ruhumdaki yaralar
()
About this ebook
Related to ruhumdaki yaralar
Related ebooks
Hüznün Dip Uğultusu Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsYaşlı Adam ve Şiir Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsKesik Baş Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsOkul Psikoloğunun Anıları 6 Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsAşk Aşk İçinde Rating: 3 out of 5 stars3/5Kar Aydınlığı Rating: 1 out of 5 stars1/5Yin Yang Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsAşk Batağı Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsBeyaz Geceler Rating: 5 out of 5 stars5/5Zamanda Kuşatma Rating: 4 out of 5 stars4/5Düğüm Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsİffet Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsDönüşüm (Vampır Mektupları’ın 1. kitabı) Rating: 3 out of 5 stars3/5Okul Psikoloğunun Anıları 4 Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsAnna Karenina Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsAşkın Üç Yönü Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsElveda Panco Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsGüç Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsKızsız Hayat Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsHaydi Kizlar Gokyuzune Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsAşk Bir Delilik mi? Rating: 5 out of 5 stars5/5Okul Psikoloğunun Anıları 3 Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsCezaevinden Anahit’e Mektuplar Rating: 5 out of 5 stars5/5Babam Bir Teröristmiş Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsKuyucaklı Yusuf Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsGece Yağıyordu Üstümüze Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsBir VAMPİRE Aşık Olmak Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsGulyabani Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsDışarıdaki Şizofrenden İnciler Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsOkul Psikoloğunun Anıları 5 Rating: 0 out of 5 stars0 ratings
Related categories
Reviews for ruhumdaki yaralar
0 ratings0 reviews
Book preview
ruhumdaki yaralar - Barbaros Altuğ
Meliha
Yazar Hakkında
Barbaros Altuğ Türkiye‘de gazeteci olarak çalıştı ve Taraf gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. 1999 yılında İstanbul‘da ilk Türk edebiyat ajansını kurdu. 2014 yılında ilk romanı „biz burada iyiyiz" yayımlandı. Halen Berlin‘de yaşıyor ve çalışıyor.
Kitap Hakkında
Derin bir gazeteci. Türk olduğu kadar Fransız bir yanı da var ve hayatını Paris‘te sürdürüyor. İstanbul‘da öldürülen bir meslektaşı hakkında yazacağı yazı için yolculuğa çıkmadan kısa süre önce bir Ermeni doktor ile tanışıyor. Tanıştığı Vahan Bey‘in hikayesi bir yandan Derin‘i etkilerken diğer yandan aklında birçok soru işareti doğuruyor. İstanbul‘a geldiğinde başladığı araştırmalar onu Erivan‘a ve baştan aşağı sarsan bir sonuca götürüyor.
„Geçmişin küçük ve büyük gölgeleri altında, ince bir özlemle kaleme alınmış, yoğun hisler uyandıran bir roman; bütün bir ulusla hesaplaşma amacında değil. Ancak tabii ki bu olanları daha önemsiz kılmıyor…" Daniel Sander, Mannschaft
„Barbaros Altuğ‘un tarihsel gerçeklerle ilgili yazdıkları ne kadar aşikârsa, baş kahramanın kadınları sevdiği de o kadar aşikâr. Paris, İstanbul ve Erivan üçgeninde geçen bu muhteşem romanın güçlü yönlerinden biri de bu - kelimenin tam anlamıyla birçok yönden zihin açıcı bir kitap." Dirk Fuhrig, Deutschlandfunk
Meliha
Meliha Saraçoğlu’nun öldüğünü komşuları bir gün sonra farkettiler. Kurtuluş Savaşı gazisi, subaylıktan terk, banka müdürlüğünden emekli kocası Hamit Bey on yıl önce bir kalp krizi ile öldüğü günden beri Meliha Hanım yalnız yaşıyordu. Öldüğünde 79 yaşındaydı. Yakını yoktu, varsa da ziyaretine gelmiyorlardı. Cenazesini bir Cuma namazının ardından mahalleli kaldırdı. Dualar edildi, mezarlığa kadar sessizce gidildi, sonra Meliha Hanım da her ölen gibi yavaş yavaş unutulmaya başlandı. Yüzü hatıralardan silindi, sesi zaten çoktan silinip gitmişti.
Meliha Saraçoğlu öldüğünde ben çocuk yaştaydım. Yıllar sonra, siyah beyaz gençlik fotoğraflarını gördüğümde ne kadar birbirimize benzediğimizi farkedip tuhaf bir sevince kapılmıştım. Oysa Meliha Hanım’ın sevinilecek bir hayatı yoktu. Olsaydı, Şişli’nin arka sokaklarında, yıllardır yalnız başına yaşadığı evde, 79 yaşında, arkasında bir veda mektubu bile bırakmadan kendini asmazdı.
Meliha Saraçoğlu’nın yaşadığını ve öldüğünü ben aynı gün öğrendim. O güne kadar bilmediğim başka şeylerle beraber.
Istanbul mu?
Neden ben?
diye sordum. Aslında sorduğum sorunun cevabını biliyordum- olay Istanbul’da olmuştu ve okuldan mezun olduktan sonra stajyer olarak girdiğim ve sonrasında da muhabirliğe terfi ettiğim Paris’teki bu dergide Türkçe bilen hâlâ, sadece ben vardım. Üstelik adım Derin’di, yani onlara göre elbette bir Fransızdan ziyade Türk’tüm.
Ama yıllardır ayak bile basmadığım bir yerin hâlâ anavatanım
olarak görülmesine de için için bileniyordum. Üstelik öldürülen gazeteciyi hiç tanımıyordum. Ermeni olarak tanıdığım üç beş kişi vardı, onların da hepsi Paris’te, iş için mecburi tanışıklıklardı. Biri ile yeni albümü için röportaj yapmıştım; adımı elbette hatırlamıyordu, şöhreti bir muhabir ismi hatırlamak için fazla büyüktü. Ama tenimin renginden, kıvırcık siyah saçlarımdan Fransız
olmadığımı anlamış, bana Kuzey Afrika’dan olup olmadığımı sormuştu. Sadece değilim
demekle yetinince konuyu bir daha açmamıştı. Bir diğeri de o sıralar Paris’in bir banliyösünde, belediye başkanlığına oynayan, yakışıklıca, kendinden fazla emin genç bir adamdı. Bir konferansta tanışıp unutmuştum. Sonra başkanlığa yürümeye başlayınca, editörümüz derginin kapağı için bir röportaj yapma fikrini ortaya attı ve masanın karşısından bir ses Derin tanıyor onu zaten, beraber Marsilya’daki Akdeniz Forumu’na katıldılar,
deyiverdi. Çakmak çakmak gözlerimi üstüne diktiğim sesin sahibi saçının rengi, giyim tarzı, arkadaşları, hevesleri habire değişse de patavatsızlığından bir şey kaybetmemiş olan Emmanuelle’in ta kendisiydi. Derginin kadrosuna yeni katılmıştı, mezun olduktan sonra, önce bir yayınevinde staj yapmış, sonra tropiklerde bir Fransız sömürgesinde kendini bulmaya çalışmış, geri dönünce de her yerde eli kolu olan annesinin yardımıyla bu işe girivermişti.
Bunlar aklımdan geçerken, bir yandan Istanbul’a gitme işini başkasının üstüne nasıl atacağımı düşünüyordum. Ermenilerle ilişkimi mümkün olan en alt noktada tutmaya çalışırken birdenbire bir Ermeni cenazesine katılmak, üstelik bunun için hayal meyal hatırladığım ve Facebook’taki çocukluk fotoğraflarımı koyup beni etiketleyen, ama hiçbiriyle yıllardır görüşmediğim 3–5 insan dışında bir ortak noktam kalmayan bir şehre gitmek en son istediğim şeydi. Neden ben?
sordum. Allahım, neden benim başıma kaldı? Ermeni bilirkişisi miyim?
in yüksek sesli dışavurumuydu aslında bu. Çünkü Türkçe bilen bir tek sensin
cevabı elbette her zamanki gibi patavatsız Emmanuelle’den geldi. Editör elleriyle E işte aldın cevabını
anlamına gelen abartılı bir reverans yaparken benim aklımdan Türkçe bir kelime geçiyordu sadece: Zevzek!
Son gece
Bir taraftan annemin Istanbul’da ne yapıp ne yapmamam gerektiği üzerine talimatlarını dinlerken bir taraftan da eşyalarımı topluyordum. Hiç hazır olmasam da yarın sabah ilk uçakla artık benden her şeyiyle çok uzakta kalan bir yere, ama babamın da yattığı topraklara gidiyordum. Istanbul’a gittiğim için beni heyecanlandıran belki de tek şey buydu; ilk kez babamın mezarını ziyaret edecektim. Sanki yıllar sonra ona sarılıp sohbet edecek, yeniden onun bizi bıraktığı ana dönüp, biricik küçük kızı oluverecekmişim gibi geliyordu bana.
Babasını gören kızlar kaç yaşında olursa olsun küçülüverir; babamın cenazesinde dedemi gören