikleri ön-test puan ortalaması 2.92,
son-test puan ortalaması 3.48’dir. İki testin puan ortalamaları arasında 0.56 puanlık bir fark vardır. Ön test ve son test puan ortalamaları arasındaki farkın anlamlılığını test etmek için yapılan ilişkili örneklemler t testi sonuçlarına göre ön ve son test
arasındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğunu göstermiştir (p<.05).
Bu farkın aritmetik ortalamalarına bakıldığında son test lehine anlamlı bir fark olduğu ortaya çıkmaktadır. Öğrenci portfolyo dosyaları incelendiğinde harfin kelimedeki konumuna göre öncesi ya da sonrası ile yanlış şekilde bağlanmasıyla ilgili hatalar
uygulama öncesi %17 iken uygulama sonrası %8, harfin hizalanması gereken hizada
olmaması durumu uygulama öncesi %32 iken uygulama sonrası %10, harfin yazılışındaki şekilsel bozukluklar uygulama öncesi %31 iken uygulama sonrası %14 olarak
bulunmuştur. Bu veriler artırılmış gerçekliğin, öğrencilerin Arapça yazma becerisinin iyileştirilmesine katkısını göstermektedir. Elde edilen bulgular artırılmış gerçeklik teknolojisi kullanılarak geliştirilen uygulamanın öğrencilerin Arapça yazma becerisindeki öz yeterlilik seviyelerini olumlu etkilediğini ortaya koymuştur. Öğrencilerin
büyük bir oranı (%70) artırılmış gerçeklik teknolojisi ile ilk defa tanışmaktadırlar. Öğrencilerin çoğu (%63) ArabicAR uygulamasının Arapça yazmaya katkısı olduğu kanaatindedir. Öğrencilerin yarısından fazlasının (%57) ArabicAR uygulamasını arkadaşlarına tavsiye ettikleri tespit edilmiştir. ArabicAR uygulamasının kullanımı ile ilgili
öğrenci memnuniyeti incelendiğinde öğrencilerin çoğunun (%65) bu uygulamadan
memnun oldukları görülmüştür.
Arapça yazma becerisinin geliştirilmesine yönelik bu uygulamanın aynı zamanda Osmanlıca yazma becerisine de dolaylı olarak katkı sağlayacağı ileri sürülebilir. Uygulamalarda dilin öğretiminde gerekli olan becerilerin kazanılmasına yönelik bütünlüğün
sağlanması için benzer artırılmış gerçeklik teknolojisiyle hazırlanan uygulamaların geliştirilmesi gereklidir.
Anahtar kelime: Artırılmış Gerçeklik, Teknoloji, Arapça, Yazma Becerisi.
The Evaluation of the Use of Augmented Reality Technology in the Context of
Writing Skills in Arabic
Abstract: Technology has remarkably changed the world as a result of the rapid increase
in technological developments over time. It is a fact that the rapid spread of technology
all over the world affects life in all aspects. The technology newly developed leads to a
number of innovations in the field of education. The use of technology in the courses
concerned with foreign language teaching and learning also draws researchers’ attentions, who are engaged in the field of foreign language teaching. When the literature
is reviewed, it is obviously clear that very few studies can be found on the integration
of Arabic writing skills with the use of augmented reality technology. Since some efforts to supplement writing skills in Arabic language as in other languages are required,
and the applications used in mobile mediums have already become popular worldwide,
the applications which can be updated using augmented reality mobile technology that
arouses or stimulates some interest in today’s students are necessary. This means that
augmented reality mobile technology- based mediums are needed to assist language
skills be relatively more easily acquired. The purpose of this study is to evaluate the use
of augmented reality technology in terms of such writing skills.
92
Artırılmış Gerçeklik Teknolojisinin Arapça Yazma Becerilerine Yönelik Kullanımının Değerlendirilmesi
For the qualitative and quantitative data obtained to be analyzed, an embedded mixed
method research design was used in the study. A single group pre-test and post-test design method was used in the quantitative part of the research. Considering the gains or
skills determined, ArabicAR, a mobile application supplemented with augmented reality technology, was used in the study group. Using pre and post-test before and after the
application, the effect of ArabicAR, a mobile application supported with augmented reality technology, was determined on students’ writing skills. In the qualitative part of
the study, case study method was conducted in order to establish the effect of technology-use on writing skills in the Arabic language. The portfolio files created in parallel
with the course content were studied in order to obtain some information of students’
development and progress. In this respect, the contribution of technology-use to writing skills was determined based on document reviews.
In addition, the information of user experiences on mobile applications developed
based on augmented reality technology was obtained using an interview form. The
study was conducted with 86 voluntary undergraduate students in Higher Education
Institutions during the 2019-2020 Academic Year. The study group was determined
with an appropriate sampling method, which is one of the non-random sampling
methods. Considering the technical support and infrastructure status, it was deemed
appropriate to select a study group from among the students who are still studying
in the institution where the researcher is already employed. As a data collection tool,
a questionnaire developed by the researcher was used to determine the contribution
of augmented reality technology to writing skills in the Arabic language. The questionnaire includes six items, all of which are based on positive statements, but one of
which is open ended. The other five items in the questionnaire are based on 5-point
Likert-type instruments.
When the data obtained from the study were analyzed, it was found that the pre-test
mean score of the students was 2.92 and the post-test mean score was 3.48. There is
a difference of 0.56 points between the mean scores of the two tests. When the related samples were studied to test the significance of the difference between the pretest and post-test mean scores, it was concluded that there was a statistically significant difference between the pre and post-test according to the t-test results (p<.05).
Considering the arithmetic means of this difference, it is obvious that there exists
a significant difference in favor of the post-test. When the data obtained from the
student portfolio files, it was found that the percentage of errors related to the letter-writing incorrectly connected with the pre or post letter-writing was 17% before the application, but 8% after the application, the letter’s correct position and
arrangement in the word was 17% before and 8% after the application and that the
physical, formal and stylistic defects of letters when written were 32% before and
10% after the application. Based on the data obtained, it can be said that the augmented reality technology makes positive contributions to the improvement of students’ writing skills in Arabic. A large proportion (70%) of students newly encountered augmented reality technology for the first time in life, and a large percentage
of the students (63%) reported that ArabicAR application made positive contributions to writing Arabic. More than half of the students (57%) recommended this
software to their friends. The data obtained from this study on student satisfaction
of using ArabicAR software showed that most of the students (65%) were highly
positive of Arabic AR software and satisfied with the new application. In addition,
it was also found that the new application positively affected students’ self-efficacy
perception of writing Arabic.
93
Mustafa Serkan ABDÜSSELAM
In conclusion, it can be said that the application developed based on augmented reality technology has positive effect on students’ performance of writing in the Arabic
language and helps students correctly write the Arabic letters in the preliminary writing stage in Arabic. The results obtained from the study indicated that besides its positive contributions to writing skills in Arabic, the new application developed based augmented reality technology is also expected to make an indirect positive contribution
to writing skills in the Ottoman Language. Therefore, this new application developed
based on augmented reality technology is recommended for use in language teaching
and learning to help students acquire and develop essential language skills and ensure
the integrity of applications.
Keywords: Augmented Reality, Technology, Arabic language, Writing Skill.
94
Artırılmış Gerçeklik Teknolojisinin Arapça Yazma Becerilerine Yönelik Kullanımının Değerlendirilmesi
مقدمة الدراسة
للتكنولوجيا أهمية بالغة في المجتمع إذ تؤدي إلى تطويره بشكل سريع ،وتؤثر في كل المجالت ،وعلى رأسها مجال
دورا بارزا في رفع فاعلية التربية والتعليم فإن التعليم يعد عنصرا أساسيا في حياة اإلنسان
التعليم ،إذ تلعب التقنية الحديثة ً
ً
المعاصر ،ل سيما بعد أن أصبح التعليم مستمرا مدى الحياة1.
من هذه الناحية فإن استخدام التكنولوجيا في مجالت الحياة اليومية بصفة عامة ،وفي مجال التعليم بصفة خاصة ،وفر
فرصا للبحث حول توظيفها والستفادة منها ،وقد أشار Perrin2إلى أوجه الستفادة المتعددة من التقنية الحديثة ،فذكر
أنها تسهم في حل المشكالت ،وإنجاز األهداف ،حيث يمكن توظيف التقنية الحديثة في حل المشكالت ،أو المساعدة في
إنجاز األهداف من خالل تصميم أنظمة تساعد اإلنسان في التأقلم مع البيئة أو اإلفادة القصوى مما هو متاح .
وقد أصبحت التكنولوجيا مكونا أساسيا في العملية التعليمية ،سواء للمعلم أم للمتعلم ،حيث تسهل بشكل كبير عملية
التعليم والتعلم في المراحل الدراسية المختلفة ،مما دفع المسؤولين إلى تزويد المؤسسات التعليمية باألجهزة والبرامج
التكنولوجية ،وإدماجها في البيئة التعليمية. 3
فقد بات توظيف التكنولوجيا في السنوات األخيرة أداة أساسية في تزويد المعلمين بالموارد الداعمة للعملية التعليمية،
وعليه أصبح دمج التكنولوجيا في الدراسة هدفا رئيسيا 4 .بيد أن هناك تحديات تواجه هذا اإلدماج 5.فإن توفر األجهزة
التكنولوجية في الفصول الدراسية قد ل يكون كافيا لمواجهة هذه التحديات ،فهناك بعض العوامل الخارجية والداخلية
التي تؤثرعلى استخدام التكنولوجيا في الفصول الدراسية ،فمن العوامل الخارجية على سبيل المثال ضعف البنية التحتية،
أو عدم كفاية البرامج التكنولوجية الالزمة ،وعدم كفاية التدريب المهني على استخدام التكنولوجيا ،ومن العوامل الداخلية
ضعف كفاءة المعلمين الذاتية ،ومواقفهم السلبية تجاه استخدام التكنولوجيا 6بالرغم من أن توظيف التكنولوجيا الحديثة
يسهم في إيجاد طرائق جديدة وأساليب متنوعة في التعليم والتدريب.
وفي اآلونة األخيرة جذبت التكنولوجيا انتباه الباحثين والمتخصصين في مجال تعليم اللغات األجنبية ،وأسهمت
بشكل بارز في تطوير عملية تعليمها وتعلمها ،فتطورت أساليب وطرائق التدريس بناء على التقدم التكنولوجي ،وما لحقه
من إنتاج أدوات حديثة وظفت في األنشطة التعليمية ،التي أثبتت جدواها العملية 7وهو ما يؤدي إلى تفاعل الطالب
وتحفيزهم لكتساب اللغات ،ل سيما عند تنوع هذه األدوات والبرامج التي تتناسب مع ميول الطالب واتجاهاتهم
المختلفة ،حيث اتسم الوقت الراهن بإقبال الطالب الشديد على استخدام التكنولوجيا الحديثة ،والهواتف الذكية بصفة
خاصة ،وهو ما يستوجب تلبية احتياجاتهم بمواكبة التطور السريع للتكنولوجيا .ويعد الواقع المعزز واحدا من أحدث
التقنيات التي تدعم األجهزة المحمولة ،التي عادة ما تستخدم لتعزيز بيئة التعلم 8وهي تقنية مفضلة في تدريس اللغات9
ألنها تتميز بأنها ثالثية األبعاد ،وتفاعلية باإلضافة إلى أنها متزامنة ،10مما يحفز الطالب 11من خالل دعم التعلم الذاتي12
وتوفير المتعة في التعلم.13
Harrell − Bynum, “Factors Affecting Technology Integration in the Classroom”, p. 14.
Perrin, “Technological Revolution in Education-Part 5”, p. 1.
Brown − Mark, “From The University to The Elementary Classroom”, p. 599.
Mac Callum − Lynn, “Factors Impacting Teachers’ Adoption of Mobile Learning”, p. 141.
Pittman − Trudi, “Technology Integration in Third, Fourth and Fifth Grade Classrooms in a Florida School
District”, p. 540.
Harrell − Bynum, “Factors Affecting”, p. 15.
Golonka et al., “Technologies for Foreign Language Learning”, p. 71.
Karal − Abdüsselam, “Artırılmış Gerçeklik”, p. 155.
Arvanitis, “Augmented Reality in Language Teaching and Learning?”, p. 2768.
Azuma, “A Survey of Augmented Reality”, p. 355.
Li − Yang − Mihaela, “A pilot Study Exploring Augmented Reality to Increase Motivation of Chinese College
Students Learning English”, p. 23.
FitzGerald et al., “Augmented Reality and Mobile Learning: The State of The Art”, p. 43.
Mahadzir − Phung, “The Use of Augmented Reality pop-up Book to Increase Motivation in English Language
95
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
Mustafa Serkan ABDÜSSELAM
وعند تعليم اللغة لكتسابها ينبغي النظر إلى المهارات األساسية :الستماع والمحادثة والقراءة والكتابة. 14وترتكز
الكتابة على ثالثة أركان أساسية ،هي قدرة المتعلم على الكتابة بخط مقروء وواضح ،وقدرته على الكتابة الصحيحة إمالئيا،
وقدر ته على التعبير عما لديه من أفكار ومشاعر بلغة واضحة وسليمة ،لذا تعرف الكتابة اصطالحا بأنها :قدرة المتعلم على
التعبير عن أفكاره ومشاعره تحريريا بلغة عربية صحيحة المبنى والمعنى15.
لذلك تعد مهارة الكتابة أصعب المهارات اللغوية 16لما تحتويه من كفايات متنوعة ،مثل كفاية الخط والستنساخ،
وكفاية اإلمالء ،وكفاية التعبير ،المبنية على قدرة الطالب على توظيف قواعد اللغة ونظامها.
أضف إلى ذلك أن الكتابة العربية تتميز بخصوصية منفردة عن الكتابة باألحرف الالتينية ،حيث إن نظام الكتابة العربية
يبدأ من اليمين إلى اليسار فضال عن أن شكل الحرف يتغير بتغير موضعه في الكلمة ،وهو نظام مختلف تماما عن نظام
الكتابة باألحرف الالتينية.
وبالنسبة لمشكالت الكتابة العربية لدى الطالب األتراك فقد أشارت إحدى الدراسات إلى جملة من المشكالت ،من
أهمها ما يأتي:
زيادة نبرة بعد بعض الحروف أو قبلها ،مثل زيادة نبرة بعد الطاء والظاء ،وزيادتها قبل الياء في نهاية الكلمة.
كتابة الغين مثل حرف الفاء مع طمسه.
كتابة حرف الدال والذال مثل الراء والزاي أو العكس.
كتابة حرف النون والالم على السطر وعدم النزول بكاساتهما.
اللتزام بوضع الحركات في جميع الكلمات بال استثناء.
شطر الكلمة الواردة في نهاية السطر إلى نصفين ،إذا كان السطر ل يكفي ،والبدء بالشطر األخير في سطر جديد.
وضع ألف الطاء والظاء بجوارهما وليس فوق منهما.
كما لحظ الباحث من خالل المشاهدة المباشرة لطريقة كتابة الطالب للخط العربي أنهم يبدأون بكتابة الحروف من
اليسار إلى اليمين.17
ومن المتوقع أن يسهم الواقع المعزز في عالج هذه المشكالت ،ورفع كفاية الستنساخ من خالل تقديم نماذج لطريقة
الكتابة الصحيحة للطالب ،وإتاحة الفرصة لهم لنسخها عبر التطبيقات المعدة ،وتقديم التغذية الراجعة ،وقد أثبت تقنية
الواقع المعزز فاعليتها في تحسين مهارات الكتابة في اللغات األجنبية وقد أشارت دراسة 18Tingعلى سبيل المثال إلى
دور تقنية الواقع المعزز في دعم مهارات الكتابة الصينية.
الدراسات السابقة
وقد تناولت العديد من الدراسات توظيف تطبيقات الواقع المعزز في تعليم اللغة واكتسابها ،منها دراسة
Boonbrahm, Kaewrat19 & Boonbrahmالتي تناولت إمكانات تطبيقات الواقع المعزز للطالب في
Learning for National Primary School”, p. 27.
Harmer, The Practice of English Language Teaching, p. 42.
.هاني إسماعيل “،معايير مهارات اللغة العربية للناطقين بغيرها” ،ص٣٣١ .
Shih − Alladi, “Beyond adoption: Development and Application of a Use-diffusion Model”, p. 60.
.هاني إسماعيل “،تنمية مهارة الخط العربي للطالب األتراك يوتيوب نموذجا “ ،ص٦١٠ .
Ting, “The Effects of Applying Augmented Reality on Fourth-grade Students’ Writing and Attitude”, p. 7.
Boonbrahm − Kaewrat − Boonbrahm “Using Augmented Reality Technology in Assisting English Learning for
Primary School Students”, p. 27.
14
15
16
17
18
19
96
Artırılmış Gerçeklik Teknolojisinin Arapça Yazma Becerilerine Yönelik Kullanımının Değerlendirilmesi
المدارس البتدائية في فصول اللغة اإلنجليزية ،حيث صممت ثالثة تطبيقات معززة للطالب وركزت على جوانب
الكتابة والقراءة والمحادثة في اللغة اإلنجليزية ،وأظهرت الدراسة أن الطالب المشاركين استمتعوا بالتعلم من
خالل التطبيقات ،وأبدوا حماسا للمشاركة في العملية التعليمية.
ومنها دراسة 20Çakır, Solak & Tanوهي دراسة تجريبية قام فيها الباحث بتوظيف تطبيقات الواقع المعزز في
تدريس مفردات اللغة اإلنجليزية ،من خالل تقديم المفردات الجديدة إلى مجموعتين :ضابطة وتجريبية ،في المجموعة
الضابطة قدمت المفردات بالشكل التقليدي ،في حين أنها قدمت في التجريبية من خالل تطبيق الواقع المعزز ،وأظهرت
نتائج الدراسة زيادة دوافع التعلم لدى المجموعة التجريبية باإلضافة إلى زيادة حصيلتهم من المفردات المقدمة ،مقارنة
بالمجموعة الضابطة.
ودراسة 21Doğanأثبت فعالية توظيف الواقع المعزز في تعلم المفردات في المستوى المبتدئ لطالب اللغة
اإلنجليزية بجامعة أرزينجان ،وقد أجريت الدراسة على 40طالبا لستطالع آرائهم حول الستفادة من استخدام تطبيقات
الواقع المعزز.
دراسة 22 Safar, Al-Jafar, & Al-Yousefiفي الكويت قد أجريت على تالميذ رياض األطفال لتعليم األبجدية
اإلنجليزية ،وكشفت النتائج عن عالقة إيجابية بين استخدام تطبيقات الواقع المعزز وتفاعل الطالب .
دراسة Wang23أجراها الباحث أثناء تدريس اللغة الصينية في كتابة الدروس ،على ثالثين طالبا من المرحلة الثانوية،
وأظهرت النتائج أن استخدام الواقع المعزز ساعد الطالب على قدرة التحكم في بنية الكلمة.
دراسة Yusuf, Al-Diyn,& Al-Bahrum24أجريت على 55طالبا من غير الناطقين بالعربية ،الذين يواجهون
صعوبات في تذكر معاني المفردات ،ول تتوفر لديهم أي وسائل تعليمية مساعدة ،وانتهت الدراسة أن الطالب يفضلون
ويستمتعون ببيئة التعلم المدعومة بتطبيقات الواقع المعزز على طرق التعلم التقليدية.
دراسة Ghalib & Nurdin25هدفت إلى توظيف تطبيقات الواقع المعزز في تعليم اللغة العربية ،وركزت على أثر
كتابة الحروف العربية في تطوير المهارات اللغوية األربعة ،واإلسهام في سد ثغرة نقص المواد التعليمية وتقديم بيئة تعليمية
ممتعة وتفاعلية ،وقد أكدت الدراسة على أهمية توظيف تطبيقات الواقع المعزز لما فيه من إمكانيات.
دراسة يوسف ،زين الدين & البحاروم 26تهدف إلى تحليل حاجات طالب مركز برماتا إنسان نحو استخدام برامج
الواقع المعزز باعتباره وسيلة من الوسائل التعليمية الحديثة ،وتوصلت الدراسة إلى حاجة الطالب لستخدام هذه الوسيلة
في اكتساب مفردات اللغة العربية وتذكرها.
من المالحظ أن الدراسات السابقة ركزت على فاعلية توظيف الواقع المعزز في اكتساب المفردات ما عدا دراسة
Ghalib 27 & Nurdinفإنها ركزت على أثر كتابة الحروف العربية في تطوير المهارات ،ول توجد دراسة -في حدود
علم الباحث -حول تطوير كفاية الستنساخ في الكتابة العربية من خالل تطبيقات الواقع المعزز.
Çakır − Solak − Tan, “Artırılmış Gerçeklik Teknolojisi ile İngilizce Kelime Öğretiminin Öğrenci Performansına
Etkisi”, p. 45.
Doğan, The Effectiveness of Augmented Reality Supported Materials on Vocabulary Learning and Retention, p. 8.
Safar − Al-Jafar − Al-Yousefi, “The Effectiveness of Using Augmented Reality Apps in Teaching The English Alphabet
to Kindergarten Children”, p. 417.
Wang, “Exploring The Effectiveness of Integrating Augmented Reality-Based Materials to Support Writing
Activities”, p. 162.
Yusuf − Al-Diyn − Al-Bahrum “Learning Arabic Vocabularies through Augmented Reality Platform”, p. 644.
Ghalib − Nurul Ain, “Employing Reality as an Enforcing Technic in Learning Arabic”, p. 33.
أزلن سيف البحاروم” .تعلم مفردات اللغة العربية عبر برنامج الواقع المعزز :حاجات طلبة ، andمحمد عكاشة محمد يوسف ،نور حميمي زين الدين
”.السنة الثانية في مركز برماتا إنسان
Ghalib − Nurul Ain, “Employing Reality as an Enforcing Technic in Learning Arabic”, p. 33.
97
20
21
22
23
24
25
26
27
Mustafa Serkan ABDÜSSELAM
أهمية الدراسة
تسعى الدراسة إلى الستفادة من توظيف تطبيقات الواقع المعزز كما هو الحال في اللغات األخرى ،إذ إنه هناك حاجة
إلى إجراء دراسات لدعم مهارة الكتابة العربية -ل سيما كفاية الستنساخ -من خالل تطوير تطبيقات الواقع المعزز،
بعدما انتشرت الهواتف الذكية والتكنولوجيا بين الطالب وأصبحت جزء ل يتجزأ من حياتهم ،وتعد هذه الدراسة من أوائل
الدراسات -إن لم تكن األولى -في مجال استخدام تقنية الواقع المعزز في دعم الكتابة العربية ،وتعد مصدرا رئيسا في
موضوعها.
أهداف الدراسة وأسئلتها
تهدف الدراسة إلى تقييم استخدام الطالب الدارسين للغة العربية من الناطقين بغيرها لتقنية الواقع المعزز في تعلم
الكتابة العربية ،وقد طرحت الدراسة سؤالين رئيسين ،هما:
كيف يؤثر التطبيق الذي تم إعداده باستخدام تقنية الواقع المعزز على أداء الطالب في الكتابة باللغة العربية؟
ما هي وجهة نظر الطالب في استخدام تقنية الواقع المعزز في مهارات الكتابة باللغة العربية؟
منهج الدراسة
في هذا البحث اعتمد المنهج المختلط ) (Mixed Methodالذي يقوم على جمع البيانات وتحليلها من خالل
األدوات الكمية والنوعية لإلجابة عن أسئلة الدراسة 28في القسم الكمي استخدم المنهج التجريبي لقياس تأثير توظيف
تقنية الواقع المعزز على الناطقين بغير العربية ،حيث أجرى الباحث استبانة قبلية على المجموعة المفحوصة قبل استخدامها
للتطبيق المصمم ،ثم أجرى استبانة بعدية بعد استخدام المفحوصين للتطبيق 29وقد صمم التطبيق في إطار أهداف تعليم
العربية للناطقين بغيرها ،وأطلق عليه اسم ArabicAR .
وفي القسم النوعي استخدم منهج دراسة الحالة ،لتقييم مستوى تطور أداء الطالب في الكتابة العربية بعد استخدام
التطبيق ،فدراسة الحالة طريقة بحث تستخدم في الحالت التي تكون فيها حدود المحتوى والظاهرة غير محددة ،مع توفر
العديد من مصادر البيانات واألدلة 30وهو ما تقتضيه طبيعة هذا البحث ،حيث روجعت كتابات المفحوصين قبل استخدام
التطبيق وبعده.
عينة الدراسة
تتألف عينة الدراسة من 86طالبا وطالبة ،يدرسون في الصف التحضيري في كلية العلوم اإلسالمية بجامعة حكومية
تركية ،وقد اخيترت العينة لعدة أسباب من أهمها:
أن جميع الدارسين من الطالب غير الناطقين بالعربية. أن دراسة اللغة العربية إجبارية عليهم مدة عام دراسي كامل. إمكانية الوصول إلى الطالب وإجراء متطلبات البحث. توفر مختبر لغات وشبكة إنترنت للطالب ،مما يسهل عليهم استخدام التطبيق المصمم. قبول الطالب التطوع إلجراء الدراسة عليهم.شكل ) (1خصائص المفحوصين
Creswell − Vicki, Designing and Conducting Mixed Methods Research, p. 154.
Büyüköztürk et al., Bilimsel Araştırma Yöntemleri, p. 210.
Tekin, Eğitimde Ölçme ve Değerlendirme, p. 25.
28
29
30
98
Artırılmış Gerçeklik Teknolojisinin Arapça Yazma Becerilerine Yönelik Kullanımının Değerlendirilmesi
التوزيع حسب الجنس
التوزيع حسب المدرسة الثانوية
أدوات الدراسة
في القسم الكمي صمم الباحث استبانة لتقييم الكفاءة الذاتية لدى المفحوصين في الكتابة العربية ،وجدوى تقنية
الواقع المعزز في تطوير مهارة الكتابة العربية لدى المفحوصين ،وتكونت الستبانة من أربعة أقسام على النحو التالي:
.1البيانات الديموغرافية
.2الكفاءة الذاتية في كتابة اللغة العربية
.3الوعي بتكنولوجيا الواقع المعزز
.4المساهمة في الكتابة العربية لتطبيق ArabicARباإلضافة إلى سؤال واحد مفتوح ،ليبدي فيه المفحوصون رأيهم
ومقترحاتهم.
وفي القسم النوعي طلب من الفحوصين استخدام التطبيق في مدة زمنية استغرفت ثالثة أسابيع،وقدم خاللها قائمة
من الكلمات وطلب منهم إعادة كتابتها
وقد عرضت أدوات الدراسة قبل استخدامها على خبراء في تدريس اللغة العربية للناطقين بغيرها ،وقد أخذ بتوصياتهم.
إجراءات الدراسة
أجري البحث على 86طالبا وطالبة ممن هم في المستوى المبتدئ ويدرسون في الصف التحضيري في مؤسسة تعليم
عال بالعام الدراسي .2020 / 2019
حيث قدم لهم التطبيق ArabicARالمعد على بيئة اندرويد وتم تنزيله على هواتف المفحوصين ،بعد تجريب
التطبيق على مجموعة صغيرة من الدارسين من قبل.
وقد صمم التطبيق بناء على منهجية التصميم الموجه للمستخدم ) ، (The User-Centred Design Approachحيث
يكون التصميم متمحورا على المستخدم ،ويكون المستخدم مشاركا في تصميمه وتجاربه خطوة بخطوة ،ومن ثم يعدل التطبيق
ويطور بناء على احتياجات المستخدمين ،وقام التصميم على أربع خطوات ،هي:
.1التحليل ) (analysisوفيها جمع الباحث البيانات وحلل احتياجات المستخدمين ،وبناء عليه وضع تصورا أوليا
للتطبيق
99
Mustafa Serkan ABDÜSSELAM
.2التصميم )(designفي هذه الخطوة وضع الباحث تصميما يوفي بمتطلبات المستخدمين من جانب ،ومن جانب
آخر تكون سهلة الستخدام
.3التنفيذ ) (implementationفي هذه الخطوة قام الباحث بإنتاج التصميم وتقديم الحلول التكنولوجية ليكون
التطبيق جاهزا لالستخدام
.4التقييم ) (evaluationبعد إنتاج التصميم وتقديم الحلول التكنولوجية أتيح التصميم لشريحة من المستخدمين
وبناء على تغذيتهم الراجعة تم تقييم التطبيق وأجريت التعديالت المطلوبة عليه.
شكل : 2صورة توضيحية للتطبيق وقت الستخدام
وعند تقديم التطبيق للمفحوصين قام الباحث بشرح خطوات استخدام البرنامج ،على النحو التالي:
.1تحميل البرنامج من متجر أندرويد بالي
.2كتابة كلمة من خالل لوحة المفاتيح الدائرية
.3تسليط الهاتف بالتوازي على صفحة مسطرة والقيام بنسخ الكمة طبقا للنموذج في التطبيق
شكل 3.1صورة توضح فتح البرنامج شكل 3.2صورة توضيحية لنموذج من خط النسخ على البرنامج
100
Artırılmış Gerçeklik Teknolojisinin Arapça Yazma Becerilerine Yönelik Kullanımının Değerlendirilmesi
شكل .3.3صورة توضح نسخ المستخدم للنموذج شكل 3.4صورة توضح مقارنة كتابة المستخدم بالنموذج
الصدق والثبات
للتأكد من صدق األدوات عرضت على مجموعة من الخبراء من معلمي العربية للناطقين بغيرها باإلضافة إلى
التربويين ،وفي ضوء مالحظاتهم وبناء على توصياتهم عدلت األدوات وطورت حتى تكون مفهومة وواضحة لدى
المفحوصين
وللتأكد من ثبات األدوات اختير مجموعة من المفحوصين بلغ عددهم خمسة طالب وطبقت عليهم أدوات البحث.
تحليل البيانات
تم تحليل البيانات من خالل البرنامج اإلحصائي SPSS 22وفي ضوء تحليل بيانات الستبانة أجري حساب النسبة
المئوية والمتوسط الحسابي ،وقد صممت الستبانة على مقياس من خمس درجات :موافق جدا ،موافق ،ل أدري ،ل
أوافق ،ل أوافق أبدا ،ووزعت درجاتهم على النحو التالي :موافق جدا من 4.20إلى 5.00درجات وأوافق من 3.40إلى
4.19ول أدري من 2.60إلى 3.39ول أوافق من 1.80إلى 2.59ول أوافق أبدا من 1.00إلى 31 1.79
ً
ولحساب دللة الفروق اإلحصائية بين الستبانة القبلية و الستبانة البعدية استخدم اختبار )ت( T-Test
وفي القسم النوعي فحص الخبراء كتابات المفحوصين القبلية والبعدية وقيموا مدى إفادتهم من التطبيق بناء على
تحسن الكتابة من عدمه.
النتائج
طرح البحث سؤالين رئيسين هما:
كيف يؤثر التطبيق الذي تم إعداده باستخدام تقنية الواقع المعزز على أداء الطالب في الكتابة باللغة العربية؟
ما هي وجهة نظر الطالب في استخدام تقنية الواقع المعزز في مهارات الكتابة باللغة العربية؟
ولإلجابة على السؤال األول تم حساب درجات الستبانة القبلية :الحساب المتوسط ،والحد األدنى والحد األعلى،
كما هو موضح في الجدول رقم )(1
جدول )(1إجمالي متوسط الستبانة القبلية.
Tekin, Eğitimde Ölçme ve Değerlendirme, p. 26.
101
31
Mustafa Serkan ABDÜSSELAM
االنحراف المعياري
المتوسط الحسابي
التكرار
االستبانة القبلية
1.2945
2.92
86
الكفاءة الذاتية في كتابة اللغة العربية
ويتضح من بيانات الجدول ) (1أن متوسط درجات الستبانة القبلية هو 2.92وهو ما يشير إلى أن المفحوصين ليس
لديهم قرار حول الكفاءة الذاتية لديهم في كتابة اللغة العربية ،ومع ذلك فإن بعض المفحوصين كانت درجاتهم في الحد
األدنى وبعضهم في الحد األعلى كما هو موضح في الجدول رقم )(2
جدول ) (2توزيع نتائج الستبانة القبلية.
النسبة المئوية
التكرار
الكفاءة الذاتية
الدرجات
17.4
15
23.3
20
تماما
يعتبر كفاءته الذاتية غير كافية ً
1.00-1.79
20.9
18
ل يدري مدى كفاءته الذاتية
26.7
23
11.6
10
يعتبر كفاءته الذاتية غير كافية
يعتبر كفاءته الذاتية كافية
يعتبر كفاءته الذاتية كافية تماما
1.80-2.59
2.60-3.39
3.40-4.19
4.20-5.00
ويتضح من الجدول أن نسبة من يرون أن كفاءتهم الذاتية في الكتابة العربية متدنية جدا 17.4%ونسبة من يرون أن
كفاءتهم الذاتية متدنية 23.3%ونسبة من يرون أنهم ل يدرون مستوى كفاءتهم الذاتية 20.9%ونسبة من يرون أن كفاءتهم
الذاتية كافية 26.7%ونسبة من يرون أن كفاءتهم الذاتية كافية جدا 11.6%كما تم حساب درجات الستبانة البعدية:
الحساب المتوسط ،والحد األدنى والحد األعلى ،كما هو موضح في الجدول رقم )(3
جدول ) (3إجمالي متوسط الستبانة البعدية.
االنحراف المعياري
المتوسط الحسابي
التكرار
البعدية االستبانة
1.2149
3.48
86
الكفاءة الذاتية في كتابة اللغة العربية
يتضح من الجدول ) (3أن متوسط درجات الستبانة البعدية هو 3.48وهو ما يشير إلى أن الكفاءة الذاتية للمفحوصين
كافية ،ومع ذلك فإن بعض المفحوصين كانت درجاتهم في الحد األدنى وبعضهم في الحد األعلى ،كما هو موضح في
الجدول )(4
جدول ) (4توزيع نتائج الستبانة البعدية.
102
Artırılmış Gerçeklik Teknolojisinin Arapça Yazma Becerilerine Yönelik Kullanımının Değerlendirilmesi
النسبة المئوية
التكرار
الكفاءة الذاتية
الدرجات
4.7
4
19.8
17
تماما
يعتبر كفاءته الذاتية غير كافية ً
1.00-1.79
25.6
22
23.3
20
26.7
23
يعتبر كفاءته الذاتية غير كافية
1.80-2.59
ل يدري مدى كفاءته الذاتية
2.60-3.39
يعتبر كفاءته الذاتية كافية
3.40-4.19
يعتبر كفاءته الذاتية كافية تماما
4.20-5.00
يتضح من الجدول أن نسبة من يعتبرون أن كفاءتهم الذاتية في الكتابة العربية متدنية جدا 4.7%ونسبة من يعتبرون
أن كفاءتهم الذاتية متدنية 19.8%ونسبة من يعتبرون أنهم ل يدرون مستوى كفاءتهم الذاتية 25.6%ونسبة من يعتبرون
أن كفاءتهم الذاتية كافية 23.3%ونسبة من يعتبرون أن كفاءتهم الذاتية كافية جدا 26.7%ولما كانت قيمة النحراف
المعياري بين نتائج الستبانة القبلية و الستبانة البعدية في المستوى الطبيعي أجري الختبار )ت( T Testللمقارنة بين
نتائج الختبارين ،كما هو موضح في الجدول رقم )(5
جدول ) (5نتائج المقارنة بين الستبانة القبلية و الستبانة البعدية.
مستوى الداللة*
Sig
درجات الحرية
( )Tقيمة
*000.
85
-9.148
االنحراف المعياري
المتوسط
الحسابي
التكرار
1.2945
2.92
86
1.2149
3.48
86
اإلستبان القبلي
الستبان البعدي
)*(α<.05
بالمقارنة بين الستبانة القبلية و الستبانة البعدية اتضح أن الستبانة القبلية متوسط درجاته 2.92بينما الستبانة البعدية
متوسط درجاته 3.48وأن الفارق بين درجات الستبانة القبلية و الستبانة البعدية 0.56والقيمة الحتمالية المصاحبة لقيمة
(α) 00.0وهي أصغر من مستوى الدللة 0.05وهو ما يدل على وجود الفروق اإلحصائية بين متوسط الكفاءة الذاتية
للمفحوصين في الكتابة العربية ،وهو ما يشير إلى فاعلية استخدام التطبيق في تحسين الكتابة العربية لدى المفحوصين.
عند فحص كتابات المفحوصين وضعت المعايير التالية لتقييم كتابة المفحوصين:
اتصال الحروف بما قبلها وبعدها موضع الحروف على السطر أو تحته شكل رسم الحروفوقد طلب من المفحوصين أن يكتبوا ثالث كلمات )الصاله ،الحج ،الجمعة( مرة دون استخدام التطبيق ،ومرة
باستخدام التطبيق .والجدول أدناه يشير إلى فحص كتابات الطلبة ضمن المعايير التي وضعت من قبل .ولقد حسب عدد
تكرار األخطاء لكل معيار.
جدول ) (6نتائج المقارنة بين الكتابه القبلية و الكتابه البعديه.
103
Mustafa Serkan ABDÜSSELAM
المعيار
اتصال الحروف بما قبلها وبعدها
موضع الحروف على السطر أو تحته
شكل رسم الحروف
الكتابه البعديه
الكتابه القبلية
تكرار األخطاء
النسبة المئوية*
تكرار األخطاء
النسبة المئوية*
15
%17
7
%8
32
%37
9
%10
27
%31
12
%14
* )عدد الطالب/التكرار( ١٠٠ X
يتضح من الجدول أن نسبة األخطاء في اتصال الحروف بما قبلها وبعدها ٪١٧وبعد التطبيق انخفضت إلى ،%8و
نسبة األخطاء في وضع الحروف على السطر أو تحته %32و بعد التطبيق انخفضت إلى ،%10ونسبة األخطاء في شكل
رسم الحروف %31وبعد التطبيق انخفضت إلى %14.
وتؤكد هذه النسب أن استخدام تطبيق الواقع المعزز يسهم في تعزيز مهارات الكتابة وتحسينها لدى المفحوصين ،كما
هو موضح في النموذج التالي الذي يقارن بين كتابة أحد المفحوصين قبل استخدام التطبيق وبعده.
موضح في الشكل )(4
الشكل ) (4عينات كتابة قبل وبعد استخدام للتطبيق
القبلي
التطبيق
البعدي
ولإلجابة عن السؤال الثاني :ما وجهة نظر الطالب في استخدام تقنية الواقع المعزز في مهارات الكتابة باللغة العربية؟
ومن خالل فحص إجابات المفحوصين عن مدى وعيهم بتكنولوجيا الواقع المعزز اتضح أن 70%منهم أول مرة
يتعرف إلى تقنية الواقع المعزز ،و 20%عبر عن أنهم تعرفوا إليها جزئيا و 10%فقط هم من تعرفوا إليها من قبل ،كما هو
موضح في الشكل )(5
104
Artırılmış Gerçeklik Teknolojisinin Arapça Yazma Becerilerine Yönelik Kullanımının Değerlendirilmesi
الشكل ) (5الوعي بتكنولوجيا الواقع المعزز
وعبر 63%من المفحوصين أن هذه التقنية تساهم في تعلم مهارة الكتابة العربية ،وعبر 29%أنها تساهم جزئيا ،وبينما
عبر 8%فقط أنها تساهم قليال.
وقد أبدى 57%من المفحوصين بأنهم سيوصون أصدقاءهم باستخدام هذا التطبيق ،بينما أبدى 34%بأنهم سيوصون
أصدقاءهم جزئيا ،في حين أبدى 6%فقط أنهم لن يوصوا أصدقاءهم.
ومن حيث مدى رضاهم عن التطبيق أبدى 65%رضاهم التام عن التطبيق ،بينما أبدى 27%رضاهم جزئيا ،وأبدى
8%عدم رضاهم.
كما هو موضح في الشكل التالي
الشكل ) (6المساهمة في الكتابة العربية لتطبيق ArabicAR
التساهم
105
التوصي
الرضا
Mustafa Serkan ABDÜSSELAM
الخاتمة
تناولت هذه الدراسة مدى تأثير تقنية الواقع المعزز في مهارة الكتابة العربية للناطقين بغيرها ،وعليه تم تحديد
مستويات الكفاءة الذاتية للطالب في مهارة الكتابة العربية قبل استخدام التطبيق وبعده ،وفي ضوء بيانات الدراسة اتضح
أن التطبيق ساهم في رفع الكفاءة الذاتية للطالب بعد استخدامه ،مما أسهم في تغيير إيجابي في وجهة نظرهم إلى كفاءتهم
الذاتية بعد استخدام التطبيق ،وقد أظهرت النتائج أيضا تحسن الكتابة العربية لدى المفحوصين بعد استخدام التطبيق مما
يشير إلى جدوى التطبيق في تحسين أداء الطالب.
وبالرغم من أن معظم المفحوصين ليس لديهم معرفة مسبقة بتقنية الواقع المعزز فإنهم عبروا عن رضاهم لستخدام
التطبيق في تطوير وتحسين الكتابة العربية ،وأبدوا رغبتهم في توصية أصدقائهم لستخدام التطبيق.
ويوصي الباحث بإجراء دراسات مماثلة على عينات مختلفة عمريا ،وأكثر عددا ،ويفضل أن تكون خالل مدة أطول.
كما يوصي الباحث بتوظيف تقنية الواقع المعزز هذه بصفة عامة وهذا التطبيق بصفة خاصة في تحسين الكتابة
العثمانية ،حيث إن الكتابة العثمانية تتشابه مع الكتابة العربية إلى حد كبير.
ويدعو الباحث إلى توظيف هذه التقنية في المهارات اللغوية األخرى.
106
Artırılmış Gerçeklik Teknolojisinin Arapça Yazma Becerilerine Yönelik Kullanımının Değerlendirilmesi
المراجع
٢٠١٨. ،دار المبادرة: عمان، معايير مهارات اللغة العربية للناطقين بغيرها، رمضان هاني إسماعيل
العربية للناطقين:” تنمية مهارة الخط العربي للطالب األتراك يوتيوب نموذجا “أبحاث المؤتمر الدولي األول، رمضان هاني إسماعيل
.٦١٥-٦٠٠ . ص٢٠١٩.، أغسطس٠٢- ٠١، غيرسون، جامعة غيرسون،بغيرها الحاضر والمستقبل
“تعلم مفردات اللغة العربية عبر برنامج الواقع. البحاروم أزلن سيفand ، زين الدين نور حميمي، يوسف محمد عكاشة محمد
٦٦٤-٦٣٤. ٢٠١٨: ، مجلة إدارة والبحوث الفتوى.حاجات طلبة السنة الثانية في مركز برماتا إنسان:المعزز
Arvanitis, Panagiotis. “Augmented Reality in Language teaching and learning?.” 4th International Conference
on Education and New Learning Technologies. Aristotle University of Thessaloniki, Barcelona, Spain,
July 02-04, 2012, p.2768-2772
Azuma, Ronald T. “A Survey of Augmented Reality.” Presence: Teleoperators & Virtual Environments 6, no.
4 (1997): 355-385.
Boonbrahm, Salin, Kaewrat Charlee, and Boonbrahm Poonpong. “Using Augmented Reality Technology in
Assisting English Learning for Primary School Students.” International Conference on Learning and
Collaboration Technologies. Springer, Cham, Los Angeles, August 2-7, 2015, p. 24-32.
Brown, Dina − Mark Warschauer. “From the University to the Elementary Classroom: Students’ Experiences
in Learning to Integrate Technology in Instruction.” Journal of Technology and Teacher Education 14,
no. 3 (2006): 599-621.
Büyüköztürk, Şener et al. Bilimsel Araştırma Yöntemleri. Ankara: Pegem Akademi, 2008.
Creswell, John − Vicki Plano Clark. Designing and Conducting Mixed Methods Research. California: Sage
Publications, 2017.
Çakır, Recep − Ekrem Solak − Tan Sabri Serkan. “Artırılmış Gerçeklik Teknolojisi ile İngilizce Kelime
Öğretiminin Öğrenci Performansına Etkisi.” Gazi Eğitim Bilimleri Dergisi 1, no. 1 (2015): 45-58.
Doğan, Özgür. The Effectiveness of Augmented Reality Supported Materials on Vocabulary Learning and
Retention (Master’s Dissertation, 2016). Abant İzzet Baysal University.
FitzGerald, Elizabeth et al. “Augmented Reality and Mobile Learning: The State of The Art.” International
Journal of Mobile and Blended Learning (IJMBL) 5, no. 4 (2013): 43-58.
Ghalib, Muhammad Feham − Fitri Nurul Ain Nurdin, F. N. A. “Employing Reality as an Enforcing Technic
in Learning Arabic.” Journal of Linguistic and Literary Studies 9, no. 3 (2018): 33-53.
Golonka, Ewa et al. “Technologies for Foreign Language Learning: A Review of Technology Types and their
Effectiveness.” Computer Assisted Language Learning 27, no. 1 (2014): 70-105.
Harmer, Jeremy. The Practice of English Language Teaching. Harlow: Pearson Longman, 2007.
Harrell, Shonta, and Yvette Bynum. “Factors Affecting Technology Integration in the Classroom.” Alabama
Journal of Educational Leadership 5 (2018): 12-18.
Karal, Hasan ve Abdüsselam, Mustafa Serkan. “Artırılmış Gerçeklik” Eğitim Teknolojileri Okumaları - 2015
(ed. Buket Akkoyunlu − Aytekin İşman − Ferhan Odabaşı). Ankara: Tojet, 2015, p. 149-170.
Li, Shanshan − Yang Chen − Mihaela Vorvoreanu. “A Pilot Study Exploring Augmented Reality to Increase
Motivation of Chinese College Students Learning English.” The ASEE Computers in Education
Journal 6, no. 1 (2015): 23-33.
Mac Callum, Kathryn − Lynn Jeffrey. “Factors Impacting Teachers’ Adoption of Mobile Learning.” Journal
of Information Technology Education 13 (2014): 141-162.
107
Mustafa Serkan ABDÜSSELAM
Mahadzir, Nor Nashirah − Phung Li Funn. “The use of Augmented Reality pop-up Book to Increase
Motivation in English Language Learning for National Primary School.” Journal of Research & Method
in Education 1, no. 1 (2013): 26-38.
Perrin, Donald G. “Technological Revolution in Education–Part 5.” International Journal of Instructional
Technology and Distance Learning 9, no. 1 (2012): 1-3.
Pittman, Tiffani − Trudi Gaines. “Technology Integration in Third, Fourth and Fifth Grade Classrooms in a
Florida School District.” Educational Technology Research and Development 63, no. 4 (2015): 539-554.
Safar, Ammar − Ali Al-Jafar − Al-Yousefi Zainab. “The Effectiveness of Using Augmented Reality
Apps in Teaching The English Alphabet to Kindergarten Children: A Case Study in The State of
Kuwait.” EURASIA Journal of Mathematics, Science and Technology Education 13, no. 2 (2016): 417440.
Shih, Chuan-Fong − Alladi Venkatesh. “Beyond Adoption: Development and Application of a Use-diffusion
Model.” Journal of Marketing 68, no. 1 (2004): 59-72.
Tekin, Halil. Eğitimde Ölçme ve Değerlendirme. Ankara: Yargı Yayınevi, 2007.
Ting, H. Y. The effects of Applying Augmented Reality on Fourth-Grade Students’ Writing and Attitude
(Master’s Dissertation, 2015). National Taipei Education University. Da’an District, Taipei, Taiwan.
Wang, Yi-Hsuan. “Exploring The Effectiveness of Integrating Augmented Reality-Based Materials to
Support Writing Activities.” Computers & Education 113 (2017): 162-176.
108
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi • Cilt-Sayı 58 • Haziran 2020 • ISSN 1302-4973 • ss. 109-122
DOI: 10.15370/maruifd.758407
ARAŞTIRMA NOTU / RESEARCH NOTE
Hadis Şerh Geleneğinde Hâşiye ve Ta‘lîkalar
Adlı Eser Üzerine
Ayşe GÜLER*
Hadis araştırmaları söz konusu olduğunda şerh literatürü üzerine yapılmış kapsamlı
çalışmaların sayısı oldukça azdır ve alandaki boşluğu kapatacak nitelikli araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Sezai Engin’in hâşiye ve ta‘lîka metinlerini etüt ettiği Hadis Şerh Geleneğinde Hâşiye ve Ta‘lîkalar1 isimli çalışması bu açıdan önem arz eder. Yazar önsözde
Nuhbetü’l-fiker ve Nüzhetü’n-nazar hâşiyeleri üzerine yaptığı çalışmanın2 bu kitabın çıkış
noktasını olduğunu söyler.3 2015’te yayınlanan mezkûr makalesinin ardından kaleme aldığı çalışmalar,4 yazarın konuya ilgisinin 5 yıl boyunca devam ettiğini gösterir. Giriş ve Sonuç dışında iki ana bölümden oluşan kitabın Giriş’inde yazar, hâşiye ve ta‘lîkaların ortaya
çıkışı, şerh türüyle ilişkisi, muhtevası, eğitim ve medrese geleneğindeki yeri ile Osmanlı düşüncesindeki konumu gibi bazı meselelere yoğunlaşır. “Hadis Tarihinde Hâşiye ve Ta‘lîka
Literatürü” başlıklı Birinci Bölüm’de fihrist ve biyografi türü eserler üzerinden bir literatür
taraması yapılır,5 İkinci Bölüm’de ise hâşiye ve ta‘lîkaların muhtevasını ve karakteristiğini
yansıtacağı düşünülen altı eser incelenir.6
Bu yazıda Giriş’ten başlayarak her bir bölüm müstakil olarak değerlendirilecek ve görülen bazı eksiklik ve hatalara değinilecektir. Ancak bölüm değerlendirmelerine geçmeden
önce kitapla ilgili genel birkaç husus zikredilmelidir. Öncelikle kitap boyunca kaynaklar eş
zamanlı çapraz bir okumaya tâbi tutulmamış ve kaynaklardaki bilgiler tartışılmayıp tam bir
teslimiyetle kabul edilmiştir. Kitaptaki pek çok çelişkili bilginin sebebi de budur. Öte yandan
eserde çoğunlukla ikincil kaynaklara itimat edilmiş ve erişimi mümkün yazma ve matbu pek
çok nüsha kullanılmamıştır. Bu durum, hem incelenen eserlerle ilgili okuyucunun zihninde
oluşan bazı soruların cevapsız kalmasına hem de eserler hakkında eksik yahut hatalı bilgiler
sunulmasına sebep olmuştur. Kitapla ilgili genel değerlendirme bağlamında zikredilebilecek
*
1
2
3
4
5
6
Doktora Öğrencisi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Hadis Bilim Dalı,
[email protected]
Orcid no: 0000-0002-8496-2447
İstanbul: Endülüs, 2019.
Engin, “Hadis Literatüründe Hâşiyeler”, s. 76-98.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 6.
Engin, “Medrese Eğitimine Entelektüel Bir Katkı: Şerh ve Hâşiye Yazıcılığı”; “Osmanlı Dönemi Medreselerinde
Hadis Eğitimine Entelektüel Bir Katkı: Şerh ve Hâşiye Yazıcılığı”, s. 257-269.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 30-91.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 92-190.
Geliş/Recieved: 10.03.2020
Kabul/Accepted: 24.03.2020
Ayşe GÜLER
son husus ise başlıklandırma sistemiyle ilgilidir. Bölüm başlıklarının altında birinci, ikinci
vd. düzey başlıkların olmaması okuyucunun metni takip etmesini zorlaştırmaktadır.
Giriş bölümünde önce İslâm telif geleneğinde hâşiye ve ta‘lîkalara dair genel bir tasvir yapılıp hadis ilmindeki hâşiye ve ta‘lîkalara geçilir. Esasında yazarın tercih ettiği genelden özele doğru seyreden bu sunum tercihi, incelenen literatürün İslâm telif geleneğindeki
konumunun görülmesi açısından isabetlidir. Ancak bu konuda yeterli özenin gösterilmemesi ve bilgilerin dağınık halde verilmesi, 20 sayfalık giriş bölümünün7 sonunda okuyucunun zihninde hâşiye ve ta‘lîkalara dair net bir fikrin oluşmasını engeller. Bu açıdan Giriş bölümü, hâşiye ve ta‘lîkaların müstakil birer telif türü olarak kabul edilip edilmeyeceği, ayırıcı
özellikleri ve ilk örneklerinin telif edildiği dönem gibi konularda okuyucunun zihninde oluşan soruların cevaplanması açısından yetersizdir. Bu durumun muhtemel sebebi, yazarın, ilgili literatüre ait tarihi, çağdaş birkaç araştırmadan hareketle ortaya koyma çabasıdır. Diğer
bir ifadeyle yazar, bir literatür tarihinde cevaplanması gereken temel soruları incelemek yerine seçtiği kaynakların ilgisine göre metni inşa etmiştir. Öte yandan yazarın bu bölümde
atıf yaptığı kaynaklardaki çelişkili gibi görünen bilgi ve değerlendirmeleri tartışmaması, hâşiye ve ta‘lîkalara dair net bir fikrin oluşmasını engelleyen diğer bir husustur. Bu durumun
bir örneği hâşiye ve ta‘lîkaların ilk örneklerinin telif edildiği dönemle ilgili aşağıdaki paragrafta görülür:
Şerhler hicrî III. asırda görülmeye başlanırken ilk ta‘lîka örneklerine de hicrî III. yüzyılda rastlanmaktadır. Değişik ilim dallarında hâşiyelerin ortaya çıktığı dönem hicrî IV.
yüzyıl olmuştur. Şerh ve hâşiye yazımı Memlükler ile başlamış Osmanlı ile devam etmiştir. Hatta şerh ve hâşiye yazımı İslâm dünyasında daha erken dönemlere dayandırılmakta, Memlükler ve Osmanlılar döneminde ise yaygınlaştığı kabul edilmektedir. Diğer
bir görüşe göre hâşiye yazıcılığı Memlüklerin son zamanlarında ortaya çıkmış, Osmanlı
döneminde ise yaygınlaşmış ve tedris faaliyetinin kaynaklarından biri olmuştur. Memlük uleması metin ve şerhlere ilk defa hâşiye ve takrir yazanlar olarak kabul edilmektedir. Onları Osmanlı uleması takip etmiş ve hicrî X. yüzyılda bir telif yöntemi şeklini aldığında hâşiye yazıcılığında derinleşmişlerdir.8
Bu pasajda ilk hâşiye ve ta‘lîka metinlerinin hicri 3. ve 4. asırlarda mı yoksa Memlükler
döneminde mi telif edildiği anlaşılamamaktadır. Bu karışıklığın muhtemel sebebi, beş farklı
kaynaktaki9 tespitlerin tartışılmaksızın çelişkili yönleriyle bir araya getirilmesidir. Konuyla
ilgili bir başka tarihlendirme ise ilerleyen sayfalarda şöyle verilmiştir: “Hadis şerhçiliğinin
belirli bir seviyeye ve zenginliğe ulaştığı hicrî IX. yy dan itibaren ise farklı telif türleri şerhlere
eşlik etmeye başlamıştır. Şerh türünün bir tetimmesi olarak değerlendirilen bu türler hâşiye
7
8
9
110
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 9-29.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 14.
Efendioğlu, “Şerh”, s. 559; Makdisî, Ortaçağ’da Yüksek Öğretim, s. 187; Maden, Tefsirde Hâşiye Geleneği, s. 39; Şensoy,
“Şerh”, s. 556; Selmî, “el-Mutûn ve’ş-şurûh” s. 259-60.
Hadis Şerh Geleneğinde Hâşiye ve Ta‘lîkalar Adlı Eser Üzerine
ve ta‘lîkalar olmuştur.”10 Yazardan beklenen bu farklı görüşleri uzlaştırması veya gerekçelendirerek birini tercih etmesidir. Ancak bu yapılmamış ve ilk hâşiye-ta‘lîka metinlerinin telif
edildiği dönem konusu netliğe kavuşturulmamıştır.
Yazar, şerhlerin telif sebepleri arasında müelliflerin, ana metin hakkında okuyucunun
bilgisini yetersiz görmelerini ve bir metni yorumlama faaliyetini düşünce ve inanç sistemlerinin varlığını devam ettirmenin aracı olarak kabul etmelerini zikreder.11 Yazara göre söz
konusu metinlerin ortaya çıkışındaki “temel belki de en önemli” saik ise tenkittir. Zira ona
göre şerh ve hâşiyeler aslında başka bir şerh ve hâşiyeyi reddetmek veya tamamlamak için
yazılır.12 “Okuyucunun bilgisinin yetersiz” görülmesiyle ne kastedildiği açık olmamakla birlikte yazarın “belki de en önemlisi” şeklinde öne çıkardığı şerh ve hâşiye yazımındaki tenkit amacı tartışmaya açıktır. Zira ilmin birikimsel bir şekilde ilerlediği gerçeği dikkate alındığında sonra yazılan bir metnin öncekini değerlendirmesi ve yeri geldiğinde eleştirmesi
kaçınılmazdır. Ancak bu durum, söz konusu metinlerin öncekileri eleştirme amacıyla yazıldıkları gibi bir genellemeye imkân tanımaz. Kanaatimizce yazarın ikinci sırada zikrettiği
“düşünce ve inanç sistemlerinin varlığını devam ettirme” çabası, İslâm telif geleneğinde bir
metnin tekrar tekrar yorumlanmasındaki temel saik olmaya daha uygundur. Öte yandan yukarıdaki cümlelerde şerh ve hâşiyelerin ana metinleri eleştirme hususunda müşterek olduğu
söylenmişse de ilerleyen sayfalarda eleştiri, hâşiyeyi şerhten ayıran bir özellik olarak zikredilir: “Şerhlerin çoğundan farklı olarak [hâşiyelerde] müellife yeri geldiğinde eleştiriler yöneltilmektedir. … [Hâşiye sahibi] Şerhlerde pek rastlanılmayan bir şekilde metin yazarına itirazlarda bulunmakta ve görüşlerini dile getirmektedir.”13 Şerh-eleştiri ilişkisi bağlamındaki
bu çelişkili ifadelerin sebebi de yukarıda işaret edildiği gibi kaynaklardaki bilgilerin tenkit
edilmeksizin kitaba alınmasıdır.
Hâşiye ve ta‘lîka türü metinlerin Osmanlı ilim geleneği açısından hayli önemli olduğu
Giriş bölümünde işlenen konular arasındadır. Yazarın bu dikkati Osmanlı ilim geleneğine
şerh-hâşiyeler üzerinden yöneltilen eleştirilerden kaynaklanıyor gibidir. Müstakil bir çalışmanın konusu olabilecek bu eleştirilere kitapta oldukça muhtasar bir şekilde cevap verildiği
söylenebilir. Bu bağlamda bazen yukarıdaki gibi maksadı tam anlaşılmayan değerlendirmelerde bulunulurken bazen de genel tespitler yapılmış, ancak bunlar yeterli argümanlarla desteklenememiştir. Söz gelimi şerh, hâşiye ve ta‘lîkaların Osmanlı eğitim sisteminin esaslarından olduğu, ders kaynakları ve müfredatlarının belirlenmesinde bu metinlerin etkili olduğu
ifade edilirken bu durumu destekleyici mahiyette zikredilen tek örnek 19. asır müderrislerinden Şevket Efendi’ye ait bir uygulama olmuştur.14 Osmanlı’nın son dönemine ait bu uygulamanın Osmanlı eğitim sistemini temsil kabiliyeti tartışmaya açıktır. Öte yandan hâşiye
10
11
12
13
14
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 29.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 11.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 13.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 20-1.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 24.
111
Ayşe GÜLER
müelliflerinin pek çoğunun bir medresede hocalık yapmaları, hâşiye yazımıyla tedris faaliyeti arasında pozitif yönlü bir ilişkinin varlığını düşündürse de yazarın tartışmaksızın zikrettiği bu tespit15 daha fazla desteklenmeye muhtaçtır. Zira bu konuya örnek sadedinde isimleri
zikredilen hâşiye müellifleri (Moğultay b. Kılıç, Sıbt İbnü’l-Acemî, İbn Hacer, İbn Kutluboğa,
Sehâvî vd.), yaşadıkları dönemin önde gelen âlimleridir ve klasik metinleri izah eden şerh-hâşiye türü eser telif etmeleri de son derece tabiidir.
“Hadis Tarihinde Hâşiye ve Ta‘lîka Literatürü” başlıklı Birinci Bölüm’de fihrist ve biyografi türü kaynaklar üzerinden bir literatür taraması yapılır. Belirlenen eserlerin niteliği konusunda da yine bu kaynaklardaki bilgilere dayandığını belirten yazar, eserlerin müellifleri
hakkında çoğunlukla kısa bilgi verirken genellikle eserlerin muhtevasına yönelik bilgilere
değinmez.16 Birinci Bölüm’de takip edilen bu metotla ilgili öncelikle üç türün birbirinden ayrımı hususunda biyografi ve fihrist türü eserlere itimat etmenin pek isabetli bir tercih olmadığı söylenmelidir. Nitekim yazarın da ifade ettiği gibi “tevazu niyetiyle şerh olan çalışmaya
ta‘lîka denildiği de olmuştur.”17 Dolayısıyla bir eserin ait olduğu türün tespitinde ismiyle birlikte içeriğinin de dikkate alınması, eser hakkında daha isabetli bir kanaate ulaşmaya imkân
tanıyacaktır. Ancak yazar incelediği eserlerin içeriğine dair bilgilere girmemeyi tercih etmiştir. Bu tercih çalışmanın kapsamını ve sınırlılıklarını aşmama18 ile gerekçelendirilmişse de
kitapta çalışmanın kapsamının ne olduğunu belirtilmemiştir. Araştırmanın kapsamı belirli
bir zaman dilimi ya da coğrafyayla kayıtlandırılarak ilgili dönem veya bölgede telif edilen hâşiye ve ta‘lîkaların derinlemesine incelenmesi, çalışmayı daha nitelikli kılabilirdi. Böylece bir
literatür incelemesi olması hasebiyle çalışmada cevaplanması beklenen hâşiye ve ta‘lîkaların
gelişim seyri, coğrafya ya da zamana bağlı birtakım dikkatlerin var olup olmadığı ve bu metinlerin ayırıcı özellikleri gibi sorular da netlik kazanırdı. Ancak konunun daha önce çalışılmamış olması, yazarı daha sonra yapılacak çalışmalara alan açacak şekilde genel çerçeveyle
yetinmeye sevk etmiş olabilir.
Birinci Bölüm’le ilgili değinilmesi gereken diğer bir husus, yazarın yazma nüshalarla yeterince temas etmemesidir. Bu bölümde zikredilen eserlerin çoğu kütüphanelerde yazma
nüshaları bulunan ve henüz matbu olarak ilim ehlinin istifadesine sunulmamış eserlerdir.
Hâşiye ve ta‘lîka literatürünü incelemeyi hedef alan bu çalışmada yazarın, en azından Türkiye kütüphanelerindeki nüshaları görmesi ve okuyucuyu bilgilendirmesi beklenirdi. Ancak
İbrahim el-Gûrânî (ö. 1101/1690) ve Kevâkibî’nin (ö. 1124/1712) Nüzhe hâşiyelerinin nüshalarını inceleyerek eserlerin isimleri ve müelliflerine nispetleriyle ilgili bazı hususları açıklayan19 yazarın aynı çabayı diğer eserler için gösterdiği söylenemez. Yazar çoğunlukla fihrist türü eserler veya kütüphane kayıtlarına atıf yapan araştırmacıların verdikleri bilgilerle
15
16
17
18
19
112
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 24-6.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 6-7.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 19.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 31.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 84-5.
Hadis Şerh Geleneğinde Hâşiye ve Ta‘lîkalar Adlı Eser Üzerine
yetinir. Söz gelimi Taşköprizâde’ye (ö. 968/1561) nispet edilen ve Nuruosmaniye Kütüphanesi’nde olduğu söylenen bir Sahîhu’l-Buhârî ta‘lîkasıyla ilgili A. Taha İmamoğlu’nun verdiği
bilgiyle yetinen yazar,20 Akkirmânî’ye (ö. 1174/1760) ait Sahîhu’l-Buhârî hâşiyesinin Süleymaniye Kütüphanesi’nde olduğu bilgisini de Sakıp Yıldız’dan nakleder.21 Delhi’de taşbaskı
olarak neşredilen Münzirî’ye (ö. 656/1258) ait bir Sünenü Ebî Dâvûd hâşiyesinin bu neşrine
ya da yazma nüshasına ulaşamadığı için eser hakkında değerlendirme yapamadığını ifade
eden yazarın, aynı müellife ait bir diğer hâşiyenin yazma nüshasının Süleymaniye Kütüphanesi’nde olduğu bilgisini Yaşar Kandemir’den naklettiği hâlde22 bu nüsha hakkında bir değerlendirme yapmaması, onun erişebileceği nüshalara da başvurmadığını gösterir.
Yazar “kaynaklarda kendisine böyle bir çalışma izafe edilmemesine rağmen” Süyûtî’nin
(ö. 911/1505) el-Ezkâr üzerine yazdığı Ta‘lîkât alâ Kitâbi’l-Ezkâr li’n-Nevevî isimli bir eserinin
Süleymaniye Kütüphanesi’nde olduğunu belirtir.23 Ancak Süyûtî’nin Tuhfetü’l-ebrâr bi-nüketi’l-Ezkâr li’n-Nevevî adlı bir eseri neşredilmiştir.24 Müellifin eserin girişindeki “Kitâbü’l-Ezkâr üzerine yazdığım notlar” (nüket ‘allaktuhâ alâ kitâbi’l-Ezkâr) şeklindeki ifadesi yukarıdaki Ta‘lîkât’ın bu metinle aynı olabileceğini düşündürür. Yazarın Tuhfetü’l-ebrâr’a atıf
yapmaması bu metinden haberdar olmadığını gösterir. Ayrıca Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki nüshayla mezkûr matbu nüshanın karşılaştırılarak bir neticeye varılması da bu çalışmadan beklenirdi. Kitapta Kucurâtî’ye (ö. 1003/1595) Nuhbe üzerine biri hâşiye diğeri ta‘lîka olmak üzere iki metin nispet edilir.25 Hâşiye ve ta‘lîka isimlendirmelerinin eşanlamlı olarak
sıklıkla birbirlerinin yerine kullanıldığı dikkate alındığında Kucurâtî’ye nispet edilen iki eserin aynı metin olması muhtemeldir. Bu durumda yazar, ikisi de Türkiye kütüphanelerinde
bulunan bu metinlere bakıp okuyucuyu bilgilendirmeliydi.
Kitapta çoğunlukla kaynaklarda verilen bilgilerle yetinilmesi bazen eser takibinin yeteri
kadar yapılmaması ve neşredilen eserlerin gözden kaçırılmasına da sebep olmuştur. Örneğin
Sahîhu’l-Buhârî hâşiyeleri arasında zikrettiği İbn Gâzî’nin (ö. 919/1513) İrşâdü’l-lebîb adlı
eseriyle ilgili yazar, İsmail Paşa ve Fullânî’nin yaptıkları atıflar ile Fullânî’nin eserini tahkik
eden Âmir Hasan Sabri’nin eserin yazma nüshası için zikrettiği kütüphane kaydıyla yetinmiştir.26 Bu durum yazarın, mezkûr eserin İrşâdü’l-lebîb ilâ makâsıdı hadîsi’l-habîb ismiyle
1989’da neşredildiğinden habersiz olduğunu düşündürür.27 İbn Gâzî mukaddimede bu eserinin, Buhârî şârihlerinden yaptığı nakillerden oluşan küçük hacimli bir kitap olduğunu söylemiştir.28 Kitapta “Ali el-Kârî’nin Buhârî’deki sülâsî rivayetler üzerine yazdığı eser yakın dö20
21
22
23
24
25
26
27
28
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 35.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 38.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 46.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 59.
Süyûtî, Tuhfetü’l-ebrâr, Beyrut: Müessesetü Nâdir, 1990.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 83.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 34.
İbn Gâzî, İrşâdü’l-lebîb, y.y.: 1409/1989.
İbn Gâzî, İrşâd, s. 51.
113
Ayşe GÜLER
nemde neşredilmiştir”29 denilip 2011 yılında Riyad’da yapılan neşre atıf yapılır. Yazar mezkûr
eserin yüksek lisans tezi olarak 2010 yılındaki neşrinden30 ise habersizdir. Riyad’daki neşri
yayına hazırlayan araştırmacı, esere ait sadece iki nüshaya ulaşabildiğini söylerken Mollaibrahimoğlu’nun, bu iki nüshanın da dâhil olduğu altı nüsha tespit etmesi, bunlardan dördüne
ulaşması ve tezinde biri müellif nüshası diğeri müellif nüshasından istinsah edilen iki nüshayı esas alması ise Ta‘lîkâtü’l-Kârî hakkında yapılan bir araştırmada bu tezden müstağni kalınamayacağını gösterir.
Moğultay b. Kılıç’ın (ö. 762/1361) İbn Mâce’nin Sünen’inin bir kısmını şerh ettiği bilgisini Irâkî’den (ö. 806/1404) nakletmekle yetinmesi,31 yazarın mezkûr şerhin el-İ‘lâm bi sünnetihî aleyhi’s-selâm şerhu Süneni İbn Mâce el-imâm ismiyle iki farklı neşrinin yapıldığından32
habersiz olduğunu düşündürür. Kitapta gözden kaçırılan bir diğer neşir ise Muhammed b.
Salih Useymin’in (ö. 2001) et-Ta‘lîk alâ Sahîhi Müslim isimli eseridir. 2006’da mezkûr eserin yalnızca ilk cildinin neşredilmesinden hareketle yazar, “Muhtemelen ömrü kifayet etmeyen müellif başladığı çalışmayı bitirememiş gibi görünmektedir” şeklinde bir kanaate varır.33
Ancak Useymin’in mevzubahis eserinin neşri 2014’te tamamlanmış ve 10 cilt olarak yayınlanmıştır.34 2006’da birinci cildi neşredilen eserin kalan 9 cildinin yayınlanmasındaki gecikmenin sebebi ise nâşir tarafından açıklanmıştır.35
Yazar, İbn Hacer’in (ö. 852/1449) Havâşî Tenkîhi’z-Zerkeşî ale’l-Buhârî isimli eseri hakkında Kâtip Çelebi’ye (ö. 1067/1657) atıfla “Tamamlanamadığına dair bilgi bulunmakla birlikte eser şu an matbu haldedir”36 değerlendirmesiyle iktifa eder. Matbu nüshadan hareketle
hâşiyenin durumu hakkında değerlendirme yapması beklenen yazar herhangi bir yorum
yapmaz. Zerkeşî’nin (ö. 794/1392) Tenkîh’i ile İbn Hacer’in hâşiyesinin mukayesesi, hâşiyenin tamamlanıp tamamlanmadığı hususunu netliğe kavuşturur. Matbu Tenkîh metni “Keyfe
Kâne Bed’ü’l-Vahy” ile başlayıp “Kitabü’t-Tevhîd” ile bitmektedir.37 İbn Hacer’in hâşiyesinin
de aynı bölümlerle başlayıp bitmesi, metnin tamamlandığını gösterir. Öte yandan yazar, İbn
Hacer’in hâşiyesinin ardından Menderes Gürkan’a38 atıf yaparak Tecrîdu Havâşî alâ Tenkîhi’z-Zerkeşî ismiyle Sehâvî’ye (ö. 902/1497) ait müstakil bir hâşiye daha zikreder.39 Ancak
atıf yaptığı kaynaktaki bilgiyle yetinmesi ve eserin takibini yapmaması sebebiyle yazar da
Gürkan gibi hataya düşmüştür. Zira Sehâvî’ye atfedilen bu hâşiye, ayrı bir metin olmayıp
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
114
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 36.
Cemil Cahit Mollaibrahimoğlu, Ta’lîkatü’l-Kârî, Marmara Üniversitesi SBE, 2010.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 93.
Moğultay b. Kılıç, el-İ‘lâm, Dimyat: Mektebetü İbn Abbâs, 1427/2007; Riyad: Dâru Künûzi İşbiliyâ, 1434/2013.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 45.
Useymin, et-Ta‘lîk alâ Sahîhi Müslim, Riyad: el-Mektebetü’l-İslâmiyye, 1435/2014.
http://almuqbil.com/web/?action=articles_inner&show_id=1437 (erişim tarihi: 16.03.2020)
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 75.
Zerkeşî, et-Tenkîh, Riyad: Mektebetü’r-Rüşd, 1425/2004.
Gürkan, “Zerkeşî”, s. 290.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 75.
Hadis Şerh Geleneğinde Hâşiye ve Ta‘lîkalar Adlı Eser Üzerine
hocası İbn Hacer’in Tenkîh nüshası üzerine yazdığı hâşiyeleri derlediği bir metindir. Tecrîd
ale’t-Tenkîh ismiyle neşredilen metinde Sehâvî’nin “Hocamız Şeyhülislâm İbn Hacer’in, Bedreddin ez-Zerkeşî’nin Tenkîh nüshası üzerine yazdıklarının tecridi…” cümlesiyle başlayıp
“Hocamız İbn Hacer’in, Zerkeşî’nin Tenkîh nüshası üzerine yazdığı hâşiyelerin sonu” cümlesiyle bitirmesi ve metnin İbn Hacer’in Havâşî Tenkîhi’z-Zerkeşî ale’l-Buhârî metniyle aynı olması Sehâvî’ye müstakil bir hâşiye nispet etmenin hatalı olduğunu gösterir.40
Kaynakların eş zamanlı ve çapraz okumaya tâbi tutulmaması sebebiyle kitapta bazı çelişkilerin varlığına yukarıda Giriş bölümü bağlamında işaret edilmişti. Aynı durumun Birinci
Bölüm için de geçerlidir. Örneğin bir yerde “İbnü’ş-Şât (ö. 890?/1485?) el-Bicâî ve el-Hendîsî gibi nisbelerle anılan İsa b. eş-Şât, muhaddis olarak tanımlanmaktadır. Kendisine nispet edilen tek eser Sahih-i Müslim ta‘lîkasıdır”41 denilirken42 bir başka yerde İsa b. eş-Şât’a
ikinci bir eser daha nispet edilir: “… el-Übbî et-Tûnûsî’nin (ö. 827/1424) eseri üzerine iki
hâşiye bulunmaktadır. Bunlardan biri Hâşiyetün alâ İkmâlu İkmâlu’l-mu’lim ismiyle İsa b.
Ahmed el-Bıcâî İbnü’ş-Şât’a (ö. 890’dan sonra/1480’den sonra) aittir.”43 Yazar birinci bilgiyi
Kehhâle’nin (ö. 1987) Mu‘cemü’l-müellifîn’inden nakleder. Kehhâle, müellifin ismini İsa b.
Ahmed şeklinde zabt ettikten sonra “İbnü’ş-Şât olarak bilinir” deyip sadece ta‘lîkayı zikretmiş,44 ancak “müellife nispet edilen tek eser” şeklinde bir kayıt düşmemiştir. Muhtemelen birinci eseri Mu‘cemü’l-müellifîn’de tespit eden yazar, müellif ve eserin takibini diğer kaynaklardan yapmamış ve müellife ait tek eserin bu olduğunu düşünmüştür. Yazar, Hâşiyetun alâ
İkmâli İkmâli’l-Mu‘lim’i ise Habeşî’nin Câmi‘u’ş-şurûh’una atıfla İbnü’ş-Şât’a nispet eder. Esasında Habeşî birkaç sayfa sonra İbnü’ş-Şât’ın Sahîhu Müslim ta‘lîkasını da zikreder,45 ancak
yazar muhtemelen bu kaydı görmemiştir. Kitapta ilgili iki yerde müellifin ismi ve vefat tarihinin yazımındaki farklılıkla beraber “müellife nispet edilen tek eser” şeklindeki kayıt, yazarın ya bu iki eserin aynı müellife ait olduğunu fark etmediğini ya da eser ve müelliflerin
takibi hususunda yeterince dikkatli olmadığını gösterir. Öte yandan Ahmed Bâbâ et-Tinbüktî’nin (ö. 1036/1627) Neylü’l-ibtihâc’da İbnü’ş-Şât hakkındaki “Ubbî’nin Müslim şerhinden derlediği kısa bir ta‘lîki vardır”46 şeklindeki sözü mezkûr ta‘lîk ve hâşiyenin aslında tek
bir metin olduğunu düşünmeye imkân verir.
Kitaptaki çelişkili bilgilerin bir diğer örneği Süyûtî’nin Zehru’r-rubâ ale’l-Müctebâ isimli
eseri hakkındadır. Yazar ilk olarak Nesâî’nin Sünen’i üzerine yapılan hâşiye ve ta‘lîkalar
bağlamında “Suyûtî’nin kaleme aldığı ta‘lîkanın Zehru’r-rubâ olarak bilinen ve el-Müctebâ
üzerine yazılan şerh olma ihtimali yüksektir”47 dedikten sonra bir başka yerde Süyûtî’nin
40
41
42
43
44
45
46
47
İbn Hacer, en-Nüket alâ Sahîhi’l-Buhârî, Kahire: el-Mektebetü’l-İslâmiyye, 1426/2005.
Yazı boyunca tırnak içerisinde yahut içerlek olarak verilen ifadelerdeki üslup ve yazım hataları yazara aittir.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 43.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 76.
Kehhâle, Mu‘cemü’l-mü’ellifîn, VIII, 19.
Habeşî, Câmi‘u’ş-şurûh, III, 1688.
Tinbüktî, Neylü’l-ibtihâc, Trablus: Dâru’l-Kâtib, 2000.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 49.
115
Ayşe GÜLER
eseri hakkında şöyle bir değerlendirme yapar: “Zekiyyuddin Abdülazim b. Abdülkaviy (ö.
606/1210) Ebû Dâvûd’un Sünen’i üzerine el-Müctebâ isimli bir ihtisar çalışması yapmıştır.
Bu ihtisar üzerine Suyûtî Zehru’r-rubâ adlı bir şerh kaleme almıştır. Suyûtî ayrıca el-Müctebâ üzerine bir hâşiye de yazmıştır.”48 Keşfü’z-zunûn’dan alınan bu iki farklı bilgiye göre ya
Süyûtî’nin aynı isimde iki eseri vardır ya da Kâtip Çelebi’nin verdiği bilgilerden biri hatalıdır. Bu iki farklı bilgiyi kitabına alan yazarın önce probleme işaret etmesi, ardından da meseleyi çözecek ihtimalleri tartışması beklenirken bu konudaki sessizlik problemin farkında
olunmadığını gösterir. Öncelikle yazarın yukarıda el-Müctebâ müellifi olarak zikrettiği Zekiyyüddîn Abdülazîm b. Abdülkavî, meşhur hadis hafızı Münzirî’dir, vefat tarihi de 606/1210
değil, 656/1258’dir.49 Münzirî’nin bahsi geçen eseri matbu olup ismi Muhtasaru Süneni Ebî
Dâvûd’dur. Klasik kaynaklarda bu esere Müctebâ ismiyle atıfta bulunan birinin tespit edilememesi ve Süyûtî’nin, Nesâî’nin Sünen’ine yazdığı şerhin girişinde kitabın ismini Zehru’r-Rubâ ale’l-Müctebâ olarak açıkça zikretmesi yukarıdaki ihtimallerden ikincisinin doğru
olduğunu gösterir.
“Yöntem ve İçerik Açısından Hâşiye ve Ta‘lîkalar” başlıklı İkinci Bölüm’de50 yazar, “literatürdeki sayısının daha fazla olması” sebebiyle daha çok hâşiye türü eserleri incelemeyi tercih eder. Sıbt İbnü’l-Acemî’nin (ö. 841/1438) Sünenü İbn Mâce hâşiyesi, Ali el-Kârî’nin (ö.
1014/1605) Ta‘lîkâtu’l-Kârî alâ sülâsiyyâti’l-Buhârî isimli ta‘lîkası ve Sindî’nin (ö. 1138/1726)
Sahîhu’l-Buhârî hâşiyesiyle Kâsım b. Kutluboğa (ö. 879/1474), İbn Ebû Şerif (ö. 906/1500)
ve İbrahim el-Gûrânî tarafından kaleme alınan üç Nüzhe hâşiyesini inceleyen yazar, mezkûr
eserlerin tercihinde dikkate aldığı hususları açıkça zikretmez. Bununla birlikte ilk üç eserin
müelliflerinin hâşiye/ta‘lîka yazımıyla meşhur olmaları ve ismi geçen üç Nüzhe hâşiyesinin
birlikte neşredilmesi, bu eserlerin tercihinde etkili olmuş gibidir.
İkinci Bölüm’de muhteva analizine tâbi tutulan hâşiye ve ta‘lîkaların her birinde eser ve
müellifi hakkında genel bilgi verilip “Hâşiyenin/Ta‘lîkanın Karakteristik Özellikleri” üst başlığı altında eser incelenir. Karakteristik kelimesinin “bir kimse veya nesneye özgü olan (ayırıcı nitelik)” anlamından hareketle okuyucu bu bölümde, incelenen metnin, türün diğer örneklerinden ayrıldığı özelliklerini görmeyi bekler. Örneğin yazarın da Sonuç bölümünde51
zikrettiği gibi İbn Mâce’nin Sünen’indeki zayıf-mevzû rivayetlerin fazlalığı sebebiyle Sıbt İbnü’l-Acemî’nin eserinin daha çok râvi ve sıhhat merkezli açıklamalar içermesi ve Buhârî’nin
Sahîh’indeki bâb başlıklarıyla altındaki hadislerin ilişkisi hakkındaki tartışmalar bağlamında
Sindî’nin hâşiyesinin daha çok bâb başlıkları merkezli açıklamalar ihtiva etmesi bu eserlerin
ayırıcı vasıfları olarak düşünülebilir. Bu bölümde incelenen eserlerin karakteristik özellikleri
olarak sunulan başlıklar aşağıdaki tabloda (kitaptaki sırasıyla) verilmiştir:
48
49
50
51
116
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 77.
Yazarın atıf yaptığı kaynakta müellifin hem Münzirî nisbesi zikredilmiş hem de vefat tarihi doğru verilmiştir (Kâtip
Çelebi, Keşfü’z-zunûn, II, 1005).
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 93-167.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 192.
Hadis Şerh Geleneğinde Hâşiye ve Ta‘lîkalar Adlı Eser Üzerine
Tablo: Hâşiyelerin Karakteristik Özellikleri Olarak Sunulan Başlıklar52
Havâşî alâ Sünen İbn Mâce
Ta‘lîkâtü’l-kârî alâ
sülâsiyyâti’l-Buhârî
Sahih-i Buhârî Hâşiyesi
Nüzhetü’n-nazar Hâşiyeleri
Mukaddime İle Başlamak
Mukaddime İle Başlamak
Mukaddime İle Başlamak
Mukaddime İle Başlamak
Kaynak Eserlere Başvurulması
Râvîler Hakkında Bilgi
Verilmesi
İhtiyaç Halinde
Açıklamalarda Bulunulması
Lügavî Açıklamalara Yer
Verilmesi
Garîb Lafızların Açıklamasının
Yapılması, Lügavî Yorumlara
Yer Verilmesi, Semâ Edilen
Sünen Nüshasına Dayanılarak
Metinlerdeki Lafızların
Okunuşuna Dair Açıklamaların
Yapılması
Rivâyetler ve Nüshalar
Arası Farklara Değinilmesi
Bâtınî Yorumlar Yapılması
Şahıs, Nisbe ve Yer İsimlerinin
Açıklanması
Teferrüd Edilen Râvî ve
Hadislere Değinilmesi,
Hadislerin Diğer Kaynaklarının
ve Versiyonlarının Belirtilmesi
Lügavî Açıklamalarda
Bulunulması ve Hadis
Metnindeki Garîb
İfadelerin Anlamının
Açıklanması
Lügavî Açıklamalarda
Bulunulması, Garîb Lafızların
Açıklanması ve Kelime - İsim
Okunuşları (Zatb Bilgisi)
Hakkında Bilgi Verilmesi
Şahıslar Hakkında Biyografik
Bilgiler Verilmesi
Râvî İsimleri ve Nisbelerinin
Zabtına Dair Açıklama
Yapılması/ Râvîlerin CerhTadil Durumu İle İlgili Bilgi
Verilmesi
Hadisin Muhtevasına Dair
Açıklamaların Yapılması
Referanslara ve Kaynaklara
Başvurulması
Referans ve Kaynaklara
Başvurulması
Hadisin Muhtevası İle İlgili
Açıklama Yapılması ve
Konunun Tartışılması
Hadise Dair Metodolojik
Bilgi Verilmesi
Bâb Başlıkları Üzerinden
Yorum Yapılması
Muhaşşîler Arasındaki
Etkileşim ve İhtilaflara Yer
Verilmesi
Hadisin Sıhhat Durumu ve
Yapısı İle İlgili Bilgi Verilmesi
Ana Metin- Eser İle İlgili
Teknik Bilgiler Verilmesi
Hadis Usûlüne ve Tarihine Dair
Açıklamalara Yer Verilmesi ve
Ana Metnin Geliştirilmesi
Sened-Metinlerdeki Müphem
ve İyi Tanınmayan Kişiler
ve Mekanlar Hakkında Bilgi
Verilmesi
Hadis İlimleri ve Usûl-i
Hadise Dair Açıklamalar
Yapılması
Ana Metin Sahibine Eleştiride
ve İtirazlarda Bulunulması
Hadisin Metninin Zabtı ve
Rivâyet Şekline Dair Teknik
Bilgi Verilmesi
Fıkhî ve İtikâdî Bazı
Konulara Dair Bilgi Verilmesi
ve Hüküm İfade Eden
Açıklamalar Yapılması
Ana Metin Sahibinin Kullandığı
Lafızların Tashih Edilmesi
Hadisin Diğer Kaynak ve
Versiyonlarına Değinilmesi,
Açıklamalarda Farklı
Hadislerin Kullanılması
İbn Hacer-İbnu’s-Salâh
Arasındaki İhtilâflara ve
Muhtelefun Fîh Konulara
Değinilmesi
Râvîler ve Hadis
Metinlerindeki Bazı
Şahısların/Kabilelerin/
Yerlerin Açıklanması ve Zabt
Bilgilerinin Verilmesi
Hadiste Râvîler Tarafından
Verilen Bilginin/Malumatın
Kritik Edilmesi
52
Tablodaki yazımlar yazara aittir.
117
Ayşe GÜLER
Tabloda verilen özellikler, haşiyelere ait karakteristik özellikler olmaktan ziyade genelde
herhangi bir türde, özelde ise şerh türü eserlerde ele alınan müşterek konulardır. Öte yandan
her bir eserin altındaki pek çok başlığın, esasında aynı soruyu cevapladığı hâlde aynı sırayla
ve muttarit ifadelerle sunulmamasının sebebi anlaşılamamaktadır. Literatür incelemelerinde
her eserde cevabı aranan standart soruların olması ve bu sorulardan hareketle eserlerin dönem, ekol ve şahıs bazında mukayese edilmesi, yapılan incelemenin daha nitelikli sonuçlar
sunmasını sağlar. Ancak kitapta ne literatür taramasının yapıldığı Birinci Bölüm’de ne de altı
eserin muhteva analizinin yapıldığı İkinci Bölüm’de böyle bir çaba gözetilmiştir.
Bu bölümde eserlerin muhteva incelemelerinde muhtemelen kaynakların hızlı bir şekilde taranması ve ilgili ibarenin bağlamının kaçırılmasından kaynaklı bazı hatalı tercümeler
bulunmaktadır. Örneğin Sıbt İbnü’l-Acemî’nin eseri incelenirken hadisin sıhhat durumuyla
ilgili değerlendirmelerden biri şöyledir: “Ebû Dâvûd’a ait bir değerlendirme diğerlerinden
farklı bir karakter taşımaktadır. İbnü’l-Acemî, Sünen’de Ebû Saîd el-Hudrî tarafından rivayet edilen bir hadis ile ilgili Ebû Dâvûd’un ‘Kitabımda (Sünen’de) bu hadis dışında hataya
düşmedim.’ ifadesini nakletmiştir.”53 Alıntının yapıldığı ilgili yere müracaat edildiğinde Ebû
Davud’un mezkûr ifadesinin esasında hadisle değil, hadisin râvilerinden Câbir el-Cu‘fî’yle
(ö. 128/746) ilgili olduğu ve doğru tercümesinin “Kitabımda, sehiv [secdesi] hadisi dışında
onun başka rivayeti yoktur”54 şeklinde olması gerektiği görülür.
Kitapta Sıbt İbnü’l-Acemî’nin eseriyle ilgili bir başka değerlendirme de şöyledir: “Başka
bir hadiste ise Katâde’nin müdellis bir râvî olduğunu belirten İbnü’l-Acemî, onun an’ane ile
Hasan b. Semura’dan rivâyetine temkinli yaklaşmış ve Katâde’nin Hasan’dan semâ’ının ihtilaflı olduğunu belirtmiştir.”55 Zikredilen hadiste Katâde’nin isnâdı “Hasan → Semüre b. Cündeb → Hz. Peygamber” şeklindedir. Sıbt İbnü’l-Acemî ise bu isnâdda iki hususa işaret etmiştir. 1- Katâde’nin müdellis olması ve bu hadisi an‘ane ile rivayet etmesi, 2- Hasan’ın (el-Basrî)
Semüre’den semâ‘ındaki ihtilaf (Katâde müdellis ve kad an‘ane, ve fîhi Hasan an Semüre ve fî
semâ‘ihi hilâf).56
Bu bölümdeki diğer bir hatalı nakil ise şu şekildedir: “Yine bir hadisin yazı (hat) sebebiyle muzdarib oluşu ile ilgili açıklamalarda bulunmuştur.”57 İlgili hadis şöyledir: “Sizden biriniz namaz kılacağı zaman önüne bir şey koysun, hiçbir şey bulamazsa bir sopa diksin, sopa
da bulamazsa önüne bir çizgi çeksin (fe-in lem yecid fel-yehta hattan), bundan sonra önünden ne geçerse geçsin ona zarar vermez.”58 Sıbt İbnü’l-Acemî’nin ilgili yerdeki değerlendirmesi ise aşağıdaki gibidir:
53
54
55
56
57
58
118
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 119.
Sıbt İbnü’l-Acemî, el-Havâşî, IV, 66.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 120-1.
Sıbt İbnü’l-Acemî, el-Havâşî, I, 579.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 121.
İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât 36.
Hadis Şerh Geleneğinde Hâşiye ve Ta‘lîkalar Adlı Eser Üzerine
Bu hadis muzdaribdir, hakkında pek çok ihtilaf vardır. Hattın keyfiyeti hakkında ihtilaf
edilmiştir. Bu ihtilafın asıl yeri fıkıh kitapları olsa da burada da zikredelim. Hattın; mihrap gibi kavisli, namaz kılanın önünde kıble gibi dik, namaz kılanın sağ tarafından soluna doğru olacağı gibi farklı görüşler söylenmiştir…59
Görüldüğü gibi müellifin değerlendirmelerinde mevzubahis hat yazı değil, “namaz kılarken önünden geçilmesini engellemek için konan sütre” yerine geçen çizgidir. Sıbt İbnü’l-Acemî’nin eserinin incelendiği bölümde dikkat çeken diğer bir hata ise ilgili bölümün
başında60 müellifin ismi doğru şekilde zabt edildiği halde daha sonra kitabın sonuna kadar
müelliften İbnü’l-Acemî olarak bahsedilmesidir. Kitapta Tedrîbü’r-râvî muhaşşîsi İbnü’l-Acemî’nin vefat tarihinin de 841/1438 olarak verilmesi61 yazarın bu iki müellifi karıştırdığını
gösterir. Hâlbuki Tedrîbü’r-râvî muhaşşîsi İbnü’l-Acemî Ahmed b. Ahmed 1086/1675’te vefat etmiş Mısırlı bir âlimdir.
Yazar İbrahim el-Gûrânî’nin hâşiyesinde az da olsa İbn Hacer’e itirazların bulunduğunu
söyler ve bu hususta iki örnek verir. Bunların ilkinde yazara göre İbrahim el-Gûrânî, İbn Hacer’in Râmehürmüzî’yi (ö. 360/971) ilk hadis usûlü müellifi olarak kabul etmesini yanlış bulur. Yazar Gûrânî’nin itirazını şöyle aktarır: “Çoğunluğa göre ilk hadis usûlü müellifi Cüreyc’tir. Mâlik veya Rebî b. Subeyh de zikredilen isimler arasındadır.”62 Hâşiyedeki ilgili yere
müracaat edildiğinde esasında burada bir itirazdan ziyade, izahın olduğu görülür. İbn Hacer
Nüzhe’de, Râmehürmüzî’nin ilk usûl müellifi olmakla birlikte tüm usûl konularını ihata etmediğini söyler. Gûrânî de Râmehürmüzî’nin bu durumunu ilk hadis usûlü musannifi olmasıyla açıklar. Ardından da hadis ilmindeki ilk musannifler olarak (İbn) Cüreyc (ö. 150/767),
Mâlik (b. Enes) (ö. 179/795) ve Rebî‘ b. Sabîh’i (ö. 160/776-7) zikreder.63 Bu üç ismin kitapta
“ilk hadis usûlü müellifleri” olarak zikredilmesi muhtemelen yanlış anlama sonucudur. Zira
yukarıda da ifade edildiği gibi İbrahim el-Gûrânî, ilk “hadis usûlü” musannifi olarak Râmehürmüzî’yi zikrettikten sonra hadisleri ilk tasnif edenler bağlamında bu üç ismi zikreder. Öte
yandan Hâşiye metninde İbn kelimesi düşmüş ve sadece Cüreyc ismi zikredilmiştir. Yazar da
kitapta bu ismi Cüreyc olarak vermiştir. Ancak ilk hadis musannifleri bağlamında zikredilen
bu kişi İbn Cüreyc’dir. Yazarın “Rebî b. Subeyh” olarak kaydettiği ismin doğru zabtı ise yukarıda zikredildiği gibi Rebî‘ b. Sabîh’tir. Kitapta İbrahim el-Gûrânî’nin İbn Hacer’e yönelttiği itiraz bağlamında işaret edilen ikinci örnek dikkatli okunduğunda onun da itiraz değil,
izah olduğu anlaşılır. İlgili yerde Gûrânî, âli isnâd türlerinden “bedel” ve “muvâfakat” bahislerinde İbn Hacer’in ifadelerindeki farklılığı izah etmiştir.64
59
60
61
62
63
64
Sıbt İbnü’l-Acemî, el-Havâşî, I, 478.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 96.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 88.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 185.
İbn Hacer, Nüzhe, s. 58.
İbn Hacer, Nüzhe, s. 246.
119
Ayşe GÜLER
Kaynakların hızlı taranmasından kaynaklanması muhtemel bir diğer hatalı nakil ise
Buhârî’nin Câmi‘i üzerine ta‘lîka yazan Ahmed b. Abdurrahman en-Nâib’in yaşadığı yerle
ilgilidir. Müellifin Endülüs’te doğduğu ve burada vefat ettiği bilgisi, kitapta Ziriklî (ö. 1976)
ve Kehhâle’den nakledilir.65 Ancak her iki kaynakta da müellifin Batı Trablus’ta doğduğu ve
burada vefat ettiği yazılıdır. Muhtemelen Ziriklî’nin “fâdıl min ehli Trablusi’l-garb mevliden
ve vefâten Endelüsiyyü’l-asl”66 cümlesindeki “Endelüsiyyü’l-asl” (aslen Endülüslü) ibaresi yazarı yanıltmıştır. Öte yandan Endülüs tarihi dikkate alındığında da Nâib’in vefat tarihinin
1155/1742 olması onun Endülüs’te yaşamasının mümkün olmadığını gösteren bir diğer durumdur. Zira Endülüs’teki Müslüman varlığı, bu tarihten yaklaşık 250 sene evvel son bulmuştur.
Kitapta müelliflerin vefat tarihlerinin tespitinde gerekli dikkatin gözetilmediği söylenebilir. Nitekim İbn Ebî Hüreyre’nin (ö. 345/956) vefat tarihi “345/946”,67 Hayreddin Hızır
el-Atûfî’nin (ö. 948/1541) vefatı “948/1571”,68 Münzirî’nin (ö. 656/1258) vefatı “606/1210”,69
İbnü’l-Acemî’nin (ö. 1086/1675) vefatı “(ö. 841/1438)”70 şeklinde verilmiştir. Kefevî’nin
(ö. 1010/1601) vefatı ise bir yerde71 doğru verilmiş, bir başka yerde ise 1012/1601 şeklinde
yanlış yazılmıştır.72 Bazı müelliflerin vefat tarihleri ise muhtemelen yeterince araştırılmadığı için tespit edilememiştir. Örneğin sayfa 16’da vefat tarihi tespit edilemeyen Humeynî,
İran İslâm Cumhuriyeti’nin kurucusu Şiî âlim Humeynî’dir ve 1989’da vefat etmiştir. Mukbil b. Hâdî el-Vâdi‘î (ö. 1422/2001),73 Nureddin el-Heysemî (ö. 807/1405),74 Ebû Sa‘d esSem‘ânî (ö. 562/1166),75 Şerefüddîn ed-Dimyâtî (ö. 705/1306)76 ve Ebü’l-Feth el-Ya‘merî (ö.
734/1434)77 kitapta vefat tarihi tespit edilemeyen müelliflerden bazılarıdır.
Son olarak kitapta tespit edilen bazı yazım hatalarına değinilmelidir. Öncelikle nisbe yazımında “el” takısının kullanımı, eser isimlerinde Arapça veya Farsça terkip tercihi ve i‘râb
hususlarında kitapta standart bir uygulama takip edilmemiştir. Nitekim bayram günü giydiği
beyaz elbise sebebiyle “bayram unu”na (dakîku’l-îd) benzetilen ve bu lakapla anılan dedesine
nisbet edilen İbn Dakîkul‘Îd “İbn Dakîk”,78 Abdülaziz b. Bâz “Abdülaziz Bâz”,79 Süleyman
65
66
67
68
69
70
71
72
73
74
75
76
77
78
79
120
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 38.
Ziriklî, el-A‘lâm, I, 148.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 16.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 56-7.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 77.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 88.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 36.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 44.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 68.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 108.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 108.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 143.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 143.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 61.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 62.
Hadis Şerh Geleneğinde Hâşiye ve Ta‘lîkalar Adlı Eser Üzerine
eş-Şâzekûnî “Süleyman b. eş-Şâzekûni”,80 Muhammed b. Müsennâ “Muhammed el-Müsennâ”,81 Abdân “İbn Abdân”82 şeklinde hatalı yazılmıştır. Aynı şekilde kitapta nisbelerle ilgili
yazım yanlışları da görülür. Söz gelimi Nânotevî “Nânûtvî”,83 Hasîrî “Husayrî”,84 Tîbî “Tayyibî”,85 Mudurnî “Medrânî”86 şeklinde hatalı yazılmıştır. Yemen’de bir bölge ismi olan Hudeyde ise “Hadîde” şeklinde hatalı yazılmıştır.87
Eser isimlerinin yazımında da bazı hatalar görülür. Söz gelimi el-‘Arfu’ş-şezî “el-Urfu’şezî”,88 Şüzûru’z-zeheb “Şürûzu’z-zeheb”,89 Mâ yelîku min halli’l-lugati ve şerhi’l-müşkilâti
“Mâ Yelîku bi Halli’ş-Lugati ve Şerhi’l-Müşkilât”,90 es-Sünenü’l-kübrâ “Sünenü’l-kübrâ”,91
el-Câmi‘u’s-sagîr “Camiu’s-sagîr”,92 İkmâlu İkmâli’l-Mu‘lim “İkmâlu İkmâlu’l-mu’lim”,93 Islâhu İbni’s-Salâh “Islâhu İbnu’s-Salâh”,94 Mukaddimetu İbni’s-Salâh “Mukaddimetu İbnu’s-Salâh”95 şeklinde hatalı yazılmıştır.
Kitapta bir eksiklik olarak değerlendirilebilecek son husus, okuyucunun kitaptan istifadesini kolaylaştıracak bir dizin bölümünün olmamasıdır. Zira pek çok müellif ve eser adı
içeren kitap, bu hâliyle okuyucunun aradığı bilgiyi bulması için elverişli değildir. Bununla
birlikte tüm eksikliklerine rağmen Engin’in bu çalışmasının, daha önce araştırılmamış bir
konuyu gündeme taşıması açısından hadis araştırmalarına orijinal bir katkı sunduğu söylenmelidir.
80
81
82
83
84
85
86
87
88
89
90
91
92
93
94
95
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 106.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 106.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 108.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 41.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 43.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 55.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 85.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 41.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 73.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 15.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 46.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 51.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 77.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 76.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 79.
Engin, Hâşiye ve Ta‘lîkalar, s. 79.
121
Ayşe GÜLER
Kaynaklar
Efendioğlu, Mehmet. “Şerh.” DİA. XXXVIII, 559-60.
Engin, Sezai. “Hadis Literatüründe Hâşiyeler: Nuhbetül-fiker ve Nüzhetün-nazar Üzerine Yapılan Hâşiye
Çalışmaları Bibliyografyası.” Hadis ve Siyer Araştırmaları. 2015, I, sy.1, s. 76-98.
----------. “Medrese Eğitimine Entelektüel Bir Katkı: Şerh ve Hâşiye Yazıcılığı-Hadis İlmi Özelinde Bir
İnceleme.” Uluslararası Osmanlı Medreseleri Sempozyumu (Eğitim, Yönetim ve Finans). 2017.
----------. “Osmanlı Dönemi Medreselerinde Hadis Eğitimine Entelektüel Bir Katkı: Şerh ve Hâşiye
Yazıcılığı.” Marife. 2017, XVII, sy. 2, s. 257-269.
Gürkan, Menderes. “Zerkeşî.” DİA. XLIV, 289-293.
el-Habeşî, Abdullah Muhammed. Câmi‘u’ş-şurûh ve’l-havâşî. Abudabi: el-Mecma‘u’s-Sekâfî, 1425/2004.
İbn Gâzî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Gâzî. İrşâdü’l-lebîb ilâ makâsıdı hadîsi’l-habîb. y.y.,
Vizâretü’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’l-İslâmiyye, 1409/1989.
İbn Hacer, Ebü’l-Fazl Şihâbüddîn Ahmed b. Ali b. Muhammed el-Askalânî. en-Nüket alâ Sahîhi’l-Buhârî
ve yelîhi et-Tecrîd ale’t-Tenkîh (nşr. Ebü’l-Velîd Hişâm b. Ali - Ebû Temîm Nadir Mustafa). Kahire: elMektebetü’l-İslâmiyye, 1426/2005.
----------. Nüzhetü’n-nazar fî tavdîhi Nuhbetü’l-fiker fî mustalahi ehli’l-eser (nşr. Muhammed Murâbî).
Beyrut: Dâru İbn Kesîr, 1438/2017.
İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî. Sünenü İbn Mâce (nşr. Halîl Me’mûn Şîha). Beyrut:
Dâru’l-Ma‘rife, 1416/1996.
Kâtib Çelebi, Mustafa b. Abdullah. Keşfü’z-zunûn ‘an esâmi’l-kütüb ve’l-fünûn. Beyrut: Dâru İhyâi’t-Turâsi’lArabî, t.y.
Kehhâle, Ömer Rıza. Mu‘cemü’l-müellifîn: Terâcimü musannifi’l-kütübi’l-‘Arabiyye. Beyrut: Mektebetü’lMüsennâ, 1987-1905.
Maden, Şükrü. Tefsirde Hâşiye Geleneği ve Hâşiyetü Muhyiddin Şeyhzâde Âlâ Tefsîri’l-Kâdî el-Beyzâvî Örneği
(doktora tezi, 2013). Marmara Üniversitesi SBE.
Makdisi, George. Ortaçağ’da Yüksek Öğretim: İslâm Dünyası ve Hıristiyan Batı (trc. Ali Hakan Çavuşoğlu –
Tuncay Başoğlu). İstanbul: Klasik Yayınları, 2012.
Moğultay b. Kılıç. el-İ‘lâm bi sünnetihi aleyhi’s-selâm şerhu Süneni İbn Mâce el-imâm. Dimyat: Mektebetü İbn
Abbâs, 1427/2007; Riyad: Dâru Künûzi İşbiliyâ, 1434/2013.
Mollaibrahimoğlu, Cemil Cahit. Ta’lîkatü’l-Kârî alâ Sülâsiyyâti’l-Buhâri Adlı Eserin Edisyon Kritiği (yüksek
lisans, 2010). Marmara Üniversitesi SBE.
es-Selmî, Abdullah b. Uvaykil. “el-Mutûn ve’ş-şurûh ve’l-havâşî ve’takrîrât fi’t-te’lîfi’n-nahvî.” Mecelletü’lAhmediyye, 1420/1999, sy. 4, s. 245-273.
Sıbt İbnü’l-Acemî, el-Havâşî alâ Süneni İbn Mâce (nşr. Fâzıl b. Halef el-Hummâde er-Rakî). Riyad: Dâru
Atlas el-Hadara, 1438/2017.
es-Süyûtî, Ebü’l-Fazl Celâleddin Abdurrahman b. Ebî Bekir. Tuhfetü’l-ebrâr bi nüketi’l-Ezkâr li’n-Nevevî.
Beyrut: Müessesetü Nâdir, 1990.
Şensoy, Sedat. “Şerh.” DİA. XXXVIII, 555-58.
et-Tinbüktî, Ahmed Bâbâ. Neylü’l-ibtihâc bi tatrîzi’d-Dîbâc (nşr. Abdülhamîd Abdullah el-Herâme). Trablus:
Dâru’l-Kâtib, 2000.
Useymin, Muhammed b. Sâlih. et-Ta‘lîk alâ Sahîhi Müslim. Riyad: Mektebetü’r-Rüşd, 1435/2014.
ez-Zerkeşî, Ebû Abdullah Bedrüddîn Muhammed b. Bahadır. et-Tenkîh li elfâzi’l-Câmi‘i’s-sahîh. Riyad:
Mektebetü’r-Rüşd, 1425/2004.
ez-Ziriklî, Hayreddîn. el-A‘lâm. Beyrut: Dâru’l-İlim li’l-Melâyîn, 2002.
http://almuqbil.com/web/?action=articles_inner&show_id=1437 (erişim tarihi: 16.03.2020).
122
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi • Cilt-Sayı 58 • Haziran 2020 • ISSN 1302-4973 • ss. 123-127
DOI: 10.15370/maruifd.758414
KİTAP DEĞERLENDİRMESİ / BOOK REVIEW
Ramazan Özmen. Hanbelî Usûlcülerin Hadis Metodolojisi.
Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2018, 414 sayfa.
İsmail ÇELİK*
1
Türk akademisinde hadis alanına dair birçok eser telif edilse de bunlar arasında Hanbelîlik ile ilgili eserler yok denecek kadar azdır. Ramazan Özmen’in Hanbelî usûlcülerinin hadis metodolojilerine dair eseri, Türkiye’de Hanbelî usûlcülerinin hadis anlayışına dair ilk çalışma olma özelliğini taşır. 2004 yılında tez olarak savunulan eser, 2018 yılında kitap olarak
okuyucuya sunulmuştur. Hanbelî mezhebinin usûl anlayışıyla ilgili bazı fikirler sunması bakımından önemli olan eserin Giriş bölümünde yazar, Hanbelî mezhebinin doğuşu ve literatürünün oluşmasına, Arap ve Batılı araştırmacılar tarafından Hanbelîlik ile alakalı yapılan
çalışmalara, Birinci Bölüm’de Hanbelî usûlcülere göre mütevâtir haber ve haber-i vâhid ile ilgili konulara, İkinci Bölüm’de ise râvi ve rivayet ile ilgili bazı meselelere değinir.
Yazarın, yer yer ilginç ve anlaşılması güç bazı iddia ve ifadeleri vardır. Nitekim Giriş’te
mezhepler arasındaki farkın, “basit bir metodoloji farkı” olduğunu iki yerde tekrarlayan (s.
44, 49) yazar, metodoloji farkının gerçekten bahsettiği kadar önemsiz olup olmadığını kanıtlamaz ve bu küçük metodoloji farkının ne olduğuna değinmez. Bir başka yerde Ahmed
b. Hanbel döneminde ulemanın çoğunluğunun Mu‘tezilî olduğunu iddia edip dönemin ulemasını gruplara ayırırken farklı kavramlar kullanır. Mu‘tezilî düşünceyi benimseyenler “entelektüel aydın tipi”, geleneği savunanlar “halk tipi âlim”, Ahmed b. Hanbel ve onun gibi düşünenler de “muhafazakâr ulema” olarak betimlenir (s. 36).
Birinci Bölüm’de yazar, geniş denilebilecek bir şekilde mütevâtir ve haber-i vâhid konularını inceler. Mütevâtir kavramının nasıl oluştuğu, hadis literatürüne nasıl girdiği gibi meselelere değinilmeyip kavramın tarihî gelişiminin izi pek sürülmez. Mezkûr kısımda özellikle
Ebû Ya‘lâ’nın (ö. 458/1066) el-Udde isimli eserinden uzun tercümelerin yer aldığı ve yazarın
bu konularla ilgili çok az değerlendirmede bulunduğu belirtilmelidir (s. 139-44, 160-3, 2026). Kur’ân’ın ve klasik İslâm literatürünün çizdiği peygamber imajlarının birbirlerinden çok
farklı olduğunu iddia eden yazar ilgili literatürde peygamberin portresinin, attığı her adım
mucize olan, etrafındaki insanlara sürekli mucizeler gösteren biri olarak çizildiğini belirtir
(s. 108-9). Ancak mezkûr literatürde peygamberin sürekli mucize gösteren biri olarak tasvir
*
Doktora Öğrencisi, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı,
[email protected]
Orcid: 0000-0002-7938-9156
Geliş/Recieved: 15.02.2020
Kabul/Accepted: 20.03.2020
İsmail ÇELİK
edildiği yönündeki iddia gerçekle pek uyuşmaz. Bir başka yerde “men kezebe aleyye” hadisinin, isnâdla rivayet edildiği için mütevâtir olamayacağını, çünkü bir bilginin isnâdla rivayet
edildiği takdirde mütevâtir olmasının mümkün olmadığını iddia eder (s. 121-2). Ancak lafzen mütevâtirde isnâd şart olmasa da isnâdın olması o haberin mütevâtir olmasına engel değildir. Bir başka yerde de Muâz hadisinden kıyasla ilgili bir hususun çıkarılamayacağına delil olarak hadiste içtihad kelimesinin zikredildiğini ve kıyasın yer almadığını söyler (s. 192).
Ancak İmam Şâfiî’nin (ö. 204/820) kullanımında görüldüğü üzere1 erken dönemde kıyas
ve içtihadın eş anlamlı olarak kullanıldığını dikkate almaz. Devam eden cümlelerde yazar,
mezkûr hadisten kıyasla ilgili bir hüküm çıkmayacağına dair ise şayet kıyas kastedilmiş olsaydı içtihat yerine kıyas kelimesinin kullanılmış olması gerektiğini söyler (s. 194).
Kelvezânî’nin (ö. 510/1116) Hâricî veya Kaderî olarak itham ettiği râvilerlerle ilgili yorumunda yazar, onların Hâricî veya Kaderî olarak itham edilmelerine dair sebeplerin ortaya konulmadığı sürece bu iddianın sübjektif bir değerlendirme olarak kalacağını belirtir.
Ancak kendisi ilgili râvilerin biyografilerini kısaca aktarırken, bu iddialarla ilgili klasik dönemde zikredilen ifadelere neredeyse hiç değinmez ve Kelvezânî’nin onları neden bu şekilde
kabul ettiğine, başka Hanbelî usûlcülerinin de aynı tutum içerisinde olup olmadıklarına işaret etmez (s. 233-43).
İkinci Bölüm’de yazar, râvi ve rivayetle ilgili meseleleri ele alırken başlıklandırmada Ebû
Ya‘lâ’nın eserindeki şablona uymuş ve oradaki başlıkları eserinde incelemiş, tercüme ettiği
başlıkların altındaki ifadeleri de -muhakkik dipnotları dâhil olmak üzere- olduğu gibi Türkçeye aktarmıştır (s. 206-29, 299-302). Ebû Ya‘lâ’nın, hakkında örnek veya geniş açıklamalar
vermediği başlıklar çok kısa tutulmuş ve diğer usûlcülerin eserlerinde bu başlıkların yer alıp
almamasına temas edilmemiştir (s. 216, s. 217). Bazı başlıklar ise birbirinin tekrarı gibidir.
Örneğin “Râvîde Aranan Şartlar” başlığı altında yer alan “Âdil Olmak” ile “Cerh Ta’dîl Meseleleri” başlığı altındaki “Âdil Olduğu Bilinmeyen Kişinin Haberi” başlıkları birbirleriyle ilişkilidir.
Tedlîsle ilgili değerlendirmelerinde yazarın, müdellis râvilere karşı sert bir tutum takındığı görülür. O, Ebû Ya‘lâ ve İbnü’n-Neccâr’ı (ö. 972/1564) tedlîs hususunda “mütesâhil” oldukları için eleştirir (s. 345-6). Ancak yazar, sika olarak nitelenen râvilerin de tedlîs yaptıkları ile alakalı bir şey söylemez ve Alâî’nin (ö. 761/1359), tedlîsi beş kısma ayırarak ele
aldığını, kendisinden sonra gelen usûlcülerin de neredeyse aynı şekilde bu taksime tâbi olduklarını gözden kaçırır. Hâlbuki klasik hadis usûlüne göre tedlîs mertebelerinden sadece
birisi reddedilirken bazılarında da râvilerin tedlîs yaptıkları kişilerden sadece semâ‘larını
tasrih ettikleri rivayetleri kabul edilir.2 Dolayısıyla tedlîs yapan bir râvinin rivayetlerini hemen reddedilmesi doğru bir yaklaşım değildir.
1
2
124
Şâfiî, er-Risâle (nşr. Ahmed Muhammed Şâkir), Kahire: Matba‘atü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, 1938, s. 477.
Alâî, Câmi‘ut-tahsîl (nşr. Hamdi Abdülmecid es-Silefî), Beyrut: Âlemü’l-Kütüb, 1986, s. 113-4.
Ramazan Özmen. Hanbelî Usûlcülerin Hadis Metodolojisi
Sonuç kısmında, fıkıh usûlcülerinin, hadisle ilgili birçok noktada hadis usûlcülerinden
daha metodik ve sistematik olduklarını iddia eden yazar (s. 376), eser boyunca bu söylediğini ispatlayacak herhangi bir şey sunmaz. Üstelik bu iddianın haklılık payı da tartışmaya
açıktır. Çünkü eserde, bazı konular Hanbelî usûlcülerinin tamamı tarafından ele alınmamış
veya onlar aynı konuda farklı şeyler söylemişlerdir. Ayrıca eserinde fıkıh usûlcüleriyle hadis usûlcüleri arasındaki farklara değinmeyen Özmen’in böyle bir yargıya nasıl vardığı da bilinmemektedir. Burada yapılması beklenen işlem, fıkıh usûlcülerinin hangi konularda yenilikler getirdikleri ve ne gibi durumlarda hadis usûlcülerinden farklı düşündüklerinin ortaya
konulmasıydı. Ancak eserde, yalnızda Hanbelî fıkıh usûlcülerinin râvi ve mervî hakkındaki
görüşleri yer almaktadır. Bir başka yerde Hanbelîlerin, Hanefî ve Mu‘tezilî âlimler gibi metin tenkidine önem verdiklerini ifade eder (s. 386). Ancak eserde metin tenkidiyle ilgili herhangi bir başlık yer almaz ve metin tenkidine dair hiçbir konuya değinilmez.
Eserde birtakım teknik sorunlar da vardır. Örneğin yazarın, aynı kişilerin vefat tarihlerini
eser boyunca sık sık tekrarlamış, hatta bazı sayfalarda üç kere kaydetmiştir (s. 33, 75-6). Bazı
vefat tarihleri de yanlış verilir. Nitekim Şu‘be’nin 160 olan vefat tarihi 159 (s. 193), A‘meş’in
148 olan vefat tarihi 147 (s. 239), Saîd b. Ebû Arûbe’nin vefatı bir yerde 150 (s. 235), bir başka
yerde de 156 (s. 364), Abdülvaris b. Saîd’in 180 olan vefat tarihi 108 (s. 236), Seleme b. Küheyl’in 122 olan vefat tarihi 121 (s. 240) olarak verilir. Yazar, hakkında ihtilaf olan ve DİA’da
103 olarak tercih edilen Atâ b. Yesâr’ın vefat tarihini 94 olarak verir ve genel kanaatin de bu
şekilde olduğunu söyler (s. 234). Muhammed Ebû Zehra’nın sehven 1874 olarak verilen vefat
tarihi (s. 152) de aslında 1974’tür. Bir başka yerde “Ancak İbn Teymiye, İmam Ahmed’in oğlu
Abdullah’ın, bu sözü söyleyenin İbn Batta (ö. 387) olduğunu söyler” şeklinde bir ifade nakleder (s. 277). Fakat bu doğru bir bilgi değildir. Çünkü Abdullah b. Ahmed 290 yılında vefat etmiş, İbn Batta ise 304 yılında doğmuştur.
Hadis tahrîclerinde de yazar pek özenli değildir. Örneğin eser boyunca hadis kaynaklarına yapılan atıfların yazarın kullandığı eserlerin muhakkiklerinin dipnotlarından alındığı
görülür. Özellikle Ebû Ya‘lâ’nın eserinde muhakkiklerin vermiş olduğu dipnotlardaki hadis
tahrîclerini verirken orada yer alan kaynakların sıralamasını dahi değiştirmez ve dipnotlarda
bulunan numaraları olduğu gibi aktarır (s. 139, 170, 215, 305). Bir başka yerde de havz-ı kevserden söz ederken ilgili hadislerin tahrîcini yapmak yerine hadislerin bulunduğu eserlere
bakmak için Condordance’ı kaynak olarak gösterir (s. 122).
Yazar, şahıs isimleri ile nisbeleri genelde isabetli olarak kaydetmişse de yer yer hatalara
düşmüştür. Nitekim Attâb b. Esîd “Attâb b. Üseyd” (s. 136), Eşyem ed-Dıbâbî “Eşyem b. edDıbâbî” (s. 140), Ya‘kûb b. Ebî Seleme el-Mâcişûn “Yakub b. Seleme el-Mâcişûn ve Yakub b.
Selm el-Mâcişûn” (s. 166), Simâk “Semmâk” (s. 209, dp. 477), Rubeyyi‘ bint Mu‘avviz “Rabî’
binti Muavvez” (s. 214, dp. 503), el-Mülâî “el-Melâî” (s. 234), Saîd b. Ebî Arûbe “İbn Arûbe,
Saîb b. Ebî Arûbe, Saîd İbn Arûbe” (s. 234, 364), el-Hemdânî “el-Hemedânî” (s. 238), Vekî‘
b. el-Cerrâh b. Melîh “Veki‘ b. el-Cerrâh b. Müleyh” (s. 240), Abdil‘uzzâ “Abdil-İzzî” (s. 298),
125
İsmail ÇELİK
Rebîa b. Ebî Abdurrahman “Rabîa b. Abdurrahman” (s. 306), Abdullah b. Zeyd b. Amr elCermî “Abdullah b. Zeyd b. Ömer el-Cürmî” (s. 318, dp. 329), Ömer b. Ali b. Mukaddem
“Ömer b. Ali b. Mikdem” (s. 346), Amr b. Hikâm “Amr b. Hakkâm” (s. 351), Abdülaziz b. Ebî
Ravvâd “Abdülaziz b. Ebî Ruvvâd” (s. 355) olarak verilir. Yine Saîd b. Ebî Arûbe’nin künyesi
bir yerde Ebu’n-Nasr (s. 235), bir başka yerde de Ebu’n-Nadr (s. 364, dp. 477) olarak verilir
ki doğrusu Ebü’n-Nadr’dır.
Yazarın, yer yer tercümelerde hata veya eklemeler yaptığı da görülür. Nitekim “…bu konuda bize gelen haberlerin zayıflığından değildir” (s. 108) şeklindeki cümlede yer alan “zayıflık” ifadesi Ebû Ya‘lâ’nın metninde yer almaz. Bir başka yerde Ebû Ya‘lâ’nın, istidlalin bilgi
gerektirmesine dair zikrettiği sebeplerden dördüncüsünü yazar, “Tek kişinin haber vermesi
ve birçok kimsenin de onu kendisinden işittiğini ve onlardan hiç kimsenin de bunu inkar etmediklerini iddia etmesi” şeklinde tercüme eder (s. 161) ve ileride de Ebû Ya‘lâ’nın bir “kısır döngü” içerisine girdiğini söyler. Ancak ifade “Tek kişinin bir haber verip ve birçok kimsenin de o haberi kendisinden işittiğini iddia etmesi, onların da bunu yalanlamaması/inkâr
etmemeleri” şeklinde olmalıdır. Zira ibarede yer alan “onların da yalanlamaması” şeklindeki ifade, “işittiklerini” şeklinde başlayan cümlenin matufu değildir. Dolayısıyla tercümede
bunu, haberi verenin iddiasına dâhil etmek yanlıştır. Tercüme bu şekilde olduğu takdirde ortada bir kısır döngü olmadığı da görülecektir.
Kitabın kaynak kullanımında yer alan bazı sorunlara da değinilmelidir. Yazarın, kitabında İmam Şâfiî’den yer yer söz etmesine rağmen onun eserlerine bir işarette bulunmadığı
görülür. Ahmed b. Hanbel’in görüşlerini derleyen kişi olarak bilinen Ebû Bekir el-Hallâl’a
(ö. 311/923) eserde hiçbir atfın yer almaması da dikkat çeken bir husustur. Yine Hanbelîlikle ilgili birçok kaynak eseri tanıtmasına rağmen bu eserlerden çok azına kitabında başvurur. Ayrıca George Makdisi’nin (ö. 2002) Ibn ʻAqil: Religion and Culture in Classical Islam’ı (Edinburgh: Edinburgh University Press, 1997) ve Nimrod Hurtviz’in The Formation
of Hanbalism’i (London: Routledge Curzon, 2002) gibi önemli eserlerden de faydalanmadığı anlaşılmaktadır. Yazar, kitabın birinci bölümünde ele aldığı mütevâtir haberle ilgili telif edilen Hüseyin Hansu’ya ait Mütevâtir Haber (Van: Bilge Adam Yayınları, 2008) isimli
esere de başvurmamıştır. Yine ikincil kaynakların kullanılması ve bu eserlerin dipnotlarda
yer almasına rağmen kaynakçada bulunmaması da ayrı bir sorundur. Örneğin yazar, Cüveynî’ye (ö. 478/1085) ait bir bilgiyi Hüseyin Güleç’ten (s. 92), İbnü’l-Murtazâ’ya (ö. 840/1437)
ait bir ifadeyi Hansu’dan (s. 153), İzzet Derveze’nin (ö. 1984) bir konuyla alakalı görüşlerini
de Kırbaşoğlu’ndan (s. 289) aktarır. Ancak bu ikincil kaynaklara dipnotlarda yer verirken
kaynakçada zikretmediği de belirtilmelidir. Bir başka yerde Süyûtî’nin (ö. 911/1505) Tedrîbü’r-râvî’sindeki bir bilginin kaynağı olarak İbnü’n-Neccâr’ın eserindeki muhakkik dipnotunu gösterir (s. 368-9). Bu gibi durumlara eserde sıkça rastlanır.
Yazarın eserde net bir metot önermediği, Hanbelî usûlcülerinin hadis usûlüyle ilgili ifadelerini neredeyse birebir tercüme ederek konuları işlediği görülmektedir. Ancak böyle bir
126
Ramazan Özmen. Hanbelî Usûlcülerin Hadis Metodolojisi
çalışmada Hanbelî usûlcülerin yaşadığı zaman ve coğrafi farklılıklar dikkate alınarak mezhep içerisinde usûle dâir değişimlerin izinin sürülmesi beklenirdi. Özmen girişte, Hanbelîlik içerisinde bir damarın Ehl-i hadîs ve Şâfiîlere, diğer damarın da Ehl-i rey ve Hanefîlere
yakın olduğunu söylese de (s. 21) eser boyunca bu yakınlıklara neredeyse hiç temas etmez,
diğer mezhep ve ekollerin usûl kitaplarına başvurarak arada ne gibi farklar olduğuna değinmez ve tarihsel gelişimi de yakalayamaz. Yine Ahmed b. Hanbel’den zaman zaman birbirine
zıt görüşler geldiğine işaret eder, ancak bu görüşleri tarihlendirmez.
Yukarıda bütün zikredilen problemlere rağmen Hanbelî usûlcülerinin hadisle ilgili meseleleri ele almalarına dair müstakil bir çalışma yapılması sevindirici bir adımdır. Bununla
birlikte Hanbelî hadis anlayışının tarihî seyri, kırılma noktaları ve öncü şahsiyetlerinin daha
iyi anlaşılabilmesi için daha fazla çalışma yapılmasına ihtiyaç duyulduğu bir gerçektir.
127
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi • Cilt-Sayı 58 • Haziran 2020 • ISSN 1302-4973 • ss. 129-134
DOI: 10.15370/maruifd.758418
KİTAP DEĞERLENDİRMESİ / BOOK REVIEW
Sedat Yıldırım. Mâlikî Fakîh’i Abdullah b. Vehb’in
(v. 197/812) Hadisçiliği ve el-Câmi’ine Ait Tefsir Bölümü.
İstanbul: Hiperyayın, 2019, 288 sayfa.
Rahime KARAYİĞİT*
1
Sedat Yıldırım’ın Mâlikî Fakîh’i Abdullah b. Vehb’in (v. 197/812) Hadisçiliği ve el-Câmi’ine
Ait Tefsîr Bölümü adlı eseri, 2018 yılında savunulmuş doktora tezinin kitaplaştırılmış hâlidir.
İmam Mâlik’in fıkhî birikiminden uzun süre istifade etmiş Mısırlı fakih Abdullah b. Vehb’in hayatı ve onun el-Câmi‘ adlı eserinin “Tefsir” bölümünü konu edinen çalışma, İbn Vehb’in hayatı ve eserlerinin ele alındığı Giriş (19-65), İbn Vehb’in el-Câmi‘indeki 108 rivayetin
değerlendirildiği Birinci Bölüm (67-220), İbn Vehb’in Kütüb-i Tis‘a’ya etkisinin incelendiği
İkinci Bölüm (221-256) ve Sonuç kısmından oluşur. Eserin temel amacı, İbn Vehb’in hadis
ilmine katkılarını ortaya koyarak el-Câmi‘indeki rivayetlerle Kütüb-i Tis‘a’yı mukayese edip
İbn Vehb’in bu eserler üzerindeki etkisini tespit etmektir.
Giriş kısmında İbn Vehb’in ilmî yetkinliği, İmam Mâlik’le arasındaki yakın irtibat, fıkıh ve kıraat alanlarındaki eğitim süreci, tâbiîn tabakasından görüştüğü kimseler ve katıldığı ilim meclislerine değinilmiştir. İbn Vehb’in fakihlerle ilişkisi bağlamında onun, Mâlik
dışındaki mezhep imamlarından hadis almadığı ve İmam Şâfiî ile aynı hocadan rivayette bulunduğu belirtilir. İbn Vehb’in hadis ilmindeki konumu ve eserleri zikredildikten sonra çalışmanın merkezinde olan rivayet tefsirine dair kitabı Tefsîru’l-Kur’ân min Câmi‘ Abdullah b.
Vehb’in yazma nüshaları hakkında bilgi sunulur. Ayrıca onun Tefsîr’inde yararlandığı hocaları, eserin tertibine dair bilgiler ve son olarak onun yaşadığı dönem ile hadis yazım faaliyetlerinin geçirdiği süreç tasvir edilir.
Girişte dikkat çeken hususlardan biri, kitabın yazma nüshasındaki eksik ibarelerin çalışmanın ancak sonuç kısmında söz konusu edilmesidir (s. 261). Bu durum konuya ilişkin yapılması muhtemel değerlendirmelerin bu bölümde eksik kalması sonucunu doğurmuştur.
Öte yandan İbn Vehb’in hocalarının zikredildiği kısımda hoca-talebe ağlarına dair temel soruların sorulmadığı görülür. Ayrıca İbn Vehb’in hoca ve talebelerinin sıralandığı pasajda (s.
21) kronoloji, alfabe, hoca-talebe münasebetine dair hususlar dikkate alınmamıştır. İbn Vehb’in el-Câmi‘indeki hocalarının sıralandığı kısımda ise (s. 47-50) kronoloji esas alınmıştır.
Ancak incelenen kişinin yakın/uzak hocaları, onlarla geçirdiği zaman dilimi, hocalarından
*
Doktora Öğrencisi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Hadis Bilim Dalı,
[email protected]
Orcid No: 0000-0001-6175-8796
Geliş/Recieved: 10.02.2020
Kabul/Accepted: 20.03.2020
Rahime KARAYİĞİT
kaç rivayette bulunduğu gibi hususları dikkate alan bir taksim, hadis rivayetinin bölgesel yayılım ağlarını görme ve ulemâ hareketliliğini tespit etme imkânı verebilirdi. Keza el-Câmi‘in
meşruiyet kazanma süreci ve yayıldığı coğrafyalar konusu da bahsedilen problemden dolayı
akim kalmıştır.
Giriş bölümünün hoca-talebe münasebetine ayrılan başlığında (s. 62) “İmam Mâlik İbn
Vehb’e duyduğu güvenden ötürü İbn Vehb’den bizzat hadis rivayetinde bulunmuştur” bilgisi
verilmiş, kitabın EK-2 kısmında ise Mâlik’in Muvatta’da İbn Vehb’den rivayetinin olmadığı
belirtilmiştir. Bu durumda Mâlik’in bu rivayetleri hangi eserinde naklettiği merak konusudur. Ancak yazarın atıfta bulunduğu kaynağa başvurulduğunda Kâdî İyâz’ın, İmam Mâlik’in
İbn Vehb’den rivayet aldığını temrîz sîgasıyla naklettiği görülür.1
Bu bölümde öncelikle Kitâbü’t-Tefsîr’lerin müstakil bir kitap ya da eser olarak hadis kitaplarına ne zaman girdiği, sonraki dönem tefsir yazımına ne ölçüde kaynaklık ettiği soruları
cevaplanmalı ve metinde İbn Vehb’in el-Câmi‘inin bu bağlamdaki konumu ve hicrî 3. asırdaki tefsir yazım geleneği ile ortak ve farklı yönleri belirtilmeliydi. Ayrıca İbn Vehb’in hayatının anlatıldığı kısımla dönemin özellikleri iç içe sunulabilse müellifin yaşadığı döneme etkisi daha net bir şekilde görülebilirdi.
Çalışmanın Birinci Bölümü, eserin en hacimli ve yazarın işçiliğinin görülmesi gereken kısmıdır. Yazar burada kısmi bir metot açıklaması yapmış, ardından İbn Vehb’in eserinden seçtiği 108 rivayet ile Kütüb-i Tis‘a’daki rivayetlerin benzerlik ve farklılığını ortaya koymaya çalışmıştır. Burada senedlerin müntehâsını belirtmiş, rivayet sîgalarının hicrî 2.-3. asır
arasındaki kullanımını, sahâbî râviler arasındaki benzerlik ya da farklılığı ortaya koymayı
amaçlamıştır. Bununla birlikte hicrî 2. asırda câmi‘ türünde yazılmış bir eserin karakteristik
özelliklerini belirlemeyi hedeflemiştir. Aşağıda yazarın bu hedefleri ne ölçüde gerçekleştirdiği incelenecektir.
Yazar, Birinci Bölüm’de temsili olarak 108 rivayete yer verse de kitabın orijinaline bakıldığında üç ciltte toplam 10062 rivayet bulunduğu görülür. Elbette bir çalışmanın konu edindiği eserdeki tüm rivayetleri incelemesi beklenemez. Ancak örnek grubun seçiminde nasıl
bir yol izlendiğini bilmek her okuyucunun hakkıdır.
Yazar, İbn Vehb’in eserindeki rivayetleri incelerken her bir rivayeti Türkçe’ye çevirmiş, mukayese edilen Kütüb-i Tis‘a rivayetlerini ise Arapça vermiştir. İbarelerin bir kısmının Türkçe, bir kısmının Arapça verilmesi lafız mukayesesini güçleştirmektedir. Ayrıca verilen örneklerde sistemli bir yol izlenmemiştir. Sözgelimi Nisâ Sûresi 19. âyetin incelendiği
1
2
130
Kâdî İyâz, Tertîbü’l-Medârik ve takrîbü’l-mesâlik li-ma‘rifeti a‘lâmi mezhebi’l-Mâlik (nşr. Abdülkadir Sahravî),
Rabat: Vizâretü’l-Evkâf ve’ş-Şuûnü’l-İslâmiyye, 1982, III, 229.
Yıldırım eserinin giriş ve sonuç kısmında İbn Vehb’in 3 ciltlik kitabında 1025 rivayet bulunduğunu ifade eder (s. 40,
261). Ayrıca rivayetlerden 142’sinin Kütüb-i Tis‘a’daki rivayetlerle mana ve benzer lafızlar açısından uyum içerisinde
olduğunu belirtir (s. 261).
Sedat Yıldırım. Mâlikî Fakîh’i Abdullah b. Vehb’in (v. 197/812) Hadisçiliği ve el-Câmi’ine Ait Tefsir Bölümü
kısımda (s. 109-110), Kütüb-i Tis‘a kaynaklarında geçen Arapça ibareler atlanmıştır.3 İbn
Vehb’in eserindeki rivayet eğer uzunsa bir kısmı tercüme edilmemiştir.4 Bu durumda okuyucu, ancak İbn Vehb’in orijinal metnini açıp takip ederek bu problemden kurtulabilecektir. Örneklerin sıralanışında da İbn Vehb’in el-Câmi‘i ile Yıldırım’ın tasnifi farklılık arz eder.
Yazar, İbn Vehb’in eserindeki ale’ş-şüyûh tertip yerine mushaf tertibini tercih etmiş, fakat bu
durumu gerekçelendirmemiştir. Ayrıca el-Câmi‘de yer aldığı hâlde5 bazı sûrelere yer vermeyen çalışmada nasıl bir sınırlandırmaya gidildiği de belli değildir.
Eserde el-Câmi‘ ile Kütüb-i Tis‘a arasındaki benzerlik ve farklılıklar ortaya konulmaya
çalışılsa da bu tam olarak başarılamamıştır. Zira yazarın konu hakkındaki ifadeleri çoğu zaman herhangi bir bilgi vermeyecek şekilde müphemdir. Fâtiha Sûresinin 7. âyetiyle ilgili değerlendirmeler bu hususa örnek verilebilir:
Bu âyetle ilgili muhtelif rivâyetler nakledilmiştir. İbn Vehb’in naklettiği rivâyet, yukarıda
yapılan açıklamadan da anlaşılacağı üzere, bazı Kütüb-i Tis‘a rivâyetleri ile farklılık arz
ederken bazıları ile benzerlik arz etmektedir. İbn Vehb’e ait bu rivâyetin farklı veya benzer olmasının birçok sebebi olabilir (s. 69-70).
Yazarın bu bölüm için önerdiği ikinci husus, senedin müntehâsı açısından değerlendirilmesidir. Ancak daha Bakara Sûresi 125. âyetin yer aldığı dördüncü örnekte yazar, ortaya
koyduğu kriteri terk eder6 ve rivayetin merfûluk-mevkûfluğuna dair herhangi bir bilgilendirme yapmaz. Ayrıca râvilerle ilgili bilgilerde birtakım hatalar da söz konusudur. Bakara
Sûresi 143. âyetin anlatıldığı rivayet buna örnek gösterilebilir. Rivayetin tebeu’t-tâbiîn tabakasından Hibbân b. Ebû Cebele’ye (ö. 122/740) ait olduğu belirtilmişse de (s. 79) râvi aslında
tâbiîn tabakasındandır.
Yıldırım’ın Birinci Bölüm’de incelediği meselelerden biri de rivayet sîgalarının kullanımıdır. Örnekler açıklanırken sîgalarla ilgili olarak “… rivayetlerin tamamı Hz. Ömer’e dayanmakta olup, haddesenâ ve ahberanâ sîgaları ile edâ edilmiştir (s. 75)” ve “Söz konusu
rivâyet ahberanî sîgası ile edâ edilmiştir (s. 95)”7 şeklinde ifadeler zikredilse de mezkûr lafızların seneddeki hangi râviye ait olduğu metinden anlaşılamamaktadır. Mesele ancak hem
el-Câmi‘ye hem de Kütüb-i Tis‘a içerisindeki ilgili kaynağa başvurulduğunda anlaşılır hâle
gelmektedir. Yazar burada İbn Vehb’in hocasından aldığı rivayet lafzını kastediyor gibidir.
3
4
5
6
7
Arapça ibarelerin atlandığı yerler için bk. s. 176-7, 184-8,198-204, 214-5.
Metindeki tercüme tasarrufları için bk. s. 109-110, 157-160, 174-5.
İbn Vehb rivayet naklettiği hâlde yazarın incelemediği sûreler şunlardır: Hûd, Tâhâ, Enbiyâ, Mü’minûn, Şuarâ,
Kasas, Rûm, Sebe’, Mü’min, Duhân, Câsiye, Muhammed, Zâriyât, Kamer, Hadîd, Mücâdele, Haşr, Saff, Münâfikûn,
Tegâbün, Tahrîm, Mülk, Hâkka, Meâric, Nûh, Cin, Müzzemmil, Müddessir, Kıyâmet, İnsân, Nâziât, Tekvîr, İnfitâr,
Mutaffifîn, Bürûc, Târık, A‘lâ, Gâşiye, Beled, Şems, Leyl, İnşirâh, Tîn, Alak, Kadr, Beyyine, Zilzâl, Âdiyât, Kâria,
Tekâsür, Asr, Hümeze, Fîl, Kureyş, Kâfirûn, Nasr, İhlâs, Felak, Nâs.
Benzer örnekler için bk. s. 92, 199.
İlgili sîgalar Yıldırım’ın metninde Arap harfleri ile verilmiştir.
131
Rahime KARAYİĞİT
Birinci Bölüm’de yazar son olarak senedlerin müntehasındaki râvileri el-Câmi‘ ve Kütüb-i Tis‘a üzerinden mukayese etmiş, hicrî 2. asra ait câmi‘ türü bir eserin karakteristik özelliklerini belirlemeye çalışmıştır. Kitapta ele alınan örneklerde Kütüb-i Tis‘a’daki sahâbî râvilerin tespiti hedeflenmişse de bazı rivayetler el-Câmi‘de mevkûf ya da maktû olarak yer alır.
Örneğin Yûnus Sûresi 64. âyetin incelendiği örnekte (s. 141-2) sahâbî râvi Ubâde b. Sâmit
ve Ebü’d-Derdâ olarak belirtilen merfû rivayet, İbn Vehb’in el-Câmi‘inde tâbiî Atâ b. Ebî Rabâh’tan nakledilir.8 Çalışmada, bu tür farklılıkların hadis tarihi bağlamında ne ifade ettiği,
hicrî 2. asırda maktû olan bir rivayetin hicrî 3. asırda merfû olarak gelmesinin ref ‘ problemi
olup olmadığı gibi meselelere ise değinilmemiştir. Kitabın bazı örneklerinde de “Yukarıda
aktardığımız Kütüb-i Tis’a rivâyetleri sahâbî olan Fatma b. Kays ve sahâbî ve tâbiînden olan
kişiler tarafından nakledilmiştir (s. 204)” gibi ifadelerle rivayetin hangi sahâbî ya da tâbiîye
nispet edildiği açıkça zikredilmemiştir.
Örneklerin kitap içerisindeki tertibi de sorunludur. Birden fazla sûredeki âyetleri, yazar
tek bir sûreyle ilgili başlık altında zikretmiştir. Nûr Sûresi 33. âyetin ele alındığı örnek şu şekildedir (s. 161):
İbn Vehb dedi ki: Bana Mesleme b. Uley, o da Mu’âviye’den o da Atâ’ b. Ebî Rebâh’tan
şöyle dediğini haber verdi: Dört şey ruhsattır. Azîmet değildir. (Râvî âyetlerde geçen
bu ruhsatların, ihramdan çıktıktan sonra avlanmak, hasta ve yolculukta oruç tutmamak, kesilip yanları üzerine düşen hayvanları yemek, Cuma namazından sonra dağılmak gibi konular olduğunu söyler. Kişinin bunları yapıp yapmamakla hür olduğunu belirtir.)
Bu rivayetteki her bir ifade farklı sûrelerdeki âyetlere delalet etse de9 yazar rivayeti yalnızca “Nûr Sûresi 33. Âyet” başlığında zikretmiştir. Ayrıca İbn Vehb’in farklı şekilde âyetleri
birleştirmesine ilişkin eserin özelliğine yönelik bir vurguda da bulunmamıştır. Rivayetin devamında Nûr Sûresi 33. âyete yer verilmiş, İbn Vehb’in naklettiği bir önceki rivayetle bunun
ilişkili olduğu “… bazı âyetlerde geçen ifâdelerin ilgili konular için emir değil ruhsat anlamı
ifâde ettiği belirtilmektedir” cümlesiyle dile getirilmiştir (s. 162). Ancak bir önceki rivayetle
ilgili açık bilgi sunulmaması yukarıdaki alıntılanan pasajdaki bilginin de Nûr Sûresi 33. âyetten bir kısım olduğunu düşündürmektedir.
İkinci Bölüm’de Yıldırım, İbn Vehb’in Kütüb-i Tis‘a müelliflerine etkisini tespit etmeyi
hedeflemiştir. Bu araştırmayla İbn Vehb’in muasırı Mâlik ile yatayda, hicrî 3. yüzyıldaki sekiz kitabın müellifiyle de dikeyde mukayesesi hedeflenmiş olmalıdır. Yazarın Buhârî ile başlayan dizimi Mâlik b. Enes ile son bulur. Her bir müellifin biyografisi verilip ardından bu
eserlerde İbn Vehb’in geçtiği isnâdlar, ilgili rivayetlerin eserlerde bulundukları konu başlıkları verilerek İbn Vehb’in mezkûr kitaplara etkisi tespit edilmeye çalışılmıştır. Yıldırım’ın bu
bölümde odaklandığı meselelerden biri de isnâdlardır. İlgili eserlerde İbn Vehb’in etkisini
8
9
132
Benzer bir örnek için bk. Yıldırım, s. 176-7.
5/el-Mâide: 2; 2/el-Bakara: 185; 22/el-Hac: 36 ve 62/el-Cuma: 10.
Sedat Yıldırım. Mâlikî Fakîh’i Abdullah b. Vehb’in (v. 197/812) Hadisçiliği ve el-Câmi’ine Ait Tefsir Bölümü
görebilmek için içerisinde İbn Vehb’in olduğu isnâdlar şu yöntemle incelenmiştir: Öncelikle Kütüb-i Tis‘a’da İbn Vehb’in bulunduğu isnâdlar sayısal açıdan incelenmiş, ardından
bu isnâdlardan ortak olanları seçilerek metinde listelenmiştir. Sözgelimi yazar ilk adımda
İbn Vehb’in Dârimî’deki rivayet sayısını (11 rivayet) “İbn Vehb’in Sünen’de Geçen Rivayetleri”10 başlığında verip ardından “es-Sünen’de Dârimî’den İbn Vehb’e Uzanan Sened Zincirleri”
başlığında bu rivayetlerin farklı senedlerini (6 sened) ele almıştır. Yazarın burada İbn Vehb’in tariklerini tespit ederek bunları Kütüb-i Tis‘a’da kaç farklı kanaldan geldiğini göstermesi
ilmî bir çabadır. Ancak mesele yazarın ifadelerindeki müphemlik sebebiyle el-Câmi‘de tahkik edildiğinde, onun ortak isnâdları bir isnâd şeklinde gruplandırarak bunları “farklı senedler” şeklinde niteleyip okurla paylaştığı görülmüştür.
İkinci Bölüm’e dair dile getirilebilecek en temel eleştirilerden biri, yazarın bir müellifin kitabında İbn Vehb rivayeti bulduğunda bunu doğrudan etkilenme olarak okura sunmasıdır. Oysaki bir müellifin bir isnâdı daha fazla kullanması onun doğrudan o kişiden
etkilendiğini göstermez. Kitap teknik özellikleri açısından da incelenebilir. Nitekim İçindekiler kısmına bakıldığında kitabın bölümleri arasında hacim bazında eşitsizlik olduğu
ve İkinci Bölüm’de Kütüb-i Tis‘a müelliflerinin kronolojik ya da alfabetik bir tasnife tâbi
tutulmadığı dikkat çeker. Yeterli bir editöryal süreçten geçmeyen eserde çokça yazım hatası vardır. Giriş kısmında dikkatsizlik sebebiyle dipnot sayısı 3 ile başlamış, ilk iki dipnot
düşmüştür. Metinde eser, râvi ve müellif isimlerindeki yanlışlıklar azımsanmayacak miktardadır. Nitekim Kitâbü’l-Vülât ve Kitâbü’l-Kudât’ın “Kitâbu’l-Vullâti ve Kitâbu’l-Kuddât” (s. 27), ed-Dibâcü’l-Müzheb’in “ed-Dibâcü’l-Mühezzeb” (s. 33), Usûlü mezhebi’ş-şîa
el-imâmiyyetü’l-isnâ aşeriyye’nin “Usûlu Mezhebi’ş-Şîya’ el-İmâmiye ve’l-İsne’l-Aşerîyye” (s.
151), Azîmâbâdî’nin “A’zîm Âbâdî” (s. 29), Miklos Muranyi’nin “Mikolos Muranyi” (s. 33),
Ömer b. Abdullah’ın “Ömer b. Abillah”( s. 43), Mahreme b. Bükeyr’in “Mahreme b. Bekîr”
(s. 47), Süfyan b. Saîd b. Mesrûk’un “Süfyan b. Saîd b. Mesrîk” (s. 47), Serî b. Yahyâ b.
İyâs’ın “es-Sarî b. Yahyâ b. İyâs” (s. 47), Berâ b. Âzib’in “Berrâ b. Â’zib” (s. 80), Fâtıma bint
Kays’ın “Fatma b. Kays (s. 203)”, Cündeb b. Süfyân’ın “Cündüb b. Süfyân” (s. 215) şeklindeki kayıtları bu tür hatalara örnek gösterilebilir.
Eserde yer yer bilgi tekrarları görülmektedir. Sözgelimi “İbn Vehb’in şeyhlerinden işittiği
rivayet sırasına göre tefsir etmesi” (s. 40, 50), “İbn Vehb’in rivayetleri işitip işitmediği” (s. 70,
77), “abdest alırken ayakların tahlil edilmesi” (s. 28, 255) meseleleri kitapta tekrar eden bilgilerdir. Aynı zamanda dipnot tekrarı olarak 118. dipnotta İbnü’l-Mülakkın’ın eserinin iki kez
alıntılanması örnek gösterilebilir.
Netice olarak hicrî 2. asır âlimlerinden İbn Vehb’in hayatı ve el-Câmi‘inin “Tefsir” bölümünün çalışıldığı bu kitap, özgün bir konu olması itibarıyla alana katkı sunmuşsa da hadis
ve diğer disiplinlerde yapılacak yeni çalışmalarla desteklenmelidir. Yazarın, kitabın yeni basımında metinde üslup birliği sağlamaya çalışarak metnin daha da iyi anlaşılmasını temin
10
Dârimî’nin eseri örneklem olarak seçilmiştir.
133
Rahime KARAYİĞİT
etmesi gereklidir. Eserde konuların ele alınış biçimi, yazarın izlediği yönteme dair bazı bilgiler Önsöz kısmında dile getirilse de Yıldırım’ın kitabın tamamına dair bir metot vazetmemesi, tezin esasına yönelik soruları metne sormaması ve temel iddiaların metinde kapalı kalması gibi sebepler, okurun tezin amaçlarını belirleyememesine yol açmaktadır. Ayrıca kitaba
erken dönem tefsir tarihine yönelik bilgiler ile İbn Vehb ve eseri üzerine kaleme alınmış son
dönem akademik çalışmaları da eklenmelidir. Mısır bölgesi âlimi olarak İbn Vehb’in rivayet
lafızlarındaki tercihi ve bunun bölge üzerinden okunması hadis alanındaki araştırmacılara
yeni ufuklar kazandırabilir.
134
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi • Cilt-Sayı 58 • Haziran 2020 • ISSN 1302-4973 • ss. 135-140
DOI: 10.15370/maruifd.758423
KİTAP DEĞERLENDİRMESİ / BOOK REVIEW
Tahsin Kazan. İbn Hacer’in Hadis Usulüne Getirdiği Yenilikler.
İstanbul: Gelenek Yayıncılık, 2018, 431 sayfa.
Ahmet Yasin DİNÇER*
1
Bir ilim dalının tarihî serüvenini sağlıklı bir şekilde takip edebilmek için dönem ve şahıs merkezli çalışmalara ihtiyaç vardır. Belli bir tarihî dönemi merkeze alarak yapılan araştırmalar incelendiğinde bilhassa Memlükler dönemiyle ilgili çalışmalarda ciddi bir artış görülmektedir. Ulusal Tez Merkezi verilerine göre son iki yılda Memlükler Devleti’yle ilgili 20
doktora ve yüksek lisans tezinin, sekizinin ilahiyat sahasına ait olması bu duruma örnektir.
Öte yandan hadis ilminde otorite kabul edilen İbn Hacer’in hadisçiliğine dair son beş yılda
sadece beş yüksek lisans ve doktora çalışması yapılmışsa da eskiye nazaran bir artış olduğu
söylenebilir. Tahsin Kazan’ın İbn Hacer’in Hadis Usulüne Getirdiği Yenilikler adıyla yayımlanan doktora tezi de İbn Hacer’in hadis usûlüne katkılarını ve onun alana dair orijinal görüşlerini incelemeyi amaçlamaktadır. Yazar, kitabın Giriş kısmında araştırmasının konusu,
amacı ve kaynaklarını belirttikten sonra özgünlük meselesi ve bu konunun diğer İslâmî ilimlerle münasebetine değinmiştir. Birinci Bölüm’de İbn Hacer’in hayatı ve özellikle şahsiyetini
şekillendiren faktörler hakkında bilgi veren Kazan, tezin ana kısmı denilebilecek İkinci Bölüm’de İbn Hacer’in hadis usûlünde diğer âlimlerden farklılaşan görüşlerini göstermeyi hedeflemiştir. Çalışma, araştırmada ulaşılan neticelerin sıralandığı bir Sonuç kısmıyla sona ermektedir.
İbn Hacer pek çok eser telif etmiş bir âlim olduğundan, şahsı ve çalışmaları da birçok
araştırmaya konu olmuştur. Bu araştırmaların hemen hepsi onun bir ya da birkaç eseri özelinde yapılmıştır. Fakat Kazan’ın çalışması, herhangi bir eseriyle sınırlamadan İbn Hacer’in
hadis usûlüne dair tüm özgün yönlerini tespit etmeyi amaçlamaktadır. Dolayısıyla bu durum
da İbn Hacer’in bütün eserlerini incelemeyi gerekli kılmaktadır. Eser kaydı barındırmaması
açısından Kazan’ın çalışması diğerlerinden ayrılmaktadır.
Öncelikle yazar, araştırmasının amacının İbn Hacer’in hadis metodolojisindeki özgünlüğünü tespit etmek olduğunu belirtir (s. 10). Fakat bu özgünlüğü nasıl tespit ettiğine dair kitap boyunca bir metot bilgilendirmesi yapmaz.
*
Öğr. Gör., Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kur'an-ı Kerim Okuma ve Kıraat İlmi Anabilim Dalı,
[email protected]
Orcid No: 0000-0001-9202-4242
Geliş/Recieved: 27.02.2020
Kabul/Accepted: 20.03.2020
Ahmet Yasin DİNÇER
Kitaptaki bir diğer ana problem, araştırmanın kilit kelimesi olan “özgünlük” hakkında
etraflı bir tanımın yapılmamasıdır. Özgünlük kavramı yazar tarafından Giriş kısmında ele
alınır (s. 65-9). Bu kısımda yazar, özgünlüğü ıslah, bidat, ihya ve tecdit gibi İslâmî ilimlerden
ziyade modern İslâm düşüncesinin terimlerini kullanarak anlatır (s. 65-6). Hâlbuki özgünlük kelimesinin sözlük anlamı verilip belli bir çerçeve çizilerek daha sonra açıklama yapılsaydı, ilgili kelimenin anlamının okuyucunun zihninde netleşmesi sağlanabilirdi. Fakat kitapta sadece özgünlüğün tanımı yerine niteliği hususunda bir tarif yapılmış (s. 73), o da bir
ilim dalının özgünlüğü bağlamında zikredilmiştir. Özgünlüğü tespit hususundaki metodik
problemlerden biri de yazarın her türlü tenkidi özgünlük olarak görmesidir (s. 10). Kazan,
geçmişe yönelik her türlü eleştiriyi ve bir şahsın kendinden önceki âlimlerden farklı bir fikir
beyan etmesini özgünlük olarak sunar. Fakat her tenkit ve farklı düşüncenin niçin özgünlük
olduğunu ya da mutlak manada özgünlüğün iyi olup olmadığını eserinde tartışmaz.
Kaynak kullanımı hususunda kitapta büyük eksiklikler görülür. Öncelikle yazar araştırmasının kaynaklarını verirken Türkiye ve Arap dünyasında yapılan çalışmaları uzun bir liste
hâlinde bir kronoloji ya da belli bir tertip göz etmeksizin art arda sıralar (s. 13-64). Fakat bu
çalışmaların metodu, içeriği ya da kendi araştırmasının bunlardan ayrılan yönü hakkında
bilgilendirme yapmaz. Bu nedenle ilgili liste işlevsizdir. Ayrıca Arap dünyasında yapılan 123
tez isim isim sıralanırken Türkiye’de yapıldığı söylenen 17 çalışmanın sadece 9’u zikredilmiştir. Yazar ilgisini Arapça çalışmalara olduğu kadar Türkçe çalışmalara yöneltmemiş gibidir. Zira Halit Özkan’ın Memlüklerin Son Asrında Hadis adlı çalışması gibi konuyla ilgili olan
pek çok eserden habersiz görünmektedir. Bu eser dikkatlice incelenseydi, ilgili yerde dönemin siyasî hayatı hakkında daha iyi bir sunum yapılabilirdi. Yazarın İbn Hacer’le ilgili sadece
tezleri kaynak olarak kullanıp tezlerden bağımsız olarak yazılan kitaplardan bahsetmemesi
de bir diğer eksikliktir.
Araştırmanın kaynakları kısmında İbn Hacer’in istifade edilen eserleri (s. 16) literatürle ilgili diğer bölümlerde olduğu gibi gelişigüzel sıralanmıştır. Hâlbuki İbn Hacer’le ilgili
doktora düzeyinde kaleme alınan bir araştırmada onun eserlerinin kronolojik olarak ya da
araştırmacının takip ettiği bir metotla sunulması beklenirdi. Ayrıca gerek İbn Hacer’in gerekse onun dışındaki âlimlerin zikredilen eserlerinden ne cihetle istifade edildiği da açıklanmaz (s. 16-7). Bunun neticesinde akla, kitabın içerisinde tekrar İbn Hacer’in eserlerinin
sunulmasının ne gibi bir fayda sağlayacağı sorusu gelmektedir (s. 125-46). Araştırmanın
kaynaklarıyla ilgili bir diğer problem el-Mektebetü’ş-Şâmile adlı programın, çalışmaya nasıl kaynaklık ettiği sorunudur. Adı geçen program elbette ki İslâmî ilimler konusunda araştırma yapanların vazgeçilmez bir aracıdır fakat burada kullanılan eserlerin isimleri, özellikleri ve bu kitaplardan ne şekilde, hangi metotla istifade edildiği belirtilmelidir. Sonuç
olarak araştırmanın kaynakları kısmında özellikle Türkçe ve çağdaş bazı çalışmaların isimlerine yer verilmemesi ve verilen kaynaklardan da hangi açılardan yararlanıldığının belirtilmemesi önemli bir eksikliktir.
136
Tahsin Kazan. İbn Hacer’in Hadis Usulüne Getirdiği Yenilikler
Kaynaklar konusunda değinilmesi gereken önemli bir hata, İbn Hacer’in ricâl ilmi açısından değerlendirildiği bölümde görülür. Yazar, Beşşâr Avvâd Ma‘rûf ve Şuayb el-Arnaût’a
ait olan Tahrîru Takrîbi’t-Tehzîb’i İbn Hacer’in eseri zannetmektedir (s. 175, dp. 429). Dipnota bakıldığında yazar tarafından görüldüğü anlaşılan eserin hem metinde hem de dipnotta
İbn Hacer’e atfedilmesi ciddi bir hatadır.
Birinci Bölüm’de İbn Hacer’in hayatı uzunca anlatılır. Ancak onun hadis usûlüne getirdiği yenilikleri tespit etmeyi hedefleyen bir araştırmada böylesine uzun bir biyografik anlatı
yerine tahlile ağırlık verilmesi daha verimli olabilirdi. Yazara göre hemen her şey İbn Hacer’in özgün olmasına bir vesile ise de bahsettiği olaylarla İbn Hacer’in özgünlüğü arasında
irtibatlar kuramamıştır. Örneğin yazar, İbn Hacer’in devrin önde gelen âlimlerinden ders
almasını onun özgün olmasına vesile olarak gösterir (s. 190-1). Geleneğimizde her âlimin,
devrinin önde gelen hocalarından ders aldığı biliniyorsa da bu durumun İbn Hacer’in ya da
diğer âlimlerin özgünlüğüne nasıl katkı verdiği incelenmeliydi.
Yazar, İbn Hacer’in orijinalliğini araştırmak için hayatını uzunca ele almaktansa, Memlükler döneminde kaleme alınan belli başlı eserlerin mukaddimesini inceleyip o dönemin telif mantığını analiz ettikten sonra, özellikle Nuhbe ve Nüzhe’nin bu eserler arasındaki yerini
gösterse daha sağlıklı sonuçlar elde edebilirdi. Zira bilindiği gibi hiçbir eser sebepsiz yere kaleme alınmamakta, başka bir deyişle boşlukta doğmamaktadır. Aynı şekilde Kazan, İbn Hacer’in eserlerinde bu kitapların özellikle el yazmalarındaki tarihlerinden hareketle yazılış serüvenini takip edip bilgi verdikten sonra ilgili eserler üzerinde yapılan çalışmaların izini
sürüp okuyucuyla paylaşsa hem daha muhtasar hem de daha sağlıklı bilgiler verebilirdi. Fakat İbn Hacer’in usûle dair yazdığı bu iki eserinin ne amaçla yazıldığı sorusu bile yazar tarafından cevaplanmamaktadır. Yine yazar, İbn Hacer’in eserlerini yazdığı esnada kullandığı
kaynakları verirken bu kaynakları İbn Hacer’in mi verdiğini yahut kendisinin mi tespit ettiğini belirtmez. Dolayısıyla İbn Hacer’in bu kaynaklardan kaçına doğrudan, kaçına da dolaylı
olarak ulaştığı sorusu cevapsız kalmaktadır.
İbn Hacer’in hoca ve talebeleriyle ilişkisinin anlatıldığı yerde hoca-talebe ilişkileri yüzeysel olarak ele alınır. Yani bilgiler analiz edilmeksizin, “Hangi hocasının yanında kaç yıl
kaldı ve ondan hangi eserleri okudu?” ya da “Hangi talebesiyle kaç yıl beraber oldu?” ve “İbn
Hacer ona hangi kitapları okuttu?” gibi sorular cevapları verilmeden aktarılır. Bunun neticesinde İbn Hacer’e -eğer gerçekten özgünse- hangi hocasının orijinallik kattığı sorusunun cevabı da yoktur.
Bu bölümde yer yer anakronizme ve tarihsel hatalara da rastlanır. Mısır’ın Memlükler Dönemi’ndeki iktisadî durumu verilirken Amerika’nın o dönemin ekonomisine müdahil olduğu iddiası (s. 92) muhtemelen adı geçen ülkenin yazar tarafından verdiği kaynakta
yanlış okunması ya da çalışmasına hatalı yazmasından kaynaklanmıştır. Zira o tarihte
Amerika ülke olarak mevcut değildir. Tenûhî, İzz b. Cemâa ve Zerkeşî gibi İbn Hacer’le
görüşmesi tarihen mümkün olmayan şahısların onun hocaları arasında sayılması da tarihî
137
Ahmet Yasin DİNÇER
yanlışlara örnek verilebilir (s. 102; 116; 154. Mezkûr şahısların vefat tarihleriyle İbn Hacer’in doğum tarihini karşılaştırınız). İbn Hacer’in rihleleriyle Goldziher’in rihle görüşüne
reddiye yapılan kısım ise tartışmaya açıktır. Yazarın da aslında ilgili yerin başlangıcında
belirttiği gibi (s. 106) rihleler, Orta Çağ’da önemli seyahatlerdir. Zira bu yolla muhaddisler hadis müktesebatlarını geliştirir, daha fazla hocayla görüşüp birçok hadisi rivayet için
icazet talep eder ve âlî isnâd sahibi olurlardı. Fakat İbn Hacer’in rihleleri daha farklı hedeflere matuftu. Bu yüzden bu durum “Rihleler hicrî 3. asırda şifahi rivayetleri toplamak
için yapılan seyahatlerdir” diyen Goldziher’e reddiye olamaz. Çünkü İbn Hacer’in rihleleri
hicrî 3. asırdaki gibi geniş çaplı değildir ve o zamanki muhaddisler gibi âlî sened elde etmeyi amaçlamaz. Sonuç olarak Birinci Bölüm’de İbn Hacer’in ve o dönem ulemâsının eserlerinin makul bir kurgu çerçevesinde verilmemesi tezin ikna ediciliğini zayıflatmıştır. Zira
tahlil edilmeden aktarılan olay ve bilgiler İbn Hacer’in özgünlüğüne gerçekten katkıda bulunup bulunmadığını ispatta yeterli değildir.
Yazar, araştırmasının asıl kısmı kabul edilebilecek İkinci Bölüm’e, İbn Hacer’e kadar hadis tarihini tasvirî bir şekilde anlatarak başlar (s. 235-54). Öncelikle İbn Hacer’in hadis usûlündeki özgünlüğünü anlatmayı hedefleyen bir çalışmada Hz. Peygamber, sahâbe ve tâbiûn
döneminin hadis anlayışını anlatan başlıklar gereksizdir. Zira hadis usûlündeki gibi bir usûl
o dönemlerde mevcut değildir. Kaldı ki yazar da İbn Hacer öncesindeki dönemleri usûl açısından değil hadis tarihi bağlamında ele alarak aktarmıştır.
İkinci Bölüm’ün amacı İbn Hacer’in hadis usûlü konularında özgün olduğu yönleri
belirlemektir. Bölümün kurgusu usûl konularının başlıklar altında art arda dizilip her bir
konu başlığı altında da İbn Hacer’in ilgili ıstılahlara kendisinden önceki âlimlerden farklı
bir anlam yükleyip yüklemediği ya da onların tanımına ekleme yahut çıkarma yapıp yapmadığını göstermek şeklindedir. Kitapta çokça örnek varsa da burada yazı hacminin artmaması için bunlar zikredilmeyecektir fakat ilgili kısımdaki özgünlük iddiaları tartışılabilir niteliktedir. Örneğin maktû‘ hadis başlığının son kısmında, bilinen tanımlamaya ek
olarak İbn Hacer’in tâbiûndan sonraki nesli de bu tanım kapmasına eklediği belirtilir (s.
259). Fakat böyle bir tasarrufun neden yapıldığı hususunda bir bilgilendirme yapılmaz.
Dolayısıyla “Her şâz görüş orijinallik olarak mı kabul edilecektir?” sorusu da cevapsız kalmaktadır.
İbn Hacer’in dokuz asırlık hadis ilmi geleneğine getirdiği her tenkidin özgünlük olarak
görülmesi, İkinci Bölüm’ün hacmini gereksiz yere artmıştır. Bölümdeki ciddi hatalardan biri
de metin tenkidi meselesinin (s. 364) müellif tarafından hadis usûlü konularına dâhil edilmesidir. Yazar bu davranışı hangi ilmî gerekçeyle yaptığını açıklamaz. Dolayısıyla İbn Hacer’in hadis usûlü konularından olmayan bir meseledeki özgünlüğü çalışma konusuyla ilgili
değildir. Aynı şekilde İbn Hacer’in döneminde metin tenkidi diye bir mesele olmadığından
bu konuda özgün olduğunu iddia etmek de tutarlı görünmemektedir.
138
Tahsin Kazan. İbn Hacer’in Hadis Usulüne Getirdiği Yenilikler
İkinci Bölüm özelinde, araştırma hakkında şöyle bir genel değerlendirmede bulunulabilir: Kitaba bakıldığında İbn Hacer sanki tüm eserlerini özgün ya da orijinal olma iddiasıyla
kaleme almış, tanım ve tenkitlerini bunun için yapmıştır. Hâlbuki klasik ulemânın zihninde
ilim birikimsel olarak yani geçmiş üzerine yapılan ilavelerle ilerler. Hiçbir âlim sırf özgün olmak maksadıyla eser kaleme almaz. Dolayısıyla bu dönemdeki tartışma konuları hakkında
bilgi verildikten sonra İbn Hacer’in tanım ve itirazları bu çerçeveye oturtulsa, tez daha ikna
edici olabilirdi. Ayrıca İkinci Bölüm’de ele alınan her bir kavramda bir âlimin özgün olup olmadığı hususu müstakil olarak incelenmelidir.
Kitapta pek çok yazım hatası, üslup bozukluğu ve cümle düşüklüğü vardır. Öncelikle kitapta sıkça kullanılan “tez, tezimiz” (s. 10-1) vb. ifadeler, kitabın tez olarak savunulduktan
sonra iyi bir editöryal süreçten geçmediğini düşündürür. Zira ilgili kelimeler kitap olarak basılmadan önce düzeltilmeliydi. Yazım yanlışları konusunda dikkat çeken ilk husus özellikle
aidiyet eki olan kelimelerdeki standart problemleridir. Örneğin “siyasî, ilmî, fizikî” gibi kelimelerin yazımında bir yazım birliği yoktur (s. 14; krş. s. 83). Kitap kelimesi de yer yer “kitâp”
şeklinde yazılmıştır (s. 101, 108, 136, 144; krş. s. 34, 35, 38, 112, 128). Yine Memlükler kelimesi de “Memlûkler; Memlüklüler ve Memlükler” şeklinde üç farklı şekilde yazılmıştır (s.
87, 88, 90). Ani kip değişimlerinden kaynaklı üslup bozuklukları da yer yer akışı bozmaktadır (s. 14, 70).
Arapça kitap isimlerinin yazımında da ciddi hatalar mevcuttur. Kitaptaki s. 17-64 arasında yazılan Arapça eserlerin hemen hepsinin isimlerinin yanlış yazıldığı söylenebilir. Gerek burada, gerekse kitap boyunca yapılan en büyük hata, üzerine çalışma yapılan eserlerde
ana eser isimlerinin küçük harfle yazılmasıdır. Örneğin Fethu’l-bâri bi-şerhi sahîhi’l-Buharî
isimli eser yazılırken (s. 16) Buhârî’nin eseri büyük harfle başlamalıdır. İbn Hacer’in Tağlîku’t-ta‘lîk isimli ise neredeyse her seferinde farklı yazılmıştır (bk. s. 16, 137, 156, 181). İbnü’s-Salâh’ın meşhur eseri Ulûmu’l-hadîs de Giriş’te “Mukâddimetu İbni’s-Salâh” şeklinde
hem yanlış yazılmış hem de yanlış isimlendirilmiştir (s. 16). Ezdî’nin eserinin ismi el-Mu’telef ve’l-muhtelef değil, el-Mu’telif ve’l-muhtelif; Müslim’in eserinin adı el-Vahdân değil el-Vuhdân olmalıdır (s. 167). Zehebî’nin Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ’sı da talihsiz bir şekilde Seyru a‘lâm
şeklinde yazılmıştır (s. 169). Ayrıca İbn Hacer’in İnbâu’l-ğumr adlı eseri İnbau’l-ğamer olarak kaydedilmiştir (dp. 177).
Yer ve şahıs isimlerinin zabtında da aynı problemler görülmektedir. “Cezâyir’in Tilmisân
şehri” ifadesi “Tilimsân şehri” (s. 32), eş-Şumnî nisbesi eş-Şümünnî (s. 91, 131), İbnü’l-Mutahhirî ismi İbnü’l-Mutahhar (s. 98-9), İbn Mekûla ismi İbn Mâkûla, İbn Nükte ismi ise İbn
Nukta şeklinde düzeltilmelidir (s. 136. İbn Nukta’nın adı farklı farklı şekillerde eser boyunca
yanlış zabt edilmiştir; s. 109, 161, 163, 168).
139
Ahmet Yasin DİNÇER
Eserde hatalı vefat tarihlerine de rastlanmaktadır. Nitekim Halîl’in vefat tarihi m. 787
değil 791, er-Râfiî’nin vefatı 585/1189 değil 623/1226 (s. 49), Süyûtî’nin vefat tarihi m. 1005
değil 1505 (s. 83), Şümünnî’nin vefat tarihi 805/1404 değil 872/1468, İbn Tağriberdî’nin vefat tarihi 884 değil 874, İbn Hazm’ın vefat tarihi 270/884 değil 456/1064 (s. 100), İbn Hacer’in
vefat tarihi ise 850 değil 852 olmalıdır (s. 135).
Son olarak kitapta 28, 29, 63, 426 ve 427. sayfaların baskı esnasında boş olarak çıktığı da
belirtilmelidir.
Kazan’ın İbn Hacer’in hadis usûlüne getirdiği yenilikleri tespit etmeyi hedefleyen araştırması, mezkûr sebeplerden dolayı özgünlük iddiasını ispat açısından yetersizdir. Çok fazla
yazım ve tarih yanlışının olması da eserden istifadeyi zorlaştırmaktadır. İbn Hacer etrafındaki çağdaş Arapça literatürü görme imkânı veren kitabın bahsi geçen ve burada yer verilemeyen hatalar düzeltilerek yeniden neşri düşünülmelidir.
140
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi • Cilt-Sayı 58 • Haziran 2020 • ISSN 1302-4973 • ss. 141-146
DOI: 10.15370/maruifd.758425
KİTAP DEĞERLENDİRMESİ / BOOK REVIEW
Adnan Demircan. İslâm Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi.
İstanbul: Beyan Yayınları, 2016, 367 sayfa.
Abdullah METİN*
1
İslâm tarihiyle ilgili muhtelif çalışmalarıyla tanınan Adnan Demircan’ın bu eseri, bir giriş, iki ana bölüm, bibliyografya ve indeksten oluşmaktadır. Yazar bu çalışmasında, İslâm tarihinde “ikinci fitne dönemi” olarak isimlendirilen zaman diliminde yaşanan siyasi olayları
incelemiş, kitabın amacının bu dönemde yaşayan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in hayatları ve
siyasi mücadelelerinin aydınlatılması olduğunu belirtmiştir. Yazar, Ehl-i beyt’in en önemli
simalarından Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in hayatlarının Sünnîler ve Şiîler için önem arz ettiğini, dolayısıyla hayatlarının “efsane duvarlarıyla örülerek tanınamaz hâle getirildiğini” belirtir. Giriş kısmında bu minval üzere araştırmanın konusu ve kaynakları üzerine durulmaktadır (s. 20-4).
Kitabın birinci bölümü, “Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Hz. Hasan”
başlığını taşır (s. 24-95). Bu bölüm, Hz. Hasan’ın hayatı, hilafeti ve Muâviye ile anlaşması
gibi başlıklardan oluşmaktadır. Yazar, Hz. Hasan’ın manevi eğitiminin bir kısmını bizzat Hz.
Peygamber’den aldığını söyler (s. 27-8). Hz. Hasan’ın Hz. Osman’ın öldürülmesi nedeniyle
çok üzüldüğünü ve bu sebeple kimilerince, “Osmaniyye” fırkasına mensup biri olarak nitelendirildiğini bildirir (s. 30). Yazara göre Hz. Hasan bu fırkaya mensup olduğu için değil, Hz.
Osman’ın haksız yere öldürülmesi ve yaşanan fitne hadiseleri karşısında bu üzüntüyü duymuştu. Bu tespit, onun hayat anlayışıyla da örtüşmektedir.
Yazar, Hz. Ali’nin Hâricîlerin suikastı ile öldürülmesinin ardından Hz. Hasan’a halife
olarak biat edildiğini belirtip Hz. Ali’nin, oğlunun seçilmesine Hz. Ömer gibi herhangi bir
olumsuz şerh koymadığı tespitini yapar (s. 34). Hatta ona göre Hz. Ali oğlunun halife seçilmesi ihtimali karşısında sessiz kalarak bu duruma zımnen onay vermiştir. Yazar aslında Hz.
Ali’nin halifenin seçimini kamuoyuna bırakmak suretiyle oğlunun seçilmesine taraftar olduğu görüşündedir. Ancak Hz. Ali’nin oğlunun muhtemel seçimine sessiz kalması üzerinden geliştirilen bu yorum, yanlış anlaşılmalara müsaittir. “Hz. Ali, oğlunun halife seçilmesine karşı olsaydı, Hz. Ömer’in daha önce oğlunun seçilmesi için yapılan teklife karşı çıktığı
gibi karşı çıkması gerekirdi” cümlesi de bu anlaşılmaya zemin oluşturabilecek bir içeriğe
*
Yüksek Lisans Öğrencisi, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslâm Tarihi ve
Sanatları Anabilim Dalı,
[email protected]
Orcid No: 0000-0001-8042-1056
Geliş/Recieved: 07.05.2020
Kabul/Accepted: 10.06.2020
Abdullah METİN
sahiptir (s. 34). Yazarın Hz. Hasan’ın halife seçilmesi ve akabinde yaşanan olayları incelediği bu kısım, döneme ilişkin birtakım çıkarımlar içerir. Kendisine biat aldıktan sonra Muâviye’ye karşı harekete geçen Hz. Hasan’ın bu dönemde ortaya koyduğu icraatlar, Muâviye’nin
Hz. Hasan’la olan mücadelesi ve bu esnada muhaliflerini maddiyatla kazanma yöntemine
başvurması, bu tür bir siyasetin ne kadar başarılı olduğu gibi konular burada ele alınır. Yazara göre İslâm tarihinin bu döneminde meydana gelen bazı hadiseler, çoğu tarihçi tarafından tamamen kabilecilik duygusunun tezahürü olarak görülmüştür. Yazar, Hâşim oğullarından iki önemli ismin, Hz. Abbâs’ın çocukları olan Ubeydullah ve Abdullah’ın Emevî
hanedanının kurucusu Muâviye’nin lehine sonuçlanabilecek bir tavır takındıkları belirterek
bu kabule karşı çıkar. Dönemin olaylarında kabileciliğin etkisinin yadsınamayacağını fakat
ekonomik sebepler gibi başka etkenlerin de yaşanan gelişmelerde pay sahibi olduğuna dikkat
çeker (s. 42). Nitekim olaylar tamamen kabilecilik üzerinden ilerleseydi Hâşim oğullarından
olan önemli komutan ve kişiler saf değiştirmezdi. Yazarın bu konuda mücbir sebepleri dikkate alarak mutedil çıkarımlarda bulunduğu söylenebilir.
Demircan, Hz. Hasan’ın ordusunun içinde bulunan Hâricî unsurların, tahkimi kabul ettiği için küfre düştüğü düşüncesiyle Hz. Ali’ye ihanet ettikleri gibi kendisine de ihanet ettiklerini ve bunun sonucunda Hz. Hasan’ın barışa zorlandığını düşünmektedir. Bu süreçte Hz.
Hasan Muâviye ile mektuplaşmış ve anlaşma için adımlar atılmıştı. Yazara göre “iktidar mücadelesinin çirkin yüzünü gören” Hz Hasan’ın, komutan olarak tayin ettiği bir yakını tarafından terk edilmesi, barış ile ilgili düşüncelerini pekiştirmiş olmalıdır. Ayrıca Kûfelilerin
bazılarının da Muâviye ile mektuplaşmalarını görmesi ve babasına ihanet etmiş olanların
kendisine de ihanet edebileceği düşüncesi, onunla barış yapmasına etken olmuştur.
Demircan, Muâviye’nin karşısında Hz. Hasan’ın siyasi kabiliyetinin zayıf olduğu tespitini
yapar (s. 60). Bunu söylerken de Muâviye’nin câhiliye döneminden beri Mekke’de siyasetle
ilgilenen bir ailede yetiştiğini, Hz. Ömer zamanından beri Şam’da valilik yaptığını, Hz. Ali
gibi Müslümanların çoğunluğunun olurunu almış bir halifeyle mücadele ettiğini ifade eder.
Ayrıca Muâviye yaşça da Hz. Hasan’dan büyüktür ve siyasi tecrübesi ondan fazladır. Sonuçta
Hz. Hasan anlaşma yaparak çeşitli şartlar dâhilinde halifeliği Muâviye’ye devretmek durumunda kalır. Yazar, Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hasan’ın İslâm tarihinin en çalkantılı döneminde üstlendiği rolle, yıllarca devam eden iç çatışma sürecine son verdiğine vurgu yapar.
Onun yaptığı fedakârlığın, dönemin sosyal ve siyasi yapısı düşünüldüğünde çok önemli olduğunun görüleceğini belirtir. Yazar, Hz. Hasan’ın savaşın kötü sonuçlarından sorumlu olmak istemediği için barışa meyletmiş olabileceğini söyler. Bu durum Hz. Hasan’ın barışçıl
ve manevi kimliğine, akıtılacak Müslüman kanının vebalini üstüne almak istemediğine işaret etmektedir.
Demircan, Hz. Hasan’ın Muâviye’den sonra hilafet makamına kendisinin gelmesi şartıyla barışı kabul ettiği rivayetini doğru bulmamakta, anlaşmada aldığı para miktarının da
abartıldığını düşünmektedir. Hz. Hasan’ın borçları ve iaşesi, yüklendiği bazı sorumlulukları
142
Adnan Demircan. İslâm Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi
için para aldığının mutlak olduğunu söyler. Hz. Hasan’ın eşi Ca‘de tarafından öldürüldüğüne
dair rivayetlerin, hem Muâviye’yi hem de Eş‛as b. Kays’ı karalamaya yönelik bir komplo olduğunu savunur. Ümeyye oğullarının, Hz. Hasan’ın Resûlullah’ın yanına gömülmesine karşı
çıkmalarını da Emevî-Hâşimî çekişmesinin bir tezahürü sayar. Fakat Hz. Hasan’ın defin sırasında birtakım olaylar meydana gelebileceğini düşünerek kendisinin Bakî‘ mezarlığına defnedilmesini vasiyet etmesi, onun böyle bir olayda bile barışçıl kimliğine ve ileri görüşlü olduğuna delil teşkil eder.
Kitabın Hz. Hüseyin’in mücadelesinin anlatıldığı ikinci bölümü, giriş ve beş başlıktan
oluşmaktadır (s. 97-335). Yazar, ikinci bölümün giriş kısmında, İslâm tarihinin ilk döneminde meydana gelen bazı hadiselerin, tarih boyunca etkisini gösterdiği hatta bugün bile
canlılığını korumaya devam ettiği tespitini yapar. Yezîd b. Muâviye döneminde vuku bulan ve Müslümanları her dâim etkileyen Hz. Hüseyin’in öldürülmesi hadisesisini misal olarak verir.
Demircan, mevcut kaynaklar üzerinde bulunan bir takım olumsuzluklar yüzünden Emeviler dönemi hakkındaki çalışmaların objektif bir şekilde yürütülmesinin çok zor olduğu görüşündedir. Bu görüşünü temellendirirken, Emevî iktidarının en önemli düşmanları olan
Hâricîler ve Şiîlerin onlar aleyhindeki faaliyetlerini, ayrıca Abbâsî Devleti’nin Emevî kalıntılarını silme teşebbüslerini zikreder. Yazar, bugün elimizde bulunan kaynakların önemli bir
bölümünün, Şiî müellifler tarafından yazıldığını belirtir ve bu müelliflerin objektif davranmadıklarını ve kendi mezheplerinin görüşünü yansıttıklarını dile getirir. Yine bu kaynaklar
Abbâsîler zamanında yazıldığı için Emevîlere karşı Abbâsî görüşünden etkilenmiş metinler
olduğunu belirtir. Kaynaklar konusundaki bir diğer olumsuzluğun, Kerbelâ olayında olduğu
gibi râvilerin bazı tasvirlerinin rivâyetlere karıştırılması olayını gösterir. Öyle ki bazı rivayetlerin akıl sınırlarını zorladığı tespitini yapar (s. 98).
Yazar, Hz. Hüseyin’in kardeşi öldükten sonra kendisine biat edilmesi gerektiğini söyleyenlere karşı çıktığını ve Muâviye’nin iktidarı döneminde, ümmetin birliği bozulmasın diye
sessiz kaldığını hatırlatır. Muâviye’nin ilk yıllarını sessiz geçiren Hz. Hüseyin, Muâviye’nin
oğlunu veliaht ilan etmesinden sonra harekete geçmiştir. Yazara göre Muâviye, oğlunun veliahtlığına muhalefet edenlerin en çok Hicaz bölgesinden çıkacağını biliyordu. Kanaatimizce
bunun sebebi, getirmiş olduğu veliahtlık sisteminin bir geçmişinin olmamasıdır. Ayrıca bazı
sahâbîlerin ve çocuklarının hala hayatta olmaları sebebiyle, toplumu İslâmî kaygılarla yönlendirecekleri ve Muâviye’nin getirmiş olduğu yeni yönetim biçimine karşı çıkacakları kaygısıdır. Muâviye bu çekincesinden ötürü diğer bölgelerden biat aldıktan sonra hac hazırlıklarına başlayıp bölgeyi ziyaret etmiştir (s. 119). Anlaşılacağı üzere Muâviye’nin Hicâz’a
gitme nedeni, muhâcirlerin çocuklarından toplum üzerinde etkili olanlarla görüşüp, oğlu
için biat almaktır. Yazar, ashâbın çocuklarından Hüseyin b. Ali, Abdullah b. Ömer, Abdullah
b. Zübeyr ve Abdurrahman b. Ebî Bekir’in Muâviye’nin veliaht tayinine karşı çıkıp biat etmediklerini belirtir (s. 120). Ancak İbn Ömer ve İbn Abbâs, ileride Yezîd’e biat etmişlerdir.
143
Abdullah METİN
Demircan, iddialı bir çıkışla Muâviye’nin oğlunu veliaht tayin ederek ele geçirdiği iktidarı
başkalarına özellikle de Hâşimilere kaptırmak istemediği tespitini yapar. Bu tespitini temellendirirken Ümeyye Oğulları ve Hâşimîler arasında öteden beri var olan yönetim ve idare
hususundaki çekişmeleri hatırlatır.
Demircan, Hz. Hüseyin ve diğer muhaliflerin, Yezîd’in veliahtlığına karşı çıkmalarının
sosyal ve siyasi açıdan kendilerine göre meşru sebeplerinin olduğunu, bu sebeplerin en başında da Kureyşli olmalarını gerekçe gösterir. O günün siyasi koşulları düşünüldüğünde ancak bir Kureyşlinin muhalefeti gerçekçi olabilecektir. Kanaatimizce bu da asabiyet duygusunun o zamanın toplumunda ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Yezîd başa geçince
Hz. Hüseyin ve muhaliflerden valisi aracılığıyla biat almak için çok uğraşmıştır. Hz. Hüseyin’in biat etmediğini öğrenen Kûfeliler, kendisine mektup yazarak onu Kûfe’ye çağırmışlardır. Hz. Hüseyin, amcasının oğlu Müslim b. Akîl’i durumu tahkik etmesi için Kûfe’ye göndermiştir. Müslim Kûfe’ye yerleştikten sonra Hz. Hüseyin adına biatler almıştır. Daha sonra
Müslim, Yezîd’in valisinin görevlendirdiği kişilerce öldürülmüştür. Yazar, Hz. Hüseyin’in İbn
Abbâs tarafından uyarılmasına rağmen yine de Kûfe’ye gitmesini, babasının iktidara geldikten sonra oraya yönelmesine ve orada oluşan muhalefet hareketlerine bağlar. Demircan, Kûfe’nin Emeviler döneminde önemli muhalefet merkezlerinden birisi olduğunu ve bu muhalif hareketlerin de Ehl-i Beyt taraftarı olduklarını vurgular. Zaten Kûfe dışında Hz. Hüseyin’e
siyasi ve askeri yönden destek verecek başka bir şehrin o dönemde bulunmadığını savunur
(s. 170). Hz. Hüseyin tüm nasihatlere rağmen yanına Ehl-i Beyt’ini de alarak Kûfe’ye gitmeye
karar vermiş, yolda karşılaştığı şair Ferazdak kendisine “İnsanların gönlü seninle fakat kılıçları Ümmeyye Oğullarıyla beraberdir. Zafer Allah katındadır. Allah yarattıklarına dilediğini
yapar” demişti. Bu cevap, içinde bulunduğu durumu özetlemektedir. Yaşanan hadiseleri aktaran yazar, Hz. Hüseyin’in ibadetlere çok düşkün olduğu, çok cömert olduğu, bolca infakta
bulunduğunu ve Hz. Hüseyin’in kardeşine göre sert mizaçlı olduğunu, inandığı şeylerden
asla taviz vermediğini belirtir.
Demircan, Kerbela olayının Emevîlere karşı düzenlenen isyanlarda çok önemli olduğunu söyler. Ona göre Hz. Hüseyin’e karşı yapılan bu hareket, Hz. Ali taraftarlarının saflarını
sıklaştırmış ve zihinlerdeki teşeyyü‘ fikrini geliştirmiştir. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse yazar, Kerbela olayının “Şiîlik ateşinin parlamasına çok büyük oranda sebep olduğu”nu
belirtir (s. 243). Kerbela olayından sonra Hicaz bölgesindeki muhalefet hareketleri kısa sürede su yüzüne çıkmıştı. Bu bölgede Abdullah b. Hanzale ile Abdullah b. ez-Zübeyr’in isyanlarının görüldüğünden bahseden yazar, bu iki isyanın aslında Hz. Hüseyin’in intikamını
almak için değil, iktidarı ele geçirmek için çıktığı tespitini yapar (s. 244). Yazar daha sonra
meydana gelen Harre olayları sırasında Şamlıların Medine’ye girdikten sonra birtakım taşkınlıklarda bulunduklarını fakat bütün bunların rivayetlerde abartıldığının da altını çizer.
Medine’de başlayan bu olayların, o sırada Mekke’de bulunan ve daha sonra Hicaz halkının
kendisine halife olarak biat edeceği İbnü’z-Zübeyr ile bağlantılı hâle getirildiğinin ileri sürüldüğünü de hatırlatır.
144
Adnan Demircan. İslâm Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi
Yazara göre, İbnü’z-Zübeyr’in muhalefetteki konumu Hz. Hüseyin öldürülünce güçlenmiştir. Yezîd bir ordu göndererek bu muhalefet hareketini bastırmak istemiş; Mekke kuşatılmış, kuşatma sırasında Kâbe mancınıklarla dövülmüş, atılan yağlı parçalarla Kâbe’de yangın
çıkmıştır. İbnü’z-Zübeyr kuşatmanın kaldırılmasından sonra Kâbe’yi yeniden tamir ettirmiştir. Yazar, İbnü’z-Zübeyr’in Hz. Hüseyin’in öldürülmesi olayını Yezîd’in iktidarına karşı
kullandığı tespitini yapar. Demircan’ın daha sonra değindiği iki hareket, Hz. Hüseyin’in intikamını almak için mücadele etmiştir. Onun mücadelesini bayraklaştırarak Ehl-i beyt taraftarlarının desteğiyle hareket edenler, Tevvâbûn hareketi ve Muhtar es-Sekafî hareketidir.
Tevvâbûn, Hz. Hüseyin’i Kerbelâ’da yalnız bırakanların pişmanlık ve intikam duyguları üzerine kurulmuş bir harekettir. Muhtar es-Sekafî’nin Kûfe’ye hâkim olduktan sonra Hz. Hüseyin’in katilleri olarak kabul edilen, Ömer b. Sa‘d b. Ebî Vakkâs, oğlu Hafa b. Ömer’i, Şemir b.
Zi’l-Cevşen’i, Havlî b. Yezîd’i ve daha sonra Ubeydullah b. Ziyâd’ı öldürdüğünü anlatır. Burada dikkati çeken husus, her toplumsal hareketin başka bir hareketin başlangıcı ya da sonucunu olarak varlık bulduğudur.
Yazar, Muhtar’ın Hz. Hüseyin’in ölümüne karışan herkesi öldürdüğünü, ölüm korkusuyla kaçıp kurtulanların da evlerini yıktırdığını, böylece Hz. Hüseyin’e yapılan zulme, ona
benzer bir zulümle karşılık verdiğini ele alır. Ayrıca taassup ve kinin her zaman insanı yanlışlara sürüklemeye, haksızlık yapmaya açık hâle getirdiğini belirtir (s. 255). Demircan, Hz.
Hüseyin’in öldürülmesinden sonra tedavüle giren rivayetlerde abartılara ve olağan durumların dışına çıkan anlatımlara çok rastlanıldığını örneklerini vererek özellikle vurgular. Hz.
Hüseyin’in başının gömüldüğü yer konusundaki rivayetlerin hepsini tek tek inceledikten
sonra başının Şam’a götürülerek defnedilmiş olabileceği düşüncesinde olduğunu ifade eder
(s. 268).
Yazar, Hz Hüseyin’in iktidara geçmek için ayaklandığını savunur ve bu iddiasını Hz. Hüseyin’in konuşmalarında onun, hilafet konusunda kendilerinin daha çok hak sahibi olduklarını söylediğini aktararak temellendirir. Yazar, Hz. Hüseyin’in ilahi iradeye bağlı olduğunu,
bu yüzden inancı, ameli, takvası, yani bu üçlünün oluşturduğu şahsiyetinin de Yezîd’e biatını
engellediği görüşündedir. Ayrıca Yezîd’in yaşamının İslâmî esaslara uymadığı için yöneticilik yapamayacağı fikrinde olmasının kendisini bu tavra ittiğini belirtir. Yazar, Yezîd hakkındaki bazı aşırı olumsuz rivayetlerin, Emevîlere düşmanlığın sistematik hâle geldiği bir dönemde şekillendiğinin unutulmaması uyarısını yapar (s. 271).
Demircan, veliahtlık sisteminin Hz. Hüseyin’in Yezîd’e biat etmemesinin en önemli gerekçesi olduğuna dikkat çeker. Hz. Hüseyin’in ölümünden Yezîd’in sorumlu tutulup tutulamayacağı konusunu, gelen rivayetler neticesinde ayrı bir başlık altında inceleyen yazar (s.
277), Welhausen’in suçlu bulma konusundaki tavrının açık olduğunu, Hz. Hüseyin’in öldürülmesi olayını cinayet olarak kabul edersek asıl suçlunun Yezîd olduğunun açık olduğunu
söylediğini aktarır. Çünkü görevlileri oraya o göndermiştir. İbn Teymiyye’nin Yezîd’in olaylarda üstüne düşeni yapmadığı ve sonuç odaklı kazanım elde ettiği yönündeki görüşlerini de
145
Abdullah METİN
aktarır. İzzet Derveze’nin Yezîd’in Hz. Hüseyin’in katlinden sorumlu tutulamayacağı görüşünü savunduğunu da bildirir. Derveze’ye göre Yezîd, hatta valisi ve valinin görevlendirdiği
komutanlar Hz. Hüseyin’in öldürülmesi sebebiyle sorumlu değildir (s. 280 vd.). Derveze’ye
göre bu acı olayın sebebi bizzat Hz. Hüseyin’dir. Kendisi birçok kişi tarafından Kûfe’ye gitmemesi ve isyan etmemesi için uyarılmıştır. Fakat o bütün bu uyarıları dinlememiştir. Geri
dönme imkânı olduğu halde dönmeyerek savaşmayı seçmiştir. Yazara göre Derveze Hz. Hüseyin’in ailesine yapılan kötü muameleyi de kabul etmemektedir. Bütün bu rivayetleri verdikten sonra yazar, netice olarak eylemi yapma sorumluluğunu emri veren Ubeydullah b.
Ziyâd ve emri uygulayanın Ömer b. Sa‘d’a ait olduğunu, ancak baştaki idareci olarak Yezîd’in
sorumlu tutulacağı fikrini savunur. Ayrıca kılıcı sallayan ile emri verenin sorumluluğunun
aynı olmayacağını da söyler. Yezîd’in olay yerinde olmamasının onun masum olduğunu kanıtlamayacağını belirtir. Çünkü idareciler memurlarının icraatlarını paylaşmak zorundadırlar (s. 285). Yazar, Hz. Hüseyin’in İslâm hukukuna göre isyan etme durumunu sorgulamış ve
âlimlerin görüşlerine yer vererek konuya açıklık getirmeye çalışmıştır. Bu görüşlerin ardından Hz. Hüseyin’in tebaanın iktidar karşısında rahatsızlığını dile getiren biri olduğunu ve
asi olmadığını savunan yazar, Hz. Hüseyin’in öldürülmesi olayının sonucunu, Emevî Devleti’nin yıkılışının başlangıcı olarak görür.
Kitabın Ekler kısmında, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den bahseden hadisler ve Kerbelâ’da
Hz. Hüseyin’in ailesinde öldürülenlerin isimleri sunulmakta ve kitap tamamlanmaktadır.
Bilgilerin konuya yakın eserlerden alınması, kitaba hem derinlik hem de zenginlik katmıştır.
Yazar bu eserle İslâm tarihinin birinci asrında arka arkaya gelen ve Müslümanların hayatlarında derin izler bırakan hatta etkisi günümüze kadar ulaşmış olayların aydınlatılması için
çaba sarf etmiş; olayları dönemine göre, tarihçi gözüyle değerlendirerek son derece akıcı bir
üslupla, bilimsel ancak sıkıcı olmayan bir dille ele almıştır. Eser geçmişte meydana gelen ve
tarihî değeri olan hadiseleri, geri planlarını ve içinde geliştiği şartları göz ardı ederek değerlendirmemek gerektiğini göstermek açısından da başarılıdır.
146
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
Yayın Esasları
1. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi hakemli olup, yılda iki sayı yayımlanır. • 2. Dergide telif makale, metin neşri ve tercümeleri, kitap ve tez tanıtımı gibi ilmî çalışmalar, sempozyum, seminer, konferans, panel, vefeyât haber ve değerlendirmeleri yayımlanır. • 3. Metin neşri ve tercümelerine ayrılan yer,
derginin toplam sayfa sayısının 1/3’ünü geçmez. • 4. Dergiye gönderilen makaleler daha önce herhangi bir
yerde yayımlanmamış ve yayımına karar verilmemiş olmalıdır. • 5. Bir yazarın aynı sayıda telif-tercüme türünden en fazla iki çalışmasına yer verilir. • 6. Makalelerde Türkçe ve İngilizce özet (50-100 kelime) ile anahtar kelimeler (5-10 kelime) bulunmalıdır. • 7. Derginin yazı dili Türkçe olmakla beraber yabancı dilde yazılar da yayımlanabilir. • 8. Yazıların şekil ve muhteva yönünden ön incelemesi Yayın Kurulu’nca yapılır.
Gerek görüldüğünde Danışma Kurulu’nun da görüşü alınır. Yazı, sonuca göre üç hakeme gönderilir. Yazıların yayımlanabilmesi için hakem raporlarının en az ikisinin olumlu olması gerekir. Yazı, hakemlerin gerekli
görmesi halinde icap eden düzeltmeler müellifince yapıldıktan sonra yayımlanır. Değerlendirme sonuçları
yazarlara en geç üç ay içerisinde bildirilir. • 9. Yayımlanan yazıların dil, üslup ve muhteva yönünden ilmî ve
hukukî her türlü sorumluluğu yazarlarına aittir. • 10. Dergide Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi imlâ
esasları uygulanır. • 11. Dergide yer alan yazıların telif hakları saklı olup, yazılar kaynak gösterilmeden kısmen veya tamamen iktibas edilemez. • 12. Yazılar dijital kopyasıyla birlikte bir nüsha olarak Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanlığı’na teslim edilmelidir.
Publication Guidelines for
International Journal of Theological and Islamic Studies
1.International Journal of Theological and Islamic Studies (JIST) is a peer-reviewed journal published twice a
year. • 2. It is devoted to the publication of articles, editions of manuscripts and their translations, book and
dissertation reviews, as well as assessments of symposiums, seminars, conferences and panels and obituaries. • 3. The number of pages devoted to classic manuscripts and their translation should not be more than
one-third of the total page numbers of an issue. • 4. The material submitted for publication may not be previously published or accepted for publication by another publisher. • 5. One author may have at most two
pieces of work published in the same issue of the journal. • 6. Articles must be submitted with abstracts both
in Turkish and English (50-100 words) along with key words (5-10 words). • 7. The journal publishes articles in Turkish and in other languages. • 8. The editorial board peruses the submitted material with regard
to both form and content before sending it on to referees. They may also consider the views of the advisory
board. After the deliberation of the editorial board, submitted material is sent to three referees. In order for
any material to be published, at least two of the referees must approve it. The revision and improvement demanded by the referees must be implemented in order for an article to be published. Authors are informed
within three months about the decision regarding the publication of their material. • 9. Authors assume the
responsibility of the article with regard to the style, content, scholarly value and legal aspects. • 10. The style
used by the Turkiye Diyanet Vakfi Islam Ansiklopedisi (Encyclopedia of Islam) is adopted in the journal. • 11.
The material published in the journal is copyrighted; it cannot be used without proper reference. • 12. The
materials to be considered for publication should be submitted as digital copies as well as hard copies to the
International Journal of Theological and Islamic Studies (JIST), Dean’s Office.
شروط النشر لمجلة كلية اإللهيات بجامعة مرمرة
محكمة وتصدر مرتين في السنة .2 • .تقوم المجلة بنشر مقاالت
.1إن مجلة كلية اإللهيات بجامعة مرمرة مجلة
ّ
تأليفا وترجمة ،كما تقوم بنشر نصوص محققة مع ترجمتها ،والتعريف بالنشاطات العلمية من كتب وأطروحات ومؤتمرات
وندوات ومحاضرات ،وأخبار َو َفيات وتقييمات علمية .3 • .ويجب أالّ يزيد الحجم المخصص للنصوص المحققة مع
ترجمتها على ثُ ُلث حجم المجلة .4 • .ويجب أالّ يكون المقال منشورا في أية مجلة أو مقدماً للنشر في أيّة مجلة.5 • .
ال يسمح للكاتب الواحد أكثر من مقالين تأليفا كان أو ترجمة .6 • .ويجب أالّ تزيد صفحات البحث على ٣٠صفحة )
ملخص ٍ
ٍ
واف باللغة التركية
١٠,٠٠٠كلمة( بما فيها األشكال والصور والجداول والمراجع .ويجب أن يحتوي البحث على
واإلنكليزية بحدود ١٠كلمة) .7 • .لغة المجلة هي التركية ،ويمكن نشر بحوث -بحدود (١٠٠-٥٠( key words )5
كلمة) مع كلمات مفتاحية ( باللغات األجنبية األخرى .8 • .يتم فحص وتدقيق البحوث من حيث الشكل والمضمون من
ِقبل هيئة التحرير للمجلة ويرجع إلى رأي اللجنة االستشارية في حالة اللزوم .وحسب النتيجة يرسل البحث إلى ثالثة
المحك ِمين الثالثة على األقل .وفي
محكمين .وتتم الموافقة على نشر البحث عند الحصول على تقريرين إيجابيين من
ّ
ّ
ِ
حالة طلب المحكمين إجراء تصحيحات الزمة يتم نشر البحث بعد القيام بهذه التصحيحيات من قبل المؤلف .وتُب َّلغ نتائج
َ
سواء ُقبِلت للنشر ْأم لم تُقبل .المقاالت
التقييمات للمؤلفين لمدة أقصاها ثالثة أشهر .9 • .ال تُعاد األبحاث إلى أصحابها
ً
ْ
التي تنشر في المجلة تع ِبر عن آراء ُك َّتابها وجميع المسئوليات العلمية والحقوقية عليهم من حيث اللغة واألسلوب
ّ
والمضمون . 01 • .أن تراعى أسس اإلمالء المصطلح عليها في دائرة المعارف اإلسالمية التركية التابعة لوقف الديانة.
• . 11جميع حقوق التأليف لألبحاث الواردة في المجلة محفوظة ،وال يمكن االقتباس قسما أو كليا دون اإلشارة إلى
ّ
البحث الوارد في المجلة . 21 • .يتم تسليم نسخة واحدة من البحث إلى يتضمن البحث بشكله النهائي .ويجبCD ،
عمادة كلية اإللهيات بجامعة مرمرة وترفق بها نسخة إلكترونية على قرص مرن أو أن يرفق النص األصلي للترجمات.