DİNİ DÜŞÜNCEYİ BİR TEMELE YASLAMAK: DELİL
Giriş
Son zamanlarda özellikle bazı kesimlerce dini konularda hüküm verme yarışı
yapılmakta, Kur’an ayetleri ve vahyin genel ilke ve prensipleri göz ardı edilerek rivayetler
üzerinden “kendi dini inanışları” insanlara “ed-din” olarak dayatılmak istenmektedir. Kişi
mensup olduğu grubun, topluluğun, cemaatin savunularını din olarak kabul etmekte, din adına
takip ettiği kişi/leri yücelterek onun her söylediğini hakikat olarak algılamaktadır. Hâlbuki İslam
âlimlerince ittifakla kabul edilen üç bilgi kaynağına yani akıl, duyular ve vahye/doğru habere
dayandırılmadan ya da delillendirilmeden paylaşılan her bilgi şüphe unsurunu içinde barındırır.
Bu yüzden doğru olanı yanlıştan ayırmak için akla, sağlam delillerle yardımcı olmak elzem hale
gelmektedir. Dayanılan delilin ne kadar sağlam olduğu önemlidir, zira bir takım çevrelerce çoğu
zaman bilinçli bir şekilde delil olarak ileri sürülen dayanakların akla uymayan, vahiyle de çelişen
bir takım zayıf ya da uydurma rivayetler olması işin aslını bilmeyenler tarafından fark
edilmemekte ve verilen bilgi hakikat/doğru olarak algılanmaktadır.
Bu çevreler zayıf veya uydurma rivayetler üzerinden olduğu gibi mezhepler üzerinden
de din algısı oluşturmaya çalışmaktadır. Mezhepler dinin anlaşılması ve yorumlanmasında
önemli bir görev üstlenmekle birlikte tarihi süreçte dine eklemlenen yorumsal bilgilerin mutlak
bilgi kabul edilmesinin ve mezheplerin dinin kendisi olarak algılanmaya başlanmasının pek çok
probleme yol açtığı bilinen bir gerçektir. Zira mezheplerin dinin kendisi gibi algılanması;
mezhep imamlarının yorumlarını ve tarihi süreçte bu yorumlara diğerleri tarafından eklenen
sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi içerikli diğer yorumları sorgulanamaz hale getirmiş,
günümüzde farklı şartlarda yaşayan insanlara öncekilerin hükümleri aynen dayatılmış ve
bunun yanlış olduğuna dair herhangi bir itirazın önü de kesilmiştir.
Burada tartışılan husus rivayetleri ve mezhepleri yok saymak değil, rivayetler ve
mezhepler üzerinden yapılan ve mutlak hakikatmiş gibi süslenerek insanlara sunulan bilgileri
tartışmaya açmaktır. Daha doğrusu ciddi her hangi bir konuda konuşurken delile dayanmayan,
temelsiz, isnatsız, vahye ters düşen konuşmalardan/konuşanlardan ve yanlış yorumlardan
uzak durmaya bir çağrı görevidir. Kısaca her mümini aklını selim bir şekilde kullanmaya ve vahyi
anlamak için gayrete davettir. Zira insan, gerek tenzil edilen/indirilen ayetleri (vahiy) ve
gerekse tekvin edilen/yaratılan ayetleri (evren ve işleyişi) anlamada, aklı kullanmaktan birinci
derecede sorumlu bir varlıktır.
I. Akıl ve Delil Üzerine
Akıl; Kur’an-ı Kerîm’e göre insanı diğer canlılardan farklı kılan, onun her türlü
aksiyonlarına anlam kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk
altına girmesini sağlayan bir güçtür. Ancak Kur’an’da akıl kelimesi isim formunda
kullanılmamakta biri geçmiş, diğerleri geniş zaman kipinde olmak üzere kırk dokuz yerde fiil
şeklinde geçmektedir. Bu ayetlerde genellikle akletmenin yani aklı kullanarak doğru
düşünmenin önemi üzerinde durulmaktadır. Zira değerli olan aklın bizatihi kendisi değil, onu
sağlıklı bir şekilde ve doğru kullanmak değerlidir. Kullanılmayan, başkasına emanet edilen ya
da doğru kullanılmayan akıl, akıl değil sahibine yüktür.
Kur’an terminolojisinde akıl; “bilgi edinmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen
bilgi” şeklinde tarif edilmiştir. Kur’an-ı Kerîm “ancak bilenlerin akledebileceğini” söyler.1 Bu
gücü ve bu bilgiyi iyi kullanmadıkları için kâfirleri, “... Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler;
bu yüzden akledemezler”2 diyerek yermiş ve hakikati örtülediklerini belirtmiş, “O, aklını
kullanmayanlara kötü bir azap verir”3 ayetiyle bütün insanlığı uyarmış ve akıllarını
kullananların cehennem azabından kurtulacakları4 belirtilmiştir. Kur’an’ın birçok ayetinde, akıl
sayesinde kazanılan bilginin gene bu gücün kontrolünde kullanılması gerektiği, bunu
yapmayanların sorumlu tutulacağı sık sık ifade edilmektedir. Kur’an-ı Kerîm’de, eşyadaki
nizamı anlama gücüne sahip olan akla, aynı zamanda ilâhî hakikatleri sezme, anlama ve onların
üzerinde düşünüp yorum yapma görev ve yetkisi de verilmiştir. Nitekim “Allah ayetlerini
akledesiniz diye açıklamaktadır”5 ayetiyle aklın bu fonksiyonuna işaret edilmiştir.6
Bir konu hakkında gerçeğe/hakikate ulaşabilmenin sağlıklı yolunun öncelikle akletmek
olduğu yani fiili olarak sağlıklı bir akıl yürütmeye ve sağlam delillere ihtiyaç duyulduğu
aşikârdır. Ayrıca İslam dininin hem Kur’an ayetlerine hem de dini literatüre bakıldığında
akletme dışında delalet, delil, istidlal, hüccet, beyyine, burhan ve ayet kavramlarının da
bilinmesi ve dini bir konuda konuşurken temelsiz konuşmalardan ve özellikle hüküm
vermekten uzak durulması gerekmektedir. Öncelikle bu kavramların neyi ifade ettiğine kısaca
bir göz atmak sağlıklı olacaktır.
1. Delalet; sözlükte "yol gösterme, kılavuzluk etme" anlamına gelmektedir. Dil ve
edebiyat, mantık, cedel, fıkıh usulü gibi ilimleri yakından ilgilendirir. Söz, davranış, yazı,
hareket, durum gibi herhangi bir şeyin belli bir bilgi, anlam ve hükümle bağlantısını ifade etmek
üzere ortak olarak kullanılan bir kavramdır.7
2. Delil; Arapçada “yol göstermek, irşat etmek” anlamındaki delâlet kökünden
mübalağa ifade eden bir sıfat olup “yol gösteren, doğru yola ve doğru sonuca götüren”
manasına gelir.8 Kur’an-ı Kerîm’de bir ayette “kılavuz” anlamında kullanılmakta,9 ayrıca altı
ayette “kılavuzluk etmek; göstermek, haber vermek” manalarında aynı kökten türeyen fiiller
yer almaktadır.
3. İstidlal; sözlükte "yol gösterme, rehberlik etme" anlamındaki delalet kökünden
türeyen ve "birinin rehberliğini isteme, delil arama" gibi manalara gelir. Mantık terimi olarak
da "bir iddiayı ispat etmek amacıyla delil ortaya koyma" anlamında kullanılır. İstidlal, daha
önce doğruluğu bilinen yahut doğru olduğu sanılan bir hüküm veya hükümlerden hareketle
Ankebut 29/43
Bakara 2/171
3 Yunus 10/100
4 Mülk 67/10
5 Bakara 2/242
6 Süleyman Hayri Bolay, “Akıl” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c.2, 1989, s.238-242
7 Naci Bolay, “Delalet” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c.9, 1994, s.119
8 Yusuf Şevki Yavuz, “Delil” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c.9, 1994, s.136-138
9 Furkan 25/45
1
2
bilinmeyen bir hükme ulaşmaktır. Bu ise bilinmeyene ulaşabilmek için bilinen hükümleri belli
bir şekilde düzenlemeyi gerektirir.10
4. Hüccet; Sözlükte "kastetmek, yönelmek, ziyaret etmek, üstün gelmek" anlamına
gelen hacc kökünden türemiş bir isim olup "isabetli yönelişi kanıtlayan delil" demektir. Hüccet
Kur'an'da yedi yerde isim olarak, on dört yerde de fiil kalıbında kullanılır. Hüccetle ilgili ayetleri
inceleyen âlimler Kur'an'ın bütün iddialarını kesin hüccetlere dayandırdığına, fikri
mücadelelerin hüccetlerle yapılmasını emrettiğine, bundan dolayı onun baştan sona
hüccetler, beyyineler ve burhanlarla dolu olduğuna dikkat çekmişlerdir.11
5. Beyyine; "ayrılmak, uzaklaşmak ve ayırmak, uzaklaştırmak" manasındaki beyn veya
"açık seçik olmak, açık seçik hale getirmek" anlamındaki beyan kökünden sıfat olup "apaçık
delil, hüccet, kesin belge" demektir. Kelimenin kökünde bulunan "ayrılmak" ve "açık seçik
olmak" manaları birbirini tamamlayıcı bir nitelik taşır. Şöyle ki: Tamamen meçhul veya az çok
kapalı olan bir bilgi konusu önce benzerleri arasından ayrılır, sonra da rahatlıkla bilinebilecek
açık ve seçik hale getirilir. Bu niteliği taşıyan bir husus tamamen veya kısmen bilinmeyen başka
hususlara da kılavuzluk yaparak onların bilinmesini sağlar ve bu sebeple ona "doğruyu
yanlıştan, hakkı batıldan ayıran belge" anlamında beyyine denir.12
6. Burhan; Arapçada "berraklaştırmak, açıklığa kavuşturmak; delil getirmek"
anlamındaki "b-r-h" kökünden türediği kabul edilir. Kur'an-ı Kerim'de "hak ile batılı birbirinden
ayıran kesin delil" karşılığında kullanılır.13 Burhanın, bütün şüpheleri ortadan kaldıracak
açıklıkta ve itirazlara yer bırakmayacak kesinlikte bir delil olduğuna işaret edilmiş, dolayısıyla
bir iddianın kabul veya reddedilmesi bu şekilde bir ispata bağlanmıştır. Buna göre burhanda
esas olan, ihtiva ettiği bilginin doğru olmasıdır. Belli mantık kalıpları uygulanarak doğruluğu
ispatlanamayan bilgi burhan haline gelmez.14 Bu nedenle olsa gerek, Müslüman filozoflar,
cedel/diyalektik ve hatabi/retorik yöntemlerinden ziyade burhan yöntemini öncelerler, yakini
bilgiye ulaşmanın biricik yöntemi olarak görürler. 15
7. Ayet; sözlükteki asıl anlamı "bir şeyin ve bir amacın mevcudiyetini gösteren
alamet”tir. Buna bağlı olarak "açık alamet, delil, ibret, işaret" gibi anlamlarda da
kullanılmıştır.16 Kur'an- ı Kerim'de Allah'ın varlığını ispat etmeyi amaçlayan delillerden
çoğunlukla ayet diye söz edilir.17
Bu temel kavramları verdikten sonra İslam dininin özünde yer alan ve Kur’an’da da
sürekli vurgulanan akletmek ve delile sahip olmak hususlarını sürekli önemsizleştirmeye
çalışan bir takım kişi ya da mecraların Hanefi-Maturidi çizgide yani rey ekolünde olduğunu
Abdülkuddüs Bingöl, “İstidlal” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c.23, 2001, s.323
Yusuf Şevki Yavuz, “Hüccet” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c.18, 1998, s.445-446
12 Bekir Topaloğlu, “Beyyine” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c.6, 1992, s.96-97
13 Bkz; Bakara 2/111; Enbiya 21/2; Müminun 23/117
14 Yusuf Şevki Yavuz, “Burhan” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c.6, 1992, s.429-430
15 Ebu Nasr el-Farabi, İlimlerin Sayımı, çev.M.Uyanık, Aygün Akyol, Elis Yay, Ankara 2019, s.110
16 Yusuf Şevki Yavuz ve Abdurrahman Çetin; “Ayet” maddesi, c.4, 1991, s.242-244
10
11
17
Delil anlamındaki Kur’an ayetleri için bkz: Bakara 2/164; Rüm 30/20-25; Enbiya 21/31-32; Nahl 16 /66-69; Casiye 45/3-5;
Ra'd 13/2-4; Yunus 10/5, 67; En'am 6/95-99
.
iddia etmelerinin ortaya çıkardığı paradoksu da müzakere etmek gerekir. Zira Ebu Hanife’nin
dini hükümler konusunda uyguladığı metodun bile tarihi süreç içerisinde değiştirilmiş
olduğunu hatırlatmak gerekmektedir. Ayrıca o, bir hüküm verdikten sonra; “bu benim bu
husus hakkında Kur’an ve Sünnet ışığında bulduğum görüşümdür, benim görüşümden daha iyi
bir görüş bulursanız benim görüşümü bırakın onu alın” diyebilecek kadar tevazuya ve engin bir
görüşe sahiptir. O halde akla, duyulara ve vahye aykırı olan bir hususu bir takım söz oyunlarıyla
savunmak ve çoğu zaman Kur’an’ı devre dışı bırakarak bunu gerçekleştirmek gerçekten akla
ziyan bir durum oluşturmaktadır.
II. Duyular ve Delil
Allah’ın insanlara bahşettiği aklı besleyen ve akla bilgi akışını sağlayan en önemli
yeteneği duyulardır. Yüce Allah; “O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne
az şükrediyorsunuz”18 ayetiyle insanları sahip oldukları bu eşsiz nimetlerin farkında olmaları
konusunda uyarmaktadır.
Ayrıca Kur’an ayetleri özellikle insanın duyularından da sorumlu olacağını ona sürekli
hatırlatmaktadır. Bugün bilim insanları, insanın bilinen ve daha çok öne çıkarılan beş
duyusundan daha fazla duyuya sahip olduğunu da ifade etmektedir. Kur’an ise daha çok göz,
kulak ve kalp duyularına vurgu yaparak bu duyuların doğru kullanılması konusunda insanlığı
uyarmaktadır. El ve ayaklar, parmak uçlarından bahseden ayetlerle birlikte Kur’an’da, göz,
kulak ve kalpten bahseden çok sayıda ayet bulunmakta; ayrıca göz, kulak ve kalp ilişkisine de
özellikle dikkat çekilmektedir. Yüce Allah: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme;
çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur”19 buyurarak gözün
gördüklerinden, kulağın işittiklerinden ve akleden kalbin de değerlendirme ve uygulama
süreçlerinden sorumlu tutulacağını beyan buyurmaktadır. Yine “Yeryüzünde gezip
dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları
oluversin? Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir”20 ayeti de
kalbin akletmesinden ve körelmesine sebep olacak şeylerden uzak durulmasından
bahsetmektedir.
Kur’an ayetlerine yansıyan şekliyle; kalplerin mühürlenmesi,21 kalplerin hastalığı,22
katılığı,23 günahkârlığı,24 kalplerde kayma olması,25 kalplerde olanı Allah’ın bilmesi,26 kalbin
kazandıklarından sorumlu olması,27 Kalplerin tatmin olması28 gibi hususları dile getiren Yüce
Allah, iç dünyamızı ve kararlarımızı O’nun razı olacağı ve doğru bir şekilde şekillendirmenin ne
kadar önemli olduğuna dikkat çekmektedir. Yine Kur’an’da kulaklarla ilgili olarak; yalana kulak
Müminun 23/78; ayrıca bkz: Secde 32/9; Mülk 67/23
İsra 17/36
20 Hac 22/46
21 Bakara 2/7
22 Bakara 2/10
23 Bakara 2/74
24 Bakara 2/283
25 Al-i İmran 3/7-8
26 Nisa 4/63
27 Bakara 2/225
28 Al-i İmran 3/126
18
19
kesilmek,29 kulak hırsızlığı,30 kulakların mühürlenmesi,31 şeytana kulak vermek,32 gerçeğe
kulakları tıkamak,33 kulaklarda ağırlık olması34 vb. gibi hususlar dile getirilmekte bu duyu
organının ve işlevinin de insan için önemine dikkat çekilmektedir. Gözün dönmesi,35 gözün
mühürlenmesi,36 gözlerde perde olması,37 gözün hainliği38 vb. gibi hususlarda da gözün insanın
sorumluluğu açısından önemine de dikkat çekilmektedir.
Dolayısıyla İslam âlimlerinin temel bilgi kaynağı olarak vurguladıkları vahyin
algılanmasını, Hz. Peygamberin örnekliğinin görülmesini/duyulmasını/okunmasını ve aklın da
bilgi ile beslenmesini sağlayan en önemli araç konumundaki “duyular” konusunda da
müminlerin duyarlı olmalarına ihtiyaç vardır. Görülen ve duyulan şeylerin gerçeği ifade edip
etmedikleri açısından kontrol edilerek akla ve vahye de müracaat edilmesi, sağlıklı kararlar
almada ve hakikate ulaşmada önemli bir etken olduğunda şüphe bulunmamaktadır.
III. Mezhep Yorumları ve Delil
Bir müminin inandığı dini yani İslam’ı, dinin ilke ve prensipleri açısından doğru tanıması,
bunun için vahyi yani Kur’an’ı da anlamaya gayret etmesi ve rivayetleri de vahyin hakemliğinde
değerlendirmeye alması yanlış algılara ve iddialara panzehir görevi görecektir. Kur’an’ın da
çeşitli ayetlerde vurguladığı kişinin sağlıklı bir bakış açısı ortaya koyması uyarısı günümüzde
dile getirildiğinde, aynı mecraların bunu dile getirenleri hadis inkârcısı, mezhep düşmanı
şeklinde etiketlemesi ve ötekileştirmesi de düşündürücüdür. Ne denmek istendiğini birkaç
örnek üzerinden göstermek konuyu daha anlaşılır hale getirecektir.
Örneğin İslam’ı kabul ettikten sonra vaz geçen yani inkâr eden, dinden dönen/mürted
kimse/lere ölüm cezası verilmesi dört mezhep tarafından da kabul edilmektedir. Bugün
mürtede ölüm cezasını savunan, gelenekte bu varsa doğrudur diye kabul eden pek çok insan
bulunmaktadır. Ülkemizde bu durum fiiliyata dökülmese de başka ülke ve bölgelerde bir takım
zahiri-selefi örgütlerce bu durumun uygulandığını görmek mümkündür. Dinde zorlamanın
olmadığını ifade eden39, Hz. Peygambere sadece tebliğ görevi vererek zorlama yapmaması40
konusunda onu uyaran Kur’an ayetlerine rağmen bu hükme nasıl ulaşılmıştır? sorusunu bütün
müminlerin sorması gerekmektedir. Tam da bu duruma yani dinden dönme/mürted
durumuna uyan ve net hüküm veren ayetler var mıdır? sorusu ise ikinci hayati soru olmalıdır.
Öncelikle bu hususu açıkça ortaya koyan ayet var mıdır? Evet vardır.
“İman edip (1. İman) sonra inkâr edenleri (1. İnkâr), sonra yine iman edip (2. İman)
tekrar inkâr edenleri (2. İnkâr), sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak, ne de
onları doğru yola iletecektir”41 ayetini okuduğunda anlamayacak bir mümin düşünülemez. İki
Maide 5/41
Hicr 15/18
31 Nahl 16/108
32 Şuara 26/223
33 Nuh 71/7
34 En’am 8/25; İsra 17/46
35 Hicr 15/15
36 Nahl 16/108
37 Kehf 18/101
38 Mümin 40/19
39 Bakara 2/256
40 Gaşiye 88/21-26
41 Nisa 4/137
29
30
kez iman edip iki kez de inkâr eden yani dinden dönen ve inkârında da devam eden kimseden
bahseden bu ayete göre dinden dönenin cezasını Yüce Allah ahirette vereceğini açıkça ifade
etmektedir. Zaten eğer dinden dönen öldürülecek idiyse bu kimse ikinci kez iman
edemeyecekti, buna fırsatı da olmayacaktı.42 Dolayısıyla İslam dininde bir kimse sırf inancı
dolayısıyla cezalandırılamaz, bu kimselerin cezası ancak Yüce Allah tarafından verilecektir.
Zaten din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olarak mürtedi tövbeye zorlamak o kişinin
münafıklığına zemin hazırlar. İman ya da inkâr kişinin kendi özgür iradesiyle yapacağı bir
tercihe bağlı olmalıdır. Bir insanı ölüm veya tövbe şeklinde iki seçenekten birisini tercihe
zorlamak Kur’an ve sünnetin temel ilkeleri açısından uygun bir davranış değildir.
Bir de her dönemin şartları ve ortaya çıkan sorunları bağlamında üretilen çözümlerin
(fetvaların) mutlaklaştırılması tarih felsefesi açısından tipik tarihselci/totaliter, dini terminoloji
açısından neo-selefi bir zihniyetin ürünüdür. Oysa her hüküm kendi dönemindeki sorunu
çözmek için üretilmiştir ve mürtedin o dönemde verilen hükmünün –fitne ve kargaşa
çıkarması, açıkça topluma düşmanlık etmesi kısaca terör suçu işlemesi gibi ek sebeplerleİslam’ın siyasi gücüne yönelik olası zararları gidermek için verilmiş olabileceği de göz ardı
edilmemelidir.43
IV. Rivayetler ve Delil
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin birisinde bir kız öğrencim; “Hocam
Peygamberimiz bizden (kadınlardan) nefret mi ediyor?” diye sormuştu. “Öyle şey olur mu Hz.
Peygamber (sas) kadın erkek her Müslümanı sever” dediğimde, öğrencim defterini açıp Hz.
Peygambere (sas) nispet edilen ve Kütüb-i Sitte44 (altı kitap) adı verilen hadis kitaplarının bir
kısmında da bulunan “Bir şeyde (uğursuzluk) olsaydı, bu atta, kadında, meskende olurdu”45
hadisini okudu. Ardından da “Peygamberimiz biz kadınlara uğursuzluk atfediyor, kime
sorduysam o kitaplarda geçiyorsa doğrudur, bir hikmeti vardır biz bilemeyiz cevaplarını aldım”
dedi.
Öğrencimize bu hadis bağlamında Hz. Aişe’nin itirazını, ilgili kaynaklardan kendisine
okutunca öğrencimin tepkisi harikaydı: “Öğretmenim şimdi ben Peygamberimi (sas) daha çok
seviyorum.” Hz. Peygambere (sas) atfedilen bu sözü sırf bazı kitaplarda geçiyor diye eleştiriye
tabi tutmamak aklıselim sahibi bir Müslümana yakışmaz.
Hz. Peygamberin (sas) vahye muhalif, insan onurunu kırıcı, aklın kabul etmeyeceği bu
ve buna benzer sözleri söylemeyeceği aşikârdır. Zira Hz. Peygamberin (sas) bu sözünün
nakleden tarafından eksik dinlendiği, bu tür inanışların Cahiliye dönemi ve tahrif edilen
Yahudilik dininin inanışları olduğu, bu hususun Hz. Peygamber (sas) tarafından sözünün
Diğer ayetler için bkz: Bakara 2/217, Al-i İmran 3/86-89; Al-i İmran 3/90-91; Maide 5/54; Nahl 16/106-109
Maide 5/32-34
44 Kütüb-i Sitte; Hz. Peygamberin hadislerini içeren ve sahih oldukları kabul edilen altı hadis kitabına verilen isimdir. Buhari ve
Müslim’in Sahihleri ile Tirmizi, İbn Mace, Nesai ve Ebu Davud’un Sünenlerine verilen addır. Bu altı kitaba ayrıca üç kitap ilave
edilerek Kütüb-i Tis’a yani dokuz kitap olarak isimlendirilmiştir. Ahmed bin Hanbel’in Müsned’i ve İmam Malik’in Muvatta’sı
ile Darimi’nin Sünen’i diğer üç kitabı oluşturur.
45 Buhârî, Cihad 47, Nikâh 17; Müslim, Selam 119; Muvattâ, İsti'zân 21
42
43
başında ifade edildiği, Allah’ın uğurlu uğursuz varlıklarının olmayacağı Hz. Aişe tarafından ifade
edilip sözü nakledenin yanlışı düzeltilmiştir.46
Bu bağlamda Hz. Aişe’nin uğursuzluk meselesine yaklaşım biçimi, hadislerin metin
açısından analiz edilmesinde aydınlatıcı bir örneklik teşkil etmektedir. Bu örnekliğin
merkezinde hadislerin birey ve toplum yaşamındaki olası durumlara göre Kur’an merkezli bir
bakış açısıyla okunması gelmektedir. İbrahim Sağlam da, uğursuzlukla ilgili hadislerle ilgili
yaptığı araştırmasının sonucunda, Bu hadislerden hareketle uğursuzluk inancının kabul
edilemeyeceği; ev, eş, binit gibi konularda uğur ya da uğursuzluk beklentisinin bireyin İslâm
anlayışıyla uyuşmadığı; uğursuzluğun olduğu düşünülen unsurlarda görülen bereketsizlik ve
şer şeklindeki bazı olumsuzlukların Allah’a nispet edilmesinin doğru olmadığı ve insanların
uğursuzlukla ilgili bir kuruntuya kapıldıklarında Allah’a sığınmaları gerektiği sonuçlarına
ulaşmıştır.47 Eleştirel akıl ve okuma da bunu gerektirir. Birçok dini sorunun çözümü de bu bilinç
düzeyine ulaşmakta yatmaktadır.
Sonuç yerine
İki örnek üzerinden incelemeye çalıştığımız bilgi ve delil ilişkisine daha farklı örnekler
vermek de mümkündür. Yüce Allah’a mekân ve zaman atfetme garabetine ve bunun mümkün
olamayacağına dair ayetler48 olmasına rağmen Hz. Peygamber’in Allah’la görüştüğünün iddia
edilmesi, tahrif edilmiş Yahudi ve Hristiyan kültürden devşirilen ve İslam’ın içine inanç olarak
sokulan mehdi-mesih inancı, Kur’an ayetlerinde bulunmayan ancak Avesta ve
Ardavirafnameden49 yani Zerdüşt inancından İslam’a transfer edilen sırat köprüsü, insanın
özgürlük ve sorumluluğunu yok sayan cebri yorumla yorumlanan kader inancı, hesap görecek
olanın Yüce Allah olduğunu ve ahiret hayatında sorgudan sonra yine onun hüküm vereceğini
yok sayan kabir hayatı/azabı inancı, Kur’an evlilik çağı konusunda “nikah çağı” ve
“rüşd/olgunluk çağı”50 demesine, ergenlik dönemine atıf yapmamasına rağmen bunu
ergenliğe indirme ve küçük yaşta evliliği savunma gibi pek çok konuda bilgi ve delil ilişkisine
dolayısıyla bilgide hakikate ulaşmaya ihtiyaç bulunmaktadır.
Dolayısıyla sağlıklı/selim bir akıl ile vahyin temel ilke ve prensipleri merkeze alınarak ve
sağlam deliller ışığında, salim duyularla doğru bilgiye ulaşmanın mümkün olabileceğini
kavramak gerekmektedir. Doğru bilgiye ve hakikate ulaşma gibi bir derdimiz varsa; kişileri
kutsamaktan ya da kişi merkezli bilgilerin mutlaklaştırılmasından ve Kur’an dışındaki kitapların
kutsanmasından da vaz geçilmesi yapılacak ilk iş olmalıdır. Zira “falan kişi söylüyorsa doğrudur,
filan kitapta varsa mutlaka hakikati yansıtır” ön yargısından kurtulmadıkça doğruyu bulmak
zorlaşacaktır. Burada yolumuzu el-Furkan/doğruyu yanlıştan ayıran ve en-Nur/karanlıkları
aydınlatan Kur’an belirleyecektir.
46 İlgili Hadisin yorumları için bkz: Zerkeşi, Hz. Aişenin Sahabeye Yönelttiği Eleştiriler, Otto Yayınları, 2015, s.39-42; M. Hayri
Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis Metodolojisi, Otto Yayınları, 2013, s.382-384; Hidayet Şefkatli Tuksal, Kadın Karşıtı Söylemlerin
İslam Geleneğindeki İzdüşümleri, Otto Yayınları, 2014, s.238-246
47 İbrahim Sağlam, ‘Uğursuzluk Üç Şeydedir…’ Rivayetinin İsnad Ve Metin Yönünden Tahlili, Kırıkkale İslami İlimler Fakültesi
Dergisi, (KİİFAD), 2017, Yıl II, Sayı III, ss.81-108
48 Enam 6/103: “Gözler O'nu göremez; hâlbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” Ayrıca
bkz: Araf 7/143
49 Ardaviraf, Ardavirafname (çev. Nimet Yıldırım), s.39
50 Nisa 4/4-6
Hz. Peygamber dışında bir sözü kimin söylediği önemli değildir, söylenen sözün hakikati
içerip içermediği önemlidir. Burada sözü söyleyenden ziyade, söze/mesaja dikkat kesilmek
kastedilmektedir. Diğer bir ifadeyle parmaktan ziyade parmağın gösterdiği yere bakmak
gerekir. Hz. Peygamber’e atfedilen bütün sözler de Kur’an merkezli anlaşılmaya muhtaçtır.
Zira Hz. Peygamber’e atfedilen sözlerin eksik, hatalı hatta uydurma olma ihtimali
bulunmaktadır. Kur’an ayetleri dışında diğer kitapların bağlayıcılığı da yoktur. Kur’an’ın
ifadesiyle “Şeytani güçlere kulluk etmekten kaçınıp gönülden Allah'a yönelenlere bir müjde
vardır. (Ey Resulüm!) O halde sözü dinleyip sonra da en güzelini tatbik eden kullarıma bu
müjdeyi ver! İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de
onlardır”51 ayeti çerçevesinde bütün sözleri dinleyip en güzeline uymak ilkesi
benimsenmelidir. Ayetin sonundaki ulu’l el-bab/akıl sahipleri vurgusuna da dikkat çekelim.
Hakikat derdi olan bir müminin din ile ilgili her konuda özellikle de hüküm içeren
hususlarda dikkatli olması, söyleyenin kim olduğuna bakmadan sözün içeriğine odaklanması
akla ve vahye uygun olmayan sözlere kulak asmaması, sözü söyleyenin de sözünü
delillendirmesi gerekmektedir. Kendisi de burhan ve delil olan Kur’an ayetlerinde de delilin
önemi pek çok örnekle birlikte vurgulanmaktadır. Hesap günü delilin önemini vurgulayan “(O
gün) her topluluktan bir şahit çıkarırız: “Delillerinizi getirin” deriz. O zaman, gerçeğin Allah'a
ait olduğunu bilirler ve uydurdukları şeylerin kendilerini bırakıp kaçtığını anlarlar”52 ayeti
dünya hayatındaki uydurmaların ya da delilsiz konuşma ve yaşamanın kötü sonuçlarına dikkat
çekmektedir. Ehl-i kitap üzerinden verilen “Onlar: “Yahudilerden ve Hıristiyanlardan başka
hiç kimse Cennet'e giremeyecek” dediler. Bu onların kendi kuruntularıdır. Sen de ki:
“İddianızda tutarlı iseniz haydi delilinizi ortaya koyun”53 ayeti de delilin önemini
vurgulamaktadır.
Yüce Allah tarafından Mübin olarak isimlendirilen Kur’an’ı yani ilahi vahyi/mesajı
merkeze almak, onu anlamaya ve hayatına tatbik etmeye çalışmak, bütün bunları insana nimet
olarak verilen aklı sağlıklı bir şekilde kullanarak gerçekleştirmek, sorgulayarak ve araştırarak
hakikatin peşinde koşmak bir mümine düşen görevler arasındadır. Ve tabiki her müminin
olmazsa olmazı; “…Ta ki helak olan; apaçık bir delilden dolayı helak olsun, yaşayan da apaçık
bir delilden dolayı yaşasın. Hiç kuşkusuz Allah (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) hakkıyla
bilendir”54 ayeti gereğince delil üzere kurulu onurlu bir şekilde yaşamayı ilke haline getirmek
olmalıdır.
Zümer 39/18
Kasas 28/75
53 Bakara 2/111
54 Enfal 8/42
51
52