Academia.eduAcademia.edu

Yönetişim ve Sivil Toplum

2006, Memleket Siyaset Yönetim

YÖNETİŞİM VE SİVİL TOPLUM Makalenin yayınlandığı yer: Memleket: Siyaset-Yönetim dergisi, Sayı: 1, 2006. Faruk ATAAY Doç. Dr., Akdeniz Üniv., İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü. Son yıllarda demokrasi kuramı ve demokratikleşme süreci açısından en çok tartışma yaratan konulardan biri de “yönetişim” oldu. 1990’larla birlikte Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, OECD gibi uluslararası kuruluşlarca gündeme getirilen “yönetişim” kısa sürede büyük bir ilginin odağına oturdu. Yönetişim, bir yandan hızla yaygınlaşmaya başlarken, bir yandan da kuramsal tartışmalara konu oluyordu. Yönetişimin bu ölçüde ilgi uyandırması ve ateşli savunuculardan ve şiddetli muhaliflerden oluşan kutuplaşmış bir tartışmaya konu olması, gerçekte, neoliberalizm-demokrasi ilişkisi konusunda 1980 sonrası dönemde yerleşen genel kanıya aykırılıklar taşımasından kaynaklıydı. 1970’lerin sonundan başlayarak adım adım hakimiyetini kuran neoliberalizmin, demokrasi açısından parlak bir sicile sahip olmadığı iyi biliniyordu. Oysa, şimdi, neoliberaller, hem de uluslararası finans kuruluşları eliyle “yönetişim”i gündeme getiriyor ve bunun büyük bir demokratik açılım oluşturduğunu ileri sürüyorlardı. Bu, gerçekten de, hem kuramsal açıdan hem de uygulama açısından çok ciddi tartışmaları davet eden bir öneriydi. Üstelik, “yönetişim”, kuramsal açıdan, eskiden beri çok tartışmalı bir konu olan “sivil toplum” tartışmalarının zeminine oturuyordu. Bilindiği üzere, “sivil toplum” konusu, Türkiye’de 1980’lerde sol içi tartışmalarda gündeme gelmiş ve önemli ayrışmalara konu olmuştu. 1990’ların sonlarında bu kez liberalizm bağlamında gündeme geliyordu ve bu durumun tartışmaları daha da keskinleştireceği açıktı. Çalışmanın bu bölümünde, Türkiye’de yönetişim modeli üzerine yürütülen demokrasi tartışmaları incelenmektedir. Bu incelemede, ilk olarak, yönetişimi temsili demokrasinin kısıtlılıklarını aşmayı sağlayacak bir demokratik açılım olarak ele alan görüşler üzerinde durulmaktadır. Daha sonra, yönetişimin bu görüşler tarafından ihmal edilen boyutları tartışmaya açılmaktadır. Bu çerçevede, ilk olarak, yönetişimin neoliberalizmle ilişkisi değerlendirilmekte, daha sonra yönetişimin çoğulculuk iddiaları gözden geçirilmekte ve son olarak da temsili demokrasinin krizini aşma misyonu verilen STK’ların bu misyonu yerine getirebilme olasılıkları tartışılmaktadır. Yönetişim Üzerine Liberal Değerlendirmeler Bilindiği üzere, yönetişim (governance) kavramı ilk olarak Dünya Bankası’nca gündeme getirilmiştir Konuyla ilgili daha geniş bilgi için bkz. Güler, 2005; Filiz Çulha Zabcı, “Yeni Liberal Politikalar ve Sivil Toplum Örgütleri: Dünya Bankasının Çizdiği Yol”, Liberal Reformlar ve Devlet (sempozyum bildirileri kitabı), KİGEM Yayını, Ankara, 2004.. Dünya Bankası’ndan sonra, IMF, Birleşmiş Milletler, OECD ve AB gibi uluslararası kuruluşlar da, yönetişimi bir yandan üye ülkelere önerirken, bir yandan da bizzat kendi projelerinde uygulamaya başlamışlardır. Günümüzde, BM, OECD ve AB, üye ülkelerin yönetişimi hayata geçirmeleri için tavsiye kararları ve uluslararası sözleşmeler hazırlarken, Dünya Bankası ve AB de sivil toplum kuruluşu katılımını kredilerden yararlanabilme koşulu olarak koymaktadır. Yönetişimin, uluslararası finans kuruluşlarınca gündeme getirilip yaygınlaştırılmaya başlanmasıyla birlikte, akademik yazında da yönetişimi olumlayan görüşler dile getirilmeye başlanmıştır. Aşağıda, yönetişimi, uluslararası finans kuruluşlarına paralel olarak, demokratikleşme doğrultusunda önemli bir adım sayan görüşler ele alınmaktadır. Yönetişimi demokratikleşme doğrultusunda çok önemli olanaklar taşıyan bir model olarak gören yaklaşımlar, esas olarak, liberal perspektif içine yerleşmektedirler. Yönetişim ile ilgili olarak liberal bir perspektife sahip olan görüşler konusunda ilk dikkat çeken özellik, yönetişimi, temsili demokrasinin kısıtlılıklarının aşılması ve çoğulcu ve katılımcı demokrasi doğrultusunda çok önemli bir açılım olarak görmeleridir. Gerek resmi görüşlerde gerekse akademik yazında, yönetişim, çok aktörlü, çoğulcu, uzlaşmacı, yatay ilişkilere dayanan, sivil toplum kuruluşlarının “katılım”ı da aşarak “ortak” konumunda bulunduğu bir yönetim anlayışına duyulan özlem bağlamında gündeme getirilmektedir. Bu yaklaşıma göre, günümüzde temsili demokrasinin kısıtlılıklarının aşılabilmesi için, yöneten-yönetilen ikiliğini aşan katılımcı pratiklere gereksinim duyulmaktadır. Bu gereksinimi karşılayan açılımı yönetişimin sağladığı ileri sürülürken, bir yandan yönetişimin iktidar pratiklerinde köklü bir dönüşüm doğuracağına ilişkin beklentiler dile getirilmekte, diğer yandan da yönetişimi tamamlayan diğer ilkelere (demokratiklik, çoğulculuk, yerellik, açıklık, hesap verebilirlik) işaret edilmektedir İlhan Tekeli, Modernite Aşılırken Siyaset, İmge Y., Ankara, 1999, s. 248.. Bu bakış açısına göre, yönetişim, bir kurumsal yeniden yapılanma projesi olmanın çok ötesinde, sosyo-ekonomik, kültürel ve mekansal yeniden yapılanmayı kapsayan toplumsal bir projedir. Yönetişim, “hiyerarşik” ve “tepedenci” bir yönetim yapılanması yerine, “yatay ilişkiler temelinde yükselen”, “tabana dayalı”, “gücünü halktan alan”, “desantralize”, “katılımcı”, “şeffaf”, “demokratik denetime ve hesap vermeye açık” politikalar, kurumlar ve hareketler üzerine oturan yeni bir ilişkiler sisteminin gelişmesini getirmektedir Sadun Emrealp, “Yerel Yönetimler ile Sivil Toplum Kuruluşları Arasındaki İşbirliği”, Merhaba Sivil Toplum, (Derleyen: Taciser Ulaş), Helsinki Yurttaşlar Derneği Yayını, İstanbul, 1997, s. 40.. Yönetişimle demokratikleşmeyi özdeşleştiren bütün bu değerlendirmeler, demokratikleşmenin sivil toplumun güçlendirilmesi bağlamında, sivil toplumun güçlendirilmesinin de yönetişim bağlamında ele alındığını göstermektedir. Yönetişim, buraya kadar ele alınan biçimiyle daha çok liberal bir perspektife dayanmakla beraber, yönetişime daha “sol” işlevler de yüklenebilmektedir. Bu tür görüşler ileri sürülürken, daha çok, yönetişimin sivil toplum kuruluşlarını öne çıkartan yaklaşımı vurgulanmakta, bu sürecin “devleti sivil toplumun devleti kılmak” çabasına ve “saydam, hesap veren ve etkili bir devlet” hedefine hizmet edeceği beklentisi dile getirilmektedir. Bu türden beklentiler ortaya konurken, siyasal partiler, sendikalar ve meslek odaları gibi klasik örgütlenmelere statükocu bir nitelik atfedilirken, gerçek toplumsal talepleri ve muhalefeti sivil toplum kuruluşlarının temsil etmeye başladığı düşüncesine dayanılmaktadır. Bu yaklaşıma göre, kapitalizmin 1960’ların sonlarından itibaren içine girdiği genel kriz siyasal partilerin manevra alanını iyice daraltmış, bunun sonucunda partiler sisteme entegre olmuş, kendi tabanlarıyla olan bağları da iyice zayıflayarak temsil krizi yaşamaya başlamışlardı. Siyasal partilerin ve sendikaların kurulu düzenin bir parçası haline gelmeleri, düzene entegre olmaları ve kendi içlerinde hiyerarşik bir yönetim yapısı oluşturup bürokratikleşmeleri, oy verme ve seçime katılma oranlarında azalma gibi göstergelerde ortaya çıkan bir temsil krizine yol açarken, toplumsal muhalefet de kendisine yeni bir mecra buluyor, sivil toplum kuruluşları biçiminde örgütlenmiş muhalefet hareketleri yükselişe geçiyordu. Parti, sendika, meslek odası gibi örgütlenmeler, ülke genelinde, örgüt içi seçimlerle oluşan belirli hiyerarşik örgütsel yapılar oluşturur ve bu örgütsel yapılar bürokratikleşirken, sivil toplum örgütleri hiyerarşik örgütlenmeler oluşturmamalarıyla ayrışıyordu. Sivil toplum hareketleri, örgütlenme gereksinimini “yönetim” için değil, haberleşme ve koordinasyon için duyduklarından, yatay ilişkiler kuruyorlar, bu da, bu hareketlerin bürokratikleşmemesini sağlıyordu. Buraya kadar kısaca özetlenen bu görüşler, iktidarı ele geçirmeyi değil, “iktidardan uzak durarak devletin topluma müdahalelerini kurallara bağlayıp sınırlandırmayı” temel alan sivil toplum kuruluşu biçiminde örgütlenmiş muhalefet hareketlerinin (insan hakları savunucuları, ırkçılık karşıtı, savaş karşıtı, nükleer karşıtı hareketler, çevrecilik, feminizm, öğrenci hareketleri vb.) demokratikleşme açısından daha büyük olanaklar taşıdığı, yönetişimin de bu türden hareketlerin etkinlik alanını genişlettiği düşüncesine yol açmaktadır Murat Belge, “Sivil Toplum Örgütleri”, Merhaba Sivil Toplum, (Derleyen: Taciser Ulaş), Helsinki Yurttaşlar Derneği Yayını, İstanbul, 1997.. Bu görüşleri tamamlayan ve yine “sol” bir anlayışa dayalı olarak ileri sürülen bir başka argüman da, yönetişimin daha eşitlikçi bir toplum öngördüğüdür. Örneğin, İlhan Tekeli, yönetişimin, toplumsal eşitsizliklerin aşılması doğrultusunda bir adım olduğunu ileri sürmektedir: “Yönetişimin daha eşitsiz bir toplum ortaya çıkarabileceği konusunda kaygılar bulunmaktadır. Bu konuda karşıt yönlü savlar da geliştirilebilir. Yönetişimin varlığı daha desantralize bir siyasal ekonomik güç öngörüsüne dayandığı için bu sistemin işleyişinin de daha eşitlikçi bir toplum ortaya çıkartacağı söylenebilir.” Tekeli, 1999, s. 253.. Sonuç olarak, günümüzde gerek uluslararası kuruluşların üye ülkeleri yönetişimi uygulamaya yöneltmesi, gerekse akademik yazında yönetişime yönelik umutları dile getiren yayınların yapılması sonucunda, yönetişim giderek egemen anlayış konumuna yükselmiştir. Bu egemenlik, yönetişimin hızla yaygınlaşmasıyla pekişmektedir. Bu süreçte, yönetişimin temsili demokrasinin kısıtlılıklarını aşmayı sağlayacak bir demokrasi modeli olarak görülmesinin büyük payı olduğu görülmektedir. Bu çerçevede, yönetişimin, devletin demokratikleşip sivil toplum kuruluşlarının katılımının artmasını sağlayacağı umudunun paylaşıldığı anlaşılmaktadır. Bu görüşün oluşumunda, yönetişimin, çoğulcu ve katılımcı bir demokrasi modeli olarak ele alınmasının etkili olduğu görülmektedir. Ancak, yönetişim konusunda böylesine iyimser görüşler ortaya atılırken, yönetişimin neoliberalizmle ilişkisi gözardı edilmektedir. Kanımızca, bu nokta, üzerinden kolayca atlanabilecek bir konu değildir. Aşağıda, yönetişim ile neoliberalizm ilişkisi incelenmektedir. Yönetişim ve Neoliberalizm Yukarıda yapılan inceleme de göstermektedir ki, yönetişimin çoğulcu ve katılımcı demokrasiye geçiş doğrultusunda çok önemli bir açılım oluşturduğunu ileri süren görüşler, yönetişimi “nötr” bir demokrasi modeli olarak ele almakta; yönetişimin gündeme getirdiği yönetim modelinin bütün toplumsal gruplar ve siyasal görüşlere eşit olanaklar sunduğu varsayımından hareket etmektedirler. Bu görüşün ortaya çıkmasında, yönetişim ile neoliberalizmin birbirilerine organik olarak bağlı olduklarının gözardı edilmesinin çok önemli bir etken olduğu görülmektedir. Bu nedenle, yönetişim modeli ile neoliberal toplum modeli arasındaki ilişki üzerinde durmak yararlı olacaktır. Yönetişim konusunda dikkat çeken ilk özellik, kavramın yalnızca sivil toplum kuruluşlarının karar alma ve uygulama süreçlerine katılımını anlatan dar bir tanımlamaya sığdırılamayacak bir kapsamla gündeme getirilmesi olmaktadır. Kavramın dibacesinde, ilk olarak, “düzenleyici devlet” olarak adlandırılan bir devlet modeli yatmaktadır. Bu devlet modelinin, devlet-piyasa ilişkileri konusunda net tanımlara dayanan neoliberal bir model olduğu iyi bilinmektedir. İkinci olarak, “yönetişim” kavramı, sivil toplum kuruluşlarına belirli toplumsal hizmetleri yerine getirme görevini yüklerken, sivil toplum kuruluşlarının sosyal devleti ikame etmesi doğrultusundaki bir anlayıştan hareket edildiği açıktır. Üçüncü olarak, demokrasiye ilişkin olarak sayılan “hukuk devleti”, “insan hakları”, “şeffaflık”, “hesap verebilirlik”, “etkinlik” gibi nitelemelerin de bütünüyle neoliberalizmle organik ilişki içinde tanımlandığı görülmektedir. Dolayısı ile, yönetişimle neoliberalizm arasındaki bağlantı rastlantısal ya da konjonktürel değil, organik bir bağdır. Nitekim, yönetişimin, toplumların piyasa sisteminin boyunduruğuna sokulmasını amaçlayan politikaların metaforu olduğunu belirten Bruce Brown Bruce Brown, “Yönetişim ya da Neoliberalizmin Siyasi Düzeni”, Birikim, sayı: 158, 2002, s. 36-43. da, yönetişimin neoliberal ideolojik bombardımanın taşıyıcılığını yapan ideolojik bir kavram olduğunu belirten Ahmet İnsel Ahmet İnsel, Neoliberalizm: Hegemonyanın Yeni Dili, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005. de aynı gerçeğe işaret etmektedirler. Yönetişimle neoliberalizm arasında bağlantı asıl olarak “düzenleyici devlet” modeliyle tanımlanmaktadır. Bilindiği üzere, düzenleyici devlet modeli son yıllarda Dünya Bankası ve IMF tarafından özellikle azgelişmiş ülkelere önerilmekte ve devletin rolünü piyasaların düzenlenmesiyle sınırlandırmaktadır. Bu modelde, devletin ekonomiye etkin müdahalelerde bulunması da, kamu hizmeti sunması da dışlanmakta; sosyal politikalar da gündemden düşürülmektedir. Ancak, düzenleyici devletin asıl ayırt edici yönü, minimal devlet modeli çerçevesinde devletin ekonomiye yönelik müdahaleleri iyice sınırlandırıldıktan ve piyasa modelinin egemenliği kurulduktan sonra, piyasaların düzenlenmesi gereksiniminin ortaya çıkması karşısında, devletin bu görevi daha başarılı bir biçimde yerine getirebilmesi için, yönetişim mekanizmasına başvurulması olmaktadır. Nitekim, düzenleyici devlet modeli ile yönetişim arasındaki bağlantı bu noktada ortaya çıkmakta; yönetişim, piyasaların düzenlenmesi konusunda daha etkili bir yöntem olarak gündeme getirilmekte, devletin piyasa dinamizmine ve değişime uyum kapasitesini arttıran bir adım olarak değerlendirilmektedir Tekeli, 1999.. Yönetişimle neoliberalizm arasındaki organik bağın ortaya çıktığı bir başka nokta, yönetişimle özlenen siyasal düzenin niteliklerinde yatmaktadır. Buna göre, yönetişim, yalnızca sivil toplum kuruluşlarının yönetime katılımı anlamına gelmemekte, aynı zamanda “etkinlik”, “şeffaflık”, “hesap verebilirlik”, “hukuk devleti”, “yerellik”, “insan hakları” gibi ilkelerle de tanımlanmaktadır. Bu ilkeler, ilk bakışta kimsenin itiraz edemeyeceği genel demokratik özlemler gibi görünmektedir. Ancak, uluslararası finans kuruluşlarının bu demokratik ilkeleri nasıl tanımladığına biraz daha yakından bakıldığında, bu ilkelerin tamamıyla neoliberal bir tarzda içeriklendirildiği görülmektedir. Buna göre, “etkinlik” kamu yönetiminin piyasa ilkelerine göre çalıştırılması, “şeffaflık” şirketlere ve özellikle de yabancı sermayeye karşı açıklık, “hesap verebilirlik” kamu yönetiminin uluslararası denetim kurumlarınca denetlenmesi, “hukuk devleti” özellikle yabancı sermaye yatırımları ile ilgili hukuksal sorunlarda ulusal yargı yetkisinden vazgeçilerek uluslararası tahkimin yetkili kılınması, insan hakları özel girişim ve özel mülkiyet haklarının güvenceye alınması, “yerellik” de merkezi devlete kamu hizmeti üretmenin yasaklanması anlamına gelmektedir Güler, 2005, s. 44-49.. Bu tanımlamalar, gerçekten de genel demokratik özlemler niteliğindeki temel ilkelerin neoliberalizme eklemlenirken, içlerinin nasıl da boşaltıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Yönetişimle neoliberalizm arasındaki bağlantı, sosyal devlet karşıtlığı noktasında artık bütün açıklığıyla ortaya çıkmaktadır. Bilindiği üzere, neoliberal reformlar, geçmişte devlet tarafından üstlenilen kamu hizmetlerinin özel sektöre ya da sivil toplum kuruluşlarına devrini öngörmektedir. Bu süreçte, asıl amacın kamu hizmetlerinin metalaştırılarak sermayenin değerlenme alanları olarak işlev kazandırılması olduğu gayet açık olmakla birlikte, süreçte daha çok sivil toplum kuruluşları öne çıkartılmaya çalışılmakta; bu doğrultuda yönetişim de sosyal politikaların tasfiyesi için manivela olarak kullanılmaktadır. Oysa, kamu tarafından yerine getirilen sorumlulukların STK’lara devri durumunda, hizmetin yerine getirilmesi tamamen hayırseverlik mekanizmasına kalmaktadır Brown, 2002.. Neoliberal politikalar altında gelir dağılımı her geçen gün daha da bozulurken, STK’ların faaliyetlerinin etkisiz kalacağı ve bu politikaların asıl etkisinin hizmetlerin metalaşması olacağı açıktır. Bu süreçte, “kamusal işlerin gönüllü kuruluşlara devri” biçiminde sunulan yönetişim, Ahmet İnsel’in gayet yerinde tanımlamasıyla, “refah devletinin katledilmesinden sonra, onun üzerine serilen zarif bir örtü” olmaktadır İnsel, 2005, s. 127-129.. Sosyal politikaların tasfiyesi ve kamu hizmetlerinin STK’lara devrinde, neoliberalizmin devlet karşıtlığının da temel bir rol oynadığı görülmektedir. Buna göre, devlet hantal olduğu, toplumsal kaynakları verimli kullanamadığı ve yolsuzluklara yol açtığı gerekçesiyle, kamusal hizmetlerin devlet tarafından yerine getirilmek yerine, gönüllü kuruluşlar eliyle görülmesi daha uygun bir yöntem olarak sunulmaktadır. Bu noktada, sivil toplumculuğun devlet karşıtlığı ile neoliberalizmin piyasa yandaşlığı ilişkilendirilmekte, sosyal devlet karşıtlığı piyasa ile sivil toplumun ortak savunusuna dayalı bir ideoloji ile gerekçelendirilmektedir. Buraya kadar ortaya konanlar, yönetişimle neoliberalizm arasındaki bağlantıyı açıkça sergilemiş olmalı. Ancak, yönetişimle neoliberalizm arasındaki bağlantı en açık bir biçimde uluslararası finans kuruluşlarının çevre ülkelere yazdığı reçetelerde ortaya çıkmaktadır. Dünya Bankası, IMF, OECD gibi uluslararası finans kuruluşları, çevre ülkelerde neoliberalizmin başarısızlıkları sonucunda son yıllarda sürekli yinelenen ekonomik krizlerin başlıca nedeni olarak “yönetim zafiyetleri”ni gösterirken, bu ülkelerin kalkınması için “iyi yönetişimin” vazgeçilmez bir gereklilik olduğunu ileri sürmektedir. Nitekim, Dünya Bankası da, yönetişimi, bir ülkenin kalkınması için gerekli olan ekonomik ve sosyal kaynakların yönetiminde otoritenin kullanılış biçimi olarak tanımlamaktadır DPT, Kamuda İyi Yönetişim (taslak), (IX. Kalkınma Planı ÖİKR), DPT, Ankara, 2005.. Bu tanımlama, uluslararası finans kuruluşlarına, bir yandan çevre ülkelere yazılan reçetelerin başarısızlıklarını bu ülkelerin yönetimlerine yükleyip kendilerini aklamaları olanağını sağlarken, bir yandan da çevre ülkelerine yapısal uyum reformlarının uygulamaya geçirilmesi konusunda yapılan zorlamaların meşrulaştırılması olanağı kazandırmaktadır. Bütün bunlara eklenen bir diğer halka ise, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği projelerine sivil toplum kuruluşlarının katılması uygulaması olmaktadır. Bilindiği üzere, Dünya Bankası neoliberalizmin başarısızlıklarının gizlenemeyecek bir biçimde ortaya çıktığı 1990’larla birlikte, kalkınma, yoksulluk, sosyal hizmetler, çevre gibi alanlardaki projelere daha fazla kaynak ayırmaya yönelirken, bu projelerin yürütülmesinde de STK’lara aracılık yaptırmaya başlamıştır. Bu doğrultuda, projelerin büyük bölümü için STK katılımı koşulu getirilirken, projelere STK katılımı oranı da 1990’da yüzde 25’ten 2000 yılında yüzde 71’e kadar yükselmiştir Zabcı, 2004.. Dünya Bankası projelerine STK katılımı, kimilerine göre kredilerin amaç dışı kullanımının engellenmesi, kimilerine göre de projelerin halk tarafından benimsenmesi amacını taşıyor. Ancak, daha önemlisi, STK katılımının, projelerin neoliberal özünü gizlemek gibi bir sonucu da bulunmaktadır. Nitekim, STK’ların aracılık ettiği ya da doğrudan doğruya gerçekleştirdiği projeler de açıkça neoliberal bir öze sahiptir. Örneğin, yoksulluk projeleri, noliberalizm yoksulluğu sürekli arttırırken, çözümü mikro-teşebbüslerde ve bireysel inisiyatifin (teşebbüs ruhunun) geliştirilmesinde göstermektedir. STK destekli yoksulluk projelerinin teşebbüs ruhunun geliştirilmesine yönelik oluşu, yoksulluk, işsizlik, gelir dağılımı bozukluğu gibi toplumsal sorunların artışı ile neoliberalizm arasındaki bağları gizlerken, sorunu bütünüyle teşebbüs ruhunun eksikliğine bağlamaktadır. Bu durum, yönetişim çerçevesinde gündeme gelen sosyal programların da neoliberal bir öze sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Sonuç olarak, yönetişim, toplumsal gruplar ve siyasal görüşler karşısında “nötr” bir demokrasi projesi değildir. Yönetişim, gerek demokrasi anlayışıyla, gerek esas aldığı devlet modeliyle, gerekse sosyal programlarıyla, bütünüyle neoliberal bir anlayışın ürünü olarak gündeme getirilmiştir. Yönetişim ile neoliberalizm arasındaki ilişki, varsayıldığı gibi, konjonktürel bir rastlantıya bağlı olarak ortaya çıkmış değildir. Yönetişim, bütünüyle, neoliberalizmin tarihsel başarısızlıklarını aşmak hedefiyle, yine neoliberaller tarafından gündeme getirilen ve neoliberalizmle organik olarak ilişkili bir modeldir Benzer bir değerlendirme için bkz. Cenk Aygül, “Neoliberalizmin Başarısızlığı ve Yönetişim”, Toplum ve Bilim, Sayı: 76, 1998, s. 231-254.. Bu nedenle, yönetişim, ideolojik olarak “nötr” bir model olarak değil, toplumların piyasa sisteminin boyunduruğuna sokulmasını hedefleyen bir model olarak ele alınmalıdır. Buraya kadar olan bölümde, yönetişim ile neoliberalizm arasındaki bağlantı üzerinde duruldu. Aşağıda, yönetişimin gündeme getirdiği “çoğulculuk” anlayışı incelenmektedir. Yönetişim ve Çoğulculuk Yukarıdaki bölümde de açıkça ortaya konduğu üzere, yönetişim modeli bütünüyle neoliberalizmin damgasını taşıyan bir demokrasi modelidir. Buna rağmen, yönetişimin gerekçelendirilmesinde “çoğulculuk” çok başat bir argüman olarak ortaya çıkmaktadır. Bilindiği üzere, neoliberalizm, uygulamaya geçirilmeye başlandığı ilk yıllardan bu yana hep “çoğulculuğa karşıt” bir akım olmasıyla dikkat çekmiştir. Hatta, neoliberalizmin en temel hedefinin çoğulculuğu tasfiye etmek olduğu genel kabul gören bir yaklaşım haline gelmiştir Mouffe, 1985, s. 65-83.. Eğer durum gerçekten de böyleyse, neoliberalizmin yönetişim modeli aracılığıyla çoğulcu bir demokrasi kurmaya giriştiği görüşü nasıl ele alınacaktır? Kanımızca, yönetişim modelinin çoğulculuk iddiasının güçlü dayanaklara sahip olduğunu söyleyebilmek mümkün görünmemektedir. İlk olarak, çoğulculuktan söz edebilmek için öncelikle toplumun farklı çıkarlara sahip toplumsal gruplardan oluştuğunun kabul edilmesi gerekir. İkinci olarak, bu farklı çıkarlara sahip toplumsal grupların özgürce örgütlenebilmesi ve kendi seslerini duyurabileceği demokratik bir ortamın bulunması beklenir. Üçüncü olarak, kamu politikalarının oluşturulma sürecinin, farklı çıkarlara sahip toplumsal grupların çıkarlarının müzakere edildiği bir ortama kavuşturulması gerekir. Ve son olarak, kamu politikaları farklı toplumsal grupların asgari bir uzlaşmasına dayanmalı ve bu doğrultuda devletin toplumsal uzlaşmayı sağlamaya yönelik politika araçları bulunmalıdır. Bunun temel koşulu da, sosyal devletten başka bir şey değildir. Batıda İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde kurulan, emek, sermaye ve devlet arasındaki belirli bir “uzlaşı”ya dayanan “çoğulcu demokrasi” modelinin sosyal devlet zemini üzerinde yükseldiği bilinmeyen bir şey değildir Marshall ve Bottomore, 2000; Şaylan, 1998.. Ve yine, neoliberalizmin, sosyal devleti geriletebilmek için, öncelikle emeğin pazarlık gücünü sınırlandırmaya, bunun için de demokrasinin çoğulcu niteliğini ortadan kaldırmaya yöneldiği de iyi bilinmektedir Mouffe, 1985.. Nitekim, neoliberal politikaların egemen olmasıyla birlikte, bütün partilerin tektipleştirildiği, toplumun egemen ideolojinin tek yanlı etkisi altına alındığı, çalışan sınıfların seslerini duyurmasına olanak tanınmadığı hep bilinen gerçeklerdir. Oysa, günümüzde, neoliberalizm tarafından gündeme getirilen yönetişim modeli, devlet, sermaye ve sivil toplum kuruluşlarının katılımını öngören yeni bir çoğulculuk modeli ile ortaya çıkmış durumdadır. Bu “yeni çoğulculuk” modelinin refah devleti döneminin “klasik çoğulculuk” modelinden, üç ayaklı uzlaşma modelinden emeği çıkartarak onun yerine sivil toplum kuruluşlarını yerleştirmesiyle ayrıldığı bilinmektedir. Burada gündeme gelen ilk soru, yönetişim modeli çerçevesinde bazı “sivil toplum kuruluşları”nın bazı yönetsel mekanizmalara dahil edilmesinin, gerçekten de kamu politikası oluşturma süreçlerini, farklı toplumsal çıkarlara sahip toplumsal grupların çıkarlarının müzakere edildiği bir süreç haline getirip getirmediği olmaktadır. Kanımızca, burada çoğulculuk açısından en kritik sorun, devletin toplumsal uzlaşmayı sağlayabilmek için toplumun en geniş kesimlerinin istemlerini gerçekleştirmeye olanak sağlayacak bir kapasiteye sahip kılınıp kılınmadığı konusu olmaktadır. Zira, toplumsal uzlaşmadan söz edilebilmesi için, uzlaşmanın taraflarının istemlerinin asgari düzeyde de olsa karşılanması gerekliliği bulunmaktadır. Bu da, özellikle çalışan sınıflar açısından, pratikte, ekonomik ve sosyal hakları genişleten bir demokratik açılım gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği sorununu gündeme getirmektedir. Eğer, çalışan sınıfların ekonomik ve sosyal haklarını genişleten, bunun için de devletin kamu hizmeti üretme kapasitesini geliştiren bir açılım bulunmuyorsa, çoğulculuktan söz etmek de mümkün olmayacaktır. Kısacası, sosyal devletin varlığı, toplumun en geniş kesimlerinin uzlaşısını sağlayan bir çoğulcu demokrasi açısından zorunludur. Burada, yönetişim açısından asıl sorun, yönetişimin öngördüğü toplumsal düzenin, piyasa sisteminden olumsuz olarak etkilenen çalışan sınıfları koruyucu önlemleri öngörüp öngörmediği sorusu çerçevesinde ortaya çıkmaktadır. Sorun bu şekilde ortaya konduğunda, görülmektedir ki, yönetişim modeli, neoliberal politikaları müzakereye açmak anlamında bir çoğulculuk içermemektedir. Yönetişim modeli, bütünüyle neoliberalizmin “düzenleyici devlet” anlayışı çerçevesinde kurgulanmıştır ve yönetişim modeli çerçevesinde katılıma davet edilen sosyal taraflar bu modeli veri almak zorundadırlar. Hatta şunu söylemek mümkündür ki, neoliberal politikalar yönetişim modeli için bir “dogma” niteliğindedir ve neoliberal politikaların tartışmaya açılmasına pek fazla istek gösterilmemektedir. Dolayısı ile, yönetişimin çoğulculuğu, düzenleyici devlet modelinin değil, yalnızca bu modelin olanak tanıdığı olasılıkların müzakere edilebilmesine olanak sağlamaktadır. Örneğin, yoksulluk projelerinin yoksulluk sorununu ortadan kaldırmasının mümkün olmadığını, sorunun esasına inilip piyasa sisteminin tartışmaya açılması gerektiğini belirten bir itiraz, bu model çerçevesinde anlamlı bulunmamaktadır. Burada, müzakereler, yoksulluk projelerinin daha etkili bir biçimde uygulanabilmesi için nelerin yapılabileceğinin tartışılmasıyla sınırlıdır. Durum böyle olunca, ister istemez, gündeme şu soru gelmektedir: Neoliberal politikaları “dogma” haline getirmiş bir çoğulculuğun, çoğulculuk kavramının içini boşaltmak dışında bir anlamı olabilir mi? Buraya kadar yapılan değerlendirmeler karşısında, yönetişim modelinin gerçek anlamda çoğulcu bir model olmadığının ortaya konabilmiş olması gerekir. Ancak, yönetişim modelinin çoğulcu bir model olmak bir yana, “çoğulculuk karşıtı” bir model oluşturduğu gerçeği, günümüzün çok revaçta bir başka anlayışı olan “teknokrasi” eğilimiyle birlikte değerlendirildiğinde daha da açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bilindiği üzere, neoliberalizm, ilk uygulamaya konduğu dönemden bu yana, hep “teknokrasi” eğiliminde olmuş; ekonomik ve sosyal politikaların sosyal taraflarca müzakere edilmesinden olabildiğince kaçınılır ve bu tür müzakerelerin gerçekleştiği kurumları etkisizleştirme yoluna gidilirken, sürekli olarak “ekonomik ve sosyal politikaların ‘teknik’ bir bakış açısıyla oluşturulması” gerektiği ileri sürülmüştür. Neoliberalizmin bu teknokrasi retoriğini tamamlayan bir başka başat retorik ise “popülizm karşıtlığıdır”. Neoliberalizmin bu popülizm karşıtı ve teknokrasi yandaşı anlayışı, günümüzde “düzenleyici devlet” modeli çerçevesinde yeni bir aşamaya ulaşmış bulunmaktadır. Günümüzde düzenleyici devlet modeli çerçevesinde gündeme gelen “bağımsız üst kurullar” ve “özerk merkez bankası” modeli, neoliberalizmin “teknokrasi anlayışını” en açık bir biçimde ortaya koyan kurumsal yapılanmalar olmaktadır. Bağımsız üst kurullarda somutlaşan “teknokrasi” anlayışı ile “yönetişim” modeli birlikte değerlendirildiğinde, neoliberalizm-demokrasi ilişkisi açısından nasıl bir görünüm ortaya çıkmaktadır? “Teknokrasi” anlayışı ile “çoğulcu ve katılımcı” bir demokrasi anlayışının birbirileriyle uyumlu olduklarının ileri sürülebilmesi mümkün olmadığına göre, bu durumu nasıl değerlendirmek gerekmektedir? Kanımızca, burada asıl sorun, “teknokrasi” ve “yönetişim” modellerinin aynı sürecin ürünü olduklarını ve birbirilerini tamamlamak üzere gündeme getirildiklerini görebilmekten geçmektedir. Nitekim, neoliberal politikalar altında bütün partilerin tektipleştirildiği, bütün başarısızlıklarına ve krizlerine karşın neoliberalizmin bir dogma haline getirildiği bir dönemde, başat eğilimin “teknokrasi” doğrultusunda olması da kaçınılmaz olmaktadır. Bu durumda, yönetişimin gerçek anlamıyla bir çoğulculuk sağlaması beklentisi de oldukça tartışmaya açık bir görüş olacaktır. Dolayısı ile, günümüzde, neoliberalizmin düzenleyici devletinin asıl kritik yapılanmasının, yönetişim modeli aracılığıyla uygulamaya konan “çoğulculuk” değil, bağımsız üst kurullar aracılığıyla uygulamaya konan “teknokrasi” anlayışı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu durumda, yönetişim, daha çok üst kurulların teknokrasi anlayışını tamamlayan, bunlara meşruiyet ve demokratik bir görünüm kazandırmaya yarayan bir model olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim, yönetişim modeli çerçevesinde gündeme gelen çoğulculuk oldukça “yönlendirilmiş” ve hatta “keyfi” nitelikler taşımaktadır. Hangi karar alma süreçlerine hangi STK’ların, hangi sıfatla ve hangi meşruiyete dayanılarak davet edildiği çoğu zaman belirsizdir. Nitekim, aynı konuda faaliyet yürüten STK’ların hangisinin neden davet edilip, hangisinin neden sürecin dışında tutulduğu da sıklıkla tartışma konusu olabilmektedir. Bu durum da, yönetişimin “STK’lar demokrasisi”nin çoğulculuk iddialarını tartışmalı kılmaktadır. Buraya kadar yapılan değerlendirmeler sonucunda eğer yönetişim modelinin gerçek anlamda bir çoğulculuk içermediği ortaya konabildiyse, geriye son bir soru olarak sivil toplum kuruluşlarının bu modeldeki yeri kalmaktadır. Aşağıda, öncelikle STK’ların yönetişim modeli içerisindeki yeri ele alınmaktadır. Bu değerlendirmeyi tamamlayan bir başka boyut ise, STK’lar ve “sivil toplum” perspektifi temelinde geliştirilen demokrasi anlayışının sınırlılıklarının gösterilmesi olacaktır. Yönetişim ve Sivil Toplum Kuruluşları Bilindiği üzere, günümüzde, yönetişim modeli gerekçelendirilirken, siyasal partilerin ve temsili demokrasinin krize girmesi karşısında, toplumsal istemlerin akacağı bir kanal olarak sivil toplum kuruluşlarının öne çıktığı savı sıklıkla dile getirilmektedir. Dahası, STK’ların öne çıkışı, temsili demokrasinin kısıtlılıklarının aşılarak çoğulcu ve katılımcı bir demokrasinin gelişimi doğrultusunda büyük bir olanak olarak sunulmaktadır. Kısacası, günümüzde, STK’lar, yönetişim modeli çerçevesinde, toplumsal istemlerin sözcülüğünü üstlenen yapılanmalar olarak ele alınmaktadır. Üstelik, siyasal partilerin, sistemin bir parçası haline gelerek ve bürokratikleşerek toplumsal istemlere duyarsızlaşması karşısında, toplumsal istemlerin sivil toplum kuruluşları kanalından dile getirilmeye başlandığı ileri sürülmektedir. Bu süreçte, hiyerarşik ve bürokratik olmayan örgütlenme yapılarına sahip oldukları ileri sürülen STK’lar, toplumsal istemlerin daha dolaysız bir biçimde dile getirildiği kanallar olarak nitelenmektedir Belge, 1997.. Kanımızca bu değerlendirmeler birkaç açıdan sorunludur. İlk olarak, STK’ları öne çıkartan anlayış, siyasi partilerin yaşadığı temsil krizini ve temsili demokrasinin yaşadığı meşruiyet krizini değerlendirirken, krizin esasen liberal demokrasinin “içerik” boyutunda yaşandığını, “biçimsel” boyutunda yaşanan temsil krizinin de bunun sonucu olarak ortaya çıktığını gözardı etmektedir. Daha açık bir biçimde ortaya koymak gerekirse, liberal demokrasileri ve bu sistemin asli organları olan siyasal partileri gözden düşüren kriz, esasen, kapitalizmin dünya genelindeki krizinden kaynaklanmış ve bu ekonomik krizin asıl etkisi sistemin toplumun geniş kesimlerinin istemlerine yanıt üretememesi olmuştur. Bunun somut sonucu, demokrasinin çoğulculuk niteliğinin ortadan kaldırılmasından ve siyasal kurumlara katılımın sınırlanmasından başka bir şey değildir Mouffe, 1985.. Durum böyle olunca da, liberal demokrasi meşruiyet kriziyle, siyasal partiler de temsil sorunuyla karşılaşmışlardır. Bir başka deyişle, meşruiyet krizi, asıl olarak, neoliberal politikaların egemenliği altına giren devletin toplumsal istemlere duyarsız kalmasından kaynaklanmış, temsil mekanizmasının yetersiz kalması da asıl olarak toplumsal taleplerin dile getirilebilme kanallarını kapatmaya yönelik çabaların sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ancak, günümüzde yönetişim modeli gündeme getirilirken, asıl sorun neoliberalizmin toplumsal taleplere duyarsız oluşu değilmiş gibi, geniş toplumsal kesimlerin istemlerine nasıl yanıt üretileceğine ilişkin alternatifler düşünmek yerine, bir yandan neoliberal politikalarda ısrar edilirken bir yandan da yönetişim adı altında oldukça tartışmalı bir katılım-çoğulculuk uygulamasıyla ortaya çıkılmaktadır. İkinci olarak, STK’ların, kendilerine atfedilen toplumsal istemlerin dolaysız temsilcisi olma özelliğini ne ölçüde taşıdıkları oldukça tartışmalıdır. Zira, klasik çoğulcu paradigmada baskı grubu özelliği ile ortaya çıkan STK’lar, neoliberalizmin yönetişim açılımıyla birlikte, bağımsız örgütlenmeler olmaktan uzaklaşmaya başlamış, özellikle uluslararası finans kuruluşları, kamu yönetimi ve özel sektörle ortak çalışmalara girenler arasında “neoliberalizmin düzenleme araçlarına evrilme” özelliği belirginleşmiştir Esra Yüksel Acı, “Kalkınma Sorunu ve STK’ların Değişen İşlevi”, Sivil Toplum, Sayı: 11, 2005, s. 25-35.. Bu süreçte, STK’ların örgütsel ve mali bağımsızlığı konusu da oldukça tartışmalı hale gelmiştir. Projelerde görev alan STK’ların, adeta proje sahiplerinin taşeronu durumunda olduğu, bu nedenle de mali açıdan proje sahiplerine bağımlı hale geldikleri açıktır. Üstelik, projeler bütünüyle fon sahibi kuruluşların öncelikleri doğrultusunda hazırlanmaktadır. Nitekim, projelerin performansı da fon sahiplerince değerlendirilmektedir. Bu özellikleri ile, STK’lar, artık üyelerine, projeden yararlananlara ya da topluma değil, projeleri fonlarıyla destekleyen finansörlere karşı sorumlu durumdadırlar James Petras, Küreselleşme ve Direniş, Çev. Ali Ekber vd., Cosmopolitik Yayınları, İstanbul, 2002.. Diğer yandan, bu süreçte, STK’ların “gönüllülük” özelliği de ikinci plana düşmüş, “profesyonelleşme” olgusu ortaya çıkmaya başlamıştır. Projelerin yürütülmesinde uzmanlaşan STK’larda, giderek genişleyen bir profesyonel kadro ortaya çıkmış, yönetim giderleri de artmaya başlamıştır. Hatta, projelere ayrılan fonların büyük bölümünün yönetim giderlerine gittiği, gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaşan bölümün ise oldukça azaldığına ilişkin değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu değerlendirmeler, STK’larca yürütülen projelerin asıl amacının gerçek ihtiyaç sahiplerini değil, STK’ları fonlamak olduğu doğrultusunda yorumlara neden olmaktadır James Petras ve Henry Veltmeyer, Maskesi Düşürülen Küreselleşme, Çev. Özkan Akpınar, Mephisto Y., İstanbul, 2006.. Elbette, bu özellikleri bütün STK’lara genellemek haksızlık olacaktır. Ancak, sözü edilen eğilimin, yönetişim modeline dahil olan STK’lar arasında oldukça yaygın olduğu da bir gerçektir. Yönetişim modelinin kısa tarihinde ortaya çıkan bu eğilimler, STK’ların hiyerarşik ve bürokratik olmayan, yatay ilişkileri sayesinde toplumsal istemlerin daha doğrudan temsilcileri durumunda olduklarına ilişkin görüşleri oldukça tartışmalı kılmaktadır. Öte yandan, STK’lar yürüttükleri faaliyetlerle belirli bir depolitizasyon türünü yaygınlaştırma tehlikesi de taşımaktadırlar. Bilindiği üzere, STK’lar, yalnızca temel ilgi alanları konusunda faaliyet yürütmeleri ve bütünsel bir dünya görüşü oluşturmamaları özelliği ile ayırt edilmektedirler. Bu özellik, her ne kadar STK’ların bir avantajı olarak görülse de, kanımızca bu özellik STK’ların bakış açısını daraltma riskini taşımaktadır. STK’ların kendilerine misyon biçtikleri toplumsal sorunların diğer toplumsal sorunlarla ilişkilerini gözden kaçırmalarına ve birer uzmanlık kuruluşuna dönüşmelerine yol açabilecek bu özellik, uzmanlığın da apolitik bir tarzda gerçekleşme olasılığını arttırmaktadır. Bu olasılık gerçekleştiğinde, ilgilendikleri sorunların kökenlerine inemeyen, neoliberal paradigmayı sorgulayamayan, sorunlara neoliberal paradigma içerisinde dar uzman bakış açısıyla yaklaşan ve yönetişim projelerinde görev almakla yetinen STK’ların ortaya çıkması kaçınılmazlaşacaktır. Böyle bir STK anlayışının da, neoliberalizmin yeniden üretilmesinde misyon üstlenmek dışında bir sonucu olmayacaktır Petras, 2002; Petras ve Veltmeyer, 2006; Metin Çulhaoğlu ve Can Soyer, Solda ‘Sivil Toplum’ Söylemi: Gerçekler ve Yanılsamalar, Özgür Üniversite Yayını, Ankara, 2000.. STK’ları temel alan yaklaşımın bir başka sorunlu tarafı, demokratikleşme perspektifinin bütünüyle devlet-sivil toplum kutuplaşmasına dayanmasıdır. Devlet-sivil toplum çelişkisini toplumsal yaşamın temel çelişkisi olarak gören bu anlayış, demokratikleşme perspektifini de bütünüyle devletin topluma müdahalelerinin sınırlandırılmasına dayandırmaktadır. Bu durum, bir yandan sivil toplumun da çelişkisiz bir bütünlük olmadığının görülememesine yol açarken, diğer yandan da demokrasi perspektifinin negatif haklarla sınırlı kalmasına neden olmaktadır. Sivil toplumun da çelişkisiz bir bütünlük olmadığının görülememesi, neoliberal politikaların sivil toplumdaki sınıfsal eşitsizlikleri her geçen gün daha da yoğunlaştırdığının dikkatlerden kaçmasına yol açmaktadır Petras, 2002.. Dahası, devlet ile sivil toplum arasındaki organik bağı görmezden gelen anlayış, devletin toplumsal ilişkilerin yeniden üretilmesi sürecindeki konumunu da, toplumsal değişim için devletin dönüştürülmesinin zorunlu olduğu gerçeğini de yok saymaktadır. Böyle olunca, sivil toplum perspektifi piyasa toplumunun meşrulaştırılmasından ve yeniden üretilmesinden başka bir sonuç vermemektedir. Bu anlayış, demokrasi perspektifinin de negatif haklarla sınırlı kalmasına yol açmaktadır. Bu durum, bir yandan demokrasinin yalnızca biçimsel özelliklerinin sorun edilmesi sonucunu doğururken, diğer yandan da ekonomik ve sosyal hakların gözardı edildiği sınırlı bir demokrasi anlayışını doğurmaktadır. Bu anlayışın bir diğer vahim sonucu, STK’ların sivil toplum söyleminin neoliberalizmin piyasacı söylemiyle buluştuğunda ortaya çıkmaktadır. STK’ların sosyal devleti ikame etmesi anlayışı çerçevesinde, sosyal programları ortadan kaldıran yaklaşım, devletin yurttaşların asgari insani gereksinimlerinin karşılanması için belirli görevler yüklenmesi gerektiğini unutturup, kamu bütçesinin bütünüyle sermayenin gereksinimleri doğrultusunda işlevlendirilmesine yol açmaktadır. Bu anlayışı tamamlayan bir başka vahim görüş ise “yerelleşme” ilkesi adı altında gündeme getirilmektedir. “Halka yakınlık” ve “katılım” gibi albenili sloganlarla gündeme getirilen bu görüş de, merkezi devletin ve makro politikaların bütünüyle sermayenin denetimine girmesine neden olmaktadır Petras ve Veltmeyer, 2006.. Böylece, “sivil toplum” ve “yerelleşme” savunusu bütünüyle sosyal devlete karşı yürütülen bir “saldırı”ya dönüşmektedir. Sonuç olarak, yönetişimin “nötr” bir demokrasi projesi olarak görülebilmesi mümkün değildir. “Sivil topluma yetki devri”, “yurttaşların inisiyatifinin arttırılması”, “temsili demokrasinin sınırlılıklarının aşılması”, “hiyerarşik yönetim ilişkilerinin yerini yatay ilişkilerin alması” gibi kulağa hoş gelen vaadlerin üzerine biraz düşünüldüğünde, ilk anda oluşan iyimser havanın kısa bir sürede dağıldığı görülmektedir. Zira, Bruce Brown’ın da belirttiği gibi, “demokrasiyi sivil topluma yayma” ve “sivil toplumu güçlendirerek demokrasiyi genişletme” iddiasıyla gündeme getirilen yönetişim, sivil topluma yetki devriyle, gerçekte, halkı liberal sistemde eşit özneler olarak var oldukları tek alan olan siyasal alandaki haklarından yoksun bırakmaktadır. Bilindiği üzere, liberal sistemde bireylerin hukuksal eşitliği yalnızca siyasal alanda sözkonusudur. Bireyler yalnızca siyasal alanda birer “yurttaş” olarak eşit statüde yer almaktadırlar. Oysa, ekonomi alanı (piyasa-sivil toplum) doğası gereği eşitsiz ilişkilerin alanıdır. Dolayısı ile, yönetişim modeli ile “sivil topluma yetki devri” adı altında gerçekleştirilmeye çalışılan şey, aslında özel çıkarların alanı olan sivil toplumu, yurttaşların eşit siyasal özneler olarak katıldıkları “siyasal toplum”un yerine geçirerek, özel çıkarların kendilerini toplumun ortak çıkarı olarak sunmalarını sağlamak olmaktadır Brown, 2002.. Bu durumda, yönetişim modeli ile gerçekleştirilmeye çalışılan dönüşümün, gerçekte, yurttaşların siyasal haklarını kısıtlamaktan başka bir sonucu olmamaktadır. Dolayısı ile, siyasal partilerin temsil krizini ve temsili demokrasinin meşruiyet krizini aşma iddiasıyla gündeme getirilen yönetişim modelinin, sermayenin hegemonyasını yeniden üretmek dışında bir işlevi olmadığı ortaya çıkmaktadır. Bu hegemonya projesinde STK’lara düşen de, siyasal partilerin ve parlamenter siyasetin sağlamakta yetersiz kaldığı ideolojik işlevi yerine getirerek, son derece tekelci ve teknokratik bir sistem olan neoliberalizme meşruiyet kazandırmaktan başka bir şey olmamaktadır. KAYNAKLAR Acı, Esra Yüksel, “Kalkınma Sorunu ve STK’ların Değişen İşlevi”, Sivil Toplum, Sayı: 11, 2005, sayfa: 25-35. Aygül, Cenk, “Neoliberalizmin Başarısızlığı ve Yönetişim”, Toplum ve Bilim, Sayı: 76, 1998, sayfa: 231-254,. Bayramoğlu, Sonay, Yönetişim Zihniyeti: Türkiye’de Üst Kurullar ve Siyasal İktidarın Dönüşümü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005. Belge, Murat, “Sivil Toplum Örgütleri”, Merhaba Sivil Toplum, (Derleyen: Taciser Ulaş), Helsinki Yurttaşlar Derneği Yayını, İstanbul, 1997. Brown, Bruce, “Yönetişim ya da Neoliberalizmin Siyasi Düzeni”, Birikim, sayı: 158, 2002, sayfa: 36-43. Çulhaoğlu, Metin ve Can Soyer, Solda ‘Sivil Toplum’ Söylemi: Gerçekler ve Yanılsamalar, Özgür Üniversite Yayını, Ankara, 2000. DPT, Kamuda İyi Yönetişim (taslak), IX. Kalkınma Planı ÖİKR, DPT, Ankara, 2005. Emrealp, Sadun, “Yerel Yönetimler ile Sivil Toplum Kuruluşları Arasındaki İşbirliği”, Merhaba Sivil Toplum, (Derleyen: Taciser Ulaş), Helsinki Yurttaşlar Derneği Yayını, İstanbul, 1997. Emrealp, Sadun, Yerel Gündem 21 Uygulamalarına Yönelik Kolaylaştırıcı Bilgiler Elkitabı, IULA-EMME Yayını, İstanbul, 2005. Güler, Birgül Ayman, Devlette Reform Yazıları, Paradigma Yayınları, Ankara, 2005. İnsel, Ahmet, Neoliberalizm: Hegemonyanın Yeni Dili, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005. Jessop, Bob, Hegemonya, Post-Fordizm ve Küreselleşme Ekseninde Kapitalist Devlet, (Derleyen ve Çeviren: Betül Yarar ve Alev Özkazanç), İletişim Yayınları, İstanbul, 2005. Kahraman, H. B., E. F. Keyman ve A. Y. Sarıbay, Katılımcı Demokrasi, Kamusal Alan ve Yerel Yönetim, WALD Yayını, İstanbul, 1999. Marshall, T. H. ve T. Bottomore, Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar, (Çeviri: Ayhan Kaya), Gündoğan Yayınları, Ankara, 2000. Mouffe, C., “Demokrasi ve Yeni Sağ”, Dünün ve Bugünün Defterleri, Dünya Sorunları Dizisi, Sayı: 1, 1985, sayfa: 65-83. Petras, James, Küreselleşme ve Direniş, (Çev. Ali Ekber vd.), Cosmopolitik Yayınları, İstanbul, 2002. Petras, James ve Henry Veltmeyer, Maskesi Düşürülen Küreselleşme, (Çev. Özkan Akpınar), Mephisto Y., İstanbul, 2006. Przeworski, Adam, Demokrasi ve Piyasa, (Çev. İlter Turan), TDV Yayını, Ankara, 2004. Tekeli, İlhan, Modernite Aşılırken Siyaset, İmge Y., Ankara, 1999. Uğur, Aydın, “Yeni Demokrasinin Yeni Aktörleri: STK’lar”, Merhaba Sivil Toplum, (Derleyen: Taciser Ulaş), Helsinki Yurttaşlar Derneği Yayını, İstanbul, 1997. Yıldırım, Mustafa, Sivil Örümceğin Ağında, 5. baskı, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2004. Zabcı, Filiz Çulha, “Yeni Liberal Politikalar ve Sivil Toplum Örgütleri: Dünya Bankasının Çizdiği Yol”, Liberal Reformlar ve Devlet (sempozyum bildirileri kitabı), Ankara: KİGEM Yayını, 2004.