Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $9.99/month after trial. Cancel anytime.

Kar Aydınlığı
Kar Aydınlığı
Kar Aydınlığı
Ebook178 pages2 hours

Kar Aydınlığı

Rating: 1 out of 5 stars

1/5

()

Read preview

About this ebook

Bir şair öğretmenin ilk görev yeri olan Tunceli’de Doğu-Batı, Alevi-Sünni değerlendirmesini yaparken, uzun kış aylarında insanın içini ısıtan sıcak insan öykülerini, aşklarını, mistizmle yoğrulmuş bu toprakların masal ile gerçeğin iç içe geçtiği olayları, Şiddetin bitmesini istemeyen karanlık odaklarla Yeşil’in ilişkisini ve dağ başında bir öğretmene yaptıklarını bir kamera tekniği ile 1988-93 Dönemini anlatan bir anı romandır Kar Aydınlığı.


 


Sıcak bir somundu gençliğim


Eve gelene kadar bitirdiğim


Halil Erdem


 


1


 Ağaçların diplerine renkler üşüşüyordu. Ayvalar mısır koçanları gibi duvarlara, direklere sarısıyla asılmıştı. Bağ bahçe, ev elek güz kokuyordu. Okul çıkışlarında bahçemize girip ekmeğime katık ettiğim yeşil soğanın göbek zarına parmak uçlarımı dayayıp üfleyerek çıkardığım sesler, kuş olup uçuyordu.


Evin koltuğunda duran asırlık ceviz ağacına çıkıp arkadaşlarıma başaklama ceviz atarken, ayağımın kayıp tek elimle sallanıp kalışımı gören arkadaşımın anası, beni kurtarmak yerine, gizlice seyrederken, bahçenin ortasında mısır soyan annemin ceviz yapraklarının arasında elbisemdeki alaca renklerin son çırpınışlarını görünce, yalınayak koşarak ömür boyunca hiç çıkamadığı daldan beni alarak düşüp ölmekten kurtardığında, babam aşağıda bekleyip dayakla ilk ve son hayat dersini vermişti bana. 


O yılarda yoksulluktan giydirdiği kırmızı puantiyeli kızlara uygun elbisemin renklerini yeşil yapraklar arasında annemin fark etmesine borçluydum yaşamımı. İyi ki annem oğlan kız ayırt etmemiş, kırmızılar giydirmişti bana. Yeşil yaprakların arasında kırmızı kiremitli bir evimiz vardı. Ben o kırmızıda doğmuştum. Ve o kırmızı benim varlık nedenimdi. En çok kırmızıyı seviyorum ben.  


Yetmişli yılların sonuna doğru çok kitap okuyup sık âşık olduğumuz, hızla değişen düşüncelerimizle dünyayı değiştirmeyi amaçladığımız zamanlarda tatil için vardığım annemin, babamın yaşadığı çiftçi evinin ahşap direklerine asılmış çan, boyunduruk kayışı, eyef, kara saban demiri, urgan, kalbur elek gibi bütün alet ve eşyaların rastgele dağınık duruşlarının içimde yarattığı huzursuzluktan kilere tek tek taşır, evi bir kız gibi siler süpürür, tertip düzen vermeye çalışırdım. Bir dahaki tatil dönüşünde o aşağı indirdiğim eşyaların tek tek çıkarılıp yerlerine konduğunu görünce, öfkelenip yine geri getirileceğini bildiğim halde tekrar aşağı indirdiğim o eşyalarla aslında babamın hayatımızdan göçebe ömrüyle nasıl çıkıp gittiğini düşündüm.


 Elma kaklarının kokusunu takip edip depodan içeri girdiğimde annem, kestiği elma dilimini dişsiz ağzına bıçakla götürüp çiğnemeye başladı. Pazara götürsek ederinin yarısı nakliyeye gideceğinden elmaların çoğunu hoşaflık kak yapıyordu annem. Geri kalanını da çürüyene kadar konu komşu bola döke yiyorduk; komşu hakkı, göz hakkıydı bahçemiz.



HALİL ERDEM


 1961 Dirmil-Burdur doğumlu. Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliğini bitirdi. Türkçe Bölümünde lisans tamamladı.


Kar Aydınlığı           (Roman)       Fam Yayınları 2014


Dirmil Ömürcüsü   (Roman)       Fam Yayınları2006- 2014


Goca Meryem        (Roman)       Fam Yayınları 2014


Tokatçı                    (Çocuk Romanı) Kendi Yayını 2013


Teke Yöresi Halk İnançları (Araştırma - inceleme) Kendi Yayını 2008


Karacaoğlan Geleneğinde Dirmil Güzellemeleri ve Öyküler (Araştırma inceleme) 2011 Alter Yay.


Gece Mavisinde Aşk      (Şiir)       Kendi Yayını 1998


Ve Alışıldı Ölüme  (Şiir )      Temmuz Yayınları 1990


Kardan Adam         (Çocuk şiirleri) Kendi Yayını 1998


Işı

LanguageTürkçe
Release dateDec 1, 2015
ISBN9786059285520
Kar Aydınlığı

Read more from Halil Erdem

Related to Kar Aydınlığı

Related ebooks

Reviews for Kar Aydınlığı

Rating: 1 out of 5 stars
1/5

1 rating0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Kar Aydınlığı - Halil Erdem

    HALİL ERDEM

    1961 Dirmil-Burdur doğumlu. Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliğini bitirdi. Türkçe Bölümünde lisans tamamladı.

    Kar Aydınlığı              (Roman) Fam Yayınları 2014

    Dirmil Ömürcüsü              (Roman) Fam Yayınları2006- 2014

    Goca Meryem              (Roman) Fam Yayınları 2014

    Tokatçı              (Çocuk Romanı) Kendi Yayını 2013

    Teke Yöresi Halk İnançları (Araştırma - inceleme) Kendi Yayını 2008

    Karacaoğlan Geleneğinde Dirmil Güzellemeleri ve Öyküler (Araştırma inceleme) 2011 Alter Yay.

    Gece Mavisinde Aşk              (Şiir) Kendi Yayını 1998

    Ve Alışıldı Ölüme              (Şiir ) Temmuz Yayınları 1990

    Kardan Adam              (Çocuk şiirleri) Kendi Yayını 1998

    Işık Avcıları              (Çocuk şiirleri) Kendi Yayını) 2013

    Çöpten Öğrendiğim Hayat Çocuk Kitabı 2015

    Göl Hikayeleri (Öykü) 2015

    Şiir ve yazılarını Bahçe, Mavi Umut, Bahar, Çalı, Öğretmen Dünyası, Dirmil, Noktam, Bezuvar, süje, Kar dergilerinde yayınladı. Beykonak Eğitim ve Kültür Vakfı Yirce Şiir Yarışmasında. Ne-Var Yok şiiriyle Birincilik aldı.(2004)

    Resim çalışmalarını da yürüten Halil ERDEM 3 kişisel, 25 karma resim sergi etkinliğinde bulundu.


    Halil Erdem

    KAR AYDINLIĞI

    Roman


    Sıcak bir somundu gençliğim

    Eve gelene kadar bitirdiğim

    Halil Erdem

    1

    Ağaçların diplerine renkler üşüşüyordu. Ayvalar mısır koçanları gibi duvarlara, direklere sarısıyla asılmıştı. Bağ bahçe, ev elek güz kokuyordu. Okul çıkışlarında bahçemize girip ekmeğime katık ettiğim yeşil soğanın göbek zarına parmak uçlarımı dayayıp üfleyerek çıkardığım sesler, kuş olup uçuyordu.

    Evin koltuğunda duran asırlık ceviz ağacına çıkıp arkadaşlarıma başaklama ceviz atarken, ayağımın kayıp tek elimle sallanıp kalışımı gören arkadaşımın anası, beni kurtarmak yerine, gizlice seyrederken, bahçenin ortasında mısır soyan annemin ceviz yapraklarının arasında elbisemdeki alaca renklerin son çırpınışlarını görünce, yalınayak koşarak ömür boyunca hiç çıkamadığı daldan beni alarak düşüp ölmekten kurtardığında, babam aşağıda bekleyip dayakla ilk ve son hayat dersini vermişti bana.

    O yılarda yoksulluktan giydirdiği kırmızı puantiyeli kızlara uygun elbisemin renklerini yeşil yapraklar arasında annemin fark etmesine borçluydum yaşamımı. İyi ki annem oğlan kız ayırt etmemiş, kırmızılar giydirmişti bana. Yeşil yaprakların arasında kırmızı kiremitli bir evimiz vardı. Ben o kırmızıda doğmuştum. Ve o kırmızı benim varlık nedenimdi. En çok kırmızıyı seviyorum ben.

    Yetmişli yılların sonuna doğru çok kitap okuyup sık âşık olduğumuz, hızla değişen düşüncelerimizle dünyayı değiştirmeyi amaçladığımız zamanlarda tatil için vardığım annemin, babamın yaşadığı çiftçi evinin ahşap direklerine asılmış çan, boyunduruk kayışı, eyef, kara saban demiri, urgan, kalbur elek gibi bütün alet ve eşyaların rastgele dağınık duruşlarının içimde yarattığı huzursuzluktan kilere tek tek taşır, evi bir kız gibi siler süpürür, tertip düzen vermeye çalışırdım. Bir dahaki tatil dönüşünde o aşağı indirdiğim eşyaların tek tek çıkarılıp yerlerine konduğunu görünce, öfkelenip yine geri getirileceğini bildiğim halde tekrar aşağı indirdiğim o eşyalarla aslında babamın hayatımızdan göçebe ömrüyle nasıl çıkıp gittiğini düşündüm.

    Elma kaklarının kokusunu takip edip depodan içeri girdiğimde annem, kestiği elma dilimini dişsiz ağzına bıçakla götürüp çiğnemeye başladı. Pazara götürsek ederinin yarısı nakliyeye gideceğinden elmaların çoğunu hoşaflık kak yapıyordu annem. Geri kalanını da çürüyene kadar konu komşu bola döke yiyorduk; komşu hakkı, göz hakkıydı bahçemiz.

    Annemle bir güz ikindisinde, savrulan yapraklar, arasında iki kişilik yalnızlığımızı yaşarken, hem bakkal, hem PTT acente sorumlusu Sarı Mustafa, hanımı Fatma yengeyle çıkıp geldi. Üniversiteyi bitirip geldikten sonra okuldayken birlikte olduğum kadının gönderdiği mektupları büyük bir gizlilik içinde kutsal, gizli bir ayinin belgelerini teslim eder gibi verirdi bana. O mektuplarım da çoktandır kesildiğinden, gelişine anlam vermeye çalışmadan bir şeyler ikram etme telaşındayken, Müjdemi isterim bak, dedi ve kendi yazdığı telgraf belgesini uzattı. Bu telgraf çoktandır umudumu kaybettiğim göreve çağrı belgesiydi.

    Paraya gereksinim duyduğumuz bir dönemde annemle kendi kendimize kahırlanırken ölmüş babamın rüyamda: Senin işin olur mu oğlum? Sen o kadınla s… yaptın, demesini, öğretmen açığı olduğu halde bakanlığın ilk kez bizim dönemimizde çıkardığı bir sınavla bizi elemesini, işlediğim günahıma yüklemiş ve büyük bir suçluluk duygusu altında ezilmiştim. Hayatımda ilk kez tattığım sevginin, cinselliğin ağzımda kalan tadıyla işim arasında gelip giden vicdanımın yolculuğuyla baş başa kalmıştım.

    Sarı Mustafa’ya annem minnet duygularını ifade ederek kapıdan yolcu ederken, çocukluğumda oyuncaklarımı yumurta karşılığı veren, şimdi de yetişkinliğin ölçütlerinden kendi işimin haberini getiren, yaşamımın önemli noktalarında yolumuzun kesiştiği bu insanın ardından derin bir saygıyla bakarken yine çocukluğuma gitmiştim.

    Öksüz bir arkadaşımın ip makarasından tekerleri, tenekeden şoför mahalli, telden direksiyonu, özenle yapılmış kasası ile o güzel oyuncak kamyonuyla, köyümüzün altından geçen tomruk arabalarının yük altında zorlanarak yol alışlarını ağzımızla taklit ederken arkadaşımı annesi çağırmıştı. Yanımda bırakıp gittiği o oyuncak kamyonu nasıl alıp kaçtığımı ve sonrasında bu oyuncak için hiç kimsenin arkamdan gelmediğini anımsadım.

    Bu arkadaşım henüz doğmadan yedi ay önce babasının ölmesini birileri fırsat bilip çocuğun zina sonucu doğduğunu iddia ederek babasından kalacak tek arsayı, muhtarı, hacısı hocası, bilirkişi heyeti olarak yemin billâh elinden alıp arsanın üstüne cemaate ait bir bina yaptıklarından sonra kahrolup köyünü terk eden, on beş yıldır görmediğim bu arkadaşımın özlemiyle içimin yandığını hissettim.

    Öğretmenliğe başlama haberimi arkadaşlarımla paylaştıktan sonra eve geldiğimde annem çoktan uyumuştu. Uyumadan önce yastığımın tam üstüne bahçesinde yetiştirdiği cennet süpürgelerinden, fesleğenlerden bir demet çiçek ile yatağımın başucunda duran masaya bir tabak yemek koymuştu. Annem bunu hep yapardı.

    Sabah kahvaltıda annem lokmasını ağzında eveliyor geveliyor ama yutamıyordu. Yıllardır yanında kalan en küçük oğlunun da yuvadan uçmak üzere olduğunu görüyor, bilmediği, tanımadığı topraklara gideceğinden kaygılanıyordu.

    Oğlum, gitmesen de ben sana burada bu güne kadar nasıl baktıysam yine öyle baksam olmaz mı? dedi ağlamaklı titreyen sesiyle.

    Anne bu günü seninle bir buçuk yıldır beklemedik mi? Arkadaşlarım göreve gidince, benim kalışıma kahrolmadık mı?

    Olduk oğlum da… Benim bu dünyaya güvenim yok, şuralarda çalışsan hadi neyse!

    Buralara da geleceğiz anne ama zorunlu hizmet işe başlamanın ön koşulu; sen rahat ol, başımın çaresine bakarım, bunu biliyorsun.

    Bunun üzerine derin bir sessizliğe teslim olduk.

    Son yemeğimizde lokmalarımdan birini kedimizle paylaşayım derken benim hatam yüzünden kedinin pençesi elime geçti ve bir bıçak gibi etimi ikiye ayırdı. Elimden epey kan aktı. Sardık. Ama içten içe kedi ya kuduz mikrobu taşıyorsa diye endişelenmiş, karlı dağ köylerine giderayak bu endişeyi içime bir zehir gibi akıtmıştım.

    Arkamda beni yolcu eden parça parça bir anne yüreği vardı. Yollara kadar kırık beliyle gelip dualarıyla el salladı.

    Her yola çıkışın dinsel bir tören / Arkandan dökülen su/Yağmur sağanağı gözyaşı / Kavuşamama korkusu…

    Halil Erdem

    2

    Uçsuz bucaksız Anadolu bozkırında yalnızlığını yaşayan köylerden, sürprizi olmayan ormansız toprakları otobüs ile bir gece bir gündüzde geçtim.

    Bir kasabayı andıran Dersim dört dağ içinde ki şehre indiğimde her yan karlıydı. Sokaklarında biraz yürüdüm, hemen bitiverdi.

    Kendime sıkı bir manto aldım. İlde kurumumla ilgili işlerimi bitirdikten sonra küçük bir otobüse bindim. Otobüsün aynasına küçük bir Hz Ali resmi yapıştırılmıştı. Otobüsün teybinden yükselen bağlama sesi, konuşulan Zaza diline karışıyordu. Beni ilk şaşırtan durumlardan biri eğitimsiz gibi görünen köylülerin bile Türkçeyi İstanbul ağzı kadar güzel konuşmalarıydı.

    Erkeklerin geneli pala bıyıklı ve gerçekten tunç yüzlüydüler; kışın kar ayazı, yazın sıcak yakmıştı tenlerini.

    Munzur çayından ayrılmadan ilerliyorduk. Munzur telaşla ters yönde akıp gidiyordu. Her yanı kar kaplamıştı. Hava sisli pusluydu. Yolun kenarındaki duvar gibi yükselen karlı dağlardan ve bizi karşılayan Munzur Çayı’ndan başka bir şey görünmüyordu. Yolda otobüse binen, inen insanların nereden gelip nereye gittikleri sisten belli değildi. Evsiz, yolsuz, ıssız yerlerde inip kar beyazlığında bir varmış, bir yokmuş oluyorlardı. Kitaplardan tanıdığım Sibirya’ya benzer bir coğrafyada sisli puslu bir düşte yolcuydum.

    Otobüs birkaç dönüm geniş bir alandaki toprak damlı ve karakol olduğu çinko çatısından ve renginden belli binaların yakınında durdu. Hep kızarmış burnuyla anımsadığım üniversite yıllarında aynı sokakta komşuluk yaptığımız Yaşar Duman, otobüsün kapısından içeri girmez mi! Şiddetle bir tanıdığa gerek duyduğum anda bulmuştum onu; o andaki sevincimi size anlatamam. Ne ararsın buralarda be ya? dedi. Sarıldık. Yolculuk ettiğimiz otobüsün camlarından gösteriyordu:

    Aha şu dağın yukarısında benim çalıştığım köy var, diyordu karlı yamaçları göstererek. Burası da Torunoba’dır, çoğu zaman iner burada eğleşiriz.

    Peki, senin görev yerin neresi?

    Eskigedik, deyince otobüsteki yolcular birbirlerinin yüzüne baktılar. Yaşar’ın bakışı da hiç iyiye işaret değildi.

    Ne o, benim köyüm haritadan mı silindi yoksa? dedim gülerek. Güldüm ama son gülen iyi güler durumundaydım.

    Çok mu aradın be ya! İlçenin en uzak köylerinden biridir orası, derken vay senin haline der gibi de kafasını sallıyordu. Gerçi Yaşar hep kafasını sallayarak konuşurdu ya.

    Ovacık’a vardık. Hemen otelde yerlerimizi ayırttık. Milli Eğitime çıktık. Kasıla kasıla yürüyen kısa boylu bir müdürü ve iki de memuru vardı. Göreve başlama yazımı verdiler. Çalıştığın okula git, orada yetkili öğretmen arkadaş senin göreve başlama yazını göndersin, dediler, sanki okul şuracıktaymış gibi.

    İlçeye yakın köy öğretmenleri 1987 yılının son maaşı için gelmişlerdi. Çok uzak köy öğretmenleri üç dört ayda bir inerlermiş. Benim gideceğim okulun öğretmeni de gelmemişti.

    İlçede otel, kahve, lokanta ve dükkânların yer aldığı üç sıra çarşı vardı. Çarşının dışında üç dört arka sokak vardı, o kadar. Damlardan atılan karlar sokakları araç trafiğine kapamıştı. Yayalar bile güçlükle yürüyebiliyordu. Biriken karları zaman kirletmişti. Hiç böyle hayal etmemiştim evleri, sokakları; çalışacağım okulun bir kış masalından kaçıp çocuklarıyla böyle uzakta kalacağını…

    Akşam Turistik Otel’in lokantasında su gibi içki içildi. Geceleyin kar aydınlığında çalınan sazlar, gündüzün sıkıntılarını unutturmaya çalışır gibiydi. Kahveler tıkış tepiş insan doluydu. Kahvelerin camları buğulu ve soğuktu. Sürekli içilen sigara yüzünden havası kirliydi. Sabahtan akşama kadar oşkun denilen kâğıt oyunu oynanıyordu. Bu oyun iskambil kâğıtlarının dokuz sayısından as’a (1) kadar olan sayı kâğıtlarından dört oyun destesiyle birleştirilip yapılıyordu. Kâğıtlar o kadar kalabalıktı ki benim gibi acemiler tutmayı bile beceremezdi.

    Kahvelerin sigaralı, nemli havasından kendimizi dışarı attık. İlçenin il merkeziyle bağlantısını kuran yolda yeni tanıştığım öğretmen arkadaşlarla yavaş yavaş yürüyorduk. Bu caddenin karı sürekli küreniyordu. Burası düşmeden yürünebilecek tek caddeydi.

    Ben çevreyi tanımaya çalışıyordum. Yaşar Duman’ın hemşerisi Eşref, bir hikâye anlatmaya başlayınca, Yaşar yine başını sallamaya başladı. Eşref kahkahayla gülünecek şeyleri bile büyük bir ciddiyetle anlatıyordu:

    Yaşar’a, bir öğretmen atandı senin okuluna, demişler. Yaşar hemen bu kimdir, nedir diye meraklanıp memur Niyazi ile kararnameye bakmışlar, tamam mı? Kararnamede gelen öğretmenin adı ‘Yeter’ yazıyormuş. Tabi bizimki yanına bir bayan öğretmen geliyor diye hayaller kurmaya başlamış, dedi muzipçe, bu açıkça belli oluyordu. Bunun üzerine Yaşar hemen gülerek söze atıldı:

    Nasıl hayal kurmayayım be kızancıklar; dağ başında bir cana hasret yalnız yaşamak nedir bilmeyeniniz var mı be ya? Ha var mı?

    Ben de öykünün sonunu merak edip E sonra ne oldu? dedim.

    E’si mi kaldı be ya, aha şu Muğlalıyı görmüyor musun, gele gele bu kız suratlı geldi işte, derken Yaşar’ın gösterdiği Yeter Öğretmen de kıs kıs gülüyordu:

    Çok fazla çocuğu olduğunu düşünen ailem, ben doğduktan sonra bir daha çocuk olmasın diye benim adımı ‘Yeter’ koymuşlar, ben ne yapabilirim arkadaş!

    Hem konuşuyor hem yürüyorduk. Evlerin bittiği yerde bir mezarlık başladı. Yolun hemen kenarında içi boşaltılmış mezarları görünce, içimde bir ürperti, bir

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1