islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Haziran 2010 Perşembe

Prof. Jeffrey Lang


Prof. Jeffrey Lang
Amerika'nın muhtelif üniversitelerinde görev yapan matematik Prof. Jeffrey Lang İslam'a giriş hikâyesini yazmış olduğu 'Melekler soruncaya kadar' (Even Angels Ask: A Journey to Islam in America) isimli eserinde derin felsefi düşüncelerle,ruhani duygular arasında ilk namazını şöyle dile getiriyor:
"Müslüman olduğum gün cami imamı, bana namazın kılınışını açıklayan bir kitap verdi. Ancak Müslüman talebelerin buna endişelerini gördüm, bana: "Acele etme, rahat ol, zamanla yavaş yavaş yaparsın" dediler. Ben de kendi kendime, namaz bu kadar zor mu? Dedim ve talebeleri duymazlıktan gelerek, hemen vaktinde beş vakit namaz kılmaya karar verdim. O gece, loş ve küçük odama çekilerek kitaptan abdest ve namaz hareketleri eksersizlerini yaptım, namazda okunacak bazı surelerin Arapça okunuşlarıyla İngilizce anlamlarını ezberlemeye çalıştım. Bu çalışmalar saatlerce devam etti.

İlk namaz denemesi için kendime güven gelince yatsı namazını kılmaya karar verdim. Vakit gece yarısıydı, kitabı alıp banyoya girdim, kitabı açarak, mutfaktaki ilk yemek denemesi yapan aşçı gibi kitaptaki talimatları dikkat ve incelikle bir bir uyguladım. Abdest bitince odanın ortasında durup, kapı ve pencerelerin kilitli ve kapalı olmasından emin olduktan sonra kıble olarak bildiğim tarafa yöneldim, derin bir nefes aldım ve elimi kaldırarak alçak bir sesle Allahu Ekber dedim.
Kimsenin beni işitmemesini ve görmemesini umuyordum, yavaş yavaş Fatiha suresi ile kısa bir sureyi Arapça olarak okudum. Öyle zan ediyorum ki herhangi bir Arap beni dinlemiş olsaydı benim okumamdan bir şey anlamayacaktı. İkinci bir tekbir alarak Rükua gittim, rükuda biraz tedirginlik hissettim, çünkü hayatımda hiç kimseye eğilmemiştim. Odada yalnız olduğumu hatırlayınca sevindim. Subhane Rabbiyel azim dediğimde kalbimin hızla çarptığını hissettim. Tekrar tekbir getirerek doğruldum ve artık secdeye varma zamanı gelmişti. Secdeye varmak üzere ellerimi ve dizlerimi yere koyunca dona kaldım, secdeye gidemiyordum, efendisinin önünde başını yere koyan köle gibi yüzümü, burnumu yere koyup kendimi zillet sandığım bir duruma düşüremiyordum, üstelik bacaklarım da katlanamıyordu, utandım gülünç duruma düştüm zannettim. Bu durumda beni gören, arkadaş ve tanıdıklarımın önünde acınacak ve alay edilecek halimi düşündüm, arkadaşlarımın kahkahalarını duyar gibi oluyordum. 'San Francisco'da Araplar çarptı bu hale düştü' gibi sözler sarf edeceklerini tahayyül ederek zavallı duruma düştüğümü hissettim. Bir müddet tereddüt ettikten sonra derin bir nefes aldım başımı seccadeye koydum, zihnimdeki bütün düşünceleri attım, dikkatimi dağıtacak düşüncelere yer vermeden ikinci secdeye de vardım. Bu esnada kendi kendime "Daha önümde üç tur daha var" diye düşündüm ve kararlıydım: Neye mal olursa olsun bu namazı tamamlayacağım. Kalan rekâtlarda işler gittikçe daha da kolaylaşıyordu. Son secdede tam bir sükûnet hissettim. Nihayet teşehhütten sonra selam verdim.

Selamdan sonra bulunduğum yerde olduğum gibi kaldım, geriye dönüp nefsimle giriştiğim savaşı aklımdan geçirdim, bir savaştan çıktığımı hissettim sonra başımı önüme eğerek mahcup bir şekilde "Allah'ım geri zekâlılığımdan ve tekebbürümden dolayı beni bağışla, uzak bir yerden geldim ve daha önümde kat edilecek uzun bir yol var" diye dua ettim.
Bu esnada daha önce hiç yaşamadığım bir şeyi hissettim. Bunu kelimelerle ifade etmek mümkün değil. Vücudumu, kalbimin bir noktasından çıktığını hissettiğim ve anlatmaktan aciz kaldığım bir dalga kapladı, soğuk gibiydi, ilk etapta irkildim, vücuduma olan etkisinden ziyade garip bir şekilde duygularımı etkiledi ve görünür bir rahmetin varlığını hissettim. Bu rahmet sonra içime nüfuz ederek içimde kaynamaya başladı. Sonra sebebini bilmeden ağlamaya başladım, ağlamam artıp gözyaşlarım aktıkça, rahmet ve lütuftan harika bir gücün beni kucakladığını hissettim. Günahkâr olmama rağmen, günahlarımdan veya utanç ve sevinçten dolayı ağlamıyordum. Sanki büyük bir set açılmış ve içimdeki korku ve keder sel olup gidiyor. Bu satırları yazarken kendi kendime diyordum: "Allah'ın rahmet ve mağfireti, sadece günahları affetmiyor, o aynı zamanda bir şifa ve bir sekinedir". Uzun bir süre başım eğik bir şekilde öylece diz üstü kaldım.
Ağlamam durunca, yaşadığım deneyin akıl ile izah etmenin mümkün olmadığını anladım, Bu esnada idrak ettiğim en önemli husus ise, benim Allah'a ve namaza şiddetle muhtaç olduğum gerçeği oldu. Yerimden kalkmadan önce de şu duayı yaptım:
"Allah'ım bir daha küfre girmeye cüret edersem beni, o küfre girmeden önce öldür ve bu hayattan kurtar, hata ve eksiksiz yaşamanın çok zor olduğunu biliyorum, ancak şunu yakinen biliyorum ki, bir tek gün dahi olsa sensiz yaşamak senin varlığını inkar etmem mümkün değildir".
***********************
Regaip kandiliniz mübarek olsun...
Bu kutlu gece gönlümüzü ötelere açan, ruhumuzu dinginleştiren, ebedi hayatımız için unutulmaz nice nice gecelere vesile ve bir başlangıç olsun....

25 Mayıs 2010 Salı

Kutsal Topraklar - II (Bebekle umre)

Kutsal topraklarda, kutsal mekanlarda gezinmeye devam ediyoruz.İlk durağımız UHUD dağı, Uhud savaşının yapıldığı yer.

İşte bu görünen meydan tam Uhud savaşının yapıldığı alan.

Karşıdaki dağda Uhud Dağı.

Üzerinde Efendimiz Hz.Muhammed S.A.V. ve 4 halife varken titreyen dağ !

Efendimiz S.A.V. in ben Uhudu severim Uhudda beni sever dediği mübarek dağ !

Efendimiz S.A.V. in mübarek dişinin kırıldığı, mübarek gül yanağının yaralandığı dağ !

Savaşın en kızgın anında müminlerin siperlenmesi için üzerinde yarık oluşan dağ ! (yukardaki resimde görülen uzunca direğin hemen solunda görünen yarık )

Yukarıda gördüğünüz ve bizim üzerinde uhud savaşını dinlediğimiz, dinlerken nefesimizin kesildiği, buralarda yüzlerce sahabinin mücadele ettiğini, kanlarını akıttığını düşünerek boğazımızın düğümlendiği, yutkunamadığımız yer, Efendimiz S.A.V. in yensekte yenilsekte asla terk etmeyin diye tembihleyerek okuçuları yerleştirdiği ve okçuların bu tembihi unutarak zafer elde edildi diyerek terk ettiği ve bunun sonucunda mü'minlerin ağır yara aldığı yer;

Okçular tepesi.

Müşrikler bu tepenin ardından gelip saldırmış. Mü'nimlerde sırtlarını uhud dağına vererek savaşmışlar.


Uhud şehitliği önündeyiz.
Uhud şehidleri burada yatıyor.
Şehitliğin içinde etrafı belirlenmiş bir yer var ki;
orada Efendimiz S.A.V. in en büyük dayanağı olan amcası Hz.Hamza yatıyor.

Öz. A.Y. ye hurma taddırırken .....

bir arabada tam 10 çeşit !!! hurma var.


Mescid-i Kıbleteyn (iki kıbleli mescid)
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) hicretten önce Allah’ü Teâla’nın emriyle namazlarını Kudüs’deki Beytü-l Makdis’e yönelerek kılıyorlarmış.
Mekke’de iken Rükn-ü Yemani ile Hacer’ül Esved arasında durunca, bu cihetten yönelince hem Kâbe’ye, hem de Mescid-i Aksa’ya yönelmiş oluyormuş.
Fakat Medine’ye hicret edince iki kıbleyi birleştirmesi mümkün olmamış. Medine Kudüs ve Mekke arasında kalıyor. Kabe’ye yönelse Mescid-i Aksa arkasında kalacak, Mescid-i Aksa’ya yönelince de Kabe’ye sırtını dönecek.
Efendimiz (S.A.V.) namazlarını Mescid-i Aksa’ya yönelerek kılmış. Yahudiler de: “Muhammed ve ashabı, biz gösterinceye kadar kıblenin neresi olduğunu bile bilmiyorlardı.” diyerek Müslümanlarla alay ediyorlarmış.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de Kabe’ye yönelerek namaz kılmayı istiyor, kıblenin değişmesi için vahyin gelmesini bekliyormuş. Bir gün Cebrail (a.s)’e “Rabbimin, yüzümü Yahudilerin kıblesinden Kabe’ye çevirmesini arzu ediyorum!” demiş, namaza duracakları zaman başını semaya doğru kaldırmaya başlamış.
Hicretin 17. ayında Şabanın 15. günü Peygamberimiz, Seleme oğulları Mescidin de ashabı ile beraber öğle namazı kılıyorlarken; dört rek’atlık namazın iki rek’atını kılmışlar ki kıblenin Mescid’i Haram’a doğru çevrildiğini bildiren Ayet’i Kerime nazil olmuş. (Bakara Süresi 144.ayet)

“(Ya Muhammed!) yüzünü (Allah’ın emrini bekleyerek) göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Artık seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. (bundan böyle namazda) yüzünü Mescid’i Haram’a (Kâbe’ye) doğru çevir.
(Ey müminler!) siz de nerede bulunursanız (namazda) yüzünüzü Oraya doğru çevirin.”
Bunun üzerine Peygamberimiz ve cemaat hemen Kudüs’ten Kabe istikametine yönelmişler. cemaatde saflarıyla birlikte dönmüşler ve namazın kalan iki rek’atını Kabe’ye dönerek tamamlamışlar.
Böylece aynı namaz içinde iki ayrı kıbleye yönelinmiş ve bu hadiseyle mescidin adı Mescid-i kıbleteyn olarak kalmış.
Yukarıda gömüş olduğunuz Zubab Cami.
Bu mescidin bulunduğu yerin hemen önüne Hendek savaşındaki hendek kazılmış. Bedir ve Uhud savaşlarından sonra ki savaş Hendek savaşı.
Allah Resûlü (S.A.V) hendeğe yakın bir yerde kurmuş olduğu bir çadırda istirahat ederek kazı yerinden hiç ayrılmamış. Bu çadırın kurulduğu yerde, sonradan yapılan Zubâb Câmii, bu tarihî hatırayı canlandırıyor.
Müşrik ordusu 12.000 kişi, mü'minlerse 3.000 kişi
Hal böyle olunca ve Efendimiz (S.A.V.) fala kan dökülmesini istemediği için Selman-ı Farisi nin önerileri kabul edilmiş ve mahir bir atın dahi atlayarak geçemeyeceği şekilde Medinenin açık olan ön tarafına 5,5 kilometre uzunluğunda, 9 metre eninde ve 4,5 metre derinliğinde bir hendek kazılmış. ( Medine nin arka tarafında Sel dağı var ve buradan düşmenın gelme ihtimali yok)
Düşünün ki 1 ay gibi bir zmanda ve 300 sahabiyle yeterli teçhizat olmadığı halde, yiyecek olmadığı halde, açlıktan her sahabi karnına bir taş bağlamış halde, açlıktan efendimiz (S.A.V.) karnına iki taş bağmış halde böyle bir hendek kazıyorlar.
Ve efendimizin elinyle bereketlendirdiği yemek mucizesi bu kazı sırasında gerçekleşiyor.
Arabistandaki büyük kıtlık zmanı olduğu için Medinede de çok kıtlık varmış. Kazı yaparken Efendimizin açlıktan karnına iki taş bağladığını gören Hz.Cabir in Abdullah evine giderek hanımına tek sahip oldukları şey olan bir keçi ve bir avuç arpayı pişirmesini ister. Sonra gelir Efendimize:
Ya Resullulah azıcık yemeğimiz var, yanınıza bir iki sahabiyide alarak bize yemeğe buyurun der.
Efendimizde ne kadar yemekleri olduğunu sorar ve Hz. Cabir Bin Abdullah söyler. Efendimizde:
"Hanımına söyle ben gidene kadar yemeği çömlekten çıkartmasın" der. Sonra da
" Ey Hendek halkı kalkın Cabir Bin Abdullah ın evinde ziyafete gidiyoruz" der.
Cabir Bin Abdullah ve mübarek hanımı yemeğin yetmeyeceğini düşünüp endişelensede Efendimiz(S.A.V.) yemeği çömlekten, ekmeğide tandırdan çıkartmaden mübarek elleriyle herkese verdi. Ashabdan yaklaşık 1000 kişi gelmiş ve yemiş buna rağmende yemek hiç eksilmemiş. Kalanınıda Cabir bin Abdullah ın hanımına hem kendiniz yiyin hemde halka dağıtın buyurmuş.
Ancak Allah Resûlü (sas) hendeğe yakın bir yerde kurmuş olduğu bir çadırda istirahat ederek kazı yerinden hiç ayrılmamıştır. Bu çadırın kurulduğu yerde, sonradan yapılan Zubab Camii( Fetih Mescidi ), bu tarihî hatırayı canlandırmaktadır.Sel dağının eteğinde.
Burada Müslümanlar 7 şehid vermiş. Bu 7 şehid anısına idi yanılmıyorsam 7 mescid yapılmış. şu anda sadece 4 ü ayakta ve sadece Peygamber Efendimiz anısına çadırının yerine yapılan Zubab Camii kullanılıyor. Peygamber Efendimiz burada üç gün dua etmiş. Ellerini öyle kaldırmış ki; ridası omuzlarından yere düşmüş. Allah-u Taâla duasını kabul ederek müşrikleri de perişan ettiş.
Bundan başka;
Selman-ı Farisi Mescidi: Fetih Mescidinin hemen alt kısmındadır.
Hz. Ömer Mescidi: Farisi Mescidinin biraz ilerisindeki mesciddir. Yeri resimdeki Fetih Mescidinin hemen sol ucunda. Fakat bu reimde görünmüyor.
(zaten güneş tam karşımızdan geldiği için fazla ve net fotoğraf çekemedim)
Sa’d bin Muaz yada Fatımatü’z-Zehra Mescidi: En güneyde, Fetih mescidinin karşısındaki tepede, ağaçların arasındaki küçük mesciddir. (resimde en sağdaki ağaçlık yer)
Diğer mescidler yıkılmış, bugüne kadar gelememiştir.
Bu sarı tabelalar Arafatta Vakfe sınırını gösteriyormuş.
Haccın rükunlarından biri olan Arafatta Vakfe yapmak bu bölge içinde yapılıyormuş.


Bu tepe arafat tepesi ve üzerinde görünen taşda Hz. Adem ile Hz. Havva nın yer yüzüne indirildikten sonraki buluşma noktalarını gösteren taş.
Hz. Adem Mekke ye Hz. Havva ise Hindistan dolaylarında bir dağa indirilmiş. Ve dünya ya geldikten tam 300 yıl sonra (yanlış yazmadım 300 yıl ) işte bu arafat tepesinde buluşmuşlar.
Dile kolay !
Hindistan nerde arafat nerde !!!!!
Eğer bağsedildiği gibi cilalı taş devri, yontma taş devri v.s. olsaydı Hz. Havva nasıl yaşayıp kendini koruyup kollayıp taaa Hindistan dolaylarından buralara gelmiş olabilirdi?
Bu sorunun cevabını sizin zihinlerinize bırakıyorum.....
Allah-ü Teala Hz Ademe bütün ilimleri ve isimleri öğreterek O nu yer yüzüne indirdi.
Ve Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Veda hutbesini bu tepede ve bu taşın önünde yapmış.
Bunlardan başka klasik tüm Umre programlarında yer alan her biri bir olayın cereyan ettiği nice kutsal yeri ziyaret etti. Fakat gidiş amacımız doğrultusunda, manavi hava içinde ve yanımızda 2 yaşına 1-2 hafta kalmış bir bebekle çokda fotoğraf çekemedim. Daha doğrusu çoğu yerde çekmeyi akıl bile edemedim.
Vesselam.
Gelelim bebekle yapılan Umreye.......
En başta eğer yürümeyi iyice öğrenmiş, elinizi bırakığı anda ok gibi yerinden fırlayan ve fakat nerde olduğunu, sizi takip etmesi gerektiğini kısacası kaybolma riskini bilmeyen ve yabancılardan da çekinmeyen bir çocuğunuz varsa ve siz güvenlikli yürüyüş kayışı almamış ( ya da ben gibi aldım alıcam derken yetiştirememiş) iseniz çocuğunuzu resimde gördüğünüz şekilde zapt etmek zorunda kalabilirisiniz !!! Bebek arabasız dışarıya çıkmayı düşünürseniz.
Gittiğimiz onca yerde asla vazgeçemediğimiz olmazsa olmazımız ailemizin bir parçası haline gelen fakat buna rağmen Fas a giderken nasıl olduysa Arabanın bagajında unuttuğumuz bebek arabamız.
İlk defa Umrede vazgeçmek zorunda kaldık. Çoğunlukla yanımızdaydı ama yanımıza alamadığımız durumlarda oldu. Çünkü Medinede Mescidi Nebevide ve Mekkede Haremi Şerifte Camilerin için bebek arabalarını sokmuyorlar. Girişte bebeği kucağınız alıp arabayı duvarın dibine bırakıyoruz. Dönüşte bulup bulamyacağımız kısmı Allah a emanet :)
Biz belki ikna eder içeri sokarız umuduyla yanımızda getirdiğimiz zamanlarda defaten bıraktık ve çok şükür hepsinde bıraktığımız yerde bulduk. Ama garantisi yok. Bu sebeple bazen de yanımızda getirmedik.
Medine' de arabayı içeriye sokma umudu hiç yok. Bu sebeple boşuna denemeyin ve dışarda bırakarak riske etmeyin. Ben Medine de Efendimizin Makamını ziyaret edeceğim zaman A.Y. yi babasına bıraktım. Ve bir keresinde de O nuda yanımda Efendimizin yanına götürdüm. Ama her seferinde götürmek hiçde pratik olamaz. Çünkü o bölgede büyük bir kalabalık var ve yeşil halı üzerinde namaz kılacak yer bile bulamıyorsunuz. O sırada bebeği bırakacak bir yer yok. Eğer yanınızda sizinle olan bir kişi daha varsa bebeği O kişiye verip kılabilirsiniz.
Onun dışında Medinede bütün namazlarımı Caminin avlusunda cemaatle kıldım. Bu sırada A.Y. bebek arabasında bağlı halde yanımda durdu. Eline oyuncak filan vererek oyaladım.
Mekke ise bu konuda aslında biraz daha esnek ama benim umduğum kadar değil açıkçası.
Harem girişinde görevliler kesinlikle arbayı almıyor. Bir keresinde arabayı kapatıp kalabalığın arasında geçtim. Diğerinde 2. katın girişlerinden birinde cemaat namaza durduğu anda 2. rekatte Güvenlik görevlileride namaza katılınca kapıyı boş sanıp içeri daldım. Birden karşıma iri yarı bir görevli dikilmesin mi?
önce olmaz dedi. Ben irkilince gülümsedi. Bende rica etmeye başladım. (ya da yalvarmaya mı demeliydim :P ) Tabi birbirimizi anlamıyoruz. İşaretlerle ne kadar nalaşbilirsek. Ben tekerleklerini sileceğimi filan anlattım, tavaf dedim (haliyle kucağımda 12 kg bir bebkle tavaf yapmamın ne derece zor olacağını tahmin edebilirsiniz. Yürütsem o kadar mesafeyi helede o kadar kalabalık içinde yürüyemez. Neyse adam halime acıdı da eliyle geç geç yaptı.
Ve daha büyük bir sebepde kimsenin o an bizi görmüyor olmasıydı aslında.
Bu bebek arabası ile içeri girme deneyimlerim sonucunda vardığım bir netice; bu görevlilere bebek arabalarını içeri almayın diye tembihlemişler onlarda sadece bu kadarını yapıyor. Mesela beni kapıdan içeri sokmayan bir görevli ben bir şeklide içeri giridikten sonra beni içerde görse "aa sen nerden girdin, niye giridn, arabayı çıkart" filan demiyor. Hiç sizinle ilgilenmiyor. Hani benim vazifem sadece içeri sokmamak der gibi :) Birde izin vermeleri için o an sizi kimsenin görmemesi gerek galiba.
Bir diğerinde de arip garip kapıda beklerken diğer görevlileri kollayarak bir bayan görevli içeri almıştı bizi. Üstelik bu defa içeri girmek için beklemiyordum. (hiç umudum olmadığı için ) Babaannemizin namazını kılıp çıkmasını bekliyorduk.
Bebek arabası ile girebildiğimiz zamanlarda hepimizde cemaatle namaz kılabildik. Aksi halde bir kişinin cemaatle kılmayıp A.Y. ye bakması sonra namazın kılan kişi A.Y. ye bakarkende diğerinin kılmaı gerekti. Bende herp cemaatle kılalım istediğim, için araba mevzusunu bu kadar zorladım.

Belkide şu güvenli yürüyüğş kemerlerinden alsam ben namaz kılarken o da ona bağlı dururdu ????
mu acaba? Aslında A.Y. çok hareketli olduğu için o kemeri zorlayıp ya kendi düşerdi ya da beni düşürürdü diye de düşünmeden edemiyorum :D
İşte arabayı içeri sokabildiğimiz anlardan birinde A.Y. uyurken, A.Y. nin arabasından Kabe nin görünüşü.

Bu şahene yer de Medinede bir hurma bahçesi.
Hurmaları burada taddık ve buradan aldık. Hem uygun fiyata oldu hemde tazeliğinden ve temizliğinden emin olarak aldık.


Üstelik A.Y. içinde çok güzel bir kaç saat oldu. Hurma bahçesini hepimiz çok sevdik.
Babası hurma seçerken biz toprak oynadık. Su oynadık. Böcek ve kuşları izledik.

A.Y. özgürce gezmenin ve koşmanın tadını çıkarttı.

Dalında hurmaları gördük. Gitmeden etrafımda bilenler yaş hurmanın ne kadar lezzetli olduğundan bahsetmişlerdi. Ama hurmalar yaz sonunda olgunlaşıyormuş. Yani biz yaş hurmayı dondurucudan çıkmış halde tadabildik.

Bebekle Umre yapmakla ilgili gitmeden önce çok şey söyleyenler ve dönünce çok şey soranlar oldu.
Aslında A.Y. doğdu doğalı bizimle çeşitli mevsimlerde, çeşitli seyahatlere eşlik ettiği için Umrede ekstra bir hazırlık yapmadım ve Elhamdülillah ekstra bir sorunla karşılaşmadım.
Bu seyahatin ibadet amaçlı olması orada ibadeti A.Y. ile birlikte nasıl yapacağımızdı tek kafamızı meşgul eden . O konuda da bebek arabasında bağlı olması yada nöbetleşe yapmak bizim için çözüm oldu.
Bunu dışında her zaman ki gibi mevsime-sıcaklığa uygun kıyafetler almak, Dr.nun tavsiyesiyle bir ateş düşürücü şurup, bir antibiyotik şurubu, pişik için krem aldık. İlaveten ben bağışıklığının güçlenmesi için immuzing şurup, ateş düşürücü fitil ve elbette derecesini aldım. Bol bol atlet işort aldım. Terleyince sık sık değiştirdim. Bol bol zemzem içirdim ve zemzemle serinlettim. Öğle uykularını iki gün dışında hep bebek arabasında uyudu. Güneşten etkilenmemesi için uzun kollu ve uzun paçalı ince penyeler aldım. Çantamda Ona ara öğün olacak ve O nu oyalayacak atıştırmalıklar bulundurdum kuru meyveler, ceviz, kraker v.b....
Çok güzel hislerle ve çıktığımız yolculuklar içinde ilk defa hiç yorulmadan, bu kadar sıcakta tereyerek ama sıcağı hiç hissetmeden, ve gittiğim yerler içinde ilk defa aynı yere tekrar takrar gelebilmeyi hayal ederek, dua ederek arkama baka baka, ve yine ilk defa dönerken yüreğim buruk ama huzurlu bir şekilde yuvamıza geri döndük.
Bebekle ilgili son olarak;
Eğer bebeğiniz henüz yürümüyor ve bırakığınız yerde ( ağlayarakta olsa) duruyorsa, sling, kanguru v.b. şeyler içinde rahatlıkla taşınabiliyorsa sizin işiniz çok kolay.
Hiç durmayın ve korkmayın gidin.
Eğer çocuğunuz bebeklikten çıktı, rahatça kalabalıkta yürüyebiliyor, kaybolma kavramını, bekleme kavramını anlayabiliyor, bıraktığınız yerde sizi bekleyebiliyor ya da belirli bir alan içinde oynayabiliyorsa sizin işiniz daha da kolay üztelik bu durumda olan bir çocuk bu ibadeti anlayabilir ve O' nun içinde unutulmaz bir deneyim ve anı olacaktır. (Ruhundaki etkileri hiç söylemiyorum. )
Siz hele hiiiç durmayın gidin.
Ha eğer bizim ki gibi, bir an yerinde durmayan ama aklıda kesmeyen fakat çokda gözü kara bir velede sahipseniz sizde biz gibi Allah Kerim deyip,
Hiç durmayın gidin.
Yoksa sizin henüz çocuğunuz yok mu?
Şimdiye kadar durduğunuz hata !!!
:)

15 Eylül 2009 Salı

"Bin aydan hayırlı gece" nasıl olurmuş?



Kutsal gecelerin en başında Kadir Gecesi'nin geldiğinde şüphe yoktur. Nitekim Hazreti Kur'an'ın ifadesiyle, "Kadir Gecesi, bin aydan hayırlı bir gecedir!

Ancak kendi zatında bin aydan hayırlı olan bu geceyi, biz kendi hakkımızda nasıl bin aydan hayırlı hale getirebiliriz?

Şayet bu gecede geleceğimize ait daha temiz İslami hayat yaşama niyetine girmez de sadece geceye mahsus ibadetlerle kalırsak, geceden sonra eski günah ve hatalar yine sürüp gider. Geleceğe ait kalıcı bir şey kazanmamış oluruz bin aydan hayırlı bir geceden sonra da. Nitekim öyle de olmaktadır yaşanan umumi hayatta..



Bu sebeple, Kadir Gecesi'nde günahları azaltma, sevapları da çoğaltma kararı alarak nefsimize demeliyiz ki:
-Hayatımın bundan sonraki kısmında şimdiye kadar getirdiğim kötü alışkanlıklarımı birer ikişer terk edecek, iyi alışkanlıklarımı da birer ikişer artırarak daha temiz bir İslami hayat yaşama azim ve aşkında olacağım!.



İşte Kadir Gecesi'nde aldığımız bu, daha günahsız bir İslami hayat yaşama kararıyla gecemizi kendimiz hakkında bin aydan hayırlı hale getirmiş oluruz. Çünkü bu kararla bin ay da yaşasak daha günahsız bir hayat yaşayacaktık.

Hadis-i şerifte, müminin niyeti amelinden hayırlıdır, buyrularak, niyetini düzelten mümin, böyle bir ikrama layık görülüyor. Yeter ki, daha temiz bir İslami hayat yaşama niyetine girme kararı alalım Kadir Gecesi'nde..



-Var mısınız günahları terk edip sevapları devam ettirme kararı alarak Kadir Gecesi'ni kendi hakkımızda bin aydan hayırlı hale getirme azim ve niyetine? Unutmayın, böyle bir niyetten sonra tek ay dahi yaşasak, bin ay yaşamış gibi ikram görebiliriz Rabb'imizin yanında. Çünkü bin ayda yaşasak tertemiz bir İslami hayat yaşayacaktık Kadir Gecesi'nde aldığımız bu karar sebebiyle.
Kaynak : Ahmed Şahin
resim: Pakistan da ki bir minare

20 Ağustos 2009 Perşembe

Oruç bizi tutsun!


Reyyân "susuzluğunu gidermiş, suya kanmış" demek,
Orucun hakkını verenler için tahsis edilen, yalnız oruçluların gireceği Cennet kapısının ismi.
Orucun hakkını vermek üzerinde düşünmeden geçmek istemiyorum.
Oruç sadece maddi olarak yiyecek içeçekten beri durmak değildir.
Oruç dillerin, ellerin, gözlerin, zihinlerin, tüm azaların ve tekrar tekrar dillerin tutulduğu andır.
Başkasının yaptıkları ile, konuşmaları ile hataları ile ilgilenmekten kendini tutmaktır.
Lütfen efendim,
bari şu mübarek günlerde, hepimiz en çok dillerimiz tutalım, birbirimizin açığını araştırmayı, etrafı kınayıp eleştirmeyi bırakıp kendi işimize bakalım, kardeşimizin etini çiğ çiğ yiyerek orucumuzu bozmayalım.
Vicdanımıza sığımayan her şey için tutalım kendimizi.
Orucumuz tutsun bizi.

Başında Rahmet,
Ortasında Mağfiret,
Sonunda da günahların Aff olunduğun şu fırsat ayının nasıl bir fırsat olduğun hakiki manada bilmemiz ve Reyyan kapısı kendilerine ardına kadar açılanlardan olabilmemiz duasıyla herkese hayırlı ve boool bol bereketli (bilhassa zamanla yarıştığımız şu yüzyılda zamanımız için) Ramazanlar diliyorum efendim.......



******************************

5 Ağustos 2009 Çarşamba

"Günahının bağışlanmasını dileyen yok mu ki, günahları bağışlansın."

Yıllık bir program çerçevesinde yürütülen ticari faaliyetler yıl sonunda o program esaslarına göre kontrol ve teftiş edilir.
Kâr zarar hesapları yapılır. Kesin hesabın tespitinden sonra da gelecek yılın programı hazırlanarak şeklini alır.
Her yıl tekrar edilen bu kontrol ve tespit işlemleri sayesinde ekonomik hayatta istikrarlı ve sağlam bir ilerlemenin temini mümkün olur.
Bu misalin ışığında manevi hayatımıza ve faaliyetlerimize bakalım.
Dünya, âhiret hayatının kazanılması için yaratılmış bir manevi ticaret yeri olduğuna göre, o ticaretle ilgili faaliyetlerin de yıllık muhasebeye tabi olması gayet tabiidir.
Bu muhasebenin vakti üç ayların içindedir.
Berat Kandili ile başlayıp Kadir Gecesiyle biten devreye rastlar.

Duhan Sûresinin 2., 3. ve 4. âyetlerinin Berat Gecesinden bahsettiği bildirilmektedir. Âyetlerin meali şöyle:

"O apaçık kitaba and olsun ki, biz onu gerçekten mübarek bir gecede indirdik. Çünkü biz onunla insanları uyarmaktayız. Bütün hikmetli işler o gecede tefrik olunur."


Ebu Hüreyre Radıyallahu And’dan rivayet edildiğine göre:
Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimiz şöyle buyurmuştur:

—“Şaban ayının on beşinci gecesinin ilk vaktinde Cebrail (a.s) bana geldi; şöyle dedi:
—“Ya Muhammed, başını semaya kaldır. Sordum.
—“Bu gece nasıl bir gecedir? Şöyle anlattı:
—“Bu gece, Allah-u Teala, rahmet kapılarından üç yüz tanesini açar.
Kendisine şirk koşmayanların hemen herkesi bağışlar. Meğer ki, bağışlayacağı kimseler büyücü, kahin, devamlı şarap içen, faizciliğe ve zinaya devam eden kimselerden olsun. Bu kimseler tövbe edinceye kadar, Allah-u Teala onları bağışlamaz.


Gecenin dörtte biri geçtikten sonra, Cebrail yine geldi ve şöyle dedi:
"Ya Muhammed başını kaldır. Bir de baktım ki, cennet kapıları açılmış.
Cennetin birinci kapısında dahi bir melek durmuş şöyle sesleniyor:
"Ne mutlu bu gece rüku edenlere.
İkinci kapıdan dahi bir melek durmuş şöyle sesleniyordu:
"Bu gece secde edenlere ne mutlu".
Üçüncü kapıda duran melek dahi, şöyle sesleniyordu:
"Bu gece dua edenlere ne mutlu."
Dördüncü kapıda duran melek dahi şöyle sesleniyordu:
"Bu gece, Allah'ı zikredenlere ne mutlu".
Beşinci kapıda duran melek dahi, şöyle sesleniyordu:
"Bu gece Allah korkusundan ağlayan kimselere ne mutlu."
Altıncı kapıda duran melek dahi, şöyle sesleniyordu:
"Bu gece Müslümanlara ne mutlu."
Yedinci kapıda da bir melek durmuş şöyle sesleniyordu:
"Günahının bağışlanmasını dileyen yok mu ki, günahları bağışlansın."
Bunları gördükten sonra, Cebrail'e sordum:
"Bu kapılar ne zamana kadar açık kalacak?
Şöyle dedi:
"Ya Muhammed, Allah-u Teala, bu gece, Kelp kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısı kadar kimseyi cehennemden azat eder."


Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam bu gece Rabbine şöyle dua etmiştir:

"Allahım, azabından affına, gazabından rızana sığınırım, Senden yine Sana iltica ederim. Sana gereği gibi hamd etmekten âcizim. Sen Kendini sena ettiğin gibi yücesin."


Bazı mâna büyüklerinin de şöyle bir duası vardır:
"Allahım, şayet ismimi saîdler defterine yazdıysan, orada sabit kıl. Şayet ismimi şakiler defterine yazdıysan oradan sil. Çünkü Sen buyurdun ki, 'Allah dilediğini siler yok eder, dilediğini de sabit bırakır, Levh-i Mahfuz Onun katındadır."

Kaynak: Sorularla İslamiyet . com


Farkında olmasakta dünyadan gelip geçenlere baktığımızda kısacık olan ve gelecek bir zamanda hiiiiç tanınıp, hatırlanmayacak olan ömrümüzün Sırat-ı müstakim üzere olmasını ve bu fırsat gecelerini kendimize kutlu kılabilmemizi dilerim......


******************************

15 Temmuz 2009 Çarşamba

yorumsuz.......



Kamusal alana da bekleriz Ayşe Hanım...
Nihat Odabaşı'dan almış talkını... Odabaşı demiş ki, soyunmak bir şey mi, sen asıl örtün de gör memleketteki zulmü. Ayşe Arman'ın aklına yatmış, hatta bir ampul yanmış kafasının üstünde...

Evet, evet, bunu yapmalıyım olmuş... "O herkesin diline düşmüş, milleti de birbirine düşürmüş 'bez parçasını' kafama bağlayıp, şehr-i İstanbul'da bir o semte, bir bu semte gidecektim" diyor...

Yazı boyunca başörtülü halini defaatle sıkıldım, büzüldüm, ışığım söndü, ay çok yorucu gibi ifadelerle tarif ediyor. Bunlar Ayşe Arman'dan bekleyebileceğimiz şeyler. Ayşe, her fırsatta bakılmaktan ne kadar mutlu olduğunu söyleyen bir kadın. Giyimiyle, dekoltesiyle, saçıyla başıyla, neşesiyle yarattığı bir ambians üzerinden güzel olabilen bir kadının tesettüre girmesi bu ambiansı doğal olarak bozar, o kadının bu duruma sinir olması da doğaldır. Bu işe ne kadar bozulduğunu açık açık söylemesi, Ayşe'nin açık sözlülüğüne ve sevimliliğine puan bile kazandırabilir. Pekâlâ, "Aaa bana hâlâ bakıyorlar, demek ki hâlâ güzelim, demek ki başörtüsünün hiçbir etkisi yok, demek ki kadınlar kendisini kandırıyor, çözdüm ben bu işi, yaşasın!" da yapabilirdi, bu da beklenirdi.

Fakat açık sözlülüğün de bir sınırı var, kaldı ki bu açık sözlülük dediğimiz şey kötü niyeti de örtebilecek genişlikte bir yorgan değil, Ayşe öyle sanıyor, ama değil. Tesettürlü olma durumunu kâh "zavallı gibi görünmekle" kâh "komiklik ve saçmalıkla" ilintilendirmenin açık sözlülük ile ilgisi yok, sorumsuzlukla ilgisi var. Ben de kalkıp "Kırk yaşına basmadan çıplak fotoğraf çektirmeliyim" türü bir dürtüyü "zavallıca" ve saçma bulabilirim, buluyorum da nitekim, ama bunu bu şekilde ifade etmekten çekinmiş, nezaketsizlik olacağını düşünmüştüm şimdiye kadar. Ahan da şimdi ifade ettim. İyi mi oldu?

EMPATİ KURMAK DEĞİL, KÖPRÜLERİ YIKMAK

Arman'ın yazı dizisi "mahalle baskısının ölçümü" gibi güya sosyolojik bir sondaj yapılıyormuş havalarına büründürülmüş ki, bu tutum "Ayşecik tesettürde" macerasının tadını feci şekilde kaçırıyor. "Nişantaşılılardan bir tepki bekliyoruz, 'Hooop!' filan desinler ya da kötü bakışlar fırlatsınlar... Hiçbir şey olmuyor... Bir bakış fırlatıp hayatlarına devam ediyorlar. Laf yok, hakaret yok. Mahalle baskısı yok" gibi genellemelere varıyor.

Adeta bu ülkede başörtülüler hiçbir sıkıntı yaşamıyor, bir elleri yağda bir elleri balda demeye getiriyor. Hemcinslerini yalan söylemekle itham etmiş oluyor.

İşin kötüsü, daha baştan bozuk bir niyetle çıkıyor yola. Başörtüsünü "milleti birbirine düşürmüş" bir bez parçası olarak nitelendiriyor ve öyle düşüyor yola.

Bir milletin % 99'u Müslüman ise, bu millet nasıl olur da başörtüsü yüzünden birbirine düşer oysa? Anketlerin ortaya koyduğu şekilde bu milletin kadınları % 60'ı aşan oranlarda başını örtüyorsa, başörtüsü bu millet nezdinde bir konu demektir sosyolojik açıdan. Üzerinde böylesine büyük mutabakat olan bir konuda millet birbirine düşmez zaten.

Sorun milleti temsil etmekle görevli birimlerin, kurumların ve onların yandaşlarının milletle cedelleşmesindeki ısrardan doğmaktadır.

Milletin başörtüsünün serbest olmasıyla ilgili bir derdi yok. YÖK'ün ve "laiklik" ilkesinin en katı yorumunu benimsemiş sivil / askeri bürokrasinin ve sırtını onlara dayamış bir azınlığın derdi bu. Kamusal alanı her tür etnik renkten, her tür dinsel edimden arınmış renksiz, kokusuz bir yer I olarak tasavvur edenlerin başörtüsüyle bir derdi var. Onların yüksek sınıflara mensup yandaşlarının böyle bir derdi var. "Yurdumuzu Batılılara kötü gösteriyorlar" derdi. Ya da, "Aman türbanlı komşu istemem yanımda yöremde" gibi dertler.

Ama Ayşe'nin beklentisi herhalde arkasına bürokrasinin gücünü de almış olan bu varsıl, Batıcı, imtiyazlı mahallelerin başörtülülere sokağı da yasaklaması yönündevmiş ki o kılıkta Nişantaşı sokaklarında dolaşabiliyor olmasını bile yadırgamış hatun kişi. Pes... Pahalı içeceklerin servis edildiği, para kazanmak için açılmış "ticari işletmelere" girip kovulmayı beklemiş. Pes... İzninle, müsaadenle, elini vicdanına koymuş halinle, o kadar da olmasın be Ayşe... Çıtayı amma yukarı koymuşsun. Öyle ki garsonların sempatik davranmasını bile bu ülkede başörtülülere bir baskı uygulanmadığının delili yapıp çıkmışsın. Pes...

Yüz binlerce kadının binlerce gündür yaşadıkları sıkıntıyı tek bir güne sığdırıp böyle genellemelere varmak, kimse kusura bakmasın şaklabanlıktan başka bir şey değil.

Ayşe eğer sahiden empati kurmakla filan ilgileniyorsa, Reina önlerinde pazarlık yapmak gibi beyhude işlerle uğraşmayı bırakmalı, gerekirse birkaç ayı bu işe ayırmalı ve olayı yerinde tespit etmek üzere "kamusal alan"a sızmalı...

Sıkıyorsa bir üniversiteye girmeye çalışmalıydı Ayşe Arman, sıkıyorsa, bir iş başvurusunda bulunmalıydı. Üniversitelerin sosyal tesislerinde bir kola içmeye kalkışmalıydı, orduevlerine girmeyi denemeliydi. Bir yemin törenine girmeye yeltenmeli, bir mezuniyet törenine katılmalıydı:

Dahası, madem bu iş bu kadar sıkıntılı, kadınlar hangi inançla, hangi bilgiyle bu sıkıntıyı göze alıyorlar diyerek o anlayışın içinde derinleşmeyi denemeliydi. "Erkekler örttürüyor işte" deyip çıkmak kolay bir yol, ama bunun adına "empati kurmak" denmez, buna kolaya kaçan işgüzarlık denir. Gazetecilik refleksini tatmin etme adına lafügüzaf üretmek denir. İncittiğin binlerce kadın da cabası.
(Gazete Habertürk)




**************************************

26 Mayıs 2009 Salı

aklıma geldi de.....



Bir önce ki yazıda bana gelen maili paylaşmıştım ya aklıma geldi de;

Bence insanı en mutlu eden şeylerin başını, inanıyor olmak çekiyor.
Bu istatistiklerce de kanıtlanmış bir şey.
İnanan insanlar daha mutlu diyor rakamlar.
Ben şöyle bir düzeltme yapmak istiyorum kendimce.

“İnandığı gibi yaşayan ”

Çünkü inandığı gibi yaşamıyorsa insan -ve gerçekten inanıyorsa - bu durum insanı acayip geren, hayatını çile haline dönüştüren bir şey olup çıkıveriyor. (Şekil 1a: ben-Yani çok şükür ki eski halim)


Sakın gülmeyin ama benim zamanın da yapmam gerektiğini düşünüp de yapamadığım şeyler yüzünden,
“aahhh keşke şu masanın bacağı, sandalye ya da öylece duran koltuk olsaydım da hiçbir yükümlülüğüm olmasaydı, bende şu vicdan azabını çekmeseydim” demişliğim bile var.

Çok şükür bütün bunları kısmen de olsa atlattım.
Size çok büyük bir ip ucu (yok ip ucu değil merdiven) en büyük kurtarıcım duadır. [artık merdiveni bi zahmet çıkıverin ;) ]

Öyle ki intihar edenlerin halet-i ruhiyesini gayet iyi anlayabiliyorum.

Hatta düşünüyorum da,
o aşamada insan inandığı şeyin yok olmasını yani olmamasını da isteyebiliyor.

İşte bu da inançsızlığa götüren bir kapı oluyor.

“her günahta küfre giden bir yol vardır.” Buyurmuş ya Bediüzzaman
işte bu durum o yol olsa gerek.

İnandığınız gibi yaşayabilmeniz,
Yani mutlu olmanız dileklerimle.................



**************************

mutluluk dediğin



Mutluluğun formülü 40 ayette saklı diye gelmiş bir mail.

Bakalım nelerle mutlu olabilirmişiz.....



İsra 37: Kibirli olma, alçakgönüllü davran.

Müddesir 1-5: Kendini fazla abartma.

Tekvir 25-27: Her şeyin üstesinden gelemeyeceğini asla unutma.

Bakara 156: Çaresizlik tuzağına düşme. Her zaman bir umut ışığı olduğunu aklından çıkarma.

Beled 5-6: Her şeye hakim olmak için uğraşıp hayatı yaşanmaz hale çevirme.

Hucurat 10: Büyüklük kompleksine kapılıp, insanları ezerek arkadaşlarını kendinden uzaklaştırma.

Muhammed 7: İyiliği karşılık beklemeden yap.

Rum 21: Tek başına mutlu olunamayacağını bil. Çevrenin mutluluğu için gayret göster.

Vakıa 83-87: Ölümden korkmak yerine, ölüm gerçeğiyle yüzleş.

Bakara 263: Yaptığın iyilikleri unut. Anlatarak onları kıymetsizleştirme.

Furkan 63: Sana yapılan kötülüğün karşılığını vermek yerine. Öfkenin dinmesini bekle.

İnşirah 1-3: Seni huzursuz edecek işlerden uzak dur. İhtirasını törpüle.

Maun 4-5: Eleştirinin keskin bir bıçak olduğunu unutma. Söyleyeceklerini iyi tart.

Mücadele 7: Hiçbir sırrın sonsuza kadar gizli kalamayacağını unutma.

Rahman 7-9: Çıkarcı olma. Adil davran.

Tekasür 1-2: Kibrine yenilip hep daha fazlasını isteyerek hayatını zehir etme.

Tevbe 40: En zor zamanda bile kesinlikle ümitsizliğe kapılma.

Fatır 19-22: Senden iyi durumda olanlara bakıp üzüleceğine, senden zor durumda olanları görüp rahatla.

Fecr 27-28: En sevdiğin şeyleri, başkalarıyla paylaşmanın keyfine var.

Hakka 33-35: Hayatının vazgeçilmezleri olsun. Onları küçük çıkarlar için asla feda etme.

Haşr 10: Muhatabına güvenmek istiyorsan, önce sen güvenilir ol.

Kalem 1-2: Yazdıklarının ve yaptıklarının peşini bırakmayacağını unutma. Gücünü insanların yararına kullan.

Münafıkun 4: Bencil olma, tebrik etmeyi bil.

Saff 2: Yalandan uzak dur.

Yusuf 32-33: Modern hayatın çarpıklaştırdığı kadın-erkek ilişkilerinin, hayatını esir almasına izin verme.

Ankebut 41: İyi bir dostun, paha biçilmez olduğunu aklından çıkarma.

Al-I İmran 92: İyilik yapma arzunu, şarta bağlama. Vermek almaktan daha büyük bir ihtiyaçtır, asla unutma.

En'am 50: Önyargılarla hayatı kendine zehir etme.

En'am 60: Bildiklerinle açıklayamadığın şeyler, hayatının kâbusu olmasın.

Felak 1-5: Korkuların tutsağı olarak yaşamaktan vazgeç.

Hacc 46: Kendini, hep daha iyiye ulaşmak zorunda olduğuna koşullama.

İbrahim 42: Merhametli olmaktan asla vazgeçme.

İsra 23: Anne ve babana 'off' bile deme.

Nisa 149: Kendini sürekli övmekten uzak dur.

Yunus 12: Vazgeçilmez olmadığını Kabul et.

Enfal 56: Sözünüzde durmamanın utanç verici olduğunu aklından çıkarma.

Furkan 43: Heveslerini kendine ilah edinme.

Necm 3: İnanma duygunu diri tut.

Nisa 58: Karar verirken, vicdanının sesini duymazlıktan gelme


*************************

27 Nisan 2009 Pazartesi

Kırık Cam Teorisi



Yıllar öncesi. Öğrenciyim. Hava sıcak ve yorgunum. Az sonra bineceğim otobüste de oturamayacağım kesin. Bari beklerken dinlenebilirdim. Duraktaki banka oturmaya niyetlendim. Ama garip ki, benden önce oturanlar oturak yerine ayaklarını koymuşlar, bankın arkalığını da oturmak için kullanmışlardı.


Gençler öyle otururdu o zamanlar. (Herkes gibi otururlarsa, yaşlı sanılmaktan mı korkarlardı?) "Böyle gelmiş, böyle gider"di.
Ben de onlar gibi oturmak zorunda kaldım. Ayakkabılarımı oturak yerine koydum, koltuğun arkalığının daracık ucuna yerleştim. Çok geçmedi ki banka benim gibi oturamayacak yaşlı teyze, benden önce banka benim gibi oturan gençlerin hepsinin hesabını bana sordu. İyice bir fırça yedim.


Ben o azarı hak etmemiştim ama o haklıydı. Sustum. Meğer ben o koltuğa oturmadan yıllar önce, ABD'de bir araştırmacı, o teyzeye karşı yaşadığım acı mahcubiyetin hesabını yapmışmış. Şimdi haberim oldu. "Kırık Cam Teorisi" hesabıymış bu.


Anlatıldığı kadarıyla: "Kırık Cam Teorisi" ABD'li suç psikoloğu Philip Zimbardo'nun 1969'da yaptığı bir deneyden ilham alınarak geliştirilmiş. Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959 model otomobil bıraktı. Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı. Ve olup bitenleri izledi. Bronx'taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı.


Ardından Zimbardo ve iki öğrencisi 'sağ kalan' otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı. Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar (zengin beyazlar) da olaya dahil oldu. Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmişti.


"Demek ki" diyordu Zimbardo,"ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz. "Şimdi niye o banka öyle oturduğumu anladım. Ve benim olmayan suça nasıl da kolayca katılabildiğime, hatta onu çoğalttığıma şaşırmadım. Ayrıca benden önceki suçların hepsinin hesabının bana sorulmuş olmasıda gerekiyormuş.


"Kırık Cam Teorisi"nin takipçileri bakın ne diyor:

"Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırar. Ben ilk cam kırıldığında hemen tamir ettirdim. Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine, biri bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen oradan kaldırmazsanız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Ben ilk konan çöp torbasını kaldırttım."


Bunları niye mi anlattım? Kalbimizde ucundan kıyısından kırılmış camlar taşıyoruz sürekli...
Ruhumuzun başköşelerine ilk başta önemsiz gözüken, laf etmeye değmez çöpler bırakıyoruz her gün. Küçük küçük günahlar, minik minik hatalar camı kırık araba gibi diğerlerini de camları kırmaya, kapıları çerçeveleri indirmeye teşvik ediyor.Pişmanlığımızı fırsat bilip ortadan kaldıracak kadar ciddiye almadığımız "çöpler"imiz, sürçmelerimiz, kötülüklerimiz, ayıplarımız, kokuşmuş çöp dağlarına, kötülük yığınlarına kapı aralıyor. "Böyle gelmişse, böyle gider" diye kendi kendimizi ağır veballer altında ezdirdikçe ezdiriyoruz.


Kırık camın oradaki varlığı, diğer camların da kırılabileceğine dair bir haklılık üretir içimizde. Çöpün bizden önce oraya atılmış olması, oraya çöp atmanın bir alışkanlık olduğunu söyler bize. Çok geçmeden biz de o alışkanlığa alışır, alışık olunanı yapmakta haklı görürüz kendimizi. Cam ilk kırıldığında hafife alırsak, ağırlaşır cam kırıkları. Çöp ilk atıldığında umursamazsak, umursamazlığımız bir çöp dağını besler.


Tam da "hafife almakla" açılan, "umursamazlıkla" genişleyen bir "yol (suzluk)"u tarif eden sûre'nin (Mutaffifîn) berceste ayetinin konusudur "cam kırıkları teorisi": "Yapmaya alıştıkları kötü işler gitgide kalplerini paslandırdı." (Mutaffifîn, 83/14).


Bir de aynı ayeti yorumlayan Efendimiz'in [asm] küçümseyerek/hafife alarak ilerlediğimiz yol(suzluk)u tarif edişine kulak verelim:

"İnsan bir günah işler ve onu tevbe ile silmezse, kalbinde bir leke olarak kalır. Eğer tevbe ederse kalbi yine parlar. İkinci bir günah işlediğinde ise o leke büyür. Ve kalb günah işleye işleye öyle bir kararır ki, bütün kalbi ele geçirir."


Bu yüzden galiba...
"Günah insanı kâfir yapmaz ama istiğfarsızlık küfre götürebilir" imasında bulunur Said Nursî.


"Her günahta küfre giden bir yol var" sa, ilk "cam kırığını" onarmamaktandır bu.
Masum görünen her hata, her günaha yaklaşış, bir büyük günaha doğru sürüklüyorsa bizi, ilk atılan çöpü kaldırmamaktandır bu.


İlk cam kırığını görür görmez, "Estağfirullah! " İlk çöp torbasınınkokusunu alır almaz, "tövbe ya Rabbi!"
Hazır mıyız?


Alıntı : SENAİ DEMİRCİ

e.t. : ne kadar doğru bir tespit.........
Bu mevzu ile ilgili kendimde örtüştürdüğüm çok şeyler var.
( bu arada Senai Demirci' nin Üzülme yazısını bölümler halinde pazartesileri yayınlayacaktım. Cam kırıkları daha ilginç geldi ve bu hafta bunu yayınlamak istedim. Başka bir pazartesi üzülmelere devam edicem inşallah.)

****************************

29 Mart 2009 Pazar

yalancı mısın?


Biz yalancı insanlar mıyız ?

Yalan söyler misiniz ?

Ne sıklıkla yalan söyler siniz?

Peki sık sık vallahi, valla billa, gerçekten, yemin ederim ext. kelimelerini kullanır mısınız?
(kişilik tahlili yapan anketler gibi oldu :) )

tahminimce ilk üç soruya cevabınız hayır (çok mu iyimserim :P )
4. soruya evet ya da bazense sizde beni üzen gruptansınız demektir :(

Ben anlayamıyorum, insanlar neden yok yere, gereksiz yere yemin eder.
Bunun sebebi ya gerçekten inanılmaz bir şey yapmıştır,
ya karşısındaki insan hiç bir şeye inanıp güvenmemektedir,
ya da biz sürekli gerçek dışı ( yani biz ona yalan diyoruz) bir şeyler söylüyoruzdur.

Bir insanın durumu bunların hiç biri ise neden ısrarla valla bak, vallahi, yemin ederim, yeminle.......
diyerek inandırma çabası içersine giriyor anlayamıyorum.

Bu aslında toplum psikolojisini çözmek açısından çok önemli bir konu bence. Belki de bu malesef toplumdaki genel güvensizliğin bir eseri. (sosyolog olsam bu konuda tez bile hazırlarmışım ben be :P neyse konuyu sulandırmıyayım.)

Konuştuğum birisi bana eftirikten bir sebeple bu kelimeleri sarf ettiğinde çok bozuluyorum.
Bana yemin etme !
Ben sana inanıyorum, niçin yemin ediyorsun? diyorum.
Sana inanmamam için bir sebep mi var? diye soruyorum.
"Bunu dil alışkanlığı olarak söylüyorum" diyor çoğu kişi ama o dil buna nasıl alıştı? o kadar sık söylemese veya duymasa alışmazdı herhalde.

Hele "yemin et" diyenler yok mu?
yaaa ne alaka şimdi. niye yemin edeyim. inanıyorsan inan.
Açıklama getiririyorum bazen "ben yemin etmem, gerek duymam" diye

Malesef çarşıda çok başımıza geliyor. Satıcı direk başlıyor valla abla........
Aha diyorum bunda var bir çapan.
yoksa söylediğinden neden şüphe duyayım ?

Müslüman sözüne güvenilir insandır. Kendisine inandırmak için bunlara gerek duymaz,
gerek duymaz çünkü müslüman yalan söylemez !
Lütfen insanları kendinize inandırmak için bu tür sözler sarf etmeyin !
Müslümanın ağzından ne çıkıyorsa o dur.

Yalansız ve yeminsiz günler dileklerimle...........................

17 Mart 2009 Salı

bir yorum cevabı için çok uzundu, post a çevirdim :)

Bu postu 12 mayıs tarihli, "bakıcı bakmak" başlıklı yazıma yorum bırakan adsız misafirime atfen yazıyorum.

Aynı şeyi düşünüpte soramayan kişiler varsa diye ve bir yorum cevabı için çok uzun bulduğum için yeni bir yazı olarak ekledim.

sevgili adsız hoşgeldin :)

öncelikle duygularınızı bu açıklık ve netlikle paylaştığınız için teşekkür ederim.

Sebebini tam olarak bilmediğim şeyleri önce sorma, sonra yorumlama yolu daha doğru bence. Çünkü başımıza ne geliyorsa bu yanlış anlama (hatta bazen anlamak istememe-sizi istisna tutuyorum-), ön yargılı olma sebebi ile geldiğini düşünüyorum.

Ben inanan bir insanım. Biraz geç de olsa inancımın gereklerini yerine getirmenin beni ne kadar mutlu ve tam olarak tatmin ettiğini farkettim ve bu konuda titizlik göstermeye başladım.

İşte mesele burada başlıyor.

İslamiyette şöyle bir hüküm var; müslüman olmayan kadın, müslüman kadına mahremiyet konusunda erkek hükmündedir. Ben elimden geldiğince dinimin gereklerini yerine getirmeye çalışan biri olarak , e bu da elimden gelebilecek bir konu diye düşünüyorum. Yani mesele oğluma bakarken İslamiyeti öğretmesinden ziyade benimle ilgili :)

Zaten oğluma dinsel açıdan öğretecekleri konusunu hedeflemiş olsaydım, bu konuda uzman bir bakıcı olmasınıda kriterlerim arasına eklerdim, bu konuda beni alıkoyan hiç birşey yok.

Söylediklerinize tamamen katılıyorum.
KESİNLİKLE, ÇOCUĞUMA HERŞEYİ, CANLI-CANSIZ VE İLK BAŞTADA İNSANLARI AYIRT ETMEDEN SEVMEYİ VE ÖNYARGISIZCA SAYGI DUYMAYI ÖĞRETMEK İLK HEDEFİM.

Sizin tavsiyeleriniz ve benim hedefim zaten en başta İslamiyetin emri :)

Malesef İslamiyeti saf ve Peygamber efendimizin bize ilk akatardığı halinden çok uzak ve farklı hallerde(yetiştirildiğimiz ortamlarda istemeden edindiğimiz ön yargılarla- ki bende de bir zamanlar öyleydim-) öğrendiğimiz için bambaşka düşünüyoruz. Oysa insana din, dil, renk, ırk, soy, meşrep, kadın, erkek ayırt etmeden en çok değer veren ve saygılı olmayı emreden din İslamiyettir. Dolayısı ile bende inanan biri olarak böyle olmak durumundayım.

Bir konuya daha dikkatinizi çekmek istiyorum. Irkçılık dinle alakalı değildir. Sandığınız gibi ırkçı bir yaklaşım sergilemiş olsaydım ilk kriterim Türk olması olurdu. Ama gördüğünüz gibi ben bilakis farklı bir milletten ve farklı bir dilli olmasını istiyorum.

Belki bu yazdıklarım size çok mantıksız gelecek. ama benim inancıma göre böyle.

Çok uzattığım için başınızı ağrıtmadım umarım. Kusura bakmayın.

Bana bunları anlatma fırsatı verdiğiniz çok teşekkür ederim. Ayrıca samimiyetinize karşılık bütün samimiyetimle, içimden geldiği gibi yazdım. Kendimi ne kadar ifade edebildim bilemiyorum, inşallah yanlış anlaşılmalara mahal vermemişimdir.