ŞEHİR KÜLTÜR SANAT
NİSAN 2018 SAYI: 16
Ücretsizdir
Yerel Süreli Yayın
ISSN: 2548-0081
E-ISSN: 2564-7113
İMTİYAZ SAHİBİ
Kayseri Büyükşehir Belediyesi adına
Kayseri Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri
Hüseyin BEYHAN
GENEL YAYIN DANIŞMANI
Yusuf YERLİ
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
Dursun ÇİÇEK
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Salih ÖZGÖNCÜ
YAYIN KURULU
Ahmet Selman AKYURT
Prof. Dr. Celalettin ÇELİK
Dursun ÇİÇEK
Fehmi GÜNDÜZ
Mustafa İBAKORKMAZ
Dr. Faruk KARAARSLAN
FOTOĞRAF KURULU
Dursun ÇİÇEK
Ali SARAÇOĞLU
Abdullah KOÇ
Ayşe ÖNDER
Salih ÖZGÖNCÜ
Mehmet SARIÇİÇEK
Osman YALÇIN
Yusuf YERLİ
İlyas YILDIRIM
YAPIM
Faik ÇİFTÇİ
Fatih S. Mehmet ÇOLAK
YAYIN KOORDİNATÖRÜ
Ahmet Deniz DOĞAN
GÖRSEL YÖNETMEN
Ali SARAÇOĞLU
REDAKSİYON
Mustafa İBAKORKMAZ
Rümeysa ERSÖZLÜ
KAPAK FOTOĞRAFI
İsmail DEVELİOĞLU
İLETİŞİM
Milli Mücadele Müzesi
Tacettin Veli Mah. İnönü Bulvarı No.72
38050 Melikgazi / KAYSERİ
t: (0352) 220 70 50 - 90
[email protected]
www.kayseri.bel.tr
Barbaros Mahallesi Oymak Caddesi
Sümer Hukuk Plaza A-Blok No: 8 Kat: 10/55
Kocasinan - Kayseri
t: +90 352 221 16 16
[email protected]
BASKI
M GRUP MATBAACILIK
Kayseri Organize Sanayi Bölgesi
8. Cadde No: 7 38070
Melikgazi-Kayseri
t: +90 352 321 24 11
f: +90 352 321 24 19
mgrup@mgrup. com
Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonların
elektronik ortamlar da dahil olmak üzere çoğaltılma hakları yalnızca
Kayseri Büyükşehir Belediyesi’ne aittir. Yazılı izin olmadıkça makul
alıntılar dışında bir kısmının ya da tamamının çoğaltılması yasaktır.
Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.
Dergimiz TÜRDEB -Türkiye Dergiler Birliği üyesidir.
başkandan...
Şehir’imizden Selamlar
hocamız kaleme almış. Kayseri’nin kültür tarihinde
Ocak, Şubat, Mart derken baharın ortası diyebilece- keyili bir yolculuk yapacağınızdan eminim. Mimar
ğimiz Nisan ayına girdik. Tabiatın taze dilini rüzgardan, Sinan’ın İzinde bölümümüzde bu kez İstanbul’dayız. Yine
pınarlara, ağaçlardan, taşlara her yerde duyar ve his- Önder Kaya’nın kaleminden Şemsi Ahmed Paşa Külliyesi
seder olduk. Bahar taze başlangıçların, yeni oluşların (Kuşkonmaz Camii)’nin Sinan tarafından yapılış seyrini
mevsimidir. En çetin sancıların sonuçları baharla biter. okuyacağız. Söyleşi bölümümüzde Şehir Akademi’mizin
Toprak ile havanın, ateş ile suyun terkibini insan en önemli hocalarından ODTÜ öğretim üyesi Prof. Dr. Ali
güzel baharda yaşar. İşte bu durumdur ki insanı daha Uzay Peker ile Kayseri/Selçuklu kültür ve sanatı üzerine
hazır, daha verimli, daha üretken ve daha gayretli yapar. harika bir sohbet bulacaksınız. Sanatın dilini, kültürün
Bu bağlamda kültür ve sanat ekseninde planların yolunu onun kelimelerinin izinden süreceksiniz.
yapıldığı, projelerin oluşturulduğu ve hatta bazılarıKayseri’mizin yaşayan mekanlarından biri de Ehl-i
nın hayata geçirildiği dönemdir bahar. Birbirinden Dil’dir. Kayseri kültür ve sanat insanlarının uğrak yeri
önemli seminerler, konfeolan mekanı Mustafa İbaranslar, paneller, konserler,
korkmaz’ın kaleminden ve
kültür gezileri baharla birlikte
kelamından okuyacaksınız.
daha derin bir anlam kazanır.
Şehir ve Hafıza bölümümüzde
Hayatın canlılığı bize, evimize,
bu sayıda da Kayseri’yi fotoğçevremize ve şehrimize yansır.
ralayan bir fotoğrafçımız var.
Baharın dergimize yansıİsmail Develioğlu. Birbirinmaması da elbette düşünüleden güzel fotoğraları Alper
mez. Nisan sayımızla birlikte
Asım’ın yazısı ile okuyacaksınız.
yine dolu dolu bir bir dergi ile
Şehrin Yüzleri bölümümüzde
huzurlarınızdayız.
ise geçen ay kaybettiğimiz,
Bu sayıda editörümüz
şehrimizin önemli musiki
Dursun Çiçek bizi baharın
insanlarından Mustafa Çınar
en güzel tecellilerinin olduğu
var. Kani Çınar’ın içli yazısı
Yılanlı Dağı’na götürecek.
eşliğinde Mustafa Çınar’a
Fotoğraları, hikayeleri, efsaşehrimize yaptığı kültürel
neleri ve tabiatı ile keyile okuyacağınız bir yazı. Mustafa ve sanatsal katkılardan dolayı bir kez daha teşekkür
Söğüt Kayseri’de doğan ve daha sonra Bursa, Darende ediyor Allah’tan rahmet diliyorum.
ve Aksaray olmak üzere tüm Anadolu’yu dolaşan ve irşad
Şehir Akademi’miz yavaş yavaş ürünlerini vermeye
eden Somuncu Baba’nın hayatından kesitler sunuyor başladı. Büsam-Akademi bölümümüzdeki ilk yazımız bir
bize. Muhsin İlyas Subaşı, şehrimizin en önemli mahalli öğrencimize ait. Gökçe Yıldız’ın Sanatı Mimesis Olarak
kültürel unsurlarından biri olan Kayseri oturmalarını Ele Almak Doğru mu başlıklı yazısı Akademilerimizin
yazmış. İlgiyle okuyacaksınız. Tarih bölümümüzde işlevi açısından bizleri cesaretlendirdi. İlgiyle okuyacaKayseri tarihi ile ilgili her sayıda yeni bir olayı, yeni bir ğınızı tahmin ediyorum. Kitabiyat bölümüzde ise Fehmi
ismi öğrenmeye devam ediyoruz. Bu sayımızda şehir Gündüz, Belediyemizin önemli yayınlarından biri olan
tarihçimiz Halit Erkiletlioğlu Kayseri’ye sürgün olarak Anadolu Selçuklu Uygarlığının İzinde kitabını tanıtmış.
gönderilen Roma imparatorlarından Iulianus’un trajik
Kayseri Mutfağı, Akademi Günlüğü ve haberler
hikâyesini anlatıyor. Gezi ve izlenim bölümümüzde Şehir bölümümüz de yine dopdolu. Mayıs sayısında buluşmak
Akademi’mizin önemli hocalarından İhsan Fazlıoğlu dileğiyle tüm okuyucularımıza kitap, dergi, kültür ve
ile birlikte yapılan bir şehir gezisini Abdülkadir Dağlar sanat dolu bir bahar diliyorum…
Mustafa ÇELİK
Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı
▲ Kapuzbaşı Şelalesi | İsmail Develioğlu
içindekiler...
TARIH
SÖYLEŞI
Somuncu Baba
Kayseri’de Sürgün Bir Roma İmparatoru
Mustafa Söğüt
Halit Erkiletlioğlu
PORTRE
6
24
Dursun Çiçek
12
KITABIYAT
Ali Uzay Peker’le Söyleşi
Mustafa Çınar
Mustafa İbakorkmaz
Kâni Çınar
Anadolu Selçuklu
Uygarlığının İzinde
44
66
Fehmi Gündüz
78
KÜLTÜR - MEKAN
DOĞA
Yılanlı Dağı
ŞEHRIN YÜZLERI
Ehl-i Dil Çay Evi
Mustafa İbakorkmaz
GEZI
İhsan Fazlıoğlu Hoca ile
Kayseri’de 1 Gün 28 Saat
50
Dr. Abdülkadir Dağlar
BÜSAM-AKADEMI
SOFRA
Sanatı Mimesis Olarak
Ele Almak Doğru mu?
Şehir Kültür Sanat
Gökçe Yıldız
30
70
Bamya Çorbası
82
ŞEHIR VE HAFIZA
Kayseri’yi Fotoğraflayanlar
/ İsmail Develioğlu
GELENEK
Kayseri Oturmaları
Muhsin İlyas Subaşı
20
Alper Asım
MIMAR SINAN’IN IZINDE
Şemsi Ahmed Paşa Külliyesi
Önder Kaya
38
58
Akademi Günlüğü
74
KÜLTÜRDEN
Şehirden Kısa Kısa Haberler
Şehir Kültür Sanat
84
Portre
Portre
Mustafa Söğüt
8
A
nadolu’da veli-evliya dendiği zaman kurucusu Hacı Bayram Veli’nin de hocailk akla gelenler; Ahmet Yesevi, sıdır. 1331 tarihinde Kayseri’nin Akçakaya
Yunus Emre, Mevlana Celaleddin-i Rumi, köyünde doğmuştur. Anadolu’yu mânevi
Hacı Bektaş-ı Veli ve İbni Arabi dersek fetih için gelen Horasan erenlerinden
yanlış olmaz. Belki de Anadolu’nun Müs- Şemseddin Musa Kayserî’nin oğludur.
lüman/Türkler tarafından yurt edilme Seyyid olduğu söylenir.
Akçakaya ki Erciyes’in tam karşısındönemlerinin hemen sonrasına tekabül
eden bu isimler, bu toprakların İslam dadır. Sağ yanında Ali Dağı tam karşıda
anlayışında ve Müslümanlaşmasında en Erciyes Dağı Somuncu Baba’nın ilk
büyük öneme sahiptirler. İlk akla gelen muhatap olduğu mekânlardır. Belki de
bu isimlerden hemen sonra bazı isimler evliyalardaki yücelik duygusunun dağvardır ki en az bu isimler kadar önemlidir. larla doğrudan ilgisi vardır. Allah’ın dağa
Hacı Bayram Veli, Abdal Musa, Şems-i tecellisini en iyi biçimde onlar anlasa
Tebrizi, Seyyid Burhanettin Hazretleri, gerektir. Kayseri’ye geldiğim yıllarda ilk
Ahi Evran bunlardan sadece bir kaçıdır. işim onun doğduğu evi görmek olmuştu.
Gençlik dönemlerimde bir mecmuada O zaman viran olan ev bugünlerde ayağa
“Somuncu Baba” ismine rastladığımda, kaldırıldı. Mescid eve nispeten daha
yaşadığı evde yufka ekmek yemekten ayakta ve sağlamdı. Onun adının verildiği
bıkan ve çarşı ekmeği (somun ekmek) sokaktan yürürken o da Sinan gibi dağı
kavgasına alışmış bir delikanlı olarak yamacına almış dediğimi hatırlıyorum.
çok şaşırmıştım. İlk tepkim acaba fırıncı Kayseri’de yaşayıp da Erciyes’ten yücelik
mıydı da böyle bir isim almış dedim. Daha duygusunu almayan insan olmasa gerek.
sonra mahallemizin Hamdi Baba’sını
“Şeyh Hâmid Hâmid’ûd-Dîn-i Veli” ilk
düşünerek (çocuklar ona her gün akşam tahsilini kendisi de büyük bir âlim olan
şeker dağıttığı için Şekerci Dede derlerdi) babası Şeyh Şemseddin Musa Kaysebelki de kapı kapı ekmek dağıtıyordu ri’den almıştır. Daha sonra her veli gibi
onun için bu ismi almıştır diye içimden yola düşer. Veli, derviş olup da yol ehli
geçirdim.
olmayan olmaz. Çünkü belki de menzile
Asıl isminin Şeyh Hamid-i Veli oldu- varınca değil, yola revan olunca erilir
ğunu öğrendiğim Somuncu Baba ile ilgili hakikate. Yolculuk anı ve halidir dervişin
ilk hatıralarım bunlar. Daha sonra üni- meramı ve muradı. Çünkü yollar hayatı,
versite tahsili için Kayseri’ye geldiğimde yolculuk insanın bu dünyadaki gelip
onun burada (Akçakaya) doğduğunu ve geçiciliğini temsil eder. Şam, Tebriz
bunun için de Hamîd-i Kayserî olarak da ve Erdebil’e gider. Şam’da, Hankâh-ı
bilindiğini öğrendiğimde ilgimi daha da Bâyezîdiyye’de ilim tahsil etti. Bu süreci
çekti. Hemen kısa bir araştırma sonunda Hoca Alâ ad-Dîn Ali Erdebilî’nin ya da
Akşemseddin ve Hacı Bayram Veli ile onun babası Sadreddin Erdebili’nin
kesişti yolum. Hâsılı Somuncu Baba yanında Erdebil’de (Hoy Kasabasında)
öylesine sıradan bir “insan” değildi. Bir tamamlamış ve Bayezid-i Bistami’nin
yanda Fatih’i yetiştirecek Akşemseddin, ruhaniyetinden mânevi terbiye aldığı
öbür yanda Anadolu’nun hamurunu belirtilmiştir.
yoğuracak Hacı Bayram Veli, diğer yanda
İcazetini aldıktan sonra Anadolu’ya
Osmanlı’nın sembol ismi Molla Fenari, dönerek Bursa’ya yerleşmiştir. Bursa’da
Orta Asya’dan Avrupa’nın ortalarına çilehanesinin yanında yaptırdığı ekmek
sirayet edecek bir ruhun izlerini taşıyordu. fırınında somun pişirip sokak sokak
Şeyh Hamid-i Veli olarak bilinen dolaşarak “somunlar, müminler” nidaSomuncu Baba, Şeyh Hamîd-i Velî, sıyla insanlara ekmek dağıttığı söylenir.
Hamîd-i Kayserî, Hamîd-i Aksarayî, Bundan dolayı da Şeyh Hamid-i Veli
Somuncu Koca, Ekmekçi Koca olarak “Somuncu Baba” ve “Ekmekçi Koca”
da isimlendiriliyor. Bayramiyye Tarikâtı olarak tanınmıştır. Bursa’da Bursa’yı
Portre
Portre
Somuncu Baba
Mustafa Söğüt
9
Şüphesiz ki bu olaydan sonra onun
keşfedilmesi özellikle âlimler arasında
ayrı bir öneme sahiptir. Nitekim Molla
Fenari, Akşemseddin ve Hacı Bayram Veli
gibi öğrencileri bu süreçte onun yanına
gelip talebelik yapacaklardır. Nitekim
belirttiğimiz gibi Molla Fenari’nin ona
talebe olması hutbesinde yaptığı Fatiha
tefsiri ile ilgilidir. Molla Fenari yıllardır
anlayamadığı yerleri bu tefsirle anladığını belirtir ve ona talebe olur. Maddi
anlamda sunulan ikramları ve hediyeleri
kabul etmez. Molla Fenari’nin eserlerinin Somuncu Baba’nın feyzi olduğunu
söyleyen araştırmacılar da vardır.
Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; “Sırrımız fâş olup, herkes
tarafından anlaşıldı.” diyerek, Bursa’dan
gitmek ister. Aslında mekânı kendisine
mağara yapan bu meşrepteki bütün veliler
için bu normal bir hadisedir. Bir sabah
erkenden, Gavas Paşa Medresesi’nden
bazı talebelerini de yanına alarak yola
çıkan Somuncu Baba bu tür yolculuklarını
tıpkı kendi meşrebindeki dervişler gibi
bir başka mekânı ve oradaki insanları
adeta kendine bir mağara yapıp manasını
gizleyen bir ümmî gibi hareket edip, ilmi
ve derviş yanını kimseye belli etmemiştir. Tarihçilerin verdiği bilgiye göre,
Somuncu Baba’nın fırını, Molla Fenârî
Mahallesinde, Sahalar Çarşısında, Ali
Paşa Çınarı civârında olup, iki odalı bir
mekân idi. Fırının yanında da, ibadet ettiği
bir odası vardı. Odanın kıble yönünde de,
nefsini terbiye etmek için kullandığı bir
Çilehânesi vardı. Somuncu Baba Hazretleri
hep, halk içinde Hak ile olmayı kendine
şiar edinen bir meşrebe sahipti. Sadeliği,
yalnızlığı, fakirliği terecih ederdi. Ekmek
bir işaretti elbette. Onunla dağıtılan
rahmete ve nimete işaretti.
Portre
▲ Kayseri'deki Cami ve Doğduğu Ev
10
▲ Aksaray'daki Mescidi
Yıldırım Bâyezîd, Niğbolu zaferinden
sonra fethin sembolü olarak Bursa’da Ulu
Câmiyi yaptırmaya karar verdi ve caminin
yapımı başladı. Câminin inşâsı sırasında,
işçilerin ekmek ihtiyacı Somuncu Baba’ya
havale edildi. Câminin yapılması bittikten
sonra, açılış bir Cuma gününe denk geldi.
O gün başta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd ve
dâmâdı Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî
Hazretleri, Ulemâdan pek çok kimse ve
Bursalı cemaat Ulu Câmi’yi doldurdular.
Yıldırım Bâyezîd, câminin açılış hutbesini
okumak üzere Emîr Sultan’a vazife verdiğinde Somuncu Baba açısından sır faş
oldu. Görev Emir Sultan’a tevdi edildi
görünüşte ama Emir Sultan görevin
sahibinin kim olduğunu biliyordu.
“Emîr Sultan; “Sultânım! Zamânın
büyük âlimi burada iken, bizim hutbe
okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık zât şu
kimsedir.” diyerek, Somuncu Baba’yı işaret
etti. “Şöhret âfettir.” hadîs-i şerîfini bildiği
için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu
Baba, Pâdişâhın isteği üzerine minbere
doğru yürüdü. Emîr Sultan’ın yanına
gelince; “Ey Emîrim, niçin böyle yapıp
beni ele verdiniz?” dedi. O da; “Senden
ileride bir kimse göremediğim için öyle
yaptım.” cevâbını verdi. Cemâat hayret
ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu
Baba’nın hutbesini merakla bekliyordu.
Somuncu Baba, hutbede; “Bâzı âlimlerin,
Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı,
anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için
bu sûrenin tefsîrini yapalım.” buyurarak,
Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine
yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli
sözler beyân eyledi. Herkes hayretinden
şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; “Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha
sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet
göstererek halletti. Onun büyüklüğüne,
bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha’nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı.
İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü
tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve
sonrakileri anlayanlar içimizde yok idi.”
demekten kendini alamadı.”
İşçisinin ekmeğini taşıdığı Ulu Camideki hutbesinden sonra cemaat Somuncu
Baba’nın elini öpmek ister. Bundan sonra
menkıbe ve keramet başlar. Rivayet odur
ki Ulu Caminin her üç kapısından çıkan
da Somuncu Baba’nın elini öpmek nasip
oldu diye sevindi ve yıllardır aldığı somunun ne olduğunu belki de o an anladı.
Şeyh Hamid-i Veli olarak
bilinen Somuncu Baba,
Şeyh Hamîd-i Velî,
Hamîd-i Kayserî, Hamîd-i
Aksarayî, Somuncu
Koca, Ekmekçi Koca
olarak da isimlendiriliyor.
Bayramiyye Tarikâtı
kurucusu Hacı Bayram
Veli’nin de hocasıdır. 1331
tarihinde Kayseri’nin
Akçakaya köyünde
doğmuştur. Anadolu’yu
mânevi fetih için gelen
Horasan erenlerinden
Şemseddin Musa
Kayserî’nin oğludur.
Seyyid olduğu söylenir.
Portre
▲ Doğduğu Evin Bugünkü Hali
11
Portre
▲ Akçakaya Camii
12
yetiştirmek için yaparlardı. Yani onlarda duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, o
ayrılık aslında bir vuslattı. Firak ile vuslat an bulunduğu çınarın yanında yüzünü
velide iç içeydi. Uzaklıkla yakınlığın Bursa’ya dönerek, huzurlu, feyizli ve
iç içe olması gibi. Somuncu Baba’nın bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak
Bursa’yı terk etmekte olduğunu duyan kalması için duâ etti ve Molla Fenari ile
öğrencisi Molla Fenârî, Bursa’da kalması vedâlaşarak ayrıldılar. Bu olaydan sonra
için çok çabaladı. Fakat Somuncu Baba Bursa’da bu çınarın bulunduğu bölgeye
kabul etmedi. Molla Fenari, Bursalılara “Duâ çınarı” denildi.
Akçakaya’dan başlayıp Aksaray’da
biten bu mana yolculuğu aslında bizim
bu meşrepteki insanlarımızın coğrafyayı
mana bakımından nasıl yurt yaptıklarının
da işaretidir. Alperenin silahla yaptığını
onlar dil ile gönül ile kitap ile kalem ile
yaparlar. Bugün ister Kayseri Akçakaya’da
doğduğu eve gidin, ister yazları dinlendiği Darende’ye gidin isterse medfun
olduğu Aksaray’a gidin fark etmez. Veli
ilmi ile ameli ile eserleri ve talebeleri
ile oradadır. Bir başka bakış açısı ile
aslında Somuncu Baba ve benzeri veliler, farklı mekânları eşya ve hadiseleri
yorumlama biçimleriyle olduğu kadar
mekân anlayışları ve o mekânı mekân
yapışlarıyla da bütünleştirmektedirler.
Çokluğu teklik haline getirmenin, bir
mana üzerinde farklılıkları birleştirmenin
bir yolu da budur.
Yazımızı belki de ona Somuncu lakabını vermeye sebep olan bir menkıbesi
ile bitirelim…
Somuncu Baba, bir gün fırına ekmeklerini sürdü. Pişmesini beklerken, yanına
Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân’ın dâmâdı
Seyyid Emîr Sultan geldi. Elinde bir
çömlek vardı. “Selâmün aleyküm baba!”
dedi. O da; “Ve aleyküm selâm” diyerek
birbirlerine bakıştılar. Başka hiçbir kelime
konuşmadan tanıştılar. Emîr Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba’ya
verip, içindekinin pişirilmesini ricâ etti.
Somuncu Baba, kabı alıp fırının ağzından
içeri sürmek istediyse de, çömleği fırına
▲ Aksaray'daki Mescidin İçi
▲ Aksaray'daki Kabri
sokamadı. Bir daha denedi, yine olmayınca, “Birazdan pişer bekleyiniz.” buyurdu. Bir
Emîr Sultan’a döndü ve “Anladım ki, bu müddet bekledikten sonra kapak açıldı.
çömleği fırına sen süreceksin!” dedi. Emîr Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin
Sultan; “Peki” diyerek çömleği aldı ve piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu
fırının gözünden içeri rahatlıkla sürdü. Baba’nın büyük velîlerden olduğunu
Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu anladı. Ve dostluk böyle başladı. �
Baba fırının ağzını kapattıktan sonra;
Portre
▲ Akçakaya'daki Evi
Bursa’dan Aksaray’a geldi. Abdurrahman el-Askerî ise Somuncu Baba’nın
Bursa’dan ayrıldıktan sonra Ceyhan
Nehri’nin kenarında bulunan Kozan (Sis)
Kalesi yakınlarındaki bir köyde yerleştiğini
ve Hacı Bayram-ı Veli’nin de buraya gelip
kendisini ziyaret ettiğini belirtmiştir.
Burada bir süre kaldıktan sonra önce Şam’a
gitmiş, buradan Mekke’ye hacca gitmiş
olan Somuncu Baba, hac dönüşü Aksaray’a
yerleşmiştir. Aksaray’da Hacı Bayram-ı
Veli’yi eğiterek yetiştirmiş, onu irşad
vazifesi için Ankara’ya görevlendirmiştir.
1412 yılında vefat eden Somuncu
Baba, Aksaray’da Hacı Bayram-ı Veli
tarafından cenaze namazı kıldırıldıktan
sonra bugünkü türbesinin olduğu yere
defnedilmiştir.
Somuncu Baba’nın Yusuf Hâkikî ve
Hâlil Taybî adında iki oğlu olduğu bilinmektedir. Yusuf Hâkikî Aksaray’da kalarak
burada vefat etmiştir. Diğer oğlu Hâlil
Taybî ise Darende’ye yerleşmiştir. Bazı
görüşlere göre Somuncu Baba, Darende’nin Hıdırlık adı verilen bölgesinde oğlu
Halil Taybî ile birlikte gömülüdür. Ancak
burasının tekkesi/makamı olma ihtimali
daha güçlüdür. Hatta Sefine-i Evliya’da
Hüseyin Vassaf Gebze dolaylarında da
Somuncu Baba’ya izafe edilen bir türbe
bulunduğunu ancak bunun bildiğimiz
Somuncu Baba ile ilgisi olmadığını söyler.
Veli mekâna mana katan insandır. Diğer
deyişle zamanın ve mekânın manasını
kendi şahsında, geleneğinde, ilminde
billurlaştıran ve etrafındakilere yayan
insandır. Bundan dolayıdır ki Veli bu
topraklardaki mana kaleleri ve burçlarıdır.
Onlar manevi fetihlerin somut sembolleridir. Anadolu’da her yerde karşınıza
çıkan türbeler ve orada yatan veliler bu
yanlarıyla bilinmeli ve anlaşılmalıdır.
Somuncu Baba’nın Bursa’da Osmanlı’nın
merkezinde ya da Aksaray’da yaptığı şey
sadece ekmek pişirip insanlara dağıtmak
değildir. Ekmeği nimet ve rızık bağlamında
bir sembol olarak düşündüğünüzde
dağıtılan şeyin büyük bir cihan devletinin
manevi rızkı olduğu açıktır.
13
Doğa
Doğa
Yılanlı Dağı
Dursun Çiçek
A
lacalı kartal, mavi gökte süzülüyordu.
Üzüm çubukları ile kaplı vadiyi, dağları
tarıyor av arıyordu. O sıcak öğle vaktinde,
kanat çırpmadan uçuyor, beyaz bulutlar
arasında dolaşıyordu. Kartala göre uzaklar
yakındı ve siyah gölgesi vadiye düşüyordu.
Kartalın kara gölgesi asmalarda, ağaçlarda
geziyor, kartal gökyüzünde dönerek yükseliyordu. Cırcır böceklerinin kulak tırmalayan
sesi ovayı dolduruyor, rüzgar ılık nefesini
yer yüzünde gezdiriyordu. Sarısıcakta hayat
bulan cırcır böcekleri çılgınlar gibi ötüyor,
cırcır böcekleri kayısı vaktinin geldiğini
söylüyordu. Ağaçların, evlerin gölgesi kısa
düşüyor, o sıcakta insanlar ve hayvanlar
ağaçların, evlerin duldasından çıkmıyordu.
Yükseklerden yeryüzünü gözleyen kartal,
nihayet otlar arasındaki çatal dilli yılanı
gördü. Yılanı gören kartalın sevinç çığlığı,
cırcır böceklerinin sesini bastırdı. Keskin
çığlık vadide, Yılanlı Dağı’nın ulu kayalarında
yankılandı. Alacalı kartal kanatlarını gerdi,
nasırlı ayaklarını karnına çekti, kurşun gibi
yeryüzüne indi. Tekrar yükseldiği zaman
siyah yılan pençesinde kıvranıyor, kartal
gökyüzünün derinliğine yılanı çekip götürüyordu. Yılan kıvrılıp bükülüyor, omurgası
kırık, kartalın pençesi sırtında, ancak ölümün
kanlı gözlerini fark edebiliyordu. Daha fazla
kıvrılıp bükülemedi. Kartalın eğri ve sivri
gagası yılanın başına bir kere indi.
Yılan anında hareketsiz kaldı. Kartal
avını Yılanlı Dağı’nın doruklarına çekecek ve
koca kayaların gölgesinde ağır ağır yiyecekti.
Süleyman Sağlam, Yılanlı Dağı, s. 1
14
Doğa
Doğa
Dursun Çiçek
15
16
dan, Tevrat’taki anlatımlara, Lokman
Hekim’den Hacı Bektaş-ı Veli’ye yılan
hikâyeleri ile geçti çocukluğumuz. Yılanın
yavrusunun yerini değiştiren nenemin
süt koyduğu kaba zehrini akıttığını gören
dedemin haber vermesi üzerine nenemin
meseleyi anlaması ve yavruları yeniden
yerine götürmesi ve arkasından yılanın
tekrar gelip süt kabına dolanarak zehirli
kabı devirmesi çocukluğumun unutulmaz
hikâyelerindendi.
Hangi hikâye veya masal olursa olsun
yılandan korkmayan yoktur. Tıbbi anlamda
şifanın sembolü kabul edilse de bizim için
korkunun, zehrin, sinsiliğin, kıvraklığın
sembolü idi. Benim köyümde tarlamızın
ve söğüt ağaçlarımızın olduğu mevkiinin
adı yılanlı idi. Rahmetli babamla oraya ilk
gittiğimde yılanların yerini sormuştum.
O da; “oğlum her yerdelerdir ama onlar
sen onlara zarar vermediğin sürece sana
zarar vermezler” diyerek rahat olmamı
söylerdi. Lakin mevkiinin adının yılanlı
olması bile ürkmeme yeter de artardı bile.
Üniversiteyi kazanıp Kayseri’ye
geldiğimde Erciyes’in etrafındaki dağlardan birinin adının Yılanlı olduğunu
Doğa
Doğa
ahmaran’dan Askalabos (Asklepion)’a,
Ş eski
Türk hikâyelerindeki ejderhalar-
17
yapmıştı. Her ismin elbette bir hikâyesi
vardır. Erciyes’in onlarca, Ali Dağı’nın
pek çok ama Yılanlı Dağı’nın hiç yok…
Olmalıydı aslında. Çünkü ismin peşinden gider bütün anlamlar… Ya da bütün
anlamlar bir isimle billurlaşır…
Hemen Er ve Ciş efsanesindeki
ejdarhanın bulunduğu dağ geldi aklıma.
Hani ne diyordu kızın babası “Karşı
dağın tepesinde alev kusan bir ejder
var. O ejderi öldürüp gel! Kızım Ciş’de
senin olsun”. O ejderha Yılanlı Dağı’nda
mıydı? Onun için mi Yılanlı diyorlardı.
Aladağ’ı Ali Dağı yapan muhayyile Yılanlı
Dağı’nı da Orta Asya’dan, Altaylardan mı
getirdi bilinmez…
Demirci Yazısı’ndan Yılanlı Dağı’na
giderken düşünceler dağ yoluna girdiğimizde mekana karışıyordu. Meşe
ağaçları ve kavaklar yolumuzda bize
eşlik ediyordu. Taşla yapılı bağ evleri,
Talas ve Hisarcık’ta gördüğümüz bağ
evlerine göre daha doğaldı.
Dağların balkonları insan gönlüne
benzer. Eşya ve hadiseleri bütün berraklığı ve bütünlüğü ile görür. Akıl nasıl
böler, parçalar, bağlantı kurarsa, gönül
de inadına bütün görür, geniş bakar…
Nitekim Kükürt Bağlarına doğru bir
açıyla baktığımız Beğendik Bağları,
Sakar Bağları ve Erciyes öylesine ahenk
içinde görünüyor ki. Dağ dağı daha iyi
anlıyor, çünkü daha iyi ve güzel görüyor
diyorum içimden.
Zirveye doğru devam ederken dağların en iyi kılavuzları olan çobanlar veya
oralarda yaşayan insanlarla karşılaşıyoruz.
Mekânın en iyi bilenleri kesinlikle onlar.
Sadece bilenleri mi anlayanları da. Mekâna
Doğa
Doğa
18
duyduğumda doğal olarak çocukluğuma
gitmiştim. Yılanla ilgili bütün hikayeler,
anlatılar, türküler, şiirler yadıma geldi.
Bizim için dağ demek Erciyes demekti
ama bir tarafta Ali Dağı öbür tarafta
Yılanlı Dağı onu bütünleyen unsurlar
gibiydi. Bir şiirin anlamları, bir türkünün
melodileri, bir fotoğrafın detayları, bir
tablonun tamamlayıcılarıydı.
Bir dağa neden yılanlı denir? Bildik
başka bir anlamı yoksa yılanı çok olduğu
için olsa gerek. Nitekim dağın etrafının
taşlık olması bende de ilk bu çağrışımı
19
Dağ yolları ne güzel… Yılanlı Dağı’n
yolları da ismi ile müsemma. Sanki bir
yılan sırtında kıvrım kıvrım gidiyor
hissine kapılıyoruz. Gah sağ tarafa Eğri
Kaya tarafına düşüp aşağıda mana ikliminin sultanı Koyun Baba’ya bakıyoruz.
Gah batı sırtında Hürmetçi Sazlığı’na
doğru gittikçe yayılan Organize Sanayi
Bölgesi’ne bakıyoruz. Birazdan zirveye
çıkıp, tümülüsün üzerinden Erciyes’i ve
Kayseri’yi seyredeceğiz.
Yılanlı Dağı’n zirvesindeki tümülüsün
üst kısmı yassı hale getirilmiş. Araba ile
rahatlıkla çıkabiliyoruz. Etkili bir rüzgâr
hafiften üşütse de seyrettiğimiz manzara
her şeye değiyor. Gerçekten Erciyes
buradan bir başka görünüyor. Aşağıda
Beğendik ve Sakar Bağları,
Fatma Güllü, Kartın, Yanık Dağ, Kefeli,
Oğlakkıran, Sütdonduran bütün ruhuyla
görünüyor. Erciyes’in eteğine tutunmuş
çocukları gibi her birisi. Bağların yeşili
dağların beyazına karışıyor. Bereketi
ve rahmeti en iyi dağdan görüyor insan
her boyutu ile. Mezarlık Hacılar’a doğru
ilerlemiş diyoruz içimizden ölümü
düşünerek. Şehrin sadece batı kısmını
ve Erkilet tarafını görebiliyoruz.
Yılanlı Dağı gizemli bir dağ. Sırrını
kendinde tutuyor. Keşfedilmemişliğini
insan iliklerine kadar hissediyor. Karşısında Ali Dağı ile birlikte sanki Erciyes’in
muhafızı gibi duruyor. Erciyes açısından
baktığında sağ tarafta Zülfikar’ı temsil
eden Ali Dağı, sol tarafta ise adeta şehrin
ve dağın kapısını bekleyen Şahmaran,
Yılanlı Dağı… Süleyman abinin
Doğa
Yılanlı Dağı gizemli bir dağ. Sırrını kendinde tutuyor.
Keşfedilmemişliğini insan iliklerine kadar hissediyor.
Karşısında Ali Dağı ile birlikte sanki Erciyes’in
muhafızı gibi duruyor. Erciyes açısından baktığında
sağ tarafta Zülfikar’ı temsil eden Ali Dağı, sol
tarafta ise adeta şehrin ve dağın kapısını bekleyen
Şahmaran, Yılanlı Dağı…
20
romanı, mekanları, kahramanları yeniden
yadıma düşüyor. Yılanlı Dağı’ndan inerken Yılanlı Dağı romanında kaybolarak
yolumuza devam ediyoruz…
Bu karmaşada doğanın bir parçası
yılanlar, insanların kendilerine gösterdiği
ilgiden yararlanır ve onlara zarar vermeden,
o insanlarla iç içe yaşardı. Bunlar bir yana,
Yılanlı Dağı’nın yılanları çeşit çeşitti. Kimi
boz veya sarı renkli üçgen kafalı engerek
yılanları, kimi de siyah fakat zehirsiz kalın
yılanlardı. Bazen alacalı renkleri ile göz
kamaştıran güzellikte ki yılanlar da vardı.
Niyet ahalisi yılanı evinin, bağının bekçisi
sayar, yine de uzak dururdu. Niyette yalnız
Kara İsmail vahşi hayvan ve yılanlardan
çekinmezdi. Onlara iyi davranırdı, onlara
yaklaşmayı öğrenmişti. Temin ettiği sütleri
kaplara dağıtır, onları köpek, kedi gibi beslerdi.
Keklikler evinin damında şakır, yılanlar sekide dolaşırdı. Kara İsmail, vahşi
doğa ile dosttu. Onun bu haline insanlar
alışıktı. Hatta onda daha büyük güçlerin
olduğuna inanılır, hastalar şifa bulmak için
gelirdi. Dalak kesme, şişe çekme, kurşun
dökme, şerbetleme, okumak, ülemek, sülük
vurmak, un tütütmek Kara İsmail’in işiydi.
Şifa bulanlardan hediye kabul etmez, çoğu
insanların derdine deva olmaya, ümit
dağıtmaya özen gösterirdi. Hoca’nın dünya
malında gözü yoktu.(Süleyman Sağlam,
Yılanlı Dağı, s. 245-246) �
Doğa
isimler verişlerinden anlayabiliyorsunuz
bunu. Yolda karşılaştığımız Mustafa
Amca’ya hem dağı anlattırıyoruz hem
de mekân isimlerini soruyoruz. Mekân
isimlerini elindeki asa ile uzatarak gösterirken Süleyman Sağlam’ın romanını
sanki satır satır yeniden okuyoruz.
Saymaya başlıyor Mustafa Amca:
Şurası Harami Deresi mevkii. Şoo taraf
Cılga yolu. Boncuk Kuyu şurada, Minare
Kaya burada. Saymaya devam ediyor
mevkileri tek tek. Eğri Kaya-Koyunbaba, Arpa Dağı, Çukur Kuyu, Kulaklı
Bağları-Sallı Bayır, Gölgeli Kaya, Yiğitler
Kayası, Kızlar Hanı… O saydıkça hafızam
beni başka mekânlara götürüyor. Aslında
insanlar mekânlara benzer isimler
koyuyorlar. İster Kırşehir’e gidin, ister
Bolu’ya. Veya ötelere, Balkanlar’a gidin
ya da Türkistan’a… İsimler aynı. Çünkü
insan bir yerden bir yere giderken sadece
isimleri değil aslında ruhu ile birlikte
mekânı da taşıyor.
21
Gelenek
Gelenek
Kayseri Oturmaları
Muhsin İlyas Subaşı
KÜLTÜR VE DÜŞÜNCE
HAYATIMIZA ETKİLERİ
Muhsin Ilyas Subaşı
Gelenek
G
22
eleneği, geçmişin çöplüğü olarak görenlerden değilim.
Belli bir yaş, olgunluk ve kültür seviyesine ulaştıktan sonra
Çocukluğumu, adetlerin kurallaştırdığı bir ortamda burada da bu tür akşam oturmalarına katılmaya başladım.
geçirdim: Hasat mevsimi bitip, insanlar kış ihtiyaçlarını, kışın İlk oturma grubumuz, 1978 yılında oluştu. Burada, Ahmet
devamında baharın ve hasat mevsimine kadar yaz ihtiyaçlarını Sarıalp, Ali Kaya, Burhan Karamustafaoğlu, Cemal Oğuzhan,
karşıladıktan sonra bizim odamızda her akşam toplanırlar uzun Halit Erkiletlioğlu, Mehmet Baktır, Mehmet Çayırdağ, Muskış gecelerinde sohbetler yaparlardı. Bu oturmalar ortak aklın, tafa Erkan, Mustafa İlhan, Naci Gavremoğlu, Tahir İbibik.
ortak çıkarların, ortak hizmet alanlarının, ortak duyarlılığın Bu isimlerle başlayan beraberliğimiz, 35 yıldan bu yana çok
beslenip hayata geçirildiği bir nevi
ciddi aksamalar olmadan devam etti. Bu
forum niteliğindedir. Kayseri’deki bu
isimlerin hepsi kendi alanında temayüz
geleneksel oturmaların, oluşturduğu Bünyan Elektrik Santrali,
etmiş dostlarımdır. Değişik hizmet
çok önemli hizmetler olmuştur. Hayır Organize Sanayi Bölgesi,
alanlarından gelen bu gönül dostlarıyla,
hizmetleri, yatırım hizmetleri, kültürel Çinkur, Meysu gibi tesisler
beraberliğimizin önemli meyvelerinden
faaliyetler, çok sık rastlanılmasa da
ziyade, tatlı hatıraları oldu.
siyasi kadrolaşmalar hep buralarda bu oturmaların gün yüzüne
Bunlardan ilki, 1998’de topluca
şekillenir.
çıkardığı kuruluşlardır.
Divriği Ulucami’ye yaptığımız seyaBu oturmalara ortak ilgi alanları
hattir. 200 km’ye yaklaşan uzunca bir
örtüşen 8-10 kişiden 15-20 kişiye
yolculuktan sonra Divriği’ye öğle üzeri
kadar insanlar, haftanın bir günü sırasıyla bir evde toplanırlar. ulaştık. Bu gezimiz bize coğrafyanın vatana dönüşmesinde
Öncelikle dini konular konuşulur, sonra ortak meselelerini taşla vurduğumuz kalıcı mührün heyecanını yaşattı. İlçenin
ele alırlar, günün konularını tartışırlar. Projeleri varsa onun güneydoğusunda bir tepenin eteğine 1228 yılında Mengücedetayları üzerinde dururlar. Mesela, Bünyan Elektrik Santrali koğulları’ndan Ahmet Şah tarafından inşa ettirilen bu Cami
böyle bir oturmanın mahsulüdür. Organize Sanayi Bölgesi, ve Daru’ş-Şifa, dünya tarihinin kalıcı miraslarından birisi
Çinkur, Meysu gibi tesisler de bu oturmaların gün yüzüne olarak beni birçok yönüyle etkiledi. Burada dillenen sükût,
çıkardığı kuruluşlardır.
bir hayat saltanatına dönüşüyor. Taşın gözlerinizi okşayan
döndük, ancak bizi oraya büyük umutlarla götüren Kaya’nın
hali kötüydü. Sonuçtan fazla bozulmuştu, davranışlarıyla
belli etmese de hali her şeyi anlatmaya yetiyordu. Dönüyoruz gecenin hayli geç vakti olmuştu, “İçim kıyılıyor birşeyler
yememiz lazım”, derken, Migros’un önüne geldik, “Buradan
birşeyler alalım”, diye arabayı durdurmak istedi, arkadaşlar
yine itiraz ettiler:
“Hayır, burasının o lokantadan ne farkı var, adamlar alkol
satıyorlar, burada da yemeyiz!”
Baktır bağırmaya başladı:
“Yahu benim daha fazla duracak halim yok, bisküvi falan
birşeyler alalım hiç olmazsa”, dediyse de arabamız ilerlemişti.
Bereket karşımıza Yimpaş çıktı. Saat de 22’ye gelmişti. Market
kapanmak üzereydi. Bereket burasının işletme müdürü Ali
Hoca’nın öğrencisiymiş. Müşterileri gönderdikten sonra bize
hemen hamburger türü güzel bir sofra hazırladı. Karnımızı
doyurduk gözümüzün önü açılmıştı. Market Müdürü, adeta
Ali Hoca’nın lokantada yerle bir edilen prestijini yeniden inşa
ve ihya edercesine, “Beyler Ali Hocam olmasaydı, ben bu
saatten sonra burayı size açık tutamazdım”, diyerek Hocanın
lokantada uğradığı hezimetini telafi etmiş oldu.
Hatay’a gittik, üniversite misafirhanesine yerleştik. Sabah
kahvaltımızı Rektörün vereceği bildirildi ve bizleri Üniversitenin özel misafirlerini ağırladıkları bir salona aldılar. Eyvah,
içeride üçgen gibi merdivenler halinde sıralanmış duvarlara
Türkiye’de ve Avrupa’da üretilen ne kadar içki varsa dizilmiş.
Akşam kazan kaldıran arkadaşlarımızın gıkı çıkmadan burada
kahvaltıyı yaptık. Bu defa, öğle yemeğinde de rektör’ün misafiri
olduğumuz bildirildi. Bizi alıp bir lokantaya götürdüler. Bir
de ne görelim, akşamleyin o bomboş lokanta lebalep adam
dolu ve bize özel bir masa hazırlattırılmış. Hepimiz kuzu
kuzu girdik içeri, Gavremoğlu, “Ben burada yemek yemem”,
diye tutturdu. Rektör, onun eline büyükçe bir marulu alıp
Gelenek
Kayseri
Oturmaları
desenleri ruhunuza bir aşk kıvılcımının hayranlığını taşıyor.
Burada hürriyetini kaybeden taşın haysiyetine ulaştığını, bir
ilahi güzelliğin sembolü haline geldiğini görmek mutluluk
veriyor insana. 8 asır önceki insanımızın o sanat dehasını nasıl
izah edersiniz anlamak zor: Caminin taç kapılarından adeta
fışkıran üzüm salkımları, o leziz tadını görüntüye dönüştürüp
duygularınızı yıkıyor. Burada birkaç saatlik ziyaretimiz ömür
boyu sürecek hasretlik duygusunun ilk kıvılcımını tutuşurdu
yüreğimizde. Ben eserden çok bu eseri burada var eden iradeye,
onu şekillendiren dehaya hayranlık ve geleceğimize güven
duygusuyla ayrıldım buradan…
Arkasından GAP gezisi! Bu geziye son dakika da katılamama talihsizliğim oldu. Eşimin ciddi bir sağlık problemi beni
engelledi, ancak giden ekibin anlattıklarıyla
sanki oradaymışım gibi bir duyguyu yaşadım. Çünkü bu defa, GAP’ı sanal âlemde
defalarca gezdim. O da yetmedi, bölgeye
yalnız başıma gittim. Azgın Dicle ve Fırat
sularına vurulan gemin toprağımızda bereket
göllerine dönüşmesi büyük bir şanstı. Artık,
bölge insanının asırlardır hüsrana uğrayan
umutları burada berekete dönüşecekti.
Hem kurak toprağa can verecek, hem de
ülkenin kaderine enerji yükleyecekti. Bölgenin bu taşkın çocukları Dicle ve Fırat’ın
Yukarı Mezopotamya’yı tarihinin hüzünlü
sayfasından çıkarıp, geleceğinin ihtişamlı
kuşatıcılığına taşırken, ekmeğimizden
suyumuzdan kesilen 32 milyar doların
sokağa atılmadığını görmek insana yalnızca mutluluk değil,
aynı zamanda güven de veriyor. Nasıl vermesin ki, 25 büyük
sulama projesiyle 1,8 milyar hektar alan suya kavuşacak
kuraklığın yerini bereket tarlaları alacak. Burada Türk’ün
mâkus talihinin yenildiği, muhteşem bir kalkınma hamlesinin
geleceğe heyecanla taşınan hamlelerine her şeyinizle katılmış
oluyorsunuz.
Ve Hatay’a gidişimiz… Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi
Rektörü, Prof. Dr. Haluk İpek, bizi oturma grubumuzdan Prof.
Ad. Ali Kaya Aracılığıyla Hatay’a davet etti. 2001 yılında kalktık
üç araba ile yola düştük. Giderken Kaya bize, İskenderun’un çok
güzel kebabından söz etti. Geç saatte sözünü ettiği lokantaya
ulaştık. İyi de acıkmıştık. Ancak lokanta deniz kenarında ve
boştu. Biz, birşeyler bulup yiyebilir miyiz diye içeriye yürürken, gruptan Gavremoğlu, İbibik ve Oğuzhan, bir köşe alkol
alan birkaç kişilik bir müşteriyi görmüşler.”Biz, içki içilen bu
lokantada yemek yemeyiz”, diyerek dışarı yürüdüler. Doğal
olarak topluca dışarı çıktık. Lokanta sahibi, “Ağabey, ben de
Kayseriliyim, ben de içki kullanmamam, ancak burada alkolsüz
lokanta bulamazsınız”, dediyse de, bizler topluca arabalarımıza
23
24
“Ağabey, ben de Kayseriliyim. Kayserili lokantada böyle
bir hizmeti pek benimsemez.”
“Yani paraya kıyamaz demek istiyorsun öyle mi?”
“Evet, maalesef öyle!”
Doğrusu cevap verecek bir söz bulamadım.
Dönüşümüzde Tarsus’a uğrayıp Ashabı Kehf mağarasını
ziyaret ettik.
Bir güne sığdırdığımız bu gezinin, ekibin moral yenilemesi
bakımından çok faydalı olduğunu söylemeliyim.
Bu kış oturmalarımıza zaman zaman bazı dostlarımız kısa
süreli katılıp ayrıldılarsa da, bu kadro sürekliliğini korudu.
Bu kadar zaman içerisinde de unutamadığımız, hayatımıza
renk katan bazı olayları yaşadık. Bunlar, bu tür yaşama biçiminin artıları ve eksileri olarak geleceğe bir sosyal hatıra
olarak intikal etsin istedim: Bir gün bu oturmanın birisine
katılamayacak kadar hastalandım. Yerimden kalkacak halim
yok. Gece saat 01’e doğru zil çaldı. Hanım telaşlanmıştı, “Bu
saatte neyin nesi acaba?” diye. Yataktan doğrulacak halim
yoktu ama mecburen kalktım aşağı inip kapıyı açtım, bizim
oturma grubu topluca gelmişler:
“Madem hastasın ziyaret edelim dedik!”
Yapacağım bir şey yoktu, üzerimi değiştim, Kamelyaya
aldım ve
“Allah sizin hayrınızı versin.”
Mustafa Erkan, çıkıştı:
“Oturma azizim, biz buraya sucuk yemeye geldik!”
“Peki, getirdiniz mi?”
“Getirsek buraya niye gelelim?
“La havle” çekerek içeri döndüm, hanıma evde sucuk olup
olmadığın sordum. Olduğunu söyledi. Buzdolabından hepsini
aldım, bir koliye yakın yumurta da vardı onları da, birlikte
mutfakta pişirip yedik. İşin ilginç tarafı, yatağından doğrulurken sendeleyen Muhsin, birden dirilmişti. Hastalığımın
doktoru Mustafa Erkan’a muayeneye bile gerek kalmamıştı
artık. Gecenin geç vaktine kadar, saat 03,5’a kadar yedik içtik,
ilahiler, şarkılar okuduk ve dağıldık. Sabahleyin hiç hastalık
atlatmamış gibi kalkıp işime gittim.
Bu oturmalarımızı zaman zaman yemekliye de dönüştürdüğümüz oldu. Bir defasında, Burhan hoca, Hisarcıkta, bize
yemek vereceğini söyledi: “Yemeği orada yiyelim.
Hemen karşımızda da Sauna var, oraya da gider terleriz.” Aslında yanlış bir başlangıç olacaktı, tok karnına
saunaya gidilir mi? İşin o tarafını düşünen hiç olmadı.
Kalkıp gittik. Karakışın tam ortası Kayseri tabiriyle
“çat ayaz”ın hakim olduğu bir pazar günü, kış boyunca
hiç yanmamış ev de sobayı yaktık, ama bana mısın
demiyor. Sobanın yanındaki bardak buz tutmuş, ısı
onu bile eritmiyor. Soğuk hepimizi sarstı. Dayanacak
halimiz kalmadı, kıymalı soteyi ocakta kavurup yedik
ve arabalarımıza atladığımız gibi Hamam’ın kapısına
bile bakmadan kendimizi şehre attık. Ondan sonra,
hocaya her oturmada, “bir daha bizi sakın oraya davet
etme, hepimizin neslini kurutursun sonra”, demekten
de kendimizi alamadık. İçimizden birisi çıkıp da, “önce
saunaya gidelim sonra yemek yiyelim”, demedi. Öyle
yapsaydık zatürreeden ekibin yarısını kaybedebilirdik.
Benim bir başka oturma grubum da edebiyatçılarlaydı. Onun başlangıç tarihi daha eskilere gider.
1975’lerde oluşturmuştuk. Muin Feyzioğlu, Ahmet Sıvacı,
Bekir Oğuzbaşaran, Kadir Keçebaş, Kadir Özdamarlar, Mahmut Çağlıgöncü, Mehmet Delibaş, Selim Tunçbilek,
Süleyman Kocabaş, Ümit Fehmi Sorgunlu’dan oluşan bu ekip
her hafta cuma akşamları bir araya gelir, hem gündemdeki
edebi meseleleri tartışır hem de kendi ürünlerimiz üzerinde
konuşurduk. Arada bir rahmetli Muzafer Tok, Mehmet Şahin,
Muzafer Civelek, Cemal Özüven, Mahir Sürmelibey, Nevzat
Özkan, Ünal Tayfur, Mahmut Sarıkaya, Şadi Kocabaş da dâhil
olurdu. Bu ekibin önce Kayseri kültürüne, sonra da Türk
kültürüne büyük katkıları oldu. Kayseri Sanatçılar Derneği’ni
kurarak iki yıl üst üste kültür ve edebiyat ödülleri verdik. Bu
ödüller sayesinde, Türkiye’mizin, Cemil Meriç, Ahmet Kabaklı,
Mehmet Çınarlı, Durali Yılmaz, Bahattin Karakoç Mehmet
Akif İnan, Sevinç Çokum, Mustafa Ruhi Şirin, Saim Sakaoğlu
gibi daha birçok ünlü isim buraya geldi ve büyük törenlerle
ödüllendirildi. Bu ekiple de Ankara, Sivas ve Osmaniye’ye
grup halinde gezilerimiz oldu. Bu oturmalarda yaşadığımız
birçok şeyi belki unuttuk, ama bu gezilerin hatırası hala
hafızalarımızda tazeliğini korumaktadır.
Benim yayınladığım “Küçük Dergi”, Mahmut Çağlıgöncü’nün
çıkardığı “Kültür ve Sanat” dergileri bu ekibin malzemesiyle
hayatiyet buldu. Buradaki arkadaşların birçoğunun önemli
eserleri yayımlandı. Ortak şuurun neler yapabileceğinin en
güzel örneğini biz bu kadroyla gösterdik. Ne var ki, şair ve
yazarlarda birkaç eser verdikten sonra ortaya çıkan ‘kifayet
duygusu’ bu güzel ortama devam fırsatı vermedi. Buna
rağmen, biz çok şeylerin birbirimizi anlama, kabullenme ve
yüreklendirme ile göstermiş olduk. İstanbul’un, Marmara
Kıraathanesi, Küllük’ü, Çınaraltı’sı, bizde bu akşam oturmalarıyla şekillenmiş oluyordu. O yıllarda başlayan bütünlüğümüz oturma şeklinde devam etmediyse de birçoklarıyla sıcak
dostluk ilişkisi sürmektedir. Bu da bir edebiyatçı için az bir
kazanç değildir. Çünkü Kayseri bugünkü kültürel dinamizmi
o günlerin malzemesiyle hala beslenmektedir… �
Gelenek
Gelenek
dışarıda dolandığını görünce, “O beyefendi ne yapıyor, perhizi mi var yoksa. Gelsin içeri kendisi için gereken yemek
neyse o hazırlattırılır”, dediyse de bir defa ‘ııh’demişti, içeri
gelmiyordu. Bu defa yanına gittim, “Mecelle’de bir hüküm
vardır, zaruretler memnu olan şeyleri mübah kılar”, diye.
Burada biz de keyfimizden oturmadık, ayıp olur”, dedim ve
gönülsüz de olsa içeri girdi. Yemeği yedikten sonra dışarı
çıktık; “Gördünüz mü beyler, keyfimizden olmasa da burada
yemek bize nasipmiş dönüp geldik. Artık bunun yorumunu
siz kendiniz yapın”, demekten kendimi alamadım.
Adana Gezimiz doyumsuz iz bıraktı bizde: Dr. Mehmet
Baktır’ın sınıf arkadaşı Adana Devlet Hastanesi Başhekimiydi
Bizi Adana’ya davet etti. Bir bahar günü kalkıp yola çıktık.
Önce Mersin’e uğrayıp orasının meşhur paça çorbasını içtik.
Oradan Adana’ya geçtik. Öğleyin bizi bir lokantaya götürdü ev
sahibimiz. Adana kebabı yiyeceğiz. Ancak kebaptan önce gelen
garnitür neredeyse karnımızı doyurdu. Arkasından kebaplar
geldi. Benim bir anlayışım vardır, gittiğim yerde gördüğüm
güzelliği de eksikliği de o yerin sorumlularına söylemektir.
Lokantada çok iyi bir hizmet gördük. Kalkıp lokanta sahibine
teşekkür edeyim dedim:
“Beyefendi hizmetin mükemmeldi. Bizim oralarda böyle
bir hizmet anlayışı nedense olmadı.”
Adam biraz da taşı gediğine koymak istedi galiba.
25
Tarih
Tarih
Kayseri’de Sürgün Bir Roma İmparatoru
Halit Erkiletlioğlu
Kayseri’de
Sürgün
Bir Roma
Imparatoru
Halit Erkiletlioğlu
1
2
Abu’l Farac Tarihi, T.T.K Çev: Ömer Rıza Doğrul, Ank. 1987 C: 1, S: 135
Baydur Nezahat, İmparator Iulianus, İst. Ünv. Ed. Fak. Yay. 1982, s. 10
Tarih
R
oma hâkimiyeti Anadolu’da devam ederken Kappadokia eyaletinin başkenti
olan Kaisariea, 4. yüzyılda Hıristiyanlığın benimsenmesi açısından en parlak
devrini yaşamaktadır. Çünkü burada en önemli kilise babalarından Basileius ve
Gregorius ikâmet etmektedir. M.S. 345 yılının ikinci yarısında Roma İmparatoru
İkinci Constantius, aynı hanedana mensup kuzeni Iulianus ve Gallus’u tahtı için
tehlikeli görerek Roma’nın en uzak eyaleti olan Kappadoki’daki Kaisareia’ya sürgün
gönderir. Bu sürgün yerinin şehir merkezine yakın bir mevkide olan “Fundus
Macelli” (İmparatorluk Çiftliği veya Makali Köyü1) ismi ile anılan bir yer olduğu
bildirilmektedir.2
Burada içinde hamamlar ve kaynaklar bulunan bir çiftlikte altı yıl boyunca üvey
kardeşi Gallus’la birlikte yaşamışlardır. Hatta Roma İmparatoru Constantius doğuya
27
Tarih
Iulianus Apostata M.S. 362 senesinde Antiochia’ya giderken uğradığı ve hiç
sevmediği Kaisareia’daki Zeus ve Apollon tapınakları ile Fortuna tapınağının
Hıristiyanlar tarafından tahrip edildiğini görünce, şehirdeki bütün kiliseleri
yıktırtır ve Kappadokia’nın baş şehri Kaisareia’yı şehir listesinden silip, Kaisereia
adını kaldırarak yeniden Mazaka’ya çevirdiğini, şehir ve çevresindeki kiliselerin
mal ve paralarının işkence ile ortaya çıkartılmasını, rahip sınıfının askere
alınmasını ve bütün Hıristiyanların köylüler gibi vergi ödemesini emreder.
28
sefere giderken bu sürgünde bulunan iki
prensin durumlarını kendi gözleriyle
görmek için Kaisareia’ya uğramıştır.3
Sürgün yıllarında Tevrat ve İncil’i
detaylı bir şekilde inceleyen Iulianus,
kendisine ters düşen yerlerini açıklamaya
çalışmıştır. Bu tarihte Kaisareia’da bulunan Arian Piskoposu Georgius’un felsefe
ve güzel söz söyleme sanatını anlatan
kitaplarıyla dolu çok zengin kitaplıktan
oldukça istifade ettiği halde ailesini
öldürten ve ahlâktan uzak davranışlarda
bulunan Hıristiyan imparatorlar sebebi
ile ve ayrıca düşük karakterli bir papazın
uygunsuz davranışlarından dolayı Hıristiyanlık’dan nefret eder hale gelmiştir.
M.S. 351 yılında kendi çocuğu olmayan
İmparator Constantius, aileden hayatta
3
kalan amca çocuklarından Gallus’u
Caesar yapmak üzere Macellum’dan
saraya çağırınca Iulianus da İmparatorun emriyle sürgünden kurtulmuş olur.
Iulianus; Konstantinopolis, Pergamon
(Bergama), Ephesos ve Atina’da aldığı
felsefe ağırlıklı eğitim sonucu Neoplatonizm (Yeni Platonculuk) etkisi
altında kalarak bu felsefeyi benimser.
Fizik ötesi ve töre bilimini temel alan bu
felsefeye göre; son hedef Tanrı görüşünü
kazanmak olmalıydı. Buna da ruhun Tanrı
ile birleştiği anda ulaşılırdı. Iulianus’a
göre de; bilim ve sanattaki başarı dine
bağlı idi. Oysa Hristiyanlık; Yahudilikle
putperestliğin karışımı, bozulmuş, kuru,
felsefeden yoksun, insanlığı tembelleştirerek başarıyı önleyen bir yapıya sahipti.
Baydur Nezahat, İmparator Iulianus, İst Ünv. Edb. Fak. Yay. Nu:2934, İst. 1982, s.12
Ve O’nun karakteri, geniş hayal gücü
eski tanrılara inanmaya daha uygundu.
Fakat Constantius’un, putperestliği ve
kurban kesmeyi yasaklayan emirlerine
karşı görünmemek için bu fikirlerini
özenle gizlemek zorunda kalmaktaydı.
İmparatorluğun doğu illerine hükmeden Caesar yapılmış bulunan Kardeşi
Gallus’un acımasız ve zevk düşkünü
uygulamaları sebebi ile gözden düşmesi
ve Antiochia’da işlediği cinayetler konusunda yargılanarak M.S. 354 yılında başı
kesilerek idam edilmesi, Iulianus’u hem
çok üzer ve hem de çok korkutur. Ancak
İmparatoriçe Eusebia’nın büyük çabası ile
imparator’un küçük kız kardeşi Helena
ile evlendirilerek 24 yaşında Caesar ilân
edilir. Gallia’ya gönderilir. Orada birçok
4
5
eğmezsen bütün Kaisareia şehrini yakacağım,
bütün eski ve güzel binaları tahrip edeceğim,
tapınak ve heykelleri yeniden onaracağım.
(Iulianus, putperest olduğu için Basileius’u Hıristiyanlık yapılarını yıkıp,
putperestlik tapınaklarını onarmakla
korkutmaktadır), ki bütün dünyayı Roma
İmparatoruna boyun eğdiğine ve O’na
hiçbir zaman isyân edilmemesi gerektiğine
inandıracağım.” der.4
Nitekim Iulianus Apostata bir sene
sonra, yani M.S. 362 senesinde Antiochia’ya giderken uğradığı ve hiç sevmediği
Kaisareia’daki Zeus ve Apollon tapınakları
ile Fortuna tapınağının Hıristiyanlar
tarafından tahrip edildiğini görünce,
daha da sinirlenerek şehirdeki bütün
ile ortaya çıkartılmasını, rahip sınıfının
askere alınmasını ve bütün Hıristiyanların
köylüler gibi vergi ödemesini emreder.5
Bundan sonra Kayseri’de fazla oyalanmayarak Tyana’ya (Niğde-Kemerhisar)
geçer. Ordugâhını Antakya’da kurar.
Burada kaldığı süre içinde İmparator
olarak yaşadığı, o zamanların koyu
Hıristiyan kenti Antakya’da kiliseye
getirdiği kısıtlamalar ve pagan ibadetleri
nedeniyle yerel halkla sürekli gerginlikler
yaşamış ve hatta paganlığa geri dönmemeye kararlı bağnaz Antakya halkına
yazdığı “Misogopon” (sakallı korkusu)
adlı eserinde Hıristiyanlığa karşı verdiği
mücadeleyi, pagan dininin güzelliklerini,
klasik felsefe ve entellektüel aydınlanmayı
Iulianus on iki veya
onbeş yaşında geldiği
Kayseri’deki Fundus
Macelli çiftliğinde altı
sene sürgün hayatı
yaşamış, burada
büyük din adamı Aziz
Basileius’un telkin ve
tedrisi ile Hıristiyan
olmuş ve İ.S. 361 yılında
amcasının ölümü üzerine
Roma’ya imparator
olarak dönerek yeniden
paganizmi ihya etmeye
çalışmıştı.
kiliseleri yıktırtır ve Kappadokia’nın baş anlatır. Aslında eserin satır aralarında
şehri Kaisareia’yı şehir listesinden silip, Hıristiyan Antakya halkına kızgınlığı ve
Kaisereia adını kaldırarak yeniden Maza- hayal kırıklığı vardır. Hıristiyanlardan;
ka’ya çevirdiğini, şehir ve çevresindeki “Neden hala Meryem’i Tanrı’nın anası olarak
kiliselerin mal ve paralarının işkence anmaktan vazgeçmiyorsunuz? Ya bugün
Baydur, Kültepe ve Kayseri Tarihi Üzerine Araştırmalar, s.104
Baydur. AGE, s. 105
Tarih
▲ Iulien’i Öldürerek Hıristiyanlığı Kurtardığına İnanılan Kappadokialı Aziz Merkürüs
askerî başarıya imza atarak Consüllük
payesini de alır. Artık O, itibarlı ve
büyük bir ordu sahibidir. Bu statüsü
İmparator’u endişelendirmektedir. Bu
sebeple Pers savaşı için gittiği Doğudan
dönünce Iulianus’un işini bitirmeyi
plânlar. Ancak Tarsos’ta ateşlenir. Kilikia’da Mopsukrene (Mezaroluk) denilen
yerde 3 Kasım 361 tarihinde ölür. Cesedi
Konstantinopolis’e taşınır.
Nihayet M.S. 361 yılının ilk aylarında
Roma tahtının boşalması üzerine Iulianus, Flavius Claudius Iulianus unvanı
ile imparator olur. Derhal bu şansı
kendisine sağladığına inandığı en büyük
tanrı Helios’a inancını açıklar. Helenistik felsefeyi ve Büyük İskender’in izini
takip ederek “Halkını yeniden çok tanrılı
paganizme döndürme, Helen uygarlığını
doğuya taşıma” ülküsünü benimseyen
bir imparator olarak hedelerini belirler.
İlk iş olarak pagan mabetlerini onartıp, rahiplerin görevlerini düzenler,
tanrılara kurban adamak uygulamasını
yeniden başlatır ve Hıristiyan mezarlarını
kaldırtır. Din değiştirerek Paganizme
döndüğü için günümüze kadar kilise
tarafından Apostata yani dönek olarak
sıfatlandırılmıştır.
Iulianus, Hıristiyanlık konusunda
Basileius ve Gregorius’un bariz etkisi
bulunan Kapadokya halkından hiç
hoşlanmadığı için vilâyet valisini bir
askeri güç ile buraya göndererek kilise
mallarına el koymak ister. Fakat o sırada
piskopos olan yaşlı Gregory, oğlunun ve
halkın desteği ile bu emre karşı koymuş
ve birliğin geri çekilmesini sağlamıştır.
Bütün bu sebeplerle nefret ettiği
Kayseri şehri için Basileius’a (Büyük
Basileius veya Vasileius) yazdığı bir
mektupta; “Ben Kaisereia şehrine yürümekte iken senin bana 2000 altın yollamanı
emrediyorum. Bu sırada ben henüz büyük
yolda olacağım ve en kısa zamanda Perslere
karşı savaşa girişeceğim. Eğer bana boyun
29
30
İshak gelse ve ben Bakire’den doğan Tanrı’nın lığı kurtarmak için, İsa’ya olan sevgisi
ilk ve sevgili kuluyum, tüm yaratılanların yüzünden öldürdüğünü itiraf eder.
ilkiyim dese ne diyeceksiniz?” gibi mantık
Iulianus ve Gallus’un altı yıl civarında
sorularının cevabını ister.
sürgün edildikleri Macellum, Latince
O zamanlarda pagan dinlere inanan, “mikla”dan türeyen bir kelime olup, taze
eski zamanlara dönmek isteyen klasik ve işlem görmüş balık, et ürünleri, av
felsefe taraftarları bir “siyasî sembol” hayvanları, zeytinyağı, sebze meyve ve
olarak antik çağın filozoları gibi sakal lüks ürünlerin satıldığı çarşılara verilen
bırakırken, yeni akım Hıristiyanlar ise isimdir. Roma eyaletlerinde, Yunanistan,
tıraş olurlarmış, kitabının “sakal korkusu” Anadolu, Sicilya ve Kuzey Afrika’da
isminin buradan geldiği anlaşılıyor.
macellum yapılarına rastlanmaktadır.7
26 Haziran 363 tarihinde Antakya’da Döneminde ise, macellum denilince akla
Pers savaşlarında öldürülür.6 İmparator’un bir sarayın, bereketli bahçelerin, hamamsavaş alanında öldürülmesi ile ordusu ların, su kaynaklarının ve av alanlarının
dağılır ve Kayseri de büyük bir felâketten olduğu bölgeler anlaşılmakta imiş. Hatta
kurtulmuş olur. Ama akılları kurcalayan İmparator Tiberius’un Kapadokya’yı
bir şey vardır. Iulianus’a saplanan okun M.S. 17 yılında Roma eyalet listesine
bir Roma oku olmasıdır. Başlangıçta, almasından hemen sonra bu bölge Kaiimparatorun Perslilerin savaş sırasında sareia’ya gelen vali ve imparatorların av
buldukları bir Roma okuyla öldürüldüğü alanı olarak kullanılmıştır.8
düşünülürken Iulianus’un hocalarından
Iulianus’un imparator olmadan önce
biri olan Priscus bunun peşini bırakmaz. sürgün olarak kaldığı Macellum’un yeri
Nitekim katil yirmi sene sonra, artık ona konusunda bazı tahminler yapılmaktadır.
bir zarar gelmeyeceğinden emin olarak Tarihî kayıtlarda; “Macellum, Argaios’un
ortaya çıkar ve Iulianus’u sözde insan- (Erciyes) verimli yamaçlarında ve Kaisare6
7
8
9
10
11
ia’dan birkaç saatlik uzaklıkta bahçesinde
havuzu olan, yeşillik ve ormanlarla çevrili
bir saraydı. Burada prensler ikâmet ederdi.”
Diye tarif edildiğine göre bu günkü
Sakar Çiftliği, Hisarcık, Talas, Keykubat, Zincidere gibi bir yerde olabileceği
veya Tontar ve etrafında bulunan eski
Kaisareia’dan takriben yedi kilometre
uzaklıktaki Ermiş Mamas’ın (Mar Mama
Kilisesi) mezrasına kadar uzanan bir
bölgede olabileceği tahminleri yapılmıştır.
Iulianus’un sürgün edildiği yer olarak
bir başka iddia da; Erciyes Dağı’ndan 2.5
saat mesafede Kereme (Gereme-kutsal
yer) denilen mevkidir. Burada meşhur
eski manastırların harabeleri halen
bulunmakta olup, bunlardan bazılarının
kubbeleri, diğerlerinin su yolları, kütüphaneleri, hazine daireleri durmaktadır.
Bu manastırlar yanında gayet muntazam
ve mükemmel mektepleri ile meşhur eski
bir şehir var imiş ki, iki prensin burada
sürgün hayatı yaşadıkları yönündedir.
Sozomenos’a9 göre; Bu sırada büyüğü
onbeş yaşlarında olan iki birader (Roma
Prensleri) Gallus ve Iulianus burada
ikâmet ve tahsile başlarlar. Bu manastırların
etralarında bulunan dağlar ve derelerde
Askitisler10 yaşamaktadır ve halen mevcut
olan bu yerlere, yerliler tarafından Askitarya
ve Türkler tarafından da Keyslik denilmektedir. Yazarın bahsettiği bölge de
Erciyes’in güney yamaçlarında bulunan
Gereme’dir. O’na göre; Kereme, eskiden
Makellon, Makelli yahut Demakelli ismi
ile bilinirdi. Bu kelime ise latince, salahane
manasında olup, burada çok miktarda
hayvan kesildiğinden böylece anılmıştır.
Bu yerleri Krillos ve daha mükemmel
olarak ta Hamilton anlatıyor.11 Ancak
Gereme’nin şehir merkezinden çok
uzakta olması bu ihtimâli zayılatmaktadır.
Baydur, İmp. Iulianus S.78
Atik Sema, Anadolu Macellumları, 21.AST, cilt:2, 2004, s.45-46
(Cooper, J. EricDecker, Life andSociety in Byzantine, Cappadocia, New York, PalgraveMacmillan 2012 s: 52)
Sozomenos; M.S. 323 yılında “CaesareaEusebios” isimli eseri yazan kilise tarihçisi
Askitisler, M.Ö. 8. Yüzyıldan itibaren Anadoluya gelen ve Türklerin ataları kabul edilen İskitler olabilir ?
Everek (Develi) ve Gereme (Kereme) ’ye 28 Temmuz 1837 tarihinde gelen Jeolog W.J.Hamilton, buradan Erciyes Dağı’na çıkarak incelemelerde
bulunur. Dağdaninerken şimdiki Gereme’nin yanında bulunan tepenin üstünden Gereme harabelerinin kalıntılarını görür.
Bu tahminlerden en akla yakını ise;
Hicri 1034 (milâdi 1624) yılında eşkıya
komutanı olan Voyvoda Votscen’in
notlarında rastlanmış olup, bu yazısında şunları anlatmakta imiş: “Eşkıya
komutanı olan ben, Voyvoda Votscen ve
mahiyetimdeki 76 kişi ile Orta Anadolu’nun
bazı mıntıkalarında 63 sene eşkıyalık yaptık.
Katliamlar yaptık. Ele geçirdiğimiz malları
çeşitli yerlere sakladık. Bu yazıda buraları
tanıtıyoruz.
Sakarya denilen yerde (şimdiki ismi
Sakar bağları) çiftlik ve içinde şato vardır.
Burada eskiden Bizanslılar (Romalılar)
yaşamıştır. Bu çiftlikte 17 adet kuyu vardır.
Getirdiğimiz malları bu kuyularda sakladık.
Çiftlikteki şatonun alt tarafından akan su
sazlık denilen yere kadar gider. (sazlık
denilen yerde şimdi Organize Sanayi
Bölgesi vardır.) Şatonun arka tarafındaki
kayalık yerde oyma kaya mezarları vardır.
Bu çiftliğin içerisinde Kat ve Kata isimli
iki adet kilise ile bir adet hamam vardır”12.
Anlatılan bu mevki; Hacılar sınırları
içinde Sakar çiftliğinin güney arkasına
düşmektedir. Erciyes’ten gelen bir
akarsu, sağ tarafına Kefeli ve Yanıkdağ’ı
sol tarafına da Selimin Kartını’nı alarak
en sonunda “Sazlık” denilen bu günkü
Organize Sanayi bölgesinde son bulurdu.
“Selimin Kartını” denilen taşlık bölgenin
kuzeyinde kaya mezarları ve daha da
önünde suyun şelâle yaptığı “Çağlayan”
mevkiî ile “İpektepe” denilen alanda
ve suyun üzerinde halkın “şato” dediği
bir saray, “Kat ve Kata” denilen iki adet
kilise, bir hamam ve 17 adet su sarnıcı
bulunmakta imiş. Bütün bu bölge uzun bir
tarih süreci içinde gerek paganlar ve gerek
se define avcılarının tahribine uğrayarak
hiçbir iz bırakılmadığı anlaşılmaktadır.
Yukardaki bilgi, kaynağı tespit edilemeyen
ancak 17. Yüzyılda bu bölgeyi üs olarak
kullanan bir eşkıyanın hatıraları olarak
günümüze kadar gelmiştir.
Çok büyük ihtimalle İmparator
Iulianus ile ağabeyi Gallus’un veliaht12 Sn. Mustafa Özdemir’in Notları
lık dönemlerinde Amcaları İmparator
Konstantius tarafından sürgün edildikleri
Eusebia’daki “Macellum veya Makali
Çiftliği burasıdır. Çünkü halkın “şato”
dediği bir sarayın bulunması bölgede çok
geniş yerleşim olmadığı halde iki adet
kilise (tahminen Manastır) kalıntısının
bulunması, çok sayıdaki su sarnıçları ve
güney tarafı sık ormanlarla kaplı cazip
bir av bölgesi imiş.
Özet olarak: Iulianuson iki veya on
beş yaşında geldiği Kayseri’deki Fundus
Macelli (Makali) çiftliğinde altı sene
sürgün hayatı yaşamış, burada büyük din
adamı Aziz Basileius’un telkin ve tedrisi
ile Hıristiyan olmuş ve İ.S. 361 yılında
Roma döneminden kaldığı anlaşılan kaya
mezarları, Macellum’un burada olduğunun delilleridir. Kadı ki bu bölgenin
amcasının ölümü üzerine Roma’ya imparator olarak dönerek yeniden paganizmi
ihya etmeye çalışmıştı. �
Tarih
Tarih
Pagan dinlere inanan,
eski zamanlara dönmek
isteyen klasik felsefe
taraftarları bir “siyasî
sembol” olarak antik
çağın filozoları gibi
sakal bırakırken, yeni
akım Hıristiyanlar
ise tıraş olurlarmış,
kitabının “sakal korkusu”
isminin buradan geldiği
anlaşılıyor.
31
Gezi
Gezi
İhsan Fazlıoğlu Hoca ile Kayseri’de 1 Gün 28 Saat
Dr. Abdülkadir Dağlar
İhsan Fazlıoğlu
Hoca ile
Kayseri’de 1 Gün 28 Saat
Dr. Abdülkadir Dağlar
32
(3 Mart 2018’de İhsan Fazlıoğlu Hoca’nın
Selçuklu Okumaları dersini dinlerken
geçen yıl yaptığı açılış dersinin de 3 Mart’ta
olduğunu hatırlamakla günlüğün sayfalarını
tekrar karıştırmak arasında fazla bir süre
geçmedi... Hoca’nın bizdeki izleri nelerdir diye
düşünürken ortaya gerçekten önemli sonuçlar
çıktı… Hem onu dinlerken hem de onunla
gezerken hâfızanın sayfalarına yazılan notlar,
aslında zamanın ardında Merv’den Kayseri’ye
bir yolculuğun izleğiydi… Neler hatırlatıyor
günlük, neler…)
Gezi
Gezi
Erciyes Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
[email protected]
33
Gezi
hsan Fazlıoğlu, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı ve Felsefe Bölümü
Başkanı...
Fazlıoğlu Hoca, “Fuzulî
Ne Demek İstedi?”, “Akıllı
Türk Makul Tarih”, “Kayıp
Halka”, “Derin Yapı”,
“Kendini Aramak”, “Kendini Bulmak”, “Sözün
Eşiğinde”, “Soruların Peşinde”, “Nazarî
Ufuk” kitaplarının
müellifi...
Fazlıoğlu Hoca,
sâdece kendi üniversitesinin değil, âdetâ
Türkiye’nin hocası...
Fa z l ı o ğ l u H o c a ,
oryantalistlerin -İslâm’ı
Osmanlı’dan, Osmanlı’yı
da İslâm’dan soyutlamak
projesiyle- iddiâ ettikleri ve
maalesef Osmanlı sonrası bilim
ve düşünce dünyâmız vâsıtasıyla
milletimizin de aklına ve vicdânına
dayattırdıkları üzere İslâm ilim
ve tefekkür târihinin Gazzâlî ile
12. asırda bitmediğini ülke ülke, il il,
mahfil mahfil gerek akademik, gerek
yarı akademik ve gerekse popüler
zeminlerde bilhassa Müslüman Türklere haykırıp hatırlatan hoca...
Türkiye’nin hocası diyoruz, çünkü
Fazlıoğlu Hoca, üniversitedeki lisans ve
34
lisansüstü derslerinin dışında sayısız
seminer ve konferanslar aracılığıyla
derslerine devâm ediyor...
Osmanlı ilim geleneğinin ilk hocası
ve ilk müderrisi sayılan Dâvûd-ı Kayserî’nin de memleketi olması hasebiyle
Anadolu topraklarındaki ilim ve irfan
hayâtında Kayseri’nin önemli bir yeri
olduğunu düşünüyor, Fazlıoğlu Hoca,
çiçeği burnunda bir oluşum sayılan
“Şehir Akademi” seminerlerinin 3 Mart
2017 Cuma günü saat 19.00’daki açılış
dersini vermeyi ilim ve irfan geleneğine
bir vefâ adına seve seve kabûl ediyor...
Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin
meclis toplantı salonunu dolduran
ilim-irfan arayıcılarına hitâben açılış
dersinin başında günde 28 saat çalışılması gerektiğini hatırlatıyor ve hemen
ardından ilim yolunda günü 28 saate
çıkaran feyzin ne olduğunu da açıklıyor,
Fazlıoğlu Hoca, âdetâ “âlimin uykusu
câhilin ibâdetinden hayırlıdır” yaygın
sözünü yorumlarcasına: Kişi hakîkati
arama yolunda istikâmet üzere olduğu
ve gününün büyük bölümünü sabır ve
sebatla ilmî çalışma üzerinde geçirdiği
sürece onun uykusu da boş geçmez,
rüyâları vâsıtasıyla da kapalı kapıların ve
pencerelerin ardı ona açılır ve yorumlanır...
“Varlık-Bilgi-Değer Üçgeninde İslam
Temeddünü” başlıklı konferans-ders,
“hayat görüşü”, “dünya resmi” ve “dünya
tasavvuru” alt kavramlarını yorumlama
niyetini de taşıyor... Fazlıoğlu Hoca’nın
dersi “tefekkür”, “okumak”, “alâmet-ilim”, “akıl”, “cehâlet/kaos” kelimelerinin
mefhum-lafız ilişkileri çerçevesinde
doyurucu ve zevkli yorumlarıyla başlıyor...
Ve konuşma süresince “insanın tefekkür
etmesi gereken bir varlık olduğu” temel
bakış açısı ile, mefhumları kavrama
yolunda birbirinden değerli yorumlarla
İslâm ilim ve felsefe geleneği hakkında
nazarî dikkatleri celbeden ciddî açıklamalarda bulunuyor, Hoca... İki saate
yaklaşan dersin ardından yaklaşık bir
saatlik soru-cevap faslı da ek ders mâhiyetinde geçiyor...
Ders boyunca Osmanlı ilim ve felsefe geleneğinin -neredeyse özellikle
unutturulup gün ışığına çıkarılmamış
hissini veren- çok önemli şahısları ile
eserlerinin isimlerini zikrederken dinleyici kitlesinin akıllarını ve gönüllerini
ilim ve irfan nûruyla kamaştırıyor...
Tabîîdir ki Fazlıoğlu Hoca’nın bu derste
andığı isimler, verdiği bilgiler ve yaptığı
yorumların bir kısmı onun eserlerinden
de hâtıra geliyor; ama “mürşid hocayı
bizâtihî ağzından dinlemenin onun
eserlerini okumaktan daha etkili ve
yararlı olduğu” kabûlü üzerine inşâ
edilen ilim ve irfan geleneğimizin canlı
ve karşılıklı bir ortamda “ta’lîm-taallüm”
ile “tedrîs-tederrüs”e ayrı bir önem
23.45’e kadar süren sohbetin doyurucu
lezzeti bambaşka... Daha dersin başında
kendisini -memleketine izâfeten- “Oluluk”
ya da “Olu Hoca” karakter kimliğiyle
tesbît etmesinden onun ders ve sohbetinin
mizah ve ironi ile dolu dolu geçeceğini
anlıyoruz; bunda yanılmadığımızı da
çok geçmeden farkediyoruz... Ders
arkasındaki kayıt dışı sohbette öz ilim,
öz felsefe ve öz mizâhımız adına neler
neler konuşuluyor; onlar, şâhitlerinin
hâtıralarında kayıtlı...
Şunu söylemek mümkündür ki Fazlıoğlu Hoca, çok araştırıp soruşturup
okuma netîcesinde kendisini iyi bir ilmî
seviyeye taşımış âlim, kendisine mürşid
olarak kabûl ettiği ustâd hocalarının
İlini tanımadan eli tanırsan yabancının elinde ve
dilinde kukla oyuncak olursun... Saygı insanın ve
milletin kendinden başlar, özüne saygısı olmayanın,
başkasından saygı beklemeye hiç hakkı yok...
verdiği düşünülecek olursa, kaleminden
okuduğumuz Hoca’yı kendi kelâmından
dinlemek “ifâde-istifâde” usûlüne de
güzel bir örnek teşkîl ediyor...
Fazlıoğlu Hoca’nın kitapları, üzerinde
yaşadığımız topraklarda Müslüman
dedelerimizin ürettiği, özümüzü yansıtan
ilim ve felsefe geleneğimize hem ilkesel
hem yöntemsel bir öz yaklaşımın nasıl
olması gerektiğine dâir teklif ve uygulamalara ilmî-felsefî örnekler olmaları
bakımından önemli...Kendi ağzından
ifâdelerle kalıcılığı sağlayan bu canlı
dersini ise, Hoca’nın kitaplarını okumanın
ya da okuyabilmenin sesli ve sözlü bir
kılavuzu saymak da mümkün; o bu konferans-ders ile âdetâ kendi kitaplarının
usûl öğreten önemli satırlarının altını
kendi kalemiyle çiziyor...
Konferans arkası ya da sonrası sohbetlerin zevkini, tadanları bilirler; bu
konferans-dersin sonrasında da salonun
dışındaki koltuklarda Fazlıoğlu Hoca ile
kılavuzluğunu iyi okuyabilmiş bir filozof,
kendi yol tecrübelerini kıskanmayıp
sonuna kadar anlatıp paylaşmaktan
kaçınmayan cömert bir Oflu Hoca,
özümüzü yansıtan mizâhı da iyi bilen...
“İki kişilik çalışma”yı kendisine şiâr
edinmiş olduğuna her fırsatta vurgu
yapan Fazlıoğlu Hoca, bunun sebebini
de “lise yıllarının başında birlikte nitelikli ilim tahsîl etmek üzere sözleştikleri
arkadaşının, lise yıllarının sonunda
kucağında can vermesi” olarak beyân
ediyor ve bunu arkadaşına bir vefâ borcu
olarak açıklıyor...
İlmî gayretlerini aslâ “çalışmak”
olarak görmediğini, bunu bir “yaşantı”
hâline getirdiği için de bu yolda hiç
yorulmadığını dile getiren Fazlıoğlu
Hoca’nın etrâfına yaydığı atomik enerji
dikkatlerden kaçmıyor...
Fazlıoğlu Hoca, kadîm İslâm geleneğini velût Anadolu toprakları üzerinde
büyük bir vakâr ve îmân ile başarılı bir
Gezi
I
35
şekilde yansıtan bir milletin torunlarının
da dedelerinin ilim, felsefe ve sanatını
anlama, anlatma ve yorumlama yolunda
gayret ederken “kendine güven”i esâs
alması gerektiğini söylüyor, bu konuda
herhangi bir ezik duruşun ise aslâ kabûl
edilemeyeceğine vurgu yapıyor... Hoca,
tefekkür ve temeddün hayâtının öncelikle
ilmî usûllere dayanan yorum çeşitleriyle
gelişip zenginleşeceğini anlatırken öz
güvenini ilminden alan, öğrendiklerini de
temellük ve temessül ederek yorumlayan
genç akademisyenlerin teşvîk edilerek
yetiştirilmesinin önemine dikkat çekiyor...
İlim ve felsefe hayâtımızın gelecek
plânlaması adına ümitlerimizi yeşerten bir
gecenin ardından, 4 Mart 2017 Cumartesi
kitâbelerin üzerinde yer alan yazıların
mutlakâ titiz bir okumadan geçirilmesi
gerektiğini vurguluyor... Külliyenin girişindeki bir levhanın üzerinde danışma
kurulu üyeleri arasında Hoca’nın adı
kendisine gösterilince -gülüşmeler
arasında- bundan haberdâr olmadığını
söylüyor; gülüşmeler devâm ediyor...
Gevher Sultân külliyesinin güney
tarafında yer alan Mi’mâr Sinân heykelinin önüne gelindiğinde Fazlıoğlu
Hoca’nın yorumu ironik: Hoca, işâret
parmağı ile karşısında yükselen devâsâ
otel ve yanındaki yüksek binâları gösteren heykelin sağ gözündeki bir lekeden
hareketle, “Sinân’ın, şehir planlaması ile
binâların mi‘mârî tasarım özelliklerini
Sahâbiye Medresesi ziyâreti vesîlesiyle, Akabe Kitabevi’nde kahve eşliğinde Fazlıoğlu Hoca’nın son kitaplarını
kendisine imzâlatma fırsatı buluyoruz...
Hoca, kitabevine girişinde, derin bir
nefes çekiyor ve taşla kitâbın birbiri
içine geçmiş kokusuna işâret ederek
hayranlığını dile getiriyor...
Şehir meydanının karşı tarafında
Millî Mücâdele Müzesi’nde Fazlıoğlu
Hoca’nın ilim, felsefe ve usûl sohbetlerini dinlemeye devâm ediyoruz... Bu
kayıt dışı sohbetlerde Hoca, kendisine
istikâmet çizmesi üzerinde emekleri ve
etkileri bulunan -isimleri mahfûzdur- ilim,
felsefe, sanat, spor ve siyâset adamlarını
ve onunla aynı muhîtin içerisinde gayret
gösteren akademisyenleri anlatıyor...
eski, matbû‘-yazma, Latin harli-Arap
harli kitapların çok önemli bir yeri var...
Kendisine âit 30.000’i bulan pdf yazma
eser ve 20.000 civârındaki pdf kitap
arşivinden söz ederken yine kütüphânesindeki 30.000’e yakın kitaptan bahsetmeyi bu mücessem yazılı dostlarına
dostluk hakkını ödemenin rahatlığını
da yüzünden gizleyemiyor...
yer alan Kapalı Çarşı içindeki yürüyüş Hoca’nın çocukluk yıllarından günümüze
sonrasında Vezîr Hanı bedesteninin kadar İstanbul muhîtinde kimler yer
kapısından çıkarak, Ulu Câmi‘/Câmi‘-i alıyor, öne çıkan bazı isimler üzerinden
Kebîr avlusundaki Râşid Efendi Yazma haritayı kestirmeye çalışıyoruz... Bu
Eserler Kütüphânesi’nin yanından hayâlî haritanın muhayyilemizde sûret
geçerken bir vakitler bu kütüphânedeki kazanması, onun fikrî ve rûhî gelişim
yazma eserler arasında çalıştığını söylüyor, çizgisini ana hatlarıyla bize hissettirip
Fazlıoğlu Hoca...
göstermesi bakımından çok önemli...
Fazlıoğlu Hoca’nın vakti kısıtlı, akşam
Fazlıoğlu Hoca’nın hayat yolu seyİstanbul’a dönüş var... Teferruâtıyla gezi- rinde karşılaştığı şahıslar kadar, belki de
lemeyen târihî mekânları onun -kısmetse- -onun üzerinde- daha etkilileri, hemen
sonraki Kayseri ziyâretlerine bırakıp, hepsi mâzîye karışmış, eserleriyle asırKayseri Lisesi’nin târihî binâsındaki Millî ları aşarak yaşamaya devâm eden târihî
şahıslar... Hoca’nın fikir hayâtında yeniMücâdele Müzesi’ne geçiyoruz...
Söz kitâba ve özellikle yazma eserlere
gelince, Fazlıoğlu Hoca bir rüyâsını ve
akabinde başından geçenleri bizimle
paylaşıyor... Hoca, Kâşgarlı Mahmûd’un
kayıp olduğu ileri sürülen Arapça nahiv
kitâbının -ki adı Kitâbu Cevâhiru’n-Nahv
olarak nakl ediliyor- kayıtlı olduğu
kütüphâneyi ve kayıt numarasını rüyâsında görüp ardından Kahramanmaraş’a
nasıl gittiğini, orada kimler ve nelerle
karşılaştığını, ama o kayıtlarda öyle bir
eserin olmadığını tek tek anlatıyor, şu
ta‘birde de bulunarak: Rüyâda gösterilen
o kitaptan murâd, Kahramanmaraş’ta
36
günü de Fazlıoğlu Hoca’ya eşlik ediyoruz... Saat 09.00’da Şehir Akademi’nin
yürütme kurulunun tertîbi üzere, Talas’ta
kahvaltılı bir sohbetin ardından Kayseri
şehir merkezine geçiyoruz...
Gevher Nesîbe Sultân’ın vakfı medrese
ve şifâhâneden müteşekkil külliyenin
ziyâreti, Gevher Sultân’ın lahdi başındaki
fâtihalarla başlıyor... Külliyenin hücreleri gezildikten sonra eyvan kısmına
gelindiğinde, bu mekânın, Kayseri ilim
hayâtına mühür vurmuş Dâvûd-ı Kayserî,
Kutbuddîn-i Şîrâzî gibi âlimlerin eserlerine yönelik yaz mevsimi seminerleri ya
da okumaları ile aslına uygun bir şekilde
değerlendirilmesinin isâbetli olacağı
üzerinde konuşuyoruz... Fazlıoğlu Hoca,
ayrıca külliye içerisinde bulunan lahit ve
beğenmediğini, âdetâ bundan dolayı göz
yaşı döktüğünü”söylüyor...
Sinân heykeli etrâfındaki sohbette,
Hoca, Sinân’ın okuyup beslenmiş olduğu
ilmî eserler hakkında rahmetli ustâd
mi‘mâr Turgut Cansever Hoca’ya hazırlıklı ve etralı bir sunum yaptığından
bahsediyor; bu arada, Cansever’i de çok
ciddî bir âlim ve mütefekkir olarak kabûl
ettiğini dile getiriyor...
Heykelin güney tarafında Sinân’ın
edebî ve ebedî bir tevâzu‘la yükselen
Kurşunlu Câmi‘i’nin içerisine girince,
Fazlıoğlu Hoca, bu câmi‘in sükûnet ve
huzûr bahşeden küçüklük ve sâdeliğinin,
ancak bir mi‘mârî geleneğinin gelişmişlik
seviyesi ve de bir mi‘mârın ustalık düzeyiyle açıklanabileceğini ifâde ediyor...
Gezi
Gezi
Fazlıoğlu Hoca, kadîm İslâm geleneğini velût Anadolu
toprakları üzerinde büyük bir vakâr ve îmân ile
başarılı bir şekilde yansıtan bir milletin torunlarının
da dedelerinin ilim, felsefe ve sanatını anlama,
anlatma ve yorumlama yolunda gayret ederken
“kendine güven”i esâs alması gerektiğini söylüyor,
bu konuda herhangi bir ezik duruşun ise aslâ kabûl
edilemeyeceğine vurgu yapıyor...
37
iddiâsını şeytanın iğvâsı olarak kabûl
ettiğini anlıyoruz...
Bir milletin ilim ve felsefe geleneği
öncelikle o milletin kendi âlim ve filozolarının te’lîf ettiği eserlerle teşekkül
yoluna girer, diye düşünüyor, Fazlıoğlu
Hoca, başka geleneklerden yapılan
tercümelerin ise yola çıkmış geleneğe
ancak hız verebileceğini dile getiriyor...
Hoca, ilim ve felsefe geleneğinin sâdece
tercümeler üzerine inşâ edilemeyeceğini
savunurken, harekete başlama noktasını
ise, öncelikle kendi âlim ve filozolarımızın
ortaya koydukları zengin birikimi tanıyıp
anlamaya çalışmak olarak belirliyor: İlini
tanımadan eli tanırsan yabancının elinde
Allâhu a‘lem...
Ve gönlün duâsı: Allâh, Fazlıoğlu
Hoca’yı kem nazarlardan saklasın, onun
ömrünü hayırlı ve bereketli kılsın...
(Bir yılın ardından hatırlanan gezi-günlük notları böyle… Bu yıl Fazlıoğlu Hoca
geldi, 16.30-19.00 saatleri arasında
dersini verdi ve ardından -aynı günün
akşamında-İstanbul’a döndü… Yine
hâtıramız bol latîfeli, ilim-irfan dolu bir
dersle şen… Hoca bu bahar dönemi iki
ders daha verecek; bir sonraki dersini
bekliyor olacağız…) �
Gezi
Gezi
38
tanışma fırsatı bulunan, zengin bir
kütüphânenin de sâhibi o zât olmalı...
Bilgi birikimine nazaran, günümüzde
çoğu bilim adamında görülmeyen bir
yaklaşımla, irfânı da reddetmeyen Fazlıoğlu Hoca, ancak ilmî zemîn üzerine
irfânın gelebileceğini düşünüyor; onun
bu konudaki sözlerinden, ilimsiz irfan
ve dilinde kukla oyuncak olursun... Saygı
insanın ve milletin kendinden başlar,
özüne saygısı olmayanın, başkasından
saygı beklemeye hiç hakkı yok...
Kayseri Sokağı adıyla tanzîm edilen
mahalde, şehir planlaması ve mi‘mârî
doku üzerine sohbet eşliğinde gerçekleşen yaklaşık bir saatlik yürüyüşte de
Fazlıoğlu Hoca’nın, bilgi birikimi ve
tecrübesini paylaşma adına aktardığı
her şey, yerine ulaşıyor... Hoca, Kayseri
Sokağı üzerinde Dâvûd-ı Kayserî adına
kurulmuş olan tasavvuf araştırma ve
uygulama merkezinin adındaki “tasavvuf” kelimesinin çıkarılması gerektiğini
söylerken, bu sûfînin aynı zamanda ilmî
yönüne ve kurucu bir âlim olduğuna
işâret ediyor...
Akşam yemeğinden sonra, Millî
Mücâdele Müzesi’nin toplantı ve seminer
odasında siyâset bilimi ve kamu yönetimi
okuma grubu öğrencileri için 18.0019.00 saatleri arasında seminer sohbeti
gerçekleşiyor... Fazlıoğlu Hoca, gençlere
çok okumak gerektiğinden bahsederken
bir uyarıda da bulunuyor: Hızlı okuyup
tüketmek kapitalizme hizmet demek; asl
olan, tefekkür ederek ve hakkını vererek
okumak... Ve son noktayı koyuyor, Hoca:
Tefekkür aklın ibâdetidir... Soruyoruz
Hoca’ya: Ya kalbin ibâdeti...? Belli ki
cevâbî ders için vakit dar...
Fazlıoğlu Hoca, onu dinleme ziyâfeti
ile geçen bir günün ardından saat 20.00’a
yaklaşırken Kayseri’den ayrılma İstanbul’a
kavuşma vaktinin geldiğini hatırlatıyor...
Hoca’yı, daha nice kez bu şehre gelmesi heyecânı ile ilim ve felsefeyi bir yaşantı
temennîleriyle Millî Mücâdele Müzesi’nin hâline dönüştürmüş olması, ilim ile irfânı
önünden uğurluyoruz...
hikmet ve hakîkat gâyesinde uzlaştıran
Fazlıoğlu Hoca’yı -bir günlüğüne tavrıyla Fazlıoğlu Hoca, acabâ Kâtib
de olsa- kendi dilinden tanıma fırsatını Çelebi’nin günümüze bir yansıması mı...?
bulmuş olmakla onun şahs-ı ilmî ve
Fazlıoğlu Hoca, geleneğimizi geleceşahs-ı felsefîsi hakkında bazı yorumlarda ğimize bağlayan, mevcûdiyetleri kendileri
bulunmak hakkını elde etmiş olur muyuz, ve başkaları tarafından keşfedilmiş olan
bilmiyoruz; ama, yazıyı şu sorularla “kayıp halka”lardan birisi mi...?
Ciddî bir nazariyât sâhibi olan Fazsonlandırmak istiyoruz:
Hâfızasında binlerce âlim, filozof, eser lıoğlu Hoca’nın üzerinde -irfânî bir ifâde
ismi taşıması, ilim ve felsefenin değişik ile-acabâ hangi ustâdların nazarları var
alanlarına alâka duyması, dinmeyen ve kalmış...?
39
Mimar Sinan’ın Izinde
Mimar Sinan’ın Izinde
Şemsi Ahmed Paşa Külliyesi
Önder Kaya
Şemsi
Ahmed Paşa
Külliyesi
Önder Kaya
E
minönü’nden Üsküdar’a giden bir
vapura bindiğinizde Üsküdar iskelesine yanaşırken güzel bir panorama
beliriverir önünüzde. Bu panoramada
en tepede Ayazma Camii, onun altında
Rum Mehmed Paşa Camii ve sahilde de
en nadide parça olan Şemsi Paşa Camii
karşınıza çıkar. Tam sahilde yer alan bu
sonuncu külliye adeta Üsküdar’ın alamet-i farikalarındandır. Mimar Sinan’ın
dehasının bir neticesi olarak Üsküdar
sahilinde dar bir alana cami, darü’l hadis
ve türbeden oluşan küçük fakat son
derece sıcak bir külliye oturtulmuştur.
Aynı zamanda bu yapı topluluğu Mimar
Sinan’ın inşa ettiği külliyeler arasında
1.390 metrekarelik bir alana yayılması
sebebiyle en küçüğü olarak bilinir. Külliyenin bir parçası olan cami, ihtimal ki
maruz kaldığı rüzgârın etkisiyle halk
arasında “Kuşkonmaz Camii” olarak
nam salmıştır.
Caminin banisi olan Şemsi Ahmed
Paşa, baba tarafından İsfendiyaroğullarına, anne tarafından ise Osmanlı
hanedanına mensup bir isim olup, Sultan
II. Bayezid, Şemsi Paşa’nın dedesidir.
Tarihçi Mustafa Âlî’nin ifadesine göre
Paşa, İsfendiyaroğullarına Osmanlılar
tarafından son verilmesi sebebiyle
Osmanoğullarına kin bağlamıştır. Hatta
Paşa, III. Murat’ı rüşvete alıştırmakla,
bu sayede de devletin inkırazına sebep
olmakla suçlanır. Tarihçi Mustafa Âli’nin
anlatımına göre Paşa, Mustafa Âli’nin
de hazır bulunduğu bir mecliste “Hamdolsun bugün Osmanoğullarına rüşvete
dadandırdım. III. Murat’a 40 bin sikke
tattırdım. Ceddimiz Kızıl Ahmetlillerin
böylelikle intikamını aldım” şeklinde bir
söz sarf etmiştir. Lakin Şemsi Paşa’ya
hasım olması ile tanınan Gelibolulu
Mustafa Âli’nin bu iddiasını ihtiyatla
karşılamakta fayda var.
Şemsi Ahmed Paşa ağabeyi Mustafa
Paşa ile birlikte küçük yaşta Enderun’a
alınmış ve burada eğitim görmüştür.
Sonrasında Rüstem Paşa’nın yakın
maiyeti arasına giren Şemsi Paşa’nın,
tarihte oynadığı önemli rollerden biri
Şehzade Mustafa’nın katli hadisesidir.
Bu süreçte Rüstem Paşa tarafından
Kanuni’ye yollanan ve yeniçerilerin, yaşlı
Kanuni yerine genç ve dinamik şehzade
Mustafa’ya meylettiklerini bildiren
telhisleri merkeze o taşımıştı. Ağabeyi
vezirliğe yükselirken kendisi de sırasıyla
Şam, Anadolu ve Rumeli beylerbeylikleri
vazifelerinde bulunmuş, Kanuni’nin
son seferi olan Zigetvar’a katılmış,
1569’da Rumeli beylerbeyi iken emekliliğe ayrılmıştır. Âli’nin Künhü’l-Ahbar
adlı eserinde zikredildiğine göre Şemsi
Paşa, Şam beylerbeyliği yaptığı sırada
kendi hizmetinde bulunan Lala Mustafa
Paşa’nın sadrazamlığa getirilmesine
gücenerek emekli olmuş ve köşesine
çekilmeyi tercih etmiştir. Ancak gerek
edebiyat ve tarihe olan vukûfiyeti ve
gerekse de nüktedanlığı sebebiyle bu
devre fazla uzun sürmeyecektir.
Şemsi Paşa’nın vezaret rütbesi ile
evvela II. Selim’e sonra da onun oğlu
III. Murat’a musahib olduğu biliniyor.
Malum olduğu üzere musahiblerde aranan
en önemli özelliklerden biri ehl-i dil ve
sahib-i kalem olmalarıdır. Paşa’nın Türkçe
bir divânı vardır. Bunun dışında pek çok
latifesi de aktarılegelmiştir. Hâsılı kelam
Şemsi Ahmed Paşa, yaşadığı dönemde
hoş sohbet ve sözü dinlenen bir simaydı.
Kendisinin özellikle III. Murat zamanında
saraya teklifsiz girip çıktığı, dönemin
en kudretli adamlarından biri olarak
kabul edilen Sokollu Mehmed Paşa’ya
açıkça cephe aldığı kaynaklarda geçer.
Hatta Sokollu karşısında görece pasif bir
tutum takınan III. Murad’ı, sadrazamına
Mimar Sinan’ın İzinde
Üsküdar Denince İlk Akla
Gelen Yapılardan
41
42
karşı kışkırttığı ve bunun neticesinde
Sokollu’nun hem bazı yakın adamlarını
kaybettiği hem de yetkilerinin azaldığı
bilinir. Şemsi Ahmed Paşa, Sultan III.
Murad için Üsküdar’daki camisinin
hemen yakınında bir de kasır yaptırmıştı
ki, bu durum padişah ile aralarındaki
yakınlığın bir tezahürü kabul edilebilir.
Paşa 1580’de ölür ve külliyesinde kendisi
için yaptırttığı camiye gömülür. Ölümü
üzerine “Bugün gözden tolundu Şemsi
Paşa (988)” ve “Küsuf-ı Şemsü’l-ma’arif
(988)” dizeleriyle tarihler düşülmüştür.
Şemsi Paşa nüktedan kişiliği ile bilinirdi. Bu sebeple de bezm âlemlerinin
vazgeçilmez siması idi. Belki de bundan
dolayı II. Selim’in en yakın nedim halkası
içine girebilmiştir. Kaynaklarda anlatıldığına göre devlet işlerini damadı Sokollu
Mehmet Paşa’ya emanet eden II. Selim,
Çubuklu ve Sultaniye mesirelerinde Şemsi
Paşa ile eğlence meclisleri tertip ediyordu.
Paşa’nın nüktedanlığına en güzel örnek
ise İran elçisi Şahkulu Han’a 1568’deki
ziyareti sırasında verdiği cevaptır. İran
elçisinin Edirne’ye yaklaşması üzerine
büyük bir geçit resmi tertip eden Paşa,
askerlerinin kıyafetine ayrı bir önem
vermiş, bu durum karşısında İran elçisi,
Osmanlı ordusu hakkında “Bu askerin
diziliş düzeni ve kılık kıyafeti düğün halkına benzer” şeklinde iğneleyici bir söz
sarf etmişti. Şemsi Paşa bunun üzerine
taşı gediğine koyarak: “Doğrudur, zaten
Çaldıran ovasında Şah İsmail’in karısı
Taçlu Hatun’u esir ederek payitahta
gelin getiren de bu orduydu” şeklinde
cevap verecektir.
Paşa avcılıkta olduğu kadar silah-
şörlükte de oldukça mahirdi. Avcılıkta
mahareti sebebiyle Kanuni Sultan Süleyman’ın özel iltifatına nail olmuş, hatta
padişah bir keresinde paşasının mantara
olan tutkusunu bildiği için toplattığı
mantarları kendi eliyle ona ihsan etmişti.
Külliye Mimar Sinan imzası taşıyor.
Şair Ulvî’nin kaleme aldığı celi sülüs kitabesinden yapı topluluğunun 988/1580’de
yani Paşa’nın vefatından kısa bir süre
bitirildiği anlaşılmakta. Külliye, tarihsel
süreçte en büyük yıkımlardan birini 1894
depreminde yaşamış. Deprem sonrası
Caminin güneydoğusunda kalan hazire kısmında
daha ziyade 18. ve 19. yüzyıllara ait mezar taşları
bulunur. Buradaki taşların bir kısmı gelişigüzel
serpiştirilmiştir. Burada yatanların bazıları Bolulu
olup Paşa’nın hemşerisi belki de akrabalarıdır.
ciddi biçimde harap olan yapı, Osmanlı
devletinin son dönemlerinde yaşadığı
savaş ortamının ve maddi yoklukların
tesiriyle uzunca bir süre atıl kalmış.
Bu süreçte caminin minare ve kubbesi
yıkıktı. Medrese kısmında Balkan Savaşı
ve I. Dünya Savaşı yıllarında muhacirler
yerleştirilmişti. Medrese bir müddet
Mimar Sinan’ın İzinde
Mimar Sinan’ın İzinde
▲ Üsküdar Sahilinden Şemsi Paşa Camiine Bakış
43
hayvan barınağı olarak da kullanılmış. Yapı hakkında 1930’larda İsmail Hakkı Altunbezer’in elinden çıkmadır. Şemsi Ahmed
Halil Edhem Eldem Bey “Camilerimiz adlı eserinde şunları Paşa’nın türbesi caminin kuzeydoğu köşesinde yapıya bitişik
söyler: “Bu güzel Türk abidesinin senelerden beri devam eden bir konumdadır. 4 x 4 ebatında sade bir oda olan türbenin
harabiyeti son dereceye gelmiştir. Minaresi kâmilen yıkılmış- 1940’lardaki restorasyonu sırasında dışarı çıkarılan ve tekrar
tır. Binalarının kurşunları çalınmıştır ve kısmen sarmaşıklar yerine konulmayan bir de kitabesi vardır. Kitabede:
“Ya İlâhi son nefesinde Şemsî biçarenin
duvarları istilâ etmiştir.”
İbrahim Hakkı Konyalı “Üsküdar Tarihi” adlı çalışma- Cürmine kılma nazar bir a’mâl yüzünden dahi”
sında caminin bu harap halden kurtulmasında 7 Nisan 1938 dizeleri yazmaktadır. Kitabe ve cami haziresindeki mezar
tarihinde Tan gazetesinde kaleme aldığı yazısının son derece taşları hakkında kapsamlı bir çalışma yapan Sadi S. Kucur
44
söz konusu beytin kendisi de şair olan Paşa’nın kaleminden
çıkmış olabileceğini belirtir.
Caminin güneydoğusunda kalan hazire kısmında daha
ziyade 18. ve 19. yüzyıllara ait mezar taşları bulunur. Buradaki
taşların bir kısmı gelişigüzel serpiştirilmiştir. Burada yatanların
bazıları Bolulu olup Paşa’nın hemşerisi belki de akrabalarıdır.
Caminin batı ve güney yönlerini saran darü’l hadiste on
iki adet kare planlı hücre vardır. Medrese, bir dönem tekke
olarak da hizmet vermiş. İstanbul’un 500. Fetih etkinlikleri
kapsamında 29 Mayıs 1953’ten itibaren Halk Kütüphanesi olarak
kullanılmaya başlanmış ve Üsküdar Selim Ağa kütüphanesinde
bulunan 5000 kadar yeni harli eser buraya aktarılmıştır. Zaman
içinde kitap sayısı daha da artacaktır. Medrese binası bugün
sında “Şeref-âbâd kasrı” olarak anılmaya
başladığı kayıtlıdır.
Paşa’nın tarih ve edebiyat alanlarında son derece donanımlı olduğu
biliniyor. Bu sahalarda eserler kaleme
almıştır. Şehname-i Sultan Murad adlı
çalışması Hz. Peygamber’den Sokollu
Mehmed Paşa’nın ölümüne kadar olan
süreci anlatan bir tarih çalışmasıdır.
Özellikle Kanuni, 2. Selim ve 3. Murad
dönemlerinin canlı şahidi olduğu için
bu kısımlar ayrıca önemlidir. Çalışmada
Paşa’nın da bir parçası olduğu Şehzade
Mustafa’nın katli süreci de uzun uzadıya
anlatılır. Paşa’nın bir de Divân’ı bulunmaktadır. Divân’ından anlaşıldığına
göre Paşa aruza son derece hâkimdir.
Edebi anlamda kaleme aldığı bir diğer
çalışması Vikaye Şerhi’dir. İtikâdnâme ve
Tercüme-i Şurût-ı Salât adlı çalışmaları
ise isimlerinden de anlaşılacağı üzere
dini konulara hasredilmiştir. �
⊲ Erhan Afyoncu; “Şemsi Ahmed Paşa”, DİA,
cilt: 38, İstanbul 2010, s. 527-529
⊲ İbrahim Hakkı Konyalı; “Koca Sinan’ın Ahır
Yapılan Son Eseri”, Tan, 7 Nisan 1938
⊲ Nimet Bayraktar; “Şemsî Ahmed Paşa Hayatı ve
Eserleri”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Tarih Dergisi, cilt: 33, 1980-1981, s. 99-114
⊲ İbrahim Hakkı Konyalı; “Üsküdar’daki Şemsi Paşa
Türbesinin Perişan Hali”, Tan, 27 Nisan 1938
⊲ Alev Eraslan; “Mimar Sinan’ın Şehirciliği Üzerine Panoramik
Bir Analiz”, Toplumsal Tarih, Sayı: 213, Eylül 2011, s. 86-92
⊲ Semavi Eyice; “Şemsi Paşa Külliyesi”, DİA,
cilt: 38, İstanbul 2010, s. 529-530
⊲ Gülbin Gültekin; “Şemsi Paşa Külliyesi”, Dünden Bugüne
İstanbul Ansiklopedisi, Cilt: 7, İstanbul 1994, s. 157-159
⊲ Mehmet Mermi Haskan; Yüzyıllar Boyunca
Üsküdar, Cilt: I, İstanbul 2001, s. 347-352
Mimar Sinan’ın İzinde
etkili olduğundan bahseder. Bu yazıda Mimar Sinan’a karşı
Türk toplumunun münafıkça bir saygı duyduğundan, bu
büyük mimara bir yandan ihtifal törenleri düzenlenirken bir
yandan da eserlerinin kaderine terk edildiğinden bahseder.
Yazarın ifadesine göre, bu yazıyı okuyan Atatürk, külliyenin
en kısa zamanda restore edilecek eserler listesine alınması
talimatını vermiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında ihtimal ki hem Üsküdar siluetinde oynadığı rol hem de Sinan yapısı olması hasebiyle ihya
edilecek yapılar arasına alınan külliye 1940-43 yılları arasında
Vakılar Umum Müdürlüğü tarafından esaslı bir restorasyon
görecektir. Yapı topluluğu 2007-2008 yıllarında bir kez daha
onarım görür. Yapının kubbesinde yer alan celi sülüs yazılar
K AY N A KÇ A
Mimar Sinan’ın İzinde
de kütüphane olarak hizmet vermektedir.
Paşa’nın İstanbul dışında da bir takım
imar faaliyetlerinin olduğu biliniyor.
Memleketi olan Bolu’da bir külliye, Gerede’de bir han, Üsküdar’daki külliyesinin
yanına da III. Murat için bir kasır inşa
ettirmiştir. Bazı kaynaklarda bu kasır
deniz kıyısında olması hasebiyle yalı
olarak da anılır. III. Ahmed zamanında
kasır, esaslı bir onarımdan geçer. Bazı
kaynaklarda yapının bu onarım sonra-
⊲ İbrahim Hakkı Konyalı; Üsküdar Tarihi, Cilt: I, İstanbul 1976
⊲ Sadi S. Kucur; “Üsküdar Şemsî Ahmed Paşa Camii
Haziresi Mezartaşları”, I. Üsküdar Sempozyumu,
Cilt: 2, İstanbul 2003, s. 26-58
⊲ Aptullah Kuran; Mimar Sinan, İstanbul 1986
⊲ Abdülhamit Tüfekçioğlu; “Üsküdar ve Şam Arasındaki
Köprü: Şemsi Ahmed Paşa ve Mimari Eserleri”, I. Üsküdar
Sempozyumu, Cilt: 2, İstanbul 2004, s. 9-17
45
Söyleşi
Söyleşi
Ali Uzay Peker’le Söyleşi
Mustafa İbakorkmaz
Ali Uzay Peker
ile Söyleşi
Selçuklu mimarisi, konunun uzmanları dışında pek tanınmaz.
■ Hocam şehrimizde misafirsiniz, sizi tanımamıza vesile
olan Döner Kümbet’in bulunduğu Kayseri size ne
hissettiriyor?
Söyleşi
● Yüksek lisans yaptığım sıralarda sanırım 23 yaşındaydım. Tez çalışmama yönelik olarak trenle bir Anadolu
gezisi yapmaya karar verdim. İstanbul’dan trene
bindim ve ilk Kayseri’de indim. Kayseri’yi gezmeye
başladım. Döner Kümbet’in önüne geldim. Orada
muhteşem Erciyes Dağı’nın ve görkemli Türbe’nin
karşısında kendimi birden çok yalnız hissettim. Kendi
kendime “Ben burada ne yapıyorum?” dedim. Anadolu’nun bağrında çalışmalarıma başladım ama beni
nasıl bir gelecek bekliyor? Çok yalnızım, sıkıntıdayım...
Bir kaç damla gözyaşı döktüğümü hatırlıyorum. Yıllar
sonra Kayseri’ye geldiğimde o günü hatırlıyorum ve
duygulanıyorum. Sonraki dönemde Döner Kümbet
hakkında bir yazı da yazdım. Kayseri ilk bilimsel inceleme gezimi yaptığım şehir olarak, hatıralarıyla çok
değerli benim için.
46
Hocam, Selçuklu mimarisi çok sade
görünen bir yapıya sahip ama biz bu sadeliği
de kendi içerisindeki estetik derinliği de
anlayamıyoruz? Anlayış sahibi olmak için
çok derin mimari bilgilere mi sahip olmalıyız.
■
● Hayır! Sadece Ortaçağ insanının kültürünü anlayabilmek gerekir;
mimari somutluktan, dolayısıyla onun
mekânından ve içerdiği sembollerden beklentilerini
anlayabilmek gerekir. Aramızda varolan zaman farkı
nedeniyle işlevini ve anlamını yitirmiş, dolayısıyla
uzak görünen sanatsal yaratıların var oluşundaki
gizemin açıklanması hiç de zor olmayabilir. Zorluk
bilgi ile aşılabilir. Ancak bu bilginin sadece mimari
nesnenin analizinden değil aynı zamanda kültürün
analizinden edinilmiş olması gerekir. İlki sadece ölçüp,
biçmek, tartmaktır. İkincisi ise “anlamaktır”. İnsanı
anlarsak maddi kültürünü anlayabiliriz. Anadolu
Türk mimarisinin muhteşem yaratıcılık birikiminin
nedenini belki birkaç sâde cümle ile açıklayabiliriz:
Bir mimarî geleneğin yaratıcı gücü, inşaat faaliyetlerini destekleyecek maddî kaynağa olduğu kadar, asıl
olarak kullanıcı, mimar ve ustaların görgü zenginliğine
bağlı. Asya ve Avrupa arasındaki köprü konumunda
olan Anadolu yarımadası, üzerinde yetişen mimara
en iyi imkânları sunmuş; onları dünyanın en büyük
imparatorluklarının mimarî gelenekleri ile eğitmiş;
çeşitli dönemlerde ulaştığı ekonomik refah düzeyi ile
komşu bölgelerdeki mimar ve sanatçılara bile iş imkânı
sağlamış, onlara Anadolu’nun zengin tasarım ve inşaat
geleneklerini tanıma fırsatı sunmuştur. Anadolulu usta,
Türk hükümranlığıyla genişleyen bir kıtalararası iletişim alanında öğrendiğini içinden geldiği kültürün ve
eğitimin ona kazandırdığı melekelerle değerlendirmiş
ve ondan bir sanatçı olarak bekleneni gerçekleştirmeye
çalışmıştır. İnşa ettiği binaların kullanıcıları da Orta
Asya, İran ve Anadolu’ya uzanan gelişen, her bakımdan
Söyleşi
Mustafa Ibakorkmaz
47
disi Kayseri kökenlidir biliyorsunuz. Hemşehriniz!
Onun Anadolu mimari geleneğine hâkimiyeti buralı
olmasından kaynaklanır.
■ Eski mimarimiz evren anlayışımızı, güzellik anlayışımızı
Söyleşi
yansıtırken bir yandan da işlevi ön plana alıyor sanırım?
48
● Anadolu Türk mimarîsinin Osmanlı öncesi döneminde, yani Avrupa Orta Çağı ile aynı yüzyıllarda
ortaya konmuş olan Selçuklu ve Emirlik dönemleri
mimarîsi, kullandığı zengin biçimler dünyası ve bu
biçimlerle gerçekleştirilen özgün çözümler ile dikkat
çeker. Yapılarda farklı örtü sistemleri, yapım teknikleri,
malzemeler ve süsleme unsurları kullanılmış. Bunun
da ötesinde, ortak biçimler içeren örneklerde dahi,
bunların yorumlanış tarzı farklı olmuş. Erzurum Çifte
Minareli Medrese, Sivas Gök Medrese gibi eyvanlı
ve açık avluludur; ancak her ikisi de ilk bakışta ayırt
edilebilecek denli özgün yapılardır. Benzer şekilde
Konya’nın iki komşu anıtsal yapısı Karatay Medrese ile
İnce Minareli Medrese, her ikisi de tek eyvanlı, kapalı
avlulu medreseler olsa da son derece farklı yorumların
konusu olmuş yapılardır. Öte yandan bütün yapılarda
kalıcı ve tanınabilir olan, ilk örnek niteliğinde biçim
ve tasarım unsurları bulunur. Örnek olarak medreselerde gösterişli portal, eyvanlı avlu veya havuzlu iç
avlu, üst açıklıklı kubbe veya aydınlık kubbesi, mezar
anıtlarında konik çatı, kripta, kervansaraylarda orta
eksen, beşik tonozlar, eyvanlı avlu, camilerde mihrap
önü kubbesi, aydınlıklı iç avlu gibi. Modern ‘işlevselci’ anlayışın, “her binanın hizmet ettiği işleve özel
olan biçimleri ve mekânları içermesi” ilkesine aykırı
sayılabilecek bir yaklaşımla, bazı mimarî biçimler ya
da şemalar farklı işlevlerdeki yapılarda ısrarla uygulanmış. Bir darüşşifa ile medrese arasında plân şeması
ve mekân organizasyonu açısından pek fark olmaması
buna bir örnektir. Eyvan veya dört eyvanlı avlu her iki
tip yapıda da ısrarla uygulanmıştır. Bunun da sebebi
anıtsal mimaride hâkim bir evrenbilim yani kozmoloji içerikli sembolizmin çok etkili olmasıdır. Ortaçağ insanı evren üzerine düşüncesinin somut kültür
alanında kavramsal bir çerçeveden etkili olmasını
istemiştir. Kullandığı nesnelere kavramlar aracılığıyla
“anlam” katmıştır. Bu durum ister istemez bezeme ve
biçimde bazı kalıpları doğurmuştur. Bu nesneler bir
kandilden, seramik tabağa, oradan da mimariye kadar
bütün ürünleri kapsar. Güzel olan; kalıp, yani gelenek
ve yenilik arayışının içerdiği muazzam çatışmanın
yaratıcı çözümlere götürebilmesidir. Daha sonra
Mimar Sinan bunun en usta ifadecisi olacaktır. Ken-
■ Biz bir Selçuklu şehriyiz. Genelde Selçuklu mimari-
sine ilgi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
● Yetersiz. Ancak eski nesiller daha da ilgisizdi. Şimdi
iletişim araçlarının gelişimiyle bilgiye ulaşmak daha
kolay oldu. Gençler hem okulda ödev hazırlarken,
hem de kimi zaman meraktan Selçuklu mimarisi
hakkında daha iyi bilgilenebiliyorlar. Mimari planlar
ve kısa bir kaç paragraf da olsa her bina hakkında
bilgiye daha kolay ulaşmak mümkün. Bazı bilimsel
dergilere de ulaşım mümkün. Öte yandan internet
üzerindekli bilgi her zaman güvenilir değil. Sanat
tarihî kitapları da nadir veya pahalı. Üstelik kitaplar
uzmanlar için yazılıyor. Halk, özellikle de gençlerin
bilgi edinmesi zor. Eğitim sistemimiz de üniversite
sınavı belası yüzünden sanat tarihi, kent tarihi,
mimarlık tarihi gibi konuları dışlamış durumda.
Toplum her zaman sanat tarihine ilgili olmuştur;
ancak tam ne işe yaradığı da bir türlü algılanamamıştır. Pek çok sanat tarihçisinin de bu bilince ulaştığını sanmıyorum. Oysa sanat tarihi kültür tarihi
ile içiçe ele alındığı zaman muazzam bir potansiyele
sahip. Kişiye aidiyet, kimlik ve kültür mirasına
saygı kazandırır. Kayseri gibi kültürüne sahip çıkan
kentler şanslı. Önceki kuşakların bilgisi var ve yeni
kuşaklara aktarmaya çalışıyor. Belli bir entelektüel
birikim var. Ancak başka onlarca kentimiz kış uykusunda. Daha aktif olan aydınlar ve gençlere ihtiyaç
var. Bir de üniversitelerin sanat tarihi bölümlerinin
halkla ilişkilerini müzeler aracılığıyla yoğunlaştırması gerekiyor. Sadece yerel yönetimler değil,
üniversiteler de elini taşın altına koyup aktif rol
almalı. Ancak akademinin bugünkü içine kapalılığını doğuran sistemle zor!
■ Mimar Sinan da Osmanlı döneminde yaşamış bir
hemşehrimiz. Onu da anacak olursak neler söylersiniz?
● 16. yüzyılda dünya mimarisinin zirveleri Anadolu/
Trakya, İran ve Hindistan’dı. Mimar Sinan bu üç
dünyanın en özgün mimarıydı. Çünkü en güçlü
ve mimari birikim açısından en zengin imkânlara
sahip devlet Osmanlıydı. Mimar Sinan yeniçeri
olarak fetihlere katıldığı dönemde farklı coğrafyaların mimari yapıtlarını çok iyi inceledi. Daha
sonra kendi yapıtlarında bunlardan öğrendiklerini
mükemmel bir şekilde birleştirdi. Antik dönemlerden itibaren çeşitli uygarlıkların mimari özelliklerini göz önünde bulundurursak, Mimar Sinan’ın
önceki dönemleri inceleyerek kendi projelerinde bu
eserlerin bir sentezini oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Ama şu bir gerçek ki Mimar Sinan bütün öğrendiklerini İslam kültürünün talep ettiği mimari mekan
ve biçimlerle yoğurmuştur. Bunların da geleneği
Emevi dönemiyle başlar, Abbasi, Selçuklu, Erken
Osmanlıyla devam edip, Mimar Sinan’ın büyük
katkıda bulunduğu klasik Osmanlı mimarisiyle
nihayetlenir. Mimar Sinan’ın mimarisi bu gelenek
içinden konuşur. Tabii onu İstanbul’dan öğrendikleriyle yepyeni boyutlara taşıyarak. Mimar Sinan’a
yabancı kaynaklarda geniş yer verildiğini görüyoruz.
Mimar Sinan’a hayran mimar sayısı Türkiye’dense
yurt dışında daha fazla. Arada İstanbul’a dünyaca
meşhur mimarların bazılarının yolu düşer. Hemen
hepsi Mimar Sinan’a hayranlıklarını ifade eder.
Bizim mimarlarımız Mimar Sinan’ı örnek almaktan
vazgeçtim, adını anmaktan korkuyor. Mahalle baskısı gibi bir şey var herhalde. Hani Osmanlı’ya bir
şekilde hayranlık göstermek siyaseten doğru değilmiş gibi, ya da cehaletten. Modern mimarlarımızın
tarihi mimarlıkla ilişkileri sorunlu! Başka meslekte
de böyle bir travmatik tarih fobisi görmedim. Sanat
fuarlarını geziyorum. Resim sanatı tarihinin denediği bütün teknikleri ve tarzları deneyen sanatçılar var. Çeşitli geleneksel uygulamalar içinden
soyutlamalar veya igüratif ifadelerle özgün olmaya
çalışan sanatçılar var. Kısacası özgürler! Mimarlıkta
“moda” çok etkili. Geçmişten esinlenmek demode
giyinmek gibi algılanıyor. Hele Şark’tan esinlenmek hepten çağdışılık olarak görülüyor. Acı ama
Türkiye’de çağdaş ortamdaki eğitimde Türkiye’nin
kendi geçmişi de Şark’a ait olarak algılanıyor. Yani
eski, geri, çağdışı v.b. Oysa ressamlar daha özgür.
Onlar geçmişe ve bugüne ait biçimlere hükmedebiliyor. Dönüştürebiliyor. Mimarlar da bunu yaptığı
zaman “biçim korkusu” aşılabilir aslında. Batı’da
bunu yapabilen çok iyi mimarlar da var. İspanya’da,
İtalya’da, İskandinav ülkelerinde, Japonya’da. Ancak
bunu yapabilmek için akademik eğitimi sorgulamak,
dergi mimarlığını aşmak, kalıpları kırmak gerekiyor. Bu kolay değil. Çok okumak, gezmek, görmek,
araştırmak, disiplinlerarası çalışmak, sentezlemek
gerekiyor. Tabii kültüre saygı hepsinin başında gelir.
Kısacası Mimar Sinan’ın sahip olduğu her şey.
■ Mimar Sinan’ın Osmanlı mimarisine getirdiği dikkat
çekici yeniliklerden de bahseder misiniz?
● Örneğin Şehzadebaşı Camii’nde, Selçuklu ve Osmanlı
geleneğinde geliştirilen merkezî kubbe-kapalı avludört eyvanlı yapı tipolojisi mükemmelleştirilmiştir.
Giriş kapıları ile mihrap, simetrik bir şekilde karşılıklı
olarak kare biçimli planın dört duvar ortasında yer
alır. Sinan ilk defa cephede uyguladığı yatay kemer
dizilerini (revak) bir kademelenme içinde piramit
gibi yükselip kubbeyle sonlanan cephe bütünlüğünün
parçası kıldı. Şehzade sonrasındaki Sinan estetiğinin
sırrı ‘farklılıkları vurgulayarak bütünleştirmek’ti. Üst
örtü sistemi ile altyapıyı hem birbirinden ayırıp hem
de birleştirmeyi başardı. Kemerler içine açtığı pencerelerle duvarları neredeyse saydam kıldı. Böylece dış
cephenin kütleselliği içinde oluşturduğu boşluklarla
monotonluğu kırarak, içeride bol ışık alan bir cam kutu
etkisi oluşturdu. Mimar Sinan’ın yaptığı sadece estetik
algı zenginliği değil, teknoloji de gerektirdi. Aslında
taşıyıcı, örtücü veya koruyucu olması gereken ‘mimari
yapının’, bu teknoloji sayesinde dekoratif bir unsur gibi
mekân zenginliğine katkıda bulunması, Sinan mimarisine özgüdür. Sinan, yapının bu rolünü vurgulamak
için bezemeyi sadece mimari biçimleri öne çıkartmak
amacıyla kullandı.
■ Günümüzde dinî anlayışta, varlık anlayışında değişik
bakış açıları var. Bilim de geçmişte bilinmeyen birçok
yeni bilgi üretiyor. Bunlar karşısında eski mimarinin
durumu hakkında neler söylersiniz?
● Sürekli genleşen, üstelik zaman ve mekânı da belirlediği düşünülen ‘yeni evren’, modern insanı trajik bir
yalnızlığa sürükledi; o artık kutsal alanı kurgulamakta
zorlanıyor. Belki de bu nedenle, estetik beğeniler
yaygın bir şekilde kalemtıraşın açtığı kalem gibi işlev
temelli. Ortaçağ’da beş duyu ile algılanamayan boyutun felsefesi, dinî düşünceyi besledi. Suizm ‘sonsuzluk’
kavramıyla barışıktı. Bugün astroizikte ‘sonsuzluk’ bir
tartışma vesilesi. Evreni açıklayan birden fazla bilimsel
kuram var. Modern kutsal alanın tanımlanması ancak
işveren, kullanıcı, mimar, sanatçı, dekoratör, din adamı,
tarihçi, sosyal bilimci, izikçi ve felsefecinin birlikte
düşünmesiyle mümkün. Oysa bugün bunları ayıran fay
hatları var. Proje kararı verenler diğerlerini pek görmek
istemiyor. Diğerleri de onları küçümsüyor. Günümüz tasarımını sınırlandıran siyaset ve insan fobisi
kaynaklı paranoyalar ‘evren ve çevre ile uyumlu kutsal
mekân yaratma eğilimini’ ortadan kaldırdı. İnsanı
Söyleşi
zenginleşen dinamik bir toplumun bireyleri. Bu ikisi
birleşince Selçuklu mimarisi doğmuştur.
49
50
■ Bir de Kanuni Sultan Süleyman’ın Türbesi üzerine
yaptığınız uluslararası çalışmalar var.
● Macaristan’ın Zigetvar kentinde, TİKA tarafından
Kanuni Sultan Süleyman’ın iç organlarının defnedildiği türbeyi bulma amacıyla 2015 yılından bu yana Türkiye adına kazı çalışmaları yapıyoruz. 1689 yılından
■ Mimari açıdan yeniden bir atılım, eski parlak mimarimisonra Habsburg askerleri tarafından yıkılan Osmanlı
zin yeniden ihyası mümkün müdür? Günümüz mimari
dönemine ait cami ve yanındaki tekkenin kalıntılarını
eğitimi hakkında bu açıdan bakınca neler söylersiniz?
ortaya çıkardık. 2015 yılı Eylül-Ekim aylarında ilk
çalışmalarımıza başladık. Arkeolojik kazılara başla● Mümkündür! Yurdumuzda tasarıma değer veren bir
dık demek daha doğru olur. Daha önce yapılan arşiv
kültürün gelişmesi gerekir önce. Bunun için de her
araştırmaları, kaynak araştırmaları, müze araştırmaları
Türk’ün kendisini mimar veya tasarımcı sanmanın
jeolojik araştırmalar ve pek çok araştırmalar sonuötesine geçip profesyonelliğe değer vermesi gerekir. Bu
cunda
burada sultan Süleyman’ın türbesinin olduğu
maddiyat ile ilgili bir konu aynı zamanda. Kim mimar
tahmin
edilmişti. Jeoizik araştırmalar bunu gösterdi
tutar? Parası olan! Parası olanın resim alması gibi
ama
kazı
yapıp verilere ulaştığınız zaman daha somut
bir şey. Ancak bir yandan da müteahhitlerin maddi
delillerle konuşulabiliyor.
imkanları olmasına rağmen tasarım işlerine müdahale
ettiğini, prototip projeler veya kendi zevklerine göre
Kazıların yapıldığı yer Sultan Süleyman’ın türbesitercihlerle yönlendirici olduğunu görüyoruz. Demek ki
nin içinde olduğu palankanın yani tabya denebilecek
bilgi, görgü ve kültür eksikliği var. Aslında teknolojiyi
küçük ahşap kalenin olduğu bölge. Üzüm tepesindeki
kullanan yeni mimarlık öyle herkesin başa çıkabileceği
alan, Evliya Çelebi’nin Sultan Süleyman’ın otağının
bir alan değil. Mimaride yenilik teknoloji içeriklidir.
kurulduğu yer ve türbesi hakkında verdiği bilgilerle
Hem kültür, hem estetik/beğeni hem de teknoloji kulörtüşmekte. Sultan fetihten bir gün önce vefat edince,
lanımı olacak. Aslında hepsi bilgi temellidir. Kısacası
iç organları buraya gömüldü ve akabinde bir türbe inşa
bilime çok ama çok değer verilecek. Disiplinlerarası
edildi. Sokullu Mehmet Paşa burada cami ve tekke
çalışılabilecek. Bilime değer veren aslında özgür de
yaptırarak alanı bir ziyaretgâh haline getirdi. 2016 yılı
kılar. Üniversitelerdeki mimarlık eğitimi fazlasıyla
Sultan Süleyman’ın vefatının 450. yıl dönümü olması
akademik. Yirminci yüzyıl ilk yarısının modernizmine
nedeniyle kazılara yoğunluk verildi. İlk sene türbe
takılıp kalınmış. Bunun siyasi olarak yansımaları
yapısı aranırken revaklı kare planı olan bir yapıvar veya siyasi yönelimler eğitimdeki uygulamalara
nın ortasında altı köşeli yıldız motileri olan bir taş
yansıyor... Bunlar içiçe! Özgürlükçülüğün önünü tıkaçıktı. O motilerin Sultan Süleyman’ın İstanbul’daki
yan yaklaşımlar bunlar. Gençlerin farklı disiplinlerin
türbesinde minyatürlerde görülmesi, özellikle Zigetbuluşlarına ilgisinin önü açılsa daha özgün projeler
var’dan Belgrad’a cenazesini taşıyan araba üzerinde yer
çıkar. Bakış açısı önemli. Bunun kesinlikle bilimsel
alması dikkat çekici. Altı köşeli yıldız aslında ‘Mühr-ü
olması gerekiyor. Bilgi alanlarının mesleki daralmalarSüleyman’ denilen Hz. Süleyman’ın mührü. Sultan
dan kurtarılması gerekiyor. Tarzı modernist olmayan
Süleyman bu motii hükümranlık mekânlarında kulmimarların afaroz edilme girişimlerini bile gördük.
lanmış. Daha sonra yapılan çalışmalarda türbenin yanı
Yeni mezun olmuş gençlerin –ki yeniliğe en açık grupsıra cami ve onun önündeki tekke de ortaya çıkarıldı.
meslek çevresinden dışlanmak en büyük korkusudur.
Ayrıca bunların birer Osmanlı yapısı olduğu maddi
Çok az kişi göze alabilir! Bunlar mimarimizi ileri götüverilerle kanıtlandı.
ren yaklaşımlar değil. Çünkü modernizmin küresel
Bu yapıların bulunan temelleri elimizdeki yazılı
soyutlamacılığının yanında çok başarılı bölgeselcilik
ve görsel belgelerle uyuştu. Aynı şekilde yapıların
örnekleri de var dünyada. Demek bu konuda üzerinde
konumu da hem Osmanlı hem de Macar ve Avusturya
durulması gereken temel bir konu var: bilim! Peki,
kaynaklarından derlenen bilgilerle örtüşüyor. Kazı
bilim ne getirir: uzmanlık! Uzmanlık özendiriliyor mu?
yapılan
alanın Sultan Süleyman’ın türbesinin ve ek
Hayır! “Her işten anlarım abi!” Yaklaşımı ne yazık ki
yapılarının içinde yer aldığını palanka olduğu kesintoplumumuzu her alanda çürütüyor!
leşti. Kazı ve belgeleme çalışması hakkında benim
academia.edu üzerinde yayımladığım kazı raporla-
rından bilgi edinilebilir (https://metu.academia.edu/
AliUzayPeker). Kazıların ardından elimizdeki bilgi ve
belgeleri kamuoyuyla vakit geçirmeden paylaşmaya
özen gösterdik. Çünkü bu Türbe halka mal olmuş çok
önemli bir mimari hatıra; bir sultan türbesi. Hakkındaki gerçeklerin öğrenilmesi çok önemli.
■ Bir sanat tarihçisi olarak, uğraş verdiğiniz alanda
geriye dönüp baktığınızda ne düşünüyorsunuz?
● Sanat Tarihine girdim ama başta bu bölümün bana
maddi ve manevi çok fazla katkıda bulunacağını
düşünmüyordum. Çünkü neden derseniz sanat tarihi
Türkiye’de yaygın kabul gören, tutulan, kariyer planlarında yer alan bir alan değil. Fakat bir yandan da yıllar
sonra bu alana girdiğim için çok mutlu olduğumu
düşünüyorum. Çünkü sanat tarihi aracılığıyla aslında
kültür tarihine bir giriş yaptım. Dünyayı, ülkemi, yurdumu, çevremi, kendimi anlamak ve tanımak için çok
güzel bir araç oldu benim açımdan. Dolayısıyla Döner
Kümbet’in önündeki yalnız adam bir anlamda bilgiyle
ve kültürle yıllar içinde olgunlaşma süreci geçirdi.
Allah’a şükür bu günleri gördü. Karşınıza çıktı. Bu
yüzden 30 yıl aradan sonra Kayseri’de olduğum için
çok mutluyum. Bu şekilde neredeyse sanat tarihine
başladığım yere dönüş yapmış oluyorum. O nedenle
Kayseri benim için çok anlamlı bir şehir. �
PROF. DR. ALİ UZAY PEKER
Prof. Dr. Ali Uzay Peker İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü lisans, Boğaziçi
Üniversitesi Tarih Bölümü yüksek lisans ve
İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık ve Sanat
Tarihi doktora programı mezunudur. Kendisi
Kanada Mimarlık Merkezi’nin uluslararası
bursunu kazanarak Montreal’de doktora
sonrası araştırma yapmıştır. 1991 yılından
itibaren Orta Doğu Teknik Üniversitesi
(ODTÜ) Mimarlık Bölümü’nde çalışmaktadır.
Üniversitede dekan yardımcılığı, akademik
komisyon üyelikleri, fakülte kurulu üyeliği
v.b. pek çok görevde bulunmuştur. Ulusal ve
uluslararası yayınları bulunan Peker Bologna
Uzmanı olarak çalışmış, ayrıca pek çok uluslararası projenin kurum koordinatörlüğünü
yapmıştır. Ayrıca AB Horizon 2020 proje
değerlendirme uzmanıdır. Halen ODTÜ
Mimarlık Tarihi Anabilim Dalı başkanıdır.
Çalışma alanları, erken İslam, Selçuklu ve
Osmanlı mimarisi, mimari külltür ve mimari
sembolizmdir.
Söyleşi
Söyleşi
Mimar Sinan’ın dönemindeki gibi evrenle yani kozmosla tekrar barıştırmanın bir yolunu bulamadığımız
sürece geçmiş-bugün-gelecek arasında sağlıklı ilişkiler
kurulamayan, ‘kopyanın kopyası kutsal mekânlar’ inşa
etmeye devam edeceğiz.
51
Kültür - Mekan
Ehl-i Dil Çay Evi
Mustafa İbakorkmaz
Kültür - Mekan
Ehl-i Dil
Çay Evi
Üzerine Müptela Bir
Müdavimin Gözlemleri
Gönülden Gönüle Yol Gizli Gizli
52
H
ayat nasıl geçip gidiyor anlayamıyoruz. Ömür dediğin
masal gibi… Bir varmış, bir yokmuş. Nasıl olduğunu
anlamadan yıllar geçiyor. Bir bakmışız o geçip giden yıllarda
ne varsa hepsi mazi olmuş. Bir mekân olarak Ehl-i Dil üzerine
yazmam gerektiğinde gereğinden fazla zorluk çektim. Çünkü
sadece bir mekânı değil aynı zamanda kendi hayatımın da bir
dönemini yazmam gerekiyor.
Ehl-i Dil, gönül ehli demek. Gönül eri, kalender, rind demek.
Kendimde biraz böyle bir hava hissederim oldum olası. Mekân
olarak Ehl-i Dil de zaten öyle bir yerdir. Genellikle bu tabiri
hak eden müdavimleri vardır. Müdavimlerin ilklerinden ve en
uzun süre devam edenlerinden biri olarak Ehl-i Dil’e verdiğim
ciddi bir mesai vardır. Nart Noyan sigorta primimi yatırsaydı
emekliliğime az kalmıştı. Dile kolay on yıldır haftanın birkaç
günü uğradığım, arkadaşlarımla buluştuğum bir mekândır. İş
bunun ötesine geçmiştir, öyle ki yaprağı çay tabağı olan, ince
belli bardağı da lale şeklindeki logosunu bile bendeniz tasarlamıştır. Böylelikle kendimi ne kadar dışta tutmaya çalışsam
da başaramayacağım bir yazıya giriş yapıyorum.
Ehl-i Dil’in sahibi ve orada ortaya çıkan atmosferin sorumlusu Nart Noyan’dır. Kendisiyle tanışıklığımız oldukça eskilere
dayanır. Kayseri tarihi açısından başka ve ayrı önemi olan bir
başka mekânda, Bilge Kitabevi’nde tanışmıştık kendisiyle. O
da ben de Bilge Kitabevi’nin önce bodrumunda, sonra üst
katında vazife ifa eden kitap kafenin müdavimiydik. Bilge
Kitabevi aslında bambaşka ve başlı başına bir başka yazının
konusu olmalı. Çünkü orası yerine getirdiği birçok işlevin
yanı sıra Ehl-i Dil’in bu gün temsil ettiği misyonun öncüsüydü
dersem abartmış olmam. Bir nevi, bir kültür mekânı olarak
Bilge Kitabevi modelinin çay ocağına evrilmiş hali diyebilirim.
Aradan yıllar geçtikten sonra, bir başka çay ocağında, bizim
Ahmet’in açtığı “Çaycı” adlı mekânda Nart Noyan’la yeniden
yolumuz kesişti. O dönemde “Çaycı” da farklılığıyla öne
çıkan bir mekândı. Açıldığı zamana kadar Kayseri’de örneği
olmayan bir yerdi. Ankara’daki ünlü Sakarya ve Gökkuşağı
çay evlerini andıran bir havası vardı. O mekânları da bilen
Kültür - Mekan
Kültür - Mekan
Mustafa Ibakorkmaz
53
54
tanıyan biri olarak bir müddet “Çaycı”ya da takıldım. Ama
unutamayacağım bir olay Nart Noyan’la arkadaşlığımızı pekiştirdi. Burada o mevzuyu uzun uzadıya açmayacağım. Zaten
birçok ortamda, birçok kez anlattım. Bir bayram gecesi uzun
bir sohbetin ardından, mistik bir yolculuğa çıktık. Gidişimiz,
dönüşümüz her biri ayrı hikâye ve hayatımızda kapladığı yer
itibarıyla güzel bir arkadaşlığın başlangıcı olmak bakımından
oldukça tatmin edici bir tecrübeydi. Öyle ya, birini tanımak
için önemli kriterlerden birisi de birlikte yolculuk yapmaktır.
Kısa bir süre sonra, Nart bir çay ocağı açmaya karar
verdiğini söyledi. Kiraladığı mekânı bize gösterdi. Temizliği
boyası derken kısa süre içinde Ehl-i Dil faaliyete başladı.
Bugün güneşten solmaya başlayan tabelasını yapmak da yine
bana nasip oldu.
Nasılsa arkadaşlarımızla bir şekilde buluşuyor, oturup
çay içip muhabbet edecek bir yer buluyoruz. Bir arkadaşımız,
eşiniz dostunuz bir yola çıktığında karınca kararınca yanında
olmamız icap eder. Nitekim biz de öyle yaptık. Hem oturup
muhabbetimizi yapalım, hem çayımızı içelim dedik. Gelen
geçen orda bir kalabalık görürse merak eder takılır dedik. O
günden itibaren buluşma yerimiz, oturup sohbet etme yerimiz,
mekânımız Ehl-i Dil oldu.
OKUL GIBI
Ehl-i Dil ilk günlerinden itibaren bir çay ocağı olmanın
ötesinde bir mana üzerine kurulu mekân oldu. Soğuk kış
akşamlarında Aydın Abi ile birlikte ekip olarak düzenli sohbetlerimiz başladı. Bu sohbetler asla normal bir çay ocağı
muhabbetine benzemiyordu. Derin felsefi meseleler, siyaset
bilimi, tarih, tasavvuf, edebiyat üzerine katılanların ufkunu
açan muhabbetler açılıyor, gecenin ilerleyen saatlerine
kadar devam ediyordu. Bir dönem sinema sanatı ve tarihi
açısından önemli yönetmenlerin filmlerini izledik, üzerine
Aydın abinin yorumlarını, film okumalarını dinledik. Akira
Kurosawa, Tarkovsky filmleri ve benzerleri. Sonra fotoğraf
gösterileri ve fotoğraf okumaları yaptık. Dursun Çiçek, Maruf
Şinik gibi şehrin önde gelen fotoğrafçıları birikimlerini Ehl-i
Dil’in mekanına taşıdılar.
Aydın Karakimseli ile altı yıla yakın süre devam eden
Füsus el Hikem okumalarımızın hatırı sayılır bir dönemi Ehl-i
Dîl’de gerçekleşti. Farklı gruplar Niyazî i Mısri ve Yunus Emre
okumaları yaptılar. Bunun yanı sıra Cahit Zarifoğlu okumaları
da yine Ehl-i Dîl ile birlikte anılacak etkinliklerden biri oldu.
Zaman içerisinde öyle bir ortam oluştu ki, aramıza katılan
müzisyen arkadaşlar enstrümanlarıyla mini konserler vermeye
başladılar. Sinan, Muhammed, Kamil sanat müziğinin seçkin
eserleriyle her yerde bulunamayacak ziyafetler verdiler. Sonra
Lütfü, Kayseri türküleri ve Neşet Ertaş türküleriyle kulağımızın
pasını sildi bir müddet.
Zaten müzik ve özellikle türkü Ehl-i Dil’i tanımlayan en
önemli vasılardan biridir. Ne zaman gelirseniz gelin mutlaka türkü saatine denk gelirsiniz. Nart’a göre türküler bu
milleti ayakta tutan direktir. Şimdi yeri mi yoksa ayrıca mı
değinmeliyim onu da bilemedim ama madem yeri geldi onu
da zikredeyim. Ehl-i Dil’in kalbi ehline malumdur. Oraya
herkes giremez. Müdavimler, misafirler ve özel dostlar için
özel sohbetlerin yeridir. Bahçede mutlaka ayrı ayrı masalarda
hatırı sayılır muhabbetler, sohbetler vardır. Ama Ehl-i Dil’in
kalbinde mesele derinleşir. Orada tasavvuf müziğinin klasikleri,
saz eserleri, türküler son sesle dinlenir. Gecenin ilerleyen
saatlerine ulaşılmadan, türkünün, musikinin, sanatın, tasavvu-
siniz. Çünkü burası desteksiz atışa, rastgele sallayışa müsait
bir yer değildir. Kılığına kıyafetine bakarak amele sandığınız
biri bütün paradigmalarınızı yerle bir edebilir.
Tasavvufun her meşrebinden birileriyle karşılaşabilirsiniz. Akademinin değişik disiplinlerinden gelen birileri mutlaka o masalarda
oturuyordur. Genellikle Ehl-i Dil’deki
hiçbir masada boş muhabbet dönmez.
O yüzden yeni gelen birileri etrafa
kulak kabarttığında şaşırır. Bazıları
korkar, Ehl-i Dil’i yanındaki masada kim
muhabbet ediyorsa onlardan ibaret zanneder.
İlk iş olarak nasıl tanıdıysa öyle yaftalamak olur. Ama
işin aslı elbette ki öyle değildir.
Ehl-i Dil’in ismiyle müsemma müdavimleri vardır. Her
birinin kendi hayatında biriktirdiği tecrübeleri, her birinin ayrı
uzmanlık alanı, mesleği, toplum içinde hatırı vardır. O yüzden
kimi zaman bir genç kulak kabarttığı yan masadaki insanlarla
tanışmaya yeltenir. Bunun kapısı da çoğu zaman sonuna kadar
açıktır zaten. İşte böyle tanışmalarla hayatı değişen, Ehl-i Dil
mektebinde unutamayacağı anılara sahip olan, çok şey öğrenen
gençler vardır. Dedik ya Ehl-i Dil adeta bir okul gibidir. En çok
da arkadaşlık, dostluk nedir o öğrenilir.
Kültür - Mekan
Kültür - Mekan
▲ Atabey Kılıç, Merhum Mustafa Ağca, Merhum Emir Kalkan, Aşık Sefai
fun dibine vurmadan yukarı çıkılmaz. Burayı fazla açmaya da
gelmez. Ehline malumdur, gayrına mahremdir biraz. Dostluğa
belli bir kemalâta ulaşmadan vakıf olunmaz.
Ehl-i Dil’in içi dışı, altı üstü bir nevi mekteptir.
Bu mektepte uzun uzun edebiyat konuşulur. Bazen gelenek/modern çelişkisi
tartışılır. Fotoğraf, tiyatro, sinema,
müzik, tasavvuf konuşulur. Bazen
imza günleri düzenlenir. Bazen sergi
açılır. Bir bakmışınız bir masada iki
yazar yeni yayınlanacak bir kitap dosyası
üzerine konuşuyorlar. Bir bakmışınız, antik çağ
tarihi hakkında akademik bir muhabbet dönüyor. Bir
başka masada iktisat tartışılıyor. Bir diğerinde fotoğrafçılar
buluşmuş.
Ehl-i Dil’de siyaset de konuşulur. Ama ideolojik tartışmalara pek rastlanmaz. Birbiriyle taban tabana zıt dünya
görüşleri aynı masada şakalaşarak bir araya gelebilir. Bir şeyler
öğrenmeden, bakış açısını kontrol etme ihtiyacı hissetmeden
kalkılmaz o masalardan. En çok da ön yargılar yıkılır, kesin
inançlar, keskin kenarlar törpülenir. Bilginin ışığında ama
epeyce şakayla karışık... En azından şöyle bir şeye zorlar.
Bilmediğiniz şeyi araştırır bir sonraki buluşmaya öyle gelir-
55
▲ Ahmet Günbay Yıldız
56
mekânla kurduğu ilişkide kendi kişiliğini ve sosyal
konumunu çoğu zaman hesap etmek zorunda hisseder.
O yüzden müzisyenlerin, siyasetçilerin, edebiyatçıların, ideolojik kampların, değişik hobilerin bir araya
gelip kendilerini dış dünyaya kapattıkları mekânlar
vardır. Buraya kadar bahsettiğim şekliyle Ehl-i Dil’in
alışılagelen, ya da bilinen sosyal mekânlardan olmadığı
anlaşılmıştır sanırım.
Bunu anlamak ve görmek için biraz da müdavimlerden bahsedelim. Mesela an itibarıyla Ehl-i Dil’in
demirbaşlarından kabul edebileceğimiz Ömer Faruk
Dayı en başta yer almayı hak ediyor. Müdavimler ve
iz bırakanlar listesinde İzzettin Erbay Hoca, Aydın
Karakimseli’yi özellikle belirtmeliyiz. Sonra Efdal
Emre var bir de. Yaşları büyük olduğundan ve farklı
kişilik özellikleri, onları şehrin bir değeri yapan
▲ Erkan Oğur, Esat Ayata
birikimleriyle Ehl-i Dil’de oturup çay içtikleri zaman
dilimlerinde etralarına zihinsel katkıda bulunmadan,
fikir fırtınaları estirmeden, kolay ulaşılamayacak
MÜDAVIMLER VE MISAFIRLER
bilgiler sunmadan kalkıp gitmezler. Onlar Ehl-i
Mekân üzerine çok düşünmeyiz. Çünkü ya evimizdir, ya işyeri- Dil’in ağır abileridir. Sonra bir de gelip geçenler, hoş
mizdir. Onun da felsefesini yapacak halimiz yok ya. Ama mekânlar sadalar bırakarak aramızdan ayrılanlar da oldu zaman
alışkanlıklarla da ilgili. Ev ve iş yeri arasındaki zorunlu ikamet, zaman içerisinde. Daima rahmetle andığımız Mustafa Ağca
geçirmenin dışında, mekânın ne olduğunu, hangi anlama geldiğini hoca ve Emir Kalkan Ehl-i Dil’in unutulmaz anıları
düşünmek için zorlayan ve fırsat veren durumlardan biri sosyal hayattır. arasında yerlerini aldılar. Allah rahmet eylesin. Onlarla
İnsanın kendini tanıması için gerekli olan şeylerden biri münasebette geçirdiğimiz zamanın kıymetini iyi ki bilmişiz diye
olduğu insanlarsa, diğeri o insanlarla nerede bir araya gelindiğidir. düşünmeden edemiyorum.
Onun için hacı hacıyı Mekke’de, sofu sofuyu tekkede bulur. İnsan
Müdavimlerin yanı sıra bir de misafirleri vardır
Kültür - Mekan
Kültür - Mekan
▲ Ragıp Karcı
▲ İsmet Özel
57
58
Ehl-i Dil’in. Alanlarında Türkiye’nin en ünlü simalarıdır onlar.
Kayseri’ye hangi vesile ile gelmiş olurlarsa olsunlar Ehl-i Dil’e
uğramadan gitmezler. Bir kere gelmişlerse mutlaka diğer
geldiklerinde de Ehl-i Dil’i ziyaret ederler. Onlar da bir nevi
Ehl-i Dil’in şehir dışı müdavimleridir. Şayet Kayseri’de yaşıyor
olsalardı sürekli müdavim olurlardı muhtemelen. Onlar kim
mi? Kimler yok ki o isimlerin arasında. Ömer Tuğrul İnançer,
Ahmet Özhan, Hasan Kaçan, Hayati İnanç, İsmail Kasap, Halil
Necipoğlu, İsmet Özel, Erkan Oğur, Nevit Müsmir, Kemal Sayar,
Bülent Akyürek, Ebubekir Kurban, İsmail Doğu, Yusuf Kaplan,
Serdar Tuncer, Göksel Baktagir, Yurdal Tokcan, Ali Bektaş, Senai
Demirci, Mustafa Öztürk ve daha kimler kimler....
DIŞARDAN BAKILDIĞINDA
Ehl-i Dil dışarıdan bakıldığında, özellikle Sahabiye’de yer
alan birçok çay ocağından sadece biridir. Dekorasyon olarak
belki diğerleri kadar cazibesi olmayan mütevazı bir mekândır.
Civardaki herhangi bir çay ocağında arkadaşlarınızla buluşabilirsiniz. Oturup çay içebilir, hatta kendinizce en derin
muhabbetlere dalabilirsiniz. Ama emin olunması gereken bir
durum var. Eğer sohbetinizin bir derinliği, muhabbetinizin bir
anlamı varsa onu tamamlayacak mekânda değilsiniz demektir.
Şüphesiz her işletmenin müdavimleri, kıymetli müşterileri
vardır. Her sohbetin kendince derinliği ve değeri vardır. Ama
Ehl-i Dil bir başkadır. Bu başkalık rastgele tesis olmamış, bunun
için gerekli her türlü yatırım yapılmış, her türlü fedakârlık
gösterilmiştir. Ehl-i Dil, dışarıdan bakıldığında sıradan bir
çay ocağıdır. İçerisinde barındırdığı özgünlükler nedeniyle
dışarıdan bakıldığında kolay anlaşılmaz bir sosyal mekândır. Bu
yüzden kimilerinde olumsuz bir imaj uyandırdığı, korkutucu,
ürkütücü dedikodular çıktığı da görülmüştür. Yiğidi öldür
hakkını yeme ilkesi mucibince her şeye rağmen Kayseri’de
benzeri olmayan bir ortam olduğunu teslim etmek gerekir.
Ehl-i Dil deyince akla türkünün gelmesi gönülden gönüle
giden gizli yolu bilen insanların mekânı olmasındandır. Tarkovski’nin bir filminde, Dede Efendi’nin bir nağmesinde, bir
kitabın, bir kelimenin izinde yol almadan bu sırlı yola girmek
mümkün olmaz. İnsanın mana ile demlendiği mekândır Ehl-i Dil…
En başta dediğim gibi, açıldığı günden beri müdavimi
olduğum bu mekân hakkında objektif olma iddiası gütmeden,
çoğunlukla duygularımı bir kenara bırakamadan anlatmaya
çalıştım. Dilim döndüğünce. Övdüysem de yerdiysem de beni
bağlayan sözler sarf ettim. Bundan sonrasında karar kendisi
şahit olmak isteyenlere kalmıştır.
On yıllık bir müdavimlik macerasının ardından aklımda
şöyle bir soru beliriyor. Mekâna müptela olunur mu? Benim
cevabım, olunurmuş, çünkü çay deyince, arkadaşlarımla
buluşmak deyince aklıma Ehl-i Dil’den başka bir yer gelmiyor.
Bu yüzden belki de bir kullanım kılavuzu hazırlayıp “Dikkat
bağımlılık yapar” diye insanları uyarmak lazım.. �
Kültür - Mekan
Kültür - Mekan
▲ Ömer Tuğrul İnançer
59
Şehir ve Hafıza
Kayseri’yi Fotoğraflayanlar / İsmail Develioğlu
Alper Asım
Şehir ve Hafıza
60
Alper Asım
F
otoğrafçı şehrin hafızasıdır. Doğa fotoğrafçıları ise aynı zamanda mekânın hafızasıdır. Bir fotoğrafçı
eserine duygusunu ve düşüncesini de kattığı zaman, fotoğrafta, hafıza ve insan bir arada olur. Şehrin
sokaklarını, evlerini, insanlarını fotoğralamak aynı zamanda şehrin tarihini yazmaktır. Çünkü çekilen
her fotoğraf o şehre ait bir işaret bir izdir. Şehrin mekansal yanını çekmek aslında daha zordur. Çünkü
insansız fotoğralardaki duygu ve düşünceyi yakalamak, görebilmek ve ifadelendirip aktarabilmek ayrı
bir gayret ve rikkat ister. Varlıklar içinde ifadesini en kolay şekilde insan yansıtır. Dolayısıyla bunu da
yine en kolay ve iyi biçimde insan görür.
Şehir ve Hafıza
Şehir ve Hafıza
KAYSERI’YI
FOTOĞRAFLAYANLAR
61
62
Şehir ve Hafıza
Şehir ve Hafıza
▲ Aladağlar Teke Kalesi
▲ Aladağlar Hacer Ormanları
63
64
Şehir ve Hafıza
Şehir ve Hafıza
Tabiat fotoğralarındaki duygu ise daha çok fotoğrafı çekenin gönül gözü
ile ilgilidir. Uzaktan görünen bir dağı, bir dalda dinlenen kuşu, bozkırın tarlalarında otlayan bir koyun sürüsünü, sazlıktaki kuşları, ormandaki herhangi
bir canlıyı tek başına görebilmek, anlayabilmek ve anlatabilmek kolay değildir.
Bunun içindir ki tabiat fotoğrafı çeken fotoğrafçılar sabırlı insanlardır. Uzun
soluklu yürümeyi, dağlarda bir çadır içinde günlerce kalmayı, bir ormanın
en ıssız derinliklerinde saatlerce, günlerce kalabilmeyi göze alabilen ve
hatta bunu bir yaşama biçimi haline getiren insanlardır doğa fotoğrafçıları.
Kayseri’nin çevresinin tabiat güzellikleri ve zenginlikleri açısından ne
kadar geniş, derin ve zengin olduğu ehlince bilinir. Özellikle bir doğa fotoğrafçısı açısından Kayseri önemli bir mekândır. Aynı gün içinde, Erciyes’i, Yılkı
Atları’nı, Sultan Sazlığı’nı, Kapuzbaşı Şelaleleri’ni, Kapadokya/Soğanlı’yı,
▲ Sultan Sazlığı-Ovaçiftliği
65
66
▲ Sultan Sazlığı-Sultan Nebi Türbesi
▲ Erciyes Dağı - Okçuluk Gösterisi
Gesi Bağları’nı neredeyse çekebilirsiniz.
Hatta bunlardan bazılarını aynı eksene,
aynı kadraja sığdırabilirsiniz.
Yıllardır Kayseri Develi’de yaşayan
İsmail Develioğlu altını çizmeye çalıştığım
doğa fotoğrafçılarındandır. Yani rüzgârla,
suyla, ekinin başakları ile pınarlarla, kuşlarla,
dağlar ile taşlar ile konuşan bir insandır.
Bir bakıma onun fotoğraları bu yaptığı
konuşmaların somut halidir.
1970’li yıllarda ileride çokça fotoğrafını çektiği mekânda dünyaya gelen
Develioğlu aynı zamanda fotoğrafçılık ve
kameramanlık eğitimi de gördü. Uzun yıllar
kamuda yönetici olarak da çalıştı. Belki
de kamuda çalışmasının en önemli etkisi
içinde yaşadığı mekânı daha iyi görmesini
sağladı. Tabiata bakarken belediyeciliğinin
verdiği avantajları da kullanmış oldu.
Kayseri ve çevresini yıllardır fotoğralayan Develioğlu iyi bir kayakçıdır. Erciyes’in
fotoğralarını çekerken aynı zamanda kayak
da yapar. Çektiği fotoğrafı bir anlamda
yaşar. Sultan Sazlığı’ndaki bütün kuşlar,
Aladağlar’daki bütün geyikler ve dağ
keçileri onun kamerasından sorulur ve
bilinir. Kayseri’nin en izbe vadilerinden
Sultan Sazlığı’nın emektar işçilerine kadar
herkesi fotoğraları ile anlatır.
İnsan mekân ile anlam kazanır ve
mekân da insan ile. Fotoğrafçı bu bilinç
ve idrakte olduğu zaman ortaya çıkan
eser kuru bir görüntü olmaktan öte bir
anlam taşır. Eğer fotoğrafçının gönül gözü
kapalı ise görüneni sadece görüntü haline
getirmekten başka bir şey yapamaz. İsmail
Develioğlu, görünenin peşinde, tabiatla
konuşarak ve gördüğünü gönlü ile ortaya
koyma çabasında bir fotoğrafçıdır.
Seyrettiğiniz fotoğralar aslında onun
Kayseri’de anlam bulduğu mekânlardır… �
Şehir ve Hafıza
Şehir ve Hafıza
▲ Zamantı Irmağı-Çakıl Pınar
67
Şehrin Yüzleri
Şehrin Yüzleri
Mustafa Çınar
Kâni Çınar
Mustafa Çınar
Kâni Çınar
Şehrin Yüzleri
“Y
68
ahya Kemal’in Fransız tarihçi
Camille Julian ve Albert Sorel
gibi tarihçilerden öğrendiği vatan ve
millet, toprak ve millet arasındaki sıkı
münasebet, onu, Türk vatanını keşfe
itmiştir. Tabiatıyla bunu da İstanbul’da
yapmıştır. Çünkü fark eder ki İstanbul,
bütün Türk tarihinin, Türk coğrafyasının
bir terkibidir.”1 Böyle özetliyor Kazım
Yetiş Yahya Kemal’deki vatan kavramının izahatında bulunurken. Vatan
nedir, toprak nasıl vatan kılınır, töreler
inanç dünyamızda nasıl var olmuştur,
ecdadımız kimlerdir, biz kimiz?.. Bu ve
benzeri sorular, daha geçen ay toprağa
verdiğimiz kıymetli aile büyüğümüz
Mustafa Çınar (Vefatı 07.02.2018)’ın
şahsında bizleri düşünmeğe sevk ediyor.
Zihnimizde birbiri peşi sıra sorular.
Mustafa Çınar’ın genelde Türk vatanı,
özelde yaşadığı belde hakkında bitmez
tükenmez öğrenme iştiyakı nereden
Merhum Mustafa Çınar’ı ve benzeri
gönül insanlarını anlamaya çalışırken
yine Yahya Kemal üzerinden şu hatıratı
zikretmenin münasip düşeceği kanaatindeyim:
Naim Bey Yahya Kemal’i İstanbul’un
ruhani semtlerini kendi din ve milliyet
anlayışı çerçevesinde anlattığı yazıları
geliyordu? Bir beldeye bakarak bütün dolayısıyla eleştirmişti. “Bir Rüyada
bir coğrafyayı görmek, bir isme bakarak Gördüğümüz Eyüp” (Tevhid-i Efkâr, nr.
bir tarihin peşine düşmek ve avuçlanan 3354-326, 5 Mayıs 1922) yazısının çıktığı
bir toprak parçasını mukaddes bilip gün, Ahmet Naim Bey, bu yazısından
ruha sürmek nasıl bir vatan anlayışının bahisle, Yahya Kemal’i, efsaneler üzerine
özetiydi? Mustafa Çınar’ın ne Fransız kurulmuş bir din olarak gösterdiği İslam’a
tarihçileri vardı okuduğu ne ona ufuk Abdullah Cevdet gibi ateistlerden bile
açacak öğretmenleri. Belki daima saygı daha fazla zarar vermekle suçlayarak
ile andığı babası Ali Osman Çınar (Ağa)… “İslamiyet’te ölülere ibadet, mezarlara
O kadar. Kendi ayakları üzerinde durmuş, muhabbet, ölmüş insanları falan yahut
kendini yetiştirmiş alaylı bir münevverdi filan semtte hâzır ve nâzır zannetmek
o. Vatan, millet, mukaddesat, bayrak, gibi itikatlara” yer olmadığını söyler. Bu
dil, töre… ile yoğrulmuş bir hayatla suçlamaya sert bir şekilde karşılık veren
aramızdan ayrıldı.
Yahya Kemal, milletlerin dinleri kendi
2
1
Yahya Kemal Hayatı, Kazım Yetiş, Sy.221
Yahya Kemal “Eve Dönen Adam”, Beşir
Ayvazoğlu, Sy 57-58
bir şivenin bütün dil, bir neslin bir soy
olduğunu tekrar fark ettik.
KARADAĞ’DAN
MIMARSINAN’A
KIMLIĞIMIZ OĞUZLAR
“Karadağ’dan Mimarsinan’a Kimliğimiz Oğuzlar” adlı eserin müellifi
merhum Mustafa Çınar’ın bizim için
bir dağ, bir taş olan mekâna bakarken
ne düşündüğü; elinde fotoğraf makinesi
köprüleri, kapıları, camileri, mezarları
fotoğralarken ne amaçladığı; köylülerinin
soylarının nereden geldiğini ve dedelerini sayarken gözlerinin niçin ışıldadığı
Şehrin Yüzleri
Nev’i Şahsına Münhasır
Bir Araştırmacı
yaratılışlarına uygun olarak benimsedik- bir kimse idi. Yıllar boyunca araştırmış,
lerini, başka türlü almalarına da zaten notlar çıkartmış, arazi incelemeleri
imkân olmadığını söyledikten sonra, yapmış, milletimize has az okuma, az
Türklerin de İslamiyet’i kendi mizaçlarına yazma arızalarına inat çokça okumuş,
göre kabul ettiklerini ve onun uğruna çokça yazmış, yakınlarının yakıştırması ile
yalnız bu sebeple öldüklerini iddia eder. “Filozof” diye bilinmiş bir entelektüeldi.
…
Bizim, “Ne olacak, aman işin yok mu?”
Bu tartışmadan tam on üç yıl sonra, mantığıyla yaklaştığımız birçok meseelçi olarak görev yaptığı Avrupa’dan dön- lenin peşinden gitmekle ne kadar haklı
düğü günlerde, İstanbul gezintilerinden olduğunu, ortaya koyduğu eserlerinin
birini yapmakta olan Yahya Kemal, Vefa’ya kıymeti ile ispatlamıştır. Tarih, farkını
doğru yürürken karşıdan Ahmet Naim fark ettiren insanları yazar. Yahya Kemal
Bey’in geldiğini görür. Hastalıktan yeni karşısında özür dileyen Ahmet Naim
kalkmış gibi yorgun görünen eski dostu, Bey gibi şimdi bizler de Mustafa Çınar
kollarını açarak, “Bu tesadüf münasebe- karşısında özür diliyoruz. Bakmak ve
tiyle Cenab-ı Hakka hamdolsun,” diye görmek arasındaki farkı bir kez daha
söze başlayınca şaşıran Yahya Kemal, öğretti bize. Bir beldenin bütün vatan,
birlikte Şehid Ali Paşa Kütüphanesi’ne
gittiklerini anlatıyor. Ahmet Naim Bey
yolda kendisine şunları söylemiştir:
Seninle o kadar sene evvel, Darülfünun’da bir münakaşada bulunmuştum.
O münakaşa sonra benim zihnimi senelerce meşgul etti. Son senelerde ise, ben,
İstanbul’un birçok semtlerinde gezmeği
ve oralarda tıpkı senin usulünde, eski
mimari eserlerinin tarihini araştırmağı
itiyad edindim. Bu hoş merak beni sardıkça sardı. Senin bir zaman Tevhid-i
Efkâr’da çıkmış yazılarını buldum ve
tekrar okudum. Azîm bir zevk aldım. Sana
bu yüzden ne kadar haksızlık ettiğime,
o yazıların bir şair fantezisi olmayıp
hakikaten manevi birer ufuk olduklarına kaail oldum. İşte bundan sonra,
bu yüzden seni o vakit gücendirdiğime
yandım ve bir daha görürsem isti’fa-yı
kusûr etmeği nezr ettim2.
Yakınında bulunanlar bilirlerdi ki
Mustafa Çınar tarih, musiki, halk bilimi
gibi konularda vukûfiyeti bulunan düşünen, araştıran, merak eden, üniversite
hocalarından okuma yazma bilmeyen
ihtiyarlara, mezarlıklardan tarihi köprülere,
kemerlere kadar soruşturan, kaynakça
edinip bilgiyi arayan, neticeye bağlayan
69
70
altına almak istedim. Yani iki ana amacım
tarihin bu noktasında kaybolmaya yüz tutan
yöresel kaynaklardan gereği gibi istifade
ederek yöre tarihini zapt altına almak ve
halkımızın kökenleri üzerine dikkatlerini
çekerek bu husustaki bilinci artırmaktır.”3
şeklinde düşüncelerini açıklamıştır.
Üstad’ın maksadına ulaştığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Birkaç gün önce
e-Devlet sitesinin çökmesine sebep olan
“Soy Ağacı Sorgulama” sayfasına insanlarımızın rağbetini görünce yazarımızın
“Karadağ’dan Mimarsinan’a Kimliğimiz
3
Oğuzlar” isimli araştırmasının ne kadar
kıymeti haiz olduğunu bir kez daha
tecrübe ettik. Bu mezkûr eserde Cırlavuk (Mimarsinan)’ta yaşayan aileler
1831 nüfus sayımına göre tespit edilmiş,
şecereleri çıkartılmış ve ilgililerin istifadesine sunulmuştur. 7 – 8 kuşak geriye
gidilebilen soy kütüklerinde sülaleler
lakaplarıyla, mahalleleriyle ayrıntılı
olarak yer almaktadır.
Lise sonrası eğitimi olmamasına
rağmen kendisini birçok alanda yetiştiren
müellifimiz eserinde ayrıca köyünün adı
ve tarihte aldığı diğer adlardan, komşu
köylerden, bitki örtüsü ve mezralardan,
okuyanlardan, taş ustalarından, sanatkârlardan, törelerden, batıl inançlardan, halk
takviminden, kılık kıyafetten, yemeklerden, spordan birçok bilgiyi fotoğralarla
süsleyerek bizlere sunmuştur.
Karadağdan Mimarsinan’a Kimliğimiz Oğuzlar, Mustafa Çınar, Sy. XV
KAYSERI MUSIKISINDE
TEK KAYNAK
Merhum Mustafa Çınar’ın Kayseri
Mûsikî Yolcuları’na Giriş isimli “Kayseri
Musiki Yolcusu Olmuş ve Olacak Tüm Musiki
Adamlarına ve Severlerine İthaf Ettiği” bir
eseri daha vardır. Aynı zamanda bir Udî
olan Mustafa Çınar daha ilkokul yıllarında
Türk ve Batı müziğine kulak vermeye
başlamıştır. Ancak ortaöğretim yıllarında
Türk Mûsikisinde karar kılmıştır. Zaman
geçtikçe müziğe olan ilgisi Türk Sanat
ve Türk Halk Müziğine dönük ilmi çalışmalar şeklinde görülmeye başlanmıştır.
Çok iyi bir ud icracısı olan Mustafa Çınar,
Kayseri Mûsikî Yolcuları’na Giriş adlı çok
özel bir eser kaleme alma düşüncesini
şu şekilde açıklamaktadır:
“Zamanın Erciyes Üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültesi Dekanı gönül adamı
Prof. Dr. Sabri Yener hoca, geçmişten günümüze Kayseri’deki müzik
çalışmaları ile ilgili derli toplu bir
kaynağın bulunmayışı konusunda
düşüncelerimi kendisine aktardığımda
çok duygulandı ve “Herkes tarihini
yazsaydı Türk tarihinde gizli hiçbir şey
kalmazdı. Bu hususta yazılı bir kaynak
kitap bulunmadığından müzik bölümü
öğrencilerimize ödev verdiğimizde
mahcup oluyoruz. Çünkü ortada böyle
bir çalışma yok. Bunu yapabilir misin?”
diyerek beni cesaretlendirdi.”4
Bu kıymetli eserin önsözünü kaleme
alan Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi Müzik Bölüm Başkanı Prof.
Dr. Sabri Yener şöyle söylemektedir:
“4000 yıllık geçmişiyle Türk Sanat Tarihinde önemli bir yer tutan Kayseri’de
de Türk Müziğine hizmet eden amatör
ve profesyonel şahsiyetler yetişmiştir.
Bu gönül insanlarının hizmetleri saygıya
değerdir. Onları anmak, yaşatmak ve
genç nesillere tanıtmak bir vefa örneği
olduğu kadar, Türk Müzik kültürünün
gelişmesi açısından da önem arz
etmektedir.
4
5
Sanat yapmak kadar yazmanın da
kıymetini idrak ettiğimiz günümüzde
Sayın Mustafa Çınar’ın bu girişimi
Türk Müzik Kültürü için faydalı ve
anlamlıdır. Kayseri’de yapılan bu
çalışma inanıyorum ki diğer illere de
örnek oluşturacak ve yani araştırmalara
zemin hazırlayacaktır.”5
Kayseri Musîkî Yolcuları’na Giriş
beş ana tema üzerine hazırlanmıştır:
Bestekârlar, Güftekârlar, Enstrüman
İcracıları, Enstrüman Yapımcıları ve
Solistler. Eser, ağırlıklı olarak Kayseri
Musiki Yolcuları üzerinde durmaktadır.
Kayseri’nin değerlerinden olan Ahmet
Gazi Ayhan’dan Hasan Sami Bolak’a,
Erkiletli Âşık Hasan’dan Osman Kavuncu’ya, İsmail Ötenkaya’ya, Abdullah
Satoğlu’na, Süleyman Türabi’ye değin
onlarca müzik erbabı hakkında bilgi
verilmektedir. Resim ve metinlerle
zenginleştirilmiş bu eser sahasında
önemli bir kaynak işlevi görmektedir.
Bir büyüğümüzü, değerli bir araştırmacıyı kaybettik. Yaşamı gibi ölümü
de nev’i şahsına münhasırdı. Eserleri,
sohbetleri, tespitleri, sıra dışı yaşamı
ile kültür dünyamızda mutena bir yer
edinerek aramızdan ayrıldı. Mekânı
cennet olsun. �
Kayseri Musîkî Yolcuları’na Giriş, Mustafa Çınar, Sy. IV
Kayseri Musîkî Yolcuları’na Giriş, Mustafa Çınar, Sy. III
MUSTAFA ÇINAR:
Gazeteci yazar. 10 Ekim 1946,
Mimarsinan kasabası (şimdi mahalle)
/ Kayseri doğumlu. İlkokulu Mimarsinan’da bitirdi. Kayseri İmam
Hatip Lisesi ve Kayseri Yapı Sanat
Enstitüsünde (şimdi Endüstri Meslek
Lisesi) bir süre okudu. 1962 yılından itibaren gazetecilik mesleğine
atılarak Kayseri Erciyes, İzmir Ege
Ekspres, 2000 yılında kendi çıkardığı
Mimar Sinan ile Kayseri Anahaber
gazetelerinde çalıştı. Emekli olduktan
sonra yazı çalışmalarına yoğunlaştı. Kayseri ve çevresinin tarihi,
yetiştirdiği şahsiyetler hakkında
araştırmalar yaptı. Kayseri Musiki
Yolcuları adlı araştırmasında 230
kadar Kayserili müzisyen (bestekâr,
güftekâr, icracı) şahsiyet hakkında
bilgiler topladı. Yazılarını yukarıda
adı zikredilen gazetelerde ve Kayseri
Yorum dergisinde (2008) yayımladı.
İLESAM üyesi olan Mustafa Çınar;
Semiha Çınar ile evli; Hüseyin Avni,
Ali Ekrem ve Zehra adlarında üç
çocuk babasıdır.
ESERLERİ: KaradağdanMimarsinan’a Kimliğimiz – Oğuzlar (2002),
Kayseri Musiki Yolcuları (2006) �
Şehrin Yüzleri
Şehrin Yüzleri
eserinin vücûd bulmasından sonra daha
iyi anlaşılmıştır. Çünkü yazarımız “…
Kendi yöremin Türk tarihi içinde gelişimini,
köyümüzün hangi boya mensup olduğunu,
köyümüzün son halini alana kadar hangi
aşamalardan geçtiğini ve törelerimizi yöre
halkının aydınlanmasını hedef alarak zapt
71
Büsam- Akademi
Sanatı
Mimesis
Olarak
Ele Almak
Doğru mu?
Gökçe Yıldız
Şehir Akademi’de Öğrenci
M
imesis’in kelime anlamı; taklit, “İnsanın zevk duygusu ise eserin gerbenzetme, öykünme, yansıtma- çekliğine ne kadar yaklaştığıyla ilgilidir.
dır. Mimesis gerçekte; doğa ve insan Sanat eseri ne kadar gerçeğe uygunsa
davranışının sanatta ve edebiyatta insanları gerçeğin baskısından o kadar
taklide dayanan temsilidir. Yunanca uzaklaştırarak insanda bir rahatlama
taklit anlamına gelen mimesis, önceleri duygusu yaratır” Aristoteles görüşlerini
Aristoteles tarafından kullanılmıştır. bu cümlelerle ifade eder.
Sanatın ilkel dönemlerde doğayı taklit
Bazı kişiler sanatın bireyselliğine,
amacı ile ortaya çıktığı ileri sürülmektedir. psikolojik özellik ve güçlerine önem
Eski Yunan ve Latin edebiyatları aklın vermişler; sanatçıları olağanüstü kişiler
rehberliğinde ideal güzelliğe ulaşmaya olarak nitelemişler; hatta bazıları sanatçalışan bir estetik ve mimesis ya da çıları insanüstü kişiler ve dahiler olarak
taklit, yansıtma esasına bağlı bir sanat görmüşlerdir. Ama bazıları da onların
anlayışına sahipti. “Benim görüşüm ise üzerinde çevrenin etkisini, toplumun
sanat taklitten ibaret olamaz”.
ve eğitimin etkisini vurgulayarak onları
Aristoteles “sanat taklittir” demiş- çevrenin değişik bir aynası olarak görtir. Platon ve daha birçok filozof da müştür. Bir metni sanat eseri yapan şeyi
Aristoteles’in bu görüşünü destek- taklit etmek mümkün değildir. Resimden
lemiştir. Tezlerini sağlam temeller örnek verecek olursak; resim taklide en
üzerine oturtmuş olsalar da bu görüş yakın sanattır ve doğayı taklit etmek
net sonuca ulaşamamış ve günümüzde olarak ele alınır ama resimde bile bir
hala çözülmemiş bir problem olarak özgünlük vardır. Her ressamın resimlerine
kalmıştır. Mimesis kavramını Aristoteles baktığımızda farklı duygular hissederiz.
şöyle açıklar: “Sanat bir taklittir ve bir Sanat, Aristoteles’in dediği gibi gerçeğe
modelin tıpatıp kopyasıdır.” Aristoteles yaklaştıkça değer kazanmaz tam tersi
sanatı Platon gibi aşkın bir öğe ile değil; gerçekten uzaklaştıkça değer kazanır.
bir bütün olarak tek tek sanat eserleri- Aristoteles’in “Poietika” adlı eserinden
nin incelenmesi, varlık karakterlerinin örnek verirsek; kitapta “insan taklit’e en
ortaya konmasıyla açıklamaya çalışmıştır. yakın canlıdır ve taklit yoluyla öğrenir”
diye bir ifade kullanır ama taklit daha çok
hayvanlara davranışsal bir şey öğretmek
için kullanılır. Taklit davranışa karşılık
gelir; sanat ise taklitten çok duyulara
hitap eder. Sanat eserinde estetik zevk
vardır. Sanat soyut olandan etkilenir.
Eğer sanatı taklit olarak ele alırsak soyut
sanat eserlerini açıklayamayız çünkü
soyut resimlerin dış dünyada karşılığı
yoktur. Sanat kapsamlı bir alandır, bütün
sanat eserleri taklitten ibarettir diyerek
basite indirgeyemeyiz. Ağaç resmi dediğimizde; ağaç resmini çocuklar da yapar
ama her ağaç resmini sanat eseri olarak
ele alamayız. Sanat eserinde özgünlük
vardır, yaratıcılık vardır.
Taklit zanatkarların üretmekteki
yöntemidir. Zanatkar bir şey üretirken
somut bir eşyayı taklit eder. Aynı masadan
binlerce vardır ama sanat eserinin tekrarı
yoktur. Özgünlük vardır. Zanatkarların
yaptığı sanat eserleri de vardır elbette,
bunlar sıradan masa gibi zanaat eserleriyle kıyaslanamayacak kadar değerlidir.
Zanatkarların eserleri çoğunlukla ürünün
işlevine, maddi kazancına ve alıcıların
beklentilerine göre şekillenir.
Platon sanatın ağırlıklı olarak tiyatronun doğasına dair söyledikleriyle
Büsam-Akademi
Büsam-Akademi
Sanatı Mimesis Olarak Ele Almak Doğru mu?
Gökçe Yıldız
73
zaten bunu yapıyor bilim niye var
gibi bir soru ortaya çıkıyor. Sanatı
bilmek, öğretmek olarak ele alırsak,
bunu herkes yapabilir, her insan
karşısındaki kişiye bir şey öğretebilir.
O zaman sanatçıyı sanatçı yapan şey
ne? Aristoteles’e göre sanatçıyı sanatçı
yapan şey taklit. Taklit yeteneğin ne
kadar iyiyse o kadar iyi bir sanatçısın.
Tabiattaki varlıkların ve olayların
doğrudan kendileri bir sanat eseri
sayılmazlar. Doğal şeylerin işlenmesi
ve düzenlenmesiyle bir sanat eseri
ortaya koyarken sanatçı kendi tekniğini, ruhunun yaratıcılığını ortaya
koyar ve kendi yaratma yeteneğiyle
içindeki güzeli ortaya çıkarır. Sanatçıda yaratıcılığı yönlendiren onun
yaratma yeteneği ve hayal gücüdür.
Sanat duygu düşünce ve bilinçaltının
bir ürünüdür.
Sanat özgündür yeniden yaratmadır.
Belki bazı sanat dallarında; resimde,
tiyatroda taklidin daha fazla yer
aldığını ama mimari, edebi sanatlar
gibi sanat dallarında hayal gücünün
taklidi aştığını söylemek daha gerçekçi
olur. Eski Yunan düşünürlerinden
Philostratos taklidi ikinci plana atarak
hayal gücü ve yaratmanın sanatta
daha etkili olduğu görüşünü ortaya
atmıştır. Örnek verecek olursak;
Eski Yunan tanrılarının heykellerini
yapan ve sanatkar olarak adlandırılan
insanlar tanrıları görmeden yani
taklit etmeden yapmışlardır. Verdiği
eserler bakımından sanat ile zanaatı
birbirinden ayırmak gerekir. Zanaat,
faydaya dayalı ürünler ortaya koymaya
denir. Sanatta faydadan ziyade sanat
kaygısı egemendir. Belli bir menfaat
sağlamak amacıyla yapılan eserler
daha ziyade zanaat eserleridir.
Gerçek sanatçılar bir dehadır.
Sanat eserleri de bu dehanın çevredeki
olayları ve varlıkları kendi ruhlarındaki
hayal gücü ile işleyerek, taklit etmesi
değil, yaratmasıdır. Sanat insanın
iç dünyasının eseridir bireysel ve
özgündür. “Çünkü şair dediğin hassas,
uçarı ve tanrısal bir varlıktır. Esinlenmeden, kendinden geçmeden, yani aklı
başındayken hiçbir şey yaratamaz. Zaten
tanrı vergisi olmadan hiç kimse ne bir şiir
yaratabilir ne de kehanette bulunabilir.”1
Sokrates’in de bu sözleriyle değindiği
gibi sanatçı yansıtan kişi değil yaratan
kişidir. Taklit; resim, heykel gibi bazı
sanatların vasıtası olabilir ama birçok
sanat dalına vasıta bile olamaz. Kaldı ki,
birçok fotoğrafta; plastik ve balmumundan yapılmış gerçeği aynen taklit eden
eserlerde bir sanatçı ruhu, bir estetik
heyecan duyulmuyor. Tiyatroda izlenip
alkışlanan birçok cinayet sahnesi gerçek
hayatta aynı beğeniyi bulur mu? Sanat
eseri gerçeğin yalın bir taklidinden çok
daha farklı bir şeydir.
Sanatkâr “olan”ı değil , “olabilir” ya
da “olmamış” olanı seçmelidir. Çünkü
olanı olduğu gibi anlatmak, taklit etmek
sanatın değil tarihin görevidir. “Taklit
yalnızca tamamlanmış eylemi değil,
korkutan, acıma uyandıran olayları da
konu edinir.”2
Aristoteles, korkutan ve acı veren
olayların taklidinden bahsetmiş. Peki,
duygular taklit edilebilir mi? Duygular
taklit edilse bile ne kadar gerçekçi olur?
Sanatın değeri gerçeğe yakınlığıyla ölçülüyorsa bu tarz eserleri sanattan sayamayız
çünkü duygular hiçbir zaman gerçeğe çok
yakın olarak taklit edilemez. Sanatçı sayısı
günümüzde enderken, elimizdekilere
sahip çıkmak varken sanatı ve sanatçıyı bu
kadar basite indirgemek ne kadar doğru?
Sanatı taklitten ibaret saymak, sanatı ve
sanatçıyı basite indirgemek küçümsemekten başka bir şey değildir. Bütün insanlar
taklit yapabilir ama insanların sanatçı
diye nitelendirilmesinin nedeni taklitten
daha fazla duyguya hitap etmesidir. Sanat
ruhu dinlendirir gibi tabirler de sanatın
gerçeklikten çok duyguya hitap ettiğinin
açık göstergesidir.
1
2
Platon ION (Şiir Üzerine) s.33
Aristoteles Poetika S.39
Platon “Devlet” adlı eserinde
sanatın, yansımaların yansımasını
yaptığını iddia ederek “ideal devlet’e
sanat giremez” diyor. Sanatı bu kadar
dışlamak hiç de doğru değil. Sanatsız
bir toplum düşünülemez. Günümüzde
bu konuyla ilgili “Bir ülkede sanattan,
edebiyattan çok siyasetten veya herhangi başka bir konudan konuşuluyorsa
o toplum üçüncü sınıf bir toplumdur”
diye bir görüş savunuluyor. Daha önce
de belirttiğim gibi sanat yansımayı
yansıtmak değil; yaratılanlardan da
kısmen de olsa etkilenip yepyeni bir
şey yaratmaktır. Etkilenmeyi, ilham
almayı taklit olarak değerlendiremeyiz.
Sanat insanın nesnel gerçekliği estetik
bir biçimde yeniden yaratmasıdır.
Yaratma gibi büyük bir kavram varken
taklit gibi basit bir kavram sanata
verilemez. Bazı kişiler araba sürme
sanatı, hekimlik sanatı gibi sanata
dâhil edilemeyecek şeyleri de sanata
dâhil etmiş. Bunlar tamamen taklitle
öğrenmeye örnektir. Sanat eserine
kesinlikle dâhil edilemez.
Aristoteles tragedyalardan da
sanat eseri olarak bahsetmiş ve bu
tragedyalar gerçeğe ne kadar yakınsa o
kadar değerlidir demiştir. “Agathon’un
Antheos tragedyasında olduğu gibi;
çünkü bu tragedyalarda adlar ve olaylar
kurgudur.”3 Aristoteles’e göre sanat
eseri taklit ise; Agathon’un eserine
sanat eseri diyemeyiz. Çünkü olmamış
bir olayı anlatıyor yani kurguluyor,
olmamış olaylar gerçekle bağdaşmaz,
taklidi de olamaz. Olmamış olayları
öyküde de şiirde de görebiliriz. Aristoteles öyküyü sanata dâhil eder. Bu
noktalardan yola çıkarsak çoğu öykü
gerçekle bağdaşmaz. Düşüncenin de
taklidi olmaz çünkü her düşünce de
gerçekle bağdaşmaz. Yani öykü taklit
değil yaratmadır. Metnin kendi yazarı
dışında hiç kimse yazarın metin yoluyla
yarattığı şeyi bir başka metinde yeni3
Aristo, Poetika, s. 37
den yazamaz, ancak yaratılan şeye dair
bazı kalıpları tekrar edebilir. Bu da taklit
değil tekrardır. Eğer bir başkası yazarın
yarattığı şeye dair birtakım unsurları alıp
onları yeniden yaratıyorsa ortaya çıkan
şey zaten ilk metinden başka, özgün bir
eser olacaktır. Eserin özü, değeri onun
sanatındadır ki bu da ancak tek kişi tarafından yaratılabilen, tekrar edilemeyen,
benzemeyen, benzetilemeyen bir olgudur.
Birbirine benzer sanat eserleri yok mu?
Var. Ama bunların sanatsal değeri de
benzerlik oranına göre az veya çok. Aynı
şey iki kere yaratılamaz. Bu nedenle taklit
edilebilende yaratılmış olan sanat eseri
değil, ona ait bazı özelliklerdir.
19. yy ile birlikte taklit kuramın
yetersizliği anlaşılmaya başlamış ve yavaş
yavaş etkisini yitirmiştir. Sanatçının
nesnelere öykünmek yerine yaratıcılığın
önemli olduğu, sanat etkinliğinin özgün
yapıtlar üretmek olduğu iddiaları ağırlık
kazanmıştır. 20. yy’da Marcel Duchamp
ile birlikte hazır nesnelerin yeni bir sanat
yapıtı kategorisi doğurması, kavramsal
sanatın, soyut dışavurumculuğun, gerçeküstücülüğün, dadaizm, kübizm ve
benzeri sanat hareketlerinin doğuşu,
mimesis’in günümüz sanat anlayışı için
artık geçersiz olduğunu göstermiştir.
Ortaya çıkan pek çok yeni sanat hareketleriyle birlikte doğaya bakışımız bile
artık değişime uğramıştır.
Sonuç olarak toparlayacak olursak;
sanat taklit değildir. Sanatı mimesis
olarak ele almak sanatı ve sanatçıyı
basite indirgemektir. Resim sanatında
kısmen taklitten bahsetsek bile onda
bile özgünlük vardır. Örnek olarak
soyut resim taklit ürünü değildir. Sanat
eseri yaratıcılıktır. Sanat taklitten ibaret
olsaydı bütün insanlar sanatçı olabilirdi.
Çünkü evrendeki her şey taklit edilebilir.
Sanat bilmeye yönelik bir etkinlik
olsaydı, çünkü taklitte de bilimde de
duyular, duygular pek ön plana çıkmaz
ama sanat diyince ilk aklımıza duyguları-
mıza hitap eden şeyler geliyor. Aşk, ayrılık,
yalnızlık, mutluluk vs… Duygular taklit
edilemeyeceğine göre ve sanat taklitse,
duygular da taklit edilebilirse o zaman
bilgi olmaz çünkü bilgi ve duygular
tamamen farklı kavramlardır. Duygular
kesin gerçekliği vermez yanıltıcı olabilir.
Aristoteles’e göre bilginin çıkış noktası
duyular olsa da bunun sanat için geçerli
olduğunu düşünmüyorum. Duyulardan
bahsederken aklımıza bilgi gelmez;
bilgiden bahsederken ise duygular arka
plandadır.
Sanat bilmek için yapılmaz. Bilgi,
bilimsel olanların bilgisidir. Nesnel
bilgilerdir. Hiç kimse tiyatro izlemeye
giderken, bu benim günlük hayatta nasıl
işime yarar diyerek gitmez. İnsan tiyatroyu ruhuna hitap ettiği için, duygusal
rahatlama sağladığı için izleme gereği
duyar. Sanat gerçeğe yakınlaştıkça değer
kazanmaz; gerçekten uzaklaştıkça değer
kazanır. Çünkü gerçekler zaten yaratılmıştır. Sanatçı özgün eserler ortaya
çıkarmalı, bambaşka bir şey yaratmalıdır.
O zaman sanatçı daha değerli olur. Zaten
bu tarz sanat eserleri yani gerçekten
uzaklaşan sanat eserleri, hem maddi
hem manevi daha değerli, daha pahalıdır. Sanatçı, yaratıcı tanrının ruhunu
bilinçsizce izler; onun yaptıklarını taklit
etmez, tabiatı canlandıran tanrısal ruh
gibi o da yeniden, orjinal olarak yaratır,
kullandığı eşyaya can verir. Taklit ise,
kendine özgü bir şey yaratmaz sadece
doğadakini yansıtır. �
KAYNAKÇA
⊲ BOYACI, Nihal petek, Platon Ion
(İSTANBUL,Kabalcı yayınevi,2007)
⊲ EYÜBOĞLU,Sebahattin, CİMCOZ
M.Ali , Platon (Elatun),Devlet
(İSTANBUL,Kültür yayınları 2005)
Büsam-Akademi
Büsam-Akademi
74
sanatçıyı bilgisiz, benzetmeci özelliğiyle
ideal devletinden dışlarken bunu, sanatın
“görüntüler” üzerine kurulu olmasına
dayandırıyordu. Nihai amacı iyi ve güzel
olana varmak olması gereken insanın,
zararlı, baştan çıkarıcı görüntü ve imgeler
yaratan bir sanat anlayışıyla gerçeklikten
uzaklaşması kabul edilebilir bir anlayış
olamazdı. Oyuncuların, izleyicileri duygusallığa sürükleyen yahut duygularını
kışkırtan taklit ya da temsilleri iyi bir
toplumun oluşmasında tehlike yaratıyordu.
Üstelik sahnede görünen oyuncular ve
eylemleri gerçek olmamasına rağmen
gerçek zannediliyordu. Bu yüzden Platon
sanata olumlu bakmıyor.
Platon sanatı yansımanın yansıması
olarak değerlendiriyor. Sanatı ayna
olarak nitelendiriyor. Peki sanat eseri
“gerçek”ten uzaklaşmaksa nasıl taklit
oluyor? Sanat taklit olamaz çünkü gerçekten uzaklaştıkça aslında yeni bir şey
ortaya konur yani yaratma gerçekleşir.
Aristoteles Platondan farklı olarak
taklide olumlu bir anlam yükler. Aristoteles’e göre taklit bilginin çıkış noktasıdır.
Çünkü taklit insan doğasında bulunan
bir yetidir ve bu yetiyle ilk bilgilerimizi
ediniriz. Ona göre taklit bizi bilgiye iten
bir güçtür. Bu bağlamda tiyatroya giden
bir izleyici sadece duygularıyla hareket
etmez; aynı zamanda insan ilişkilerine,
insanların karşılaştıkları olayların ve
hatta onları zorlayıcı durumların nasıl
sonuçlanabileceğine dair bir şeyler
öğrenebilir. Örnek olarak tragedyalar
soylu ve ağırbaşlı karakterlerin taklitleri
olarak izleyicileri tutkularından arındırarak (katharsis) onlara yararlı olabilir.
Mimesis bu anlamda öğretici, yol gösterici,
terbiye edici, ahlaki anlam kazandırır.
Bir sanat eserinin estetik değer kazanabilmesi için hiçbir çıkar düşünmeden
o objeden haz duyan ve onu takdir eden
estetik sujelerin bulunması gerekir.
Sanat bilmek için yapılmaz. Şiir duyguya
en çok hitap eden sanat türüdür. Peki,
sanat; Aristoteles’in tabiriyle bilmekten,
gerçeğe yaklaşmaktan ibaretse sanat
⊲ KALAYCI, Nazile, Aristoteles, Poietika şiir
sanatı üzerine (ANKARA,felsefe dizisi;
birinci basım : Bilim ve Sanat,2005)
75
Akademi Günlüğü
Büsam-Akademi
24 ŞUBAT 2018
76
Prof. Dr. Ali Uzay Peker Selçuklu Okumaları atölyesinin
ilk dersini verdi. Akademik hayatının başlarında geldiği Kayseri’ye yeniden gelmekten duyduğu mutluluğu ifade ederek
sözlerine başladı.
Ali Uzay Peker, Selçuklu Mimarisi’ni anlatmak için en iyi
yolun ne olabileceğini düşündüğünü ve en doğrusunun Cami
mimarisini anlatmak olduğuna karar verdiğini söyledi. Selçuklu
mimarisinin Anadolu’da doğmadığını, Orta Asya’da doğan bir
mimari anlayışın Anadolu’ya hangi coğrafyalara, nasıl bir tarihi
süreç içerisinde taşındığını öğrenme fırsatı bulduk. Sanat tarihi
açısından insanı anlamadan, insanın hangi coğrafyalardan,
hangi süreçlerden geçtiğinin bilinmesi gerektiğini örnekleri
üzerinden kavramaya çalıştık. Hareketli bir halkın mimarisi
olan Selçuklu mimarisini anlamak için Oğuzlara, Uygurlara
kadar gitmek gerekiyor. Bu açıdan bakınca yaşadığımız bu
kadim Selçuklu şehrinin aslında uzun bir maceranın ürünü
olduğunu anlamak heyecan vericiydi. Günümüzü düşündüğümde ise Selçuklu ile bağımızı ne derece koruduğumuzu, bu
bağları ne kadar kopardığımızı da üzülerek gözden geçirmek
zorunda kaldım.
Prof. Dr. Ali Uzay Peker’in dersini dinlerken hem Türk
tarihi, hem sanat tarihi, hem mimarlık, hem de Müslüman
Türklerin kozmoloji anlayışı gibi birçok farklı konu hakkında
bilgilendim. Birbiriyle bağlantısız gibi görünen konuların
aslında arka planda ne kadar derin ve anlamlı ilişkiler içinde
olduğunu da görmüş oldum. Mesela Türklerin Orta Asya’dan
Anadolu’ya doğru ilerlerken İpek Yolu ile ilişkilerini öğrenmek
de ilgi çekiciydi.
Askeri, ekonomik, dinî ve sosyal hayatın toplumların
düşüncelerini nasıl oluşturduğu ve bu doğrultuda eser verirken
bunların hepsinin anlamlı bir bütünlük oluşturduğunu görmek
de ilginçti. Coğrafyayı ve siyasi tarihi bilmeden mimarlık ve
sanat tarihi konuşmanın bizi doğru sonuçlara ulaştırmayacağı
da altı çizilmesi gereken bir bilgiydi.
Türklerin hareket eden ama göçebe olarak değerlendirilemeyecek bir millet olduğunu, Türkleri göçebe olarak
değerlendirmenin sanat tarihi açısından yanlış bir yargı, hatta
anlamsız bir önyargı olduğunu da hem haritalar üzerinde, hem
de ortaya konan eserleri göstererek anlatan Ali Uzay Peker’in
bu dersini dinlemek bilgilendirici ayrıcalık duygusu uyandırdı
dersem abartmış olmam.
2 MART 2018
Şehir Akademi bahar döneminin ilk seminerini Prof.
Dr. Ahmet Kamil Cihan verdi. İslam Düşüncesinde Varoluş
başlığını taşıyan seminerde KCETAŞ konferans salonunda
Hayatın anlamı,
var olmanın
anlamı, var oluşun
ne olduğu, buna bağlı
olarak zamanı, mekânı,
aklı, bilgiyi sorgulamayı
gerektirmiş. Bu sorular ve cevapların etrafında oluşan macera felsefe
diye bir ilmin ortaya çıkmasına da sebep
olmuş. Öyle ya, insanı diğer canlılardan
farklı kılan şey nedir? Bilmek nasıl bir şey,
neden bilginin peşine düşüyoruz?
Ahmet Kamil Cihan dersi süresince, öncelikle bu
soruları sorarak zihinlerimizde bu soruları kendimize
de yöneltmemize yol açtı. Ardından bu soruların peşine
düşen insanoğlunun tarih içerisinde ulaştığı belli başlı sonuçlar
hakkında kronolojik bilgiler verdi. Düşünürlerin başta varlık
meselesi olmak üzere buna bağlı olarak ortaya koyduğu temel
düşünceleri, görüşleri ve düşüncelerin arasındaki belli başlı
farklılıkları özet ama çok açıklayıcı bir şekilde aktardı.
Üzerine hiç bir fikrimiz olmasa bile çok rahatlıkla düşünebileceğimiz gibi Varlık meselesi felsefe kadar, hatta ondan daha
çok dinin sahasına giren bir sorun. Dolayısıyla İslam’ın varlık
meselesine nasıl baktığını, Müslüman filozoların, âlimlerin
ve sufilerin varlık ve varoluşa bakışındaki çeşitlilikleri de
Ahmet Kamil hocanın dersi vesilesiyle bir bütünlük içerisinde
inceleme fırsatı bulduk. Daha doğrusu Ahmet Kamil Cihan’ın
yıllar içerisinde biriktirdiklerini aydınlatıcı bir özet halinde
dinleme fırsatı bulduk.
Ahmet Kamil Cihan’ın altını çizdiği en önemli hususlardan
biri, varlık ve varoluşa bakış açısındaki çeşitliliği, bir bahçenin
içinde yetişen farklı ürünlere benzetmesiydi. Bu önemli çünkü
günümüzde düşünsel bağnazlıktan doğan birçok toplumsal
çatışmayı üzülerek yaşıyoruz.
Şehir Akademi’nin seminerleri farklı hocalar tarafından
anlatılsa da birbiriyle bağlantılı konuları işliyor. Bu yüzden
hiç birini kaçırmamanın ayrı bir önemi ve değeri var. Ahmet
Kamil Hoca’nın İslam Düşüncesinde Varoluş dersi de gerçekten kaçırılmaması gereken ve katılanlar için hafızalarda yer
eden bir ders oldu. Belki başka zaman yine böyle bir derste
bir araya gelebiliriz, ama hocanın vurguladığı gibi “Tecellide
tekrar yoktur.” O yüzden kaçırdıklarımızın yeri asla dolmuyor.
3 MART 2018
İhsan Fazlıoğlu’nun ismini ilk kez, kendi çapında kanaat
önderliğine soyunmuş ve çok hazetmediğim eski bir arkadaşımdan duydum. Benzer çevrelerden aynı isimle karşılaşınca,
parlatılmaya çalışılan bir akademisyen olduğunu düşünmüş
ve uzak durmuştum. Fakat daha sonra değer verdiğim
iki büyüğüm sayesinde İhsan Fazlıoğlu hakkındaki ön
yargılarımdan vazgeçmiştim. Şehir Akademi’nin
ilk açılış dersinde İhsan Fazlıoğlu’nu kimsenin referansına ihtiyaç duymadan tanıma
fırsatı buldum. Aynı zamanda kitapları
karşısında temkinli davrandığım
için kendimden utandığımı da
söylemeliyim. Bu yıl Şehir Akademi’nin bahar döneminde
Selçuklu Okumaları
atölyesinde yeniden İhsan Fazlıoğlu’nun
dersini
din-
leme
imkânı
bulduğum
için de kendimi
şanslı hissediyorum.
3 Mart’ta Şehir Akademi’nin misafiri olarak
Büsam-Akademi
Akademi
Günlüğü
yerimizi aldık. Ahmet Kamil Cihan, Varlık konusunun bu
seminer dizisinin ilk konusu olmasının anlamı üzerine kısa
bir giriş konuşması yaptıktan sonra dersini anlatmaya başladı.
Gündelik hayatımızı, hayat hakkında soru sorma gereği
duymadan yaşayabiliyoruz. Fakat bazen hayatımıza
dönüp dikkat ettiğimizde hayatın anlamına yönelik
kaçınılmaz sorular zihnimizde uyanıyor. Hayat ve
anlamıyla ilgili bir soru sormuşsak kesin olarak
ardından başka sorular da geliyor. Üstelik
bu tip sorular üretip cevabını aramak
üzere yola koyulduğumuzda şunu
görüyoruz. Bu soruları ilk kez
biz sormamışız. Tarihin erken
dönemlerinden beri kendilerine bu tür sorular soran,
bu soruların cevabının peşine düşen
insanlar her
zaman
olmuş.
77
sağlamak için ilk medreselerin kuruluşunu, medreselerin
İslam toplumu içerisinde ortak dil, ortak vicdan ve ortak bir
düşünce oluşturmak bakımından ne tür işlevler üstlendiğini
de bu ders vesilesiyle öğrenmiş olduk.
Seçtiği konu başlığının ne anlama geldiğini de not olarak
günlüğe eklemek gerekli. Müslüman düşünürler tarafından
gerçekleştirilen bu üç aşamalı hareketi şöyle özetleyebiliriz.
1) Tahkik hareketi; mantıki felsefede yapılan operasyondu.
Tahkik aşamasında meseleler delillendirilerek ele alınıp
yeniden düşünüldü. 2) Tahrir; matematik bilimlerde yapılan
operasyondu. Tahkik yaparken aynı zamanda tahrir yapıldı,
yani ele alınan problemler sadeleştirilerek daha anlaşılır hale
getirildi. 3) Talim aşamasında ise; ilmin sürekliliğinin sağlanması amaçlandı. Bu yönde yapılan çalışmalarla medreselerde
okutulacak ders kitapları yazıldı.
İhsan Fazlıoğlu’nun dersi hem geçmiş hakkında fikir sahibi
olmak, hem bugün neleri kaybettiğimizi anlamak bakımından
çok önemliydi. O dersten sonra insan kendine sormadan
edemiyor. Yeniden böyle bir şey mümkün mü acaba diye?
Allah’tan İhsan Fazlıoğlu ve benzeri hocalarımız var. İmkân
fikri uyandırıyor ve ümit veriyorlar.
Büsam-Akademi
10 MART 2018
78
Şehrimizin yetiştirdiği önemli mimarlardan Prof. Dr. Vacit İmamoğlu da Selçuklu
Dönemi’nde Ev konusu işleyen dersini anlattı.
Ev konusunda uzmanlığı olduğu halde Selçuklu dönemine ait bu konuda fazla kaynak
bulunmadığını, buna rağmen bulunan malzemeyi verimli kullanarak yoruma açık olan
bu konuyu aydınlatmaya çalışacağını belirtti.
Anadolu bir Selçuklu coğrafyası olduğu halde
ne yazık ki, Selçuklu dönemine ait ev örneği
bulunmuyor. Hatta sivil mimari açısından
değerlendirmeye çok müsait olmasa bile bir
tür konut olması yönüyle o dönemden kalan
bir saray bile günümüze ulaşmamış.
Vacit İmamoğlu’nun dersinde vurguladığı
önemli konulardan, hafızalara kazınması
gereken konulardan en önemlisi bana göre
şuydu. Anadolu’da Selçuklulardan çok daha
uzun süre egemen oldukları halde, hiçbir
medeniyet Selçuklular kadar çok ve kalıcı
eser bırakmamış. Bu tespit Selçukluların
Anadolu ve Türk tarihi açısından ne kadar
önemli hizmetler yaptığının bir göstergesi
olarak düşünülebilir.
Vacit İmamoğlu’nun anlatımıyla, Selçuklu
ve Türk mimarisinin estetik değer taşımakla
birlikte mütevazilik üzerine kurulu olduğunu,
batılılar tarafından bu durumun şaşırtıcı
bulunduğunu öğrenmek de ilginç bilgilerdendi.
Birbirinden değerli hocaları ve hakikaten
bilgi yüklü bu dersleri bir günlüğün ifadesiyle
sınırlandırmak haksızlık. Zaten bu derslere
katılanlar burada anlattıklarımın yetersiz
olduğunu görecekler. Ama özetle kayda
geçmiş olduk. Diğer taraftan dinleyicilere
açık olarak 12 hafta boyunca sürecek Selçuklu
Okumaları’na katıldıklarında ne kazandıklarını,
katılmayanların neler kaybettiklerini kısaca
hatırlatmış olduk. �
Büsam-Akademi
yeniden şehrimize gelen İhsan Fazlıoğlu, Selçuklu Okumaları atölyesinde, “Yenilenme Döneminin Kuruluşu: Merv’de
Tahkik, Tahrir ve Talim” konulu dersi de Şehir Akademi için
önemli bir kazanım oldu.
İhsan Fazlıoğlu, heyecanlı ve her kelimesi dolu dolu bir ders
anlattı. Zaman zaman öyle detaylara girdi ki, konunun orada
bulunan genç öğrenciler için fazla ağır olduğunu düşünerek
ortamı yumuşatan dönüşler yaptı. Dersinde Hz. Ömer ve Hz.
Ali kaynaklı Kufe ekolünde Algoritmik düşüncenin gelişmeye
başlamasından, Bağdat’ta başlayan tercüme hareketine kadar
tarih içerisinde İslam düşüncesinin ve ilimlerin gelişimini
anlattı. Altını özellikle çizdiği görüşlerden biri şuydu. “Bağdat’ta
başlayan tercüme hareketi İslam düşüncesinin başlangıcına
değil taçlanmasına sebep olmuştur.” Bu bakış açısı, İslam
düşüncesini Antik Yunan’ın felsefesine mahkum eden bakışa
ciddi bir itiraz ve bir hakkı teslimdi.
Sonra Mutezile’den Eş’arilere, oradan Meşşai filozolarına,
İbn-i Sina’ya, Biruni’ye, sonra Razî’ye, İslam düşünce dünyasını
oluşturan önemli isimlere değindi. Matematik, mantık, felsefe
arasındaki ilişkileri ve bu ilimlere Müslüman düşünürlerin
yaptığı katkıları anlattı. Selçukluların tarih sahnesiyle çıkışıyla
birlikte “toplumu sürdürebilmenin asgari koşulu olan hukuk”u
79
Kitabiyat
Kitabiyat
Anadolu Selçuklu Uygarlığının İzinde
Fehmi Gündüz
Anadolu
Selçuklu
Uygarlığının
İzinde
Selçuklular
Kayseri hafızası
ve geleneğinin en
temel unsurudur.
Bu anlamda kitap
bu alanda önemli bir
boşluğu dolduruyor.
Kitaba seçilen
yazılar, yazarlar ve
konular da tesadüfen
seçilmemiş aksine
belli bir bilincin
tercihi olarak kendini
gösteriyor.
Kitabiyat
K
80
ayseri Selçuklu ile özdeş şehirlerimizden bir tanesidir. Anadolu’nun İslamlaşma
süreci ile birlikte Konya, Sivas, Erzurum gibi devletin en önemli merkezlerinden
biri haline gelmiştir. Coğrafyadaki mekânsal değişimin en hızlı görüldüğü yerlerden
biridir. Selçuklular yaptıkları eserlerle Müslüman Türkün tavrını, usulünü, sanatını,
medeniyet tasavvurunu bu topraklara yerleştirmiştir. Bugün hala Kayseri’yi gezerken
tarihsel anlamda en çok Selçuklu izlerini görebilirsiniz.
Selçuklu Kayseri’si ile ilgili yayınlar son dönemlerde gittikçe çoğalmaya başladı.
Özellikle Kayseri Büyükşehir Belediyesi oluşturduğu Selçuklu Uygarlığı Müzesi ile
bu yönde önemli bir adım attı. Müze ile ilgili basılan katalog Selçuklu tarih, kültür ve
sanatını en güzel biçimde ifade eden eserlerle dolu. Bu anlamda 1. baskısı 2014 yılında
yapılan Anadolu Selçuklu Uygarlığının İzinde isimli kitap da dönemin Kayseri’si ile
ilgili akademik anlamda önemli yazılarla dolu.
M. Baha Tanman tarafından hazırlanan kitap bilhassa Selçuklu sanatı ve mimarisi
ağırlıklı. Nitekim Tanman’ın da belirttiği gibi: “Türklerin görece yeni yerleştikleri,
farklı bir coğrafyada biçimlendirdikleri Anadolu Selçuklu sanatının günümüze ulaşan
en zengin mirası mimari alanındadır. Anadolu Selçuklu mimarisinin yapı programı,
camiler, mescitler, medreseler, “hankah, ribat, zaviye” gibi terimlerle anılan
tarikat yapıları, dârüşşifalar (hastaneler), kümbetler, kervansaraylar, hamamlar, köprüler ve kalelerden oluşur. Bunlar içinde medreselerle kervansaraylar,
özenli tasarımları ve göz alıcı süslemeleriyle Selçuklu Anadolu’sunun “prestij
yapıları” olmuştur. Derinliğine gelişen ve bazilika etkisi sergileyen sınırlı sayıda
cami hariç, diğer yapı tiplerinde plan özellikleri Anadolu öncesi Türk İslam
mimarisinden kaynaklanır. Orta Asya’dan Irak’a uzanan kuşakta tuğla olan ana
inşaat malzemesi Anadolu’da tümüyle ortadan kalkmamakla beraber yerini büyük
ölçüde kesme taşa bırakır. Çini ve alçı (ştuko), gerek malzeme gerek kullanılan
teknikler açısından Selçukluların Anadolu’ya taşıdığı mimari süsleme türleridir.
Süsleme programında, farklı kültür coğrafyalarından kaynaklanan öğeler aynı
üslup içinde yorumlanarak ahenkli bir düzen içinde yan yana yer alırlar. Bu arada
Selçuklu sanat ortamının figürlü bezemeye gösterdiği ilgi, Anadolu’da daha sonra
görülmeyecek anlayışlı bir yaklaşıma işaret eder. Birkaç istisna hariç, daha çok
camiler ve mescitler dışındaki yapılarda karşılaşılan figürler içinde, değirmi yüzlü,
çekik gözlü, hokka ağızlı “Selçuklu güzellerinin” yanı sıra aslan, boğa, keçi, ayı, tavşan,
Kitabiyat
Fehmi Gündüz
81
Kitaptaki diğer yazılar ise ana başlıkları ile şunlar:
Asya’dan getirdikleriyle kendilerinden önceki
kültür katmanlarının mirasından oluşturdukları yeni bir sentez içinde günümüze kadar
dillerini ve kimliklerini koruyabildiler. İşte
bu ilginç hatta mucizevi dönüşüm belki
de Selçuklu çağının en büyük
başarısıdır. Doğu Roma İmparatorluğu’ndan devraldıkları bu
topraklarda Selçuklu hükümdarları kendilerini “Sultan-ı
İklim-i Rûm” (Roma ikliminin/
dünyasının sultanı) olarak
tanımlamaları bu bağlamda çok anlamlıdır.”
M. Baha Tanman
⊲ Giriş- M. Baha Tanman
⊲ Anadolu Selçukluları - Erdoğan Merçil
⊲ Selçuklu Türkiyesi’nde Sosyoekonomik ve Kültürel Hayat
- Sadi S. Kucur
⊲ Selçuklu Devrinde Anadolu’da Felsefe ve Bilim -Bir Önsöz
- İhsan Fazlıoğlu
⊲ Selçuklu Anadolusu’nda Edebiyat - Adnan Karaismailoğlu
⊲ Selçuklu Sanat Dünyası - Doğan Kuban
⊲ Anadolu’da Selçuklu Mimarisi ve Kayseri Gevher Nesibe
Dârüşşifâsı Örneği - Ali Uzay Peker
⊲ Anadolu Selçuklu Döneminde Kitap Sanatları - Banu Mahir
⊲ Selçuklu Dönemi El Sanatları - Belgin Demirsar Arlı
⊲ Anadolu Selçuklu Paraları ve Kayseri’de Basılan Danişmendli- Selçuklu Paraları- Mehmet Çayırdağ
Kitabiyat
Selçuklular Kayseri hafızası ve geleneğinin en temel
unsurudur. Bu anlamda kitap bu alanda önemli bir boşluğu
dolduruyor. Kitaba seçilen yazılar, yazarlar ve konular da
tesadüfen seçilmemiş aksine belli bir bilincin tercihi olarak
kendini gösteriyor.
82
Kitaptan alıntılar:
“Selçuklu dönemi, Türk tarihinin yanı sıra Yakındoğu
tarihinin de çok önemli bir aşamasına tekabül eder. 11. yüzyıla
kadar siyasi ve kültürel egemenlik alanı iç Asya ile sınırlı olan
Türkler, Selçukluların İran’ın ardından Anadolu ve Yakındoğu’yu ele geçirmeleriyle ilk kez doğrudan Akdeniz dünyasıyla
tanıştılar. Kısa ömürlü Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun
parçalanmasıyla ortaya çıkan devletler içinde en kalıcı olanı
Anadolu (Rûm) Selçukluları idi. Türkler tarihleri boyunca, Çin,
Hindistan, İran, Mezopotamya, Mısır gibi, anayurtları dışında
pek çok yörede egemenlik kurdular fakat bir süre sonra yerel
kadim kültürler içinde eriyerek kayboldular. Bir tek Anadolu’da,
“Selçuklu Türkiyesi’nde medreselerde, ilim
meclislerinde İbn
Sina takipçilerine
ait eserler okutulmuş ve bu geleneğe ait
birçok eser hakkında şerhler, haşiyeler
yazılmış, evren-doğa-insana ait düşünceler
ele alınmıştır. Esîrüddin Ebherî (ö. 1265?),
Siraceddin Urmevî (ö. 1283), Kazvinî (ö.
1283) ve Kutbeddin Şirazî (ö. 1311) gibi ilim
adamları birçok konuyu ele aldılar ve bilginin
kaynağı olarak akıl yürütmeyi temel alan
rasyonalist Meşşâî düşünceyi geliştirdiler.
Meşşâîliği kelâmi açıdan eleştiren Fahreddin
Râzî ile kısmen savunan Nasıreddin Tûsî,
Kutbeddin Şirazî’nin talebesi Kutbeddin Râzî
tarafından mukayese ve tenkit edilerek bu
düşünce alanında mesafe alınmıştır. Seyfüddin Âmidî (ö. 1286) ise kendine has kelamî
görüşleriyle farklı bir ses olmuştur. Keza
tasavvufî tecrübe ve sezgiye dayanan İşrâkî
felsefenin kurucusu Şihâbüddin Sühreverdî
el-Maktûl (ö. 1191) hem Meşşâî çizgide eserler
yazmış, hem de İbn Sina ekolünden bazı ilim
adamlarının görüşlerini tartışmıştır. O İşrakî
görüşlerine ilgi duyan Sultan I. Keyhüsrev’e
Pertevnâme, Artuklu emiri Kara Arslan’a ise
Meşşâî mantık, fizik ve metafizik hakkındaki
el-Elvâhu’l-Imâdiyye isimli eserlerini takdim
etmiştir. Şihâbüddin Ömer Sühreverdî (ö. 1235)
de İşrâkiyyenin Anadolu’da, özellikle saray
çevresinde yayılmasını sağlamıştır. Kutbüddin
Şirazî’nin Şihâbüddin Sühreverdî’nin Hikmetü’l-İşrâk’ine
yazdığı şerh ise bu düşüncenin klasiklerinden kabul edilir.”
Sadi S. Kuçur
“Türklerin İslâm medeniyetinde inşâ ettiği, merkez-çevre
ilişkisine göre düzenlenen bu siyâsî yapılanma, Evren’deki
ilâhî nizâm-ı âlem’in yanında, usûl-i fıkıhtan ödünç alınıp
Türk siyâsî düşüncesinin merkezî kavramı haline getirilen,
içtimâî nizâm anlamında nizâm-ı âlem olarak adlandırılmış;
bu yapıyı tehlikeye düşürecek, sarsacak, yok edecek her türlü
girişim, fitne ve fesâd, daha baştan asgariye indirilmeye çalışılmış, fitne ve fesâda giden yollar dahi, aşağıda işâret edileceği
üzere, sakıncalı sayılmıştır. Siyâsî birliğin sağlanması, ancak
ve ancak parçalanmış aklın, dolayısıyla bilginin birliğinin
yeniden inşâsına bağlıdır. Çünkü her türlü eylem,
meşrûiyetini dayandığı nazarî çerçeveden alır.
Türkler, siyâsî birliğin bile meşrûiyetini
kendisinden devşirdiği
aklın/ nazarın birliğinin yeniden
yapılanması için
çift yönlü bir strateji takip ettiler.
Birincisi, hakikate ilişkin farklı mezhep, meslek
ve meşreplerin ileri sürdüğü
mevcut bilgi birikimini bir
ortak-dile dökmek; ikincisi ise
bu ortak-dile dökülen bilgi manzumesini eğitim-öğretim yoluyla
nesiller arası aktarıma sokmak. Ortakdil üzerinden yürütülecek eğitim-öğretim
yoluyla din, ortak-vicdânı; hikmet, ortak-idrâki; tasavvuf ise ortak irfânı verecek; kısaca
üst-dilde birleşen bir ortak-akıl, her alanda
vukû bulan çatışma ortamlarını giderecek, en
azından asgariye düşürecektir. Bu ortak-aklın
kalıcılığı için ise, medrese hem ortak-vicdânın
hem ortak-idrâkin, dergah/tekke/tarikatlar ise ortak-irfânın
sürekliliğini yürütmeyi üstlenmiştir. Bu eylemin sonucu
olarak ortaya çıkan ortak vicdân, akidevî ve fıkhî mezhebleri
tahdit etmiş; bugün dahi kullanılan, geçerliliğini sürdüren
pek çok dinî formülasyon üretmiştir. Ortak-akıl ise, aşağıda
üzerinde durulacağı üzere, kelâmî, hikemî ve irfânî bilgiyi
ortak bir Varlık metafiziği içerisinde, üst bir dilde buluşturmuştur. Bu sonucu elde etmek için, ilim kamuoyu müfredât
programları oluşturmuş; bu müfredât programlarına uygun
metin yazımı örgütlenmiş ve bu metinleri okutacak, aktaracak
taşıyıcı zihinler, bilginler yetiştirilmiştir. İlginçtir ki, başta
Selçuklu-Anadolu Selçuklu-Osmanlı medreseleri olmak üzere,
İslâm dünyasının pek çok eğitim kurumunda, hemen tümü
XIII. yüzyıldan itibaren, ortak-dilin yapısına uygun kaleme
alınmış metinler okutulmuştur.”
İhsan Fazlıoğlu
“Gevher Nesibe Dârüşşifâ ve Tıp Medresesi’nin
bulunduğu Kayseri şehri her zaman önemli bir
idari ve ticari merkez oldu. Şehrin kuzeyinde,
MÖ 2000’li yıllarda, Kaniş
karumu, onun ardından
Erciyes Dağı’nın eteklerinde Mazaka şehri
ortaya çıktı. Bölgeye
çeşitli zamanlarda, Asurlular, Frigler, Kimmerler,
Lidyalılar ve Persler hâkim
oldu. Şehirde, MÖ 1. yüzyıl
sonunda Roma etkisi başladı ve
şehrin adı Kapadokya Kralı V. Ariarathes’in verdiği Eusebeia’dan
İmparator Tiberius zamanında (MÖ 10
veya 9), Roma İmparatoru Sezar’a ithafenCaesarea olarak değiştirildi. 4. yüzyılda, Aziz
Basileios’un kurduğu manastır ve kilisenin de
gösterdiği gibi, bir Hıristiyanlık merkezi olan
Kayseri, 11. yüzyıl sonunda Selçuk Türklerinin
bölgeye yerleşmesiyle bir İslam şehri haline
geldi. Mazaka’nın bugünkü Kayseri’nin güneyinde Eski Şehir veya Eski Kayseri adı verilen Beştepeler,
Battalaltı ve Tontar’ın olduğu alanda olduğu tahmin edilir.”
Ali Uzay Peker �
ANADOLU SELÇUKLU UYGARLIĞININ IZINDE
Birinci Baskı: Şubat 2014 | Kayseri
İkinci Baskı: Haziran 2017 | Kayseri
Yayına Hazırlayan M. Baha Tanman
Kitabiyat
tavus, kartal, doğan gibi çeşitli hayvanlara; ayrıca Hıristiyan
ikonografisinden alınma kanatlı meleklerle, anka kuşu, kanatlı
aslan, harpi (kuş bedenli cadı kadın) gibi antikçağ mitolojilerinden beslenen hayali varlıklara da rastlanır.”
Bu anlamda kitap özellikle Selçuklu sanatı ve mimarisinin
ötesinde Selçuklu düşüncesi ve kozmolojisi ile ilgili önemli
yazıları da kapsıyor. Bilhassa İhsan Fazlıoğlu’nun “Selçuklu
Devrinde Anadolu’da Felsefe ve Bilim -Bir Önsöz” yazısı ile
Ali Uzay Peker’in, “Anadolu’da Selçuklu Mimarisi ve Kayseri
Gevher Nesibe Dârüşşifâsı Örneği” yazısı dikkatlerden kaçmıyor.
Doğan Kuban’ın “Selçuklu Sanat Dünyası” başlıklı yazısı ise
bu toprakların nasıl “bizleştiğinin” önemli işaretleri ile dolu.
83
Sofra
Sofra
Bamya Çorbası
Şehir Kültür Sanat
Sofra
HAZIRLANIŞI
84
Kuru bamyaları kevgirin ters yüzüne sürterek tüylerini temizleyin. (Bamyaları kuru bir
mutfak bezinin arasında da temizleyebilirsiniz)
Derin bir tencereyi su ile doldurun. Su kaynamaya başlayınca kuru bamyaları ilave edin, 5
dakika haşlayıp suyunu süzün. Bamyaların ipini mutfak makası ile kesip çukur bir kabın içine
alın. Bamyaların sap kısımlarını da kesip üzerlerine 2 limonun suyunu sıkın. Kenarda bekletin.
Kuzu etlerini ve doğranmış kuyruk yağlarını tencereye alın. Tereyağı ile sıvı yağı ekleyin.
Etler suyunu bırakıp çekince ince ince doğranmış soğanı ilave edin. Eti karıştırarak kavurun.
Tuzu ve kırmızı toz biberi ekleyip tatlandırın. Küp küp doğranmış domatesi ve salçaları da
ekleyip karıştırın. Doğranmış sivri biberleri ilave edin, birkaç dakika daha pişirdikten sonra
9 bardak sıcak suyu ilave edip tencerenin kapağını kapatın ve 10-15 dakika daha kısık ateşte
kaynatın.
Bamyaları kaynamakta olan çorbaya ekleyin. Bamyalar yumuşayana kadar 20 dakika pişirin.
Kıvamını kontrol edip gerekiyorsa su ekleyin. Ocaktan alın, sıcak servis yapın..�
Malzemeler
250 gr kuru bamya
2 limonun suyu
250 gr kuşbaşı doğranmış kuzu eti
50 gr kuzu kuyruk yağı
1 çorba kaşığı tereyağı
3 çorba kaşığı sıvı yağ
2 adet kuru soğan
1 tatlı kaşığı tuz
1 tatlı kaşığı kırmızı toz biber
1 adet domates
2 çorba kaşığı domates salçası
1 çorba kaşığı biber salçası
3 adet sivri biber
aiyet olsun...
Yazarlık Okulu
Kültürden
kültürden...
Selim Tunçbilek
86
TYB Kayseri Şubesince bu yıl beşincisi
yapılan Yazarlık Okulu Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin desteği ile başladı.
Kısa bir zaman dilimi içerisinde ilana
çıkılarak başvurular yapıldı ve toplamda
450 öğrenci kursa kayıt yaptırdı. Kayıt
yaptıran öğrencilerin büyük bir çoğun-
tür kurslar çok başarılı görülüyor. Geçen
yıl daha uzun bir tanıtım süresi olmuştu
ve 536 öğrenci katılmıştı. Bu yıl ise 450
kursiyer var. Pek çok okulun öğrenci
sayısında fazla.
Akademik ve yaygın eğitim tekniği karışımı
bir yaklaşımla tümdengelim metodunun
benimsendiği Yazar Okulu’nda 13 hafta
boyunca öğrenciler pek çok türün örneğini
soyut ve somut birer kelime söylüyorlar
ve onlardan bu kelimeleri kullanarak bir
metin kaleme almaları isteniyor. Burada
öğrencimizin kelimelere dokunuş biçimi
ve kendi zihni dünyalarında oluşturduğu
çağrışımları öğrenmeye çalışıyoruz. Sonra
bu çağrışımların nasıl çeşitleneceği ve
değiştirilerek yeni bir metin yazılabileceğini yakalamaya çalışıyoruz. Burada temel
yaklaşım farklı bakış açısını öğrencinin
kavraması. Mesela sokak kelimesinden
yola çıkarak şehirlerdeki sokakların
insanların parmak izleri gibi farklılıklar
içerdiği üzerinden kurgusal metinlere
yolculuk yapmalarını sağlamak istiyoruz.
luğu (376 öğrenci) üniversite mezunu
veya öğrencisi. Geri kalan öğrencinin
yalnızca 13 kişisi birinci kademe okul
mezunu. Yazarlık temelde bilgiye dayalı
bir iş olmasına rağmen elbette ki yetenek işi. Kayıtlı öğrencilerin büyük bir
çoğunluğu kendilerinde bu yeteneği
gördükleri için kurslara kayıt oluyorlar.
İlk ders açılış heyecanı her zaman
vardır. İlk dersler büyük bir katılımla
gerçekleştirildi. Kayseri Büyükşehir
Belediyesi’ni temsilen açılış törenine
katılan Kütüphaneler Müdürü Erkan
Küp projeyi önemsediklerini ve bu
nedenle bu kursu sürekli hale getirdiklerini söyledi.
Ülkemizin pek çok ilinde benzer kurslar
açılıyor. Yalnızca Kayseri’de süreklilik arz
eder hale gelebildi ve bu derece yoğun
ilgi görüyor. Kayseri’nin nüfus sayısıyla
kıyasladığınız takdirde on katı nüfus
yoğunluğuna sahip büyük şehirlerde
70 veya 80 öğrenci buldukları vakit bu
uygulamalı olarak öğrenecekler. Edebiyata
Giriş ve Edebi Akımlar derslerinde temel
yaklaşımları ders olarak alan öğrenciler
kendi yeteneklerine uygun türlerde
yoğunlaşıyorlar.
Derslerde öncelikli olarak türlere yönelik
temel bilgiler veriliyor ve sonra örnek
çalışmalar üç değişik metotla işlenmeye
çalışılıyor.
Birinci yöntem: Sınıfta yer alan öğrenciler
leyip irdeliyoruz. Dil ve anlatım açısından
dilin ifade imkânlarının nasıl dikkate
alındığı ve yazarlığın kurgusal metinlerde
hangi yönünün dikkate alınması gerektiği
yönüne gönderiler yapıyoruz.
Kurgusal metin yazmanın dışında kalan
öğrencilerimizle bu yıl Evliya Çelebi
seyahatnamesi üzerinde çalışma yaparak
kültür haritamızı çıkarmak istiyoruz. Bu
çalışma ile de araştırma sahasında kitap
üretmek isteyen arkadaşlarımıza baştan
sona bir araştırma ve inceleme kitabının
nasıl hazırlandığını bu örnekle ortaya
çıkarmak niyetindeyiz. Şu anda bu çalışma
grubumuzda otuzun üzerinde öğrencimiz
görev almış durumda. Kendi imkânlarımızla
satın aldığımız Evliya Çelebi seyahatnamesi üzerinden görev bölümü yaparak
bu çalışmayı tamamlayacağız. Bu kitap
tamamen yazar okulu öğrencilerimizin
yazdığı bir kitap olacak. Projede görev alan
arkadaşların her birinin adı bu eserde yer
larımızın katkıları olmadan bu projeyi
ortaya koymamız gerçekten güç olurdu.
Sonuç olarak şunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz: Kayseri’de yaşamanın önemli
artılarından biri de Yazarlık Okulu geleneği denilebilir. Zira Niğde, Sivas, Yozgat,
Aksaray, Nevşehir gibi yakın şehirlerden
hafta sonu kurslarımıza katılımın olduğu
bir gerçektir.
Acemi Kalemler dergisi, yazar okulu
öğrencilerimizin çıkardığı ve kısa zamanda
kendinden söz ettirmiş etkin bir ürün
dergisidir. Bütün bu birikimlerin şehrimizin ortak değerleri haline gelmesi için
elbirliği, güç birliği yaparak daha nitelikli
çalışmalar ortaya koymak hepimizin
görevidir. Yazarlık okulu 450 öğrencisiyle Türkçe sevgisi ile birlikte bunu da
toplumumuza kazandırmak için çırpınan
bir grup idealist insan ile huzur için
yürütülen önemli bir projedir.
İkinci yöntem ise yine aynı kelimeleri
kullanarak bu kelimelerin ürettiği anlamların dışında, bu kelimelerin çağrıştırdığı
anlamları değil reddettiği konularda bir
metin üretmelerini talep ediyoruz. Burada
ise dili kullanırken öğrencimizin zihni
dünyasında yarattığı ifade zenginliğini
daha da derinleştirmek ve kelimelerle
düşünen insan olmaktan ziyade kelimeleri
düşündürün insan olmaya doğru adım
atmalarını sağlamayı hedeliyoruz.
Üçüncü örnek uygulamamız ise paspas
veya kürdan veya kendi tespit ettikleri
bir kavram üzerinden o kavramın hayatımızdaki anlamı ve uyarılarına dikkat
kesilerek bir metin üretmeleridir. Burada
da amacımız bütüncül bir bakış açısı kazanmalarını sağlamaktır. Üretilen metinde
konu bütünlüğü, işleniş yöntemleri
becerisi verilmek isteniyor.
Uygulama derslerimiz genellikle bu çerçevede örneklemelerle ilerliyor lakin yine
de öğrencilerimizin serbest olarak kaleme
aldıkları metinleri de derslerimizde ince-
alacak. Elbette ortak bir ifade bütünlüğü
için biz de işin redaksiyon kısmında olacağız.
Kurs bitmeden bu çalışmamızı bitirmek
arzusundayız. Kurslarımızda akademisyen
ve yazar olarak kırkın üzerinde hocamız
görev yapıyor. Elbette hocalarımızın
bireysel deneyimlerini ve birikimlerini
paylaşmaları öğrencilerimizin son derece
verimli kurs görmelerini sağlıyor. Hoca-
Kültürümüz için önemli kalemlerin yetişeceğini şimdiden görebiliyoruz. Kurumlar
olarak bizlerin mutluluğu onların bu
başarısından kaynaklanacak. Türkçemiz
kazanacak, medeniyetimiz kazanacak,
şehrimiz ve insanımız kazanacaktır. Bu
kazanç bireysel değil toplumsal bir zeminde
sağlanacaktır. Bundan ümitliyiz.
Kültürden
Kültürden
Şehirden Kısa Kısa Haberler
Şehir Kültür Sanat
87
Kayseri’de 1700 Yıllık
Lahit Bulundu
Büyükşehir Belediyesi 54. Kütüphane
Haftası’nda Kayseri’deki okuma alışkanlığını artırmak için bir dizi etkinlik gerçekleştiriyor ve bu etkinliklere
katılanlara kitaplar dağıtılıyor. Bu kez
Büyükşehir Belediyesi Parkı’nda “Kitap
Bizden Okumak Sizden” adı altında bir
etkinlik gerçekleştirildi ve yüzlerce
kişiye kitap dağıtılarak hep birlikte kitap
okundu. Etkinliğe Büyükşehir Belediye
Başkanı Mustafa Çelik de katıldı.
Melikgazi ilçesi Gültepe Mahallesinde
bulunan tarihi mezar açıldı. Tarihi
mezarın açılışına Vali Süleyman Kamçı,
Kayseri Milletvekili Sami Dedeoğlu,
Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa
Çelik, İl Emniyet Müdürü İbrahim Kulular,
Melikgazi Belediye Başkanı Memduh
Büyükkılıç, İl Kültür ve Turizm Müdürü
İsmet Toymuş katıldı.
Büyükşehir Belediyesi yanındaki park
alanına minderler serildi, farklı yazarlara
ait, farklı yaş gruplarına hitap eden kitaplar getirildi ve Kütüphaneler Haftası’nın
ruhuna uygun bir şekilde okumayı teşvik
eden etkinlik yapıldı. “Kitap Bizden,
Okumak Sizden” adı altındaki etkinliğe
Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa
Çelik de katıldı.
Etkinlik alanındaki özellikle çocuklarla
yakından ilgilenen Başkan Mustafa Çelik,
en çok kitap okuyan çocuklara ‘Kitap
Kurdu Belgesi’ büyüklere ise “Kitap
Okuma Belgesi” verdi ve kitap hediye
etti. Etkinlikte sadece en çok kitap
okuyanlara değil katılan herkese kitaplar
verildi. Okula gitmeyen miniklere boyama
kalemi ve boyama kitabı, çocuklara hikaye
kitabı, büyüklere ise farklı yazarlardan
kitaplar dağıtıldı. Etkinliğe katılanlara
çeşitli ikramda da bulunuldu.
Kültürden
Büyükşehir Belediye Başkanı Çelik,
kitapların dağıtılmasının ardından park
alanında oturarak, kitaplarını okuyan ya
da boyama yapan çocuklarla yakından
ilgilendi ve onlarla birlikte boyama yaptı.
Başkan Çelik, park alanında ayrıca kitabın
ne denli önemli olduğunu anlatan dövizler taşıyan çocuklarla fotoğraf çektirdi.
88
Büyükşehir Belediye Parkı’nda yapılan
etkinliğin ardından Merkez Kütüphanesi’ne geçen Başkan Mustafa Çelik,
kütüphanede çalışan gençlere kolaylıklar dileyerek tek tek tatlı ikram etti
ve etkinlik kapsamında kütüphanedeki
gençlere çayların da ücretsiz olacağını
dile getirdi.
Vali Süleyman Kamçı, konuyla ilgili
açıklamasında, kapağının 3 buçuk ton,
toplam ağırlığının da 10 ton civarında
olduğu tahmin edilen bin 700 yıllık
lahitten, tahmin edildiği üzere bir
kral mezarı değil, aile mezarı çıktığını
söyledi. Vali Kamçı, “4 kişilik bir aile
mezarı bulundu. 1700 yıl öncesinden
kalma bir eser. Gözyaşı şişesi sağlam
kalmış. Şimdiden sonra arkeologlarımız
gerekli çalışmaları yapacaklar. Sadece
bu mezarla kaldığını düşünmüyoruz.
Arka taralarda başka eserler ve mezarlar
da çıkabilir. Burası artık bir araştırma
alanı oldu, gerekli çalışmalar yapılacak”
diye konuştu.
Üç Üniversite Buluştu
Öğrencilerden
Mehmetciğe Özel Selam
Vali Süleyman Kamçı, Kayseri Merkez
Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesinin
öğrencilerinin hazırladığı 18 Mart
Şehitleri Anma Günü ve Çanakkale Deniz
Zaferi’nin 103. yıldönümü kutlamaları
programına katıldı.
Tüm şehitlere ve Afrin Zeytin Dalı
Harekatı’nda görevli Mehmetçiğe bin
bayraklı koreografi ile selam gönderen
öğrenciler, etkinliğe Kartal Şehitliğinde
başladı. Kuran-ı Kerim tilavetiyle başlayan programda öğrenciler, tarihte
ve bugün varlığını sürdürmüş olan 16
Türk devletinin bayrağı ile Cumhuriyet
Meydanına kadar yürüdü.
Cumhuriyet Meydanı’nda, saygı duruşu
ve İstiklal Marşı’nın okunmasıyla başlayan
programda bin öğrenci giydikleri kırmızı
ve beyaz şapkalarla bayrak koreografisi
yaptı. Öğrenciler daha sonra Büyükşehir
Belediyesi Mehter Takımı eşliğinde
marş söyledi.
Vali Kamçı, programın sonunda yaptığı
açıklamada, öğrencilerle gurur duyduğunu dile getirerek, “Onlar yarınımızı,
istikbalimizi emanet edeceğimiz gençlerimiz. Onlar Çanakkale ruhuyla, 15
Temmuz ruhuyla, Zeytin Dalı ruhuyla
hareket ediyor. Gençlerimizin o ruha
sahip olduğunu görmek bizleri gururlandırıyor. Var olsunlar diyoruz, kendilerine ve öğretmenlerine teşekkür
ediyoruz” dedi.
Merkez Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi
Müdürü Selçuk Erdem ise etkinlik için
yalnızca 10 gün çalıştıklarını belirterek,
“Bu iki haftalık sürede milli ve manevi
değerler üzerinde müthiş bir gelişme
oldu. Ayrıca bu sürecin eğitime de
olumlu yansıması oldu. Bu çalışmalar
çocuklarımızın derslerine bile yansıdı,
o nedenle mutlu olduk.” dedi.
Elektrik-Elektronik Günü, AGÜ, Erciyes
Üniversitesi (ERÜ) ve Nuh Naci Yazgan
Üniversitesi (NNY) Elektrik-Elektronik Mühendisliği Öğrenci Kulüpleri
tarafından ortaklaşa organize edildi.
Öğrencilerin Elektrik-Elektronik Mühendisliği hakkındaki bilgi ve donanımlarını
geliştirip, bilimi ilerletmek, teknolojiyi
geliştirmek, potansiyellerine katkı sağlamak ve üniversite-sanayi işbirliğini
gerçekleştirmek amacıyla düzenlenen
etkinlik, AGÜ Sümer Kampüsü’nde yapıldı.
Açılış konuşmasının ardından Erciyes
Üniversitesi Elektrik-Elektronik Bölüm
Başkanı Prof. Dr. Necmi Taşpınar, AGÜ
Elektrik-Elektronik Bölüm Başkanı Prof.
Dr. Bülent Yılmaz ve Nuh Naci Yazgan
Üniversitesi Elektrik-Elektronik Bölüm
Burçak Evren: “Bütün
Hikaye İnsanla Başlar”
BÜSAM bünyesinde etkinlik gösteren
Film Akademi’de dersler devam ediyor.
Film Akademi öğrencileri Sinema ve
Sanat Tarihçisi, Senarist ve Yazar Burçak
Evren ile buluştu.
AGÜ’de III. Yaşam
Bilimleri Kongresi
Abdullah Gül Üniversitesi (AGÜ) Yaşam
ve Doğa Bilimleri Fakültesi’nin ev
sahipliğinde bu yıl 3’cüsü düzenlenen Yaşam Bilimleri Kongresi başladı.
Sümer Kampüsü Rektörlük Konferans
Salonunda gerçekleştirilen kongreye
Türkiye genelinden 42 üniversiteden
çok sayıda bilim insanı katıldı.
Kongrenin açılışında konuşan Rektör
Prof. Dr. İhsan Sabuncuoğlu genetik,
moleküler biyoloji ve yaşam bilimleri
alanlarının, içinde bulunduğumuz çağda
çok önemli olduğunu söyledi. Rektör
Yardımcısı ve Yaşam ve Doğa Bilimleri
Fakültesi Kurucu Dekanı Prof. Dr. Yusuf
Baran ise konuşmasında kongrede görüşülecek konular hakkında bilgiler verdi.
Başkanı Doç. Dr. Serhan Yamaçlı, etkinliğe
katılan davetliler ve öğrencilerle söyleşi
yaptı ve onların sorularını cevapladı.
Daha sonra INFOMAG Yayıncılık Genel
Yayın Yönetmeni ve Harvard Business
Review Türkiye Baş Editörü Serdar
Turan, “Kendimizi keşfetmek” konulu
konferans verdi.
Etkinliğin diğer oturumlarında ise
mühendisler, akademisyenler ve öğrenci
buluşmaları gerçekleştirildi. Gün boyunca
süren etkinliğe Erciyes Üniversitesi
Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Murat
Doğan, AGÜ, Erciyes ve Nuh Naci Yazgan
Üniversitelerinden akademisyenler,
öğrenciler ve çok sayıda davetli katıldı.
Prof. Dr. Baran temel olarak kanser
biyolojisi, proteomiks, biyoinformatik,
doku mühendisliği, kök hücre, nanobiyoteknoloji, sinirbilim, immünoloji
ve biyomedikal enstürmantasyon gibi
önemli konular iki gün boyunca ele
alacaklarını söyledi.
Açılış konuşmalarının ardından geçilen
kongrede hedefe yönelik kanser tedavisinde protein bazlı ajanlar, dermatolojide
kök hücre araştırmaları ve uygulamaları,
antibiyotik direnci ve sistem mikrobiyolojisi yaklaşımı gibi yaşam bilimlerinin
temel konuları tartışıldı. İki günde
toplam 7 oturumun gerçekleştirileceği
kongre “En İyi Bilimsel Çalışma Ödül
Töreni” ile sona erdi.
Gazeteci-Yazar Burçak Evren Film Akademisi öğrencilerine kısa ve uzun metrajlı
film ile bu filmi yapabilmek için gerekli
olan unsurlar konusunda bilgi verdi.
Konuşmasında görsel sanatlarda görüntü
okumanın önemini vurgulayan Burçak
Evren, görüntüyü okumadan yazmanın
mümkün olmadığını dile getirdi.
Fotoğraf, resim ya da film okumanın nasıl
olması gerektiğine ilişkin açıklamalarda
bulunan Burçak Evren, “Bütün bu okumaların en önemlisi insanı okumaktır.
Çünkü, bütün hikaye insanla başlar”
ifadelerini kullandı.
Kültürden
Kitap Büyükşehir’den
Okumak Kayseri’den
89
Vekili Bernard Abrignani de konuşmasında,
sempozyumda kendilerinden gençlerin
geleceği için çalışmalarının beklendiğini
belirtti.
AGÜ Gençlik Fabrikası tarafından, Avrupa
Komisyonu adına SALTO-Youth Euromed
Kaynak Merkezi, Avrupa Birliği Bakanlığı,
Türkiye Ulusal Ajansı, Fransa Ulusal
Ajansı ve İtalya Ulusal
Ajansı ortaklığıyla bu
yıl üçüncüsü organize
edilen Uluslararası
Gençlik İstihdamı
Sorunları Sempozyumu gerçekleştirildi.
Kültürden
Sümer Kampüsü
Rektörlük Konferans
Salonu ve Seminer
Salonlarında gerçekleştirilmekte olan
sempozyuma, aralarında dört kıtadan,
37 ülkeden, alanında
uzman 200’den fazla
davetli katıldı.
90
Sempozyumun açılışında konuşan Rektör
Prof. Dr. İhsan Sabuncuoğlu, üniversiteler
ve sanayi arasında çok büyük bir boşluk
olduğunu, eğitim kurumlarının çoğu
toplumun ihtiyacına cevap vermekte
başarısız olduğunu söyledi. Bu nedenle
yeni yaklaşımlara ihtiyaç olduğunu
belirten Prof. Dr. Sabuncuoğlu, “Peki
ne yapılmalı? Yöneticiler olarak bizler
her şeyi değiştiremeyiz. Fakat sadece
kendi kurumlarımızı değiştirebiliriz. Peki
neye ihtiyacımız var? Yeni bir üniversite
modeline, yeni eğitim yaklaşımlarına
yeni araştırma yaklaşımlarına sanayi
ve toplum arasında yeni bir iletişim
yöntemine ihtiyacımız var” dedi.
SALTO-Youth Euromed Kaynak Merkezi
Başkanı ve Fransa Ulusal Ajansı Başkan
ERÜ’de Girişimcilik ve
Sinema Konferansı
Erciyes Üniversitesi Psikolojik Danışma
Merkezi (ERREM) tarafından Psikoloji
ve Kariyer Günleri kapsamında “Girişimcilik ve Sinema” konulu konferans
düzenlendi.
İletişim Fakültesi Konferans Salonu’nda
düzenlenen etkinliğe; Rektör Yardımcısı
Prof. Dr. Murat Doğan, Tekden Grup
Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Kemal
Tekden, İletişim Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Mustafa Koçer, ERREM
Müdürü Öğr. Gör. Mustafa Atak ile çok
sayıda akademisyen ve öğrenci katıldı.
Konferansın konuşmacısı “Diriliş Ertuğrul”
dizisinin yapımcı şirketi Tekden Filmin
Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Kemal
Tekden, sinemanın kültürü yansıtan
önemli bir faktör olduğunu söyledi.
Türkiye Ulusal Ajansı Başkanı Mesut
Kamiloğlu da konuşmasında, 2008 yılındaki küresel ekonomik krizden 10 yıl
sonra bile gençlerin işsizlik sorununun,
Avrupa ülkelerinde bile hala en önemli
sorunlardan birisi olduğunu söyledi.
AGÜ Gençlik Fabrikası Koordinatörü
Zeynep Tuğçe Çiftçibaşı Güç moderatörlüğünde devam eden sempozyumda çeşitli
ülkelerden gelen konuşmacılar, dünya
genelindeki gençliğin istihdam sorunu
ve çözüm önerileri ile ilgili sunumlar
yaptı. Çeşitli atölye çalışmalarının da
gerçekleştirildiği sempozyum üç gün
boyunca sürdü.
Tekden, “Beşir Ayvazoğlu’nun bir sözü
vardır. ‘Kültür bir milletin şifresidir. O
şifreden anlamayan, o milleti çözemez.’
Ertuğrul vasıtasıyla biz demek ki anlamışız.
Bizim toplumumuz daha önceleri ‘Dallas’
dizisini ve başka dizileri de seyretti. Ama
‘Diriliş’ dizisi çıkınca hepsi yok oldu.
Bir toplumun, bir milletin dirilişi, bu
kültürün ihyasıyla mümkündür” dedi.
Dünya Şampiyonlarını
Erciyes Belirledi
Uluslararası Kayak Federasyonu tarafından üst üste üçüncü kez Erciyes’te
yapılan Dünya Snowboard Kupası’nda
şampiyonlar belirlendi. Ford Snowboard
Dünya Kupası’nda bayanlarda Rusya’dan
Milena Bykova, erkeklerde ise Alman
Stefhan Boumaister rakiplerini geride
bırakarak birinciliği kazandı. Mücadeleleri
Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa
Çelik ile Türkiye Kayak Federasyonu
Başkanı Erol Yarar da izledi.
Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin
yatırımlarıyla dünya standartlarında
kış turizm merkezi haline gelen Erciyes,
uluslararası bir dağ olduğunu bir kez
daha ortaya koydu. Kayseri ve Erciyes,
dünyanın en önemli şampiyonalarından
birisi olan ve bu yıl Ford’un sponsorluğunda yapılan Ford Snowboard Dünya
Kupası’na üst üste üçüncü kez ev sahipliği
yapma başarısını gösterdi.
18 ülkeden 85 sporcunun katıldığı
Dünya Kupası, birbirinden çekişmeli
mücadelelere sahne oldu. NTV Spor
tarafından naklen yayınlanan Dünya
Kupası, naklen yayınlarla yaklaşık 3
milyar kişiye ulaştırıldı. Dünyanın
Kadın Ressamlardan
Karma Sergi
gözünün Erciyes’te olduğu şampiyonada
Türk sporcular Elif Kübra Geneşke,
Hamza Polat ve Yavuz Dumlu da yarıştı.
Rüzgarın olumsuzluğuna rağmen açık
bir havada gerçekleştirilen müsabakalar
sonucunda Bayanlarda Erciyes’teki son
iki senenin şampiyonu ve olimpiyatların altın madalyalı sporcusu Esder
Ledecka’yı geride bırakan Rus Milena
Bykova altın madalyanın sahibi oldu.
Çek Esder Ledecka ikinciliği, Avusturya’dan Daniela Ulbing ise üçüncülüğü
elde etti.
Erkeklerde ise birinciliği Alman Stefhan
Boumaister kazandı. Müsabakalarda
İtalyan Edwin Coratti ikinci ve Slovenya’dan Tim Mastnak üçüncü oldu.
Dünya Kupası’nda derece alanların
madalyalarını Büyükşehir Belediye
Başkanı Mustafa Çelik verdi.
Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa
Çelik’in eşi İkbal Çelik 8 Mart Dünya
Kadınlar Günü nedeniyle KAYMEK’te
düzenlenen etkinliklerin ardından İl
Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nde sergi
açılışına katıldı. Çelik, sergide emeği
geçen kadın ressamları tek tek kutladı.
Başkan Mustafa Çelik’in eşi İkbal Çelik,
İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nde
açılan sergiye katıldı. Kültür ve Turizm
İl Müdürü İsmet Taymuş’un da iştirak
ettiği açılışta sergide emeği geçenlere
teşekkür eden İkbal Çelik, tüm kadınların
8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutladı.
Açılışın ardından kadın ressamların
karma resim sergisini gezen İkbal Çelik,
ressamlarla tek tek görüşerek tebrik etti.
Kültürden
Uluslararası Gençlik
İstihdamı Sorunları
Sempozyumu (ISYEC’18)
Sempozyumu düzenleme fikrinin nasıl
ortaya çıktığını anlatan Abrignani, “Bu
sempozyumu düzenleme fikri yaklaşık
beş yıl önce, buraya ilk geldiğimde Rektör
Sabuncuoğlu’nun bana, gelecekteki
eğitim ve gençlerin yetişmesi ile ilgili
hayallerini anlatırken ortaya çıktı. Bizden
burada gençlerin geleceği için çalışmamız
bekleniyor. Bu yüzden birlikte çalışmalı,
birlikte uygulamalıyız. ISYEC sempozyumunu düzenlemekteki amacımız da
buydu” diye konuştu.
91
Büyükşehir’den
LÖSEV’e Destek
Büyükşehir Belediyesi birbirinden
güzel sosyal etkinliklerine devam
ediyor. Hafta sonu Kayseri’nin tarihi
eserlerinin tanıtımı için Kültür Yolu
Gezisi düzenlendi. Geziye katılanlar
Kayseri’nin tarihi değerlerine ilişkin
önemli bilgiler edindi.
Büyükşehir Belediyesi lösemili çocukların rehabilitasyonu için Doğal Ürünler
Bahçesi’nden LÖSEV’e yer tahsis etti.
Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa
Çelik, konuyla ilgili protokolü Lösemili
Çocuklar Vakfı (LÖSEV) ile imzaladı ve
lösemili çocuklara her türlü imkanı
sağlayacaklarını söyledi.
Lösemili Çocuklar Vakfı (LÖSEV) Kayseri
İl Koordinatörü Ayşegül Çiftçi ve LÖSEV
Kayseri Yöneticisi Arzu Çokeken Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Çelik’i
ziyaret etti. İl Koordinatörü Ayşegül Çiftçi,
Kayseri’de Büyükşehir Belediyesi’nin
Doğal Ürünler Bahçesi ve Hobi Bahçeleri
gibi hizmetlerini gördüğünü ve lösemili
çocuklar için böyle bir talepte bulunmak
istediklerini belirtti. Bu talebe olumlu
yaklaşılmasından dolayı teşekkür eden
Çiftçi, “Kanser hastalarına, erişkin ve
çocuk hastaların ailelerine rehabilite
amaçlı tarım çalışmalarını yapacağız. Bu
konuda belediyemiz bize tohum ya da
fide desteği de verecek.” dedi.
Kültürden
Büyükşehir Belediyesi mart ayı kültür
sanat etkinliklerine Kültür Yolu Gezisiyle devam edildi. Geziye katılanlar
Kayseri’nin tarihi ve kültürel açıdan
ne denli zengin bir şehir olduğunu bir
kez daha gördüler.
92
Rehber eşliğinde yapılan gezi Selçuklu
Uygarlığı Müzesi’ne dönüştürülen Gevher
Nesibe Medresesi’nden başladı. Daha
sonra Sahabiye Medresesi, Cumhuriyet
Meydanı, Kayseri Kalesi, Hunat Külliyesi
güzergahında devam eden gezide Kiçikapı’dan Kayseri Lisesi Milli Mücadele
Müzesi’ne geçildi. Kayseri’nin tarihine
güzel bir yolculuk yaptıran gezinin son
durağı ise Kayseri Mahallesi oldu. Geziye
katılanlar keyili dakikalar geçirdi.
Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa
Çelik de böylesi sosyal projelerde yer
almaktan mutluluk duyduklarını ifade
ederek, “Doğal Ürünler Bahçesi’ni
yaparken birçok şeyi hedelemiştik. O
bölgedeki çiftçilikle uğraşan hemşehrilerimizin ekonomik olarak bütçelerine
katkı sağlayacak faaliyet olsun diye
düşünmüş, yine şehrimizde organik
tarım kültürünü geliştirelim istemiştik.
Böyle güzel faydalar için planlamıştık;
ama aklımıza lösemili çocuklarımızın
orada toprakla, bahçeyle, tedavi ve
sosyal amaçlı vakit geçirebilmeleri
gelmemişti. Şu an Doğal Ürünler Bahçemizde her şey hazır. Sulama sistemi,
toprağı, yanındaki kulübesi ile eksiği
yok. Park Bahçe Ağaçlandırma Daire
Başkanlığımız da fidesi, gübresi, teknik
bilgileri ne gerekiyorsa sağlayacaktır”
diye konuştu.
Daha sonra Büyükşehir Belediye Başkanı
Mustafa Çelik ile LÖSEV arasında Doğal
Ürünler Bahçesi’nden lösemili çocuklara
yer tahsisi ile ilgili protokol imzalandı.
KENT BİLGİ SİSTEMİNDE
HER BİLGİ VAR
Mobil Uygulamadaki Kent Bilgi Sistemi
sayesinde en yakın hastane, eczane,
benzin istasyonu, tarihi eserler, ücretsiz
wifi alanları, noterler, ATM’ler, camiler,
okullar, otoparklar, bisiklet durakları, taksi
durakları gibi önemli yerlere ulaşılabiliyor.
Tüm bu bilgilerin yanı sıra cadde, sokak,
mahalle, bina ve ilçe gibi konumlara nasıl
gidileceği de mobil uygulama ile artık
çok kolay. Uygulamanın ilgili menüsü
ile günlük vefat eden kişilerin bilgilerine ayrıca bu kişilere ait mezarlar ile
taziye yerinin adresine de ulaşılabiliyor.
Mobil uygulama mahallelerle ilgili nüfus
bilgilerine ve muhtar iletişim bilgilerine
kolay ve hızlı bir şekilde ulaşmayı da
mümkün kılıyor.
NNY Üniversitesinde
İstiklal Marşı ve Mehmet
Akif Ersoy Konferansı
İstiklal Marşı’nın kabulünün 97. yıl
dönümü ve Milli Şairimiz Mehmet Akif
Ersoy’u Anma Günü sebebiyle Nuh Naci
Yazgan Üniversitesinde bir konferans
düzenlendi.
Büyükşehir’den
Mobil Kolaylık
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (İİBF)
Salonunda düzenlenen konferansa Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü emekli öğretim üyelerinden Prof.
Dr. Mustafa Keskin konuşmacı olarak
katıldı. Öğretim üyeleri ve öğrencilerin
ilgiyle takip ettiği konferansta Anadolu
Türklerinin ezelden beri hür yaşamış bir
millet olduğunu vurgulayan Prof. Dr.
Mustafa Keskin, konuşmasını İstiklal
Marşı’nın her bir kıtasını açıklayarak
sürdürdü. Gençlerin üzerinde yaşadıkları kutsal vatan topraklarının değerini
korumaya çağıran Keskin, her birimizin
şehit evlatları olduğuna dikkat çekti.
Büyükşehir Belediyesi’nin kurumsal
mobil uygulaması Akıllı Şehir Kayseri
büyük bir ilgiyle kullanılmaya başlandı.
Android ve İOS işletim sistemine sahip
cihazların kullanıcıları Büyükşehir Belediyesi’nin mobil uygulamasını indirerek
ulaşımdan kent bilgi sistemine, mobil
haritadan kültür sanat etkinliklerine
kadar pek çok alanda sunulan kolaylıklardan faydalanabiliyorlar.
Kayseri Büyükşehir Belediyesi tarafından geliştirilen yeni mobil uygulama
Akıllı Şehir Kayseri ile vatandaşların
telefonlarından ulaşmak istedikleri
bilgilere daha doğru ve kolay bir şekilde
erişmeleri sağlandı. Günlük hayata
büyük kolaylık sağlayacak olan mobil
uygulama, Apple Store ve Google Play
Store’a yüklendi.
Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa
Çelik’in büyük önem verdiği mobil
uygulama Akıllı Şehir Kayseri pek çok
alanda bilgiye en hızlı şekilde ulaşmayı
mümkün kılıyor. Mobil Uygulamadaki
“Ulaşım” menüsünden herhangi bir durak
numarası ile sorgulama yapılarak o
duraktan geçen otobüsler görülebiliyor
ve otobüsün durağa ne zaman geleceği
öğrenilebiliyor. Eğer durak numarası
bilinmiyorsa telefonun konum bilgisi
açılarak en yakın durakların listesine
ulaşılabiliyor. Ayrıca duraklara yerleştirilen karekodun akıllı telefonla
BÜYÜKŞEHİR’DEN
MOBİL HABERLER
Mobil Uygulama ile Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı ve yapmakta olduğu projelere
düzenlenen kültür sanat etkinliklerinin
yer, zaman ve konum bilgilerine ve
Büyükşehir Belediyesi ile ilgili haberlere
de kolaylıkla ulaşılabiliyor. Mobil uygulama vatandaşların istek ve şikayetlerini
Büyükşehir Belediyesi’ne hızlı ve kolay
bir şekilde iletmeleri ve taleplerini SMS
yoluyla takip edebilmelerini de sağlıyor.
MOBİL HARİTA
okutulmasıyla harici bir program kullanılmadan duraktan geçen otobüslerin
listesi ve süresi de görülebiliyor.
Mobil Uygulamanın “Ulaşım” menüsünden hat güzergahlarını, hareket saatlerini,
güzergah üzerindeki durakları ve isimlerini, o hat üzerinde varsa otobüslerin
konumlarını, otobüsün en son nereden
kaç km hızla geçtiğini, en yakın bilet satış
noktalarını, otobüs ve tramvay duraklarındaki en yakın bisiklet duraklarını ve en
yakın taksi durağını görmek de mümkün.
Büyükşehir Belediyesi’nin günlük hayata
büyük kolaylık getirmesi amacıyla tasarladığı Mobil Uygulama, Mobil Harita
hizmetini de sunuyor. Mobil Harita ile
bina, kapı numarası, iş yeri, okul, cami,
eczane, hastane, cadde, sokak, bulvar
gibi adres verilerinin harita üzerinde
görülebilmesine de imkan veriyor. Mobil
Uygulama ayrıca askıda olan imar plan
değişikliklerine vatandaşların hızlı bir
şekilde erişimini de sağlıyor.
Kültürden
Büyükşehir’den
Tarihe Yolculuk
93
Rüya Oyunu Sahnelendi
Kayseri Büyükşehir Belediyesi Konservatuvarı Tiyatro Topluluğu tarafından
sahnelenen Rüya adlı tiyatro oyunu
Nuh Naci Yazgan Üniversitesi’nde
tiyatro severlerle buluştu.
Dinozorlar Çağı
Bilim Merkezi’nde
Kültürden
Kayseri Bilim Merkezi, toplumun tüm
kesimlerinin merakla takip edebileceği
muhteşem bir sergiyi daha Kayseri’ye
getiriyor. 13 ayrı dinozorun birebir
replikalarının bulunduğu Devr-i Dinozor
Sergisi’ni kurulum aşamasında Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Çelik de
gezdi. Başkan Çelik, serginin büyük ilgi
göreceğine inancını dile getirdi.
94
Bilimsel bilgiyi geniş toplum kitlelerine
aktarmak hedefini ilke edinen ve Anadolu’nun en kapsamlı bilim merkezi olan
Kayseri Bilim Merkezi Devr-i Dinozor
sergisi ile tarih boyunca en fazla merak
edilen canlılardan olan dinozorları
Kayserililerin ayağına getiriyor. Bilimi
genç kuşaklara sevdirmek ve analitik
düşünce yapısına sahip geleceğin bilim
insanlarının yetişmesine katkı sağlamak
amacıyla bilimin uygulamalı ve eğlenceli
yönünü vatandaşlarla buluşturan Kayseri
Bilim Merkezi 750 metrekarelik alanda
150 milyon yıl önce dünyada egemen
olan dinozorların replikalarını sergileyecek. “Devr-i Dinozor” sergisinde 3
farklı çağda yaşamış, 13 ayrı dinozorun
birebir replikaları özel efektler ve bitki
örtüsünü içeren dekorlarla birlikte
ziyaretçilere sunulacak.
Başkan Mustafa Çelik, Bilim Merkezi’nde
kurulmakta olan sergiyi gezerek bilgi aldı.
Devr-i Dinozor sergisinin 6 ay boyunca
Kayseri Bilim Merkezi’nde sergileneceğini
ifade eden Başkan Mustafa Çelik, “Bilim
Merkezi’nde kalıcı sergi salonlarımız ve
6 aylık dönemler halinde değişen geçici
sergi salonumuz var. Bu salonumuzda
“Mars ile Yüz Yüze” adlı sergimiz vardı. O
sergiyi şimdi Türkiye’de başka bir bilim
merkezine gönderdik. Bu salonumuzda 6
ay boyunca Dinozorlar Sergisi yer alacak.
Hazırlıklarımız hızla devam ediyor. 150
milyon yıl önce dünyaya hakim olmuş
dinozorların geçmişten günümüze hayat
hikayelerinin anlatıldığı panolar, o döneme
ait imitasyon iskelet örnekleri ve o
dönemde yaşayan dinozorları ziyaretçiler
takip edebilecekler. Nisan ayı başında
açmayı planladığımız bu sergiye tüm
hemşehrilerimi davet ediyorum” dedi.
BAŞKAN ÇELİK ÖĞRENCİLERLE
PLANETARYUMDA
Mustafa Çelik, Kayseri Bilim Merkezi’nde
ayrıca Türkiye’nin en büyük planetaryumu olan gök evinde öğrencilerle bir
araya geldi. Şükrü Malaz İlkokulu ve
Hacılar İstiklal İlkokulu’ndan gelen 110
kişilik öğrenci grubuyla birlikte bir süre
planetaryumda bilimsel film izleyen
Başkan Çelik, daha sonra öğrenciler ve
öğretmenlerle görüşerek Bilim Merkezi ile
ilgili fikirlerini aldı. Öğretmenler çocuklar
için çok yararlı olan böylesine bir tesisin
Kayseri’ye kazandırılmış olmasından
büyük mutluluk duyduklarını belirttiler.
Yönetmen Ilgar Necef,
ERÜ Öğrencileriyle
Buluştu
Bilim İçin İlçelerde
Kayseri Bilim Merkezi “Bilim İçin Her
Yerde” sloganıyla ilçelere de açıldı.
Bilimi toplumun geniş kesimlerine yaymayı amaçlayan Kayseri Bilim Merkezi,
ilçelerdeki ilk etkinliğini Hacılar Kadın
ve Gençlik Merkezi’nde gerçekleştirdi.
Kayseri Bilim Merkezi’nce her hafta
bir ilçede yapılacak olan etkinliklerde
farklı yaş gruplarına hitap eden atölye
çalışmaları yer alacak. Hacılar Kadın
ve Gençlik Merkezi’nde Benim DNA’m,
Ressam Robot, Güneş Saati, Çizgi İzleyen
Robot gibi bilimsel deneyler yapıldı.
Etkinliklere yaklaşık 50 öğrenci katıldı
ve yapılan bazı ürünler öğrencilere
hediye edildi. Kayseri Bilim Merkezi’nin ilçelerdeki etkinlikleri 15 Mart’ta
Develi, 22 Mart’ta Yahyalı, 29 Mart’ta
da Yeşilhisar ile devam etti.
Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar
Bölümü tarafından düzenlenen söyleşide
Yapımcı Yönetmen Ilgar Necef öğrencilerle bir araya geldi. Sabancı Kültür
Merkezi’nde düzenlenen etkinliğe; Rektör
Yardımcısı Prof. Dr. Karamehmet Yıldız,
Genel Sekreter Yardımcısı Talat Hakan
Erdem ile çok sayıda öğrenci katıldı.
Etkinliğin açılış konuşmasını yapan Güzel
Sanatlar Fakültesi Öğr. Gör. Nihal Şengün,
Yönetmen Ilgar Necef’i ağırlamaktan
mutlu olduklarını söyledi.
Etkinliğin konuşmacısı ünlü yapımcı
ve yönetmen Ilgar Necef, tecrübelerini
öğrenciler ile paylaştı.
NNY Üniversitesi kültür sanat
etkinlikleri kapsamında organize
edilen ve Süleyman Çetinsaya Kültür
Merkezi’nde sahnelenen Rüya adlı
tiyatro oyunu izleyicilerden büyük
ilgi gördü. Yönetmenliğini Melih
Cevdet Avşaroğlu’nun yaptığı, Anton
Çehov’un eserlerinden uyarlanan
ve trajikomik hikâyeleri konu alan
oyunu Üniversite Mütevelli Heyet
Başkanı Mustafa Nevzat Özhamurkar,
Rektör Prof. Dr. Kerim Güney, öğretim
üyeleri, idari personel ve öğrenciler
ilgiyle izledi.
NNY Üniversitesi Mütevelli Heyet
Başkanı Mustafa Nevzat Özhamurkar,
tiyatro oyunundan sonra sahneye
çıkarak oyuncuları tek tek tebrik etti.
Nasrettin Hoca
Necef, “Türkiye’de birçok büyük yönetmen var. Türkiye sanat anlamında son
birkaç yılda daha da geliştirdi. Tam
anlamıyla esinleniyorum diyemem ama
Nuri Bilge Ceylan gibi yönetmenlerden
etkileniyorum” diye konuştu.
Etkinlikte, yönetmen Ilgar Necef tarafından yapılan Nar Bağı Filminin gösterimi
gerçekleştirildi.
Nasreddin Hoca Fıkraları’nın en
güzel özelliği hem güldürmesi hem
düşündürmesidir. Hoca’nın en keyili
fıkralarından oluşan oyunumuzu
izlerken çocuklarımız; hem öğrenecek
hem eğlenecek hem de ülkemizin en
kıymetli şahsiyetleri arasında bulunan
Nasreddin Hoca’yı tanıma fırsatına
erişecekler. Elvan Korkut tarafından
tiyatroya uyarlanan Nasrettin Hoca
fıkralarının yönetmenliğini Ece Onur
üstlendi. Talas Belediyesi Konferans salonunda ücretsiz olarak seyirciyle buluşan
oyun beğeniyle izlendi.
Burnunu Kaybeden Palyaço
Uygur Çocuk Tiyatrosu tarafından Burnunu
Kaybeden Palyaço adlı oyun sahnelendi.
Oyunun konusu şöyle: Kötü kalpli biri
olan sirk patronu, sirkte çalışan Palyaçoya
yeterli para vermemektedir. Bir gün
Palyaço, gösterinin ortasında açlıktan
bayılınca, sirkin patronu onu işten kovar.
Bu yetmiyormuş gibi, bir de kırmızı burnunu alıp çok uzaklara atar. Bu durumda
tam palyaço olunamayacağından, bizim
palyaço burnunu bulmak için yola koyulur.
Yaki adındaki çocuk ona burnunu bulması
için yardım edecektir. Bir tesadüf sonucu
burnun Komik ve Komik Yamağı’nda
olduğunu öğrenirler.
“Komik” ve “Komik Yamağı” buldukları
palyaçonun burnunu, yeni krala hediye
ederek ödülü alırlar, fakat beğenmezler.
Bunun üzerine; “Komik” ve “Komik Yamağı”,
önce yeni kralın tacını çalarak, sonra da
“sanki tacı kendileri bulmuş gibi” krala geri
vererek, daha büyük ödüller alabilmenin
peşine düşerler. Fakat “Yaki” ve “Palyaço”,
“Komik” ve “Komik Yamağı”nın bu kirli
oyununu ortaya çıkarır... Ve “Palyaço”
burnunu kraldan geri alır...
Kültürden
Büyüklere Küçüklere
Tiyatro...
Nilbanu Engindeniz tarafından yazılan
oyunun yönetmenliğini, Birol Engeller
üstlendi.
Mıknatıs Çocuk
Uygur Çocuk Tiyatrosu tarafından sahnelenen müzikli çocuk oyunu Şehir
Tiyatrosunda izleyicileriyle buluştu. Gülen
95
İpek Abalı tarafından yazılan, Birol Engeler
tarafından gerçekleştirilen oyunun konusu
şöyle; Televizyonda izlediği hayali süper
kahramanlardan etkilenen ve onlardan
biri olduğunu sanan kahramanımız
kendinin mıknatıslı olduğunu düşünür,
yürümekte bile zorlanır çünkü kendini
mıknatıslı sandığı için her tarafa yapışır.
Bu durumdan rahatsız olmasına rağmen
televizyondan etkilendiğini kabul etmeyen Mıknatıs Çocuk yaşıtlarıyla iletişim
kuramaz, bu nedenle de yalnızdır ve hiç
arkadaşı yoktur. Bu durumun farkına varan
iki arkadaş dedektifçilik oynayarak onu
gizlice izler ve Mıknatıs Çocuk’u aslında
mıknatıslı olmadığına ikna ederek sorunu
çözerler. Böylelikle Mıknatıs Çocuk televizyonda izlediklerinin gerçek olmadığını
anlar ve hayattaki en güzel şeyin gerçek
arkadaşlık olduğunu öğrenir.
Üreten Köy
Kültür sanat etkinlikleri kapsamında şehrimizde sahnelenen tiyatro oyunlarından
biri de “Üreten Köy” adlı müzikal oyundu.
Bilge Aşçı’nın davetiyle köye gelen Toprak
ve Çiçek burada hem kendilerini hem de
köyü keşfederken kendi iç dünyalarında
düşsel bir yolculuğa çıkarlar. Üreten
Köyün Mucit Çobanının yardımıyla bir
ağaç dikmeyi, sebze meyve toplamayı,
bir doğa insanı olmayı deneyimlerken, bu
yapma ve olma haliyle çocuklar görerek,
duyarak, hissederek yaşarlar.
Kültürden
Üreten, köyün doğası ile bütünleşen
çocuklar, tohumla, toprakla bağ kurmanın
yalnızca kendileri için değil, doğa için de
ne kadar önemli olduğunun farkına varırlar.
96
Fakat biri vardır ki buna dahil değildir.
Tohum Şenliği’ne davetsiz bir misafir
olan “yabancı” birden Üreten Köy’e gelir.
yabancı kimdir? Nereden gelmiştir?
Neden gelmiştir ve köy halkından ne
istemektedir? Yönetmenliğini Ömür
Saka’nın üstlendiği oyunu Özlem Polat
yazdı. Şehir Tiyatrosunda tiyatro severler
tarafından ücretsiz olarak izlenen oyun
beğeniyle karşılandı.
Renkli Masallar
Büyükşehir Belediyesi, kültür sanat etkinlikleri kapsamında Develili çocukları da
unutmadı. Çocuklarla birlikte, unutulmaya
yüz tutmuş masallar dünyasına kısa bir
yolculuğu konu alan Renkli Masallar
Develi Mustafa Aksu Kültür Merkezinde
sahnelendi. “Renkli Masallar”ı izleyen
çocuklar doğruluğun, dürüstlüğün, çalışmanın, emeğin, dostluğun ne kadar önemli
olduğunu tiyatronun çarpıcı diliyle bir
kez daha fark ettiler
Çizmeli Kedi
Sıradan bir hayatın içinde sıradan bir
kediyken tesadüf eseri çizmelerine kavuşan
ve bambaşka bir kediye dönüşen “Çizmeli
Kedi”, bağlı olduğu kralın ona sunduğu
hayatı tekrar elde etmek ister. Sarayda
kalan arkadaşlarının yardımıyla birlikte
oyunun sonuna doğru bunu başarabilecek
mi? Bu sorunun cevabını oyunda birlikte
izledik. Kayseri Büyükşehir Belediyesi
Konservatuar Tiyatrosu bu kez Hacılar
Kadın ve Gençlik Merkezinde bir dünya
klasiğini sahneleyerek çocuklarımızla
buluştu.
Sihirli Fasulyeler
Annesi ve kız kardeşi ile birlikte yaşayan
Jack sorumluluklarını yerine getirmediği
için sürekli ikaz edilir. Bir gün annesi
Jack’e önemli bir görev verir ve büyüyen
ineklerini pazara götürüp ona yeni bir
sahip bulmasını ister. Pazara giderken
Jack ve ineğinin başına türlü türlü maceralar gelir. En sonunda karşısına tuhaf
ve komik biri çıkar ve ineğini ona satar.
Tuhaf biri ona karşılığında fasulye verir.
Bu fasulyeler sihirli fasulyelerdir. Sihirli
fasulyeler gökyüzüne kadar büyür ve
Jack gökyüzüne tırmanır. Onu macera
dolu, eğlenceli bir hayat bekler.
Tiyatro Mie tarafından sahnelenen oyun,
Salim Dörtcan tarafından uyarlandı ve
yönetildi. Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenen
oyun çocuklara bildikleri bir hikayeyi
sahnede seyretme fırsatı verdi.
Hangimiz Sevmedik
Dünyaca ünlü Tiyatro yazarı William
Shakespeare’in 12. Gece adlı eserinden
uyarlanan Hangimiz Sevmedik adlı oyun
Büyükşehir Belediyesi kültür sanat etkinlikleri çerçevesinde Şehir Tiyatrosu’nda
sahnelendi.
Oyunda gelişen olaylar özetle şöyle;
Viola ve Sebastian adında iki kardeşin
içinde bulunduğu gemi batar. İkisi de
bu kazadan kurtulur ve İllyria’ya ulaşırlar
ama birbirlerini kaybettikleri için ikisi
de birbirinin öldüğünü düşünmektedir.
Viola, erkek kılığına girip İllyria dükü
Orsino’nun yanında çalışmaya başlar. Bu
arada düke aşık olur ama dük Olivia adında
bir kontese aşıktır. Dük Viola’dan, Olivia’ya
giderek ona olan aşkını anlatmasını ister.
Viola erkek kılığında olduğu için Olivia
onu erkek zanneder ve Viola’ya aşık olur.
Olivia’nın kahyası Malvolio’ya; Olivia’nın
amcası Toby, Andrew ve hizmetçisi Maria
bir oyun oynarlar. Olivia’nın ağzından
Malvolio’ya ona aşık olduğunu anlatan
bir mektup yazarlar. Malvolio buna inanır
ve kendini komik duruma düşürür.
Bu arada Sebastian’ı da Antonio adında
bir kaptan kurtarmıştır. Sebastian ve Viola
birbirlerine çok benzediği için insanlar
onları karıştırır. Oyunun sonunda herkes
bir araya gelir ve gerçekler açığa çıkar.
Viola Sebastian’ın, Sebastian Viola’nın
ölmediğini öğrenir. Olivia ile Sebastian,
Dük ile de Viola evlenirler.
Konser
‘Kadınlar Günü’ne Özel Konser
Mart ayı kültür sanat etkinlikleri Türk
Halk Müziği Kadınlar Korosu’nun
konseri ile devam etti. 8 Mart Dünya
Kadınlar Günü’ne özel konsere büyük
ilgi gösterildi.
Oda Orkestrası “Kadınlar
Günü Özel Konseri” Verdi
Erciyes Üniversitesi Oda Orkestrası,
“8 Mart Dünya Kadınlar Günü” münasebetiyle konser verdi.
Büyükşehir Belediyesi sosyal hayata
renk katan birbirinden güzel etkinlikleri
Kayserililerle buluşturmaya devam ediyor.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü için özel
hazırlanan Türk Halk Müziği Kadınlar
Korosu Konseri Şehir Tiyatrosu’nda
yapıldı. Şef Namık Kemal Bilgin yönetimindeki konserde solo ve koro olarak
birbirinden güzel türküler seslendirildi.
Büyükşehir Belediyesi Konservatuarı’nın
oluşturduğu Türk Halk Müziği Kadınları
Korosu’nun konserinde folklor gösterisi
de sunuldu.
TRT Sanatçılarından
AGÜ’de Konser
AGÜ’de TRT Sanatçıları tarafından Türk
sanat müziği konseri verildi. “Gönülden
Nağmeler” adlı program kapsamında
verilen konser, TRT Nağme Radyosundan
da canlı yayınlandı.
Fotoğraf Tutkunları
Talas’ta
Sabancı Kültür Sitesi’ndeki konsere,
Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Karamehmet Yıldız, Güzel Sanatlar Fakültesi
Dekanı Nurdan Karasu Gökçe, çok
sayıda akademisyen ve öğrenci katıldı.
Katılımın yoğun olduğu konserde oda
orkestrası, repertuvarındaki eserleri
seslendirdi. Konser sonunda kısa bir
konuşma yapan Rektör Yardımcısı Prof.
Dr. Karamehmet Yıldız, tüm kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü
kutlayarak, oda orkestrası üyelerine
teşekkür etti.
Güzel Sanatlar
Fakültesi’nden Konser
Büyükşehir Belediyesi, Profesyonel
Fotoğraf Eğitimi ve Uygulama Gezisi
etkinliklerini sürdürüyor. Her ay gerçekleştirilen Profesyonel Fotoğraf
Eğitimi’nde bu hafta sonu Talas’ın tarihi
evleri gezildi.
Büyükşehir Belediyesi, kültür sanat
etkinlikleri kapsamında gerçekleştirilen
Profesyonel Fotoğraf Eğitimi ve Uygulama
Gezisi bu hafta Talas’ta yapıldı. Geziye
katılan fotoğrafçılar Talas’ın tarihi mekanlarını gezerek Talas’a özgü konakların
birbirinden güzel fotoğralarını çekti.
Kültürden
ERÜ Güzel Sanatlar Fakültesi tarafından lüt ve piyano konseri düzenlendi.
Sabancı Kültür Sitesi’nde düzenlenen
etkinlikte, Cavid Asadov keman, Gulnara Jorobekova piyano, Ezgi Güleken
ve Ezgi Sözer yan lüt konseri verdi.
Konser izleyiciler tarafından beğeniyle
karşılandı.
98
Konser, Sümer Kampüsü Rektörlük
Konser Salonunda gerçekleştirildi.
Konserde TRT Sanatçıları Nazlı Kanaat
ve Alper Dinler sahne aldı. Sanatçılar,
Türk sanat müziğinin en seçkin eserlerini
seslendirdi.
Gerek sahne performansları gerekse
seslendirdikleri eserlere kattıkları
yorumları ile izleyenlerden bol alkış
alan sanatçıların verdiği konser yaklaşık
bir saat sürdü.
Fotoğrafçılara gezi süresince uygulamalı
bilgiler de verildi. Fotoğraf Eğitimi ve
Uygulama Gezisi’ne katılanlar Büyükşehir Belediyesi’nin gerçekleştirdiği bu
tür geziler sayesinde Kayseri’nin farklı
güzelliklerini görme ve fotoğralama şansı
bulduklarını belirterek teşekkür ettiler.