Academia.eduAcademia.edu

Salgın Hastalıkların Sinemadaki Temsilleri

2020, Şehir ve Toplum

Salgınların sinemadaki en dikkat çekici yansımaları ise bilinçdışına taşan korkuları anlatan filmlerden ziyade salgın sonrasında yeni yaşama pratiklerinin izdüşümlerini bulabileceğimiz alegorilerdir… Bu filmler insanoğlunun kurduğu medeniyetin, bilim ve rasyonalite temelli düşünce sisteminin ve teknolojik gelişmelerin kırılgan doğasını hatırlatır. Pandemi halini alan bir salgınla birlikte insanoğlu yeniden ilkel yaşama geri döner ve güçlü olanın ayakta kaldığı; yasanın, otoritenin, hukuk kurallarının, ahlâk ve etiğin işlemediği bir dünya ile karşı karşıya kalır.

S A Y I 1 7 | E Y L Ü L - A R A L I K 2 0 2 0 | I S S N : 2 5 6 4 - 7 0 6 7 KENTSEL SAĞLIK VE COVID-19 PANDEMİSİ Sayı: 17, Eylül - Aralık 2020 ISSN: 2564-7067 İÇİNDEKİLER İMTİYAZ SAHİBİ Tahir Büyükakın (Marmara Belediyeler Birliği adına) TARİHTE SALGIN HASTALIKLAR, TOPLUMLAR VE İSLAM DÜNYASI GENEL YAYIN YÖNETMENİ M. Cemil Arslan Cem Orhan ............................................................................................................7 EDİTÖR Ezgi Küçük Çalışkan SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK, KENTSEL YAŞAM KALİTESİ VE KAMU SAĞLIĞI YARDIMCI EDİTÖRLER Samet Keskin Büşra Yılmaz Handan Türkoğlu .................................................................................................27 YAYIN KURULU Alim Arlı Burcuhan Şener Hatice Çetinlerden Ülkü Arıkboğa DANIŞMA KURULU Ahmet İçduygu Ali Yaşar Sarıbay Aslı Ceylan Öner Beşir Ayvazoğlu Bilal Eryılmaz Feridun Emecan Hasan Taşçı Kemal Sayar Korkut Tuna Ruşen Keleş Selçuk Mülayim Suphi Saatçi Tarkan Oktay Yunus Uğur SORUMLU MÜDÜR Emrehan Furkan Düzgiden MİZANPAJ Sonntag.agency Esentepe Mah. Talatpaşa Cad. Harman Sok. No: 5 Şişli / İstanbul - E-posta: [email protected] Telefon: +90 (212) 924 24 10 KAPAK İLLÜSTRASYON Ezgi Küçük Çalışkan YAYIN ARALIĞI Şehir & Toplum dergisi, Marmara Belediyeler Birliği Şehir Politikaları Merkezi tarafından yılda üç defa yayımlanmaktadır. KENT DOĞA İLİŞKİLERİNİN DÖNÜM NOKTASINDA KENTSEL SAĞLIĞI YENİDEN DÜŞÜNMEK Koray Velibeyoğlu ..............................................................................................37 SÜRDÜRÜLEBİLİR KENTSEL SU YÖNETİMİ ARACILIĞIYLA HALK SAĞLIĞINI VE REFAHINI SAĞLAMA Dzheylan Karaulan..............................................................................................47 GELECEĞİN SAĞLIKLI ŞEHİRLERİ Murat Ar .................................................................................................................57 TÜRKİYE'DE VE DÜNYADA HALK SAĞLIĞI Büşra Yılmaz, Samet Keskin ............................................................................63 AHMET SİNAN TÜRKYILMAZ İLE SÖYLEŞİ: NÜFUS, COVID-19 VE VERİ ÜZERİNE Ahmet Sinan Türkyılmaz, Röportaj: Alim Arlı, M. Cemil Arslan, Ezgi Küçük Çalışkan, Samet Keskin ............................................................73 BİR PANDEMİ (COVID-19) SÜRECİ TECRÜBESİ: KENTLERİN KIRILGANLIĞININ AZALTILMASINDA TEKNOLOJİNİN ROLÜ Nur Sinem Partigöç, Çiğdem Tarhan ............................................................89 COVID-19 SALGINININ AFET RİSKİ KAVRAMI ÇERÇEVESİNDEN İNCELEMESİ Emin Yahya Menteşe ..........................................................................................99 İLETİŞİM Tel: +90 212 402 19 00 Faks: +90 212 402 19 55 Adres: Marmara Belediyeler Birliği Ragıp Gümüşpala Cad. No:10 Eminönü 34134 Fatih / İstanbul BASKI Özgün Basım SORUNLARLA BAŞ ETME VE SÜRDÜRÜLEBİLİR DAYANIKLILIK YAKLAŞIMI Betül Ergün Konukcu .........................................................................................119 SALGIN HASTALIKLARIN SİNEMADAKİ TEMSİLLERİ Barış Saydam ........................................................................................................127 2 KENTSEL SAĞLIK VE COVID-19 PANDEMİSİ …Salgınların sinemadaki en dikkat çekici yansımaları ise bilinçdışına taşan korkuları anlatan filmlerden ziyade salgın sonrasında yeni yaşama pratiklerinin izdüşümlerini bulabileceğimiz alegorilerdir… Bu filmler insanoğlunun kurduğu medeniyetin, bilim ve rasyonalite temelli düşünce sisteminin ve teknolojik gelişmelerin kırılgan doğasını hatırlatır. Pandemi halini alan bir salgınla birlikte insanoğlu yeniden ilkel yaşama geri döner ve güçlü olanın ayakta kaldığı; yasanın, otoritenin, hukuk kurallarının, ahlâk ve etiğin işlemediği bir dünya ile karşı karşıya kalır.... 126 ŞEHİR & TOPLUM SALGIN HASTALIKLARIN SİNEMADAKİ TEMSİLLERİ B a r ı ş 7 S a y d a m * 00 yılında Avrupa’da, kendi ihtiyaçlarını karşılayabilen 25 milyon kişi varken, 1250 yılına gelindiğinde Avrupa’daki nüfus 75 milyona çıkar (Nikiforuk, 1991: 69). Nüfus üç katına çıkarken kendi ihtiyaçlarını karşılayabilen nüfus da giderek ihtiyaçlarını karşılayabilmekten yoksun bir hâle gelir. Ortaçağ’da nüfusun hızla artması ve insanların aç kalması beraberinde yeni sorunları da getirir. Nüfusu doyuracak tarım ürünlerini elde edebilmek için yeni tarım alanlarına ihtiyaç vardır. Bu doğrultuda ormanlık alanlardaki ağaçlar kesilir, bataklıklar kurutulur, dik yamaçlarda tarım yapılmaya çalışılır. Tahıl ekebilmek için hayvanların otladığı alanlar tarım alanlarına çevrilir. Bugün olduğu gibi Ortaçağ’da da kentlerde yaşayanlar tarlalardan toplanan tarım ürünlerinin en büyük tüketicileri olduğundan, ekonomi de daha çok tarım ürünlerine ve bunların ticaretine dayalıdır. Nüfus artışıyla birlikte insanlar doğayı hızla tahrip ederken, öte yandan “Küçük Buzul Çağı” denilen dönemde hava sıcakları hızla düşmekte ve tarım ürünleri bundan zarar görmektedir. Bütün bunların üst üste gelmesi insanların daha fazla alana yayılarak hayvanların yaşam alanlarına müdahaleleriyle sonuçlanır. Ortaçağ’da, özellikle XIV. yüzyılda, Avrupa’daki nüfusun büyük oranda ölümüyle sonuçlanan büyük veba salgınında önemli bir etkisi olan bu gelişmelere bakıldığında, günümüzde de benzer problemlerin benzer sonuçlara yol açtığını görürüz. 2004-2007 yılları arasında yayılan kuş gribi, 2009'daki domuz gribi, 2010'lardaki SARS virüsü salgını ve Ebola virüsü derken, 2019 yılının Aralık ayında Çin’in Vuhan kentinden başlayarak bir pandemiye dönüşen koronovirüs salgınında, insanın doğayı kendi çıkarları için dönüştürmeye çalışması ve yabani hayvanların alanlarına olan ölçüsüz müdahalesi yatar. Bu virüslerin hepsi hayvanlarda çeşitli mutasyonlara uğrayan virüslerin onların yaşama alanlarına giren insanlara bulaşması sonrasında bir salgına dönüşür. Bu virüslerin hikâyesini takip ettiğimizde vebadan beri salgın hastalıkların yayılma ve insanlara zarar verme biçimlerinin değişmediğini görürüz. * Sinema Yazarı, SİYAD Genel Sekreteri ISSN: 2564-7067 - SAYI : 17 | EYLÜL - ARALIK 2020 127 KENTSEL SAĞLIK VE COVID-19 PANDEMİSİ Ticaret yollarını takip eden gemilerle birlikte liman kentleri üzerinden şehirlere giriş yapan vebaya benzer şekilde modern yaşamı tehdit eden virüs salgınları da ulaşım ağları üzerinden hızla küreselleşerek kent yaşamı üzerinde büyük bir tehdide dönüşür. Bu yüzden de Ortaçağ’da vebayla mücadele sırasında alınan çeşitli önlemler, ilerleyen yıllarda modern şehir yaşamında da devam etmiş ve kent sağlığını gündeme getirmiştir. Veba, Ortaçağ’da insanların ve toplumların gündelik yaşam pratiklerinden kentlerin yönetilme şekillerine kadar pek çok konuda radikal değişimlerin de yaşanmasına sebep olur. Hijyen kurallarının yaygınlaşması, mimariden faydalanılarak karantina uygulamalarına göre mekânların yeniden dizayn edilmesi, kent içindeki pazar yerlerinin yerel yetkililer tarafından kontrol edilerek düzenli bir şekilde temizlenmesi, insanların yaşam alanları ile çöplerin atıldığı alanların ayrıştırılması, kanalizasyon sisteminin kurulması, liman kentlerinde ticaret gemilerinin kırk günlük karantinada tutulması (Atabek, 1977: 68) gibi vebaya yönelik alınan bir dizi önlem bugün de belediye ve yerel yönetimlerin dikkate aldığı hususlar arasındadır. Dolayısıyla pandemiye dönüşen salgınlar, diğer yanıyla insanların mevcut yaşama biçimlerinin değişmesi gerektiğini göstererek halk sağlığını ve kent sağlığını da tekrar hatırlatır. Modern şehir planlama biçimleri, insanların çevreyle sağlıklı bir iletişim kuracakları altyapı hizmetlerini ve şehir yaşamının devamını sağlayacak hijyen şartlarını oluşturmak üzerine kurulur. SALGINLA BİRLİKTE SANATIN ÖLÜMÜ KEŞFETMESİ Ortaçağ’da “kara ölüm” olarak kulaktan kulağa yayılan veba salgını, beraberinde kültürü de derinden etkilemiştir. Giovanni Boccaccio, Decameron isimli eserinde vebanın etkilediği insanları ve dönemin atmosferini çarpıcı şekilde gözler önüne serer. Boccaccio’nun Ortaçağ’da salgından 128 en çok etkilenen şehirlerden biri olan Floransa’daki gözlemlerini aktardığı eserinde, on gün boyunca anlatılan toplam yüz öykü yer alır. Vebadan kaçmak için toplanan yedi kadın ve üç erkek arasında anlatılan öyküler dönemin atmosferini betimler. Avrupa’nın pek çok kentinde olduğu gibi Floransa’da da kent içerisinde yaşayan herkes sessizce ve sinik bir biçimde ölümü beklemektedir. Ölümün hayatın tek gerçeği haline gelmesiyle birlikte insanların değer yargıları da büyük bir erozyona uğrar. Floransa’da özellikle üst sınıflar hedonist isteklerinin peşine takılır. Becchini ismi verilen alt sınıflardan oluşan erkeklerin bir araya gelmesiyle kurulan gruplar ise yağma, tecavüz ve cinayet gibi olaylarla ölümün kol gezdiği kentte kaos ve kargaşa ortamını arttırmaktadır. Decameron’daki hikâyeler günümüzde “abartılı hikâyeler” gibi düşünülmesine rağmen dönemin Floransa’sı için salgının yol açtığı bir delilik durumunu da işaretlemektedir. Geoffrey Chaucer’in Canterbury Hikâyeleri’nde de vebayla ilgili pek çok konu görmek mümkündür. Kitapta, bir hastalığın kent yaşamını ve insan hayatını nasıl köklü bir şekilde dönüştürdüğü gösterilir. Eser, Londra’ya yakın bir yerden Canterbury’deki katedralde bulunan Saint Thomas Becket Mabedi’ne doğru kutsal haç yolculuğuna çıkanların yol boyunca vakit geçirmek için birbirlerine anlattıkları hikâyelerden oluşur. Hikâyelerin ilham kaynağı ise Chaucer’in İtalya’ya yaptığı yolculuktur. Dolayısıyla Canterbury Hikâyeleri de Decameron’un geçtiği dünyaya aittir. Veba, yazarların eserlerinde çoğu zaman insanoğlunun faniliğini anlatmak için metafora dönüşür. Vebayla birlikte oluşan merkezi otorite boşluğu ekonomik, toplumsal ve ahlâki anlamda pek çok çöküşü de beraberinde getirir. Kentlerde yaşayan insanların sessizce ölümü beklemesi, ölümün hayatın merkezine geçmesine neden olur. O yüzden de ölüm imajı, sanatsal olarak altın bir ŞEHİR & TOPLUM taç giymiş ve alaycı tavrıyla sırıtan bir iskelet figürü ile kişileştirilir. Ölüm Dansı (Dance Macabre) ise bu dönemde yaygın bir tema olarak pek çok sanat eserinde karşılık bulur. Ressamların resimlerinde vebadan dolayı yatağında ölümü bekleyen hasta ve onun etrafındaki yakınlarının bulunduğu resimler dikkat çeker. Bu resimlerde hasta yakınlarının dışında odada bulunan çeşitli aziz ve ölüm figürleri de bulunur. Vatikan’daki Giovanni del Biondo’nun Kıyametin Bakiresi Azizler ve Melekler tablosunda ölümün veba salgınıyla birlikte sanatın da merkezine taşınmasını görmek mümkündür. Veba salgınından bir yıl önce Bartolomeo da Camogli’nin Madonna tasviri bütün görkemiyle öne çıkarken, veba salgınıyla birlikte Madonna tasvirinin altındaki mezarda çürüyen iskelet görüntüsü dönemin yeni gerçekliği olarak resimde karşımıza çıkar. Ölüm, böylece sanatın ve kompozisyonun da temel ölçütlerinden biri haline gelir. Sinemada da Ingmar Bergman’ın Yedinci Mühür (Det Sjunde Inseglet, 1957) isimli filmi, Ortaçağ’da vebanın yaşandığı dönem üzerinden bir alegori sunarak Ortaçağ’da çizilen ölümü ve ölüm dansını beyaz perdeye taşır. Bergman’ın tasvirleri, Lutheryan bir papaz olan babasının görev yaptığı kilisede, çocukluğunda gördüğü çizimleri taklit eder. Kara ölüm, Bergman’ın filminde de Ortaçağ’daki edebiyat eserleri ve resimler gibi bir metaforu gözle görülür hâle getirir. Ölüm, dünyadaki tek gerçektir ve insanoğlu fanidir. Filmde hayatın anlamını sorgulayan şövalye Antonius Block, ölümle karşı karşıya geldiğinde onunla bir satranç oyunu oynayarak ölümünü uzatmaya çalışır. Bu şekilde geçen sürede hayatın anlamını öğrenmeye çalışacaktır. Ortaçağ’da vebayla mücadele etmek için dine sığınanlar, kendi kendilerini kırbaçlayan Haç Kardeşliği üyeleri, cadı diye yakılan kadınlar, sefalet, yoksulluk ve delilik manzaraları Bergman’ın filminin arka planında bir tür Decameron anlatısına dönüşür. SİNEMADA SALGIN Sinemada salgınların ve ölümün temsili ise Bergman’ın filmiyle sınırlı değildir. Virüs salgınları sinemada sık sık korku ve bilimkurgu gibi türlerde karşılık bulur. Bu anlamda sinemada belki de virüs salgınını konu alan filmleri; gerçek hikâyelerin uyarlamaları, salgını bir korku filmi unsuru olarak kullanan tür filmleri ve salgından ziyade salgın sonrasını anlatan alegorik distopya anlatıları şeklinde üç ana kategori içerisinde değerlendirebiliriz. Karantina Altında (Quarantined, 1970), The Missing are Deadly (1975), Virus (1980), Veba (Carriers, 1998), Yesterday, Today, Tomorrow (1970), Tehdit (Outbreak, 1995), İspanyol Gribi (Spanish Flu: The Forgotten Fallen, 2009), Salgın (Contagion, 2011), Körfez (The Bay, 2012), Grip (Gamgi, 2013), El Limpiador (2013), 93 Days (2016) ve Virus (2019) gibi filmlerde doğrudan bir virüs salgınının başlangıcını ve sonrasında insanların salgını kontrol edebilmek için verdikleri mücadeleyi izleriz. Bu filmlerin önemli bir kısmı televizyon yapımı ve B tipi olarak adlandırılabilecek düşük bütçeli, standart konulara sahip ve geniş bir dağıtım ağıyla birlikte çok fazla seyirciye ulaşmayan yapımlardan oluşur. Virüs salgını bu anlamda, özellikle Soğuk Savaş Dönemi sırasında sıkça bilimkurgu türünde bir alegori olarak kullanılan uzaylı istilası filmlerine göre sinemada çok fazla öne çıkmaz. Belki bu doğrultuda Kenji Fukasaku’nun Sakyo Komatsu’nun romanından uyarladığı Virus filmini ayrı bir yerde tutabiliriz. Filmde virüs korkusunun o dönemde yaşanan nükleer felaket korkusuna benzer şekilde toplumsal bilinçdışına yansıyan bir semptom olarak ele alındığını görürüz. Ordu tarafından üretilen bir virüs, uçak kazası sonrasında dünyadaki bütün hayatı sona erdirir. Antartika’daki bir grup bilim insanı dışında canlı yaşamı yok olmuştur. Bu anlatı çerçevesi o dönemde arka arkaya çekilen uzaylı istilası ve zombi filmlerinde de sık sık karşılaştığımız bir 129 KENTSEL SAĞLIK VE COVID-19 PANDEMİSİ manzaradır. Bu nedenle dönemin iki süper gücü arasındaki güç mücadelesinin toplumsal ölçekte insanlarda yarattığı bilinçdışı korku ve kaygıları da hikâye üzerinden okuyabiliriz. Virüs filmleri genelde hayvanlardan insanlara geçerek kısa sürede tüm dünyayı etkisi altına alan bir hastalık üzerinden merkezi otoritenin olmadığı bir kaos ortamını anlatır. Wolfgang Petersen’in Tehdit, Steven Soderbergh’in Salgın ve Barry Levinson’ın Körfez filmleri bu anlamda bu alt türün en klasik örnekleridir. Her birinde bilimsel anlamda bir virüsün ortaya çıktıktan sonra insanlara nasıl bulaştığı, nasıl yayıldığı ve nasıl kontrol altına alınabileceğine dair bir bakış açısı yaratılır. Koronavirüs salgınından sonra tüm dünyada en çok izlenen film olan Salgın, Uzakdoğu’daki SARS virüsü nedeniyle ortaya çıkan salgından esinlenir. Hong Kong’da 2002 yılında başlayarak kısa süre sonra Çin, Tayvan, Singapur, Amerika ve Kanada gibi ülkeleri de etkisi altına alan salgında Dünya Sağlık Örgütü, Hastalık Kontrol Merkezi ve etkilenen ülkelerin işbirliği söz konusudur. O dönemde Çin hükümetine SARS konusunda danışmanlık yapan Columbia Üniversitesi Enfeksiyon ve Bağışıklık Merkezi Başkanlığı’nda çalışan virolog Prof. Dr. Ian Lipkin, aynı zamanda Salgın filminin de danışmanlarından biridir. Bu yüzden de Salgın filminde gördüğümüz olay örgüsünün önemli bir bölümü SARS virüsünün yayılımı sırasında yaşananlara dayanır. Film, Amerika’daki uluslararası şirkette çalışan bir kadının Hong Kong’a bir iş ziyaretine gitmesiyle başlar. Hong Kong’da iş görüşmesinden sonra restoranda yemek yiyen, kumarhaneye giden ve oradan da hava alanına geçen karakterin virüsle enfekte olarak virüsü tüm dünyaya bulaştırması sonrasında Dünya Sağlık Örgütü harekete geçer. Salgın filmi aynı zamanda olay örgüsü ile birlikte bize tüm dünyada salgın sırasında 130 yaşanan protokolleri de gerçekçi bir biçimde özetler. Virüs üzerinde çalışan bilim insanları ilk olarak virüsün yayılma hızını, yayılma biçimini ve bu hızla ne kadar insanı etkileyeceğine dair bir projeksiyon çizerler. Sonrasında vakaların yaşandığı bölgeler karantinaya alınır. Temasın engellenmesi, maske ve koruyucu giysilerle yapılan filyasyon süreci ve kentlere giriş çıkışların engellenmesiyle birlikte karantina kuralları uygulamaya koyulur. Sonrasında da günümüzdekine benzer şekilde aşı çalışmalarına ağırlık verilerek hayatın normale dönmesi sağlanır. Prof. Dr. Lipkin’in danışmanlığında seyirciye salgın sürecini adım adım özetleyen film, belgeselden ayrışmak için ise salgın etrafında yaşanan kaos ve kargaşa görüntüleri üzerine dramaturjisini kurar. Şu an içinde bulunduğumuz şartlarda koronavirüsün öldürücülük oranı filmdeki virüse oranla çok daha düşük olduğu için filmdeki sahneler gerçek hayatta yaşanmamış olsa da, film aslında en olumsuz manzarayı canlandırır. Filmde, marketlerin yağmalandığı, insanların birbirlerini ezdiği, karantina bölgelerindeki önlemlerin yetersiz kaldığı bir tür kıyamet anlatılır. Aynı aile içerisinde hasta olan baba ile kız arasındaki tecritten dolayı kurulamayan ilişki, olayı incelemekle görevli yetkililerin hastalanarak hayatlarını kaybetmesi, doktorların ölümü ve uluslararası şirketlerin krizden kâr elde etmeye çalışmaları gibi pek çok dramaturji unsuru da filmdeki kıyamet manzarasına eşlik eder. Özellikle filmin çevresinde kurulan, ulaşım ağıyla birlikte neredeyse tüm dünyanın bir arada yaşadığı küresel ve kapitalist kent deneyimi David Harvey’nin kenti tanımlama biçimiyle de paralellik gösterir. Harvey, dünya piyasasındaki değiş tokuşa yönelik kapitalist üretim metabolizmasından beslenen kentin, kendi sınırları içerisinde örgütlenen son derece gelişkin üretim ve dağıtım sistemi tarafından desteklendiğini belirtir. Ona göre şehir, insanlığın en yüksek başarısıdır; güç ŞEHİR & TOPLUM ve görkemi fiziksel bir peyzajda birleştirir. Ancak aynı zamanda en rezil insani yozlaşma mekânı, en şiddetli hoşnutsuzlukların paratoneri, sosyal ve politik çatışmanın da arenasıdır (Harvey, 2017: 317). Neoliberal politikalar çerçevesinde örgütlenen, uluslarüstü şirketlerin kârlılık oranları ölçüsünde ilerleyen, insan hayatından çok kâr/zarar hesaplarının ve ekonomik göstergelerin standartları belirlediği modern yaşamın çıkmazları bu yanıyla filmdeki krizi büyüten unsurlar olarak öne çıkar. Salgının çıkması, salgının adının konması ve salgına karşı alınacak tedbirlerin belirlenmesine rağmen diğer taraftan Harvey’nin sözünü ettiği “kapitalist üretim metabolizması” yapılması gerekenlerin yapılmasını engeller. Günümüzde Trump’ın başkanlığında Amerika’nın politikalarına baktığımızda, Salgın filminin öngörüsünün küreselleşen dünya ve kent yaşamının dinamikleri açısından önemli bir projeksiyon çizdiği de söylenebilir. Bilim insanlarının uyarıları ile yöneticilerin ticari kaygıları arasında sıkışan ulusların çıkmazı da bu anlamda filmin arka planında salgının ötesine geçerek günümüzdeki sistemin sıkışan noktalarına işaret eder. Salgın, hastalığın yayılımı anlamında gerçekçi bir tasvir çizerken, seyirciyi de bastırdığı ve yüzleşmekten kaçındığı korkularıyla baş başa bırakır. Filmdeki esas gerilim, filmde yaşanan sahnelerin daha önce yaşanmış olması ve yine tekrar edecek olmasını bilmemizden kaynaklanır. Koronavirüs sonrasında Financial Times gazetesine görüş bildiren Prof. Dr. Lipkin, bu dönemde yeniden filmin popüler olmasının şaşırtıcı olmadığını, SARS salgını ile günümüzdeki koronovirüs salgını arasında pek çok benzerliğin bulunduğuna işaret eder. Ancak Lipkin’in esas uyarısı, bugün yaşanan salgının benzerlerinin gelecekte de yeniden yaşanacağına ve bu salgının son salgın olmayacağına işaret etmesidir (Manson, 2020). Salgın filmi de bu anlamda süreci beyaz perdeye aktarırken, finaliyle de mutasyona uğrayarak aşının yetersiz kalacağı yeni bir virüs salgınına göz kırparak hikâyesini sonlandırır. BİLİNÇDIŞI KAYGILARIN YANSIMASI Paul Wells, korku filmlerinin tarihinin aslında XX. yüzyıldaki kaygıların da tarihi olduğundan söz eder (Wells, 2000: 3). Korku öyküleri genellikle insanların ekonomik, toplumsal, ahlâki ya da kültürel kaygılarından beslenir ve bir anlamda bunları çeşitli semptomlar olarak dışa vurur. Sinemadaki korku türü, güvensizlik ve özgüven yokluğundan kaynaklanan yaygın ruh haliyle ilintilidir. Gizli güçler, kurt adamlar, vampirler ve yaşayan ölülerle ilgili temalar kültürel kaygıya, aileye, politik liderliğe ve cinselliğe ilişkin artan kaygılara da işaret eder (Ryan ve Kellner, 2010: 263-264). Bu yüzden de korku sinemasındaki örnekleri incelerken filmlerin çekildiği dönemin konjonktürel özelliklerini de akılda tutmak gerekir. Örneğin Godzilla (Gojira, 1954) İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’daki atom bombası korkusunu, Teksas Katliamı (The Texas Chainsaw Massacre, 1974) 1970’lerde kırsal kesimde işsiz kalan işçi sınıfının bastırılmış öfkesini, Hastanede Dehşet (The Brood, 1979) 1970’lerdeki yükselen boşanma oranları ve çekirdek ailenin parçalanma kaygısını ve Cinnet (The Shining, 1980) aile içi şiddeti betimler (Cherry, 2014: 167-168). Virüs, korku filmlerinde daha çok insanları “yaşayan ölüler” haline dönüştüren, enfekte olan kişinin fiziksel özelliklerini dönüştürdüğü gibi onlarda bilinçsiz bir şekilde öldürme dürtüsü uyandıran bir tetikleyici olarak kullanılır. Nükleer felaketin, insan eliyle doğaya müdahalenin ve ülkelerin kitlesel silahlar üretmek için bilimi kullanma korkusunun ön ayak olduğu virüs kökenli korku filmlerinin en bilinen örneği George Romero’nun yönettiği zombi üçlemesidir (Night of the Living Dead, 1968; Dawn of the Dead, 1978; Day of the Dead, 1985). Zombi, Haiti’de yaygın olan “voodoo” kültürünün bir 131 KENTSEL SAĞLIK VE COVID-19 PANDEMİSİ yansımasıdır. Voodoo kültüründe öldükten sonra dirilen kişi aynı zamanda bir cadının kontrolü altına girmektedir. Bu inanış, popüler kültürde, özellikle B sınıfı korku filmlerinde, yaşayan ölü yani zombi olarak nitelik değiştirir (Şimşek, 2013: 30). Ölülerin geri dönüşü simgeselleştirme sürecindeki bir bozukluğun da alametidir. Zizek, Lacan’a referans vererek ölülerin bazı ödenmemiş simgesel borçları ödetmek üzere geri döndüklerini belirtir. Zombilerin dönüşü fiziksel yok oluştan sonra bile kalan belli bir “simgesel borcu” temsil eder (Zizek, 2013: 40). Bu alt tür içerisinde sayılabilecek 28 Gün Sonra (28 Days Later…, 2002), Ölümcül Deney (Resident Evil, 2002), 28 Hafta Sonra (28 Weeks Later, 2007), Doomsday (2008) ve Zombi Ekspresi (Train to Busan, 2016) filmlerinde virüs kaynaklı zombiye dönüşen insanların yarattığı kaos ortamı vardır. Bu filmleri okurken, bir yandan dönemin korku ve kaygılarını da dikkate almak gerekir. 28 Gün Sonra filmi Londra'daki bir araştırma merkezindeki denek maymunlarının bir grup aktivist tarafından serbest bırakılması ile çevreye ölümcül bir virüsün yayılmasını konu edinir. Virüsten etkilenen kişiler on beş saniye sonra insani özelliklerinden çıkarak saldırgan yaratıklara dönüşmektedir. Maymunlardan insanlara bulaşan virüs hızla tüm popülasyonu etkileyerek Londra’nın terk edilmiş bir kent haline gelmesine neden olur. Korku filmlerinin tipik unsurlarına yaslanan filmde, virüsün etkisi diğer tarafıyla Londra’da kent yaşamında devam eden mevcut sınıfsal farklılıkları, gelir eşitsizliğini, milliyetçi ve cinsiyetçi bakışları yeniden üretir. Beaufort Dükü’nün Manchester’ın kuzeydoğusundaki Badminton evi, Binbaşı West komutasındaki bir askeri birliğe ev sahipliği yapar. West’in komutasındakiler hastalık kapan siyahi bir askeri zincirleyerek zombilerin ne kadar sürede açlıktan öleceğini anlamaya çalışır. Herkesin birbirini öldürdüğü bir ortamda askerleri ve silahlarıyla birlikte güce sahip 132 olan West, zombiye dönüşen siyahi askere işkence yapmanın yanı sıra Jamaika asıllı Selena isimli kadını da kendisine seks kölesi olmaya zorlar. İngiltere’deki “deli dana” ve “şap” gibi hastalıklardan duyulan korkunun etkisiyle çekilen 28 Gün Sonra, virüs merkezli bir korku sineması örneği olmasına rağmen dolaylı bir şekilde sömürgecilikten kalan stereotipleri yeniden üretir. Londra gibi bir metropolde modern kent yaşamı deneyimi coğrafi ve etnik, sınıfsal ve ulusal, dinsel ve ideolojik sınırların ötesine geçen bir bütünleşme gösterir. Kozmopolit, modern ve medeni bir kent yaşamı deneyimi vaadinin altında ise parçalanmışlık ve bölünmüşlükle karşılaşırız. Marshall Berman’ın Marx’a referans vererek ifade ettiği gibi “katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği” bir evrende paradoksal bir biçimde kozmopolit görünümlerin ve vaatlerin arkasında parçalanma, mücadele, çelişki ve belirsizliklerin oluşturduğu girdaplar da yer alır (Berman, 2017: 27). Filmde gördüğümüz virüs salgınıyla birlikte saldırganlaşan insanların ters yüz ettiği medeniyet görünümleri de bize hem vaatkâr modern metropol yaşamından manzaralar sunar hem de o deneyimin kırılgan ve çelişik doğasına dikkat çeker. Bununla birlikte filmdeki neden-sonuç zincirine ve filmin oturduğu zemine dikkat edildiğinde, filmdeki virüs salgının nedeni aktivistlerin sözde korunaklı bir laboratuvara gerçekleştirdikleri vandalca saldırıdır. Bu saldırıyla birlikte Londra ve Britanya büyük bir krizle karşı karşıya kalır. Bu tür anlatılarda genel olarak saldırının gerçekleştiği ülkeler (çoğunlukla Amerika), saldırı karşısında masum, çaresiz ve neredeyse acınası bir biçimde resmedilir. Bu bakış, yukarıda bahsettiğimiz sömürgeci stereotipleri ve mevcut eşitsizlikleri eleştirmeden yeniden üretmeye neden olurken, diğer tarafıyla da hayatta kalanların (ve de devletlerin) film içerisinde yaptıkları her türlü zorbalığı, şiddeti ve bencilce davranışı da seyirci ŞEHİR & TOPLUM olarak onaylamamızı kolaylaştırır. Ella Shohat ve Robert Stam, bu tür filmlerde iki temel sömürgecilik anlatısının yeniden inşa edildiğine dikkat çeker. İlki Batılı ve beyaz karakterlerin belli bir amaca yönelik seyahat eden kişiler olarak seyahatleri esnasında düşman topraklarından geçmek için yolda karşılaştıkları kişilerin ayrıcalıklarını, haklarını ve ihtiyaçlarını yok sayma eğilimidir. Diğeri de medeniyetin çöktüğü uç noktalarda çeşitli mekânlara yapılan saldırı eylemleriyle birlikte yerli halkın kendi toprağında işgalci gibi görünmesinin sağlanmasıdır (Shohat ve Stam, 1994: 119). 28 Gün Sonra, Ölümcül Deney ve Doomsday filmleri bu anlamda basit birer korku sineması örneği gibi gözükmelerine karşın, diğer taraftan dolaylı bir biçimde anlatı içerisinde milliyetçi, cinsiyetçi ve sömürgeci dikotomileri yeniden üretirler. Bu filmlerde hem medeniyetin yok olması hem de bunun nedenleri verilir. Çöküş, modern, kozmopolit ve liberal politikalar nedeniyle yaşanmıştır. Basit bir düzlemde neden-sonuç zinciri, iyiler ve kötülerin net ayrımlarıyla gerçekleşir. Bu tür filmlerde Salgın örneğinde olduğu gibi küreselleşen dünyayı, ekonomik yapıyı ve yönetim biçimlerinin salgındaki rolünü tartışmak ve arka plan yaratmak yerine radikal bir muhafakazâr bakış açısı üzerinden net düşmanlar ve ötekiler yaratılır. Bu alt tür içerisindeki filmlerin tümünde Ortaçağ’daki veba salgınından beri anlatılagelen insan manzaralarına ve dehşet sahnelerine tanıklık ederiz. Boccaccio’nun Decameron’da bahsettiği ya da Cantenbury Hikâyeleri’ni kuşatan korku ve dehşet anları, virüsten etkilenerek zombiye dönüşen insanların yer aldığı filmlerde de tekrar eder. Kaos ve kargaşa, medeniyeti tehdit eder. Ortaçağ’da vebanın kaynağı olarak görülen ve katledilen Yahudiler gibi bu filmlerde de zombilere yönelik kitlesel katliamlar ve bilinçdışına bastırılan şiddet ve öfkenin dışa vurumu vardır. Bütün imajlar veba Salgın (Contagion, 2011) Son Umut (Children of Men, 2006) 133 KENTSEL SAĞLIK VE COVID-19 PANDEMİSİ Körlük (Blindness, 2009) yeni yaşama pratiklerinin izdüşümlerini bulabileceğimiz alegorilerdir. Son Umut (Children of Men, 2006), Ben Efsaneyim (I am Legend, 2007), Körlük (Blindness, 2008), Yol (The Road, 2009), Yeryüzündeki Son Aşk (Perfect Sense, 2011) ve Bird Box (2018) gibi filmlerde distopya hikâyeleri üzerinden bir virüs salgını sonrasında bilinen yaşamın sona ermesiyle birlikte karamsar ve karanlık yeni bir çağda yaşananlar anlatılır. Bu filmler insanoğlunun kurduğu medeniyetin, bilim ve rasyonalite temelli düşünce sisteminin ve teknolojik gelişmelerin kırılgan doğasını hatırlatır. Pandemi halini alan bir salgınla birlikte insanoğlu yeniden ilkel yaşama geri döner ve güçlü olanın ayakta kaldığı; yasanın, otoritenin, hukuk kurallarının, ahlâk ve etiğin işlemediği bir dünya ile karşı karşıya kalır. Jose Saramago’nun aynı isimli romanından uyarlanan Körlük filmi bu anlamda bahsettiğimiz anlatıları da özetlemektedir. Körlük bilinmeyen bir ülkede, bilinmeyen bir şehirde, yeşil ışığın yanmasını bekleyen bir kişide görülür ve çok hızlı bir şekilde yayılır. Nedeni bilinmemektedir. Nasıl bulaştığı da bir muammadır. Ancak karantina uygulamaları yetersiz kalır ve kısa sürede bütün dünya kör olmuştur. Hikâye, nedensiz bir hastalıkla birlikte medeniyetin çöküşünü anlatır. Devletin ve iktidar aygıtının işleyişi, bastırılan insan doğasının bir krizle birlikte ortaya çıkması ve liberal toplumların ikiyüzlülüğü hikâyeyi çevreleyen unsurlar olarak dikkat çeker. salgınından beri süregelen ölüm, hastalık ve korkunun kullanılan tanıdık ve aşina imajlarıdır. Bu anlamıyla da güncel ve modern virüs filmleri eski ve bastırılan korkuları yeniden üretir. BİR ALEGORİ OLARAK SALGIN Salgınların sinemadaki en dikkat çekici yansımaları ise bilinçdışına taşan korkuları anlatan filmlerden ziyade salgın sonrasında 134 Medeniyetin insanı kuşatıcı örtüsü kalktığında insanın kendi kendisiyle yüzleşmesi, doğrudan doğruya bir virüs ya da salgınla ilgili olmasa da Son Umut filminin de temel meselelerinden biridir. 2027 yılında geçen filmde, insanlar nedeni bilinmeyen bir şekilde kısır olmuştur. O yüzden de on sekiz senedir kimse çocuk sahibi olamaz. Ekolojik felaketler, salgın hastalıklar, savaşlar ve kıtlık gibi önlenemez sorunlar nedeniyle dünya sistemi çökmüştür; dünyada yaşayan insanların büyük bir kısmı bu yüzden göçmen olarak Britanya’ya gitmeye çalışır. Filmde, göçmenler arasında Afro-Amerikalı ŞEHİR & TOPLUM bir kadının çocuk doğurarak insanlığa yeniden bir umut olması konu edilir. Film, Saramago’nun körlük meselesini ele alışı gibi kısırlığı dünya sisteminin ve insanlığın aslında ne kadar kırılgan olduğunu göstermek için kullanılır. Buradaki kısırlık ve kısırlaşma esasında sisteme gönderme yapar. Sistem sıkışmış ve kısırlaşmıştır, ilerleyemez. Auschwitz’e gönderme yapan mültecilerin toplandığı kamplar, dikenli teller, kafesler ve ayrımcı politikalar geçmişte yaşananın gelecekte de yaşanacağına dair uğursuz bir sembol olmaktan öteye geçer. Avrupa’nın göçmenlerle ve terörle ilgili yaşadığı korkular ve sistemin çökeceğine dair endişelerle beraber sınıfsal eşitsizlik, ayrımcılık ve sömürgeleştirme söylemlerinin yeniden üretilmesine de zemin hazırlar. Ülkeler arası sınırlar, sınıfları birbirinden ayıran bariyerler ve her türlü hizmetin ayrıcalıklı insanlara uygulanması, içinde yaşadığımız toplum düzenini de sorgulatmaktadır. Filmin arka planında Lewis Mumford’ın sözünü ettiği biçimde kent yaşamıyla birlikte başlayan yeni bir tek tipliliğin beraberinde herkesi aynılaştırdığı ve çeşitliliklerin yok edildiği bir düzenle birlikte ortaya çıkan standartlaşmanın iktidar tarafından “hizaya sokulmanın” karşılığını da görürüz (Mumford, 2007: 408). Film, buna ek olarak standartlaşan yaşama biçimleri içerisinde bile gizli kalmış hiyerarşileri, yaratılan kriz ortamıyla birlikte ortaya çıkarır. İnsanoğlunun geleceğine yönelik tek umut bilim insanlarındandır ancak dünya felaket sonrasında dağılmış, kendi içinde bölünmüştür. Bu yüzden de akıl ve rasyonalite temelinde birlikte çalışmaktan çok herkes bireysel bir kurtuluşun peşinde koşar. Gelecek olmasa da sınıflar kendi korunaklı duvarlarını örerek, ötekileştirilen alt sınıflardan ve göçmenlerden kendilerini ayrıştırmanın yollarını ararlar. Körlük ve Son Umut gibi çok karakteristik distopya filmleri içinde yaşadığımız medeniyeti açık bir biçimde tartışmaya açar. Devlet, din, bilim ve teknoloji gibi unsurlarla çevrelenen bir medeniyetin kırılgan doğasına dikkat çeker ve insanoğlunun içkin problemlerini görünür kılar. Bu anlamda da salgın hastalıklar güncel bir tehdit olarak kurgusal anlatılarda da geniş yer kaplar. Saramago’nun eserinde olduğu gibi biyolojik olarak sahip olduğumuz bir çift gözü kaybetmemiz öte yandan diğer duyu organlarımızın önemini kavramamızı sağlar. Gözlerini kaybederek karanlığa terk edilen insanlar kendi içlerine bakma fırsatı bulur. Michel Foucault’nun bahsettiği gibi içerisinde yaşadığımız toplumdaki devinim aileden okula, okuldan askeri kışlaya, kışladan fabrikaya ya da ofise, hasta olduğumuzda hastaneye, kurallara uymadığımızda hapishaneye şeklinde bir dizi şematik ilerleme çizgisine sahiptir. Medeniyeti oluşturan kurumlar birbirlerini taklit ederek tekrarlar (Foucault, 2001: 255). İnsan yaşamı belirli kural ve kaidelere muhtaçtır, bunlar da yaşamı bir tür hapishaneye dönüştürür. Jim Jarmusch’un Ölüler Ölmez (The Dead Don't Die, 2019) isimli filminde öldükten sonra zombiye dönüşerek yeniden yaşama geri dönen insanların yaşadıkları, tam da Foucault’nun benzetmesini haklı çıkarır. Romero’nun zombi üçlemesine bir saygı duruşu niteliğinde olan filmde, öldükten sonra dirilen zombiler yaşarken yaptıkları alışkanlıklarına geri döner. Kimisi mesleki alışkanlıklarını devam ettirir, kimisi gece yarısı yol kenarındaki bir restorana girerek koyu bir kahve içmeye çalışır. Kimisi ise cep telefonunda ücretsiz kullanabileceği bir wifi bağlantısı arar. Film, gerçek hayatın bir alegorisini sunmak yerine doğrudan gerçek yaşamdaki insanlarla aynı şeyleri arzulayan ve aynı davranışlarda bulunan zombileri birbirine paralel bir şekilde kurgular. Bu yüzden de film distopyadan ziyade gerçekçi bir modern yaşam panoramasına dönüşür. İçerisinde yaşadığımız kapitalist sistem içerisinde hayatlarımızı yönlendiren temel duygu tüketme arzusudur. Tüketmeye dayalı bir ekonomik sistem içerisinde herkes tükettiği kadar var olur. Bu arzu o kadar güçlüdür ki, 135 KENTSEL SAĞLIK VE COVID-19 PANDEMİSİ Jarmusch’un filminde olduğu gibi yaşamdan sonra da devam eder. İnsan yaşamı ve deneyimi belirli sınırlar içerisine çerçevelenmiş, şematik ve tekdüze bir hâle gelmiştir. Foucault’ya referansla söylersek, dört duvarla çevrili, merkezinde panoptikon benzeri bir aygıtla herkesin gözetlendiği fiziksel hapishaneler, günümüzde yerini herkesin kendisini bir biçimde kapadığı görünmez hapishanelere bırakır. Alegorik salgın filmleri bu yanıyla, içerisinde yaşadığımız toplum düzenine ve kent yaşamının şematik davranma biçimlerine karşı da sorgulayıcı bir bakış açısı kazandırır. KAYNAKÇA Atabek, E. (1977). Ortaçağ Tababeti. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yayınları. Berman, M. (2017). Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor. İstanbul: İletişim Yayınları. Cherry, B. (2014). Korku. İstanbul: Kolektif Kitap. Foucault, M. (2001). Hapishanenin Doğuşu. Ankara: İmge Kitabevi. Harvey, D. (2017). Kent Deneyimi. İstanbul: Sel Yayıncılık. Nikiforuk, A. (1991). Fourth Horseman: A Short History of Epidemics, Plagues, Famine and Other Sources. Kanada: Penguin Group. Manson, K. “Virologist Behind ‘Contagion’ Film Criticises Leaders’ Slow Responses”, Financial Times, 18 April 2020. https://www. ft.com/content/6e9b4fe7-b26e-45b9-acbd2b24d182e914 (Erişim: 7 Mayıs 2020). Mumford L. (2007). Tarih Boyunca Kent. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Ryan, M. & Kellner, D. (2010). Politik Kamera: Çağdaş Hollywood Sinemasının İdeolojisi ve Politikası. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. 136 Shohat, E. & Stam, R. (1994). Unthinking Eurocentrism: Multiculturalism and the Media. London and New York: Routledge. Şimşek, G. (2013). “Küreselleşme Yerelleşme Ekseninde Bir Örnek: Ada: Zombilerin Düğünü”. TOJDAC. Vol. 3, Issue 2. s. 29-37. Wells, P. (2000). The Horror Genre: From Beelzebub to Blair Witch. Londra: Wallflower. Zizek, S. (2013). Yamuk Bakmak: Popüler Kültürden Jacques Lacan’a Giriş. İstanbul: Metis Yayınları. ŞEHİR & TOPLUM DOSYA: KENTSEL SAĞLIK VE COVID-19 PANDEMİSİ TARİHTE SALGIN HASTALIKLAR, TOPLUMLAR VE İSLAM DÜNYASI Cem Orhan SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK, KENTSEL YAŞAM KALİTESİ VE KAMU SAĞLIĞI Handan Türkoğlu KENT DOĞA İLİŞKİLERİNİN DÖNÜM NOKTASINDA KENTSEL SAĞLIĞI YENİDEN DÜŞÜNMEK Koray Velibeyoğlu SÜRDÜRÜLEBİLİR KENTSEL SU YÖNETİMİ ARACILIĞIYLA HALK SAĞLIĞINI VE REFAHINI SAĞLAMA Dzheylan Karaulan GELECEĞİN SAĞLIKLI ŞEHİRLERİ Murat Ar TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA HALK SAĞLIĞI Büşra Yılmaz, Samet Keskin AHMET SİNAN TÜRKYILMAZ İLE SÖYLEŞİ: NÜFUS, COVID-19 VE VERİ ÜZERİNE Ahmet Sinan Türkyılmaz, Röportaj: Alim Arlı, M. Cemil Arslan, Ezgi Küçük Çalışkan, Samet Keskin BİR PANDEMİ (COVID-19) SÜRECİ TECRÜBESİ: KENTLERİN KIRILGANLIĞININ AZALTILMASINDA TEKNOLOJİNİN ROLÜ Nur Sinem Partigöç, Çiğdem Tarhan COVID-19 SALGINININ AFET RİSKİ KAVRAMI ÇERÇEVESİNDEN İNCELEMESİ Emin Yahya Menteşe SORUNLARLA BAŞ ETME VE SÜRDÜRÜLEBİLİR DAYANIKLILIK YAKLAŞIMI Betül Ergün Konukcu SALGIN HASTALIKLARIN SİNEMADAKİ TEMSİLLERİ Barış Saydam 20 137