özgürlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
özgürlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ocak 2010 Perşembe

Ayça Şen yazmış, bende imzaladım.

Meleba değerli okur, bir yazımızın daha başına geldik. Hislerim karışık olduğu için en sadesinden başlayalım: Canım arkadaşım Berke hamileymiş! Bunu duyunca heyecanla birkaç arkadaşıma ünledim, onlar da sessizce kendi içlerine kapanarak 'Bir erkek nasıl hamile olur' diye içleri sıkıldı ama soru sormaya üşendikleri için bakışlarıyla benden bir cevap beklediler. Yüzlerindeki o ebleh ifadeyi görünce "Berke bir kız arkadaşımın ismidir" dedim. Erkeklerse biraz daha vandal olduklarından, içlerinden düşünmeden hemen sorularını yöneltiyorlar (ki ben bunun kastrasyon korkusundan kaynaklandığını düşünüyorum). Fakat Berke bu yazılardan dolayı çocuk yapmaya korktuğunu söyledi. Olur mu hiç öyle şey! Aranızda hamileler filan vardır, yeni bebeği olanlar vardır, anaokuluna gidenler vardır, onlara aslında işin öyle olmadığını söylemek gerek!


Sadece birkaç küçük noktaya dikkat ederseniz problemsiz bir hayat yaşarsınız. Örnek mi?


Öncelikle uykusuzluğun çok güzel bir şey olduğunu, iki sene gitseniz psikanalizde göremeyeceğiniz duygusal çözülmeleri, sinirsel boşalmaları yaşadığınızı, bunu da başka hiçbir olayda deneyimleyemeyeceğinizi bilesiniz. Meme verme olayı: Bu da şahane bir travmadır, dünyanın en güzel hissi olduğundan dolayı, bebeğe bir çay kaşığı su verseniz (ki buna da genellikle anneniz, çocuğun babaannesi filan diretir) ya da memeniz acıdığından ya da süt olmadığı için veremezseniz vicdanınız yamulur, dünyanın en vahşi annesi olduğunuzu düşünürsünüz. (Ama en ağır his budur, bunu atlattıktan sonra her şeyi atlatabilirsiniz.) Bankaya para yatırmak için beş dakka evden ayrılsanız, bebeği özleyip acı dolu bir hasretle sokaklarda haykırarak ağlayıp eve dönersiniz. Öylesi yüce bir duygudur. Ve yüce duyguların faturası ağır olur. Ee, cenneti ayaklar altına almak affedilir bir suç mudur sizce?


Bebeğin ilk gülüşünde oturur ağlarsınız (Ve bütün bu sevinç gözyaşlarının içinde ağır bir hüzün vardır, kuş gibi uçmazsınız yani). İlk taneli mamaya geçişinde aynı sevinçten oturur ağlarsınız, ilk kelimede, ilk adımda, ilk anaokulu müsameresinde... Kısacası hayatınız artık gözyaşlarıyla geçmektedir. Siz hep bir köşede oturur zırlarsınız. Sonra altı sene zart diye geçer, kendi yaşınızın geçtiğini farketmezsiniz bile ve çocuk ilkokula başlar! Kütür kütür koşturarak okul ararsınız, bütçe denkleştirmeye çabalarsınız, müdürlerle konuşursunuz, sırıtırsınız, sosyalleşmek zorunda kalırsınız, daha bir sürü şey. Sonra (bu sabah olduğu gibi) 'Türküm, doğruyum'u çocuğunuz okul bahçesinde söylerken çocuğun bunun ne demek olduğunu bilmeden böylesi bir ezbere maruz kaldığı için onun o sözleri söylemeye çalışan haline de derin bir hüzün duyup gene ağlarsınız. Sonra sabah töreni bitip sıra halinde sınıflarına giderken arkasından aynı yürek burucu hisle bakarsınız, acaba merdivenleri düzgün çıkmış mıdır, ya dosya elinden kayıp o kalabalıkta her şey yerlere döküldüyse, ya montunu çıkarmayı unutup terlerse, ya suyunu yere döküp susuz kalırsa diye düşünerek eve dönersiniz (Dönüşte bütün bu duygularla yüzünüzü rüzgâra verip meczup gibi yürürsünüz eve). Tek konunuz o olur. Çocuk konusuyla hiçbir ilgisi olmayanlara dahi okulunda bugün kaç satır yazdığını, söylediği her kelimeyi, hatta kakasının kıvamını bile anlatmak istersiniz. Bir yandan bunun hastalıklı bir bağ olduğunu bilirsiniz ama yapacak bir şey yoktur, çocuk sahibi olmak büyük bir hastalıktır! Yasak ayvayı yemişsinizdir...


Aşk hastalığının en çaresizi, en karşılıksızı, en acı vereni, yanınızdayken özleme hissinin esas halidir (o şarkılardakiler yalan dolan).


Bunun patalojik olup olmadığını bilmiyorum ama tabii Memo'ya bütün bu duygularımı belli etmemeye çalışıyorum. Fakat siz bütün bunları yaşarken kalkıp babası size en ufak bir şey söyleyecek olsa onu orada gebertmek, derisini canlı canlı yüzüp kemerinize süs yapmak istersiniz. İşte böyle viran bir halde, eliniz kanlı, hem vahşi bir cani, hem vahşi ve yetersiz bir anne, hem de kendini düşünen bencil bir yaratık olursunuz çünkü bu aşırı duyguların esas sebebi bencillik(miş). Bütün bu ağır hislerden sonra iki tane ukala geçip karşınıza 'Çocuğa kötülük yapıyorsun, kendine bağımlı yapıyorsun' der. Şimdi soruyorum size: Bu durum benim ona bağımlılığımı mı gösteriyor, onun bana bağımlılığını mı? Eğer bunu yapmazsan da bu kez ilgisiz anne oluyorsun. Ben orta yolu bulabilen biri değilim. Zaten bunun da orta yolu yok.


Şimdi bütün hamilelere sesleniyorum: Korkmayın, ama bilin ki bundan kurtuluşunuz yok. Bu, dünyanın en güzel eziyetidir. Çok zevk vericidir. Ve sıradaki şarkı bütün anne adaylarına gelsin: 'Sado mazo gelin, ayağına takar halhal. Dırıttıt dırıdı halhal'.


Ayça Şen

7 Ağustos 2009 Cuma

siz bu satırları okurken.........


Yazın son tatilini de yapmaya karar verdik.
Kısmet olursa yarın sabah 8 de başlayacak yolculuğumuz.
Nereye mi ?

İşte yukarıda resmini gördüğünüz yerde olacağız 1 hafta inşallah.

Burası neresi mi?


Dönünce uzun uzun anlatırım inşallah ;)


haftaya görüşebilmek dileğiyle.

Haydi bana eyvallah........

.
.


foto: fotoğrafatölyesi.com

*****************************

23 Temmuz 2009 Perşembe

ÇİT - Rabit proof fence - son zamanlarda izlediğim en iyi drama



İyi ki yaz geldi, iyi ki diziler tatile girdi.

ohh be.

Diziler kalkınca sinemalara yer açıldı.

Bizde iki-üç haftadır evde sinema günleri düzenliyoruz Özümle. Böyle güzel filmler denk gelince çok güzel oluyor. Tabi sonunu getiremeden kapattığımız zamanlarda yok değil.

Aslında izleyiş sıramıza göre yine çok anlamlı bulduğum başka bir filmden bahsedecektim. Ama Çit i izleyince çok dokunaklı gerçek bir hikaye olmasından dolayı baskın geldi. Önceliği buna verdim.

Aslında baya eski bir film. (2002 yapımdı yanılmıyorsam) Bana izlemek yeni nasip oldu.

Yönetmen Phillip Noyce (Avustralyalı bir beyaz) .

Perth, Avusturalya ; 1931. Batı Avustralya’daki Aborjinler’in baş koruyucusu (sözde) Aborjin (yerli Abvustalya halkı) çocukların ailelerinden ayırıp, ‘beyazların toplumunda yeni yaşamlarına hazırlanabilecekleri’(hazırladığı yaşam beyazlara iyi bir hristiyan hizmetçi olmak) bir kamp kurmuştur.

Kendisi, eyaletteki tüm Aborjinler üzerinde yetki sahibidir. Hatta Aborjin çocuklarının yasal vasiliğini yüklenmiştir ve Aborjin çocuklarının yine Aborjinler’le evlenmesine izin verilmesini engellemektedir. (Aborjin neslini yok etmek yani)

Jigalong’daki küçük bir yerde, üç Aborjin kız anneleriyle birlikte yaşamaktadır. Jigalong ve yanındaki çöl boyunca, Batı Avustralya’nın kuzeyinden güneyine bir hat çizerek inen çit tavşanlarla otlakları birbirinden ayırmaktadır.

Bay Neville bu üç kızın yoldan çıkmakta oldukları söylentisini duyar ve en kısa zamanda Perth’ün kuzeyindeki Moore River kampına nakledilmeleri emrini verir.

Bu amaçla zorla annelerinden ayrılmış küçük Molly'nin kızkardeşi ve kuzeniyle birlikte, hükümet tarafından işletilen ve Craig gibi yerli halka mensup, siyahi çocukları alıp eğiterek beyaz ırka entegre etmeye çalışan bu kamptan kaçış öyküsünü konu alıyor.

Kamptan kaçmayı başaran üç küçük çocuk, peşlerine hükümet görevlilerini de takarak, çok uzaklardaki evlerine ulaşabilmek için bir ölüm-kalım yolculuğuna çıkıyorlar. 1500 km lik bu dile kolay yolu aşıp aşamadıklarını, bazen göz yaşları içinde, izleyip öğrenin.

Bu film Çit ’ in baş kahramanlarından Molly’nin kızı Doris Pilkington Garimara tarafından yazılmış kitaptan sinemaya uyarlanmış.

Gerçekliği dolayısı ile insana daha da üzüntü veriyor. Bu hikayeyi yazan kızının akıbetinide filmin sonunda söylüyorlar o kısmıda dinleyin ve kayıp nesil hikayesini öğrenmiş olun. Onların ifadesi ile çalınmış nesil. Bence de bu ifade daha doğru !

Çağdaş , uygar batı dünyasının, amaçları uğrunda neleri yapabileceğini, nesilleri nasıl eritip yok ettiğini, dağdan gelip bağdakini nasıl kovduğunu bir kere daha izleyip öğrenin :(

******************************

15 Temmuz 2009 Çarşamba

yorumsuz.......



Kamusal alana da bekleriz Ayşe Hanım...
Nihat Odabaşı'dan almış talkını... Odabaşı demiş ki, soyunmak bir şey mi, sen asıl örtün de gör memleketteki zulmü. Ayşe Arman'ın aklına yatmış, hatta bir ampul yanmış kafasının üstünde...

Evet, evet, bunu yapmalıyım olmuş... "O herkesin diline düşmüş, milleti de birbirine düşürmüş 'bez parçasını' kafama bağlayıp, şehr-i İstanbul'da bir o semte, bir bu semte gidecektim" diyor...

Yazı boyunca başörtülü halini defaatle sıkıldım, büzüldüm, ışığım söndü, ay çok yorucu gibi ifadelerle tarif ediyor. Bunlar Ayşe Arman'dan bekleyebileceğimiz şeyler. Ayşe, her fırsatta bakılmaktan ne kadar mutlu olduğunu söyleyen bir kadın. Giyimiyle, dekoltesiyle, saçıyla başıyla, neşesiyle yarattığı bir ambians üzerinden güzel olabilen bir kadının tesettüre girmesi bu ambiansı doğal olarak bozar, o kadının bu duruma sinir olması da doğaldır. Bu işe ne kadar bozulduğunu açık açık söylemesi, Ayşe'nin açık sözlülüğüne ve sevimliliğine puan bile kazandırabilir. Pekâlâ, "Aaa bana hâlâ bakıyorlar, demek ki hâlâ güzelim, demek ki başörtüsünün hiçbir etkisi yok, demek ki kadınlar kendisini kandırıyor, çözdüm ben bu işi, yaşasın!" da yapabilirdi, bu da beklenirdi.

Fakat açık sözlülüğün de bir sınırı var, kaldı ki bu açık sözlülük dediğimiz şey kötü niyeti de örtebilecek genişlikte bir yorgan değil, Ayşe öyle sanıyor, ama değil. Tesettürlü olma durumunu kâh "zavallı gibi görünmekle" kâh "komiklik ve saçmalıkla" ilintilendirmenin açık sözlülük ile ilgisi yok, sorumsuzlukla ilgisi var. Ben de kalkıp "Kırk yaşına basmadan çıplak fotoğraf çektirmeliyim" türü bir dürtüyü "zavallıca" ve saçma bulabilirim, buluyorum da nitekim, ama bunu bu şekilde ifade etmekten çekinmiş, nezaketsizlik olacağını düşünmüştüm şimdiye kadar. Ahan da şimdi ifade ettim. İyi mi oldu?

EMPATİ KURMAK DEĞİL, KÖPRÜLERİ YIKMAK

Arman'ın yazı dizisi "mahalle baskısının ölçümü" gibi güya sosyolojik bir sondaj yapılıyormuş havalarına büründürülmüş ki, bu tutum "Ayşecik tesettürde" macerasının tadını feci şekilde kaçırıyor. "Nişantaşılılardan bir tepki bekliyoruz, 'Hooop!' filan desinler ya da kötü bakışlar fırlatsınlar... Hiçbir şey olmuyor... Bir bakış fırlatıp hayatlarına devam ediyorlar. Laf yok, hakaret yok. Mahalle baskısı yok" gibi genellemelere varıyor.

Adeta bu ülkede başörtülüler hiçbir sıkıntı yaşamıyor, bir elleri yağda bir elleri balda demeye getiriyor. Hemcinslerini yalan söylemekle itham etmiş oluyor.

İşin kötüsü, daha baştan bozuk bir niyetle çıkıyor yola. Başörtüsünü "milleti birbirine düşürmüş" bir bez parçası olarak nitelendiriyor ve öyle düşüyor yola.

Bir milletin % 99'u Müslüman ise, bu millet nasıl olur da başörtüsü yüzünden birbirine düşer oysa? Anketlerin ortaya koyduğu şekilde bu milletin kadınları % 60'ı aşan oranlarda başını örtüyorsa, başörtüsü bu millet nezdinde bir konu demektir sosyolojik açıdan. Üzerinde böylesine büyük mutabakat olan bir konuda millet birbirine düşmez zaten.

Sorun milleti temsil etmekle görevli birimlerin, kurumların ve onların yandaşlarının milletle cedelleşmesindeki ısrardan doğmaktadır.

Milletin başörtüsünün serbest olmasıyla ilgili bir derdi yok. YÖK'ün ve "laiklik" ilkesinin en katı yorumunu benimsemiş sivil / askeri bürokrasinin ve sırtını onlara dayamış bir azınlığın derdi bu. Kamusal alanı her tür etnik renkten, her tür dinsel edimden arınmış renksiz, kokusuz bir yer I olarak tasavvur edenlerin başörtüsüyle bir derdi var. Onların yüksek sınıflara mensup yandaşlarının böyle bir derdi var. "Yurdumuzu Batılılara kötü gösteriyorlar" derdi. Ya da, "Aman türbanlı komşu istemem yanımda yöremde" gibi dertler.

Ama Ayşe'nin beklentisi herhalde arkasına bürokrasinin gücünü de almış olan bu varsıl, Batıcı, imtiyazlı mahallelerin başörtülülere sokağı da yasaklaması yönündevmiş ki o kılıkta Nişantaşı sokaklarında dolaşabiliyor olmasını bile yadırgamış hatun kişi. Pes... Pahalı içeceklerin servis edildiği, para kazanmak için açılmış "ticari işletmelere" girip kovulmayı beklemiş. Pes... İzninle, müsaadenle, elini vicdanına koymuş halinle, o kadar da olmasın be Ayşe... Çıtayı amma yukarı koymuşsun. Öyle ki garsonların sempatik davranmasını bile bu ülkede başörtülülere bir baskı uygulanmadığının delili yapıp çıkmışsın. Pes...

Yüz binlerce kadının binlerce gündür yaşadıkları sıkıntıyı tek bir güne sığdırıp böyle genellemelere varmak, kimse kusura bakmasın şaklabanlıktan başka bir şey değil.

Ayşe eğer sahiden empati kurmakla filan ilgileniyorsa, Reina önlerinde pazarlık yapmak gibi beyhude işlerle uğraşmayı bırakmalı, gerekirse birkaç ayı bu işe ayırmalı ve olayı yerinde tespit etmek üzere "kamusal alan"a sızmalı...

Sıkıyorsa bir üniversiteye girmeye çalışmalıydı Ayşe Arman, sıkıyorsa, bir iş başvurusunda bulunmalıydı. Üniversitelerin sosyal tesislerinde bir kola içmeye kalkışmalıydı, orduevlerine girmeyi denemeliydi. Bir yemin törenine girmeye yeltenmeli, bir mezuniyet törenine katılmalıydı:

Dahası, madem bu iş bu kadar sıkıntılı, kadınlar hangi inançla, hangi bilgiyle bu sıkıntıyı göze alıyorlar diyerek o anlayışın içinde derinleşmeyi denemeliydi. "Erkekler örttürüyor işte" deyip çıkmak kolay bir yol, ama bunun adına "empati kurmak" denmez, buna kolaya kaçan işgüzarlık denir. Gazetecilik refleksini tatmin etme adına lafügüzaf üretmek denir. İncittiğin binlerce kadın da cabası.
(Gazete Habertürk)




**************************************

13 Nisan 2009 Pazartesi

özgürlüğü çağrıştıran şeyler




Özgürlüğün Resmi Babası İspanya`nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir hapishanede mahkumdu küçük kızın. Fırsat bulduğu her hafta sonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte hapishaneye giderdi.
.
Yine bir ziyarete giderken babası için çizdiği resmi yanında götürdü ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkumlara verilmesi yasaktı.
.
Bu sebeple kağıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve oracıkta yırtmışlardı...
.
Çok üzülmüştü küçük kız. Babasına söyledi bunu, o da "üzülme kızım, yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?" dedi.
.
Küçük kız diğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü. Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti.
.
Babası keyifle resme baktı ve sordu:
"Hmmm! Ne güzel bir ağaç bu! Üzerindeki benekler ne? Portakal mı?"
.
Küçük kız babasına eğilerek, sessizce şöyle dedi :
"Hşşşşt! O benekler ağacın içinde saklanan kuşların gözleri...
.
.
.
Yorgunum bu aralar. Ondan mıdır nedir, bugünlerde içimden hiç yazmak gelmiyordu.
Biraz önce, bu hikaye bir arkadaşımdan geldi.
Çok hoşuma gitti. Burada yayınlamak istedim.
Emin olamasamda gerçek olduğunun düşünüyorum.
Keşke gerçek olmasa(küçük kız açısından)..... :(
.
"üzülme kızım, yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?" bu ne acı bir cümle böyle. Ve bir insanın hele de bir çocuğun resim yaparken dikkat etmesi ???
ne kadar tüyler ürperten bir durum!
.
.
Acaba gerçekten özgürlüğü çağrıştıran şeylerin mahkumlara verilmesi yasak mıdır?
Eğer öyleyse de mantığının ne olduğunun anlayamadım.
Birde bu özgürlüğü çağrıştıran şeyler neler? Bu çağrışım kime göre?
.
.
.
******************************