ULUSLARARASI KATILIMLI
VII. ULUSAL SOSYOLOJĠ KONGRESĠ
YENĠ TOPLUMSAL YAPILANMALAR:
GEÇĠġLER, KESĠġMELER, SAPMALAR
BĠLDĠRĠ KĠTABI I
Editör:
Prof.Dr. Muammer TUNA
Editör Yardımcıları:
Yrd.Doç.Dr. Ünal BOZYER
ArĢ.Gör. Ebru AÇIK TURĞUTER
2-5 Ekim 2013,
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ISBN 978-605-4397-33-4
Telif Hakkı © Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Her hakkı saklıdır. Bildirilerdeki fikir ve görüĢler yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi‘nin izni olmadan çoğaltılamaz ve dağıtılamaz.
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi YerleĢkesi
48120 Kötekli MUĞLA
Tel: 0252 211 10 00
http://www.mugla.edu.tr
CIP
Uluslararası Katılımlı 7. Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiriler Kitabı (3 Kitaplık Set) (7. : 2013 :
Muğla, Türkiye)
Bildiri Kitabı -1, 537 s.
Bildiri Kitabı -2, 741 s.
Bildiri Kitabı -3, 604 s.
Uluslararası Katılımlı 7. Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiriler Kitabı (3 Kitaplık Set) / editör Muammer
Tuna ; yardımcı editör Ünal Bozyer-Ebru Açık Turğuter.-Muğla : Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi,
2013.
Elektronik Kitap.
http://www.sosyolojikongresi.org/ekitap
ISBN 978-605-4397-33-4
Uluslararası Katılımlı Yedi‘nci Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiriler Kitabı (3 Kitaplık Set).
I.Sosyoloji—Kongreler. 1. Tuna, Muammer. 2. Bozyer, Ünal. 3. Açık Turğuter, Ebru
YAYIN KURULU
Prof.Dr. Muammer Tuna (Editör)
Yrd.Doç.Dr. Ünal BOZYER (Editör Yrd.)
ArĢ.Gör. Ebru Açık TURĞUTER (EditörYrd.)
Doç. Dr. ġinasi ÖZTÜRK
Yrd. Doç. Dr. Gökçen ERTUĞRUL
Yrd. Doç. Dr. SavaĢ ÇAĞLAYAN
Yrd.Doç.Dr. Hasan ġEN
Yrd.Doç.Dr. Zafer DURDU
ArĢ.Gör.Dr. Sergender SEZER
ArĢ.Gör.Dr. Vefa Saygın ÖĞÜTLE
ArĢ.Gör. Çağlar ÖZBEK
ArĢ.Gör. Gaye Gökalp YILMAZ
ArĢ.Gör. Ezgi BURGAN
ArĢ.Gör. Demet BOLAT
ArĢ.Gör. Oğuz Özgür KARADENĠZ
ArĢ.Gör. Sercan KIYAK
ArĢ.Gör. Deniz Ali GÜR
ArĢ.Gör. Sibel Ezgin AĞILLI
I
KONGRE ONURSAL BAġKANI
Prof.Dr.Mansur HARMANDAR
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Rektörü
KONGRE ONUR KURULU
Mustafa Hakan GÜVENÇER
Muğla Valisi
Prof.Dr.Mansur HARMANDAR
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr.Güven SAK
TOBB Ekonomi Ve Teknoloji Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr.Faruk KOCACIK
Cumhuriyet Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr.Birsen GÖKÇE
Sosyoloji Derneği Onursal BaĢkanı
Prof. Dr.Ġhsan Sezal
Sosyoloji Derneği BaĢkanı
Prof.Dr.Pervin Çapan
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı
KONGRE DÜZENLEME KURULU BAġKANI
Prof.Dr.Muammer Tuna
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyoloji Bölüm BaĢkanı
II
DÜZENLEME KURULU
Prof.Dr.Nilay ÇABUK KAYA
Sosyoloji Derneği BaĢkan Yardımcısı
Doç.Dr.Sibel KALAYCIOĞLU
Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
Doç.Dr.Halime ÜNAL
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Yrd.Doç.Dr.Ünal BOZYER
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Yrd.Doç.Dr.Hasan ġEN
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Yrd.Doç.Dr.Zafer DURDU
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör.Dr.Sergender SEZER
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör.Dr.Vefa Saygın ÖĞÜTLE
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Zeynep ÖNEN
Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
Mustafa KOÇANCI
Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
ArĢ.Gör.Feray ARTAR
Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
III
BĠLĠM DANIġMA KURULU
Prof. Dr. Abdullah KORKMAZ Ġnönü Üniversitesi
Prof. Dr. Ahmet TAġĞIN Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi
Prof. Dr. Ali ÇAĞLAR Hacettepe Üniversitesi
Prof. Dr. Ali ERGUR Galatasaray Üniversitesi
Prof. Dr. Aykut TOROS Yeditepe Üniversitesi
Prof. Dr. Aylin GÖRGÜN BARAN Hacettepe Üniversitesi
Prof. Dr. AyĢe DURAKBAġA Marmara Üniversitesi
Prof. Dr. AyĢe SAKTANBER ODTÜ
Prof. Dr. Bahattin AKġĠT Maltepe Üniversitesi
Prof. Dr. Belma AKġĠT Maltepe Üniversitesi
Prof. Dr. Besim Fatih DELLALOĞLU Sakarya Üniversitesi
Prof. Dr. Beylü DĠKEÇLĠGĠL Kayseri Erciyes Üniversitesi
Prof. Dr. Dilek CĠNDOĞLU Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
Prof. Dr. Erol KAHVECĠ Ġzmir Ekonomi Üniversitesi
Prof. Dr. Ferhat KENTEL Ġstanbul ġehir Üniversitesi
Prof. Dr. Feridun YILMAZ Uludağ Üniversitesi
Prof. Dr. Güliz ERGĠNSOY Okan Üniversitesi
Prof. Dr. Ġhsan SEZAL Sosyoloji Derneği BaĢkanı
Prof. Dr. Ġsmail COġKUN Ġstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Ġsmail DOĞAN Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Ġsmail TUFAN Akdeniz Üniversitesi
Prof. Dr. Korkut TUNA Ġstanbul Ticaret Üniversitesi
Prof. Dr. Mehmet KARAKAġ Afyon Kocatepe Üniversitesi
Prof. Dr. Mehmet MEDER Pamukkale Üniversitesi
Prof. Dr. Mesut YEĞEN Ġstanbul ġehir Üniversitesi
Prof. Dr. Muammer TUNA Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Prof. Dr. Nadir SUĞUR Anadolu Üniversitesi
Prof. Dr. Nilay ÇABUK KAYA Sosyoloji Derneği BaĢkan Yardımcısı
Prof. Dr. Nilüfer NARLI BahçeĢehir Üniversitesi
Prof. Dr. Niyazi USTA Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Prof. Dr. Nurgün OKTĠK Maltepe Üniversitesi
Prof. Dr. NurĢen ADAK Akdeniz Üniversitesi
Prof. Dr. Önal SAYIN Ege Üniversitesi
Prof. Dr. Ruhi KÖSE Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Prof. Dr. Rüstem ERKAN Dicle Üniversitesi
Prof. Dr. Sami ġENER Sakarya Üniversitesi
Prof. Dr. Serap SUĞUR Anadolu Üniversitesi
Prof. Dr. Songül SALLAN GÜL Süleyman Demirel Üniversitesi
Prof. Dr. Ümit TATLICAN Adnan Menderes Üniversitesi
Prof. Dr. Zafer CĠRHĠNOĞLU Cumhuriyet Üniversitesi
IV
Doç. Dr. Ahmet Zeki ÜNAL Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi
Doç. Dr. Cengiz YILDIZ Bingöl Üniversitesi
Doç. Dr. Dilek HATTATOĞLU Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Doç. Dr. Hayati BEġĠRLĠ Gazi Üniversitesi
Doç. Dr. Sibel KALAYCIOĞLU Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
Doç. Dr. ġeref ULUOCAK Çanakkale 18 Mart Üniversitesi
Doç. Dr. ġinasi ÖZTÜRK Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Doç. Dr. Talip KARAKAYA Dumlupınar Üniversitesi
Doç. Dr. Yıldız AKPOLAT Atatürk Üniversitesi
Doç. Dr. Yücel CAN Niğde Üniversitesi
Doç. Dr. Zafer YENAL Boğaziçi Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Ali ÖZTÜRK Bartın Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Ali Kemal ÖZCAN Tunceli Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Bekir KOCADAġ Adıyaman Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Cem ERGUN Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Cengiz YANIKLAR Rize Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. CoĢkun TAġTAN Ağrı Ġbrahim Çeçen Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Gökçen ERTUĞRUL Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Hasan YAVUZER NevĢehir Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Hatice Yaprak CĠVELEK Ġstanbul Arel Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Ġbrahim KESKĠN MuĢ Alparslan Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. KoĢar HIZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Nur Banu Kavaklı BĠRDAL Ġstanbul Kemerburgaz Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. SavaĢ ÇAĞLAYAN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Selin ÖNEN Beykent Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. ġenay LEYLA KUZU Gaziantep Üniversitesi
V
KONGRE SEKRETERYASI
Yrd.Doç.Dr. Hasan ġEN
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Feray ARTAR
Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
Türkan FIRINCI
Sosyoloji Derneği
Dr. Günnur ERTONG
Sosyoloji Derneği
ArĢ.Gör. Çağlar ÖZBEK
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Gaye Gökalp YILMAZ
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Ezgi BURGAN
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Demet BOLAT
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Oğuz Özgür KARADENĠZ
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Ebru Açık TURĞUTER
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Sercan KIYAK
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Deniz Ali GÜR
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ.Gör. Sibel Ezgin AĞILLI
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ĠLETĠġĠM:
0 (252) 211 16 09-211 16 20-211 14 10
http://www.sosyolojikongresi.org/
e-posta:
[email protected]
VI
ĠÇĠNDEKĠLER
ĠÇĠNDEKĠLER ..................................................................................................................................... VII
ĠNSAN VE YURTTAġ HAKLARI NASIL TUTARLI KILINABĠLĠR? HANNAH ARENDT VE
GĠORGĠO AGAMBEN ÜZERĠNEBĠR OKUMA .................................................................................. 1
AVRUPA BĠRLĠĞĠ VE TÜRKĠYELĠ GÖÇMENLERĠN TRAJEDĠSĠ OLARAK TABAKALI
YURTTAġLIK: ALMANYA‘DA EMEK PĠYASASI, EĞĠTĠM VE AĠLE BĠRLEġMELERĠNDEKĠ
HAKLAR VE EġĠTSĠZLĠKLER ÜZERĠNE ........................................................................................ 13
SOSYOLOJĠDE YENĠ BĠR ALAN: HAKLAR SOSYOLOJĠSĠ.......................................................... 25
METROPOLDIġI ÜNĠVERSĠTE ÖĞRENCĠLERĠN GÖZÜNDEN METROPOLLEġEN TAġRA,
KADIN-ERKEK ĠLĠġKĠLERĠ VE LBGT ÖĞRENCĠLERĠN ÖRGÜTLENME DENEYĠMLERĠ ..... 31
TÜRKĠYE MUHALEFET ALANI VE LGBT HAREKET: GERĠLĠMLER, ĠTTĠFAKLAR,
DÖNÜġÜMLER ................................................................................................................................... 49
LGBT BĠREYLERĠN SĠNEMADAKĠ TEMSĠLĠ ÜZERĠNE BĠR ĠNCELEME: LOLA ve BĠLĠDĠKĠD
............................................................................................................................................................... 63
BATIBĠLĠMCĠ VE DOĞUBĠLĠMCĠ SÖYLEMLER ARASINDA ―TÜRK KIZI‖ ............................. 77
‗SINIR‘DA KADIN OLMAK............................................................................................................... 85
HAKKÂRĠ‘DE YAġAYAN KADINLARIN GELENEKSEL ROL SAHĠPLENMELERĠ ĠLE
TOPLUMSAL HAYATA KATILIMLARI ARASINDAKĠ ĠLĠġKĠ .................................................... 93
KÜRESELLEġME VE KIRSAL KADIN EMEĞĠ: RAPANA VENOSA ÜRETĠM ZĠNCĠRĠ
ÜZERĠNDEN BĠR VAKA ANALĠZĠ ................................................................................................. 111
KÜRESELLEġME SÜRECĠNDE TOPLUMSAL CĠNSĠYETE DAYALI Ġġ BÖLÜMÜ ................. 121
ULUSÇULUK VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK; TARĠHSEL SOSYOLOJĠK BĠR ANALĠZ ................. 129
TÜRK DEMOKRASĠSĠ AÇISINDAN 2014 YEREL SEÇĠMLERĠNĠN STRATEJĠK ÖNEMĠ ....... 143
ADALET VE KALKINMA PARTĠSĠ‘NĠN TOPLUMSAL KÖKENLERĠ ....................................... 153
TÜRKĠYE VE AB ĠLĠġKĠLERĠNDE SOSYOLOJĠK PERSPEKTĠF ................................................ 163
ĠNSANIN BEDENĠ ÜZERĠNDEKĠ HAKLARI ................................................................................. 173
ĠNSAN HAKLARI BAKIMINDAN YENĠ TÜRK CEZA KANUNUNDA DEĞĠġEN SUÇ
SĠSTEMATĠĞĠ ................................................................................................................................... 185
―HALK PLAJLARA AKIN ETTĠ, VATANDAġ DENĠZE GĠREMĠYOR‖: ..................................... 199
ĠNSAN HAKLARI – VATANDAġ HAKLARI ................................................................................. 199
MĠKRO-ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠLERĠ VE HUKUK ÖZNESĠ .................................................................... 211
HUKUKĠ ġARKĠYATÇILIK: BĠR SÖYLEM OLARAK HUKUK, BĠR ĠNSAN OLARAK ġARKLI
............................................................................................................................................................. 221
SUÇLUNUN SUÇA BAKIġI: SUÇLUYA VE SUÇA ĠÇERDEN BAKIġ ....................................... 235
YARGITAY TARAFINDAN ONANAN MOBBĠNG DAVALARININ ĠÇERĠK ANALĠZĠ ........... 243
DENETĠMLĠ SERBESTLĠK SĠSTEMĠNDE REHABĠLĠTASYON SÜREÇLERĠN ĠNCELENMESĠ
............................................................................................................................................................. 255
EVLĠLĠK DIġI BĠRLĠKTE YAġAMA ÇĠFTLERĠ EVLĠLĠĞE HAZIRLAR MI? ............................. 265
DENĠZLĠ ĠLĠNDE ARTAN BOġANMA ORANLARININ NEDENLERĠNĠN SOSYOLOJĠK
ANALĠZĠ ............................................................................................................................................. 275
VII
PUAN PROJESĠ: SOSYAL YARDIM YARARLANICILARININ SOSYOLOJĠK ÖZELLĠKLERĠ
............................................................................................................................................................. 293
PUAN PROJESĠ: PROJE DESTEKLERĠ VE GENEL SAĞLIK SĠGORTASI (GSS)
MODELLERĠNĠN KAVRAMSAL ÇERÇEVESĠ .............................................................................. 303
SOSYAL YARDIM YARARLANICILARININ BELĠRLENMESĠNE YÖNELĠK PUANLAMA
FORMÜLÜ GELĠġTĠRĠLMESĠ (PUAN) PROJESĠ: KAPSAM VE METODOLOJĠ ....................... 311
YAġAM KALĠTESĠ VE BAġARILI YAġLANMA: ANKARA'DA ALT SOSYO-EKONOMĠK
STATÜDEKĠ YAġLILAR ÖRNEĞĠ .................................................................................................. 325
STATÜ GÖSTERGESĠ OLARAK BESLENME ............................................................................... 337
TIBBĠ SOSYAL KONTROL: ġĠġMANLIĞIN TIBBĠLEġMESĠ BAĞLAMINDA BEDENLERĠN
DENETĠMĠ.......................................................................................................................................... 349
YENĠ BĠR SOSYO-POLĠTĠK MUYHALEFET BĠÇĠMĠ OLARAK GEZĠ PARKI HAREKETĠ ..... 361
GEZĠ PARKI: ―ġEHĠR HAKKI‖ TARTIġMALARI VESOSYOLOJĠNĠN SAVUNULMASI......... 375
MĠDYAT‘TA ETNĠK GRUPLAR ARASI ĠLĠġKĠLER VE AĠDĠYET SORUNU ............................ 385
TÜRKĠYE‘DE CEMEVLERĠ SORUNU ( TUNCELĠ ÖRNEĞĠ ) ..................................................... 399
―GAVUR‖ ĠZMĠR‘DE DĠNĠ HAYAT ................................................................................................ 405
1980 SONRASI ĠSLAMCILIĞIN DÖNÜġÜMÜ BAĞLAMINDA TÜRKĠYE‘DE ANTĠKAPĠTALĠST MÜSLÜMANLAR ...................................................................................................... 417
TEMSĠLLER VE DIġLAYICI KARAKTERLERĠ: ALEVĠLER ÜZERĠNE BĠR ARAġTIRMA .... 429
TÜRKĠYE‘DE EKONOMĠK SEÇKĠNLERĠN KÜRESELLEġME SÜRECĠNDEKĠ
DÖNÜġÜMLERĠ: ĠLĠġKĠ AĞLARI, DEĞERLER, KÜLTÜR GÖSTERGELERĠ ........................... 439
KAHRAMAN GERĠLLA‘NIN BAġINA GELENLER...................................................................... 449
NĠĞDE‘DEKĠ ĠNTĠHAR OLAYLARINA SOSYOLOJĠK BĠR BAKIġ ........................................... 461
AĠLE ĠÇĠ ġĠDDET VE BOġANMA ................................................................................................... 469
ENTELEKTÜELLĠK VE TOPLUMSAL HAREKETLER: TEKEL EYLEMĠ SÜRECĠNDE
ENTELEKTÜEL SÖYLEMLERĠN ANALĠZĠ .................................................................................. 483
YENĠ TOPLUMSAL HAREKETLER BAĞLAMINDA MEKÂNIN ADĠL PAYLAġIMI VE
―CRĠTĠCAL MASS‖ HAREKETĠ ...................................................................................................... 505
BOġ ZAMAN, TÜKETĠM VE ALIġ VERĠġ MERKEZLERĠ ........................................................... 515
TÜKETĠM VE META FETĠġĠZMĠNĠN TELEVĠZYON ARACILIĞIYLA ġEKĠLLENDĠRĠLMESĠ:
PĠġĠRME ġOVLARI ........................................................................................................................... 525
BĠR TURĠZM HAKKI OLARAK SOSYAL TURĠZM VE ENGELLĠLER ...................................... 549
SOSYAL DIġLANMANIN MEKÂNSAL ĠZDÜġÜMÜ:ROMAN MAHALLELERĠ ...................... 565
SONUÇ ............................................................................................................................................... 575
KATILIMCILAR LĠSTESĠ ................................................................................................................. 579
VIII
A9 OTURUMU
KÜRESELLEġME-I
HAKLAR VE ĠLĠġKĠLER
ĠNSAN VE YURTTAġ HAKLARI NASIL TUTARLI KILINABĠLĠR? HANNAH
ARENDT VE GĠORGĠO AGAMBEN ÜZERĠNEBĠR OKUMA
Salih AKKANAT1
ÖZET
20. yüzyıldan 21. yüzyıla devreden temel sorunlardan biri de ulus-toprak-devlet arasındaki bağın
pekiĢmesini ifade eden klasik yurttaĢlık kavrayıĢının hukuki ve siyasi krizidir. Bu sorun, gerek egemen
etnik çoğunluğun azınlık kimlikleri karĢısındaki konumu bağlamında gerekse mültecilerin ya da
göçmenlerin, özellikle birinci dünyada, yurttaĢlık hukukuna dâhil edilmelerinde yaĢanan güçlükler
çerçevesinde ortaya çıkmaktadır. Ulus-devlet egemenliğinin giderek bölgesel bütünleĢme
siyasetleriyle sorgulanmaya baĢlandığı bu geçiĢ süreci ile göçmen kampları, sınırlarda yükselen yeni
güvenlik duvarları, farklı yurttaĢlık statüleri yoluyla devam eden ayrımcılıklar, asimilasyonu
hedefleyen kültür ve eğitim politikaları, yabancı olanın potansiyel tehdit olarak algılandığı güvenlik
devleti anlayıĢı bir çeliĢki oluĢturmaktadır. Bu bildiri, bu çeliĢkinin kökenlerine dair siyaset felsefesi
içinden bir okuma önermektedir.
Anahtar Sözcükler: Mülteci, Yurttaşlık, İnsan Hakları, Arendt, Agamben, Siyasal
ABSTRACT
One of the main problems inherited from 20th to 21st century is the legal and political crisis of the
classical conception of citizenship referred to reinforce the bond between the nation-state-land. This
issue arises in thecontext of superiority of the dominant ethnic majority over the minority identities.
And also it occurs in the frame work of the citizenship law, especially in the first world, that have
difficulty to include refugees or immigrants. This transition process that nation-states over eignty
gradually beginning to be questioned in the policies of regionalintegration, is incosistent with
immigrant camps, new firewalls risingin borders, discriminations going through different citizenship
status,cultural and educational policies aimed at assimilation, security state understanding. This paper
proposes a reading of theorigins of this conflictin thecontext of the political philosophy.
Keywords: Refugees, Citizenship, Human Rights, Arendt, Agamben, the Political
GĠRĠġ
1951 tarihli Mültecilerin Statüsü ile ilgili BirleĢmiĢ Milletler SözleĢmesi‘nde tanımlandığı
biçimiyle mülteci, ―ırkı, dini, milliyeti veya belirli bir toplumsal gruba mensubiyeti ya da siyasal
görüĢü nedeniyle zulme uğrayacağı yolunda haklı bir korku taĢıyan ve vatandaĢı olduğu ülkenin
dıĢında bulunan ve o ülkenin korumasından yararlanamayan ya da aynı korku yüzünden yaralanmak
istemeyen‖ kiĢidir(BMMYK, 1997: 51). Dünyada ne kadar göçmen, mülteci veya sığınmacı olduğu
tam olarak bilinemese de Uluslararası Göç Örgütü tarafından yayınlanan bir rapora göre 1965-2000
yılları arasında dünyadaki göçmenlerin sayısı 75 milyondan 150 milyona çıkmıĢtır. 2002 yılı itibariyle,
BirleĢmiĢ Milletler Nüfus Bölümü‘nün tahminlerine göre, dünya nüfusunun yüzde ikisine tekabül eden
185 milyon insan en az 12 aydır doğduğu ülkelerin sınırlı dıĢında yaĢamaktadır. Yine 1975‘te 2.4
milyon olan küresel mülteci nüfusu, 1985‘te 10.5 milyona ve 1990‘da 14.9 milyona ulaĢmıĢtır. Soğuk
SavaĢ‘ın bitimi sonrasında küresel mülteci nüfusu 18.2 milyonla zirveye ulaĢmıĢtır. Bu bildiri, 20.
Yüzyılda siyasi ve hukuki açıdan çözüme kavuĢturulamamıĢ ve her geçen yıl daha da önemli bir sorun
alanı haline gelen göçmenlik ya da mülteciliğin, egemen yurttaĢlık anlayıĢının içinden bir bakıĢla ele
alınmasının açmazlarına iĢaret ederek 21. Yüzyıl için evrensel bir yurttaĢlık düĢüncesinin ihtiyaç
duyduğu siyaset biçimine Arendt ve Agamben üzerinden bir açılım sağlayabileceğimize iĢaret ediyor.
* Yrd. Doç. Dr., GümüĢhane Üniversitesi, ,Ġktisadi ve Ġdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
Bölümü,
[email protected]
1
SINIRIN ĠKĠ YAKASI: YURTTAġ VE MÜLTECĠ
Agamben, özellikle Birinci Dünya SavaĢı‘ndan sonra yeni kurulan ulus-devletlerle birlikte azınlık
statüsüne düĢen veya göçe sürüklenen milyonlarca insanın varlığının, egemen hukuk sistemi ve
evrensel insan hakları değerleri açısından yarattığı açmaza dikkat çekmektedir (Deranty, 2004).Ona
göre göçmen mültecinin içinde bulunduğu insanlık durumu, hukuki açıdan bir bakıma toplama
kampındaki insanın durumuna benzer. Devletin asli yurttaĢlarının sahip olduğu haklara sahip olmadan
ikamet eden birinin durumu, hukukun koruması altında olmayan birinin durumu olarak istisna halinde
bir yaĢama karĢılık gelir. Ġnsanın, istisna halinde, öldürülebilen ancak öldürülmesi ceza gerektirmeyen
bir varlığa yani çıplak hayata dönüĢür (Salter, 2008: 365-380); ve bu durum, günümüzde de kurulmaya
devam eden göçmen kampları bağlamında istisnanın norm haline dönüĢtüğünün açık kanıtlarından
biridir (Castles veMiller, 2008: 145-146). Çıplak insan, mültecinin Ģahsında, istisnanın artık kural
haline geldiğini sergileyen bir anahtar sözcüğe dönüĢmektedir (Balibar, 2008b: 153). Mültecinin
sergilediği veya dıĢa vurduğu Ģey, biyosiyasal iktidarın çıplak hayatı, ulusun siyasal bedeninden
arındırmasının bir sonucu olarak yurttaĢ kimliğinin dayandığı Ģiddet olgusudur.
Agamben, mültecinin ulusun siyasal bedeninden neden dıĢlandığının anlaĢılabilmesi için yurttaĢ
kimliğinin egemen iktidara olan bağımlılığının bilinmesi gerektiğini savunur. YurttaĢ, Benjamin‘in
deyiĢiyle, modernite bağlamında, ―insanın kutsallığı dogmasının‖ öznesidir (Haverkamp, 2005: 9951003). Bunun anlamı, Aydınlanmadan beri yüceltilen insanın devredilemez ve doğuĢtan gelen temel
haklara sahip bir varlık olarak tanımlanmasının bir soyutlama olduğu; bunun ötesinde yurttaĢın,
devlet-ulus-toprak/ülke arasındaki bağın hukukileĢtirilmesinin bir ürünü olarak, egemen iktidarın
kararıyla iliĢkisinin kurulamamasıdır. Egemenin, egemenlik hakkının (Imperium) temeli, babanın
erkek çocuk üzerindeki vitaenecisquepotestas‘ında olduğu gibi, insanın insanlığına karar vermektir.
BaĢka bir deyiĢle, yurttaĢ, egemenin öldürebilme hakkının simgesidir. Modern düĢüncede kutsallık
atfedilerek siyasal hayata sokulan insan, ―egemen yasaklamaya dâhil olan ilk hayat figürünü sun(ar) ve
siyasal boyutun ilk olarak yaratılmasını sağlayan ilk dıĢlamanın hatırasını‖yaĢatır (Agamben, 2001a:
113). Kutsal hayatın, gerek dini gelenekte gerekse eski Roma hukukunda ―kurban edilemeyen fakat
öldürülebilen hayat‖ anlamına geldiğine dikkat çeken Agamben (2001a: 112), insanın kutsallığının
aĢkın bir gücün dolayımı olmaksızın düĢünülemeyeceğini; bu anlamda kutsallığın, aynı zamanda
meĢru olarak öldürme hakkına karĢılık geldiğini belirtir. Bu durumda, kutsallık, ―çıplak hayatın hukuk
düzenine dâhil ediliĢinin ilk(el) biçimidir ve homo sacer tabiri, ilk ‗siyasal‘ iliĢkiye benzer bir Ģeyin,
yani, egemenin hükmünün/kararının nesnesi olarak içleyici bir dıĢlama içinde iĢleyen çıplak hayatın
adıdır. Hayat egemen istisna içinde kaldığı sürece kutsaldır‖ (Agamben, 2001a: 115).
Nitekim Agamben, modern demokrasinin temeli sayılan 1679 tarihli habeascorpus fermanına,
―çıplak hayatın siyasetin yeni öznesi olarak kayda geçtiği ilk olay‖ olarak atıf yapar. Aynı Ģekilde,
1215 tarihli Magna Carta‘da kral, tebaasının fiziksel özgürlüğünü garanti ederken çıplak hayata
gönderme yapmaktadır. Burada dikkat çekilmesi gereken, modernite bağlamında hakların taĢıyıcısı ve
yeni egemen özne olarak ortaya çıkan yurttaĢ kimliğinin oluĢumunun egemen istisnaya olan
içkinliğidir. YurttaĢ yurttaĢlığını, bedeninin (Corpus) veya çıplak hayatının hukuksal-siyasal
hayatından tecrit edilmesine borçludur (G. Agamben, 2001a: 165). Hukukun geçerli olabilmesi, bir
bedeninin olabilmesi; bir bedeni veri almasını, bir beden üzerinden iĢlemesini gerektirir. Modern ulusdevlet, iĢte bu kutupsallığı temel alır; yurttaĢlık hukukunun geçerliliği, yurttaĢın çıplak hayatının
üretilmesine ihtiyaç duyduğu gibi mültecinin yabancı bedeninin sürülmesini de zorunlu kılmaktadır
(Balibar, 2008c: 90).
Agamben‘e göre (2001a: 194), insan ile yurttaĢın, insan hakları ile yurttaĢlık haklarının ayrılması
ve kutupsallığı, çıplak hayatın siyasal hayattan dıĢlanmasının zorunlu sonucudur. Agamben, insan
hakları bildirgelerinde, egemenliğin temeli olan çıplak hayatın artık devlet siyasetinin hem nesnesi
hem de öznesi haline geldiğine dikkat çeker. Ġnsan haklarının taĢıyıcı öznesi olarak tanımlanan
yurttaĢın (Marshall, 2006: 8; Bottomore, 2006: 88), egemenlik alanının kuruluĢu için dıĢlanan çıplak
hayatı, Ģimdi mültecinin Ģahsında yeniden ortaya çıkmaktadır. Mülteci, egemenliğin temelinde yatan
hayat ve hukuk arasındaki Ģiddet iliĢkisini açığa çıkarır; herhangi bir hukuksal-siyasal düzenin hayatın
dıĢlanmasına dayalı egemen istisnaya içkinliğini teĢhir eder. Agamben‘e göre (2001a: 176) mülteci,
―doğum-ulus [iliĢkisin]den insan-vatandaĢ iliĢkisine kadar ulus-devletin temel kategorilerini radikal
biçimde kuĢku alanına çeken ve böyle yapmakla da, çıplak hayatın (…) ayrı ve istisna sayılmadığı bir
2
siyasetin hizmetine yeni kategoriler sunmanın yolunu (…) açan sınırlı bir kavramdan daha az bir Ģey
değildir.‖
ĠNSAN HAKLARININ PARADOKSU
Agamben‘in mülteciyi ve mülteci kamplarını hangi anlamda çıplak hayatın istisna sayılmadığı bir
yaĢam veya siyaset biçiminin ufkunu oluĢturan bir sosyal kategori ve siyasal özne olarak gördüğü
sorusu, Agamben‘in siyasal ontolojisinin ana hatlarını belirlemek bakımından önem taĢır. Ancak buna
geçmeden önce, Agamben‘in yeni bir siyasal ve tarihsel bilincin paradigması olarak sunduğu
mültecinin Ģahsında, Ģiddeti kurumlaĢtıran kategoriler olarak yurttaĢ ve insan hakları gibi ulus-devletin
siyasal-hukuksal düzeniyle yakından bağlantılı kavramların ayrıcalıklı statülerinin sorgulanması
özellikle yurttaĢ hakları ve insan hakları eksenli siyaset biçimlerinin açmazlarını göstermek açısından
önem taĢımaktadır. Agamben‘in mülteciyi neden ulus-devlet hukukunu krize sokan ve onu aĢma
potansiyeli taĢıyan yegâne siyasal özne olarak gördüğü sorusu bu tartıĢma çerçevesinde açıklık
kazanmaktadır.
Agamben (2009a: 46), Arendt‘in 1943 yılında kaleme aldığı ―Biz, Mülteciler‖ baĢlıklı makalesini
ve Totalitarizm‟inKökenleri‘nin ikinci cildinin dokuzuncu bölümü olan ―Ulus-Devletin YıkılıĢı ve
Ġnsan Hakları‘nın Sonu‖ baĢlıklı denemesini, ulus-devletin hukuksal-siyasal kategorilerinin
açmazlarını teĢhir eden ve mülteciyi, ―gelecek (tocome) bir siyasal toplumun biçim ve sınırlarını
görebildiğimiz‖ bir kategori olarak sunan temel baĢvuru kaynakları arasında gösterir. Buna göre,
mülteci, hukuk ve haklar düzeninin ontolojik boyutunu görünür kılmanın yanı sıra bugüne kadar
siyasal özneyi temsil etmek için baĢvurulan kavramlardan (ulus-devlet hukuku çerçevesinde
biçimlenmiĢ veya yapılanmıĢ olmaları nedeniyle) vazgeçilmesine de aracılık etmektedir(Agamben,
2009a: 46).
Arendt, Birinci Dünya SavaĢı‘nın bitiminde Avrupa siyasal sistemlerinin daha önce uğraĢmak
zorunda kalmadıkları siyasal ve hukuksal bir sorunla yüz yüze geldiklerinden bahseder: ―Hiçbir yere
kabul edilmeyen ve hiçbir yerde asimile olamayan göçmen gruplar‖ (Arendt, 2009: 255-256). 1914
SavaĢı, Avrupa‘nın sadece coğrafi ĢekilleniĢi veya toprak paylaĢımı bağlamında değil bu paylaĢım
mücadelesinin öncesinde ve sonrasında siyasal düĢüncenin temel topografik mekânı olmaya devam
eden ulus-devlet düzeninin dayandığı değerlerin ―gizli yanlarını‖ ortaya sermesi bakımından da bir
dönüm noktası oluĢturmuĢtur(Arendt, 2009: 256). Yeni ulus-devletlerin kurulması veya ulusdevletlerin içindeki nüfusun bir bölümünün hukuksal statülerinin yeniden tanımlanması; göçmen,
mülteci veya azınlıklar gibi, ―çevrelerindeki dünyanın kurallarının ansızın artık geçerli olmadığını
hisseden (…) (kendilerini) giderek istisna bir konumda‖ bulan yeni toplumsal (ya da toplum-dıĢı)
kategoriler yaratmıĢtır (Arendt, 2009: 256). Ulus-devlet-toprak arasındaki bağın bir an için kopması ve
yeniden kurulmasının sonucu olarak ortaya çıkan bu gruplar, ―anayurtlarından ayrıldıklarında artık
yurtsuzdular; devletlerini bıraktıklarında artık devletsizdiler; insan haklarından yoksun
bırakıldıklarında artık haksızdılar, yeryüzünün posasıydılar‖(Arendt, 2009: 256).
Agamben‘in(2009a: 48) Arendt‘e dayanarak iĢaret ettiği gibi, bu durum, ―saf insan gibi bir Ģey için
ulus-devletin siyasal düzeni içinde otonom bir alan olmadığı(nı)‖ gösterir. BaĢka bir sıfatı haiz
olmaksızın insanın insanlığının, ulus-devletin yasaları tarafından korunmasının tasavvur edilemez
olması, ulus-devlet sisteminin bir gerçeğidir. Arendt, bir devlete üyelikle, ulusa mensubiyetle veya
toprağa aidiyetle bağını yitirmiĢ birinin, devredilemez diye düĢünülen insan haklarından ve bu hakları
teminat altına alan Ġnsan Hakları Bildirgeleri‘nin yükümlülüklerinden yararlanamaz hale geldiğini
gözlemler. Egemen ulus-devlet düzeninin krize girmesiyle birlikte, devletsiz, yurtsuz ve hukuksuz
kalan milyonlarca insan, artık ne bir yurttaĢlık hukukunun ne de insan hakları hukukunun öznesidir.
Bir diğer ifadeyle, egemen ulus-devletlerden oluĢan bir sistemde, ―kendi ulusal yönetiminden yoksun
bir halk (…) insan haklarından da yoksun‖ kalmaktadır (Arendt, 2009: 264). Diğer taraftan, Milletler
Cemiyeti, BM Devletlerarası Mültecilik Komitesi (1938) ve BM Uluslararası Mülteciler Örgütü
(1946) gibi uluslararası kuruluĢlar, bir devletin hukuki koruması altında bulunmayan ya da yurttaĢlık
hukukundan sınırlı olarak yararlanan insanlar karĢısında sorunu aĢmak için bir çözüm bulmak yerine
ulus-devlet mantığını yeniden üreten düzenlemeler geliĢtirmekle yetinmektedir.
Arendt‘e(2009: 269) göre, devletsiz halkların ortaya çıkıĢı ve insan haklarının evrenselliği
ilkesinin uygulamada da çökmesi, ―devletin, yasaların bir aygıtı olmak yerine ulusun aygıtına
3
dönüĢmesi sürecinin tamamlandığını,‖ ―ulusun, devleti fethettiğini‖ gösterir. Arendt(2009: 269) bunun
tarihin olumsal bir geliĢimi olarak değil, ulus-devlet yapısının içkin bir sonucu olarak görülmesi
gerektiğini söylemekle birlikte, yine de ulus-devletin her zaman ―keyfi yönetime ve despotizme karĢı
hukukun egemenliğini temsil‖ ettiğini söyler. Bu nedenle, devletsizlerin ve yurtsuzların ölüme
terkedilmesine yol açan hukuki sonucu, ―ulusal çıkar ile yasal kurumlar arasındaki dengenin‖
demagojik tahrik ve gerçekçi olmayan Ģovenist çıkar politikalarının etkisiyle bozulmasına bağlar.
Devletlerarasında ortak çıkarlar sözkonusu olduğunda egemenliğin mutlaklaĢması ertelenmiĢ; ancak,
çıkarlar arasında dengesizliğin ortaya çıktığı ilk anda, ―sakinlerinden kurtulmasına izin veren (…)
yasalar çıkarmamıĢ tek bir ülke bile‖ kalmamıĢtır (Arendt, 2009: 274).
Bir devletin otoritesine doğuĢtan üyeliğin tanıdığı doğal yurttaĢlık haklarının korumasından
yararlanamayan ve böylece hukuk tarafından terk edilen insanlar, polisin faaliyet alanında
kovuĢturulan adli suçlulara dönüĢürler. Arendt, Benjamin‘in tutumuna benzer bir tarzda, polisin
mültecilik ve göçmen sorunu bağlamında, hukuktan bağımsız bir mevcudiyet kazanmaya baĢladığına
dikkat çeker. Yerel veya evrensel herhangi bir hukukun korumasından muaf tutulan mültecinin varlığı
nedeniyle polis, ―Batı Avrupa‘da ilk kez kendi bildiği gibi hareket etme, insanlar üzerinde doğrudan
hâkimiyet kurma yetkisine sahip‖ olmuĢtur(Arendt, 2009: 289). Arendt‘e göre, totaliter rejimlerin
belirleyici özelliği olan polis iktidarının kurulması, devletsizlerin ve potansiyel devletsizlerin nüfusa
oranının artmasıyla paralel bir geliĢme olarak görülebilir. Bir bakıma, hukuk tarafından terk edilen
mülteci, ulus-devlet sisteminde yegâne resmi muhatabı olarak polisin kanundan boĢalmasına yol
açmaktadır.
Ancak, insanın devredilemez haklara sahip bir varlık olarak koyutlanmasının ve ulusal hukukun,
insanın indirgenemez haklarını doğal bir veri olarak esas alacağı varsayımının bir soyutlama olduğu
gerçeği, ―insanlar siyasi yönetimlerinden yoksun kaldıklarında ve (…) onları koruyacak hiçbir otorite
ve onları koruyacak hiçbir kurum kalmadığında‖ ortaya çıkmıĢtır (Arendt, 2009: 296). Bir diğer
ifadeyle, ―kalıtımsal özelliklerinin ve soylarının esiri olmaktan kurtulan insanlar toprak/ulus/devlet
ittifakının yeni üçlü hapishanesi içine hızla kapatıldıklarında, [insan ve yurttaĢ haklarının özdeĢliği]
aksiyomu doğmakta olan gerçekliğini hızla yitirdi ve neredeyse unutuldu; ‗insan hakları‘ ise (…)
devletin öznesi, ulusun mensubu ve toprağın meĢru sakini arasında kiĢisel bir birliğin ürünü olarak
yeniden tanımlandı‖(Bauman, 2009: 193).Bu açıdan bakıldığında, Arendt(2009: 303)insan haklarının
yeniden tanımlanmasına yol açan dönüĢümün, insanın yasalar karĢısında eĢit olarak tanımlanmamıĢ
olmasından çok; ―onlar için bir yasanın var olmaması(ndan); ezilmeleri değil, kimsenin onları ezmek
istememesi(nden)‖ kaynaklandığını söyler.
Ancak Arendt yine de Bildirge‘de ifade edilen temel insan hakları düĢüncesini eleĢtirmekle
beraber geçerli ve uygulanabilir bir insan hakları kavramının mümkün olup olmadığını araĢtırır
(Çelebi, 2009: 90). Yurdun yitirilmesi ve yeni bir yurt bulmanın imkânsızlığı ile siyasi bir yönetimin
korumasının yitirilmesinin açığa çıkardığı paradoks; baĢka bir deyiĢle, insan haklarının yurttaĢ
haklarına dayanmaksızın sadece bir soyutlamadan ibaret kalması, Arendt açısından, her Ģeyden önce
insanın siyasi varoluĢunu yitirmesinin bir sonucudur. Arendt‘in Aristoteles‘den hareketle söylediği
gibi, hukuksal-siyasal alanın oluĢumunu önceleyen konuĢma ve eyleme yetisi ile insanın topluluk
içinde yaĢayan siyasal bir varlık olma özelliğinin yitirilmesi, insan haklarının çökmesinin birincil
nedenidir. Bu nedenle, Arendt, insan hakkının ulusal bir topluluğa üyelikten önce, ―hiçbir tiranın
alamayacağı insanlık durumunun genel bir özelliği olarak‖ siyasal topluluğa üyelik hakkına karĢılık
geldiğini belirtir (Arendt, 2009: 305)ve bu hakkı, ―haklara sahip olma hakkı‖ (Arendt, 2009: 304;
Hamacher, 2004) olarak adlandırır.
Ġnsanın yurdunu, bir siyasi yönetimin veya hukukun korumasını yitirmesi ve giderek insan olma
hakkından muaf tutulması, hukukun ontolojik temelini oluĢturan ―haklara sahip olma hakkı‖nın
yitirilmesiyle yakından iliĢkilidir. Arendt, böylece, doğal hukuk ve pozitif hukuk gelenekleri
tarafından ya soyut hipotetik bir ilkeye ya da ulus-devlet-toprak üçlüsüne bağlanan insan hakkının,
haklara sahip olma hakkı yoluyla öncelikle siyasal bir hak olduğunu açıklamaya çalıĢır. Buradan
hareketle, hukuksal-siyasal düzen içinde iĢlenen ve doğal veya pozitif hukuk yoluyla kolayca
meĢrulaĢtırılabilen insan hakkı ihlallerinin (Reemtsma, 1998: 69), siyasal olanın önceliği ve üstünlüğü
üzerinden sorgulandığında, meĢruiyet temellerinin çökeceği varsayılır.
4
Dolayısıyla, Arendt açısından, daha temel olan hakkın, örgütlü bir insan topluluğuna mensup
olmaya iliĢkin temel bir hak olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, haklara sahip olma hakkı, ancak
―doğumumuz sırasında tanımlandığımız niteliklerimiz yoluyla değil, (…) edimlerimiz, ifadelerimiz ve
düĢüncelerimiz doğrultusunda yargılandığımız politik bir toplulukta hayata geçirilebilir‖ (Benhabip,
2006: 69).
Bu nedenle haklara sahip olma hakkı, yukardan atfedilmiĢ yasa ve haklara indirgenebilecek
herhangi bir hukuki ilke değildir; tam tersine, ―çoğulluktan kaynaklanan, hakları ve yasaları kuran‖ bir
gücü ifade eder (Mutman, 2009: 196). Haklara sahip olma hakkı, hukukiliği mümkün kılan hakların
yaratım sürecine, demos‘un doğrudan katılımına gönderme yapar. Yaratım sürecinden soyutlandığında
haklar, teknik ve idari bir ödev ve zorunluluk konusu haline gelir (Çelebi, 2009: 92).
Arendt‘e göre haklara sahip olma hakkı, insan haklarına olası herhangi bir baĢvurunun temel
dayanak noktasıdır. BaĢka bir ifadeyle, insan hakkı, Arendt‘in bakıĢ açısından öncelikle haklara sahip
olma hakkına karĢılık gelmektedir. Aynı Ģekilde, haklara sahip olma hakkının teminatı da insanlığın
kendisidir. Ancak Arendt (2009: 308), bu tür bir insanlık hakkı düĢüncesinin ―hala egemen
devletlerarasında var olan anlaĢmalara göre iĢleyen uluslararası hukukun mevcut sahasını‖ aĢtığını; bu
nedenle, ulus-devletin ötesinde var olan bir insanlık alanının henüz açılmadığını söyler. Bununla
birlikte Arendt, dikkat çekici bir Ģekilde, ―dünya hükümeti‖ kurulmasının da insan ve yurttaĢ hakları
ikilemini çözmek için uygun bir öneri olmadığını düĢünür. Çünkü ona göre dünya hükümeti
düĢüncesinde somutlaĢan ve herkesi içine alan kapsayıcı bir iyilik anlayıĢı totaliter devletlerin iyilik
anlayıĢıyla benzer yapıdadır. Sekülerizmin sonucu olarak geliĢen araçsal akıl, hakkı ―-için iyi‖ ile
özdeĢleyen bir yasa anlayıĢıyla sonuçlanmaktadır. Bu durumda, ―-için iyi‖nin öznesi aile, halk veya en
geniĢ sayı olarak insanlık olabilir; ancak bu araçsal iyilik anlayıĢı, ―insanlığın günün birinde bazı
parçalarını tasfiye etmenin bir bütün olarak insanlık için hayırlı bir iĢ olacağına tamamen demokratik
bir biçimde –yani çoğunluk yoluyla- karar verecek‖ olması ihtimalini dıĢarıda bırakmaz (Arendt,
2009: 309). Eklemek gerekir ki Arendt bu sonucu, insan haklarına bir soyutlama olarak baĢvurulması
durumunda karĢımıza çıkacak bir olgu olarak ele almaktadır.
Ġnsan haklarına bir soyutlama olarak baĢvurulduğunda öngörülmeyen sonuçların ortaya çıkma
ihtimali, seküler insanın dünyayı kendi yapıtı ve tasarımı olarak sahiplenmek istemesinin bir
sonucudur. Arendt, uygarlığın geliĢimiyle beraber, insanın kendi üretmediği ve sadece ona verilmiĢ
olan gizemli her Ģeye karĢı bir tür hınç beslediğini gözlemler. Ġnsanlar ancak kendi ürettikleri dünyada
kendilerini evlerinde hissedeceklerdir. Bu nedenle insan haklarının insanın eylemleriyle müdahil
olduğu bir alanda yani siyasal ve kamusal alanda Ģekillenmesi ya da somutluk kazanması gerekir. Bir
siyasal topluluğa üyelik hakkından, Arendt‘in deyiĢiyle haklara sahip olma hakkından dıĢlanmıĢ insan,
herĢeyden önce kendi yazgısını Ģekillendirme olanağından yoksun kılınmıĢ; baĢka bir ifadeyle, siyasal
varoluĢu elinden alınmıĢ biridir. Arendt(2009: 312) insanın bu durumunu, insan yapımı olmayan
Ģeylere duyulan nefrete benzetir ve özel alanla iliĢkilendirir. Siyasal alan, ―bu özel alana duyulan
derine kök salmıĢ bir kuĢkudan; her birimizin, olduğu gibi, tek, biricik, değiĢtirilemez yaratıldığı
gerçeğinde kapsanan tedirgin edici bir mucizesine karĢı derin bir hınçtan‖ doğmuĢtur. Özel alana
duyulan hınç, ―salt verilmiĢliğin oluĢturduğu karanlık arka plan(a), yani bizlerin değiĢtirilemez, eĢsiz
doğamızdan oluĢan (…) yabancıya‖ duyulan hınçtır (Arendt, 2009: 313). Agamben‘in deyiĢiyle,
Bios‘unZoē‘ye düĢmanlığıdır söz konusu olan.
Ancak siyasal faaliyetin Arendt‘in öngördüğü gibi sadece birlikte eyleme kapasitesine karĢılık
gelen uyumlu bir birlikte varoluĢa değil aynı zamanda dıĢlama pratiklerine kolaylıkla yönelebildiğine
değinmek gerekir. Bundan dolayı, ―siyasal eylemin sonucu olan insanlığın belli bir mekânda
konumlanmıĢ siyasal topluluklardan farklı olarak insanları benzer biçimde sürgüne
göndermeyeceğini(n), yurttaĢlıktan çıkarmayacağını(n)‖herhangi bir garantisi yoktur (Çelebi, 2009:
99). Demokrasinin mülteci sorununda görüldüğü gibi yurttaĢlık kavramının krizine yönelik çözüm
noktasında ortaya çıkan yapısal açmazları, siyasetin özünün aynı zamanda topografik bir soruyla
iliĢkili olabileceğini göstermektedir. Arendt‘in siyaset düĢüncesinin siyasal olan-toplumsal olan,
kamusal alan-özel alan ayrımları çerçevesinde yapılandığı düĢünüldüğünde, bu ayrımlar ile mülteciyi
veya yabancıyı dıĢlayan sınırı üreten ayrımlar arasında bir bağlantı olduğunu söylemek gerekir.
5
Nitekim Arendt‘in haklara sahip olma hakkının gerçekleĢeceği verili çerçeve olarak ulus-devleti
temel almıĢ olabileceği hatırlatanınca, onun siyasal düĢüncesinin aĢmaya çalıĢtığı paradoksları yeniden
üreten bir yapıya sahip olduğu daha iyi anlaĢılır. Bu açıdan örneğin Benhabib (2006a: 7374)Arendt‘de ―halkın egemenliği‖ fikrinin, kendisini egemen olarak tanımlayan ve kendini, kendi
kanunlarını yapan politik bir organ olarak yapılandıran bir halkın öz örgütlenmesine ve politik
iradesine karĢılık geldiğine dikkat çekerken, Arendt‘in ulus-devleti, uygulamada olmasa bile ilkesel
olarak yurttaĢlık haklarını hayata geçirebilecek bir sistem olarak gördüğüne atıf yapar. Benhabib‘e
göre (2006a: 75) Kant gibi Arendt‘in düĢüncesi de ―geçici misafirliği [ziyaret hakkını] üyelik hakkına
ulaĢtıracak felsefi ve politik son adımı‖ atmadan son bulur. Her ne kadar Arendt, insanlar arasındaki
eĢitsizlikleri ve dıĢlanmaları eĢit haklara dayalı bir rejime dönüĢtürmeyi amaçlarken, her cumhuriyetçi
anayasa fiilinin ―içerdekiler‖ ve ―dıĢarıdakiler‖ ayrımı yaratması ihtimalinden daha doğrusu
açmazından bahsetmiĢ olsa da; ―her birey için öngördüğü evrensel ahlaki hak (bir siyasal topluluğa
üyelik hakkına karĢılık gelen haklara sahip olma hakkı), politik ve hukuki olarak o kadar kesin
biçimde sınırlandırılmıĢtır ki, dâhil etmeye iliĢkin tüm eylemler kendi dıĢarıda bırakma biçimlerini‖
üretme potansiyeli taĢımaktadır(Benhabib, 2006a: 76).
Arendt‘in insan haklarının paradoksuna toplumsal/siyasal, özel/kamusal ayrımları temelinde anlam
kazandırmaya çalıĢması, mülteci sorununun kökenini bir siyasal topluluğa üyelik hakkından
dıĢlanmaya bağlaması, siyasal alanının kuruluĢunu ontolojik bir kapanma olmaksızın tasavvur
edemediğini göstermektedir. Kurucu siyasal güç, Arendt‘in deyiĢiyle haklara sahip olma hakkı, kurulu
iktidara dönüĢerek kurumsal bir siyaset düzenine yol açar. Arendt‘in haklara sahip olma hakkının
ancak bir siyasal toplulukta yani bir yurttaĢlık düzeninde hayata geçirilebileceğini söylemesi, kurucu
siyaset uğrağının kurulu siyaset düzenine dönüĢmesinin zorunluluğuna iĢaret eder. Arendt‘in hukuk
düzeninin meĢruiyetini soyut bir normlar düzleminden değil siyasal eylem alanından türetmeyi
amaçladığı görülür. Ancak bu durum siyasal olanın, Arendt‘in düĢüncesinde, hukuk ve haklar alanının
biçimlendirilmesi amacına yönelik bir tür hukukileĢtirme faaliyetiyle sınırlı tutulduğu anlamına gelir.
Dolayısıyla, kurucu iktidarın kurulu iktidar düzenine dönüĢmesinin zorunluluğu, sınır sorununu
yeniden üreten bir sonuç doğurur. Siyasallığın kurucu gücü kendi dıĢarısını üretmeksizin, siyasalhukuksal bir mekânı yurt edinmeksizin kendini geçerli kılamaz.
JacquesRancière‘de (2005: 98), Benhabib‘inArendt eleĢtirisine yakın bir tutumla, Arendt‘in
yaklaĢımının arkhi-politik özelliğinin ulaĢmaya çalıĢtığı sonuçlar açısından bir tutarsızlık yarattığına
değinir. Ġnsan haklarının açmazını betimlemek amacıyla Arendt‘in, mülteci veya göçmen statüsündeki
insanlar için sorunun, bir yasanın varlığından çok var olmamasından; yasanın onları ezmesinden çok
kimsenin onları ezmek istememesinden kaynaklandığına iliĢkin sözlerini hatırlatan Rancière‘e göre
(2009: 54) ―bu ifadenin açıkça müstehzi tonunda sıradıĢı bir Ģeyler söz konusudur.‖Rancière açısından
Arendt‘in mültecinin statüsünü hukukun ve ezilmenin ötesinde bir durum olarak tasavvur etmesi,
mültecinin siyasal öznelliğinin göz ardı edilmesidir. Hukukun dıĢına itilmiĢ olmak siyasetin dıĢına
itilmiĢ olmakla eĢanlamlıdır. Oysa Rancière‘e göre siyaset, Arendt‘in nerdeyse siyaset öncesi bir olgu
olarak kabul ettiği, kamusal alan-özel alan veya siyasal hayat-toplumsal hayat ayrımlarını belirleyen
―sınıra‖ iliĢkin bir eylemdir. BaĢka bir deyiĢle siyaset, bu ayrımları belirleyen sınırın nereye
çizileceğine iliĢkin olarak ―bu sınırı yeniden gündeme getiren bir etkinliktir‖ (2009: 59).Arendt
mülteci sorununu, kendi yazgısını Ģekillendirme olanağından yoksun bırakılması anlamında,
mültecinin saf verililiğin karanlık arka planı olarak özel alana kapatılmasına bağlarken, siyasetin
özünü gözden kaçırmaktadır. Rancière(2009: 59; 2005: 71-93) siyaseti, tam da ―neyin verili olduğu
hususunda ya da Ģeyleri verili olarak gördüğümüz çerçeve hakkında bir uyuĢmazlık‖ olarak tanımlar.
Ġnsan ve yurttaĢ hakları arasındaki paradoksun çözülmesi, bu nedenle yurttaĢı ve mülteciyi bir
birini dıĢlayan iki ayrı kategori olarak değil iki ayrı siyasal özne olarak ele almayı gerektirir. Siyasal
özneler, önceden belirlenmiĢ bir sınırın iki yanına sıralanmıĢ topluluklar değil ―daha ziyade içlerine
kimlerin dâhil edileceği konusunda bir sorunsal ya da ihtilaf ortaya koyan artık adlardır‖ (Rancière,
2009: 58; Rancière, 2006).Buradan hareketle Rancière (2009:57-58)Arendt‘in insan haklarını iki
alternatifi olan bir açmaz olarak betimlediğini söyler: ―ya vatandaĢ hakları insan haklarıdır –halbuki
insan hakları siyasallığından arınmıĢ kiĢilerin hakları demektir; bu durumda, bu haklar hiçbir hakkı
olmayan insanların hakkıdır, ki bu da bir hiç anlamına gelir- ya da insan hakları vatandaĢ hakları, yani
Ģu ya da bu hukuk devletinin vatandaĢı olmak sonucunda haiz olunan haklardır. Bu da insan haklarının
6
zaten hak sahibi insanların hakları olduğu anlamına gelecek ve bir totolojiyle sonuçlanacaktır. Ya
hiçbir hakkı olmayan insanların hakları ya da zaten hak sahibi olan insanların hakları.‖
OysaRanciere‘e göre (2009: 58), Arendt‘in siyasal ontolojisinin öngöremediği üçüncü bir alternatif
daha vardır: ―Ġnsan hakları, sahip oldukları haklara sahip olmayıp sahip olmadıkları haklara sahip
olanların haklarıdır.‖ Böylece, yurttaĢı ve mülteciyi ayıran sınır ne önceden belirlenmiĢ ve sabit bir
sınır olarak görülebilir ne de yurttaĢ ve mülteci sabit kategorilerdir. Balibar‘ın dediği gibi, hak, haklara
sahip olma isteği doğrultusunda mücadele edenlerin kolayca ihlal edebildiği, ama aynı zamanda
mevcut hak kavramının sınırlarıyla da oynadıkları esnek bir zeminde oluĢur. Balibar‘ın(2008e: 66)
―sınırların demokratikleĢtirilmesi‖ olarak adlandırdığı bu durum, ―insan haklarıyla yurttaĢ haklarının,
sorumlulukla militan taahhüdün somut bir eklemlenmesini Ģekillendirir.‖ Sınırları
demokratikleĢtirmek, ―sınırı insanların hizmetine koymak, kolektif denetimlerine açmak, sınırı onların
kendi egemenliklerinin nesnesi kılmak‖ anlamına gelir (Balibar, 2008f: 138). Böylece ulus-devletin en
büyük dıĢ politika miti olan ―doğal sınırlar‖ kavrayıĢı ve doğumlulukla yurttaĢlık statüsü arasındaki
doğal ontolojik bağ, sınırların olumsallık bağlamına sokulmasıyla birlikte, egemenliğini yitirir.
Geleneksel ulus-devlet egemenliğinin sona eriĢinin sonrasında post-ulusal bir egemenliğin
baĢlangıcının öncesinde olduğumuzu savunan Balibar‘a göre (2008g: 198), yurttaĢlık hukuku,
―yalnızca bir temel ya da çerçeve değil yeni açılımlara çağrıda bulunan‖ bir politeia [Balibar‘ın
ifadesiyle yurttaĢlığın kuruluĢu] sürecinin nesnesidir (2008h: 226). Bu nedenle, ―nesnel bir biçim
olarak anayasanın değil‖ ancak yurttaĢlığı kuran öznelliğin bakıĢ açısını yansıtmaktadır (2008h: 226).
Arendt siyaseti, kurucu iktidarın gücü üzerinden temellendirmeyi ve demokrasiyi kurucu bir süreç
olarak yapılandırmayı amaçlarken antagonist bir Ģema yerine çizgisel bir doğrultuda ilerleyen liberal
anayasacılık modelinin hermenötiği içine sıkıĢmıĢtır. Nitekim Arendt‘in(1977) bu sonuca varması,
Fransız Devrimi yerine Amerikan Devrimi‘ni kurucu iktidarı temsil edici bir model olarak sunmasıyla
da örtüĢür.
Negri, Arendt‘in Amerikan Devrimi‘nde gözlemlediği siyasal özgürleĢim deneyiminin ontolojik
bir baĢlangıca iĢaret etmekten çok giderek bir iktidarın dolayımına ve üretimine ihtiyaç duyan bir
özgürlük mekânı olarak siyasal alanın korunmasıyla iliĢkilenebileceğinin üzerinde durur. Bu nedenle,
Arendt‘de kurucu iktidar, ontoloji düzleminden baĢlayarak giderek iletiĢim ve iĢbirliği topluluğunun
muhafazakâr düzlemine doğru kaymaktadır (Negri, 1999: 19). Schmitt‘in egemen karar ve cemaat
arasında kurduğu iliĢkiye benzer bir iliĢkinin Arendt‘in düĢüncesinde bir potansiyel olarak
bulunabileceğini söyleyen Negri (1999: 19), yasanın askıya alınmasındaki (görünüĢte olumsuz) kurucu
kararla bu kararın yol açtığı (olumlu) yapı arasındaki içkin bağa atıf yapar: ―Ġlk karar ne kadar
olumsuz bir karar gibi görünürse o derece köklü bir dizi temellendirici, yaratıcı, dilsel ve anayasal
olanaklar yaratır.‖ Bu açıdan ancak Arendt‘in kurucu iktidar tanımının ontolojik yoğunluğu içinde,
gerek Arendt‘in gerekse Schmitt‘in düĢündüğü anlamda, bir topluluk hissi geliĢtirilebilir. Negri (1999:
19), Arendt‘in kurucu iktidar kavramının yoğunluğunun, onu, ontolojik açıdan doğurgan ve toplumsal
açıdan da bununla bağlantılı bir temel/yapı‖ önermeye ittiğini söylemeye çalıĢır.
Negri‘nin Arendt eleĢtirisi özellikle Agamben‘in insan haklarının açmazını anlama giriĢimine
iliĢkin konumunu aydınlatmaya yardımcı olabilir. Agamben‘in hareket noktasının Negri‘nin
eleĢtirisine benzer bir temelden kaynaklandığını söylemek mümkündür. Kurucu iktidarın kurulu
iktidara, anayasa gücünün anayasama gücüne, çokluğun Bir‘e veya egemenliğe dönüĢme olasılığı
mültecinin dıĢlanmasıyla sonuçlanan bir diyalektik üretir. Kurucu iktidar, Negri‘nin tartıĢmasında da
görülebileceği gibi, varlığın mekânsal açıdan değil ancak zamansal açıdan inĢası temelinde anlam
kazanmaktadır. Arendt, siyaset ve hukuk/hak alanları arasında diyalektik bir iliĢki öngörmüĢ olsa da
sınır üzerinden iĢleyen ulus-devlet-toprak arasındaki ontolojik bağı nihai olarak kesen bir siyaset
biçimine dayanmamıĢtır.
Agamben‘e göre bu sonucu doğuran, Arendt‘in çalıĢmalarının biyosiyasal perspektiften yoksun
olmasıdır. Biyosiyaset, zoē‘ninbios‘tan yalıtılması yoluyla iĢler; oysa Arendt‘in siyasal düĢüncesinin
özü, tam da zoē ve bios ayrımına dayanır. Arendt‘in kurucu iktidarını kurulu iktidara bağımlı kılan,
zoē‟ninbios‘a dönüĢmesinin öngörülmüĢ olmasıdır. Zoē‘nin insanlığı ancak bios içinde
sağlanabilmektedir. Ġnsanın siyasal varoluĢ kapasitesine sahip bir varlık olarak tanımlanması aynı
zamanda çıplak hayatın olumsuzlanmasını içermektedir. Bu bir dıĢ olmaksızın siyasal alanın
7
kurulamayacağını ifade eder. Bu nedenle biyosiyaset, siyasetin çıplak hayat üzerinden iĢlemesi
anlamına geldiği ölçüde Arendt, gerek totalitarizmi gerekse mülteciyi üreten mantığı açıklamakta
zorlanmaktadır. Nitekim totaliter devletlerin mutlak tahakküm çabasının bir ürünü olarak gördüğü
toplama kampının, ancak uç durumlarda mümkün olabileceğini söylerken; Arendt‘in, modern siyaset
düzeninin biyosiyasal niteliğini gözden kaçırdığını söylemek mümkündür. Oysa Agamben(2001a:
159) açısından, mutlak tahakkümü hem meĢru hem de gerekli kılan modern siyaset düzeninin
kendisidir. Totalitarizm ve insan hakları sorunu ―çağımızda siyasetin tamamen bir biyosiyasete
dönüĢmesinin‖ sonucudur. Bu açıdan ―insan hakları öncelikle çıplak doğal hayatın ulus-devletin
hukuki-siyasal düzenine iĢleniminin asli figürünü temsil etmektedir.
Bu bağlamda, mülteci, Agamben‘e(2009a: 49) göre, ―devlet/ulus/toprak teslisini menteĢelerinden
ayırması itibariyle siyasal tarihimizin marjinal değil temel figürü olarak ele alınmayı hak etmektedir.‖
O halde, Agamben‘in mültecinin kurucu iktidarını nasıl tanımladığı sorusu önem kazanmaktadır.
Herhangi bir devlete ve toprağa ait olmamayla tanımlanan mültecinin siyasal öznelliği, çıplak hayatın
―yurttaĢlığa‖ kabul edilmesini nasıl temsil edebilir? Agamben‘e göre, dıĢlama pratiklerine
dayanmayan bir birlikte yaĢamın kurulabilmesi mülteciyi, hem epistemolojik hem de ontolojik
anlamda merkez almayı gerektirmektedir. Mülteci, modern hukuksal-siyasal düzenin temel aldığı
epistemolojinin bir yansıması olduğu gibi dıĢlayıcı olmayan yeni siyaset pratiklerinin öznesidir de. Bu
nedenle, insan haklarının paradoksunun çözümü, Agamben‘e göre, yurttaĢlığı göç halinde bir
yurttaĢlık olarak yeniden kavramlaĢtırmayı gerektirmektedir. Siyasal topluluk, bir ulus-devletin
egemenlik sahasının sınırları içinde geçerliliği olan bir birliktelik olarak değil, ―herkesin bir toplu göç
ya da iltica halinde olacağı, egemenlik sınırı olmayan ya da bir kısmı hep bu sınırların dıĢında kalan
bir alan‖ olarak görülebilir (Agamben, 2009a: 51). Kurucu ilkesi yurttaĢın ius‘undan (hak) ziyade
bireyin refugium‘u (iltica) olan bu alan ―herhangi bir homojen ulusal bölgeyle ya da bu bölgelerin
topografik toplamıyla örtüĢen bir durum arz etmeden, bu bölgeler üzerinde delikler oluĢturan ya da bu
bölgeleri topolojik olarak Klein ĢiĢesi ya da Möbius Ģeridi gibi içeri ve dıĢarının birbirlerini hem
belirlediği hem de belirsiz kıldığı bir tarzda bölümleyen bir etkinlik içerisinde olacaktır‖(Agamben,
2009a: 51). Böylece karĢılıklı olarak egemenlik sınırıyla birbirinden ayrılan ulus-devletlerin yerini,
Derrida‘nın(Derrida, 2005) sığınma kentleri önerisinde de karĢılığını bulan, dünya Ģehirleri alacaktır.
HERHANGĠ VARLIKLARIN SĠYASETĠ
Agamben, Batı siyasetini iĢleten antropolojik makinenin belirleyici özelliğinin, hayatı kendi içinde
bölerek anlamlandırmak olduğuna dikkat çeker. Totalitarizm, kamp veya mülteci, hayatı, kendi
biçiminden yalıtarak iĢleyen antropolojik makinenin ürünleridir. Ġnsan-hayvan ayrımını AlmanYahudi, yurttaĢ-mülteci ayrımına dönüĢtüren antropolojik makinenin iĢleyiĢini durdurmak ve kendi
biçiminden yalıtılamayan bir varoluĢ olarak hayatı mümkün kılmak ―gelmekte olan birlikteliği‖
(ComingCommunity) hedefleyen bir öznellik ve siyasal eylem biçimini gerektirmektedir (Magnuson,
2008: 83). Kendi varlığından baĢka herhangi bir aidiyet biçimine dayanmayan ―herhangi tikelliklerin‖
(WhateverSingularities) birlikte varoluĢ tarzı anlamına gelen ―gelmekte olan birliktelik,‖ Agamben‘e
göre, potansiyel ve edimsel ontolojilerinin yeniden düĢünülmesini öngörür. Sadece bu tür bir siyaset
biçimi, egemenliğin iĢlemek için gereksinim duyduğu yaĢam biçimini bölen ayrımlara son verme
potansiyeline sahiptir (Passavant, 2007).
Agamben‘e(2001b: 1) göre, ―gelmekte olan varlık herhangi varlıktır‖ (Thecomingbeing is
whateverbeing). Bu cümlede geçen iki terim de Agamben‘in önerdiği siyaset kavramının iki temel
öğesini oluĢturur. Egemenliğe dayanmayan ve dıĢlayanı olmayan; dolayısıyla ne varlığını Ģiddete
borçlu olan ne de istikrarı için Ģiddete gereksinim duyan yegâne siyasal topluluk biçimi herhangi
tikelliklerden oluĢan ―gelmekte olan birlikteliktir.‖ Bu cümledeki ―herhangi‖ (Whatever) ifadesi, ne
evrensel ne de bireysel bir varoluĢa atıf yapar (Edkins, 2007: 73).Agamben‘in(2001b: 1) deyiĢiyle,
herhangi ―tikellik bilgiyi, bireysel olanın tanımlanamazlığıyla evrensel olanın tasavvur edilemezliği
arasında seçim yapmaya zorlayan hatalı ikilemden kurtulmuĢtur.‖ Herhangi tikellik, ―kendi baĢına
varlığa‖ (such as it is) iĢaret eder. Bu bağlamda, kendi baĢına varlık olarak herhangi tikellik, onu bir
ulusa, toprağa, dine, kimliğe, sınıfa veya cinsiyete (kızıl, Fransız, Müslüman vb.) ait kılan tanımlayıcı
özelliklerinden sıyrılmıĢtır. Böylece, herhangi birliktelik, ortak bir kimliği veya siyasal projeyi
paylaĢmayan varlıkların birlikte varoluĢu anlamında (Jean-Luc Nancy‘nin ―-ile varoluĢ‖ kavramından
farklı olarak) bir birlikte yaĢama iĢaret eder.
8
Bu bağlamda, herhangi varlığın öznesi olduğu siyaset, toplumsal hareketlerde ve kimlik
mücadelelerinde karĢımıza çıkan siyaset biçimlerinden temelde farklıdır. Her Ģeyden önce, ―devlete
karĢı mücadele ederken toplumsal olanın olumlanmasını‖ içermeyen bir siyaset biçimine
dayanır(Agamben, 2001b: 84). Agamben‘e göre, toplumsal hareketler ya belirli taleplerin tanınması
çağrısında buluĢurlar ya da açıkça paylaĢılan bir kimlik temelinde bir araya gelirler. Herhangi tikel
varlıkların ayırıcı özelliği ise, bu tür bir toplumsal hareketi Ģekillendirebilecek olmamalarıdır. Bunun
nedeni, Agamben‘inBadiou‘ya dayanarak söylediği gibi, ―ne savunulması gereken bir kimliğe ne de
tanınması için mücadele edilen bir aidiyet iliĢkisine sahip‖olmalarıdır(Agamben, 2001b:
85).Agamben, bu noktaya özellikle dikkat çeker. Çünkü ―devlet son tahlilde her zaman herhangi bir
kimlik talebini tanıyabilir –hatta Devletin sınırları içinde bir Devlet kimliğini bile‖(Agamben, 2001b:
85). Bu türden talepler devletin meĢruiyet alanını yeniden üretmesine yardımcı olan; devletin her
zaman ihtiyaç duyduğu türden taleplerdir. Egemen iktidarın dayanak noktasını oluĢturan içermedıĢlama pratiklerini sorgulamak ya da onu kesintiye uğratmaya çalıĢmak gibi bir amaç taĢımayan
tanınma siyasetleri, devlet tarafından hoĢgörüyle karĢılanırlar. Agamben‘e(2009b: 79-80) göre, ―böyle
bir mücadelenin ardından gelecek barıĢ, karĢılıklı kırılgan tanımayı kurumsallaĢtıran bir uzlaĢımdan
ibarettir. Böyle bir barıĢ her durumda devletin ve hukukun barıĢıdır.‖ Diğer taraftan, bir devletin,
―herhangi bir kimliği olumlamaksızın bir birlikteliği Ģekillendiren tikel varlıklara, temsil edilebilir
herhangi bir aidiyet iliĢkisi olmaksızın birlikte var olmaya çalıĢan insanlara (yalnızca bir varsayım
olarak bile)‖ hoĢgörüyle bakması düĢünülemez(Agamben,2001b: 85). Agamben‘in(2001b: 85)
deyiĢiyle, ―herhangi varlığın bir kimliği iĢgal etmeksizin kendi baĢına olanaklılığı, devletin üstesinden
gelemeyeceği bir tehdittir.‖
Agamben‘in bu sonuca varması, onun hayat ve hukuk arasında kurduğu iliĢkinin bir sonucu olarak
görülebilir. Egemen iktidar, varlığını hayatın hukuk alanına sokulmasına borçludur. Bu nedenle
devredilemez haklara sahip bir özne olarak yurttaĢın hukuki statüsü ve insanın kutsallığı anlayıĢı,
çıplak hayatın egemen iktidar tarafından siyasal-hukuksal düzene dâhil edilerek dıĢlanmasına bağlı
olarak ortaya çıkar. Agamben (2001a: 175), yurttaĢ hakları hareketi, insan hakları siyaseti veya
insaniyetçilik (Humanitarianism) gibi hak eksenli talep veya tanınma mücadelelerini, insanın
kutsallığı varsayımıyla hareket ettikleri ölçüde, egemenle gizli bir dayanıĢma içinde olan eylem
biçimleri olarak değerlendirir. ―Son tahlilde, insani(yetçi) örgütler (…) insan hayatını yalnızca çıplak
ya da kutsal hayat figüründe kavrayabiliyor ve dolayısıyla da, kendilerine rağmen, aslında karĢı
koymaları gereken güçlerle gizli bir dayanıĢma içinde bulunuyorlar‖ (Agamben, 2001a: 175). Hem
egemen iktidar hem de ona karĢı mücadele eden gruplar, çıplak hayatı, eylemlerinin öznesi veya
nesnesi kılmaktadır. Agamben‘in herhangi varlığın siyasal öznelliğini, toplumsal mücadele veya
tanınma siyasetlerinden neden ayırmaya ihtiyaç duyduğu bu çerçevede anlam kazanmaktadır. Bu tür
mücadeleler, egemen iktidara benzer Ģekilde, hayat üzerinde ayrımlar yapan veya sınırlar çizen bir
siyaset biçimi ekseninde Ģekillenmektedirler.
Agamben‘in amacı, egemen iktidarı, istisna hali kararında açığa çıkan zoēve biosayrımının bir
yansıması olarak sınırlı bir çerçevede değerlendirmek değildir. Zoē-bios ayrımının egemen iktidara
içkin olduğunu göstermek ve bu ayrımın yansıttığı egemenlik mantığının modern siyaset pratiğine
hâkim olmasının doğurduğu açmazları sergilemektir. Burada açmaz, egemenliği kuran kurucu iktidar
ve egemenlik yerleĢtiğinde oluĢan kurulu iktidar arasında doğan ayrımın aĢılamaması bağlamında
ortaya çıkmaktadır. Agamben‘in(2001a: 175) Schmitt‘e dayanarak söylediği gibi, kurucu iktidar ya da
anayasama gücü, ―bütün anayasal yasama prosedürlerinden önce gelen ve bunların üstünde olan‖ ve
―hukuksal kurallar düzenine indirgenemeyen ve aynı zamanda da egemen iktidardan teorik olarak
farklı olan bir güce‖ iĢaret eder. Bu açıdan bakıldığında gerek egemen iktidar gerekse
Sieyes‘denNegri‘ye farklı Ģekillerde karĢımıza çıkan kurucu iktidar, hukuk kurallarını aĢan bir güce
karĢılık gelmektedir. Agamben bu bağlamda Ģu soruyu sorar: hukuksal-siyasal düzenin oluĢumundan
önce gelen ve meĢruiyetini kendi yaratıcı gücünden alan kurucu iktidar, istisnaya karar vererek hayatı
bir belirsizlik mıntıkasında tutan egemen yasaklamanın yapısından ne ölçüde farklıdır? Kurucu iktidar
ile egemen iktidar arasında herhangi bir farklılık söz konusu mudur?
Agamben‘in(2001a: 63) bu sorulara verdiği cevap olumsuzdur: ―Anayasama gücünün ne anayasal
düzenden türeyen ne de kendisini böyle bir anayasal düzen tesis etmekle sınırlayan bir Ģey olmadığı
(…) gerçeği anayasama gücünün egemen iktidardan ne anlamda ayrıldığı konusunda bize herhangi bir
9
bilgi sunmuyor (…) egemenliğin yasak-yapısına iliĢkin yaptığımız analiz doğru ise, bu sıfatlar [kurucu
iktidara iliĢkin sıfatlar] aslında egemen iktidarda da mevcuttur [bu nedenle] anayasama gücünü
egemen güçten ayıracak herhangi bir kriter‖ bulunamaz. Agamben‘e göre bu açmaza neyin yol
açtığının anlaĢılabilmesi için kurucu iktidarın ontolojisinin gözden geçirilmesi gerekiyor. Kurucu
iktidarın egemen yasaklamanın veya egemen iktidarın yapısıyla ne ölçüde örtüĢtüğü; kurucu iktidarın
egemen iktidardan farklılaĢmasının mümkün olup olmadığı soruları bu çerçevede anlam kazanıyor.
Agamben‘e(2001a: 63) göre, bu sorunun kökeni, kurucu iktidar ile kurulu iktidar arasındaki
―çözümlenmemiĢ diyalektiğin potansiyel ile edimsel/fiili arasındaki iliĢkinin yeniden eklemlenmesine‖
yol açmıĢ olmasında yatar. Bu nedenle, kurucu iktidar kavramının, ―ontolojik kip kategorilerinin kendi
bütünlükleri içinde yeniden düĢünülme‖si gerekir (Agamben, 2001a: 63). Siyasetin, siyaset felsefesi
alanından ilk felsefe alanına yani kendi ontolojik konumuna iadesi anlamına gelen bu strateji, kurucu
iktidarı egemenliğe bağlayan düğümü çözebilecek olan olabilirlik ile gerçeklik ve olumsallık ile
zorunluluk arasındaki iliĢkinin yeniden ele alınmasına iĢaret eder. Agamben‘e(2001a: 63) göre
―egemen yasaktan tamamen kurtulmuĢ bir anayasama gücü tasavvur etmenin tek yolu, potansiyel ile
edimsel (actual) arasındaki iliĢkiyi farklı bir biçimde ele almaktan (…) geçiyor. Edimselin önceliği ve
bunun potansiyelle olan iliĢkisi üzerine kurulu olan ontolojinin yerine yeni ve tutarlı (…) bir
potansiyel ontolojisi ikame edilene dek, egemenliğin çıkmazlarından arındırılmıĢ bir siyaset teorisi,
tasavvuru imkânsız bir Ģey olarak kalacaktır.‖
Buna göre, Agamben (1999), Aristoteles‘in Metafizik‘inin Sekizinci Kitabında incelediği
potansiyel ile edimsel arasındaki iliĢkiyi egemen yasaklamanın yapısıyla potansiyelin yapısı arasındaki
benzerliği aydınlatmak için kullanır. Egemen yasaklamanın ―geçerliliğini artık geçerli olmamayla
sürdürmesi‖ gibi potansiyelde ―edimsel bağlamında kendisini tam da sahip olduğu olmama
kabiliyetiyle yaĢatıyor‖ (Agamben, 2001a: 66).Agamben açısından egemenliği ve egemen
yasaklamayı aĢmak için, potansiyeli edimselle herhangi bir iliĢki içinde olmaksızın düĢünmek gerekir.
Bunun için de öncelikle potansiyel ve edimsel arasındaki kategorik ayrım bir kenara bırakılmalı ve
hem potansiyel, edimselin bir formu olarak hem de edimsel, potansiyelin bir formu olarak tasavvur
edilmelidir. Çünkü Agamben‘e(2009c: 65) göre iktidar her Ģeyden önce ―potansiyelin kendi
eyleminden yalıtılması‖ veya ―potansiyelin örgütlenmesi‖ anlamına gelir. Potansiyelin eylemini
gerçekleĢtirmek onu edimsel formunda bir dıĢarısı olmadan düĢünmeyi gerektirir.
Agamben‘e göre bu, ontoloji ve siyasetin her türlü egemen yasaklama iliĢkisinin ötesinde
düĢünülebilmesi için bir zemin oluĢturmaktadır. Agamben(2001a: 63) açısından, kurucu iktidarın,
Negri‘nin savunduğu gibi, ―kendisini hiçbir Ģekilde anayasama gücü (kurulu iktidar) içinde tüketmiyor
olması yeterli değildir (çünkü) egemen iktidar da, asla edimsel alanına geçmeden, kendisini sonsuz
dek idame ettirebilir.‖ Bu nedenle, ―hem egemenlik ilkesinden tamamen kurtulmuĢ bir potansiyel
tesisi tasavvur etmek hem de kendisini anayasal güce bağlayan yasağı tamamen kıran bir anayasama
gücü tasavvur etmek çok zordur.‖ (Agamben, 2001a: 63). Bu durumda yapılması gereken tek Ģey,
―potansiyelin varoluĢunu, edimsel formundaki –hatta yasaklama uç biçiminde ve olmama potansiyeli
olarak, potansiyelin gerçekleĢimi ve tezahürü olarak edimsel biçiminde bile- Varlıkla hiçbir iliĢki
kurmadan düĢünmektir‖(Agamben, 2001a: 67). Ancak bu Agamben‘in de kabul ettiği gibi, mantıksal
bir sorun olmaktan çok siyasal bir sorundur. Çıplak hayatın artık ne devlet düzeni içinde ne de insan
hakları görünümünde dıĢlandığı ve istisna tutulduğu bir siyaset biçimini gerektirir.
Agamben, çıplak hayatın öznesi olduğu biyosiyasal bedenin, hayatı biçiminden ayırmanın artık
mümkün olmadığı bir varlığa dönüĢmesi anlamında ―yaĢam biçimi‖ (form of life) olarak adlandırır.
―YaĢam biçimi‖, gelmekte olan birlikteliğin herhangi varlığı gibi, ―dil içindeki varlığın aidiyeti
dıĢında‖ her türlü aidiyeti ve özdeĢliği reddeder (Agamben, 2001b: 84). YaĢam biçimi ya da herhangi
varlıklar, devletin ve egemen iktidarın asıl düĢmanıdır (Agamben, 2001b: 85). Bu bakımdan gelmekte
olan birlikteliği öngören siyaset, ―devlet iktidarının ele geçirilmesi veya kontrol altına alınması
mücadelesinden çok Devlet ile devlet-olmayan (insanlık) arasındaki bir mücadeledir, herhangi tikeller
ile devlet örgütlenmesi arasındaki üstesinden gelinemez bir kopuĢtur (Agamben, 2001b, s. 84).
10
KAYNAKÇA
Agamben, G.(1999).―On Potentiality‖.Potentialities: CollectedEssays in Philosophy içinde, çev. D. H.
Roazen Stanford: Stanford UniversityPress, ss. 177-185.
Agamben, G.(2001a).Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. çev. Ġsmail Türkmen, Ġstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Agamben, G.(2001b).TheComingCommunity. çev. M. Hardt, Minneapolis: University of Minnesota,
Agamben, G.(2009a). ―Biz Mülteciler‖. çev. E. Koyuncu, Tesmeralsekdiz: Toplumsal Araştırmalar ve
Sanat Şebekesi, yıl: 3, sayı: 4, Bahar.
Agamben, G.(2009b).―BarıĢ Fikri‖.Nesir Fikri içinde, çev. F. Genç, Ġstanbul: Metis Yayınları,
Agamben, G.(2009c).―Ġktidar Fikri‖.Nesir Fikri içinde, çev. F. Genç, Ġstanbul: Metis Yayınları
Arendt, H. (1977).On Revolution. New York: PenguinBooks
Arendt, H. (1978).―We, Refugees‖,TheJew as Pariah: Jewish Identity andPolitics in the Modern Age
içinde, der. R. H. Feldman, GrovePress
Arendt, H. (2009). ―Ulus-Devletin YıkılıĢı ve Ġnsan Haklarının Sonu‖.Totalitarizmin Kaynakları/2:
Emperyalizm içinde, çev. B. S. ġener, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, ss. 255-294.
Balibar, E.(2008b).―Bir Zulüm Topografyası Dizini: Global ġiddet Döneminde Medenilik ve
YurttaĢlık‖.Biz, Avrupa Halkı: Ulus-aşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca,
Ġzmir: Aralık Yayınları
Balibar, E.(2008c). ―Topluluksuz YurttaĢlık‖,.Biz, Avrupa Halkı: Ulusaşırı Yurttaşlık Üzerine
Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları.
Balibar, E.(2008e). ―YurttaĢlık Yasası ya da Irk Ayrımı‖, Biz, Avrupa Halkı: Ulus-aşırı Yurttaşlık
Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları,
Balibar, E.(2008f). ―Dünyanın Sınırları Politik Sınırlar‖, Biz, Avrupa Halkı: Ulusaşırı Yurttaşlık
Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları.
Balibar, E.(2008g). ―Dertli Avrupa: ĠnĢa Altında Demokrasi‖, Biz, Avrupa Halkı: Ulusaşırı Yurttaşlık
Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları.
Balibar, E.(2008h).―Demokratik YurttaĢlık ya da Popüler Egemenlik: Avrupa‘da Anayasal TartıĢmalar
Üzerine‖, Biz, Avrupa Halkı: Ulusaşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca,
Ġzmir: Aralık Yayınları.
Bauman, Z. (2009). ―ParçalanmıĢ Birlik‖, Akışkan Aşk içinde, çev. I. Ergüden, Ġstanbul: Versus
Yayınları.
BMMYK (BirleĢmiĢMilletlerMültecilerYüksekKomiserliği) 1997 DünyaMültecilerininDurumu
(1997-1998),
Oxford
University
Press
[TürkçeBaskıyıhazırlayan]
Ankara:
BirleĢmiĢMilletlerMültecilerYüksekKomiserliği
Benhabib, S. (2006).―Haklara Sahip Olma Hakkı‘: HannahArendt‘in Ulus-Devletin ÇeliĢkileri Üzerine
GörüĢleri‖, Ötekilerin Hakları: Yabancılar, Yerliler, Vatandaşlar içinde, çev. B. Akkıyal,
Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları
Bottomore, T.(2006). ―Kırk Yıl Sonra YurttaĢlık ve Toplumsal Sınıflar‖, Yurttaşlık ve Toplumsal
Sınıflar içinde, çev. Ayhan Kaya, Ġstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Castles, S., Miller, M. J. (2008).‗‘Göçler Çağı: Modern Dünya‘da Uluslararası Göç Hareketleri‘‘. çev.
B. U. Bal ve Ġ. Akbulut, Ġstanbul: Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
Çelebi, A.(2009).―Haklara Sahip Olma Hakkı‘ ya da Siyasal Haklar: Ġnsan Hakları Üzerine Bir
Deneme‖, Tesmeralsekdiz: Toplumsal Araştırmalar ve Sanat Şebekesi, yıl: 3, sayı: 4, Bahar
Deranty,
J.P.
(2004).
―Agamben‘s
Challenge
toNormativeTheories
of
Modern
Rights‖,
11
BorderlandseJournal, v. 3, n. 1.
Derrida, J. (2005).―Kozmopolitizm Üzerine‖, Bağışlama ve Kozmopolitizm için, çev. A. Utku ve M.
Erkan, Ġstanbul: Birey Yayınları, ss. 15-37.
Edkins, J.(2007). ―WhateverPolitics‖, Sovereignityand Life içinde, der. M. Calarco, S. DeCaroli, çev.
K. Attel, California, Stanford: Stanford UniversityPress.
Hamacher, W.(2004). ―The Right toHaveRights
AtlanticQuarterly, 103:2/3, Spring/Summer.
(Four-and-a-Half-Remarks)‖,
The
South
Haverkamp, A.(2005). ―Anagrammatics of Violence: TheBenjaminianGround of Homo Sacer‖,
CardozaLawReview, v. 26, n. 3, ss. 995-1003.
Magnuson, R.(2008). ―JustBarely: Agamben‘s Reading of Bare Life FromBenjamin‘sCritique of
Violence”, Strategies of Critique, v. 1, n. 1, Spring.
Marshall, T. H.(2006). ―YurttaĢlık ve Toplumsal Sınıflar‖, Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar içinde,
çev. Ayhan Kaya, Ġstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Mutman, M. (2009). ―Ġnsanlığın Kıyısında: Haklar‖, Tesmeralsekdiz: Toplumsal Araştırmalar ve
Sanat Şebekesi, yıl: 3, no. 4, Bahar.
Nancy, J.L. (2010). ―Ġle-Olmak ve Demokrasi‖, Demokrasinin Doğruluğu içinde, çev. A. KarakıĢ,
Ġstanbul: Monokl, ss. 73-96.
Negri, A.(1999). Insurgencies: ConstituentPowerandthe Modern State, çev. M. Boscagli, Minnesota:
Universityof Minnesota Press.
Passavant, P. A. (2007). ―TheContradictoryState of Giorgio Agamben‖, PoliticalTheory, v. 15, n. 2,
April, ss. 147-174.
Rancière, J. (2005).Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe. çev. H. Hünler, Ġzmir: Aralık Yayınları.
Rancière, J. (2006).―Siyaset, ÖzdeĢleĢme, ÖzneleĢme‖, Siyasalın Kıyısında içinde, çev. A. U. Kılıç,
Ġstanbul: Metis, ss. 71-81.
Rancière, J. (2009). ―Ġnsan Hakları‘nın Öznesi Kimdir?‖, çev. E. Koyuncu, Tesmeralsekdiz:
Toplumsal Araştırmalar ve Sanat Şebekesi, yıl. 3, sayı: 4, Bahar.
Reemtsma, J. P. (1998). Vahşeti Kavramak: İnsan Zulmünü Açıklama Denemeleri, çev. E. AteĢmen,
Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Salter, M. (2008). ―WhentheExceptionBecomestheRule: Borders, SovereigntyandCitizenship‖,
CitizenshipStudies, v. 12, n. 4, August, ss. 365-380.
12
AVRUPA BĠRLĠĞĠ VE TÜRKĠYELĠ GÖÇMENLERĠN TRAJEDĠSĠ OLARAK
TABAKALI YURTTAġLIK: ALMANYA‟DA EMEK PĠYASASI, EĞĠTĠM VE AĠLE
BĠRLEġMELERĠNDEKĠ HAKLAR VE EġĠTSĠZLĠKLER ÜZERĠNE
Fuat GÜLLÜPINAR1
ÖZET
Avrupa Birliği ülkelerinde ve Almanya‘da özellikle Türkiyeli göçmenlerin eğitim ve emek
piyasasındaki oldukça dezavantajlı pozisyonları, basitçe insan sermayesi eksikliği ve onların
entegrasyon süreçlerine olan isteksizlikleri gibi faktörlerle açıklanamayacak kadar karmaĢık ve kitlesel
bir durumdur. Bu çalıĢmada, Almanya‘da kurumsal dıĢlama ve ayrımcılık mekanizmalarına temel
oluĢturan göçmen ve vatandaĢlık politikaları ve yasaları detaylı olarak analiz edilmektedir.
AvrupaBirliğiülkelerindeolduğugibi, Almanya‘da da pratiktehaklaroldukçafarklılaĢtırılmıĢveeĢitsiz
olarak dağıtılmaktadır.Bu durum, ayrıcalıklı olmayan üçüncü dünya vatandaĢlarının karĢısında yasal
olarak korunan ayrıcalıklı yurttaĢlar ayrımı yaratmıĢtır.Bu ayrıcalıklı yurttaĢlarhiyerarĢikolarakAlman,
etnikAlman (Aussiedler), AvrupaBirliğivatandaĢıĢeklindesıralanmaktadır. Bu tabakalı vatandaĢlık
sisteminde, hakların uygulanması milliyet, oturum süresi, statüler ve gelir seviyesine göre
iĢlemektedir. Bu Ģartlar içinde geldiğiniz ülkenin vatandaĢlık kartı ve kökeniniz önemli hale gelmekte
ve fark yaratmaktadır. Almanya‘da vatandaĢlığa kabul koĢulları gibi emek piyasasına eriĢim ve aile
birleĢmeleri yasaları, hiyerarĢik olarak sırasıyla Almanlar, Avrupa Birliği vatandaĢları ve üçüncü
dünya vatandaĢlarına göre değiĢen, oldukça seçici ve ayrımcı bir Ģekilde uygulanmaktadır.
Anahtar Kelimeler:Avrupa Birliği, Türkiyeli Göçmenler, Hiyerarşi, Vatandaşlık, Emek Piyasası,
Almanya.
ABSTRACT
The very disadvantaged position of Turkish migrants with in the context of education and labor
market of European Unioan and Germany is massive and quite complex, which could not be simply
explained by the factors like their lack of social capital and unwillingness to the integration process.
Focused on the thesis of hierarcy of citizenships, the suggestion of the article is to analyze the policies
of migration and citizenship, which give rise to the institutional exclusion and discrimination. The
rights of citizenship are highly differential and unequal in Germany. This creates the distinction of
privileged citizens—Germancitizens, ethnicGermans, Aussiedler, EU, non-EU, privilegednon-EU—
are legally enshrined as againstnon-privileged non-EU citizens. In the system of hierarchical
citizenship, the practice of rights functions in terms of nationality, residencelength, status, and
incomelevel. Among these criteria, the country of origin/citizenship matters and makes a difference.
The laws of labor market access, like the other legislation on naturalization, family reunification,
educationetc is highly selective and discriminatory in Germany, which hierarchically acquire a
different character for Turkish migrants and the third country nationals.
Keywords: European Union, Turkish Migrants, Hierarchy, Citizenship, Labor Market, Germany.
GĠRĠġ
Bu çalıĢma, Avrupa Birliğinde ve Almanya‘da uygulanan göç politikalarının emek piyasası, sosyal
yardım ve aile birleĢmeleri açısından ―farklılaĢtırılmıĢ yasal statüler ve göçmen kategorileri‖ ortaya
çıkardığını öne sürmektedir. Sonuç olarak, Avrupa Birliği içinde yurttaĢlığın doğasının hala ―ayrımcı,‖
1
Yrd. Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
[email protected]
13
―dıĢlayıcı,‖ ve ―hiyerarĢik‖ olmaya devam ettiğini söylemek pek de abartılı bir tespit olmayacaktır.
Bugün Avrupa‘da ve diğer yerlerde yurttaĢlık, zengin devletleri fakir göçmenlerden koruyan güçlü bir
devlet mekanizması haline gelmiĢtir.
Abadan-Unat‘a (1992: 404) göre Almanya ve Avrupa‘da iki çeliĢkili yaklaĢım söz konusudur.
Birincisi, göçmen bireyler ve çocukları, gerekli nitelikleri taĢıdığında birbirleriyle geniĢ bir toplumsal
alanda herkese açık ekonomik rekabet içine özgürce girebilmektedir. Ġkincisi, çoğulcu toplumun bir
gereği olarak, toplumsal taleplerin gerçekleĢtirilmesi ve ifadesinde ise farklı kurumların ayrıcalıklı ve
dikkatlice bölünmüĢ sosyal ve siyasal alana katıldıklarını gözlemliyoruz. Bu alanlara katılımlar
münhasıran büyük ölçüde Avrupalı yurttaĢlara ayrılmıĢtır. Bu durum kültürel engellerin ne denli
kuvvetli olduğunu göstermektedir: göçmenler veya yurttaĢlar, taleplerinin önüne dini bir etiket
koyduğunda Müslüman kimliklerini muhafaza ediyorlar ve entegre olmamakla ve tek yönlü bir bakıĢa
sahip olmakla suçlanıyorlar. Ancak bu noktada, göçmenler ve çocuklarının bir bakıma karĢılaĢtıkları
sınırlamalar, engeller ve ayrımcılık sonucunda bu rolü oynamaya zorlanmaktadır denilebilir.
Michael Walzer yurttaĢların, yurttaĢ olmayanlar ve yabancılar üzerindeki tahakkümünün,
muhtemelen insanlık tarihindeki en barbar despotluk biçimi olarak karĢımıza çıktığını ifade etmektedir
(aktaran, Ignatieff, 1987: 402). Lockwood (1996)‘un ortaya attığı ve Morris (1997, 2000, 2001,
2007)‘in geliĢtirdiği ―tabakalı yurttaĢlık‖ (civicstratification) tezi; tüm göçmenlere yönelik olarak özel
olarak düzenlenmiĢ yasaların yanında emek piyasası, eğitim, hakkı, sosyal yardım ve aile birleĢmesi
açısından farklılaĢtırılmıĢ yasal statülerin ve göçmen kategorilerinin, tabakalaĢmıĢ bir yurttaĢlık
hiyerarĢisi yarattığını ileri sürmektedir.
Genel olarak II. Dünya savaĢı sonrası Avrupa‘da göçmenlere hakların verilmesi ya da
alıkonulması için oluĢturulmuĢ karmaĢık bir yasal statüler sistemi üzerinden göçmenler için
farklılaĢtırılmıĢ hakların geniĢletilmesine tanık oluyoruz. Bu tabakalı haklar sisteminde, göç
düzenlemeleri/mevzuatı ciddi bir Ģekilde göçmenlerin ve onların çocuklarının geldikleri ülkelerde
onların emek piyasası, sosyal yardımlar, kaynaklar, kamusal destek, siyasal hak ve diğer haklara
eriĢimlerini reddederek veya sınırlandırarak, fırsatlara ulaĢmasını sınırlandırmakta ve deneyimlerini
olumsuz bir biçimde Ģekillendirmektedir. Avrupa Birliği ülkelerinde II. dünya savaĢında bu yana
uygulamaya konulan göç politikaları kapsamında göçmenlere sağlanan haklar oldukça farklılaĢtırılmıĢ
ve eĢitsizdir. Bu durum, ayrıcalıklı olmayanüçüncüdünyavatandaĢlarınakarĢıyasalolarakkorunan
ayrıcalıklı yurttaĢlarayrımıyaratmıĢtır.Bu ayrıcalıklı yurttaĢlarhiyerarĢikolarakAlman, etnikAlman
(Aussiedler), AB vatandaĢıĢeklindesıralanmaktadır.Bu tabakalı yurttaĢlık sisteminde, hakların
uygulanması milliyet, oturum süresi, statüler ve gelir seviyesine göre iĢlemektedir. Bu Ģartlar içinde
geldiğiniz ülkenin yurttaĢlık kartı ve sahip olunan köken herhangi bir hak sahibi olabilmek için bir
bariyer olma özelliğini hala korumaktadır.
ALMANYA‟DA EĞĠTĠM YOLUYLA BÜTÜNLEġME: AġAĞIYA MI YUKARIYA MI?
Almanya‘da eğitim alanında Ģu soruların cevabı oldukça kritiktir: Almanya‘daki eğitim politikaları
kültürel çeĢitliliğin tanınması noktasında eĢit fırsatlar sunmakta mıdır? Eğitim ve emek piyasasına
ulaĢma diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Almanya‘da da etnik gruplar için hala büyük bir
eĢitsizlik ve dıĢlayıcılık unsuru mudur?
Okul performanslarını ölçen PISA gibi uluslararası eğitim araĢtırmaları da gösteriyor ki, mevcut
hareket alanının en iyi Ģekilde kullanılması konusunda Alman okul sistemi göçmenlere özellikle de
Türkiye kökenli olanlara pek de uygun koĢullar sunmamaktadır. Burada ait olunan sosyal grup ve
sınıfla yüksek performans elde etme fırsatı arasında sıkı bir bağ görünmektedir. Özellikle göçmen
kökenine sahip ailelerin çocuklarında bu daha da bariz bir Ģekilde kendini göstermektedir. Bu
öğrencilerin iyi bir metin okuma düzeyi ya da matematik ve fen bilimlerinde yüksek bir seviye
yakalama Ģansları, diğer ülkelerdeki benzer çocuklara oranla çok daha düĢüktür. Ekonomik ĠĢbirliği ve
Kalkınma TeĢkilatı (OECD) tarafından hazırlatılan WhereImmigrantStudentsSucceed(Göçmen
Öğrencilerin Başarılı Oldukları Yerler) baĢlıklı uluslararası mukayese araĢtırmasının sonuçları, bu
konuda çok daha somut veriler ortaya koymaktadır. PISA Eğitim AraĢtırması sonuçları ise hayli
endiĢe verici boyutlarda. Buna göre ―ikinci kuĢak― olarak adlandırılan, Almanya‘da doğup büyüyen ve
göçmen kökenli ailelere mensup çocukların iyi bir eğitim alma Ģansları, birinci kuĢak göçmenlere
nazaran çok daha az görünmektedir. Bu ise mevcut deneyim ve beklentilerle çeliĢmektedir: Zira
14
normalde bir insan, göç ettiği ülkede ne kadar uzun süredir yaĢıyorsa, iyi bir eğitim görme Ģansı da bir
o kadar yüksektir. Almanya‘da ise bunun tam tersi bir durum söz konusu (Gogolin, 2010).
Almanya‘daki Türk göçmenlerin ve onların çocuklarının dıĢlanmıĢlığının ve marjinalleĢmelerinin
semptomatik göstergeleri temel olarak, yüksek iĢsizlik ve düĢük eğitim düzeyidir. Türk gençlerinin bu
aĢağıya doğru sosyal hareketliliği basitçe onların iĢ piyasasında ve eğitim baĢarısı için gerekli olan
sosyo-kültürel sermayeye sahip olmamasıyla açıklanamaz. Almanya‘da Türk gençlerinin eğitim,
ekonomi ve sosyal alanlardaki marjinal konumlarının nedeni, onların sahip oldukları sosyal ve kültürel
sermayenin yetersizliği, entegre olma konusundaki isteksizlikleri veya yeteneksizlikleri değil, Alman
eğitim sisteminin Türkiyeli ve diğer göçmenleri sürekli olarak dıĢlayan ve marjinalleĢtiren yapısal
özelliklerinden (eleyici ve seçici olması, tavsiye sisteminin baĢarısızlığı, kurumsal dıĢlayıcılık,
kültürlerarası eğitimin eksikliği vb.) kaynaklandığı iddia edilebilir.
Genel olarak, eğitimdeki aĢağıya doğru hareketlilik ve eğitimdeki baĢarısızlık konusu göç ve
eğitim yazınında hacimli bir yer tutmaktadır. Türk göçmen çocuklarının eğitimdeki baĢarısızlıklarının
nedenlerini araĢtıran akademisyenler arasında iki ana yaklaĢım dikkati çekmektedir. Birinci grup
teorisyenler daha çok Türk göçmenlerin göç ettikleri Alman toplumuna ―kültürel yabancılıklarına veya
kültürel uzaklıklarına‖ (Diefenbach, 2002; Worbs, 2003) dikkat çekerken, ikinci grup teorisyenler ise
Alman eğitim sistemindeki eĢitsiz koĢullar ve kurumsal dıĢlayıcılık uygulamaları üzerine vurgu
yapmaktadır (Gomolla ve Radtke, 2007).
Birinci argüman, genellikle ebeveynlerin düĢük eğitim düzeyi, bilgi eksiklikleri, entegrasyon
konusundaki isteksizlik ve yeteneksizlikleri, çocukların okul kariyerlerinde çok önemli olduğu
düĢünülen eğitime para ve zaman açısından yeterli yatırımı yapmadıkları üzerinde durmaktadır
(Diefenbach, 2002; Worbs, 2003). Bunun yanı sıra, Türk çocuklarının eğitimdeki baĢarısızlıkları,
oldukça geleneksel ve Müslüman geçmiĢleriyle iliĢkilendirilmektedir. Bu anlamda, göçmenler içindeki
―en zor‖ entegre olan grubun büyük ölçüde Türk göçmenler olduğu iddia edilmektedir. Bu yüzden bu
akademisyenler devamlı olarak yeni gelen göçmenlerin ulusal politikalara entegre olup olamadığını
sorgulamaktadırlar (Crul ve Schneider, 2009).
Ancak ikinci grup akademisyenlerin içinde bulunan Gomolla ve Radtke (2007: 278-85) ise
Almanya‘da sosyal tabakalaĢmaya yol açan Türk göçmenlerine ve çocuklarına karĢı doğrudan ve
dolaylı ayrımcılık uygulamalarının devam ettiğini ve bu durumunda sistematik olarak göç geçmiĢi
olan çocukların dezavantajlı konumlarını pekiĢtirdiğini ve yeniden ürettiğini iddia etmektedir.
Meier‘in (2010) de vurguladığı gibi, Almanya‘da Türk göçmen çocukları ilkokul 4. Sınıftan itibaren
sosyal tabakalaĢmayı derinleĢtiren yalıtılmıĢ okul tiplerine yönlendirilmekte ve yönelmektedir. Çünkü
bu çocuklara bu yönlendirme yapılmadan önce dil yeteneklerini geliĢtirmeleri için yeterince zaman ve
imkân tanınmamaktadır.
Türk çocuklarının Alman çocuklar ve diğer göçmen çocuklar karĢısında eğitim alanında daha
baĢarısız bir konumda olmalarının çeĢitli varsayımlarla açıklayan önceki araĢtırmalar bu farkları
bugüne kadar temel olarak Türk göçmenlerin kendi özellikleri ve yaĢam Ģekillerine dayandırmıĢlardı
(Gogolin, 2009: 94).
Bir çalıĢmasında HeikeDiefenbach Ģu çıkarsamada bulunmaktadır: Göçmen bir aileden gelen
dezavantajlı çocuk ve gençlerin eğitimdeki baĢarısızlıklarının, Alman okullarının beklentileriyle
uyuĢmayan kültürel bir gerilikten veya ailelerinin zayıf sosyo-ekonomik koĢullarından
kaynaklandığını hiçbir empirik veri doğrulamamaktadır (Diefenbach, 2007; Gogolin, 2009: 94).
Almanya‘daki etnik gruplar ve özellikle Türkler bazı Ģehirlerde büyük oranda eğitimin bir disiplin
meselesi haline geldiği, yüksek düzeyde öğretmen rotasyonunun olduğu ve daha az kaynakların
olduğu mahrumiyet bölgelerinde bulunan okullara devam etmektedirler (Thomson ve Crul, 2007:
1033). Diğer yandan, Türk çocukların eğitimdeki baĢarısızlıklarını sadece bireysel ve ailevi faktörlere
odaklanarak açıklayan perspektifler çok sınırlı kalmakta ve okulda, sokakta kurumlardaki
uygulamalar, eğitimdeki yapısal sorunlar, seçici ve eleyici eğitim sistemi ve kültürlerarası müfredat
eksikliği vb. yapısal faktörleri görmezden gelmektedir.
Gomolla ve Radtke (2007), örneğin, kurumsal ayrımcılığın ve okullardaki kurumsal
uygulamaların, Almanlar ve göçmenlerin eĢitsiz eğitim baĢarılarında payı olduğunu ortaya
15
koymaktadır. Bu yazarlar, okul tavsiye sisteminin kararlarının önemine vurgu yaparak, bu sistemin
göçmen aileden gelen öğrencileri seçerek ve eleyerek onların çoğunu özel eğitim gerektiren ve
öğrenme güçlüğü çeken öğrencilerin gittiği Sonderschule gibi ikinci düzey okullara yöneltmektedir.
Bu da bilinçli ya da bilinçsiz olarak etnik ayrımcılığa yol açmaktadır. Gomolla ve Radtke‘nin
gözlemlerine göre, bu tavsiye kararları (empfhelung), sadece öğrencilerin performansına değil, aynı
zamanda öğretmenlerin muhtemel önyargılarına ve bunun yanında bir dizi karmaĢık kurumsal
uygulamaların sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Bildiğimiz gibi, kurumsal ayrımcılık; etnik ve dini azınlık ve göçmenlerin toplumun çoğunluğu
için mevcut olan aynı haklara ve fırsatlara ulaĢmalarını engelleyen, kurumlardaki kural, rutin,
yaklaĢım ve davranıĢ kalıplarına iĢaret etmektedir. Bu kurumsal ayrımcılık açıktan veya bilinçsiz bir
Ģekilde gerçekleĢebilir. Kurumsal ayrımcılık hem yasal düzenlemelere hem de resmi olmayan sosyal
kalıplara dayanmaktadır. Özellikle bazı göçmen grupları doğrudan hedefleyen kurumsal pratikler,
yasalar, yönetmelikler tarafsız görünebilir ancak dolaylı etkilere sahiptir. Okuldaki idari uygulamalar
(ders aralarında kesinlikle Türkçe konuĢmanın yasaklanması), seçici ve eleyici bir okul sisteminin
genel de göçmenleri ama özellikle Türk göçmenleri sürekli olarak dıĢarıda bırakması, öğrencilerin
hangi okula devam edeceklerini belirleyen ve öğretmenlerin etkin olduğu tavsiye sisteminin
(Empfehlung) Türk çocuklara karĢı adaletli ve eĢit iĢlememesi gibi durumlar kurumsal ayrımcılığın
örnekleri sayılabilir.
OECD‘nin yaptığı 2003 PĠSA araĢtırması, Türk ikinci kuĢak göçmen çocuklarının Alman
çocuklarla kıyaslandığında durumunun vahim olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin, üniversiteye
doğrudan geçme Ģansı sağlayan akademik liseler olan Gymnasium‘a yabancı öğrencilerin ancak % 19
devam edebilirken, bu oran Türklerde daha da düĢük seviyelerde kalmaktadır. Almanya‘da göçmen
aileden gelen bu çocukların oldukça kötü durumları Alman okul sisteminin hangi okul tipine devam
edileceğini belirleyen göreceli olarak erken karar mekanizmasının sonuçları, göçmen aileler üzerinde
çok kuvvetli negatif etkilere sahip olmaktadır (PĠSA 2003). Tamamıyla mesleki eğitime hazırlayan
okul tipi olan Hauptschule‘ye giden Türk öğrenci sayısı dramatik bir Ģekilde çok yüksektir: Türk
öğrenciler % 50 iken Alman öğrenciler % 21 oranında bu okullara devam etmektedir. Bu Türk
öğrencilerden ancak yüzden 10‘dan azı Abitur‘a (yükseköğretime kabul için gerekli olan sertifika)
ulaĢabilmektedir. Bu oran Almanlarda yaklaĢık yüzde 26 olmaktadır (Schierup, vd. 2006: 159).
Ayrıca, göçmen aileden gelen çocukların mesleki eğitime katılım düzeyleri de aynı yaĢtaki Alman
öğrencilere (15-16) oranla çok düĢük kalmaktadır: 1999 da % 68 Alman genç mesleki çıraklık eğitimi
görürken bu oran genç yabancılar için % 39 seviyesinde kalmaktadır. Ayrıca, genç Türkler tamircilik,
kuaförlük ve tezgâhtarlık gibi daha düĢük nitelikli mesleklere kayıt yaptırdığından eğitimlerinin
sonunda iĢ fırsatları bulamamaktadırlar.
Bu demektir ki Türk çocukları erken yaĢta mesleki eğitime doğru elenmekte ve bunun sonucunda
çoğunlukla göçmen ailelerden gelen çocukların çoğunlukta olduğu okullara gitmektedirler. Eğitimin
yapısında okul sertifikaları önemli olmakla birlikte, iĢ piyasası açısında mesleki diplomalar ve
nitelikler de önemli yer tutmaktadır. Buna rağmen, ilginç olan, Türkler genellikle Almanya‘da
mesleki diploma almakta da yetersiz kalmaktadır.
Özellikle öğrenme zorluğu çeken çocuklar için tasarlanan Alman Sonderschule okulu temel olarak
göçmen çocuklara hizmet etmektedir. Eğer, bu hiçbir özelliği olmayan okullara devam etmiyorsa,
Türk öğrencilerin çoğu ikinci derece ve düĢük düzeyli okullara devam etmektedir (Ünver, 2006: 26).
Ayrıca, PISA metin okuma testleri de göstermektedir ki, Almanya‘daki ikinci kuĢak göçmen
kökenli öğrenciler ve göçmen kökenine sahip olmayan – yani burada doğup büyüyen ailelerin
çocukları arasındaki performans uçurumu, birinci kuĢağa nazaran daha da derinleĢmiĢ durumda.
Ġngiltere ve Ġsveç gibi göç alan diğer ülkelerdeyse, ikinci kuĢakla kendileri o ülkeye göç eden birinci
kuĢak arasındaki fark çok daha az olmaktadır. Bu sonucun pek çok nedeni olmakla birlikte, bunların
büyük bir bölümünün aĢılması tek baĢına eğitim sistemine bağlı değildir. Ancak yine de sorunun teĢhis
edilmesi çalıĢmalarına eğitim sistemini de dahil etmek yerinde olacaktır. Hareket alanlarının mümkün
olan en iyi Ģekilde değerlendirilebilmesi ve Alman eğitim sistemindeki zayıf noktaların keĢfedilmesi
için, sınırların ötesine-uyumun eğitim yoluyla tesis edildiği ülkelere bakmak yararlı olabilir (Gogolin,
2010).
16
Bu da demek oluyor ki nitelikli eğitim veya iĢ piyasasına ulaĢmada bireylerin sahip oldukları
vatandaĢlık kartının ya da içinden geldikleri toplumun özellikleri hala Almanya‘da ve dolayısıyla
Avrupa Birliği‘nde bir bariyer olarak iĢlev görmektedir. Son PĠSA çalıĢmaları Türk çocuklarının
marjinal konumlarının devam ettiğini ve göçmen geçmiĢin ve kökenin eğitim ve emek piyasasına
ulaĢmada hala önemli bir engel olarak karĢımızda durmakta olduğunu göstermektedir.
ALMANYA‟DA YURTTAġLAR ARASINDAKĠ HAKLAR HĠYERARġĠSĠ
II. dünya savaĢı sonrası Almanya oldukça yüksek bir göç akınıyla karĢı karĢıya kalmıĢtır. Her ne
kadar Alman yetkililer Almanya‘nın bir göç ülkesi olduğu gerçeğini kabul etmeseler de 1945 ertesinde
Almanya en büyük göçü alan ülkelerden birisi olmuĢtur: en az Amerika‘nın aldığı kadar –örneğin
1991 ve 1992 yıllarında yıllık 1,5 milyondan az olmayacak Ģekilde- toplamda yaklaĢık 20 milyon
göçmeni kabul etmek durumunda kalmıĢtır. Almanya ile kıyaslayacak olursak, aynı dönemde Amerika
16 milyon göçmen almıĢtır (Faist, 1994). Ancak, iki ülke arasındaki en dikkat çekici fark; Almanya
resmi olarak kendisini hiçbir Ģekilde göçmen ülke olarak görmezken, Amerika‘nın kendisini klasik
göçmen ülkelerden biri olarak kabul etmesidir (Canefe, 1998). Bir zamanlar Batı Almanya olup Ģimdi
birleĢmiĢ olan Almanya‘da, göçmen ülkesi olmayı kabul etmemek Alman ulusal politikalarının bir
parçasıydı. Almanya‘ya gelen göçmenlerin en geniĢ grubunu 1945 sonrasında 8 milyon kadarı bulan
doğu Almanya‘dan gelen ve 1989‘dan itibaren dağılan Sovyetlerden gelen ve sayıları 2 milyonu bulan
―etnik Almanlar‖ oluĢturmaktadır. Almanya‘da geleneksel olarak göçün 3 kaynağı vardı: Eski Alman
topraklarından Sovyetlerden ve Doğu Avrupa‘dan sürülen, kovulan veya eskiden orada esir kalan
Etnik Almanlar (Aussiedler, Vertriebener, Fluchtling), Akdeniz ülkelerinden gelen misafir iĢçiler
(Gastarbeiter), ve iltica edenler(Asylant) (Canefe, 1998: 525).
Bildiğimiz üzere, Almanya uzun süre göçmen ülke olduğunu kabul etmek ve buna yönelik
politikalar uygulamak konusunda isteksiz davrandı. Almanya‘nın uzun süre göçmen ülke olduğunu
kabul etmemesi, hem eğitim, emek piyasası ve yurttaĢlık meselelerinde kurumsal ayrımcı ve dıĢlayıcı
politikalar üretmesine hem de Costant vd. (2009)‘nin ―göçmenlerin etnikleĢmesi‖ dediği reaksiyoner
göçmen kimliğinin oluĢmasına katkıda bulundu. Bu noktada tabakalı yurttaĢlık tezi, Almanya‘nın
entegrasyon ve göçmen politikalarında ―ayrımcı dıĢlayıcılık‖ sisteminin bir örneği olduğunun altını
çizmektedir.
Resmi olarak ―etnik Almanlar‖ (Aussiedler) olarak tanımlanan insanlar, Doğu Avrupa ve
Sovyetler Birliği‘nden 1950‘lerden itibaren gelen ve sayıları 4.4 milyonu bulan eski Almanya
topraklarındaki Almanlar, esirler ve ailelerinden oluĢan bir gruptur. 1950 ve 1986 yılları arasında
yıllık yaklaĢık 20.000 ve 60.000 arası bir etnik Alman göçmenlerinin akıĢı varken, Sovyetlerin
dağılmasıyla birlikte 1990‘da 400.000 kiĢi Almanya‘ya giriĢ yapmıĢtır (Liebig, 2007: 15).
Almanya‘da sürekli ikamet edecekler gözüyle bakılan Etnik Almanlar baĢka göçmenlerin hiçbirine
sunulmayan faizsiz kredi, çifte yurttaĢlık, özel ev uygulaması, özel dil ve eğitim programı, çalıĢma
hakkı, sigortaya katkılardan muaf tutulmaktadır. Katkı koĢulundan muaf tutuldukları için bedava
emekliliğe sahip olma, iĢsizlik ve engelli yardımlarından yararlanma hakları da sağlanmıĢ olmaktadır
(Sainsbury, 2006: 236).
Liebig (2007) Alman olarak bu etnik göçmenlerin, Alman emek piyasasında diğer göçmenlerden
çok daha iyi bir pozisyona ve eriĢim imkanlarına sahip olduğunu vurgulamaktadır. Etnik Almanlar
yaĢlarına göre değiĢen 2000-3000 Euro arasında entegrasyon destek ücreti almaktadır. En kapsamlı
entegrasyon yardımını alan grup Etnik Almanlar olmuĢ ve diğer göçmenler (ör: aile birleĢmesiyle
gelen göçmenler) ancak istisnai durumlarda yardım alabilmektedir.
1953‘te çıkarılan Federal Mülteci ve Sürgün Yasasına göre, etnik Almanların bazı sosyal
hizmetlere ayrıcalıklı eriĢimi mümkün olmuĢtur. Ancak, 1991-1992 yılları arasında, devlet bazı
haklarda (mesleki eğitim ve dil kursları) belli ölçülerde sınırlamalara ve indirimlere yönelmiĢtir. Buna
rağmen, etnik Almanların bu statüye bağlı olan ayrıcalıkları diğer göçmen kategorileri karĢısında hala
devam etmektedir.
Görüldüğü üzere, kan bağı (jussanguinis) ilkesi hala Alman ulusçuluğunun bir temeli olarak iĢlev
görmektedir. Ancak Alman kanından geliyorsanız, Alman olarak kabul ediliyorsunuz. Kimyasal
olarak Alman kanı diğer kanlardan farklı olmadığına göre, bunun kanıtı sosyal bir kanıt olmak
17
durumundadır: Örneğin Alman aileden doğmuĢ olma veya evlilik kayıtlarını kanıtlayarak Alman
topluluğuna ait olma ve Alman dilinin kullanılması yoluyla kültürel olarak Alman kültürüne aidiyetin
gösterilmesiyle mümkün olacaktır. BaĢka bir deyiĢle, Almanya bir kültür-ulustur (kulturnation) ve bu
durum 1871‘de geç bir ulus devlet olarak ortaya çıkması ve bunun yarattığı travmanın bir sonucudur.
Yüzyıllardır Alman ulusu politik olmaktan ziyade kültüreldir (Castles (1995: 206).
Castles ve Miller‘e göre, bu özel göçmenler (etnik Almanlar) diğer göçmenlerle kıyaslandığında
oldukça ayrıcalıklı koĢullara sahiptir ancak kırsal geçmiĢleri ve çoğunun Almanca‘yı iyi bilmemesi
nedeniyle Almanya‘da yaĢadıkları kültürel Ģok nedeniyle emek piyasası ve sosyal uyumlarında ciddi
problemler yaĢamaktadır (aktaran, Kivisto, 2002: 165).
Alman-doğumlu Türkler (akıcı Almanca konuĢan, Almanya‘da etkin bir Ģekilde eğitim alan ve
çalıĢan ancak henüz yurttaĢlık almamıĢ olan) ile çok sayıdaki etnik Almanlar (Almanya‘ya
geldiklerinde Alman dilini veya kültürü çok az veya hiç bilmeyen ancak otomatik olarak yurttaĢlık
verilen) arasındaki tezatlık çok çarpıcıdır. Bu durumun hem moral hem de ekonomik olarak
haklılaĢtırılması gittikçe daha zor hale gelmektedir (Howard, 2008: 43).
Almanya‘da 1990‘larda birçok konuda bir çifte standart yaĢandığını ifade etmek mümkündür.
Almanca bilgisi yurttaĢlığın zorunlu bir koĢulu iken, resmi dil kursları temel olarak etnik Alman
göçmenlere yönelik olarak organize edilmiĢtir. Almanlar 1997 yılında 3 milyon etnik Alman‘ların
entegrasyonunun güvence altına alınması için 1.5 milyar dolar harcarken, Türklerin entegrasyonu için
ayrılan kaynak etnik Almanlara harcanan bu milyarlarca dolarlık bütçenin yanına bile
yaklaĢamamaktadır. Aynı durum Almanca dil kursu için de geçerlidir. Örneğin, 2000 yılında etnik
Alman ve Yahudi göçmenlerin Almanca dilini geliĢtirmek amacıyla, Almanca dil kursuna 150 milyon
dolar harcanmıĢken, Türkiye‘li topluluk için hiç bir ciddi kaynak ayrılmamıĢtır. Bununla birlikte.
yabancılar dairesi genel sekreterliğine göre, sadece bu grupların dil ihtiyaçlarını karĢılamak için yılda
600 milyon dolara ihtiyaç vardır (Mueller, 2006: 429).
Günümüzde Almanya‘da yaĢayan Türkiye‘li göçmenler ve çocuklarının toplumsal yaĢamın bütün
alanlarında yeterince temsil edilmedikleri açıkça söylenebilir: Örneğin, Türkiye‘li göçmenler
parlamentoda orantısız bir Ģekilde çok az temsil edilmektedir. Ġkincisi, bu göçmenler ve hatta onların
Almanya‘da doğmuĢ ve eğitim almıĢ yeni kuĢak çocukları ciddi Ģekilde yüksek bir iĢsizlik
yaĢamaktadır. Yine Türkiye kökenli bu göçmenler orantısız bir Ģekilde Sosyal Yardımlara bağlı olarak
yaĢamaktadırlar. Bütün bunların sonucunda göçmenler Avrupa‘nın hemen her yerinde ırkçılığa ve
ayrımcılığa maruz kalmaktadır ki bu durum ikinci ve üçüncü kuĢak göçmen çocuklarının fırsatlara
ulaĢmasını ciddi oranlarda engellemektedir. Bu sorunlara ek olarak Türkiye‘li göçmenlerin çocukları
eğitim alanında sürekli ve mutlak bir baĢarısızlık sarmalı içindedir. Yine bu sorunla yakından ilgili
olarak, Türkiye‘li göçmenlerin diploma denkliğinin hala büyük ölçüde kabul edilmemesi neticesinde
bu göçmenlerin yeteneksizleĢtirilmesi (de-skilling) ve değersizleĢtirilmesi (devaluation) onların
marjinal konumunu pekiĢtirmektedir. Almanya‘da Türkiye kökenlilere yönelik çifte yurttaĢlık
uygulamasının kabul edilmemesi ve vatandaĢlığa geçiĢ koĢullarının ağır Ģartlara bağlanması (Vicdan
Testi gibi bazı eyaletlerde uygulamaya konulan aĢağılayıcı tutum bunun bir örneği olmaktadır) temel
yurttaĢlık ve insan hakları konusunda problemler yaratmaktadır.
Almanlar ve göçmenler arasında söz konusu olan hiyerarĢinin en altında çoğu zaman Türkler ve
iltica baĢvurusu yapan göçmenler bulunuyor. Mevcut Alman yasaları Almanya‘da yarım asırdır
yaĢayan göçmenlere karĢı belli alanlarda hukuki olarak ayrımcılık içermektedir. Örneğin, AB
pasaportu olanlar ve Almanlara uygulanmayan ama sadece yabancılara uygulanan bazı düzenlemeler
söz konusudur: Sosyal hizmetlerin kısıtlanması, Sosyal yardım baĢvurusu kabul edilmeyenlerin sınır
dıĢı edilme ihtimali, yüksek öğrenime sınırlı eriĢim vb. Sonuç olarak, üçüncü kuĢak bir genç Türk
kökenli Alman Türk vatandaĢlığında kalmayı tercih ederse, Almanya‘da ikamet ederken sosyal
yardıma baĢvurduğunda teknik olarak sınır dıĢı edilme ihtimali vardır (Mueller, 2006: 429).
Almanya‘daki Türkiyeli misafir iĢçiler, siyasi mülteciler ve diğer mülteciler için yurttaĢlık süreci bu
kiĢilerin kültürel olarak asimile olduklarını kanıtlamasına bağlıdır. Ayrıca vatandaĢlık süreci, anayasa
bilgisi ve üstünlüğünün kabulü, Almanca dilbilgisi, Alman toplumu ve devletine entegrasyona istekli
olmak kadar, sosyal yardıma bağımlı olmamak ve önceki vatandaĢlığın bırakılması Ģartına
bağlanmıĢtır (Sainsbury 2006: 234).
18
ÜÇÜNCÜ DÜNYA VATANDAġLARI, FARKLILAġTIRILMIġ HAKLAR VE EMEK
PĠYASASINDA DIġLAYICI PRATĠKLER
Almanya‘nın göçmen yasaları içinde daha ileri bazı hakların kazanılmasının önkoĢulu, belli
Ģartların gerçekleĢtirilmesine bağlıdır ve bu Ģartlar uzun süreli güvenli oturum ve sonuç olarak
yurttaĢlığın kazanılmasına hizmet etmektedir. Dolayısıyla, örneğin, tam çalıĢma hakkı kiĢinin yalnızca
ekonomik olarak kendi kendine yeterliliğini ispatlamıĢ olması Ģartına bağlanmıĢtır ancak eğer sosyal
yardım- bu hakka sahip olsa bile- alıyorsa bir üst düzeydeki hakkın verilmesinden yoksun
bırakılmaktadır.
Bütün bu zorlu süreçler, aslında hakların nasıl muğlak bir doğasının olduğunu ve hakların
kullanılmasının bazı Ģartlara bağlandığına ve bunların da göçmenleri kontrol etmeye yaradığına iĢaret
etmektedir.
Tablo 1: Avrupa Birliğinde VatandaĢların HiyerarĢisi
HiyerarĢi Basamakları
DolaĢma Serbestliği ve Haklar
AB VatandaĢları
Avrupa Ekonomik Bölgesi Ülkeleri
+Ġsviçre
Diğer Avrupa Ülkelerinde tam oturum, ÇalıĢma,
DolaĢım ve Sosyal Yardım Hakkı
Yüksek Yetenekli AB Üyesi Olmayan
Göçmenler
Oturum Hakkı, Sınırlı Düzeyde Aile BirleĢmesi, Sosyal
Yardım ve Endüstride ÇalıĢma Hakkı
Kısa Dönemli AB vatandaĢı Olmayan
Göçmenler
Bir Ülkede Sınırlı Oturum Hakkı, Ancak Özel Bir
ġirket Tarafından Kiralanırsa Sınırlı ÇalıĢma Hakkı
Kaçak Göçmenler
Özel Durumlar Hariç Nerdeyse Yok Denecek Kadar
Sınırlı ÇalıĢma, Oturum, DolaĢım Hakkı, Enformel
Sektörün Önemli TaĢıyıcıları
Mülteciler
Ġmkansız Düzeyde Sınırlı DolaĢım (Büyük Olasılıkla
SınırdıĢı Edilme), ÇalıĢma Ġzni Yok,
En Alt Düzeyde YaĢayabilecek Kadar Sosyal Yardım
Kaynak: (Garner, 2007)
2000 yılındaki Yeni YurttaĢlık Yasası Almanya‘da kalma koĢulunu 15 yıldan 8 yıla ve Alman
vatandaĢın eĢi için 3 yıla indirerek vatandaĢlığı biraz kolaylaĢtırdı ve bazı ironik durumları değiĢtirmiĢ
oldu. Ancak bununla birlikte Morris (2000: 227) Almanya‘da vatandaĢlığın hala kendini ekonomik
olarak idare edebilme/yeterli geliri kazandığını garanti etme Ģartına bağlı olduğunu ve aile
birleĢmelerinin de vatandaĢ olmayanlar için belli ağır sayılabilecek Ģatlara bağlandığını
vurgulamaktadır. Geçici iĢçilerin haklarındaki kısıtlamalar ve mültecilerin sınıflanmasının da daha
detaylı hale getirilmesi hala devam etmektedir.
2000 yılında değiĢtirilen yurttaĢlık yasasıyla birlikte Alman vatandaĢlığının kazanılmasının
eskisine oranla kolaylaĢtırılması çok önemli bir geliĢme olmasına rağmen, Alman toplumunun sahip
olduğu ve tarihsel köklere dayanan etno-kültürel (ethno-culturalist) yurttaĢlık bakıĢ açısı, toplumdaki
kurumsal anlayıĢa hala hâkim görünmektedir. Bu anlayıĢ, vatandaĢlığı, Alman ırkına kan ve akrabalık
mensubiyetiyle ölçen bir anlayıĢtır (Canefe, 1998). Örneğin; Almanya‘da özel ve ayrıcalıklı olarak
etnik Almanlara sunulan cömert politika ve pratikler vatandaĢlığın ırksal/kültürel yorumuna dayanan
açık ayrımcılığın kanıtlarından birisi olarak değerlendirilebilir. Yani, etnik Almanların bütün
haklarıyla birlikte vatandaĢ olarak kabulü vatandaĢlığın diğer göçmenler için konulan belli düzeyde
geliri olma veya yardım almama Ģartına bağlanan yurttaĢlık meselesini aĢan ırksal olarak bir aitlik
meselesi olduğunun açık bir örneğidir.
GeçmiĢte, Almanya misafir iĢçi sisteminde, Türkiyeli göçmenler emek piyasasının en altındaydı ve
yükselmeleri çok zor olmaktaydı. Bu göçmenlerin nitelikleri çoğu zaman dikkate alınmıyor ve daha
19
çok sıkıcı ve niteliksiz iĢlerde çalıĢtırılıyorlardı. Erkekler için tipik iĢler araba tamirciliği, inĢaat iĢleri,
dökümcülük iken, kadınlar için tekstil, giyim, ve aĢçılık gibi iĢlerdi. Hizmet sektöründeki gastronomi,
temizlik ve kamudaki niteliksiz iĢler daha çok Türkiyeli göçmenlerin çalıĢtıkları ―göçmen iĢleri‖
olarak karĢımıza çıkıyordu. (Castlesand Miller, 2003: 206). GeçmiĢteki bu sektörel yığılmanın
etkilerinin kısmen hala geçerliliğini söylemek mümkün görünmektedir.
Günümüzde ise Almanya‘da iĢ piyasasına ulaĢmak aĢamalandırılmıĢ ve bazılarının eriĢim
imkanını güvenceye alan sıkı bir kontrol mevcuttur. (Morris, 2003: 90). Miera‘nın (2008) dikkat
çektiği gibi Alman emek piyasasının aĢamalı sisteminde sadece Almanlar ve özel çalıĢma izni olan
―ayrıcalıklı yabancılar‖ (etnik Almanlar, EFTA, Avrupa Ekonomik Bölgesi vatandaĢları) emek
piyasasında serbestçe çalıĢmaktadırlar. Üçüncü dünya ülkeleri göçmenleri, ancak altı yıllık sürekli
yasal oturum izninden sonra veya sürekli yasal oturum iznini alabilirlerse böyle bir serbest çalıĢma
iznine sahip olabilmektedir. Ve en önemlisi, üçüncü dünya ülkelerinin vatandaĢları belli bir iĢ için
çalıĢma izni alabilmeleri veya iĢe girebilmeleri, Alman vatandaĢlarının ve ayrıcalıklı yabancıların bu
iĢlere baĢvurmamalarına bağlıdır. Üçüncü dünya göçmenlerinin iĢe alınmaları ancak bu ayrıcalıklı
grupların değerlendirilmesinden sonra mümkün olabilmektedir. Costant ve diğerlerine göre bahsedilen
bu ayrımcı koĢullar nedeniyle göçmenler ―etnikleĢen göçmenler‖ haline gelmektedir. ĠĢçi tüketici ve
ebeveyn olarak sivil topluma katılan ancak ekonomik kültürel ve siyasal iliĢkilerden dıĢlanan bir
kitleye dönüĢmektedir (Costant, vd., 2009).
Almanya iĢ piyasası iĢleyiĢinin en önemli özelliği, iĢ piyasasına tam eriĢime izin verilen ayrıcalıklı
izin ile AB vatandaĢları ve öncelikli yabancı vatandaĢlara öncelik veren ve diğerlerine sınırlı hak
tanıyan sınırlı izin arasındaki ayrımdır. Ġkinci gruptakilere alternatif iĢ için yalnızca 6 haftaya kadar
aktif arama yapmasına izin verilir. Bu ayrım gelen iĢçilerin geliĢ koĢullarındaki sınırlı haklarla birlikte
daha da ileri boyutlara varmaktadır. Bu durum sadece üçüncü dünyadan gelen ve iĢ piyasasına aĢamalı
eriĢimine izin verilen kiĢileri etkilemektedir ve iĢ piyasasında ―farklılaĢtırılmıĢ hakların‖
geniĢlemesine yol açmaktadır (Morris, 2001: 391). Bu koĢulların doğal sonucu olarak Türkiyeli
göçmenler uzun süreden beri ciddi bir boyuta ulaĢan kronik iĢsizlikle karĢı karĢıya kalmaktadır.
Örneğin sosyal sigorta (iĢ ve emeklilik) Almanya‘da katkıda bulunma üzerine ĢekillenmiĢtir.
Bütün Avrupalı olmayan misafir iĢçiler sosyal sigorta (iĢsizlik, yıpranma bedeli, sağlık yardımı ve
emeklilik) hakkına sahip olmaktadır. Ancak, misafir iĢçilerin iĢsiz kaldıklarında, iĢsizlik yardımı alıp
almayacakları Federal ĠĢçi Bürosunun (BundesanstaltfürArbeit) kararına bağlıdır. Eğer Federal ĠĢçi
Bürosu bu kiĢilerin tekrar iĢ bulamayacağı kanısına varırlarsa, onların iĢsizlik yardımı almalarını
reddedilebilmektedir (Samers, 1998: 133-134). Ancak üçüncü dünya vatandaĢı olan ve kısıtlı iĢ iznine
sahip kiĢiler ve aileleri yeterli iĢ ve gelir imkanına ulaĢmada olağanüstü zor koĢullara sahiptir
(Mueller, 2006: 429).
Yalnız burada bir istisnadan söz etmek gerekir: FarklılaĢmanın daha ileri bir boyut kazanmasına
yol açan bir durum. Avrupa Topluluğu‘yla Türkiye arasında yapılan anlaĢma sayesinde iĢ piyasasında
4 yıl çalıĢmıĢ olan Türklerin oturum hakları korunabiliyor. Bu anlaĢma Almanya‘dan daha çok diğer
üçüncü dünya ülke vatandaĢlarını ilgilendiriyor çünkü Almanya zaten onları misafir iĢçi statüsünde
kabul etmiĢtir (Morris, 2001: 391).
Dahaönemlisi,
AlmanyadaüçüncüdünyavatandaĢlarınınsonradangelenaileleriya
da
eĢleri
ülkelerindeki diplomaların denklikleri ve eski sosyal pozisyonları Kabul edilmediği için ciddi bir
Ģekilde ―değersizleĢme‖ (devaluation) ve yeteneksizleĢme (de-skilling) süreçlerine maruz kalmaktadır.
Yine örneğin etnik Almanlar geldikler iülkenin diploma denklikleri tamamen Kabul edildiği için böyle
bir sorun yaĢamamaktadır.
BĠR HÜZÜNLÜ AġK HĠKÂYESĠ: AVRUPA BĠRLĠĞĠNDE AĠLE BĠRLEġMELERĠ
Genel olarak bakıldığında, hakların potansiyel olarak aĢamalı hale gelmesi, AB vatandaĢlığı,
ulusal yurttaĢlık ve üçüncü dünya vatandaĢlığı statülerine göre farklılaĢtırılan değer sistemiyle
mümkün olmaktadır. Buna göre, aile birleĢmesine yönelik Avrupa vatandaĢları için aile kavramı
olabildiğince geniĢ tutulurken, Avrupa Ekonomik Birliği bölgesinin iĢçilerinin sadece kalacak yer
güvencesini sağlaması yeterli görülmektedir (Morris, 2001: 394).Avrupa Birliği aile birleĢmeleri
politikası açısından, 1999‘daki Tampere Deklerasyonu‘nda aile birleĢmeleri ekonomik ve sosyal
20
bütünleĢmeyi kolaylaĢtıran bir Ģey olarak görülüyorken, 2003‘deki Direktifte; göçmen aileleri
entegrasyona engel ve sosyal devlete büyük bir maliyet olarak görülmeye baĢlanmıĢtır (Kraler, 2010).
Almanya‘da Aile BirleĢmesi uygulamaları her göçmen gruba eĢit bir Ģekilde faydalandırılmamaktadır.
Tersine, bu uygulamalar sınıf, etnisite, ulus ve cinsiyet faktörlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Göçmenlerin
AvrupalılaĢtırılması ve eĢzamanlı olarak AB, EFTA, Ġsviçre vatandaĢları ve aile üyelerinin hareketlilik
haklarının geniĢletilmesi süreci bu eĢitsizlikleri yok etmemektedir. Daha ziyade, aile birleĢmesi
politikaları Avrupalı göçmenleri Avrupalı olmayan ülkelerden gelen ve daha yoksul göçmenler
karĢısında nadide göçmenler haline getirmekte ve sınıf, ırk ve cinsiyet ayrımını pekiĢtirmektedir
(Kraler, 2010: 31). Alman vatandaĢları ve iĢçiler Avrupa Ekonomik Bölgesine ait bir ülkeden
geliyorsa eĢleri için hemen ve mutlak bir aile birleĢmesi hakkına sahipken, diğerleri bir süreliğine
beklemek ve yeterli güvenceli gelire ve yaĢam mekanına sahip olduklarını kanıtlamakla yükümlüdür
(FL, Para. 17., Probationarystatus: Befristete Aufenthaltserlaubnis/FL Para. 15; aktaran, Morris, 2000:
230).
Örneğin, Almanya‘da Türkiye‘li göçmen halihazırda misafir iĢçi statüsünde sürekli oturum izni
almıĢsa ve tüm ailesinin geçimini sağlayabilecek gelire ve yeterli yaĢam alanına (6 yaĢ veya
üzerindeki her bir kiĢi için 12 m2 olarak belirlenmiĢ) sahip olduğu takdirde eĢlerinin Almanya‘ya göç
etmesine izin verilmektedir. Diğer çok küçük bir grupta ise 1996‘ya kadar geçerli olmak üzere
Alman-olmayan ebeveynlerin küçük çocukları ancak 16 yaĢına kadar anavatanlarında Almanya‘ya
ailesinin yanına vizesiz olarak ve sürekli oturum izni koĢulundan muaf olarak kabul edilebiliyordu
(Green, 2003: 232).
Alman vatandaĢı veya Avrupa Ekonomik Bölgesi vatandaĢları veya iĢçilerinin yabancı eĢleri
anında özel bir çalıĢma iznine kavuĢmaktadır ancak yabancı göçmenlerin eĢleri genel (sınırlandırılmıĢ)
izin için bile en az 1 yıl, tam çalıĢma izni için ise 4 yıl beklemek zorundadır. Ancak, yaĢam mekanı ve
yeterli gelir koĢullarını sağlamak oldukça zordur ve bu konularda herhangi bir yetersizlik eĢlerin
izninin yenilenmemesi sonucunu da doğurmaktadır.
Almanya‘da 15 Temmuz 2007‘de aile birleĢmesiyle ilgili yeni bir değiĢiklik gündeme gelmiĢtir.
Bu değiĢikliğe göre, yurtdıĢında olan eĢlerin Almanya‘ya gelmeden vize alabilmesi için temel
Almanca‘yı konuĢabilmesi Ģartı getirilmiĢtir. Bununla birlikte, bu değiĢiklik birçok ayrımcı istisnaları
da barındırmaktadır. Buna göre, Avrupa Birliği vatandaĢları ve ABD, Kanada, Japonya ve Güney
Kore gibi Almanya için vize Ģartı olmayan vatandaĢlar bu uygulamadan muaf tutulmaktadır. Bunun
yanında, vasıflı ve profesyonel olan akademisyenlerin eĢleri de bu uygulamadan muaf tutulmaktadır.
Bu noktada ġahin ve AltuntaĢ‘ın (2009: 34) ifade ettiği gibi bu istisnaların dıĢında kalan diğer
göçmenler dikkate alındığında, bu değiĢikliğin hedef aldığı geriye kalan göçmenler zavallı üçüncü
dünya vatandaĢları ve Türkiyeliler olduğu yeterince açıktır.
SONUÇ VE ÖNERĠLER
Bugün Avrupa‘da ve diğer yerlerde yurttaĢlık, zengin devletleri fakir göçmenlerden koruyan ve
toplumsal kapanımın güçlü bir aracı haline gelmektedir. YurttaĢlık aynı zamanda her bir devletin
yurttaĢla yabancı arasında meĢru ve ideolojik sınır oluĢturması nedeniyle devletlerin içinde de
kapanıma yol açan bir araçtır (Jorgensen, 2008).Sonuç olarak, her devlet belli sorumlulukları olduğu
kadar belli hak ve faydaları muhafaza ederek, kendi yurttaĢları ve yabancı oturumu olanlar arasında bir
ayrım yapar. Çünkü bazı göçmenlerin göçmen statüsünde kalarak ülkede süresiz olarak kalmalarına
izin verilmesi, ancak onları siyasal alanın dıĢında bırakarak ve toplumsal ve ekonomik hayata ise
neredeyse yurttaĢlarla benzer koĢullarda katılmalarını sağlayarak söz konusu olmaktadır.
Avrupa Birliği ulus-üstü bir kurum olarak çoğunlukla üçüncü dünya göçmenlerinin aleyhine
iĢleyen hiyerarĢik bir yapıya sahiptir. Aslında ayrımcılık Avrupa topluluğunun doğasında
bulunmaktadır çünkü AB içindeki her ülkeyi açık bir Ģekilde eĢitsiz haklarla bezenmiĢ iki tür yabancı
tanımlamaya yöneltmektedir. GeliĢen AB yapıları- özellikle bireysel hareketlilik, sınır kontrolleri,
sosyal haklar vb. Konularda- bu eĢitsizlik eğilimlerini/durumunu keskinleĢtirmektedir (Balibar, 1991:
6). Böylece, Avrupa topluluğunun içindekiler ve dıĢındakiler ayrımı, açık veya gizli çatıĢmaların
merkezi haline gelmektedir.
21
II. Dünya SavaĢı sonrasında ekonomik ihtiyaçların yarattığı krizlerle ve büyük ölçekli kitlesel
göçmen akınıyla karĢılaĢan Avrupa devletleri bu duruma iki Ģekilde karĢılık vermiĢtir. Avrupa
devletleri birinci olarak, polisiye ve güvenlik tedbirleri yoluyla ülkelere giriĢlerde göçmenlere sıkı
kontrol ve seçme mekanizmaları inĢa etmiĢtir. Ġkinciolarakise, bu ülkeler yasalar yoluyla göçmenlere
yönelik olarak hakları farklılaĢtırmıĢ ve tabakalı hale getirmiĢlerdir. Bu noktada, bu iki mekanizma,
bugüne kadar Avrupa ülkelerinin göçmen ve entegrasyon politikalarının ana iskeletini
oluĢturmaktadır.
Sınırlarda veya ülke içerisinde fiziksel kontrol ve bununla iliĢkili pratikler (sınır dıĢı etme,
yurttaĢlıktan çıkarma ve tutuklama vb.) hala önemini korumasına rağmen, çağdaĢ dünyada
göçmenlerin idaresi; genellikle farklılaĢtırılmıĢ hakların ve farklı göçmen kategorilerin dağıtılması
yoluyla sürdürülmektedir.
Bu farklılaĢtırılmıĢ hiyerarĢik hakların verilmesi, çeĢitli mekanizmalar yoluyla milliyet, beceri
düzeyi, sosyoekonomik durum ve cinsiyet gibi faktörler üzerinden yürütülmektedir. Sonuç olarak,
günümüz göç ve entegrasyon politikaları ve idaresi, göçmenlerin kabulü, oturum, çalıĢma, sosyal
haklar vb. açılardan farklı statülerin ve iliĢkili haklar grubunun çoğaltılması, birbirinden ayrıĢtırılması
ve çeliĢmesini içeren tabakalı yurttaĢlık sistemini ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla, ―tabakalı
yurttaĢlık‖ kavramı bazı özel göçmen grupların haklarının geniĢletilmesi veya daraltılmasına yol açan
bir sistem olarak değerlendirilebilir.
Paradoksal olarak, Almanya`da göçmen ve onların çocuklarının Almanya`da doğup, yetiĢip eğitim
almalarına rağmen kurumsal bir ayrımcılığa maruz kalmaları, hala ciddi bir olasılık olarak karĢımızda
durmaktadır.BaĢka bir deyiĢle, Almanya‘da doğmuĢ, eğitim almıĢ ve sosyalleĢmiĢ olmasına rağmen,
üçüncü kuĢak Türk gençleri farklı ayrımcılık kategorileriyle tanımlanmakta ve bu kuĢak bile entegre
olmamak gibi bir suçlamayla karĢılaĢabilmektedir. Hâlbuki bu gençler entegrasyon paradigmasıyla
anlaĢılamazlar çünkü göçmen değiller. Bu çalıĢma açısından sorun, üçüncü veya sonraki kuĢakların
entegrasyonun gerçekleĢip gerçekleĢmeyeceği değil, bu entegrasyonun Alman toplumunun hangi
kesiminde ve hangi ölçüde gerçekleĢeceğidir. Yani, Türk göçmenlerinin çocukları için sorun artık
Almanya`da kalmaları ya da Türkiye‘ye dönüp dönmeyecekleri değil, onların kültürler arası
yetenekleri ve kimliklerinin güvenli bir Ģekilde yaĢayabileceği alanların nasıl oluĢturulacağı
sorunudur.
Günümüzde, Türklerle birlikte üçüncü dünya vatandaĢları ve onların çocuklarını sosyal hayatın her
alanına katılım hakları ve kaynaklara ulaĢma açılarından Avrupalı vatandaĢlar (etnik Almanlar dahil)
ile eĢit hale getirmek göçmen politikalarının ajandalarına alması gereken en acil sorunlardan biridir.
Özellikle, göçmenlere aĢağı haklar ve statüler veren bu tabakalı yurttaĢlık sisteminin ortadan
kaldırılması göçmenlerin ve onların çocuklarının marjinalleĢmesinin ve dıĢlanmalarını da bir nebze
hafifletecektir.
Çünkü, bugün Avrupa Birliği ülkelerinde göçmenlerin ve çocuklarının emek piyasasına eriĢim,
aile birleĢmeleri, vatandaĢlık alma hakkı vb. bazı haklara ulaĢma konusunda açıktan sınırlılıklara sahip
olması, ırk ve kültür gibi kriterler yoluyla değil, yurttaĢlık açısından tarif edilmektedir. Ancak, bu
kapsamdaki politikalar daha çok üçüncü dünya uluslarının vatandaĢlarını hedef almaktadır ve onların
çalıĢma fırsatlarını ve hizmetlere ulaĢmalarını etkileyecek Ģekilde meĢru haklarından yoksun
kalmalarına yol açmaktadır. Özellikle, vize uygulamaları, emek piyasasına ve kaynaklara ulaĢma
kısıtları, sınır kontrolleri ve diğer resmi olmayan uygulamalar ve kurumsal tedbirler vb. ister göçmen
isterse de vatandaĢ statüsünde olsun üçüncü dünya vatandaĢlarının hak mahrumiyetlerine ve
trajedilerine neden olmaya devam etmektedir.
22
KAYNAKÇA
Abadan-Unat, N. (1992). ―East-West vs. South-North Migration: EffectsupontheRecruitmentAreas of
the 1960s‖, International Migration Review, Vol. 26, No. 2, Special Issue: The New Europe
and International Migration (Summer), pp: 401-412
Balibar. E. (1991). ―Es GibtKeinenStaat in Europa: RacismandPolitics in Europe Today,‖ New
LeftReview, Cilt: 186 (1), s. 5-19.
Brubaker, R.W. (1992).CitizenshipandNationhood in France and Germany (Cambridge, MA, Harvard
UniversityPress).
Canefe, N. (1998). ―Citizensversuspermanentguests: culturalmemoryandcitizenshiplaws in a reunifed
Germany‖, CitizenshipStudies, cilt: 2(3), s. 519–544.
Castles, S. (1995). "How Nation-statesRespondtoImmigrationandEthnicDiversity," New Community,
cilt: 21(3), s. 293-308.
Castles, S.,Miller, M. J. (2003).The Age of Migration: International PopulationMovements in the
Modern World (Third edition). Basingstoke: Palgrave-Macmillan.
Constant, A. vd., (2009). ―EthnocizingImmigrants,‖Journal of EconomicBehavior&Organization, cilt:
69 (3), s. 274-287.
Crul, M, Schneider, J (2009). ―Children of TurkishImmigrants in Germany andtheNetherlands:
TheImpact
of
Differences
in
VocationalandAcademicTrackingSystems,‖
TeachersCollegeRecordVolume 111, Number 6, June, pp. 1508–1527.
Diefenbach, H. (2002).GenderIdeologies, RelativeResources, andtheDivision of Housework in
IntimateRelationships: A Test of HymanRodman'sTheory of Resources
CulturalContextInternational Journal of ComparativeSociologyFebruary ,43, pp45-64.
in
Faist, T. (1994). ―Immigration, integrationandtheethnicization of politics:
A review of
Germanliterature”, EuropeanJournal of PoliticalResearch, cilt. 25,s. 439-459.
Garner, S (2007). ―The European Union and Racialization of the Immigration, 1985-2006,‖Race
/Ethnicity, vol. 1, no. 1, pp:61-87
Green, S. (2003). ―Legal Status of Turks in Germany‖, Immigrants&Minorities, cilt: 22 (2 & 3), s.
228-246.
Gogolin, I (2009). ‗‗Bildungsprache‘- TheImportance of Teaching Language in Every School Subject‖
in ScienceEducationUnlimited: ApproachestoEqualOpportunities in Learning Science, Tajmel
T. andStarl K, (eds) (WaxmannVerlagGmbH, Munster) pp. 91-105
Gomolla, M.,Radtke, F. O. (2007). InstiutionelleDiskriminierung: DieHerstellungethnischerDifferenz
in der Schule [Institutionaldiscrimination: Theproduction of ethnicdifference in schools]. 2nd
ed. Wiesbaden, Germany: VS VerlagfurSozialwissenschaften.
Howard, M. M. (2008). ―TheCausesandConsequences of Germany‘s New CitizenshipLaw‖,
GermanPolitics, cilt: 7(1), s.41–62.
Ignatieff, M. (1987).‖TheMyth of Citizenship‖, Queen`sLawJournal, cilt:12, s. 399-420.
Jorgensen, M. B. (2008).NationalandTransnationalIdentities: TurkishOrganisingProcessesand
Identity Construction in Denmark, Swedenand Germany, unpublishedphDdissertation
http://www.alevi.dk/ENGELSK/MBJ%20afhandling%20alevi%20org.pdf
(eriĢim
tarihi:
02/02/2010).
Kivisto, P. (2002).Multiculturalism in a Global Society (Oxford: Blackwell)
Kraler, A. (2010). ―Civic Stratification, Gender and Family Migration Policies in Europe‖, Final
Report, International Centre for Migration Policy Development (ICMPD).
Liebig, T. (2007). ―TheLabor Market Integration of Immigrants in Germany‖, OECD Social,
23
Employmentand Migration WorkingPapers, No. 47, OECD Publishing.
Lockwood, D. (1996). ―Civic Integration and Class Formation Source‖ The British Journal of
Sociology, cilt: 47(3), Special IssueforLockwood (Sep.), s. 531-550.
Meier, Gabriela S. (2010) ―Two-wayimmersioneducation in Germany: bridgingthelinguisticgap‖,
International Journal of BilingualEducationandBilingualism, 13: 4, 419 — 437
Miera,
F
(2008).
―Country
Report
on
Education:
Germany‖,
http://emilie.eliamep.gr/wpcontent/uploads/2009/08/edumigrom_backgroundpaper_germany_
educ.pdf (eriĢim tarihi: 11/07/2011).
Morris, L. (1997). ―A Cluster of Contradictions: ThePolitics of Migration in theEuropeanUnion‖,
Sociology, cilt: 31, s. 241-259.
Morris, L. (2000) Rightsandcontrols in themanagement of migration: thecase of Germany,
SociologicalReview, cilt: 48(2), s.224-240.
Morris, L. (2001). ―StratifiedRightsandThe Management of Migration: Nationaldistinctiveness in
Europe‖, EuropeanSocieties, cilt: 3(4), s.387-411.
Morris, L. (2002).Managing Migration: CivicStratificationandMigrantsRights, London: Routledge
Morris, L.(2003). ―ManagingContradiction: CivicStratificationandMigrants' Rights‖, The International
Migration Review, cilt: 37(1), s.74-100
Morris, L. (2007). ―New Labour‘sCommunity of Rights: Welfare, ImmigrationandAsylum‖, Journal
of SocialPolicy, cilt: 36(1), s.39–57
Mueller,
C.
(2006).
―IntegratingTurkishCommunities:
PopulationResearchPolicyReview, cilt: 25, s. 419–441.
a
German
Dilemma‖,
Sainsbury, D. (2006). ―Immigrants‘ SocialRights in ComparativePerspective: WelfareRegimes, Forms
of ImmigrationandImmigrationPolicyRegimes‖,Journal of EuropeanSocialPolicy0958-9287;
cilt: 16(3), s.229–244
Samers, M. (1998). ―Immigration, `EthnicMinorities', and `SocialExclusion' in theEuropeanUnion: A
Critical Perspective‖, Geoforum, cil:29, s.123-144.
Schierup, C, U et al. (2006). Migration, Citizenship, andtheEuropeanWelfareState – A European
Dilemma (New York: OUP)
ġahin,
B., AltuntaĢ, N. (2009). ―BetweenEnlightenedExclusionandConscientiousInclusion:
ToleratingtheMuslims in Germany‖, Journal of MuslimMinorityAffairs, cilt: 29(1), s.27-41.
Thomson, M., Crul, M. (2007). ―The Second Generation in Europe andthe United States: How is
theTransatlanticDebateRelevantforFurtherResearch on theEuropean Second Generation?‖
Journal of Ethnicand Migration Studies,Vol. 33, No. 7, September, pp. 1025 -1041
Ünver, O. C. (2006). ―CurrentDiscussions in theGerman Integration Debate, TheCulturalistVision vs.
SocialEquity? Revueeuropéennedesmigrationsinternationales,vol. 22,3, pp. 23-38.
Worbs, S. (2003). ―The Second Generation in Germany: Between School andLabor Market‖,
International Migration Review, Vol. 37, No. 4, TheFuture of the Second Generation: The
Integration of MigrantYouth in SixEuropeanCountries (Winter), 1011-1038.
24
SOSYOLOJĠDE YENĠ BĠR ALAN: HAKLAR SOSYOLOJĠSĠ
Funda KARAPEHLĠVAN ġENEL1
ÖZET
Haklar sosyolojisi, sosyoloji disiplini içinde yaklaĢık yirmi yıldır geliĢmekte olan yeni bir alandır.
Ġnsan hakları bugüne kadar hukuk, siyaset bilimi ve felsefenin bir alanı olarak kabul görmüĢ ve
çoğunlukla bu disiplinler altında çalıĢılmıĢ, tartıĢılmıĢtır. Her ne kadar haklar sosyolojisi üzerine
yapılan kuramsal, yöntemsel ve ampirik çalıĢmalar, özellikle son on yıl içinde hızla artmıĢ olsa da
sosyoloji, haklar konusuna, özellikle evrensel insan hakları düĢüncesine, kısa bir süre öncesine kadar
Ģüphe ile yaklaĢmıĢtır. Bu Ģüpheci yaklaĢımdan yola çıkarak, bu bildiride önce haklar sosyolojisinin
geliĢmesinin önündeki zorluklar üzerinde durulacaktır. Bu amaçla, insan haklarının normatif ölçütler
olarak kavramlaĢtırılıp ampirik olarak çalıĢılmasının sosyologlar için yarattığı güçlüklere dikkat
çekilecektir. Sonra da sosyolojinin insan hakları alanına yapabileceği katkılar tartıĢmaya açılacaktır.
Sosyolojinin haklarla iliĢkili olarak üzerinde durduğu konulardan biri, normatif insan hakları ilkeleri
ve bunların pratikte uygulanması arasındaki farkları göstermektir.
Anahtar Kelimeler: haklar sosyolojisi, insan hakları, normatif insan hakları ilkeleri ve pratiği
ABSTRACT
Sociology of rights, a new field within the sociology disipline, has been developing for the last
twenty years. Until now the subject of human rights has been mainly studied and discussed under the
disiplines of law, political science and philosophy. Although there has been a recent expansion of
academic interest in the theory and practice of Rights within sociology, its approach to rights has
remained sceptical until recently. Therefore, a specifically sociological approach to this topic (rather
than a legal or political science approach) has yet to develop. This paper aims to contribute to the
emerging field of sociology of human rights by drawing the various discussions raised by sociologists
especially in the last twenty years. I will try to introduce the difficulties faced by the sociologist
because of this sceptical approach and then discuss the possible contributions of a sociology of human
rights for the implementation of these rights.
Keywords: sociology of human rights, normative human rights principles and practice
GĠRĠġ
Haklar sosyolojisi, sosyoloji disiplini içinde yaklaĢık yirmi yıldır geliĢmekte olan yeni bir
alandır.Ġnsan hakları bugüne kadar hukuk, siyaset bilimi ve felsefenin bir alanı olarak kabul görmüĢ ve
çoğunlukla bu disiplinler altında çalıĢılmıĢ, tartıĢılmıĢtır. Her ne kadar haklar sosyolojisi üzerine
yapılan kuramsal, yöntemsel ve ampirik çalıĢmalar, özellikle son on yıl içinde hızla artmıĢ olsa da
sosyoloji, haklar konusuna, özellikle evrensel insan hakları düĢüncesine, kısa bir süre öncesine kadar
Ģüphe ile yaklaĢmıĢtır. Bu bildiride insan hakları sosyolojisi içindeki temel tartıĢmalara ve belli baĢlı
yaklaĢımlara değinerek bu tartıĢmaların sürdürülmesine ve geliĢtirilmesine katkıda bulunmayı
amaçlıyorum. Bu tartıĢmalardan belli baĢlıları Ģunlardır: Hakların kaynağı üzerine yapılan doğal
haklar- pozitif haklar tartıĢması ve temelcilik-toplumsal kurmacılık tartıĢma ekseni; hakları medeni ve
siyasal haklar ve ekonomik, kültürel ve sosyal haklar olarak konularına göre ayıran ve bu
gruplandırmalardan birine öncelik veren ya da bu hakları birbirine bağımlı ve ayrılmaz gören
tartıĢmalar; bu tartıĢma ekseni ile bağlantılı olarak hakları olumlu ve olumsuz olarak ayırıp devletin
haklar karĢısındaki konumu üzerine yapılan tartıĢmalar; hakların evrenselliğine karĢı kültürel
göreceliğini öne süren tartıĢma ekseni ve özellikle sosyoloji içindeki önemli bir diğer tartıĢma alanı
olan, hakların kuramı ve pratiği arasındaki farklara yoğunlaĢan tartıĢmalar.
1
Dr., Marmara Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü,
[email protected].
25
ĠNSAN HAKLARININ TARĠHSEL GELĠġĠMĠ
Tarihsel olarak insan hakları düĢüncesi köklerini doğal haklar hukukunda bulabileceğimiz doğal
haklar anlayıĢından doğmuĢtur. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776) ve Fransız Ġnsan ve YurttaĢ
Hakları Bildirgesi (1789) temellerini John Locke ve Thomas Paine'nin doğal haklar kuramından
almıĢlardır. Evrensel insan hakları söyleminin geliĢim çizgisi, bu söylemin içinden çıktığı toplumsal
ve siyasal iliĢkilerin devrilmesinde rol oynadığını göstermektedir (Benton, 1993:100). Ancak doğal
haklar düĢüncesi bir yandan eski rejimin yıkılması için gerekçe sağlarken, diğer yandan yeni egemen
grupların çıkarlarının meĢrulaĢtırılmasında rol oynamıĢtır (Evans, 1998:4). Doğal haklar düĢüncesine
göre, bireylerin belli haklara sahip olması onların yalnızca doğal insanlar olmalarından kaynaklanır.
Sadece bu düĢüncenin bile daha sonra ki insan hakları anlayıĢının geliĢmesinde önemli etkisi olmuĢtur.
Doğal haklar kuramının en iyi bilenen savunucusu olan John Locke'a göre insanlar doğa tarafından
doğuĢtan gelen yaĢam, özgürlük ve mülkiyet haklarıyla donatılmıĢlardır. Bu haklar, insanın kendisine
aittir ve devlet tarafından kaldırılıp feshedilemezler (Davidson, 1993:27; Freeman, 1988:4; Heywood,
1992:34). Doğal haklar kuramının amacı bireyleri, özellikle devletin gücünü kötüye kullanmasına
karĢı korumaktır. Bu nedenle, doğal haklar öncelikle siyasal iktidar üzerinde bir kontrol mekanizması
olarak ileri sürülmüĢlerdir. Bu anlayıĢa göre, insanların doğal haklarına saygı göstermeyen bir
hükümet yönetme hakkını kaybedecektir (Jones, 1994:3).
Evrensel insan hakları söylemi ondokuzuncu ve yirminci yüzyılın toplumsal ve ekonomik
baskılara ve siyasal zorbalıklara karĢı yapılan mücadelelerinde radikal bir rol oynamıĢtır (Benton,
1993:100). Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru iĢçi sınıflarının farklı türde haklar için yaptığı
mücadeleler sonucunda, çalıĢma saatlerini kısaltıp çalıĢma koĢullarını iyileĢtiren fabrika yasaları
çıkarılmıĢtır. Kamu sağlığı yasaları Ģehirlerin sağlık için en büyük tehditlerden kurtulmalarına olanak
sağlamıĢ; sosyal güvence yasalarıyla emeklilik hakkı ve gereksinimi olanlar için hastalık izni hakkı
kazanılmıĢtır. Ondokuzuncu yüzyıl aynı zamanda insan haklarının uluslararası boyutta ilk kez
korunmaya alınmasının da doğuĢuna tanıklık etmiĢtir. 1885'teki Berlin Konferansı'nda Avrupa
devletleri bütün köle ticaretini yasaklamayı kabul etmiĢtir. Birinci Dünya SavaĢı'ndan sonra Britanya,
Fransa ve Amerika BirleĢik Devletleri gelecekte ortaya çıkabilecek saldırganlıkları önlemek amacıyla
Milletler Cemiyeti'nin kurulması üzerinde uzlaĢmıĢtır. Ancak, savaĢ sonrasının bütün umutları Ġtalya
ve Almanya'da faĢizmin yükseliĢi ve Ġkinci Dünya SavaĢı sırasında yaĢanan vahĢet karĢısında
kaybolmuĢtur (Freeman, 1988:6-9; Weissbrodt, 1988:1-2). Ġnsan haklarının geliĢiminin bu erken
döneminde söylem 'erkek' hakları üzerinde yükselmiĢ; bu da kadınların, çocukların ve bazı erkeklerin
insan haklarından dıĢlanması anlamına gelmiĢtir. Ġkinci Dünya SavaĢı sonrası, insan hakları
kavramının küresel bir söylem olarak kabul edilmeye baĢlandığı dönem olmuĢtur. Amerika BirleĢik
Devletleri, Ġkinci Dünya SavaĢı'ndan ekonomik ve askeri süper güç olarak çıkmıĢ ve BirleĢmiĢ
Milletler'in kurulmasında merkezi bir rol oynayarak insan hakları söyleminin yeniden yükseliĢinde
etkili olmuĢtur. Anthony Woodiwiss'e göre insan haklarının doğuĢunun uyuĢmayan ama yine de
birbirini tamamlayıcı iki yönü vardır: Birincisi T. H. Marshall'ın (1949) sosyal haklar diye adlandırdığı
hakların doğuĢudur; ikincisi de faĢizmin yükseliĢi ve faĢizmin insanlığa karĢı iĢlediği suçlara
gösterilen geç kalmıĢ nefrettir (2005:80).
ÇeĢitli yazarlar insan haklarının tanımı ve doğası hakkında çok farklı görüĢler ve kuramlar
geliĢtirmiĢlerdir2. Ancak bu yazarların hemen hemen hepsinin üzerinde anlaĢtığı nokta, insan
haklarının Ġkinci Dünya SavaĢı'ndan sonra evrensel bir ilgi alanı haline gelmiĢ olduğudur. KarmaĢık ve
giderek geniĢleyen insan hakları sistemi ile BirleĢmiĢ Milletler bu küresel ilginin en önemli
göstergesidir. BirleĢmiĢ Milletler, uluslararası insan hakları hukukunun üye ülkelerin temsilcileri
tarafından görüĢüldüğü ve üzerinde anlaĢıldığı temel mercidir. BirleĢmiĢ Milletler insan hakları
koruma sistemi, çeĢitli unsurlardan oluĢmuĢ karmaĢık bir yapıdır. Bu yapıyı oluĢturan unsurlar
arasında yasal olarak bağlıyıcı uluslararası antlaĢmalar, yasal olarak bağlayıcı olmayan deklerasyonlar
ve belgeler yanında, özel raportörler, uzmanlar, çalıĢma grupları, komiteler, sözleĢme organları vardır.
2
Farklı insan hakları kuramları üzerine ayrıntılı tartıĢmalar için bkz. Shute and Hurley, 1994; Waldron, 1984;
Douzinas, 2000; Freeman, 2002; Falk, Elver and Hajjar, 2007; Galtung, 2013.
26
Bu karmaĢık yapı bütün unsurlarıyla birlikte insan haklarının korunması ve yaĢama geçirilmesi için
çeĢitli Ģekillerde faaliyet gösterir (Mertus, 2005:3).
ĠNSAN HAKLARI SOSYOLOJĠSĠ
Siyaset bilimi, hukuk ve felsefe yakın zamanlara kadar insan hakları çalıĢmalarında hegemonik bir
rol oynamıĢtır. Buna karĢılık, sosyolojinin haklar konusunda kısa süre öncesine kadar sessiz kaldığını
görüyoruz. Bryan Turner, 1993‘te yayınlanan ve insan hakları sosyolojisinin önünü açan makalesinde
insan hakları çözümlemesinin sosyoloji için bir sorun oluĢturmasının nedeninin, sosyolojinin evrensel
insan haklarının toplumsal varlığı düĢüncesine Ģüphe ile yaklaĢması olduğunu ileri sürer. Ancak son
yirmi yıl içinde artan çalıĢmalar, insan hakları sosyolojisinin yeni bir çalıĢma alanı olarak ortaya
çıktığını göstermektedir. Robert Fine'a göre sosyolojinin artan bu ilgisi, insan haklarının toplumsal ve
siyasi alanların önemli bir parçası haline gelmesinden kaynaklanmaktadır.
Sosyolojinin normatif haklar konusundaki Ģüpheciliğinin kökenleri klasik sosyal kuramcılara kadar
gider. Doğal hukukun çöküĢünü ilan edip modern hukuku rasyonelleĢmiĢ bir sistem olarak eleĢtiren
Weber; bireysel hakları burjuva ideolojisinin bir parçası olarak gören Marx ve hukuk ve haklara
pozitivist bir yaklaĢımı olan Durkheim gibi klasik sosyoloji kuramcılarının mirası insan hakları
sosyolojisinin geç geliĢmesinde önemli bir faktör olmuĢtur. Yalnızca insan olunduğu için haklara
sahip olma düĢüncesi bu kuramcılara göre felsefi ve hatta daha da kötüsü ideolojik bir soyutlanmadan
ibarettir. Durkheim, Marx ve Weber insan haklarının evrensel ve normatif bir temeli olması olasılığına
Ģüpheyle yaklaĢmıĢlardır. Onlar hukuk ve ahlakın toplumsal yapıların geliĢmesindeki özel rolü
üzerinde durmuĢlardır. Aynı zamanda insan haklarının tarih dıĢına çıkarılmasını ve liberal bireycilikle
iliĢkilendirilmesini eleĢtirmiĢ ve insan haklarıyla ilgili tartıĢmaların devletin ve toplumun bu haklardan
yararlanılmasını garanti etme kapasitesiyle iliĢkilendirilmesi gerektiğini savunmuĢlardır.
1990'ların baĢında Bryan Turner (1993) ile Malcolm Waters (1996) arasındaki tartıĢma insan
haklarının sosyolojik analizinin öncüsü olmuĢtur. Bu tartıĢma iki farklı yaklaĢımın - temelcilik ile
toplumsal kurmacılık - örneğini vermesi açısından da önemlidir. Turner sosyolojinin bir disiplin olarak
çağdaĢ bir haklar kuramı için gözle görülür bir temeli olmadığını ileri sürer ve bu sorunu haklar için
ontolojik bir temel bulmaya çalıĢarak çözmeye uğraĢır. Ona göre sosyoloji, insan hakları analizini
insan bedeninin zayıflığı, toplumsal kurumların istikrarsızlığı ve empati düĢüncelerinin bir
kombinasyonu üzerine dayandırabilir. Öte yandan Waters (1996:596), Turner'a yanıtında sosyologlar
için önemli olanın insan haklarının ve insan hakları kurumlarının nasıl toplumsal olarak kurulduklarını
açıklamak olduğunu ileri sürer. Waters'a göre insan haklarının toplumsal kurmacı kuramı, hakların
kurumsallaĢmasını politik çıkarlar arasındaki güçler dengesinin bir ürünü olarak görür. Benzeri bir
perspektiften Lydia Morris (2006:10), hakların analizi için pratiğe dayalı bir yaklaĢım önerir. Ona
göre, sosyoloji hakların ontolojik bir temelini oluĢturmak yerine, hakların pratiğine odaklanmalıdır.
Morris (2006:13) hakların sosyolojik çalıĢması içerisinde dört farklı yaklaĢımdan söz
edilebileceğini ileri sürer. Bunlar: politik ekonomi yaklaĢımı, statüler, normlar ve kurumlara
odaklanan yaklaĢım, hakların anlamına ve yorumuna odaklanan yaklaĢım ve haklar arasındaki
çatıĢmalara vurgu yapan yaklaĢımdır.
Ben bu yaklaĢımlardan politik ekonomi yaklaĢımını benimsiyorum. Bildirimin bundan sonra ki
kısmında bu yaklaĢım üzerinde duracağım. Bu yaklaĢım, toplumsal yaĢamı biçimlendiren politik ve
ekonomik iliĢkilerin odak alınarak toplumsal oluĢumun bir bütün olarak anlaĢılmasının gerekliliğini
savunur ve insan haklarının analizi için toplum içindeki güç iliĢkilerinin ve yapısal eĢitsizliklerin
çözümlenmesinin gerekli olduğunu ileri sürer.
Ġkinci Dünya SavaĢı'ndan sonra insan hakları kavramı çerçevesinde ve kuramındaki geniĢlemeye
rağmen, insan haklarının formel ve ampirik algılanıĢı arasında önemli bir açık olagelmiĢtir. Formel
düzeyde haklar hem geniĢ anlamda tanımlanmıĢ ve evrensel olarak kabul edilmiĢler, hem de ayrılmaz
ve birbirine bağlı parçalar olarak görülmüĢlerdir. Ancak ampirik düzeyde insan haklarının çok daha
sınırlı ve seçici bir uygulamasıyla karĢılaĢırız. Bir baĢka deyiĢle, haklar kağıt üzerinde kabul
edilmelerine rağmen gerçekte bu haklardan faydalanılması çok sınırlı olabilmektedir. Örneğin
normatif düzeyde sağlık hakkı, kaynakların kullanıma hazır olduğunu ve adil dağıtıldığını öngörür.
Ancak ampirik olarak kaynakların kullanımı ile baĢarılı sağlık politikaları arasındaki iliĢkinin bu kadar
27
basit olmadığını ve ayrıntılı araĢtırmalar gerektirdiğini biliyoruz. Günümüzde sağlık hizmetleri formel
olarak herkesin kullanımına açık olsa bile, parası çok olan daha iyi sağlık hizmeti almaktadır. Bu
durum eğitim hizmetleri için de geçerlidir.
Yani eĢzamanlı olarak hakların hem varlığından hem de yokluğundan söz edebiliriz. Morris'e göre
hakların korunması gerektiğinin kabulü ve bu kabulün gerçekleĢmesi arasındaki fark insan haklarını
sosyolojik olarak ilginç kılar. Bir diğer deyiĢle, hakların kabulü ve gerçekleĢtirilmesi arasındaki bu
fark sosyolojinin ilgi alanını oluĢturur. Benton'a (2006) göre de soyut ve somut haklar arasındaki bu
karĢıtlık liberal hak anlayıĢının sosyolojik eleĢtirisinin merkezinde yer alır. Benton'a (1993, 2006)
göre, eğer bireyler pratikte hakları kullanmak için gerekli yetenek ve kaynaklardan yoksun iseler,
haklar yalnızca soyut ve etkisiz kalırlar. Hakların kabulü ve gerçekleĢmesi arasındaki bu fark insan
hakları sosyolojisini hakların daha iyi gerçekleĢebilmesi için önemli kılar. Ġnsan haklarına yalnızca
hukuki açıdan yaklaĢılması sosyo-ekonomik ve toplumsal kimliklerin görmezden gelinmesine yol
açabilir. Bu nedenle hukukun yukarıdan bakan dar kapsamının dıĢına çıkılıp yasal insan hakları
ilkeleri bu hakların sosyolojik analizleriyle desteklenmelidir. Yani hakların liberal-bireyci formülü ve
uygulamasının sosyolojik eleĢtirisi bireylerin sahip oldukları yeteneklerin ve kaynakların
geniĢletilmesi ve eĢitlenmesi üzerine odaklanmalıdır. Diane Elson (2006:105) bunu 'dönüĢtürücü
eĢitlik' olarak adlandırır. DönüĢtürü eĢitlik, Nancy Fraser'ın kavramlaĢtırmaları olan dönüĢtürücü
bölüĢüm ve dönüĢtürücü tanımayı içerir. Fraser'ın (1995) bölüĢüm ve tanıma üzerine yaptığı analizler
haklardan yararlanmanın önünde engel oluĢturan ekonomik ve kültürel eĢitsizlikler arasındaki
etkileĢimi göstermesi bakımından çok önemlidir.
SONUÇ
Haklar üzerine yapılan sosyolojik çalıĢmalar, eĢit hakların eĢit sonuçlar doğurmadığını ve hakların
yasallaĢmasının her zaman ezilenleri güçlendirmediğini göstermiĢtir. Sosyoloji, hukuki normların
neden toplumsal gerçekliğe yansımadığını anlamamıza yardım eder.
Ġnsan hakları karmaĢık bir olgudur ve yalnızca hukuk ve felsefe merceğinden bakarak
anlaĢılamazlar. Sosyoloji insan haklarını tarihsel ve toplumsal bağlamı içine yerleĢtirmeye ve bu
koĢullar içinde anlamaya ve anlamlandırmaya çalıĢır. Böylece örneğin insan hakları ihlallerinin neden
gerçekleĢtiğini açıklamaya çalıĢır, yasal sistemlerin sınırlılıklarını ortaya koyar. Ġnsan hakları
sosyolojisi perspektifinden haklardan yararlanılması hiçbir zaman basitçe hukuki bir dayanaktan ibaret
değildir, aynı zamanda iktidarı, maddi kaynakları ve anlamları yaratan ve dağıtan toplumsal yapılara
da bağlıdır. Ġnsan hakları sosyolojisi kuram ve pratik arasındaki bu farklılık üzerinde durarak hakların
daha iyi gerçekleĢebilmesine katkıda bulunacaktır.
Ġnsan hakları normları ideal ve soyut bir toplumsallığı tarif ederken, insan hakları sosyolojisi, insan
haklarını hukukun ve felsefenin egemenliğinden alarak insan haklarını güç iliĢkileri, toplumsal,
ekonomik, kültürel eĢitsizlikler, tarihsel koĢullar, kültürel farklılıklar, toplumsal mücadeleler çerçevesi
içinde ele alır ve böylece Michael Freeman‘ın dediği gibi bu kavramı sıradan insanların gündelik
yaĢamlarına ulaĢtırır.
KAYNAKÇA
Benton, T. (1993).Natural Relations: Ecology, Animal Rights and Social Justice [Doğal ĠliĢkiler:
Ekoloji, Hayvan Hakları ve Toplumsal Adalet], London:Verso.
Benton, T. (2006). ‗Do we need rights? If so, what sort?‗ [Haklara Ġhtiyacımız Var mı? Varsa, Hangi
Haklara?], in L. Morris(ed), Rights: Sociological Perspectives, Abingdon and New York:
Routledge, pp.21-36.
Davidson, S. (1993).Human Rights [Ġnsan Hakları], Buckingham: Open University Press.
Douzinas, C. (2000).The End of Human Rights: Critical Legal Thought at the Turn of the Century
[Ġnsan Haklarının Sonu: Yüzyılın Bitiminde EleĢtirel Hukuk DüĢüncesi], Oxford: Hart
Publishing.
Elson, D. (2006). ‗Women‗s rights are human rights: campaigns and concepts‗ [Kadın Hakları Ġnsan
28
Haklarıdır: Kampanyalar ve Kavramlar], in L. Morris(ed), Rights: Sociological Perspectives,
Abingdon and New York: Routledge, 94-110.
Evans, T. (1998). ‗Introduction: power, hegemony and the universalization of human rights‗ [GiriĢ:
Ġktidar, Hegemonya ve Ġnsan Haklarının Evrenselliği], in T. Evans (ed), Human Rights Fifty
Years On, pp.2-23.
Falk, R., Elver,H., Hajjar,L. (2007).Human rights: Critical Concepts in Political Science [Ġnsan
Hakları: Siyaset Biliminde EleĢtirel Kavramlar], London: Routledge.
Freeman, C. (1988).Human Rights [Ġnsan Hakları], London : Batsford.
Fraser, N. (1995). ‗From Redistribution to Recognition? Dilemmas of Justice in a Post-Socialist Age‗
[BölüĢümden Tanımaya? Post-sosyalist bir çağda Adaletin Açmazları], New Left Review,
I(212)68-93.
Heywood, A. (1992).Political Ideologies: An Introduction [Siyasal Ġdeolojiler: Bir GiriĢ],
Basingstoke: Macmillan.
Jones, P. N. (1994).Rights [Haklar], Basingstoke: Macmillan.
Marshall, T. H. (1949). ‗Citizenship and Social Class‗ [YurttaĢlık ve Toplumsal Sınıf], Reprint in
Sociology at the Crossroads and other Essays, London: Heinemann, pp.67–127.
Mertus, J. A. (2005).The United Nations and Human Rights: A Guide for a New Era [BirleĢmiĢ
Milletler ve Ġnsan Hakları: Yeni Bir Çağ için Rehber], Abingdon and New York: Routledge.
Morris, L. (2006). ‗Sociology and rights – an emergent field‗ [Sosyoloji ve Haklar – OluĢmakta olan
Bir Alan] in L. Morris(ed), Rights: Sociological Perspectives, pp. 1-16.
Shute, S.,Hurley,S. (eds) (1993).On Human Rights: the Oxford Amnesty Lectures [Ġnsan Hakları
Üzerine: Uluslararası Af Örgütü Dersleri], New York: Basic Books.
Turner, B. S. (1993). ‗Outline of the Theory of Human Rights‗ [Ġnsan Hakları Kuramı için Bir
Çerçeve], Sociology, 27(3)489-512.
Waldron, J. (ed). (1984) Theories of Rights [Hak Kuramları], Oxford: Oxford University Press.
Waters, M. (1996). ‗Human Rights and the Universalisation of Interests‗ [Ġnsan Hakları ve Çıkarların
EvrenselleĢmesi], Sociology, 30(3) 593-600
Weissbrodt, D. (1988). ‗Human Rights: An Historical Perspective‗ [Ġnsan Hakları: Tarihsel Bir BakıĢ]
, in P. Davies (ed), Human Rights, London: Routledge.
Woodiwiss, A. (2005).Human Rights [Ġnsan Hakları], Abingdon: Routledge.
29
C9 OTURUMU
LGBT
30
METROPOLDIġI ÜNĠVERSĠTE ÖĞRENCĠLERĠN GÖZÜNDEN
METROPOLLEġEN TAġRA, KADIN-ERKEK ĠLĠġKĠLERĠ VE LBGT
ÖĞRENCĠLERĠN ÖRGÜTLENME DENEYĠMLERĠ
Dr. A. Çağlar DENĠZ1
ÖZET
Metropol kente üniversite eğitimi almaya gelen öğrenciler, metropolde geçirdikleri yıllara paralel
olarak cinsellik üzerinden kurulan iliĢkileri taĢradakinden ―daha geniĢ‖ ve ―daha anlayıĢlı‖ bir Ģekilde
değerlendirmektedirler. Bu noktada taĢranın -özellikle cinsellik algısı ve deneyimi bağlamında- hem
yeni kurulan üniversiteler hem de hızla yaygınlaĢan ve daha çok eriĢilebilir hale gelen kitle iletiĢim
araçları sayesinde gittikçe metropolleĢtiği görülmektedir. MetropoldıĢı üniversite öğrencileri kadınerkek iliĢkilerinde taĢra ve metropol değer yargıları ve tutumları arasında melez bir tavır almaktadırlar.
Bu öğrenciler aslında taĢranın da, tüketim alıĢkanlıkları ve cinselliğe dair algı ve tutumlar açısından
metropolleĢtiğinden dem vurmaktadırlar. MetropoldıĢı öğrenciler ilk kez karĢılaĢtıkları toplumsal
gruplardan bahsederken, en fazla zikrettikleri toplumsal grup LBGT bireyler olmaktadır. Bu
karĢılaĢma kent mekanlarında veya üniversite içerisinde olabilmektedir. Ġstanbul, Boğaziçi ve Ġstanbul
Bilgi üniversitelerinde örgütlenen2 LBGT öğrenciler, görünür olma noktasında metropol kentin diğer
mekanlarına göre daha az sıkıntı yaĢamamaktadırlar. LGBT örgütlerinin anti-kapitalist söylem ve
eylemlere katılımları, sosyalist dünya görüĢünden insanların onlara dair daha ılımlı fikirler
serdetmesine sebep olmaktadır. Üniversitelerde okutulan müfredat eĢcinselliğe değinip değinmemesi,
öğrencilerin bu konuda yeterli akademik bilgiyi alıp alamamaları açısından önem arz etmektedir.
Muhafazakar hayat görüĢüne sahip olan öğrenciler arasında Gülen Cemaatine mensup olanlar ve
kendilerini modern-muhafazakar olarak tanımlayanlar, LGBT bireylere karĢı daha hoĢgörülü bir
söylem geliĢtirmektedirler.
Anahtar Kelimeler: Metropolleşme, Üniversite Öğrencileri, Metropolleşen Taşra, LGBT Öğrenci
Örgütlenmeleri, Homofobi.
ABSTRACT
Students who come to metropolcity to pursue university education, in paralel to the years that they
spend in metropol city, perceive relations particularly in thecontext of sexuality as wider and openminded. In this regard, the provinces become metropolitanized thanks to newly established universities
and mass communication means. No-metropolitan students try to develop hybrid manner between
provincial values and metropolitan values regarding female-malerelations. In fact, these students
accept that provinces become metropolitanized in terms of perceptions of sexuality and
consumptionhabits. Non-metropolitan students, when they talk about the community groups that they
face for the first time, mentions much about LGBT people. This encounter may occur in urban spaces
and universities. The LBGT student swho organize themselves in Istanbul, Boğaziçi andIstanbul Bilgi
Universities easily appear and become visibile in contrast to other spaces of metropolcity. LGBT
organzations obtain sympathy from socialist worldview when they participate anti-capitalist discourse
and actions. Whether University curriculums refer to homosexuality or not is very important in
obtaning sufficient academic knowledge about it. Among those who have conservative
worldview Gulen movement followers and modern conservatives develop moderate discourses
toward LGBT people.
Keywords: Metropolitanization, college students, metropolitanized province, LBGT student
organizations, homophobia
1 ArĢ. Gör, UĢak Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
[email protected];
[email protected] .
2 Ġstanbul Üniversitesinde Radar Topluluğu, Boğaziçi Üniversitesinde Lubunya Kulübü ve Ġstanbul Bilgi
Üniversitesinde GökkuĢağı Kulübü.
31
GĠRĠġ
Metropol kent, taĢradan gelen metropoldıĢı öğrencilere daha önce karĢılaĢmadıkları sosyal
gruplarla karĢılaĢma imkanı vermektedir. Metropol kente üniversitede okumak üzere gelen taĢralı
öğrencilerin –metinde metropoldıĢı öğrenciler olarak geçecektir- cinselliğe dair görüĢleri hazırlanan
yarı yapılandırılmıĢ bir mülakat metni çerçevesinde araĢtırılmıĢtır. Nitel bir araĢtırma kapsamında 3 90
kiĢiyle görüĢülerek, metropolleĢen taĢra, kadın-erkek iliĢkileri ve LGBT bireylerin üniversite
çevresinde örgütlenme deneyimleri özelde metropoldıĢı öğrencilerin gözünden, genelde ise üniversite
gençliğinin bütünü zaviyesinden incelenmeye çalıĢılmıĢtır. MetropoldıĢı öğrencilerin kadın erkek
iliĢkileri ve eĢcinselliğe bakıĢları, metropolleĢme süreçleriyle doğru orantılı olarak değiĢime
uğramaktadır. Bu öğrenciler, memleketlerine/taĢraya tüketim alıĢkanlıkları ve cinselliğe dair algı ve
tutumlar üzerinden bir kez daha baktıklarında taĢranın metropolleĢtiğini ifade etmektedirler. Bu
çalıĢmada metropoldıĢı öğrencilerin anlatımları çerçevesinde öncelikle taĢranın nasıl metropolleĢtiğine
ve bu öğrencilerin kadın-erkek iliĢkilerine bakıĢlarındaki farklılaĢmalara ve LGBT öğrencilerin
örgütlenme deneyimlerinin kendilerini ne ölçüde etkilediğine değinilecektir. Bu bağlamda, metropolde
üniversite eğitimi alan LGBT öğrencilerin kampüs içinde kurdukları örgütlenmeler çerçevesinde nasıl
özneleĢtikleri ve nesneleĢtikleri ele alınacaktır. ÇalıĢma çerçevesinde gerçekleĢtirilen mülakatlara
göre, birinci sınıfa baĢlayan pek çok öğrencinin olumsuz ifadelerle nitelediği eĢcinsellik olgusuna,
diğer sınıflarda okuyan öğrencilerin yaklaĢımı daha hoĢgörülüdür. Bu durumun bir sebebi metropol
kentte eĢcinsellerin kendi örgütlenmeleri ve kurumlarıyla –dernekler, kafeler, barlar vs.- var olmaları
ise, diğer sebebi örneklemdeki öğrencilerin okuduğu üniversitelerde eĢcinsel örgütlenmelerin yer
almasıdır. MetropoldıĢı gençlerin metropolleĢme sürecinde farklı cinsel yönelimlere sahip kiĢilerle
deneyimledikleri mekan kesiĢmeleri bu gençleri daha kapsayıcı bir söyleme sevk etmektedir.
Foucault, kiĢiyi sınıflandıran, onu kiĢiliğiyle iĢaretleyen, onu kimliğine bağlayan, baĢkalarının ve
onun kendisinde kabul edeceği hakikat kanununu ona dayatan ve tüm bunları yaparak gündelik hayata
kendini doğrudan uygulayan bir iktidar Ģeklini4 ayırt etmektedir. Bu iktidar Ģekli, bireyleri özne
(subject) yapmaktadır. ‗Özne‘ kelimesinin, kontrol ve bağımlılık yoluyla baĢka birine tabi ve kendi
kimliğine bir vicdan ve öz-bilgi yoluyla bağlanmıĢ olmak üzere iki anlamı vardır. Her iki anlam da
iktidarın boyun eğdiren ve tabi kılan türünü akla getirmektedir.Ġnsanları özneye dönüĢtüren üç ayrı
nesneleĢtirme modu olduğunu ileri süren Foucault, bunları Ģu Ģekilde sıralar:
1- Kendilerine bilim statüsü vermek Mesela konuĢan özne, genel gramer, filoloji ya da
için çabalayan inceleme modları;
dilbiliminde; üretken özne, emek harcayan özne
iktisat ve servet analizinde; sırf yaĢıyor olma
durumu doğa tarihi veya biyolojide nesneleĢir.
2- Özne kendi içinde veya Mesela deli ile akıllı, hasta ile sağlıklı ya da suçlu
baĢkalarından ‗bölücü pratikler‘de ile ‗iyi çocuklar‘ gibi.
bölünme sürecinde nesneleĢir.
3-Bir insan kendini bir özneye Mesela, cinsellik alanı ele alınırsa, insanlar
dönüĢtürür.
kendilerini ‗cinsellik‘ özneleri olarak nasıl kabul
ettiklerini gösteren cinsellik kaynağı.
FOUCAULT‟YA GÖRE ĠNSANI ÖZNEYE DÖNÜġTÜREN NESNELEġTĠRME
MODLARI 5
Foucault‘nun insanın kendini özneye dönüĢtürme süreci olarak son nesneleĢtirme türü, metropolde
üniversiteye yeni baĢlayan metropoldıĢı öğrencilerin kendilerini bir üniversite öğrencisine ya da bir
metropol kentlisine dönüĢtürme sürecini de açıklayabilmektedir. Çünkü, bu öğrenciler kendileri ile
metropol kentli ve üniversiteli kimliğine sahip olmuĢ öğrenciler arasındaki bölücü pratiklerin de
farkındadır. Kendilerini özneleĢtirme sürecinde bu bölücü pratikleri aĢma veya kendi lehlerine bu
3Bu çalıĢma, yazarın 2013 yılında kabul edilen Doktora tezi verilerinden faydalanılarak hazırlanmıĢtır.
4MichelFoucault, TheSubjectandPower, Critical Inquiry, c.8, sayı:4 (Yaz, 1982), Chicago, TheUniversity of
Chicago Press, 1982, s. 781.
5Foucault, A. e., s.777 -778.
32
pratikleri içselleĢtirme kaygısında olabilirler. Bu pratikler, bazen bizzat metropol veya üniversite
yönetimi tarafından yazılı bir mod olarak verilmektedir. Tüm bu süreçlerde genel olarak metropoldıĢı
lise öğrencisi metropollü bir üniversite öğrencisi haline evrilerek, özel olarak ise dini, etnik, ideolojik
ve cinsel bir kimlik içinde özneleĢerek nesneleĢmektedir. Üniversite ve metropolünmetropoldıĢı
öğrenciye uyguladığı iktidar Ģekli, onu iĢaretlemekte ve ona yeni bir kimlik dayatmaktadır. Öğrencinin
gündelik hayatını hedef alarak, onu kontrol ve bağımlılık yoluyla kendine tabi kılarken kendi
kimliğine bağlanmasına da sebep olmaktadır. Böylece metropol kentte üniversite eğitimi alan
metropoldıĢı öğrenciler dini, ideolojik, etnik, cinsel vs. bir kimliğin öznesi olarak nesneleĢmekte ve
özneleĢerek nesneleĢen bu gençler yarı Ģeffaf akran kabilelere bölünmektedir. Kabile kavramı, çalıĢma
içerisinde ZygmuntBauman‘ın kullandığı anlamda ele alınmıĢtır. Bauman, bireyin bir gruba özgü
elbiseler giyerek, gruba özgü plakları satın alarak, gruba özgü müziği dinleyerek, gruba özgü
televizyon programlarını ve filmleri izleyerek ve tartıĢarak, odasının duvarlarını gruba özgü süslerle
bezeyerek, akĢamlarını gruba özgü tarzlarda ve gruba özgü yerlerde geçirerek vb. gibi iĢaretleri
yaparak yani kabileye özgü eĢyaları edinerek ve sergileyerek ―kabileye katılabileceğini‖6
belirtmektedir. Kabileler –ya da Baumann‘ın yanlıĢ anlaĢılmaktan kaçındığı tabirle yeni kabileler- öz
olarak hayat tarzlarıdır. Neredeyse tüketim tarzlarından baĢka bir Ģey değildir ve bu kabilelere giriĢ
çıkıĢları piyasa belirlemektedir.7Baumann‘a göre postmodernizm yeni-kabileciliği yaratmaktadır. Yeni
kabileler, estetik cemaatler olarak da görülebilmektedirler. Doğal cemaatlerden daha kolay
terkedilebilirler. Ġçsel özlerden ziyade, görünümlerde, yeni sembollerde ortaya çıkarlar. Bir siyasi
programa sahip olmayan gençlik kültürleri bu Ģekilde ortaya çıkmaktadır. Bir aidiyetin iĢareti olan
semboller, artık toplumsal durumdan daha ziyade önemlidir. Bu durum, semboller aracılığıyla bilinçli
olarak toplumsal durumun gizlenmesine kadar gidebilir.8 Richter, her ne kadar örnek olarak siyasi
programa sahip olmayan gençlik kültürlerini verse de, siyasi programa sahip olan gençlik kültürlerinin
de Baumann‘ın değindiği tarzda yeni kabile olarak değerlendirilebileceği çalıĢma esnasında
görülmüĢtür. Bu bağlamda siyasi bir programa dahil olsun ya da olmasın, metropol üniversite
kampüslerinde LGBT öğrencilerin yarı Ģeffaf bir kabileye tekabül ettiği tespit edilmiĢtir.
Örneklem içerisinde yer alan gençlerin cinsellik üzerinden geliĢen iliĢkiler hakkındaki genel
tutumu özgürlükçü olarak nitelenebilir. MetropoldıĢı öğrenciler, cinselliğin özgürce yaĢanması
gerektiğini ifade etmekle beraber, bu konudaki aleniyetten ise rahatsızlık duymaktadırlar. Özellikle
dini semboller taĢıyan kadınların cinselliğini aleni bir Ģekilde yaĢaması hoĢ karĢılanmamaktadır. Bu
bağlamda metropoldıĢı öğrencilerin metropol ortamında tampon mekanizmalar çerçevesinde
açıklanabilecek tepkiler geliĢtirdiği görülmektedir. Tampon mekanizmalar kavramını 9, Mübeccel
Belik Kıray 1962 yılında Ereğli‘deki ağır sanayi hamlesinin bölgeyi nasıl etkilediğini ve bölgenin
yerlileri ile iĢ imkanları için bölgeye göç edenlerin yeni toplumsal Ģartlara hangi süreçler içerisinde
uyum sağladıklarınıaraĢtırarak tampon mekanizmalar kavramını ortaya atmıĢtır. Bu kavramla, sosyal
değiĢmenin bunalımsız olmasını sağlayan, çözülmenin önüne geçen ve her iki sosyal yapıya da ait
olmayan bu yeni beliren kurumlar, iliĢkiler, değerler ve fonksiyonları ifade etmeye çalıĢmıĢtır.
Tampon mekanizmalar kavramı, Harootunian‘ınarayerdelikkavramsallaĢtırmasıyla benzeĢen yönlere
sahiptir, ama amaçsal olarak aralarında farklar vardır.
―Gündelik hayat, sanayi kapitalizminin ortaya çıkması ve yayılmasına ve yine kapitalizmin,
oluĢturulduğu her yerde benzer koĢullar oluĢturma eğilimine iĢaret eden, yaĢanmıĢ gerçekliğin
deneyimine karĢılık gelmektedir. Gündelik hayatları farklı kılan daha yıpratıcı ve yıkıcı
eĢitsizlikleri maskeleyen melezliğin gerçekleĢmesi yani ―arayerdelik‖, melezleĢtirilen ögelerin
6ZygmuntBauman, Sosyolojik DüĢünmek, çev. Abdullah Yılmaz, 7. bs., Ġstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2010, s.
228.
7Bauman, A.e., s.229.
8Rudolf Richter, Sosyolojik Paradigmalar, çev. Necmeddin Doğan, Ġstanbul, Küre Yayınları, 2012, s. 237.
9Mübeccel B. Kıray, Ereğli: Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası, 3. bs., Ġstanbul, Bağlam Yayınları, 2000,
s. 20; 141.
33
karıĢımını gizliyor ve böylece hem sömürgeleĢtirilmiĢ hem de sömürgeleĢtirilmemiĢ
gündeliklerin eĢitsizlik deneyimleri arasındaki pürüzleri giderme iĢlevi görüyor.‖10
Arayerdelik, mevcut eĢitsizlikleri maskelemeye çalıĢan mekanizmaları ifade etmeye çalıĢırken,
tampon mekanizmalar eĢitsizlikleri aĢmaya yönelik üretilen çözümler bütünü olarak
değerlendirilebilir.Ereğli‘deki orta hızlı sosyal değiĢmeyi anlamlandırmak için Kıray‘ın ortaya attığı
tampon mekanizmalar kavramı, pekala üniversite öğrencilerinin metropolleĢirken karĢılaĢtıkları bazı
iliĢki düzeylerini de anlamlandırmak için kullanılabilir. Fakat metropol kentin ortamında üniversite
öğrencileri, sadece orta halli bir değiĢimi deneyimlememektedirler, aynı anda hem yavaĢ hem de hızlı
değiĢimlere adaptasyon sağlamak durumunda kalmaktadırlar. Bu bağlamda yeniden yorumlama ve
isyan mekanizmalarını da metropolleĢen üniversite gençleri için denge koruyucu mekanizmalar olarak
değerlendirilebilmek mümkündür. Çünkü onlar sosyal değiĢimin en keskin türlerinden birine maruz
kalmaktadırlar ve bu değiĢim özne varlığa değiĢik hızlarda aynı anda etki etmektedir.
METROPOLLEġEN TAġRA VE KADIN-ERKEK ĠLĠġKĠLERĠNE BAKIġTAKĠ
DEĞĠġĠM
MetropoldıĢı öğrenciler, metropoldeki tüketim alıĢkanlıkları ve ahlaki kriterlerin taĢradakilerle
giderek benzeĢtiğini ifade etmektedirler. Bu durumun bir sebebi üreticilerin reklam ve bayilik yoluyla
taĢraya inmeleri, diğeriyse geleneksel olmayan tüketim kalıplarının taĢraya açılan üniversitelerin
öğrencilerinin eliyle yaygınlaĢması ve sıradanlaĢtırılmasıdır. Mesela ĠÜ‘den Hale, memleketi
Bingöl‘de sokağa çıkarken eĢofman giymenin nasıl „normalleştiğini‟ anlatmaktadır. Üç-dört yıl önce
Ģehir çapında konuĢulacak bir mevzu haline gelebilecek bu olay, bugün itibariyle çok da ilgi
çekmeyecek bir hal almıĢtır. Hale, son üç yılda Bingöl‘de üniversitenin de etkisiyle kıyafet, saç kesimi
vs. bakımından „farklı tipler‟ görmeye baĢlamıĢtır. BÜ‘den Nihal de, Hale ile benzer tespitlerde
bulunmaktadır.
―Benim ailem ilçede yaĢıyor. Çok küçük bir yer ama oraya açılan üniversite birimleri
oradaki sosyal yaĢamı bile değiĢtirdi. Kız ve erkek öğrencilerin el ele dolaĢmasından, ilçe
gençleri de feyz aldılar. Ama tabi ki, kız erkek iliĢkileri açısından yine de çok rahat bir yer
değil. Çünkü herkes birbirini tanıyor. Fakat burada kimse kimseyi tanımıyor ve bunun verdiği
rahatlıkla insanlar daha rahat davranabiliyorlar.‖ (Nihal, BÜ, Rehberlik ve Psikolojik
DanıĢmanlık, 1)
Liseye ilk baĢladığı dönemlerde memleketinin en iĢlek caddesinde dekolteli kadın görmediğini
söyleyen ĠÜ‘den Emin artık bu tür durumları kendi memleketinde bile kanıksadığını ve Ģehrindeki bu
değiĢimin kendisini üzdüğünü ve kızdırdığını ifade etmektedir. Emin, memleketi Konya‘ya devletin ve
özel sektörün yeni üniversiteler açmasını, memleketine karĢı planlı bir ahlak bozma operasyonu
olduğunu düĢünmektedir. Emin‘e göre mesela özel üniversitelere, elit tabakanın çocuklarının
geleceğini ve mesela bunlar mini etek giydiklerinde oluĢacak mahalle baskısını takmayacaklarını,
özgürlüğü merkeze alan bir tavır geliĢtireceklerini bu yüzden de yaĢadığı Ģehirdeki dinsel
görünümlerin erozyona uğrayacağını düĢünmektedir. Kendi özgürlüğüne düĢkünlüğünden dolayı
kaldığı dini cemaatten birkaç kez çıkarılan ve kendi ifadesiyle cemaat içerisinde „bölgeden bölgeye
sürülen‟ Emin‘in baĢkalarının özgürlükleri söz konusu olduğunda taĢradan getirdiği kültürel kodları
bu denli öne çıkarması ilginçtir. TaĢrada üniversite okumaya gelen öğrencilerin bir tür
„değişim/dönüşüm faili‟yahut ‗hız belirleyicileri‟11 olarak çalıĢmaları, sadece bazı
muhafazakarmetropoldıĢı üniversite gençleri arasında değil, kamuoyu önünde de tartıĢılan bir husus
haline gelmektedir. Bu bağlamda, YeĢilay Mardin ġube BaĢkanı Lütfü Günlüoğlu gazetelere yazılı bir
açıklama yaparak, Artuklu Üniversitesi‘nde okuyan ve kent dıĢından gelen öğrencilerin, kente
ahlaksızlık getirdiğini ve kentteki manevi çöküntüyü hızlandırdığını savunmuĢtur. Mardin‘de, gün
geçtikçe hızlanan ahlaki çöküntünün ve manevi huzursuzluğun, herkesi derinden etkilemeye
10
Harry Harootunian, Tarihin Huzursuzluğu: Modernlik, Kültürel Pratik ve Gündelik Hayat Sorunu, çev.
Mehmet Evren Dinçer, Ġstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayını, 2006, s. 67.
11
Hız belirleyicileri (pacesetters) kavramı, akademik tartıĢmalarda her ne kadar yüksek prestijli üniversitelere içkin olarak
gündeme gelse de, bizim çalıĢmamızda da yeni açılan üniversitelerin mezun ve öğrencilerinin de kendi toplumlarında kültürel
değiĢimin öncü grubu ve hız belirleyicileri oldukları görülmüĢtür. KrĢ.: David Yankelovich, New Rules Searchingfor Self
Fulfillment in a World TurnedUpsideDown, New York, Random House, 1981, s.33.
34
baĢladığını öne süren Günlüoğlu‘nun, bir an önce tedbir alınmasını istediği açıklaması gazetelere
yansıdığı kadarıyla Ģöyledir:12
"Ġlimize üniversite kararı çıktığı zaman küçük- büyük hepimiz çok sevindik. Artık
çocuklarımız kendi memleketlerinde okuyabileceklerdi, ya da yakın illerden Mardin‘e öğrenci
gelecek, Mardin her yönden geliĢecekti. Gerçekten de böyle oldu. Mardin her geçen gün
geliĢmeye baĢladı. Öyle bir geliĢti ki, bu geliĢme beraberinde birçok ahlaksızlığı da getirdi.
Artık kız-erkek gençlerimiz özgürlük ve medeniyet adına el ele, kol kola, sarmaĢ dolaĢ, uluorta
gezmeye,
gün
ortasında
herkesin
önünde
hayasızca
seviĢmeye
baĢladılar.
BüyükĢehirler Ankara, Ġstanbul ve Ġzmir ‘deki gençler arasındaki hayasızlıkmanzaraları
Mardin‘de de sık sık görülmeye baĢlandı. Önce el ele, sonra sarılarak, sonra da dudak dudağa
öpüĢerek fiili zinaya doğru gidiliyor. Derhal bu ahlaksız davranıĢların önüne geçilmelidir. Bu
kendini bilmez kiĢiler her yerde uyarılmalıdır."
Görüldüğü üzere taĢradaki bir STK temsilcisi, Ģehirlerine açılan üniversiteye gelen öğrencilerin,
metropol kente ait yaĢam tarzına dair ögeleri yaĢamaya çalıĢtıkları için –kendine göre hayasızlık
manzaralarını- uyarı yapmak ihtiyacı duymuĢtur. MetropoldıĢı öğrencilerden ĠÜ‘den Emin de yukarıda
geçtiği üzere, benzer kaygıları dillendirmektedir.
Örneklem dahilindeki öğrencilerle yapılan mülakatlar sonucu; Türkiye‘nin hemen her tarafında
ahlaki kriterlerin, tüketim kalıpları vemetalarının, daha geniĢ bir söylem içerisinde hayat tarzlarının
kamusal alanda kullanımlarının gittikçe farklılaĢtığı ve metropol kentteki sınırlara doğru geniĢlediği
ileri sürülebilir.MetropoldıĢı üniversite gençliğinin metropolleĢme sürecinde cinselliğe dair görüĢleri
büyük oranda değiĢmekte/dönüĢmektedir. Bu bağlamda metropoldıĢı öğrencilerin içlerinde taĢıdıkları
taĢranın da metropolleĢtiği iddia edilebilir. Bu süreç çeĢitli beklenti, teĢvik ve engellenmeler
sarmalında üretilmektedir. Mesela metropoldıĢı gençlerin akademik olmayan beklentilerinden birinin,
üniversite ortamında daha rahat flört edebilmek olduğu söylenilebilir. ĠÜ‘den Elif, üniversiteye gelen
öğrencilerin kendilerine daha önce öğretilenler sebebiyle, üniversite ortamını bir tür ―aranma‖
ortamına çevirdiklerini düĢünmektedir:
―Ġnsanlara cinselliklerini tanıdıkları dönemlerde, onlara ilköğretimde bunu yaĢamayın,
lisede bunu yaĢamayın, üniversitede zaten yaĢınızda uygun olucak hem de daha bilinçli insanları
bulacaksınız, orda yaĢarsınız deniliyor. Öğretmenler, aileler, çevremizdeki insanlar bunu
söylüyor. Üniversiteye gelince de insanlar, afedersiniz ipi salınmıĢ köpekler gibi, fıldır fıldır
aranıyor.‖ (Elif, ĠÜ, Maliye, 1)
Metropol kentte üniversite okuyan bir öğrencinin birileriyle çıkması yakın çevresi tarafından da
beklenir olmuĢtur. BÜ‘den Ozan yoğun aktivizmi içerisinde kız arkadaĢ edinmediğini belirterek, bu
durumu ailesine anlatamadığını söylemektedir:
―Ben diyorum ki; benim kız arkadaĢım olmadı anne diyorum. Oğlum bak bizi kandırıyorsun
falan filan. Çünkü benim arkadaĢlarım var burada, onların ailelerinden görüyorlar. Hatta onların
aileleri biraz daha mütedeyyin, onların çocuklarının yaptıklarını görünce bizimkiler de bizim
çocuk da yapabilir yani, o da genç falan filan diyorlar. Ama inandıramıyorum yani, o derece
yani.‖ (Ozan, BÜ, Ġktisat, 1)
Ozan mülakatın devamında bu algının nedeni olarak, flörtün reklam panolarından televizyon
dizilerine kadar görünür hale getirilerek özellikle gençlere kendini dayatmasını dile getirmektedir.
Yani, bir simülark flört kendisini medya araçları yoluyla bir hakikat olarak sunmaktadır. Böylece
yaĢam ve medya birbiri içinde yeniden erimektedir.13 Bu nedenle, metropoldıĢı öğrencilerin baĢta
ailesi olmak üzere yakın çevresi, onun metropol kentte mutlaka bir iliĢki edindiğini düĢünmekte,
öğrenci böyle bir iliĢkisi/flörtü olmadığını söylediğinde ise ona inanmamaktadır. Simülakr haline
getirilen muhayyel bir iliĢki/flört, kendini bir hakikat olarak gündelik hayata dayatmaktadır.
Muhafazakar değer yargılarını hayatına hakim kılmaya çalıĢtığını ifade edenĠÜ‘den Hale
üniversiteli bir gencin cinselliği yaĢaması konusunda özgür olması gerektiğini düĢünmektedir. Ama
12
Üniversiteyle BaĢlayan GeliĢme Ġlimize Ahlaksızlık Getirdi, Radikal Gazetesi, 30.10.2012.
Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, çev. Oğuz Adanır, 6. bs., Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2011, s. 56.
13
35
bahsi geçen değer yargıları sebebiyle, kendisi bu konuda daha dikkatli olmaktadır. Ona göre baĢında
taĢıdığı baĢörtüsü, bu noktada kendisine yükümlülükler yüklemektedir. Hale, kampüste öpüĢen bir çift
gördüğünde kızın baĢı açıksa rahatsızlık duymayacağını buna karĢın baĢı kapalıysa rahatsız olacağını
belirtmektedir. Bu durumunu „dar kafalılık‟ olarak nitelendirse de, kendisi için yaĢanan gerçekliğin
böyle olduğunu söylemektedir. Hale, öpüĢen çiftin erkeğinin herhangi bir dini sembol taĢıması halinde
–mesela sünnete uygun biçimde kesilmiĢ sakalı olması, vb.- herhangi bir rahatsızlık duymayacağını da
ayrıca ifade etmektedir. Hale‘nin, kiĢisel tercihinin ona yüklediği sorumluluğu kendine benzer
olanlarla paylaĢarak ya da paylaĢmayı isteyerek azaltma yönünde bir taktik14 geliĢtirdiği söylenebilir.
Kıray‘cı anlamda ahlaki tamponmekanizmalarını iĢler hale getiren Hale‘ye göre kadın özellikle de
baĢörtülü kadın ―daha ahlaklı olmak‖ zorundadır. BÜ‘den Ozan da, Hale gibi düĢünmektedir. Ona
göre, üniversiteli öğrenciye cinselliğe dair dıĢarıdan herhangi bir kod dayatılmamalı ama öğrencinin
kendine dair sınırları da bulunmalıdır.
―Eğer cinselliğe dair bir kural varsa o insanın içinde olmalıdır. Bu vicdan oluyor sanırım.
Ölçü olarak ahlak kurallarını kabul etmiyorum bu mevzuda. Eğer kiĢinin gönlü rahatsa
istediğini yapmalı. Cinsellik aynı zamanda bir insanın en zayıf olduğu anıdır. Hiç tanımadığın
biriyle iliĢkiye girmeyi çok yanlıĢ karĢılıyorum. Ġnsanın kendini nasıl bu denli açabildiğini
merak ediyorum. Aslında bir iliĢkide bedeninden daha önemli Ģeyler paylaĢıyorsun, duygularını
mesela.‖ (Ufuk, ĠÜ, Matematik, 1)
Bazen metropol kente yapılan bir ziyaret dahi insanların daha serbest hareket etmelerine sebep
olabilmektedir. Hale‘nin kuzeni imam nikahlı niĢanlısıyla kendisini ziyarete geldiklerinde, Ġstanbul‘da
ele ele tutuĢarak gezmiĢlerdir. Hale, onları kendisinin yanında el ele tutuĢarak gezmelerine çok
ĢaĢırdığını ifade etmektedir. Metropolde yaĢamanın, insanın üzerindeki sosyal baskıları azaltıcı etkisi
bu örnekte de görülmektedir. ĠBÜ‘den Derya da, Hale‘den çok farklı bir hayat görüĢü ve tarzına sahip
olmasına rağmen cinsellik konusunda aynı fikirdedirler. Derya da, insanların cinselliğe dair sınırları
olmaması gerektiğini düĢünmektedir. Fakat diğer bazı metropoldıĢı öğrenciler nikah öncesi cinselliğe
hoĢ bakmamaktadırlar. BÜ‘den Cansu, cinselliğin yaĢanmasını evlilik akdine bağlayarak, bazı
muhafazakar gençler arasında ailelerinden habersiz yapılan dini nikah uygulamasını eleĢtirmektedir.
―Helal daire kafidir, keyfe kafidir. Ama aileye söylemeden kıyılan dini nikahı, nikahlanmak
olarak görmemek lazım. Ama evlenebilir mi insan evet evlenebilir. Abimin kaldığı yurtta,
‗evlenmek isteyene sponsor oluruz‘ demiĢler mesela.‖ (Cansu, BÜ, Psikoloji, 1)
Kendisini dindar ve muhafazakar olarak tanımlayan Zahit, dini nikahlı beraberliklere karĢı
çıkmaktadır:
―Ġnsan yeryüzüne indirilmiĢ, iradesi ve beyni olan bir halifedir. Cinsellik olmalı, insan
kendini son sınıfa kadar bağlayamaz. Ama bir sistem dahilinde, nikahlı bir beraberlik yaĢamalı
insan. Dini olarak bile değil, isterse resmi nikah yapsın. Ama bir gün orda, diğer gün burda
olmak hayvansallıktır, insanı Haviyelere (Cehennem tabakası, AÇD) götürür. Sadece dini
nikahlı beraberlikleri erkeklere güvenmediğim için uygun bulmuyorum. Bir kadını kullanıp,
sonra boĢayıp gitmeye yol açıyor çünkü bu zamanda sadece dini nikah yapmak.‖ (Zahit, ĠÜ, Din
Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği, 2)
ĠÜ‘den Emin, Ġstanbul‘un ortamının kendisini her an günaha sevk edebilecek bir yapıda olduğunu
düĢünmektedir:
―Ġstanbul‘da her ne kadar bir doygunluğa eriĢmiĢ olsak da, sokakta gördüğüm kadınların
bazısından çok etkileniyorum. Böyle durumlarda, günah iĢlediğimi düĢünüyorum. Tövbe edip,
Allah‘tan helalini istiyorum. Nefsimin o düĢüklüğü göstermemesini istiyorum. Yani birinden
etkilenip de, ona kendimi kaptırmamaya azmediyorum.‖(Emin, ĠÜ, Ġlahiyat, 3)
14
Taktik kavramı Michel De Certeau‘nun kullandığı anlamda kullanılmaktadır. De Certeau‘ya göre taktik, erk
sahip olanların stratejisine karĢı, zayıfın sanatıdır. Taktik, stratejinin mekanında açtığı çatlakları son derece
hassas ve özenli kullanmak durumunda kalmakta, adeta buralarda kaçak avlanmaktadır. KrĢ.:Michel De
Certeau,Gündelik Hayatın KeĢfi –I: Eylem, Uygulama, Üretim Sanatları, çev. Lale Arslan Özcan, Ankara,
Dost Yayınları, 1990, s. 114.
36
Ragıp, metropoldıĢı öğrencilerin içlerinde kaldıkları dini cemaatlerin okudukları fakültede nasıl
davranmaları gerektiğine iliĢkin bazı kuralları koyduğunu belirtmektedir:
―Cemaat Ġstanbul‘da yaĢama dair bazı Ģeyler söylüyor. Ġstiklal caddesine fazla çıkmayın,
eğlence yerlerinde gezmeyin derler. Kız arkadaĢlarınızla muhabbet dahi etmeyin derler. Not
alıĢveriĢine bile olumlu bakmıyorlar. Belki de haklılar, meĢguliyet veriyor çünkü. Geçenlerde
Hüdayi cemaatinden bir arkadaĢla konuĢuyordum. Onun kız arkadaĢı var, tabiki kendi
cemaatinden gizliyor. Çünkü hiçbir cemaat böyle bir Ģeye izin vermez. O arkadaĢım bana,
eskiden haftada iki kitap okurken artık bir kitabı bile bitiremediğini söyledi. Öyleyse telefonla
daha az konuĢup, daha az mesajlaĢmalısın dedim.‖ (Ragıp, ĠÜ, Ġlahiyat, 3)
Ragıp‘ın söylemlerinde de görüldüğü üzere, metropoldıĢı öğrenciler kendilerine dayatılan
hususlarla baĢa çıkmanın bir yolu olarak bu hususları mantığa büründürülebilmektedirler. ĠÜ‘nün
Ġlahiyat Fakültesinin tamamı ile Eğitim Fakültesine bağlı Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği
bölümlerinde eğitim ve dinlenmeye ayrılmıĢ kamusal mekanlar -sınıflar, amfiler, kantinler vs.-,
cinsiyet bazında ikiye ayrılarak haremlik ve selamlık kullanılmaktadır. Bu duruma istisna teĢkil
edebilecek De Certeau‘cu anlamdaki ‗kullanım‘lar –eylem,uygulama ve üretme tarzları-15, üniversite
hocaları tarafından direkt olarak ‗düzeltilmekte‘dir.
―Haremlik selamlık olarak oturuyoruz. Bu da kendi içerisinde bir rahatlık sağlıyor.
Cemaatte kalan arkadaĢlar genelde bizlerle ve diğer arkadaĢlarla fazla muhatap olmazlar. Sınıf
içerisinde hocaların da, bir erkekle bir kız öğrencinin ortalamanın üstünde samimiyet
geliĢtirmesini gerek bakıĢlarıyla bazen de sözleriyle tenkit ettiğini anlayabiliyor ve
görebiliyoruz. Bu ayrımı hocalar da destekliyor yani. Toplumun da kriterleri var tabi, dinle
alakadar olduğunuzda dikkat etmeniz gereken ölçüler oluyor. BaĢörtüsüz bir arkadaĢımız var,
hocalar bu konuda da memnuniyetsizliklerini ortaya koyabiliyorlar. ArkadaĢlarımız arasında bir
sıkıntı oluĢturmuyor ama bu durum. Aslında erkek ve kızların bu kadar ayrı olması ne kadar iyi
bilmiyorum. Az önce lavaboda bir konuĢma geçti. Kızların karĢı cinsi tanımamaları kendilerini
saçma sapan bir korkuyla örmelerine sebep oluyor. Tanımanın bir ölçüsü olmalı, bunu dindar
kesim hep atlıyor. Sonra bir Ģeyle karĢılaĢtığı zaman kadınlar daha saçma tepkiler veriyor. KarĢı
cinsi tanımayı bastırdığı için, tanıması gerektiği zaman da saçmalayabiliyor. Daha uç noktaya
gidebiliyor. Anormal durumlar var tabi, bu durum normal değil. Erkek arkadaĢ ders notu istiyor
mesela, kız o durumda bile saçma sapan tepki verebiliyor, böyle durumlar da oldu. Kız hiç
konuĢmadan sadece notları uzatıyor falan.‖ (Nejla, ĠÜ, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
Öğretmenliği, 2)
ĠÜ DKAB bölümünde okuyan Nejla, bölümündeki bu uygulamanın ne kadar sağlıklı olduğuna dair
fikir jimnastiği yaparken, ĠÜ Ġlahiyat Fakültesi‘nde okuyan Emin, kadın- erkek iliĢkileri konusunda
okuduğu fakültede var olan mekansal ayrımı dahi yeterli görmemektedir; ―Kantinde kızların
kendilerini erkeklere göstermeye çalıĢmasını, erkeklerin kızlara yaranmak için artist artist
dolaĢmalarını görmüĢsünüzdür‖ dediğinde, mülakatçı kendi gözleminin kızların ve erkeklerin
birbirinden ayrı masalarda oturmak durumunda kaldığı bir kantin olduğunu söylemiĢtir. Emin
sözlerine Ģöyle devam etmiĢtir;
―Öyle baktığınız zaman ikisi de ayrı duruyor değil mi, peki bunların gözleri yok mu? Kız
oturmuĢ orda mal gibi erkeğe bakıyor, erkek oturmuĢ mal gibi baĢka bir kıza bakıyor. Kantinde
herkes birbirini kesiyor. Ġlahiyatta bu daha çok, ben insanları izlemeyi severim.‖ (Emin, ĠÜ,
Ġlahiyat, 3)
Emin, kantinde „kız ve erkeklerin birbirini kesmesi‘nin Ġlahiyat Fakültesi‘nde daha çok olduğunu
ifade ettikten sonra, üniversitedeki diğer fakültelerde okuyan öğrenciler hakkındaki fikirlerini Ģu
Ģekilde dillendirmektedir:
―Ġlahiyat hariç diğer üniversitelerde kızlı erkekli tanıĢıklıklar okul ortamında eğlencelere
dönüĢüyor. DıĢarıda beraber gezmeye baĢlıyorlar. Daha sonra Taksimde bara gidiyorlar, hatta
daha sonra en çirkef hallerine kadar gidiyor iĢ. Çirkef hallerden kastım, iĢin cinsellik boyutu.
15
De Certeau, Age, s. 104-105.
37
Ġstanbul‘un bu hallerine kapılmamak lazım. Daha ilerisini söyleyeyim, bazı bölümlerde
üniversite okuyup da bakire olarak çıkan kız oranı %15-20 arasında. Bunları bize iĢin içindeki
büyüklerimiz anlatıyor, biz de takip edebiliyoruz. Ben Gülen cemaatinin evlerinden geliyorum,
daha farklı kiĢilerle muhatap oluyorum. Üniversite ortamının nasıl olduğunu pek çok kiĢiye
sordum. Geçen sene, bahar Ģenliğine de gittim. Feridun Düzağaç‘ın konseri vardı. Kızlı erkekli
herkes bir köĢede aĢk hayatı yaĢıyorlardı, konser bahane, gecenin karanlığı, ağaçlar, yeĢillik,
zaten kimsenin umurunda değil, herkes seviĢmenin derdindeydi. Gençliği bu hale getirdiler. Bu
bence çürümüĢlüğün ötesinde. Çoğu Ģehir dıĢından gelmeydi, biz buraya eğitim için
gönderiliyoruz. Sadece Ġstanbul‘a gelip, Taksim‘e çıkılmaz mı, bara gidilmez mi, Bebek‘te
gezilmez mi, Boğaz‘da o yapılmaz mı, sahil kenarında sevgilinle oturulmaz mı, Yıldız parkında
sevgiliyle gezilmez mi diye fanteziler üretiliyor. Millet de hayatı sadece o yönde düĢünüyor,
oysa buraya geliĢ amacını, eğitimini bir kenara bırakıyor.‖(Emin, ĠÜ, Ġlahiyat, 3)
Cinsiyet bazında ayrımcılığın doğal ve dini olduğunu savunan Emin‘in verdiği örnek ilginçtir.
Memleketi olan Konya‘da Ģehrin ana pazarı iĢlevini gören Kapu Cami civarının otuz yıl öncesine
kadar „Erkek Mahremi‟ sayıldığını, bir kadının buraya asla giremediğini, buradan geçmek isteyen
kadınlara kezzap atıldığını söylemiĢtir. Bu olayı canlı Ģahitlerinden duyduğunu ifade eden Emin,
kadınlara erkeklerin arasına girdiği için kezzap atılmasını takdirle anlatmaktadır. Emin‘in Ģikayet ettiği
hususlardan birisi, memleketinde kurulan üniversitenin etrafında geliĢen mahallelerin, „kızların ve
erkeklerin cirit attığı, gezip oynadığı birer harabeye dönüşmesi‟ dir.
BÜ‘den Erdal, gençlerin cinsel hayatına dair sınırları aĢmaları ve insanların cinselliklerini özgürce
yaĢamaları gerektiğini savunmaktadır. Erdal mülakatın baĢka bir yerinde ise evleneceği kiĢinin
bekaretinin kendisi için önemli olduğunu söylemektedir. Özgürlükçü bir ahlak söylemiyle klasik ahlak
anlayıĢının arasında kalan Erdal, bu tutumunun fazla yozlaĢmaya bir tepki olduğunu belirtmektedir.
Erdal bu Ģekilde, ahlak görüĢ ve tutumuna dair her ne kadar çeliĢik tepkiler geliĢtirse de,
metropolleĢme sürecini bunalımsız olarak atlatmasını sağlayacak bir tür tampon mekanizma
çerçevesinde hareket etmektedir. Benzer bir mekanizma özellikle metropoldıĢı kadın öğrenciler
tarafından farklı bir çerçevede geliĢtirilmektedir. Mesela BÜ‘den Çiğdem kadının cinselliğe bakıĢının
erkekten farklı olduğunu vurgulayarak, Ģunları söylemektedir:
―Bir kadın cinselliğini yaĢarken sevilmeyi, değer verilmeyi ister. Saygı duyulduğunu
hissetmeyi ister. KarĢısındaki erkeğin sadece bir ihtiyacını giderdiğini değil onla böylesine özel,
böylesine güzel ikisine de mutluluk veren bir Ģeyi yaĢıyor olmasının farkında olunmasını istiyor.
Bir kadın bunun dıĢında bir cinsellik yaĢıyorsa, bu durumun onun kadınlık duygularına zarar
verdiğini düĢünüyorum. Kadının doğasına aykırı bir durum bu.‖ (Çiğdem, BÜ, Fen Bilgisi
Öğretmenliği, 1)
ĠÜ‘den Eda, kadın bedeninin metalaĢtırılmasına karĢı olduğunu belirttikten sonra metropollü bir
sevgili edindiğini fakat kendisini bu iliĢkiyle tanımlamadığı için hayatının merkezine sevgilisini
koymadığını söylemektedir. Eda‘nın kendisini tanımladığı Ģeyin sosyalist ideoloji olduğu daha önce
alıntılanmıĢtır:
―Üniversitede daha özgürlükçü bir ortam olduğu için, burada yaĢayan insanların da
cinselliği daha özgür yaĢadıklarını düĢünüyorum. Bunun özel olduğu durumlar olmalıdır. Kadın
bedeninin metalaĢtırıldığı, basitleĢtirildiği, alaçık edildiği bir ortam olmaması gerekiyor bence.
Tam tersine kadınların bu konuda daha bilinçli olmaları gerekiyor. Ġstanbullu bir sevgilim oldu.
Hayatımın merkezine koymadım onu. O hayatıma geldikten sonra ben o iliĢkiyi yaĢamaya
baĢladım. Hayatımı güzelleĢtirir, hayatıma renk katar, birbirini sevmek çok güzel duygulardır.
Ama kendimi onunla var etmiyorum sonuçta.‖ (Eda, ĠÜ, Sosyoloji, 3)
Çiğdem ve Eda‘nın sözleri tekrar gözden geçirildiğinde, kadının özgürlükçü ahlak söylemlerinden
daha olumsuz etkilenen taraf olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu durum, bir yandan serbest iliĢkiyi savunan
ama evleneceği zaman bakire bir eĢ almak istediğini söyleyen Erdal‘ın ahlak çeliĢkisinde de kendine
yer bulmaktadır. MetropoldıĢı öğrenciler her ne kadar cinselliği herkesin istediği gibi yaĢaması
gerektiğini söylemini dile getirseler de, metropol kente göre daha kapalı bir kültürel yapıyı iĢaretleyen
taĢradan tevarüs ettikleri ahlak anlayıĢını içten içe korumaktadırlar.
38
Metropol kentte üniversite okumaya baĢlayan metropoldıĢı öğrencilerin partner bulma ihtiyacı
medya yoluyla bir simülakr olarak belirlenmektedir. Metropolde üniversite okuyan bir gencin
sevgilisinin olmaması, baĢta öğrencilerin ailelerine inandırıcı gelmemektedir. Merkezinde dini
eğitimin bulunduğu fakülte ve bölümler de, cinselliğe dayalı keskin bir ayrım sınıfta, kantinde ve
hayatın hemen her alanında görülmekte ve bu ayrım üniversite hocaları tarafından desteklenmektedir.
MetropoldıĢı üniversite öğrencileri, üniversite öğrencilerinin flörtlerinde kadın tarafının daha kırılgan
olduğunu ve dini nikah gibi bazı uygulamaların özellikle kadını mağdur ettiğini düĢünmektedir.
KiĢilerin bağlı olduğu dini ve ideolojik gruplar, onların kadın-erkek iliĢkilerine bakıĢlarını da
Ģekillendirmektedir. MetropoldıĢı öğrencilerin serbest kadın-erkek iliĢkilerini söylem olarak kabul
etseler de, taĢradan getirdikleri ahlak anlayıĢı icabı daha evlilik aĢamasında daha geleneksel bir tutum
sergileyecekleri öngörülebilmektedir. Ġdeolojik gruplara mensup bazımetropoldıĢı öğrenciler,
flörtlerini grup bağlılıklarına tercih etmemektedirler.
ÜNĠVERSĠTE
ÖĞRENCĠLERĠN
BAKIġLARINDAKĠ DEĞĠġĠMLER
LGBT
BĠREYLER
VE
AKRANLARINA
Metropol kent, metropoldıĢı öğrencilere daha önce karĢılaĢmadıkları sosyal gruplarla karĢılaĢma
imkanı da vermektedir. MetropoldıĢı öğrenciler ilk kez karĢılaĢtıkları toplumsal gruplardan
bahsederken, en fazla zikrettikleri toplumsal grup LBGT bireyler olmaktadır.
LGBT birey ve
akranlarla karĢılaĢma kent mekanlarında veya üniversite içerisinde olmaktadır. Metropol kent
ortamında salınan LGBT bireylerin taĢra çevresine göre daha görünür olması ve örneklem dahilindeki
üniversitelerde yer alan LGBT öğrenci örgütlenmeleri, metropoldıĢı öğrencilerin bu karĢılaĢmalarını
kolaylaĢtırmakta ve genelleĢtirmektedir.Mesela, ĠÜ‘den Yasin, Ġstanbul‘a geldiğinde garipsediği tek
grubun travestiler olduğunu söylemektedir. Yasin, onları da bir süre sonra normal karĢıladığını,
insanın kendini böyle hissedebileceğini düĢündüğünü belirtmektedir. BÜ‘den Ozan da, pek çok
metropoldıĢı öğrenci gibi, daha önce iletiĢime geçmediği farklı gruplarla nasıl bir iletiĢim içerisinde
olduğu sorusuna eĢcinsel öğrencilerle olan tanıĢmasını örnek vermektedir. Boğaziçi Toplum
Gönüllüleri Kulübü, Sosyal Hizmetler Kulübü ve Lubunya Kulübü‘nün ortaklaĢa gerçekleĢtirdiği
‗YaĢayan Kütüphane‘ projesinde görev alan Ozan, LBGT örgütlerinden birinin Taksim‘deki
merkezine bu dönemde ziyarette bulunduğunu da anlatmaktadır. Ozan bu deneyimi hakkında Ģunları
söylemektedir:
―Çok farklıydı. Yani Ģöyle bir baktım, normalde iki kiĢiyken dalga geçtiğim insanları
gördüm. Ama mesela Ģunu demedim; evet, gördüm onları, çok normal bir ĢeymiĢ demedim.
Ama onların mesela çok dıĢarı itilmiĢliklerinden dolayı, çok yanlıĢ davranıĢlar edinmeye
baĢladıklarını fark ettim. Hani yanlıĢ davranıĢları oluğunu gördüm. Ama aslında bir kısmının da
yine çok iyi olduğunu gördüm. Yani onların da aslında normal insanlar gibi kötüye gidenlerinin
de, iyiye gidenlerinin de olduğunu, sadece bir görüĢlerinin farklı olduğunu gördüm. Ve
gerçekten de bu durum, benim lezbiyenlik veya gaylik hakkındaki düĢüncelerimi değiĢtirmedi
ama bu insanlara karĢı bakıĢımı değiĢtirdi. Genel olarak o konsepte karĢı hiçbir değiĢiklik
olmadı bende. ĠĢte normalleĢtirmedim o durumu. Ama o insanları normalleĢtirebildim. Yani,
gerçekten o insanlarla normal bir Ģekilde yaĢamayı normalleĢtirebildim yani.‖ (Ozan, BÜ,
Ġktisat, 1)
Örneklem dahilindeki her üç üniversitede de örgütlenen LBGT öğrenciler, bu üniversitelerinde
görünür olma noktasında pek fazla sıkıntı yaĢamamaktadırlar. Ozan, eĢcinselliğe bakıĢının BÜ
bünyesinde faaliyet gösteren Lubunya kulübüyle kurduğu iliĢki sonrası değiĢtiğini Ģöyle
anlatmaktadır.
―EĢcinsellik konusunu araĢtırdım. Nasıl, kimler ne demiĢ falan. Yani hala geçerli bir
kaynağa ulaĢamadım. Çok farklı görüĢler var. Benim gördüğüm Ģey Ģu ki: Tam olarak genetik
olarak böyle bir hani öyle farklı yönelimlere kayanların hepsi genetik olarak bir Ģeyleri yok yani
öyle bir nasıl diyeyim duruĢları yok yani. Çevresel belki farklı sebeplerden ötürü onlara doğru
bir yöneliĢ var birçoğunda. Ama yani bunlar sıkıntı yaratacak bir durum değil yani. O insanla
iliĢkileri açısından sıkıntı yaratacak bir durum değil, öyle bir düĢüncem var. Tabi Lubunya‘nın
etkisi çok büyük yani bunda. Etkisi gerçekten büyük yani.‖ (Ozan, BÜ, Ġktisat, 1)
39
Üniversite öğrencileri çetrefilli teorik tartıĢmaların olduğu alanlarda bilgi edinemedikleri
durumlarda, hayatın realitesi içerisinden bilgi devĢirmeye çalıĢmaktadırlar. Ozan, bir gün LGBT
bireylerin toplantısına giderken, diğer gün cemaatin toplantısına gitmesini Ġstanbul‘da yaĢamanın bir
gereği olarak gördüğünü, bu durumun artık kendisi için normalleĢtiğini ifade etmektedir. MetropoldıĢı
bireyler, metropolün farklılık ve hatta zıtlıkların yan yana yer almasını normalleĢtirdiğini, bu
normalleĢmeye ayak uydurdukları sürece kendilerinin de metropolleĢtiğini düĢünmektedirler. Bu
durum Goffman‘ındramaturjik toplum anlayıĢıyla büyük ölçüde benzeĢmektedir. Nitekim Goffman‘a
göre toplum, belirli toplumsal karakteristiklere sahip herhangi bir bireyin, bu duruma uygun bir
paralellik içinde, diğerlerinden kendisine değer vermelerini ve davranıĢlarının buna göre olmasını
beklemesinin ahlaki hakkı olduğu temeli üzerine organize olmuĢtur.16 Bu bağlamda metropoldıĢı
öğrenciler, eĢcinselliğin doğal bir yönelim olduğunu idrak etmenin bir tür metropollü davranıĢı
olduğunu düĢünmektedirler. Mesela ĠÜ‘den Hasan, eĢcinselliğin doğal bir yönelim olduğunu
düĢündüğünü, insanların cinsel yönelimlerinin henüz çocukken belli olduğuna inandığını ifade
etmektedir. ĠÜ‘den Nejla da, eĢcinselliğin doğuĢtan gelen bir yönelim olduğunu, tedavi edilmesi
gereken bir hastalık olmadığını düĢünmektedir. ĠBÜ‘den Serkan ise yaptığı araĢtırmalar sonucunda
biseksüelliğin insanın doğal hali olduğuna inandığını ama dini kurallar ve pazar ekonomisinin yarattığı
ve dayattığı simülasyonlar neticesinde heteroseksüel olmayı tercih ettiğini belirtmektedir.
―Ġnsanın ilk doğduğunda biseksüel eğilimlere sahip olduğuna inanıyorum. Dini kuralların
ya da insanların birbirinden öğrendiği iliĢki Ģekillerinin olmadığı ilk dönemlerde böyle takılmıĢ
olabilir insanlar. Bu Ģu anda benim tercihim değil, ama doğal olan buysa ve doğal olanı
yaĢasaydık daha mutlu da olabilirdim, bilemiyorum. Ama yani Ģimdi, estetik algısı da yapay
olarak değiĢen biĢey. Reklamlarda ya da pornografide aklıma yerleĢtirilen bir kadın figürü var.
Kadın bedeni bende heyecan yaratmaya baĢlıyor, böylece. Ben bu durumdan memnunum, ama
memnun olmayanlar da var.‖ (Serkan, ĠBÜ, Uluslararası ĠliĢkiler, 4)
ĠÜ‘den Ufuk da insanın doğal halinin biseksüellik olduğunu, eĢcinselliğin de bir yönelim olduğunu
ifade etmektedir:
―EĢcinsellik konusunu Ġstanbul‘a geldikten sonra düĢünmeye baĢladım. Okuldaki Radar
grubuyla tanıĢtım, eĢcinsel arkadaĢlarım da oldu. Bence her insanın doğal hali biseksüellik. KiĢi
daha sonra kadın-erkek cinselliğini ya da eĢcinselliği seçiyor. EĢcinselliğin de bu noktada doğal
bir yönelim olduğunu düĢünüyorum.‖ (Ufuk, ĠÜ, Matematik, 1)
EĢcinsellerle ilk kez metropolde karĢılaĢan ve onlarla arkadaĢ da olan BÜ‘den BaĢak‘ın
eĢcinselliğe dair görüĢleri Ģöyledir:
―EĢcinselliğin bir hastalık değil de genetik bir Ģey olduğunu düĢünüyorum. Bu insanlar iĢte
ben farklı doğdum, böyle doğdum, diyorlar. Ama Ģöyle bir Ģey düĢünüyorum, hani bu kendi
benim fikrim, bence insanların böyle bir yöne eğilmesinin sebebi birinci olarak aile hayatı.
Tanıdığım bütün gayler, lezbiyenler kesinlikle normal bir aile hayatı yaĢamamıĢlar.
AraĢtırmalara göre özellikle anne-baba ayrı ya da baba aldatmıĢ veya çok küçükken tacize
maruz kalmıĢ, istismara uğramıĢ çocuklarda böyle bir yönelim söz konusu. EĢcinselliğin
bunlarla beraber açığa çıkan bir Ģey olduğunu düĢünüyorum.Bence eĢcinsellik doğal bir durum
değil. Dinimizde de zaten onun Ģeyi var. Hani bu konuda öyle çok derine inemiyorum çünkü
çok bir bilgim de yok dediğim gibi. Hani eĢcinselliğin temek sebebi ne olabilir, hani bu insanlar
nasıl bir duygu içerisinde böyle bir Ģeye ihtiyaç duyuyorlar, ya da gerçekten eĢcinsellik önceden
beri de var mıydı bilemiyorum maalesef. Aslında üniversitede eĢcinsel bir kulübün bulunması,
onlara karĢı bakıĢımı daha hoĢgörülü, daha yumuĢak hale getirdi. Ama eĢcinsel arkadaĢlarımla
eĢcinselliği hiç tartıĢmadık mesela. Bu tarz Ģeyleri konuĢmadık, hani niye böyle bir duygu
içerisindesin gibi Ģeyleri. Çünkü böyle Ģeyler konuĢtuğum zaman hani eĢarbımın da yarattığı bir
kalkan sebebiyle artık bir duvar örüyorlar.‖ (BaĢak, BÜ, Okulöncesi Öğretmenliği, 2)
16
ErvingGoffman, The Presentation of Self in Everyday Life, Edinburgh, University of Edinburgh
SocialScienceResearch Center, 1956, s. 6.
40
Muhafazakar bir dünya görüĢüne sahip olan ve bunu baĢörtüsü kullanarak görünür hale getiren
BaĢak, eĢcinselliğin bir hastalık olduğunu düĢünmediğini ama sağlıksız aile hayatı ya da taciz
olaylarının bir sonucu olduğunu düĢündüğünü belirtmektedir. EĢcinsel arkadaĢ edinen BaĢak,
okulunda eĢcinsel bir örgütlenmenin varlığının kendi düĢüncelerinde bir yumuĢama yarattığını, artık
onlara karĢı daha hoĢgörülü olduğunu söylemektedir. Fakat yine de, onlarla eĢcinsellikle ilgili
konuĢmaktan imtina etmektedir. BaĢörtüsünün yarattığı kalkan sebebiyle bu tür konuları konuĢurken
kendiyle ötekiler arasında duvar örüldüğünü düĢünmektedir. ĠÜ‘den Elif ise, bir zamanlar eĢcinselliğin
doğal olduğunu düĢündüğünü, ama okuduğu çok-satan romanların da etkisiyle artık böyle düĢünmeyi
bıraktığını ifade etmektedir:
―Lise döneminde eĢcinselliğin doğuĢtan gelen bir yönelim olduğunu, onların tercihlerinin
olduğunu, öyle hissettiklerini ve zorlanmamaları gerektiğini savunuyordum. Ama okuduğum
bazı polisiye romanların –Jean ChristopheGrange, TessGarretsen‘ın kitapları vs.- da etkisiyle,
küçüklükte yaĢanan bazı sorunların eĢcinselliği tetikleyebileceğini, insanların bu yüzden bu
tercihi yapmak zorunda kaldıklarını düĢünmeye baĢladım.‖ (Elif, ĠÜ, Maliye, 1)
ĠÜ‘den Hayrettin ise, eĢcinsellik konusundaki fikirlerini Gülen cemaatinden edindiği kültüre
dayandırmaktadır:
―EĢcinsellik hakkında tam bilgim olmamakla beraber Fethullah Gülen‘in vaazında
dinlemiĢtim. Böyle yumuĢak huylu insanlar, doğuĢtan gelen böyle bir Ģey var. Ama sadece
doğuĢtan gelen bir Ģey değil, sonradan çevreden görme ilgi duymaya baĢlama bir de
potansiyelin varsa tam denk geliyor. Potansiyelle etrafta gördüğün Ģeyler hani birbirine
uyuyorsa, mesela benim içimde vardır misal olarak ama ortam müsait olmadığı için dıĢarı
yansıtamıyorum gibi. Yani kurallardan dolayı ya da aĢırı bir mahalle baskısı falan diyorlar.Bu
insanlara kızsan bir türlü,kızmasam bir türlü. Yani böyle değiĢik bir ikilem, o da bir zikzak
olabilir benim için. Dinim buna kesinlikle izin vermiyor yani.Hani onlara kızılması benim
zoruma gidiyor. Onlara bir baskı yapılması zoruma gidiyor. Ama o tarz Ģeylerin olması da beni
üzüyor hani dini açıdan. Öyle bir ikilem var yani.‖ (Hayrettin, ĠÜ, Siyasal Bilgiler ve
Uluslararası ĠliĢkiler, 2)
Hayrettin, Ġslam dininin eĢcinsel eylemleri yasakladığını düĢünmekle beraber, eĢcinsellere yönelen
bir baskının kendisinin „zoruna gittiğini‟ belirtmektedir. Hayrettin, metropol kentin hayat tarzına
kattığı pek çok yeni durumun yanı sıra,eĢcinsellik konusunda da zikzaklı görüĢler serdetmektedir.
Goffman benzer türden tavır alıĢları inkar-inanç döngüsü halinde ele almıĢtır. KiĢinin (oyuncunun/
icracının) toplum içindeki davranıĢlarını performans olarak niteleyen Goffman‘a göre, performansa
karĢı içtenlik ve alaycılık bazen aynı kiĢide, zamana ve Ģartlara göre yer değiĢtirebilir. Mesela
baĢlangıçta ‗fiziki cezalandırmadan kaçındığı için‘ ordunun kurallarına uyan acemi asker, daha
sonraları ‗kurumu ayıplanmasın‘ ya da ‗subaylar ve diğer askerler ona saygı göstersin‘ diye bu
kurallara uyan biri haline gelebilir. Halka dini bir huĢu veren mesleklerin çömezleri genelde tersi
yönde bir döngüyü takip ederler.17Muhtemeldir ki, Hayrettin de kendisine dayatılan bir metropolleĢme
normunu dini öğretilerle bağdaĢtıramamakta ama bir yandan da bu normu içselleĢtireceği bir ortamda
yol almaktadır. Her ikisi de muhafazakar dünya görüĢüne sahip olmalarına rağmen, BaĢak eĢcinselliği
anormal bir durum olarak nitelerken, uzun yıllar Gülen cemaatinde kalmıĢ olan Hayrettin eĢcinselliğin
doğuĢtan gelen bir yönelim olduğunu düĢünmektedir. Muhafazakar öğrenciler arasında eĢcinselliğe
bakıĢta görülen ayrıĢma, Ġlahiyat Fakültesi öğrencileri arasında da görülmektedir. Aktivist bir Ġslam
anlayıĢına bağlı olan Özgür-Der‘in evlerinde kalan Semra eĢcinselliği hastalık olarak nitelerken, Gülen
cemaatinde kalan Bahar‘a göre ise eĢcinsellik bir yönelimdir. Gülen cemaatinde kalan ĠÜ‘den Yasin‘e
göre de eĢcinsellik bir hastalık değil, yönelimdir. Metropol ve üniversite mekanlarında eĢcinsellerin
görünürlüğünün artması, Yasin‘in eĢcinselliğe bakıĢını daha hoĢgörülü hale getirmiĢtir. Yasin bu
konuda Ģöyle demektedir:
―Onları gördükçe, demek ki böyle de olunabilirmiĢ, demek kolay oldu. Lisedeyken
görseydim, iĢin sonu kavgaya kadar giderdi. Hiçbir Ģey yapmasaydım yanlarından geçerken
onlara bir Ģeyler söylerdim.‖ (Yasin, ĠÜ, Coğrafya, 1)
17
Goffman, A. e., s. 12.
41
Yasin‘le aynı cemaatte kalan ĠBÜ‘den Meral‘e göre de, eĢcinsellik doğuĢtan gelen bir yönelimdir.
Üniversiteyi ilk geldiği dönemde Gülen cemaatinde kalan BÜ öğrencisi olan Faruk‘a göre de,
eĢcinsellik bir yönelimdir. Gülen cemaatinde kalan bir diğer öğrenci olan Ragıp da, eĢcinselliği
yönelim olarak gördüğünü ama geçmiĢ öğrendiklerinden ötürü onlara kızmaktan kendini alamadığını
ifade etmektedir:
―EĢcinsellik hastalık değil, bence yönelim. Ama yolda onları gördüğümde ister istemez
kızıyorum. Sanırım, onlardan tiksinmeyi bir Ģekilde öğrenmiĢim.‖(Ragıp, ĠÜ, Ġlahiyat, 3)
Liseden itibaren Gülen cemaatinin içerisinde olan ve üniversiteye ilk geldiği zamanlarda da aynı
cemaatin yurtlarında kalan BÜ‘den Faruk‘un diğer metropoldıĢı öğrencilerden farklı olarak kendisine
açılmıĢ eĢcinsel bir akrabası bulunmaktadır:
―Okula ilk geldiğimde etkilendim. Oryantasyon programı vardı, ilk masa Lubunya
kulübündeydi. Muhabbet ediyorlardı, gülüyorlar, eğleniyorlardı. Ġlk defa bazı insanların
kendilerini bu kadar rahat ifade ettiğini gördüm, etkilendim bundan hoĢuma gitti. Çünkü,
lisedeyken kuzenim bana eĢcinsel olduğunu açıklamıĢtı. O zaman çok ĢaĢırmıĢtım. Ne
diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilememiĢtim. Yeryüzünde böyle bir konumda insanların var
olabileceği aklıma gelmezdi. Birisi gay olabilirdi ama bu kuzenim olmamalıydı. Onu yalnız
bırakamazdım, ona kuru teselli sözleri de söylemezdim. Onu anlamasam da, ki
anlayamayacaktım, yardımcı olmaya çalıĢtım.‖ (Faruk, BÜ, Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri
Öğretmenliği, Hazırlık)
Faruk‘un yaĢadığı ĢaĢkınlık ve kabullenme sürecini, kendisi de eĢcinsel bir öğrenci olan Burak
daha genel olarak Ģöyle ifade etmektedir:
―KiĢisel deneyimlerime dayanarak Ģunu söyleyebilirim; birçok homofobik insan, yakın
arkadaĢlarından birinin gay olduğunu öğrendiğinde ikilemde kalıyor. Ya homofobik olmaya
devam edip arkadaĢıyla iliĢkisini bitirmesi gerekiyor, ya da arkadaĢıyla iliĢkisini sürdürüp
homofobisine son vermesi gerekiyor. Bu durumda insanların pek çoğu arkadaĢlarını seçiyorlar.
Bu anlamda eĢcinsellerin görünürlüğü, homofobiyi yenmektedir.‖(Burak, ĠBÜ, Psikoloji, 1)
BÜ‘den Faruk ve ĠBÜ‘den Burak‘ın da bahsettikleri gibi, kendi yakınlarından birinin LGBT bireyi
olduğunu öğrenmek, kiĢiyi tercihler yapmaya zorlandığı zorlu bir sürece yönlendirmektedir. Metropol
üniversite ortamlarında daha rahat salınan LGBT bedenler, kurdukları örgütlenmeler vasıtasıyla
akranlarının kendi varoluĢlarına iliĢkin önyargılarını kırmalarına yardımcı olmaktadırlar. Fakat bu tek
baĢına yeterli olmamakta, kiĢilerin içinde yer aldıkları örgütlenmelerin/yarı Ģeffaf kabilelerin konu
hakkındaki görüĢleri ve metropol üniversitelerinin müfredat programları da, bahsi geçen kabulleniĢ ve
normalleĢtirme sürecini zorlaĢtırıcı yahut kolaylaĢtırıcı birer rol oynamaktadır.
METROPOL ÜNĠVERSĠTELERĠ EĞĠTĠM MÜFREDATLARI VE HOMOFOBĠNĠN
YENĠDEN ÜRETĠLME SÜRECĠ
Alandan elde edilen verilere göre, homofobinin yenilgisi sadece LGBT bireylerin görünürlüğünün
artmasına bağlı değildir. Aynı zamanda metropol üniversite müfredatının toplumsal cinsiyet ve LGBT
literatürünü içerme ve dıĢlama dereceleri de, metropoldıĢı üniversite öğrencilerinin homofobik olup
olmama durumlarını belirleyen bir etken olarak gözükmektedir. Kendisini modern-muhafazakar olarak
tanımlayan ĠBÜ‘den Neriman, eĢcinselliği bir hastalık olarak değil, bir yönelim olarak gördüğünü
belirtmektedir. Neriman, ―Bana tuhaf gelmiyor yani, aslında eğitimimden dolayı böyle düĢünmeye
baĢladım‖ diyerek, Ġ. Bilgi Üniversitesi‘nde okuduğu Sosyoloji bölümünde gördüğü derslerin bu
konudaki fikirlerini değiĢtirdiğini ifade etmektedir. Diğer bir baĢörtülü genç olan BÜ‘den ġermin de,
eğitim aldığı ortamın eĢcinsellere bakıĢını değiĢtirdiğini ifade etmektedir.
―Artık eĢcinselliğin bir yönelim olduğunu düĢünüyorum. EĢcinsel insanların dıĢlanma
gerekçeleri gibi kötü olmadığını gördüm. Gayet arkadaĢ canlısı, hoĢsohbet insanlar. Sadece
farklı oldukları için ayrımcılığa uğramalarından hiç hazzetmiyorum.‖(ġermin, BÜ, Okulöncesi
Öğretmenliği, 3)
ĠÜ CerrahpaĢa Tıp Fakültesinde okuyan bir grup metropollü ve metropoldıĢı üniversite
öğrencileriyle yapılan odak grup görüĢmesinde, kendini muhafazakar hayat tarzına bağlı hissettiğini
42
söyleyen Alpaslan, karĢı cinsle iliĢkilerin duygusallıktan öte geçmemesi gerektiğini düĢündüğünü
ifade etmektedir. ġu anda bir sevgilisi olduğunu ve sevgilisiyle ilgili sorunlarını kız arkadaĢlarıyla
konuĢabildiğini söylemektedir. Ġstanbul‘a ilk geldiği dönemlerde kimseye ―merhaba‖ bile
diyemediğini daha önce ifade eden Alpaslan, kendisini karĢı cinsten arkadaĢlarıyla rahatça
konuĢabilecek kadar metropolleĢmiĢtir. Doktor adayı olan Alpaslan, eĢcinselliğin patolojik ve tedavi
edilmesi gereken, kabul edilemez bir durum olduğunu söylediğinde, arkadaĢları literatürde böyle bir
hastalığının bulunmadığını hatırlatmıĢlardır. Alpaslan fikrinde ısrar edince, Makedonyalı sınıf arkadaĢı
Alper, ―EĢcinsellik bir yönelimdir, homofobi tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır‖ cevabını
vermiĢtir. GörüĢme esnasında iki sınıf arkadaĢı arasında baĢlayan tartıĢma metropoldıĢı öğrencilerin
aynı konuda birbirinden farklı fikirlere sahip olmalarının farklı hayat tarzları ve ideolojik görüĢleriyle
nasıl uyum içinde olduğunu da göstermiĢtir. Alpaslan kendisini katı muhafazakarlıktan sosyal
muhafazakarlık diye tanımladığı daha ılımlı bir muhafazakarlığa geçen bir genç olarak tanımlarken,
Alper kendisini, üniversitesinde ve Ġstanbul‘da LGBT örgütlerine gönüllü katkı veren bir aktivist
olarak nitelemektedir. TartıĢmaya dahil olan Ahmet, Alper‘e eĢcinselliği ifade etmek için kullanılan
yönelim kelimesinin doğuĢtan getirilen bir özelliğe atıf olup olmadığını sormuĢtur. Dilara ise bu
dürtüsel bir olay diyerek tartıĢmaya katılmıĢtır. Alpaslan, eĢcinselliğin toplumun sağlığını bozacak bir
Ģey olduğunu, dolayısıyla tedavi edilmesi gerektiğini tekrar etmiĢtir. Dilara, ‗Belki homofobikler
sağlıksızdır‘ diyerek tartıĢmayı ĢiddetlendirmiĢtir. Bunun üzerine Alpaslan, ―aslında kendi çıkıĢ
noktasının eĢcinselliğin günah olduğuna dair algısı olduğunu, Allah‘ın insanı bir erkekle bir kadından
yarattığını, eĢcinsellik normal olacak olsaydı Allah‘ın insanı tek bir cinsten olarak yaratacağını ama
bunu yapmadığını‖ söylemiĢtir. Alper bu sözlere mukabil olarak Ģunları söylemiĢtir:
―ġunu demek isterim ki günah ya da değil o ayrı mesele de. Mesela hani Müslüman olduğu
halde alkol için insanlar da var ve biz o insanların alkol içmesine karıĢmıyoruz. Çünkü o
Allah‘la kul arasında bir olay. Ben erkeksem ve bu günahsa ben karĢımda ki erkeği seviyorsam
bu üçüncü kiĢiyi ilgilendirmez. Bu benimle Allah‘ım arasında bir olaydır yani. Bunun toplum
için hani bu yasaktır bu günahtır o yüzden yapamazsın demek doğru değil‖ (Alper, ĠÜ, Tıp, 4)
Tayfun, Alper‘e ―dediğinin doğru olduğunu ama bunun yaygınlaĢmasının ve ortalık yerde
olmasının topluma zarar vereceğini‖ söylediğinde, Dilara ―eĢcinselliğin toplumda zaten yaygın
olduğunu‖ ifade etmiĢtir. Alpaslan Ģöyle diyerek kendi adına tartıĢmayı sonlandırmıĢtır.
―Ben açıkçası her türlü tasvip etmiyorum ve onaylamıyorum bu tür olayları. Dediğim gibi
hem dini inançlarımdan dolayı hem toplumun genel psikolojik ve fiziksel sağlığı açısından.
Kesinlikle olmaması gereken bir Ģey.‖ (Alpaslan, ĠÜ, Tıp, 4)
Alper ise Alpaslan‘ın sözlerine cevap olarak Ģunları söylemiĢtir:
―Tasvip etmemene ve onaylamamana saygı duyarım. Kimse bunu tasvip etmek veya
onaylamak zorunda değil. Ne bileyim benim bir kızla, herhangi biriyle iliĢkim olur. DıĢarıdan
insanlar bunu tasvip etmeyebilir. Bu normal bir Ģey buna kimse bir Ģey diyemez. Bu senin kendi
görüĢün düĢüncen. Ama hani sen tasvip etmiyorsun diye buna patolojik demek ne kadar doğru‖.
(Alper, ĠÜ, Tıp, 4)
Tıp Fakültesi öğrencileri arasında yapılan bu odak grup görüĢmesinin çözümlemelerinden de
görüleceği üzere, doktor adayı olan öğrenciler dahi eĢcinselliğin bir hastalık olup olmadığına dair
akademik bir bilgiyle teçhiz edilmemektedir. Bu durum baĢta Tıp sahası olmak üzere tüm eğitim
sistemi için ciddi bir eksikliktir. Çünkü bilginin olmadığı yerde, önkabuller ve önyargılar gençlerin
karar mekanizmalarını tetiklemektedir. Gençler, hayat tarzlarına ve ideolojik konumlanıĢlarına göre
fikir sahibi olmakta ve bu fikirleri bir tartıĢmada kullanırken argümanlarını ortaya koymakta
zorlanmaktadırlar. Bu duruma bir baĢka örnek olarak BÜ‘den Çiğdem‘in konuyla ilgili görüĢleri
verilebilir. Çiğdem de, ĠÜ‘den Alpaslan‘la aynı paralelde düĢünmektedir. Çiğdem mülakatın yapıldığı
zamana kadar ki en ciddi iliĢkisini biseksüel olduğunu kendisine söyleyen bir erkekle yaĢadığını, onun
biseksüelliğiyle bir sorunu olmadığını söylemiĢtir. Fakat Çiğdem bir süre sonra sevgilisinin gay
olduğunu ve kendisini birkaç erkekle aldattığını öğrenmiĢtir. Bu tecrübesi en yakın arkadaĢlarının da
gay olduğunu ifade eden Çiğdem‘in zihin dünyasında homofobiyi yeniden üretmesine sebep olmuĢtur:
43
―EĢcinselliği artık kıyamet alameti olarak görüyorum. Kur‘an‘ın lanetlediği bir Ģey
olduğunu düĢünüyorum. En iyi arkadaĢlarım eĢcinsel ama bunların yaptıklarının lanetlenmiĢ
olduğunun farkında olmaları lazım. Bence ya tedavi yolu bulmalılar ya da cinsel faaliyette
bulunmamalılar. Onlarla konuĢtum aslında ama bana hep Allah bizi böyle yarattı deyip kestirip
atıyorlar. Onlara eleĢtirilerimi Ģaka falan sanıyorlar, ciddiye almıyorlar beni. Her Ģeyi geçtim,
sürekli cinsel iliĢkiye girmeleri bile bence yollarının yanlıĢlığını gösteriyor. Ama ben kimseyi
yargılayamam.‖ (Çiğdem, BÜ, Fen Bilgisi Öğretmenliği, 1)
BÜ Psikoloji öğrencisi Seda, eĢcinselliğin doğuĢtan geldiğini ama düzeltilmesi gereken bir Ģey
olduğunu düĢünmektedir. Bu esnada yan masada oturan bir arkadaĢı baĢörtülü olmasını kastederek
Seda‘ya, ―Bir zamanlar Ġstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı da baĢörtülüleri rehabilite etmek için
ikna odaları kurmuĢtu, senin o kadından baskıcı zihniyet bağlamında farkın ne?‖ diye sormuĢtur. Seda
bu soruyu, ―BaĢörtüsü yasağını kullar getirdi, o yüzden bir özgürlük ihlalidir; oysa eĢcinsellik yasağını
Allah getiriyor, kiĢiyi yaratan onun ne hissettiğini bildiğine göre bu bir imtihandır ve düzeltilmesi
gerekir‖ diye cevaplamıĢtır. ArkadaĢı, ―Sen psikoloji okuyorsun, eĢcinselliğin psikiyatrik hastalıklar
arasından çıkardığını biliyorsun, buna rağmen neden eĢcinsellikten bahsederken bir hastalıktan
bahseder gibi konuĢuyorsun‖ deyince; Seda, ―Bu durumu hangi mantığın hastalık olmaktan çıkardığını
biliyoruz, ben onları küçümsemiyorum ve benim önüme de eĢcinsel bir birey gelecek iĢ hayatımda
muhtemelen. Onları anlamaya da çalıĢıyorum, bunun bir imtihan olduğunu ve tedavi edilmesi
gerektiğini düĢünüyorum. Benim inancım bu ve bunu değiĢtiremem, onlara yardım etmem gerekir diye
düĢünüyorum ―diye karĢılık vermiĢtir. Süleymancı cemaatinin yurtlarında kalan ĠÜ‘den Abdüssamet
de, ‗aklı baĢında bir insanın eĢcinselliği tercih etmesi bence akıl almaz bir Ģey‘ diyerek bu konudaki
tepkisini dile getirmektedir.Abdüssamet konunun bir tercih meselesi olduğu noktasında ısrarlıdır.
Metropol üniversite ders ortamında iĢlenen müfredat özellikle muhafazakar öğrenciler arasında
büyük oranda tabu olarak durmakta olan LGBT varoluĢuna dair ideolojinin geriletilmesine katkı sunsa
da, metropoldıĢı öğrenciler arasında dolaĢıma sokulan homofobinin müfredattan kaynaklanmayan
sebepleri de bulunmaktadır.
METROPOL ÜNĠVERSĠTE ORTAMINDA SĠYASET VE LGBT ÖRGÜTLENMELERĠ
Metropol üniversite ortamı, kendi içinde üretilen siyaset tarzları ve ülke gündeminden taĢan siyasi
atmosferden büyük ölçüde etkilenmektedir. LGBT örgütlenmelerin de bir tür yarı Ģeffaf akran
kabilesine dönüĢmüĢ olduğundan bahsedilmiĢti. Bu bağlamda LGBT örgütlerinin anti-kapitalist
söylem ve eylemlere katılımları, sosyalist dünya görüĢünden insanların onlara dair daha ılımlı fikirler
serdetmesine sebep olmaktadır. Mesela ĠÜ‘den Eda, eĢcinselliği bir yönelim olarak gördüğünü ve
okuldaki LGBT örgütlenmesinin daha aktif çalıĢması gerektiğini ifade etmektedir:
―EĢcinsellik bir yönelim tabiki, ben kesinlikle hastalık olarak görmüyorum, görenlerle de
Ģiddetle tartıĢıyorum. Hatta kadın tartıĢmalarına da katılıyorum kadın ve erkek olarak iki tane
cins var ama yedi tane yönelim var tartıĢması var. EĢcinsellik de bir yönelimdir. Bu insanların
hayatlarını özgürce yaĢayabilmeleri gerekiyor bence. Radar grubundaki insanlarla tanıĢıyorum.
Çok aktif olabilseler güzel bir Ģey olur. Görünür olmaları, eĢcinselliği de insanların gözünde
normalleĢtirir.‖ (Eda, ĠÜ, Sosyoloji, 3)
Kendisini politik bir Kürt aktivisti olarak tanımlayan ve bunu simgesel olarak da ifade eden –
saçındaki örgü tokasında bile sarı, kırmızı, yeĢil renkleri kullanmaktadır- BÜ‘den Hebun, taraftarı
bulunduğu parti olan BDP‘nin eĢcinsellerin kimliğini savunan meclisteki tek parti olduğunu ifade
etmektedir. Hebun, gerek parti çalıĢmaları gerekse özel hayatında sık sık LGBT bireylerle birlikte
çalıĢtıklarını ve bundan da gayet memnun olduğunu anlatmaktadır. Hebun, bazı LGBT bireylerin BDP
eksenli siyaset tarafından massedilmesini ise Ģöyle dile getirmektedir:
―Hazırlıktayken en yakın arkadaĢım bana aĢık olmuĢtu. O da sosyalist gelenekten geliyordu.
Ben ona biraz zaman tanıyalım birbirimize, duygusal bir iliĢkiye baĢladıktan sonra ayrılıp
birbirimize düĢman olmayalım. Bir süre sonra o arkadaĢımız, önce eĢcinsel olduğunu sonra
transseksüel olduğunu açıkladı. Hala çok iyi arkadaĢız. Zaten kendisini sosyalist olarak
tanımlardı Ģimdilerde ise siyasal duruĢu yüzünden Kürtçü olarak bilinir. Bu biraz da benim
sayemdedir yani.‖(Hebun, BÜ, Ġngiliz Dili ve Edebiyatı, 2)
44
Sosyalist grup ve partilerin LGBT dostu söylemleri LBGT bireylerle aralarında geçirgen bir sosyal
tabaka oluĢturmaktadır. Fakat LBGT örgütlerinin bu geçirgen tabakanın etkisiyle yükselttikleri
sosyalist söylemleri bazı eĢcinsel bireylerin bu örgütlerde örgütlenmesinin önünde bir engel
oluĢturmaktadır. Bunlardan birisi de ĠBÜ‘den Burak‘tır. ĠBÜ, Burak‘ın ikinci üniversitesidir. Ortadoğu
Teknik Üniversitesi‘nde okuduğu Mühendislik bölümünü, kendisini orda mutlu hissetmediği için
bırakan Burak, Ġstanbul‘da daha geniĢ ve kendisine daha çok hitap eden bir arkadaĢ çevresi edindiğini
söylemektedir. Okulundaki LBGT bireylerin kulüpleĢme çabalarına fiili olarak destek veren ve
eĢcinsel bir birey olduğunu ifade eden Burak, aktivist olmadığının altını özellikle çizmektedir. LGBT
örgütlerinin sosyalist örgütlerle savunacakları ortak Ģeyin ne olduğunu anlayamadığını belirten Burak,
kendisini aynı zamanda iyi bir kapitalist olarak tanımlamaktadır. Burak, LGBT bireylerinin
özgürlüklerini parayla kazanacaklarını savunmaktadır. Burak, bir eĢcinsel olarak Ġstanbul‘un gece
hayatına kolay alıĢtığını, çünkü harcayacak parası olduğunu ifade etmektedir. Burak eğlenebilme
üzerinden kurguladığı özgürlük söylemini maddi durumunun iyi olmasına bağlamaktadır. Burak‘la
aynı üniversitede okuyan bir diğer LGBT metropoldıĢı öğrenci Özcan ise, cinsel kimliğinin kendisini
nasıl politize ettiğini Ģöyle açıklamaktadır:
―Ġstanbul‘da nefes alabileceğim dernekler veya mekanlar var. En azından varoluĢumu
gizlemediğim, suçluluk psikolojisiyle yaĢamadığım bir arkadaĢ çevrem var. Ama bu alan çok
dar aslında, bu alanı deĢmek zorunda kalıyorum. Bu da ister istemez beni politik hale getiriyor.
Mesela, bir ortamda kız arkadaĢın var mı diye bir soru geldiğinde, direkt olarak heteroseksüel
olduğun ön kabulüyle yola çıkılıyor. Ben, hayır ben eĢcinselim dediğimde, aslında politik bir
Ģey yapmıĢ oluyorum.‖ (Özcan, ĠBÜ, Medya ve ĠletiĢim Sistemleri, 4)
Özcan, Türkiye‘de siyaset kurumunun bir cenahının eĢcinselliği bir hastalık ya da sapkınlık gibi
gösteren açıklamalarından ötürü tedirgin olduğunu, kendisini ikinci sınıf bir vatandaĢ gibi hissettiğini
ve bu yüzden ülkeyi terk etmeyi düĢündüğünü belirtmektedir:
―EĢcinsellik bir yönelimdir, bu arada bu benim fikrim değil. Ġyi niyetli olsa bile insanlar
sürekli sana soru soruyorlar çünkü seni anlamaya çalıĢıyorlar ama bu da yorucu bir Ģey bir
yerden sonra. 1973 yılında Amerikan Psikiyatri Birliği, 1993 yılında da Dünya Sağlık Örgütü
eĢcinselliği hastalık listesinden çıkardı. Aile Bakanı‘nın, dünyanın geldiği noktadan bu kadar
bihaber bir Ģekilde, eĢcinsellik hastalıktır diyebilmesi18 beni çok ĢaĢırtmıĢtı. Sağlık bakanı
arkasından böyle bir hastalık yok19 dedi, mesela ama çok etkili olmadı LGBT bireyler üzerinde
bu. Aliye Kavaf‘ın dediklerine nazaran, Sağlık Bakanı‘nın sözleri çok zayıf kaldı, daha güçlü
bir çıkıĢ yapmalıydı belki. Sanırım bu da parti içinde ayrılık var diye görünmesin diyeydi galiba.
Hatta en son Ankara BüyükĢehir Belediye BaĢkanı Melih Gökçek bir Ģey söyledi20. Bir yandan
ĠçiĢleri Bakanı, ‗Pkk üzerinden içinde eĢcinseller de var, ne kadar iğrenç bir yer falan‘21 dedi.
18
07.03.2010 tarihinde Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf eĢcinselliğin tedavi edilmesi gereken
biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inandığını söylemiĢtir. Bakan Kavaf‘ın bu sözleri, baĢta kabine
arkadaĢı olan Sağlık Bakanı olmak üzere geniĢ kesimlerden pek çok eleĢtiri almıĢtır. Bkz. Devletin Bakanından
EĢcinsellik Yorumu,http://blog.milliyet.com.tr/devletin-bakanindan-escinsellik-yorumu/Blog/?BlogNo=232920
, (Çevrimiçi), 26.08.2012.
19
Sağlık eski Bakanı Recep Akdağ, eĢcinselliğin yaĢananlarca zor bir Ģey olduğunu söyleyerek toplumu insaflı
olmaya çağırmıĢtır. Bkz. Toplum Sana Söylüyorum, Bakan Kavaf Sen Anla, Radikal Gazetesi, 09.03.2010.
20
02.04.2012 tarihinde Ankara BüyükĢehir Belediye BaĢkanı Melih Gökçek, Sunucu Okan Bayülgen‘in
kendisine sorduğu soru üzerine, ‗Her toplumun kendisine göre ahlaki değerleri vardır. Türk toplumun
Avrupa‘daki gay kültürüyle bir arada olmamız, bunu tasvip etmemiz mümkün değil. Bizim yetiĢme, ahlak,
anlayıĢ tarzımız biraz değiĢik. ĠnĢallah Türkiye‘de gay olmamalı ve olmayacak‘ diye yanıtlamıĢtır. Bkz. Okan
Bayülgen‟den Melih Gökçek‟e Gay Sorusu, http://www.youtube.com/watch?v=PhrojSySwVA , (Çevrimiçi),
26.08.2012.
21
ĠçiĢleri eski Bakanı Ġdris Naim ġahin, PKK‘nın ne denli kötü bir ortama sahip olduğunu anlatmaya çalıĢırken,
‗Domuz etinden ZerdüĢtlüğe kadar, bilmem hangi ulustan, kardeĢlikten, çok özür dilerim eĢcinselliğe kadar, her
türlü namussuzluğun, ahlaksızlığın, gayri insani durumun olduğu bir ortam‘ ifadelerini kullanmıĢtır. Bkz. ĠçiĢleri
Bakanı‟ndan Yeni Terör Tarifleri, Radikal Gazetesi, 26.12.2012.
45
Ama mesela Modacı Cemil Ġpekçi de açık bir gay ve hükümeti açıkça destekliyor22 insanlar
AK Parti‘de eĢcinseller var ne kadar kötü bir yer mi demeliler yani bu mantıkla. EĢcinseller her
yerde var. Bu lafları duyunca kendimi ikinci sınıf vatandaĢ gibi hissediyorum. Bu yüzden
yurtdıĢına gitmeyi düĢünüyorum. Bir gün eĢcinsel olduğum için, suçlu ilan edilip hapislere
atılabilirim diye düĢünüyorum.‖ (Özcan, ĠBÜ, Medya ve ĠletiĢim Sistemleri, 4)
EĢcinsel varoluĢu dıĢlayıcı siyaset söylemi, bu varoluĢa sahip bireylerin vatanı terk etmeyi
düĢünmelerine sebep olduğu Özcan‘ın yukarıda alıntılanan ifadelerinde açığa çıkmaktadır. Bu
noktada eĢcinsellerin kendi varoluĢlarını kabul eden siyasi figürlerle daha yakın iliĢki kurmaları
anlamlı hale gelmektedir. Yine de metropol kent ortamındaki blok halinde bir siyaset türüne angaje
olmadıkları, değiĢik sebeplerle farklı siyasi merkezlerle de yakınlaĢtıkları görülmektedir. Mesela,
sermayenin serbest dolaĢımını savunduğu için kendisini kapitalist olarak gören, ya da TBMM‘de
eĢcinsel haklarını savunduğunu düĢündüğü için BDP ile beraber hareket ettiğinden ötürü Kürtçü olarak
damgalanan metropoldıĢı LGBT öğrenciler de bulunmaktadır.
SONUÇ
MetropoldıĢı öğrencilerin kadın erkek iliĢkilerine dair geliĢtirdikleri tavır ve tutumları,
metropolleĢme süreci içerisinde değiĢik melezlikler halinde belirmektedir. MetropoldıĢı öğrenciler,
kadın-erkek iliĢkilerine dair taĢradan getirdikleri ve metropolden aldıkları arasında melez tavır ve
tutumlar geliĢtirmiĢlerdir. Bu melezlikleri, Harootunian‘ınarayerdelik kavramından ziyade, Kıray‘ın
tampon mekanizmaları çerçevesinde değerlendirmek mümkün görünmektedir.MetropoldıĢı öğrenciler,
metropol üniversite ortamının medya yoluyla muhayyel flört mekanı olarak simüle edildiğini ifade
etmektedirler. Bu noktada özellikle muhafazakar görüĢlü öğrenciler, muhafazakar değer ve
tutumlarının kendilerine yüklediği sorumlulukları, ‗kendilerine benzer olanlara paylaĢtırma taktiği‘ ile
çekilebilir hale getirmeye çalıĢmaktadır. Mesela, baĢörtülü kız öğrenciler kendilerine benzer giyim
kuĢam Ģeklini seçen diğer akranlarından ‗daha ahlaklı olmalarını‘ beklemektedirler. Dini nikahlı
beraberlikler genellikle hoĢ karĢılanmamaktadır. Dini ağırlıklı eğitim veren fakülte ve bölümlerde,
cinsiyete dayalı mekânsal ayrım katı bir Ģekilde uygulanmakta ve aksine olabilecek –De Certeau‘cu
manada- kullanımlar bizzat üniversite hocaları eliyle düzeltilmektedir. Özellikle sosyalist gruplara
mensup kız öğrenciler, hayat merkezlerinin flörtlerinden ziyade ideolojileri olduğunu ifade
etmektedirler.
MetropoldıĢı öğrenciler, gerek medyanın yaratıp dayattığı simülasyonlarla gerekse de buralara da
üniversite açılmasıyla taĢranın da tüketim alıĢkanlıkları ve cinselliğe bakıĢ açısından metropolleĢme
eğilimine girdiğini ifade etmektedirler. Bu bağlamda taĢrada kurulan üniversiteler ve buralarda eğitim
gören öğrenciler, –Yankelovich‘in tanımladığı Ģekliyle- birer hız belirleyici olarak ortaya çıkmaktadır.
MetropoldıĢı üniversite öğrencileri, birinci sınıfa geldiklerinde LGBT bireyler hakkında genel
itibariyle olumsuz kanaatlere sahiptir. Üniversitelerin bünyesinde yer alan LGBT örgütlenmelerinin
yarattığı kamusal görünürlük ve metropol kentin pek çok mekanında karĢılaĢma gibi sebepler
dolayısıyla LGBT olmayan bireylerde, LGBT bireyleri tanıma merakı doğmaktadır. Edinilen
arkadaĢlıklar, genel itibariyle LGBT bireylerin kendini anlatmalarına fırsat tanımakta ve sonuçta
metropoldıĢı öğrencilerin büyük bir bölümü eĢcinselliğin doğal bir yönelim olduğu kanaatine
varmaktadır. Metropol kent üniversitelerinde eğitim gören LGBT öğrenciler, akranlarının din, etnisite,
siyaset ve tüketim alıĢkanlıkları üzerinden oluĢturdukları yarı Ģeffaf akran kabilelerine –Bauman‘ın
iĢaret ettiği üzre- benzer bir Ģekilde, cinsellik üzerinden kabileleĢmektedirler. Bu noktada metropol
kentte yaĢayan LBGT bireyler ve metropol kent üniversitelerinde örgütlenen LGBT akranlar,
metropoldıĢı öğrenciler için bir tür karĢılaĢma nesnesi haline gelmekte, ayrıca LGBT bedenler
kültürel, ahlaki, dini veya ideolojik sebeplerle toplumsal kabulün veya toplumsal reddin özneleri
olmaktadır.
Muhafazakar hayat görüĢüne sahip olan öğrenciler, Gülen cemaatine mensup olanlar hariç, LGBT
bireylere karĢı hoĢgörülü bir söylem geliĢtirmemektedirler. Gülen cemaatine mensup öğrencilerin
22
Cemil Ġpekçi‘nin BaĢbakan‘ı öven sözleri için, bkz. Cemil Ġpekçi‟den BaĢbakan‟a Övgüler, Star Gazetesi,
16 Eylül 2008.
46
çoğu ise, eĢcinselliğin doğuĢtan gelen bir yönelim olduğunu fakat eĢcinsellerin eĢcinsel aktivitede
bulunmasının günah olduğunu düĢünmektedir. Genel olarak, LGBT bireylere bakıĢtaki değiĢimin
metropoldıĢı öğrencilerin metropolleĢmesi sürecinde önemli göstergelerden birini oluĢturduğu
söylenebilir. EĢcinselliğin doğal bir yönelim olduğuna dair söylem –psikiyatrik verilerin de bu durumu
desteklemesi sayesinde- metropoldıĢı öğrencilerin metropolleĢmesi esnasında katıldıkları ve
sindirdikleri bir söylem olmaktadır. Bu noktada üniversite ders müfredatlarının toplumsal cinsiyet ve
LGBT konularını içerip içermemesinin, örneklem üzerinde homofobik tutumlara dair anlamlı
farklılaĢmalar oluĢturduğu gözlemlenmiĢtir. LGBT öğrenciler genel olarak sol siyasi ögelerle ortak
eylemliliklere giriĢirken, cinsel kimliklerinin de kendilerini politize olmaya zorladığını ifade
etmektedirler. Bazı metropoldıĢı LBGT bireyler, özellikle siyasilerin açıklamaları dolayısıyla
ayrımcılığa uğradıklarını düĢündüklerini belirtmektedirler.
KAYNAKÇA
Baudrillard, J.(2011).Simülakrlar ve Simülasyon. çev. Oğuz Adanır, 6. bs., Ankara: Doğu Batı.
Bauman, Z.(2010).Sosyolojik Düşünmek. çev. Abdullah Yılmaz, 7. bs., Ġstanbul:Ayrıntı.
De Certeau, M.(1990).Gündelik Hayatın Keşfi –I: Eylem, Uygulama, Üretim Sanatları. çev. Lale
Arslan Özcan, Ankara, Dost.
Foucault, M.(1982).‗'TheSubjectandPower, Critical Inquiry‘‘. c.8, sayı:4 (Yaz, 1982), Chicago,
TheUniversity of Chicago Press.
Goffman, E.(1956).‗‘The Presentation of Self in Everyday Life, Edinburgh‘‘. University of Edinburgh
SocialScienceResearch Center, 1956.
Harootunian, H.(200).Tarihin Huzursuzluğu: Modernlik, Kültürel Pratik ve Gündelik Hayat Sorunu.
çev. Mehmet Evren Dinçer, Ġstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayını, 2006.
Kıray, M. B.(2000). Ereğli: Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası. 3. bs., Ġstanbul: Bağlam.
Richter, R.(2012). Sosyolojik Paradigmalar, çev. Necmeddin Doğan, Ġstanbul: Küre.
Yankelovich, D.(1981). New Rules Searchingfor Self Fulfillment in a World TurnedUpsideDown,
New York, Random House.
Diğer Kaynaklar
Cemil Ġpekçi‘den BaĢbakan‘a Övgüler, Star Gazetesi, 16 Eylül 2008.
Devletin Bakanından EĢcinsellik Yorumu,http://blog.milliyet.com.tr/devletin-bakanindan-escinsellikyorumu/Blog/?BlogNo=232920 , (Çevrimiçi), 26.08.2012.
ĠçiĢleri Bakanı‘ndan Yeni Terör Tarifleri, Radikal Gazetesi, 26.12.2012.
Okan Bayülgen‘den Melih Gökçek‘e Gay Sorusu, http://www.youtube.com/watch?v=PhrojSySwVA ,
(Çevrimiçi), 26.08.2012.
Toplum Sana Söylüyorum, Bakan Kavaf Sen Anla, Radikal Gazetesi, 09.03.2010.
Üniversiteyle BaĢlayan GeliĢme Ġlimize Ahlaksızlık Getirdi, Radikal Gazetesi, 30.10.2012.
47
48
TÜRKĠYE MUHALEFET ALANI VE LGBT HAREKET: GERĠLĠMLER,
ĠTTĠFAKLAR, DÖNÜġÜMLER1
Demet BOLAT2
ÖZET
YaĢadığımız dünya, birbirine indirgenemeyecek, ancak birbiriyle iliĢkili olarak iĢleyen tarihsel
sistemler zemininde Ģekillenir. Fakat bu tarihsel sistemler, toplumsal dünyada ―doğallık‖
mistifikasyonu yoluyla aşkınsal bir statüye yerleĢtirilerek çoğu kez ebedi zamanuzay ile okunur.
Heteroseksüel cinsel yönelimin ―insanlık kuralı‖ olarak varsayılması ve cinselliğin norm eksenini
oluĢturması, bir tür ebedi zamanuzay okumasıdır. Oysa Wallerstein, heteroseksizm gibi
tarihsel/toplumsal sistemlerin tarihsel süreçlerde farklı nitelikler kazandıklarını, çatallanma anları
yaĢadıklarını ve bir nihayetlerinin olduğunu görebilmemizi sağlayacak üç tür – yapısal,
döngüsel/ideolojik, çevirimsel- zamanuzay okuması önerir. Heteroseksizmin izini bu üç zamanuzay
zemininde sürerken Foucault‘un cinsel rejim okuması ve Butler‘ın queer kuramı yol açıcı olmaktadır.
Heteroseksizm farklı toplumsal formasyonlarda olduğu gibi Bourdieu‘nun ―konumlanıĢlar arası
iliĢki ağı konfigürasyonu‖ olarak tariflediği farklı alanlarda da çeĢitli biçimlerde deneyimlenir ve iĢler.
Bu çalıĢmada Türkiye muhalefet alanı olarak iĢaret edeceğim toplumsal uzamın 90‘lı yılların
baĢlarından beri bir eyleyicisi olan LGBT hareketin alan ile kurduğu iliĢkilere odaklanarak muhalefet
alanında heteroseksizmin izini sürmeye çalıĢacağım. Muhalefet alanında heteroseksüel cinsel rejim
nasıl iĢler? LGBT hareket bu cinsel rejimle hangi iliĢkilerle karĢılaĢır? Bu bağlamda alanın diğer
eyleyicileriyle kurulan iliĢkilerin niteliği nedir? ÇalıĢma bu sorular ile birlikte, heteroseksizm ile
yüzleĢen bir muhalefet pratiğinin toplumsal dünyanın dönüĢümünde taĢıyacağı imkanları odağına
almaktadır.
Anahtar Kelimeler: heteroseksizm, cinsel rejim, muhalefet alanı
ABSTRACT
The world in which we live is shaped on thre ground of historical systems that could not be
reduced to each other but function in an interrelated mood. But these historical systems are usually
perceived to have a transcandental status through the mistification of "naturalness" and read with
an eternal time-space. Heterosexual orientation being assumed as "the rule of humanity" and
constituting the normative axis of sexuality is a type of eternal time-space reading. Though
Wallerstein suggests three types of time-space reading -structural, circular/ideological, cyclical which could help us see that historical/social systems such as heterosexualism gain different
characteristics, face moments of furcation and have an end throughout the historical process.
Foucault's reading of gender regime and Butler's theory of queer are helpful for tracing
heterosexualism on these three grounds of time-space.
Heterosexualism, as in several social formations, is experienced and functions in various ways in
several fields which Bourdieu defines as "configuration of inter-position web of relation." The LGBT
movement is one of the actuators of the social space to which I am going refer as the field of
opposition in Turkey since the 1990s. In this study, I am going to trace heterosexualism in the field of
opposition by focusing the ways the LGBT movement establishes relationship with the field. How
does the heterosexual gender regime function in the field of opposition? In what kind of relations does
the LGBT movement encounters with this gender regime? In this context, what are the characteristics
1
Bu makale ―Türkiye Muhalefet Alanı ve Heteroseksizm: Muhalefet Alanında Heteroseksüel Olmamak‖ baĢlıklı
yüksek lisans tez çalıĢmamın bazı bölümleri ile birlikte tez çalıĢmasından yola çıkarak oluĢturduğum bazı
tartıĢmaları içermektedir. Bu hatırlatma vesilesi ile hem tez çalıĢmama hem de bu dolayımla okuduğunuz
makaleye katkısı ve emeği için danıĢman hocam Doç. Dr. Dilek Hattatoğlu‘na teĢekkür ederim.
2
AraĢ. Gör., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
[email protected]
49
of the relation established with the other actuators of the field? This study focuses the potentials of the
practice of opposition which faces heterosexualism for the transformation of the social sphere.
Key Words: heterosexism/heterosexualism, gender regime, field of opposition
GĠRĠġ
―Heteroseksüellik tam olarak nedir ve hangi nedenlerden kaynaklanır?‖3 Bir gey- lezbiyen
örgütünün afiĢinde sorulan bu soru, aslında heteroseksüel cinselliğin varlığına hiçbir bahane
aranmayan, araĢtırılmayan ―sessiz bir norm‖ olarak kabul edilmesine getirilen eleĢtiridir.
Heteroseksüel olmayan cinsel yönelimlerin4 ve ikili toplumsal cinsiyet sistemine uymayan cinsel
kimliklerin nedenleri araĢtırılarak onların ―normal‖ olmadıkları ima edilir. Toplumsal yaĢamın
heteroseksüel norm zemininde örgütlenmesine rağmen heteroseksüellik ―özel alan içinde yaĢantılanan
bir pratik‖ olarak okunur. Dolayısıyla cinselliğin heteroseksüel biçimi rutin ve görünmezdir.
Wallerstein (2005:34) tarihsel/toplumsal sistemlerin oluĢturduğu –aynı zamanda onların
devamlılığını da sağlayan- sömürü, dıĢlama, baskı gibi iliĢkilerin ve normların devamlılığını tam da bu
görünmezleĢtirme ve doğallaĢtırmanın sağladığını söyler. Ona göre sosyal bilimin bu sistemlerin
―ebedi ve ezeli doğallıklar‖ olarak okumasına karĢı durarak, onların yapısal olduklarını, belirli
döngüler ile iĢlediklerini, tarih ve akıĢ içinde farklılaĢtıklarını gösterme sorumluluğu vardır. Scott ve
Jakson (2012:165) ise aynı düĢünsel izleği takip ederek heteroseksüelliği sorgulamanın sosyolojik bir
giriĢim olduğunu belirtirler. Yazarlara göre sosyoloji, norm dıĢı olan ile birlikte normatif olanı da
odağına almayı ve sorgulamayı dert etmelidir. Bu sorgulama hem ―norm‖ ile ―norm dıĢı‖ olan
arasındaki bağlantıları görmeyi hem de ―kanıksanmıĢ doğallıkları‖ bozmayı beraberinde getirir. Bu
düĢünüĢ biçimi bizi toplumsal dünyayı Ģekillendiren baskı, ezilme, dıĢlanma ve sömürü iliĢkilerinin
tarihsel ve toplumsal olduklarına ve dolayısıyla onları dönüĢtürme ve sonlandırma imkanımızın
varlığına götürür. Buradan hareketle bu makalede birçok cinsel yönelim ve arzudan yalnızca biri olan
heteroseksüelliğe odaklanacak tartıĢmanın, esasen heteroseksüelliği cinselliğin norm ekseni olarak
kuran heteroseksizme, onun iĢleyiĢ biçimlerine ve mücadele imkanlarına dair olacağını söyleyebiliriz.
Ancak heteroseksizmi bir ―soyutlama‖ olarak okumanın ötesine geçerek yaĢantılardaki ve
iliĢkilerdeki iĢleyiĢ biçimlerini görebilmek için içinde yaĢadığımız toplumsal alanlara odaklanmak
gerekir. Bu çalıĢmada, Türkiye‘de heteroseksizme ve bununla güçlü bağlantıları olan homofobi ve
transfobiye karĢı sistematik olarak mücadele eden LGBT hareketin de eyleyicisi olduğu Türkiye
muhalefet alanının heteroseksizmle iliĢkisinde odaklanılacak bir tartıĢma yürütmeye çalıĢacağım.
TartıĢma boyunca heteroseksizm ile Türkiye muhalefet alanının bu günkü yapısı ve nitelikleri
arasındaki iliĢkiyi anlayabilmek için LGBT hareketin Türkiye seyrine ve hareketin muhalefet alanıyla
ve alanın diğer eyleyicileriyle kurduğu iliĢkilere dair bir incelemeye yer vereceğim. TartıĢmanın temel
eksenlerini, heteroseksizm Türkiye muhalefet alanında nasıl iĢler, LGBT hareketin alanda kurduğu
mücadele ve ittifak iliĢkileri nelerdir, bu iliĢkiler alanı nasıl dönüĢtürmüĢtür ve bu dönüĢüm hangi
tartıĢmaları beraberinde getirir gibi sorular eĢliğinde kurmaya çalıĢacağım.
Cinsiyetli Bedenler ve Zorunlu Heteroseksüellik
Beden insanın doğayla, tarihle, kültürle, toplumla iliĢkilendiği en dolaysız araçtır. Bir bedene sahip
olmak ya da ontolojik olarak var olmak öncelikle doğa ile iliĢki içinde olmayı gerektirir. Ancak bütün
vücut sıvıları, organları, barındırdığı sistemleri ve sınırlılıkları ile biyolojik bir varlık olan beden
üzerindeki tanımlar ve anlamlandırmalar, tarih içinde, kültür ve ideoloji dolayımıyla sürekli değiĢim
halindedir, bu da bedeni aynı anda toplumsal ve epistemolojik bir varlığa dönüĢtürür. Ġnsan, bedeni
üzerinde birçok anlam ve kimlik taĢır. Tam da bu nedenle beden bazen direniĢin mekanı olsa da
3
AfiĢ baĢlığını Savran‘dan alıntıladım (2009:242).
Heteroseksüel cinsel yönelimin meĢruiyetini biyolojizm ile sağlamasına benzer Ģekilde eĢcinselliğin de
‗normal‘ olduğunun ispatlamak üzere zaman zaman ‗eĢcinsel geni‘ gibi biyolojist öneriler olmuĢtur
(Barid:2004:98-107, Acar –Savran: 2009:245-251). Ben burada bir yandan biyolojist bir açıklamaya
saplanmamak fakat bir yandan da kiĢinin içten gelen duygusal ve erotik yönelimini muğlaklaĢtıran ‗cinsel tercih‘
kavramını da kullanmamak için cinsel yönelim kavramını kullanmayı uygun buluyorum.
4
50
üzerine disiplin ve iktidar yolu ile giydirilen kimlikler nedeniyle bazı ezilme, sömürü ya da baskı
biçimlerinin ezilen tarafı olmaktadır. ĠĢte bu noktada ―ben kimlik kategorilerini değiĢmez ayak bağları
olarak sayar ve onları ortaya çıkması kaçınılmaz dert yuvaları olarak kavrar hatta öyle lanse ederim‖
diyen Butler‘a katılmamak mümkün gözükmez (2007:5-6). Özellikle de bu kategoriler doğum anından
itibaren bedene perçinlenen ve hayatın geriye kalanının yaĢantılanmasının temel zeminlerinden birini
oluĢturan ikili (toplumsal) cinsiyet kimliği kategorileri olduğu zaman.
Ġlk kez Anne Oakley (1987) tarafından kullanılan toplumsal cinsiyet (gender) kavramındaki
―toplumsal‖ tamlayanı, ―eril‖ ve ―diĢil‖ olarak kategorilenen biyolojik bedenleri doğrudan toplumsal
uzama yerleĢtiren düĢüncenin aksine ―kadın‖ ve ―erkek‖ kimliklerinin doğal değil siyasal, kültürel ve
tarihsel olduğunu vurgular. ―Toplumsal cinsiyet, kadınlar ve erkeklere iliĢkin uygun rollerin tamamen
toplumsal olarak üretildiğini ifade eden ―kültürel inĢalar‖a iĢaret etmenin bir yoludur.‖ (Scott;
2007:11) Böylece ―aĢkın bir yasa‖nın belirlediği ―eril‖ ve ―diĢil‖ bedenin yerini tarihsellik içinde
kavranabilecek olan ―kadın‖ ve ―erkek‖ toplumsal cinsiyetli bedenler alır. Kavram aynı zamanda
kadın ve erkek arasında iliĢkisel bir analize imkan vererek iktidar iliĢkilerin taraflarını görmemizi
sağlar (Scott 2007, Delphy 2005). Fakat kavrama cinsiyet/toplumsal cinsiyet ikiciliği hala içkindir.
BaĢka deyiĢle bu kavramsallaĢtırma ―doğal‖ olan ile ―toplumsal‖ olanı birbirinden tamamen kopuk bir
Ģekilde kavrama tehlikesi barındırır, ―evrensel bir biyolojik öz‖ varsayımına dayanır.
Peki, cinsiyetin kendisi nedir, cinsiyeti hormonlarla ya da kromozomlarla mı ölçeriz? Butler
(2010:52-55) toplumsal cinsiyetin anatomik bedene iĢlediği ve bedenlerin ―kültürel yasaların edilgin
alıcıları‖ olduğu fikrini eleĢtirir. Öte yandan toplumsal cinsiyet bedenden bağımsızca iradi bir biçimde
seçilen bir durum da değildir. Yani beden, ne kültür ile dıĢarıdan ilintili bir araç ne de edilgen bir
ortamdır. Tam tersi bedenin kendisi bir inĢadır. BaĢka deyiĢle beden kültür ve söylemsellik öncesi
anatomik bir varoluĢ değil, kültürel süreçlerin ve söylemsel pratiklerin içinde kurulur. ―Toplumsal
cinsiyet iĢaretinden önce bedenlerin imlenebilir bir varoluĢları olduğu söylenemez‖ (Butler;2010:54).
BaĢka deyiĢle beden basitçe ―anatomik‖ ya da ―biyolojik‖ bir varlık değil toplumsal bir varlıktır ve
baĢta penis ve vulva olmak üzere bedenin tüm parçaları anlam yüklüdür, beden zaten-hep toplumsal
olarak cinsiyetlidir. Butler ―cinsiyetli öznenin‖ söylemsel süreçler ve kültürel pratikler tarafından
5
çağırıldığını söyler. Toplumsal cinsiyetin aslında bir özü ifĢa edeceği beklentisi özneyi çağırır ve bu
yolla üretir (2010:20). ―Özne, kimliğin idrak edilebilir bir Ģekilde ortaya çıkmasını yönlendiren belli
kurallara bağlı söylemlerin bir sonucudur‖ (2010:237).
Hakiki bir cinsiyete neden ihtiyaç vardır ya da cinsiyetli bedenler ne iş görür? ―Cinsiyet gerçekte
cinselliğin dıĢavurumlarını taĢıyan kök salma noktası mıdır; yoksa tarihsel olarak cinsellik tertibatının
içinde oluĢmuĢ karmaĢık bir düĢünce midir?‖ (Foucault;2010:112). Foucault, özellikle 19. yüzyıldan
itibaren cinsiyetin imi cinsel organın, ya erkeği tanımlayan, dolayısıyla kadında eksik olan ya da kadını
tanımlayan ve onu üreme işlevine göre düzenleyen Ģey olarak yorumlanıĢından söz eder. Bedenleri
cinsel organa göre eril ve diĢil olarak ayırmak, Butler‘ın anlatımıyla heteroseksüel matrisin ilk ayağını
oluĢturur: Eril ve diĢil bedenler ile toplumsal cinsiyet ve cinsel arzu arasında nedensel bir bağ kurulur.
Eril ve diĢil bedenlerin anatomik olarak uyumlu olduğu, dolayısıyla cinsel pratiğin bu iki beden
arasında gerçekleĢmesi gerektiği iddiası ile üremeye yönelik, heteroseksüel cinsellik dayatılır.
(Butler;2010:66,73-74) Heteroseksizm ―kadın‖ ve ―erkek‖ arasındaki cinselliğin varsayılan normalliği
üzerine kurularak ―sapığın‖ ―normalin‖ ya da ―erotiğin‖ ne olduğunu tanımlar, cinsellik biçimlerini
sınırlandırır. Scott ve Jackson‘a (2012:145,161) göre heteroseksizm bir sosyal yaĢam alanı olarak
cinsellik ile temel bir toplumsal bölünme olan toplumsal cinsiyet kavramlarının kesiĢimindeki bir
kavramdır. Toplumsal cinsiyet heteroseksizme zemin sağlarken heteroseksizm tarafından yeniden
üretilir. Dolayısıyla ―kadın‖ ve ―erkek‖ kategorileri heteroseksüel ekonominin (Wittig, 2009)
ihtiyacını karĢılayan siyasi ve ekonomik kategoriler olarak karĢımıza çıkar. Cinselliğe dair bu dayatma
―zorunlu heteroseksüellik‖ düzenidir. Adrienne Rich özellikle lezbiyen kadınları odak aldığı
çalıĢmasında, kadınların elbette heteroseksüel de olabileceğini belirtir. Fakat zaten kadınlara
ekonomik, politik, kültürel ve ideolojik propagandayla heteroseksüellik dayatılmaktadır. Zorunlu
heteroseksüellik erkeklerin kadınlar üzerinde güç kullanmasını ve onları çeĢitli alanlarda kontrol
altında tutmalarını sağlar (1996:141). Bu dayatma özellikle Foucault‘un biyo-iktidar çağı dediği ve
5
Burada Althusser‘den yola çıkan ideoloji ve özne tartıĢmasına referans vardır.
51
kapitalizmin kurumsallaĢtığı dönem olan 19. Yüzyılda son formunu kazanan ve yaygınlaĢan modern
6
tek eĢli heteroseksüel aileler yoluyla sistematik olarak iĢler.
―Kadın‖ ve ―erkek‖ten oluĢan
heteroseksüel aile bu temel bölünme üzerinde iĢleyen hetero-cinselliği ve patriyarkal iktidar iliĢkilerini
iĢlettiği gibi yeni kuĢakların ―heteroseksüel insan‖lar olarak yetiĢmesinin zeminini de oluĢturmaktadır.
Foucault 18. yüzyıldan itibaren cinselliğe iliĢkin yeni bir bilgi tertibatının oluĢturulduğundan
bahseder. Bu tertibat hem cinsel kimliğinin oluĢumunu hem de ―normal‖ bir psikoseksüel geliĢim
çizgisinin tanımlanmasını ve cinsel kimlikle ―uyumlu‖ ve ―uyumsuz‖ davranıĢ biçimlerinin
belirlenmesini odağına alarak cinselliği ―us‖ alanına çeker. Öyle ki heteroseksüel ve homoseksüel
(eĢcinsel) kelimeleri ikili karĢıtlık olarak oluĢturulmuĢ ve kullanılmaya baĢlanmıĢtır. (2010:21-33). Bu
dönemde psikanaliz bilimi, özellikle Freud‘un Oedipus Kompleksi kuramı, bu konuda dair ana akım
bir bilgi türü oluĢturmuĢtur. Ferud‘un cinsel kimlik kuramının odağında ensest tabusu yer alır. Erkek
bebek anneye ve kız bebek babaya duyduğu arzudan ensest tabusu nedeniyle vazgeçer. Bu vazgeçiĢ
sevgi nesnesinin yitimine sebep olur. Freud kiĢinin sevgi nesnesini yitirdiğinde yitirilen ötekiyi
―ben‖in içine kattığını ve ötekinin niteliğini içselleĢtirdiğini, cinsel kimliğin bu yolla kurulduğunu
söyler (1996:11-34). Fakat Butler, Freud‘un tanımladığı birincil biseksüel döneme dikkat çeker: oğlan
çocuğu birincil biseksüellik döneminde hem anneye hem de babaya cinsel arzu duyuyorken nasıl
olmuĢtur da Oedipal dönemde anneye karĢı olan yatkınlık korunmuĢtur? Öte yandan baba ile
özdeĢleĢme de yitik bir aĢkın sonucu değil annenin reddi sonucu oluĢur. Butler burada çocukta ortaya
çıkan ve onu anneden vazgeçiren ―hadım edilme‖ korkusunun aslında heteroseksüel kültürdeki erkek
eĢcinsellikle birlikte anılan ―diĢileĢme‖ korkusu olduğunu söyler. Yani çocuk aslında iki cinsel nesne
değil, eril ve diĢil olmak üzere iki cinsel yatkınlık arasında seçim yapmıĢtır.(2010:125) ―Dolayısıyla
yatkınlıklar aslında ruhun birincil cinsel olguları değil kültürün dayattığı bir yasanın üretilmiĢ
etkileridir.‖ Butler‘a göre cinsel kimlik özdeĢleĢmesinde ensest tabusunu da önceleyen bir eşcinsellik
tabusu vardır. ―Odipal drama adım atan kız çocuğu ve oğlan çocuğu onları münferid cinsel yönlere
yatkın kılan yasaklara zaten çoktan maruz kalmıĢlardır‖ (2010:130-31) Freud‘un cinsel kimlik kuramı
anatomik cinsiyeti kaçınılmaz olarak toplumsal cinsiyete ve heteroseksüel arzuya bağlar. Biyolojik
cinsiyetle ―uyuĢmayan‖ cinsel yönelimler ise psikoseksüel geliĢim bozukluğu olarak ―nesne seçimi ile
ilgili sapkınlıklar‖ altında listelenir.7 Arzu heteronormatif bir toplumsal uzamda Ģekillenir, yönetilir.
Connell, insanlar arası duygusal iliĢki ve arzu örüntüsünü örgütleyen kateksis yapısının cinsel farklılığı
bir ön koĢul olarak sunduğunu söyler. Bu anlamda arzu toplumsal bir örüntüdür ve ortak bir
yasaklama ve tahrik etme sistemidir (1998:156-57). Fakat bu fikir bizi ―orada bir yerlerde, saf,
aĢkınsal‖ bir arzunun bulunduğu ve sonradan yasaklandığı ve baskı altına alındığı düĢüncesine
götürürse yanılmıĢ oluruz. Zira Foucault iktidar iliĢkisinin zaten arzunun bulunduğu her yerde
olduğunu, daha doğrusu iktidarın devreye sonradan giren bir dinamik olmadığını söyler. Bu anlamda
iktidar iliĢkisi dışında arzuyu aramak boĢunadır. Çünkü zaten yasa‘dan önce gelen bir arzu yoktur.
Ġktidar hem arzuyu hem de onun dayandığı eksikliği kurarak cinselliği biçimlendirir. (2010:64). Fakat
iktidarın yalnızca baskı, sansür ve yasak yoluyla iĢlemediğini yeniden hatırlarsak, iktidarın normu
oluĢtururken ―ötekini‖, söylem düzenini oluĢtururken ―suskunluğu‖ da ürettiğini tekrar belirtebiliriz.
Yani iktidar hem ―normal‖ arzu ve cinselliği hem de ―sapkın‖ olanı içine alacak bir cinsel rejim
oluĢturması nedeniyle üretken/pozitif özelliktedir. Dolayısıyla ―norm‖ olanın sınırı çizilirken Butler‘in
(2008:156) ―kurucu öteki‖ olarak adlandırdığı kenar cinsellikler de iĢaretlenir.
Türkiye Muhalefet Alanı
Bu makalede ―Türkiye muhalefet alanı‖ olarak adlandırılan toplumsal uzam Fransız sosyolog
Pierre Bourdieu‘nün alan kuramı‘ndan hareketle tarif edilmektedir. Fakat Bourdieu‘nun alan kuramını
6
Örneğin Gittins‘e göre kız ve erkek çocukları arasındaki ayrımlar modern toplumlarda daha da katılaĢmıĢtır.
Örneğin Viktoryen Dönem‘de çocukların saf ve aseksüel olduğu düĢüncesiyle her iki cinsiyetten çocuğun da
ergenlik dönemine dek, bir yanıyla cinsiyet ayrımını üreterek, kız çocuğu gibi giydirildiğini söyler. Buna karĢın
çağdaĢ toplumda bebeklerin kıyafetleri doğumdan itibaren cinsiyete göre ayrıĢtırılır (2011:137-38). Ancak bu
noktada Barrett (1995:193) tek tek her bir ailenin ―modern aile‖ tanımına birebir uymadığını, dolayısıyla
―ailelerden‖ değil yaratılan ―aile ideolojisinden‖ bahsedilmesi gerektiğini söyleyerek, modern aile formunun
geniĢ toplumsal kesimlere uygulanabilmesinin ideolojik kanallarına dikkat çeker
7
Bkz: Freud S. (2011). Cinsiyet Üzerine. Avni ÖneĢ (çev). Ġstanbul: Say Yayınları
52
anlamak için ilk olarak habitus nosyonu ile baĢlamak gerekir. Habitus kavramı sosyal bilimlerdeki
nesnelci-öznelci ya da yapısalcı-inĢacı olarak adlandırılan ikili karĢıtlıkları aĢmak için oluĢturulan bir
kavramsal hamledir. Bourdieu (2003:111) bu kavramı kullanmadaki niyetini ―hem eyleyiciyi feda
etmeden özne felsefesinden kaçınmak, hem de yapının eyleyici üzerinde ve onun aracılığıyla yarattığı
etkileri hesaba katmaktan vazgeçmeden yapı felsefesinden kaçınmak‖ olarak tarifler. Bourdieu bir
yandan nesnel yapıların faillerin iradesinden bağımsız olarak var olduğunu ve onların pratiklerini
yönlendirip kısıtladığını göz önünde bulundururken diğer yandan da bu nesnel yapıların toplumsal bir
yaratılıĢının var olduğundan bahseder (2012a:350). Bu bakımdan habitus kavramı faillilerin dıĢında
bulunan yapısal sistemler ile faillerin seçim, eylem ve yatkınlıkları arasında bir dolayım kurma imkanı
sunar. Habitus failin dıĢsal yapıları doğallaĢtırmasına ve onları içselleĢtirmesine iĢaret eder. Fail,
habitusun dolayımıyla kadın –erkek, doğru yanlıĢ, iyi- kötü, zengin-fakir, insan-hayvan gibi birçok
ikili karĢıtlığı içselleĢtirir, bu karĢıtlıklara uygun eğilimleri pratik eder. Dolayısıyla eyleyicilerin
―biricik‖ pratikleri de aslında kolektiftir. ―Habitus toplumsallaĢmıĢ bir öznelliktir‖
(Bourdieu;2003:116).
Habitus nosyonunu yalnızca tarihsel sistemler tarafından üretilen ve onları yeniden üreten, çıkıĢsız
bir kavram olarak okuyarak bu sistemlerin de sonsuz olduğu sonucuna varmak Wallerstein‘ın
(2005a:36) nesnel sistemlerdeki dönüĢümü ve bu sistemlerin tamamen değiĢimini örttüğü için
eleĢtirdiği ebedi zamanuzay ‘ı kullanma hatasına düĢmek olur. Oysa bu istemleri yapısal zamanuzay
ve döngüsel-ideolojik zamanuzay ile okumak ―sistem içinde neler olduğunu, niçin olduğunu ve ne
zaman olduğunu gösterir‖ (Wallerstein;2005a:44). Döngüsel zamanuzayı analiz edebilmek bize
Wallerstein‘ın ―çatallanma anı‖ olarak adlandırdığı anları/fırsatları fark etme Ģansı verir. Bu an, nadir
olarak gerçekleĢen dönüşümsel zamanuzay anıdır. Çatallanma anında sistemin ritimleri iĢlemez hale
gelir ve kaostan yeni bir yapı çıkar (Wallerstein;2005a:44). Ancak ne yapısal sistemlerin ritmik
döngüsel kalıplarının iĢlemesi (habitus dolayımıyla, yani toplumsal faillerin de katkısıyla) ne de
dönüĢümü gerçekleĢtirecek çatallanma anları toplumsal mekanların dıĢında gerçekleĢmektedir. Bu
durum bizi nihayet alan nosyonuna getirir. Habitusun çıkıĢsız döngüleri tekrar eden bir kavram
olmadığını, Bourdieu‘nün (2003:125) deyimiyle ―kader‖ olmadığını anlamamız için alan nosyonuna
ihtiyacımız vardır.
Bourdieu (2003:81) alan kavramını ―konumlar arası nesnel bağıntılar ağı‖ olarak tarifler.
Dolayısıyla alan nosyonu ile düĢünmek ilişkisel düĢünmeyi gerektirir. Türkiye muhalefet alanı da
farklı habitusların içkin olduğu konumlanıĢlar arası iliĢkilerden oluĢan toplumsal mekandır. Yani bu
alan bir tür noktalar toplamı değil bu noktaların anlamlı bağıntısıdır. Bu nedenle muhalefet alanındaki
her bir konumlanıĢ, ancak diğerleri ile birlikte tanımlanabilir. Zira hiçbir konumlanıĢ kendiliğinden bir
töz halinde, steril bir biçimde var olamaz. ―Alanlar öyle sistemlerdir ki her tekil unsur (kurum, örgüt,
grup ya da birey) kendi ayırt edici niteliğini, diğer bütün unsurlarla olan iliĢkisinden devĢirir‖ (Swartz;
2011:175). Ancak bu iliĢkilerin niteliği, ittifak ve dayanıĢma iliĢkileri olabileceği gibi (uzun ya da kısa
vadeli olarak birlikte tavır almak gibi) çoğu zaman mücadele iliĢkileri olarak düĢünülmelidir. Zira
alanlarda bazı konumlar egemenken bazıları tabi konumlardır. Bu nedenle alanlar iktidar ve direniĢi
bir arada barındırır. Bourdieu (2003: 89) alanı, güç iliĢkilerinin ve bu iliĢkileri değiĢtirme
mücadelesinin yeri olarak tarifler. Alanın bu tanımı alanda karĢılaĢan habitusların ve dolayısıyla bizzat
alanın yapısının (sınırlarının, niteliklerinin, kurallarının) değiĢebileceğine iĢaret eder. BaĢka deyiĢle
alanın değiĢim motoru mücadele içeren iliĢkilerdir. Fakat değiĢimler kolay değil, sancılıdır, çünkü
habituslar değiĢime direnç gösterir. Swartz‘a göre habitusun yeniden üretime devam edemeyeceği ve
değiĢeceği koĢullar kendisini oluĢturan nesnel koĢulların farklılaĢmasıyla mümkün olur (2011:160).
Esasen bu durum Wallerstein‘ın ―çatallanma anı‖ dediği durumdur ve bu duruma ancak farklı
habituslara sahip olanların politik mücadelesi sonucu gelinir. Alandaki mücadele, güç iliĢkilerinin ve
bu iliĢkilere özel sermaye biçimlerinin dağılımının değiĢmesi ya da sürdürülmesi için verilen
mücadeledir (Vandenberghe;2012:412). Bourdieu sermaye nosyonunu8, alanda hem mücadele silahı
hem de uğruna mücadele edilen, sahibine iktidar ve nüfus sağlayan Ģey olarak tanımlar (2003:82).
8
Bourdieu‘a göre sermaye çalıĢılan evren içinde sahiplerine kuvvet, iktidar ve kar getiren özelliklerdir. Bourdieu
sermaye türlerini temel olarak, ekonomik sermaye, kültürel ya da enformasyonel sermaye, sahip olunan iliĢki
ağları olarak sosyal sermaye ve simgesel sermaye olarak gruplar (2012:370).
53
Alanları kuran iliĢki ağlarına özgü sermaye(ler) vardır ve egemen ve tabi konumlar alanda dolaĢımda
olan sermayenin dağılımı bağlamında oluĢurlar. Zira sermaye alanın iĢleyiĢi, düzenlilikleri, sınırları,
kuralları ve bunlardan kaynaklanan faydalar üzerinde iktidar sağlar (Bourdieu; 2003:86). Muhalefet
alanı olarak tanımladığımız alanda da konumlanıĢları ve konumlar arası iliĢkilerin niteliğini, alanın
kendine özgü sermayeleri (kitlesel aktivist ve sempatizan grubuna sahip olmak, alanın eskisi/kurucusu
olmak, aynı zamanda alanı anlamlı kılan ―mücadele‖de bedel ödemiĢ olmak vb. gibi) belirlemektedir.
Peki muhalefet alanı olarak adlandırdığımız uzam nerede baĢlar, nerede biter ya da ampirik bir
alanın sınırları nasıl çizilir? Zira ―muhalefet” adlandırması tek baĢına hiçbir anlam ifade etmez. Bu
tanım Türkiye topraklarında o denli kalabalık bir eyleyici toplamına iĢaret eder ki, bu çalıĢma için
hiçbir harita çıkartamaz. Bu nedenle çalıĢmada muhalefet alanı denilen uzamdan ne kastedildiğini,
yani onun sınırlarını tartıĢmaya ihtiyaç vardır. Bourdieu ampirik çalıĢmada alanın inĢasının karar
vererek gerçekleĢemeyeceğini söyler (2003:85). BaĢka deyiĢle alan, aynı isimle çağırılsalar bile, çeĢitli
eyleyicilerin rastgele/keyfi toplamı olamaz. Bir eyleyici kümesinin alan oluĢturduğunu söyleyebilmek
için, egemen ya da tabi konumda da olsalar, ortak bir varsayımı paylaĢıyor olmaları gerekir:
―Mücadele alanının mücadele edilmeye değer olduğu varsayımını‖ (Swartz; 2011:177). BaĢka bir
ifadeyle alanı oluĢturan, yani eyleyicileri iliĢki ağı kurmaya zorlayan Ģey illusio‘dur. Ġllusio bir alanda
oynana oyunun değerli olduğuna dair inanç (doxa) ve kabuldür ve her alan bir illusio tipini gerektirir
(Swartz; 2011:178). Ġllusio bir anlamıyla oyuna yapılan yatırımdır, alandaki eyleyici (oyuncu),
oynanan oyunda kaybedilesi ya da kazanılası bir Ģey gördüğü için o alanın içindedir. Bourdieu
illusio‘yu taraf olmak, oyundaki mevcut hedeflere kendini vermek olarak tanımlar, ancak bu hedefler
sadece onu tanıyanlar için önemlidir, ―onların tersine, o oyuna girmeyenler açısından gereksiz Ģeyler
gibi görünen ve onu kayıtsız bırakan hedefler uğruna ölmeye hazır olanlar için mevcuttur‖ (1995:150).
Dolayısıyla alana, alanın hedef, inanç ve varsayımlarına inanmayan, böylece alanı ve oyunu anlamsız
bulan bir toplumsal fail halihazırda bu alanın dıĢında kalır. ―Bir alan, alanın etkisinin görüldüğü
mekan olarak düĢünülebilir … alanın sınırları alanın etkilerinin bittiği noktada son bulur‖ (Bourdieu;
2003:85). Ancak kendimize bir pay bırakarak ve yine Bourdieu‘ye dayanarak toplumsal dünyada bu
etkinin sınırlarının keskin çizgiler Ģeklinde olmayacağını belirtmek gerekir. Bu hayali düzlemler bir
tarafta daha belirginken bazen bulanık hale gelebilir. (Bourdieu:2012b:379). Buna rağmen geldiğimiz
noktada, çalıĢmada önerilen muhalefet alanının sınırlarını çizen ve eyleyicilerinin kendisini kaptırdığı
bir ortak inanç, bir oyun olduğunu, ancak bu oyunun hedefleri ve kurallarına inanan, bunun etkisi
altında olan eyleyicilerin, bu çalıĢmada önerilen alanının eyleyicileri olarak tanımlandığını
söyleyebiliriz. Bu çalıĢmanın alanını, yani muhalefet alanını ortaya çıkaran ve eyleyicilerinin etkisi
altında olduğu ortak inancı, biraz cesaretle, ―baĢka türlü bir dünyanın mümkün‖ olduğuna ve ―bunun
için mücadele etmenin anlamlı‖ olduğuna duyulan inanç olarak tarifleyebiliriz. Tarifimizi açmak için,
alana ismini veren muhalefet ediminin ―neye karĢı (muhalefet)‖ olarak gerçekleĢtirildiğini anlamaya
ihtiyaç vardır.
Kapitalizm, patriyarka, ırkçılık ve milliyetçilik ve heteroseksizm gibi baĢat ezme ve sömürü
sistemleri insanlar arasında hiyerarĢi iliĢkileri kurar. Wallerstein toplumda gücün ve imtiyazın
dağılımında bu hiyerarĢik basamaklandırmanın etkili olduğunu söyler. Bu sistemlerin yarattığı ırkçılık,
cinsiyetçilik gibi negatif normlar insanlar arasındaki hiyerarĢiyi, ezenlerin olduğu kadar ezilenlerin
gözünde de meĢrulaĢtırmaktadır (2005b:69-70). BaĢka bir değiĢle bu tarihsel sistemleri iĢleten sömürü,
ezme, dıĢlama ve baskı mekanizmaları, yaĢamın ―doğal‖ hatta bazen ―olması gereken hali‖ olarak
karĢımıza çıkmaktadır. Ancak bu sistemler birbirlerinden bağımsız, ―ayrı dünyalarda‖ iĢlemezler. Tam
tersi çoğu kez iç içe ve birbirlerine dayanarak var olurlar. Örneğin Wallerstein (2007:45-50)
kapitalizmin ırkçılık ve cinsiyetçilik sayesinde bir kısım insanı (kadınlar ve aĢağı ırktan olduğu
düĢünülen insanlar), sistem içinde ancak sistemin en alt tabakası olarak tuttuğunu ve bu iki negatif
norm sayesinde ucuz emek gücünü karĢıladığını söyler. Yine Balibar‘a göre, farklı tabiyet iliĢkilerinin
tabi tarafı olanların (kadınlar, aĢağı ırklar, ―sapıklar‖) benzer söylem ve tutumlara maruz
kaldıklarından çok birbirine bağlı ve birbirini tamamlayan dıĢlama ve tahakküm iliĢkilerinin
oluĢturduğu yapıdan söz etmek gerekir (2007:66-67). Kastettiğimiz muhalefet edimi de tarihsel olarak
oluĢmuĢ ve içinde yaĢadığımız, birbiri ile iliĢkili, mevcut ezilme, baskı ve sömürü iliĢkilerine karĢı
gerçekleĢir. Dolayısıyla Türkiye muhalefet alanın sınırını çizen illusio, her ne kadar alanın kendisi de
bu iliĢkilerden azade değilse de, bu toplumsal iliĢkilerin, ezilen ve sömürülen tarafların lehinde
iyileĢtirilmesi, değiĢtirilmesi ya da tamamen yok edilmesi gerekliliğine duyulan ortak inançtır. Bu
54
inanç alanımızı kuran eyleyicileri iliĢkisel konumlanıĢlarla bir araya getirilir ve alanımız bu yolla
kurulur.
LGBT Hareket ve Muhalefet Alanı: Mücadeleler, Ġttifaklar ve DönüĢümler
Bourdieu‘ye göre alanlar bir oyunu, o oyunun kurallarını ve alanda geçerli sermaye biçimlerini
içerirler. Alanın sınırı, içerisi ve dıĢarısı, dolayısıyla içerdiği ve dıĢladığı eyleyiciler, bu kurallara
uygun olarak belirlenirler. ―Bir alana giriĢ hakkını meĢrulaĢtıran Ģey belirli bir özellikler
konfigürasyonuna sahip olmaktır‖ (Boudieu & Wacquant: 2003:93). Bu anlamda alanın sınırları
konusu sürekli bir mücadele zeminidir. 80‘lerin ikinci yarısından sonra, Türkiye muhalefet alanı da
benzer mücadelelere tanık olduğunu görürüz. Zira 80‘ler ve 90‘lar boyunca muhalefet alanında yeni
toplumsal hareketler olarak adlandırılan eyleyicilerin alana girmek ve alanın geleneksel kodlarını
değiĢtirmek için mücadele ettiğini söyleyebiliriz. Sözümüzü çalıĢma odağına çekerek bu baĢlık
boyunca LGBT hareketin alanla iliĢkilenmesi ve alanın dönüĢüm dinamiklerine odaklanılacağını ve
―Türkiye Muhalefet Alanı ve Heteroseksizm: Muhalefet Alanında Heteroseksüel Olmamak‖ baĢlıklı
çalıĢmanın bazı ampirik bulgularından9 da faydalanılacağını belirtelim.
LGBT hareket 90‘lı yılların baĢlarına kadar muhalefet alanında müstakil örgütlenmeler olarak
görülmese de alanda öne çıkan bazı eyleyicilerin izi sürüldüğünde hareketin ilk belirtileri görülebilir.
Bu eyleyicilerden biri Ġbrahim Eren‘dir. Türkiye ĠĢçi Partisi (TĠP) üyesi Eren 70‘li yılların sonunda
Ġzmir‘de Ġzmir Çevre Derneği‘ni kurmuĢ, buradaki G/L (gey/lezbiyen) kiĢilerin iletiĢim kurduğu ve
dayanıĢtığı bir ortam oluĢturmuĢtur. Ancak Eren‘in 12 Eylül Darbesi nedeniyle yurt dıĢına çımasıyla
çalıĢma kesintiye uğramıĢtır (Kurbanoğlu:2011:229). 12 Eylül‘ü yalnızca sol, sosyalist düĢünceleri ve
bu düĢünceler etrafında örgütlenen yapıları bastırılıp milliyetçi ve serbest piyasacı düĢüncelerin
yaygınlaĢtırılması olarak değil, aynı zamanda heteroseksist bir cinsel rejimin pekiĢmesi olarak da
okuyabiliriz. Zira Ġzmir LGBT Derneği Siyah Pembe Üçken tarafından hazırlanan ―80‘lerde Lubunya
Olmak‖ çalıĢmasında yer alan tanıklıklar, 12 Eylül sonrasında, trans ve eĢcinsel insanların, kendi
tercihlerinin de ötesinde çoğu kez zorunlu olarak yaptıkları seks iĢçiliği, dansözlük, Ģarkıcılık gibi
mesleklerde çalıĢmaları dahi bir tür ayrıcalık haline geldiğini ve engellendiğini gösterir. Darbe ile
birlikte bu insanların yalnızca çalıĢmaları değil, kamusal alanlarda görülmeleri bile polis ve asker
tarafından uygulanan farklı Ģiddet türleriyle engellenmiĢ, farklı Ģehirlere sürgünler yoluyla L/G/B/T10
kiĢiler arasındaki tanıĢıklık ve dayanıĢma iliĢkileri dağıtılmıĢtır.
L/G/B/T insanların, özellikle trans bireylerin kendilerine yönelik devlet kaynaklı baskılara ve
Ģiddete karĢı protesto ve hak arama eylemleri bu bireylerin muhalefet alanı ile tekrar iliĢkilenmelerini
sağlamıĢtır. 1987‘de Sevda Yılmaz‘ın11 sözcülüğünü yaptığı bir grup gey ve trans kiĢi kendilerine
yönelik baskı nedeniyle açlık grevine baĢlamıĢ, bu sırada Türkiye‘ye dönen Ġbrahim Eren‘in
giriĢimiyle kurulan Radikal Demokratik YeĢil Parti (RDYP) ile dayanıĢma iliĢkisi geliĢtirmiĢlerdir
(Yıldız:2007a:48). 1885-86 yıllarında kurulan RDYP muhalefet alanının yeni eyleyicileri ile bir araya
gelmiĢ, özellikle gey ve trans kiĢiler büyük ölçüde ön plana çıkmıĢ ve partinin yayın organı YeĢil
BarıĢ dergisinin orta sayfası ―Gay Liberasyon‖ baĢlığı ile çıkmıĢtır. (Eren:2004:83-84).
Türkiye muhalefet alanı 1990‘ların baĢlarına dek, birkaç geçici birliktelik ve kiĢisel çabalar
dıĢında, L/G/B/T kiĢilerin oluĢturduğu, sistematik olarak L/G/B/T kiĢilerin haklarını savunan ve
heteroseksizme karĢı mücadele eden bağımsız LGBT örgütleriyle tanıĢmamıĢtır. Yıldız (2007b:46)
Türkiye‘de ilk eĢcinsel derneğinin GökkuĢağı ‘92 grubu olduğunu söyler. Ancak bu grup tüzük
9
ÇalıĢmanın bulguları kendisini gey, lezbiyen, biseksüel, trans ya da queer olarak tarifleyen ve Türkiye
muhalefet alanında örgütlenme deneyimi olan 21 kiĢi ile yapılan derinlemesine görüĢmeler sonucu elde
edilmiĢtir.
10
Metin boyunca lezbiyen, gey, biseksüel ve trans kişilerden bahsederken, kelimelerin baĢ harflerinden oluĢan bu
kısaltmayı da kullanacağım. Fakat bu kullanımın yaygın biçimi (LGBT kiĢiler/bireyler) yerine, harfleri slaĢ
iĢareti ile ayırmayı, bahsedilen kiĢilerin aynı anda örneğin ―hem lezbiyen hem gey‖ olmayacağını göz önünde
bulundurmanın bir yolu olarak seçtim. Bu kullanım biçiminden bir diğer muradım ise lezbiyen, gey, biseksüel ve
trans olma hallerinin her birinin özgünlüğüne dikkat çekmek.
11
Bugün trans kadın olan Sevda Yılmaz, 1987 yılında kendisini gey olarak niteliyordu ve Ali Kemal Yılmaz
adını kullanıyordu, dolayısıyla farklı kaynaklarda bu isimle de karĢılaĢmaktayız.
55
tartıĢmaları sonucu kısa sürede dağılmıĢtır. Fakat hemen ardından bir grup eĢcinsel ve trans kiĢi
―Cinsel Özgürlük Etkinlikleri‖ adıyla onur haftası çalıĢması yapmaya giriĢmiĢ, ancak bu giriĢim
Ġstanbul Valiliği‘nin ―genel ahlaka aykırı‖ bularak izin vermemesi sonucu baĢarısız olmuĢtur. Yine de
bu çalıĢmayı birlikte yürüten grup Ġstanbul‘da 11 Nisan 1993 tarihinde Lambda‘yı kurmuĢlardır. Öte
yandan bir grup gey ve lezbiyen tarafından 90‘lı yılların baĢlarından itibaren ev sohbetleri olarak
sürdürülen toplantılar sonucu 1994 yılında Ankara‘da Kaos GL kurulmuĢtur. Dernek 20 Eylül 1994
yılında yine Kaos GL adıyla ilk yayınını da çıkartmıĢtır. 90‘ların ikinci yarısı Türkiye‘de eĢcinsel
hareketin giderek kalabalıklaĢtığı, çeĢitlendiği, yaygınlaĢtığı ve artık geri dönülemez biçimde alanda
yer edindiği yıllardır. Lezbiyen kadınlar, kadın ve erkek eĢcinsellerin bir arada bulunduğu örgütlerden
özerk bağımsız olarak Venüs‘ün Kız KardeĢleri (1995) ve Sappho‘nun Kızları (1998) isimleriyle
örgütlenmiĢlerdir. Yine aynı yıllar üniversitelerdeki LGBT örgütlenmeleriyle LGBT mücadelesinin
giderek Anadolu‘ya da yayıldığı dönemlerdir. EskiĢehir‘de Bilinçli EĢcinseller Topluluğu (1995),
Erzurum‘da Lambda Erzurum (1996), Bursa‘da Spartaküs (1997), Ġzmir‘de Biz GL (1997), çeĢitli
üniversitelerde öğrenci toplulukları aracılığıyla örgütlenmeyi amaçlayan LeGaTo (1996) ve trans
kadınların örgütlendiği Gacı (1997) bu dönemde kurulan oluĢumlardır (Yıldız;2007b:47).
Ġçinde bulunduğumuz dönemde ise kitleselliği, görünürlüğü ve tutarlı politik tutumuyla LGBT
hareketin muhalefet alanının önemli bir eyleyicisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum, çalıĢmanın
bulgularında alanın heteroseksizm, homofobi ve transfobi bağlamında değiĢimin ve alanda antiheteroseksist mücadelenin simgesel değerinin yükseliĢinin önemli bir dinamiği olarak karĢımıza
çıkmaktadır. ÇalıĢmaya katılan görüĢmecilerin çoğu LGBT hareketin alanda olmak, alanı
dönüĢtürmek ve burada meĢruiyet kazanmak için gösterdiği çaba ve ısrar alanın diğer eyleyicilerini de
etkilediğine iĢaret etmektedir. GörüĢmeciler alandaki siyasetin LGBT hareketin alana girmesi,
kendisini (bazen dayatarak) ifade edecek siyasi araçlar yaratması ve diğer eyleyicilerle temas kurması
ile birlikte dönüĢtüğü görüĢünü öne çıkarmıĢlardır.
LGBT örgütleri, kendisi baĢlı baĢına tarihsel bir ezilme ve dıĢlanma sistemi olan heteroseksizmle
mücadele ettikleri ve L/G/B/T insanların insan hakkını savundukları için, ―muhalefet alanı‖nın hali
hazırda eyleyicisidirler. Zaten, Türkiye‘de LGBT hareketlerinin hemen hemen hepsi muhalefet alanına
girmeye talip, muhalefet alanını bir parçası, bir eyleyicisi olma iddiasıyla yola çıkmıĢlardır. Örneğin
Lambda‘nın ilkelerini belirlediği metinde ilk olarak karĢımıza kendilerini farklı ezilme, baskı ve
ayrımcılık biçimleriyle mücadele ekseninde tanımlayan aĢağıdaki paragraf çıkar:
Lambdaistanbul‘da lezbiyen, gey, biseksüel ve translar arası dayanıĢma örgütlemek, transfobi,
homofobi ve bifobiyle mücadele etmek için bir araya gelmiĢ olsak da, sadece cinsel yönelim ve
cinsiyet kimliği temelli ayrımcılıkların değil, din, dil, ırk, milliyet, cinsiyet, tür, vatandaĢlık, yaĢ,
kabiliyet, vb. temelli her türlü baskı ve ayrımcılığın karĢısında duruyoruz.12
Benzer biçimde Kaos GL ilk sayısında, içinde yaĢadığımız toplumun yalnızca seksist değil aynı
zamanda heteroseksist olduğu ve erkek egemen kapitalist bir düzende yaĢadığımız tahlili ile yola
koyulmuĢ, heteroseksüel erkek egemen ideolojinin kapitalist sistem ile pekiĢtirildiğini savunmuĢtur
(Kaos GL: 1994:1-3). Yine derginin ilk sayısında yer alan ―EĢcinsellik, Sosyalizm, AnarĢizm‖ metni13
Türkiye muhalefet alanını homofobi ile ilgili olarak eleĢtirip, SSCB‘nde Lenin ve Stalin dönemlerini
eĢcinsellerin durumu açısından karĢılaĢtırmaktadır. Bu durum her ne kadar alanı eleĢtiren bir durumu
yansıtsa da eleĢtiri aslında alanın muhatap alınması ya da Bourdieu‘cü anlamda alanda oynan
“oyun”un önemsenmesi olarak da okunabilir.
LGBT hareketinin alanın diğer eyleyicileriyle iliĢkilendiği bir diğer nokta ise 1 Mayıs ĠĢçi
Bayramı kutlamalarıdır. Kaos GL 2001 yılında, Lambdaistanbul grubu ise 2002 yılında 1 Mayıs
alanlarında ilk defa yerlerini almıĢlardır. Kaos GL yayınladığı ilk 1 Mayıs bildirisinde14 solu,
eĢcinselleri ve L/G/B/T bireylerin sorunlarını görmezden geldikleri ve eĢcinselliği egemen ahlak
anlayıĢıyla yargıladıkları için eleĢtirmiĢ, solu bu ―ikiyüzlü ahlak anlayıĢından‖ kurtularak
heteroseksizm ve kapitalizme karĢı birlikte mücadeleye çağırmıĢtır. LGBT hareket 1 Mayıs gibi
12
http://www.lambdaistanbul.org/s/hakkinda/ilkelerimiz/ (EriĢim Tarihi: 14.04.2013)
Gay‘e Efendisiz (1994). ―EĢcinsellik, Sosyalizm, AnarĢizm‖ Kaos GL. 12-13. Sayı:1
14
http://www.kaosgldernegi.org/etkinlikdetay.php?id=7281 (EriĢim Tarihi:15.04.2013)
13
56
tarihsel olarak muhalefet alanıyla iliĢkilendirilen bir günde yapılan etkinliğe katılarak hem politik
konumlanıĢını beyan etmiĢ hem de alana girmenin adımlarını sıklaĢtırmıĢtır. AraĢtırmaya katılan
birçok görüĢmeci LGBT hareketin 1 Mayısta alanda kabul gören ve simgesel değeri olan sloganları
(da) attığına anlatılarında yer verilmiĢtir. Fakat bu durumu yalnızca LGBT hareketin alanda bazı
eyleyicileri esas alarak, onların gözünde ―kabul görmek‖ için uyguladığı bir strateji olarak
okuyamayız. Zira LGBT hareketin hem birçok aktivistinin toplumsal iktidar iliĢkilerinin ―tabi‖
konumlanıĢlarında olduklarını hem de hareketin odağındaki heteroseksizmin, homofobinin ve
transfobinin diğer ezilme ve baskı biçimleri ile beraber iĢlediğini sürekli vurguladığını belirtmeliyiz.
LGBT hareketin heteroseksizm, homofobi ve transfobi ile diğer ezilme biçimlerine köprü atan onlarca
beyanından sonuncusunun 20. Onur YürüyüĢü‘nün basın metni15 olduğunu belirtelim. 2013
Hazira‘ında, Türkiye‘de daha fazla demokrasi, hak ve özgürlük talepleriyle, onlarca Ģehri kapsayan bir
halk direniĢine tanık olduk. Gezi DireniĢi olarak andığımız bu halk hareketinde de yerini alan LGBT
hareketler 2013 yılı Onur Haftası‘nın temasını ―DireniĢ‖ olarak belirlediler. Onur yürüyüĢü sonunda
okunan basın metninde ise Gezi DireniĢi‘ne katılan bütün kesimlerle LGBT hareketinin taleplerinin ve
mücadelelerinin çakıĢtığını, zira heteroseksizm, homofobi ve transfobinin ahlakçılık, cinsiyetçilik,
milliyetçilik gibi ideolojilerden beslendiğini vurguladılar, diğer ezilenler ile bağlarını somutlaĢtırdılar.
Basın metnini, ―kalbimizde devletsiz, sınırsız, sınıfsız, cinsiyetsiz bir dünyanın hayali var. Bu hayali
gerçekleĢtirmeden hiç bir yere gitmiyoruz, sonuna kadar direneceğiz‖ cümleleriyle sonlandırarak
kendi mücadele pratiklerinin ve gelecek tahayyüllerinin alanla ve diğer eyleyicilerle bağlarını
vurguladılar. LGBT hareketin diğer eyleyicilerle teorik/politik ve pratik olarak kurmaya çalıĢtığı bu
bağlar, hareketin alanda kabul görmesinin ve alanın dönüĢümünün de önemli bir dinamiği olarak
karĢımıza çıkmaktadır.
Alanların yekpare bütünler olmadıklarını ve farklı konumlanıĢları barındırdıklarını daha önce de
tartıĢmıĢtık. Türkiye muhalefet alanı da heteroseksizm, homofobi ve transfobi bağlamında farklı
konumlanıĢlara ve tavır alıĢmalara sahne olmuĢtur. Özsel ve sabit olmadıklarını akılda tutarak alanda
üç farklı konumlanıĢın öne çıktığından bahsedebiliriz. Ġlk olarak açıkça homofobik, transfobik
beyanlarından yola çıkarak ―homofobik/transfobik‖ olarak adlandırabileceğimiz konumlanıĢla LGBT
hareketin iliĢkilerini incelediğimizde öne çıkan tartıĢmalardan birinin ĠĢçi Partisi Genel BaĢkanı Doğu
Perinçek‘in 3-6 ġubat 1999 tarihleri arasında Cumhuriyet Gazetesi‘nde yayımlanan ―EĢcinsellik ve
16
YabancılaĢma‖ baĢlıklı metni olduğunu fark ederiz. Perinçek (2000:57-62) insanda var olan ―üreme
içgüdüsünü‖ referans alarak kadın ve erkek arasındaki cinselliğin doğal ve olması gereken cinsellik
biçimi olduğunu savunur. EĢcinsellik ise (metin boyunca erkek eĢcinselliğini esas alır) ―çürüyen
kapitalizmin yarattığı kültürel ve toplumsal durum‖un doğayı zorlaması ve biyolojik eşe
yabancılaĢmanın bir ürünüdür. (2000:37-48). Perinçek‘in eleĢtirisi yalnızca eĢcinselliğe değil, eĢcinsel
örgütlenmelerin ―arı‖ muhalefet alanında yer ediniyor olmasınadır da. Zira 12 Eylül sonrasında ortaya
çıkan bu örgütlenmelerin etkisiyle yeni sol, ―sınıf mücadelesini aĢağılayarak, eĢcinsel, travesti, fahiĢe,
lümpen gibi sınıf dıĢı unsurların‖ hak ve özgürlüklerini savunur olmuĢtur (Perinçek;2000:43-44).
LGBT örgütleri ―EĢcinsel Sivil Toplum Örgütlerinden Doğu Perinçek'e Yanıt‖ baĢlıklı metin ile
gecikmeden tepki ve cevap vermiĢlerdir.17 LGBT örgütleri metinde yalnızca Perinçek‘i değil, genel
olarak muhalefet alanına yönelik eleĢtirilerini dile getirmiĢlerdir. EĢcinselliğin farklı toplumlarda ve
toplumun bütün kesimlerinde görülebilecek bir varoluĢ hali olduğunu, dolayısıyla yoksul ve emekçi
kesimlerde de eĢcinsel insanların bulunabileceğini belirtmiĢler, ancak solu L/G/B/T bireylerin sendika,
parti ve derneklerde varlık göstermesini engellediği ve L/G/B/T bireyleri buralardan dıĢladığı
gerekçesiyle eleĢtirmiĢlerdir.
LGBT hareketin muhalefet alanı ile iliĢkilenme tarihini betimlerken bahsedilmesi gereken bir diğer
önemli uğrak ise, birçok hareket ve örgütün bir araya gelerek oluĢturduğu, yaĢadıkları sağlık sorunları
nedeniyle cezaevinde kalamayacak devrimci tutsakların serbest bırakılması için mücadele eden Hasta
Tutsaklara Özgürlük Platformu‘nda (HTÖP) yaĢanılan tartıĢmalardır. TartıĢma YürüyüĢ Dergisi‘nin,
15
http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=14414 (EriĢim Tarihi: 13.07.2013)
Metin aynı isimle ancak geniĢletilmiĢ haliyle 2000 yılında Kaynak Yayınları tarafından basılmıĢtır.
Referanslar bu baskıya aittir.
17
http://www.ibnistan.net/kosmos/eshtoplumsalharSKL.html (EriĢim Tarihi:15.042013)
16
57
platformun yapacağı bir basın açıklamasında, platformun bileĢeni olan LGBT örgütlerinin diğer
örgütler ile beraber imzacı olmasına ve karar alma mekanizmasında yer almasına karĢı çıkmasıyla
baĢlamıĢtır. Bu tartıĢma farklı alandaki tavır alıĢları görebilmek açısından önemlidir. Zira platformda
18
LGBT hareketlerin imzacı olmalarının engellenmesi üzerine bazı hareketler platformdan çekilme
19
kararı alırlarken bazıları platformda kalmaya devam etmiĢtir. Ancak platformda kalan her hareket de
aynı tavrı sergilememiĢ, örneğin ODAK dergisi platformda kalmasına rağmen süreci yayınladığı
20
21
metin aracılığıyla eleĢtirmiĢtir. Bazı örgütlenmeler ise sonradan özeleĢtiri vermiĢlerdir. Yine
platformdan ayrılan ya da platformda hiç yer almammıĢ olan bazı hareketler eleĢtiri yazıları
yayımlamıĢlardır.22 Ancak YürüyüĢ Dergisi tartıĢmalara dair ―Direnemeyen Çürüyor‖ balıklı bir
yazı23 yayımlayarak eĢcinselliği ―sapkınlık, kapitalizmin yarattığı bir yozlaĢma‖ olarak tariflemiĢ ve
tartıĢmanın özününü ―kendilerine "LGBTT" adını veren bir cinsel sapkınlık grubunun devrimcilere
dayatılması‖ olarak belirtmiĢtir. Bu metne karĢılık LGBT Hakları Platformu24 ve Kaos GL25 birer
metin yayımlayarak solun, ezilen, katledilen ve dıĢlanan LGBT bireyleri göz ardı etmesini eleĢtirmiĢ,
LGBT örgütlerin karar mekanizmasında olma, imzacı olma taleplerinde somutlanan görünürlük ve
diğer bileĢenlerle eĢitlik taleplerinin sorun yaratmasını kapitalist erkek egemen sistemin tavrının
soldaki yansıması olarak okumuĢlardır.
Alan çalıĢması boyunca bütün görüĢmecilerin, anahtar kiĢilerin ve çalıĢma ile ilgili diğer sohbet
ettiğim kiĢilerin Hasta Tutsaklara Özgürlük Platformu‘nda yaĢanılan tartıĢmalar andıklarını
söyleyebilirim. Fakat bu anmalar, hızla değiĢen ve akan alan için bir parça geçmiĢte kalan ―bir olayı‖
yeniden yeniden tartıĢmak için gerçekleĢmedi. Zaten bu bakıĢ, Wallerstein‘in (2005:13) eleĢtirdiği
episodik-jeopolitik zamanuzay okuması olurdu. Aksine yaĢanılanlar bir olay değil, alanda
heteroseksizmin iĢleyiĢ mekanizmalarını ve döngülerini belirginleĢtiren ve bunları takip edebilmemizi
sağlayan bir süreç olarak okunmalıdır. Zira ―Direnemeyen Çürüyor‖ metninin na-heteroseksüelliğe
dair argümanları alanda heteroseksizmin ve homo/trans/bifobinin iĢletilmesinde ve
meĢrulaĢtırılmasında yaygın olarak kullanılmaktadır. Hatta çoğu kez anti-heteroseksist politik hat
oluĢturulmamasının ve bu konuda ―suskun‖ kalınmasının meĢruluğunu sağlamakta olduğunu görürüz.
Yapılan ampirik çalıĢmanın verileri ıĢığında bu ―suskun‖ konumlanıĢ biraz daha yakından
incelendiğinde, heteroseksizm, homofobi ve transfobi sorunlarına dair suskunluğun iki temel
argümanlarla meĢrulaĢtırıldığını görürüz: Ġlk argüman ―kapitalizm L/G/B/T kiĢileri ‗pembe
sermayenin‘ tüketicisi olarak kullanır‖ biçiminde karĢımıza çıkmakta. Fakat bu argümanın L/G/B/T
kiĢilere dair önyargıları içeren stereotipileri yeniden ürettiği gibi, heteroseksüel ve L/G/B/T
tüketicilerin tüketim pratikleri ile kapitalizmin devamı arasındaki niteliksel farkı da açıklamaktan uzak
olduğunu görüyoruz. ―Suskunluğu‖ meĢrulaĢtıran diğer argüman ise ―halkımız (L/G/B/T kimliklere ya
da heteroseksizmle mücadeleye) hazır değil‖ biçiminde formüle edilebilir. Bu argüman
―seslenilen/ulaĢılmaya çalıĢılan halk‖ın heteroseksüel olduğunu var sayıyor. Bu varsayım ise örtük
18
EHP, SFK, SDP, EKD, AMARGĠ, SP, ĠHD Ġstanbul ġubesi, DĠP, Ġstanbul Ahali, DÖH, Anti-Kapitalistler,
Halkevleri, ESP, Çağrı Merkezi ÇalıĢanları, ÖDP, ÇAĞRI
19
ÇHD, Devrimci Hareket, Devrimci 78‘liler, Emek Ve Özgürlük Cephesi, Emekli-Sen Ġstanbul ġubeleri,
EMEP, Erol Zavar‘a YaĢama Hakkı Koordinasyonu, Halk Cephesi, Kaldıraç, KESK ġubeler Platformu, Köz,
Odak, ÖMP, Partizan, PEN, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Ġstanbul ġubeler Platformu, TAYAD, Tecrite KarĢı
Sanatçılar, TUYAB, UĠD-DER, Ürün Sosyalist Dergi, Ġvme Dergisi, TKP, DHF (Ancak bu örgütlerden bazıları
ilerleyen tarihlerde farklı sebeplerle platformdan ayrılmıĢlardır.)
20
http://gomanweb.org/GOMANWEB2/2010_Klasoru/Eylul/16Eylul/politik.htm (EriĢim Tarihi: 16.04.2013)
21
http://yenidemokratkadin.net/index.php/guncel-haberler/103-kadin-sorununda-ant-reformzmfemnzm-maskelsosyal-ovenzm-1-.html (EriĢim Tarihi: 16.042013)
22
Bazı örnekler için bkz: http://www.toplumsalesitlik.org/tr/perspektif/escinsellik-sinavindan-kalan-devrimcilik
vehttp://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1186995487&news_code=1263381531&year=2010
&month=01&day=13#.UW0HeaKeNSM ve
http://istanbul.indymedia.org/tr/news/2010/01/261317.php ve
http://www.yarinlar.net/sayi-26-mart-2010/devrimcilerin-cinsiyetcilikten-kacari-yokmu.html?tmpl=component&type=raw
23
http://www.yuruyus.com/www/turkish/news.php?h_newsid=6881 (EriĢim Tarihi: 16.04.2013)
24
http://istanbul.indymedia.org/tr/news/2010/01/261300.php (EriĢim Tarihi: 16.04.2013)
25
http://www.kaosgldergi.com/sayfa.php?id=377 (EriĢim Tarihi: 16.04.2013)
58
olarak L/G/B/T kiĢilerin ―yoksul ve ezilen‖ geniĢ toplumsal kesimler içinde/arasında olamayacağını,
bu kiĢilerin ―marjinal‖ ―zengin‖ ya da ―azınlık‖ olduğu düĢüncesini içeriyor. Kısacası bu iki argüman
alanda örtük ve bahanelendirilmiş homofobi ve transfobinin iĢlediğini gösteriyor. Buna rağmen birçok
görüĢmeci alanda yaĢanılan mücadele iliĢkilerinin olumlu okumalarını yapmıĢtır. Zira bu süreç hem
alanda kurulan ittifakların ve simgesel mücadelelerin görünmesini sağlamıĢtır, hem de buradaki
mücadele iliĢkileri alanın gündemine, heteroseksizm, homofobi ve transfobiye dair bir tartıĢmayı
sokarak eyleyicileri bu konuda somut politik tavırlar almaya çağırmıĢtır. Kısaca bu ve benzeri
mücadele iliĢkileri alanın dönüĢümünün temel dinamiklerinden biri olarak karĢımıza çıkmaktadır.
Öte yandan içinde bulunduğumuz dönemde alanın birçok eyleyicisinin26 program, tüzük ve temel
metinlerinde heteroseksizmle mücadeleyi ana eksenlerinden birisi olarak tanımladıklarını görürüz.
1996 yılında kurulan Özgürlük ve DayanıĢma Partisi (ÖDP) bu sürecin ilk örneklerindendir. ÖDP
süreci esasen alanın eski sahiplerinin yeni eyleyiciler –ve LGBT hareket ile- ilk ittifak ve dayanıĢma
çabası olarak da okunabilir. Zira ÖDP‘nin ilk genel baĢkanı Ufuk Uras ÖDP‘yi hayatın her alanının eĢ
anlı dönüĢümünü hedefleyen ve dolayısıyla feministleri, çevrecileri, L/G/B/T bireyler ve antimilitaristleri de içeren bir parti olarak tariflemiĢtir (Uras ve Laçiner: 1996:21). ÖDP sürecinde öne
çıkan isimlerden birisi transseksüel kadın olan Demet Demir 15 yıl boyunca ÖDP içinde siyaset
yaptığını, bu süreçte belediye meclis adayı, milletvekili adayı olduğunu ve Beyoğlu Ġlçe Yönetimi‘nde
çalıĢtığını belirtir (Demir:2012:135-36). Fakat çalıĢmaya katılan pek çok görüĢmeci, sol/sosyalist ve
sınıf eksenli hareketlerin heteroseksizm, homofobi ve transfobiye karĢı politik hat geliĢtirme ve LGBT
hareketlerle ittifak iliĢkileri kurma konusunda henüz çaba göstermeye baĢladıklarını, bunun önemli
nedenlerinden birinin ise bazı sosyalist ülkelerde LGBT haklarına yönelik geliĢmelerin örnek alınması
olduğunu belirtmiĢlerdir.
LGBT hareket ile diğer eyleyiciler arasında kurulan ittifak iliĢkileri alanın dönüĢümünün önemli
bir parçası ve dinamiği olarak karĢımıza çıkıyor. Hareketin en güçlü ittifak iliĢkilerini alanın yeni
eyleyicileri olan yeni toplumsal hareketlerle kurduğunu görmekteyiz ve çalıĢmada bu konumlanıĢa
“yandaş” konumlanış olarak isim verdik. ÇalıĢmada bu bağlamda, özellikle feminist hareketler, Kürt
Hareketi, anarĢist hareketler ve anti-militarist hareketlerle olan iliĢkiler sürekliliği ile öne çıkmıĢ ve
belirginleĢmiĢtir. ÇalıĢmaya katılan birçok görüĢmeci LGBT hareketin alana giriĢinden beri özellikle
anarĢist hareket ile tutarlı bir ittifak iliĢkisi kurduklarına değinmiĢlerdir. Öte yandan patriyarka ile
heteroseksizm arasındaki yakın analitik iliĢki ve birçok kurum ve pratikte gözlemlenebilecek ampirik
çakıĢmalar, feminist hareket ile LGBT hareketin çoğu kez birlikte hareket etmesini ya da sürekli bir
dirsek temasını beraberinde getirmiĢtir. Yine neredeyse bütün görüĢmeciler LGBT hareketin bütün
eylem, etkinlik ya da mücadele süreçlerinde Kürt Hareketi ile –özellikle Sebahat Tuncel ismi öne
çıkmaktadır- dayanıĢma iliĢkisi kurduğunu belirtmiĢlerdir. Kürt Hareketi‘nin özgün yanı, alanın diğer
eyleyicilerinden farklı olarak devletin yasama organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nde (TBMM)
söz sahibi oluĢudur. GörüĢmeciler, Kürt Hareketi‘nin, L/G/B/T kiĢilerin anayasal hak ve özgürlükleri
meselesini ve LGBT hareketin nefret suçları yasası gibi devletten taleplerini yasama organına
taĢınmasını ve burada bu taleplerin tartıĢılmasını sağlamasını vurgulayarak, ittifakın bu özgün yanına
da değinmiĢlerdir. Fakat LGBT hareketin alanda kurduğu ittifak iliĢkilerinin sabit ve gerilimsiz
olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Zira görüĢmeciler LGBT hareketin ittifaklarına dikkat
çekerken aynı zamanda örneğin Kürt Hareketi‘nin muhafazakar tabanı ve aktivistleri ile olan/olası
gerilimlere ya da feminist hareketle LGBT hareket arasında özellikle son yıllarda ―feminizmin öznesi
kimdir‖ olarak formüle edilen soru etrafında yaĢanan tartıĢmalara birer ―gerilim noktası” olarak dikkat
çekmekteler.
ÇalıĢmada, muhalefet alanında birçok eyleyicinin heteroseksizmi gündemine almasının ve LGBT
hareketlerle iliĢki kurmasının bir diğer dinamiği olarak AKP Hükümeti‘nin bazen doğrudan normatif
hukuk yasalarını bazense gelenek, ahlak, namus, aile değerleri gibi vurgularla normatif olmayan
toplumsal kuralları muhafazakarlaĢtırmaya yönelik politikalar üretmesi öne çıkmıĢtır. Bu
26
Bazı örnekler için bkz :Emekçi Hareket Partisi Program ve Tüzük, sayfa:118-123,
http://ekmekveozgurluk.net/temel-metinler/i-konferans-kararlari/heteroseksizme-karsi-mucadele-lgbtlereozgurluk/#.UW2sbKKePe0 (EriĢim Tarihi: 16.04.2013), http://yesillervesolgelecek.org/belgeler/kuruluskongresi-sonuc-bildirgesi/ (EriĢim Tarihi: 16.04.2013)
59
muhafazakarlaĢmadan en çok etkilenen kesimler ise kadınlar ve na-heteroseksüel kiĢiler olmuĢtur.
GörüĢmeciler, alandaki eyleyicilerin, cinsellik üzerindeki artan baskı ve muhafazakarlaĢma sonucu
artan nefret suçlarına ve cinayetlerine sesiz ve duyarsız kalamayarak ve heteroseksizm, homofobi ve
transfobiyi dert edindiklerini ve yükselen muhafazakarlığa karĢı daha güçlü bir mücadele hattı
oluĢturmak için LGBT hareketin taleplerini sahiplendiklerini belirtmiĢlerdir.
Son olarak muhalefet alanında anti-heteroseksist dilin, tavır alıĢların ve konumlanıĢların simgesel
değerinin yükselmesinin en önemli dinamiklerinden biri olarak alanda farklı hareketlerde örgütlü
L/G/B/T kiĢilerin kendi bulundukları örgütlenmede kurdukları mücadele ve dayanıĢma iliĢkilerine
değinmek istiyorum. ÇalıĢmaya katılan birçok görüĢmeci L/G/B/T kiĢilerin bulundukları
örgütlenmelerde ―açıldıklarında‖27 ya da fark edildiklerinde farklı biçimlere bürünen
homofobik/transfobik tavırlarla karĢılaĢtıklarını belirttiler. Ancak birçok görüĢmeci bulundukları
örgütlenmelerin politikasında anti-heteroksist bir mücadele hattı oluĢturmak için atölye çalıĢmaları,
dergi yazıları, paneller gibi çalıĢmalarını anlattılar. Öte yandan görüĢmeciler L/G/B/T kiĢilerin
örgütlenmeleri ile LGBT hareket arasında ittifaklar kurmaya çalıĢtığını kaydetti. Yine pek çok
L/G/B/T kiĢinin bulundukları örgütlenmelerde homofobik/transfobik dil ve söylemlere müdahale
ederek dilsel habitusu değiĢtirmek için mücadele ettiğini söyleyebiliriz.
Alanın DönüĢümü ve Yeni TartıĢmalar
Yukarıda LGBT hareketin muhalefet alanı ile kurduğu farklı niteliklerdeki iliĢkilerle birlikte alanın
heteroseksizm, homofobi ve transfobi bağlamında dönüĢümünü tartıĢmaya çalıĢtık. Bütün bu
mücadele ve ittifak iliĢkilerinin anti-homofobik/transfobik politik söylemlerin ve pratiklerin alandaki
simgesel değerlerinin arttırdığını söyleyebiliriz. Fakat alanın dönüĢmekte olan bu yeni hali bizi yeni
tartıĢmalarla karĢılaĢtırıyor.
Öncelikle çalıĢmaya katılan birçok görüĢmeci, anti-heteroseksist politikaların alandaki simgesel
değerinin artmasıyla birçok eyleyicinin bu yönde politika geliĢtirdiğini belirtmiĢtir, fakat bu noktada
bazı eleĢtirel gözlemler ve düĢünceler de belirginleĢmektedir. GörüĢmeciler, örgütlenmelerin bu
politikaları ―politik olarak doğru olan‖ ya da ―demokrat olmanın bir gereği‖ olarak düĢündüklerine ve
ana akım politikalarına bir ek olarak gördüklerine iĢaret etmekteler. BaĢka bir deyiĢle her ne kadar
söylemsel ve programatik olarak heteroseksizmi, kapitalizm, patriyarka, ırkçılık gibi, toplumsal
iliĢkilerin niteliğini oluĢturan temel sitemlerin yanına kaydetseler de, teori ile pratik arasında bir
boĢluğun olduğunu, bu alanlara dair politika üretilirken bir tür ―hiyerarĢi‖ kurulduğunu anlıyoruz.
Örgütlenmelerin bu tavrı, bir tür “ezilmeler hiyerarşisi” ve bununla bağlantılı olarak ―asli ve tali
politika‖ ikiciliği zemininde sürdürülüyor.
Bu kavrayıĢın önemli yansımalarından birini tartıĢmak için ―havalecilik‖ adlandırmasını
kullanabiliriz. Bu adlandırma ile örgütlenmelerdeki homofobi, transfobi ve heteroseksizme dair
çalıĢmaların L/G/B/T kiĢilere havale edilmesi, bu çalıĢmaların sürekli onlardan beklenmesi durumunu
tarifleyebiliriz. Heteroseksizm ile mücadele ekseninde yürütülen çalıĢmaları sürekli olarak
örgütlenmedeki L/G/B/T kiĢilerin yürütmesini bekleyen “havaleci akıl” ile heteroseksizmi tali bulan
aklın birlikte iĢlediğini söyleyebiliriz. Bu akıl, heteroseksizmi ―Büyük Politika‖nın konusu saymadığı
ölçüde, heteroseksizme karĢı politikayı L/G/B/T kiĢilerin yürütmesini bekleyerek, bu kiĢileri örtük bir
biçimde ―siyasetin kıyısına‖ atıyor.
ÇalıĢmada alanın dönüĢümü ile birlikte karĢımıza çıkan diğer bir adlandırma ise ―numunecilik‖
oldu. Esasen numunecilik anlayıĢının bize gösterdiği Ģey, alanda kimin “kurucu ve esas” kimin “renk
veren bir eklenti” olarak düĢünüldüğüdür. DüĢünceyi biraz açtığımızda, numuneciliğin dayandığı bu
ayrımın da temelinde, norm olanı ve olmayanı tayin eden heteroseksizmin olduğunu görürüz.
―Numune‖ olarak görülenin L/G/B/T kiĢiler oluĢu hem diğer herkesin heteroseksüel olduğunun
varsayıldığına hem de heteroseksüel kiĢilerin örgütün asıl sahibi olduğu düĢüncesine iĢaret eder. Öte
yandan numunecilik norm olanın, norm dıĢı olana verdiği bir “avans”, bir “hoşgörü” halidir ya da
Bourdieu‘nün kavramıyla ―simgesel inkar”dır (2003:138-39). Numuneci anlayıĢ hareketin asıl sahibi
27
―Açıklık-kapalılık‖ terimleri, kiĢinin heteroseksüel olmayan cinsel yöneliminin baĢka insanlar tarafından
bilinmesi ya da bilinmemesi halini tariflemek için kullanılır.
60
olan heteroseksüel ile renk olarak eklenen L/G/B/T kiĢi arasındaki tarihsel olarak kurulan iktidar
iliĢkisinin paranteze alınmasını ve heteroseksizmin simgesel inkarını beraberinde getirir. Daha açık bir
ifade ile L/G/B/T kiĢileri ―numune olarak bulundurma‖ tavrı, alanda heteroseksüel ve na-heteroseksüel
kiĢilerin eĢit koĢullarda bulunduğu yanılsamasını yaratmakta iĢ görür.
Alanın dönüĢümüyle karĢılaĢtığımız bir diğer tartıĢma ise ―susturulmuĢ homo/transfobi‖
tartıĢmasıdır. GörüĢmeciler, alanın değiĢmesiyle, özellikle ―yandaĢ‖ konumlanıĢtaki örgütlenmelerin
zemininin ve yapısının halihazırda açık bir homofobik/transfobik mekanizmanın iĢleyiĢi ya da bu tarz
pratiklerin geliĢtirilmesi önünde bir engel olduğuna iĢaret etmiĢlerdir. Ancak bu durumda pek çok
görüĢmeci homofobik ve transfobik söylem ve pratiklerin susturulmuş ve örtük bir biçimde iĢleyerek
devam ettiğini belirtmekteler. Daha açık bir ifade ile benimsenen anti-heteroseksist politik hat örgütlü
kiĢiler tarafından içselleĢtirilmediğinde homofobi ve transfobi sessiz ve örtük söylemler ile yeniden
üretilebilmektedir.
Bu çalıĢma boyunca ―Türkiye muhalefet alanında heteroseksizm nasıl iĢler‖ sorusunun izini
sürdük. Bu sorunun muradı, heteroseksizmin alandaki döngülerini ve iĢleme mekanizmalarını
sorunsallaĢtırarak anlaĢılır kılmaktı. Bu sorunsallaĢtırma ile açığa çıkacak bilginin ise bize, muhalefet
alanında heteroseksizme karĢı hangi direniĢ ve mücadele pratiklerinin örülebileceğini, dayanıĢma
iliĢkilerinin nasıl güçlendirileceğini ve nihayet alanın dönüĢümünün mümkün yollarını göstermesini
umduk. Bu bilgi Türkiye muhalefet alanı için olduğu kadar sosyal bilimler için de önemli. Zira
çalıĢmanın baĢında tartıĢmaya çalıĢtığımız gibi heteroseksizm yaĢadığımız toplumsal dünyaya form
kazandıran temel bir tarihsel yapılanma. Dolayısıyla heteroseksizmi diğer toplumsal/tarihsel sistemler
ile birlikte düĢünmek sosyal bilimler için önemli bir kör noktanın aydınlatılması imkanını da
barındırmakta.
KAYNAKÇA
Bourdieu P. & Wacquant L. (2003). Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar. N. Ökten (çev).
Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları
Bourdieu P. (1995). ―Çıkar Gütmeyen Bir Edim Olabilir mi?‖ Pratik Nedenler. H. Tufan (çev). 145171. Ġstanbul: Kesit Yayıncılık
Bourdieu P. (2012a) . ―Toplumsal Uzay ve Sembolik Ġktidar‖. Tözcülüğün Tasfiyesi. I. Ergüden (çev).
349-366.Ankara: Notabene Yayıncılık
Bourdieu P. (2012b) . ―Sosyal Sınıfı Yapan Nedir: Grupların Kuramsal ve Pratik Varlığı Üzerine‖.
Tözcülüğün Tasfiyesi. E. Göker (çev). 367-384. Ankara: Notabene Yayıncılık
Butler J. (2007). Taklit ve Toplumsal Cinsiyete Karşı Durma. O.Akınhay (çev). Ġstanbul Agora
Kitaplığı.
Butler J. (2008). ―Dikkatli Bir Okuma Ġçin‖. Çatışan Feminizmler. F. Sezer (çev). 138-156. Ġstanbul:
Metis Yayıncılık
Butler J. (2010). Cinsiyet Belası. B. Ertür (çev). Ġstanbul: Metis Yayınları
Connell R. W. (1998). Toplumsal Cinsiyet ve İktidar. C.Soydemir (çev). Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları
Delphy C. (2005). ―Rethinking Sex and Gender‖. Gender. Stevi Jackson & Sue Scott(der). 51-59.
New York: Roudledge
Demir D. (2012). 80‟lerde Lubunya Olmak. 123-150. Ġzmir: Siyah Pembe Üçken Tarihi Dizisi.
Foucault M. (2010). Cinselliğin Tarihi. H. U. Tanrıöver (çev). Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları
Freud S. (1996). Totem ve Tabu. S. Sel (çev). Ġstanbul: Sosyal Yayınlar
Kaos GL (1994). ―Var Olan Durum ve EĢcinsellik‖ Kaos GL. 1-3. Sayı:1
Kurbanoğlu E. (2011). ―Türkiye‘deki LGBTT Hareketinin Tarihi‖. Anti-Homofobi Kitabı 3. 229-257.
Ankara: Ayrıntı Basımevi
61
Laçiner Ö ve Uras U. (1996). ―Somut Sorunlar Üzerine Politika Yapıyoruz‖ Birikim. 18-27. Sayı:92
Perinçek D. (2000). Eşcinsellik ve Yabancılaşma. Ġstanbul: Kaynak Yayınları
Rich A. (1996). ―Compulsory Heterosexuality and Lesbian Existence‖. Feminism and Sexuality. 130144. Edinburgh: Edinburgh University Press
Scott S. & Jackson S (2012a). ―Heteroseksüellik Hala Zorunlu Mu‖. Cinselliği Kuramsallaştırmak. S.
Sezerli(çev). 143-191. Ankara: Notabene Yayınları
Swartz D. (2011). Kültür Ve İktidar. E. Gen (çev). Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları
Vandenberghe F. (2012). ―Gerçek ĠliĢkiseldir: Pierre Bourdieu‘nun Yapısalcılığının Epistomolojik Bir
Analizi‖. Tözcülüğün Tasfiyesi. Ü. Tatlıcan (çev). 385-435. Ankara: Notabene Yayıncılık
Wallerstein I. (2005). ―Bilginin Temeli Olarak Zamanuzay‖. Yeni Bir Sosyal Bilim İçin. E. Abadoğlu
(çev). 34-56. Ġstanbul: Aram Yayıncılık
Wallerstein I.(2007). ―Kapitalizmin Ġdeolojik Gerilimleri: Irkçılık Ve Cinsiyetçilik KarĢısında
Evrenselcilik‖. Irk Ulus Sınıf. N. Ökten (çev). 41-50. Ġstanbul: Metis Yayıncılık
Wittig M. (2009). ―Kadın Doğulmaz‖. Cogito. Ç. Akanyıldız- ġ. Öztürk (çev). Sayı:58, 193-201
Yıldız D.(2007a). ―Türkiye Tarihinde EĢcinselliğin Ġzinde-1‖. Kaos GL. 48-51.Sayı:92
Yıldız D.(2007b). ―Türkiye Tarihinde EĢcinselliğin Ġzinde-2‖. Kaos GL. 46-49.Sayı:93
62
LGBT BĠREYLERĠN SĠNEMADAKĠ TEMSĠLĠ ÜZERĠNE BĠR ĠNCELEME: LOLA
VE BĠLĠDĠKĠD
Ayçin Alp1
ÖZET
Toplumlarda ―biyolojik cinsiyet‖ kavramı kadın ve erkek cinsiyetlerini tanımlamak için
kullanılmıĢtır. Ġkili bir sisteme iĢaret eden bu durumda heteronormatif normlar baz alınarak, LGBT
(lezbiyen-gey-biseksüel-trans) bireyler dezavantajlı grup olarak görülmekte ve normun dıĢına
itilmektedirler. Heteronormatif toplum modelinde LGBT bireyler, ―sapkın‖, ―sapık‖, ―hastalıklı‖ gibi
birçok önyargılı ifadelerle nitelendirilmektedirler. Bu yapıda ―öteki‖ olarak etiketlenen LGBT
bireylerin kamusal alandan soyutlanmalarıyla birlikte durum yaĢam ve hak ihlallerine kadar
gidebilmektedir.
LGBT bireyler için toplumda farkındalık yaratabilmek ve sorunlara çözüm aramak adına iĢlev
gören kuruluĢların, sivil toplum örgütlerinin, bağımsız inisiyatiflerin yanı sıra sanatçılar da büyük çaba
harcamıĢlardır. Özellikle sinemanın, görülmeyen ya da göz ardı edilen toplumsal gerçeklikleri
izleyiciye gösterme ve toplumsal zeminde bilinç yükseltme/farkındalık yaratma gibi iĢlevleri,
sinemanın hem görsel hem de iĢitsel olması nedeniyle topluma daha hızlı ulaĢmasına neden olmuĢtur.
Sinemada LGBT bireyleri konu alan birçok filmden bahsedebilmek mümkündür. Kutluğ
Ataman‘ın yönetmenliğini yaptığı ―Lola ve Bilidikid‖ filmi, Almanya‘ya göç etmiĢ Türkiyeli ailelerin
sorunlarını irdelerken, diyasporada LGBT birey olmanın temsilini de göstermesi bakımından
önemlidir. Bu çalıĢma, Kutluğ Ataman'ın ―Lola ve Bilidikid‖ filmi üzerinden LGBT bireylerin
sinemadaki temsilini incelemeyi amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: LGBT, heteronormativite, kimlik, sinema.
GIRIġ
Sinema ve sosyoloji arasındaki iliĢki özellikle 1980 sonrasında dönüĢen dünyada hem dünya
genelinde hem de Türkiye'de sıklıkla tartıĢma konusu haline gelmiĢtir. Toplumsal olarak kurulan
gerçekliğin sinemada temsil biçiminde yansıması, birçok bilimsel disiplinin de çalıĢma konusu
olmuĢtur. ĠletiĢimciler, medya uzmanları, sosyologlar ve hatta siyaset bilimciler görsel bir metin
olarak sinemanın toplumsal gerçeklikle kurduğu iliĢki üzerine yoğunlaĢmıĢlardır.
Bu çalıĢma da sinema ve sosyoloji arasındaki iliĢkiyi inceledikten sonra, LGBT bireylerin
sinemadaki temsilini incelemek üzerine kurulmuĢtur. Buradaki tartıĢmadan Türkiye sinemasındaki
LGBT temsilleri irdelenmiĢ ve Türkiye'li bir yönetmen olan Kutluğ Ataman'ın Lola ve Bilidikid isimli
sinema filmi üzerinden bir analiz yapılmıĢtır. LGBT bireylerin görsel alandaki yansımaları gerek
medyada gerekse sanatsal bir ifade biçimi olarak sinemada, genel olarak mağduriyetler ve sorunlar
bütünü Ģeklinde verilmektedir. Ancak sanatsal iĢlerin asıl amacı, bundan sonra ötekileĢtirilen kimliğin
bütün gerçeklikler gibi kendi gerçekliğini yansıtmasına ifade olanağı sağlamak olmalıdır. Çünkü sanat
gerçeği yansıtır, varlık nedeni daima değiĢebilir ama bu sanata asla zarar vermez. Sanatla insan
dünyayı tanır ve dünyayı değiĢtirebilme gücü bulur (Yamaner, 2009:141).
LGBT bireylerin toplumsal olarak konumlanıĢları, maruz kaldıkları baskı ve Ģiddet, cinsel yönelim
ve kimlikleri üzerinden uygulanan gerek toplumsal gerekse devlet baskısı, çalıĢma hayatındaki
karĢılaĢılan zorluklar, yabancı bir ülkede göçmen olarak varolmanın zorlukları gibi konular sinema
aracılığıyla dolaylı bir Ģekilde izleyici kitlesiyle paylaĢılmaktadır. Sinemanın taĢıyıcı bir rol
üstlenmesiyle, LGBT bireylerin 'cinsel hakları, rahat para kazanma istekleri, seks konusunda özgürlük
kazanabilmeleri ve topluma katılma istekleri' seyirciye anlatılmaya çalıĢılmaktadır (Selek, 2011:185).
Bununla beraber sinemanın asıl iĢlevi de, bütün bu mağduriyetler gerçekliğinin verilmesinin ve
1
Yüksek Lisans Öğrencisi,.Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyoloji Anabilim Dalı..
63
mağduriyetlerin önlenmesi için kamuoyunda farkındalık yaratmanın yanında aynı zamanda LGBT
bireylerin en doğal halleriyle herkes gibi sürdürdükleri yaĢam mücadelelerini sürdürmek olmalıdır.
Özellikle, varolamaya çalıĢan LGBT sinemasında bu gerçekliklerin temsiliyeti konusu toplumun
yönlendirilmesi açısından da önemli olmakla birlikte, hem Türkiye'de hem de Avrupa ve Amerikan
sinemasında eĢcinselliğin dolaylı ya da doğrudan ele alındığı filmleri tarihsel bir perspektiften
incelemek, LGBT bireylerin sinemada nasıl konumlandırıldıklarıyla ilgili öndeyilerde bulunulmasına
olanak tanıyacaktır.
BIRI BIZI ANLATIYOR...
1800'lerin baĢından itibaren, yazının ve hareketin bütünleĢmesiyle birlikte sinematografi, sinema
filmlerine özgü bir sanat formu olarak kullanılmıĢtır. Tıpkı bir uçağın çalıĢma disiplinine benzeyen
sinematografi, uçak gibi hareket olanağını sağlayabilen ve mekanlar arasında hareketi mümkün kılan
bir donanıma sahiptir. Öyle ki bir zamanlar günün koĢullarında uçabilme kavramı bir rüya
niteliğindeyken, uçabilmek önemini yitirmiĢ ve git gide sinema rüyalar üretebilecek bir yapıya sahip
olmuĢtur (Diken ve Laustsen, 2011:19). Bir bakıma rüya fabrikası olarak da görülebilen sinema görsel
sanatlar içinde yer alıp görme duyusuna hitap ederek, aynı Ģiirde veya müzikte iĢitme duyusuna hitap
edildiği gibi; sanatın, dünyanın anlaĢılması adına duyuları rehabilite etme amacına hizmet etmektedir
(Farago, 2011:21). Fakat elbette ki bir sinema filmi sadece bizi eğlendirmek ya da dikkatimizi
dağıtmak adına yapılan bir sanatsal faaliyet değildir.
'Bir bakıma sinema, bir tür toplumsal bilinçdışı işlevi görür: Toplumsal incelemenin nesnesini
yorumlar, türetir, yerinden eder ve eğip büker. Sinema yalnızca toplum üzerine bir fikir sunmaz,
resmettiği toplumun ayrılmaz bir parçasıdır. Gelgelelim sinema yalnızca bir dış gerçekliği yansıtmaz/eğip
bükmez, aynı zamanda toplumsal yaşamın önüne muazzam bir olanaklar evreni serer. Bu bakımdan
sinema çoğu zaman, değişen toplumsal biçimlerle yapılan bir deney niteliği taşır.' (Diken ve Laustsen,
2011:24)
Bu bağlamda sinema toplumsal tarihe katkıda bulunarak, yaratılan eserlerle birlikte toplumsal
yaĢamın temsillerini ortaya koymaktadır. Çoğu zaman bir sinema filminin temelleri kurmaca üzerine
oluĢturulsa da bunu Aragon'nun 'doğru yalan söylemek' anlayıĢı bağlamında düĢünebilmek
mümkündür. Öyle ki tıpkı Zizek'in değindiği gibi filmler yalan söylerken bile toplumsal yapımızın
canevindeki yalanı anlatmaktadırlar (Diken ve Laustsen, 2011:15). Bu perspektif içerisinde, sinema
sanatı görüntüden çıkmakta ve aynı zamanda gerçeği ortaya koymak için baĢka bir dünya
yaratmaktadır (Farago, 2011:27). Bu yaratılan dünya öyledir ki, karanlık bir oda içerisinde gerçekliğin,
bir bakıma kurmaca ve fantazilerle birlikte alegorik bir biçimde perdeye yansıtılmasını mümkün
kılmaktadır. Bu kurmaca ve fantaziler de mutlaka gerçekliğin içinden geçmektedir. Fantazinin
gerçeklikten kaçmaya yarayan bir yanılsama olmadığını söyleyen Zizek, bunları toplumsal yaĢamın
asıl temelleri olarak nitelendirmektedir. Bu doğrultuda Zizek film sanatının en büyük baĢarısını,
gerçekliği kurmaca anlatı içerisinde yeniden yaratarak ve aklımızı çelerek, kurmacayı gerçek gibi
algılamamızı sağlamasına değil; aksine, gerçekliğin kendisinin kurmaca yanını fark etmemizi,
gerçekliğin kendisini bir kurmaca gibi deneyimlememizi sağlamasına bağlamaktadır. Ki Morin de bu
gerçekliğin ve kurmacanın iki zıt alan olmadığını ve insanın uyanıkken bile etrafının imgeler bulutuyla
çevrili olduğunu betimlemiĢtir. Bu bağlamda sosyal teori ve film arasındaki iliĢki de kurmaca ile
kurmaca olmayan, temsil ile gerçeklik arasındaki iliĢki kadar belirsizdir. Burada Diken ve Laustsen,
Filmlerin sorgulanmasıyla birlikte toplumsal geçeklik ve kurmaca arasındaki ikili karĢıtlığın ötesine
geçilmeye çalıĢarak, ortaya koydukları 'sosyo-kurmaca' kavramsallaĢtırılması ile birlikte sinemasal bir
toplumsal teori uygulamıĢlardır. Bu Ģekilde soyut teoriler vasıtasıyla toplumsal olguların betimlenmesi
ve incelenmesi yerine toplumsal olaylar olarak filmleri alegori aracılığıyla incelenmesine olanak
sağlanmaktadır (Diken ve Laustsen, 2011:34). Özellikle filmlerin bu bağlamda incelenmesi kurmaca
baĢlığı altında kimi gizil kalıplar ve ideolojilerin yorumlarının yapılması olanak sağlamaktadır.
Filmlerde gösterilen toplumsal olaylar genellikle temellerinde bir ideoloji oluĢturularak,
yönetmenin fikri doğrultusunda Ģekillendirilmektedirler. Sinema ideolojilerin üretimi için eĢsiz bir
zemine sahip olmasıyla birlikte, kimi zaman egemen ideolojiye destek vererek pekiĢtirilen temsillerle
gerçeği üretirken, kimi zaman da alternatif temsiller yaratabilmektedir. Bu bağlamda toplumsal
gerçeklikte ortaya çıkan durumların temsil biçimi ile de ilgilenen Sinema Sosyolojisi, sinemanın çoğu
64
zaman toplumda baskın olan egemen ideolojilerinin doğrultusunda temsillerin Ģekillendiğinin
bilincindedir. Bundan ötürü de bir filmin ne kadar doğruyu söylediği, gerçekliği ne denli temsil ettiği
sorunları ortaya çıkmakta ve seyirciye yanlıĢ direktifler verilmektedir. Sadece yönetmenin ideolojisi
doğrultusunda sabit ve pasif olarak perdeye kilitlenen seyircinin filmdeki temsiller ve gerçekler
arasındaki iliĢkiye eleĢtirel Ģekilde yaklaĢabilmesi kimi zaman mümkün olmadan dogma bir Ģekilde
kabulleniĢi söz konusu olarak, bu da toplumda önyargıların oluĢması ya da kalıpyargıların
pekiĢtirilmesi adına olumsuz sonuçlara neden olabilmektedir. Özellikle bu gerçeklik ve temsiliyet
konusunda önemli rol oynayan kimi senaristler, karakter yaratımları sırasında güldürü ögelerinin
oluĢturulması ya da ticari kaygıların ağır basması sebebiyle, toplumda yanlıĢ bir algı oluĢturduklarını
ve gerçekliği temsil etmeyen kodlar aktardıklarını fark etmemektedirler. Bu yüzden öncelikle
temsiliyeti söz konusu olan kimliklerin (cinsel, etnik vb.) tanımlanması önem taĢımakta ve
kavramların yüzeysel olunmadan gerçekçi bir Ģekilde literatür taramasının yapılarak ele alınması ve
senaryoların bu çerçevede yazılması topluma ayna tutan nitelikte, gerçekçi filmlerin yapılmasına
olanak sağlayacaktır.
LGBT + IQ
LGBT kavramı lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireyleri temsil eden genel bir ifadedir. Daha
öncesinde travesti ve transeksüellerin ayrı kategorilerde ele alınması sonucu LGBTT olarak da yer
alabilen kavrama I (interseks) ve Q (queer)'da eklenerek interseksüel ve kendilerini queer olarak
betimleyen bireyler de dahil olmuĢlardır.
Homoseksüellik, 'homosexuality' teriminin bire bir çevirisi olmakla birlikte, kadın veya erkek bir
bireyin erotik, cinsel ve duygusal açıdan kendi cinsine yönelik olma durumudur. Lezbiyen, hemcinsine
yönelik olmayı kadınlar üzerinden tanımlayan bir terim iken; gey, hemcinsine yönelik olma durumunu
erkekler üzerinden tanımlamaktadır2. Biseksüel ise; erotik, cinsel ve duygusal yönelimleri hem erkeğe
hem de kadına olan bireylerdir. Transeksüellik kavramı ise hem kadını hem de erkeği temsil eden bir
terim olup; daha çok ruhsal eğilimler için belirleyicidir. KiĢinin davranıĢlarından çok iç dünyasında
kendisini karĢı cinsten biri gibi görmesi ve hissetmesidir. Bu yüzden transseksüel bireyleri dıĢ
görüĢünüĢleri ile belirlemek söz konusu olmamaktadır. Interseksüellik kavramı ise anatomik özellikler
yoluyla betimlenmiĢ ve ISNA (Intersex Society of North America) 'nın yapmıĢ olduğu tanım
itibariyle; seksüel anatomisi tipik kadın ya da erkek tanımlarına uymayan bireyler olarak açıklanmıĢtır.
Örneğin bir insan dıĢardan kadın gibi gözükür iken, seksüel anatomisi itibariyle çokça erkek
özelliklerini taĢıyabilmektedir.3 Yani bir bakıma çift cinsiyete sahip olarak nitelendirilebilecek olan bu
bireyler interseksüel olarak adlandırılmaktadırlar. Queer ise, Türkçe'de garip, tuhaf, yamuk gibi
olumsuz nitelikler taĢıyan bir kelime olmakla birlikte politik ve teorik meselelerde kullanılması
1990'larda baĢlamıĢtır. Özellikle New York'ta kurulan 'Queer Nation' adlı aktivist grupla birlikte
özellikle akademik alan da dahil olmak üzere yapılan faaliyetlerle birlikte kavram somutlaĢmıĢtır
(Stevens, 2011:112). Queer kuramının merkezinde de ‗acayip‘, ‗tuhaf‘, ‗yamuk‘, ‗anormal‘, ‗iğrenç‘,
‗aĢağılık‘ olana; normatif alanın dıĢında kalana; bu alanın dıĢında bırakılana; normu ihlal edene bir
gönderme ve bu 'kötüyü', 'anormali' yeniden anlamlandırma imkanı yatmaktadır (Yardımcı ve Güçlü
2013:17). Zaten özellikle Queer Nation da kelimenin tüm bu olumsuz değer yüklenerek, aĢağılamak
ve ötekileĢtirmek adına kullanılmakta olan Queer kavramını bilinçli ve stratejik olarak sahiplenmiĢtir.
Çünkü burada Queer bireylerin asıl amacı, toplumsal normların geçerli gördüğü heteroseksist bir yapı
içerisinde 'öteki' olarak kalmayı kabul etmeleri ve bunu kimi zaman teatral biçimde de
gösterebilmeleridir. Özellikle örneklerinin Onur YürüyüĢü ya da Gezi Parkı Eylem'lerinde de
görüldüğü gibi, pankartlarda 'Velev ki ibneyim!' tarzında söylemler yer almıĢtır.
Türkçe'de kadın, erkek ve eĢ cinsel dıĢında kalan bu gey, lezbiyen, biseksüel, travesti, transseksüel
gibi kavramların yaygın olarak kullanılmaması ve anlamlarının bilinmesinde dahi tereddütte kalınması
da bu kavramların toplumsal ve kültürel bilincin dıĢında bırakıldığını da göstermektedir. Heidegger'in
'dil varlığın evidir' sözünden yola çıkılırsa, kavramların kendisinin var olup, dilde var olamaması
toplumsal ve kültürel bilinçte de görünmezliğe mahkum olduğuna iĢaret etmektedir (Ġri, 2011:213).
2
3
http://www.kaosgldernegi.org/belge.php?id=sozluk (EriĢim Tarihi: 12.06.2013)
http://www.isna.org/faq/what_is_intersex (EriĢim Tarihi: 04.07.2013)
65
Feminist teorinin de uzun yıllardır vurguladığı gibi dil erkektir. Dilin erkek olduğunun en temel
kanıtlarından biri, erkeklerin yüzlerce, binlerce yıl boyunca insan ve erkek kavramlarını eĢanlamlı
kullanmıĢ olmalarıdır (Somay, 2007:89). Aynı zamanda yoğun bir tahakkümü de içeren bu örnek,
erkek egemen dünyada erkekler tarafından kurulan dil'in bundan böyle erkek ve heteroseksüel
olduğunu da belirtmemize yol açacaktır. KuĢku uyandıran bu dil kalıpları yerleĢik düz cinsel kimliği
(ya da heteroseksizmi) olumladığı gibi, farklı olanın yadırganmasında da bir anormallik olmadığı
kibirli duruĢunu bir yanılsama ya da savunma mekanizması olarak getirecektir (Eradan, 2011: 129).
Heteroseksist dil, erkek egemen toplumda, LGBT bireyleri, bireylerin kurduğu dili ve hatta onun çok
öncesinde kategorilerin kendisini bile yok sayma eğilimi içerisindedir. Örneğin queer kelimesinin
Türkçe'de bir karĢılığının olmaması buna örnek olarak gösterilebilir. Bir kelimenin bir dildeki
yokluğu, o dilde yaĢayanların o kelimenin neleri iĢaret edebileceği konusunda henüz bir uzlaĢmaya
varmadıklarının, belki yeterince konuĢmadıklarının ya da yeterince açık olmadıklarının bir
göstergesidir. Bu durum bir dilde yaĢayanların henüz var edemedikleri o kelimenin iĢaret edebileceği
anlama ihtityacı olduklarının görmezden gelinmesine, zaman zaman inkarına, bastırılmasına yol
açmaktadır. Queer gibi ithal kelimeler boĢluğu doldurabilir belki ama yaĢanan dilin çağrıĢımlardan
kaynaklanan gücünden ve etkisinden yoksun olacaktır (Ergül, 2013:383-384).
Öyle ki bu görünmezlik, LGBTIQ bireylerin çeĢitli aktivist hareketler ve kurulan sivil toplum
örgütleri ile varlıklarını göstermeye ve kanıtlamaya çalıĢmalarıyla aĢılmaya çalıĢılmaktadır. Özellikle
toplumda farkındalık yaratma amacı güden bu kuruluĢlar, LGBTIQ bireylerin her alanda karĢılaĢtıkları
Ģiddeti, baskıyı, ayrımcılığı ortadan kaldırmaya yönelik politika üretmektedirler. 29 Haziran 1969
yılında New York'da meydana gelen Stonewall Ayaklanması birleĢik LGBT hareketinin temsili
niteliğinde olmuĢtur (Yılmaz, 1998:254; Baird, 2004:25). Bu bağlamda LGBT bireylerin asıl amaçları,
yaratılması hedeflenen farkındalıkla birlikte olası nefret söylemlerinin ve suçlarının önüne geçebilmek
ve toplumun homofobi ve transfobi duygularını en aza indirebilmektir.
Hetoreseksist bir yapılanma içerisinde, heteroseksüelliğe vurgu yapan her Ģey olağan ve sıradan
kabul edilirken, bunların dıĢında kalanlara karĢı homofobi ve transfobi gibi fobiler oluĢmuĢtur.
Psikoloji kaynaklarında fobi, herhangi bir durum, nesne, aktivite, insan veya hayvana karĢı duyulan,
irrasyonel, dayanılmaz, engellenemez ve devamlı bir korku olarak tanımlanmaktadır. Homofobinin ilk
kavramsallaĢtırıldığı yıllarda bireysel süreçler üzerine vurgu yapılırken; günümüzde homofobi
kavramı belirli bir sosyal kültürel bağlam içerisinde, kurumlar ve sosyal geleneklerle iliĢkili olarak ele
alınması gereken, politik bir alanda oluĢan gruplararası bir süreç olarak görülmekte ve önyargılı
fikirler ile ayrımcı tutumları kapsamaktadır (Szymanski ve Chung; Göregenli‘den akt: Öztürk ve
Kındap 2011:164). EĢcinsellere yönelik ayrımcılık, önyargı ve Ģiddet ise fobinin bir türü olan
homofobi kavramı ile açıklanmaktadır. Fakat homofobi, kiĢisel bir korku ve irrasyonel bir inanç
olmanın çok ötesinde kültür ve anlam sistemleriyle, kurumlar ve sosyal geleneklerle iliĢkili olarak ele
alınması gereken politik bir alanda oluĢan, gruplar arası bir sürece iĢaret etmektedir. Homofobi, daha
bireysel (kiĢilik, benlik algısı, biliĢsel yapılar vb.) süreçlerin de etkilediği, eĢcinsellerin ve
biseksüellerin bir dıĢ grup olarak kavramsallaĢtırılması sonucunda oluĢan ve belirli stereotiplerin eĢlik
ettiği bir gruplar arası iliĢki ideolojisi olarak görülebilmektedir. Transfobi kavramı ise, travesti ve
transseksüellere yönelik yargı ve nefreti temsil etmektedir. Biyolojik cinsiyetinden dolayı kendinden
beklenen seksüel ve toplumsal rollere uymayarak cinsiyet değiĢtiren bireylere karĢı bir tür kaygı veya
korku ifadesidir4.
Kalıpyargılar ve bu bağlamda oluĢan önyargılar, heteronormativ bir toplumda daha kolay vuku
bulmakta ve bu Ģekilde homofobi ve transfobi duygularını da pekiĢtirmektedir. Normal ve tek cinsel
yönelim olarak heteroseksüelliğin algılanıĢı ve toplumsal kural ve değerler içerisinde sadece kadın ve
erkek olarak iki kimlikten bahsedilmesi, 'öteki'lerin yaĢama alanını daraltmakta ve varlıkları dahi fobik
bir hal almaktadır. Toplumsal baskınlık kuramında toplumlarda bir ya da birkaç grup tıpkı
heteroseksist gruplar gibi baskın olup, diğerlerine göre daha dominant bir halde olmakta ve bu grup
kendi meĢruiyetini sağlamak için meĢrulaĢtırıcı ideolojiler kullanmaktadırlar. Bu ideolojiler ile baskın
olan heteroseksist grup, kendi eylemlerinin normal olduğunu ve bunların dıĢında kalanlarının normdan
saptığını ortaya koymaktadır (Çayır, 2010:47).
4
http://www.kaosgldernegi.org/belge.php?id=sozluk(EriĢim Tarihi: 12.06.2013)
66
Egemen ideoloji olarak heteroseksist bir yapıya sahip olan toplumların sineması da yine toplumsal
geçerliliği olan normlar etrafında Ģekillendirilmekte ve toplumun yadırgamayacağı tarzda filmler
yapılmaktadır. Öyle ki heteroseksist bir yapı içerisinde LGBT'nin görünürlülük ihtimali azalmakla
birlikte, homofobinin ve transfobinin pekiĢtirilmesine yönelik filmler üretilmektedir. Asıl gerçek
temsillerle toplumsal durumları ele alan filmlerse hak ettikleri değerleri bulamamakla birlikte çoğu
zaman senaristleri ve yönetmenleri de zor durumda bırakarak ülkelerinin dıĢında, senaryolarının daha
kabul edilir yerlerde filme dönüĢtüğünü görebilmekteyiz. Yine de 20.yy sinemasının, 19.yy sineması
kadar sancılı olmaması ve sinemada daha özgür metinler, bağımsız sanatçılar tarafından
üretilmektedir. Bu süreç ne kadar yavaĢ da iĢlese, eĢcinsel sinemanın geliĢebilmesi ve temsiliyet
sorununun aĢılabilmesi adına hem Dünya sinemasında hem de Türkiye'de ümit verici filmler yapılmıĢ
ve yapılmaktadır. Tıpkı 20. yy'a adım atarken, Lola ve Bilidikid gibi...
BEYAZ PERDEDE LGBT: AVRUPA VE AMERIKAN SINEMASI‟NDAN ÖRNEKLER
EĢcinselliğin ilk temsiliyeti Amerikan sinemasında Türkiye'nin aksine erkek eĢcinselliğinin
gösterimiyle baĢlamıĢtır (Öğüt ve Deniz, 2012:68). Sinemanın doğuĢundan itibaren Hollywood
eĢcinselliğe hep yer vermiĢ fakat dönem dönem homosekesüllik kavramına yüklenen anlamlar ve
bunların sinemadaki temsiliyetinde farklılıklar görülmüĢtür. Çünkü özellikle 1930'lu ve 40'lı yıllar
süresince eĢcinsellik; acınacak, gülünecek hatta korkulacak bir Ģekilde gösterilmiĢ ve yapılan filmlerde
homofobik söylemlere de gizil ya da açık Ģekilde yer verilmiĢtir. Bunun ilk ilkel denemesi Amerikan
sinemasında 1895 yapımı bir Thomas Edison filmi olan The Gay Brothers olmuĢtur.Filmde iki erkek
dans ederken üçüncü bir erkeğinde keman çalması, tam anlamıyla bir LGBT temsiliyeti söz konusu
olmasa da ilk adımlardan biri niteliğindedir.Öyle ki filmde eĢcinsellik bir güldürü unsuru olarak yer
almıĢtır. 1920'lerin sonu ile 30'lar arasında ise lezbiyenlik kavramına yer verilerek, 1929 yapımı olan
Pandora's Box adlı ilk lezbiyen temalı filmi çekilmiĢtir. Fakat 30'ların ortalarında Hollywood, Hays
Yönetmeliği'nin kararı ile kendi filmlerini sansürlemeye karar vermiĢtir. Bu durum her ne kadar
homoseksüel temsilin tamamiyle ortadan kaldırılmasına neden olamamıĢ sadece yönetmenlerin
eĢcinsel imalarını daha da gizlemek zorunda bırakmıĢtır. Durum 1950'lerde daha da vahim hale
gelerek yükselen 'erillik' ile birlikte, geylere duyulan öfke daha da artmıĢtır (Davies, 2010:23-27).
60'lara gelindiğinde ise sinemada özellikle eĢcinseller korkulması gereken kötü karakterli, baĢlarına
kötü Ģeyler gelmiĢ acınası ya da hiç olmadı intihara meyilli insanlar olarak betimlenmiĢtir. ABD ve
Britanya'da 1961-1967 yılları arasında çekile 32 filmde eĢcinsel karakterlerin 13'ü intihar etmekte, 18
eĢcinsel de filmlerdeki baĢka karakterler tarafından öldürülmektedirler (Ulusay, 2011:3). Yapılan bu
yanlıĢ temsiliyetlere rağmen ilk defa 60'ların sinemasında bu kadar fazla eĢcinsel bireylere yer
verilmiĢ fakat özgürleĢmeye baĢlayan bireylere rağmen sinema eĢcinselleri özgürleĢtirememiĢ;
Hollywood, 60'larda sınırlılık çerçevesinde, eĢcinselliğin olumsuzlanarak temsilini öngörmüĢtür
(Benshoff ve Griffin, 2004:8).
Eylül, 1961'de, Amerikan Sinema Filmleri Derneği, Yapım Yönetmeliği'nin yeniden düzenlendiğini
ilan etmiştir: Düzenleme, 'dönemimizin kültür, ahlak ve değerlerini korumak kaydıyla' diyordu,
'eşcinsellik ve diğer cinsel sapkınlıklar özenli, sağduyulu ve sınırlı biçimde ele alınabilir.' (Davies,
2010:68-69).
60'ların ortalarında ise birçok oyuncu, yazar ve yapımcı New York'un Batı Yakası'nda yeraltı
filmleri yapmaya yönelmiĢlerdir. Böylece 1963 yılında queer sinemasında en önemli yere sahip,
avangart tarzda Kenneth Anger'in Scorpio Rising, Jack Smith'in Flaming Creatures ve Barbara
Rubin'in Christmas on Earth adlı üç film çekilmiĢtir. Cinsel Devrim'in de yaĢandığı bu dönemde
özellikle Andy Warhol da birçok yapıt ortaya çıkarmıĢtır (Davies, 2010:70-71).
Bu yıllara kadar sinemanın özgürleĢtiremediği eĢcinsel bireyler 1969'daki Stonewall Ġsyanı ile
birlikte, varlıklarını kabul ettirmeye baĢlayarak medyanın da desteği ile birlikte kendilerine sergilenen
tavırlarda değiĢiklikler de meydana gelmiĢtir. Böylece yavaĢ yavaĢ sinemada da olumlu eĢcinsel
karakter imgelerine yer verilerek bir bakıma farkındalık yaratılmaya baĢlanmıĢtır. Mart Crowley'in
tam da aktivist eĢinsel hareket ile aynı döneme denk gelen The Boys in the Band adlı filmde
Amerika'lılara, erkek eĢcinsellerin verdikleri mücadeleler anlatılmaya çalıĢılmıĢtır (Davies, 2010:9497). Özellikle Amerika'da aktivistelerin verdikleri müadelelerle birlikte, Amerikan Psikiyatri
Kurumu'nun 1974'te eĢcinselliğin hastalık olmadığını beyan etmesi bir dönüm noktası sayılmıĢtır
(Benshoff ve Griffin, 2004:4) . Böylece eĢcinselliğin sinemadaki temsiliyeti sorunu da aĢılırken
67
80'lerde eĢcinselliğe yönelik güçlü bir tepki de AIDS salgınıyla birlikte gelmiĢtir. Ġngiltere'de de
tabloid basını eĢcinselleri virüs taĢıyıcı olarak betimlemiĢ ve Thatcher hükümeti de insanları
bilinçlendirmek ve hastalığın gerçeklerini açıklamak yerine, belediye meclislerinin eĢcinsellikle ilgili
materyelleri desteklemesini yasaklayan 28. Madde'yi oylamaya sunmuĢtur. Fakat yine de Avrupa'da
durum bu Ģekilde lanse edilirken 80'lerin en iyi eĢcinselliği temsil eden filmlerini Hollywood'un aksine
Avrupa yapmıĢtır. Özellikle My Beautiful Laundrette adlı filmde Ġngiliz sinemasında gey erkekler
sisteme, sosyal adalete, orta sınıf ahlakına meydan okuduğu bir tarihsel sürece girmiĢtir. 80'lerin
ortalarında Amerika'da ise bağımsız filmlerle aynı döneme denk gelen bir 'AIDS sineması' ortaya
çıkmıĢ ve burada birçok duygusallığı sömüren sahnelere yer verilerek, eĢcinseller birer kurban
niteliğinde yer almıĢlardır (Davies, 2010:138-142). Bu bağlamda Hok ve Leung Amerika'daki bu
Bağımsız Sinema'nın Hollywood tarafından metalaĢtırıldığını savunmuĢlardır (Hok ve Leung, 2004:
157). 90'lara gelindiğinde ise bir bakıma 80'lerin AIDS kuĢağına cevaben travesti takıntısı oluĢmuĢ,
LGBT bireyler sinemada komedi unsuru haline getirilerek metalaĢtırılmıĢlardır.
B. Ruby Rich, 90'larda yapılan filmlerin 'yeni queer sinema'yı meydana getirdiğini ve özellikle
The Hours and Times (Christopher Munch, 1991), Swoon (Tom Kalin, 1991), The Living End (Gregg
Araki, 1992) ve R.S.V.P (Laurie Lynd, 1992) adlı bu dört filmin San Fransisco Gey ve Lezbiyen Film
Festivali'nde gey ve lezbiyen sineması için bir dönüm noktası niteliğinde olduğunu belirtmiĢtir (Rich,
1995:164). 2000'lerde ise eĢcinsel sinema kendi görünürlüğünü sağlayarak büyük baĢarılar elde
etmiĢtir. Hollywood'un baĢını çektiği 'queer yılı' ile 5 Mart 2006 yılı tarihe 'EĢcinsel Oscar'ları' olarak
geçmiĢtir. Altın Küre Ödülleri'nde de Brokeback adlı filme dört ve altı ödül de gey ve transseksüel
karakterlere gitmiĢtir (Davies, 2010:254-255).
L, G, B YA DA T GÖRDÜM SANKĠ? : TÜRK SĠNEMASI‟NDAN ÖRNEKLER
Toplumsal normlar doğrultusunda Ģekillenen heteroseksist yapı, tahakkümünü sinema gibi görsel
metinler üzerinde de kurmuĢtur. Bundan ötürüdür ki sinemanın tarihi 1800'lere dayanmasına rağmen,
yapılan filmlerin niteliği ve konuları incelendiğinde LGBT bireyler çoğu zaman üstü kapalı biçimde
gösterilmiĢ ve varlıkları ancak Türk yapımı filmlerde 1960'lardan sonra söz konusu olmuĢtur. Fakat ilk
olarak Türkiye'de homoseksüelliğe az da olsa atıfta bulunulmuĢ ve 1962 yapımı olan 'Ver Elini
Ġstanbul' adlı film gösterime girmiĢtir. Aydın Arakon'un yönetemenliğini ve Atilla Ġlhan'ın takma ad
kullanarak Ali Kaptanoğlu ismi ile yazdığı senaryoda ilk defa bir sahnede iki kadının 'masumane'
öpüĢmesi yer almıĢtır. Bunun yanı sıra Ġki Gemi Yanyana, Harem'de Dört Kadın gibi filmlerde 60'lı
yıllarda kadın eĢcinselliğine yer verilmiĢtir5. Fakat eĢcinsellik teması doğrudan iĢlenmemiĢ sadece
'masumane' öpüĢmelerden ibaret kalmıĢtır. Öyle ki bu bahsi geçen üç filmde de hikayelerin doğrudan
'farklı' cinsel kimlikler üzerinden kurulu olmayıĢından bu filmler eĢcinselliğin ele alınıĢı bakımından
bir ilk özelliği taĢımamaktadırlar.
1974-79 yılları arasında ise seks furyası ile birlikte, sinemada kadının cinselliği ve eĢcinselliği
cinsel giderim ve sömürü aracı olarak kullanılmaya baĢlanmıĢtır. Özellikle erkek seyircilere yönelik
gösterimleri yapılan bu filmlerde ticari kaygılar güdülerek, kimi zaman kadınların öpüĢme sahnelerine
yer verilmiĢtir. Genel itibariyle 80'lerden sonra çekilen filmlerde de tam olarak lezbiyen kimliği ele
alınmamıĢ; lezbiyen olmak, erkekler tarafından mağdur edilen kadınların hemcinsine yaklaĢtığı gibi
anlatımlarla, erkek dolayımlı bir biçimde yapılmıĢtır. Atıf Yılmaz'ın 92'de yönetmenliğini üstlendiği
DüĢ Gezginleri adlı filmde (1994'te Uluslararası Torino Gey ve Lezbiyen Film Festivali'ne katılan ilk
Türk filmi) lezbiyenlik, yine erkekler tarafından mağdur edilen kadınlar arasında geçen bir birliktelik
olarak lanse edilmiĢtir (Öğüt ve ZeliĢ: 2012:68-70).
80'lerde darbe sinemada da etkisini göstermiĢ ve sinemaya çeĢitli yaptırımlar uygulamıĢtır. Beddua
isimli Bülent Ersoy'un cinsiyet değiĢtirmeden önce yer aldığı 1980 yapımı film ilk erkek eĢcinsellik
temalı film olmuĢtur. Fakat öyle ki filmde çocukluğunda tecavüze uğrayan ve sonrasında bunun
üstesinden gelemeyerek cinsiyet değiĢtiren bir kiĢiye yer verilmiĢ ve bu durum duygu, hissediĢ ya da
yönelimden ziyade tecavüz olayıyla bağdaĢtırılmıĢtır. Tekrardan 1981 yılında Yüz Karası adlı Orhan
Aksoy'un yönettiği ve Ersoy'un oynadığı filmde darbenin de kurduğu tahakküm ile birlikte tıpkı
Beddua'da olduğu gibi eĢcinselliğin nedenleri çocukken tecavüze uğramak, bebeklerle oynamak gibi
5
http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=6036 (EriĢim Tarihi: 04.08.2013)
68
eylemlere indirgenmiĢtir. Bu filmde özellikle eĢcinsellik sapıklık/sapkınlık olarak gösterilmiĢ ve
filmin sonunda Ersoy tekrardan erkek olarak cinsiyetini değiĢtirerek bir bakıma af dilemiĢtir. Yine
aynı Ģekilde Eser Zorlu'nun yönetmenliğindeki Kadir Ġnanır'ın yer aldığı Acılar PaylaĢılmaz adlı
filmde de, eĢcinsel bir oğlu olan babanın onu bu yoldan vazgeçirmeye çalıĢması ve bu durumun
babasız geçen yıllara bağlanması durumu Ersoy'un filmleriyle benzerlikler taĢımaktadır.
Türk sinema tarihinde yer alan bir diğer grup da transseksüel ve travestilerdir. Sinema tarihinde
erkek rolünü üstlenen ilk kadın oyuncu olan Francesca Bertini, bir Ġtalyan filmi olan Histoire D'un
Pierrot'ta yer almıĢtır. Türkiye'de ise ilk olarak 1923'te Muhsin Ertuğrul'un yönettiği Leblebici Horhor
adlı filmde travestiler yer almıĢtır. Fakat burada da tıpkı eĢcinselliğin temsiliyetinin tam olarak söz
konusu olamadığı gibi travestiler üzerinden yazılan senaryolar da temsiliyet konusunda sorunludur
(Özgüç, 2000:53). Öyle ki travestilik komedi türü filmlerde ortaya çıkarak, zorlu aĢamaları geçmek
için kılık değiĢtiren kadın ya da erkeklerin hikayeleri anlatılmaktadır. Özellikle erkekler için bu geçici
kadın olma durumu kısa süreli olmakta ve sonuçta tekrardan erkek kimliğine bürünmektedirler. Türk
filmlerinde daha çok 1959 sonrası transvestizim, erkekleĢmiĢ kadın tipleri ile süregelmiĢtir. Adeta bir
moda haline gelmeye baĢlayan bu akım ilk olarak Neriman Köksal'ın baĢrolünü oynadığı Fosforlu
Cevriye ile baĢlamıĢtır. Sonrasında ise ġoför Nebahat'te Sezer Sezin, Aslan Yavrusu'nda Leyla Sayar,
Gece KuĢu'nda Belgin Doruk ve Belalı Torun'da Fatma Girik gibi isimlerin maskülenleĢtiği
görülmektedir. Yine tıpkı homoseksüel iliĢkilerin perdeye yansımasında ilk olarak lezbiyenliğin ele
alınması gibi, travesti rollerinde de ilk olarak kadın tiplemeleri gösterilmiĢ ve erkekler ancak yaklaĢık
41 yıl sonra sinemada yerini almıĢtır. 1964 yılında yönetmenliğini Hulki Soner'in yaptığı, Sadri AlıĢık
ve Ġzzet Günay'ın baĢrolde yer aldığı Fıstık Gibi MaĢallah adlı filmde temel ögeler transvestizim
üzerine kurulmuĢtur fakat yine zor durumda kalmalarından ötürü kılık değiĢtiren erkek tiplemelerine
yer verilmiĢtir ve sonuçta yine bu oyuncular filmde erkek kimliklerine geri dönmüĢlerdir (Özgüç,
2000:54). Böylece travesti olma durumu sadece geçici bir durum haline getirilmiĢ ve travestiliğin
'ötekileĢtirilmesi' algısı izleyicide pekiĢtirilmiĢ ve bu filmlerin travesti kimliğini iĢleyiĢ tarzının amacı
sadece seyirciyi 'güldürmek' olmuĢtur.
1993'lere gelindiğinde ise, öncesinde yüzeysel ve ana tema olarak ele alınmayan eĢcinsellik ilk
defa irdelenmeye baĢlanmıĢtır. Atıf Yılmaz'ın filmi olan Gece, Melek ve Bizim Çocuklar, her ne kadar
eĢcinselliği bir yan tema ve 'normal' dıĢı insanlar olarak ele alsa da eĢcinsellik önceki filmlere göre
daha cesur olarak ele alınmıĢtır. 93'e kadar hem eĢcinsellerin hem de travestilerin komedi unsuru
olarak görülmeleri bir kenara bırakılarak hayatın gerçekliği olarak ele alınmıĢtır. Özellikle 90'larda
bağımsız sinemanın da ortaya çıkıĢının etkisiyle sinemacıların konulara bakıĢ açıları da değiĢmiĢ ve
eĢcinsellik 'dostluk' üzerinden anlatılmıĢtır (belki de toplumdan gelebilecek olası tepkilere karĢı).
Örneğin 97 yapımı olan Ferhan Özpetek'in Hamam adlı filminde gey kimliği dostluk kavramı
üzerinden ele alınmıĢtır. Yine aynı Ģekilde Özpetek'in Cahil Periler, Serseri Mayınlar, Bir Ömür
Yetmez gibi filmleri de dostluk kavramı ile ele almıĢtır. KAOS GL dergisinin LGBT temalı filmlerden
seçtikleri 100 sinema filminin arasında beĢ Türkiye'li yönetmenin filmine yer verilmiĢtir. Bunlar; DüĢ
Gezginleri (Atıf Yılmaz, 1992), Ġki Genç Kız (Kutluğ Ataman, 2004), Lola ve Bilidikid (Kutluğ
Ataman, 1999), Cahil Periler (Ferzan Özpetek, 2001) ve Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (Atıf
Yılmaz, 1993) olarak sıralanmaktadır (Safoğlu, 2008a:74-77). Burada üzerinde durulması gereken bir
konu, yönetmenlerden Kutluğ Ataman ve Ferzan Özpetek'in Türkiye dıĢında yaĢayan yönetmenler
olmasıdır. Dolayısıyla hem sinema filmi için sahip oldukları sermayeyi Türkiye dıĢından sağlamaları,
mekansal olarak çoğu zaman Türkiye dıĢındaki ülkeleri kullamaları, sinema filmi gösterimlerinin
Türkiye dıĢındaki ülkelerde gerçekleĢmesi bu filmlerinin yansıttıkları gerçekliğin yeniden kurulması
açısından önemlidir.
Bu filmlerin yanı sıra Türk Sineması'nın en önemli eĢcinsel filmlerinden biri de Zenne'dir. 2008
yılında Ahmet Yıldız'ı eĢcinsel olmasıyla, toplumsal normlara uygun davranmamasından ötürü
babasının öldürmesini konu edinen bu film Yıldız'ın arkadaĢları olan M. Caner Alper ve Mehmet
Binay tarafından 2011 yılında vizyona girmiĢtir. Filmde bu nefret suçunun ele alınmasının yanı sıra
TSK'nın (Türk Silahlı Kuvvetleri) da eĢcinselliğe bakıĢ açısı da tüm gerçekliğiyle gösterilmiĢtir. Bu
Ģekilde temsil sorununun olmadığı, birinci ağızdan yaĢam hikayelerinin, LGBT evlat sahibi olan
ebeveynler tarafından anlatıldığı, Can Candan'ın yönetmenliğini üstlendiği, 2013 yapımı 'Benim
Çocuğum' adlı uzun metraj belgeseldir. Bu film ile birlikte; LISTAG (LGBTT Aileleri Ġstanbul Grubu)
69
Derneği'ne bağlı aktivist olan bu ebeveynler yaĢadıkları süreçleri, zorlukları açıkça dile getirerek
toplumda farkındalık yaratabilmek adına, geniĢ bir kitleye ulaĢmaya çalıĢmıĢlardır.
2000'ler öncesi genel olarak her ne kadar istisnalar olsa da, LGBT temsilinin Türk sinemasında
topluma gerçekler gösterilerek değil, ya ticari kaygılar güdülerek tamamiyle cinselliğin sömürüsü ya
da güldürü ögesi olarak ya da 'dostluk' kavramı üzerinden ele alındığını görmekteyiz. Öyle ki bu
durum toplumun gerçeğini yansıtan ve tüm dönemlerin bir bakıma aynası niteliğinde olan sinema,
LGBT bireyler için tam anlamıyla amacına ulaĢamamıĢtır. Amacına ulaĢamamasının yanı sıra
amacından da saptırılıp güldürü ögesi olmaları ve çoğu zaman sapkın/sapık, anormal tiplemeleriyle ele
alınmaları toplumda homofobi ve transfobinin de pekiĢmesine neden olabilmektedir.
SĠNEMANIN STONEWALL'U: LOLA VE BĠLDĠKĠD
1880'ler, sinema endüstrisinin oluĢmaya baĢladığı yıllar olarak kabul görmektedir. Bu yıllardan
itibaren günümüze gelinceye kadar eĢcinsel sinema örneklerine sıkça rastlanmamaktadır. Eldeki bazı
örnekler de kimliği ya da yönelimi gerçekliğin dıĢında bir temsil olarak sunmuĢtur. Kimi zaman
LGBT bireylerin temsili hastalıklı, sapık/sapkın Ģeklinde kimi zaman da toplumdan gelebilecek olası
tepkilere karĢın üstü kapalı bir Ģekilde ima edilmeye çalıĢılmıĢtır. Fakat öyle ki çoğu zaman da
sinemanın birer güldürü ögesi haline gelmeleri ya da cinselliklerinin aĢağılanması söz konusu
olmuĢtur. Durum böyleyken gerçeği tüm Ģeffaflığıyla gösteren filmler tıpkı Lola ve Bildikid'de olduğu
gibi eĢcinsel sinema tarihinde önemli bir yere sahiplerdir.
Lola ve Bilidikid 1961 Ġstanbul doğumlu olan Kutluğ Ataman tarafından Berlin'de çekilmiĢtir.
Filmde Ataman popüler bir oyuncu kadrosu oluĢturmak yerine, Osman rolündeki Hasan Ali Mete,
Bilidikid rolündeki Erdal Yıldız ve Murat rolündeki Baki Davrak haricindeki diğer oyuncular
Almanya'da yaĢayan ve profesyonel meslekleri oyunculuk olmayan Türkler'den oluĢturmuĢtur. Filmi
Ataman ilk olarak Türkiye'de çekmek istemesine rağmen, sponsor bulamamasından dolayı
Almanya'da bir takım fon yardımlarıyla birlikte çekilmiĢtir. Bunun yanı sıra Ataman'ın filmi Berlin'de
çekmiĢ olması tesadüf değildir. Öyle ki Karl Heinrich Ulrichs'in Ağustos 1867'de Münih'teki Alman
Hukukçular Kongresi'nde eĢcinsel haklarını savunan konuĢması, Almanya'daki eĢcinsel özgürleĢme
hareketinin baĢlangıcı kabul edilmiĢtir. Ayrıca, yine Berlin'de gey seksolog Marcus Hirschfeld'in
Cinsel Bilimler Enstitüsü'nü kurması fakat kütüphanesindeki 12 bin kitap, 35 bin fotoğraf ve sayısız el
yazması, 6 Mayıs 1933'te Nazi öğrenciler tarafından yok edilmiĢtir (Baird, 2004:27-28). Almanya ve
özellikle Berlin bu bağlamda eĢcinsel hareketin doğduğu ve geliĢtiği önemli merkezlerden biri kabul
edilmektedir. Dolayısıyla yönetmenin film için seçtiği ülke ve Ģehir tercihi bir tesadüf olmaktan çıkıp,
bilinçli bir tercih haline dönüĢmüĢtür.
Berlin Film Festivali'nin Panorama Bölümünü açan film, Ataman'ın deyimiyle 1998 zamanı
Türkiye'sine göre erken bir film niteliğindeydi. Çünkü filmde cinsel ve ırksal kimlikle ilgili
önyargıları, 'Almancı Türkler' bağlamında ele almıĢ, iĢin içine eĢcinsellik teması da girince halkın
gündüz sinemasında, 'yanlıĢ' anlaĢılmaya sebebiyet verebilecek filmleri arasına girmiĢtir. Oysa ki film
sonrasında Turin, Oslo ve Ġstanbul'da (Ataman Mithat Alam ile söyleĢisinde bunun eĢcinsellerin
desteğiyle olduğunu belirtiyor, Alam, 2009:14) ödüller almasının yanında, New York'un The New
Festivali'nde En Ġyi Film Ödülünü kazanmıĢtır.
Film tek bir toplumsal olay veya olguyu ele almak yerine toplumun birçok gerçeğini seyirciye
yansıtmıĢ, Türklerin Almanya'ya göç serüvenini ve Almanya'da yaĢayan Türkler'in yaĢam zorluklarını,
etnik ve cinsel kimlikleriyle ve veya yönelimleriyle toplumdan izole edilen bireyleri, nefret
söylemlerini ve suçlarını ve toplumsal sınıf gibi birçok kavramı ele almıĢtır. Ġlk defa hem eĢcinsel
sinemaya Türk bir yönetmenin gerçek temsillere yer vererek cinsel kimlikleri ele alması, hem de
bunun yanı sıra cinsel devrimin en sancılı yaĢanan yerlerden biri olan Berlin'de ele alınan bir dönem
filmi olması bakımından önemlidir.
GÖÇ...
Almanya'da 1950'li yılların sonuna doğru çoğu Türkiye'den olmak üzere Yunanistan, Portekiz,
Ġspanya ve Yugoslavya'dan yaklaĢık olarak iki milyon iĢçi alımı yapılmıĢtır. II. Dünya SavaĢı'ndan
sonra geliĢen Alman endüstrisinin iĢ gücü açlığı ile, Türkiye'deki gizli ve açık iĢsizliğin baskıları
birleĢince, 1960'ların hemen baĢında Türkiye'den büyük çapta bir iĢ gücü ihracı, Federal Almanya'ya
70
doğru geniĢ bir göç hareketine dönüĢmüĢtür (Turan 1997:13). Ekonomik zorluklar ya da diğer baĢka
sebeplerlerden ötürü yapılan bu göçler, Türkiye'den giden birçok insanın, kültür farklılığı nedeniyle
yeni bir topluma ve onların kültürlerine entegre olamamalarından dolayı göçmenler kimi zorluklara
maruz kalmıĢlardır. Öyle ki entegrasyon, toplumsal bir yapıda varolan etnik, sosyal ve azınlık
grupların o ülkedeki tüm olanaklara eĢit olarak eriĢebilmesini ve ortada herhangi bir çatıĢma
olmaksızın yaĢayabilmelerini öngörmektedir. Elbette bir bakıma bu entegrasyon sürecinin de
zorlaĢması, bireylerin köklerinin bulunduğu ülke ile sınırlı da olsa iliĢkilerini sürdürüyor oluĢuna ve bu
Ģekilde bağlı olduğu ülkeye aidiyetini kaybetmemesinden kaynaklanmaktadır (Tuna ve Özbek,
2012:47). Türklerin özellikle bu aidiyetinden ötürü de Alman toplumuna entegrasyonu zorlaĢmıĢ ve
çoğu Alman tarafından toplumdan izole edebilmek adına Türkleri 'öteki'leĢtirmiĢlerdir. Bu durum
Almanya'da yaĢayan Türklerin bir bakıma birlik olma bilinci ile birlikte birbirlerine yakın yerlerde
yaĢamalarını öngörerek Türk mahallelerinin oluĢmasına sebep olmuĢtur. Bir yere bağlı yerleĢme ve
organizasyon Ģeklini de alarak cemaat mantığına dönüĢen bu mahallerde komĢuluk prensibi de önemli
bir yapı iĢaretidir. Böylece komĢuluk birinci planda akrabalık bağlarına değil ikametgah yakınlığına
bağlı olan ve bunun neticesinde ortaya çıkan değerlere dayanmaktadır(Gezgin, 2013:185).
Her ne kadar Türkler kendi özel alanları içerisinde Türkiye'deki aidiyetleri doğrultusunda hareket
edip, yaĢam stillerini yine bu aidiyetlik doğrultusunda Ģekillendirseler de, Almanların dominant
olduğu kamusal alanda Türklerin dinsel, dilsel ve ırksal farkları gözetilmekte ve vasıfsız iĢçi olarak
çalıĢmaları da, onları 'ikinci sınıf' insan yerine koyarak, Türkler üzerinde tahakküm kurmaya
çalıĢmalarının ve bu bağlamda asimilasyon politikalarının izlenmesinin önüne geçilememiĢtir.
Özellikle 2010 yılında Türkçenin Almanya'nın çeĢitli yerlerinde kullanımının yasaklanmaya
baĢlaması, Türkçe derslerinin zorunlu ve kredili ders grubundan çıkarılması ve kimi yerlerde
kaldırılması, Türklerin tepkisine neden olan bir asimilasyon politikası haline gelmiĢtir. Oysa ki Esser
daha homojen bir toplumun oluĢabilmesi adına, göçmenlerin vergilerini ödedikleri ve yasalara uygun
davrandıkları sürece sistem entegrasyonunun gerçekleĢmesinin ve bunun için de yeni üyelerin dil
bilmeleri ya da içinde bulundukları kültür ya da gruplara uyum sağlamaları zorunlu olmadığını
belirtmektedir (2000: 56-66). Fakat kiĢilerin buna zorunlu olmamalarına rağmen, hali hazırda olan
sistem göçmenlerin yaĢamlarını sürdürebilmeleri, çocuklarını okutabilmeleri gibi ihtiyaçlardan ötürü
bireylerin Alman toplumuna uyum sağlamasını öngörmektedir. Öyle ki bu bağlamda 'Yabancıların
korkusu, AB ülkelerinde farklı vurgularla uygulanmaya çalıĢılan 'integration-bütünleĢme'nin zorla
dayatılan asimilasyona dönüĢmesidir.' (Abadan-Unat‘dan akt: Tuna ve Özbek, 2012:42).
O GERÇEK SAÇIN MI?
Stuart Hall çalıĢmalarında temsil ve öteki kavramlarına önem vererek; temsili, dil ve kültür
arasındaki iliĢkiyi incelemiĢtir. 'Temsil, dili kullanarak anlamlı bir Ģey söylemek ya da diğer insanlara
dünyayı anlamlı bir biçimde sunmaktır.' diyen 'Hall sonrasında temsilin, anlamın üretildiği ve bir
kültüre ait üyeler arasında paylaĢıldığı sürecin önemli bir parçası olduğunu ve dilin kullanımını,
iĢaretlerin ve imgelerin Ģeyleri temsil etmesini ya da yerine kullanılmasını içerdiğini eklemektedir.'
(Hall akt: Kırel S. 2010:364-65). Bu bağlamda filmde Ataman'ın önemle vurguladığı ve filmin yanı
sıra Peruk Takan Kadınlar adlı kitabında da yer verdiği peruk filmde anlam üreten bir temsil
niteliğindedir. Ġlk olarak filmde Lola'nın sahneye çıkıĢı ile birlikte görülen peruğa film süresince
birçok kez rastlanmaktadır.
Peruk kullanım amaçları düĢünüldüğünde; kiĢinin kendi kimliğini gizlediği, kimi zaman bir perde
gibi arkasına saklanabileceği, kimi zaman zorunluluktan dolayı yada dini inançlar adına kullanılan bir
aksesuar olarak görülebilmektedir. Zaten peruk demek (insan saçından yapılmıĢ olanlar) bir bakıma,
Lola'nın travesti kimliği adına kullandığı bir aksesuar olarak ele alındığında, bir baĢkasının DNA'sını
taĢımak ve kendi kimliğinin dıĢında baĢka bir kimliğe bürünmek anlamlarına gelebilmektedir. Öyle ki
Lola tavırları, konuĢması, tarzı, giyiniĢi ve özellikle de peruğu ile birlikte kamusal alanda kendini ait
hisettiği yer ile özdeĢleĢtirerek ve kendi istediği kimliği yaratarak; baskıcı ve otoriter toplum yapısında
maruz kalan saldırı altındaki kimliğini değiĢtirmek ve yeniden inĢa etmek için savunmadadır (Baykal,
2008:44). Peruk bu bağlamda filmde Lola'nın cinsel kimliğini ve heteronormativiteye bir baĢkaldırıĢını
temsil etmektedir. Lola özellikle kimliğini ailesine açıklamak ve homoseksüelliğini bastırmaya çalıĢan
abisinin kendisine tecavüzünü de onun yüzüne vurmak istediğinde, kırmızı peruğunu takıp onların
71
karĢısına çıkmaktadır. Bunun yanı sıra baĢka bir sahnede de homofobik olan ve her seferinde Lola'ya
karĢı nefret söylemlerinde bulunan Alman gençlerden biri, 'Getirin o Türk'ün peruğunu bana..!' diyerek
peruğun temsiliyetinin yanı sıra simgesel olarak da bir anlam yüklendiğini göstermektedir.
Ataerkil sistem bu denli değerli kılınırken, hakim erkeklik kodları dıĢındaki bir bireyin, 'yüce'
erkeklikten vazgeçip efemine bir hale dönüĢmesi 'utanç verici', 'küçük düĢürücüdür' ya da olmaktadır.
Bu yüzden toplumda lezbiyen ya da biseksüel olan bireylere karĢı verilen tepkiler, bir lezbiyen bireyin
vazgeçtiği bir erkeklik kimliği olamamasından ya da bir biseksüelin en azından yarı da olsa erkek
olarak nitelendirilmesinden dolayı, gey ya da transseksüel bireylere verilen kadar nefret içerikli
olmamaktadır. Heteroseksit analyıĢa göre evrensel olarak cisniyetli olan insanlar, genel olarak ötekini
arzularlar ve döllemek için aynı zamanda genel olarak arzuladıkları bu ötekine bağımlıdırlar.
Hemcinsine karĢı özel ilgi rastlantısal bir olaydır ve kuralı bozmayan bir tür istisnadır. Dolayısıyla
geleneksel toplumlarda evlililik konumu ve çocuk sahibi olma olgusu bireyi kadın ya da erkek yapar.
Yani erkek ve kadın yalnızca doğuĢtan gelen özelliklerle değil, aile olmaları olgusuyla da
tanımlanmıĢtır (Agacinski, 1998:79-81). Öyle ki Bili filmde her ne kadar gey olsa da, tipik Türk maço
erkeği rolüyle Lola'nın cinsiyetini değiĢtirmesini isteyerek geleneksel aile yapısına vurgu yapılmakta
ve onunla Türkiye'de evlenip 'evinin kadını' rolüne sokmak istemektedir. Çünkü kamusal alanda bir
tanıdığıyla denk geldiğinde Lola'nın kimliğinden utanmakta ve söylemlerinde aktif tarafın kendisi
olmasından ötürü, kendisini 'ibne' olarak nitelendirmemektedir. Filmde bu Ģekilde Bili'yi homosekesül
kimliğini gizlemeye çalıĢan ve gizli homofobik olarak görürken, Lola'nın abisi rolündeki Osman'ı da
gizli bir homoseksüel ve kardeĢini öldürecek kadar uç bir homofobik karakter olduğunu
görebilmekteyiz. Yine Bili ile benzer bir Ģekilde Ġskender'in de Friedrich ile iliĢkisinde
homosekesülliğini yadsıdığını ve Friedrich'i 'ibne' olarak adlandırarak yine ataerkil söylemler
üretmektedir. Ġskender'in Friedrich ile iliĢkisinde Ataman sosyal sınıf ve statü kavramına da gönderme
yapmaktadır. Özellikle Friedrich'in annesi Ute ile iliĢkisi hakkında konuĢmasında; kadın, oğlunun
cinsel yönelimi hakkında yorum yapmak yerine onun iliĢkide bulunduğu Ġskender'in sosyal statüsüne
eleĢtiride bulunmaktadır. Burada önemle Ataman'ın vurgulamak istediği, bir Türk ailesinde evden
kovulma ve evlatlıktan ret hatta sonunda kardeĢ katliyle noktalanan bir kimlik açıklama durumunun,
Avrupalı bir ailede daha rahat bir Ģekilde konuĢulabildiğidir.
CINSIYETINIZ?: KADIN (K), ERKEK (E)
Berlin 1900'lü yılların baĢında eĢcinseller adına dünyada en fazla hak ve özgürlüklere sahip olan
Ģehirdi. Fakat Alman Ceza Kanunu'na, içeriğinde erkekler arası cinsel iliĢkinin yasaklanması bulunan
175. Madde'nin eklenmesiyle birlikte durum değiĢmeye baĢlamıĢ, cinsel özgürlükler kısıtlanmaya
baĢlamıĢtır. Özellikle Adolf Hitler'in baĢa gelmesiyle cinsel kimlikler adına yapılan birçok bilimsel
faaliyetler durdurulmuĢ, açılan eĢcinsel barlar, gece klüpleri kapatılmıĢ ve Naziler Almanya'da
eĢcinsellere karĢı terör kampanyası baĢlatmıĢtı (Wolf, 2012: 55). 1933 yılında genelde Yahudi
soykırımı olarak bilinen Holokost Katliamı'nda, baĢta Nazi Hükümeti içinde yer alan eĢcinseller
öldürülmüĢ, 1933-45 yılları arasında 100.000'e yakın eĢcinsel tutuklanmıĢ ve 50.000'i resmen hüküm
giymiĢtir. Bunlardan birçoğu da Naziler tarafından takılan pembe üçgenle (daha sonra gey
özgürleĢmesinin sembolü haline geldi), toplama kamplarına götürülerek Avrupa mahkemesi
Hükümlerince kısırlaĢtırılmıĢ ve zulüm görmüĢlerdir. 94'te 175. Madde'nin feshiyle birlikte 2001
yılında medeni birliktelik resmileĢtirilmiĢtir6.Bu Ģekilde karanlık bir geçmiĢe sahip olan Almanya'da
ve özellikle Berlin'de Ataman'ın eĢcinsellik kavramını ele alması buranın tarihiyle ilintilidir. Film
1999 Berlin'inini aldığından ötürü tam da bir geçiĢ evresinden bahsetmektedir. Fakat bu beĢ yıllık
zaman zarfı içinde insanlardaki homofobi duygusu yıkılamamıĢ ve filmde de özellikle buna yer
verilmiĢtir. Lola her ne kadar Türkiye'ye göre daha uygun bir ortamda kimliğinin inĢası için çabalasa
da, hem sahip olduğu etnik hem de eĢcinsel kimliğinden ötürü öldürülmüĢ gibi gösterilmiĢ fakat filmin
sonunda homofobik abisi tarafından öldürüldüğü ortaya çıkmıĢtır. Filmde homofobik homoseksüel
rolünde Osman'ın haricinde bir de Alman genç grubu içerisinde yer alan Lola'nın tacizcilerinden bir
genç de yer almaktadır. Bu genç de her ne kadar Lola'nın kardeĢi Murat'ı tuzağa düĢürmeye çalıĢıyor
gibi olsa da onun da eĢcinsine ilgi duyduğu gösterilmektedir. Fakat bu çocuğun içinde bulunduğu
6
http://www.dw.de/e%C5%9Fcinsel-evlilik-10-ya%C5%9F%C4%B1nda/a-15278792
(EriĢim Tarihi: 12.07.2013)
72
sosyal çevre ve toplumsal normlar onun bu duygularını bastırmasını ve içgüdüleriyle hareket etmesine
olanak sağlamadan toplumsal cinsiyeti doğrultusunda ve normlara uygun bir birey olarak yaĢamasını
öngörmektedir.
Filmde olayların yaĢandığı mekanların da kimi temsiliyetlere sahip olduğunu görebilmekteyiz.
Irkçılık yapan ve homofobik, transfobik olan Alman gençlerin Murat'ı ırkçı, homofobik ve transfobik
içerikli olan nefret söylemleriyle birlikte dövdükleri mekan olarak, faĢizmin yükseliĢte olduğu 1936
yılında inĢa edilen Olimpiyat Stadyumu'nda olduğu görülmektedir. Ayrıca filmin son sahnesinde yer
verilen Siegesaule anıtın, LGBT bireylerin 'çarka' çıktıkları Tiergarten'ın yanında olması, bunun yanı
sıra Magnus Hirschfeld'in Seksoloji Enstitüsü'nün de ilk burada kurulmuĢ olması Ataman'ın mekan
seçimlerinde temsiliyetinin ne kadar güçlü olduğunun ve Berlin'de giderek geliĢen bir gey kültürünün
varlığının da bir göstergesidir (Safoğlu, 2008b:46-47; Baird, 2004:63).
SONUÇ YERINE: LEZBIYEN (L), GEY (G), BISEKSÜEL (B), TRANSSEKSÜEL (T),
TRAVESTI (T), INTERSEKSÜEL (I), QUEER (Q)
Günlük yaĢamımızda hiç farkında olmadan bir anket sorusunun dahi cinsel kimlik yerine
toplumsal cinsiyete yönelik bir dayatmada bulunduğunu pek düĢünmeyiz. Fakat bu gibi küçük kodlar
dahi bireyin sahip olduğu cinsel kimliğini açıklamasına olanak tanımamakla birlikte üzerinde
tahakküm kurarak, iki Ģık arasına bireyi sıkıĢtırabilmektedir.
Toplumun algısının ikili bir yapıya sahip biyolojik cinsiyet etrafında Ģekillenmesiyle, dilde LGBT
bireylerin varlığı sorunsalı, bir metin olarak sinemada da temsil ve gerçeklik arasında uyuĢmazlığın
çıkmasına neden olmuĢtur. Dönem dönem toplumda yaĢanan değiĢim ve dönüĢümlerle farklılaĢan
yapı, elbette ki ayna niteliğinde olan sinemanın anlatım diline de yansımıĢtır. LGBT bireyleri konu
alan çalıĢmaların yapılması; sonuçta hastalık, sapıklık ya da sapkınlık olmadığının ortaya çıkmasıyla
birlikte özellikle 90'larda bağımsız sinemanın filizlenmesiyle LGBT karakterlerin temsilinde de
dönüĢümler yaĢanmıĢtır. Hem Türkiye'de hem de Avrupa ve Amerikan sinemasında benzer süreçler
yaĢanmıĢ, 1969 Stonewall Ayaklanması ile birlikte LGBT bireylerin direniĢleri de olumlu yönde
etkiler yaratmaya baĢlamıĢtır. Kamusal alanda var olduklarını ve LGBT gerçeğinin olduğunu topluma
göstermek adına sinemada gerçeğin temsili önemli bir nokta olmuĢtur. Öyle ki yönetmenin ideolojisi
ve düĢünceleri çerçevesinde Ģekillenen bir senaryo, seyirciyi gösterilene ve söylenene inandırmayı
amaçlamaktadır. Queer sinema bağlamında bunu düĢündüğümüzde LGBT bireylere yönelik
önyargının oluĢmasını veya kalıpyargıların pekiĢmesini ya da tam aksine farkındalık yaratılarak
toplumun heteronormatif duvarlarının yıkılmasını sağlayacaktır.
Lola ve Bilidikid'de olduğu gibi gerçekliğin dıĢına çıkmayan temsiller; her ne kadar dönemsel
Ģartlara uygunluk sağlayamasa da, sonraki yıllarda dahi olsa hem sanatsal değerini koruyabilmekte
hem de sosyolojik açıdan birçok kavramı konu edinmesiyle analizinin yapılmasına olanak
tanımaktadır. Özellikle Almanya'da Türk diasporası bağlamında LGBT kimliğini ele alan Ataman'ın
Berlin'i seçmesi de bir tesadüf olmamıĢtır. Filmde hem göçmen hem de eĢcinsel kimliğinin sentezinin
yapılarak peruk anlam üreten bir sembol haline gelerek heteronormativitenin kodlarına meydan
okumakta hem Ataman'ın Peruk Takan Kadınlar kitabında hem de Lola ve Bildikid'de bir cinsel
kimlik göstergesi, temsili olarak ele alınmıĢtır.
Filmde göçmen kimlikleriyle toplumdan dinsel, dilsel ve ırksal farklılıklarından ötürü
'öteki'leĢtirilerek izole edilen Türkler, vasıfsız iĢlerde yer almakta ve cinsel kimliklerini para kazanmak
adına kullanmak zorunda kalmaktadırlar. Cinselliklerini kamusal alanda yer alan ücra tuvaletlerde ya
da bir gece klubünde illegal Ģekilde satarak hayatlarını devam ettirmektedirler. Bu bağlamda film
LGBT Türk göçmenlerini tüm gerçekliğiyle, ne Ģekilde eğlence sektörü içinde metalaĢtırıldıklarını ele
almaktadır.
Homofobinin, homoseksüel bireylerde de var olabileceğini ve heteroseksist bir topluma
aidetlerinden ötürü, 'erkeklik' kavramı baz alınarak söylemlerde bulundukları görülmektedir. Öyle ki
Bili Lola'nın cinsiyet ameliyatı geçirerek kadın olmasını ve Türk toplum siteminin gerektirdiği üzere
heteronormativitenin gerektirdiği gibi 'evinin kadını' olmasını ve bu Ģekilde de kendisini 'ibne' olarak
nitelendirilmesinden kurtulacaktır. Yani toplumdaki cinsiyet kalıplarını değiĢtirememesinden ötürü
partnerini ikili cinsiyet kalıpları içine sokmaya çalıĢmaktadır.
73
Transgender kimliğinden ötürü filmin sonunda homofobik abisi tarafından öldürülen Lola, çoğu
zaman üstü kapatılan, kaza süsü verilen ya da kayıtlara iĢlenmeyen nefret suçlarına maruz kalan
'öteki'lerin temsilidir. Filmin toplumsal gerçeği sınıf, cinsiyet, özne, kimlik gibi temsillerle yeniden
üretmesi onu nasıl bir söylemin bir parçası haline getirdiği, seyirciye sunulan göstergeler çerçevesinde
önemlidir.
Topluma katıksız doğruların gösterilmesi, iktidar mekanizmasına maruz kalmadan tahakküm altına
alınmamıĢ özgür bir platformda yaratılan filmlerin varlığı ile sinema asıl iĢlevini yerine getirecektir.
Ancak bu Ģekilde LGBT bireylerin doğru temsillerle, birer güldürü ögesi haline getirilmeden ve
metalaĢtırılmadan, 'Onlar da burada, tam da bizim yanımızda ve tıpkı bizler gibi!' gerçeği fikrine
inandıracak 'gündüz filmleri' yapılabilecektir.
KAYNAKÇA
Agacinski, S. (1998). Cinsiyetler Siyaseti çev. İ. Yerguz, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
M.
(2009).
'Kutluğ
Ataman:
Esas
Oyuncu
Atmosferdir',
http://www.mafm.boun.edu.tr/files/63_KutluğAtaman.pdf, EriĢim tarihi: 04.08.2013.
Alam,
Ataman, K. (2001). Peruk Takan Kadınlar. Ġstanbul: Metis Yayınları.
Avcı,
P. (2013). 'Teslimiyet ve Türk Sinemasında Farklı Cinsel
http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=6036, (EriĢim Tarihi: 04.08.2013).
YaĢantılar
1',
Baird, V. (2004). Cinsel ÇeĢitlilik-Yönelimler Politikalar Haklar ve Ġhalaller, Ġstanbul: Metis
Yayınları.
Baykal, E. (2008). 'BeĢinci Karenin Gösterdiği: Öznelden Toplumsal Kimliğin Portresine', Kutluğ
Ataman: Sen Zaten Kendini Anlat!.Ġstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Benshoff H. ve Griffin S. (2004). 'General Introduction: Queer Cinema, Film Reader', Queer Cinema:
The Film Reader, NY: Routledge.
Çayır, K. (2010). 'Ayrımcılığın Sosyolojisi ve Türkiye Toplumu', Nefret Suçları ve Nefret Söylemi.
Ġstanbul: Yeni Beyoğlu Matbaası. http://nefretsoylemi.org/rapor/nefretsoylemi_min.pdf EriĢim
Tarihi: 01.06.2013.
Davies, S. P. (2010). Eşcinsel Sineması Tarihi: Sinemada Görünür Olmak. çev. A. Toprak, Ġstanbul:
Kalkedon Yayınları.
Diken, B. ve Laustsen C. B. (2011). Filmlerle Sosyoloji. çev. S. Ertekin, Ġstanbul: Metis Yayınları.
DW,
(2011). ―EĢcinsel Evlilik 10 YaĢında‖ http://www.dw.de/e%C5%9Fcinsel-evlilik-10ya%C5%9F%C4%B1nda/a-15278792, (EriĢim Tarihi: 12.07.2013).
Eredam, Y. (2011). 'Cennet mekan Panopticon: Dünya Sinemasında LGBT Bellek Örüntüleri,
KliĢeleri & Homofobinin Beslenme Çantası', Heterseksizme KarĢı GökkuĢağı Antihomofobi 3
Bildiri Kitabı, Ankara: Ayrıntı Basımevi.
Ergül, S. (2013) 'BoĢluğu Dolduran BoĢalma Sesleri: Acconci ve Queer Sanat?', Queer Tahayyül (383400) içinde, der. S. Yardımcı, Ö. Güçlü, Ġstanbul: Sel Yayınları.
Farago, F. (2011).Sanat.çev. Ö. Doğan, Ankara: Doğubatı Yayınları.
Gezgin,
M.
F.
(2013)
'Cemaat-Cemiyet
Ayrımı
ve
Ferdinand
Tönnies',
http://www.journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/iktisatsosyoloji/article/download/6356/5880,
EriĢim Tarihi: 22.07.2013.
Göregenli, M. (2003) 'Bir Gruplararası ĠliĢkisi Ġdeolojisi Olarak Homofobi ve Homofobik ġemalar',
Lezbiyen ve Geylerin Sorunları ve Toplumsal BarıĢ Ġçin Çözüm ArayıĢları Sempozyumu,
(142-148) içinde, Ankara:Ayrıntı Basımevi.
Hok, H., Leung, S. (2004). 'New Queer Cinema and Third Cinema', New Queer Cinema: A Critical
74
Reader, der. Michele Aaron, ABD: Rutgers University Press.
Intersex Society of North America-ISNA (2013).http://www.isna.org/faq/what_is_intersex, (EriĢim
Tarihi: 04.07.2013).
Ġri, M. (2011). Sinema Araştırmaları: Kuramlar, Kavramlar, Yaklaşımlar. Ġstanbul: Derin Yayınları.
KAOS GL, http://www.kaosgldernegi.org/belge.php?id=sozluk (EriĢim Tarihi: 12.06.2013).
Öğüt, H., Z. Deniz (2012) 'GeçmiĢten Günümüze Türkiye Sinemasında LGBT Temsilleri', 20. LGBT
Onur Haftası Bildiri Kitabı-BELLEK, Ġstanbul.
Öztürk, P., Kındap Y. (2011). 'Lezbiyenlerde ve Biseksüel Kadınlarda ĠçselleĢtirilmiĢ
Homofobi,
Benlik Saygısı ve Yalnızlık Düzeylerinin
Ġncelenmesi',
Heteroseksizme
Karşı
Gökkuşağı Antihomofobi 3 (164). Ankara: Ayrıntı Basımevi.
Özgüç, A. (2000). Türk Sinemasında Cinselliğin Tarihi. Ġstanbul: Parantez Yayınları.
Rich, B.R. (1995). Homo Pomo: The New Queer Cinema, ed. Pam Cook ve Philip Dodd Londra:
Scarlet Press.
Safoğlu, A. (2008a). 'Ortalığa (S)açılmıĢ 100 Film', KAOS GL Dergi, Mayıs Haziran, Sayı 100.
Safoğlu, A. (2008b). 'Zamir MeloĢ'un Gölgesindekiler', KAOS GL Dergi, Kasım Aralık, Sayı 103.
Selek, P. (2011). Maskeler Süvariler Gacılar. Ankara: Ayizi Kitap.
Somay, B. (2007). BirĢeyler Eksik-AĢk, Cinsellik ve Hayat Hakkında Bilmek Ġstemediğiniz ġeyler,
Ġstanbul: Metis Yayınları.
Stevens, H. (2011). Gey ve Lezbiyen Yazını çev. K. Tanrıyar.Ġstanbul: Sel Yayıncılık.
Szymanski, D. M. ve Chung, Y. B. (2001). ‗The Lesbian Internalized Homophobia Scale: A rational/
theoretical approach‘, Journal of Homosexuality, 41(2).
TekeĢ, K. (2013). 'Türkiye Sinemasının Onur YürüyüĢü', http://www.bianet.org/biamag/sanat/148062turkiye-sinemasinin-onur-yuruyusu?bia_source=rss, (EriĢim Tarihi: 30.06.2013).
Tuna, M. ve Özbek, Ç. (2012). Yerlileşen Yabancılar: Güney Ege Bölegsi'nde Göç, Yurttaşlık ve
Kimliğin Dönüşümü. Ankara: Detay Yayıncılık.
Ulusay, N. (2011). 'Yeni Queer Sinema: Öncesi ve Sonrası', Fe Dergi 3, Sayı 1.
Wolf, S. (2012).Cinsellik ve Sosyalizm: LGBT Özgürleşmesinin Tarihi, Politikası ve Teorisi. Çev. K.
Tanrıyar, Ġstanbul: Sel Yayınları.
Yamaner, G. (2009) 'Sanatta Homofobik ve Cinsiyetçi Dil ve Göstergelerin Kurulumu', Uluslararası
Homofobi Karşıtı Buluşma Bildiri Kitabı, Ankara: Ayrıntı Basımevi.
Yardımcı S. ve Güçlü Ö. (2013). GiriĢ: Queer Tahayyül, Queer Tahayyül (17-27) içinde, der. S.
Yardımcı, Ö. Güçlü, Ġstanbul: Sel Yayınları.
Yılmaz, A. (1998). Erkek ve Kadında Eşcinsellik. Ġstanbul: Özgür Yayınları.
75
D9 OTURUMU
TOPLUMSAL CĠNSĠYET-VI:
“DOĞU”-“BATI” ARASINDA
76
BATIBĠLĠMCĠ VE DOĞUBĠLĠMCĠ SÖYLEMLER ARASINDA “TÜRK KIZI”
Aylin AKPINAR1
ÖZET
2000‘li yılların baĢlarından itibaren sosyal medyada farklı platformların yanı sıra, yüksek eğitimli
ve orta sınıf gençlerin entelektüel tartıĢma platformu olan ―ekĢi sözlük‖‘ de toplumumuzdaki
kızlık‖/‖kadınlık‖ sorgulanmaktadır. Toplumumuzdaki cinselliğe iliĢkin tabuları da sorgulamaya
çalıĢan eril dil, gerek doğubilimci, gerekse batıbilimci söylemlerin içerdiği çeliĢkileri de taĢıdığı için,
üretilen ―Türk Kızı‖ kalıp yargısı da bir dizi çeliĢkili simge üzerinden kurgulanmaktadır. Eril dil
cinsellik alanında özgürleĢmeye çalıĢan ama Batılı hemcinsleri gibi olamayan ―Türk Kızı‖nı
eleĢtirmektedir. Bu eleĢtiri ağırlıklı olarak doğubilimci söylem bağlamında yapılmaktadır: Türk kızı ne
kadar istese de Batılı hemcinsleriyle yarıĢamaz, çünkü ―genetik‖ olarak Batılı hemcinsleri ondan daha
üstün beden yapısına ve güzelliğe sahiptir. Cinselliğe bakıĢ açısı da sorgulanan ―Türk Kızı‖ yeterince
özgüven sahibi olmadığı, kendisini geliĢtirmediği ve insiyatif almadığı için eleĢtirilir. Bu noktada
batıbilimci söylem devreye girer ve bu kez de ―Türk Kızı‖ Batılı hemcinsleri gibi özgürlük ve eĢitlik
talep etmekle, edepsiz olmakla ve Batılı erkeklerin yanında daha rahat hareket etmekle suçlanır.
Anahtar Kelimeler Türk Kızı, Kezban Tipi Türk Kızı, Eril Dil, Doğubilimci Söylem, Batıbilimci
Söylem, Toplumsal Cinsiyet Rejimi.
ABSTRACT
Since the beginning of milennium, Turkish femininity has been questioned in various platforms of
the cyber world. The sourtimes.org which is a platform of the middle class and educated young
Turkish women and especially young Turkish men is only one of them. The dominant masculine voice
of the sourtimes.org has been trying to challenge the taboo subject of sexuality. While accomplishing
this task a ―Turkish Girl‖ stereotype is created within the context of orientalist and occidentalist
discourses. The masculine voice has been criticizing the ―Turkish Girl‖ who is not able to emancipate
claiming that the Turkish girl cannot compete with the ―Western Girl‖ as she is superior to the Turkish
girl in terms of body image & beauty. Approaching the subject matter from the occidentalist discourse
Turkish Girl is criticized again because she yearns for equality and freedom like the Western Girl and
feels more at ease withWestern men.
Keywords Turkish Girl, Kezban Type Turkish Girl, Masculine Voice, Orientalist Discourse,
Occidentalist Discourse, Gender Regime.
GĠRĠġ
2013 yılında, eğitim ortalaması yüksek, genç yaĢta erkek yazarların çoğunluğu oluĢturduğu EkĢi
Sözlük mecrasında ―Türk Kızı‖ üzerine 2001 yılında baĢlatılan polemik devam etmektedir. Bu
polemikte erkek öznelerin hâkimiyetinin yanı sıra eril dilin hâkimiyeti de sürmektedir. Polemiğe
katılan bazı kadın öznelerin kendi hemcinslerini ―ötekileĢtirmeleri‖söz konusudur. Bu ötekileĢtirme
―Kezban Tipi Türk Kızı‖ adı altında ortaya çıkmaktadır. EkĢi Sözlük yazarı ve ―nesnel‖ olmaya
çalıĢan bazı erkek öznelerin yanı sıra, bazı kadın öznelerin eril dil tahakkümünün Ģiddetini azaltmak
için, kendilerini ―Türk Kızı‖‘nın davranıĢlarının arkasında yatan sosyo-kültürel nedenleri açıklamak
zorunda hissettiği gözlenmektedir. Bu metinde, EkĢi Sözlük‘te egemen olan eril dil tarafından ―Türk
Kızı‖ kalıp yargısı oluĢturulurken, farkında olunmadan nasıl Doğubilimci (ġarkiyatçı/Oryantalist) ve
Batıbilimci (Garbiyatçı/Oksidentalist) söylemlerin etkisi altında kalındığına dikkat çekilmek
istenmektedir. Bu söylem biçimleriyle iliĢki içerisinde ―Türk Kızı‖ kalıp yargısını oluĢturan eril dilin
eleĢtirilmesi hedeflenmiĢtir. Burada mercek altına alınan eril dilin Türk kızlarıyla olan iliĢkisini
1
Yrd. Doç. Dr. Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü
77
anlatırken kullandığı ifade biçimleri ve kurgudur. Ġnternet ortamında sıklıkla kullanılan argo kelimeler
ve semboller özgün bir iletiĢim ortamı oluĢturmaktadır. Günümüzde gençler kendilerini ifade
edebilmek için yoğun olarak interneti kullanmaktadır. Dolayısıyla internette günlük bir konuĢma dili
kullanılmaktadır. EkĢi Sözlük yazarlarının ―Türk Kızı‖ hakkında yazdıkları onların gözünden 2000‘li
yıllarda Türkiye‘de yaĢayan kızlar hakkındaki yorumları olarak kabul edilebilir. Eril dil tarafından
kurgulanan ―Türk Kızı‖ hangi Türk kızlarını temsil etmektedir? Eril dil nasıl bir ―Türk Kızı‖ tahayyül
etmektedir?
ERĠL DĠLĠN DOMĠNANTLIĞI
Eril dilin dominantlığı ―Türk Kızı‖‘na giyim tavsiyelerinde bulunması kadar, Türk Kızı‘nın beden
özelliklerinin yanı sıra, davranıĢ kalıplarını da yargılamasından anlaĢılmaktadır. Bu durum karĢısında
EkĢi Sözlük‘te yer alan diĢi dil savunmaya geçebilmekte; ―aslında haksızsınız ama bu sosyokültürel
ortam bizi bu hale getiriyor‖ diyebilmekte ve zaman, zaman çaresizliğini ortaya koyabilmektedir. Eril
dil Türk toplumunda var olan ataerkil toplumsal cinsiyet rejimini eleĢtirmek yerine, nadiren çuvaldızı
kendisine batırmakta, diĢi dil ise karĢı cinse kendi davranıĢlarını açıklayabilmek adına daha detaylı bir
sosyo-kültürel analize girebilmektedir. Sözlük‘te kurgulanan Türk Kızı‘nı ―eleĢtirmek yerine kolaysa
dönüĢtürün‖ diyen ve nadir de olsa, kendini açığa çıkaran eril ses dahi, böyle bir dönüĢüm için, Türk
erkeğinin de kendisini dönüĢtürmesi gerektiğinin altını kolayca çizememektedir.
KEZBAN TĠPĠ TÜRK KIZI SÖYLEMĠ
―Kezban tipi Türk kızı‖ söylemi, orta sınıf beyaz erkek ve kadın öznelerin metropollerin
çeperlerinde yaĢayan ama sosyokültürel nimetlerden faydalanamayan ya da faydalanma kapasitesi
olmadığı için kendisini geliĢtiremediği düĢünülen kadın öznenin ötekileĢtirilmesini içerir. GeliĢtirilen
bu söylemde orta sınıf kentsoylu genç erkek ve kadın öznelerin ittifakı mevcut gibi gözükse de,
―kezban‖ deyimi eril dil tarafından genelleĢtirilip bütün Türk kızları için kullanılmaya baĢlandığı
andan itibaren, Sözlük‘te yazan kadın özne, erkek özneyle sosyal sınıf ittifakı yapılamayacağının
farkına varır. Toplumsal, tarihsel bellekte ―Kezban‖ Türk toplumunun kırsal kesimlerinden kopup
Ģehre göç etmiĢ ve Ģehirde kendisine yer edinmeye çalıĢan kadın için kullanıla gelen bir ad olmuĢtur.
―Kezban‖ Muazzez Tahsin Berkand‘ın yazdığı pembe romanlardan birisidir. Ġlk kez 1968 yılında
sinemaya uyarlanmasıyla birlikte gündeme gelmiĢtir. Konusu, annesi ölünce köyden babası tarafından
Ģehre getirilen ama yaĢadığı kentsoylu aile tarafından dıĢlanan ve aĢağılanan kızın hayatıdır. Daha
sonra Kezban Paris‘te ve Kezban Roma‘da filmleri çekilmiĢ ve aynı konu benzer bir Ģekilde, bu kez
Batı‘da Kezban‘ın tutunabilmek için sarf ettiği gayretleri konu edinmiĢtir. Bu gayret daha ziyade
kadının dıĢ görünümünü değiĢtirmek için sarf ettiği çaba olarak vurgulanmıĢtır. Bu yorumda ―Batı‖‘yı
kentsoylu ve üstün olarak mutlaklaĢtıran bir Batıbilimci söylem gizlidir. ―Batıbilimci‖ söylem sadece
―Doğu‖ ve ―Batı‖ karĢılaĢtırmaları bağlamında gündeme gelmez. ―Batı‖ diye adlandırılan
homojenimajın kendisi de sorunludur. Örneğin, Batı modernitesinin içerdiği tüm imajlar söz konusu
olduğunda, anakronik olarak kurgulanan köy yaĢamı, köylüler,Balkanlılar, Ġrlandalılar ve hatta
Yunanlılar ―Batı‖ hiyerarĢisinin içerisine tam anlamıyla alınmamaktadır (Nadel-Klein, 2003, s.113).
Buradaki temel nosyon, ―gerçek‖ anlamda Batılı olabilmek için yerel adetlerden, hısım-akrabalık
bağlarından ve adeta yerel bağların tümünden kurtulmak gereğidir. Köyün temsiliher zaman olumsuz
olmasa da, bazen romantik kararsızlıklara söz konusu olsa da, geçmiĢ ya da geçmekte olan bir yaĢama
iĢaret eder. Önemli olan kırsal yaĢantının modernite ile birlikte eĢ zamanlı olarak yaĢanamayacağına
olan inançtır. Gerçek anlamda Batılı insan kozmopolitandır. ―Batılı‖ imajı kültürel anakronizm ile
karĢıtlık kurularak kurgulanır (Chakrabarty, 1992). Batı kimliğinin temel unsuru olan ―ilerleme‖
kavramı teknolojik geliĢmeyi motor güç sayar. Batılı toplum ya da Batılı insan kaderini kendi eline
almıĢ insandır. Bu bağlamda Batıbilimci söylem (oksidentalist) ―gerçek Batı‖ imajını mutlaklaĢtırır.
Kentli, burjuva, kozmopolitan değerleri ön plana çıkararak ―Batı‖yı kurgularken, Doğubilimci
(oryantalist) kriterler kullanır ve Batılı olmayan toplumları zamandan ve mekândan soyutlayarak
değiĢmez öteki ilan eder (Said, 1978).
―Türk Kızı‖ ya da ―Kezban tipi Türk Kızı‖ hakkında eril dilin yaptığı genellemeler temelde üç
nokta altında özetlenebilir:
1. ―Özgür Batılı Kadın‖ ile ―Özgüveni eksik Doğulu Kadın‖ arasındaki sıkıĢmıĢlık;
78
2. ―Bekâretini KaybetmiĢ Batılı Kadın‖ ile ―Bakire Doğulu Kadın‖ arasındaki sıkıĢmıĢlık;
3. Türk dizilerinde rastlanabilen platonik aĢka dayanan kadim ―Leyla ile Mecnun‖
kültürünün etkisindeki Doğulu Kadın Tipi ile Amerikan dizilerindeyer aldığı söylenen,
―flört eden ve erkeği baĢtan çıkaran‖ Batılı Kadın Tipiarasındaki sıkıĢmıĢlık.
EkĢi Sözlük‘te, kısmen kendini açığa vuran Doğubilimci (ġarkiyatçı) söylem Türk Kızı‘nın Leyla
ile Mecnun‘un aĢkı gibi ömür boyu sürecek saf bir aĢk peĢinde koĢtuğunu söyler. Bu aĢk daha ziyade
Doğu‘nun maneviyata dayanan aĢkıdır ve Türk Kızı‘nın Batılı kızlar gibi olamayacağının altı çizilir.
Türk Kızı ―Orta Doğu Ailesi‖ içinde sayılır. Öte yandan, EkĢi Sözlük‘te gizliden gizliye de olsa yer
alan Batıbilimci (Garbiyatçı) söylem‘e göre Türk Kızı da ―Batılı‖ gibi materyalisttir; maddiyata önem
verir; tutku ve aĢktan uzaktır ve iliĢkilerinde çıkar hesabı yapar. Hatta, 1980‘ler sonrasında Türk
Kızı‘nda ―edep‖ kalmadığının altı çizilir. Sözlük‘te yer alan eril dilin resmettiği ―Türk Kızı‖ nın
metaforik anlamda ―Batılı‖ ve ―Batılı olmayan‖ kimliklerin karĢılıklı olarak kurgulanmasına yardım
eden bir özelliği vardır. Tıpkı oryantalist modernleĢme paradigmasında olduğu gibi, eril söylem
zaman, zaman Türk Kızı‘nı tanımlarken ―görüntü Avrupa Kızı, kafa Türk Kızı‖ demektedir. Bundan
kastedilen, Türk kızının Batılı hemcinsleri gibi modern giysiler giyse de, makyaj yapsa da, görüntüde
modernleĢtiği; aslında özgüven sahibi olmadığı, bireyleĢemediği ve cinsel özgürlüğünü
kazanamadığıdır.
Bu kurgunun çeliĢkili olması önemli değildir. Bir yandan ―Türk Kızı‖ bireyleĢemediği,
özgürleĢemediği, çocuk-kadın olarak kaldığı için eleĢtirilir. Çünkü, Türk Kızı ―üniversite mezunu olsa
da çalıĢmaz‖; ―bilgisayardan anlamaz‖; ―kollarındaki kılları almaz‖; ―ağzı kokar‖; ―saçı uzundur‖
(aklı kısadır demek isteniyor); ―boyu kısadır‖; ―giyinmesini bilmez‖; ―nazlıdır‖; ―trip atmaya bayılır‖;
―çalıĢmadan erkeğin sırtından geçinmek ister‖. Öte yandan, bekâret üzerine yalan söylediği için
eleĢtirilir ve evlilik öncesi flört ettiğinde ―hafif kadın‖ olarak damgalanır. Sözlük‘te yer alan ―Türk
Kızı‖ kurgusu, özellikle ―Rus Kızı‖ ile zıtlaĢtırılarak gerçekleĢtirilir ve bu karĢılaĢtırmada Türk Kızı
aĢağılanırken, Rus Kızı yüceltilir. Türk Kızı aĢktan da uzak durmaya davet edilir. Bu çeliĢkili gibi
gözüken durum sadece ―Türk Kızı‖ için geçerli değildir. Kadın bedeni ve imajı üzerinden kültürel
kimlik çatıĢmaları tarihin her döneminde ve her kültürde gerçekleĢmiĢtir. Örneğin, ―Ġrlandalı Kız‖
kalıp yargısı, 1920‘lerde postkolonyal Güney Ġrlanda Devleti‘nin oluĢumunda tezat değer yargıları
bağlamında gündeme gelmiĢtir. Katolik kilisesi ve milliyetçi Ġrlanda ―modern kız‖ ya da ―serbest
davranıĢlı genç kadın‖ söylemini özgürleĢmeye çalıĢan Ġrlandalı kadını eleĢtirmek için kullanmıĢtır.
1920‘lerde Ġngiliz medyasından ve Holywood filmlerinden etkilenen Ġrlandalı kadın imajı kurgulanmıĢ
ve ―serbest davranıĢlı genç kadın‖ (flapper) aĢağılanarak milliyetçi proje gerçekleĢtirmeye çalıĢılmıĢtır
(Ryan, 2002, s.38-39).
DOĞUBĠLĠMCĠ (ġARKĠYATÇI) VE BATIBĠLĠMCĠ (GARBĠYATÇI) SÖYLEMLER
ARASINDA
Doğulu ya da Batılı gibi iki farklı kolektif özne kavrayıĢı sorunludur ve gerçekten uzaktır. Ama
özellikle kadın imajı ve bedeni üzerinden kültürel farklılıkların kurgulanması Rönesans‘tan yirminci
yüzyıla kadar süregelen bir olgu olmuĢtur (Chatterjee, 1986; Nira-Yuval Davis, 1997; Ryan, 2002;
Yeğenoğlu, 1998). Belki de bu yüzden Sözlük‘te egemen olan eril dil de kendi kurgusunu ―gerçek‖
gibi sunmaya çalıĢmaktadır. Oryantalist söylem epistemolojik düalizm üzerine oturur. Oryantalist bilgi
üretimi ötekinin kurgulanması bağlamında geliĢir. Varlığını merkeze koyan ―Batılı‖ özne, kendisini
tanımlayabilmek için ―Doğulu‖‘yu kurgular. Turner Ģöyle demektedir (2002),Oryantalizm gerçekçi
Batılı ve tembel Doğulu arasındaki zıtlık etrafında organize edilen bir karakter tipolojisi
oluĢturmuĢtur. Oryantalizmin görevi,Doğu‘nun sonsuz karmaĢıklığını belli tipler, karakterler ve
kurumlar haline dönüĢtürmektir (s.45).
Yukarıda yer alan örneğe benzer bir biçimde, Sözlük‘te açığa çıkan DoğubilimcibakıĢ açısı ve
belki de farkında olmadan bu söylemden hareket eden eril dil, Türk toplumundaki ataerkil cinsiyet
rejimine dayanan hiyerarĢiyi, ―Türk Kızı‖ kurgusu ile yeniden üretmektedir. Buna bağlı olarak,
hegemonik eril dil kendisini hiyerarĢinin tepesinde, kozmopolitan, üstün, rasyonel, nasıl davranılması
gerektiğini bilen, ―Türk Kızı‖‘nı ise, ezik, yerel bağlarından kurtulamayan, aklını çalıĢtıramayan, nasıl
davranılması gerektiğini bilemeyen kiĢi olarak kurgulamaktadır. Eril dile göre ―Türk Kızı‖ ―kolay
kadın‖ olmamak ve ―zor kadın‖ olmak arasında bocalarken ―Kezban‖ a dönüĢmekte, yani, nasıl
79
davranması gerektiğini bilememektedir. Eril dil kentte yaĢayan bu kızın adabı muaĢeret kurallarını
dahi bilmediğine iĢaret etmektedir. Örneğin, nasıl davranılacağını bilmeyen bu kız yol veren erkeğe
teĢekkür etmez. Eril dil, Türk erkeğinin, yabancı dil bilmese de, birçok milletten kızla anlaĢabildiğini
öne sürer. Bu durumun bir açıklaması olması gerekir: Türk kızı kötü niyetli ve komplekslidir, her
zaman onaylanma ihtiyacı duymaktadır.
Arlı‘nın (2004) altını çizdiği gibi Doğubilimci söylem (Oryantalist), ―toplumsal bireylere
sabitlenmiĢ dünya fotoğrafları sunmaktadır‖ (s.10). Ayrıca, tüm eleĢtirel okumalara rağmen,
oryantalizmin ötekileĢtirici söylemi devam etmektedir. Arlı‘ya (2004, s.12) göre, Batıbilimci
(Oksidentalist) söylemin içeriğinde ise kültürel ve teknolojik geliĢmeler temele alınarak tanımlanan
―benzersiz Batı‖ imajı yer almaktadır. Öte yandan, oksidentalist söylem oryantalist söylemin
asimetrisi olarak tanımlanamaz. Çünkü, oryantalist söylem Batı-dıĢı toplum incelemeleri yapan bir
akademi içinde geliĢmiĢtir. Ama oksidentalist söylem oryantalizm eleĢtirilerinden ortaya çıkmıĢ olan
Batı imajına dayanmaktadır ve daha ziyade bir ―savunma hali‖ olarak anlaĢılabilir (ibid, s.73).
Sözlük‘te göze çarpan Batıbilimci söylem ―Batı‖‘nın Türk toplumunda yaratmıĢ olduğu tahripkar
etkilere odaklanmaktadır. Örneğin, 1980‘lerden itibaren Türk toplumunda yozlaĢmaların
baĢladığından dem vurulmaktadır. 1980‘ler öncesinde doğmuĢ ve yetiĢmiĢ olan kadınların ―ruhen
güzel‖ olduğu söylenirken, 1980‘ler sonrasında doğanların ―edepsiz‖ olduğu vurgulanmaktadır.
Kimileri de ―Türk Kızı‖ nın futbola olan ilgisini gereksiz bulmaktadır. Futbol eskiden erkek habitus‘u
içinde yer alırken, Türk kadınlarının futbola karĢı artan ilgisi erkek alanına yapılmıĢ bir müdahale
olarak algılanabilmektedir. Bu düĢünceye göre ―erkek adam‖ futbol takımı tutar. Toplumumuzda
erkek oyunu olarak kabul edilen futbolun taraftarları da erkek olmalıdır. Demez (2005, s.228),
BeĢiktaĢlı taraftarların statlarda açtıkları ―erkek adam renkli takım tutmaz‖ ifadesine dikkatimizi
çekmekte; bu temsille renkleri siyah beyaz olan BeĢiktaĢ kulübünün ne kadar ―erkek‖ bir takım
olduğuna yapılan vurguya iĢaret etmektedir.Sözlükte ―Türk Kızı‖ ve ―Türk Erkeği‖ni yetiĢtirenlerin
―Türk Anası‖ ve ―Türk Babası‖ olduğu da dile getirilir. Türk Anası kızına erkeği sevmeyi
öğretemediği için suçlanır. Türk Anası kızına kadınsılığı da öğretememiĢ; ona sadece kendisini
çocuklarına adayan anne rolünü öğretmiĢtir. Türk Anası, kızının zengin bir koca bulmasını istemekte
ve bu yüzden kızına, ara sıra, er ya da geç evlenmesi gerekeceğini hatırlatmaktadır. Türk Babası ise
babalık yapmayı ―eve ekmek getirmek‖ olarak algılamakta ve geri kalan zamanlarda da maç
izlemektedir. Böyle ana ve babanın yetiĢtirdiği ―Türk Kızı‖ ister istemez eksiklik duygusuna sahip
olacaktır. Bu noktada anne ve baba adaylarına tavsiyeler devreye girer. Kızlarına ve oğullarına karĢı
cinsi sevmeyi öğretmeleri gerekmektedir. ―Türk Kızı‖ kadar ―Türk Erkeği‖ de sevgisizlikten
yakınmaktadır.
Sözlükte hemcinslerine tavsiyede bulunan eril dil, Türk erkeklerinin er ya da geç Türk kızlarıyla
evleneceklerini söylerken bile, yapacaksınız bu hatayı, bundan kaçıĢ yok der gibidir. Ayrıca, ―biraz
yüksek eğitim gördü mü havasından geçilmeyen‖ ―Türk Kızı‖nın ―yabancı erkeklere kul köle‖
olduğundan Ģikayet edilmektedir.
O zaman, genç eğitimli Türk erkeğinin arayıp da Türk kızında bulamadığı ama Batılı kızda
bulduğu nedir? Batılı kızın cinsel özgürlüğüdür. Batı‘da cinsellik tabu olmadığı için Batılı kızın
özgüven sahibi olduğu düĢünülür. ―Türk Kızı‖ cinsel özgürlüğü adına adım atmadığı için suçlanır.
Genç kız özgürleĢmektedir; ama henüz yeterli adımları atamamıĢtır. Belki de eğitimli genç Türk
erkeklerininTürk kızlarında aradığı özgürlük son kertede bir fantezidir. Çünkü geleneksel olarak,
cinselliğe dayanan aĢk gündelik hayatın normal rutinlerini tehdit eden irrasyonel bir durumdur ve
kültürel bir risktir (Turner & Rojek, 2001, s.134). Öte yandan, modernite ile birlikte karĢı cinsle olan
yakın iliĢkilerde aranan erotizm, cinsel tatmin ve duygusal yakınlık arzusu kiĢisel mutluluğun
belirleyicisi durumuna gelmiĢtir (Giddens, 1992, s.30). Oysa, Batılı kadın cinsel özgürleĢmeyle
etkisiz hale getirilmektedir. Çünkü, cinsel özgürleĢmeyle kadın tüketilmekte, seksilik ve güzellik kadın
için temel nitelikler olarak belirmektedir (Baudrillard, 1997, s.167). Baudrillard‘a (1997, s.155) göre
insanlık cinsel özgürleĢme peĢinde koĢarken beden yeniden keĢfedilmiĢ ve bir arzu ve tüketim nesnesi
haline getirilmiĢtir. Dolayısıyla, EkĢi Sözlük‘te ―Türk Kızı‖ tanımlanırken büyük oranda beden
özelliklerine gönderme yapılması tesadüfî değildir. Türk kızları ―genelde boyu 1.57 cm olan bir ırk‖,
yani kısa boylu olarak tanımlanır. Üstelik basenleri çok geniĢ olan bu kızın karbonhidrat ile
beslenmesi ve az hareket etmesi eleĢtiri konusu olur. Osmanlı tarihinin son dönemlerine ve
80
Cumhuriyet tarihinin ilk dönemlerine göz attığımızda, ilerlemeci söylemden yararlanan kadınların
yüksek öğrenim görmeye baĢladıklarını ve milliyetçi harekete destek verdiklerini görürüz. 1918 –
1919 yıllarında, Avrupa‘da baĢlayan birinci dalga feminist hareket sırasında yayımlanan ―Türk
Kadını‖ dergisinde zamanın ruhuna uygun olarak milliyetçi ve erkek egemen bir söylem göze çarpar.
Bu dergide ağırlıklı olarak yer bulan eril dil, kadınların birey olarak ortaya çıkmalarıyla değil,
―toplumsal ahlakı fazlaca zorlamayan kadınlar yaratmak‖ ile ilgilidir (Mahir-Metinsoy, 2010,
s.XXVI). Milliyetçi-modernist erkekler tarafından çıkarılan, ağırlıklı olarak erkeklerin kadınlarla
birlikte yazdıkları bu dergide Türk kadınının önce Türk, sonra kadın olduğu vurgulanır. Eğitimli
kadınların yabancı etkilere açık olması bir tehdit olarak algılanır. Türk kadınlarının aynı toplumda
yaĢayan ve ticaret yapan Levantenlere benzememeleri; özellikle modaya olan düĢkünlükleri ve ön
kabul olarak düĢünülen ―iffetsizlikleri‖ nedeniyle Fransız kadınlara da benzememeleri gerektiği
üstünde durulur. Buna karĢılık, Alman kadını tutumlu ve ev hanımı olması dolayısıyla Türk kadınına
örnek gösterilir (Mahir-Metinsoy, 2010, s.
XXVIII). Dergide yazan Türk erkeklerinin Türk kadınına haksızlık yaptığını düĢünen kadın
yazarlar daha az sayıda da olsa vardır. ―Evli Barklı Hanımlar‖ adı altında kaleme aldığı makalesinde
ġükûfe Nihâl Hanım devamlı surette Türk kadınlarını eleĢtiren, Alman kadınlarını onlardan üstün
gören eril dile Ģöyle cevap verir (Talay-KeĢoğlu, 2005),
Evvelâ Almanya gibi bizden birkaç asır ileriye gitmiş bir milletle kendimizi
mukayese etmek için her iki milletin birbirine diğer husûsatta da ne derece
yakın ve uzak olduğunu araştırmalıyız. Bakalım Türk medeniyeti, Türk harsı
bugün Almanya‟daki kadar kat‟î, metin adımlarla ilerleyebilmiş mi? … Bilhâssa her
Türk erkeği bir Alman kadar ciddî, vazîfeşinâs, zevcesine hürmetkâr mı?... (s.139).
Aynı dergide ―Gençler Aradıklarını Niçin Bulamıyorlar?‖ baĢlıklı bir yazıda görücü usulü evlilik
eleĢtirilir; gençlerin aile toplantılarında birbirlerini görüp tanıdıktan sonra evlenmeleri tavsiye edilir.
Dönemine göre ileri sayılabilecek bu görüĢlere rağmen, kadınların özgürlüğü ve hareket sınırları aile
kurumunun bekası ile belirlenmiĢtir. Aynı dergide yazan bazı kadınlar bile, ―cinsel hayattaki
serbestliğin önceki dönemlere kıyasla artmasını, kadınların eĢlerini seçmek için aktif olmaya
baĢlamalarını‖ eleĢtirir, bu gibi davranıĢları ―erkekleĢme‖ olarak niteler (s. XXXII). Yine aynı dergi
kadınlara giyim kuĢamları konusunda, kıyafetlerde cilt renklerine uyum için hangi renkleri seçmeleri
gerektiği hususunda tavsiyelerde bulunur (Talay-KeĢoğlu, 2005, s.5). Dönemin adı geçen
sosyologlarından ve Türk Kadını Dergisinin yazarlarından Edhem Nejâd‘ın ―Ev Sâhibesi Olursam Ne
Yapacağım‖ baĢlığı ile kaleme aldığı yazıda Türk kadınlarına Ģu tavsiyesi güzel bir örnektir (TalayKeĢoğlu, 2005):
Ben ev hanımı olduktan sonra da dâimâ süslü olmak istiyorum.
Maamâfîh şuna da kaniyim ki ev sâhibesi hanıma sâde, ağır, kibâr, nezîh
tuvalet yakışır… Viyana‟nın, Paris‟in sokak ve şantan tuvaletinin bir aile
tuvaleti olmasını hiçbir vakit muvâfık görmem (s.145).
Kısacası, Türk kadını eğitimli, bakımlı, tutumlu, ideal anne ve eĢ olmak durumundadır. Ne var ki,
Türk Kadını dergisinde alt sınıftan kadınların savaĢ koĢullarında nasıl ayakta kaldıklarına yer
verilmemiĢtir. Türk Kadını dergisi kadınların özgüleĢme taleplerine orta-üst sınıf kadınların bakıĢ
açısıyla yaklaĢmıĢtır.Daha ziyade orta sınıf gençlerin sanal ortamda buluĢma mecralarından olan EkĢi
Sözlük‘te de, benzer bir biçimde, Türk kızına tavsiyelerde bulunan eril dil sayesinde cinsellik,
güzellik, beden temalarının ön plana çıktığı bir yazıĢma sürdürülür. Türk kızı giyinmesini bilmediği
için eleĢtirilir. KarĢı cinsle iletiĢim kurmada zorluklar çıkardığı için eleĢtirilir. Ne var ki Cumhuriyet
tarihinin ilk dönemlerinden farklı olarak, 2000‘li yıllarda daha fazla cinsel özgürlüğünü eline alması
beklenen Türk kızı, ne istediğini bilmez tavrı yüzünden, mahalle baskısını Ģikâyet ettiği için eleĢtirilir.
Zaman, zaman kendisini belli eden diĢi dil bütün bu suçlama ve eleĢtirilere savunma psikolojisi içinde
cevap verir. Türk kızı zor durumdadır. Çünkü eril dil bir yandan, ―evlenirsek karım, evimin direği
olacaksın, ben sana dokunamam‖ demektedir. Öte yandan, aynı erkek ―çok nazlanma, cinsellik
81
olmadan iliĢki olmaz‖ demektedir. Bir üçüncüsü ve en kötüsü, Türk kızına tecavüz ettikten sonra
dahi,―sen zaten bakire değildin ki‖ diyebilmektedir. YazıĢmada yer alan kadın öznelerin yanı sıra, bazı
erkek özneler Türk kızına fazla yüklenildiğinin ve ortaya çıkan çeliĢkilerin farkındadır. Onlara göre
Türk erkeği neyse, Türk kızı da odur. Türk kızından hem ―hanım kız‖ olması, hem de iliĢkilerde
insiyatif alması beklenecekse, Türk erkeğinden de hem nazik, hem de giriĢken olması beklenecektir.
Belirsizlik o duruma gelmiĢtir ki, kadın erkek eĢitliği adına, artık erkekler toplu taĢıtlarda kadına yer
vermemektedir.
KARġILIKLI BELĠRLENEN “TÜRK KIZI” VE “TÜRK ERKEĞĠ” ĠMGELERĠ
Demez (2005), ―Kabadayıdan Sanal Delikanlıya DeğiĢen Erkek Ġmgesi‖ adlı çalıĢmasında erkek
imgesini konu edinen bir araĢtırmanın kadına tersten bakıĢ anlamına geleceğini söyler. Çünkü,
―…birinin konumu diğerinin duruĢuna göre belirlenir‖ (Demez, 2005, s.20). Bu çalıĢmada, genellikle
üniversite mezunu olan ve profesyonel iĢlerde çalıĢan erkeklerin dayanıĢma için oluĢturdukları erkek
adam.com sitesindeki yazıĢmalar baĢka sanal sitelerin yanı sıra analiz edilmiĢtir. Bu sitede yazıĢan
erkekler ―kadına bağımlı erkekler olarak değil,
kendine yeten bireyler olarak yaĢamak istediklerini…‖ ifade etmektedir (Demez, 2005, s.189). Bu
erkeklere göre, ―erkek çocuk yetiĢtirilme sürecinde yaĢamasını sürdürmesini sağlayan günlük iĢleri
bile yapmaktan alıkonmakta, kendine yetmesi engellenerek, önce annesine sonra karısına bağımlı
duruma getirilmektedir‖ (Demez, 2005, s.191). Geleneksel rollerinden Ģikayet eden bu erkekler,
kadınların Ģefkat ve sevgi beklediklerini söylediklerini, ama gerçek yaĢamda bu davranıĢların tersini
sergileyen maço davranıĢlı erkeklerle birlikte olmayı tercih ettiklerini dile getirmektedir. Demez
(2005, s.195) bu cümleyi Ģöyle yorumlamaktadır: ―… erkekler maço olmak istemezler ama kadınlar
onları bu yola iterek, kendilerini de erkekleri de içsel çatıĢmalara sürüklüyorlar‖. EkĢi Sözlükte de
Türk erkeğinin aslında kültürel kodlar yüzünden mağdur durumda olduğunun altı çizilir. Sözlükteki
eril dile göre, ―Türk Kızı‖ bir yandan özgür olduğunu ilan eder; öte yandan ise hesabı erkeğin
ödemesini bekler. Erkek kadınını rahat ettirmeli görüĢündedir. Erkeğinin arabalı olmasını bekleyen
―Türk Kızı‖ bir yandan da erkeğinden sertlik bekler. Genç Türk erkeğinin baĢka bir Ģikayeti de Türk
kızının iliĢki kurmada inisiyatifi sürekli erkeğin almasını beklemesidir. Connel‘a (1998, s.249) göre,
hegemonik erkeklik ile kadınların beklentilerinin uyuĢması söz konusudur. Kadınlar farkında olmadan
alıĢık oldukları ataerkil değerleri koruyabilmekte, ya da yeniden üretebilmektedir. Kadınlar erkekler
gibi rekabete giremez ve seçilmeyi bekler.Genç Türk erkeği bir taraftan ―özgürce‖ cinsel tatmin ve
Ģefkat duygularını paylaĢacağı ideal kızı ararken, öbür taraftan günün birinde annesinin tasvip edeceği
bir Türk Kızı ile evleneceğinin de beklentisi içindedir. Gane, evliliğin tutkuyu dizginleme iĢlevini
yerine getirerek erkeği huzursuzluktan kurtardığını dile getirmektedir. Evlilik erkeklerin zihinlerinin
dağılmaması ve düzenli bir yaĢam için gereklidir (Gane‘den aktaran Demez, s.105). Dolayısıyla evlilik
ve aile her iki cins için mutluluk kaynağı olmanın ötesinde özellikle erkek için gerekli bir kurumdur.
Kandiyoti (1998, s. 109-110) Türk toplumunda kadın erkek iliĢkileri bağlamında bir çifte söylemin
geçerli olduğuna vurgu yapar. ġöyle ki, korumacı ve kontrolcü geleneksel erkeklik modernleĢmeci
paradigma tarafından kadının ezilmiĢliği olarak algılanır. Aynı zamanda da ―popüler söylem‖
erkekliğe atfedilen bu değerleri idealize eder. Kandiyoti‘ye göre Türk toplumunda hegemonik erkeklik
bu çifte söylem tarafından belirlenmektedir. Yumul‘a (2000, s. 42) göre, bu çifte söylemin bir tarafı
eksik kaldığı zaman Türk toplumundaki hegemonik erkeklik kırılganlaĢmaya baĢlamaktadır. Yumul
Türk toplumunda ―dıĢı Batılı, içi Doğulu‖ ya da ―melez erkek‖ idealinin hâkim olduğuna vurgu yapar.
Örneğin, bu erkek kadının dıĢarıda çalıĢmasını kabul eder ama ev içinde karısına yardım etmez. Özbay
(2013, s.188) ise, ―Türkiye‘de Hegemonik Erkekliği Aramak‖ adlı makalesinde Türkiye‘de
hegemonik erkekliği tespit etmenin değil, ―farklı erkekliklerin hangi doğrultularda yaygınlaĢtığını ya
da kuvvet kazandığını anlamaya çalıĢmanın‖ daha yerinde bir sosyolojik uğraĢ olacağından bahseder.
SON SÖZ YERĠNE: ERĠL DĠLĠN KURDUĞU SEMBOLĠK ĠKTĠDAR
Erkekliğin kurduğu iktidar biçimleri üzerine az tartıĢılmıĢtır. Oysa erkeklik, farklı ortamlarda,
kadınlığı kontrol ederek, disipline ederek, terbiye ederek ve eğiterek iktidarını kalıcı kılmaya
çalıĢmaktadır. Bu makalede, Osmanlının son dönemlerinden bu yana, doğubilimci ve batıbilimci
söylemlerin etkisinde ve günümüzde sanal ortamda ―Türk Kızı‖ ya da ―Türk Kadını‖ nın nasıl olması
gerektiği üzerine bitmez tükenmez tartıĢmalar içinde olan eril dilin hâkimiyetine dikkat çekilmiĢtir.
82
EkĢi Sözlük‘te eğitimli, orta sınıf gençler arasında yer alan tartıĢma, eril dilin diĢi cins üzerinde nasıl
sembolik bir iktidar kurmaya çalıĢtığına örnek olarak analiz edilmeye çalıĢılmıĢtır. Sanal ortamda
konuĢma dili, özellikle erkekler arasında, argo kullanımını da içermektedir. Dolayısıyla, bu mecrada
tartıĢılırken zaman, zaman aĢağılanan diĢi cins imgesi üzerinden sembolik bir Ģiddet üretilmektedir.
Sözlükte tartıĢan erkek öznelerin ve bazı kadın öznelerin farkında olmadan ürettikleri sembolik Ģiddet,
toplumda erkek iktidarını pekiĢtirmekte dolaylı da olsa rol oynamaktadır. ―Türk Kızı‖, ya da ―Türk
Erkeği‖ deyimleri diĢi ve eril cinsi homojenleĢtirici bir iĢlev gördüğü için sorunludur.―Türk Kızı‖‘nın
‗ötekisi‘ ‗Batılı Kız‘ olagelmiĢtir. Bu bağlamda ataerkil cinsiyet rejimi iktidarını doğubilimci söylemi
kullanarak yeniden üretegelmiĢtir. Buna karĢılık Türk erkeği nadiren sorgulanmıĢ ve ―Batılı Erkek‖
Türk erkeğinin ötekisi olarak düĢünülmemiĢtir. Batıbilimci söylem, Batı imajının kentsoylu özelliğini
mutlaklaĢtırarak, Doğubilimci söylemin homojen ―Doğu‖ imajını kurgulamasına yardımcı olmuĢtur.
Dolayısıyla, Doğubilimci söylem, Batıbilimci söylem ve hegemonik eril dil iç içe geçerek, ―Türk
Kızı‖ imajı üzerinden bir ötekileĢtirme gerçekleĢtirmekte ve diĢi cinsin erkek cinsinden daha aĢağıda
konumlanmasına ve değersizleĢtirilmesine neden olmaktadır.
KAYNAKÇA
Arlı, A. (2004). Oryantalizm Oksidentalizm ve ġerif Mardin, Ġstanbul: Küre.
Baudrillard, J. (1997). Tüketim Toplumu. Hazal Deliceçaylı, Ferda Keskin (Çev.). Ġstanbul: Ayrıntı.
Chakrabarty, D. (1992). The Death of History? Historical Consciousness and the
Capitalism. Public Culture: 4/2, 47-66.
Culture of Late
Chatterjee, P. (1986). Nationalist Thought and the Colonial World: A Derivative
London: Zed Books.
Discourse,
Connel, R. W. (1998). Toplumsal Cinsiyet ve Ġktidar, Cem Soydemir (Çev.). Ġstanbul: Ayrıntı.
Demez, G. (2005). Kabadayıdan Sanal Delikanlıya DeğiĢen Erkek Ġmgesi, Ġstanbul: Babil.
Giddens, A. (1992). The Transformation of Intimacy. Sexuality, Love and Eroticism in Modern
Societies, Cambridge: Polity.
Kandiyoti, D. (1998). Modernin Cinsiyeti: Türk ModernleĢmesi AraĢtırmalarında Eksik Boyutlar.
Türkiye‘de ModernleĢme ve Ulusal Kimlik, (derl.) Sibel Bozdoğan ve ReĢat Kasaba,
Ġstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Mahir-Metinsoy, E. (2010). Kadın Tarihi AraĢtırmaları Açısından Türk Kadını Dergisi. Türk Kadını
(1918-1919), (hazırl.) Birsen Talay KeĢoğlu ve Mustafa KeĢoğlu, Ġstanbul: Kadın Eserleri
Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı.
Nadel-Klein, J. (2003). Occidentalism as a Cottage Industry: Representing the Autochthonous
‗Other‘in British and Irish Rural Studies. Occidentalism. Images of the West, (ed.) James G.
Carrier, Oxford: Clarendon Press.
Nira-Yuval, D. (1997). Gender & Nation, London: Sage.
Özbay, C. (2013). Türkiye‘de Hegemonik Erkekliği Aramak. Doğu Batı. Toplumsal Cinsiyet, 63,
185-204.
Ryan, L. (2002). Flappers & Shawls: The Female Embodiment of Irish National
Identity in the
1920s. Women as Sites of Culture. Women‘s Roles in Cultural
Formation from the
Renaissance to the Twentieth Century, (ed.) Susan Shifrin, Aldershot: Ashgate.
Said, E. (1978). Orientalism, New York: Vintage Boks.
Talay-KeĢoğlu, B.ve KeĢoğlu, M. (2010). Türk Kadını (1918 – 1919), Ġstanbul: Kadın
Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi.
Eserleri
Turner, B. S. & Rojek, C. (2001). Society & Culture. Principles of Scarcity & Solidarity, London:
Sage.
83
Turner, B. S. (2002). Oryantalizm, Globalizm ve Postmodernizm, Ġbrahim Kapaklıkaya (Çev.).
Ġstanbul: Anka Yayınları.
84
„SINIR‟DA KADIN OLMAK
Latife AKYÜZ1
ÖZET
Bu çalıĢmada, sınır bölgelerinde, sınır ekonomisiyle ortaya çıkan yeni toplumsal dinamiklerin bu
bölgelerde yaĢayan kadınlar tarafından nasıl deneyimlendiği ve bu kadınların yaĢamlarında ne tür
farklılıklar yarattığı Türkiye-Gürcistan sınırındaki Hopa ilçesi örneği üzerinden değerlendirilecektir.
ÇalıĢmanın temel argümanı, sınır bölgelerinin kendine özgü ekonomik faaliyet biçimlerine sahip
olduğu – kaçakçılık ya da sınırötesinden gelen kadınlar üzerinden ortaya çıkan eğlence sektörü gibive bu ekonominin etkilerinin en açık biçimiyle etnik grupların ve toplumsal cinsiyet gruplarının grup
içi ve gruplararası iliĢkilerinde izlenebileceğidir. Bu çalıĢma, 2007-2011 yılları arasında Hopa merkez,
Sarp sınır köyü ve KemalpaĢa ilçesinde yapılmıĢ 52 kaydedilmiĢ ve sayısız kayıt altına alınmamıĢ
derinlemesine mülakata, odak grup görüĢmelerine ve görüĢmecinin gözlemlerine dayanmaktadır.
ÇalıĢmada hem yerel kadınların hem de sınırın diğer tarafından gelen göçmen kadınların deneyimleri
kendi anlatıları üzerinden ve sınır çalıĢmaları içerisindeki toplumsal cinsiyet tartıĢmaları ıĢığında
analiz edilecektir. Sınır ekonomisinin toplumsal cinsiyet ve etnik gruplarla kesiĢme noktaları ve bu
kesiĢme noktalarında ortaya çıkan yeni eĢitsizlikler tartıĢılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Sınır, Sınır Ekonomisi, Toplumsal Cinsiyet, Etnik Grup
ABSTRACT
In thisstudy, how the new Dynamics that appear with the border economy experienced by women
wholive in theseregions and what kind of differences are occured in their daily life with this
economywill be explained. Main argument of this study is that border regions have economic
activities unique to themselves- smuggling, entretainment sector based on sex worker come from other
side of border-and this economy reflects itself in the intra-group and intergroup relations of ethnic
groups and gender.This research is based upon 52 recorded (voice recording and note taking) and
countless unrecorded interviews that were conducted at different times between the years 2007-2011,
at central Hopa, the border village of Sarp and the district of Kemalpasa and the observations of the
interviewer. In this study, both the experiences of local women and the migrant women coming from
otherside of the border will be analyzed with the irnarratives and in the light of gender discussions in
border studies. Then ewin equalities that appear with the intersection of gender and ethnicity with
border economy will also be analyzed.
Keywords: Border, Border Economy, Gender, Ethnic Groups
GĠRĠġ
Sınırların bir akademik disiplin içerisinde tartıĢılmaya baĢlanması Birinci Dünya SavaĢı‘nı izleyen
yıllara denk gelmektedir. Genellikle politik coğrafyacılar tarafından ve ulus-devlet tartıĢmaları ve
egemenlik, ulusal kimlik, vatandaĢlık gibi kavramlar üzerinden devam eden tartıĢmalar son 30 yılda
yeni boyutlar kazanmıĢtır. Sovyetler Birliği‘nin dağılıp, ikili dünya düzeninin sona ermesiyle ortaya
çıkan yeni devletler sınırların ideolojik ve kültürel boyutlarını tartıĢmaya açmıĢtır. Avrupa Birliği‘nin
geniĢleme politikaları ve yeni devletlerin vatandaĢlarının kültürel entegrasyonu gibi konular gündeme
oturmuĢtur. Sınır bölgeleri artık sadece ulus-devletlerin egemenlik alanlarını belirleyen çizgiler değil,
kültürlerin karĢılaĢtığı, çatıĢtığı, sosyal ve kültürel kimliklerin yeniden kurulduğu yaĢayan mekânlar
olarak ele alınmaya baĢlanmıĢ ve kültür, kimlik, yer/mekân gibi kavramlar sınırdaki görünüĢleriyle
tartıĢmaya açılmıĢtır.Türkiye-Gürcistan sınırının geçiĢlere yeniden açılması da bu politik geliĢmelerin
bir sonucudur.
1
ArĢ.Gör., ODTÜ, Sosyoloji Bölümü,
[email protected].
85
TÜRKĠYE-GÜRCĠSTAN SINIRI
Hopa ve çevresi tarih boyunca hep sınır savaĢlarına maruz kalmıĢ bir bölgedir. Son olarak 1921
yılında imzalanan Kars AntlaĢması ile Hopa Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliğinin sınırı iken,
SSCB`nin dağılma sürecinin ardından 1991 yılında Gürcistan`ın bağımsızlığını ilan etmesiyle de
Türkiye-Gürcistan sınırı haline gelmiĢtir. 1937-1988 yılları arasında tüm geçiĢlere kapatılmıĢ olan bu
sınır, 1988 yılında tüm dünyayı etkisi altına alan neoliberalism dalgasının bir sonucu olarak yeniden
araç ve yolcu geçiĢine açılmıĢtır. Bu çalıĢmada, 1988 yılında sınırın yeniden açılmasından sonraki
süreçte yaĢananlara odaklanılmıĢtır.
Türkiye-Gürcistan sınırı hem bölgedenin politik arenasında meydana gelen geliĢmelerin ve hem de
sınır bölgelerinin kendine özgü yaĢamının izlenebileceği bir yer olmuĢ ve 1921 yılında sınırın
çizilmesinden günümüze kadar olan süreçteki politik ve sosyal geliĢmeleri ve değiĢimleri yansıtmıĢtır.
Sarp Sınır Kapısı Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan "Uluslararası Kara TaĢımacılığı
AnlaĢması" gereğince 31.08.1988 tarihinde trafiğe açılmıĢtır.
Bu sınır sadece iki ülke arasına çizilmiĢ bir sınır değil, aynı zamanda iki farklı ekonomik ve
ideolojik düzen arasına çizilmiĢ bir sınırdır. 1988 yılında sınırın yeniden açılması, sınırın her iki
tarafında da o güne kadar görülmemiĢ bir hareketliliğe yol açmıĢtır. Ġnsanlar çeĢitli nedenlerle ve
ençok da ellerinde varolan eĢyaları satmak üzere sınırı aĢıp Hopa`ya gelmiĢ ve Rus pazarları ve bavul
ticaretiyle baĢlayıp, eğlence sektörünün doğusuna kadar sürecek yeni ekonomik yaĢam hem Hopalılar
hem de sınırın diğer tarafından gelenler için baĢlamıĢtır.Sınırın diğer tarafında yaĢanan dönüĢümün de
bir göstergesi olarak açılan bu kapı onlar için aynı zamanda kapitalizme açılan kapı olmuĢtur.
Bağımsızlığını yeni ilan etmiĢ yoksul bir ülkenin vatandaĢları, altüst olmuĢ bir ekonomik ortamın
neden olduğu yoksulluktan kurtulma yolunu sınırın bu tarafına geçip, elinde ne var ne yoksa satmakta
bulmuĢ ve Hopa‘dan Trabzon‘a uzanan Rus pazarları böylece ortaya çıkmıĢtır.
Çok kültürlü ve çok etnikli bir yapıya sahip olan Hopa‘da ekonomik, kültürel ve sosyal yaĢamda
en etkili ve en fazla nüfusa sahip olan iki grup vardır. Bunlar Lazlar ve HemĢinlerdir. Bu çalıĢmada bu
nedenle bu iki grup değerlendirilmiĢtir.
Bu çalıĢmanın temel argümanı, sınır bölgelerinin kendine özgü ekonomik faaliyetlere sahip olduğu
ve bu ekonominin kendini en çok etnik grupların ve toplumsal cinsiyet gruplarınıngrupiçi ve
gruplararası iliĢkilerinde yansıttığıdır. Yukarıda bahsettiğimiz iki etnik grubun sınır ekonomisiyle
ortaya çıkan süreçleri nasıl deneyimledikleri bu çalıĢmada ele alınmamıĢ, kadınların deneyimleri
tartıĢılmıĢtır. Ancak kısaca söylemek gerekirse, bu gruplar arasında varolan kültürel sınırlar devam
etmekle kalmamıĢ, sınırın yarattığı yeni sosyal ve ekonomik dinamikler, bu iki grup arasında yeni
ötekileĢtirme söylemleri ortaya çıkarmıĢtır. Etnik grupların birbirleriyle olan iliĢkilerinde yaĢanan bu
durum, toplumsal cinsiyet gruplarının iliĢkilerinde de benzer bir biçimde karĢımıza çıkmaktadır.
Toplumsal cinsiyet iliĢkilerindeki dinamikler çok boyutlu, çok katmanlı ve birbirleriyle içiçe geçmiĢ
bir iliĢki yapısı ortaya çıkarmıĢtır.
SINIR‟DA KADIN
Hopa‘da sınırın yarattığı kaotik süreçleri en fazla hissedenler kadınlar olmuĢtur. Burada hem yerelHopa‘lı kadından, hem de sınırın diğer tarafından çalıĢmak ya da yerleĢmek üzere Hopa‘ya gelen
göçmen kadından bahsetmek gerekmektedir. Bu kadınların süreci deneyimleme biçimleri elbette ki
birbirinden farklı olmuĢtur. Ancak en temelde hepsi için ortak olan ve Ģiddet, ezilmiĢlik ve yoksayılma
üzerine kurulmuĢ bir yaĢam ortaya çıkmıĢtır. Hem yerel kadının hem de göçmen kadının hayatını
belirleyen Ģey ‗eğlence sektörü‘ olmuĢtur. Seks iĢçisi olarak gelen göçmen kadın, bu sektörün temel
bileĢeni iken ve sektörün yarattığı sömürü ve eĢitsizlikten doğrudan etkilenirken, yerel kadın kocasının
eğlence sektörüne giriĢi ve ‗öteki‘ kadınla iliĢki kurma biçimi üzerinden etkilenmektedir. Yerel
kadının kocasıyla, ailesiyle ve çocuklarıyla kurduğu iliĢkileri ve sosyal yaĢamdaki statüsü yeniden
belirlenirken, göçmen kadının daha somut bir biçimde ‗bedeni ve can güvenliği‘ sözkonusu
olmaktadır. Özellikle sınırın ilk açıldığı zamanlarda, henüz bir sektöre dönüĢmemiĢken, sınırın diğer
tarafından seks iĢçisi olarak gelen kadınlara karĢı Ģiddet, dağa kaldırma, para vermeden cinsel sömürü
aracı olarak kullanma olayları yaĢanmıĢtır. Dövülme, tecavüze uğrama vakaları da ortaya çıkmıĢtır.
Daha sonra ise kuralların konduğu, kadınların görece daha güvenli ortamlarda (oteller gibi)
86
çalıĢtırıldığı bir sektöre dönüĢmüĢtür. Bu kadınlar, üzerinden para kazanılabilir bir meta haline
gelmiĢtir. FuhuĢ, izbe evlerden, kötü otellerden daha sistematik iĢleyen bir sektöre dönüĢmüĢtür.
Sınır ekonomisine dahil olma biçimleri yereldeki kadınla, dıĢarıdan gelen ‗göçmen‘ kadın için çok
farklı bir yol izlemektedir. DıĢarıdan gelen kadın bu ekonominin ‗belkemiği‘ olurken, Hopa‘lı kadın
bu ekonomiye dahil olamadığı gibi, bunun tüm etkilerini kendi yaĢamında, eĢiyle, ailesiyle ya da
çocuklarıyla olan iliĢkilerinde deneyimlemektedir. Özellikle daha önce köyde yaĢamıĢ, köy yaĢamında
söz sahibi olan ve aile ekonomisinde önemli bir rol oynayan kadınlar, Ģehir merkezine göç ettikten
sonra, ailedeki söz haklarını büyük oranda yitirmiĢlerdir. Ekonomik iliĢkilerde atıl duruma düĢen
kadınlar, ev içinde de sadece evislerini yapan, çocuklara bakan ve kocasının eve para getirmesini
bekleyen bir konuma gerilemiĢlerdir. Çay üretimine ve köydeki diğer üretimlere bağlı olan aile
ekonomisi, sınırın açılmasından sonra bu niteliğini kaybedip sınır ekonomisine bağlı hale gelmiĢtir.
Dolayısıyla kadının çay üretimindeki emeği açığa çıkmıĢ ama sınır ekonomisine de dahil olamamıĢtır.
Kandioti (1988:7)‘ye göre kadının statüsünün üretime katkısı üzerinden değiĢtiğini iddia etmek
basit bir ekonomist yaklaĢımdır ve Türkiye‘de kadının ailedeki yerini belirleyen temel etmenler
doğurganlık, yaĢ, taze gelin olmak ya da kaynana olmak gibi ekonomi dıĢı etmenlerdir. Bu aile
iliĢkilerinin ekonomiden bağımsız olduğu anlamına gelmemektedir ona göre ama bu ekonominin yerel
yapılarla etkileĢimi gözardı edilmemelidir. Ancak bu ‗basit ekonomist‘ yaklaĢım bizim örneğimizde
kadının ailedeki yerinin belirlenmesinde temel etmen olmuĢtur. Hopa‘lı kadın sınır ekonomisinin
yarattığı ekonomik faaliyetlere katılamadığı ve topladığı az miktardaki çayın ekonomik değeri
olmadığı için hem eĢiyle olan iliĢkisinde hem de geniĢ aileyle devam eden iliĢkisinde varolan söz
hakkını kaybetmiĢtir.
Hopa‘da sınırın açılmasından sonra ortaya çıkan bu yeni sosyal dinamiklere kadınların uyum
sağlama yollarını anlamak ve ortaya çıkan yeni mağduriyetleri değerlendirmek için yine Kandiyoti‘nin
‗ataerkil pazarlık‘ kavramına bakmakta yarar vardır. Kandiyoti‘ye (1988:13) göre,
Bütün egemenlik sistemlerinde olduğu gibi erkek egemenlik sistemlerinin de hem
koruyucu hem de baskıcı öğeleri vardır ve her sistem içinde kadınların da kendi güç ve
özerklik kaynakları mevcuttur. Dolayısıyla onları eziyormuĢ gibi görünen sistemlere
kadınlar da erkekler kadar bağlı olabilir. Ancak ―ataerkil pazarlık‖lar birtakım karĢılıklı
beklentilerin yerine getirileceği varsayımına dayanır ve bu beklentilerin niteliği
toplumdan topluma değiĢebilir.
Evlerine hapsedilen Hopa‘lı kadınların pazarlığı ise, kocasının evini geçindirecek parayı
kazanmasına karĢılık, sınır ekonomisinin yarattığı herhangi bir ticaret biçimine girmesine gözyummak
ve bunun sonuçlarını kabullenmek olmuĢtur.
Karadeniz Bölgesindeki kırsal dönüĢüm,Kandiyoti‘nin dediği gibi erkekler arasındaki
tabakalaĢmayı derinleĢtirmiĢ, sınırın açılmasıyla farklı bir boyut kazanan bu değiĢim süreci aynı
zamanda kadınla erkek arasında varolan eĢitsizlikleri de derinleĢtirmiĢtir. Kadının varoluĢu erkeğin
sınır ticaretinin yarattığı koĢullara dahil olma biçimine göre Ģekillenmeye baĢlamıĢtır. Kırsal
yaĢamında üretim sürecine katılarak ya da bu sürecin tamamını yüklenerek elde ettiği söz hakkından
da Ģehirde evlere mahkûm edilerek mahrum bırakılmıĢtır.
Geleneksel, toprağa dayalı ataerkil sistemin çözülüĢü, Kandiyoti‘ye göre (2011:50) her ne kadar
kadınları özgürleĢtirici bir potansiyele sahip olsa da, bu sadece bir potansiyel olarak kalmakta,
―kadınlar geleneksel uğraĢılarından kopup boĢ zaman sahibi olmaya baĢladıklarında, üretken üyeler
olarak topluma girmektense, gösteriĢçi tüketim yoluyla erkekler için bir ‗prestij simgesine‖
dönüĢmektedirler. Üstelik bizim örneğimizdeki gibi, sınırın diğer tarafından gelen ‗bakımlı, güzel
giyimli, genç‘ kadınların seksiĢçisi olarak ortamda bulunduğu durumda iĢler zorlaĢmakta eĢitsiz bir
rekabet ortamı ortaya çıkmaktadır. Bu ortamda erkeği için bir ‗prestij simgesi‘ haline gelebilmek
neredeyse imkansız olmaktadır. Kadınlığını bu göçmen kadınlara göre yeniden tanımlamak ve buna
göre kurmak zorunda kalmaktadır. Ya daha güzel giyinerek, daha güzel görünerek, kocasının cinsel
ihtiyaçlarına daha fazla cevap vererek kocasını evde tutmak ya da kocasını baĢka kadınlarla
paylaĢmaya razı olmak zorundadır. Bugün Hopa‘daki kadınlara dayatılan durum budur. Kadınlar
kocasının sınır ticaretinden kazandığı paraya mahkûm duruma gelmiĢ, eve getirilen bu paraya karĢılık
87
çoğunlukla ‗kadınlıklarından‘ vazgeçmiĢlerdir. Kandiyoti (2011:126) ‗sınıf, kast ve etnik kökene bağlı
olarak çeĢitlilik sergileyebilen herhangi bir verili toplumda, kadınların hayat stratejilerini içinde
bulundukları sistemden kaynaklanan bir dizi somut zorunluluk çerçevesinde kurduklarını ileri sürmüĢ
ve bunlara ataerkil pazarlık terimini yakıĢtırmıĢtır. Ona göre ataerkil pazarlık;
Ġki cinsiyetin de uzlaĢtığı ve rıza gösterdiği ama bununla birlikte karĢı koyulabilen,
yeniden tanımlanabilen ve gözden geçirilebilen cinsiyet iliĢkilerini düzenleyen bir kurallar
dizisinin varlığına iĢaret eder. Bu ataerkil pazarlıklar, hem kadınların öznelliklerini hem
de farklı bağlamlarda toplumsal cinsiyet ideolojisinin niteliğini saptamakta güçlü bir etki
yaparlar. Aynı zamanda kadınların aktif ya da pasif direniĢinin hem gerçek hem de
potansiyel biçimlerini etkilerler. En önemlisi, ataerkil pazarlıklar tarih dıĢı ya da sabit
değildirler; toplumsal cinsiyet iliĢkilerinin yeniden müzakeresi ya da mücadele için yeni
alanlar açan tarihsel dönüĢümlere açıktırlar.
Kadınların değiĢen ataerkil iliĢkiler içerisinde ‗pasif direniĢi bu ataerkil pazarlık çerçevesinde
kendi paylarını istemek biçimini alır: ‗itaat, uyumluluk ve erkek onurunun aslında kendi saygın
davranıĢlarına bağlı olduğunun onaylanması karĢılığında korunma ve güvence‘ (Kandiyoti; 2011:139).
Kalaycıoğlu ve Tılıç (1988:235), ev hizmetinde çalıĢan kadınlar üzerine yaptıkları
araĢtırmalarında, kadının iĢ yaĢamındaki durumunu ele alırken sadece kapitalizm ya da ataerkillik gibi
egemenlik iliĢkileri içerisinde değerlendirmenin çoğunlukla kadını bir birey olarak yok saymaya neden
olduğunu söylemektedirler. Bir birey olarak kadın Kalaycıoğlu ve Tılıç‘a göre,
[T]üm ideolojik etkileri kendi potasında yoğurup, olayları, iliĢkileri ve ortamı kendi
koĢullarına uygun ve kendini daha mutlu kılacak stratejiler saptamasıdır. Üstelik bu,
bireyin her gün, her an sürekli yaĢadığı bir meĢrulaĢtırma sürecidir. Bu meĢrulaĢtırma
süreci, kadının aile ve toplum içindeki konumunun belirlenmesindeki ana etkendir.
Her gün kocasının baĢka bir kadınla birlikte olduğunu bilerek yaĢamak ve bunu kabullenmek için
Hopa‘lı kadının da bir meĢrulaĢtırmaya ihtiyacı vardır. Bunu kimi zaman görmezden gelerek
yaparken, kimi zaman da bildiği halde çocukları için kaldığını söyleyerek meĢrulaĢtırmaktadırlar. Bu
söylemler, kadının sınırdaki ekonomik yaĢamın ortaya çıkardığı koĢullarla baĢetme yöntemi,
ataerkiyle yaptığı bir pazarlıktır. Bir taraftan köyden kente göç ederek köydeki birçok ağır iĢten
kurtulmuĢ, ekonomik olarak daha iyi koĢullarda yaĢamaya baĢlamıĢtır ancak bunun için kadınlığından
vazgeçip, çoğu zaman sadece bir anne olarak hanede varlığını devam ettirmek zorunda kalmıĢtır.
Erman‘ın (1998:211)‘ın da belirttiği gibi köyden kente göç, köy kadınları için arzulanan, büyük
beklentiler içeren, daha iyi, daha rahat bir yaĢantı vaadini taĢıyan bir olgudur. Kent bu kadınlar için;
[K]ocasının aile ve akrabalarının baskısından uzaklaĢabileceği, çocukları ve
kocasından oluĢan kendi ailesini kurabileceği, köyün ağır iĢlerinden, hem evde hem
tarlada ‗köle‘ gibi çalıĢmaktan kurtulabileceği, kocanın ‗kazak‘lığının yumuĢayabileceği,
ayrıca çocuklarının eğitim olanaklarına kavuĢacakları, ailenin kentin sağlık ve diğer
hizmetlerinden yararlanabileceği bir ortamdır.
Köyden ilçe merkezine göç eden HemĢinli kadınlar da kayınvalideleri ve kayınbabalarıyla birlikte
yaĢamak zorunda oldukları, hem çay bahçesinde hem tarlada çalıĢıp hem de eviçi iĢleri yapmak
zorunda kaldıkları bir köy yaĢamından kurtulmuĢlardır. Ancak büyük Ģehre değil, ilçe merkezine
göçmüĢ olmak mekân kullanımlarını kısıtlamıĢ, üstüne bir de sınır ilçesinde olmanın yarattığı ve
yukarıda bahsettiğimiz sorunlarla da baĢetmek zorunda kalmıĢlardır. Belki de merkezde karĢılaĢtıkları
bu sorunlar nedeniyle, görüĢme yaptığım kadınlar köy yaĢamına duydukları özlemi sıklıkla dile
getirmiĢlerdir.
Sınırdaki ekonomik yaĢamın ortaya çıkardığı yeni yaĢam dinamiklerini tartıĢırken, HemĢinli
kadınlarla Laz kadınların süreci deneyimleme biçimlerindeki farklılıklara da değinmek gerekmektedir.
Çünkü sınırla beraber köyden Ģehir merkezine göç etme durumu HemĢinli kadınlar için söz konusu
olmuĢtur. Eğitim almamıĢ, hayatı boyunca da sadece çay ve tarla iĢlerinde çalıĢmıĢ HemĢinli
kadınların karĢısına merkezde kendilerine göre daha eğitimli, ‗Ģehirli‘, onların söyleyiĢiyle ―sosyete‖
Laz kadını çıkmıĢtır. Üstelik buna bir de, sınırın diğer tarafından gelen kadınlar eklenince bu
88
hiyerarĢide HemĢinli kadın en altta kalmıĢtır. EĢlerinin sınır ticaretinden daha fazla para kazanması,
aile ekonomisinin düzelmiĢ olması onların sosyal yapıda en altta olma durumunu çok da
değiĢtirmemiĢtir. Sınırla birlikte ortaya çıkan ve Hopa`ya ve daha doğrusu Karadeniz sahiline
genellenebilecek bir gerçeklik de, kadının içine düĢtüğü bu durumun, tuttuğunu koparan, güçlü ve söz
sahibi Karadeniz kadını anlayıĢının yıkılmıĢ olmasıdır. Elbette ki sınırdan önce kadınlar çok rahat
koĢullarda, evin içinde kocalarıyla eĢit bir iliĢki sürdürmemiĢlerdir ancak kadınların üretim sürecinde
yer almaları onlara bazı durumlarda söz hakkı sağlamıĢtır. Sınırın açılması kadın için zaten çok az olan
bu alanı da ellerinden almıĢtır. Bugün, çalıĢma olanaklarının olmaması, topladıkları çayın da
ekonomik olarak bir getirisinin kalmamıĢ olması bu kadınları evlere hapsetmiĢtir.
Laz ve HemĢinli kadınların sınır ekonomisiyle iliĢkisi ve bu ekonominin ortaya çıkardığı
dinamiklerden etkilenmesi dolaylı bir biçimde, kocalarının bu ekonomiye giriĢ biçimine bağlı olarak
Ģekillenmektedir. Bu etkilenme biçimleri, Laz ya da HemĢinli olmaya yani etnik kimliğine ve
kocasının bu ekonomik iliĢkilere hangi biçimde girdiğine bağlı olarak değiĢmektedir. Laz kadınlar, bu
ekonomik iliĢkilerin sonuçlarından daha farklı bir biçimde etkilenmiĢtir. Çünkü Laz erkekler toprak
sahibi olmaları avantajını kullanarak büyük otel sahibi olmuĢ ya da zaten dükkân sahibi oldukları için
esnaflık yapmaya devam etmiĢlerdir. Gümrük Ģirketlerini HemĢinliler kurmuĢ ya da tır sahibi
HemĢinliler olmuĢken, Lazlar Esnaf ve Sanatkârlar Odası baĢkanlığı ya da Ticaret ve Sanayi Odası
BaĢkanlığı yapmıĢlardır, yani resmi kurumlarda, daha ‗temiz‘ iĢlerde çalıĢmıĢlardır. Dolayısıyla sınırın
diğer tarafına yapılan küçük ölçekli ticaretle, Ģoförlükle ya da eğlence sektöründeki gene küçük ölçekli
iĢlerle uğraĢmamıĢlardır. FuhuĢ için bu mekânları iĢleten olmamıĢ, dolayısıyla da Laz kadınlar bu
sektörlerden sistematik bir biçimde değil, daha çok kocalarının seks iĢçileriyle kurduğu bireysel
iliĢkiler üzerinden etkilenmiĢlerdir. Oysa HemĢinli kadınlar için süreç tam tersine bir biçimde
iĢlemiĢtir. Üstelik HemĢinli kadının sadece çekirdek ailesi değil, geniĢ ailesi yakın akrabaları da
bunlardan etkilenmiĢtir. Çünkü HemĢinli erkekler, sınırın açılmasından önce de yaptıkları Ģoförlük
mesleğini sınırın açılmasından sonra daha da arttırmıĢ, aile ve akraba yardımlarıyla kamyonlarını tır‘a
çevirerek iĢin sadece çalıĢanı değil sahibi haline de gelmiĢtir. Ayrıca Hopa merkezdeki daha küçük
mekânlarda bar, lokanta, küçük otel sahipliği yaparak eğlence sektörünün tüm alanlarında kendini var
etmiĢtir. Sınırın diğer tarafındaki kadınlarla hem sınırın diğer tarafında hem de Hopa‘da iliĢki kurmuĢ
ve HemĢinli kadın bu kadınlarla kurulan iliĢkilerin etkilerine sürekli olarak maruz kalmıĢtır. Sınır ilk
açıldığı zamanlarda yükselen boĢanma oranları zaman içerisinde düĢüĢe geçmiĢtir. Kadınlar
‗yuvalarını bozmamak‘, ‗çocuklarını bırakmamak‘ için kocalarını terk etmediklerini söyleseler de, bir
yandan da kocalarının sınır ekonomisi üzerinden sağladığı ekonomik kazançla daha rahat hayatlar elde
etmiĢlerdir. Kandiyoti (1988)‘nin ataerkil pazarlık olarak tanımladığı ve yukarıda ele aldığımız bu
durum, HemĢinli kadının sınır ekonomisinin yarattığı bu iliĢkiler içerisinde kendi durumunu
meĢrulaĢtırma biçimidir.
HemĢinli ve Laz kadının arasındaki iliĢkilerde ortaya çıkan bu ayrım, göçmen kadınla karĢı karĢıya
kalındığında, bu kez her ikisi içinde ortak bir durum, bir rekabet ortamı yaratmaktadır. DıĢarıdan gelen
kadın her ikisinin ortak ―öteki‖si olmaktadır. Bakımlı, güzel ve eĢlerinin kolayca ulaĢabildikleri
göçmen kadınlarla kamusal alanda biraraya gelmemelerine rağmen, kocalarının bu kadınlarla kurduğu
iliĢkiler ve erkeklerin bu kadınlara dair anlatıları üzerinden bir karĢılaĢma gerçekleĢmektedir. ġöyle ki,
hem HemĢinli hem de Laz erkekler için, eğitimli, kültürlü, konuĢmayı bilen, bir görüĢmecinin dediği
Ģekliyle ‗insan ömrünü uzatan‘ bu kadınların gelmesi kendi kadınlarını da değiĢime zorlamaktadır.
Daha önce ‗yiyip, içip, çocuk doğurup ĢiĢmanlayan‘ Karadeniz kadınları erkeklerini kaptırmamak için
kendilerine ‗çeki-düzen‘ vermek zorunda kalmıĢlardır bu erkeklerin söylemlerine göre. Bu kadar
eĢitsiz bir rekabet ortamı, ataerkil sistemin kadınlara yüklediği sorunlara ve atfettiği sorumluluklara
yenilerini eklemiĢtir. Üstelik köyden Ģehir merkezine yakın zamanda göç etmiĢ ve eğitimsiz
bıraktırılmıĢ HemĢinli kadınlar için bu eĢitsizlikler katmerlenmiĢtir. ġehir merkezine göç ettikten sonra
çalıĢma yaĢamında yer bulamayan, köyle iliĢkisi de asgari düzeye inen HemĢinli kadınlar için
evlerinde oturup ‗kocalarını beklemek‘, gün düzenlemek ve rutin eviĢlerini yapmak dıĢında bir yaĢam
alanı kalmamıĢtır. Laz kadınlar için ise hep Ģehirde yaĢamıĢ olmaktan, eğitimli olmaktan ve
dolayısıyla iĢ yaĢamında daha fazla Ģansa sahip olmaktan kaynaklı bir avantaj ortaya çıkmıĢtır fakat
Hopa`nın istihdam koĢulları düĢünüldüğünde bunun çok da büyük bir avantaj olmadığını gözden
kaçırmamak gerekmektedir.
89
Yerel kadın için haksız rekabeti yaratan, bu hikâyenin ‗kötü karakteri‘ olarak görülecek göçmen
kadının hikâyesi ise bir baĢka sömürü ve mağduriyet öyküsüdür. Sınırın yarattığı ekonomik ortama
farklı biçimlerde katılan bu kadınlar da küresel ekonominin ve ataerkinin kurbanı olmuĢlardır. Sınırın
açıldığı zamandan günümüze kadar geçen sürede, sınırı geçip gelen ve sınırdaki ekonomik yaĢama
dahil olan dört farklı göçmen kadın tipinden bahsetmek mümkündür. Bunlar; bavul ticareti için gelen
kadınlar, evlenip yerleĢen kadınlar, seks iĢçisi kadınlar ve temizlik, yaĢlı ve çocuk bakımı gibi eviçi
iĢlerde çalıĢmak üzere gelen kadınlardır.
Sınır ilk açıldığı zamanlarda bavul ticareti olarak adlandırılan ve çoğunlukla da günübirlik yapılan
ticaret için sınırı geçen ve elindeki ürünleri satıp ülkesine dönen kadınlar hem `satıcı` hem de `alıcı
olarak Hopa`daki ekonomik yaĢama katılmıĢlardır. Bu kadınlar çoğunlukla aileleriyle beraber ve
evlerindeki eĢyaları satmak üzere gelmeye baĢlamıĢ, daha sonra ise Karadeniz sahilinden Ġstanbul
Laleli`ye doğru kayan bavul ticaretinin bir parçası olarak devam etmiĢlerdir.
Sınırın diğer tarafından gelen kadının Hopa‘daki günlük yaĢama entegre olabilmesinin en önemli
araçlarından birinin evlilik olduğu söylenebilir. Sınır açıldıktan sonra evlenerek sınırın bu tarafına
yerleĢenlere, hem sahte evlilik yapıp vatandaĢlık alanları hem de gerçekten evlenip gelenleri dahil
etmek gerekmektedir. Hopa`da sahte evlilik yapıp Türk vatandaĢlığını alanların birçoğu Hopa`da
kalamayip çalıĢmak üzere daha büyük Ģehirlere gitmiĢlerdir. Nüfus müdürünün verdiği bilgiye göre,
sınırın diğer tarafından evlilik yapıp gelenlerin sayısı 2004 ten sonra düĢüĢe geçmiĢtir. Çünkü, 2004
yılına kadar, evlilik yapanlar bir günde Türk vatandaĢlığına geçebilmiĢlerdir. Bu nedenle o dönemde
paravan evlilikler çok olduğunu belirten nüfus müdürü, bugün ise vatandaĢ olabilmek için 3 yıl
ikametgah zorunluluğu bulunduğunu ve vatandaĢlık iĢlemlerinin zorlaĢtırıldığını belirtmiĢtir. Bu
nedenle sınırın diğer tarafından gelen kadınlarla evlenme oranı düĢmüĢ gibi görünmektedir. Ancak bu
noktada insanların genelde resmi evlilik yapmadan, nikahsız bir biçimde birlikte yaĢadıklarını da
belirtmek gerekmektedir. Sınırın diğer tarafından gelen ve evlenip yerleĢen bu kadınlar için sürecin
farklı zorlukları vardır. Evlenip geldikleri ailelerdeki özellikle yaĢlı aile üyeler isimlerini değiĢtiriğ,
Türkçe isim koyarak onları sahiplenmeye ya da topluma kabul ettirmeye çalıĢmıĢlardır. Ayrıca bu
kadınların kendilerini aileye ve topluma kabul ettirebilmek için din değiĢtirdikleri de bilinmektedir.
Son dönemlerde sıklıkla bahsedilen bir baĢka durum ise, temizlik, yaĢlı ve çocuk bakımı için sınırı
geçen kadınlar olgusudur. Hopa‘da artık yaygın bir biçimde evlerde çocuk ya da yaĢlı bakımı için
gelip çalıĢan ve çoğu zaman da yatılı olarak kalan Gürcü kadınlara rastlamak mümkündür. Kimileri
çocukları için müzik dersleri aldırırken, birçoğu da temizlik ve yaĢlı bakımı için bu kadınları evlerine
almakta ve bu kadınların birçoğu bu evlerde yatılı olarak kalmaktadır. Bu durum, göçmen kadınlara
karĢı algıların yumuĢamasını sağlayan bir ortam yaratmıĢ aynı zamanda. Sınırın diğer tarafından gelen
kadınlar, Hopa‘lı kadınlar için artık ―yabancı‖ değildir ve onları evlerinde yatıracak kadar
güvenmektedirler. Oysa, sınırın diğer tarafından gelen ‗yabancı‘yla kurulan bu iliĢki, daha önce de
bahsettiğimiz gibi yüzyıllardır birarada yaĢayan Laz ve HemĢinli kadınlar arasında kurulamamıĢtır.
Dünyadaki baĢka sınırlar ve bu sınırlardaki kadınlar tartıĢılırken daha çok eğlence sektörüne
girmiĢ ve seks iĢçisi olarak çalıĢan kadınlar konu edilmektedir. Hopa içinde durum çok farklı değildir.
Bugün, Hopa‘da yaĢayan kadınlarla, sınırın diğer tarafından gelen seks iĢçisi kadınların kamusal
alanda karĢılaĢma ihtimalleri oldukça düĢüktür. Çünkü kurallar içerisinde, belli mekanlarda, belli
sokaklarda ve akĢam belli bir saatten sonra yapılan bir ticaret sözkonusudur artık. Seks iĢçisi
kadınların gittiği kuaförlere yerli kadınlar gitmemekte, mümkün olduğunca aynı dükkanlardan
alıĢveriĢ yapmamaktadırlar. Her ne kadar yerel kadınlar seks iĢçisi bu kadınlarla iletiĢim kurmasa da,
onlara karĢı bir nefret söylemi de yoktur. Burada seks iĢçisi bu kadınlara yönelik yaklaĢımda sol
söylemle bir eklemlenme gözlemlenebilir. Bu kadınlar genel olarak çok da ―kötü‖ algılanmamaktadır.
Hemen herkeste ―onlar da insan‖, ―öbür tarafta yoksulluk çok, mecburen bu iĢi yapıyorlar‖ gibi ortak
bir söylem bulunmaktadır. Yerel kadın eve hapsolduğu için ve dıĢarıdan gelen kadında yukarıda da
belirttiğimiz gibi otellerde hapsolduğu için bu kadınların karĢılaĢma ve iliĢki kurma olasılıkları
oldukça düĢük olmaktadır. Ancak yerli kadınlar ailesindeki erkeklerin (eĢinin, babasının, ya da
oğlunun) bu kadınlarla kurduğu iliĢkilerin etkilerini günlük yaĢamlarının her alanında
deneyimlemektedirler.
90
Özgen, (2006) Iğdır‘da, sınırın diğer tarafından gelen kadınlara dair söylemler üzerinden ―kadın
bedeni üzerinden ötekileĢtirilen ve ötekileĢtiren millet‖ tartıĢması yapmaktadır. Iğdır örneğinde Kürtler
bu kadınların Türk olduğunu, Türkler ise Kürt olduğunu iddia ederek milliyet üzerinden yeni
ötekileĢtirme söylemleri yaratmaktadırlar. Bizim örneğimizde de sınırın diğer tarafından gelen bu
kadınlar üzerinden derinleĢtirilen bir ayrımcılık vardır. Bu etnisite ile toplumsal cinsiyetinkesiĢtiği bir
diğer nokta olmuĢtur aynı zamanda. Sınırın diğer tarafından gelen bu kadınlar ‗öteki‘, bu kadınlara
giden ya da bu kadınların çalıĢtığı mekânları iĢleten de bir kez daha dıĢlanması gereken HemĢinliler
olmuĢtur.
SONUÇ YERĠNE
Sarp sınır kapısının 1988 yılında insan ve araç trafiğine yeniden açılması ile baĢlayan süreç,
Hopa‘da özellikle kadınların günlük yaĢam deneyimlerinde derin etkiler bırakmıĢtır. Sınır hem köyden
kente göç eden HemĢinli kadının, hem Hopa merkezde yerleĢik olan Laz kadının ve hem de sınırın
diğer tarafından gelen göçmen kadının hayatında yeni deneyimler yaratmıĢtır. Hiç kimse ne tamamen
kaybetmiĢ ne de kazanmıĢtır. Kadınlar, çocukları ya da ailesinin bütünlüğünü devam ettirmek için feda
ettiği Ģeyler karĢısında özellikle yaĢamlarını kolaylaĢtıracak maddi kazançlar elde etmiĢ, sınır
ekonomisinin yarattığı ekonomik olanaklardan eĢi üzerinden de olsa kadınlar da yararlanmıĢlardır.
Buna karĢılık toplumsal yaĢamlarında yeni kısıtlamalara ve statü kayıplarına maruz kalmıĢlardır.
Bütün kadın görüĢmecilerin dile getirdiği bu mağduriyetler ve maruz kaldıkları eĢitsizlikler konusunda
bireysel bir takım müdahaleler dıĢında bir çözüm arayıĢı da yoktur.
Hopa`da sınır ekonomisinin toplumsal cinsiyetle kesiĢtiği noktada kadınlar için yeni eĢitsizlikler
ortaya çıkmıĢtır. Farklı etnik kimliğe sahip olsa da, dıĢarıdan gelen kadın karĢısında ortak bir
küçümsenmeye ve aĢağılanmaya maruz kalan Laz ve HemĢinli kadın, buna rağmen birbirine
yaklaĢmamıĢ, birbirlerinin ―ötekisi‖ olmaya ve hatta bu yeni ortama uygun yeni ötekileĢtirme
söylemleri geliĢtirmeye devam etmiĢlerdir. Yerel kadın eğlence sektörünün yarattığı ortamda eve
hapsolurken, dıĢarıdan gelen kadın aynı sektörün bir nesnesi, bedeni üzerinden pazarlık yapılan bir
metası haline dönüĢmüĢ, o da otellere hapsolmuĢtur.
Çay toplayan, tarla-bahçe iĢlerini yapan, çocuklara bakıp, bütün ev iĢlerini yüklenen Hopa‘lı
kadınlar, geçmiĢte geniĢ aile içerisinde yine de daha fazla saygı görüyorken, bugün sarf ettikleri emek
‗görünmez‘ hale gelmiĢtir. Üstelik maddi durumu iyi olan ailelerde yaĢlı ve çocuk bakımı, ev temizliği
gibi iĢler için Gürcü kadınların çalıĢtırılıyor olması –eğer bir de koca dıĢarıda baĢka kadınlarla birlikte
oluyorsa- kadının evde ‗anlamsız bir nesne‘ye dönüĢmesine neden olmuĢtur. Üstelik sınırın diğer
tarafından gelen bakımlı, genç, cilveli ve kocalarının her an ulaĢabileceği seks iĢçileriyle rekabet
etmek zorunda kalmıĢlardır. Hem eviĢleri yapmak, çocuklara bakmak, çay toplamak vb. yüzyıllardır
üzerlerine yapıĢmıĢ kadınlık görevlerini devam ettirmek, hem de güzelleĢmek, bakımlı olmak ve
kocalarını memnun edip evde tutmaya çalıĢmak zorunda kalmıĢlardır. Bu kadar haksız bir rekabet
ortamının bu kadar kolay kabullenilmesi acıklı bir durumdur. Üstelik bunun yarattığı sosyo-psikolojik
etkilerin kadınlar ve çocuklar için çok daha derin sonuçlar doğuracağı da açıktır. Sınırın ilk açıldığı
zamanlarda, çok net rakamlara ulaĢmak mümkün olmasa da, boĢanma oranlarında çok ciddi bir artıĢ
meydana geldiği bilinmektedir. Sınırın diğer tarafından gelen kadınlarla bu tarafta yapılan evlilikler ya
da sınırın diğer tarafında yapılan evlilikler, evlilik dıĢı çocuklar herkesin dile getirdiği ve bugün
neredeyse kanıksanmıĢ bir durumdur. Bugün boĢanma oranlarında düĢüĢ olsa da aile içindeki
iliĢkilerde yaĢanan çözülmeler devam etmektedir.
Türkiye‘de son yıllarda artan bir biçimde kadınların eĢleri, sevgilileri ya da eski eĢleri tarafından
öldürüldüğü haberleri yapılmaktadır. Sayıları tespit edilemeyecek kadar çok kadın ise yine aynı kiĢiler
tarafından Ģiddete uğramaktadır.
Can güvenliğinin bulunmayıĢının yanında, kadınların
mağduriyetlerin bir baĢka boyutu ise, ataerkil sistemin kapitalist sistemle kesiĢtiği noktada ortaya
çıkan ve kadının yaĢamın ekonomik, sosyal ve kültürel her alanında ezilmesiyle, yok sayılmasıyla ve
kamusal alandan dıĢlanmasıyla sonuçlanan günlük yaĢam deneyimleridir. Bu çalıĢmaya inceleme
konusu olan sınır bölgeleri de kendilerine özgü yaĢam koĢulları nedeniyle bu bölgelerde yaĢayan hem
yerel hem de göçmen kadınların bu mağduriyetleri fazlasıyla yaĢadıkları yerlerdir. Bu bölgelerdeki
göçmen kadınların ekonomik yaĢamda baĢat bir rol oynaması (bavul ticareti ya da seks iĢçiliği
yaparak), göçmen kadınların bu varoluĢ biçimlerinin yerel kadınların hemen bütün yaĢam pratiklerini
91
etkilemesi ve kapitalizmin ataerkiyle kesiĢtiği noktada kadın olmaktan kaynaklı yaĢanan
mağduriyetlerin kolayca izlenebilmesine olanak yaratmıĢtır. Sınır bölgesinde kadın olmak,
Türkiye‘nin herhangi bir yerinde kadın olmaktan daha farklı zorlukları barındırmaktadır.
Sonuç itibariyle, bir tarafta evlerine hapsedilmiĢ yerel kadınların, diğer tarafta ise otellere
hapsedilmiĢ göçmen kadınların olduğu ve Ģekil değiĢtirmiĢ olsa bile herbiri için erkeklere bağımlı
yaĢamın devam ettiği bir ortam yaratmıĢtır, sınır ekonomisinin ortaya çıkardığı eğlence sektörü. Ancak
buradan sınırın sadece dezavantajlar yarattığı sonucunu çıkarmak doğru olmayacaktır. Bu çalıĢma
göstermiĢtir ki, sınır, varolduğu bölgelerde, bu bölgelerde yaĢayan insanlar için avantajlar ve
dezavantajlar yaratmaktadır. Bu bölgede yaĢayanlar ne sadece mağdurdur ne de sadece
yararlanıcıdır(beneficiar). Aynı sınır kapısı zaman zaman olanaklar yaratıp, kimi zaman da büyük
olumsuzluklara ve olanaksızlıklara neden olabilmektedir. Sınırın yarattığı bu olanaklardan faydalanma
ya da olumsuzluklardan zarar görme durumunda kiĢinin cinsiyeti, ya da etnik kimliği önemli
olmaktadır.
KAYNAKLAR
Erman, T. (1998). Kadınların bakıĢ açısından köyden kente göç ve kentteki yaĢam. In. AyĢe Berktay
Hacımirzaoğlu (Ed). 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler. Türkiye ĠĢ Bankası Yayınları.
Kalaycıoğlu, S. &Rittersberger, H. (1998). ĠĢ iliĢkilerine kadınca bir bakıĢ: Ev hizmetinde çalıĢan
kadınlar. In. AyĢe Berktay Hacımirzaoğlu (Ed). 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler. Türkiye ĠĢ
Bankası Yayınları.
Kandiyoti, D. (1988). BargainingwithPatriarchy. GenderandSociety, Vol. 2, No. 3, Special
IssuetoHonorJessie Bernard. pp.274-290.
Kandiyoti, D. (2011) Cariyeler, bacılar, yurttaĢlar: kimlikler ve toplumsal dönüĢümler. ĠST: Metis
Yayınları.
Özgen, N. (2006). Öteki‘nin kadını: Beden ve milliyetçi politikalar. Toplumbilim, 19, 125-137.
92
HAKKÂRĠ‟DE YAġAYAN KADINLARIN GELENEKSEL ROL SAHĠPLENMELERĠ
ĠLE TOPLUMSAL HAYATA KATILIMLARI ARASINDAKĠ ĠLĠġKĠ
Tuğba METĠN1
ÖZET
Toplumsal cinsiyet, sosyalizasyon süreciyle elde edilen ve bireylerin bu bağlamda içselleĢtirdiği
davranıĢ örüntülerini içerir. Bu çerçevede, bu makalenin ana savı kadınların toplumsal hayata
katılsalar bile toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin içselleĢtirmeleri fazla etkilenmemektedir. Pierre
Bourdieu‘nun kuramsal yaklaĢımından, habitus ve sosyal sermaye kavramından hareketle çalıĢma
sonucunda, kadınların sosyal sermayesi artıkça, geleneksel kadın ve erkek rollerine iliĢkin
tutumlarının fazla değiĢmediği sonucuna ulaĢılmıĢtır.
Bu argüman, Hakkâri‘de yaĢayan 15 yaĢ ve üzeri kadınlar üzerine yapılan bir araĢtırma temelinde
tartıĢılacaktır. Kadınların geleneksel cinsiyet rollerine bakıĢ açısı ―kadın kocasının sözünden dıĢarı
çıkmaz‖ve ―erkek ailenin reisidir‖argümanlarına yaklaĢımları ile ölçülecektir. Toplumsal hayata
katılım ise eğitim, çalıĢma, kursa gitme, boĢ zamanlarında derneklerde çalıĢma, değiĢkenleri ile analiz
edilecektir. Nicel bir çalıĢma olan araĢtırmanın örneklemini, evreninin %1,5 temsili ile 1177 kadın
katılımcı oluĢturmuĢ ve anket ile veriler toplanmıĢtır.
Bulgulardan hareketle araĢtırmanın en önemli politik çıkarımı kadınların sosyal hayata katılımına
yönelik politikalar geliĢtirmek önemli olsada, içselleĢtirilmiĢ toplumsal cinsiyet rollerinin değiĢimi
için daha uzun vadeli toplum mühendisliğine ihtiyaç duyulduğudur.
Anahtar Kelimeler: Toplumsal cinsiyet, sosyal hayata katılım, ataerkil cinsiyet rolleri, ataerkil
ideoloji, sosyal sermaye
ABSTRACT
Gender is gained via socialization and involves the behaviors that people internalize in this
concept. From this point of view, this article‘s main argument is that although women have roles in
social life, their internalization of these roles by means of gender is not affected. With reference to
Pierre Bourdieus‘ habitués and social capital terms in his theoretical approach, it is concluded that
whilst women get more social capital, their attitudes towards gender roles do not change so much.
This conclusion will be discussed on the base of a research on women above 15 in Hakkari.
Women‘s attitudes to traditional gender roles will be analyzed around their approaches to the
arguments ―Woman must obey her husband all the time.‖ and ―Man is the head of the household.‖
Participation in social life will be analyzed around the variables education, working conditions,
attending a course and spending free time in an association. The sample of the research constitutes
1177 women, which represents %1.5 of the population and the data is collected with questionnaire
used in quantitative research technique.
The most obvious political implication of our findings is that while it is important to develop some
politics related with the women‘s participation in social life, there is a need for social engineering in
the long term to change internalized gender roles.
Keywords: Gender, participation in social life, patriarchal gender roles, patriarchal ideology,
social capital.
1
ArĢ.Gör.,Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi, Fen- Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
[email protected]
93
GĠRĠġ
“…Batılı Kadınlar için Kadın işi annelerin
çocuk doğurmaları, evlerine ve ailelerine
bakmaları, gönüllü işler ve el işleri yapmaları
anlamına geliyordu. Erkek işi ise babaların evin
dışında işlerde çalışmaları, para kazanmaları,
ailede, toplumda ve ülkede baskın konumda
olmaları demekti…” H.R. Bell; Erkek işi/ Kadın
İşi, Psilon Yayınları, İstanbul, s. 18
Biyolojik farklılıkları açıklayan bir kavram olan cinsiyet, kadın ve erkek olarak iki ayrı cinsi ifade
etmektedir. Batı‘da cinsiyet (seks) kavramından ayrı olan, feminist yazın literatürde önemli bir yere
sahip olan ―gender‖ kavramı ise kültürel ve sosyo-psikolojik olanın farklılığını belirtmek için
kullanılmaktadır (BaĢak, 2010; Mottier, 2002). Bireylerin toplumsal cinsiyeti ise sosyalizasyon
sürecinde elde edilmiĢtir. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet toplum tarafından kurgulanmıĢ, kadın ve
erkek için farklı rol tahsisi içermektedir.
Kadının evine (özel alan) ait olması gerektiği, erkeğin ise dıĢ dünya (kamusal alan) ile iliĢkisi
olması gerektiği düĢüncesi yüzyıllardan beri toplumlara egemen olan bir anlayıĢtır. Fakat toplumların
geçirdiği değiĢim ve dönüĢümler toplumsal hayatın tüm alanlarında olduğu gibi toplumsal cinsiyet
alanını da etkilemiĢtir. Bu değiĢimlerden en önemlisi kuĢkusuz sanayileĢmedir. SanayileĢmeden önce
üretim aileler tarafından kendi üretimleri için yapılırken endüstri devrimiyle baĢlayan süreçte iĢ
yerleri, ev ve aileden ayrılarak üretim bunların dıĢındaki organizasyonlarla gerçekleĢmeye baĢlamıĢtır
(Kapız, 2003): Bu noktadan itibaren iki ayrı alan olarak ele alınmaya baĢlayan iĢ yeri ve ev, kadın ve
erkeğin etkinlik göstereceği alanlar olarak ayrılmıĢtır.
Aydınlanmacı Liberal Feminizm özel alan ve kamusal alan ayrımına Ģiddetle karĢı çıkarak kadın
ve erkeğin eĢit haklara sahip olması gerektiğini savunmuĢtur. Kadınların erkeklerden ontolojik olarak
farklı olmadığını, farklılığın toplumsal olarak inĢa edildiğini belirterek, kadınların erkekler gibi eğitim
almasının, demokratik haklara (oy verme) ve hukuki haklara (boĢanma, mülk edinme vb.) sahip
olmasının kadınları özgürleĢtireceğini belirtmiĢlerdir Böylece kadın gelenekselliğin hurafelerinden
kurtularak özgürleĢecektir (Donovan, 2010:45).Yani kadınlar ve erkekler arasındaki toplumsal
alandaki eĢitsizliklerin ortadan kaldırılması kadınların içselleĢtirdiği rolleri de etkileyerek onların
erkekler ile aynı konumda olmasını sağlayacaktı (Connell, 1998:60). Günümüzde kadınların elde ettiği
hukuki ve demokratik haklar ve buna bağlı olarak kamusal alanda etkinlik göstermeye baĢlaması
geleneksel ataerkil düzen içerisindeki konumlarını değiĢtirmeye yetmemiĢtir. Oysa cinsiyet eĢitsizliğin
kökenini daha farklı yerlerden aramak gereklidir. Kadın ve erkeğe iliĢkin geleneksel roller yeniden ve
yeniden kurgulanmaktadır.
Günümüzde yapılan tartıĢmalar özel alan ile iliĢkilendirilen kadının kamusal alanda daha fazla yer
almasıyla geleneksel rolleri konusundaki tartıĢmaları beraberinde getirmiĢtir. Aile iliĢkilerinin eĢitsiz
yapısı, bir yandan toplumsal ve siyasal uzantılara sahip iken öte yandan bunları yeniden üreten bir
özellik gösterir (Bora ve Üstün, 2005:13)..
Bu bağlamda araĢtırmanın konusunu Hakkâri‘de yaĢayan kadınların toplumsal hayata katılım
dinamiklerinin geleneksel rol sahiplenmelerine etkisidir. Kadınların geleneksel rol sahiplenmeleri
hususunda birtakım etkenlerin olduğu açıktır. Bu bağlamda bu araĢtırmanın problemi bu dinamiklerin
neler olduğudur. AraĢtırmanın amacı ise toplumsal hayata katılım dinamikleri bakımından kadınların
geleneksel rol sahiplenmelerinin ne Ģekilde etkilendiğinin tespitidir.
1. KURAMSAL YAKLAġIM: ERKEK EGEMEN YAPININ TOPLUMSAL YENĠDEN
ÜRETĠMĠ
Kadın ve erkek arasındaki toplumsal olarak kurgulanan suni eĢitsizliğe karĢı duran bir ideoloji olan
feminizm, bu eĢitsizliğin kökenlerini sorgular. Bu araĢtırmanın konusu olan Hakkâri‘de yaĢayan
kadınların geleneksel rol sahiplenmeleri ile toplumsal hayat katılımları arasındaki iliĢkinin kuramsal
yaklaĢımını oluĢturan Bourdieu‘nun kuramına geçmeden önce kendisinden önce Feminist kuram
literatüründe bu konuyla ilgili yapılan tartıĢmalara bakılacaktır.
94
Kadın ve erkek arasındaki eĢitliği sağlamaya yönelik bir ideoloji olan feminizmin ilk dalgasında
Aydınlanmacı Liberal feministler, kadının özel alan ile sınırlandırılmasına karĢı çıkarak, toplumsal
dönüĢümün kadının öncelikle eğitim alması gerektiğine özellikle vurgu yapmıĢlardır. Daha sonrasında
ise oy verme hakkı ve piyasada erkekler ile birlikte eĢit konumda olmak gibi (eĢit iĢe eĢit ücret) hak
taleplerinde bulunmuĢlardır (AltınbaĢ, 2006). Erkek ve kadın arasında toplumsal olarak kurgulanan
eĢitsizliğe karĢı çıkan bir ideoloji olan feminizmin eĢit haklar mücadelesinin bu ilk dalgasında kadınlar
kamusal alanda büyük mücadelelerin sonucunda önemli kazanımlar elde etmelerine rağmen cinsiyet
ayrımcılığını özsel olarak değiĢtirmekte baĢarısız olunmuĢtur (Karadağ ve Sabancılar, 2012).
1968‘li yıllara kadar süren Birinci Dalga Feminizm bundan sonra yerini ikinci dalga feminizme
bırakmıĢtır (Özsöz, 2008). Ġkinci dalga feminizm ile birlikte sorgulanmaya baĢlanan toplumsal cinsiyet
rolleri ve buna bağlı olarak ortaya çıkan iĢ bölümü, kamusal alan ve özel alan kavramları ile liberal
demokrasi anlayıĢına getirilen eleĢtiriler bu akımın temel karakteristiğini oluĢturmaktadır
(Morsünbül). ModernleĢme projesinin bir bileĢeni olarak ortaya çıkan Birinci Dalga Kadın Hareketini
Yaraman (2008) kadını erkekleĢtirme projesi olarak adlandırmıĢ, bunun da ikinci dalganın çıkıĢ
noktası olduğunu belirtmiĢtir.
Kadının ikincil konumda olmasının varoluĢsal nedenlerini ele alan Simone de Beaviour ikinci
dalga kadın hareketinin en etkili ismidir. VaroluĢsal bakıĢ açısını feminist hareket ile sentezleyerek
toplumsal olarak kurgulanan kadın-erkek eĢitsizliğine açıklama getirmeye çalıĢmıĢtır. ―Kadın
doğulmaz, kadın olunur‖ sözü 1970‘lerden itibaren bu konuda yapılan feminist çalıĢmaların anahtar
kavramı olan biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet ayrımını en iyi açıklayan söz olarak Feminist
literatürde yerini almıĢtır (Gezgin, 2012). Ġnsan hakları bakımından erkeklerle eĢit düzeyde
sağlanmaya çalıĢılan biçimsel eĢitlik erkek egemenliğini yalnızca yasalarla sınırlamıĢ, özsel olarak ise
erkek egemenliği devam etmiĢtir (Yaraman, 2010).
Modernliğin eleĢtirisi noktasından hareketle baĢlayan ikinci dalga kadın hareketi ile birlikte
ataerkilliğin yeniden üretimiyle ilgili tartıĢmalar yavaĢ yavaĢ sosyal bilimler literatüründe yer almaya
baĢlamıĢtır. Bunlardan en önemlisi Bourdieu‘nun ―Masculen Dominatin‖ (2001) ve Connell‘ın
―Toplumsal Cinsiyet ve Ġktidar‖ (1998) adlı çalıĢmalarıdır. Her ikisi de ataerkil yapının gündelik
yaĢam içerisinde nasıl kurgulandığını ve kadınların üzerinde hegomonik bir etki yaratarak kadınların
bunu nasıl içselleĢtirdiklerini ele almaktadır.
Feminist teorideki tartıĢmalarının ekseninin ataerkil sistem, sınıfsal konum ve sosyalizasyon süreci
gibi etkenlerin toplumsal yapı içerisinde kadınları baskı altına altığı ve ezdiği görüĢünden toplumsal
cinsiyet kimliğinin değiĢim ve dönüĢümüne kayması Bourdieu‘nun kuramının feminist teori içerisinde
etkinliğini arttırmıĢtır (Mcnay, 2000, akt.Öztimur, 2010:589).
Feminist teori tartıĢmalarında önemli bir yere sahip olan Bourdieu‘nun ―Habitus‖, ―alan‖ ve
―sermaye‖ (sosyal, kültürel, ekonomik ve simgesel), ―simgesel Ģiddet‖ kavramları toplumsal cinsiyet
iliĢkilerinin analizinde kilit kavramlardır (Mcnay,1999; Ashall, 2004). Ayrıca kullandığı oyun
metaforu Bourdieu‘nun faillerin (aktif ve eyleyen olarak) toplumsal hayata nasıl ve ne Ģekilde
katıldıklarını anlamaya olanak tanır. Fakat Bourdieu için faillerin eylemleri ne sadece toplumsal olarak
sınırları çizilmiĢtir ne de eyleyenlerin tamamen özgür iradesine bırakılmıĢtır (Öztimur, 2010:585). ĠĢte
bu noktada kadınların, toplumsal cinsiyet rollerini içselleĢtirerek sistemin yeniden üretimine katkıda
bulunmaları noktası önem kazanmaktadır. Dolayısıyla bu araĢtırmanın ana savı olan kadınların
toplumsal hayata katılım dinamikleri bakımından (eğitim, çalıĢma durumu, kursa girme ve dernekte
çalıĢma gibi) avantajlı konumda olsalar dahi içselleĢtirilmiĢ toplumsal cinsiyet rollerinden dolayı
erkek egemen yapının hegemonik baskısından kurtulamamaktadırlar. Pierre Bourdie‘nun toplumsal
cinsiyet düzenine iliĢkin kuramsal yaklaĢımına geçmeden önce kullandığı temel kavramlara göz atmak
gerekir.
Bourdieu habitus, sermaye ve alan kavramlarını kullanarak hem toplumsal iliĢki kalıplarını ortaya
koymak hem de bireylerin algılarını araĢtıran ―inĢa‖cı bir bakıĢ açısı sağlama çabası içerisindedir
(Wacquant, 2007:61). Bourdie‘nun terminolojisinde alan kavramı oyun metaforu ile benzerlik
kurularak açıklanır. Yani eyleyenlerin (faiillerin) farklı sermaye türlerini kullanarak (ekonomik,
toplumsal, kültürel ve simgesel) farklı alanlarda, o alanın kurallarına uygun olarak birbirleriyle
mücadele ettikleri yerdir. Bourdieu bu anlamda alanı Ģu Ģekilde tanımlar:
95
Çözümleyici açıdan alan, konumlar arasındaki nesnel bağıntıların
konfigürasyonu ya da ağı olarak tanımlanabilir. Bu konumlar, varoluĢları ve
kendilerini iĢgal edenlere, eyleyicilere ya da kurumlara dayattıkları belirlenimler
açısından, farklı iktidar (ya da sermaye) türlerinin dağılım yapısındaki mevcut
potansiyel durumlarıyla (situs), ayrıca diğer konumlara nesnel bağıntılarıyla
(tahakküm, itaat, benzeĢme vb.) nesnel olarak tanımlanır. Söz konusu iktidar (ya da
sermaye) türlerine sahip olmak, alanda elde edilebilecek özgül faydalara eriĢimi
belirler. (Bourdieu ve Wacquant, 2007: 81)
Bir duygu olarak ele alınan habitus ise failin kim olduğu, dünyada nasıl var olduğunu, karakteristik
eylemler setini anlatır (Calhoun, 2010: 103). Bu anlamda habitus alan tarafından yapılandırılarak,
bedenleĢmiĢ toplumsallık olarak nitelendirilir (Bourdieu ve Wacquant, 2007:118). Kurumlar ve
benden arasında bir kesiĢim noktası olan habitus, bireyin salt biyolojik varlık olmanın ötesine
geçirerek sosyo-kültürel düzene uyum sağlamasına olanak tanır (Calhoun, 2010:104). Yani oyuna
katılmak için habitus önemlidir. Çünkü oyunlar belli kurallara uymayı gerektirir. Habitus fail için
dıĢsal toplumsal yapıların içselleĢtirilmesiyle ortaya çıkmaktadır (Tatlıcan ve Çeğin, 2010:315).
Habitus Bourdieu‘nun bir anlamda terminolojisinde farklılıkları üreten ve dolayısıyla eĢitsizliklere
neden olan bir faktör olarak karĢımıza çıkmaktadır (Öztimur,2010:586). Bourdieu, toplumda
cinsiyetler arası eĢitsizliği de yine bu kavramla açıklamaya çalıĢır.
Pierre Bourdieu (2001) erkek egemenliğinin toplumsal olarak yeniden üretimini
―MasculenDomination‖ adlı eserinde incelemiĢtir. Alan, habitus, simgesel Ģiddet ve simgesel iktidar
kavramları kullanarak kadınların toplumsal cinsiyet rollerini nasıl içselleĢtirerek ataerkil sistemi
yeniden inĢa ettiklerini açıklar. Cezayir kabilelerinde yaptığı etnografik çalıĢmaların bulgularını içeren
bu çalıĢmada Bourdieu toplumsal cinsiyetin nasıl inĢa edildiğini Ģu Ģekilde açıklar:
Bu düzen bir yandan zaman ile mekânın toplumsal örgütlenmesinde ve cinsler
arası iĢbölümünde ifade edildiği Ģekliyle toplumsal yapılar, diğer yandan
bedenlerde, zihinlerde kazılı biliĢsel yapılar arasında kurulan neredeyse kusursuz
ve doğrudan uyum sayesinde son derece doğal kabul edilir. Aslında ezilenler yani
kadınlar, toplumsal ve doğal dünyanın her nesnesine, özellikle içinde yer aldıkları
tahakküm bağlantısına, aslında bu bağıntının gerçekleĢtiği kiĢilere, üzerinde
düĢünülmeyen düĢünce Ģemaları uygularlar. Söz konusu Ģemalar bu iktidar
bağıntısının kelime çiftleri halinde (yukarı/ aĢağısı, büyük/ küçük, dıĢarısı/içerisi,
düz/eğik vb.) içselleĢtirmesinin ürünüdür, dolayısıyla onları bu bağıntıyı tahakküm
edenlerin bakıĢ açısından, yani doğalmıĢ gibi kurmaya yöneltir. (Bourdieu ve
Wacquant, 2007:171)
PatriarĢinin yani erkek egemen sistemin kadını baskı altına alıĢına dair literatürde farklı kuramsal
yaklaĢımlar bulunmaktadır. Örneğin Walby (1989)‘nin toplumsal yapının bir sistemi olarak
tanımladığı patriarĢi yani ataerkillik, erkeğin baskın ve egemen olduğu, bu yolla kadını sömürdüğü bir
sistemdir. Walby ataerkilliği özel ve kamusal olarak ikiye ayırarak sistemin toplumsal yapının geniĢ
bir kısmını kapsadığını belirtir. Kadınlar ise kendilerini ezen ve sömüren sisteme uyum sağlamak
zorundadır. Bourdieu‘nun feminist teoride ilgi uyandırmasının nedeni ise ―eyleme‖ kavramının
toplumsal cinsiyet kimliğinin değiĢme ve dönüĢme sürecinde etkisini ele almasıyla alakalıdır
(Öztimur, 2010:589). Salt toplumsal belirlenimlere sahip eylemlerde bulunmayan faillerin strateji
geliĢtirme potansiyelleri bulunmaktadır (Öztimur, 2010:587). Bunun için Kandiyoti (2011) kadınların
var olan uyum ve direniĢ stratejilerini, ―ataerkil pazarlık‖ kavramını kullanarak açıklamaya çalıĢmıĢtır.
Erkek egemenlik sisteminin baskıcı öğeleri olmasına rağmen kadınların da güç kaynakları mevcuttur,
bu yüzden aslında kadınları eziyor gibi görünen bu sisteme kadınlar da erkekler kadar bağlıdır.
.Kurallarını erkeklerin belirlediği bu sistemde kadınlar yer alabilmek için bu kuralları benimseyerek
bir takım davranıĢlarda bulunmaktadır (Demren, 2003). Öyleyse kadınlar sistemin yeniden inĢasında
aktif rol oynarlar.
Sosyal ve kültürel sermaye, erkek ve kadının davranıĢlarını, kararlarını ve tutumlarını belirleyen
bir alan olan toplumsal cinsiyet habitusunu oluĢturur (Ashall, 2004). Eril tahakküm kadınlar tarafından
toplumsal düzenin doğal bir parçası olarak kabul edilir. Bourdieu tahhaküm çözümlemesinde önemli
96
bir nosyon olan Simgesel Ģiddeti Ģu Ģekilde açıklar: ―Eyleyiciler, kendilerini belirleyeni
yapılandırdıkları kadar kendilerini belirleyenin etkililiğini üretmeye katkıda bulunan eyleyicilerdir‖.
Kadınların kendi habituslarında meĢrulaĢtırarak içselleĢtirdikleri ve yeniden ürettikleri bu durumu,
erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü olarak Bourdieu ―sembolik Ģiddet‖ olarak kavramsallaĢtırır
(aktaran, Öztimur, 2010).
Erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü ve kadınların bunu içselleĢtirmeleri noktasında Connell‘ın
―hegomonik erkeklik‖ kavramına değinmek gerekir. Connell Bourdieu‘nun kavramlarından yola
çıkarak toplumsal cinsiyet eĢitsizliğini açıklamaya çalıĢır. Connell (1998:172)‘a göre bir ailenin
toplumsal cinsiyet rejimi Ģu üç yapı tarafından belirlenir: duygusal iliĢkiler, ücret ve mesleğin
belirlediği iktidar, iktidarın belirlediği iĢbölümü. Bu durumda Hegomonik erkeklik ortaya çıkmaktadır.
Hegemonik erkeklik kavramı Connell‘ın çalıĢmalarında sıkça rastlanılan bir kavramdır. Gramsci‘nin
Ġtalya‘daki sınıf iliĢkileri analizinde var olan toplumsal üstünlüğü belirtmek için kullandığı hegemonya
kavramı Connell‘ın toplumsal cinsiyet analizinde erkeğin kadına üstünlüğünü açıklamak için
kullanılmıĢtır (Connell, 1998:247). Connell hegemonik erkeklik ve ön plana çıkarılan kadınlık
arasındaki uyumun, ―erkeğin kadın üzerindeki egemenliği kurumsal bir hale getiren pratiklerden
kaynaklandığını‖ belirtir (1998:251). Yani toplumsal cinsiyet iliĢkileri günlük yaĢamda kültürel
pratikler vasıtasıyla yaratılmaktadır. Sonuçta ise kadınların bunları içselleĢtirmesiyle meĢru hale
gelmektedir.
Connell gibi Bourdieu da patriarĢik toplumsal cinsiyet düzenin belli kadınlık ve erkekliği bireylere
dayattığını savunur. Ġktidar iliĢkilerinin oluĢtuğu ve yeniden üretildiği alan olarak gündelik yaĢam
Bourdieu‘nun kuramsal analizinde önemli bir yere sahiptir (Öztimur, 2010:584). Connell (1998)‗ın da
belirttiği gibi toplumsal cinsiyetin kurumsallaĢması, yeniden üretim aracılığı ile döngüsel pratikler
tarafından biçimlendirilmesine bağlıdır. Cinsiyet farkları her bir cins için ―habitus‖ alanı yaratarak bir
sistem oluĢturur ve ortaya çıkan ―eril tahakküm‖ cinsiyete dayalı bir iĢbölümü olarak toplumsal
yaĢamda tezahür eder (Sancar, 2011:190). Yani habitus toplumsal farklıkları ve eĢitsizliği toplumsal
yaĢamda ortaya çıkaran bir etkendir (Öztimur, 2010). Kadınları sınırlayan cinsiyetçi habituslar, onların
ev içi roller ve edilgin davranıĢ kalıplarını benimsemeleri sonucunu ortaya çıkarır. Böylece ataerkil
sistem kendini yeniden üreterek varlığını sürdürür (Yaraman, 2008).
Bu araĢtırmada da geleneksel toplumlarda yaygın bir görüĢ olan ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı
çıkmaz‖ ve ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumları Hakkâri özelinde ele alınacaktır.
Kadınları sınırlayan bu cinsiyetçi habitusların kadınların toplumsal hayata katılım dinamiklerinden
nasıl etkilendiği ortaya konulmaya çalıĢılacaktır.
2. LĠTERATÜR TARAMASI
Günümüzde toplumsal cinsiyet eĢitliğinin sağlanması amacıyla Dünyada ülkelerin resmi politikası
haline gelen atılımlar söz konusudur. Toplumsal cinsiyet eĢitsizliğinin erkekleri de olumsuz yönde
etkilediği yaklaĢımından hareketle Avusturya ve Finlandiya gibi ülkeler tarafından devlete bağlı
birimler ve konseyler oluĢturulmuĢtur (Sayer, 2011). Bu politikaların hedefi toplumsal cinsiyet
eĢitliğine erkeklerin de katılmasını sağlayarak bir değiĢim ve dönüĢüm sağlamak hedeflenmektedir.
Türkiye‘de ise kadınların toplumsal fırsatlardan erkekle ile eĢit biçimde yararlanmasının sağlanması ve
kadının insan haklarının korunmasına yönelik olarak Toplumsal Cinsiyet EĢitliği Ulusal Eylem Planı
(2008-2012) yürürlüğe girmiĢtir. Ulusal bir mekanizma olarak baĢbakanlığa bağlı olarak kurulan
Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından yürütülen projede kadınların eğitim, sağlık ve istihdam
gibi alanlarda fırsat eĢitliğini sağlamaya yönelik farklı kurum, kuruluĢ ve üniversitelerle iĢbirliği
çerçevesinde çalıĢmalar yürütülmeye baĢlanmıĢtır (KSGM, 2009).
Türkiye‘de toplumsal cinsiyet eĢitliğine dair mevcut duruma bakıldığında ise, dünya genelinde
yapılan araĢtırmalarda Türkiye‘nin toplumsal cinsiyet eĢitliği bakımından oldukça geri sıralarda
olduğu görülmektedir. UNDP (BirleĢmiĢ Milletler Kalkınma Programı)‘nın her yıl yayınladığı
ülkelerin Toplumsal Cinsiyet EĢitliği Endeksine göre Türkiye 148 ülke ve bölge arasında 68. Sırada
yer almaktadır. UNDP‘nin 2013‘teki Toplumsal Cinsiyet EĢitliği Endeksi raporuna göre, Türkiye
yaĢayan kadınların baĢta eğitim olmak üzere, siyasi katılım, mecliste kadın temsili, iĢ hayatına katılım
konularında oldukça geri sıralardadır (UNDP, 2013). Görüldüğü toplumsal cinsiyet eĢitliğine dair
kamusal alanda kadınlara erkeklerle aynı fırsat eĢitliğinin sağlanması, köklü bir toplumsal değiĢim ve
97
dönüĢüm için yeterli değildir. Bundan dolayı bu sorunun temeline inen araĢtırmalara daha fazla ihtiyaç
olduğu görülmektedir.
Toplumsal cinsiyet düzeninde cinsiyetler arası iĢbölümü kadının rolünü ev içinde (özel alanda)
tanımlarken, erkeğin rolünü dıĢarıda, ailesini geçindirmek ile tanımlanmıĢtır. Böylece evi geçindirme
erkeğin görev alanı içerisine alınmıĢtır. Kadınların aile reisi yani evi geçindirdiği durumlar genellikle
erkek reisin olmadığı durumlarda söz konusudur ( Dedeoğlu, 2000). AĢağıda toplumsal cinsiyet
rollerinin kadınlar tarafından içselleĢtirilmesi ve buna eğitim, istihdam ve bir sivil toplum kuruluĢunda
çalıĢma gibi toplumsal hayata katılım dinamiklerinin etkisinin incelendiği çalıĢmalar ele alınmıĢtır.
Kadının ev içi rol ve sorumluluklarında eğitimin değiĢime yol açtığını belirten araĢtırmalar
bulunmaktadır. Ersoy (2009) tarafından Malatya ilinde 288 kadın ile yapılan araĢtırmanın bulgularına
göre ―erkeğin üstün olması ve evde sözünün geçmesi‖ tutumuna, kadınların eğitim seviyesi arttıkça
karĢı bir tavır takındıkları tespit edilmiĢtir. Katılımcılar içerisinde okuma-yazma bilen fakat okul
bitirmemiĢ kadınların %33,3‘ü bu düĢünceye karĢı iken, yüksekokul mezunu kadınların ise %89,4‘ü
bu düĢünceye karĢı çıkmıĢtır. Öte yandan Günindi-Ersöz (2012) eğitim seviyesinin artmasının
toplumsal cinsiyet ile ilgili tutumları değiĢtirmeyeceğine iĢaret etmiĢtir. Gazi üniversitesinde öğrenim
gören 837 kadın ve erkek öğrenci ile gerçekleĢtirilen çalıĢmada, toplumsal cinsiyet ile ilgili tutumların
yer aldığı sorular öğrencilere öncelikle birinci sınıfta, daha sonrasında dördüncü sınıfa geldiklerinde
yöneltilmiĢtir.ÇalıĢmanın bulguları göstermiĢtir ki öğrenciler dördüncü sınıfta belirttikleri görüĢ ile
birinci sınıfta belirttikleri görüĢ arasında anlamlı bir farklılık bulunmamaktadır. Günindi-Ersöz (2012)
bu durumu mevcut eğitim sisteminin parçası olduğu sosyal yapı tarafından belirlenmesine bağlar. Var
olan toplumsal iliĢki ve pratikleri meĢruiyet kazandıran eğitim sonuç olarak bağlı bulundukları
toplumun niteliğini taĢırlar (Ökten, 2009)
Günay ve Bener (2011) tarafından kadınların toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde aile içi
yaĢamı algılama biçimlerini belirlemek amacıyla, Ankara‘da oturan toplam 575 evli kadınla anket
çalıĢması yapılmıĢtır. Yapılan çalıĢmanın bulgularına göre öğrenim ve çalıĢma durumu ile ―ailenin
geçimini sağlamak erkeğin sorumluluğudur‖ tutumu arasında anlamlı bir iliĢki tespit edilmiĢtir. Buna
göre kadınların ailede temel sosyal ve ekonomik faaliyet alanlarını toplumsal cinsiyet rolleri
çerçevesinde değerlendirmedikleri tespit edilmiĢtir. Dolayısıyla kadınların öğrenim düzeyinin artması
ve herhangi bir iĢte çalıĢması geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini değiĢtirmektedir. Yine Bener ve
Günay (2012) tarafından Karabük Üniversitesinde okuyan öğrencilerin toplumsal cinsiyet rollerine
iliĢkin tutumlarının incelendiği çalıĢmada öğrencilere ―aile reisi erkektir‖ önermesi sunulmuĢtur.
Sonuç olarak kız öğrencilerin öğrenim düzeyi yükseldikçe evlilik ve aile yaĢamına iliĢkin tutumlarının
geleneksel bakıĢ açısından uzaklaĢtığı, fakat kız öğrencilerin erkek öğrencilere göre evlilik ve aile
yaĢamına yönelik olarak daha gelenekselci bir tutum içerisinde oldukları tespit edilmiĢtir. Yani
kadınlar Bourdieu‘nun toplumsal cinsiyet düzenine kuramsal yaklaĢımıyla, eril tahakküm gücünü
egemenlik altına aldığı kadınların, bu durumu kendi rızalarıyla fakat bilinçsiz bir Ģekilde
kabullenmelerinden alır (Öztimur, 2010:595).
Yaraman (2010)‘ın ataerkil düzeni değiĢtirmek ve kadının özgürlüğü için çalıĢan kadın
aktivistlerle yaptığı çalıĢmanın bulguları ise oldukça dikkat çekicidir. GörüĢülen kadınların kamusal
alanda varlık göstermelerine ve kadınlar için mücadele etmelerine karĢın ev içindeki rollerden
öncelikle kendilerini sorumlu görmeleri bir çeliĢki yaratmaktadır. Yaraman (2010)‘a göre geleneksel
ataerkil yapı kendini yeniden üreterek etkinliğini sürdürmekte ve ―toplumsal erkekcilik‖in oluĢmasına
neden olmaktadır.
Alican (2007) tarafından kamu memur sendikalarında yönetici olarak görev yapan kadınlarla ilgili
yapılan çalıĢma da yine kadınların kamusal alan aktif olarak katılsalar bile toplumsal cinsiyet rollerini
içselleĢtirdiklerini ortaya koymaktadır. ÇalıĢma sonucunda kadınların toplumsal cinsiyet rollerinin iĢ
ve yöneticilikten daha önce geldiği sonucuna ulaĢılmıĢtır. Yine Gupta ve diğ. (2009) tarafından
yapılan, sosyal olarak inĢa edilen toplumsal cinsiyetçiliğin, erkek ve kadınların giriĢimcilik niyetleri
üzerindeki etkisini inceleyen bir çalıĢma yapılmıĢtır. Bu çalıĢma sonucunda kadınların giriĢimcilik
niyetlerinin yüksek olmasına, erkeklerle aynı deneyim ve eğitim düzeyine sahip olmalarına rağmen
basmakalıp toplum cinsiyet yargıları nedeniyle giriĢimcilik niyetlerinin olumsuz etkilendiği sonucuna
ulaĢılmıĢtır. Çünkü kadınlar tarafından giriĢimcilik erkek egemen bir özellik olarak algılanmaktadır.
98
Güneydoğu Anadolu Bölgesinin toplumsal cinsiyet yapısına genel itibariyle bakıldığında kadın
cinselliği ve bedeni üzerine bölgenin sosyokültürel yapısına göre Ģekillenen bir anlayıĢın olduğu
söylenebilir (Ökten, 2009). Hassapour (2005:307)‘a göre kadın cinselliğini kontrol etme hakkı aile,
aĢiret, cemaat, modern devlet ve milletin erkek üyelerine verilmektedir.
Bölgede yapılmıĢ çalıĢmalara bakıldığında toplumsal cinsiyet düzenine iliĢkin çarpıcı sonuçlara
ulaĢılmıĢtır. Bayram vd. (1998) yılında yapılan bir çalıĢmanın bulgularına göre kadınların üretime
katılsa bile ev içi konumlarında bir değiĢmenin yaĢanmadığını göstermektedir. Hane halkı reislerinin
%80‘i eĢini ev hanımı olarak tanımlar iken, yalnızca 17,8‘lik bir kısmı eĢini tarım iĢçisi olarak
tanımlamıĢtır. Oysa kadınlar tarımsal üretiminin ve hayvan bakımının her alanında aktif bir Ģekilde yer
almaktadır (akt. Ökten, 2009).
Kahraman (2010) tarafından kadınların toplumsal cinsiyet eĢitsizliğine yönelik tutumlarını
belirlemek amacıyla yapılan anket çalıĢmasında ―evlilikte kadın-erkek iliĢkisi nasıl olmalıdır‖ sorusu
yöneltilmiĢtir. Katılımcıların %71,1‘i ―kadın ve erkek eĢittir, bütün iĢler eĢit olarak yapılmalıdır‖
yanıtını verirken, katılımcıların %13,5‘i ―erkek ailenin reisidir, bu yüzden karar verici odur‖ yanıtını
vermiĢlerdir.
Yapılan çalıĢmalara genel olarak bakıldığında eğitim düzeyi, istihdam durumu baĢta olmak üzere
sosyal hayata katılım dinamikleri göz önüne alındığında kadınların toplumsal cinsiyet rollerine dair
içselleĢtirmelerinde önemli bir değiĢiklik yaratmadığı söylenebilir.
3. ARAġTIRMANIN YÖNTEMĠ
3.1. Evren ve Örneklem
AraĢtırmanın evrenini Hakkâri merkez ve Hakkâri‘nin bütün ilçelerinde yaĢayan 15 yaĢ ve üzeri
kadınlar oluĢturmaktadır. TUĠK (2011) adrese dayalı nüfus kayıt sistemi veri tabanından elde edilen
verilerden hareketle 2011 yılında 15 yaĢ ve üzeri kadınların sayısı tespit edilmiĢtir. Buna göre
Hakkâri‘de yaĢayan 15 yaĢ ve üzeri kadınların sayısı 76.876‘dır.
Örneklem büyüklüğü ise % 1.5 temsil oranı ile 1.223 kiĢi olarak belirlenmiĢtir. Ancak verilerin
SPSS‘e giriĢi sırasında, verilen cevapların Ģüpheli olduğu düĢünülen 45 anket değerlendirmeye
alınmamıĢtır. Örneklem sayısı sonuç itibariyle 1.177 olmuĢtur.
%1,5 örneklem temsiliyeti toplam nüfus içerisindeki yaĢ gruplarının, ilçelerin ve mahallelerin
toplam nüfus içerisindeki oranları da göz önünde bulundurularak sağlanmıĢtır. Örneklem seçimi
yapılırken Katmanlı Örnekleme Tekniği kullanılmıĢtır. Katmanlı Örnekleme Tekniğinde nüfus alt
nüfuslara (katmanlara) bölünür (Neuman, 2012:327). Bunun için evren yaĢ grubuna göre 15-24, 25-34,
35 yaĢ ve üzeri olmak üzere üç ayrı tabakaya ayrılarak yaĢ grupları arasında eĢit temsiliyet sağlanmaya
çalıĢılmıĢtır.
Neuman (2012:351)‘ın araĢtırma yapılacak evrenin toplam nüfusuna göre örneklem belirlerken
önerdiği örneklem büyüklüğü temel alınarak %1,5 temsil oranı kabul edilmiĢtir (Örneğin nüfusu
100.000 olan bir yer için örneklem büyüklüğü %1,2 temsil oranı ile 1.173 kiĢi).
Bu aĢamadan sonra Hakkâri Merkez, Çukurca, ġemdinli ve Yüksekova ilçe ve mahallerini toplam
nüfusu Hakkâri Nüfus Müdürlüğü‘nden alınarak örneklem dağılımı yapılmıĢtır. Bu dağılımlar
yapılırken ilçenin toplam nüfus içerisindeki oranına bakılarak, her ilçe için örneklem sayısı
belirlenmiĢtir. Yine aynı Ģekilde her ilçedeki mahallenin de o ilçenin toplam nüfusa oranı göz önüne
alınarak araĢtırmaya dâhil olacak örneklemi belirlenmiĢtir.
3.2. Veri Toplama ve Analiz Teknikleri
AraĢtırma niceliksel araĢtırma metodu olan anket çalıĢmasına dayanmaktadır. Kadınların
toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin tutumlarını ortaya koymak amacıyla katılımcılara ―Erkek ailenin
reisidir‖ ve ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ önermelerine iliĢkin tutumları sorulmuĢtur.
Yanıtlar ―Katılıyorum‖, ―Bilmiyorum‖ ve ―Katılmıyorum‖ Ģeklinde sunulmuĢtur.
99
Sosyo-demografik sorular ve toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin sorulardan oluĢan anket formuyla
toplanan verilerin analizi SPSS 16.0(StaticalPackageForSocialScience) paket programı kullanılarak
yapılmıĢtır. AraĢtırmanın hem betimleyici hem de değiĢkenler arasındaki iliĢkinin anlamlılığını test
etmek amacıyla Ki Kare (Chi-Kare) testi uygulanmıĢtır. Yapılan analizlerden elde edilen bulguların
güvenilirlik düzeyi % 95 olarak alınmıĢ, % 5‘lik hata payı ile test edilmiĢtir.
3.3. Varsayım Ve Hipotezler
Bu araĢtırmanın temel varsayımı toplumsal bir kurum olarak ailenin kadın ve erkek rollerinin inĢa
edildiği ve yeniden üretildiği en önemli alan olmasıdır. Geleneksel toplumlarda kadının yeri özel alan
ile sınırlandırılırken erkeğin yeri kamusal alanda tanımlanmıĢtır.
Bu çalıĢmada kadınların toplumsal yaĢama katılımları eğitim, çalıĢma, kursa gitme, boĢ
zamanlarında derneklerde çalıĢma Ģeklinde operasyonelleĢtirilmiĢtir. Bu bağlamda araĢtırmanın
hipotezleri Ģunlardır:
―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına kadınların tutumu eğitim düzeyine göre
farklılık göstermektedir.
―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına kadınların tutumu çalıĢma durumuna
göre farklılık göstermektedir.
―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına kadınların tutumu kursa gitme
durumuna göre farklılık göstermektedir.
―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına kadınların tutumu dernekte çalıĢma
durumlarına göre farklılık göstermektedir.
―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumu eğitim düzeyine göre farklılık
göstermektedir.
―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumu çalıĢma durumuna göre farklılık
göstermektedir.
―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumu kursa gitme durumuna göre farklılık
göstermektedir.
―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumu dernekte çalıĢma durumlarına göre
farklılık göstermektedir.
4. BULGULAR
AraĢtırmanın bulguları katılımcıların sosyo-demografik özelliklerinin ele alındığı bölüm ve ―Kadın
kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ ve ―erkek ailenin reisidir‖ argümanlarına verilen cevapların
betimsel ve istatistiksel analizlerinin ele alındığı bölüm olmak üzere iki bölümde sunulmuĢtur.
4.1. Katılımcıların Sosyo-Demografik Özellikleri
Bu çalıĢmada katılımcıların Sosyo-demografik özellikleri olarak yaĢ, eğitim durumu, medeni
durum ve çalıĢma durumu ele alınmıĢtır.
Tablo.1: Katılımcıların YaĢı
Katılımcıların YaĢı
15-24
25-34
35 yaĢ ve üzeri
TOPLAM
Sayı
417
325
435
1177
Yüzde
%35,4
%27,6
%37
%100
100
Katılımcıların yaĢ dağılımlarına bakıldığında 15-24 yaĢ arası katılımcılar örneklemin %35,4‘ünü,
25-34 yaĢ arası katılımcılar % 27,6‘sını, 35 yaĢ ve üzeri katılımcılar ise % 37‘sini oluĢturmaktadır.
Görüldüğü gibi yaĢ grupları arasında hemen hemen dengeli bir dağılım söz konusudur.
Tablo.2: Katılımcıların Eğitim Düzeyi
Katılımcıların Eğitim Düzeyi
Hiç eğitim almamıĢ olanlar
Ġlkokul ve ortaokul mezunu
olanlar
Lise ve üzeri eğitim almıĢ
olanlar
TOPLAM
Kayıp veri:14
Sayı
479
Yüzde
%41,2
409
%35,2
275
%23,6
1163
%100
Katılımcıların eğitim durumlarına göre dağılımlarına bakıldığında hiç eğitim almamıĢ olanların
oranı % 41,2, ilkokul ve ortaokul mezunu olanların oranı % 35,2, lise ve üzeri eğitim almıĢ olanların
oranı ise % 23,6‘dır. Görüldüğü gibi örneklemi oluĢturan katılımcıların büyük bir bölümü hiçbir
eğitim almamıĢ olanlardan oluĢmaktadır.
Tablo.3: Katılımcıların Medeni Durumu
Medeni durum
Bekar
Resmi nikahla evli
Dini nikahla evli
BoĢanmıĢ/dul
TOPLAM
Kayıp veri:5
Sayı
440
623
58
51
1172
Yüzde
%38
%53
%5
%4
1172 (%100)
Tablo.3‘den katılımcıların medeni durumlarına göre dağılımlarına bakıldığında bekâr olanlar
örneklemin % 38‘ini, resmi nikâh ile evli olanların % 53‘ünü, dini nikâhlı olanların % 5‘ini,
boĢanmıĢ/dul olanların ise % 4‘ünü oluĢturduğunu görülmektedir.
Tablo:4: Katılımcıların Ġstihdam Durumu
Ġstihdama katılanlar
Ġstihdam dıĢı olanlar
TOPLAM
Kayıp veri3
Yüzde
%8
% 92
1174 (% 100)
Tablo.4‘e bakıldığında katılımcıların % 92‘sinin istihdam dıĢı, yalnızca % 8‘inin ise istihdama
katıldığı görülmektedir.
4.2. “Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz” Argümanına ĠliĢkin Tutumlar
AraĢtırmanın bulgularına ait bu bölümde kadınların ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖
argümanına iliĢkin tutumlarınıneğitim düzeyi, çalıĢma durumu, kursa gitme ve dernekte çalıĢma
durumlarına göre farklılaĢıp farklılaĢmadığı ele alınmıĢtır.
Tablo.5: Eğitim düzeyine göre katılımcıların “Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz”
argümanına iliĢkin tutumları
Kadın kocasının
sözünden dıĢarı
Hiç eğitim
almamıĢ olanlar
Ġlkokul ve
ortaokul mezunu
Lise ve üzeri
eğitim almıĢ
101
çıkmaz
Kayıp veri:22
Katılıyorum
Bilmiyorum
Katılmıyorum
TOPLAM
2
x =1.223 df=4
olanlar
% 85,5
% 68,6
% 2,5
% 4,2
% 12
% 27,2
% 100 (475)
% 100 (408)
p=0,000 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001
olanlar
% 47,4
% 8,5
% 44,1
% 100 (272)
Tablo.5‘e bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖
düĢüncesinin kadınların eğitim düzeyine göre anlamlı düzeyde (P<0.001) farklılaĢtığı görülmüĢtür.
Katılımcılar içerisinde hiç eğitim alamamıĢ olanların %85,5‘i bu görüĢe katıldığını belirtirken, ilkokul
ve ortaokul mezunu olanların %68,6‘sı, lise ve üzeri eğitim almıĢ olanların % 47,4‘ü bu görüĢe
katıldığını belirtmiĢtir. Ersoy (2009)‘un Malatya ilinde yaptığı çalıĢmada da eğitim düzeyinin
artmasının ―erkeğin sözünün geçmesi‖ tutumuna karĢı bir tavra yol açtığı sonucuna ulaĢılmıĢtır.
Dolayısıyla eğitim düzeyi yükseldikçe kadınların toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin içselleĢtirmeleri
azaldığı söylenebilir.
Tablo.6: ÇalıĢma durumlarına göre katılımcıların “Kadın kocasının sözünden dıĢarı
çıkmaz” argümanına iliĢkin tutumları
Kadın
kocasının
sözünden dıĢarı
çıkmaz
Herhangi bir iĢte
Herhangi bir iĢte
çalıĢanlar
çalıĢmayanlar
% 53,3
% 72,1
Katılıyorum
% 3,3
% 4,7
Bilmiyorum
% 43,5
% 23,2
Katılmıyorum
% 100 (92)
% 100 (1073)
TOPLAM
Kayıp veri:11 x2=19.101 df=4 p=0,001
Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001
Tablo.6‘ya bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―kadın kocasının sözünden dıĢarı
çıkmaz‖ düĢüncesinin kadınların çalıĢma durumlarına göre anlamlı düzeyde (P<0.005) farklılaĢtığı
görülmüĢtür. Katılımcıların çalıĢma durumlarına göre ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖
argümanına iliĢkin görüĢlerine bakıldığında herhangi bir iĢte çalıĢanların %53,3‘ü, herhangi bir iĢte
çalıĢanların % 72,1‘i bu görüĢe katıldığını belirtmiĢtir.
Tablo.7: Kursa gitme durumlarına göre katılımcıların “Kadın kocasının sözünden dıĢarı
çıkmaz” argümanına iliĢkin tutumları
Kadın kocasının
sözünden dıĢarı Katılıyorum
çıkmaz
Bilmiyorum
Katılmıyorum
TOPLAM
Kayıp veri: 9
x2=27.861 df=2
Kursa gidenler
Kursa gitmeyenler
% 60,2
% 74
% 3,4
% 4,9
% 36,4
% 21,1
% 100 (294)
% 100 (874)
p=0,000Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001
Tablo.7‘ye bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―kadın kocasının sözünden dıĢarı
çıkmaz‖ düĢüncesinin kadınların kursa gitme durumlarına göre anlamlı düzeyde (P<0.001)
farklılaĢtığı görülmüĢtür. Katılımcılar içerisinde kursa gidenlerin %60,2‘si, kursa gitmeyenlerin ise
%74‘ü bu argümana katıldığını belirtmiĢtir. Bu bağlamda kadınların kursa gitmesinin toplumsal
cinsiyet rollerine iliĢkin içselleĢtirmelerini fazla etkilemediği sonucuna ulaĢılabilir.
Tablo.8: Dernekte çalıĢma durumlarına göre katılımcıların “Kadın kocasının sözünden
dıĢarı çıkmaz” argümanına iliĢkin tutumları
Kadın kocasının
sözünden dıĢarı
çıkmaz
Katılıyorum
Bilmiyorum
Katılmıyorum
Derneklerde çalıĢanlar
% 45,2
% 3,2
% 51,6
Derneklerde çalıĢmayanlar
% 71,2
% 4,6
% 24,2
102
Kayıp veri:9
TOPLAM
x =12.141 df=2
2
% 100 (31)
%100 (1137)
p=0,002
Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001
Tablo.8‘e bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖
düĢüncesinin kadınların dernekte çalıĢma durumlarına göre anlamlı düzeyde (P<0.005) farklılaĢtığı
görülmüĢtür. Katılımcılar içerisinde derneklerde çalıĢanların % 45,2‘si bu görüĢe katıldığını
belirtirken, derneklerde çalıĢmayanların %71,2‘si katıldığını belirtmiĢtir.
4.3. “Erkek ailenin reisidir” Argümanına ĠliĢkin Tutumlar
AraĢtırmanın bulgularına ait bu bölümde kadınların ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına iliĢkin
tutumlarınıneğitim düzeyi, çalıĢma durumu, kursa gitme ve dernekte çalıĢma durumlarına göre
farklılaĢıp farklılaĢmadığı ele alınmıĢtır.
Tablo.9: Eğitim durumuna göre katılımcıların “Erkek ailenin reisidir” argümanına iliĢkin
tutumları
Erkek
reisidir
Hiç
eğitim
Ġlkokul
ve
Lise
ve
almamıĢ olanlar
ortaokul mezunu üzeri eğitim
olanlar
almıĢ olanlar
ailenin
Katılıyorum
Bilmiyorum
Katılmıyorum
TOPLAM
Kayıp veri:29
x2=82.517
% 92,6
% 1,7
% 5,7
% 100 (476)
df=4
% 83,7
% 2,7
% 13,5
% 100 (476)
% 66,9
%6
% 27,1
%
100
(266)
p=0,000 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001
Tablo.9‘a bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin
kadınların eğitim durumlarına göre anlamlı düzeyde (P<0.001) farklılaĢtığı tespit edilmiĢtir.
Katılımcılar içerisinde hiç eğitim almamıĢ olanların %92,6‘sı, ilkokul mezunu olanların %83,7‘si, lise
ve üzeri eğitim almıĢ olanların %66,9‘u katılıyorum yanıtı vermiĢtir. Eğitim durumuna göre
katılımcıların ―argümanına iliĢkin görüĢlerine bakıldığında (bkz. Tablo-5) katılımcıların bu konuda
daha esnek oldukları göze çarpmaktadır.‖ kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ sözüne, örneğin lise ve
üzeri eğitim almıĢ olanların % 47,4‘ü katılıyorum yanıtı verirken, söz konusu erkeğe iliĢkin bir yargı
olduğunda ― erkek ailenin reisidir‖ sözüne Lise ve üzeri eğitim almıĢ olanların % 66,9‘u katılıyorum
yanıtını vermiĢtir. Söz konusu kadına iliĢkin bir tutum olduğunda kadınların daha esnek bir tutum
izledikleri görülürken, söz konusu erkeğe iliĢkin bir yargı olduğunda ise kadınların daha katı bir tutum
takındıkları görülmektedir. Erkeklere ve kadınlara iliĢkin kültürel tutumların bedenselleĢtirilmesi,
erkek bedenlerinin erkeksileĢtirilmesi, kadın bedenlerinin ise kadınsılaĢtırılması vasıtasıyla
gerçekleĢtirilir . Böylece bu ikili farklılaĢtırma kadınlar ve erkeler arasında farklı eğilimler yaratır
(Bourdieu, Wacquant, 2007:172). Erkeğin evin reisi olması durumu, erkekliğin toplumsal olarak temel
bileĢeni olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır.
Tablo.10: ÇalıĢma durumuna göre katılımcıların “Erkek ailenin reisidir” argümanına iliĢkin
tutumları
Erkek ailenin
reisidir
Katılıyorum
Bilmiyorum
Katılmıyorum
Herhangi bir iĢte
çalıĢanlar
% 76,1
% 1,1
% 22,7
Herhangi bir iĢte
çalıĢmayanlar
% 84,2
% 3,3
% 12,5
103
Kayıp veri:18
TOPLAM
x =8.394 df=4
2
p=0,078
% 100 (88)
% 100 (1070)
Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001
Tablo.10‘a bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin
kadınların çalıĢma durumlarına göre anlamlı düzeyde (P>0.005) farklılaĢmadığı tespit edilmiĢtir.
Katılımcılar içerinde herhangi bir iĢte çalıĢanların %76,1‘i, herhangi bir iĢte çalıĢmayanların ise %
84,2‘si katılıyorum yanıtını verdiği görülmektedir. ÇalıĢma durumuna göre katılımcıların çalıĢma
durumuna göre ―Kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ argümanına iliĢkin görüĢlerinin ele alındığı
Tablo.6‘ya bakıldığında kadınların ―Erkek ailenin reisidir‖ önermesine göre daha esnek oldukları
görülmektedir. Örneğin herhangi bir iĢte çalıĢanların % 53‘ü ―kadın kocasının sözünden çıkmaz‖
sözüne katıldıklarını belirtirken, herhangi bir iĢte çalıĢanları % 76,1‘i ―erkek ailenin reisidir‖ sözüne
katıldıklarını belirtmiĢlerdir. Görüldüğü gibi çalıĢan kadınlar ev bütçesine katkıda bulunmalarına
rağmen büyük çoğunluğu erkeği ailenin reisi olarak kabul etmektedir. Simon De Beauvoir
(1981:16)‘in ifadesiyle erkeğin, ekonomik olarak ailenin baĢında olması ailenin toplumdaki temsilcisi
olması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla erkeğe biçilen bu rolü kadınların bu denli benimsemesi aile
ve erkek arasındaki diyalektik iliĢkiden kaynaklanmaktadır.
Tablo.11: Kursa gitme durumuna göre katılımcıların “Erkek ailenin reisidir” argümanına
iliĢkin tutumları
Katılıyorum
Bilmiyorum
Katılmıyorum
TOPLAM
2
Kayıp veri: 16 x =8.687 df=2
Erkek ailenin
reisidir
Kursa gidenler
Kursa gitmeyenler
% 78,1
% 85,4
% 3,8
% 2,9
% 18,2
% 11,7
% 100 (292)
% 100 (869)
p=0,013 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001
Tablo.11‘e bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin
kadınların kursa gitme durumlarına göre anlamlı düzeyde (P>0.005) farklılaĢmadığı tespit edilmiĢtir.
Katılımcılar içerisinde kursa gidenlerin %78,1‘i, kursa gitmeyenlerin ise %85,4‘ü katılıyorum yanıtını
verdiği görülmektedir. Yine kursa gitme durumuyla ilgili soru olan ―Kadın kocasının sözünden
çıkmaz‖ argümanına iliĢkin görüĢlerinin ele alındığı Tablo.7 ile karĢılaĢtırıldığında ―Erkek ailenin
reisidir‖ argümanına yaklaĢımlarında daha katı bir tutum izledikleri görülmektedir. ―Kadın kocasının
sözünden çıkmaz‖ argümanına kursa giden kadınların % 60‘ı katılıyorum yanıtını verirken, söz
konusu ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanı olduğunda bu oran % 78,1‘e çıkmaktadır.
Tablo.12: Dernekte çalıĢma durumuna göre katılımcıların “Erkek ailenin reisidir”
argümanına iliĢkin tutumları
Katılıyorum
Erkek ailenin
Bilmiyorum
reisidir
Katılmıyorum
TOPLAM
Kayıp veri: 16 x2=4.301 df=2
Derneklerde çalıĢanlar
Derneklerde çalıĢmayanlar
% 70
% 84
% 6,7
%3
% 23,3
% 13
% 100 (30)
% 100 (1131)
p=0,116 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001
Tablo.12‘ye bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin
kadınların dernekte çalıĢma durumlarına göre anlamlı düzeyde (P>0.005) farklılaĢmadığı tespit
edilmiĢtir. Katılımcılar içerisinde derneklerde çalıĢanların % 70‘i, derneklerde çalıĢmayanların ise %
84‘ü katılıyorum yanıtı verdikleri görülmektedir. Önemli bir sosyal hayata katılım dinamiği olan
dernekte çalıĢma durumu söz konusu olduğunda bile kadınların toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin
tutumlarında önemli bir değiĢim olmadığı görülmektedir. Tablo.8‘deki dernekte çalıĢma durumuna
göre ―kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ argümanına iliĢkin tutumlarıyla ―erkek ailenin reisidir‖
104
argümanına iliĢkin tutumları kıyaslandığında, erkeğin rolüne iliĢkin tutumlarının yine daha katı olduğu
görülmektedir. Dernekten çalıĢan kadınların % 45,2‘si ―kadın kocasının sözünden çıkmaz‖
argümanına katıldığını belirtirken, söz konusu ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanı olduğunda bu oran
%70‘e çıkmaktadır.
Kadınların toplumca kendilerine tanımlanan rol ve tutumlarında, eğitim düzeyi, çalıĢma durumu,
kursa gitme ve derneklerde çalıĢma gibi sosyal hayata katılım dinamiklerinin etkisiyle biraz daha
değiĢebilir olduğu görülmektedir. Fakat erkeğe iliĢkin toplumca biçilen rol ve tutumlarda daha katı
değer yargılarına sahiptirler.
SONUÇ:
Hakkâri‘de yaĢayan kadınların geleneksel rollere iliĢkin tutumları ile sosyal hayata katılımları
arasındaki iliĢkinin incelendiği bu çalıĢmada Ģu sonuçlara ulaĢılmıĢtır:
―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ düĢüncesinin kadınların eğitim, çalıĢma, kursa gitme ve
boĢ zamanlarda derneklerde çalıĢma durumuna göre farklılık gösterdiği tespit edilmiĢtir. Kadınların
eğitim düzeyinin yüksek olması, çalıĢma hayatına katılması, kursa gitmesi, derneklerde çalıĢması gibi
dinamiklerin toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin içselleĢtirmelerini azalttığı sonucuna ulaĢılmıĢtır.
―Erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin kadınların eğitim düzeyine göre farklılık gösterdiği, fakat
çalıĢma, kursa gitme ve boĢ zamanlarda derneklerde çalıĢma durumlarına göre farklılık göstermediği
tespit edilmiĢtir.
Öte yandan araĢtırma bulgularına göre kadına dair ataerkil yargıların erkeğin rolüne dair ataerki
yargılarla kıyaslandığında daha esnek ve değiĢime açık olduğunu gözlenmektedir. Bu durumu
Yaraman (2010) çalıĢmasında Ģu Ģekilde açıklar:
Ataerkil kültürel kodlar erkeğe ait değerlerin yüceltilmesinden oluĢur ve tabii
ki böylece cinsiyetler arasında bir hiyerarĢi yaratır. Erkeğe atfedilmiĢ tüm
özelliklerin olumlandığı, kadına atfedilmiĢ tüm özelliklerin olumsuzladığı yahut
kadının erkeğe tabiiyetini meĢrulaĢtırdığı kültürel atmosferdir söz konusu olan.
Bu anlamda kadının erkeğe bağımlılığının olağan kabul edildiği ataerkil yapıda erkeğe ait
değerlerin yüceltilmesi Bourdieu‘nun kavramsallaĢtırdığı ―eril tahakküm‖ hâkimiyetini cinsiyetler
arası farklılıktan aldığı söylenebilir. Kadınlar ise bu hâkimiyeti olağan aynı zamanda zorunluluk
hissetmeden fakat bilinçsiz bir biçimde kabul ederler (Öztimur, 2010:595). Kadının eğitim düzeyi,
çalıĢma durumu, dernekte çalıĢması veya kursa gitmesi yani sosyal sermayesinin kültürel sermayesi ile
iliĢkisi bu anlamda toplumsal alanda erkekler eĢit konumda olma bakımından bir avantaj
sağlamamaktadır. Bourdieu‘nun alan kavramını hatırlanacak olursa, faillerin farklı sermaye türlerini
kullanarak (ekonomik, toplumsal, kültürel ve simgesel) farklı alanlarda mücadele etmeleri olarak
tanımlanmıĢtı (Bourdieu ve Wacquant, 2010,103). Bu anlamda bakıldığında Hakkâri‘de yaĢayan
kadınların sosyal sermayesi ve kültürel sermayesinin toplumsal alanda erkekler ile eĢit konumda
olmasında bir etkisinin olmadığı hatta kültürel sermayesinin bu eĢitliğin sağlanmasına ket vurucu bir
nitelik gösterdiği görülmektedir.
Kadınların içselleĢtirdiği toplumsal cinsiyet rollerinin zorlama ile değil Connell‘ın ifadesiyle
hegomonik
olduğu
söylenebilir.
Connell‘a
göre
erkeklerin
kadınlar
üzerindeki
hâkimiyetihegomoniktir, yani zora ve güce dayanmaz, bunun yolu da kültürel dinamikler vasıtasıyla
sağlanır (aktaran, BaĢak, 2010). Toplumun en küçük birimi olan aile içerisinde pratikler ile yeniden
üretilen ataerkil yapının uzantılarını kadınlar diğer bütün toplumsal yapılarda yansımalarını
deneyimlemektedir. Erkeklerin ev içi alandan, kamusal alandaki tüm karar alma mekanizmalarına
kadar hegomonik gücü ataerkil yapının yeniden üretimini sağlamaktadır. Kadınlar da Bourdieu
(2001)‘un kavramsallaĢtırdığı ―sembolik Ģiddet‖i kendi habituslarında içselleĢtirerek sistemin
devamlılığını sağlamaktadırlar.
Erkeğin kadın üzerindeki hegomonik gücünün yeniden üretiminde, ataerkil yapının yansıması olan
eğitim sistemi (Arslan, 2000; Helvacıoğlu, 2006; GüneĢ-Ayata ve Acar, 2012), karar alma
mekanizmalarındaki erkek egemen yapı (Alican, 2007;ġentürk, 2012), medya (özellikle reklamlar ve
diziler) (Timisi, 1997; Mora, 2005) gibi toplumsal yapılar önemli bir yere sahiptir. Bu yapıların hemen
105
hemen her alanına sinmiĢ olan cinsiyetçilik sistemin devamlılığını sürdürülmesine katkıda
bulunmaktadır. Bu anlamda bakıldığında erkeğin rolünü belirleyen ve bunun üzerinden kadını
kısıtlayan yargılarla savaĢmak daha zor gibi görünmektedir. Ama baĢlangıç olarak kadın rollerinin
değiĢimine yönelik politikalar geliĢtirmek anlamlı olabilecektir.
Özellikle Hakkâri ili özelinde kadınların toplusal alanda eĢitliğini sağlamaya yönelik eğitim,
istihdam ve sosyal hayata katılıma yönelik atılımların gerçekleĢtirilmesi gerek bölge özeli gerekse ülke
için önemli bir husustur. Fakat yukarıda tartıĢılan içselleĢtirilmiĢ rollere bakıldığında bunun kendi
baĢına yeterli olmadığını görülmektedir. Bunun için ise uzun vadeli bir toplum mühendisliğine ihtiyaç
duyulmaktadır. Kadınların politika üretme ve karar alma sürecine tam katılımının sağlanması
toplumsal cinsiyet eĢitliğinin sağlanmasına yönelik atılacak en önemli adımdır.
KAYNAKÇA
Alican, A. (2007). Kamu Memur Sendikalarında ÇalıĢan Yönetici Kadınlar. Yüksek Lisans Tezi,
Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta.
AltınbaĢ, D. (2006). Feminist TartıĢmalarda Liberal Feminizm. Kadın AraĢtırmaları Dergisi syf: 2152, sayı:9.
Arslan, ġ. A. (2000). Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik. BaĢbakanlık.
Ashall, W. (2004). Masculine Domination: Investing in Gender. Studies in Social and Political
Thought, 21-39, http://musicdoc.org.uk/cspt/documents/issue9-2.pdf alanından eriĢim
23.07.2013.
BaĢak, S. (2010). Cinsiyet Rolleri FaklılaĢması ve Toplumsal Cinsiyet EĢitsizliği. Kamuda Sosyal
Politika Dergisi, yıl:4, sayı/no:12.
Beauvoir, S. De (1981). Kadın Evlilik Çağı. (Çev.) B. Onaran, Payel Yayınları, Ġstanbul.
Bener, Ö, Günay, G. (2012). Gençlerin Evlilik ve Aile YaĢamına ĠliĢkin Tutumları. Karabük
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, cilt:2, sayı:1.
Bora, A. ve Üstün, Ġ. (2005). Sıcak Aile Ortamı: DemokratikleĢme Sürecinde Kadın ve Erkekler.
Tesev Yayınları, Ġstanbul.
Bourdieu, P. (2001).Masculen Domination. Stanford University Press
Bourdieu, P, Wacquant, L.J.D. (2007). DüĢünümsel Bir Antropoloji Ġçin Cevaplar. (çev) Nazlı Ökten,
ĠletiĢim Yayınları, Ankara.
Calhoun, C. (2010). Bourdieu Sosyolojisinin Ana Hatları. Ocak ve Zanaat: Pierre Bourdieu Derlemesi
içinde syf: 77-131, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul
Connell, R.W. (1998), Toplumsal Cinsiyet ve Ġktidar.çev: C.Soydemir, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul.
Dedeoğlu, S. (2000). Türkiye‘de Toplumsal Cinsiyet Rolleri Açısından Türkiye‘de Aile ve Kadın ve
Emeği. Toplum ve Bilim Dergisi, sayı:86, syf: 139-171.
Demren, Ç. (2003). Erkeklik, Ataerkillik ve Ġktidar ĠliĢkileri. Toplumsal Cinsiyet, Sağlık ve Kadın.
Donovan, J. (2010). Feminist Teori: Amerikan Feminizminin Entelektüel Kökenleri. çev: A.Bora, M.
Gevrek ve F.Sayılan, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul.
Ersoy, E. (2009). Cinsiyet Kültürü Ġçerisinde Kadın ve Erkek Kimliği: Malatya Örneği. Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt:19, sayı:2, sayfa:209-230.
Ersöz, A. G. (2012). The Role of University Education in The Determination of Gender Perception:
The Case of Gazi University. Procedia-Social and Behavioral Sciences , 401-408.
Gezgin, E. (2012). Simone De Beauvoır‘da Ġkinci Cins ve AĢkınlık Kavramı. Sosyoloji Notları
Dergisi, 39-47.
106
Gupta, V. K. , Turban D.,Vasti, A. ve Sikdar A. (2009). The Role of Gender Stereotypes in
Perceptions of Entrepreneurs and Intentions to Become and Entrepreneur. Entrepreneurship
Theory and Practice, vol.33 (2), pp: 397-417.
Günay, G. & Bener, Ö. (2011). Kadınların Toplumsal Cinsiyet Rolleri Çerçevesinde Aile Ġçi YaĢamı
Algılama Biçimleri. Türkiye Sosyal AraĢtırmalar Dergisi, (3), 157-171.
GüneĢ-Ayata, A.,Acar F. (2012). Disiplin, BaĢarı ve Ġktidar: Türk Ortaöğretiminde Toplumsal
Cinsiyet ve Sınıfın Yeniden Üretimi. D. Kandiyoti ve A.Saktanber (ed.). Kültür Fragmanları
içinde 101-123, Metis Yayınları: Ġstanbul.
Hassanpour, A. (2005). Kürt Dilinde Ataerkilliğin (Yeniden) Üretilmesi. Devletsiz Ulusun Kadınları:
Kürt Kadını Üzerine AraĢtırmalar içinde:307-356, Avesta Yayınları, Ġstanbul.
Helvacıoğlu, F. (1996). Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik, 1928-1995 (Vol. 179), Kaynak Yayınlar.
Kahraman, D.S. (2010). Kadınların Toplumsal Cinsiyet EĢitsizliğine Yönelik GörüĢlerinin
Belirlenmesi. Dokuz Eylül Üniversitesi HemĢirelik Yüksekokulu Elektronik Dergisi, (3) 1, 3035.
Kandiyoti, D. (2011). Cariyeler, Bacılar, YurttaĢlar: Kimlikler ve Toplumsal DönüĢümler. Ġstanbul:
Metis Yayınları.
Kapız, Serap S. (2002), ―ĠĢ ve Aile YaĢamı Dengesi ve Dengeye Yönelik Yeni Bir YaklaĢım: Sınır
Teorisi‖, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, cilt:4, sayı:3.
Karadağ, A., Sabancılar, S. (2012). Toplumsal Cinsiyet‖ten ―Çoklu-KesiĢen Farklılıklar‖a
KüreselleĢme ve Kadın. Turgut Özal Uluslararası Ekonomi ve Siyaset Kongresi-II: Küresel
DeğiĢim ve DemokratikleĢme, 90-101.
KSGM (2009). Toplumsal Cinsiyet EĢitliği Ulusal Eylem Planı. TC. BaĢbakanlık Kadının Statüsü
Genel Müdürlüğü, Ankara.
Mcnay, L. (1999). Gender, Habitus an The Field: Pierre Bourdieu and the Limits of Reflexivity.
http://tcs.sagepub.com/content/16/1/95 alanından erişim: 19.07.2013
Mora, N. (2006). Kitle iletiĢim Araçlarında Yeniden Üretilen Cinsiyetçilik ve Toplumda Yansıması.
International Journal of Human Science , 2(1).
Morsünbül, B. C. Toplumsal Cinsiyet Rolleri ve Feminist Etik: Kramer Kramer‘e KarĢı Filminin Özen
Etiği
(Care
Ethic)
Bağlamında
Ġncelenmesi.
http://eviciadalet.org/attachments/article/84/%C3%96zen%20Eti%C4%9FiKramer%20Kramer'e%20Kar
%C5%9F%C4%B1%20Bilgen%20Cennet%20Mors%C3%BCnb%C3%BCl.pdf
alanından
eriĢim: 21.07.2013.
Mottier, V. (2002). Masculen Domination: Gender and Power in Bourdieu‘
Writings.http://fty.sagepub.com/content/3/3/345.short alanından eriĢim: 23.07.2013
Neuman, W.L. (2012). Toplumsal AraĢtırma Yöntemleri: Nitel ve Nicel YaklaĢımlar. çev: Sedef
Özge, Yayınodası Toplumbilim Dizisi, Ġstanbul.
Ökten, ġ. (2009). Toplumsal Cinsiyet ve Ġktidar: Güneydoğu Anadolu Bölgesinin Toplumsal Cinsiyet
Düzeni. Uluslar arası Sosyal AraĢtırmalar Dergisi, sayı 2/8, syf: 302-312.
Özsöz, C. (2008). Kültürel Feminist Teori ve Feminist Teorilere GiriĢ. Sosyoloji Notları Dergisi, 5156.
Öztimur, N. (2010), ―Feminist Teoride Pierre Bourdieu TartıĢmaları‖, Ocak ve Zanaat: Pieerre
Bourieu Derlemesi içinde:581-605, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul.
Sancar, S. (2011). Erkeklik:Ġmkansız Ġktidar: Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler. Metis Yayınları,
Ġstanbul
Sayer, H. (2011). Toplumsal Cinsiyet EĢitliğine Erkeklerin Katılımı. Uzmanlık Tezi Kadının Statüsü
Genel Müdürlüğü, Ankara.
107
ġentürk, Ġ. (2012). Üniversitede Kadın Olmak: Akademik Örgütte Toplumsal Cinsiyet Sorunu: Nitel
Bir ÇalıĢma. Kadın/Woman, cilt:13, sayı:2, 13-46.
Tatlıcan, Ü. ve Çeğin, G. (2010),‖Bourdieu ve Giddens: Habitus veya Yapının Ġkiliği‖, Ocak ve
Zanaat: Pierre Bourdieu Derlemesi içinde syf: 303-367, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul.
Timisi, N. (1997). Medyada Cinsiyetçilik. TC BaĢbakanlık Kadının Sorunları ve Statüsü Genel
Müdürlüğü, Ankara.
TUĠK
(2011),http://rapor.tuik.gov.tr/reports/rwservlet?adnksdb2&ENVID=adnksdb2Env&report=wa
_turkiye_il_yasgr.RDF&p_il1=30&p_kod=2&p_yil=2011&p_dil=1&desformat=html
UNDP
(2013),
21.07.2013
http://www.undp.org.tr/Gozlem3.aspx?WebSayfaNo=4946alanından
eriĢim:
Wacquant, L. (2007). Pierre Bourdieu: Hayatı, Eserleri ve Entelektüel GeliĢimi. Ocak ve Zanaat:
Pierre Bourdieu Derlemesi içinde (53-77) der. (G. Çeğin ve diğ.). ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul.
Walby, S. (1989). Theorising Patriarchy.http://soc.sagepub.com/content/23/2/213 alanından eriĢim
20.07.2013.
Yaraman, A. (2008). Yanılsamanın Neresindeyiz? ĠçselleĢtirilmiĢ Cinsellikten Farkındalığa.
KüreselleĢme, DemokratikleĢme ve Türkiye Uluslararası Sempozyumu Bildiri Kitabı, Gazi
Kitabevi, Ankara.
Yaraman, A. (2010). Modern Ataerkil ToplumsallaĢma: ―Erkeksi‖, ―Erkekçi‖ Kadınlar , F. ÇobanDöĢkaya (Ed.) 21. Yüzyılın EĢiğinde Kadınlar, DeğiĢim ve Güçlenme, Dokuz Eylül
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayını, Ġzmir, syf: 257-265.
108
AMFĠ 9 OTURUMU
ÇALIġMA-EMEK-III:
ÜCRETLĠ KADIN EMEĞĠ
109
110
KÜRESELLEġME VE KIRSAL KADIN EMEĞĠ: RAPANA VENOSA ÜRETĠM
ZĠNCĠRĠ ÜZERĠNDEN BĠR VAKA ANALĠZĠ
AyĢe GÜNDÜZ HOġGÖR1
Miki SUZUKĠ HĠM2
ÖZET
Karadeniz Bölgesi‘nde kırsal alanda yaĢayan yoksul kadınlar tarım ve hayvancılık dıĢı üretim
faaliyetlerine de katılır. DıĢarıya ağ ören balıkçı eĢleri olduğu gibi zaman zaman eĢleriyle balığa çıkan
kadınlar da vardır. Bölgede ayrıca kadınlar balık temizleme ve paketleme gibi üretim faaliyetleri
yapan firmalarda istihdam edilir. Rapana Venosa (deniz salyangozu) üretiminde kadınların çalıĢması
da benzer bir istihdam alanını oluĢturur. 1940‘larda Doğu Asya (Japonya) sularından tankerlerin
altında Karadeniz‘ e girdiği tahmin edilen Rapana Venosa deniz dibinde midyelerin üstünü kapatarak,
Karadeniz‘de özgün balık türünde azalma yarattığı ve ekolojik dengeyi bozduğu varsayımıyla ―istilacı
tür‖ sınıflamasında yer alır. 1980‘lerden sonra küresel yeni dünya düzeninde ihracat temelli ürünlerin
çeĢitlenmesi ve ülkeler arası ortak üretim alanların yaratılmasıyla, Rapana Venosa‘ nın Japonya, Kore
ve Çin‘e ihracatı baĢladı. Böylece bu özgün Vaka ekolojik yaklaĢımla kırsal kalkınma yaklaĢımını
buluĢturdu. Bu yaklaĢım Rapana Venosa‟nın ihracat ürünü olması Karadeniz üzerindeki ekolojik
baskıyı azalttığını ve aynı zamanda yoksul balıkçılara ve kırsal kadına istihdam alanı yarattığını
varsayar. Bu yaklaĢımdan hareketle çalıĢma Türkiye ve Japonya arasında yer alan Rapana
Venosaküresel üretim zincirini ve bu zincirde kırsal kadının konumunu araĢtırmaktadır. AraĢtırma iki
aĢamada yürütülmüĢtür. Birinci aĢamada Samsun kırsalında yer alan Rapana Venosa üretim
iĢletmelerinde Karaağaç ve Ayvancık köylerinden gelen kırsal kadınların sosyo-ekonomik konumları
iĢletme sahipleri, çalıĢan kadınlar ve yetkililerle derinlemesine yapılan yüz yüze mülakatlarla
irdelenmiĢtir.3 Ġkinci aĢama ise Tokyo‘da 2012 yazında gerçekleĢtirilmiĢtir. Bu aĢamada Japonya‘daki
üretim zincirine yönelik veriler elde edilmiĢ ve üretim zincirindeki kadın emeğinin payı irdelenmiĢtir. .
AraĢtırma bulguları küresel Rapana Venosa üretiminin kayıtlı ekonomik bir sektör olmadığını
yansıtmaktadır. Ayrıca bu esnek üretim zinciri ucuz kırsal kadın emeğine dayanmasına rağmen, bu
emekte esnek ve görünmezdir.
ABSTRACT
In Black Sea rural areas, there are women who participate in non-agricultural production. While
there are fishers‘ wives who wave fishing nets for market, some women go out to sea for fishing with
their husbands. Some women are employed in seafood-processing factories.RapanaVenosa (whelks)
productionis also a sector where rural women are employed. RapanaVenosa, which arrivedin the Black
Seafrom Far East Asian seas by ballast water in the 1940s, arecategorised as a ―marine invader.‖They
are considered to be endangering native species by consuming large numbers of mussels and other
bivalves and threatening the Black Sea‘s ecological balance.In the context of the diversification of
export-oriented products and the globalisation of production since the 1980s, RapanaVenosa began to
be exported to Japan, Korea and China. This specific ―case‖ is thus a crossroad of ecology and rural
development. These two approaches assume that the exportation of RapanaVenosa reduces their
ecological pressure in the Black Sea and create employment opportunities for poor rural women. Our
study explores the global production chain of RapanaVenosa between Japan and Turkey and rural
women‘s position in this process. The research was conducted in two phases. In the first phase,
women workers‘ socio-economic statuses were investigated through in-depth interviews with owners,
managers and women workers of the factories in KaraağaçandAyvacık villages in Samsun. A research
in the second phase was conducted in summer 2012 in Tokyo. Data regarding the RapanaVenosa
production chain in Japan were collected in this research. Research findings show that the global
1
Prof. Dr., Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
[email protected]
Yrd.Doç.Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
[email protected]
3
AraĢtırma AB 7. Çerçeve Programı KnowSEAS projesi kapsamında yürütülmüĢtür.
2
111
RapanaVenosa production bears many characteristics of informal economy. The flexible production
chain relies on rural women‘s cheap labour which is flexible and invisible.
Keywords: Globalisation, Rural Women‟s Labour, Black Sea, Japan, RapanaVenosa
GĠRĠġ
Türkiye‘de kırsal kadın iĢgücünün önemli bir bölümünü oluĢturur. Kadınlar tarım ve hayvancılık
gibi tarımsal üretim faaliyetlerine katılıyor.AraĢtırmalar, özellikle son yarı yüzyılda erkeklerin köy dıĢı
emek göçüne katılmalarından ötürü geride kalan kırsal kadınların iĢ yüklerinin arttığını yansıtıyor.
Yine de kırsal ekonomide kadın emeği değerin altında yansımakta ve görünmez emek ―ücretsiz aile
iĢçisi‖ olarak sınıflandırılıyor ve kadınların ekonomik kaynaklara sınırlı eriĢimleri devam ediyor.
Son yıllarda tarım faaliyetlerinin yanı sıra kırsal kadın emeği küresel üretim süreçlerine de
katılıyor. Benzer biçimde Karadeniz bölgesinde deniz ürünleri iĢletmelerinde, özellikle hamsi ve
deniz salyangozu (Rapana Venosa) üretiminde, köylerden kadınlar istihdam ediliyor. Kırsal kadının
tarım dıĢı ekonomiye katılımı yeni istihdam biçimini ve kırsal ekonomide, sosyal yaĢamda bazı
değiĢiklikleri de iĢaret ediyor. Ancak, Türkiye‘de kırsal kalkınma yazınında cinsiyete dayalı iĢ
bölümü üzerine önemli araĢtırmalar bulunmasına rağmen; yine de kırsal kadının tarım dıĢı ekonomik
iĢgücüne ücretli katılmasının üzerine yeterli çalıĢmaya rastlamıyoruz. ĠĢte bu boĢluktan hareketle,
mevcut çalıĢma ücretli kırsal kadın emeğinin yerel ve küresel boyutta durumunu araĢtırmayı
hedefliyor. ÇalıĢmada Karadeniz Bölgesi‘nde kırsal alanda yaĢayan yoksul kadınların tarım ve
hayvancılık dıĢı üretim faaliyetlerinden biri olan Rapana Venosa (deniz salyangozu) küresel
üretiminde istihdam deneyimleri, bunun toplumsal yansımalarını ve küresel emek zinciri irdeleniyor.
KAVRAMSAL ÇERÇEVE
1950‘ ler den itibaren süregelen kırsal dönüĢüm küresel ekonomiye, tarımda makineleĢmeyi ve
kırdan kente göçü içerdi. Kırsal kadın ise ne yazık ki bu sürecin oldukça dıĢında kalmıĢtır.
AraĢtırmalar arazinin, modern tarım teknoloji kullanımının, piyasa ve paraya ulaĢımının erkekler
tarafından kontrol edildiğini yansıtıyor (Morvaridi 1993; Sirman 1995; Ertürk 1995). Ancak,
1970‘lerden itibaren yeni uluslararası iĢbölümünün etkisiyle kalkınmakta olan ülkelerdeki kadınlar bu
sürece katılmaya baĢladı..
Karadeniz Bölgesi‘ndeki kırsal kadında bu küresel emek sürecin parçası oldu (Gündüz HoĢgör,
2011). 1990‘lardan itibaren dondurulmuĢ deniz salyangozu Karadeniz Bölgesi‘nden Doğu Asya‘ya
ihraç ediliyor. 1940‘larda Doğu Asya (Japonya) sularından tankerlerin altında Karadeniz‘ e girdiği
tahmin edilen Rapana Venosadeniz dibinde midyelerin üstünü kapatarak, Karadeniz‘de özgün balık
türünde azalma yarattığı ve ekolojik dengeyi bozduğu varsayımıyla ―istilacı tür‖ sınıflamasında yer
aldı. 1980‘lerden sonra küresel yenidünya düzeninde ihracat temelli ürünlerin çeĢitlenmesi ve
ülkelerarası ortak üretim alanların yaratılmasıyla, Rapana Venosa‘ nın Japonya, Kore ve Çin‘e
ihracatı baĢladı. Böylece bu özgün Vaka ekolojik yaklaĢımla kırsal kalkınma yaklaĢımını buluĢturdu.
Bu yaklaĢım RapanaVenosa‟nın ihracat ürünü olması Karadeniz üzerindeki ekolojik baskıyı
azalttığını ve aynı zamanda yoksul kırsal kadına istihdam alanı yarattığını varsaydı. Deniz salyangozu
Türkiye‘de tüketilmiyor ve Bu canlı türüne Doğu Asya denizlerinde az miktarda olmakla birlikte hala
rastlanıyor. Yine de, deniz salyangozu Karadeniz bölgesinde toplanması ve kırsal kadın tarafından
ayıklanıp, paketlenip ve dondurulmuĢ gıda olarak Doğu Asya‘ya ihraç edilmesinde kırsal kadının ucuz
ve esnek emeği önemli katkı sağlıyor (Gündüz HoĢgör ve Suzuki Him, 2012).
Türkiye‘de kırsal kadın iĢgücünün önemli bir bölümünü oluĢturur. Hane içi emeğin yanı sıra tarım
ve hayvancılıkla ilgili faaliyetleri yürütür. Özellikle 1970‘ lerden itibaren kırsal alandan erkeklerin
kentlerde çalıĢma nedeniyle göç etmeleri kırsal alanda geride kalan kadınların yükünü arttırdı. (Azmaz
1984; Incirlioğlu 1993). Fakat, tüm bu ağır çalıĢmaya rağmen kırsal alanda kadın emeği hala
görünmez; kadınların kaynaklara ulaĢımları sınırlıdır. Son otuz yılda ĢehirleĢme ve tarım sektörünün
gerilemesinden ötürü hem kadın hem de erkeklerin iĢgücüne katılım oranları azaldı (Gündüz-HoĢgör
2011). Yine de iĢgücüne katılan her iki kadından birisi kırsal alanda ücretli aile iĢçisi konumunda
112
istihdam ediliyor (Gündüz-HoĢgör and Smits 2008). Yani, kırsal kadının tarım dıĢı ücretli iĢi
geleneksel olarak henüz bilinmemekte ve kırsal ekonomi ve sosyal yaĢamda değiĢim iĢaret etmektedir.
Toplumsal cinsiyete dayalı iĢbölümüyle ilgili önemli bir yazın bulunmasına rağmen, kırsal kadının
ücretli tarım dıĢı faaliyetlerinde çalıĢması nadir araĢtırma konusu oluĢturmaktadır.
Kadının ücretli iĢgücüne katılması ve güçlenmesi kalkınma ve toplumsal cinsiyet yazınında önemli
konular arasında yer alır. Bugün kadın iĢgücü ve kadının güçlenmesi arasındaki iliĢki hakkında
bildiklerimiz karmaĢıklık ve çeliĢkileri içerir. Kalkınma kuramında kadın konusu üzerinde üç
yaklaĢımdan bahsetmek mümkündür: Kalkınmada Kadın Yaklaşımı (Women in Develpment, WID);
Kalkınma ve Kadın Yaklaşımı (Women and Development, WAD); ve Toplumsal Cinsiyet ve Kalkınma
(Gender and Development, GAD) YaklaĢımı. Kalkınmada Kadın yaklaĢımı (WID) ModernleĢme
Teorisine dayanır. Bu yaklaĢım kadının görünmez ancak anlamlı katkısının altını çizer. Kadınların
daha etkin biçimde ekonomiye katılmalarını vurgular. Kadınların düĢük toplumsal statülerini
geleneksel kültürel değerlere bağlar. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet eĢitsizliğinin modernleĢme ile
ortadan kalkacağını varsayar.
Kalkınma ve Kadın yaklaĢımı (WAD) ise Marksist-Feminist kurama dayanır ve kadınların gelir
getirici faaliyetlere katılmalarıyla toplumsal cinsiyete dayalı eĢitsizliğin giderilebileceğini vurgular. Bu
kuram ise kadınların ücretli iĢgücüne katılmalarının hem evde (yeniden üretim sürecinde) hem de
dıĢarıda (üretim sürecinde) çalıĢmalarından ötürü ―ikili bir yük‖ oluĢturacağı gerçeğini göz ardı eder
(Boserup, 1970).
Toplumsal Cinsiyet ve Kalkınma yaklaĢımı (GAD) ise sosyalist-feminist kurama dayanarak
cinsiyete dayalı ev içi ve ev dıĢı eĢitsiz iĢbölümünün altını çizer. Sadece kadınların ev dıĢındaki ücretli
iĢgücüne katılmalarının yeterli olmadığını; aynı zamanda erkeklerinde ev içi iĢleri üstlenmelerinin
gerekliliğini öne sürer (Gündüz-HoĢgör 2001). Yalnız kadınların ücretli iĢgücüne katılmalarıyla
toplumsal cinsiyete dayalı eĢitsizlik giderilememektedir. Yine de bu durum geleneksel sosyal yapıda
bazı değiĢimleri beraberinde getirir. Bu değiĢimlerin kadınların hayata yansıma biçimi sosyal ve
kültürel içeriklere göre farklılık gösterir. Tüm bu nedenlerden ötürü araĢtırmalar aracılığıyla
derlenecek yeni bilgi önemlidir. ĠĢte bu çalıĢma böyle bir amaca yönelik tasarlanmıĢtır.
YÖNTEM
Bu araĢtırma kırsal kadının deniz ürünleri iĢletmelerinde ücretli olarak çalıĢmasının kadının statüsü
üzerine etkisini ve küresel değer içerisindeki yerini araĢtırmayı hedeflemektedir. AraĢtırmanın iki
hedefi vardır. Ġlk hedefi, deniz ürünleri iĢletmelerinde kırsal kadınların ücretli çalıĢma koĢulları
(çalıĢma saatleri, ücretler, çalıĢma koĢulları, sosyal güvenlik, kadınların çalıĢmalarına yönelik algıları
ve zor olan çalıĢma koĢullarıyla baĢa çıkma stratejileri) irdelemektir. Ġkinci hedefi ise kadın emeğine
dayalı ürünün küresel değer zinciri incelemektedir.
Bu bir ―vaka‖ inceleme çalıĢmasıdır. Bu çalıĢmanın bulguları genellenemez, ancak kırsal kadının
ücretli çalıĢması hakkında geçerli yeni bilgi sunar. AraĢtırma üç alanda yürütüldü; Sinop-Karaağaç
köyü, Samsun/ÇarĢamba-Ayvacık köyü ve Tokyo/Japonya. Sinop-Karaağaç ve Samsun-Ayvacık
köylerindeki deniz ürünleri fabrikasında çalıĢan 31 kadınla ve 3 fabrika yöneticisiyle yüz yüze
görüĢmelerle yürütülen çalıĢmada araĢtırmanın ilk sorunsalı incelendi. Bu aĢamada kadınların
geldikleri köyler ayrıca ziyaret edildi ve daha önce çalıĢan bazı kadınlarla da görüĢmeler
gerçekleĢtirildi. Kadınların görüĢmelere dahil olmasında kartopu örneklem yöntemi kullanıldı. Yani
kadın iĢçiler rastgele seçilmedi. Ancak, görüĢmelerde iĢ deneyimi farklarını anlayabilmek için farklı
yaĢ grubundan kadınlar örnekleme dâhil edildi.
Makalede bu veriler ile alanda derinlemesine mülakatlara dayanarak elde edilen bulgular
karĢılaĢtırılarak sunulacaktır. Ġkinci aĢamada ise bu bulgulara Japonya‘da ki alan çalıĢması mülakat
sonuçları eklenecektir. Böylece, Türkiye‘de kırsalından derinlemesine görüĢmelerden elde edilen nitel
bulgular Tokyo pazarına yönelik Japonya‘da elde edilen bulgularla eklemlenerek ve karĢılaĢtırılarak
analiz edilecektir.
Karaağaç Köyü Samsun-Sinop yolu üzerinde Dikmen ilçe sınırı içerisinde yer alır. Köyün
ortalama hane büyüklüğü 4-5 arasındadır; köy ortalama 2000 nüfusa sahiptir. Köyden Ġstanbul,
Samsun gibi büyük kentlere göç etmiĢ haneler vardır; bazı hanelerin ise Almanya‘ya iĢçi olarak gitmiĢ
113
yakınları bulunmaktadır. Köydeki kadınlar temel tarım üretimi olarak fındık ve buğday üretimine
katılmaktadır. Deniz Ürünleri fabrikası Sinop-Durağan ilçe sınırında dağın yamacındadır. Fabrikada
yukarı dağ köylerinden gelen iĢçi kadınlarda istihdam edilmektedir. Bu kadınlar göreceli olarak daha
yoksul hanelerden gelen kadınlardır (Gündüz-HoĢgör, 2000).
Ayvacık-ÇarĢamba fabrikası ise Samsun ile Ordu arasında yer almakta ve köyün altyapısı ve
konumu Karaağaç-Sinop köyünden göreceli olarak daha iyi konumdadır. Ġki yerleĢkede de kadınlar
özel minibüslerle fabrikalara taĢınmaktadır. Özel ulaĢım köylerin Muhtarları tarafından organize
edilmektedir; örneğin Ģoförler muhtarın ailesinden biri ya da akrabasıdır. Muhtarlar bir biçimde
―aracı‖ konumunda fabrikaya kadın iĢçi bulma ve taĢıma fonksiyonunu yürütmektedir. Bu durum
özellikle fabrika sahibi (iĢveren) ile iĢçinin ―güvenliği‖ açısından önemlidir. Kadınların kolay iĢ
bulmalarını sağlamakla birlikte, aynı zamanda onların üzerinde sosyal baskı ve kontrol
yaratabilmektedir. Örneğin, bazı kadınlar iĢveren ya da muhtarın yanında konuĢmaktan çekinmiĢ ve
araĢtırmaya katılmayı ret etmiĢtir. Özellikle mülakatların ses kayıtlarının alınmasında zorluk
yaĢanmıĢtır. GörüĢmeler yarım saat ile 3 saat arasında değiĢmiĢtir.
AraĢtırmanın yöntem açısından bir diğer önemli boyutu ise etnografik saha çalıĢması içermesidir.
Örneğin, kadınlar fabrikada çalıĢırlarken yapılan iĢin her aĢaması gözlenmiĢ; çalıĢma koĢulları
(sıcaklık, kötü koku vs.) bizzat deneyimlenmiĢtir.
BULGULAR
AĢağıdaki bölümde temel bulguları üç bölümde tartıĢacağız. Ġlk bölümde, Karadeniz Bölgesi
kırsalındaki deniz ürünleri fabrikalarında çalıĢan kadınların deneyimleri sunacağız. Ġkinci kısımda ise
bu ürünün Türkiye-Japonya değer zinciri aktaracağız. Böylece kadın emeğinin küresel üretimdeki
yerinin tartıĢmamız mümkün olacaktır.
a) Rapana Venosa KüreselÜretim Zincirinde Karadeniz Kırsal Kadınının Ġstihdamı
ÇalıĢma KoĢulları
Kırsal kadının tarım dıĢında deniz ürünleri fabrikalarında çalıĢma nedeninin baĢında para
kazanmak ve yoksullukla mücadele etmek yer almaktadır. Karaağaç-Sinop köyünde yaklaĢık 80 kadın
çalıĢırken, Ayvacık-Samsun üretiminde ortalama 100 kadın istihdam edilmektedir (Tablo 1).
GörüĢmelerde, geçmiĢte bu fabrikada çalıĢan kadınların sayısının 250‘e ulaĢtığı belirtilmiĢtir.
Kadınların yaĢ dağılımları değiĢmekle birlikte birçoğu genç ve bekârdır. Bazıları iĢletmelerde 1012 yaĢlarında çalıĢmaya baĢladıklarını iletmiĢtir ki bu durum geçmiĢte ―çocuk iĢçi‖ çalıĢtırıldığını
yansıtmaktadır. Günümüzde fabrikalarda çalıĢan kız çocuklarına nadir rastlanmaktadır. ÇalıĢan
kadınların çoğunluğu okul terk ya da ilkokul mezunudur.
Rapana VenasaiĢlenmesi son derece zor koĢullarda gerçekleĢmekte, monoton, tekrara dayalı rutin
iĢ gerektirmektedir. Örneğin, 100 derece üzerinde olan suya kabuklu Rapana bırakılmakta;
haĢlananmıĢ Rapanalar üretim bandının üzerine dökülmekte ve kadınlar tarafından kabukları tek tek
ayıklanmaktadır.. Bu iĢ ortalama 8 saat sürmekte ve bazen gece vardiyası gerekmektedir. Bir
yöneticiye göre bu iĢe kadınların alınması ―erkeklerin bu kadar uzun süre ayakta, sıkılmadan, böyle
rutin bir işi yapamamalarından‖ kaynaklanmaktadır. Ayrıca, yöneticiye göre ―kadınların küçük
parmakları küçük Rapanaları kabuklarından ayırmak için daha uygundur‖.
114
Tablo 1: Sinop, Karaağaç Köyü ve Samsun, Ayvacık Köyü Kadın Ġstihdamı
ÇalışanKadınSa
yısı
YaşDağılımı
EğitimDurumu
Ne üretiyorlar
ÇalışmaSaatleri
ÇalışmaOrtamı
Ücretler
SosyalGüvenlik
Algı
Coping
Strategies
Bust
with
KaraağaçKöyüĠĢletmesi
80-90 kadın; yoksuldağköylerinden
AyvacıkKöyüĠĢletmesi
100 kadınyakınköylerden
15 – 60 arası ;
Çoğunluğugençbekarkadınlar
Bazısı 12 yıldırçalıĢıyor
GeçmiĢte- çocukiĢgücü
Ġlkokulterkya da mezun
Rapana (Japonya, Kore) /
DondurulmuĢ hamsi
07:00- 17:00;
Gerekirsegecevardiyası
Ayda 20 günçalıĢma
ġirketservislerleköylerdeniĢyerinetaĢınmayısa
ğlıyorve öğleyemeği veriyor
Aracılar: muhtarlar
ĠĢsözleĢmesiyok
YöneticitarafındaniĢyerikamerlarlaizleniyor.
ÜretimbandınınetrafındaayaktaçalıĢma
Monoton, tekraradayalı, ―kirli‖ iĢ
Ortalamagünde150 kg rapanatemizleniyor
Banyo/duĢvaramakadınlarkullanmıyor
1 kg baĢına 2 TL
(gündeortalma 20- 35 TL)
Kazançaileyeveriliyorya
da
kendiihtiyaçlarıiçinharcanıyor
BireyselçalıĢma/ Rekabetcokfazla
Kollektifhareket
yok
ancakkazançgöreceliolarakyüksek
Sosyalgüvenlikyok
Sağlık: yeĢil kart
Kötükoku- stigma
Yoksulluk
Evlilikiçin ―iyi‖ adaydeğil
Sağlıklıdeğil
Evlenme- iĢibırakma
KöydıĢındanbiriyleevlenme
Kenteya da uluslarası GÖÇ
18-30 arasıbekarkadınlar
Bazısı
10
yıldırçalıĢıyoGeçmiĢteçocukiĢgücü
Ġlkokulmezunuveyaüstü
DondurulmuĢ hamsi (Yerli pazar, AB)
Rapana (olursa)
08:00- 18:00;
Gerekirsegecevardiyası
10.5 ay boyuncaayda 20 günçalıĢma
ġirketservislerleköylerdeiĢyerinetaĢınmayısa
ğlıyorve / öğleyemeğiveriyor
Aracılar: muhtarlar
ĠĢsözleĢmesiyok
They are watched from manager‘s room
Bazısıayakta; bazısıoturuyor
Monoton, tekraradayalı, ―kirli‖ iĢ
Bilgiyok
Banyo/duĢvaramakadınlarkullanmıyor
Günlükortalama15 TL
Ödemelerylıkyapılıyor
Kendiihtiyaçlarıiçinya
da
çeyizparasıolarakbiriktirme
Grup çalıĢması/Rekabetaz
Kollektifhareketvar; kaznaçdüĢük
Yarısosyalgüvenlik
Sağlık: yeĢil kart
Kötükoku
Göreceyoksulluk
Evlilikiçin ―iyi‖ adaydeğil
Sağlıklıdeğil
Evlenme- iĢibırakma
Göreceliyükseközgüven
GiriĢimcilik-kendiiĢinikurma
Karağaç-Sinop fabrikasında kadınlar 07:00-17:00 arasında çalıĢırken; Ayvancık-Samsun‘da iĢe bir
saat geç baĢlamakta ve bir saat geç paydos etmektedir (08:00-18:00). Ancak, bu bitiĢ saatleri esneklik
içermektedir. Rapana üretimi olmadığı durumlarda iki üretim alanında da hamsi ayıklanmakta ve
iĢlenmektedir. Rapana üretiminde kadınlar daha çok tek ve zamana karĢı adeta yarıĢır gibi çalıĢmakta
ve temizledikleri miktar kadar ücret almaktadır. Hamsi üretiminde ise kolektif çalıĢmaları
mümkündür. Bu durumu kadın iĢçiler iĢverenlerle yaptıkları pazarlıklar sonucunda elde etmiĢtir. Grup
olarak çalıĢan kadınlar, aldıkları iĢi grup olarak bitirmekte, ancak sabit ücret almaktadır. Bir diğer
ifadeyle, bu üretimde kadınlar Karaağaç iĢletmesiyle karĢılaĢtırıldığında az kazanmakta ancak kolektif
ve daha sağlıklı konumda çalıĢmaktadır.
Yukarıda belirtildiği üzere, kadınlar fabrikalara özel otobüslerle getirilmektedir. Kadınların
çalıĢma talepleri önce Muhtarlara iletilmekte; muhtarlar yöneticilerle bağlantıya geçmekte ve iĢ
talebini bildirmektedir. Muhtarın onaylamadığı durumda kadın iĢçinin istihdam edilmesi mümkün
olamamaktadır.
115
Ġki fabrikada da kadınlar montaj bandında seri üretim Ģeklinde çalıĢmaktadır. ÇalıĢtıkları odalar
kameralarla yöneticiler tarafından gözetlenmektedir. Bu durum Foucault‘un ―panoptikan‖ kavramını
hatırlatmaktadır; öyle ki gözetleyen (yönetici) kadınları haberleri olmadıkları her an
gözetleyebilmektedir.. AraĢtırma sırasında kadınlar durumdan son derece rahatsız oldukları ve
üzerlerinde güçlü kontrol yaratıldığını belirtmiĢtir. Örneğin, gözetlenme korkusundan ötürü iĢ
yaparken birbirleriyle konuĢmamaktadırlar; konuĢmaları yöneticinin odasındaki kameralardan TV
ekranına yansıdığı durumda sözlü olarak tüm odanın duyacağı Ģekilde uyarılmaktadırlar. Kadınlar
adeta ―robot‖ gibi çalıĢıyor olmaktan yakınmakta ve eğer uyarıldıkları davranıĢ devam ederse iĢten
çıkartılma korkusu yaĢadıklarını ifade etmiĢlerdir. Böylece kadın iĢçilerin örgütlü hareketi
engellemektedir.
Kadınların kameralarla gözetlenmelerinin bir diğer ilginç olumsuz etkisi daha vardır. Ġki fabrikada
iyi koĢullarda -iĢten önce ve sonra kullanılabilecekleri - banyolar bulunmaktadır; ancak kadınlar bu
imkânları kullanmamaktadır. Oysa fabrikalardaki ağır ―koku‖ bir sonraki bölümde tartıĢacağım gibi
kadınlar açısından son derece rahatsız edici ve toplumsal sitigma yaratan bir durumdur. Buna rağmen
kadınlar iĢ sonrası yıkanmadan fabrikalardan ayrılmayı tercih etmektedir. AraĢtırma sırasında bu
durumun nedenini çalıĢan bir kadın çarpıcı biçimde yanıtlamıĢtır: “.. orada da kamera olmadığı
nerden bilebiliriz ki !..‖
Ücretler
Ġki iĢletmede ücretler açısından da farklar vardır. Karaağaç-Sinop‘da kadınlar tek çalıĢmakta ve
kilo baĢına 2 TL ücret almaktadır. Bir günde en az 10 en fazla 15 kg. Rapana temizleyebilmekte;
ortalama 20 TL ile 30 TL (10-20 euro) arasında günlük kazanç elde edebilmektedirler. ÇalıĢma ortamı
oldukça rekabetçi bir yapıya sahip olduğundan kadınlar arasında dayanıĢma bulunmamaktadır.
Ayvacık-Samsun ĠĢletmesinde ise kadın iĢçiler iĢverenle pazarlık etmiĢ ve günlük 15 TL ücrette
anlaĢmıĢtır. AntlaĢmanın koĢulu günlük iĢi bitirmektir. Bunun için kadınlar gruplara ayrılmakta ve iĢ
bitine kadar hep birlikte çalıĢmaktadır. ĠĢi yavaĢlatan kadın iĢçide diğerleriyle birlikte aynı saatte
iĢyerinden ayrılabileceği için iĢ yavaĢlatmayı tercih etmemektedir. Kadınların Karaağaç-Sinop
iĢletmesinden daha düĢük ücret almalarına rağmen bu yöntemi daha fazla benimsedikleri gözlenmiĢtir.
Böylece, kollektif çalıĢabilmekte, hasta olan zor durumu bulunan kadınlar korunabilmekte, daha da
önemlisi kadınlar sosyalleĢebilmektedir. Bu bir biçimde zor çalıĢma koĢullarıyla baĢa çıkma
stratejisidir.
Ġki iĢletmede de ulaĢım ve öğlen yemekleri iĢverene aittir. Kadınlar aylık ortalama 450 TL (300
Euro) kazanmaktadır. Ailenin yapısına bağlı olarak kadınlar kazançlarını kendilerine harcadıklarını
belirtmiĢtir; genç kadınlar için ise temel amaç ―çeyiz‖ parası biriktirmek ve evlenirken aileye yük
olmamaktır. Ancak, bazı mülakatlardan gerektiği durumda genç kadınların kazançlarını ailenin
ihtiyacına harcadıkları anlaĢılmaktadır. Örneğin;
“İşletmede 13 yaşında çalışmaya başladım. Şimdi 21 yaşındayım. İşte önce eti kabuğundan
ayırırız, bağırsaklarını temizleriz, yıkarız. Sonra kızlar büyüklüklerine göre sınıflandırırlar..
Fabrikada çalıştığım zamanlar evişi yapmam. Genellikle sabah 08:00 de geliriz, akşam 6‟ya
kadar çalışırız. Geçmişde gece vardiyası yaptığımızda oldu. Vardiya zamanı genellikle sabah
saat 05:00‟e kadar çalışırdık.. Bazen aynı gün öğlene kadarda devam ederdik. Şimdilerde
geceleri çalışmıyoruz zira Rapana tutamıyorlar miktarı azaldı. Yeterince iş olmuyor..Ortalama
günlük 15 TL kazanıyorum. Kendi ihtiyaçlarımı karşılıyorum. Geçmişte kazancımı aileme
verirdim ama. Önce, mobilya aldık, sonra bu evi yaptık. Bütün kız kardeşlerim benim gibi
çalışırdı. Babam şoför, annem evde ya da fındığa gider. Ama artık çalışmak istemiyorum,
hastalandım, geceleri rüyamda hep o böcekleri görüyorum, uyuyamıyorum..”
Sosyal Güvenlik
Kadınların Rapana üretiminde istihdam edilmeleri Kadın ve Kalkınma (WAD) yaklaĢımının
Sömürü savıyla açıklanabilir. Bu kadınlar istihdam piyasasında birçok engelle karĢılaĢmakta, çok
düĢük ücretlerle istihdam edilmektedirler. Kadınların kolektif hareketlere katılımları da zayıftır.
ÇalıĢan kadınların sosyal güvenceleri, sigortaları yoktur. Ücretler asgari ücretin altındadır. ĠĢgücü
116
esnektir; iĢe alınmaları iĢten çıkartılmaları esnektir. Tüm bu özellikler kadınların emek piyasasında
sömürüldüklerini yansıtmaktadır.
Kadınların Çalışmalarına Yönelik Algıları
Deniz salyangozu iĢletmelerinde çalıĢan kadınlar son 12 yıldır çalıĢmalarına rağmen, yaptıkları iĢe
hala bir ―değer‖ atfetmemektedirler. ĠĢe girerken kontrat imzalanmamakta ve ücretler geçici
gündelikler üzerinden hesaplanmaktadır. Kadınların kendilerinin çalıĢmalarına yönelik algılarıda
benzerlik içermektedir: ―çalıĢıyoruz çünkü yoksuluz..‖
Kadınlar evlilik açısından da ―Ģanslarının‖ az olduğunu düĢünmekte ve ilginç bulgu olarakta bu
durumu Rapana ve/veya hamsi üretim Ģirketlerinde çalıĢtıkları için ―kötü kokmalarına‖
bağlamaktadırlar. ―Balık‖ gibi koktukları için ―iĢletme çalıĢanı‖ olarak sınıflandırıldıklarını; bu
nedenle çevrelerindeki erkeklerin evlenmek için kendilerini tercih etmediklerine inanmaktadırlar.
Koku bir tür sosyal dıĢlanma ve olumsuz etiketleme (sitigma) yaratmaktadır. Bununla ilgili bir diğer
inanıĢ ise çok uzun saatler ve zor koĢullarda çalıĢtıkları için sağlık problemlerinin olması, bu nedenden
ötürü de kadınların ―iyi‖ gelin adayı olmadıkları doğrultusundadır.
Genellikle, göç kadınların kırsal istihdamdan çıkmaları –kendi ifadeleriyle ―kurtulmaları‖ için bir
araçtır. Nitekim Ġstatistikler Batı Karadeniz Bölgesinde kır nüfusunun 1990‘da 12.6 % iken 2000‘lerde
oranın 10.4% düĢtüğünü yansıtmaktadır (Dünya Bankası, 2007). Rapor aynı zamanda göç eden
kadınların göç etmeyen kadınlardan ortalama olarak daha genç olduğunu vurgulamaktadır ; bir diğer
ifadeyle evlenerek göç eden kadınlar daha genç kadınlardır. Benzer biçimde balık üretim
iĢletmelerinde çalıĢan kadınlarında en büyük beklentileri/hayalleri ―kentten biriyle evlenmek ve göç
etmektir.
b) Rapana Venosa KüreselÜretim Zinciri
AraĢtırmamızın ikinci bölümünde yukarıda sözü geçen kırsal kadınların önemli ölçüde üretimde
yer aldığı Rapana Venasa üretim zincirini tartıĢacağız. Ġhracata dayalı bu üretim biçimi birçok ülkenin
katılımıyla yürümektedir. Türkiye‘den ihraç edilen ürünün pazarını Doğu Asya ülkeleri; özellikle de
Japonya, Kore ve Çin oluĢturmaktadır. Türkiye‘nin yanı sıra Bulgaristan‘da benzer biçimde üretimin
―arz‖ boyutunda yer almaktadır. Bu ülkede de Türkiye‘de olduğu gibi yoksul balıkçı erkekler
avlanmada, ürünün iĢlenmesinde ise yoksul kadın emekçiler yer almaktadır (Knudsen ve Koçak,
2011). Ancak, konu hakkında yürütülmüĢ araĢtırmalarda pazarın ―talep‖ boyutu yeterince
irdelenmemiĢtir. Rapana Venasa tüketiciye ulaĢana kadar hangi aĢamalardan geçmektedir? Ve üretim
zincirinin diğer aĢamaları nasıldır? Diğer önemli soruda Rapana Venosa tüketimine yönelik talepte
nasıl değiĢimler yaĢanmaktadır?
Tablo 2 Türkiye‘den ve Bulgaristan‘dan Japonya‘ya ihraç edilen dondurulmuĢ kabuklu deniz
ürünlerinin istatistiklerini yansıtmaktadır. Bu tabloya göre Türkiye‘den ihracat 1990 yılında baĢlamıĢ;
1997 yılında itibaren önemli bir artıĢ yaĢanmıĢtır. Ancak 2011 yılında ihracat oldukça gerilemiĢtir.
Rapana Japonca‘da Akanishi olarak adlandırılmaktadır. . Rapana‘nın Japonya‘da Aichi Bölgesi
dıĢında tüketimi yaygın değildir. Sadece yakalamıĢ ve denemiĢ olanlar Rapana‘yı tanımaktadır.
Ancak, Rapana bazı durumlarda sahte olarak iĢlenmiĢ Sazae salyangozu (Turbo cornutus) yerine
satılmaktadır. Sazae daha değerli ve daha pahalı bir deniz salyangoz türüdür. Görüntüsü Rapana‘ya
benzemekte ve ikisinin arasındaki tat farkını ayırt etmek- özellikle soya sosu ile piĢirildiği
durumlarda- pekte mümkün değildir. Japonya‘da Rapana sahte Sazae olarak pazar bulmaktadır. Hatta
market ilanlarında Rapana ―Japon Sazae fiyatının beşte biri kadar ucuz olduğu‖ yer almaktadır.
Özetle, Rapana ucuz restoranlarda, tavernalarda ve iĢlenmiĢ gıda fabrikalarında satılmaktadır. Yalnız,
2000 yılında tüketicilerin Ģikayeti üzerine Fair Trade CommissionRapana ürünlerine Sazae adını
kullanmamak için üreticileri uyarımıĢtır. Bunun ardından Rapananın satıĢ için pazar daralmıĢ ve
üreticer zorlanmıĢtır.
117
Tablo 2: Türkiye‟den ve Bulgaristan‟dan Japonya‟ya Ġhraç Edilen DondurulmuĢ Kabuklu
Deniz Ürünleri
Yıllar
Türkiye (kg)
Türkiye (US/kg)
1990
1150,394
1997
2,046,251
5.2
1999
2,092,435
4.4
2001
957,359
3.7
2003
1,261,314
3.4
2005
776,715
4.7
2007
743,054
6.6
2011
212,956
Kaynak: Japonya Balık Üretim Ġstatistikleri: Ġhracat
Bulgaristan (kg)
0
381,567
714,006
786,160
541,912
851,005
615,416
525,527
Bulgaristan
(US/kg)
5.4
4.8
4.1
3.4
4.9
6.5
-
Rapana Venesa Türkiye‘de avlanma ile tüketiciye ulaĢma aĢamasında ortalama 12 el
değiĢtirmektedir (ġekil 1). Aracılar balıkçılardan ortalama kilo baĢına 0.78 Euro‘yasatın aldıkları
Rapana‘yı yukarıda detaylı tartıĢtığımız kırsal kadın iĢçilerin çalıĢtıkları iĢletmeler satmaktadır.
Avlanma ve aracıların tamamı erkeklerden oluĢurken, özellikle kabuklarından Rapana‘nın çıkartılması
ve pazara iĢlenmiĢ olarak sunulması kadınlar tarafından yapılmaktadır. Bu iĢletmelerde yöneticiler ve
Rapanayı kaynatanlar yine erkeklerdir. Sektörde toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü vardır.
Fabrikalarda iĢlenmiĢ Rapana‘nın kilogramı 5 Euro dan Japonya‘ya satılmaktadır.
Japonya‘ya ihraç edilen Rapana ilk önce ―ihracatçıların‖, ardından ―dağıtıcıların‖ (distribütörler)
eline geçmektedir. Dağıtıcılar Rapana‘yı internet üzerinden pazara sunabildikleri gibi gıda üreticilerine
de satabilmektedir. Her iki durumda müĢteriye kilosu 19 Eurodan ulaĢmaktadır. Taverna, lokanta ya
da süpermarketlerde deniz ürünleri salatasının 90 gramı ise 2.87 avrodan satılmaktadır. Bu ürünün 1
kilogramı ise 31.9 Euro‘ya ulaĢmaktadır.
Özetle, avlandığında kilosu 0.78 Euro olan Rapana‘nın Japonya‘da ki son market değeri 19 Euroya
(yaklaĢık 20 katına) ulaĢmaktadır. Üretim zincirinde kadın emeğinin değeri ise çok düĢüktür
(1kg/2TL (1.4 Euro).
Tablo 2‘nin yansıttığı üzere ürünün pazarı, üretimi gibi son derece esnektir. Özellikle Japonya‘ya
ihraç edilen ucuz hayvansal gıdanın etkisiyle deniz ürünlerinin tüketimi azalmaktadır. Yine de
Japonya‘nın pazar olmaktan çıkması durumunda bile Çin ya da Kore gibi yeni pazarların bulunması
söz konusu olabilmektedir.
SONUÇ
AraĢtırmada Rapana Venasa küresel üretimin zincirinde ücretli çalıĢan kırsal kadının yeri
inceledik. Bulgular kırsal alanda tarım dıĢı ücretli çalıĢmanın kadınların güçlenmelerine etkisinin
zayıf olduğunu yansıtıyor. Ücretli emeğin hem kadınların kendileri hem de aile bireyleri tarafından
ikincil ve geçici bir zorunluluk olarak algılanması üzerinden kadınların esas rollerinin ―eĢ ve anne
olma‖, ―ev kadınlığı‖ ve ―ücretsiz aile iĢçisi‖ olarak devam ettiğini görüyoruz. Yani kadınların
hanehalkı bütçesine yaptıkları katkı yine görünmez emek biçiminde tahayyül ediyor.
Kadınların ücretli iĢgücüne katılmaları hem kendileri hem de aileleri tarafından geçici, ikincil ve
önemsiz olarak algılanmalarının yanı sıra bu durum küresel üretime de yansıyor. Son derece zor ve
ağır Ģartlarda sosyal güvenceden yoksun çalıĢan kadınlara 1kg. Rapana pazar değerinin sadece % 7 ‗si
( 1.4/19=0.07 euro) ödeniyor. Bu durum Kadın ve Kalkınma (WAD) yaklaĢımının Sömürü
varsayımıyla örtüĢüyor. Kadınlar iĢ piyasasında birçok engelle karĢılaĢıyor, asgari ücretin altında
düĢük ücretlerle istihdam ediliyor; kolektif davranmaları zayıf. ÇalıĢan kadınların sosyal güvenceleri,
sigortaları bulunmuyor. Özetle, Sömürü yaklaĢımının öne sürdüğü gibi Rapana üretiminde kadın
iĢgücü esnek ve tüm bu özellikler kadınların emek piyasasında sömürüldüklerini yansıtıyor.
118
Ayrıca, araĢtırma bulguları kırsal alanda ücretli çalıĢmanın kadınların güçlenmelerine etkisinin
zayıf olduğunu vurguluyor. Ücretli emeğin hem kadınların kendileri hem de aile bireyleri tarafından
ikincil ve geçici bir zorunluluk olarak algılanabileceğini varsayımı üzerinden, kadınların hanehalkı
bütçesine yaptıkları katkı yine görünmez emek biçiminde karĢımıza çıkıyor.
ġekil 1: Türkiye‟den Japonya‟ya Rapana Venosa Üretim Zinciri
TÜRKĠYE
ÜRETĠCĠLER
ĠĢletme sahipleri, yöneticiler
BALIKCILAR
YEREL
ARACILAR
Erkek ĠĢçiler (Kaynama Sorumluları)
€ 0.78/kg
Kadın ĠĢçiler (Ayıklama, sıralama,
paketleme)
€ 5/kg
ĠHRACATCILAR
GIDA
ÜRETĠCĠLERĠ
DAĞITICILAR
JAPONYA
INTERNET DAĞITICILARI
€ 19/kg
PERAKENDECĠ
SÜPERMARKET
INTERNET
SATIġI
TAVERNA
RESTORAN
SOKAK
TEZGAHI
TÜKETĠCĠ
DENĠZÜRÜN SALATASI€ 2.87 /pk (90 g)
119
KAYNAKÇA
Azmaz, A.(1984). Migration and Reintegration in Rural Turkey: The Role of Women Behind,
Gottingen: Heredot GmbH.
Boserup, E.(1970). Women‘s Role in Development, London: Earthscan.
Ertürk, Y.(1995). ‗Rural Women and Modernization in South-eastern Anatolia‘ in S. Tekeli (ed.)
Women in Modern Turkish Society: A Reader, London and New Jersey: Zed Books, pp. 141152.
Gündüz HoĢgör, A. (teslimedilmiĢ) ―Rural Women Employment in RapanaVenosa
Production in Western Black Sea Coast, Turkey‖.
Gündüz
HoĢgör,
A.(2012).
―KaradenizBölgesiKalkınmaPolitikalarındanYansımalar:
RapanaVenosaÜretimindeKırsalKadınınRolü‖.
7.
BölgeselKalkınmaveYönetiĢimSempozyumu: KırsalKalkınmaveYönetiĢim. TEPAV.13-14
Aralık 2012.Ankara.
Gündüz-HoĢgör, A.(2011). ‗Kalkınma ve Kırsal Kadının DeğiĢen Toplumsal Konumu: Türkiye
Deneyimi Üzerinden Karadeniz Bölgesindeki Ġki Vaka‘nın Analizi‘, S. Sancar (Der.)
BirKaçArpaBoyu ...: 21. Yüzyıla Girerken Türkiye‘de Feminist ÇalıĢmalar, Ġstanbul:
KoçÜniversitesiYayınları, pp. 219-248.
Gündüz Hosgör, A.(2010). ―Gender, Globalization and Fisheries Management: Rural Women
Employment in Rapana Production in the Black Sea; Turkey.‖Poster Presentation.Knowseas EU 7th
Framework Project 1st. Annual Scientific Meeting. Spain.
Gündüz HoĢgör A., Him,M.S.( 2012). ―Commodity Chain of Rapana Venosa from
Turkey to Japan‖. Poster Presentation. Knowseas EU 7th Framework Project 4th.Annual Scientific
Meeting. 27 November-2 December 2012. Spain.
Gündüz-HoĢgör, A.,Smits,J.(2008). ―Variation in Labor Market Participation of Married Women in
Turkey‖, Women‘s Studies International Forum 31:2:104-17.
Ġncirlioğlu, E. O.(1993). ‗Marriage, Gender Relations and Rural Transformation inCentral Anatolia‘ in
P. Stirling (ed.) Culture and Economy: Changes in Turkish Villages, Cambridgeshire: The
Ethoen Press, pp.113-125.
Morvaridi, B.(1993). ‗Gender and Household Resource Management in Agriculture:
Cash Crops in Kars‘ in P. Stirling (ed.) Culture and Economy: Changes in Turkish Villages,
Cambridgeshire: The Ethoen Press, pp. 80-94.
Sirman, N.(1995). ‗Friend or Foe? Forging Alliances with Other Women in a Village of Western
Turkey‘ in S. Tekeli (ed.) Women in Modern Turkish Society: A Reader, London and New
Jersey: Zed Books, pp. 199-218.
120
KÜRESELLEġME SÜRECĠNDE TOPLUMSAL CĠNSĠYETE DAYALI Ġġ BÖLÜMÜ
Ahmet ELNUR1
ÖZET
KüreselleĢmenin bir sonucu olarak, ülke ekonomileri dünya çapındaki sermaye, mal ve hizmetlerin
hareketliliğinden doğrudan etkilenmektedir. Ülke ekonomileri söz konusu hareketlilikten olumlu
etkilenseler bile ekonomik ürünün bölgelere, sınıflara, etnik gruplara ve toplumsal cinsiyete göre
dağılımı eĢit olarak gerçekleĢmemektedir. Küresel ekonomi, yaĢlıların, yoksulların, engellilerin,
kadınların ve farklı etnik grupların temsilcilerinin ―görünmez‖ kılınmasına neden olmaktadır.
Özellikle 1990‘lı yıllardaki ekonomik krizlerden sonra küresel ekonominin olmazsa olmazları arasında
yerini almıĢ olan enformel iĢ gücü sürekli olarak görünmezlikle karĢı karĢıya kalmaktadır. Enformel
ekonomide çalıĢanların çoğunluğunu oluĢturan kadınlar istikrarsız ve güvencesiz çalıĢma koĢullarını
zorunlu olarak kabul etmek durumunda kalmaktadırlar.
Kadınların seks iĢçisi olarak çalıĢtırılmak üzere seks ticaretinin bir nesnesi olarak alınıp satılması,
bir ülkeden baĢka ülkeye götürülmesi seks endüstrisinin küreselleĢmesi Ģeklinde tezahür etmektedir.
Her Ģeyin piyasaya açılarak alınıp satılan bir meta haline geldiği kapitalist küresel ekonomide seks
endüstrisinin boyutları sürekli geniĢlemektedir.
ÇalıĢmada küreselleĢme ve toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü kavramlarına değinildikten sonra;
küreselleĢme sürecinin toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün oluĢmasındaki ve Ģekillenmesindeki
rolü enformel sektör, seks endüstrisi özelinde incelenmiĢ, bu sürecin erkek egemen sistemin bir ürünü
olarak sürekli toplumsal cinsiyet düzenine göre kodlandığı saptanmıĢtır.
Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, toplumsal cinsiyet, kadın emeği, iş bölümü, enformel sektör
ABSTRACT
As a result of globalisation, national economies are directly affected by the flow of capital, goods
and services around the world. Even though national economies might be positively affected by this
flow, economic resources aren‘t distributed evenly among regions, social classes, ethnic groups and
gender. The global economy causes the elderly, the poor, the disabled, women and representatives of
different ethnic groups to remain "invisible". Especially after the economic crises in the 1990s
informal labour became one of the sine qua non of the global economy, but is constantly overlooked.
Women constitute the majority in the informal economy and often have no choice than to accept
unstable and precarious working conditions.
The trafficking of women as sex workers, corresponding to a commodity of this trade, can be seen
as a manifestation of the globalisation of the sex industry. The size of the sex industry is continuously
expanding in a global capitalist economy where everything has become a commodity that can be
bought and sold on the market.
After describing the concepts of globalisation and gender division of labour in the study, the role
of the globalisation process in the formation and shaping of gender division of labour was analysed
within the context of the informal sector and the sex industry. As a product of the male-dominated
system, this process is continuously being encoded according to the gender order.
Keywords: Globalisation, gender, women‟s labour, division of labour, informal sector
1 Yüksek Lisans Öğrencisi, Akdeniz Üniversitesi, Kadın ÇalıĢmaları ve Toplumsal Cinsiyet Anabilim Dalı,
[email protected]
121
GĠRĠġ
Son on yıllarda dünyayı kuĢatan küreselleĢme süreçlerinin sürekli tartıĢılmasına rağmen bu olguyu
ve etkilerini tam olarak açıklayan tek bir kavram oluĢturulamamaktadır. Genellikle küreselleĢmeyi
açıklama yolunda merkezi ekonomik güçlerin ve yeni iletiĢim teknolojilerinin sunduğu olanaklar
sayesinde herkes için seçim çeĢitliliği fırsatlarının oluĢturulduğu ifade edilmektedir. KüreselleĢme
süreci yeni fırsatlar sunmakla beraber yeni sorunlara da neden olmaktadır.
ÇalıĢma kapsamında küreselleĢme sürecinin toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün
oluĢmasındaki ve Ģekillenmesindeki rolü incelenmiĢ, söz konusu sürecin ataerkil ideolojinin etkisi
altında kaldığı ortaya konulmaya çalıĢılmıĢtır. Birinci bölümde, küreselleĢme süreciyle ilgili genel bir
çerçeve çizilmiĢtir. Ġkinci bölümde, toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü kavramına kısaca
değinildikten sonra; çalıĢmanın üçüncü ve son bölümünde, küreselleĢme sürecinde toplumsal cinsiyete
dayalı iĢ bölümü incelenmiĢ, ataerkil sistemin bu süreç üzerindeki etkisi vurgulanmıĢtır.
1. KÜRESELLEġME
KüreselleĢme; ulaĢım, haberleĢme ve bilgi iĢlem teknolojisindeki geliĢmeler sonucunda, toplumsal
ve kültürel düzlemler üzerinde, mekansal uzaklıklardan kaynaklanan farklılıkların ortadan kalktığı
toplumsal bir süreçtir (EĢkinat, 1998: 7). KüreselleĢme; farklı ulusal ekonomilerin bileĢimi anlamına
gelen uluslararası ekonomiden tek tip kurallar tarafından yönetilen bir ―gezegensel piyasa
ekonomisine‖ geçiĢtir (De Benoist, 1998: 171). KüreselleĢme, kapitalizmin geliĢmesinde bir aĢama,
sözcük olarak dünyanın bütünleĢmiĢ tek bir pazar haline gelmesini ifade etmektedir (Kansu, 1996: 11).
Bu bağlamda, küreselleĢme olarak adlandırılan kapitalizmin yeniden yapılanma sürecini doğuran
temel paradigmaları Ģöyle belirlenebilir;
GeliĢmiĢ ülkelerde yatırım maliyetlerinin sürekli olarak artması, buna bağlı olarak karlılığın
düĢmesi,
GeliĢmiĢ ülkelerde pazarın doyumu sebebiyle yeni pazar oluĢumlarının zorunlu hale gelmesi,
GeliĢmiĢ ülkelerde yığılan sermayenin riski dağıtmak istemesi,
Kitle iletiĢim araçlarında ve ulaĢım alanında baĢ döndürücü geliĢmelerin yaĢanması,
GeliĢmiĢ ülkelerin sanayi yatırımları sonucunda oluĢan çevre sorunlarına duyarlılığı nedeniyle
bu yatırım alanlarının az geliĢmiĢ ülkelere kaydırma gerekliliğinin doğması,
Uluslararası sermayenin ülkeleri kontrol etmede temel faktör olmaya baĢlaması,
Teknolojik buluĢlar ve eldeki eski teknolojilerin değerlendirilmesi amacıyla az geliĢmiĢ
ülkelere pazarlanmasının istenmesidir (IĢıldak, 2003: 9-10).
Özellikle son çeyrek yüzyılda daha fazla kullanılmaya baĢlanan bir kavram olmasına rağmen
küreselleĢmenin kökenlerinin Christopher Columbus‘un yeni kıtayı bulduğu ve Ġlk Avrupa
Sömüreciliği‘nin baĢladığı 15.yüzyıla kadar uzandığını ifade etmek daha doğru bir yaklaĢım
olmaktadır. Yayılmacılık ve sömürgecilikle baĢlayan, daha sonra dünyadaki ticari, ekonomik
iliĢkilerin Avrupa merkezli olarak yeniden düzenlenmesi ve sosyal kurumların, normların, değerlerin
yeni toplumlara göçünün gerçekleĢtirildiği süreç küreselleĢmenin temellerini oluĢturmaktadır.
KüreselleĢmenin neoliberalizm doğrultusunda gerçekleĢmesiyle sosyal refah devleti fikri gölgede
kalmaktadır. Rekabetin, karlılığın, makro ekonomik göstergelerin korunmasının devletin öncelikli
görevleri haline gelmesiyle beraber, devlet ve piyasa, siyaset ve ekonomi arasında iliĢkiler yeniden
tanımlanmaktadır. Devlet bütçesi konsolidasyonunun birincil ekonomik ve politik hedef olarak
belirlenmesi vatandaĢların refahının görmezden gelinmesi sonucunu doğurmaktadır. Üretim, ticaret,
yatırım faaliyetlerinin sermayenin karlılığına endeksli olarak yapıldığı parasal ekonomi tüketim
malları üreten ekonominin yerini almaktadır. Sauer‘e göre küresel yeniden yapılanma sürecinde sosyal
politikalar, çevrenin korunması, kültür gibi siyasetin ―yumuĢak‖ alanları güç kaybetmekteyken, finans,
güvenlik gibi ―sert‖ alanları ise daha fazla güç kazanmaktadır (Scharenberg, Schmidtke, 2003: 106).
122
KüreselleĢme sürecinde yeni piyasa riske, rekabete hazır iktisadi insan (homo economicus) üzerine
kurulmakta ve sürdürürlüğünü sağlamaktadır.
Ekonomik büyüme, sermaye hareketlerinin inanılmaz boyutlarda bir geliĢme gösterdiği
günümüzde aynı geliĢmeyi gösterememektedir. Ekonomik büyüme gerçekleĢse bile iktisadi ürünlerin
toplumun tüm kesimlerine eĢit Ģekilde dağıtılması sağlanamamaktadır. YaĢlılar, yoksullar, engelliler,
kadınlar ve farklı etnik grupların temsilcileri küresel ekonomi tarafından ―görünmez‖ kılınmaktadır ve
artık yoksullukla mücadele devletin öncelikli hedefleri arasında yer almamaktadır. Toplumsal
çeliĢkiler ve eĢitsizliklerin giderilmesi için makro ekonomik göstergelerin düzeltilmesi gerekmektedir.
KüreselleĢme sürecinden etkilenen ve sayısı her geçen gün artmakta olan insanların eĢit güç
pozisyonlarına sahip olmadıkları için küreselleĢmenin olumlu veya olumsuz etkilerini kontrol etmeleri
imkansız hale gelmektedir.
Ulus devletlerin sınırlarının ötesinde geliĢen yeni toplumsal iliĢkilerin Ģekillenmesini sağlayan çok
yönlü süreç küreselleĢmenin günümüzde gelinen aĢamasını göstermektedir. Bu sürecin temelinde
neoliberalizmin ekonomik, siyasal olarak kurumsallaĢması ve serbest ticaret doktrininin uygulanması
yatmaktadır. Doğal olarak, kadın ve erkekler de mikro ekonominin aktif aktörleri olarak söz konusu
geliĢmelerden doğrudan etkilenmektedir. Bu etkilenme süreci toplumsal cinsiyet sisteminden
beslenmekte olan toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü çerçevesinde gerçekleĢmektedir.
2. TOPLUMSAL CĠNSĠYETE DAYALI Ġġ BÖLÜMÜ
ToplumsallaĢma sürecinde öğrenilmekte olan kadınlık ve erkeklik rolleri bireyler tarafından
içselleĢtirilerek davranıĢ haline getirilmektedir. Toplum tarafından kadın ve erkek arasındaki keskin
ayrım üzerine sürekli yeniden üretilen bu roller toplumsal cinsiyet sistemini oluĢturmaktadır.
Toplumu oluĢturan tüm bireylerin kendilerine atfedilen toplumsal cinsiyet rollerine uymaları
beklenmektedir, aksi takdirde toplum tarafından dıĢlanma tehlikesiyle karĢı karĢıya kalmaları
kaçınılmaz hale gelmektedir.
Kitle iletiĢim araçlarının yaygınlaĢmasıyla toplumsal cinsiyet düzeninin küreselleĢmesi
gerçekleĢmektedir. KüreselleĢmeyle beraber değiĢen dünya düzeninde etkin rol oynayan ABD ve
Avrupa ülkelerinin toplumsal cinsiyet değerlerinin diğer coğrafi bölgelere aktarılması medya
aracılığıyla gerçekleĢmektedir. Otoriter erkeklik, cinsel açıdan çekici kadınlık gibi Batı‘ya özgü
tanımlamaların yayılmasıyla söz konusu erkeklik ve kadınlık kalıpları küresel standart haline
gelmektedir. Pop yıldızları, sinema yıldızları gibi ünlü kadınlardan 90-60-90 ölçülerini sağlamaları,
aynı anda elbiselerinin de cinsel açıdan çekicilik doğrultusunda seçilmesi beklenmektedir. Küresel
medya, etnik ve kültürel gelenekleri tamamen farklı olan Batı dıĢı toplumlardaki kadınların ve
erkeklerin bu ―güzellik standartlarını‖ benimsemesini sağlamaktadır.
Doğumdan itibaren öğrenilmekte olan toplumsal cinsiyet rolleri yaĢamın tüm alanlarında olduğu
gibi, çalıĢma hayatının düzenlemesinde de doğrudan etkili olmaktadır. Kadınların ve erkeklerin hangi
meslekleri icra edecekleri veya edemeyecekleri kiĢisel tercihlerine, yeteneklerine göre değil, toplumsal
olarak kurgulanmıĢ cinsiyet düzenine göre belirlenmektedir. Toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü,
bireylerin çalıĢma hayatının kendilerinden bağımsız olarak toplumsal cinsiyet kalıplarıyla
düzenlenmesini ifade etmektedir.
Kadınlar ve erkekler üretim çalıĢmalarında bulunsalar da toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü
varlığını korumaktadır. Erkekler daha nitelikli ve yüksek ücretli iĢlerde çalıĢmaktayken kadınların
üretim faaliyetleri genel olarak evde yaptıkları iĢlerin uzantısı doğrultusunda gerçekleĢmektedir.
Kadınların tarım sektöründe çalıĢması ev iĢlerinin bir uzantısı olarak görüldüğü için ekonomik
hesaplara yansıtılmamaktadır. Erkeklerin istihdamına daha çok önem ve öncelik verilmektedir, çünkü
ataerkil ideolojiye göre, erkek ekmeği kazanan asli unsur ve ev halkının reisi olarak görülmektedir
(Bhasin, 2003a: 28). Dolayısıyla kadınların iĢe alınması ve çalıĢması tamamen önemsizmiĢ gibi sürekli
ikinci plana atılmakta veya hiç düĢünülmemektedir. Kadınların çalıĢma hayatında temsili toplumsal
cinsiyet bağlamında kendilerine atfedilen duygusallık, sakinlik, etkileyicilik, sabırlılık gibi özellikler
doğrultusunda gerçekleĢmektedir. Evde güç ve denetim sahibi olan erkekler ise dıĢarıda da bu
özelliklerin gerekli olduğu ifade edilen mesleklerle temsil edilmektedirler.
123
Toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün yeteneklerin de toplumsal cinsiyete göre taksim
edilmesine neden olduğunu belirten Bhasin‘e göre (2003b: 28), erkekler ve kadınlar, kız ve erkek
çocuklar, yalnızca kendi toplumsal cinsiyetlerine uygun olduğu varsayılan becerileri öğrenmekte ve bu
konularda uzmanlaĢmaktadırlar. Kadın ve erkeklerde yaratılan farklı beceri ve yetenekler aynı anda
toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün de temelini oluĢturmaktadır. Toplumsal cinsiyete dayalı iĢ
bölümünün aynı zamanda emeğin ücretlendirilmesi konusunda da eĢitsizliklere yol açtığı, kadınların
ve erkeklerin emeklerinin eĢit ücretlendirilmediği gözlemlenmektedir. Toplumsal cinsiyete dayalı iĢ
bölümünde kadınlara ve erkeklere tahsis edilen görevlerin, aynı zamanda kaynaklar ve emek ürünleri
üzerinde emir, kumanda yetkisinin sonucunda, erkekler toprak, teknoloji, ürün satıĢından elde edilen
nakit ya da kredi üzerinde denetime sahip olmak, kadınlar ise sadece geçimlerini sağlayabilmek için
üretim sürecinde yer almaktadırlar.
KüreselleĢme süreci doğrultusunda yaĢanan ekonomik geliĢmeler kadınların iĢ gücüne katılımı
oranlarını doğrudan etkilemektedir. 1980‘lerin ortasından itibaren birçok ülkede yaĢanan ekonomik
kriz, kadınların iĢ gücüne katılımını büyük oranda artırdığında, ―iĢ gücünün feminizasyonu‖ süreci
yaĢanmıĢtır. Kadınların bu kriz döneminde iĢ gücüne katılımının nedeni; sermayenin herhangi bir
sosyal güvenceden yoksun, sınıf bilinci taĢımayan ucuz emeğe gereksinim duymuĢ olmasıdır (Ecevit,
1997:41). Kadınların ucuz iĢ gücü olarak kullanılması, devletin sermaye odaklı politika ve uygulama
tercihlerinin sürdürülebilirliği için toplumsal cinsiyetin bir kaynak konumunda olduğunu
göstermektedir.
3. KÜRESELLEġME SÜRECĠNDE TOPLUMSAL CĠNSĠYETE DAYALI Ġġ BÖLÜMÜ
Küresel ekonomik düzenin sonucunda yoksulluğun artıĢı ve yoksulluğun feminizasyonu karĢımıza
çıkmaktadır. Dünya nüfusunun yarıdan fazlasını ve çalıĢan nüfusun üçte birini oluĢturan kadınlar;
dünya gelirinin onda birine, yeryüzü malvarlığının ise sadece yüzde birine sahiptirler. Kadının
toplumsal statüsü ile doğrudan ilgili olan bu durum, kadınların her alandaki insan haklarından
erkeklerle eĢit ölçüde yararlanmalarını engellemektedir. (Vefikuluçay ve diğerleri, 2007: 32).
Toplumsal cinsiyet politikaları ve küresel toplumsal cinsiyet düzeni uluslararası iliĢkiler,
uluslararası ticaret, küresel piyasalar gibi alanlarda yeniden, ama eski prensipler doğrultusunda inĢa
edilmekte, böylece toplumsal cinsiyet tarafsızlığının varlığı neoliberal ekonomide sadece görünüĢte
kalmaktadır. Küresel sistemin egemen kurumları ekonomik ve siyasi giriĢimciler olan erkekler
tarafından yönetilmektedir. Connell‘ın (2000: 52) ―ulus aĢırı iĢ erkekliği‖ olarak ifade ettiği bu yeni
hegemonik erkeklik için benmerkezcilik, baĢkalarına karĢı sorumluluk duygusunun azalması veya
tamamen kaybolması, iĢ hayatı ve cinsel iliĢkilerde daha az sadakat gösterme eğiliminin oluĢması,
tüketime düĢkünlüğün daha fazla artmasıyla kadınların da tüketim nesnesi olarak görülmesi söz
konusu olmaktadır.
Sermaye ve finansın küreselleĢmesi cinsiyet ve ırksal farklılıklara dayalı bir yapı üzerinde inĢa
edilmektedir. Wallerstein‘a göre kapitalizmin iki temel özelliğinden birincisi, artı değeri artırmak için
ücretli emekle çalıĢanların çoğalmasıdır. Buna bağlı olarak ikinci özelliği ise emek gücünün değerini
azaltmak için ücretli emek arasında yapısal bir takım tabakalaĢmalar oluĢturmaktır. Bu anlamda
cinsiyetçilik, ırk ayrımcılığı türünden ayrımlar kapitalizmin lehine olarak tabakalaĢmıĢ ve farklılaĢmıĢ
bir ücretli emek yaratmaktadır. KüreselleĢme sürecinde yeniden yapılanan kapitalizm bir taraftan
bütün insanların ücretli emeğe katılımını sağlarken, diğer taraftan emek gücü arasında ırkçı, cinsiyetçi
vb. ayrımlar üretmektedir (akt., CoĢkun, 2006: 74).
Ġhracata dayalı küreselleĢme politikaları iĢ gücü piyasalarında yarı zamanlı, geçici, enformel
istihdam olarak ifade edilen standart dıĢı istihdam biçimlerinin yaygınlaĢmasını sağlamaktadır. 1970‘li
yıllardan itibaren dünya haritası üzerinde ucuz iĢ gücü olan ülkelerde ortaya çıkmaya baĢlayan ―dünya
pazarı fabrikaları‖nda ağırlıklı olarak kadınlar istihdam edilmektedir. Asya, Afrika ve Latin
Amerika‘nın ihracata yönelik bölgelerindeki bu fabrikalarda iĢçilik maliyetleri daha az olduğu için
kadınların erkeklere tercih edilmesi erkeklerin iĢsizliğinin artmasına ve kadınların da hak ettikleri
ücretlerin çok altında çalıĢmasına neden olmaktadır. Ailelerinin geçimini sağlamak için düĢük
maaĢlarla ihracata yönelik üretimde yer almaları, kadınların toplumdaki geleneksel konumlarında
kayda değer bir değiĢimle sonuçlanamamaktadır.
124
Birçok geliĢmekte olan ülkenin hükümeti yabancı sermaye ve özellikle çok uluslu Ģirketlerin
ilgisini çekmek için çalıĢma standartlarını belirlerken Uluslararası ÇalıĢma Örgütü (ILO)
sözleĢmelerini doğrudan ihlal etmektedir. Kadınlar ataerkil toplum tarafından kendilerine aĢılanan
güçsüzlük, itaatkârlık gibi geleneksel özelliklere paralel olarak iĢ gücü piyasasında ücret ayrımcılığına
uğramaktadır. KüreselleĢen ekonomide kadınların uğradığı bu ayrımcılık genellikle evin geçimini
sağlayan kiĢinin erkek olması, kadının ise böyle bir görevi bulunmadığı, ev bütçesine çok az katkıda
bulunmasının da yeterli olabileceği düĢüncesiyle açıklanmaya çalıĢılmaktadır. II. Dünya SavaĢı
sonrasında fordizmin sunduğu aile modeline göre de tam gün çalıĢan erkekten kazandığı para ile
ailenin tüm geçimini sağlanması beklenirken, kadından ise ücretsiz olarak ev emeğini icra etmesi ve
ailenin devamlılığının sağlanması için çocuk doğurması beklenmektedir. ÇalıĢan orta sınıf kadınların
kendilerinin ücretsiz yaptıkları ev iĢleri için hizmetçi bulmaları durumunda söz konusu iĢler ücretli
hale gelmektedir. Ev içi emek ihtiyacı genellikle Güneydoğu Asya veya eski Sovyetler Birliği kökenli
kadınlar tarafından karĢılanmaktadır. Bu uluslararası iĢ bölümü sürecini ―küresel bakım zinciri‖ olarak
kavramsallaĢtıran Ehrenrich ve Hochschild‘e göre, yeniden üretim emeğinin uluslar arası iĢ bölümü
sayesinde ‗batılı‘ ülkelerde kadınlar daha kolay Ģekilde ücretli emeğe baĢlayabilmektedir. Çünkü
ücretli emeğe giren kadınlar, kendi bakım emeklerini gidermek için baĢka kadınların emeğini satın
almaktadırlar (akt., Özer, 2010: 20). Bakıcı veya hizmetçi çalıĢtırmaya maddi olarak gücü yetmeyen
kadınların ise ev içindeki sorumlulukları tam gün çalıĢmalarını engellemekte ve onları yarı zamanları
iĢlerde çalıĢmaya mecbur bırakmaktadır.
Güneydoğu Asya'daki ―dünya pazarı fabrikaları‖nda kadınlar iĢe alınmadan önce kendileriyle 5 yıl
boyunca evlenmelerini yasaklayan ve süre bitiminde uzatma haklarının bulunmadığı özel sözleĢmeler
yapılmaktadır (Truong, 1999: 148). Kadın iĢçiler zorunlu gebelik testi, zorunlu doğum kontrolü, hatta
kısırlaĢtırma gibi insan hakları ihlalleriyle karĢılaĢmaktadır. Kadınların ucuz iĢçi olarak çalıĢtırıldığı
dünya pazarında iĢyerinde cinsel taciz ve Ģiddet bir yapısal özellik olarak karĢımıza çıkmaktadır. Zor
Ģartlarda, uzun saatler boyunca, izinsiz çalıĢılan birkaç yılın sonunda kadınların güç ve sağlık kaybına
uğraması onların iĢlerine son verilmesi ve yerlerine daha genç kadınların iĢe alınmasıyla
sonuçlanmaktadır. Truong‘a göre (1999: 158) Güneydoğu Asya'da ekonomilerin hızla büyümesinin
arkasında yatan asıl neden toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü sürecidir. Kadınlar sadece fabrikalarda
değil, aynı anda yazılım geliĢtirme gibi alanlarda çalıĢan çok uluslu Ģirketlerde de ayrımcılığa
uğramaktadır. Hindistan, Latin Amerika, Doğu Avrupa‘da söz konusu teknolojik alanlarda çalıĢmak
için kadınlar erkeklerle aynı eğitim ve beceri düzeyinde olmalarına rağmen düĢük vasıflı iĢlerin
%70‘ini, erkekler ise yüksek vasıflı iĢlerin %80‘ini yerine getirmektedir.
ILO‘nun 2005 ve 2012 verilerine göre, dünya genelinde seks iĢçiliği, eğlence, ev hizmetleri, tarım,
inĢaat gibi çeĢitli sektörlerde yer alan zorla çalıĢtırılma mağduru sayısı 12,3 milyondan 20,9 milyona
yükselmiĢtir. Zorla çalıĢtırılanların %55‘ini oluĢturan kadınların %98‘inin seks amaçlı insan ticareti
mağduru olduğu belirtilmektedir (www.state.gov/documents/ organization/192587.pdf). Uluslararası
örgüt ve giriĢimler tarafından yönetilen seks amaçlı kadın ticareti, boyutlarının her geçen gün
artmasıyla küresel ekonominin hızlı büyüyen sektörlerinden biri haline gelmektedir.
Güneydoğu Asya ülkelerinde erkek egemenliği, kadınları daha farklı pratiklerle ezebilmekte ve
özellikle kız çocuklarından evi geçindirmeleri beklenebilmektedir. Kadınlar göç ederek seks iĢçiliği
veya ev hizmetlerinde çalıĢarak ailenin geçimini üstlenmektedir. Göç veren Asya ülkelerinin
hükümetleri de kadınların göç akımlarının geliĢtirilmesinde aktif bir rol üstlenmektedirler. Sovyet
Sisteminin çöküĢü ortamında yaĢanan ekonomik ve sosyal buhranla baĢlayan kadınların Batı Avrupa,
Türkiye ve bazı Orta Doğu ülkelerine göçü her geçen gün artarak devam etmektedir (UlutaĢ ve Kalfa,
2009: 14). Göç ettikten sonra seks iĢçiliğinde çalıĢtırılan kadınların bedenlerinin tüketim kültürünün
bir nesnesi haline gelmesiyle küresel seks endüstrisi oluĢmaktadır. Ülkelerinden çeĢitli vaatlerle
kandırılarak baĢka ülkelere götürülen kadınların doğrudan seks iĢçiliğine zorlanması, pornografi ve
seks turizmiyle küresel seks endüstrisinin sürekliliğini sağlanmaktadır. Hedef ülkelerde yoğun sömürü
koĢullarında çalıĢtırılan kadınlar, çok çeĢitli sorunlar yaĢamaktadırlar. Büyük oranda ekonomik
kaygılarla göç ettikleri hedef ülkelerde borç batağına sürüklenerek çoğu zaman kazançlarının tümüne
el konmakta, yaĢadıklarından ötürü psikolojik ve fiziksel rahatsızlıklar geçirmektedirler. Ülkelerine
geri dönebilseler bile, bu kez de seks sektöründe çalıĢmıĢ oldukları için damgalanmaktadırlar (Kalfa,
2008: 182). Seks sektöründe çalıĢmıĢ oldukları öğrenilen kadınlar toplum tarafından dıĢlanarak,
125
aĢağılanarak, ayrımcılığa maruz kalarak adeta aforoz edilmektedirler. Ülkelerinde toplum tarafından
kabul edilmemeleri onları tekrar göç etmeye mecbur edebilmektedir.
Özellikle kriz dönemlerinde küresel ekonominin ayrılmaz parçası haline gelmiĢ olan enformel
sektörde ürün ve hizmetlerin üretimi devlet denetimi, vergilendirme ve sosyal güvence olmaksızın
gerçekleĢtirilmektedir. ĠĢgücü maliyetlerinin azaltılması amacıyla ağırlıklı olarak kadınlardan
yararlanılan enformel sektörde kriz dönemlerinde de öncelikle kadınların iĢlerine son verilmektedir.
ĠĢe girme konusunda erkeklere öncelik tanınması ve kadınların genellikle yarı zamanlı iĢlerde
çalıĢtırılması toplumsal cinsiyete dayalı küresel ekonominin sürekliliğini sağlamaktadır.
SONUÇ
ÇalıĢma kapsamında ele alınan küreselleĢme sürecinin ataerkil ideolojinin Ģekillendirdiği
toplumsal cinsiyetle karĢılıklı etkileĢim halinde olduğu görülmektedir. KüreselleĢme süreci sadece
kadın ve erkekleri farklı Ģekilde etkilemekle kalmamakta, aynı zamanda toplumsal cinsiyet düzeni
üzerinden gerçekleĢmektedir. Küresel toplumsal cinsiyet düzeni erkeklere ayrıcalık tanıdığı için
ataerkil nitelik taĢımaktadır. Ataerkil sistem; kamusal ve özel alan ayrımıyla kadınların sosyoekonomik bağlamda faaliyetlerini, emek, ücret, mülkiyet, kültürel ve cinsel haklarını geleneksel
toplumsal cinsiyet kimliklerine göre belirlemektedir.
Aynı zamanda, küreselleĢme karĢıtı direniĢ sırasında oluĢan, yerelleĢme olarak ifade edilen milli,
dinsel, etnik köktenciliğin de geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri, iktidar ve denetim biçimlerini
onayladığı görülmektedir. Yerel ataerkil elit sınıfı tarafından milliyetçilik temelinde yeni kimlik
oluĢturulmaya çalıĢıldığında kadın bedeni annelik ve cinsel paklık söylemleri için bir sembol olarak
kullanılmaktadır. Wichterich‘in (2004: 14) de ifade ettiği gibi, cinsiyetler arasındaki haksızlıklar göz
ardı edilerek ―bir baĢka dünya‖ mümkün değildir ve olmayacaktır.
KüreselleĢmenin sadece bir ekonomik determinizme indirgenmemesi, karanlıkta kalan insani
yüzünün ortaya çıkarılması gerekmektedir. Küresel boyutta toplumsal cinsiyet eĢitliğinin sağlanmasına
yönelik yasal düzenlemelerin yapılmasına ve uygulanmasına önem verilmelidir. Türkiye‘nin son 6
yılda
105.sıradan
124.sıraya
gerilediği
Cinsiyet
EĢitsizliği
Endeksi‘nden
(www3.weforum.org/docs/WEF_GenderGap_Report_2012.pdf) sadece küresel ekonomik forumlarda
bahsedilmemeli, aynı anda söz konusu endeksteki durumu iyileĢtirmek üzere ekonomik revizyonlar
gerçekleĢtirilmelidir. Yaptırımcı önlemler alınmadığı takdirde toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü
sürekli yeniden üretilerek varlığını sürdürecektir.
KAYNAKÇA
Bhasin, K. (2003a). Ataerkil Sistem.(Çev.). AyĢe CoĢkun. Ġstanbul: Kadav.
Bhasin, K. (2003b). Toplumsal Cinsiyet, Bize Yüklenen Roller.(Çev.). AyĢe CoĢkun. Ġstanbul: Kadav.
Connell, R. (2000). The Men and the Boys. Berkeley: University of California Press.
CoĢkun, M. K. (2006). ‗‘Süreklilik ve KopuĢ Teorileri Bağlamında Türkiye‘de Eski ve Yeni
Toplumsal Hareketler‘‘. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 61 (1): 68-102
De Benoist, A. (1998). ‗‘KüreselleĢmenin Gerçek Yüzü‘‘. Doğudan Batıdan Uluslararası Konferanlar
Dizisi III, Ġstanbul: Ġstanbul BüyükĢehir Belediyesi Yayınları.
Ecevit, Y. (1997). ‗‘KüreselleĢme, Yapısal Uyum ve Kadın Emeğinin Kullanımında DeğiĢmeler‘‘.
Küresel Pazar Açısından Kadın Emeğinde ve İstihdamında Değişmeler: Türkiye Örneği,(Der:
Ferhunde Özbay), Ġstanbul: Ġnsan Kaynağını GeliĢtirme Vakfı.
EĢkinat, R. (1998). ‗‘Küreselleşme ve Türkiye Ekonomisine Etkisi‟‟. EskiĢehir: Anadolu Üniversitesi
Yayınları, No:1036
IĢıldak, D. (2003). Küreselleşme ve Ulus Devlet Boyutunda Türkiye, Ankara: Gazi Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi.
Kalfa, A. (2008). Eski Doğu Bloku Ülkeleri Kaynaklı İnsan Ticareti ve Fuhuş Sektöründe Çalışan
Kadınlar, Ankara: Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü YayımlanmamıĢ Yüksek
126
Lisans Tezi.
Kansu, I. (1996). Emperyalizmin Yeni Masalı Küreselleşme, Ankara: Kamu ĠĢletmeciliğini
GeliĢtirme Merkezi Vakfı
Özer, E. N. (2010). Türkiye‘de İnsan Ticareti Mağdurları Üzerine Bir Araştırma, Ankara: Hacettepe
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi.
Scharenberg, A., Schmidtke, O. (2003). Das Ende der Politik? Globalisierung
und der Strukturwandel des Politischen, Münster: Westfaelisches Dampfboot
Truong, T.D. (1999). The Underbelly of the Tiger: Gender and the Demystification of the Asian
Miracle, Review of International Political Economy, 6 (2): 133-165
UlutaĢ, Ç. U.,Kalfa, A. (2009). Göçün kadınlaĢması ve göçmen kadınların örgütlenme deneyimleri, Fe
Dergi, 1 (2): 13-28
Vefikuluçay, D., Demirel, S., TaĢkın, L., Eroğlu, K. (2007). Kafkas Üniversitesi Son Sınıf
Öğrencilerinin Toplumsal Cinsiyet Rollerine İlişkin Bakış Açıları. Hacettepe Üniversitesi
HemĢirelik Yüksekokulu Dergisi, 14 (2): 26-38.
Wichterich, C. (2004). Küreselleştirilen Kadın: Eşitsizliğin Geleceğinden Raporlar (Çev: Tunç
Tayanç, Füsün Tayanç), Ankara: Türk Sosyal Bilimler Derneği,
http://www.state.gov/documents/organization/192587.pdf
EriĢim Tarihi: 30.07.2013, EriĢim Saati: 17:00.
http://www3.weforum.org/docs/WEF_GenderGap_Report_2012.pdf
EriĢim Tarihi: 30.07.2013, EriĢim Saati: 17:00.
127
B10 OTURUMU
KÜRESELLEġME-II:
KAMUSAL-ÖZEL ALAN VE ĠLĠġKĠLER
128
ULUSÇULUK VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK; TARĠHSEL SOSYOLOJĠK BĠR ANALĠZ
Ahmet ÖZALP1
ÖZET
Ulusçuluğun toplum hayatında önemli bir yer edinmeye baĢlaması ile ulusçuluk toplumları siyasi,
ekonomik, sosyal ve daha birçok yönden etkilemiĢtir. Çok uzun süreçlerle ifade edilemeyecek bu süreç
daha sonralarında ise küreselleĢme ve sanayileĢmenin etkisi ile toplumları etkileyecek, yerini
çokkültürlülüğe bırakacaktır. Toplumlar, içerilerindeki farklılıkları fark etmeye baĢlaması ile onları
psikolojik yönden de etkileyecek birbirleri ile etkileĢimlerini arttıracak ve bu farklılıkların sonucunda
ortaya çıkacak sorunları da çözmeye çalıĢacaklardır. Ġmparatorlukların yıkılıp yerlerine ulus
devletlerinin kurulması, ulusçuluk fikrinin oluĢmaya baĢlaması daha sonrasında bunun tekrar yerini
çokkültürcülüğe bırakmaya baĢlaması makalenin konusunu oluĢturacaktır. ÇalıĢma, belgeleme
yöntemi ile yapılmıĢ, tarihsel örnekler verilerek kavramlar yorumlanmaya çalıĢılmıĢtır. Önceleri
çalıĢmada ulusçululuk, milliyetçilik, çokkültürcülüğün tanımı daha sonrasında ise bu kavramların
toplum hayatında tarihsel olarak hangi süreçlerle yer edinmeye baĢlaması incelenmiĢtir. ÇalıĢmada
Avrupa Birliği örnekleminden de yararlanılmıĢtır. Birliğin bu süreci nasıl yaĢadığı ve bu süreçte
yaptığı bazı düzenlemeler incelenmiĢtir. ÇalıĢmada esas amaç bu kavramsal süreçleri Tarihsel
Sosyolojik açından inceleyerek günümüz sürecini açıklamaya çalıĢmaktır.
Anahtar Sözcükler: Ulusçuluk, Çokkültürlülük, Küreselleşme, Sanayileşme
ABSTRACT
With the start of obtaining an important place in social life, nationalism has influenced societies in
many ways such as political, economical andso on. This process, which cannot be defined as very
long, will affect societies by means of industrilization and globalization and leave its place to
multiculturalism. When the societies realize the differences among them, they will try to solve the
problems that will affect them psychologically, rise the transmission with each other and appear from
these differences. The theme of the essay is the collapse of empires and coming of the national states
instead of them, developing the idea of nationalism and then appearing of the multiculturalism. This
study is done bymeans of documentationmethodandhistoricalexamplesaregivenandconceptsaretriedto
be interpreted. First, the definition of nationalism and multiculturalism is given, and then it is tried to
be investigated in which process these concepts take place in social life as historically. In the study, it
is also benefited from the sample of European Union. How the union lived this process and some
arrangements which were made in this process are also investigated. The main aim of the study is to
explain the process of today by means of studying these conceptual processes in terms of history and
sociology.
Keywords: Nationalism, Multiculturalism, Globalisation, Industrilization
I. GĠRĠġ
Yüzeysel olarak incelendiğinde ulus ve millet kavramları eĢ değer olarak görülür. Oysa ki: Ulus,
―Aynı devlet içersinde barınan insanları iĢaret ederken millet, ― Bir devlet içerisinde olsun ya da
olmasın, ortak bir dine inanan olan, aynı bir dili konuĢan ve ortak bir tarihe sahip olarak etki altında
olmayan politik bir unsur olarak bir arada hayatlarını idame ettirmeyi isteyen insan topluluğu
anlamında kullanılır. Üzerinde kesin bir fikir birliğine varılamamıĢ bir kavram olan ulus, genel olarak
Fransız ihtilalinin bir sebebi olmaktan daha çok bir sonucu olmuĢtur. Gellner, modern toplumların
kültürel benzerlik ihtiyacının ulus kavramının ortaya çıkmasına neden olduğunu ve milliyetçiliklerin
de tarım toplumundan, endüstri toplumuna geçiĢte kültürel uyumunu sağlayan modern bir kurgu
1 Doktora Öğrencisi, Kırıkkale Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Bölümü,
[email protected]
129
olduğunu savunmaktadır.Gellner‘de, modern ulus, modern devletle birlikte var olan tarihsel bir
kategori ve siyasal ve sosyolojik örgütlenme biçimi‘ olarak kabul edilmektedir (Gellner, 1998:9-12).
Hobsbawn, modern ulus içinde olmak üzere çoğu Ģeyin, uygun ve genelde çok yakın zamanlı
göstergeler ve bunlara uydurulmuĢ söylemlerle ‘‘ulusal tarih‟ iliĢkilendirildiği için, geleneğin icadına
gerekli dikkat gösterilmeden ulus olgusunun üzerinde hakkıyla durulamayacağını söylemektedir
(Hobsbawn, 2005:17-18).
Semantik mana yönünden incelendiğinde ise, ―ulus‖un Arapça kaynaklı ―millet‖ sözcüğünden
geldiği genel olarak kabul edilmekle birlikte, kelimenin etimolojisi hakkında daha değiĢik
düĢüncelerde bulunmaktadır. Bernard Lewis, millet kelimesinin Aramice‘den geldiğini ve ―bir söz‖
anlamına gelen ―milla‖ kökenine kadar gittiğini belirtmekte ve ―bir kutsal kitabı kabul eden insan
topluluğunu kavramını karĢıladığını söylemektedir. Kökenbilimindeki dinsel anlam doğrultusunda
millet kelimesi daha çok aynı dine inanan insan topluluklarını ifade ederken, Moğolca kökenden gelen
ve ―nation‖ sözcüğünü karĢılamak için kullanılan ―ulus‖ kelimesi anlam olarak daha çok, değiĢik bir
etnik topluluğu belirtmektedir. Ulus olmanın, oluĢturmanın bilinci ve dünya toplumlarının, ulus öncesi
toplumsal yapılardan ulus olma seviyesine ulaĢma sürecinin hem bir ürünü hem de kuramsal aracı
olarak tanımlanabilecek olan ―milliyetçilik‖ ise bir terim olarak ilk defa 1774 yılında Johann
GottfriedHerders tarafından ortaya atılmıĢtır (Karyelioğlu, 2012:143-144).
Çokkültürlülük; Ġlk kez Avrupa‘da ortaya çıkan ve niyeti; etnik, kültürel ve dilsel farklılıkları aynı
kazan içerisinde eriterek tek bir tarih, dil ve kültüre dayalı bir ulus yaratmak olan ulus-devlet projesi
ile karĢı karĢıya kalmıĢtır.
Çokkültürlülük olarak ifade edilen manzume bazen de çokkültürcülük olarak isimlendirilmiĢ ve bu
karĢı gelme, özü itibariyle toplumda her türlü tekdüzelik, birlik ve ortaklığı bozan ―farklılaĢma‖
karvamının altını çizmektedir. Özellik olarak farklı olmakla birlikte Avrupa‘da farklılaĢtırma olgusu
en az üç temelden beslenmektedir. Ġlk temel, var oluĢ tarihleri Avrupa‘daki toplumların tarihi kadar
eski olan ve halen de önemli oranda varlığını devam ettiren yerli azınlıklardır (Canatan, 2009:83).
AlainTouraine, günümüzde kültürel değerlerin toplumsal ya da politik\siyasal değerler üzerinde
yükselen bir önceliği olduğunu ve büyük çatıĢmalar, yüksek tercihler, yüksek karĢıtlıkların büyük
kültürel sorunlar düzeyinde kendini gösterdiğini belirtir. Çokkültürlülük de bu artmakta olan kültürel
sorunların önemli parçasını değerlendirip inceleme yapmaya ve cevap vermeye çalıĢırken kullanılan
ve yaygınlaĢan kavramlardan biridir. Avrupa'da ve çeviriler yoluyla da Türkiye'de, çokkültürlülük
kavramı çevresinde geliĢen edebiyat giderek artmaktadır. Her yeni uğraĢ ve çalıĢma da kavramın ve
çalıĢma alanının kapsamının ne olduğuna dair farklı ve güncel ifadeler getirmektedir. Parekh ise
kitabında çokkültürlüğü, kültürel farklılıklara olanak tanıyan ve onu koruyan bir siyasal kuramın ana
unsuru olarak kavramsallaĢtırma uğraĢındadır. Parekh, çokkültürlülüğü tek baĢına çeĢitlilik ve kimlikle
ilgili değil, kültürle iç içe geçmiĢ ve ondan faydalanan çeĢitlilik ve kimliklerle, yani bir grup insanın
kendilerini ve dünyayı anlamakta, kiĢisel ve birlikte yaĢamlarını idame ettirmekte kullandıkları
yöntemler bütünüyle ilgili olarak kavramaktadır. Aslında ifade edilmeye çalıĢılan ve vurgulanan yer,
kiĢisel yönelimlerden beslenen değil, kültürden kaynaklanan çeĢitliliklerin çokkültürlülükle alakalı
olduğudur (Sarı, 2003:168).
Çokkültürlülük kelimesi ilk olarak okul müfredatları etrafındaki karĢıtlıklarıyla ilgili olarak
kullanan Amerika‘da ulusal beraberlik isteğinin ve temelindeki çeĢitliliği de ortaya koymak için ortaya
kullanılmıĢtır. Günümüzde çokkültürlülük daha geniĢ bir anlamıyla ayrımcılığın ve ötekileĢtirmenin
olmadığı, hiçbir kültürel kaynağın öbüründen daha farklı ve üstün olmadığı ve ulusal kimliğin
dünyanın farklı yerlerinden gelen kültürel temaların karmaĢık bir birlikteliği sonucunda meydana
geldiği, daha iyi bir Amerika‘nın sözlük karĢılığı olmuĢtur. Fakat çokkültürlülük konusunda sosyalist
yönetimlerin konumu ise tam karĢılığının ifade edilmesi zordur. Doytcheva (2009:141)‘ya göre,
çokkültürlülük bir realite ya da hayata geçirilecek bir yöntem olmaktan çok, bir heves, bir
aldatmacadır. Bu, kültürel sömürünün eski zenginliğin yerine koyduğu modernite ile bezenmiĢ bir
boĢluk kültüründen ibarettir. Ayrıca bazı Avrupa ülkelerinde de çokkültürlülük ne geniĢ bir kitleye
hitap ediyor ne de olumlu karĢılanıyor. Çokkültürlülük çok zaman, demokrasi geleneğine yabancı,
toplulukçu ve farklılaĢtırıcı bir geniĢ görüĢlülüğe sahip bir Anglosakson keĢfi olarak görülüyor
(Yıldırım, 2011:240).
130
ULUSÇULUK, ULUS-DEVLET VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜĞÜN TARĠHSEL GELĠġĠM
SÜRECĠ
Fransız Devriminden hemen önce ve sonra oluĢan ulusçuluk, burjuva grubunun üstünlüğü,
aristokrasiden alıp ulus‘a devretme kendi yönetimini sistemleĢtirme sürecinin fikirlerini ve görüĢlerini
yansıtır. Önceki toplum yapılarında böyle bir durumdan söz etmek olanaksızdır.Modern ulusçuluk
fikrinin geliĢimi Fransa, Ġngiltere ve Almanya gibi köklü tarihleri olan devletlere çok Ģey borçludur.
Fransa ve Ġngiltere‘de geliĢen ulus fikri, ulusal krallıkların doğuĢuyla birlikte bulunan topraklar
üzerindeki insanların beraber olmalarını sağlamıĢtır. Ancak, ulusçuluk Fransız kökenli ulusçuluk
olarak adlandırılmıĢtır (Aksoy vd, 2010:32). Ulus, Orta Çağ‘ın sonu ve Yeni Çağ‘ın baĢlangıcı ile
Avrupa‘da ortaya çıkmaya baĢlayan, üretim iliĢkileri sisteminin parçası olan bir yapı. Bir mal
biriktirme ve üretim iliĢkileri sisteminin değiĢme sürecine iĢaret eden ulus, kapitalizm ile aynı
tarihlerde geliĢen bir oluĢum. Üretimin küçük ölçekten büyük alana yayılması, bu anlamda yeni
toplumsal etkileĢimlerin ve kurumların kurulmasında temel oluĢturan ulus, kiĢilerin
özgürleĢtirilmesinin yolunu açtı. Önemli üç Ģart vardır. Bu üç Ģart (toprak birliği, dil birliği, ekonomik
fayda birliği), bir toplumun bir ulus haline dönüĢmesi için yeterli olmuyordu. Ulus olarak birleĢmiĢ
insanların, ulus bütünlüğünü korumak için aynı toplumsal ruh yapısını ve aynı kültürel özellikleri
taĢımaları da gerekiyordu. Bu ise, ortak bir tarih bilincine ulaĢarak ve ortak bir tarih yeniden
temellendirilmesine doğru yönelerek, ortak bir gelecek ve kader ortaklığı etrafında bir araya gelerek,
―tarihsel‖ ve ―ahlaksal‖ yakınlığı oluĢturmak sayesinde olacaktı. Bu yakınlık daha da ileriye taĢındı ve
hukuktan eğitime uzanan geniĢ bir çerçevede de kültürel, ruhsal ve manevi birliktelik sağlanmıĢ oldu.
UluslaĢma süreci, Sanayi Devrimi ile birlikte kapitalizmin geliĢmesine paralel olarak gerçekleĢmeye
devam etti. MüĢterekler ve ortak bir geçmiĢ ve gelecek etrafında bir halk bir araya gelerek devletlerini
oluĢturamaya baĢladı (Habernas, 2002:7-8).
Ulus-devletin, ulus egemenliği etrafında tanımına dair tarihsel süreç 12. yüzyıla kadar dayanmakla
beraber, Westfalya AntlaĢması‘nın konuya iliĢkin tarihi bir dönüm noktası olduğu kabul edilmektedir.
1648'de imzalanan Westfalya AntlaĢması, ulus devletin uluslararası düzende ön plana çıkması ve
kendi sınırları içinde ne kadar büyük bir güce sahip olduğuna iĢaret etmesi bakımından bu durumun
daha farklı bir boyuta taĢınmasıdır. Westfalya modeline göre, devletler, devletlerarası hukukta ‗‘eĢit
yapılar‘‘ olarak yer alan siyasi aktörlerdir (Cebeci, 2008:25).
Çokkültürlülüğün ne olduğu, özünde ne tür tartıĢmalar eĢliğinde gündeme geldiği öncelikle
kavramsal bir analizi gerekli kılar. Dünyada çokkültürlülük kavramı ilk olarak 1957‘de Ġsviçre‘de
kullanılsa da, 1960‘ların sonunda günümüzde herkes tarafından kabul edilen anlamını Kanada‘da
buldu. Kavram seri bir Ģekilde diğer Ġngilizce konuĢan ülkelere yayıldı ve bu ülkelerde tartıĢılmaya
baĢladı. Dolayısıyla modern manada çokkültürlülük, Kuzey Amerika menĢeli bir kavramdır. ABD ve
Kanada‘da farklı bir dili konuĢan ve kendilerine ait olduğuna inandıkları topraklarda yaĢayan insanlar,
kültürel kimliklerinin tanınmasını istemiĢlerdir. Çokkültürlülük kavramı bu tanınma isteğine bir cevap
olarak ortaya çıktığı söylenebilir (Özensel, 2012:59). KurtuluĢu modernizmde bulan düĢünce, 1960'lı
yıllara kadar tartıĢılmaz etkinliğini sürdürmüĢtür. 1960'lı yıllar ile birlikte hızlı bir Ģekilde artan
küresel Batı hegemonyasının dünya ülkeleri arasında yarattığı siyasal\politik ve ekonomik farklar,
zengin ve fakir ülkeler arasında açılan uçurum ile modernizmin en çok eleĢtiriye açıldığı ve görünüĢte
bütün kültürlere saygıyı, temelinde ise "ötekileri"kendi hallerine terk etmeyi ifade eden postmodernist
kuramların geliĢtiği yıllardır. BaĢka bir yönden bakıldığında ise bu durum yine modernizm temelinde,
Batı medeniyetlerinin mega ifadesine karĢı artan tepkinin asıl sebebi, dıĢarıda bıraktığıyla da
görünmez olarak Ģekillendirdiği Ģeyler konusunda bilinçlenmenin artması örneği gösterilerek
eleĢtirilebilir. Her ne kadar imparatorluklar bunu fark edip bir kültür etrafında diğer kültürlerin
varlıklarını korumalarına imkân oluĢturan kendi yapılarını devam ettirseler de modern çağ için
imparatorluk tarzı bir kültürel çoğulculuk anlayıĢından bahsetmek olanaklı ve kaynaksal değildir.
Modern zamanların bir politika olarak çokkültürlülük uygulamasına ilk olarak Kanada‘da rastlarız
(Temizkan, 2008:2).
KüreselleĢme, Ulus-Devlet ve Çokkültürlülük
KüreselleĢme, dünya düzeyinde ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel birliktelik, fikirlerin,
düĢüncelerin, uygulamaların, teknolojilerin global düzeyde kullanılması, para dolaĢımının
131
globalleĢmesi, ulus-devlet sınırlarını aĢan yeni iliĢki ve etkileĢim biçimlerinin meydana gelmesi,
uzamın yakınlaĢması, dünyanın küçülmesi, sınırsız rekabet, serbest ticaret\dolaĢım, pazarın dünya
ölçeğinde geniĢlemesi ve milli sınırların dıĢına çıkması, kısaca dünyanın tek sınır veya pazar haline
gelmesidir (Balay, 2004:63). Sosyo-politikten siyasete, kültüre değiĢimi anlamlandırmak için
kullanılan geniĢ ve önemli geçiĢleri olan bu ifade hakkında oldukça değiĢik yorumlamalar yapılmıĢ
değiĢik boyutları ön plana çıkarılmıĢtır.
Balay (2004:64)‘ın yaptığı araĢtırmaya göre 1960‘ta M. McLuhan‟ın, ―Global Köy‖ deyimi ilk
kez ―ĠletiĢimde Patlamalar‖ adlı kitabında literatüre girmiĢ ve tüm dünyada kullanılır hale gelmiĢ,
küreselleĢme konusu tartıĢılır olmuĢtur. Yenidünya düzenini ifade eden küreselleĢme, mal, hizmet,
sermaye, teknoloji ve iĢ gücünün dünya çapındaki gücünü ve yaygınlığını artması sürecidir. Bu zaman
içerisinde ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi alanlarda oluĢan bazı ortak değerlerin tüm dünyaya
egemen olması söz konusudur.
KüreselleĢme boyutları açısından incelendiğinde üç kategoriye ayrılır. Bunları sıralamak gerekirse;
ekonomik, siyasal ve kültürel boyutlar olmak üzere.
Ekonomik açıdan küreselleĢme; Modern açıklamada globalleĢmeyi ortaya çıkaran etmenlerden
baĢta geleni çok kültürlü ve milletli Ģirketlerdir. Çok uluslu Ģirketlerin oluĢumu ve geliĢimi ile süreç
içerisinde ulusal ekonomik planlamalar yerini çoğunlukla uluslar arası ya da küresel planlamalara
bırakmıĢtır. Birden çok uluslu Ģirketlerin geliĢim sürecinde, sadece endüstrileĢmiĢ ülkelere bir yönelim
ile karĢılaĢılmamıĢ, aynı zamanda geliĢmiĢ ülkelerden geliĢmekte olan ülkelere doğru da bir yabancı
sermaye giriĢi ve bu yabancı sermayenin de çokuluslu belirginliği de oldukça yüksek seviyelerde
olmuĢtur. Tarihsel Sosyolojik bir bağlamda değerlendirecek olursak; özellikle 1960–1980 zaman
aralığında, geliĢmekte olan ülkelerin, uyguladıkları sanayileĢme politikalarıyla birlikte, çok uluslu
Ģirket olarak tanımlanabilecek bu yabancı sermayeyi çekebilmek için önemi mevzuat düzenlemelerine
yöneldikleri görülmüĢtür (Balkanlı, 2002:15).
Özellikle sayısal olarak incelemek istersek 1980 ve 1990 yılları arası çokuluslu Ģirketler dikkate
değer olacaktır. Tağraf (2002:38)‘ınyaptığı araĢtırmada belirttiği üzere küreselleĢme süreci ile eĢdeğer
bir süreçte dünyada çokuluslu Ģirketlerin sayısı ve aktifliğinde büyük artıĢlar meydana geldi. Bu tür
Ģirketlerin dünyadaki toplam sayısı 37.000‘e yükseldi. Çokuluslu Ģirketlerin dünyanın çeĢitli
ülkelerindeki merkez ya da temsilciliklerinin sayısı 450.000‘e kadar yükselmiĢtir. Bankalar ve mali
kuruluĢlar hariç, çokuluslu en büyük 100 Ģirketin varlıkları 1,8 trilyon dolara, yıllık satıĢları ise 2,5
trilyon dolara ulaĢmaktadır. 1996 yılında gerçekleĢen bu satıĢlar, Çin, Hindistan, Güney Kore,
Malezya, Singapur ve Filipinler‘ in gayri safi milli hâsılaları toplamını aĢmaktaydı.
Siyasal anlamda küreselleĢme ise; demokrasi küresel bir ahlaki değer olarak daha çok ön plana
gelmektedir. Ekonomik noktada özgürlükçü ekonomik düzen, siyasi alanda ise demokrasiye dayalı bir
politik yöntem tüm dünyada kabul görmektedir. Özgürlükçü Demokrasi adı verilen, yeni bir politik ve
ekonomik düzen dünyada hızla yayılmaktadır (Bayraç, 2003:47). Diğer bir Ģekilde ifade edilmek
gerekirse, siyasal anlamda küreselleĢme devlet ve onun alt yapıları arasındaki iliĢki ve oynanacak
rollerin tekrardan yeni bir hal alması gerekmekte, ulus devletin önünde milletler ya da ulus devletler
üstü yapılarla birlikte, sivil topluma yönelik üstünlük kullanımında demokratikleĢme yönünde bir
yükseliĢ sağlamaktadır. 1950‘lerin baĢından beridir ekonomik ve sosyal birlikteliğini olumlu bir Ģekle
getiren Avrupa Birliği‘nin bugün konfedere bir birleĢik Avrupa yaratma çabası, siyasal
küreselleĢmenin ulus devletlerin tek baĢına yaratamayacakları bir süreç olduğunu, içinde bir takım
bölgeselleĢme ve birlik içerisinde bir bloklaĢma, ulus üstü uyum çabalarını da içerdiğinin en çarpıcı
örneğidir. Siyasal globalizasyon ulus devlet içinde bir benzeĢme ekseninde bir temsil mekanizması
varsayılması sebebi ile zaten kendini zor ifade eden demokrasi anlayıĢının daha katılımcı bir yapıya
dönüĢmesini de sağlamaktadır (Demirel, 2006:108).
KüreselleĢmenin kültürel boyutuna bakılınca aslında en önemli noktası da toplum yaĢamı için
bunu oluĢturacaktır. Kültürel boyut toplumsal değiĢme ve yönelime sebep olacaktır. Uzun süreçlerin
ürünü olan toplumsal değiĢme küreselleĢmenin de kültürel yayılmacı etkisi ile kendini gösterir.
Tarihsel Sosyolojik bir noktadan baktığımızda Mahiroğulları (2005:1277)‘nın yaptığı bu konudaki
önemli araĢtırmada Endüstri Devrimi‘nin meydana gelmesine sebep olan veya bu devrime etkisini
göstermemiĢ batı ülkeleri, devrimin kendilerine yararlandırdığı çoğu avantajlar nedeniyle ekonomik ve
132
sosyal ilerlemelerini sonuca ulaĢtırarak dünya ekonomisini ve siyasetini yeniden Ģekillendirmeye
baĢlamıĢlardır. Bu noktadaki ülkeler, baĢlangıçta sanayilerinin hammadde ihtiyaçlarını karĢılama,
ürettikleri iç tüketim fazlası mallara yeni yerler arama ve siyasi anlamda yeni geliĢim sahaları
geniĢletme adına sömürge faaliyetlerine yönelmiĢ; ulusal duruĢ sergileyemeyen kimi ülkeleri çeĢitli
noktalarda kendilerine bağımlı kılabilmiĢlerdir.
Batılı güç (power) kapitalleri, daha sömürgeleĢtirme sürecinde, bu tip ülkelerde hegemonyalarını
sürekli etki halinde tutabilmek için, 19. yüzyılın baĢlarından itibaren misyonerleri kullanarak kendi
kültürlerini ve dini yaĢantılarını bunlara ahlaki değerleri de ekleyebiliriz, sömürge ülke halkına zorla
ya da istem yolunu da izlemiĢlerdir. Misyonerler, sahipleri oldukları ülkeler adına bulundukları ülke
insanlarına özellikle kendi kültürlerini tanıtmak ve yaymak, dolayısıyla bu ülkelerde kendi dillerini
konuĢan, kendileri gibi düĢünen taraftarlar oluĢturmak tarzında faaliyetlerde bulunmuĢlardır. Bununla
birlikte, kültürel küreselleĢme, sömürgecilikle yeni bir ivme ve hareket kazanmıĢ; misyonerlik
faaliyetlerinin içinde önemli bir yer tutarak, insanlarla kurulan yüz yüze iliĢkilerle 19. yüzyılda kısmen
de olsa ilerleme kat etmiĢ; 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yöntem değiĢtirerek hızını olağanüstü
bir boyutta artırma fırsatı bulmuĢtur (Mahiroğulları, 2005:1278).
KüreselleĢme aslında bir yönüyle hiç yeni bir Ģey değil; aslında ilk ortaya çıkıĢı Rönesans‘taki
coğrafi keĢiflere ve dünyanın her yanının tanımasına kadar uzanıyor. Olgunun ilk adımı bu; ikinci
adımı Birinci Sanayi Devrimi‘nden, üçüncü adımı Ġkinci Sanayi Devrimi‘nden geçiyor. Yukarıdaki
analiz gösteriyor ki; bilimsel buluĢların getirdiği küreselleĢme sermayenin küreselleĢmesinin baĢlıca
kaynağı ya da dayanağı değildir. Bu ikinciyi yaratan baskılar ayrıdır. Tabii ki, teknolojik geliĢmelerin
haberleĢme-ulaĢtırma alanında kazandığı ivme, sıcak paranın hareketini hızlandırıyor, kolaylaĢtırıyor.
Ancak aynı teknolojik imkânlar 1850‘lerden 1. Dünya SavaĢı‘na kadar geçen zamanda sermayeyi
küreselleĢtirirken, 1970‘li yılların ortasına kadar uzanan süreçte çok daha geniĢ teknolojik araçlar
denetimli ekonomiyle birlikte yaĢanmıĢtı. Ekonomide ulus-devletin gücünü yok etme düzeyine varan
özelleĢtirme baskılarını ‗sanki dıĢarıdan verili teknolojideki geliĢmelerin sonucu diye dayatmak;
kavram kargaĢası yaratmak olarak ya da sanal gerçekliğe uyum olarak da düĢünülebilir (Kaymakçı,
2007:4). KüreselleĢme sürecinde kapitalizmin bugünkü boyutu, ulus-devleti, ekonominin ilerlemesi
ve büyümesi için uygun bir ölçek olmaktan uzak kalmıĢtır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında hâkim
olan soğuk savaĢ ulus-devleti yıkılmaktan korurken, 1990‘larla birlikte soğuk savaĢın sona ermesi,
ulus-devletin temellerini sarsan bir diğer sebep olmuĢtur. Sovyetler Birliği‘nin dağılması ile ABD‘nin
tek güç haline gelmesi, küreselleĢmenin temel siyasi ilerlemesini anlatmakta; doğal olarak da egemen
siyasi aktör ulus-devleti tamamen yok etmiĢ olmasa da, büyük oranda değiĢime uğratmaktadır. Bu
geliĢmeyle birlikte otoritesi sarsılan devletin, etkin ve sınırlı bir yapıya kavuĢturulması üzerine
tartıĢmalar artmıĢtır. Bu anlamda küreselleĢme, ulus devletin potansiyel öneminin ve bağımsızlığının
büyük ölçüde azaldığı bir görüngü olarak ortaya çıkmıĢtır. KüreselleĢmeyle birlikte klasik sınırların
ortadan kalkması, çok uluslu Ģirketler, bölgesel bütünleĢmeler, özel sektördeki kuruluĢlar gibi yeni
küresel ve bölgesel aktörlerin ortaya çıkıĢını da sağlamıĢtır (Cebeci, 2008:27). KüreselleĢme
sürecinde ulus–devletlerde yıpranma ve yenileĢme birçok farklı alanda oluĢmasına rağmen en çok da
egemenlik, idari yapılanma, kimlik ve ulusta yaĢanmıĢtır. Bu yıpranma ve yenileĢmenin sıklıkla
görüldüğü alan ulus-devletlerin egemenlik meselesidir. Ulusal sınırların bazı alanlarda sembol haline
dönüĢmesi ve küreselleĢmenin iktidar erimesini hızlandırıĢı ile egemenlik anlayıĢı değiĢmiĢ, ulus–
devleti tartıĢma konusu haline getiren baĢlıca etmenlerden birini ortaya çıkarmıĢtır. KüreselleĢme ile
bütün ülkelerin egemenlik alanlarında bir daralma olmuĢ, küresel bir topluluğun varlığı ve uluslararası
hukukun kurumsal bir yapı halini alması ile yaĢanılan bağımlı ekonomik süreçler bu daralma için
uygun koĢulları hazırlamıĢtır. Yani küreselleĢme sürecine ulus-devletin yıpranma süreci de denilmesi
gayet uygun düĢer (Sayın, 2009:3). Kültürel, ekonomik ve politik etkilerin bir bileĢkesi tarafından
yönlendirilen karmaĢık bir süreç olan küreselleĢme yeni bir uluslararası güç ve sistem oluĢturur ve
özellikle geliĢmiĢ ülkelerde sürekli değiĢmekte olan bir süreçtir. KüreselleĢme kavramını bir bütün
olarak ele alındığımızda çağdaĢ politika zemininden daha fazla anlamı, toplumun kurumsal yapısını
ifade ettiğini ve toplumun kurumsal yapısını değiĢtirdiğini fark ederiz. Bir baĢka deyiĢle içinde
bulunduğumuz küreselleĢme süreci zamansal ve mekânsal bir yapıya, kendi içinde bir cogitoyu
barındıran evrenselci bir yapıya karĢılık bulur. Bu bağlamda modern döneme ait olan ve modernite
içinde siyasetin zamansal ve mekânsal kurulmuĢluğunu ifade eden ―ulusal ve alansal boyutun‖ sorunlu
bir özellik kazanması sorusunu akıllara getirmektedir. Çünkü küreselleĢme ile birlikte, ulus devlet
133
denilince düĢünülen merkezci ekonomik yapıyı kırılmakta ve liberalizmle yenilenen toplumlardaki
kimlik anlayıĢının oluĢumunda zorunlu etken görevi görmektedir (Eken, 2006:261).
KÜLTÜREL ÇEġĠTLĠLĠK BAĞLAMINDA ÇOKKÜLTÜRLÜ ULUS DEVLET VE
TÜRKĠYE‟DE ETNĠK YAPI
Katı gruplandırılmıĢ bir yaklaĢım içinde, farklılıkları içerisinde kabul etmeyen, benzerleĢmiĢ ve
tam olarak bütünleĢmiĢ bir küresel kültürden söz etmek oldukça zor hatta imkânsızdır. Ancak kültürü,
sürekli değiĢmekte olan, çok değiĢkenli ve süreçlere tabi bir olgu olarak anlamlandırırsak, kültürün
küreselleĢmesinden söz etmek mümkündür. Ulus-devletler arasındaki süregelen iliĢkiler Ģekillerinin
ötesinde dünyanın değiĢik yerlerinde yaĢayan gruplar, gruplar ve kiĢiler arasında farklı Ģekillerde
artarak geliĢen iliĢkiler ve etkileĢim, var olan kültürleri durağan bir yapı içinde tutmayı adeta olanaksız
kılmıĢ ve bu çok çeĢitli ve farklı süreç içinde ―üçüncü kültürler‖ denebilecek analizler oluĢmaya
baĢlamıĢtır. Bu bakıĢ açısına uygun olarak değiĢik kültürleri tüm Ģekilleri birlikte yeryüzünden silen ve
yalnızca Batı kaynaklı bir batı kültürünün mutlak egemenliği anlamında bir küresel kültürden söz
etmek tam anlamı ile olanaklı değildir. Dolayısıyla kültürün küreselleĢmesi önermesi zorunlu olarak
otantik kültürlerin yok olmasını gerektirmemektedir (Nezihoğlu, 2006:20).
Kongar (1997:1)‘ın bu konuda söyledikleri dikkate alındığında; kiĢilerin kültürel kimlikleri, onlar
üzerinde bağlayıcı olduğu oranda kiĢisel haklarını ve özgürlük alanlarını daraltmakta, ama benzer
Ģekilde bir kimlik iĢlevini de yerine getirmektedir. Kültürel kimlik ile bireysel özgürlük arasında,
bireyin tutum ve davranıĢlarının farklılıklarına izin verilen hareket alanının geniĢliği bakımından karĢıt
bir korelatif iliĢki söz konusudur. Bir baĢka yolla ifade etmek gerekirse, katı bir kültürel kimlik,
bireyin, ait olduğu kültürel kimlik bakımından yapması beklenen inanç ve davranıĢları büyük ölçüde
kendisine baskı ile kabul ettirir ve böylece "kiĢisel hak alanı" önemli ölçüde daralmıĢ olur. Bunun
yanında ona göre yumuĢak bir kültürel kimlik, bireyin inanç ve davranıĢlarına daha az etki ettiği için,
onun "kiĢisel hak alanı" daha geniĢ bir çerçeveye taĢır. Burada, bir kültürel kimliğin "savunucu
(militanı)" kimliğine bürünen birey, kendisini öteki kültürel kimlik sahiplerinden ayırmak için
kendisinden farklı inanç ve davranıĢları önemli ölçüde olumsuzlama çabası içine de girer ve böylece
toplumsal etkileĢimi önemli ölçüde zedeleyici bir oluĢum ortaya çıkar. Buna karĢılık, yumuĢak bir
kültürel kimliği savunan birey, aynı toplum içinde yaĢadığı öteki kimlik sahiplerine de hoĢgörü ile
bakma eğilimindedir. Böylece yumuĢak kültürel kimlik hem o kimlik sahibi olan bireyin özgürlük
alanını daraltmaz, hem de öteki kimlik sahipleriyle bir arada yaĢama dürtüsünü kısıtlamadığı için,
toplumsal etkileĢim miktarı kısıtlanmamıĢ, dolayısıyla toplumun iĢleyiĢi bozulmamıĢ olur (Kongar,
1997:2).
Canatan‘ın yaptığı araĢtırmadan bazı istatistikler verildiğinde Avrupa örneğinde göçün neden
olduğu kültürel çeĢitlilikte; Resmi istatistiklere göre Avrupa‘da en az 21 milyon göçmen
yaĢamaktadır. Göçmen nüfusun dörtte üçü Almanya (7.343.591), Fransa (3.596.600), Ġngiltere
(2.281.000), Ġsviçre (1.406.630) ve Ġtayla (1.116.394) olmak üzere belli Avrupa ülkesinde
yoğunlaĢmıĢ durumdadır. Yoksulluğun ve bu yolla aile birleĢimlerinin devam ettiği düĢünülürse bu
yoğunluğun çok daha üst seviyelere çıkıp artacaktır. Göçmen ailelerin sahip olduğu çocuk sayılarının
o ülkelerde verilen destekler yüzünden daha fazla olduğu düĢünülürse bu sayı Avrupalı ailelerden daha
yüksek seyretmektedir. Avrupa‘da çokkültürlülüğü artıran saydığımız sebeplerin dıĢında da bir göç
yolu vardır, bu da Avrupa Birliği çerçevesinde serbest dolaĢımın ürünü olan iç göçtür. 1990 yıllardan
bu yana çoğu Avrupa ülkesine yönelik iç göç giderek artmıĢtır. Bugünkü koĢullar itibariyle her yıl
Avrupa içinden kaynaklanan göç oranı, dıĢarıdan gelen göç oranının çok üstündedir. Sözgelimi 1999
yılında toplam göç içinde iç göç oranları yüzde 33,2 (Ġngiltere) ile yüzde 97,9 (Slovenya) arasında
değiĢmektedir. Her halükârda iç göç oranı, Avrupa dıĢından kaynaklanan göç oranının kat kat üzerinde
seyretmektedir (Canatan, 2009:81).
Burada ifade edilmesi gereken unsur UNESCO‘nun Ulus devletler içinde ve diğer devletler içinde
aldığı kültürel çeĢitliliği korumak için kararlar vardır. UNESCO tarafından kültürel çeĢitliliğe ve
kültürel hakların kullanılmasına iliĢkin olarak kabul edilen uluslararası belgelerin hükümlerine ve
özellikle 2001 tarihli Kültürel ÇeĢitlilik Evrensel Bildirisi‘ne atıfta bulunarak, 20 Ekim 2005 yılında
anlaĢmayı kabul etmiĢtir. Bu maddeler sıralanırsa (DKP, 2006:32) ;
1. Ġnsan Haklarına ve Temel Özgürlüklere Saygı Ġlkesi
134
2. Egemenlik Ġlkesi
3. Bütün Kültürler için EĢit Ġtibar ve Saygı Ġlkesi
4. Uluslararası DayanıĢma ve ĠĢbirliği Ġlkesi
5. Kalkınmanın Ekonomik ve Kültürel Yönlerinin Tamamlayıcılığı Ġlkesi
6. Sürdürülebilir Kalkınma Ġlkesi
7. Hakkaniyete Uygun EriĢim Ġlkesi
8. Açıklık ve Denge Ġlkesi
9. Uygulama Alanı
Önemle belirtilmesi gereken nokta Ülkemizde toplumsal yapı çeĢitliliği üzerinde Konda araĢtırma
Ģirketi tarafından 2006 da yapılmıĢ ‗‘Biz Kimiz‘‘ adlı önemli bir anket çalıĢmasının tablosal verilerine
bakarsak;kiĢilerin etnik kimliklerine dair soru Ģu Ģekildeydi: ―Hepimiz Türk vatandaĢıyız, ama değiĢik
kökenlerden yörelerden olabiliriz; siz kendinizi, kimliğinizi ne olarak biliyorsunuz veya
hissediyorsunuz?‖ AraĢtırmada kendi bildiğimiz veya yaygın kullanılan adlandırmalar yerine, halkın
kendini nasıl bildiğini, nasıl tanıtmak istediğini tespit etmeye önem verdik. Bunun için, kimliğe dair
sorduğumuz sorularda seçenek sunmadık ve herhangi bir yönlendirme yapmadık. Anketörlerden
kiĢilerin kendi verdikleri ilk cevabı anket formlarına yazmalarını istedik. Denekler bu soruya 100‘ün
üzerinde farklı cevap verdi. Daha sonra bu cevapların benzerliklerini ve sıklıklarını inceleyerek belli
gruplar oluĢturduk. Tablo 1 de araĢtırmaya katılan deneklerin illere göre dağılımı verilmiĢ ayrıca
aĢağıda yer alan Tablo 2‘de ise deneklerin cevaplarına göre oluĢturulan kimlik grupları ve bu
gruplardaki kimliklerin söylenme oranları yüzde olarak yer almaktadır (Konda, 2006:2).
Tablo-1: Deneklerin Ġkamet Ettikleri Ġllere Göre Sayıları (Konda, 2006: 4)
Bu araĢtırmada büyük iller dikkate alınmıĢ, veriler dikkate alındığında genel bir yorum yapılmak
gerekirse AraĢtırma sonuçlarına göre Türkler‘in yüzde 57,6′sı gelin veya eĢ olarak, yüzde 53,5′i iĢ
ortağı olarak, yüzde 47,4′ü komĢu olarak bir Kürt‘ü istemiyor. Buna karĢılık Kürtler‘in de yüzde
26,4′ü gelin veya eĢ olarak, yüzde 24,8′i iĢ ortağı olarak, yüzde 22,1′i komĢu olarak bir Türk‘ü
istemiyor. 2006′daki araĢtırmada Kürt ve Zaza olduğunu söyleyenlerin nüfus içindeki oranı yüzde
15,7′yle 11 milyon 445 bin iken, bu sayı 2010′da yüzde 18,3′e çıkarak 13 milyon 261 bine ulaĢtı.
Sadece Kürt kimliğini söyleyenlerin oranı 2006′da yüzde 13,4′ken, dört yılda bu oran sadece yüzde 1,3
arttı. Zaza kimliğinde artıĢ ise, 1,4. Aynı Ģekilde, kendi kimliğini Türk olarak tanımlayanların oranı
2006′da yüzde 76.7 iken, bu oran 2010′da yüzde 78.1 çıktı. Türk, Kürt ve Zaza kimliklerindeki artıĢın,
‗diğer kimliklerle tanımlamadaki azalıĢında etkili olduğu görüldü. Kürtlerin dağılımı, Güneydoğu‘da
yüzde 27, Doğuanadolu‘da yüzde 39, Ġstanbul‘da yüzde 18′ken, tüm Karadeniz‘de sadece yüzde 0,3
oranında kalması dikkat çekti. Tüm Türkiye nüfusu içinde Türkler yüzde 73,6 ile 53 milyon 377 bin,
135
Kürtler ve Zazalar yüzde 18,3 ile 13 milyon 261 bin, diğer etnik grupların toplamı ise yüzde 8,2 ile 5
milyon 915 bin. Türk-Kürt arasında akrabalık iliĢkisi olanlar da 3 milyon 500 bin dolayındadır
(Konda, 2006:17).
Tablo-2: Denekler Tarafından Belirtilen Kimliklere Göre YetiĢkinlerde Etnik Kimlik Dağılımı
(Konda, 2006:14)
Bu araĢtırma toplamda 53,224 örneklem üzerinde yapılmıĢtır. AraĢtırmada dikkate değer unsur
Türk Ulus devleti içerisinde kendini Türk olarak ifade eden kesimin yüzde 81,33 bir değer ifade
etmesidir. Bunun hemen arkasından yüzde 9,02 lik bir oranla kürt nüfusu gelmektedir. Görüldüğü gibi
Türkiye‘de de etnik çeĢitlilik fazladır.
Ulus Devletin DönüĢümü ve Çokkültürlü Avrupa Birliği Örneği
BaĢlangıcında Avrupa‘daki toplulukları ve sonra da tüm dünyayı etkisi altına alan ulusçuluk
hareketlerinin ilk ortaya çıkıĢ noktası olarak 1789 Fransız Ġhtilali kabul edilmektedir. Ulusçuluk gibi
dinsel bağnazlık ve yobazlık da daha Ortaçağ‘da, yine Avrupa‘da ortaya çıkmıĢtır. Ayrıca insan
hakları özellikle de kadın ve çocuk hakları ihlalleri ve bu ihlallere karĢı mücadeleler de yine bu kıtada,
özellikle de Sanayi Devriminin yaĢandığı zamanlarda Ġngiltere‘de sık olarak yaĢanmıĢtır. Sonuçta
bütün bu ve benzeri sorunlar sebebi ile 20. yüzyılın ortalarına kadar çatıĢma ve savaĢların en yoğun
yaĢandığı yer Avrupa kıtası olmuĢtur. 18. yüzyıl ile baĢlayan küreselleĢmenin geliĢimi döneminde
küreselleĢme sürecinin hızlanmasının en önemli etkenini de Avrupa Ģiddeti oluĢturmuĢtur. Çünkü
ekonomik kazanç ve siyasal güç elde etme amacıyla baĢlayan sömürgecilik yarıĢı sırasında gidilen
topraklarda yaĢayan yerli halk ile Avrupalı halklar eĢdeğer insanlar olarak görülmemiĢtir (Gürkaynak,
2011:6).Avrupa ülkelerindeki çeĢitliliği, doğal olarak ulusal azınlıklar ve göçmenlerle sınırlamak
doğru değildir. Avrupa, Reformlardan günümüze kadar gelen süreçte dini bakımdan büyük bir
çeĢitlilik sergilemiĢtir. Uzun bir süre boyunca kendi aralarında kavgalı olan Katolik ve Protestan
gruplar, ancak geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren yakınlaĢmaya baĢlamıĢ ve ekümenik diye tarif
edilen bir hareket ortaya çıkmıĢtır. Ġkinci Dünya SavaĢı‘nda yaĢanan derin acılar sonunda azalmaya ve
dostluğa dönüĢmeye baĢlamıĢtır. Ġkinci Dünya SavaĢı‘ndan bu yana devam eden göçlerle birlikte var
olan dini çeĢitliliğe farklı bir boyut daha eklenmiĢtir. Bu sayede Avrupa, daha önceleri kendi içinde
mevcut olmadığı için yüz yüze iliĢki kuramadığı Ġslam, Hinduizm, Budizm gibi dinlerle yüz yüze
iliĢkiler kurmaya ve aynı topraklarda yaĢamaya baĢlamıĢtır. Temelleri ve özellikleri ne olursa olsun
136
bugün Avrupa‘da çokkültürlü ve çokdinli bir toplumsal yapı oluĢmuĢtur (Canatan, 2009:81-82). Bütün
bunlar ile beraber çokkültürlü yapıya bir alternatif olarak bir üst kimlik oluĢturma zorunluluğu
hissetmiĢtir. Avrupa Birliği, farklı ulus devletler, farklı kültür, din ve dillerden oluĢmuĢ bir mozaik
olarak bütün toplum projelerinde ve çeĢitli zirvelerin sonunda yayınladığı bildirgelerinde bir yandan
kültürel çoğulculuğun önemi üzerinde dururken diğer yandan da ortak bir Avrupa kimliği yaratma
çabası içine girmiĢtir. Bu çeliĢkili durumu, bir baĢka deyiĢle, farklı kültürlerin üstünde bir ortak üst
Avrupa kimliği oluĢturma çabasını Avrupa‘nın köklerindeki kutsal Roma-Grek kültürünün yeniden
hayata geçirilmesi olarak açıklamıĢtır (Tekinalp, 2005:78). Ayrıca çokkültürcülük tartıĢmaların özüne
bakıldığında bu olgunun aslında yirminci yüzyılın içinde ortaya çıkan büyük göç dalgaları ve çöken
sömürge imparatorluklarının kalıntıları sayılabilecek büyük etnik çeĢitlilikle temelden ilgili olduğu
görülmektedir. Bu bağlamda Avrupa‘nın dünyanın geri kalanı üzerinde kurmuĢ olduğu kolonyalist
hegemonyanın sona ermesi ve bunun sonucunda sömürgelerin özgürlüklerini kazanması, sömürge
halklarının yerel ve azınlık kültürlerine fikir bildirme Ģansı veren süreçlerin iĢlemesini
kolaylaĢtırmıĢtır. Böylelikle, 18 ve 19. yüzyıl Avrupa‘sının akıl ve ilerleme için sürdürdüğü mücadele
olan evrensellik fikri önemini yitirirken toplum artık beraberliğini de kaybetme sürecine girmiĢtir
(ġan, 2006:77). Devlet–toplum–birey arasındaki iliĢki ve görevlerin yeniden düzenlenmesini
gerektirmekte, ulus devlet karĢısında uluslar üstü düzenlerle beraber, sivil topluma yönelik üstünlük
kullanımında demokratikleĢme çizgisinde bir ilerleme sağlamaktadır. 1950‘lerden itibaren ekonomik
birleĢmenin farklı adımlarını baĢarıyla tamamlayan Avrupa Birliği‘nin bugün geleneksel ve kurumsal
federatif bir birleĢik Avrupa yaratma uğraĢı, siyasal küreselleĢmenin ulus devletlerin tek baĢına
yaratamayacakları bir süreç olduğunu, içinde bir takım bölgeselleĢme ve ulus üstü bütünleĢme
çabalarını da içerdiğinin en iyi örneğidir. Siyasal küreselleĢme ulus devlet içinde dengelenme
çizgisinde bir temsil mekanizması öngörülmesi nedeniyle zaten kendini ifade etmekte zorlanan
demokrasi anlayıĢının daha katılımcı bir renge bürünmesini de sağlamaktadır (Yalçınkaya vd, 2012:5).
Avrupa Birliği içerisinde çokkültürlü yapı kendisini etnik azınlıklar Ģeklinde göstermektedir.
Yoğun göçler, ekonomik sıkıntılar, savaĢlar gibi nedenlerden dolayı Avrupa sürekli göç almakta ve
azınlık problemleri ile uğraĢmaktadır. Örnek olarak Fransa bu süreçte, 59 milyon nüfusa sahip olan
Fransa‘da göçmenlerle birlikte çoğunluktan farklı yaklaĢık 10 milyon kiĢi yaĢamasına rağmen, ülke
içerisinde resmen azınlık olarak kabul edilmiĢ bir grup bulunmamaktadır.
Tablo–3 Fransa‟da YaĢayan Etnik Gruplar (BaĢbilen, 2008:48)
Etnik Grup
Alsaslılar (Almanca)
Basklar
Brötanlar
Çingeneler
Katalanlar
Korsikalılar
Hollandalılar
Oksitanlar
Lüksemburg dil azınlığı (Lorenler)
Türk
Sayıları
1.600.000
260.000
4.300.000
310.000
200.000
350.000-400.000
80.000
500.000
30.000-40.000
500000-600000
Fransa‘da kültürel ve etnik çeĢitliliklerin kabulü konusundaki karĢılıklı tartılmalar 1980‘li yıllarda
ortaya çıkmıĢtır. Geleneksel bakıĢ açısına sahip olanlar, laik devlete destek vererek ve savunarak,
çokkültürlülük yönünde siyasal uygulamaların uygulanmasına karĢı çıkmıĢlardır. Bununla birlikte,
azınlık kültürlerinin tamamen olmasa da var kabulünü savunan modern bir çokkültürlü demokrasi
anlayıĢı da meydana gelmiĢtir. Yine aynı dönemde Ġslami kesimin oluĢturduğu azınlık devlete ve
cumhuriyete yönelik tehlike olarak görülmesi, pek çok fikrin tekrardan gözden geçirilmesine neden
olmuĢtur. Fransız Devrimi‘nden kalma özgürlük, eĢitlik, kardeĢlik teması tekrardan tartıĢılmaya ve
137
1980‘lerin sonunda cumhuriyetçi uyum modelinin krizinden bahsedilmiĢ ve çokkültürlü toplumdan
uzaklaĢılma politikaları izlenmeye baĢlanmıĢtır. (BaĢbilen, 2008:49).
Avrupa Birliği içerisinde konuĢulan diller dikkate alındığında dillerin sadece o devlete ait coğrafya
içerisinde konuĢulmadığı, bir ülke de dahi birden çok dilin resmi dil olarak kullanıldığı
gözlemlenmektedir. Yirmi dört resmî dil ile birlikte, Avrupa Birliği sınırlarında yaklaĢık elli milyon
kiĢi tarafından ortalama 150 yerel dil ve azınlık dili konuĢulmaktadır. Bunlar arasında, yalnızca
Ġspanya'da konuĢulmakta olan bölgesel dillerden Baskça, Katalanca ve Galiçyaca ile Avrupa Birliği
vatandaĢları birliğin resmî kurumlarına baĢvuruda bulunabilirler (Wikipedia, 2013:2). Avrupa Birliği
kısmen de olsa özel programlarla azınlık dillerini ya da yerel dilleri desteklese de grupların dil
haklarını korumak üye devletlerin kendi sorumluluğundadır.
Birçok yerel dilin yanında, dünyanın pek çok ülkesinden Avrupa'ya gelmiĢ göçmen bireylerce
konuĢulan bir o kadar da azınlık dili vardır. Türkçe, Magrib Arapçası, Rusça, Urduca, Bengalce,
Hintçe, Tamilce, Ukraynca ve çeĢitli Balkan dilleri Avrupa Birliği'nin pek çok noktasında konuĢulur.
Bu göçmen gruplar genelde hem kendi dillerini hem de içinde bulundukları ülkenin resmî dilini
konuĢan çok dilli kiĢilerdir. Göçmen dilleri henüz Avrupa Birliği içinde ya da üye ülkelerden herhangi
birinde resmî bir statüye sahip değildir. Ancak Avrupa Birliği'nin YaĢam Boyu Öğrenme Projesi
dâhilinde 2007 yılından itibaren özel destek görebilirler. Türkçe Kıbrıs'ta, Lüksemburgça
Lüksemburg'da resmî dil statüsünde olmasına karĢın bu ülkelerde, birliğin mevcut dillerinden en
birisinin zaten resmî dil olmasından dolayı (Lüksemburg'da Fransızca, Almanca, Kıbrıs'ta Yunanca)
bu diller Avrupa Birliği dilleri içine alınmamıĢtır (EuropeanCommission, 2004:30).
Tüm veriler dikkate alındığında,
Tablo-4 Avrupa Birliği‟nde Kültürel ÇeĢitliliğin Ülkelere Göre Dağılımı (Wollf, 2010: 2)
Bu sonuç incelendiğinde Avrupa‘da en yüksek derecede kültürel çeĢitlilik Bosna ve Hersek‘te
görülmektedir. Bosna içerisinde birden çok kültürel çeĢitliliğin yaĢandığı ve bu ülkede bir bütünü
oluĢturan üç etnik gruba ev sahipliği yapmaktadır: BoĢnaklar, Sırplar ve Hırvatlar. Ġngilizce'de ve daha
birçok dilde etnik kimlik göz önünde tutulmadan tüm Bosna-Hersek halkına Bosnalı denir. Ancak
Türkçe'de tarihten gelen yakınlıktan dolayı Bosnalı denildiği anda BoĢnaklar yani Bosnalı
Müslümanlar terimi kastedilir. Ayrıca ülkede Bosnalı veya Hersekli olmak da ayrı etnik kimliği
vurgulamak için kullanılır. Sonrasında ise Letonya, Sırbistan ve Ġsviçre gelmektedir. Bu ülkedeki
azınlıkların durumu ayrı bir araĢtırma konusu olarak da göze çarpmaktadır.
138
SONUÇ
Tüm dünyada sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiĢ sürecinin temel taĢlarından biri olan
küreselleĢme kavramı ekonomik, siyasal ve çokkültürelkavramların tüm altyapılarıyla iç içe geçmiĢ
görüngünün önde giden kavramlarından birini oluĢturmaktadır. Günümüzde sıkça kullanılmaya
baĢlanan bu kavram, etkilerini hayatın her noktasında hissettirmektedir. On sekizinci yüzyılda baĢ
gösteren ulus devlet olgusu, kendisinden önceki siyasi ve toplumsal yapılanmaların üzerinde
yükseldikçe iktidar yapısında merkezileĢme, kültürde standartlaĢma, hukukta eĢitleme ve ekonomide
bütünleĢme sürecine girerek bireylerden talep ettiği sadakat alanında da geniĢleme meydana gelmiĢtir.
Bu bağlamda devlet, nüfuz etme (kurumsallaĢmanın artıĢı), standartlaĢma (ulusal kimliğin oluĢumu),
katılma (siyasal sosyalleĢme ile politik yurttaĢlığın inĢası), kaynakların yeniden dağılımı (sosyal
yurttaĢlığın geliĢimi) gibi unsurlarla kiĢileri yurttaĢa dönüĢtürmüĢtür. Ulus kavramı, eĢit grupsal
kimlikler üretmiĢ ve bu kimlikleri kiĢiselleĢtirmiĢtir, yani her milletin karakteristik özelliklerinden söz
etmeyi mümkün kılmıĢtır (Yalçınkaya, 2012:11). Ulus-devlet kendi sınırları içerisinde baĢka bir
egemenlik kabul etmemektedir. KüreselleĢme ile birlikte ise sözü geçen kavramların gerek anlamında
gerekse pratik olarak temsil ettikleri değerlerde önemli dönüĢümler meydana gelmiĢtir (Cebeci,
2008:35). Bu dönüĢümden en önemlisi de çokkültürlü ulus-devlet yapısıdır. Çünkü ModernleĢme ve
KüreselleĢme ulus-devlet yapısını etkilemiĢ, bu yapıyı yok etmese de yıpratmıĢtır. Ayrıca bunun
yanında Çokkültürlülük, birkaç istisna dıĢında bütün toplumlar için bir tarihsel antropolojik
gerçekliktir. Zaten Çokkültürcülük ideolojisi kültürleri bölümlere ayırma eğilimindedir. Bunun yanı
sıra, kültürleri etnik gruplara bağlı, kendi içinde tutarlı, birleĢik ve yapısal bütünlükler olarak kabul
eder. Çokkültürcülük, kültür kavramını bir etnik grubun mülkiyeti olarak tözselleĢtirerek, kültürleri
bağımsız birimler olarak ĢeyleĢtirme ve farklılıkları aĢırı vurgulama riskini taĢır (Çelik, 2008:330).
Sonuç olarak Fransız Devriminden günümüze temel siyasi aktör olan ulus-devlet, halen varlığını
koruyor olsa da, temelini oluĢturan birçok dayanağını kaybetmiĢ, genel anlamdaki egemenlik yetkisini
büyük oranda yitirmiĢ ve küreselleĢmenin devleti olma yönünde önemli bir değiĢime uğramıĢtır
(Cebeci, 2008:36).
Ayrıca Avrupa Birliği‘nde çokkültürlü yapı coğrafi keĢiflerin etkisi ile de baĢlaması, hammadde,
dıĢarının zenginliği Avrupa Birliğinin tarihinden önce bir akın olarak da gözlenmektedir. Avrupa‘nın
devrimlerle geliĢmeye baĢlaması dıĢarıdan göç almasına sebep olmuĢ, buna da en büyük etkiyi sanayi
inkilabı yapmıĢtır. Avrupa sınırları içerisinde yaĢayan etnik unsurlar sınırları çoğu ülkeye göre küçük
olan Avrupa ülkeleri içerisinde farklı dilleri konuĢmakta, farklı folklora sahip olmaktadırlar. Bu da
geçmiĢten gelen bir Avrupa yabancı sorununu oluĢturmaktadır. Her ne kadar Avrupa Birliği yabancı
sorunları konusunda bazı giriĢimlerde bulunup düzenlemeler yapsa da Avrupa‘da meydana gelen
yabancı düĢmanlığı bu yapılanları gölgelemektedir. Son dönemde Fransa‘nın Romen göçmenleri sınır
dıĢı etmesi de söylediklerimize dayanaktır. Ancak küreselleĢme süreci içerisinde sınırların daha da
ortadan kalkması ile çokkültürlülük daha da artarak devam edecek yerele hapis olan kültürel mozaikler
görülmesi muhtemel olacaktır.
KAYNAKÇA
Aksoy, N. D., ArslantaĢ, H. A. (2010). ‗‘Ulus, Ulusçuluk ve Ulus-Devlet‘‘. Türklük Bilimi
AraĢtırmaları Dergisi, Sayı: 28, ss: 31-39.
Balay, R. (2004). ‗‘KüreselleĢme, Bilgi Toplumu ve Eğitim‘‘. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri
Fakültesi Dergisi, Yıl: 2004, Cilt: 37, Sayı: 2, ss: 61-82
Balkanlı, A. O. (2002). ‗‘Küresel Ekonominin Belirleyici Faktörleri Üzerine‘‘. Uludağ Üniversitesi,
Ġktisadi Ġdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 21(1), ss: 13-26.
BaĢbilen, P. (2008). ‗‘Avrupa Birliği‘nin Etnik Ve Dini Kimliklere YaklaĢımı: Güneydoğu Anadolu
Bölgesi Örneği‘‘. YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara
Bayraç, H. N. (2003). ‗‘Yeni Ekonomi‘nin Toplumsal, Ekonomik ve Teknolojik Boyutları‘‘. Sosyal
Bilimler Dergisi, 4(1).ss :41-62
139
Canatan, K. (2009).‘‘ Avrupa Toplumlarında Çokkültürlülük: Sosyolojik Bir YaklaĢım‘‘. Uluslararası
Sosyal AraĢtırmalar Dergisi, Sayı 2/6, ss:81-87
Cebeci, K. (2008). ‗‘KüreselleĢme Bağlamında Ulus-Devletin Egemenlik Gücünün DönüĢümü‘‘.
SayıĢtay Dergisi, Sayı:71. ss:23-39
Çelik, H. (2008). ‗‘Çokkültürlülük ve Türkiye‘deki Görünümü‘‘. U.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyal
Bilimler Dergisi, Yıl: 9, Sayı: 15, ss: 319-332
Demirel, D. (2006). ‗‘Küresel Eksende Devletin Yeni Kimliği:―Etkin Devlet‖, SayıĢtay Dergisi, (60),
ss:105-128.
Devlet Planlama TeĢkilatı MüsteĢarlığı Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), Kültür ve Özel
Ġhtisas Komisyonu Raporu, http://plan9.dpt.gov.tr/oik48_48kultur.pdf, EriĢim tarihi:
10.06.2013
Doytcheva, M. (2009).Çokkültürlülük. (Çev.). Tuba Akıncılar OnmuĢ. Ġstanbul:ĠletiĢim
Eken, H.(2006). ‗‘KüreselleĢme ve Ulus Devlet‘‘. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, Sayı: 16, ss: 243-263
EuropeanComission (2004). EuropeansandTheirLanguages, http://ec.europa.eu/public_opinion
archives/ebs/ebs_243_sum_en.pdf (EriĢim Tarihi: 02.03.2013)
Gellner, E. (1992). Uluslar ve Ulusçuluk. (Çev.). BüĢra Ersanlı vd.Ġstanbul:Ġnsan
Gürkaynak,M. (2011). ‗‘Avrupa Birliği‘nin Ulusçuluk ve BütünleĢme Paradoksu‘‘. SDÜ Fen Edebiyat
Fakültesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık 2011, Sayı:24, ss:1-12
Habermas, J. (2002). Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti. (Çev.) Medeni BeyaztaĢ,
Ġstanbul:BakıĢ.
Hobsbawn, E. J. (2005). Geleneğin İcadı. (Çev.), M. Murat ġahin. Ġstanbul:Agora.
Karlelioğlu, S. (2012), ‗‘ Ulus Devlet ve Milliyetçiliğin Tarihsel Dayanakları ve KüreselleĢmenin
Ulus Devlet ve Milliyetçilik Üzerindeki Etkileri‘‘, ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde
Diyaloglar, Ocak, 5(1), ss:143-144
Kaymakçı, O. (2007). Küreselleşme ve Ulus Devlet. Bursa: Ekin.
Konda AraĢtırma ve DanıĢmanlık, (2006). Toplumsal Yapı AraĢtırması, Biz Kimiz Raporu,
http://www.konda.com.tr/tr/raporlar/2006_09_KONDA_Toplumsal_Yapi.pdf, EriĢim Tarihi:
10.06.2013
Kongar, E. (1997). ‗‘KüreselleĢme ve Kültürel Farklılıklar Çerçevesinde Ulusal Kültür‘‘. Ġnternet
Kaynağı; http://www.kongar.org/makaleler/mak_ku.php, (EriĢim: 10.06.2013)
Mahiroğlları,A. (2010). ‗‘KüreselleĢmenin Kültürel Değerler Üzerine Etkisi‘‘. Sosyal Siyaset
Konferansları Dergisi, (50). ss:1275-1288
Nezihoğlu, H. (2006). ‗‘KüreselleĢme ve Kültür‘‘. AlatooAcademicStudies, Sayı:1, Cilt:1. ss:18-23
Özensel, E. (2012).‘‘ Çokkültürlülük Uygulaması Olarak Kanada Çokkültürlülüğü‘‘. Akademik
Ġncelemeler Dergisi, Cilt:7, Sayı:1, ss:55-70
Sarı, E. (2003).‘‘ Çokkültürlülüğü Yeniden DüĢünmek‘‘. Ġlim AraĢtırmaları Dergisi, Sayı: 1(1),
ss:167-172
ġan, M. K. (2006). ‗‘Farklılık ve Çokkültürlülük Siyasetleri Üstüne Bir Deneme‘‘. Milel ve Nihal
Kültür AraĢtırmaları Dergisi, Yıl :3, Sayı : 1-2: ss: 70-117
Sayın, Y.(2009). ‗‘Ulus ve Ulus Devlet‘‘. http://yusufsayin.com/makaleler/ulusveulusdevlet.pdf
(EriĢim: 16.01.2013)
Tağraf, H. (2002). ‗‘KüreselleĢme Süreci ve Çokuluslu ĠĢletmelerin KüreselleĢme Sürecine Etkisi‘‘.
CÜ Ġktisadi ve Ġdari Bilimler Dergisi, Cilt, 3, 2.Ss: 33-47
140
Tekinalp, ġ. (2005). ‗‘KüreselleĢen Dünyanın Bunalımı: Çokkültürlülük‘‘. Ġstanbul Kültür
Üniversitesi Dergisi, Sayı:1 ss:75-87
Temizkan,
Ö.
(2009).
‗‘Modern
Toplumda
Çokkültürlülük‘‘.
http://www.academia.edu/1744248/Modern_Toplumda_Cokkulturluluk, (EriĢim: 15.01.2013).
Wolff, S. (2010). EthnicMinorities in Europe: The Basic Facts, Centrefor International Crisis
Management andConflictResolutionUniversity of Nottingham, England, Ġnternet Kaynağı:
http://www.stefanwolff.com/files/min-eu.pdf, (EriĢim: 12.06.2013)
Yalçınkaya, M. H., Cılbant,Ç.,Yalçınkaya,N. (2012). ‗‘ KüreselleĢme Ġle Yeniden ġekillenen UlusDevlet AnlayıĢı‘‘, International Journal of EconomicandAdministrativeStudies, Year:4
Number: 8, pp:1-26,
Yıldırım, T. (2011). Kitap Tanıtm ve Değerlendirmeleri, Hitit Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt. 10, Sayı: 19, ss: 239-242
141
C10 OTURUMU
SĠYASET-II:
TÜRKĠYE
142
TÜRK DEMOKRASĠSĠ AÇISINDAN 2014 YEREL SEÇĠMLERĠNĠN STRATEJĠK
ÖNEMĠ
Meral S. ÖZTOPRAK1
ÖZET
Burada, demokrasilerde, muhalefetin ‗olmazsa olmazlığı‘ ön kabulünden hareketle, 2002 sonrası
Türk siyasetinde, AKP‘nin kesintisiz onbir yıllık tek parti iktidarı karĢısındaki muhalefetin durumu
ele alınacaktır.
Bunun için öncelikle siyasetin değiĢen doğası, genel seçimlerden farklı olarak yerel seçimlerde oy
verme saiklerinin - sunulan hizmet ve adayların kim olduğu ile daha yakından ilgili olması gibi- özgün
yanları, 2002 sonrası seçim sonuçları ve değiĢen BüyükĢehir Yasası üzerinde durulacaktır.
ÇalıĢmamızda yürüteceğimiz analizlere dayanarak, yapılan her seçimde oylarını artırmıĢ,
nihayetinde seçmenin yarısının oylarını almayı baĢarmıĢ bulunan AKP karĢısında, ana muhalefet CHP
baĢta olmak üzere, diğer muhalefet partilerinin 2014 yerel seçimlerinde baĢarı ön koĢulları
değerlendirilecek, muhalefet partilerinin siyasal kimliklerini muhafaza ederek yapacakları seçim
iĢbirliğinin, Türk demokrasisinde iktidar-muhalefet dengeleri bakımından stratejik önemine vurgu
yapılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Türkiye‟de Demokrasi, Yerel seçimler, Muhalefet, AKP, stratejik uzlaşma
ABSTRACT
Here, by moving from the idea of ― opposition is the 'sine qua non' part" of democracy‖,the status
of the opposition will be discussed againist - the eleven years uninterrupted one-party rule- of AKP, in
Turkish politics after 2002.
For this, it will be referred to the changing nature of politics, the specific reasons of voting in local
elections unlike general elections, the results of the elections held after 2002 and changing
Metropolitan Law.
Based on the analysis, in the sake of democracy, preconditions for success of the opposition parties
to be held in 2014 local elections will be evaluated and highlighted the strategic importance of
cooperation among the opposition parties with their own identity.
Keywords:Democracy in Turkey, local elections, opposition parties,strategic consensus, AK
TEMSĠLĠ DEMOKRASĠDEN KATILIMCI DEMOKRASĠYE
Demokrasi, pek çok tanımı yanında ―muhalefetin barıĢçı yollarla iktidara gelebilme Ģansının
olduğu‖ bir yönetim biçimi olarak da tarif edilebilir. Modern toplumda insanların siyasal yaĢama
doğrudan katılabilmelerinin olanaksızlığının bir sonucu olarak doğan temsili demokrasi, esasen ulusal
karakterlidir.
Ancak, 80‘li yıllardan itibaren giderek artan bir hızla yükselen küreselleĢme süreciyle toplumlar
daha karmaĢık bir hale gelmiĢtir. KüreselleĢme, ulus kavramını yeniden üretirken kimlik/farklılık
kavramlarını vatandaĢ kavramının önüne geçirmekte, siyasal yapıları değiĢtirmekte ve
dönüĢtürmektedir. …EvrenselleĢmeyle yerelleĢmenin eĢ zamanlı olarak yaĢandığı, ―ulusal ölçekte
yaĢananları anlamak için …yerleĢik modern-geleneksel ayrımının yetersiz kaldığı bu ortamda yeni
anlamlandırma araçlarına gereksinim duyuldğu görülmektedir (CoĢar, 2002-03:114).
1
Yeditepe Üniversitesi, ĠĠBF, Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi
143
Özellikle 90‘lardan itibaren (sivil toplum örgütleri, yeni sosyal hareketler, yerel vatandaĢlık
inisiyatifleri…gibi), siyasal aktörlerin sayısı artarken siyasetin ekseni vatandaĢlık, sağ ve sol gibi
ideolojik kalıpların dıĢına çıkmıĢ/taĢmıĢ görünmekte, yerel yönetimler demokratik süreçlerde önem
kazanmaktadır.
Siyasetin bu değiĢimi, sosyal bir olgu olarak ―kimlik‖lerin öne çıkmasını ve buna bağlı olarak
da―ötekileĢtirme‖yi tetiklemiĢtir. Ancak, modern toplumun gerçekliğinden doğmuĢ bulunan temsili
demokrasinin, küreselleĢme ve modern-ötesi toplumların gereksinimleriyle uyumsuzluğu temsil
krizlerine yol açarken, geliĢmekte olan çoğulcu/katılımcı demokrasinin inĢa süreci, Canovan‘ın
ifadesiyle, ‗her biri eyleyebilen ve yeni bir Ģey baĢlatabilen çoğul insanlar arasında gerçekleĢtiği‘
özgürlükçü düĢünce çıkıĢ noktası alındığında, demokrasinin güncel gereklerine uygun esneklik ve
siyasal fırsatları da getirebilir (CoĢar, 2002-03:114).
Modern demokrasilerde siyasal temsil kavramı açısından en önemli kurum hiç kuĢkusuz
parlamentolardır. Parlamentolar açısından temsili ortaya çıkaran durum ise milletvekillerinin
belirlendiği genel seçimlerdir. Bu nedenle parlamentonun temsil niteliği büyük oranda anayasal düzen
ve ona bağlı olarak oluĢturulan seçim kanunları ile yakından ilgilidir. Ülkemizde bilindiği üzere temsil
krizi tartıĢmalarına neden olan önemli konu, ülke genelinde uygulanan % 10 barajıdır. Anayasanın 67.
maddesinin 5. fıkrası ise seçim kanunlarının, ―temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini
bağdaĢtıracak biçimde‖ düzenleneceğini öngörmektedir. Bu oranın demokratik temsili ciddi bir
biçimde zedelediğini düĢünenlerin yanında ―siyasi istikrar‖ veya ―ülke bütünlüğü‖ gibi gerekçelerle
barajdan yana olanlar da vardır. Sonuç olarak, uygulanmakta olan % 10 barajı Türkiye‘deki
parlamento kompozisyonunu ve dolayısıyla hükümetlerin nasıl teĢekkül edeceğini belirleyici olması
bakımından önemli bir tartıĢma konusudur (Tekin-Çiftçi,2006) . Anayasa hükmü dayanak alınarak
uygulanan ülke barajı çok sayıda partinin ve dolayısıyla bu partileri destekleyen vatandaĢların
ekonomik, siyasal, kültürel vb. taleplerinin parlamentoda temsil edilmesine engel teĢkil etmekte, seçim
barajının olmadığı yerel seçimler de bu bakımdan çok daha önem kazanmaktadır.
TÜRK DEMOKRASĠSĠNĠN GERĠLĠMLERĠ
Türk demokrasisinin, temel gerilimlerinden biri, laiklik ve irtica gerilimidir. Cumhuriyet‘in
baĢlangıcından itibaren varolan bu kutuplar arasındaki mücadele, Cumhuriyetin dini temelli bir tehdit
algısını sürekli kılmıĢ, çok partili yaĢama geçiĢle de 1950-60 arasındaki Demokrat Parti (DP)
iktidarında, iktidar partisi ile Cumhuriyetin kurucu elitlerinin muhalefetteki partisi olan Cumhuriyet
Halk Partisi (CHP) arasındaki mücadelenin temelini oluĢturmuĢtur‖ (Çarkoğlu-Toprak,2006).
Çok partili dönemden sonra, merkez sağ partilerin dine siyaseten yakın durmalarını saymazsak, ilk
kez –daha- açık biçimde islam referanslı bir parti olarak kurulan Necmettin Erbakan liderliğindeki
Milli Nizam Partisi (MNP), 1970‘de Anayasa Mahkemesi‘nin faaliyetlerini laikliğe aykırı bulması
üzerine kapatılmıĢtır.
Kapatılan MNP'nin kadroları, daha sonra MNP gibi Milli GörüĢ çizgisinde Millî Selamet Partisi
(MSP) adıyla bir parti kurmuĢlardır. MSP, 14 Ekim 1973 seçimlerinde 1.2 milyon oy alarak, %11'lik
bu oyla kazandığı 48 milletvekiliyle meclise girmiĢ, Senato seçimleri sonucunda ise 3 senatörlük elde
etmiĢtir. MSP, 1974‘de CHP-MSP koalisyonunda ve daha sonra 1.ve 2. Milliyetçi Cephe
hükümetlerinde yer almıĢ bir partidir.
70‗li yıllarda MSP olarak koalisyon hükümetlerinde iktidar ortağı olan Milli GörüĢ çizgisi, 1980
darbesinden sonraki süreçte yine Erbakan liderliğinde, Refah Partisi (RP) etrafında örgütlenmiĢ ve
1994 Genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkmıĢtır.
―Seçmenlerin tercihlerinde yükselen Milli GörüĢ geleneği ülkede siyasal Ġslamın yeniden tehdit
olarak algılanması sürecine hız katmıĢtır. 1970‘li yıllarda marjinal bir kesimden destek bulan MSP‘nin
devamı niteliğindeki RP, etkin bir parti örgütlenmesiyle, kentli alt sınıflar gözünde çekiciliğini
kaybetmiĢ sol hareketin bıraktığı boĢluğu doldurmuĢtur. Geleneksel olarak küçük Anadolu çevre
cemaatlerinden destek bulan bu hareket, kentlileĢen seçmen tabanı ile birlikte merkez sermayesine
karĢı geliĢen bir çevre sermaye kesiminden de destek bulmuĢ ve Ġslami imgelerle muhafazakar bir
ahlaki çerçeve etrafında birleĢmiĢ görünen bir ―karĢı elit‖i ortaya çıkarmıĢtır‖ (Çarkoğlu144
Toprak,2006). ―KarĢı elit‖ Gramscian perspektifle okunucak olursa, Milli GörüĢ Hareketinin iktidarın
parçası olmaktan, iktidar olma pozisyonuna yol aldığı süreçte önemli bir olgudur.
Nitekim, 1995 seçiminin ardından kurulan koalisyon hükümetinde büyük ortak olarak yer alan
RP‘nin icraatları süresince ülkede siyasi kutuplaĢma ciddi Ģekilde artmıĢtır. Bu kutuplaĢma sonunda
ülkeyi ―28 ġubat‖ sürecine sürüklemiĢ, Anayasa Mahkemesince kapatılan RP yerine kurulan Fazilet
Partisi (FP) de kapatılınca hareket ikiye bölünerek, Milli GörüĢ etrafında birleĢmiĢ kadrolar Saadet
Partisinde kalırken, ―yenilikçiler‖ diye adlandırılan kadrolarla kurulan AKP 2002 seçimlerinde tek
baĢına iktidara gelmiĢtir.
AKP‘nin Genel Seçimlerde gösterdiği baĢarı, bir yandan yeni bir sentezin (muhafazakarlık ve
demokratlık) sonucu gibi dururken, diğer yandan, Türk siyasetinde baĢarısız olanların (Çiller, Yılmaz
gibi) tasfiye olmasıyla yeni bir ―merkez‖ inĢası olmaktan ibaret yüzeysel bir yenilik olarak da okunup
okunamayacağı da yanıtını zamanın vereceği bir ikilem olmuĢtur (CoĢar, 2002-03:103).
Liderlerinin ―muhafazakar demokrat‖ olarak tanımladığı AKP, Ġslami geleneklere bağlı, bu
bağlamda muhafazakar değerleri savunan, ekonomi politikaları bakımından Batı‘yı esas alan ve
küresel ekonomiyle uyumlu bir parti olarak, 2002, 2007 ve 2011 Genel Seçimlerinde her seçimde
oylarını artırarak (%34.28-%34.43-%46.66) iktidarda kalmıĢtır.
Temel gerilim açısından bakarsak (laiklik-irtica), 2002 Seçimlerinden sonra, Erdoğan‘ın ―Milli
GörüĢ gömleğini çıkarıp çıkarmadığı‖ konusundaki tereddütler ve laiklikle ilgili endiĢeler,-baĢta
CHP‘lilerde- olmak üzere yükselmiĢtir. Ancak, 2007 ve özellikle de 2011 seçimlerinden sonra genel
olarak muhalefetin laiklik kaygısının üstüne, hegemonik bir tek parti yönetimiyle demokrasinin
yitirilmekte olduğu endiĢesi gündeme yerleĢmiĢtir.
2004 VE 2009 YEREL SEÇĠMLERĠNDEN 2014 YEREL SEÇĠMLERĠNE
Gezi olayları, muhalefet yelpazesinin yalnızc a geniĢliğini, çeĢitliliğini, siyasal partilerin de
dıĢında kalan muhalefet unsurlarını değil, hepsinden önemlisi, partili partisiz, politik, apolitik... farklı
toplum kesimlerinin kendi kimlikleriyle var olarak ortak bir hedefe demokratik bir talebe- doğru bir
araya gelebilme yeteneğini ortaya koydu.
Bu yazının amacı (Gezi DireniĢinde de görünürlük) kazanan muhalefetin nicel ve nitel kapsamını
dikkate alarak, AKP‘nin katıldığı -genelden çok- yerel seçim sonuçlarının okunması ve ―Arap Baharı‖
diye adlandırılan -sivil itaatsizlik ya da direnme hakkı olarak okunmaya elveriĢli görünengeliĢmelerden çıkarılacak derslerle Türkiye‘de muhalefetin gücünü demokratik sürece dahil edebilme
olanak ve olasılıklarını tartıĢmaya açmaktır. Modern toplumun, iktidar partisi, muhalefet partisi,
vatandaĢlık gibi... özneleri ve temsili demokrasi kurallarıyla, yazının baĢında kavramsallaĢtırılan
‗muhalefetin barıĢçı yollarla iktidara gelebilme Ģansının olduğu bir rejim‘ biçimindeki demokrasi
tanımının iĢlemesi olanağı mümkün görünmemektedir. Ġktidarın el değiĢtirebilecek olma olasılığını;
modern ötesi toplumun çoğulculuk anlayıĢı çerçevesinde, yerel yönetimlerin çağdaĢ demokrasi
bakımından kazandığı önem, baraj engelinin burada sözkonusu olmaması ve genel seçimlerde parti
etkisi öndeyken yerel seçimlerde aday etkisinin genel seçimlerden daha önemli olması gibi etkenleri
bir arada düĢünmek demokratik dengeler bakımından sağlam bir güvence olarak görünmektedir.
2014 Yerel Seçimlerinde, ana muhalefet partisi ve diğer muhalefet partilerinin seçim öncesi
varacakları bir uzlaĢmayla, hangi partiden olursa olsun tabanın benimsemekte zorlanmayacağı
adaylarla seçimlerde ‗ aday ve parti etkisini‘ optimalize ederek, her yörede belli ortak adayları
desteklemeleri tek parti hegemonyası tehdine yönelik bir demokratik refleks olarak düĢünülebilir.
Yerel seçimlerde ‗aday etkisi‘ nin önemi konusunda yapılan bir çalıĢmada 2009‘da yapılan yerel
yönetim seçimlerinde belediyelerin yüzde 40‘ında adayların, yüzde 60‘ında ise partilerin etkisinin öne
çıktığına iĢaret edilmektedir (Tüzün, 19 Ağustos 2013). Demokrasilerde alınan oy, meĢruiyetin temeli
olmakla birlikte, seçim sisteminden kaynaklanan nedenler, alınan oyların temsil yeteneğini zaafiyete
uğratabilmektedir. Özellikle günümüzde yükselen bir değer olan çoğulculuğa olanak tanımayan,
çoğunlukçu sistemlerde, alınan oyla temsil gücü arasında doğrusal bir iliĢki olmayabilmektedir. Eğer
meĢruiyet verilen oylar da aranacaksa, dıĢarda kalan oyların temsil gücü kazanmasının yol ve
yöntemleri aranmalıdır. Zaten çoğulculuk etiği de bunu gerektirir.
145
2004 ve 2009 yerel seçimlerine bu çerçeveden baktığımızda, parçalı olmakla birlikte muhalefetteki
oyların, AKP‘nin oylarından daha fazla olduğu görülecektir. Bu bir bakıma, demokrasi için duyulan
endiĢeleri gereksiz kılarken, muhalefetin ortak bir seçim stratejisinin önemini de ortaya koymaktadır.
Tablo 1 2004 Belediye BaĢkanlığı Seçim Sonuçları
Kayıtlı Seçmen Sayısı: 34.017.424
Partiler
1.AKP
2.CHP
3.DYP
4.MHP
5.ANAP
6.SHP
7.SP
8.BAGIMSIZ
9.DSP
10.GENÇ PARTĠ
11.BBP
12.YTP
13.ÖDP
14.BTP
15.DP
16.ĠP
17.EMEP
18.TKP
19.MP
20.AYDINLIK TP
21.LDP
Toplam
Oy Kullanan Seçmen sayısı:25.066.859
Belediye BaĢkanlığı
Sayısı
1750
467
388
247
100
64
63
52
30
13
10
5
2
1
1
0
0
0
0
0
0
3.193
Katılım Oranı: %73.26
Alınan Geçerli Oy
Sayısı
9.674.306
4.988.427
2.268.599
2.441.190
712.439
1.129.049
1.148.920
249.422
468.777
581.891
150.429
53.963
24.711
77.146
3.624
27.475
25.963
24.321
11.991
10.989
395
24.074.027
Oy Oranı (%)
40.18
20.72
9.42
10.14
2.95
4.69
4.77
1.03
1.94
2.41
0.62
0.22
0.10
0.32
0.01
0.11
0.10
0.10
0.05
0.04
0.00
100.0
2004 Yerel Seçimlerine, Bağımsızlar ve 20 siyasal parti katılmıĢtır. Tablo1‘de görülen ve YSK‘nın
WEB sayfasından elde edilen verilere göre, 2004 Belediye BaĢkanlığı Seçimlerinde, %73.26 oranında
katılım ve 24.074.027 oyla, toplam 3.193 Belediye baĢkanı seçilmiĢtir. AKP‘nin kazandığı belediye
baĢkanlığı sayısı 1.750‘dir.
Tablo 22004 Belediye Meclisi Seçim Sonuçları
Kayıtlı Seçmen Sayısı: 34.213.138 Oy Kullanan Seçmen sayısı:25.067.950 Katılım Oranı: %73.27
Partiler
1.AKP
2.CHP
3.DYP
4.MHP
5.ANAP
6.SHP
7.SP
8.BAGIMSIZ
9.DSP
10.GENÇ PARTĠ
11.BBP
Alınan Geçerli Oy
Sayısı
9.635.145
4.912.313
2.286.020
2.500.000
682.264
1.204.431
1.111.017
39.968
484.555
607.847
179.090
Seçilen Üye Sayısı
Seçilen Üye Oranı (%)
16.637
5.631
4.747
3.401
1.105
1.067
961
17
385
183
215
48.25
16.33
13.76
9.86
3.20
3.09
2.78
0.049
1.11
0.53
0.62
146
12.YTP
13.ÖDP
14.BTP
15.DP
16.ĠP
17.EMEP
18.TKP
19.MP
20.AYDINLIK TP
21.LDP
Toplam
56.912
29.269
66.582
3.742
33.770
28.011
12.139
12.223
7.366
391
23.893.656
48
21
23
11
5
13
0
3
0
4
34.477
0.13
0.06
0.06
0.03
0.01
0.03
0.05
0.00
0.00
0.01
100.00
Tablo 32004 Ġl Genel Meclisi Üyelikleri Seçim Sonuçları
Kayıtlı Seçmen Sayısı: 43.552.931
Partiler
1.AKP
2.CHP
3.DYP
4.MHP
5.ANAP
6.SHP
7.SP
8.BAGIMSIZ
9.DSP
10.GENÇ PARTĠ
11.BBP
12.YTP
13.ÖDP
14.BTP
15.DP
16.ĠP
17.EMEP
18.TKP
19.MP
20.AYDINLIK TP
21.LDP
Toplam
Oy Kullanan Seçmen sayısı:33.211.457
Alınan Geçerli Oy
Sayısı
13.477.287
5.882.810
3.216.213
3.372.249
807.761
1.662.280
1.297.681
234.443
683.266
839.856
374.125
79.584
12.379
154.495
7.837
79.774
18.685
85.178
8.711
3.872
0
32.268.496
Katılım Oranı: %76.25
Seçilen Üye Sayısı
Seçilen Üye Oranı (%)
2.276
392
156
178
26
129
19
9
9
4
7
0
0
0
2
0
1
0
0
0
0
3.208
70.94
12.21
4.86
5.54
0.81
4.02
0.59
0.28
0.28
0.12
0.21
0.0
0.0
0.0
0.06
0.0
0.03
0.0
0.0
0.0
0.0
100.0
Belediye Meclisi seçimlerinde katılım oranı %73.27, geçerli oy sayısı 23.893.656‘dır.Seçilen
toplam üye sayısı 34.477 ve AKP‘nin kazandığı üyelik 16.637‘dir.
Ġl Genel Meclisi üyelikleri için katılım oranı %76.25, geçerli oy sayısı ise 32.268.496‘dır. Seçilen
toplam üye sayısı 3.208 ve AKP‘nin kazandığı üyelik 2.276‘dır.
147
Tablo 4 2009 Belediye BaĢkanlığı Seçim Sonuçları
Kayıtlı Seçmen Sayısı: 39.717.580
Partiler
1.AKP
2.CHP
3.MHP
4.DP
5.SP
6.DSP
7.BAGIMSIZ
8.BBP
9.ANAP
10.BTP(Bağımsız Türkiye Partisi)
11.ÖDP
12.DTP(Demokratik Toplum Partisi)
13.EMEP
14.TKP
15.LDP
16.HAK-PAR
17.MP
18.ĠP
19.BDP(BarıĢ ve Demokrasi Partisi)
20.HYP
Toplam
Oy Kullanan Seçmen sayısı: 33.430742 Katılım Oranı: %87
Belediye
BaĢkanlığı
Sayısı
1442
503
483
148
80
60
45
20
16
4
4
96
4
0
0
0
0
0
0
0
2903
Alınan Geçerli Oy
Sayısı
Oy Oranı (%)
12.449.187
7.960562
5.315.180
1.164858
1.729.182
925.575
239.849
384.483
196.049
101.090
21.745
1.661.117
15.298
28.101
8.608
5.670
5.772
867
151
8.192
32.221.536
38.64
24.70
16.50
3.62
5.37
2.87
0.74
1.19
0.61
0.31
0.07
5.16
0.05
0.09
0.03
0.02
0.02
0
0
0.03
100.0
2009 Yerel Seçimlerine, Bağımsızlar ve 19 siyasal parti katılmıĢtır.
Tablo 4‘de görülen verilere göre, 2009 Belediye BaĢkanlığı Seçimlerinde %87oranında katılımla
ve 32.221.536 oyla,
toplam 2903 Belediye baĢkanı seçilmiĢtir. AKP‘nin kazandığı belediye
baĢkanlığı sayısı 1.442‘‘dir (Tablo 4).
Tablo 5 2009 Belediye Meclisi Seçim Sonuçları
Kayıtlı Seçmen Sayısı: 39.787.986 Oy Kullanan Seçmen sayısı:33.447.257 Katılım Oranı: %84.06
Partiler
1.AKP
2.CHP
3.MHP
4.DP
5.SP
6.DSP
7.BAGIMSIZ
8.BBP
9.ANAP
10.BTP(Bağımsız Türkiye Partisi)
11.ÖDP
12.DTP(Demokratik Toplum
Partisi)
Alınan Geçerli
Oy Sayısı
12.237.325
7.966.710
5.336.695
1.181.074
1.807.745
945.722
43.633
508.055
202.976
82.848
25.557
Kazanılan
Üyelik Sayısı
14.732
6.125
6005
1.843
1.081
774
14
294
240
45
35
1.687.773
1169
Kazanılan Üyelik Oranı (%)
45.48
18.91
18.54
5.69
3.34
2.39
0.04
0.91
0.74
0.14
0.11
3.61
148
13.EMEP
14.TKP
15.LDP
16.HAK-PAR
17.MP
18.ĠP
19.BDP(BarıĢ ve Demokrasi
Partisi)
20.HYP
Toplam
21.100
3.409
2.451
4.618
6.685
2.258
23
2
1
0
2
3
0.07
0.01
0.00
0.00
0.01
0.01
203
0
0.00
5.566
32.072.363
4
32.392
0.01
100.00
Tablo 6 2009 Ġl Genel Meclisi Üyelikleri Seçim Sonuçları
Kayıtlı Seçmen Sayısı: 48.049.446
Partiler
1.AKP
2.CHP
3.MHP
4.DP
5.SP
6.DSP
7.BAGIMSIZ
8.BBP
9.ANAP
10.BTP
11.ÖDP
12.DTP
13.EMEP
14.TKP
15.LDP
16.HAK-PAR
17.MP
18.ĠP
19.BDP
20.HYP
Toplam
Oy Kullanan Seçmen sayısı:
Alınan
Geçerli Oy
Sayısı
15.353.553
9.229.936
6.386.279
1.536.847
2.079.701
1.139.878
172.279
943.765
304.361
167.986
67984
2.277.777
48.939
85.507
2285
29.392
41.818
114.243
36
172.279
39.988.763
Katılım Oranı:%85.33
Kazanılan
Üyelik Sayısı
Kazanılan Üyelik Oranı (%)
1.889
612
414
45
29
26
7
18
4
1
0
235
1
0
0
0
0
0
0
0
3.281
57.57
18.65
12.62
1.37
0.88
0.79
0.21
0.55
0.12
0.03
0.00
7.16
0.03
0.00
0.00
0.00
0.00
0.00
0.00
0.00
100.0
Tablo 7 2004 ve 2009 Yerel SeçimlerindeAKP ve Diğer Partilerin Aldıkları Oyların
KarĢılaĢtırılması
2004
2009
Bld .Mec. Ġl.Gnl. Mec. Bld. BĢk.
Bld .Mec.
Üyeliği
Üyeliği
Üyeliği
Toplam Geçerli Oy 24.074.027 23.893.656 32.268.496 32.221.536 32.072.363
Bld. BĢk.
AKP
Diğer Oyların Top.
9.674.306 9.635.145 13.477.287
(% 40.18) (%48.25)
(%70.94)
14.399.721 14.258.511 18.791.209
12.449.187 12.237.325
(%38.64)
(%45.48)
19.772.349 19.835.325
Ġl.Gnl. Mec.
Üyeliği
39.988.763
15.353.553
(%57.57)
24.635.210
149
AKP 2004‘de Belediye BaĢkanlığı seçimlerinde %40.18, Belediye Meclisi seçimlerinde %48.25
ve Ġl Genel Meclisi Seçimlerinde ise %70.94 oranında oy almıĢtır.
2009 Yerel Seçimlerinde AKP‘nin Belediye BaĢkanlığı için aldığı oy oranı %38.64, Belediye
Meclisi seçimlerinde %45.48 ve Ġl Genel Meclisi Seçimlerinde ise %57.57 oranında oy almıĢtır.
AKP‘nin, 2002, 2007 ve 2011 genel seçimlerinde aldığı oyların eğilimi ile (seçmen sayılarındaki
artıĢın etkisini dıĢarda bırakarak) 2004 ve 2009 yerel seçimlerinde aldığı oyların eğilimi oranlar
üzerinden karĢılaĢtırıldığında, genel seçimlerdeki artıĢın aksine yerel seçimlerde (belediye baĢkanlığı,
belediye meclis üyeliği ve ilgenel meclisi üyeliği seçimlerinin hepsinde) oyların düĢme eğilimi
görülmektedir.Bir baĢka nokta, 2009 yerel seçimlerine katılım oranı 2004 seçimlerinden yüksek iken,
AKP‘nin aldığı oylar düĢmüĢtür.
Ancak, 12 Kasım 2012‘de TBMM‘den geçip, 6 Aralık 2013‘de Resmi Gazete‘de yayınlanan ve 30
Mart 2014 Yerel Yönetim Seçimleriyle yürürlüğe girecek olan 6360 sayılı BüyükĢehir Yasası ile
oluĢturulan yeni BüyükĢehirler, kır ve kentiyle bir bütün olarak Belediye tarafından yönetilebilme
özelliği kazanıyorlar.
Yeni BüyükĢehir Yasası, nüfusu 750 bin ve üzeri olan illere BüyükĢehir statüsü
kazandırmaktadır.Bu yasayla, BüyükĢehir Belediyelerinin il mülki sınırlarına uzanan yapısıyla köyler
ve belde belediyeleri kaldırılıp, mahalleye dönüĢtürülerek belediye sınırları içerisine katılmıĢtır. Bu
durum, ilin geneli için olduğu gibi, ilin tüm ilçeleri için de geçerlidir.
BüyükĢehirlere bağlı ilçe belediyeleri de ilçe sınırlarının tamamına yönelik hizmet verecek
yerinden yönetim birimlerine dönüĢmüĢ oluyor.
Köyler mahalleye dönüĢürken, en küçük mahalle nüfusunun 500‟den az olamayacağı da hükme
bağlanıyor. Böylece, hem büyükĢehir, hem de ilçelerin seçilmiĢ Belediye BaĢkanları, artık sadece
kentsel alanlarda yaĢayanların değil, il ya da ilçede yaĢayanların tamamının Belediye BaĢkanları
oluyorlar.
Aynı süreçte alınan bir baĢka kararla, Ġl Özel Ġdareleri kaldırılarak, bu idarelerin yetkileri Valiliğe
devri sözkonusu. Ayrıca ilin merkezi devlet yönetimiyle bağlantısını kurma, koordinasyon sağlama ve
süreci izleme göreviyle illerde Valiye bağlı Yatırım İzleme ve Koordinasyon Kurulları
oluĢturulmaktadır. Bu kurulların yönetmeliğini hazırlama görevi ise ĠçiĢleri Bakanlığı‘na veriliyor.
Böylece, BüyükĢehir niteliği kazanmıĢ ilin yönetimi için seçilmiĢ bir BüyükĢehir Belediye BaĢkanı ve
bir de iktidar adına yatırımları hem izlemek, hem de koordinasyonunu sağlamak üzere atanmıĢ Valisi
olmuĢ oluyor (Sezgin Tüzün,bianet,5 Ağustos 2013).
Bu yeni yasanın getirdiği köklü değiĢiklik nedeniyle önceki yerel seçimlerle 2014 Yerel
seçimlerinin karĢılaĢtırılmasının sağlıklı olmayacağı açıkça görülmektedir. Yasaya göre, 30 ilde
yapılacak yerel yönetim –belediye baĢkanlığı, belediye meclis üyeliği-seçimlerinde, tüm ilin
seçmenleri kır-kent ayırımı olmadan oy kullanacaktır. Bu da 2014 yerel seçimlerinde 2009 belediye
seçimlerine göre önemli oranda seçmen artıĢıyla karĢılaĢılacağını ortaya koyuyor.
Türkiye‘deki kayıtlı her dört seçmenden üçü 2014 yerel yönetim seçimlerinde BüyükĢehir
seçmenlerini oluĢturacak.Bu seçmenlerin de yarısına yakın kısmı, yeni BüyükĢehir statüsü gereği,
BüyükĢehir seçmeni olmuĢ eski kır seçmenleri ve ilçe Belediye BaĢkanlığı için oy kullanmıĢ kent
seçmenlerinden oluĢuyor. Dolayısıyla 2009-2014 Belediye BaĢkanlığı seçimleri –hem büyükĢehir hem
de ilçeler için- kapsamları bağlamında karĢılaĢtırılabilir seçimler olma özelliklerini yitirmiĢ oluyorlar.
Belediye sınırlarının ilçenin kent merkezinden ilçenin ilçenin mülki sınırlarına taĢınması durumunda
karĢılaĢtırma için kullanılabilecek tek veri, ilçe Ġl genel Meclisi seçim sonuçları olabiliyor. Bu
sonuçlar AKP ve diğer partilerin kazandıkları Belediye BaĢkanlığı sayıları açısından karĢılaĢtırmalı
olarak irdelenecek olursa:
1. AKP 508 ilçenin 250‘sinde Belediye BaĢkanlığı kazanmıĢken, seçim ilçe sınırlarını kapsar
biçimde geniĢletildiğinde ve Ġl genel Meclisi seçimlerinde AKP‘nin birinci olduğu ilçeler gözönüne
alınarak yeni dağılım hesaplandığında AKP 97 ilçede daha Belediye BaĢkanlığı kazanabilecek konuma
gelmiĢ oluyor.
150
2. Diğer partiler ve bağımsızlar 258 Belediye BaĢkanlığı kazanabilmiĢken, seçim kapsamı ilçenin
tamamına dönüĢtüğünde ortaya çıkan ilçenin birinci partisinin AKP dıĢında bir parti olması
durumunda kazanılabilen Belediye BaĢkanlığı sayısı 161‘e geriliyor (Sezgin Tüzün, Bianet,5 Ağustos
2013).
Yeni BüyükĢehir yasasının yönetsel bakımdan değerlendirilmesini bir yana bırakırsak, 2014 Yerel
Seçimlerinde siyasal bakımdan iktidar partisinin elini güçlendireceği görülüyor.
SONUÇ
Türkiye‘de demokrasinin meĢruiyetini çoğunlukçulukta bulan anlayıĢtan, zamanın ruhuna uygun
bir katılımcı/çoğulcu anlayıĢa evrilmesi, güçlü bir iktidarın karĢısında güçlü bir muhalefetin varlığını
gerektirir. 2000‘li yıllardaki Türk siyasetinin anahtar sözcüklerinden birinin ―istikrar‖ olmasının, her
ne kadar 90‘lı yılların siyasal istikrarsızlığına dönük bir toplumsal refleks yanı da olsa, temsilde
adaletin siyasal istikrar uğruna görmezden gelinmesi demokrasi bakımından bir tehdittir. Bu tehdit,
muhalefet unsurlarının konumlarının farkındalığı ve Gramsci‘nin hegemonya kuramından ilhamla,
kendilerini ―toplumsal nesne değil‖, ―toplumsal özne‖ olarak görmeleriyle berteraf edilebilir.
Burada, öncelikle, bu durumun pratik karĢılığı olarak, iktidarda olanların benimsemeye daha fazla
yatkın olduğu ―en fazla oy alanın meĢruluğu‖nun radikal eleĢtirisi bir yana, kendi mantığı içindeki
çeliĢkisi dikkat çekicidir. Demokrasiyi ―en fazla oy‖ mantığına indirgediğimizde, iktidarın aldığından
daha fazla oy/daha fazla irade dıĢarıda ise, bunun nedenleri (temsili demokrasi, seçim sistemi, seçim
barajı, siyasal partiler yasası...vs. ) ve daha da önemlisi, verili koĢullardaki pratik olanaklar üzerinde
düĢünmekte yarar olmalıdır. Çünkü, demokrasilerde, kurumsal düzenlemelerden ötede, nihai olarak
iktidarın gücünü dengeleyen muhalefettir. (Ayrıca, ―kiĢisel olan siyasaldır‖ anlayıĢıyla bakılsa bile her
siyasal yapılanmanın temsili fiilen olanaklı değildir. Bu anlamda mesele pratik çözüm arayıĢları bir
yana, yukarıda da ifade edilebildiği gibi, muhalif bir düĢüncenin iktidara gelebilme Ģansının/yollarının
açık olmasıdır).
Türkiye‘de muhalefet partilerinin durumu (2004 ve 2009 yerel seçimlerine katılan partilere
baktığımızda) parçalı olması, ideolojik farklılıkları ve seçim barajı gibi kısıtlarının olması ve böylece
parlamentoda temsil Ģansları olmamasının yanında, iktidarın hegemonik gücünün artmasını
kolaylayan, hatta bir bakıma destekleyen bir olgu görünümündedir. Aralarında ideolojik uzlaĢı
olasılığı son derece zayıf, hatta olanaksız görünen bu partilerin, ―demokratik varoluĢ refleksi‖yle ve
―kendi kimlikleri‖ ile iktidara karĢı bir yerel seçim iĢbirliği yapabilmeleri olasılığı görece daha
kuvvetlidir.
Nitekim ĠĢçi Partisi‘nin Milli Merkez yaklaĢımı benzer bir arayıĢın sonucudur. Ancak, ―yerel
seçimler için stratejik ve demokratik uzlaĢı‖ nın ikna yeteneği, kendileri (milli merkez gibi) baĢlı
baĢına bir ideolojik duruĢ ya da tercihin tezahürü olan kavramsallaĢtırmalardan daha güçlü
görünmektedir. Burada siyasal partilerin ve tabanlarının ideolojik kaygılarını azaltabilecek bir baĢka
konu, böyle bir iĢbirliğinin liderliğini kimin yaptığıyla da yakından ilgili görülebilir. Bu nedenle,
seçim iĢbirliğine liderlik yapacak partinin ideolojik kimliğinden daha önde durması gereken siyasal
pozisyonudur ki, bu da liderlik rolü için ana muhalefet partisini iĢaret eder.
Son olarak, Yeni BüyükĢehir Yasası‘nın olumlu ve olumsuz eleĢtirileri mümkün olmakla birlikte,
özellikle zamanlama açısından pratik bir okuması iktidar partisinin katıldığı yerel seçimlerdeki
oylarının düĢüĢ eğilimini tersine çevirme gayretinin bir sonucu olduğudur denilebilir. Bu ise,
demokrasi için seçim iĢbirliğinin önemini artırmaktadır.
KAYNAKÇA
Besley,T.,Coate,S. (1988).Sources of in a Representative Democracy: A Dynamic Analysis,The
American Economic Review, Vol.88,No.1(Mar.), 139-156
Çarkoğlu,A.,Toprak,B.(2006).Değişen Türkiye‟de Din, Toplum ve Siyaset, TESEV Yayınları.
CoĢar, S. (2002).Türkiye Bağlamında Yeni Siyaset:Yeni Bir Siyasal Etiğe Doğru, Doğu-Batı Dergisi,
Yeni Devlet Yeni Siyaset, 03,s.103-115
151
Tekin,Y.,Çiftçi,S.(2006).Temsil Krizi Tartışmalarına Bir Katkı: 22. Dönem TBMM‟nde Yapılan Bir
Alan Araştırmasının Sonuçları Işığında Türk Siyasal Yaşamında Demokratik Temsil İlkesinin
Görünümü, SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ ĠKTĠSADĠ VE ĠDARĠ BĠLĠMLER FAKÜLTESĠ DERGĠSĠ,
Sayı: 11, 69-90, (2006).
Tüzün,S.(2013).Yeni Düzenlemelerin Yerel Yönetim Seçimlerine Etkileri, www.bianet.org/05 Ağustos
2013
Tüzün,S.(2013). Belediye Başkanlığı Seçimlerinde Aday Etkisi, www.bianet.org
www.ysk.gov.tr
152
ADALET VE KALKINMA PARTĠSĠ‟NĠN TOPLUMSAL KÖKENLERĠ
Mezher YÜKSEL1
ÖZET
Bu çalıĢma 2002 yılından beridir Türkiye‘de iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisinin
(AKParti) toplumsal kökenleri ile ilgilenmektedir. Bu amaçla üç dönem üst üste parti saflarında
parlamentoya seçilmiĢ olan yetmiĢ üç milletvekilinin doğum yeri, cinsiyeti, eğitim durumu gibi
özellikleri ile seçilmeden önce yaptıkları iĢlere ve mesleki özgeçmiĢlerine iliĢkin verilerden
hareketleAKPartinin toplumsal niteliği ortaya konulmaktadır. Diğer bir ifade ile, on yılı aĢkın bir
süredir siyasal alanda egemen aktörler olarak yer alan bu yeni seçkinlerin toplumsal kökenlerine, sahip
oldukları sosyo-kültürel sermayelerine ve sınıfsal aidiyetlerine iliĢkin sosyolojik bir analiz
yapılmaktadır. ÇalıĢmanın AKParti döneminde uygulanagelen temel politikaları açıklama ve anlama
çabalarına ve Türkiye‘de genel olarak siyasal alanın daha özelde ise parlamenter seçkinlerin geçirdiği
değiĢimi tarihsel bir bağlam içerisinde değerlendirmek amacıyla yapılacak araĢtırmalara katkıda
bulunması da hedeflenmektedir.
Anahtar Kavramlar: Adalet ve Kalkınma Partisi, siyaset, parlamenter seçkinler.
ABSTRACT
This study is about the social origins of the deputies of the Justice and Development Party (JDP)
that has been in power in Turkey since 2002. In this research I attempt to demonstrate social
characteristics of the JDP with a specific attention to the 73 Members of Parliament, who have been
elected as MPs for the three periods that the JDP has been in power. I will focus on the following
demographic characteristics of these 73 MPs: place of birth, gender, and educational status along side
their previous jobs and Professional backgrounds before they were elected to the Parliament. In other
words, with particular attention to their social origins, socio-cultural capital and social class, I attempt
a sociological analysis of these new elites that have been holding political power in Turkey forover a
decade. This study is an original contribution to the field in tworespects. First, it helps us beter
understand and explain the policies that have been put into effect by the JDP. Secondly, this researchs
hed slight on the historical contextualization of the political sphere in Turkey in general and the
change that Turkish parliamentary elites have undergone throughout the Republican history, in
particular.
Keywords: Justice and Development Party (JDP), politics, parlamentarian elites.
ADALET VE KALKINMA PARTĠSĠ‟NĠN TOPLUMSAL KÖKENLERĠ
Türkiye‘de 2002 yılında yapılan genel seçimler sonunda Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)
yüzde otuz beĢ oy alarak iktidara geldi. Daha sonra yapılan iki genel seçimi de kazandı ve çok partili
dönemde ülkeyi en uzun süre yöneten parti oldu2.Partinin kurucu ve ileri gelenleri partilerini
muhafazakar-demokrat bir kitle partisi olarak tanımlamakta3, daha önce Demokrat Parti (DP)
veAnavatan Partisi (ANAP)ile temsil edilen merkez sağ siyasal geleneğin temsilcisi olduğunu
vurgulamaktadırlar. Öte yandan partinin güçlü bir milli görüĢ mirasına sahip olduğu da bilinmektedir.
1
Yrd. Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
[email protected]
AKParti oy oranınıönce 2007 yılında % 47‘ye daha sonra 2011 yılında ise % 50‘ye çıkardı ve 1950-1960
arasında iktidarda olan DP‘yi geride bırakarak çok partili dönemde en uzun süre ülkeyi yöneten parti oldu
(TÜĠK: 2012).
3
Bu konuda kapsamlı ve içeriden bir çalıĢma için aynı zamanda baĢbakanın danıĢmanlığını da yapan Ankara
milletvekili Yalçın Akdoğan‘ın (2004) Muhafazakar Demokrasi isimli çalıĢmasına bakılabilir.
2
153
DeğiĢtiklerini belirtseler de4 baĢta partinin kurucu baĢkanı ve baĢbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak
üzere partinin önde gelen üyelerinin önemli bir kısmı milli görüĢ geleneği içerisinde yer almıĢ, aktif
siyaset yapmıĢ kimselerdir5.
Merkez sağ gelenek ile milli görüĢ siyasal tecrübesini bir araya getiren AK Partinin toplumsal
kökenleri bu çalıĢmanın konusunu oluĢturmaktadır. Diğer bir ifade ile partinin öne çıkan sosyal
özelliklerinin neler olduğu, ne tür bir beĢeri ve kültürel sermayeye sahip olduğu ve hangi sınıfsal
dinamiklerden beslendiği gibi sorular bu çalıĢmanın cevabını aradığı sorulardır. Bu amaçlapartinin üç
dönem üst üste parlamentoya seçilmiĢ olan yetmiĢ üç üyesinin doğum yeri, cinsiyet, eğitim gibi
özellikleri ile seçilmeden önce yaptıkları iĢlere ve mesleki özgeçmiĢlerine iliĢkin veriler kullanılarak
partinin toplumsal kökenlerine dair bir tartıĢma yürütülmektedir6.
Ak Parti sözcüleri ve temsilcilerinin sıklıkla kullandıkları argümanlardan bir tanesi Türkiye partisi
olduklarıdır. Bu argüman özellikle seçimlerin ardında elde ettikleri baĢarıyı vurgulamak, rakip siyasi
partilerden daha geniĢ bir toplumsal ve bölgesel desteğe sahip olduklarını belirtmek üzere kullanılan
bir argümandır. Seçim sonuçları göz önüne alındığında bu argümanın doğru ve haklı olduğu görülür.
Örneğin 2011 yılında yapılan son genel seçimlerde aldığı yüzde elli oy oranı ile sadece Türkiye
genelinde değil aynı zamanda bölgeler bazında da birinci olmuĢtur. Öte yandan çalıĢmamıza konu olan
üyelerin doğum yeri verileri incelendiğinde AK Partinin Karadeniz ve Ġç Anadolu Bölgeleri tabanlı bir
parti olduğu görülmektedir.
YetmiĢ üç vekilden yirmi bir tanesi Karadeniz, on yedi tanesi ise Ġç Anadolu Bölgesi doğumludur.
Diğer bir ifade ile yüzde elliden fazlası iki bölgedendir. Buna karĢılık Ege Bölgesi doğumlu vekillerin
oranı yaklaĢık olarak yüzde yedi Marmara ve Güney Doğu Anadolu Bölgelerinde doğmuĢ olanların
oranı ise yaklaĢık yüzde sekizerdir. Geriye kalan diğer iki bölgede, Doğu Anadolu ve Akdeniz, ise bu
oranlar sırasıyla yüzde on iki ve on birdir. Doğum yeri bakımından dikkat çeken bir diğer nokta
Trabzon ve Kayseri doğumluların yüksek temsil edilme oranıdır. BeĢer milletvekili ile en fazla temsil
edilen bu iki il, Ege Bölgesi ile aynı sayıda Marmara ve Güney Doğu Anadolu Bölgeleridoğumlu (6)
olanlara ise yakın sayıda üyeye sahiptirler.
Kurucu-önde gelen kadrolarının belli bir bölge ile sınırlı olması bakımından AK Parti ile
Demokrat Parti arasında önemli bir benzerlik söz konusudur. 1950-1960 arasında kurulan Demokrat
parti kabinelerinde yer alan vekillerin doğum yerlerine baktığımızda Ege Bölgesi doğumluların oranı
yüzde otuz üç Marmara Bölgesinde doğmuĢ olanların oranının ise yüzde yirmi dokuz olduğunu
görüyoruz.
Mekânsal-bölgesel dağılımdan daha çarpıcı olanı üyelerin cinsiyetlere göre dağılımıdır. Bu
itibarıyla bakıldığında kadın vekil sayısının ve temsil oranının oldukça düĢük olduğu görülmektedir.
YetmiĢ üç milletvekilinden sadece üç tanesi kadındır. Esasen kadınların genel olarak siyasette daha
özelde ise parlamentoda düĢük oranda temsil edilmesi AK Partiye özgü bir durum olmayıp Türkiye
genelinde gözlenen bir durumdur. Örneğin çok partili dönemin ilk elli yılı ortalaması yüzde ikinin
altındadır (TÜĠK: 2012:5). Bu durum 2000‘lerden sonra değiĢmeye baĢlamıĢ ve önce 2007 yılında
yüzde dokuza daha sonra 2011 yılında ise yüzde on dörtün üzerine çıkmıĢtır. AB üyesi ülke değerleri7
ile karĢılaĢtırıldığında bu oranların da çok düĢük kaldığı görülmektedir.
Siyasal temsildeki bu erkek egemen tabloda 2000 sonrası dönemde ortaya çıkan değiĢimde AK
Partinin önemli katkısı vardır. 2002-2011 arası dönemde yapılan üç genel seçim sonunda meclise giren
4
DeğiĢtikleri yönündeki açıklamalar zaman içinde azalmıĢ olsa da iktidarlarının ilk iki döneminde milli görüş
gömleğini çıkardık Ģeklinde özetlenen bir Ģekilde basında sıklıkla yer alıyordu.
5
2007 yılında cumhurbaĢkanı seçilmesi üzerine parti ile yasal bağları kopmuĢ olsa da bugün parti tabanında
saygı ve kabul gören Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi ilk defa milli görüĢ çatısı altında siyasete atılanlar ve
Cemil Çiçek ve Abdülkadir Aksu gibi siyasete ANAP‘ta baĢlamıĢ ancak daha sonra milli görüĢ partilerine
geçmiĢ olanlar buna bir kaç örnektir.
6
Milletvekillerine ait burada yer veriler için Ģu kaynaklar kullanıldı; TBMM: 2010 ve 2012.
7
AB üyesi ülkelerdeki oranlar yüzde yirmi ile kırk beĢ arasında değiĢmektedir. Özellikle kuzey Avrupa
ülkelerinde yüzde kırklar düzeyinde olup en yüksek temsil oranına sahip ülke yüzde kırk beĢ ile Ġsveç‘tir (TÜĠK:
2012: 5).
154
toplam yüz elli üç kadın milletvekilinden seksen dokuzu AK Partilidir. Bu sayı 1950-1995 arası kırk
beĢ yıllık dönemde oluĢan on iki parlamentoda görev alan kadın milletvekili toplamından daha
fazladır. Kadınların parlamentoda temsili meselesinde AK Partinin katkısı sayı ve oran ile sınırlı
değildir. Daha önceki çok partili parlamentolarda görev alan kadın milletvekillerinin büyük bölümü
metropol kentleri temsilen seçiliyorken AK Parti ile birlikte bir çok taĢra kentini temsilen ilk defa
kadın vekil parlamentoya girmeye baĢlamıĢtır. Ağrı, Aksaray, Denizli, Gaziantep, Mardin ve Van gibi
illerde cumhuriyet tarihinde,Erzurum, Konya, Malatya, Trabzongibi illerde ise çok partili döneme
geçildikten sonra ilk defa kadın milletvekili seçilmiĢtir.
TaĢra kentlerinin kadın milletvekilleri tarafından temsil edilmesi esasen tek-parti dönemi siyasal
pratiğidir. Örneğin 1935 seçimlerinde cumhuriyetin ilk kadın milletvekilleri olarak parlamentoya giren
on sekiz kadın üyeden on beĢ tanesi Ġstanbul, Ankara ve Ġzmir dıĢında kalan kentleri temsil etmek
üzere seçilmiĢlerdir. Bu kentler Edirne‘den Erzurum‘a, Afyon‘dan Diyarbakır‘a, Balıkesir‘den Sivas‘a
Türkiye‘nin değiĢik bölgelerinden illerdir (TÜĠK: 2012: XI).
AK Partinin kadınların siyasal yaĢama daha fazla dahil edilmesi yönündeki siyaseti milli görüĢ
geleneğinin 1990‘lardaki tecrübesinden izler taĢımaktadır. Söz konusu tecrübe büyük ölçüde siyasal
propaganda çalıĢmalarında kadın üyelerinin aktif görev alması ve bunun için gerekli olan kadın
örgütlenmesi ile sınırlı idi. Diğer bir ifade ile bu pratik kadınların parti yönetiminde veya yerel ve
ulusal meclislerde görev almasından ziyade yerel ve genel seçim süreçlerinde propaganda
faaliyetlerinde yer almasını içermekteydi. Erdoğan‘ın partili kadınların örgütlenmesine özel bir önem
verdiği ve RP Ġstanbul il baĢkanlığı döneminde otuz iki ilçede kadın kolları kurduğu belirtilmektedir
(Besli ve Özbay: 2010: 66).
Kadınların siyasal yaĢama daha fazla katılımı yönündeki bu tutum ve buna bağlı olarak partide ve
parlamentoda artan kadın varlığı cinsiyet eĢitliği kapsamında kadınlar lehine önemli yasal
düzenlemelerin hayata geçirilmesini sağlamıĢtır. Bir kısmı AB uyum sürecinin gereği olarak yapılmıĢ
olsa da baĢta ceza ve çalıĢma yasaları olmak üzere çeĢitli yasalarda yapılan düzenlemeler ile kadınlar
lehine önemli değiĢiklikler gerçekleĢtirilmiĢtir. Daha önce aile ve toplum düzenine karĢı suç olarak
kabul edilen cinsel suçların bireye yönelik suçlar kapsamına alınması, bekaret kontrolünün yargı
kararına bağlanması, evlilik içi tecavüz ve cinsel tacizin yasa kapsamına alınması, evlilikte mal rejimi
kadının lehine değiĢtirilmesi, çalıĢma yasasında eĢit iĢe eĢit ücret ilkesi getirilmesi bunlardan
bazılarıdır. (AK Partinin kadın politikası hakkında genel bir değerlendirme için bakınız; Bora: 2012).
Eğitim düzeyleri ve Türkçe dıĢında bildikleri dil gibi verilerden hareketle milletvekillerinin
entelektüel birikimleri ve kültürel sermayelerine iliĢkin bir değerlendirmeyapmak mümkündür. Söz
konusu veriler milletvekillerinin siyasal kimlikleri ve siyasi yelpazedeki konumları hakkında doğrudan
bir fikir vermese de özellikle kültürel coğrafyadaki yerleri ve kültürel beslenme kaynakları hakkında
fikir verebilecek önemli bir göstergedir. Bu çerçevede eğitim durumlarına bakıldığında iki milletvekili
iki diplomaya sahip olmak üzere yetmiĢ iki vekilin üniversite mezunu olduğu görülmektedir.
Bunlardan on altısı yüksek lisans on üçü ise doktora derecesine sahiptir.
Üniversite mezunlarının bitirdikleri bölümlere göre dağılımları Tablo 1‘de verilmiĢtir. Tablo 1‘de
de görüldüğü üzereyirmi dört milletvekili ile hukuk fakültesi mezunlarıilk sırada gelmektedir. Ġkinci
sırada bulunan mimarlık-mühendislik fakültesi mezunlarını iktisat, iĢletme, maliye ve ekonomi
bölümü mezunları takip etmektedir.Siyasal bilgiler, ilahiyat, eğitim ve tıp fakültelerinden derece almıĢ
olan vekillerin oranı yüzde onun altındadır. Diğer grubunda yer alan dört milletvekiliise insan
kaynakları, kimya, Türk dili ve edebiyatı ile veterinerlik bölümlerinden mezun olmuĢlardır.
155
Tablo 1: Milletvekillerinin bitirdikleri fakülte veya bölümlere göre dağılımı
Bitirilen bölüm veya fakülte
Hukuk Fakültesi
Mühendislik &Mimarlık Fakültesi
Ġktisadi Ġlimler (Ġktisat & ĠĢletme & Maliye & Ekonomi)
Siyasal Bilgiler & Kamu Yönetimi & Uluslararası ĠliĢkiler
Ġlahiyat Fakültesi
Eğitim Fakültesi
Tıp & DiĢ Hekimliği Fakülteleri
Diğer
Toplam
KiĢi
24
14
12
7
6
4
3
4
74*
%
32,4
18,9
16,2
9,5
8,1
5,4
4,1
5,4
100,0
Kaynak: TBMM 2010 kullanılarak oluĢturuldu
* Üniversite mezunlarının sayısı 72 olmakla birlikte iki milletvekili iki üniversite derecesine sahip
olduklarından değerlendirme 74 üzerinden yapıldı.
Milletvekillerinin sadece yüksek eğitim düzeyine sahip olmadığı aynı zamanda yüksek yabancı dil
bilgisine de sahip oldukları anlaĢılmaktadır. Bu itibarlabakıldığında altmıĢ üçünün Türkçe dıĢında en
az bir dil bildiği, baĢka bir dil bilmeyenlerin sayısının ise on olduğu görülmektedir. Diğer bir ifade ile
yüzde seksen altısı en az bir farklı dil bilmektedir. Bunlardan en büyük grubu oluĢturan ve sadece bir
dil bilenlerin sayısı kırk dört iken iki dil bilenler on beĢ, üç dil bilenlerin sayısı ise dörttür.
Bilinen dillerin dağılımına bakıldığında ilk sırada Ġngilizce olduğu görülmektedir. Elli bir
milletvekili Ġngilizce bildiğini beyan etmiĢtir. Diğer bir ifade ile milletvekillerinin yüzde yetmiĢi
Ġngilizce bilmektedir. Ġkinci sırada on üç kiĢi ile Arapça bilenler gelmektedir. Onları on bir kiĢi ile
Fransızca ve sekiz kiĢi ile Almanca bilenler takip etmektedir. Birer milletvekili ise Farsça, Japonca ve
Abhazca bilmektedir.
Türkçe dıĢında bilinen dillere iliĢkin verilerin ortaya koyduğu bir kaç husus vardır. Birincisi
Arapça bilenlerin sayısının yüksekliğidir. Ġlahiyat fakültesi mezunu vekil sayısının altı olduğu göz
önüne alındığında önemli oranda milletvekilinin özel bir ilgi ile Arapça öğrendikleri anlaĢılmaktadır.
Öte yandan bu oranın AK Parti ortalamasından düĢük olduğunu belirtmek gerekir. Ġkinci husus genel
olarak yerel diller daha özelde ise Kürtçe konusundaki bilgisizliktir. Örneğin aralarında kabinede görev
alan bazı üyelerin de bulunduğu bazı vekiller Kürtçe bilmelerine rağmen bunu beyan etmemiĢlerdir.
Son olarak milletvekillerinin yüzde seksen beĢten fazlası en az bir yabancı dil bilmesine karĢılık
bilinen dillerin büyük kısmı batı dilleri olup çeĢitlilik bakımından zayıftır.
Ak Partinin toplumsal kökenlerini açıklamak üzere baĢvurulabilecek en önemli araçlardan bir
tanesi milletvekillerinin mesleklerine ve seçilmeden önce yaptıkları iĢlere iliĢkin verilerdir. Söz
konusu verilerde öne çıkan hususları tartıĢmaya geçmeden önce genel görünümüne kısaca bakmakta
fayda vardır. Tablo 2‘de de görüldüğü üzere ilk sırada hukukçular gelmektedir. Esasen hukuk fakültesi
mezunu sayısı yirmi dört olmakla birlikte iki tanesi hukuk dıĢında mesleğe mensup olduklarını beyan
etmiĢlerdir. Ġkinci sıradaki mühendis ve mimarları iktisatçı, iĢletmeci, ekonomist ve maliyecilerden
oluĢan meslek grubu takip etmektedir. Daha sonra sırasıyla eğitimci, mülki amir, sanayici & tüccar,
özel sektörde yönetici ve doktor & diĢ hekimi gibi mesleklere mensup milletvekillerinin toplam
içindeki payı yaklaĢık yüzde yirmi beĢtir. Son olarak diğer grubunda yer alan ve sosyolog, siyaset
bilimci, veteriner ve kimyager gibi farklı mesleklere mensup milletvekillerinin toplamı beĢtir.
156
Tablo 2: Meslekleri itibariyle milletvekillerinin sayısı ve oranı
KiĢi
22
14
10
7
5
4
3
3
5
73
Meslek
Hukukçu
Mühendis &Mimar
Ġktisatçı & ĠĢletmeci &Ekonomist & Maliyeci
Eğitimci
Mülki Amir
Sanayici &Tüccar
Özel Sektörde Yönetici
Doktor &DiĢ Hekimi
Diğer
Toplam
%
30,1
19,2
13,7
9,6
6,8
5,5
4,1
4,1
6,8
100,0
Kaynak: TBMM 2010 kullanılarak oluĢturuldu
Tablo 3 milletvekillerinin seçilmeden hemen önce yaptıkları iĢlere göre dağılımı vermektedir.
Eğitim ve meslek bilgisi verileri ile de uyumlu olarak ilk sırada avukatlık gelmektedir.Ġkinci sırada
müteĢebbis olarak tarif edebileceğimiz ve ticaret, sanayi ve müteahhitlikle iĢtigal edenler
bulunmaktadır. Mülki amir, genel müdür, müsteĢar gibi kamuda üst düzey yöneticilik yapanların
sayısı ise ondur.YaklaĢık tamamı üniversitede öğretim üyeliği olmak üzere on milletvekili seçilmeden
önce eğitim-öğretim alanında görev yapmıĢtır. Yedi milletvekili en son yaptığı iĢ olarak yerel
yöneticilik altı tanesi ise özel sektörde yöneticilik Ģeklinde beyanda bulunmuĢtur. Doktor, gazeteci ve
mali müĢavir olarak hayatını idame ettirenlerin toplamı altıdır.
Tablo 3: Seçilmeden önce yaptıkları son iĢ itibariyle milletvekillerinin sayısı ve oranı
En Son Yapılan ĠĢ
Avukatlık
Sanayi & Ticaret &Müteahhitlik
Kamuda Yöneticilik
Eğitimci
Yerel Yönetici
Özel Sektörde Yöneticilik
Gazeteci
Doktor
Mali MüĢavir
Diğer
Toplam
KiĢi
%
18
13
10
10
7
6
2
2
2
3
73
24,7
17,8
13,7
13,7
9,6
8,2
2,7
2,7
2,7
4,1
100,0
Kaynak: TBMM 2010 kullanılarak oluĢturuldu
Eğitim düzeyleri, mesleki geçmiĢleri ve seçilmeden önce yaptıkları iĢler birlikte ele aldığında bir
kaç husus öne çıkmaktadır. Ġlki ve belki de en dikkat çekici olanı milletvekillerinin yaklaĢık üçte
birinin hukuk eğitimi almıĢ, hukuk mesleğini icra etmiĢ olmasıdır. Bu oran sadece AK Partigrup
ortalamasının değil aynı zamanda parlamento ortalamasının üstündedir. Parlamentoda veya herhangi
bir siyasi partide hukukçuların, özellikle de avukatlarıngörece yüksek oranda temsil edilmelerinde bu
meslek grubunun sahip olduğu çeĢitli mesleki avantajların rolü kuĢkusuz vardır. Benzer biçimde
parlamenter bir hukuk devletinde yasama organında hukuk bilgisi ve tecrübesine sahip üyelerin görece
yüksek oranda temsil edilmesi beklenebilir bir durumdur. Diğer bir ifade ile bir tür hukuk üretme
157
faaliyeti olan yasama faaliyetininhukuk bilgisine sahip üyelertarafından gerçekleĢtirilmesinde
yadırganacak bir durum yoktur.
Öte yandangerek TBMM‘deki vekillerin mesleki kompozisyonunda zaman içinde yaĢanan ve
1980‘lerden sonra hukukçuların payında düĢüĢ Ģeklinde meydana gelen değiĢimler gerekse 2002-2011
arası dönemde AK Parti gruplarındaki hukukçu üye oranlarında yaĢanan düzenli artıĢ8 ile birlikte ele
alındığında partinin çekirdek kadrosundayüksek oranda hukukçuya yer verilmesinibir tür savunma
refleksi veya tedbir olarak okumak mümkündür. Bilindiği gibi milli görüĢ geleneğine bağlı siyasi
partilerin bir çoğuAnayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıĢtır. Dahası 2007 yılında iktidarda
bulunduğu dönemde AK Parti de kapatılma talebiyle Anayasa mahkemesinde yargılanmıĢ ve bir oy
farkla faaliyetlerine devam etmesine karar verilmiĢti.
Ġkinci dikkat çekici husus partinin sınıfsal niteliği ile ilgilidir. YetmiĢ üç vekilden on üç tanesi
seçilmeden önce yaptıkları son iĢ olarak sanayi, ticaret ve müteahhitlik faaliyetini beyan etmiĢtir. Son
iĢ ile sınırlamadan baktığımızda bu sayının on sekize çıktığını görüyoruz. Son iĢ olarak altı, genel
toplamda ise on bir milletvekili özel sektörde yöneticilik yapmıĢtır. Kısacası yaklaĢık otuz milletvekili
daha önce ya kendi iĢinin patronu olmuĢ veya özel sektörde yöneticilik yapmıĢtır. Bu üyelerin meslek
örgütü üyeliklerine baktığımızda dört tanesinin Müstakil Sanayici ve ĠĢadamları
Derneği‘ne(MÜSĠAD) üye olduğunu görüyoruz.9MüteĢebbis veya özel sektörde yöneticilik yapmıĢ
üyelerin sadece parti içinde değil aynı zamanda hükümette de etkili olduğunu ve altı tanesinin
kabinede görev aldığını görüyoruz.
Öte yandan iĢçi sınıfının temsili açısından bakıldığında hiç iĢçi olmadığı ancak bir üyenin
seçilmeden önce sendikacılık yaptığı görülmektedir10. Özel sektörde profesyonel yöneticilik yapmıĢ
olanlar ile ticaret ve sanayi ile uğraĢanların neredeyse tamamı Anadolu sermayesi denilen görece
küçük ve orta büyüklükteki iĢletmelerdir. Bu bakımdan da Milli görüĢ geleneğinden izler taĢır.
Özellikle bu geleneğin gerek 1970‘lerde siyasal partileĢme sürecinde olsun gerekse 1990‘larda iktidara
giden yükseliĢinde olsun Anadolu sermayesi olarak tanımlanan bu küçük ve orta ölçekli sermayenin
rolü önemlidir11.
Üçüncü bir nokta partinin sosyal özellikleri ve toplumsal kökenlerinden ziyade egemen siyaset
paradigmasındaki değiĢime iliĢkindir. Tablo 1 ve tablo 2‘de de görüldüğü üzere üçüncü büyük grubu
iktisat, iĢletme, ekonomi ve maliyeden oluĢan iktisadi ilimler kökenliler oluĢturmaktadır. Bu durum
özellikle 1980 sonrası TBMM‘nin mesleki kompozisyonunda görülen değiĢme eğilimi ile de paralel
olup siyaset algısında yaĢanan bir kırılmaya ve yükselen yeni siyaset algısına iĢaret etmektedir. 19501980 arası dönemde yüzde otuzlar düzeyinde seyreden hukuk kökenli üyelerin oranında 1980
sonrasında anlamlı düĢüĢ yaĢanırken buna karĢılık iktisadi ilimler kökenli üyelerin oranında dikkat
çekici bir artıĢ yaĢanmıĢtır.
Bu değiĢimde baĢka etkenlerin de rolü kuĢkusuz vardır ancak bu değiĢim esasen siyaset algısında
ve siyasete bakıĢta yaĢanan bir kırılmaya iĢaret etmektedir. Yeni algıda devlet bir Ģirket, siyaset ise
Ģirket idaresidir.Neo liberal ekonomi politikalar ile uyumlu olarak devletin küçüldüğü, iĢlevlerinin
yeniden tanımlandığı bu dönemde devlet bir tür iĢletmeye, siyaset ise söz konusu iĢletme veya Ģirketi
idare etme, yüksek verimlilik ve kar ile yönetme sanatına evrilmiĢtir. Bir tür
governmenttanmanegementa evrilmedurumu olarak tanımlamak mümkündür.
8
2002 seçimlerinde AK Parti üyesi olarak parlamentoya girenler arasında hukukçu oranı % 17 iken sonraki iki
seçim sonunda bu oranlar artarak % 19 ve % 21‘e çıkmıĢtır.
9
AK Parti saflarında parlamentoya giren MÜSĠAD üyesi sayısının çok daha fazla olduğunu belirtmek gerekir.
2002‘de 23 olan MÜSĠAD kökenli AK Partili vekil sayısı 2007‘de 30, 2011 yılında ise 23 olarak gerçekleĢmiĢtir
(Yankaya: 2012:37). Diğer bir ifade ile AK Parti milletvekillerinin yüzde yediden fazlası MÜSĠAD üyesidir.
10
Manisa milletvekili Hüseyin Tanrıverdi, seçilmeden önce Hak-ĠĢ Konfederasyonunda genel baĢkan yardımcısı
olarak görev yapıyordu.
11
Özellikle Milli Selamet Partisinin (MSP) ortaya çıkmasında Anadolu sermayesinin rolü ve MSP ile bu
sermaye grubu arasındaki etkileĢimin sosyolojik bir analizi için bkz: Sarıbay: 1985.
158
Milletvekillerinin mesleki dağılımında ortaya çıkan dördüncü önemli husus mühendis kökenlilerin
payıdır. Üyelerin yaklaĢık yüzde yirmisi mimarlık-mühendislik eğitimi almıĢ ve bu meslek grubuna
mensuptur. Esasen mühendis kökenlilerin Türkiye siyasetinde oran olarak değil belki ama etki olarak
önemli olmaya baĢlamaları 1960‘lardan sonradır. Bu dönem aynı zamanda ekonomide yapısal
değiĢimlerin yaĢandığı, kentleĢmenin hızlandığı, nüfus hareketlerinin arttığı, toplumun sosyal ve
kültürel yapısında önemli değiĢimlerin meydana geldiği bir dönemdir. Bu süreç genel olarak
toplumdaki ihtiyaç ve beklentilerin farklılaĢmasını,daha özelde siyasetten beklentiyi etkilemiĢ ve
siyasal seçkinlerin kompozisyonunda önemli değiĢimleri beraberinde getirmiĢtir. Bu sürecin en önemli
sonucu ise mühendis siyasetçilerin yükseliĢi olmuĢtur.Bu itibarla AK Partinin bu geleneği sürdürdüğü
anlaĢılmaktadır.
Mühendis kökenlilerin partide yüksek oranda temsil edilmesi cumhuriyet tarihi boyunca çeĢitli
düzeylerde tezahür edegelen sosyal mühendislik olarak siyaset olgusunu gündeme getirmektedir.
Gerek milletvekillerinin mesleki kompozisyonuna gerekse iktidarı boyunca ortaya koyduğu çeĢitli
uygulamalara baktığımızda AK Partinin sosyal mühendislik olarak siyaset geleneğini sürdürdüğünü
söylemek mümkündür. Bununla birlikte AK Parti,geleneksel sosyal mühendislik tavrının salt
yukarıdan emretme, yönetme usulünden farklı olarak, alttan gelen muhafazakar müdahaleci taleplerle
üstten gelen otoriter müdahale ve özlemlerin eklemlendiği, çoğunlukçu bir görünüm alan bir sosyal
mühendislik örneğini temsil ediyor(Ġnsel: 2010: 21).
YetmiĢ üç vekilin önemli bir kısmı daha önce yerel veya ulusal düzeyde aktif siyasetin içinde yer
almıĢtır. Yerel yönetimlerde belediye baĢkanı, meclis üyesi veya üst düzey yönetici olarak görev
yapanların sayısı on altıdır. Diğer bir ifade ile yerel siyaset deneyimine sahip olanların oranı yüzde
yirmi ikidir. Bunların arasında en dikkat çekici olanı baĢbakan Erdoğan‘dır. Bilindiği üzere Erdoğan
1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi adayı olarak Ġstanbul BüyükĢehir Belediye baĢkanlığı seçimini
kazanmıĢ ve dört yıl kenti yönetmiĢti. Belediye baĢkanlığı dönemde Erdoğan‘ın ekibinde yer alan bir
çok kimse AK Partinin iktidara gelmesinden sonra kabine, parlamento veya partide önemli görevlerde
bulunmuĢlardır.12Öte yandan on dört milletvekilinin ise daha önce merkez sağ partilerde (ANAP ve
DYP) veya milli görüĢ saflarında (RP ve FP) parlamento deneyiminde sahip olduğunu görüyoruz.
Gerek yerel gerekse ulusal düzeyde daha önce aktif siyasette yer alanların kompozisyonu AK Partinin
siyasi yelpazedeki pozisyonu ile uyumlu bir tablo ortaya koymaktadır.
Milletvekillerinin özgeçmiĢlerine baktığımızda önemli bölümünün seçilmeden önce sivil toplum
faaliyetleri içinde aktif olarak yer aldığını görüyoruz13.Yirmi dörttanesi çeĢitli vakıf ve derneklerde
üyelik veya yöneticilik yapmıĢlardır. Bu dernek ve vakıfların arasında birlik vakfı14 ve mazlum-der15
gibi etkili ve bilinen kuruluĢların yanı sıra faaliyet alanları belli bir bölge (il kültür ve yardımlaĢma
derneği) veya belli bir meslek grubu ile sınırlı olan kuruluĢlar da yer almaktadır. Sivil toplum
deneyiminin genel olarak devlet toplum iliĢkilerinin yeniden düzenlenmesi daha özelde ise bireysel
hak ve özgürlüklerin tanımlanması sürecinde önemli katkısı olmuĢtur. AK Parti iktidarının özellikle
ilk döneminde hayata geçirilen çeĢitli reformlar ile devlet toplum iliĢkilerinin bireyin lehine yeniden
tanımlandığını, bireysel hak ve özgürlüklerin geniĢletilerek yasal güvence altına alındığını görüyoruz.
BaĢta AB üyelik süreci olmak üzere çeĢitli iç ve dıĢ faktörlerin yanı sıra sivil toplum tecrübesinin de
bu süreçte etkili olduğunu belirtmek mümkündür.
12
AK Parti kabinelerinin en uzun süre görev yapan üyelerinden ulaĢtırma, denizcilik ve haberleĢme bakanı Binali
Yıldırım ile bir dönem içiĢleri bakanlığı yapmıĢ olan Ġdris Naim ġahin bunlardan sadece iki tanesidir.
13
Türkiye‘de milli görüĢ geleneği özelinde Ġslamcılık hareketinin iktidar ile sonuçlanan serüveninde sivil toplum
deneyiminin yeri ve rolü bağlamında örnek bir çalıĢma için bakınız Tuğal: 2011.
14
Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) genel baĢkanlığı ve Refah-Yol hükümetinde kültür bakanlığı da yapmıĢ olan
Ġsmail Kahraman tarafından 1985 yılında kurulan Birlik Vakfı‘nın kurucuları arasında Recep Tayyip Erdoğan,
Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Ömer Dinçer, Ali CoĢkun gibi isimler vardır. Vakıf eğitim ve kültür
faaliyetlerini desteklemek üzere kurulmuĢ olsa da aktif siyaset ile yakından ilgili olmuĢtur. Türkiye‘nin farklı
illerinde bulunan ondan fazla Ģubesi ile faaliyetlerini devam ettirmekte olan vakıf hakkında daha fazla bilgi için
bakınız; http://birlikvakfi.org.tr/index.php
15
Kısa adı Mazlum-der olan ĠnsanHakları ve Mazlumlar için DayanıĢma Derneği 1991 yılında aralarında
gazeteci, yazar, iĢ adamı ve avukatların bulunduğu farklı mesleklere mensup bir grup tarafından kurulmuĢ olup
ana faaliyet alanı insan haklarıdır. Dernek hakkında daha fazla bilgi için bakınız; http://www.mazlumder.org/
159
Sivil toplum deneyiminin siyaset algısı, siyasete yüklenen anlam ve siyaset yapma amacı gibi
hususlarda da yansımaları olmuĢtur. Millete hizmet, milletin hizmetkarı, halka hizmet-hakka hizmet
gibi deyim ve tabirler partinin egemen siyasal söyleminin kurucu unsurları olarak öne çıkmaktadır16.
Bu söylemde siyaset toplum yararına, gönüllülük esasına millete hizmet etmektir. Siyaset yapma ile
sivil toplum faaliyeti yürütme arasındaki paralelliği mümkün kılan ve ikisine de benzer amacı
yükleyen aynı kültürdür.
Sivil toplum deneyimi ve geçmiĢi Ak Partinin siyaset yapma biçimine ve siyaset pratiğine de
yansımıĢtır. Sivil toplum faaliyeti büyük ölçüdeyoksullukla mücadele, kırılgan ve dıĢlanma riski
altındaki gruplar ile dayanıĢma ve yardım faaliyetleri olarak gerçekleĢtirilmiĢtir. Sivil toplum faaliyeti
bir anlamıyla neo-liberal ekonomik düzende devletin ihmal ettiği veya yetiĢemediği ekonomik ve
sosyal nitelikli kamu görev ve sorumluluklarının yerine getirilmesi olarak gerçekleĢti veya bu türden
faaliyetler yürüten STK‘lar daha fazla bilinir ve etkili oldu. Bunda 1980‘lerin sonlarında baĢlayan ve
1990‘lar boyunca derinleĢerek devam eden ekonomik krizlerin ve buna bağlı olarak ortaya çıkan
yoksulluk ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin rolü büyüktür. Bu tecrübenin gerek ulusal gerekse yerel
yönetim düzeyinde AK Partinin icraatları ile politikalarında etkili olduğu anlaĢılmaktadır17. Ak Partili
belediyelerin icraatları arasında sosyal yardım faaliyetlerinin önemli bir yeri vardır.
Ulusal düzeyde de benzer sosyal politikalar takip edilmektedir. Bu çerçevede en yaygın ve sürekli
uygulama yoksullukla mücadeleye iliĢkindir. Örneğin sosyal transferler için 2002 yılında bütçeden
ayrılan pay GSYH‘nin %0,3‘ü iken bu oran 2012 yılına gelindiğinde % 1,43‘e çıkmıĢtır. Sosyal
transferlerin yoksullukla mücadelede sürdürülebilir kalıcı bir araç olup olmadığı ayrı bir tartıĢmanın
konusudur. Ancak söz konusu dönemde yoksulluk verilerinde önemli iyileĢmeler yaĢanmıĢ ve 2002
yılında % 1,35 olan gıda yoksulluğu 2009 yılında % 0,48‘e gerilemiĢ aynı dönemde % 27 olan gıda ve
gıda dıĢı yoksulluk oranı ise % 18‘e düĢmüĢtür. Bununla paralel olarak günlük 4.3 doların altında
yaĢayanların oranında da ciddi iyileĢmeler sağlanmıĢ ve 2002 yılında %30 olan bu oran 2011 yılında
%3‘e düĢmüĢtür (SYDGM: 2012: 5).
SONUÇ
Buraya kadar yapılan tartıĢmalar kısaca değerlendirildiğinde bir kaç hususun ön plana çıktığı
görülmektedir.Genel seçim sonuçlarının ortaya koyduğunun aksine AK Parti bölgesel bir partidir.
Karadeniz ve Ġç Anadolu Bölgeleri doğumlu olanların belirgin bir üstünlüğü vardır. Kadınların
objektif olarak düĢük sübjektif olarak ise yüksek oranda temsil edildiği bir partidir. BaĢta AB ülkeleri
olmak üzere geliĢmiĢ demokratik ülkelerdeki oranlar ile karĢılaĢtırıldığında kadın temsil oranının çok
düĢük ancak cumhuriyet tarihi boyunca gözlenen oranlar ile karĢılaĢtırıldığında ise oldukça yüksek
olduğu görülmektedir. Zengin bir entelektüel birikim ve kültürel sermayeye sahiptir. ÇalıĢmamıza
konu olan üyelerin neredeyse tamamı üniversite mezunu, yaklaĢık yarısı ise yüksek lisans ve doktora
derecelerine sahiptir. Önemli bir kısmı akademik tecrübeyesahip ve yüzde doksana yakını ise en az bir
yabancı dil bilmektedir. Öne çıkan önemli hususlardan bir tanesi de AK Partinin sahip olduğu sivil
toplum deneyimi ve sivil toplum ile kurduğu güçlü bağdır. Bir diğer deneyim yerel ve ulusal düzeyde
siyaset deneyimidir. Üyelerin önemli bir kısmı daha önce merkez sağ veya milli görüĢ temsilcisi
partilerde yerel veya ulusal düzeyde aktif siyaset yapmıĢlardır. Sınıfsal karakteri itibariyle
bakıldığında AK Partinin küçük ve orta ölçekli Anadolu burjuvazisini temsil ettiği görülmektedir. Son
olarak,milletvekillerinin mesleki kompozisyonuna bakıldığında özellikle hukuk, mühendis ve iktisadi
bilimler kökenli vekillerin yüksek oranda temsil edildiği görülmektedir. Bu itibarlabaĢta 1980 sonrası
olmak üzere cumhuriyet tarihinin çeĢitli dönemlerinde ortaya çıkan değiĢimler ve gözlenen çeĢitli
eğilimler ile süreklilikler arz etmektedir.
KAYNAKÇA
Akdoğan, Y. (2004). AK Parti ve Muhafazakar Demokrasi. Ġstanbul: Alfa Yayınları.
16
Milleti kutsayan ve yüksek düzeyde popülizm içeren bu söylemin DP‘den baĢlayarak hemen hemen bütün sağ
partiler tarafından kullanıldığını, AKP‘ye has olmadığını, belirtmek gerekir.
17
AK Parti dönemi sosyal politikalarını yoksullukla mücadele ekseninde tartıĢan değerli bir çalıĢma için bakınız
Buğra: 2011.
160
Besli, Hüseyin ve Ömer Özbay 2010 Bir Liderin DoğuĢu: Recep Tayip Erdoğan, Ġstanbul: Meydan
Yayıncılık.
Bora, A.( 2012). ―AKP ve Kadınlar: Fıtratları Yettiğince‖, Birikim, Sayı: 283, ss. 58-61.
Buğra, A.( 2011).Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye‟de Sosyal Politika. Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları.
Ġnsel, A.(2012). ―Güven Tesisinden Özgüven Patlamasına‖, Birikim, Sayı: 283, ss. 15-22.
Sarıbay, A. Y.( 1985). Türkiye‟de Modernleşme ve Din Parti Politikası: MSP Örnek Olayı.Ġstanbul:
Alan Yayıncılık.
Sosyal YardımlaĢma ve DayanıĢma Genel Müdürlüğü (SYDGM) 20122012 Sosyal Yardım
Ġstatistikleri Bülteni, Ankara: SYDGM.
TBMM 2010 TBMM Albümü 1920-2010, 3. Cilt 1983-2010, Ankara: TBMM.
TBMM 2012 24. Dönem TBMM Albümü, Ankara: TBMM.
Tuğal, C.(2011).Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi. Ġstanbul: Koç Üniversitesi
Yayınları.
TÜĠK (2012). Milletvekili Genel Seçimleri 1923-2011, Ankara: TÜĠK.
Yankaya, D.( 2012). ―28 ġubat, Ġslami burjuvazinin iktidarı yolunda bir milat‖, Birikim, Sayı: 278279, ss. 29-45
Elektronik Kaynaklar:
http://birlikvakfi.org.tr/index.php
http://www.mazlumder.org/
161
162
TÜRKĠYE VE AB ĠLĠġKĠLERĠNDE SOSYOLOJĠK PERSPEKTĠF
Türkan FIRINCI1
ÖZET
Türkiye'de son yıllarda, özellikle de 2005 yılında tam üyelik müzakerelerinin baĢlamasıyla
birlikte, Türkiye-AB iliĢkilerini konu edinen çalıĢmalarda niceliksel bir artıĢın olduğu gözlenmiĢtir.
Bu çalıĢmaların büyük bir bölümü konuyu AvrupalılaĢma ekseninde incelemeye baĢlamıĢ ya da
Türkiye'nin üyeliğine engel teĢkil eden problem alanları çerçevesinde değerlendirme eğiliminde
olmuĢlardır. Bu makale sosyal bilimler alanı kapsamında Türkiye-AB iliĢkilerini konu edinen
araĢtırmaları öncelikle odak temaları bakımından sınıflandırmakta ve son dönem çalıĢmaların
metodolojik yaklaĢımına yönelik getirilen eleĢtirileri tanıtmaktadır. Sonuç bölümünde ise Türkiye-AB
iliĢkilerini anlamada sosyolojik yöntem ve analizin önemi tartıĢılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, Türkiye, Avrupalılaşma, Tarihsel Sosyoloji.
ABSTRACT
Recently in Turkey after the full membership negotiations has started in 2005 in particular, it is
observed that the number of the Turkey & EU relations themed studies increased dramatically. Most
of these studies followed a trend to debatethe affairs focusing on Europeanization and/or to discuss the
obstacles towards Turkey's accession to the EU.This paper aims to classify suchstudies of social
sciences in terms of their focal themes and also tointroduce the critical view on their methodological
approach. As for the conclusion the importance of sociological method and analysis on Turkey & EU
relations is also debated.
Keywords: European Union, Turkey, Europeanization, Historical Sociology.
SOSYAL BĠLĠMLERĠN POPÜLER KONUSU OLARAK TÜRKĠYE VE AVRUPA
BĠRLĠĞĠ ĠLĠġKĠLERĠ
Türkiye'de özellikle de son yıllarda en önemli gündem baĢlıklarından biri haline gelen Türkiye'nin
AB'ye üyeliği konusunda çok sayıda araĢtırma bulunmaktadır. Konunun popüler yapısı bu çalıĢmalara
olan ilgiyi daha da arttırmıĢtır. Türkiye‘nin AET‘ye 1959‘daki ilk üyelik baĢvurusundan günümüze
uzanan yarım asırlık tarihsel kesitte gelinen son nokta, AB‘nin 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye için
baĢlattığı katılım müzakereleri sürecidir. Müzakerelerin, diğer aday ülkelerinkinden farklı olacağı,
Türkiye‘yi zorlu bir sürecin beklediği AB yetkili makamlarınca sık sık belirtilmekte, bu husus ayrıca,
AB Komisyonu tarafından hazırlanan raporlarda da açıkça ortaya konulmaktadır. Bu durum konuyu
sürekli olarak gündemde tutmaktadır. Sadece Türkiye Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) kütüphanesi
veritabanı baz alındığında AB'yi kendi disiplinleri çerçevesinde konu edinen tezlerin sayısının (19892012 yılları arasında) 2350 civarında olduğu görülmektedir.
KuĢkusuz ki bu tezlerin tamamını incelemek ve değerlendirmek mümkün olmamaktadır. Fakat dar
kapsamı ile sosyoloji bilimini, geniĢ olarak ise sosyal bilim disiplinlerinin ilgi alanında olan bazı tezler
gözden geçirilerek bu bölümde tanıtılmaktadır. ÇalıĢmanın ikinci bölümünde ise bu çalıĢmaların
sosyolojik yaklaĢımdan yoksunluğu gösterilmekle birlikte özellikle de AvrupalılaĢma kavramı
çerçevesinde ayrıca metodolojik zayıflıkları da yansıtılmaktadır. Sonuç bölümünde ise Türkiye-AB
iliĢkilerindeki sosyolojik yaklaĢımın önemi tartıĢılmaktadır.
Sosyoloji disiplini kapsamındaki güncel çalıĢmalardan örneğin Öztürk'ün (2011) AB'nin tarihsel
geliĢim sürecinde kültür politikalarını incelediği ve gelinen noktada bunların aday bir ülke olarak
Türkiye üzerindeki etkilerini değerlendirdiği yüksek lisans çalıĢmasında, AB'nin "çeĢitlilik içerisinde
birlik" vurgusu sonuç bölümünde Türkiye açısından değerlendirilmektedir.
1
Dr. Türkan FIRINCI, Gazi Üniversitesi,Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Felsefe Grubu Öğretmenliği Bölümü,
[email protected]
163
Tamer'in (2009) Türkiye'nin AB'ye adaylık sürecinde sivil toplum kuruluĢlarını incelediği doktora
çalıĢmasında, 1999 Helsinki Zirvesi sonrasında AB'ye üyelik konusunda rolü artan STK'ların süreci
destekleyici ya da karĢıt söylemi ön planda tutan oluĢumlar olarak AB'nin sivil toplum politikalarından
nasıl etkilendikleri yönünde kapsamlı bir değerlendirme yer almaktadır. Bu çerçevede AB fonlarından
yararlanan STK'ların rolü de tartıĢılmaktadır. Bu konuda Öksüz'ün (2008) doktora çalıĢması da dikkati
çekmektedir: Türkiye'nin AB üyeliği sürecinde resmi söylem karĢısında bir sivil toplum söylemi
geliĢtiremediğini savunan bu tezde eleĢtirel bir bakıĢ açısıyla demokratikleĢme sürecinin sağlıksız bir
biçimde AB'ye üyelik Ģartına indirgenmiĢ olduğu, geniĢ bir toplumsal uzlaĢı ve sivil kültür
geliĢmeksizin Türkiye'de gerçek bir demokratikleĢmenin mümkün olamayacağı savunulmaktadır.
Sosyal bilimler alanı bütünüyle kapsam olarak alındığında ise son yıllarda AB ile Türkiye
iliĢkilerini konu alan bilimsel çalıĢmaların odağında çoğunlukla AB‘nin üyelik kriterlerinin yer
almakta olduğu, ya da Türkiye‘nin adaylığına engel teĢkil eden zorluklar (din, kültür, kimlik, nüfus,
Kıbrıs sorunu vb.) referans alınarak değerlendirmeler yapıldığı gözlenmektedir.
Bu türden çalıĢmalar arasında örneğin Onat (2008), BM kararları nezdinde AB'nin Kıbrıs
sorununun çözümündeki etkisini değerlendirdiği yüksek lisans çalıĢmasında, AB'nin bu konuda vaat
ettiği sözleri yerine getirmemiĢ olduğu sonucuna varmaktadır.
Akyüz (2008) ise Kıbrıs'ı Türkiye- AB iliĢkilerine etkisini konu yapmakta ve sorunun
yorumlanmasında farklı politik duruĢları ortaya koymaktadır. Sonuç olarak ise Kıbrıs sorununun
Türkiye‘nin AB müzakere sürecini çıkmaza soktuğu, ayrıca adanın konumu itibariyle küresel ve
bölgesel güçlerin etkinlik kurmak istediği bir merkez konumunda olmasının ise sorunun
çözümsüzlüğünü pekiĢtirdiğini vurgulamaktadır.
Yurdigül (2007), Avrupa Birliği‘ne uyum sürecinde ulusal kimlik olgusu ve ulusal kimliğin
televizyon haberlerinde sunumu konulu doktora tezinde, kimliğinin oluĢum süreci ve Avrupa
Birliği‘ne uyum sürecinde ulusal kimlik olgusunu tartıĢmaya açmaktadır. Bu çalıĢmada anlatı bilim
yöntemi ve görüĢme metodundan faydalanıldığı görülmektedir.
AB bütçesi ve Türkiye‘nin üyeliğinin Birlik bütçesine olası etkilerini inceleyen GümüĢay (2005),
Türkiye‘nin AB bütçesine etkilerini, olumsuz ve olumlu yönleri ile 2004‘e kadarki gerçekleĢmelerle
irdelemekte, sonuç olarak ise Türkiye'nin AB'ye üyeliğinin korkulanın aksine çok da büyük bir yük
getirmeyeceğini ileri sürmektedir.
Ġzlendiği gibi bu eksende yapılan AB çalıĢmaları genellikle fonksiyonalist bir yaklaĢıma sahip
bulunmaktadır. Yine son 5 yılda yapılan yüksek lisans ve doktora tezleri incelendiğinde bu
çalıĢmaların da çoğunlukla AB ile Türkiye iliĢkilerinde din, eğitim, ekonomi, kültür ya da sosyal
politika gibi tekil bir boyuta odaklandıkları gözlenmiĢtir.
Örneğin Yıldırım (2007), Türk eğitim sisteminin AB eğitim politikalarına uyumunu konu edinen
yüksek lisans çalıĢmasında; Genel Eğitim, Mesleki ve Teknik Eğitim, Yüksek Öğretim Özel Eğitim,
Özel Öğretim ve Yaygın Eğitim alanlarında yapılan çalıĢmaları ortaya koyarak analiz etmekte, sonuç
olarak ise AB politikalarının Türk Eğitim Sistemi'ne olumlu katkılar sağladığını ileri sürmektedir.
Nacar ise (2008), AB'ye giriĢ sürecinde olan Türkiye‘nin sosyal politikasını incelediği doktora
çalıĢmasında, son yıllarda bu alanda yapılan reformları ve özellikle risk gruplarının en baĢında gelen
özürlülerin konumunu, sorunlarını incelemekte ve özürlülerin sosyal politika çerçevesinde sorunlarına
çözüm önerileri üzerinde durmaktadır.
KuĢkusuz ki Avrupa entegrasyonunu ve kurumsal reformunu ele alarak Türkiye ve AB iliĢkilerini
çok dar bir kesitte inceleyen bu çalıĢmalar büyük bir öneme ve değere sahiptirler. Yine de sosyal
bilimlerin geniĢ perspektifi çerçevesinde Türkiye‘nin AB‘ye üyeliğini ekonomik büyüme, kalkınma,
dıĢ siyaset gibi konularla değerlendiren çalıĢmaların sayısı özellikle de siyaset bilimi ve uluslararası
iliĢkiler alanlarında artmaktadır.
Buna karĢılık sosyoloji disiplini temelinde konuyla ilgili tarihsel perspektifi merkeze alan
araĢtırmaların sayıca daha az olduğu gözlenmekte. Bunlardan örneğin Sever (2009) yüksek lisans
çalıĢmasında Türkiye‘nin GB‘ye üyeliğini konu edinerek yaptığı tarihsel değerlendirmede Türkiye‘nin
kısa ve orta vadede AB‘ye üyeliğinin mümkün olmadığı sonucuna varmaktadır.
164
Bir diğer tarihsel çalıĢmada Özdemir (2007), Türkiye'deki AB karĢıtı düĢüncenin geliĢimini konu
edindiği yüksek lisans tezinde, GB sonrası dönemi incelemekte ve Türk insanının AB sürecine daha
çok ülkenin bölünüp parçalanması, kuruluĢ felsefesine aykırı düĢecek ve AB tarafından dayatılan
değiĢiklik taleplerinin ağır maliyetlerinin olacağı yönünde karĢıt düĢünce geliĢtirdiği sonucuna
varmaktadır.
Yiğit (2006) tarihsel bir perspektifle AB kurumlarındaki değiĢimi odağa alarak geniĢleme
sürecinde Türkiye‘nin AB ile iliĢkilerini çözümlemeye çalıĢmıĢtır. Bu çalıĢmada geniĢleme sürecinde
AB kurumlarının değiĢimi de irdelenerek Türkiye‘nin tam üyeliği neticesinde olası sorunlara yönelik
öngörüler de ortaya konmaktadır.
Dikkati çeken bir diğer tarihsel çalıĢma ise Kılıç‘ın (2006) Türkiye-AB siyasi iliĢkilerinin tarihsel
geliĢimini ele aldığı ve kronolojik bir derleme sunan çalıĢmasıdır. Müzakere sürecinin anlaĢılması ve
izlenmesi gereken siyasi strateji konusunda önerilere yer veren bu çalıĢma tarih bağlamında siyasi
geliĢim aĢamaları incelenmektedir.
Uluslararası literatüre bakıldığında ise Visier (2009) Türkiye‘nin AB'ye adaylığı ile ilgili
araĢtırmaların yapısında genellikle Türkiye-AB iliĢkilerinin kurumsal tarihinin açıklamasının
verildiğini aktarmaktadır. Birçok araĢtırma ise Türkiye‘nin durumunu yasal, jeopolitik, makroekonomik ya da makro-politik datayı kullanmak suretiyle değerlendirme yolunu tercih etmektedir.
Son yıllarda özellikle de AB geniĢlemesi konulu araĢtırmalarda da tarihsel kurumsalcı yaklaĢıma
doğru bir değiĢim olduğu görülmüĢtür. Bu nedenle literatürde AB çalıĢmalarının tarihsel sosyoloji
bağlamında ele alındığı; AB kurumlarının liderlik ve bilgi gibi çeĢitli durum ve kaynaklara bağlı
olarak politika üretme sürecinde etkili bir unsur olarak görülmeye baĢlandığı gözlenmektedir (Bulmer,
1994; Pierson, 1996; Beach, 2005).
AB‘nin kurumsallaĢması konusunda yürütülen tarihsel-sosyolojik çalıĢmalar arasında Avrupa
entegrasyonu, kurumsal reform ya da kurumsal yapılar gibi konular üzerine odaklanan çalıĢmalar
olduğu gibi (Annett, 2010; Sarıgil, 2009; Jenson & Merand, 2010; Liorakapi, 2007; Kıratlı, 2008);
demokratikleĢme, AvrupalılaĢma ya da Avrupa kimliği gibi konuları odağına alan çalıĢmaların da
sıklıkla yapılmıĢ olduğu dikkati çekmektedir (Yıldız, 2008; Vassallo, 2006; Özcan, 2010; Kubicek,
2009; Baban & Keyman, 2008; Müftüler Bac, 2005; Erdoğan, 2006).
Yukarıda örnekleri verilen çalıĢmalar çerçevesinde Türkiye-AB iliĢkilerine yönelik
araĢtırmalargenel hatlarıyla konuları bakımından sınıflandırılarak TABLO 2'de gösterilmiĢtir.
TABLO 2: Türkiye-AB ĠliĢkilerini Konu Edinen AraĢtırmalar
AraĢtırma Konuları
AB‘nin üyelik kriterlerini temele alan çalıĢmalar
Türkiye‘nin adaylığına engel teĢkil eden zorluklar
bakımından değerlendiren çalıĢmalar
Türkiye-AB iliĢkilerinin kurumsal tarihini veren
çalıĢmalar.
Türkiye‘nin durumunu yasal, jeopolitik, makroekonomik ya da makro-politik datayı kullanmak
suretiyle değerlendiren çalıĢmalar
AB geniĢlemesi perspektifi ile yapılan çalıĢmalar
Avrupa entegrasyonunu, kurumsal reformları ya da
kurumsal yapıları odağa alan çalıĢmalar
Odak Tema Örnekleri
Kopenhag Kriterleri, AB
Müktesebatı vb.
Din, kültür, kimlik, nüfus, Kıbrıs
sorunu vb.
Ġktisadi, kültürel, siyasi iliĢkiler
vb.
DıĢ Politika, Ekonomik Büyüme,
Ġnsan Hakları vb.
AvrupalılaĢma, Avrupa Kimliği,
DemokratikleĢme vb.
Ekonomi, eğitim, sağlık, hukuk,
kültür, din vb. kurumlar.
Kaynak: (Fırıncı, 2013: 28).
165
Türkiye-AB iliĢkileri konusu popüler niteliği ve karmaĢık yapısı nedeniyle çok sayıda
araĢtırmacının ilgi odağı olmayı sürdürmektedir. Bu nedenle tüm bu araĢtırmaların gerek konuları
gerekse yöntemleri bakımından bir arada değerlendirilmesi gün geçtikçe zorlaĢmaktadır. Türkiye-AB
iliĢkilerinin kurumsal tarihini veren bütüncül araĢtırmaların önemi bu bakımdan büyüktür.
AVRUPA ÇALIġMALARI VE METODOLOJĠK UNSURLAR
Türkiye-AB iliĢkilerinin uzun bir tarihsel geçmiĢi bulunmaktadır. 1963 tarihli Ankara
AntlaĢması'ndan günümüze kadar olan süreçte Avrupa kamuoyunun ve politik elitlerin Türkiye'nin
katılımına iliĢkin görüĢleri farklılaĢmıĢtır: Bir yönüyle Türkiye'nin üyeliğinin sağlayacağı ekonomik
faydalar olumlu algılanırken, AB'nin kendisinin ekonomik bir proje olmayı aĢarak politik bir birlik
haline gelmiĢ olması karĢılıklı iliĢkiler açısından bir paradoksa neden olmaktadır. Bu durum iliĢkileri
karmaĢık hale getirmekte ve konuyla ilgili akademik araĢtırmaları da metodolojileri bakımından
çeĢitlendirmektedir.
Bu bölümdedaha önce konuları bakımından sınıflandırdığımız Türkiye-AB iliĢkilerini inceleyen
araĢtırmaların metodolojik geliĢiminden söz edilmekle birlikte sosyolojik perspektifin yokluğundan
kaynaklanan metodolojik eksikliklerine değinilmektedir.
Avrupa çalıĢmalarında uzun süre sosyolojik perspektifin ihmal edildiğini belirten Visier (2009: 2),
Orta ve Doğu Avrupa'da yapılan analizlerindaha çok dıĢ politikaya bakılarak Avrupa geniĢlemesi (üye
ülkelerin politik aksiyonu, üye ülkelerin politik aksiyonu, AB'nin politik aksiyonu konusunda) ya da
aday ülkelerin kendi iç dinamiklerine odaklandığını tespit etmektedir. 2000'li yılların baĢına kadar
olan süreçte Türkiye'de ise "Avrupa BütünleĢmesi" konusunda sınırlı sayıda çalıĢma olduğunu tespit
eden Bac (2003), bu durumu siyaset biliminin epistemolojik ve metodolojik olarak Türkiye'de
felsefeye yakın durması ve Türkiye'deki araĢtırmaların temelde iç politikaya, politik teoriye,
demokratik bütünleĢmeye ve Ġslam'ın politikadaki rolüne odaklanmasıyla açıklamaktadır. Ayrıca,
literatüre bakıldığında Türkiye-AB tarihsel iliĢkilerinin Türkiye'nin Avrupalı kimliği ve BatılılaĢma ile
iliĢkileri nezdinde de sıklıkla incelendiği görülmektedir (Onis, 1999; Arıkan, 2006; Fırıncı, 2013).Bu
çalıĢmaların Türkiye-AB iliĢkilerini genellikle statik olarak ve uluslararası bağlamıyla ele almakta
olduğu tespitini yapmak mümkündür.AraĢtırmalar çoğunlukla iç politika değiĢkeninde kesin bir analiz
faktörü kullanılarak yapılmaktadır. Bu analiz faktörü ise esasında ya bağımsız baĢka bir değiĢkenin ya
da dıĢ politikayı etkileyen yapısal datanın bakıĢ açısını yansıtmaktadır (Visier, 2009). BaĢka bir
deyiĢle yapısal-fonksiyonalist yaklaĢımın bu tür araĢtırmalarda hakim olduğu görülmekte.
90'ların sonu itibarıyla Türkiye-AB iliĢkilerinin analizi daha karmaĢık hale gelmiĢtir. Bazı
araĢtırmaların öncelikle dıĢ ve iç politika arasındaki karĢılıklı dinamik iliĢkilere vurguda bulundukları,
ikincil olarak ise AB ve Türkiye'nin dıĢ politikası çerçevesinde alınan aksiyonun - aralarındaki görüĢ
farklılığını ortaya koymak ve iliĢkilerdeki karĢıtlığı vurgulamak suretiyle - dinamik karaktere dikkati
çektikleri görülmüĢtür. Metodolojik olarak bu türden analizler tarihsel sosyolojik yaklaĢımı
benimsemekte ve çoğunlukla politik süreç analizi gerçekleĢtirmektedirler (Fırıncı, 2013). Süreç
analizi; sosyal etkileĢimlerin birbirine zaman ve mekânda nasıl etki ettiklerini araĢtırır. Zaman ve
mekânı ek birer değiĢken olarak ele almak yerine, yer-zaman bağlantısının sosyal süreçleri
belirlediğini varsayar ve bu sosyal süreçler yer ve zamanda kendi konumlarında farklı birer iĢlev
olarak etki ederler (Tilly, 2001: 6754).Ġzlendiği gibi bu yaklaĢımda politik bir olay ya da olgunun (bu
durumda Türkiye-AB iliĢkilerinde) nerede ve ne zaman meydana geldiği büyük bir önem
kazanmaktadır. Böylece zamanlama konusundaki dikkatli bir analizle iliĢkilere etki eden alternatif
açıklayıcı faktörler ve AB'nin etkisini ayırt etmek mümkün olabilmektedir (Haverland, 2006).
1999 Helsinki Zirvesi sonrasında Türkiye'nin adaylığının resmileĢmesini takiben AvrupalılaĢma
çalıĢmalarında bir artıĢ olduğu da gözlenmiĢtir (Buhari, 2009). 2000'lerde AvrupalılaĢma kavramını
kimi durumlarda kullanmaya dahi gerek duymadan kavramın anlamı ile örtüĢen çok sayıda çalıĢma
yayınlanmıĢtır (Onis ve Türem 2002; Çarkoğlu ve Rubin, 2003).
AvrupalılaĢma kavramı, Avrupa entegrasyonuyla ilgili çalıĢmaların odağını oluĢturmaktadır.
AvrupalılaĢmanın esasen ne olduğuyla ilgili, özellikle de 90'lardan sonra ortaya çıkan büyük bir
tartıĢma olmasına rağmen, genel olarak literatürde iç politik sistemin Avrupa tarafından etkilendiği
durumlarda "AvrupalılaĢmak" tan söz edilmektedir. Bu nedenle AvrupalılaĢma özünde Avrupa
166
entegrasyonu nedeniyle oluĢan iç değiĢim olarak tanımlanabilir (Vink, 2002). Bu değiĢimler üye
ülkelerde daha açık izlenebilse de aday ülkeler için de gözlenebilirdir (Moga, 2010). Bu farklılıklara
referansla Featherstone (2003, 3-4), AvrupalılaĢmayı aktörleri ve kurumları, fikir ve çıkarları farklı
Ģekillerde etkileyen yapısal değiĢim süreci olarak makro düzeyde yapısal değiĢime; daha dar bir
tanımlamayla ise AB politikalarının etkisine iĢaret etmesi bakımından iki farklı yönüne dikkati
çekmektedir.
AvrupalılaĢmanın geniĢ ve dar tanımından hareketle, kavramın salt AB müktesebatının (Acquis
Communautaire) üye/aday ülke tarafından benimsenmesi ve ulusal düzeyde karĢılaĢılan değiĢiklikler
anlamında değil, geniĢ anlamda Avrupa değerlerinin, politika ve kurumlarının benimsenmesi gerektiği
yönünde yaklaĢımlar da vardır. Bu durumda AvrupalılaĢma, kimlikler ve kurumlar arasındaki
etkileĢimi de kapsadığından, sürecin salt politik değil kültürel ve sosyal bir perspektiften de
incelenmesi gerektiği savunulmaktadır.
Örneğin "Bazı siyaset yapıcılara göre AvrupalılaĢma ancak AB'ye aday olma ile gerçekleĢir. Bu
yüzden de ‗Avrupa Birliği=AB‘lileĢme‘ olarak gündeme gelmektedir" (Keyman, 2005). Keyman'a
göre (2005) ise AvrupalılaĢma demek Avrupa değerler sisteminin yaratılması demektir. Bu da
Avrupa‘nın küresel bir aktör olarak demokratikleĢme ve ekonomik kalkınmayı dünyaya
yaygınlaĢtırması, Avrupa‘nın kendi içinde çok kültürlü bir yapıya sahip olması, yani bir Avrupa
değerler sisteminin oluĢturulması anlamına gelmektedir.
Söz konusu bu araĢtırmalardaAvrupalılaĢma kavramına yönelik en belirgin özelliklerden birisi;
ilgiyi uluslar-üstü kurumsal düzenden (AB) alarak Avrupa'nın kuruluĢundaki iç dönüĢümlere
yönlendirmesidir. AvrupalılaĢma, uluslararası değiĢimlerin iç politika düzeyine etkisini vurgulayarak
uluslararası yaklaĢımın merkezindeki perspektifiadeta tersine çevirmektedir.
Böylece AvrupalılaĢma çalıĢmaları AB'nin Türkiye üzerindeki harekete geçirici etkisini ön plana
çıkarmaktadır denebilir. Yine de AvrupalılaĢma yaklaĢımını benimseyen bu çalıĢmaların birçok
eksikliği bulunmaktadır (Kahraman, 2000; Kaliber, 2008; Ozcan, 2008; Visier, 2009). EleĢtirel bir
değerlendirme yapan Buhari (2009: 96-100) bu bağlamda 4 temel sınırlılık tespit etmektedir:
1. Bu çalıĢmalar AvrupalılaĢma sürecini AB'den Türkiye'ye basit ve doğrudan bir politika
transferi olarak görerek tavandan-tabana yaklaĢımını (top-down approach)
benimsemektedir. Bu yaklaĢım AB modellerini, Türkiye ile AB ya da IMF, World Bank
gibi diğer uluslararası kuruluĢlarla arasındaki karĢılıklı etkileĢimi görmezden gelmektedir.
Bu nedenle AB'leĢme ile AvrupalılaĢma arasındaki önemli ayrım da yapılamamaktadır.
2. AvrupalılaĢma çalıĢmalarının çoğu politika adaptasyonu ve politikaları uygulamaya
koyma arasındaki ayrımı görmezden gelmektedir. Öyle ki Türkiye'nin formel olarak
adapte ettiği bazı reformları niçin pratikte uygulayamadığını ve bu konuda yapılan
tartıĢmaları yok saymaktadır. Örneğin sivil-asker iliĢkileri, kültürel haklar, dini haklar ve
azınlık hakları gibi konularda çalıĢan akademisyenler bu problemle karĢı karĢıya
kalmaktadırlar.
3. AB'nin dıĢ iliĢkileri, geniĢleme dalgaları gibi AB içerisindeki geliĢmelerden büyük oranda
etkileniyor olsa da literatüre bakıldığında Avrupa entegrasyonundaki iç dinamiklerin
Türkiye-AB iliĢkilerine etkisini gözardı etmektedir. Gerçekten de AB'ni iç dinamikleri,
bunlar açık bir biçimde engelleyici bir unsur haline gelmedikleri sürece Türkiye'nin
AvrupalılaĢması konusunda yapılan analizlerin dıĢında bırakılmaktadır.
4. En önemlisi, Türkiye-AB iliĢkileri bağlamında akademisyenlerce uzlaĢılan bir
AvrupalılaĢma tanımı bulunmamaktadır. Türkiye'nin AvrupalılaĢması konusunda
literatürde üç ana eğilim vardır: a) Bir terim olarak Türkiye'nin kısa vadeli iç ekonomik
çıkarları karĢısında bir araç olarak AvrupalılaĢma; b) Atatürk'ün muasır medeniyetler
seviyesine ulaĢma ülküsü olarak tanımladığı modernleĢme projesinin bir parçası olarak
AvrupalılaĢma; c) Kimlik inĢa etme süreci olarak ya da Türkiye'yi Batılı/Avrupalı bir ülke
haline getirecek olan BatılılaĢma süreci olarak AvrupalılaĢma.
167
Tüm bu yaklaĢımlar genel olarak Türkiye-AB iliĢkilerini küresel kültürel çevreden ayrı tutma
eğilimindedir. Bu bağlamda, "Avrupalılık" modelleri sorgulanmaksızın Türkiye ile iliĢkilerde referans
olarak alınmaktadır.
AvrupalılaĢma çalıĢmalarının büyük bir bölümünde pozitivist metodolojinin benimsenmekte
olduğu görülebilir. AB'nin aday ülke üzerindeki etkisini bağımsız değiĢken olarak tanımlayan ve
çoğunlukla da örnek olay olarak yapılan bu çalıĢmalarda aday ülkede gerçekleĢen iç değiĢim ise
bağımlı değiĢken olarak ele alınmaktadır. Buradaki en büyük eleĢtiri bağımsız değiĢkenin, yani AB'nin
aday üzerindeki etkisinin hemen her durumda mevcut olduğu örneklerin inceleme konusu edilmesidir
(Haverland, 2006). Fakat böyle bir metodolojik kurguda AB'nin aday ülke üzerindeki etkisini, mevcut
olan iç veya küresel etkilerden ayırt etmek neredeyse imkansız hale gelmektedir (Buhari, 2009:113).
KuĢkusuz ki bu yöndeki eleĢtiriler Türkiye-AB iliĢkilerini analiz etmede sosyolojik perspektifin
önemini bir kez daha ortaya koymaktadır.
SONUÇ YERĠNE
Türkiye-AB iliĢkileri konusunda yapılan çalıĢmaların hem konuları hem de metodolojileri
bakımından gittikçe çeĢitlenip karmaĢıklaĢtığı, buna karĢılık iliĢkilerin dinamik yapısı nedeniyle
konunun sosyal bilimler alanındaki popülerliğini korumaya devam ettiği gösterilmiĢtir. Buna karĢılık
Türkiye-AB iliĢkilerine sosyolojik perspektif ile bakmanın çoğu zaman ihmal edildiği vurgulanmıĢtır.
Türkiye ile AB politik iliĢkilerinin analizinde tarihsel sosyolojik yaklaĢım bu bakımdan önemlidir.
Tarihsel sosyoloji kısaca; toplumların nasıl olduğunu ve nasıl değiĢtiğini, geçmiĢlerini (tarihlerini)
araĢtırarak bulmaya çalıĢan disiplin olarak tanımlanmaktadır. Yapılan bir baĢka tanımda ise tarihsel
sosyoloji; zaman ve tarihsel süreç içerisinde sürekli olarak yapılanan bir Ģey olarak, bir taraftan kiĢisel
eylem ve tecrübe ile diğer taraftan sosyal organizasyon arasındaki iliĢkiyi anlama giriĢimi olarak
görülmektedir. Bir diğer yorumunda ise tarihsel sosyolojiyi "genel anlamıyla sosyal süreçleri zaman
ve mekânda ortaya koymak" olarak tanımlamak da mümkündür (Hobden, 1998: 21).
Tüm politik analizler büyük ölçüde tarihsel bağlama önem verirler. Çünkü politik analizler; a)
olgunun temellerine ve zaman-mekân kapsamındaki koĢullarına dayanırlar, b) politik süreçlerin bazı
özellikleri insanların gözleminin dıĢında meydana gelirler ve bu durum tarihsel yeniden
yapılandırmayı gerekli kılar, c) politik süreçler tarihle belirlenen yerel kültürleri içerirler, d) politik
süreçler zaman içinde değiĢen dıĢ faktörlerin etkisi altındadırlar (komĢu ülkeler vb.) ve e)
güzergâhabağlılık politik süreçleri etkiler (Goodin &Tilly, 2006).
Yukarıdaki ilkeler araĢtırma konusuna, yani Türkiye-AB iliĢkilerine uygulandığında da tarihselsosyolojik yaklaĢımın politik süreçlerin analizi konusundaki elveriĢliliği daha iyi görülebilir. Böylece
sosyolojik perspektifin konuya uygulanıĢında aĢağıdaki hususlar dikkati çekmektedir.
Türkiye ile AB arasındaki iliĢkiler:
a) Ġçinde bulunulan tarihsel koĢulların etkisi altındadır. Örneğin AET'ye ilk baĢvurunun
yapıldığı yıllarda Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi, kültürel ve iktisadi yapısı dıĢ
siyasetini de belirlemiĢ ve böyle bir kararın verilmesinde etkili olmuĢtur.
b) Türkiye-AB iliĢkilerini etkileyen iç ve dıĢ faktörlerin yanında gözlem konusu edilemeyen
önemli olaylar, politik yönelimler ya da kararlar, politik aktörler ya da gizli güçler gibi
ikincil faktörler de etkilemektedir. Örneğin müzakere sürecinde alınan kararların en
önemli etkilerinin bir süreliğine gecikmiĢ olabileceği, dolayısıyla öngörülemediği halde
sürecin büyük ölçüde bundan etkileneceği düĢünülebilir.
c) Siyasi partiler, sivil toplum ve medya organları yerel kültürler olarak politik iliĢkileri
etkilemektedir.
d) Ġçinde bulunulan uluslararası sistem ve uluslararası politik iklimdeki değiĢimler, örneğin
Ġkinci Dünya SavaĢı'nın etkileri ya da Soğuk SavaĢ'ın bitmiĢ olması vb. olaylar politik
süreçleri etkileyen dıĢ faktörlerdendir.
168
e) Türkiye'nin 1963 yılında imzaladığı Ankara AntlaĢması ile AB'ye adaylık sürecini
hukuken baĢlatmıĢ ve bugün hala 60'lı yıllarda verilen bu kararın etkisiyle Türkiye üyelik
güzergâhında AB ile iliĢkilerini sürdürmektedir.
Sosyolojik perspektif kendine has problem alanlarıyla çoğu zaman yeni politik alanlara bakmayı
da gerektirmektedir. Pasif olarak sadece AB'nin kurallarını ve yönergelerini temele almak yerine,
karĢılıklı olarak sosyal ve politik aktörlerin de rollerine bakmak Türkiye-AB iliĢkilerini anlama ve
açıklamada önem kazanmaktadır. Özellikle de Türkiye'nin adaylığı konusunda bireysel ve kollektif
aktörlerin düĢünce ve eylemlerinin kurumsal düzeydeki etkileri vearalarındaki etkileĢime bakılarak
Avrupa politik sistemindeki dönüĢümlere de ıĢık tutulabilir.
KAYNAKÇA
Akyüz, E. A. (2008). ‗‘BirleĢmiĢ Milletler ve Avrupa Birliği Kararlarında Kıbrıs sorunu ve bu sorunun
Türkiye- Avrupa Birliği iliĢkilerine etkisi (2000‘den günümüze)‘‘. YayımlanmamıĢ Yüksek
Lisans Tezi. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası ĠliĢkiler Ana Bilim Dalı,
Ankara.
Annet, I. (2010). ‗‘Historical Institutionalism as a Regional Integration Theory: an Outline of Theory
and Methodology‘‘. Paper prepared for the Fifth Pan-European Conference on EU Politics,
23-26 June, Porto-Portugal.
Arıkan, H. (2006). ‗‘Turkey and the EU: An Awkward Candidate for EU Membership‘‘.England and
USA: Ashgate Publishing Limited.
Baban, F., Keyman, F. (2008). ‗‘Turkey and Postnational Europe: Challenges for Cosmopolitan
Political Community‘‘. European Journal of Social Theory 11(1), 107–124.
Bac, M. M. (2003).‘‘ Turkish political science and European Integration‘‘. Jounal of European Public
Policy, (10) 4, 655-663.
Bac, M. M. (2005). ‗‘Turkey‘s Political Reforms and the Impact of the European Union‘‘. South
Europen Sociaty & Politics. 10 (1). 16-30.
Beach, D. (2005). ‗‘The Dynamics of European Integration: Why and When EU Institutions Matter?‘‘.
Palgrave: Basingstoke.
Buhari, D. (2009). ‗‘Turkey-EU Relations: The Limitations of Europeanisation Studies‘‘. The Turkish
Yearbook of International Relations. (40), 91-121.
Bulmer, S. (1994). T‘‘he Governance of the European Union: A New Institutionalist Approach‘‘.
Journal of Public Policy. (13), 351-380.
Çarkoğlu, A., Bary, R. (Eds) (2003).‘‘ Turkey and the European Union, Domestic Politics‘‘.
Economic Integration and International Dynamics, London, Frank Cass.
Erdoğan, B. (2006). ‗‘Compliance with EU Democratic Conditionality; Turkey and the Political
Criteria of EU‘‘. Paper Submitted for ECPR-Standing Group on the European Union Third
Pan-European Conference on EU Politics, 21-23 September 2006, Istanbul, Turkey.
Featherstone, K. (2003). ‗‘Introduction: In the Name of Europe, The Politics of Europeanization‘‘.
Kevin Featherstone & Claudio Radaelli (Eds.), Oxford University Press.
Fırıncı, T. (2013). ‗‘Türkiye ile Avrupa Birliği ĠliĢkilerinin Tarihsel GeliĢimi ve Bugünkü Durumu.
YayınlanmamıĢ Doktora Tezi‘.Gazi ÜniversitesiEğitim Bilimler Enstitüsü-Felsefe Grubu
Öğretmenliği Anabilim Dalı, Ankara.
Garcia, L. B. (2011). ‗‘European Political Elites‘ Discourses on the Accession of Turkey to the EU:
Discussing Europe through Turkish Spectacles‘‘. European Perspectives – Journal on
European Perspectives of the Western Balkans, Vol. 3, 2 (5), 53-73.
Goodin, R. E., Tilly, C. (Eds). (2006). The Oxford Handbook of Contextual Political Analysis. Oxford:
Oxford University Press.
169
GümüĢay, A. (2005). ‗‘Avrupa Birliği Bütçesi ve Türkiye‘nin Üyeliğinin Birlik
Bütçesine Olası Etkileri‘‘. YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Ġktisat Anabilim Dalı, EskiĢehir.
Haverland, M. (2006). ‗‘Does the EU Cause Domestic Developments? Improving Case Selection in
Europeanisation Research‘‘.West European Politics, 29 (1), 134–146.
Hobden, S. (1998). International Relations and Historical Sociology: Breaking Down Boundaries.
London & New York:Routledge.
Jenson, J.,Merand, F. (2010). Sociology, Institutionalism and the European Union. Comperative
European Politics, (8), 74-92.
Kahraman, E. (2000). Rethinking Turkey-European Union Relations in the light of Enlargement,
Turkish Studies, 1 (1), 1–20.
Kaliber, A. (2008). Reassessing Europeanisation as a Quest for a New Paradigm of Modernity: The
Arduous Case of Turkey, Paper presented at the annual meeting of the ISA's 49th Annual
Convention, Bridging Multiple Divides, Hilton San Francisco, San Francisco, CA, USA, 26
March 2008. <http://www.allacademic.com/meta/p254652_index.html>.
Keyman, F. (2005). Avrupa‘nın Geleceği, Türkiye‘nin Üyeliği. Etkinlikler-Voyvoda Caddesi
Toplantıları
2005-2006.
Osmanlı
Bankası
Müzesi.
<http://www.obmuze.com/2008/metin_1008.asp>
Kılıç, M. (2006). Türkiye-Avrupa Birliği Siyasi İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi (1951-2005). Ankara:
Ankara Üniversitesi.
Kıratlı, O. S. (2008). ‗‘Path Dependency Dynamics of Turkish-EU Relations‘‘. Paper presented at the
annual meeting of the MPSA Annual National Conference, Palmer House Hotel, Hilton,
Chicago, IL, April 03, 2008.
Kubicek, P. (2009). ‗‘The European Union, European Identity, and Political Cleavages in Turkey‘‘.
Paper presented at the EUSA 11th Biennial International Conference.
Lıarokapı, M. C. (2007). ‗‘The Model of Path-Dependency and the Political Analysis of the EU
Policy-Process‘‘. Political Perspectives, EPTU (2) 6, 1-32.
Moga, T. L. (2010). ‗‘Connecting the Enlargement Process with the Europeanization Theory (the Case
of Turkey)‘‘. CES Working Papers, II, (1). Center for Europen Studies: Alexandru Ioan Cuza
University of IaĢi.
Nacar, M. (2008). ‗‘Avrupa Birliğine GiriĢ Sürecinde Türkiye'nin Sosyal Politikası, Özürlülerin
Konumu Sorunları ve Rehabilitasyonu‘‘.YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Ġstanbul
ÜniversitesiSosyal Bilimler Enstitüsü-Avrupa Birliği Anabilim Dalı, Ġstanbul.
Onat, A. E. (2008). ‗‘The Role of the European Union in the Solution of the Cyprus Dispute in the
Light of the United-Nations- Led Settlement Efforts‘‘. Unpublished Master‘s Thesis.
Department of International Relations. Ankara: Bilkent University.
Önis,Z. (1999). ‗‘Turkey, Europe, and Paradoxes of Identity: Perspectives on the International Context
of Democratization‘‘. Mediterranean Quarterly 10(3), 107-136.
Önis,Z. ,Türem, U. (2002). ‗‘Entrepreneurs Democracy and Citizenship in Turkey‘‘. Comparative
Politics, (35) 4, 439-456.
Öksüz, O. (2008). ‗‘Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne Üyelik Sürecinde Resmi Söylem KarĢısında Sivil
Toplum Söylemi: 1990 Sonrasına EleĢtirel BakıĢ‘‘. YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Ege
Üniversitesi - Sosyal Bilimler Enstitüsü - Genel Gazetecilik Anabilim Dalı, Ankara.
Özcan, M. (2008). ‗‘Harmonizing Foreign Policy: Turkey‘‘. the EU and the Middle East, Ashgate,
Burlington, VT.
Özcan, S. (2010). ‗‘Historical Evolution of the Europeanization Process of Turkey‘‘. Portuguese
170
Journal of International Relations. Spring/Summer, 33-40.
Özdemir, A. U. (2007). ‗‘Türkiye'de Avrupa Birliği KarĢıtı DüĢüncenin GeliĢimi- Gümrük Birliği
AntlaĢması Sonrası‘‘. YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi. Hacettepe ÜniversitesiAtatürk
Ġlkeleri ve Ġnkılap Tarihi Enstitüsü, Ankara.
Öztürk, G. (2011).‘‘ Avrupa Birliği Politikaları ve Türkiye'ye Etkileri. YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans
Tezi‘‘. Atılım ÜniversitesiSosyal Bilimler Enstitüsü, Avrupa Birliği Anabilim Dalı, Ankara.
Pierson, P. (1996). ‗‘The Path to European Integration: A Historical Institutionalist Analysis‘‘.
Comparative Political Studies, 29(2), 123–63.
Sarıgil, Z. (2009).‘‘ Paths are What Actors Make of Them‘‘.Critical Policy Studies, 3 (1), 121-140.
Sever, Y. (2009). ‗‘Tarihsel Süreçte Türkiye Avrupa Birliği ĠliĢkileri‘‘. Yüksek Lisans Tezi. Sivas:
Cumhuriyet Üniversitesi.
Tamer, G. M. (2009). ‗‘Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne Adaylık Sürecinde Sivil Toplum KuruluĢlarının
Rolü‘‘. YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Hacettepe Üniversitesi - Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, Ankara.
Tilly, C. (2001). ‗‘Historical Sociology. International Encyclopedia of the Behavioral and Social
Sciences‘‘. Amsterdam: Elsevier. Vol. 10, 6753-6757.
Vassalo, F. (2006). ‗‘EU‘s Commitment to Democracy, Turkey Accepts the Chellenge‘‘. Paper
prepared for the Panel: Challenges of Future Enlargement, Jean Monnet Conference Europe‘s Democratic Challenges – EU Solutions?, School of International Studies, University
of Trento, Italy. June 30 – July 1, 2006.
Vınk, M. (2002). ‗‘What is Europeanization? And Other Questions on a New Research Agenda?‘‘
Paper for the Second YEN Research Meeting on Europeanisation, Milan: University of
Bocconi.
Visier, C. (2009).‘‘Turkey and The European Union: The Sociology of Engaged Actors and of their
Contribution to the Candidacy Issue‘‘. European Journal of Turkish Studies, (9),
Web:<http://ejts.revues.org/index3910.html> (2010, 2 Kasım).
Yıldırım, Y. (2007). ‗‘Türk Eğitim Sisteminin Avrupa Birliği Eğitim Politikalarına Uyumu‘‘.
YayımlanmamıĢ Yükseklisans Tezi.Fırat Üniversitesi - Sosyal Bilimler Enstitüsü - Eğitim
Bilimleri Anabilim Dalı. Elazığ.
Yıldız, T. (2008). ‗‘European Sequentialism and Path Dependancy Lessons from Turkey‘‘. Paper
presented at the 49th annual convention of the International Studies Association (ISA), Mar26-29, San Francisco.
Yurdigül, Y. (2007). ‗‘Avrupa Birliği'ne Uyum Sürecinde Ulusal Kimlik Olgusu ve Ulusal Kimliğin
Televizyon Haberlerinde Sunumu‘‘. YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Ġstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü - Radyo Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı, Ġstanbul.
171
D 10 OTURUMU
PANEL:
HUKUK
172
ĠNSANIN BEDENĠ ÜZERĠNDEKĠ HAKLARI
Yasemin IġIKTAÇ1
ÖZET
YaĢadığımız yüzyıl biyo-teknoloji yüzyılı olarak da isimlendirilmektedir. Birçok yeni teknik buluĢ
tıp etiği alanındaki tartıĢmaların hukuk alanında yer bulmasına neden olmuĢtur. Biyo-teknoloji eli ile
insan doğasının dönüĢtürülmesinden baĢlayarak, ilkecilik (principalism), özerkliğe saygı ilkesi, yarar
ilkesi, zarar vermeme ilkesi ve adalet ilkeleri üzerinden oluĢan tartıĢmaların hukukun normatif
alanında gerçekleĢme biçimleri üzerinde durulması bir zorunluluk halini almıĢtır.
Hayatın baĢlangıcı, kürtaj, klonlama, gen analizi ve genetik müdahale, genetik mühendislik,
yaĢamın patentlenmesi ile organ nakli, ötenazi ile ölümün bir hukuk kavramı olarak yeniden
tanımlanmasının sosyal yaĢamda ortaya çıkarttığı son derece önemli etkiler vardır.
Tüm bu baĢlıklarla birlikte tıbbi kaynakların dağıtımında hak ve adaletin korunması, etik kurullar
ve etik kurallar ile biyo-teknolojinin hukuken düzenleme zorunlulukları üzerinde de durulmalıdır.
Uluslararası hukuk açısından da Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından Ġnsan Hakları ve Ġnsan
Haysiyetinin Korunması SözleĢmesi baĢta olmak üzere hukuki profilin değiĢen koĢullar açısından
uygunluğunun sosyolojik olarak da ortaya konulması gerekmektedir.
Anahtar Kelimeler: Sosyal Gereksinim, Hukuki Profil, Biyo-Teknoloji, Gen Analizi, Yaşamın
Patentlenmesi, Adalet İlkesi, Etik Kurullar
ABSTRACT
The century in which we live in is named as century of bio-technology. Many new technical
inventions have caused controversies in the field of medical ethics take place in legal field. Starting
from the transformation of human nature by the hand of biotechnology,the elaboration ofdebates
constructed upon principlism, principle of respect for autonomy, benefit principle, no harm principle
and justice principle about forms of realization in law‘s normative field has become a necessity.
Redefinition of the inception of life, abortion, cloning, gene analysis and genetic intervention,
genetic engineering, patenting life and organ transplant, euthanasia, and death as a legal concept has
utmost importance that has bring out in social life.
Apart from all these issues, the protection of rights and justice in distribution of medical resources,
ethical boards and ethical rules via necessities of legal regulation of bio-technology should also be
elaborated. In perspective of international law, Convention for the Protection of Human Rights and
Dignity of the Human Being with regard to the Application of Biology and Medicine: Convention on
Human Rights and Biomedicine being in the first place, suitability of legal profile with regards to
shifting circumstances should be elaborated sociologically.
Keywords: Social Need, Legal Profile, Bio Technology, Gene Analysis, Patenting Life, Justice
Principle, Ethical Rules
I. BEDEN OLARAK ĠNSAN
Ġnsanın bedeni üzerindeki haklarını öncelikle insanın ontolojik tanımı ile iliĢkisi üzerinden ele
almak gerekir. Tarihsel olarak ve teolojik açıklama Ģemalarında insan, beden ve ruh düalizmi üstünden
tanımlanmaktadır. Bu klasik ayrım esas alındığında insanın bedeni ile iliĢkisi fiziksel, sosyo-kültürel
ve simgesel düzeyde incelenebilir. Tarihsel perspektif klasik ayrımın günümüzde de süren etkisine
rağmen beden-insan iliĢkisinin son derece farklı düzeylerde ele alınabileceğini göstermektedir.
Makalede düĢünce geliĢimi açısından sadece ana hatları ile ele alınmıĢ olan bu perspektif, insanın
bedeni ile olan iliĢkisine antropolojik giriĢ içinde kullanılmıĢtır.
1
Prof. Dr., Ġstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi,
[email protected]
173
Ġnsanın bedeni üzerindeki hakları beden algısı ve bedenin bir ―Ģey‖ olarak nitelendirilmesini de
olanaklı kılar. ĠĢte bu olanak aynı zamanda bedenin bir eĢya, daha doğrusu mülkiyete konu olan Ģey ya
da kiĢilik haklarının konusu olarak hukuksal nesneye dönüĢmesini sonuçlar. Fetüs, beden parçaları,
ölü beden üzerinde haklar, organ ve doku nakline iliĢkin tartıĢmalar da bu alana dâhil edilir ve
teknolojik geliĢmelerin bir gereği olarak hukuksal açıdan çözülmesi gereken sorunlara dönüĢür.
Beden üzerindeki hakların kiĢilik hakları olarak korunması günümüzdeki hukuksal profildir.
Ancak kiĢilik hakları ve mülkiyet haklarına iliĢkin koruma günümüz biyotıp geliĢimleri karĢısında
yetersiz kalmıĢtır. Hukuk, bu alandaki korumayı mülkiyet ve kiĢilik hakkı olarak bir arada ele alıp
durumun özelliklerinin örf ve adetler üstünden takdir edilmesi aracılığıyla çözüm bulmaya çalıĢmak
yöntemine kitlenmiĢ görünüyor.
Ġnsanın bedeni ile olan iliĢkisi klasik insan tanımının iki boyutta oluĢu ile iliĢkilidir; beden ve ruh.
Ġnsanın bedeni ile olan iliĢkisinde Platon‘dan beri devam eden düalist anlayıĢın izlerini görebiliriz.
Platon ―Beden ruhun mezarıdır.‖ diyordu. Ama bu dünyada dolanan beden olmazsa ruhu kim
yelpazeleyecek? Platon, ruh-beden karĢıtlığında ruhu iĢaret eder ancak Antik Yunan kültürü, bedensel
görünüĢü ve bedenin olanaklarını da yüceltmiĢtir. Yunan tanrıları aynı zamanda mükemmel insan ve
estetiğinin de temsilcileridir. Güzellik hedonizmle birlikte bir hedef bir varıĢ noktası haline gelmiĢtir.
Antik Yunan‘ın beden – ruh düalizmi yüzlerce yıl hatta günümüzde bile önemli bir metafor olarak
iĢlev görmektedir. Bu metafor Platon eliyle ruha bir yol açma olanağına çevrilmiĢtir, oysa nesne olarak
beden ve bedensel baĢarı gündelik yaĢamda statü oluĢturur, yani bütünsel olarak bakıldığında Antik
Yunan bu düalizmi çözememiĢtir.
Ortaçağ‘da insan – beden iliĢkisi aĢağılama, çilecilik ve bedensel zevklerden uzaklaĢmanın
yüceltildiği bir dönemdir. Bakım ve temizlik bir çeĢit tanrıdan uzaklaĢma ve rehavet olarak
görülmüĢtür. Ortaçağ‘a gelindiğinde, Hıristiyan öğretisinin insan vücudunun kutsallığı ve zarar
vermeyi yasaklayan tutumu ironik bir Ģekilde kan akıtmadan vücut bütünlüğünü bozmanın dehĢetli
yollarını bulan engizisyon mahkemesi uygulamalarına dönüĢmüĢtür. Rönesans bedenin yeniden
keĢfidir. Logos yeniden yükselmiĢtir. BaĢta Leonardo da Vinci, Boticelli, Michaelangelo, Titian ve
Raphael olmak üzere sanatçıların yaptığı eserler insan güzelliğine bir iltifattır. Güzellik aynı zamanda
ruhsal iyiliğin bir iĢareti düzeyine de çıkarılmıĢtır. Sonrasında Descartes‘in insanı bir makine olarak
tarif eden görüĢü ile onu kökten eleĢtiren Spinoza beden-insan iliĢkisi açısından önemli dönüm
noktalarıdır. Antik Yunan‘da izlerini bulacağımız beden-ruh düalizminin anlam dünyamızda yarattığı
çerçeveyi merkeze alarak soruna yaklaĢmak doğru olacaktır. Hem teolojik gelenek hem de
rasyonalizmde ruhun öncelenmesi bugünün dünyasında Descartes‘in ünlü ―düĢünüyorum o halde
varım‖ sözü ile bir noktaya bağlanmıĢtır. Rasyonel birey bedenden soyutlanır, çünkü beden edilgen ve
ikincildir. Bu ontolojik kabul insana iliĢkin açıklamaların merkezine yerleĢmiĢtir. Aydınlanma çağında
insanın kendi bedeni üzerindeki hakkı mülkiyet hakkıdır. Örneğin Locke bu konuyu açıkça vurgular
(Locke, 1952: 17 vd). Bedenin, kol gücünün ve emeğin bir mübadele aracı olarak mülkiyete konu
olması hususunu asıl Marx vurgulamıĢtır. Kapitalist dönem iĢçiyi metalaĢtırılır.19. yüzyıl beden-insan
iliĢkisi bağlamında son derece ilginç bir yüzyıldır. Bir yanda Marx‘ın insanı makinenin bir ekine
çeviren kapitalist anlayıĢı reddeden yaklaĢımı diğer yandan insanı varoluĢsal sistematik içinde
hayvanla aynı sınıflandırma içinde tanımlayan Darwinci tutumlar, diğer yanda ise Nietszche‘nin
kiĢinin beden ve ruhtan oluĢtuğunu söylemesini çocukluk olarak değerlendiren yaklaĢımı vardır.
Nietszche de Böyle Buyurdu Zerdüşt ‘da ruhu bedende olan bir Ģeyin adı olarak tanımlar. Nietszche‘de
insanı belirleyen akıl değil bedendir, bu ilginç bir evirtmedir (Harris, 1996: 56 vd). Beden – insan
iliĢkisi açısından odak değiĢtiren bir baĢka önemli düĢünür ise Freud‘dur. Özellikle histeri ile ilgili
yaptığı çalıĢmalarda psikolojik olguların fiziksel olgulara dönüĢtürülebileceğini göstermiĢtir. Yani
beden ve akıl birdir. Akıldaki sorun çözülünce beden de yeniden düzene girebilir. Beden, toplum
iliĢkisi açısından Foucault çağdaĢ, önemli bir açılım ortaya koymuĢtur. Bedenin kullanımı ve beden
pratikleri üzerinden toplumsal sistem analizi Foucault‘nun baĢlıca konularındandır. Bedenin tarihsel
olarak üretilmiĢ olan bilgi ve iktidar iliĢkilerinin bir sonucu olarak tezahür ettiği tezi, çalıĢmalarının
―bedenlerin tarihi‖ olarak isimlendirilmeye kadar götürülmesine olanak tanır. Öyle ki güç iliĢkileri
bağlamı üzerinde yaptığı soybilim analizleri bedenlerin sorgulanmasıdır. Bedenin cinsellik açısından
tanımını ―baskı‖ ya da ―yasak‖ kavramı ile iliĢkilendirmez. Ona göre beden-toplum iliĢkisi iktidar
kavramı ile açıklanabilir bu sonuca vardığı Cinselliğin Tarihi etkileyici bir örnektir (Foucault, 2010:
174
81 vd). Foucault‘nun iktidarın soy kütüksel analizi bedenlerin sosyal olarak inĢa edilmesidir. Çünkü
beden iliĢkilerinin tarihsel koĢullarında Ģekillenen bir üründür. Bir baĢka önemli açılım Derrida‘nın
bedenin söylem tarafından inĢa edildiği belirten yaklaĢımdır. Derrida bedenin bir metin olduğunu ve
okuyucularca inĢa edildiğini belirtir. Aslında bu tutumun bedeni bütünüyle özünden koparttığını,
organizma oluĢunu göz ardı ettiğini de bir eleĢtiri olarak ekleyebiliriz (Csordas, 1990: 7 vd). Bu
noktadan sonrasında konuyu birkaç yönü ile birlikte ele alan teorilerin etkinlik kazandığını
söyleyebiliriz, tipik örnek fenomenolojik yaklaĢımlardır.
Fenomenoloji bedensel indirgemeciliğe karĢıdır. Ġnsanların dünyaya dair algılarından söz ederken
bedensellik bir perspektif verir. Beden bir olasılıklar dizinidir. Beden iki biçimde ele alınabilir: ilki
objektif amaçsal beden (körper) diğeri ise sübjektif canlı beden (leib). Bu ayrımın fenomonolojik
olarak bedenin nitelenmesine imkân verdiği kabul edilmektedir. Bedenin bir temsil olarak ele
alınmasında yaĢayan bedenin fenomenolojisinin yapılması gereği bu görüĢü ĢekillendirilmiĢtir. Alman
felsefi geleneği felsefi antropoloji ile bedenin kavramsallaĢtırılması olanaklarını değerlendirmiĢtir.
Beden, biyolojik sabitlikler içinde materyal, kültürel değiĢime açık bir Ģey olarak tanımlanmaktadır.
Tüm bu açıklamaları bir sistematik içinde göstermek istersek beden teorilerini;
Kökenci Ontoloji
Naturalistik Teoriler
Tercih Teorileri
Söylem Teorileri
Sosyal ĠnĢacı Epistemoloji
Fenomonolojik Beden Teorileri, olarak sınıflandırabiliriz (Harris, 1996: 66).2
Günümüz beden – insan iliĢkisini bir milat olarak Ġkinci Dünya SavaĢı deneyimi ile birlikte
okumak gerekir. Ġkinci dünya savaĢı ile ortaya çıkan ırkçı deneyim adeta insanın bedeni ile
sınanmasıdır. Sonucu insanın insanlıktan çıkması, bir kabuğa dönüĢmesidir. Ġnsanın kaybettiği kötü bir
sınavdır bu büyük savaĢ. Günümüzde ise tüm bu tarihsel deneyimlerin tortusu ve tüketim toplumunun
genel kabulleri insanlığı bir bedenler imparatorluğuna çevirmiĢtir (Csordas, 1990: 17 vd). Birçok
yönden insan, tasarlanabilen plastik ve biyonik bir objeye dönüĢtürülebilmiĢtir. Kalp pili, kalça
kemiği, elektronik göz ve kulak, polimer damar, yapay deri vb. uygulamalar son derece kolay
ulaĢılabilir olanaklara dönüĢmüĢtür. ―Ġnsan inĢa edilebilir bir Ģeydir.‖ Gerçekten öyle midir? Biyotıp
geliĢmeleri nedeniyle konu tıp-hukuk iliĢkisi üzerinden tartıĢılmaktadır.
Hukuki açıdan imkânlar ve sınırlar giderek belirginleĢmektedir, örneğin canlı organizmaların
kendisinin üzerinde patent tesisi kabul edilmemektedir. DNA keĢfedileli elli yıllık süre geçmiĢtir.
DNA‘nın keĢfinden sonra 2003 yılında Ġnsan Genom Projesi ile insanın gen haritasının çıkarılması
içinde bulunduğumuz yüzyılın ―biyo-teknoloji‖ çağı olarak isimlendirilmesinin en haklı
gerekçelerinden birisi sayılabilir. Burada ortaya çıkan geliĢmeyi salt bir bilimsel buluĢ olarak değil
sosyal, politik ve ekonomik hatta hukuki bir etki olarak ele alıp değerlendirmek gerekir.
Biyo-teknolojik ürünler ve bunların patentlenmesi ile ilgili en yoğun çabalar ABD‘de
gerçekleĢmiĢtir. Özellikle Bayh-Dole Yasası 1980 yılından itibaren bilimsel araĢtırma sahalarının hızla
ticarileĢmesine neden olmuĢtur. Bu geliĢme ile birlikte genetik materyal bütünlüğünü ifade eden
Genom terimi de yerleĢik hale gelmiĢtir. Genom projesinin bir baĢka yönü de bir insanın gen
haritasının çizilmesinin yanında DNA dizilimlerinin belirlenmesine imkân sağlayan SNP (Single
Nucleotide Polymorphism) haritalarının oluĢturulabilmesidir. SNP haritaları özellikle büyük ilaç
firmaları için son derece stratejik öneme sahiptir.
Böylece farklı bir yönü ile yeniden insan, mülkiyete konu olan bir ―Ģey‖ biçimine
büründürülebilmiĢtir. Tarihsel olarak kölelik, insan ticareti, fuhuĢ, pornografi, organ kaçakçılığı vb.
2
Daha farklı sınıflandırmalar yapılmakla birlikte bu çalıĢmada tarihsel dönüm noktaları olarak iĢaretlenen
tutumlardan yola çıkıldığında bu sınıflandırma uygun sayılabilir.
175
konular da bu bağlamda ele alınabilir. Günümüzde ise hukuksal alan farklılaĢmıĢtır, beden üzerindeki
hakların Genom projesi çerçevesinde ve SNP açısından tartıĢıldığını söyleyebiliriz, ancak kanunun
giderek karmaĢıklaĢması hukuksal açıdan pek çok yeni sorunun daha ortaya çıkacağını göstermektedir.
II. BEDENLĠ BENLĠK VE BEDENLĠLEġME
Kültür taĢıyıcısı sıfatıyla beden, toplumun etkin ve önemli bir sembolüdür. Antropoloji bedenin bu
yanını en fazla irdeleyen çalıĢma alanıdır. Çünkü farklı sosyal kültürel sistemler bedenin görünür
olmasını sağladığı gibi onu ―Ģey‖leĢtirmektedir de. Bedeni bu biçimde algılayan teoriler edilgen beden
teorileri olarak isimlendirilmiĢtir.3 Antropolojik bu açılımların özellikle bedenle iliĢki açısından tıp
alanında doğrudan yansımaları vardır (Douglas, 2005: 17 vd). Tam bu noktada acaba temel bilimsel
bir çalıĢma alanı olan tıp insan bedenini ne Ģekilde algılamaktadır? Biyolojik sınıflandırmada hayvan
ile bedensel benzerliğin esas alındığını, anatomik incelemede ise cinsiyetçi bir bakıĢla fizyolojik
farklılıklara odaklanan kadın-erkek ayrımı üstünden sistematik çalıĢmaların yapıldığını görüyoruz
(Bourdieu, 2004: 35 vd).
Bu uygulama alanı olarak tıp, bedene bilimsel bulgu sağlayan ve müdahale edilebilir bir nesne
olanak bakmaktadır. Tıpkı, siyaset ve din alanında olduğu gibi tıp alanında da akıl-beden ayrımı
geçerlidir. Ancak doğa genel bir perspektiften bakıldığında sosyal bilimlerin, eylem ya da faillik
iliĢkisini açıklayamaya yönelik teorileri farklılaĢmaktadır: bu teorilerde baĢlangıçta bu ayrımı esas
almakla birlikte bir oluĢ olarak yaĢamın beden-akıl düalizmini aĢan bir Ģekilde kavranması noktasına
ulaĢmaya çalıĢmaktadırlar. Tam da konuyu ele alıĢ biçimimiz açısından iki yeni interdisipliner alana
iĢaret etmek gerekir.
Bedenin irdelenmesinde interdisipliner çalıĢma alanları medikal antropoloji ve medikal sosyoloji
belirsizlik yaratan konuların çözümü için genel kabulleri sorgulamaktadır. Her iki alanın da önemli
kavramları alarak ―embodied self (bedenli benlik)‖ ve ―embodiment (bedenlileĢme)‖ kavramlarıdır
(Turner, 1992: 17-38).
Bu kavramlar aracılığı ile fenomonolojik bir tutum alınıp örneğin bedensel bütünlük veya hastalık
gibi hallere iliĢkin salt araçsal beden açısından bir değerlendirme yapmanın uygun olmadığını ―bedenli
benliğin‖ tüm boyutlarının dikkate alınması gereği üzerinde durulur.
Kültür bağlamında hastalık veya rahatsızlık tarifinin değiĢmesi bedenlileĢme kavramını
gerektirmiĢtir. BedenlileĢme ile acı, hastalık veya rahatsızlığın toplumsal bağlam içindeki bir duygu
olarak anlaĢılması sağlanmaktadır (Turner, 1992: 87). Bireyin amaçlı eyleminin anlaĢılabilmesinde
akli tutumu kadar bedensel hal ve duygularının anlaĢılmasının da gerekli olduğu sonucu ortaya
çıkmaktadır. Bu nedenle uzman medikal söylem bedeni anatomik cinsiyet özellikleri açısından
ayrıĢtırır. Foucault‘nun biyo-iktidar kavramı ile bedensel varoluĢu yapılandıran farklı fizyolojik ve
biyolojik nedensellikler ve bedenleĢmiĢ varoluĢun anlamı birlikte konumlandırılmıĢtır. Heteroseksüel
hegemonya, tıbbi-hukuksal dispositif, bedeni tektipleĢtirir, bunu zorunlu bir sınıflandırma öğesi olarak
sunar ve düzenler.
Thomas Csordas geliĢtirdiği ―bedenlileĢme‖ kavramı antropolojinin bütünsel yaklaĢımı ile
paraleldir. Böylece insanın hem doğası hem etkileĢim aracı hem de etkileyen olarak bedeninin tarifini
geniĢletilmiĢtir. Çünkü bir beden sadece doğanın bir olgusu olarak kabul edilemez. En geniĢ anlamda
insan olmak hem acı ve hastalığı hem de yabancılaĢmayı deneyimleyebilen bir beden olmaktır
(Csordas, 1990: 16).
Bu sonuç bedenin antropolojik açıdan da kültürün üstüne iĢlediği bir hammadde olmayıp orijinal
ve kökensel olarak kültür alanına katılımı da içerir. Beden kültür öncesi bir katman olarak ele
3
En önemli temsilcilerinden birisi Mary Douglas‘dır. Douglas toplumsal sınırların bedensel sınırlara
dönüĢtüğünü belirtilmektedir. Douglas‘da beden bir temsildir.Ancak bu görüĢ bedeni sadece edilgen bir bütünlük
olarak ele aldığı için haklı olarak eleĢtirilmektedir.
Bir baĢka önemli açılım Pierre Bourdieu‘nün habitus kavramından yola çıkan yaklaĢımıdır. Daha çok sınıfsal
serim açısından bedenin fonksiyonuna vurgu yapan bu çalıĢma bireyin kültürel göstergeleri sunuĢ yeri olarak da
bedenin önemini vurgular. Feminizm ise konuyu bambaĢka bir boyuttan tartıĢarak kadın bedeni kavramına
yönelik kültürel giydirmeleri silmeye çalıĢmaktadır.
176
alınamaz. Bedenli olmak tarihselliğe de bir göndermedir. Bu nedenle söylemsel olarak oluĢan bedenler
ya da antropolojide sıkça karĢımıza çıkan sembolik beden analizlerinin ötesine bir beden anlayıĢı
günümüzde merkeze alınmalıdır. Klasik beden yaklaĢımlarının ruh-beden, akıl-duygu ayrımları ile
yaratılan karĢıtlıklar yerine bütünleĢtirici ve yeni bir bakıĢ açısıyla kavranan bedenden yola çıkarak
konumuzun baĢlığını oluĢturan ―Ġnsanın bedeni üzerinde hakları var mıdır?‖, ―Beden hak konusu
olabilir mi?‖ sorularının cevaplandırılması gerekir. Bu sorular hem hukuk hem de tıbbın konusudur.
Sonuç olarak bedensel olanla – ruhsal olan ayrımı yerine kültür ve söylemin bir ürünü olan tek
taraflı bakıĢ açılarının yerine bedene dair baĢta fenomenoloji olmak üzere pek çok farklı paradigma bir
arada değerlendirmek daha verimli olacaktır (Csordas, 1990: 31 vd). Bu beden anlayıĢının hukuk
açısından güncel sorunlarla ilgili ne tür bir imkân sunabileceğine de bakmak gerekecektir.
III. HUKUKUN KONUSU OLARAK BEDEN
Ġnsanın bedeni üzerindeki hakları, tarihsel perspektif paralelinde değiĢecek hukukun konusu
olmaya devam etmektedir. Bu baĢlık altında, insanın bedeni üzerindeki haklarının niteliğine geçmeden
önce bu hakkın konusu olma açısından total beden üzerindeki haklar, beden parçaları, beden
eklentileri, bedenden üretilen Ģeyler ve ölü beden üzerindeki hakların kapsamının da belirlenmesi
gerekir. Bu baĢlıkların ayrıĢtırılması özellikle biyotıp alanındaki geliĢmelerin burada sözü edilen
baĢlıklar nedeniyle yeniden gözden geçirilmesine ihtiyacından kaynaklanır. Her bir ayrıĢtırılmıĢ hak
alanı, mülkiyet hakkı ve kiĢilik hakkının konusu olma açısından ele alınabilir. Mülkiyet hakkı
bağlamında konu ele alındığında tartıĢma, eĢya kavramından baĢlatılır. Oysa eĢya, insanın dıĢında
kalandır. Ġnsan, hukukun nesnesi değil, öznesidir. Ġnsanlar, hakkın sahibi olabilirler ancak konusu
olamazlar. ġey, eĢya, mal birbiri yerine kullanılan kavramlardır. EĢya kavramının unsurları olarak
cismanilik, sınırların belirli olması unsuru, üzerinde hâkimiyet kurmaya elveriĢli olma, kiĢi dıĢılık
sayılmaktadır.4
EĢya olma açısından beden üzerindeki hakların, bedenden bütünlüğü bozmaksızın ayrılabilecek
parçalar ile ölü beden, vücut atıkları ve benzeri gibi öğeler açısından pratik bir çözüm olarak halen
iĢlevini koruduğundan söz edebiliriz. Bulunan bu çözüme rağmen yeni geliĢmeler nedeniyle halen çok
sayıda hukuksal sorun bulunmaktadır. Örneğin vücut atıkları veya ameliyatla çıkarılmıĢ beden
parçaları üzerinde yapılacak tıbbi araĢtırmaların yarattığı artı değerde, araĢtırma yapanın fikri hakkı ile
parçanın sahibinin hakları yarıĢtığında, hukuk soruyu nasıl cevaplandıracaktır?
Mülkiyet hakkına oranla, bugünkü insan hakları anlayıĢı açısından kiĢilik hakkı olarak beden
üzerindeki hak daha öne çıkmıĢ görünmektedir. Bu durumda, mülkiyet hakkına oranla öne çıkan
kiĢilik hakkı ile beden üzerindeki haklar açısından iliĢki kurmak gerekir. Dilbilim bakımından kiĢi
kelimesi Latince persona kelimesinin karĢılığıdır, persona tiyatroda aktörün oyunda taktığı maskenin
de adıdır. Bu metaforik gönderme hukuksal anlamla da iliĢkilendirilebilir. Bireyin hukuk sahnesinde
oynadığı rol kiĢiliğidir. Hukuk kiĢisi, haklara sahip olabilen, borç altına girebilen olarak tanımlanır.
KiĢi ve kiĢilik kavramlarının iliĢkisine de bakmak gerekir. KiĢilik, gerçek kiĢileri doğumlarından
ölümlerine kadar ayrılmaz bir biçimde sahip oldukları hukuksal değerlerin bütünüdür. KiĢilik kavramı
kiĢi kavramını da kapsar. Litaratürde birbirinin yerine kullanılmakla birlikte kiĢilik kavramı dar
anlamda değil geniĢ anlamda ele alınmalıdır.
KiĢiler hukuku; eĢitlik, özgürlük kiĢiliğe saygı ve kiĢiliğin korunması ilkelerini içerir. Özgürlük ve
eĢitlik insan haklarının parçası olarak uluslararası hukuk ve kamu hukukunu kurucu profilini oluĢturur.
KiĢiliğe saygı ve kiĢiliğin korunması ilkesi ile kiĢi hem dıĢarıdan hem de kiĢinin kendisinden
4
―Günümüzde kölelik söz konusu olmadığı için baĢka bir insan üzerinde de ayni hak düĢünülemez. Bu
sebeple insan vücudu hukuken eĢya kavramının dıĢında sayılmaktadır. 4 EĢya aynı zamanda sınırları belirlenmiĢ
olandır. Bir varlığın eĢya sayılabilmesi için üzerinde ayrıca hâkimiyet kurulabiliyor olması gerekir, bu özellikle
maddi varlığı olan sınırları belli olma özellikleri açısından bedenin eĢya oluĢu ile ilgili tartıĢmaları güçlendirir.
Üzerinde hâkimiyet kurulabilmesi özelliği biri fiili hâkimiyet diğeri de hukuki hâkimiyet olarak ayrıĢtırılabilecek
iki baĢlık açısından değerlendirilir. Fiili hâkimiyet biraz olanak sorunudur. Örneğin güneĢin hâkimiyeti Ģu anda
söz konusu değil ancak ay üzerinde hâkimiyet kurulabilmiĢtir.‖ Daha detaylı bilgi için bkz. (Dursun, 2012:2430)
177
gelebilecek hukuka aykırı saldırılara karĢı korunur. Öyle ki bu koruma aĢırı fedakârlık hallerini de
engeller (CMK 23. ve 24. madde) (Helvacı, 2006: 4 vd). Konumuz açısından özellikle bu hüküm
kiĢinin bedeni üzerindeki hakları değerlendirmede baĢlıca ilkedir.
KiĢilik hakkının konusu, kiĢiliği oluĢturan değerlerin tümü üzerindeki haktır. KiĢilik hakkının
birden fazla bir hak mı olduğu yoksa genel bir hak olarak kabulün gerekip gerekmediği hususu
doktrinde tartıĢılmıĢ ancak özellikle Medeni Yasanın 24. maddesinde geçen ―kiĢilik hakkı‖ ifadesi de
göz önünde bulundurulduğunda genel bir hak olarak kabulü baskın görüĢ olmuĢtur.
GeliĢen teknoloji ve artan ihtiyaçlar göz önünde tutulduğunda nelerin kiĢilik hakkında dâhil
olabileceği hususunun takdiri bu genel kiĢilik hakkı kavramının yargıç tarafından ve gerektiğinde örf
ve adet hukukuna iliĢkin durumu da göz önünde tutularak doldurulmalıdır. KiĢilik hakkı, haklara
iliĢkin nitelendirmeler içinde mutlak, Ģahıs varlığına ve kiĢiye sıkı sıkıya bağlı, ölümle sona erip
mirasçılarına geçmeyen bir haktır; icra takibine konu olmaz, zaman aĢımına uğramaz ve hak düĢürücü
süreye tabi değildir (Helvacı, 2006: 76 vd).
Sonuç olarak; günümüz hukuku içinde ve özel olarak insan hakları bağlamı içinde kiĢinin vücudu
üzerindeki hakları mülkiyet hakkı ile değil, kiĢilik hakları ile ilgilidir ve bu kapsam içinde
değerlendirilmelidir. Hukukumuz açısından Anayasanın 17. maddesinde yer alan kiĢinin maddi ve
manevi varlığına dokunulamayacağı maddesi ise Medeni Yasamızın 23. maddesinde yer alan kiĢilik
haklarının vazgeçilmezliği ile birlikte değerlendirilmelidir. Bu düzenlemeler doğrultusunda insanın
kendi vücudu, sağlığı ve özgürlüğüne yönelik saldırı, kiĢinin kendisi veya yabancı birisi tarafından
yapılsa da hukuken korunmaz.
KiĢinin temel hakkı sağlıklı yaĢama hakkıdır. YaĢam hakkı kiĢinin fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü
koruyabilmesidir. YaĢam hakkı kiĢilik hakkını oluĢturan en temel değerdir. Anayasamızın 17.
maddesinin de koruduğu budur. YaĢam hakkına herkes eĢit olarak sahiptir. Bu hak üzerinde hiçbir
Ģekilde tasarruf edilemez. Bir kiĢinin hayatına baĢkası ve hatta kendisinin de son verme hakkı yoktur.
KiĢinin rızası hukuka aykırılık unsurunu ortadan kaldırmaz. Tam da bu gerekçe ile Türk hukuku
açısından ötenazi kabul edilemez. Hayat hakkının uzantısı vücut bütünlüğüdür. Bunun ilk korunma
biçimini AĠHS‘de yer alan 5. maddedeki iĢkence yasağı ile iliĢkilendirebiliriz. Anayasanın 17.
maddesinde yer alan tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dıĢında, kiĢi vücudunun bütünlüğüne
dokunulamaz, rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz. Aynı ilkenin Hasta Hakları
Yönetmeliği 5. maddesi ile de desteklendiğini görüyoruz. Tıbbi zorunluluklar ve kanunlarda yazılı
haller dıĢında rızası olmaksızın kiĢinin vücut bütünlüğüne ve diğer kiĢilik haklarına dokunulmaz;
ayrıca Türk Ceza Kanunu 90. madde, insan üzerinde deney yapmayı da cezalandırmaktadır. Vücut
bütünlüğü kadar psikolojik bütünlük de hukuksal koruma altındadır.
Hukuken insan bedeni, kendi bütünlüğü içinde korunduğu gibi beden parçaları üzerindeki haklar
bakımından da özel olarak korunmaktadır. Vücudun parçaları üzerindeki haklar ise vücudun doğal ve
yapay parçaları üzerinden ayrı ayrı değerlendirilir. Protez, peruk, saç, tırnak vb. parçalar ile kan, diĢ,
tümör, plasenta, ameliyatla çıkarılan parçalar, sperm ve yumurtanın hukuki niteliği tartıĢmalıdır. Bir
görüĢ vücuda zarar vermeksizin ayrılabilir olan Ģeylerin eĢya sayılabileceği yönündedir. AyrılmıĢ olan
Ģeyin mülkiyeti konusu ise bizim hukukumuz açısından Medeni Kanun 685. madde ―Bir Ģeyin maliki,
onun ürünlerine de malik olur‖ bir çerçeve oluĢturmaktadır. Bedenin eĢya olarak nitelendirilebilmesi
durumu özellikle kiĢi dıĢılık unsuru açısından değerlendirilmelidir. KiĢinin bedensel ya da manevi
bütünlüğü ile bağlantı kurularak bir varlığın eĢya sayılamayacağı sonucuna varılabiliyor (Helvacı,
2006: 30). Ayrıca embriyo veya vücut parçalarının eĢya sayılıp sayılmayacağı hususu çok kolay
cevaplandırılamamaktadır.5
5
Bir Ģeyin eĢya sayılması için ekonomik değerinin olması gerektiği konusundaki görüĢler eĢyayı mal ile özdeĢ
saymakta ve malı da ihtiyaçları karĢılayan tüm araçlar biçiminde geniĢletmektedirler. Ġktisat bilimi açısından mal
ve hizmetlerin ihtiyaçları karĢılama özelliği olan fayda belirleyici olmaktadır. Konu açısından üzerinde
durulması gereken bir diğer kavram da ―değer‖dir. Değer; mal ve hizmetlere verilen önemdir. Değer bir Ģeyi elde
etmek için katlanılan fedakârlık oranı ile ölçülür. Bir malın değerli olabilmesi için hem bir ihtiyacı karĢılaması
hem de miktarının ihtiyaçlara oranla az olması gerekir. Bir baĢka açıdan eĢya hukuki iĢlemlere konu olabilen
178
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi‘nin biyoetik sözleĢmesinin hazırlanmasına dair 1160
(1991) sayılı tavsiye kararı doğrultusunda hazırlanan ―Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından
Ġnsan Hakları ve Ġnsanın Haysiyetinin Korunması SözleĢmesi, Ġnsan Hakları ve Biyotıp SözleĢmesi‖
Avrupa Konseyi‘nde 4 Nisan 1997 tarihinde imzaya açılmıĢtır. TBMM 3 Aralık 2003 tarih ve 5013
sayılı kanun ile sözleĢmenin onaylanmasını uygun bulmuĢtur. Böylece Anayasanın 90. maddesi
uyarınca sözleĢme iç hukukun parçası haline gelmiĢtir.
Bu sözleĢme kısaca Avrupa Biyotıp SözleĢmesi (Bundan sonra ABS) olarak isimlendirilmektedir;
on dört bölümden oluĢmaktadır.
Temel konular olarak;
- Rıza
- Özel yaĢam ve bilgilendirme hakkı
- Bilimsel araĢtırma
- Embriyo araĢtırmaları
- Ġnsan genomu
- Organ ve doku nakli
- Ticari kazanç ve insan vücudundan alınmıĢ parçalar üzerinde tasarruftur.
BaĢlıklar aynı zamanda hangi konularda en fazla sorun olduğuna da iĢaret etmektedir. Belirlenen
bu konularla ilgili olarak sözleĢme yol gösterici ilkeler olarak;
- Ġnsan önceliği
- Sağlık hizmetlerinden adil Ģekilde yararlanma
- Mesleki standartlar benimsediğini belirtmiĢtir.
SözleĢmenin temel amacı 1. madde içinde insan onuru ile insan kimliğinin korunması ve ayrım
gözetmeksizin herkesin vücut bütünlüğü ile diğer temel hak ve özgürlüklerinin güvence altına
alınmasıdır. Biyotıp uygulamaları bu ilkeye uygun olmak zorundadır.
Ġnsan önceliğinden, insanın menfaat ve refahının bilim veya toplumun menfaatlerinden üstün
tutulacağı (ABS 2. madde) sağlık hizmetlerinden adil biçimde yararlanmada, sağlığa duyulan ihtiyaç
ve kaynakların göz önünde tutulacağı (ABS 3. Madde) düzenlenmiĢtir. Bu ilkenin anlaĢılması
açısından sağlık hizmetinin ne olduğu da tanımlanmalıdır. Sağlık hizmeti; sağlık ile ilgili iĢ görme ya
da hastalık veya sakatlığın olmaması ve bedenen, ruhen, sosyal yönden tam bir iyilik halinin
sağlanması amacıyla yapılan iĢlemlerdir. Sağlık sadece hastalık ve maluliyetin yokluğu olmayıp
bedenen, ruhen ve sosyal bakımdan tam bir iyilik halidir.6
ABS‘nin 28. maddesi ―Kamuya Açık TartıĢma‖ baĢlığını taĢımaktadır ve yukarıda verdiğimiz
sağlık hizmeti tanımı da göz önünde tutularak ele alındığında Ģu sonuçlar önemlidir: Maddede, ―Bu
sözleĢmenin tarafları, biyoloji ve tıp alanının geliĢmelerin doğurduğu temel sorunların, özellikle ilgili
tıbbi sosyal, ekonomik, ahlaki ve hukuki yargılamaların ıĢığında, uygun Ģekilde kamusal tartıĢmaya
konu olmasını ve bunların muhtemel uygulamalarının, uygun istiĢarelere konu olmasını
sağlayacaklardır‖ ifadesi ile açıkça kamuoyu bilgilendirme ve sınırlar açısından geniĢ katılımlı
tartıĢmalara duyulan ihtiyaca iĢaret etmektedir.
varlıkların adıdır. EĢya kavramı zamana göre değiĢir ancak yine de nelerin eĢya sayılabileceği hususu
toplumların hukuk düzenlerine kalmıĢtır. Tüm gerekçeler bir yana eĢya kavramının hukuksal bir kavram olduğu
tartıĢmasızdır. Ayrıca zaman içinde eĢya kavramının geniĢlemekte olduğu da bir gerçektir.
6
Aynı husus Sağlık Hizmetlerinin SosyalleĢtirilmesi Hakkında Kanun‘un 2. maddesinde de yer almaktadır.
Ayrıca bkz. (Bayraktar, 1972: 17 vd).
179
Bu uygulama tıbbi meslek kuralları açısından da sınırlamaya tabidir; ABS 4. madde ―AraĢtırma
dâhil, sağlık alanında herhangi bir müdahalenin, ilgili mesleki yükümlülükler ve standartlara uygun
olarak yapılması gerekir.‖ TartıĢmalarda ana eksenin kabul edilen hukuki standartları esas alan ancak
kiĢi hakları bakımından daha ileriye götürücü bir uygulama için zemin kurulması sağlanmaya
çalıĢılmaktadır.
Çünkü insan bedeni üzerindeki hakları açısından da ABS temel düzenlemedir. SözleĢmenin rızaya
iliĢkin 5, 6, 7, 8, 9, 10 ve 22. maddeleri özellikle ―aydınlatılmıĢ hastanın rızası‖nı düzenler. Bu
uluslararası düzenlemenin bizim iç hukukumuz açısından bir uyum sorunu yaratmadığını görmekteyiz.
Örneğin Türk hukukunda 1219 sayılı Tababet ġuabatı Sanatların Tarzı Ġcrası Hakkında Kanunun
70. maddesi ile de hastanın rızasının alınmaması suç olarak tanımlanmıĢtır (Kataoğlu, 2006: 170-171).
Ayrıca sözleĢmenin 5. maddesindeki düzenlemeye paralel olarak ilgili kiĢinin rızasını her zaman geri
alınabileceğini de hükme bağlamıĢtır.
Ayrıca Medeni Kanunu‘nun 23. maddesinde 1990 yılında yapılan değiĢiklik eklenen fıkrasına
göre; ―Ġnsan kökenli biyolojik maddelerin alınması, aĢılanması ve nakli vericinin yazılı rızası ile
mümkündür. Ancak biyolojik madde verme borcu altına girmiĢ olandan edimini yerine getirmesi
istenemez, maddi ve manevi tazminat isteminde bulunamaz.
Medeni Kanunun 24. Maddesinde kiĢilik haklarına yönelik her saldırının hukuka aykırı sayılacağı
ilkesini vurgulandıktan sonra, 2. fıkrada 1988 ve 2001 tarihinde değiĢtirilmiĢtir. Buna göre kiĢilik
haklarına yönelik saldırı üç halde hukuka uygun sayılabilir:
1 – KiĢilik hakkı zedelenen kimsenin rızası
2 – Daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar
3 - Kanunun verdiği yetkinin kullanılması
KiĢinin sağlığı ve beden bütünlüğü üzerindeki hakları, mutlak ve sınırsız bir hak değildir. KiĢinin
rızası, kiĢilik hakkından bütünüyle vazgeçmesi veya devredebilmesi ya da aĢırı sınırlamaya yol açmaz.
Örneğin estetik operasyonlar açısından kiĢinin rızası kimliğin değiĢtirilmesine, farklılaĢmaya yol
açabilecek biçimde kullanımlar açısından tartıĢılmıĢtır. Bu tür operasyonlarda kriter yapılan
değiĢikliğin kiĢinin beden ve ruh sağlığına bir katkı sayılıp sayılamayacağı üzerinden tartıĢılmaktadır.
Aynı Ģekilde organ ve dokuların para ile alınıp satılması hususu da kanun, genel ahlak ve adaba ve
kamu düzenine aykırıdır. Aynı Ģekilde cinsiyet değiĢtirme ameliyatlarında bu açıdan tartıĢılmaktadır.
Bu tür tartıĢmalı konularda müdahalenin ―tedavi amacı‖ ile yapılmıĢ olması temel gerekçelerden
birisidir. Günümüzde bu gerekçenin ―üstün amaç‖ Ģekline dönüĢmüĢ ve özel ya da kamu yararı
düĢüncesi ile yapılan tıbbi müdahale hukuka uygun kabul edilebilmektedir.
Ayrıca rızanın kapsamı konusu da kiĢinin bedeni üzerindeki hakları açısından değerlendirilmelidir.
Rıza hangi konuya iliĢkin ise, doktorun müdahalesi de bu konuda gerçekleĢtirilmelidir. Hasta Hakları
Yönetmeliği 31. madde rızanın tıbbi müdahalenin gerektirdiği tıbbi iĢlemleri kapsadığını belirtmiĢtir.
Rıza, tıbbi müdahaleden önce alınacaktır. Bazen rızaya ek özel korumalar da oluĢturulmuĢtur. Örneğin
Hasta Hakları Yönetmeliği deneme, araĢtırma ve eğitim amaçlı tıbbi müdahaleye konu edilmesi için
kendi rızası yanında Sağlık Bakanlığı‘nın onayı da aranacaktır.
Ayrıca gönüllü olarak tedaviyi kabul eden kiĢinin rızası ortaya çıkacak tıbbi uygulamalarla ilgili
yasal düzenlemeler ile korunan sınırın aĢılması halleri araĢtırma personelinin sorumluluğunu ortadan
kaldırmaz (HHY 32. madde).
Hasta Hakları Yönetmeliği 36. madde ile de bir ilaç veya tenkibinin üretimi veya satıĢı için gerekli
izin ve ruhsat alınmıĢ olsa dahi sadece araĢtırma amaçlı olarak hasta üzerinde kullanılması halleri de
özel olarak düzenlenmiĢtir. Bu durumda ancak hastanın izni ile alınabilir ayrıca 1993 tarih ve 21480
sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Ġlaç ve Tıbbi Müstahzar AraĢtırmaları Hakkında Yönetmeliğinde
konuya iliĢkin birçok detaylı koruyucu hüküm yer almaktadır.
Ġnsanın bedeni üzerindeki hakları organ ve dokularının bağıĢı, alınması nakli konuları açısından da
tartıĢılır. 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması, AĢılanması ve Nakli Hakkında Kanun ve
180
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu konuyu düzenlemektedir. Her iki yasa açısından da canlı ve ölüden
organ ve doku nakli ayrımı yapılmaktadır. Organ ve doku nakli tıbbi müdahaledir ve bu çerçevede
yürütülmelidir.
Ġnsanın bedeni üzerindeki hakları konusunu bir baĢka açıdan daha tartıĢabiliriz. Özellikle
teknolojik geliĢmelerle ortaya çıkan gen analizleri ve kiĢinin DNA yapısına iliĢkin bilgilerin bir
iktisadi değere haiz olması ile bu bilgilerin korunması hususlarının kiĢilik hakları açısından
tartıĢmalıdır.
Teknolojik geliĢme gen bankası uygulamaları, verilerin korunması ve veri madenciliği
(datamining) kavramları açısından tartıĢılmaktadır. Verilerin korunmasın Ģu hususa dikkat etmek
gerekir. Veri korunmasından verinin iliĢkili olduğu kiĢinin ―kiĢilik haklarının korunması‖
anlaĢılmalıdır (Yıldırım, 2007: 383). Buradaki korunma anayasal bağlamda ―biliĢimsel geleceğini
bizzat belirleme hakkı‖ olarak tanımlanmaktadır. KiĢilik haklarının para ile ölçülemeyeceği fikri
değiĢmiĢtir. Alman Anayasa Mahkemesi‘nin bir kararında kiĢiliğin, serbestçe tasarruf edebilmesine,
depolayabilmesine, dağıtması ve yaymasına bağlı olduğu değerlendirmesini yapmaktadır (Yıldırım,
2007: 384). Bu değerlendirme mülkiyet hakkı ile bağlantısı koparılmıĢ olan kiĢi hakları alanının yeni
baĢtan değerlendirilmesi anlamına gelebilir.
Gen analizi yapımı tıbbi bir müdahale sayıldığı için bu müdahalenin yapılması için kiĢinin
aydınlatılmıĢ rızasının alınması gerekir.
Yukarıdaki görüĢten farklı olarak vücuttan ayrılabilen parça olarak değerlendirilen ―gen‖in
sahipsiz eĢya statüsünde değerlendirildiği görüĢler ile iĢlevsel bağı esas olan iki ayrı görüĢ vardır.
Örnek olarak vücuttan kopan parçalar, kiĢiye kendi kanının verilmesi, deri, kemik ve doku nakli
parçaları, yumurta ve sperm vb. Ģeyler iĢlevsel bağlılığını sürdürür.
Çözüm için hem mülkiyet hem de kiĢilik hakları kapsamında konuyu ele alan yeni ve karma bir
yaklaĢım daha vardır. Bu görüĢ ana argüman olarak teamüller ve yerleĢik anlayıĢ üzerinde
durmaktadır. Yani vücuttan ayrılan parça hem eĢya hem de kiĢilik haklarına konu olabilecektir. Saç,
diĢ vb. Ģeylerle vücuttan alınan böbreğin hukuki statüsü böylece ayrıĢtırılabilecektir. Örneğin berberde
saçını kestiren talep etmiyor ise teamül, onların berber tarafından değerlendirilebileceğidir (Dursun,
2012: 140 vd). Günümüzde vücuda yapısal bir zarar vermeksizin alınabilen parçalar için daha serbest
bir alan söz konusu iken vücut bütünlüğünü bozucu transplantasyonlar için halen pek çok hukuksal
kaydın tutulduğu ve ticarete konu olma hususlarının yasaklı olduğunu da tespit ediyoruz.
Bu görüĢün bir baĢka önemli avantajı da, beden parçaları üzerinde giderek artan biyotıp
uygulamalarına olanak sağlamada yaratacağı kolaylıktır. Ayrıca hem mülkiyet hem de kiĢilik hakkına
iliĢkin korumaların vücut parçaları ile ilgili olarak kullanılması imkânı sağlanır. Ancak vücuttan
ayrılan parça daha sonra baĢka birisine veya kiĢiye yeniden nakledilecekse ilgili parçanın eĢya
niteliğini kazanmadığını kabul etmek gerekir. Parçanın kullanım amacı nitelendirmede önem taĢır.
Vücut parçalarının da tıpkı vücut bütünü gibi kiĢilik hakları kapsamında değerlendiren görüĢ, eĢya
sayılma hususunu reddetmektedir. Ancak bu görüĢ ortaya çıkabilecek çok sayıda hukuki belirsizliğin
çözülebilmesi ile ilgili bir çözüm de sunamamaktadır. Türkiye‘de genel olarak bu görüĢ kabul
edilmektedir.
Vücut bütünlüğünün bozulması açısından organ ve doku nakli teknolojik geliĢmeler göz önünde
tutulduğunda önemli ve tartıĢmalı bir alandır. Organ ve doku nakli kiĢiye sağlık kazandırmak için
―üstün bir amaç uğruna‖ yapılabilir. Yasa iĢlemin amacını açık ve tartıĢmasız bir biçimde belirlemiĢtir.
2238 sayılı Organ Nakli Yasası (ONY); Tedavi, teĢhis ve bilimsel amaçla organ ve doku alınması
saklanması, aĢılanmasını vb. hususları düzenlemiĢtir. Buna göre;
Ana ilke bedel veya baĢkaca bir çıkar karĢılığı organ ve doku alınması ve satılmasını yasaklı
olduğudur (ONY 3. madde). Organ ve doku alımına iliĢkin reklam yapmak yasaktır. Eğer organ ve
dokusu alınacak kiĢinin hayatı için bir tehlike varsa bu tıbbi iĢlem yapılmaz. Organ veya doku verecek
kiĢinin 18 yaĢını doldurmuĢ olması ve ayırt etme gücü sahibi olması da gerekir. Yani akıl hastası, zekâ
geriliği olanlardan ve çocuklardan organ ve doku alınamaz. Eğer organ veya doku ölüden alınacak ise
sağlığında izin vermiĢ olması veya yakınlarınca bu tür bir iĢlemin yapılabileceği hususunun yazılı
181
olarak beyan edilmesi gerekir. Bu kuralın istisnası afet halleri veya trafik kazalarıdır. Bu olağanüstü
hallerde izin aranmaksızın kiĢinin organları alınabilir.
Alınan parçaların o bireyin isteğine aykırı olarak kullanılması kiĢilik hakkı ihlali doğurur. Sadece
eĢya hukuku kurallarıyla, tek yönlü bir koruma yeterli değildir (Cain, 2000: 474).
Konunun hukuksal açıdan tartıĢıldığı 1988 tarihli Amerikan hukuk yargılamasına yansıyan ünlü
Moore v. Regents of University California davası üzerinde durabiliriz7. Dalak ameliyatı yapılan Moore
iyileĢtikten sonra uzun süre kontrol amacı ile hastaneye çağrılır. Bu sürecin çok uzadığını düĢünerek
doku örneklerinin akıbetini sorguladığında kendi tedavisini yapan Dr. Golde‘nin doku üzerinde yaptığı
araĢtırmanın bir hücre dizini (cellline) haline getirilerek patentlenmek üzere yüksek ücretle bir ilaç
firmasına satmıĢ olduğunu öğrenir. Bu bilgi üzerine kan ve doku parçalarının mülkiyetinin kendisine
ait olduğu iddiası ile dava açar.
Amerikan mahkemesi dokularla ilgili mülkiyet hakkının hastanede olduğu yönünde bir karar
vermiĢtir. Çünkü hücre dizini ile ilgili teknik çalıĢma hastane olanakları ile ve akademik çalıĢma ile
gerçekleĢtirilmiĢtir. Mahkeme gerekçesini sözleĢme hukukuna aykırılık açısından değerlendirerek bu
husustaki aykırılığı tazminat konusu yapmıĢtır. Doktor ile hasta arasındaki tedavi dolayısı ile
oluĢturulan sözleĢmeye aykırı olarak yapılan araĢtırmanın hastaya söylenmemesi ancak bir tazminat
konusu yapılabilir.
Kararın hukuksal dayanağı ise vücuttan ayrılan parçaların eĢya niteliğinde olduğudur. Hasta,
mülkiyet hakkına iliĢkin saklı hakkını hastaneye devredilebilir (Ayan, 1991: 49 vd). Dokunun kendisi
değil doku üzerinden bilimsel araĢtırma ile oluĢturulan dizin mali açıdan kıymetlidir. Bu nedenle
hekimin ürettiği formül üzerindeki hakkı da göz ardı edilemez.
Konunun bir baĢka tartıĢılma biçimi ise genetik verilerle ilgilidir. Genetik verilerin önemi biyotıp
geliĢmeleri nedeniyle son derece güncel bir hale gelmesidir. Genetik verilerle ilgili tartıĢma için
hukuki açıdan yukarıda değindiğimiz Moore davası iyi bir örnektir. Bu olayda; kiĢilik hakları mülkiyet
hakkı ve fikri mülkiyet hakları yarıĢması ortaya çıkmaktadır. Genetik veriler ve embriyoya iliĢkin
sorunlar da benzer özellikler göstermektedir. Embriyonun hakları mülkiyet yani eĢya oluĢ üzerinden
yapılamaz, nihayetinde bir hak sahipliği söz konusu olmasa da embriyo bir insan modelidir. Anne ve
babanın embriyo ile olan iliĢkisini kiĢilik hakkı kapsamında ele alabiliriz. Ancak kiĢi olmaya iliĢkin
yasal koĢullar ―tam ve sağlam doğma‖ koĢulu ile ilgilidir. Bu durumda embriyo olsa olsa ―kiĢi adayı‖
sıfatındadır (Dursun, 2012: 155 vd). Çünkü anne rahmine düĢüldüğü andan baĢlayacak süreç tam ve
sağlam doğma koĢuluna bağlanmıĢtır. Bu durumda embriyonun sperm ve yumurta olarak birleĢtiği an
(tüpte veya baĢka usulde) kiĢi adaylığını baĢlatır. Embriyonun dondurularak saklanması, ticari amaçla
kullanılması, çocuk sahibi olma amacı dıĢında örneğin tıbbi araĢtırmalar için kullanılmasına iliĢkin
sorunlar da hukuksal açıdan önem taĢımaktadır.8 Kural olarak embriyonun geleceğini belirtme hakkı
eĢlerindir. Bu belirlenim de embriyonun kiĢilik hakları çerçevesinde korunduğunu göstermektedir.
Embriyo, cenin, cenin parçaları ve kök hücre vücuttan ayrılmıĢ organlardan farklıdır. Çünkü embriyo
vücut bulabilir bir bütünlüktür. Ceninden alınan kök hücreler biyomedikal uygulamalar açısından ufuk
açıcıdır, bunların tıbbi araĢtırmaya konu olması hususundaki aĢırı tutuculuk insanlığın geleceği
açısından zorluk da doğurabilir.
ġimdiye kadarki açıklamalar beden, beden parçaları ve nihayetinde embriyoya iliĢkin konular
açısından beden üzerindeki hakların ele alınmasıdır. Acaba aynı tartıĢmaları ölmüĢ beden açısından
yaptığımızda ne tür hukuksal problemlerle karĢılaĢabiliriz? Cesedin hukuki niteliği de eĢya sayılıp
sayılmayacağı üzerinden tartıĢılmaktadır. Ölüm ile kiĢilik sona erdiği için kiĢilik hakları açısından
konunun değerlendirilmesi güçtür. Bu tartıĢmanın önemli bir noktası da ―ölüm anı‖ kavramıdır.
Özellikle organ nakli ve tıbbi müdahale açısından ölüm anı da önem taĢımaktadır. Türk hukuku
açısından hukuki çerçeve 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması Saklanması ve Nakli Hakkında
Kanun‘dur. Yasa, tıbbi ölüm halinden 11. maddede ―bilimin ülkede ulaĢtığı düzeydeki kuralları ve
7
249 Cal Rptr. 494 (Court of Appeals; 1990, 271 Cal Rptr 146. (California Supreme Court), Kararın
değerlendirilmesi ile ilgili bkz. (Harris, 1996:78vd).
8
Konunun hukuki çerçevesi Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezleri Yönetmeliğidir (son hali 11 Ocak 1998
değiĢikliğidir Resmi Gazete 23227)
182
yöntemleri uygulanması‖nda bahsetmektedir. Hukuksal açıdan biyolojik ölüm ve beyin ölümü
arasında bir ayrım gözetilmektedir. Tıbbi açıdan geri dönüĢümün olmadığı nokta beyin ölümüdür.
Cesedin bir insandan arta kalan oluĢundan hareket eden kiĢilik bakiyesi teorisi cesedin hukuki
niteliğini yasal düzenlemelerle de desteklemektedir. Mezara saldırının, cesede yapılacak muamelelerin
hukuki düzenlemeye konu olmasını bu hususa bağlamaktadır. Bir diğer görüĢ ise cesedi kendisine has
bir varlık olarak sayan görüĢtür. Bu görüĢ özellikle yakınlarının cesetle iliĢkisi üzerinden hukuki
değerlendirme yapmaktadır.
Türk hukuku açısından ölünün yakınlarının ceset üzerinde sınırlı tasarruf hakkı vardır. 2238 sayılı
Organ ve Doku Alınması Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun‘un 14. Madde özel bir düzenleme ile
kaza, doğal afetler sonucu ölenlerin yanında herhangi bir yakını yoksa doku ve organları alınabiliyorsa
rıza aranmaksızın organ veya dokuları nakledilebilir. Bu düzenlemenin gerekçesi tıbbi zorunluluk ve
ivedilik halleridir. Yasanın düzenlemesi kural olarak kiĢinin ölmeden önceki beyanları veya
yakınlarının iznini öncelemektir. Yasa 15. madde ile de ceset parçaları üzerindeki her türlü tasarrufun
ahlaka, kamu düzenine, kanunun emredici hükümlerine ve kiĢilik haklarına aykırı bir biçimde iĢlem
yapılamayacağıdır. Ceset üzerinde ölenin yakınlarının mülkiyete benzer mutlak bir hakları olduğu
kabul edilir. Örf ve adetlerde bunların bulunmadığı durumlarda hâkim, ceset üzerindeki hakkın
içeriğini belirler.
Diğer yandan ölen kimsenin vücut parçaları üzerinde ölüm sonrası tasarruf durumu daha
belirsizdir. Ölenin vasiyet aracılığı ile bedeni üzerindeki tasarrufu imkân dâhilindedir veya
yetkilendirdiği kiĢiler bu imkânı kullanabilir.
Bazen de ölü beden, eĢya olarak değerlendirilmektedir (Ataay, 1996: 25 vd). Örneğin Mısır
mumyalarının veya eski mumyaların ticarete konu olabilmesi bu açıdan ele alınabilir. Ancak ölü beden
ve parçaları hususundaki hukuksal tartıĢmaların daha çok yerel hukuklar ve örf ve adet hukuku
çerçevesinde değerlendirilmekte olduğunu da ekleyelim.
Bir baĢka husus ise anatomi bilgisi açısından tıp fakültelerinin ihtiyaç duyduğu ölü bedenlerle
ilgilidir. Bu tür bedenler de daha çok kimsesiz olanlardan temin edilmektedir. Bunun istisnası kiĢinin
yaĢarken bu tür incelemeler için cesedini tıp fakültelerine veya tıbbi araĢtırma enstitülerine
bağıĢlamasıdır. Bu tür irade açıklamaları da kiĢilik hakkı çerçevesinde ele alınır (Ataay, 1996: 26 vd).
Sonuç olarak kiĢinin bedeni üzerindeki hakları konusu bedenin tümü ile ilgili haklar açısından
tedavi amaçlı yapılan müdahalelerde ―açık rıza‖ ilkesi çerçevesi ile sınırlı tutulmuĢtur. Uluslararası
belgeler ile iĢ hukuk uygulamaları açısından bir paralellik vardır. Koruma genel anlamda ―kiĢilik
hakları‖ çerçevesinde ele alınan özüne dokunulamaz haklar kategorisi içindedir. Bedenin parçaları
üzerindeki haklar da vücuda zarar vermeksizin ayrılabilen veya tıbbi müdahaleyi zorunlu kılan
parçalar ayrımı üzerinden değerlendirilmektedir. Genetik ve embriyoya iliĢkin hususların da bu
paragrafta ele alınan konu ile paralelliği açıktır.
Ceset üstünde haklar ise artık açıkça bir kiĢilik hakkından bahsedilemeyeceği için kiĢinin yaĢarken
yaptığı irade beyanları veya yasada sayılan yakınlarının tasarrufları çerçevesinde
değerlendirilmektedir.
Konunun sosyoloji kongresi çerçevesinde ele alınma sebepleri burada tartıĢılan pek çok hukuksal
konunun değiĢen yaĢam koĢulları nedeniyle düzenleme esaslarında yaĢanan büyük farklılaĢmaya iĢaret
etmek içindir.
AraĢtırmanın baĢında iĢaret etmiĢ olduğumuz antropolojik giriĢte ipuçlarını bulabileceğimiz
beden-ruh farklılaĢması günümüzde artık klasik ayrımdan farklı olarak ―bedenlileĢme‖ ve ―bedenli
benlik‖ nitelendirmeleri üzerinden okunmaktadır. Bu farklılaĢma hukukun klasik anlamda koruma
alanı içine almıĢ olduğu ―kiĢilik hakları çerçevesinde koruma‖nın yetersizliğinin açık ifadesini
oluĢturmaktadır.
Tarihsel olarak mülkiyet hakkı üzerinden değerlendirilen kiĢinin bedeni üzerindeki hakları modern
zamanlarda kiĢilik hakları koruması altında ĢekillenmiĢken değiĢen biyotıp beden, beden parçaları,
embriyo ve ölü beden üzerindeki hakların yeni bir hukuksal refleksle korunmasını gerekli kılmaktadır.
183
Hukukun, mülkiyet hakkı, kiĢilik hakkı ve mülkiyet hakkı konusundaki çeĢitli hükümlerle
korumaya çalıĢtığı ―kiĢinin bedeni üzerindeki hakları‖ konusu geliĢen teknoloji ile birlikte giderek
geniĢleyerek ve yeni düzenlemeleri talep edecek bir alan olmaya aday gözükmektedir.
KAYNAKÇA
Ataay, A. (1996). ―Vücut (Beden) ve Ceset Üzerindeki Hak‖, Mukayeseli Hukuk Araştırmaları
Dergisi, No: 20, s.25-28.
Ayan, M. (1991).Tıbbi Müdahalelerden Doğan Hukuki Sorumluluk, Ankara: Kazancı Yayınları.
Bayraktar, K. (1972).Hekimin Tedavi Nedeniyle Cezai Sorumluluğu, Ġstanbul: Sermet Matbaası.
Bourdieu, P. (2004).Pratik Nedenler çev. Hülya Tanrıöven, Ġstanbul: Hil Yayınları.
Cain, A. S. P. (2000). ―Property Rights in Human Biological Materials: Studies in Species Production
and Biomedical Technology‖, Arizona Journal of International and Comparative Law, Cilt:
17, No: 2.
Csordas, T. J. (1990). ―Embodiment as a Paradigm for Anthropology‖, Ethos, Cilt: 18, No: 1, s.5-47.
Douglas, M. (2005).Saflık ve Tehlike, çev. Z. Ayhan, Ankara: Metis Yayınları.
Dursun, S. A. (2012).Eşya Kavramı, Ġstanbul, On Ġki Levya Yayıncılık.
Foucault, M. (2010).Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Tanrıöven, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Helvacı, S. (2006).Gerçek Kişiler, Ġstanbul: Arıkan Basım Evi.
Harris, J. W. (1996). ―Who Owns My Body‖, Oxford Journal of Legal Studies, Cilt: 16, No: 1, s.5584.
Kataoğlu, T. (2006). ―Türk Hukukunun Bir Parçası Olarak Avrupa Konseyi Ġnsan Hakları ve Biyotıp
SözleĢmesi‖, AÜHFD, Cilt: 55, No: 1, s.157-193.
Locke, J. (1952).Second Treatise of Government, New York: Liberal Art Press.
Turner, B. (1992).Regulating Bodies: Essays in Medical Sociology, London: Routledge.
Yıldırım, M. F. (2007). ―Gen Analizleri ve KiĢilik Haklarının Korunması‖, EÜHFD, Cilt: 11, No: 3-4,
s.383-402.
184
ĠNSAN HAKLARI BAKIMINDAN YENĠ TÜRK CEZA KANUNUNDA DEĞĠġEN
SUÇ SĠSTEMATĠĞĠ 1
Seren DĠKEL2
ÖZET
Suç ve cezanın olmadığı bir toplum düĢünülemez. Suç toplumun gerçeğidir. Neyin suç olduğu
kanunlar aracılığıyla ―hukuk‖ tarafından belirlenir. Hukuk düzeni, suç karĢısında diğer toplumsal
kontrol araçlarından sonra en son çare olarak cezaya baĢvurur. Toplumsal düzenin sağlıklı bir Ģekilde
devamının sağlanabilmesi için devletten suçun soruĢturulma, yargılanma ve cezanın infazı
aĢamalarında ―adaleti‖ gerçekleĢtirmesi beklenmektedir. Bunun nedeni bütün bu aĢamalarda, insan
hak ve özgürlüklerine zorunlu olarak bir müdahalenin söz konusu olmasıdır. Bu müdahaleler keyfi
olamaz. Suç ve cezalar, belirli bir sistemle düzenlenirler. Suçları sistematik bir Ģekilde sınıflandırmayı
amaçlayan bir kanundan suçların hukuki konusunu temel alarak normun yorumlanmasını sağlaması
beklenmektedir.
Bu çalıĢmada yeni Türk Ceza Kanununun eski Türk Ceza Kanunuyla karĢılaĢtırılarak suç
sistematiğini meydana getiren suçlar ve gerekçeleri incelenip konu bağlamında yeni Türk Ceza
Kanununda değiĢen suç sistematiğinin kanunun hedefindeki özellikle kiĢi hak ve özgürlüklerindeki
değiĢime ne Ģekilde etki ettiğinin incelenmesi amaçlanmaktadır. ÇalıĢmanın odak noktası, ceza
hukukunun temel görevi olarak suç sistematiğiyle suç ve cezanın esaslarının insan hakları bağlamında
belirlenip ilan edilmesini sağlama yöntemlerinin analizidir. Bu makale suç politikasını temsil edecek
Ģekilde kanunlarda belirli bir sistemle düzenlenen Eski ve Yeni Türk Ceza Kanunun suç
sistematiklerini incelemektedir.
Anahtar sözcükler:Suç sistematiği, suç politikası, TCK.
ABSTRACT
It‘s impossible to imagine a society without crime and punishment. Crime is a reality of the
society. ―Jurisprudence‖ determines what is a crime in terms of laws. Legal system appeals to
punishment as a final corrective choice after depleting all other social control means against crime. It‘s
expected that the State will fulfill ―the justice‖ through all the phases of investigation, trial and
enforcement of the retribution in order to secure the perpetuity of the social order in a reliable manner.
This is crucial because an unavoidable intervention to human rights and freedom is required during all
these phases. The so-called interventions may not be arbitrary. Crime and punishment are organized
according to a specific system. It‘s expected that a law whose purpose is the systematic classification
of crime, should construe the norm by taking the legal aspect of the crime as basis.
In this paper, the New Turkish Penal Law has been compared to the Old Turkish Penal Law,
analysing offenses that constitute the crime systematic and their justifications, as well as the effect of
the New Turkish Penal Law with its altered crime systematic on the personal rights and freedom,
which are the main aim of the changes. The focus of the study is the analysis of the methods aiming to
establish and proclaim guidelines about crime and punishment as well as crime systematic as the main
duty of the penal law within the context of human rights. The article examines crime systematics of
1
765 sayılı TCK‘na hâkim olan düĢünce Tabii hukuk düĢüncesidir. Dolayısıyla, suçların tasnifi suçun hukuki
konusu düĢüncesine göre belirlenmiĢtir. 1930 Ġtalyan Ceza Kanununun etkisinde kalmakla beraber döneminde
―fert devlet içindir‖ düĢüncesine sadık kalmayan 765 sayılı TCK ―devlet fert içindir‖ düĢüncesiyle ―hürriyet
aleyhine iĢlenen cürümler‖ kategorisine yer vermiĢtir. Ġkinci Dünya SavaĢından sonra giderek karmaĢıklaĢan
toplumsal yapılar ve insan haklarının üstün bir değer olarak kabulü ve teknolojik geliĢmeler 765 sayılı TCK‘da
köklü değiĢikler yapılması gereğini doğurmuĢtur. Yeni toplumsal geliĢmelere karĢı yetersiz kalmasından dolayı
kanun, yürürlükten kalkıncaya kadar çeĢitli değiĢikliklere uğramıĢ, hukuki konusu göz ardı edilerek yeni suç
kategorileri eklenmiĢtir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu‘nun ilk maddesinde belirlenen amacı, kiĢi hak ve
özgürlüklerini, kamu düzenini ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barıĢını
korumak ve suç iĢlenmesini önlemektedir.
2
ArĢ.Gör.; Çukurova Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı.
185
the Old and New Turkish Penal Laws, which have been organized according to a specific legal system
in a way to represent the crime policy.
Keywords: Crime systematic, crime policy, Turkish Penal Law.
GĠRĠġ
Suçun olmadığı bir toplum düĢüncesi ütopiktir. Dolayısıyla, suç ve ceza toplumun gerçeği ve
insanın yazgısıdır (Hafızoğulları ve Özen, 2012: ix). Hukuka aykırı bir fiilin suç haline gelmesinin
temelinde suçun hukuki konusu, ihlal edilen toplumsal ya da beĢeri bir varlık alanının bulunması
gerekmektedir. Suçun bir ihlal fiili olmasından hareketle, suç hukuki bir değer veya menfaati ihlal
etmektedir (Hafızoğulları ve Güngör, 2007: 22). Dolayısıyla, suçla ihlal edilen, ceza ile korunarak
hukukilik kazanan beĢeri değer veya menfaat, suçun hukuki konusunu oluĢturmaktadır (Hafızoğulları
ve Güngör, 2007: 23). Suç, hukuk düzeninin en son çare olarak ceza ile koruduğu hukuki değerlerin
ihlal edilmesidir ve ceza ile misilleme sağlanmıĢ olur (Dannecker, 2006a: 358). Ancak, burada her
toplumsal değerin değil ancak Anayasa ile hukuki değer ve menfaat niteliği kazanmıĢ olan koruma
altına alınan toplumsal-beĢeri değerlerin suç sayılarak cezalandırılması söz konusudur (Hafızoğulları
ve Güngör, 2007: 22). Buradaki amaç kiĢisel yararı korumak olduğu kadar sosyal düzenin devamını da
sağlamaktır. Hukuku gerçekleĢtirmede genel amacın kamu yararının sağlanması olduğu noktasından
hareketle, devlet suçu ve suçluyu cezalandırarak kamu yararını telafi etmiĢ olur. Toplumsal düzenin
devamı için devletten suçların önlenmesi, iĢlendiğinde soruĢturulması, sanıkların adil bir Ģekilde
yargılanması ve suçlu bulunarak mahkûm edilenlerin cezasının infazı beklenmektedir (Sözüer,
2013:7). Bütün bu aĢamalarda ise, insan hak ve özgürlüklerine zorunlu olarak bir müdahale söz
konusudur (Sözüer, 2013:7). Ancak, tarihi geliĢim ve insanlığın kazanımları sonucunda kanun
koyucunun geliĢi güzel her hangi bir davranıĢı suç haline getiremeyeceği sonucu bugün ulaĢılan hukuk
devletinin baĢlıca niteliğidir. Devlet, keyfi cezalandırma yapamaz. Kanunilik ilkesi gereği kanunsuz
suç ve ceza olamayacağı için özgürlükleri yakından etkileyen ceza hukukuna iliĢkin suçun ve
cezalandırılmanın esaslarının insan hakları bağlamında belirlenip ilan edilmesi gerekir.
Genelde hukuk normları ve özelde ceza hukuku normları bazı ihtiyaçlara göre inĢa edilir.
Toplumsal ihtiyaçların giderilmesi de hukukun baĢlıca boyutlarından biridir ve bu ihtiyaçların çağdaĢ
dünyada insan hakları perspektifine aykırı olmaması gerekmektedir. Toplumların üst yapısını
oluĢturan hukukun toplumsal ihtiyaçlar doğrultusuna değiĢimi gerekmektedir. Dolayısıyla, hukukun
koruduğu toplumsal değerler de mutlak değiĢmez bir yapı sergilemezler, toplumun evrimiyle birlikte
değiĢir ve Ģekillenirler (Hafızoğulları ve Güngör, 2007:25).
Yukarıda da belirttiğimiz gibi hukuki değerlerin kaynağı öncelikle anayasadır. Ancak, ceza
hukuku anayasa hukukunun uygulaması, ceza muhakemesi ise anayasanın sismografı olma nitelikleri
açısından hukuki değerlerin korunması ve düzenin sağlanmasında çok önemlidirler(Sözüer, 2013: 8).
Türk Ceza Kanununun amacı; kiĢi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini,
kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barıĢını korumak, suç iĢlenmesini önlemektir. Bu amacın
gerçekleĢtirilmesi için ceza sorumluluğunun temel esasları, suçlar, ceza ve güvenlik tedbirleri
kanunda, normatif bir çerçeve Ģeklinde düzenlenmiĢtir. Öte yandan, muhakeme süreci neticesinde
hükmedilen ceza hukuku yaptırımları yanında soruĢturma ve kovuĢturma sürecindeki iĢlem ve
tedbirlerle de kiĢi hak ve özgürlüklerine müdahaleler söz konusudur (Sözüer, 2013: 7). Bu anlamda,
Ceza hukuku, kiĢi hak ve özgürlüklerine diğer hukuk dallarından çok daha ağır nitelikte
müdahalelerde bulunmaktadır (Sözüer, 2013:7).
Dolayısıyla neyin suç ve neyin kanuna aykırılık olduğu Türk Ceza Kanunu aracılığıyla ―hukuk”
tarafından belirlenir. Bu belirlenim 765 sayılı Eski Türk Ceza Kanunundan farklı olarak 5237 sayılı
Ceza Kanunu‘nda;
Uluslararası Suçlar,
KiĢilere KarĢı Suçlar,
Topluma KarĢı Suçlar,
Millet ve Devlete Suçlar Ģeklinde bir sistematikle düzenlenmiĢtir.
186
Bu düzenleniĢin sebebi ise değiĢen toplumsal yapıların suç sistematiğinin sosyal düzeni sağlamada
toplumsal süreç içinde ve kültürel temelde, özellikle insan hak ve özgürlükleri bağlamında yeniden
formüle etmeyi gerekli hale getirmesidir (BektaĢ, R., 2009:670).
1.SUÇ SĠSTEMATĠĞĠ NEDĠR?
Devletin görevi olarak kiĢi hak ve özgürlüklerinin korunmasında kanun koyucunun öncelikle
yapması gereken suç politikasını oluĢtururken temel ilkeleri dikkate almaktır (Sözüer, 2013:11). Bu
temel ilkeler 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu için, kanunilik, örf ve âdete göre cezalandırma yasağı,
belirlilik ilkesi, kıyas yasağı ve geçmiĢe yürüme yasağını kapsayan hukuk devleti ilkesi, kusur ve
insanilik ilkeleri olarak kabul edilmektedir (Sözüer, 2013:14).
Doktrinde ceza hukuku dogmatiği ve suç politikası anlamında da kullanılan suç sistematiği ceza
kanunun fihristi ve künyesidir. Ayrıca, dar anlamdaki ceza hukuku bilimine dâhildir (Sözüer, 2013:8).
Suç sistematiği sadece çeşitlilik gösteren suç tiplerini gruplar ve alt gruplar halinde toplamak
suretiyle onlara hâkimiyet sağlamak şeklindeki dogmatik ve didaktik yararlar yönünden değil aynı
zamanda suç tiplerinin bilinmesi ve bunların esasının ve ilgili oldukları normların değer ve
işlevlerinin belirlenmesini gerekli kıldığı için de önem taşır (Özar, 2006:99). Suçların hangi hak ve
değere yönelik iĢlenmiĢ olduğu sorusunun cevaplarının gruplandırılması ceza kanunun sistematiğini
meydana getirmektedir (Özar ,2006:101). Suç politikası kavramı, politik düzenleme alanına suçluluğu
değil, bilakis onun kontrolünü gizler. Suç politikası, ceza hukukunun müdahalesinin nasıl ve ne
üzerine olup olmayacağına karar verirken temel kategorileri hukuki konuya göre yapan esaslı kontrol
politikasıdır (DemirbaĢ, 2012:18). Suç politikasından, toplumun ve her bir bireyin korunmasına,
suçlulukla mücadeleye ve suçluluğun engellenmesine yönelmiĢ tüm devlet tedbirlerinin bütünü
anlaĢılır (DemirbaĢ, 2012:18). Suç politikasının sorduğu soru ceza hukukunun toplumu en adil Ģekilde
nasıl koruyabildiği ve suçun gerçekleĢmesine uygun olarak vatandaĢların hakkını gereksiz Ģekilde
sınırlamamak adına suç tiplerinin özelliklerinin doğru olarak nasıl sıralanacağıdır ve bu anlamda suç
sistematiğinin kendisini de meydana getirir (Dannecher, 2006a:78). Dolayısıyla kanunun sistematiği
kanunun yorumlamayı sağlayan ve kanun koyucunun suç politikasını ve stratejisini gösterebilen bir
araçtır (Özar, 2006:100). Ceza yorumcusu ve uygulayıcısı ceza kanunundaki bir maddenin
düzenlenme amacının ne olduğuna ve nasıl değerlendirileceğine suç sistematiğindeki kategorisine göre
tespit edebilecektir (Özar, 2006: 99). Dolayısıyla, Eski ve Yeni ceza kanunlarındaki suç sistematiğinin
temeli korunan hakların sınıflandırılmasına dayanmaktadır (Özar,2006: 101).
Ceza hukuku biliminin çekirdeği olarak ceza hukuku dogmatiği, yürürlükteki hukukun
uygulanmasını da içerir (Dannecher, 2006a:71). ―Ceza hukuku dogmatiği bu değerlendirme sistemi
içinde, eşit davranmanın ve hukuksal güvenliğin, kısaca hukukun tasavvur edilebilirliği ve hukuksal
ilkeler altında olayların kesin içtimaı vasıtasıyla, maddi vakıalarla katı bağlılığın güvenceye
alınmasını içermektedir.‖ (Dannecher, 2006a:72). Ceza hukuku dogmatiği, ceza hukukunun tarihine,
hukuk felsefesine ve hatta Avrupa Konseyi‘nin, BirleĢmiĢ Milletler‘in çok sayıdaki uluslararası
sözleĢmesi karĢısında giderek büyük bir anlam kazanan karĢılaĢtırmalı hukuka hizmet etmektedir
(Dannecher, 2006a:72).
Suç politikası, suçun nedenlerini oluĢturup saptamakta ve suç gerçekliğine tekabül etmek için suç
tiplerinin unsurlarının nasıl doğru biçimde oluĢturulması gerektiğini tartıĢmaktadır (Dannecher,
2006a:76). Ayrıca, ceza hukukunda kullanılan yaptırımların etkilerini saptamak ve vatandaĢın
özgürlük alanını gerekli olandan daha fazla kısıtlamamak için ceza hukukunun alanının geniĢletilmesi
açısından kanun koyucunun sınırlarının ne olduğunu saptamayı da denemektedir (Dannecher,
2006a:76).
Ceza hukukunun reformu, suçla mücadelede düzenin sağlanması ve gerçekleĢtirilmesini kapsayan
suç politikasının ve suçlulukla mücadele düzenlemelerinin gerçekleĢmesini kapsayan suç siyasetinin
konusudur (Dannecher, 2006b:371). Burada Avrupa ülkelerinin çoğunun ceza kanunlarında bulunan
modern ceza hukukunun temelini oluĢturan genel hükümlerin kural ve ilkeleri üzerindeki çalıĢmaların
önemi ortaya çıkar (Dannecher, 2006b:372). Bu bağlamda anayasal ve insan haklarına iliĢkin ilkelerin
bağlantısı ve Avrupa çapındaki mutabakat ve bunlarla uyum sağlayabilen prensipler en önemli
gerekliliklerdir (Dannecher, 2006b:372). Bir diğer gereklilik olarak ise, olası düzenleme modellerinin
tam ve sadece hesaplanmıĢ istisnalarla, en az ihlale olanak verecek Ģekilde yapılmasıdır (Dannecher,
187
2006b:374). Bu noktada hukuku düzenleyen ve kaçınılmaz olan yapıların varlığının mevcudiyeti
sorusu önem taĢımaktadır (Dannecher, 2006b:373). Ceza kurumunun uluslararası anlamı çerçevesinde
uyum sağlayacak ortak noktalar yaratılması, düĢünce biçimleri ve alıĢkanlıkların yenilenmesi
gerekmektedir (Dannecher, 2006b:373). Hukuk sistemi yalnızca birbiriyle maddi iliĢkisi bulunmayan
yargı kararlarının bütününden oluĢsaydı, ceza hukuku dogmatiğinin bir anlamı olmazdı ve hukuk
kurallarının yapılanması, yenilenmesi ve sistemleĢtirilmesini gerektiren bir disipline ihtiyaç
duyulmazdı (Dannecher, 2006b:373). Ancak hukuk dogmatiği, çeliĢkisiz bir hukuk sistematiğini
gerekli kılan ve yargı kararlarının kurallara bağlanması için düzenlemiĢtir. Bunun nedeni, yapısal
devamlılığa ihtiyaç duyan hukuk düzenleri için ceza hukuku dogmatiğine olan kesin ihtiyaçtır. Yapısal
devamlılığa ilişkin kurallar sisteminin hedeflenmesi, inşa edici, yenileştirici ve sistematize edici
fonksiyonlarının dikkate alınmasını zorunlu kılarak, keyfilik ve hukuk karşıtlığını engellemiş olur
(Dannecher, 2006a:76).
2. CEZA HUKUKU ĠÇĠN SUÇ SĠSTEMATĠĞĠNĠN ÖNEMĠ
Suçu ve cezayı ortadan kaldırmak mümkün değildir. Bunun anlaĢılmasıyla cezalandırmanın amacı
üzerine düĢünsel faaliyetler artmıĢ, geçmiĢten günümüze kadar ulaĢmıĢlardır. Kant, Hegel ve
E.Brunner‘ın teorisi adalet duygusu zedelenen toplumun tepkisi olan intikamı uygun görmeyerek,
adalet duygusunun yeniden kazanılması kavramını kullanırken, Hobbes, Beccaria, Bentham,
Schopenhauer ve Feuerbach cezanın amacını çıkarların korunmasında görmüĢlerdir (Dannecher,
2006b:358). Bu bağlamda, Ceza hukuku teorilerine baktığımızda cezalandırmanın amaçlarına iliĢkin
çeĢitli yaklaĢımlara rastlarız. Bunları genel olarak, cezayı mutlak bir amaç olarak suç sayılan eylem
için verilmiĢ bir karĢılık olarak gören mutlak ceza yaklaĢımı, cezayı suçları önleyici, ıslah edici bir
yöntem olarak gören faydacı yaklaĢım ve bu iki yaklaĢımı birlikte değerlendiren karma yaklaĢım
olarak özetleyebiliriz (Sururi AktaĢ, 2009:1-24).
Cezanın amacı, kendisi ile belirlenen iradeyle birlikte toplumsal olarak toplumun varlığına,
sürekliliğine iliĢkin koĢulların güvencesine yöneliktir (Hafızoğulları ve Özen, 2012:3). Ancak bu
amacın günümüzde toplumun ilerlemesi, geliĢmesi koĢullarının güvence altına alınmasını da
sağlayabilmesi önemlidir (Hafızoğulları ve Özen, 2012:3). Güvence altına alınacak ortak yaĢam,
toplumda insan hayatı, ortaklaĢa yaĢamak ve birlikte var olmak olgularını içermektedir (Hafızoğulları
ve Özen, 2012:4) Ceza hukuku açısından beĢeri davranıĢın normu olarak, Kanun bildirme ve belirtme
niteliğinden çok yaptırma, emretme niteliğine sahiptir. Emretmenin dildeki ifadesi ise normatif
önermelerdir (Hafızoğulları ve Özen, 2012:4). Dolayısıyla, normatif bir önerme olarak kanunun temel
niteliği ihlal edilebilir olmasıdır (Hafızoğulları ve Özen, 2013:21). Bunun nedeni ihlalsiz suçun
olmayıĢı, diğer bir deyiĢle her suçun kural olarak bir değer ya da menfaatin ihlalini gerektirmesidir
(Hafızoğulları ve Özen, 2012:22).
Ceza Hukuku toplumsal kurumlar arasında önemli bir yere sahiptir. Ülke içi barıĢı ve değerlerin
adil paylaĢımına iliĢkin güvenceyi sağlamasıyla beraber sosyal hukuk devletinin temelinde yer alan
bireyin özgürlüğü için de gerekli koĢulları sağlamaktadır (Roxin, 2006:55). Modern Ceza Hukukunun
kurucusu sayılan Hugo Grotiou‘a göre, ceza hukuku düzenli ortak yaĢam için bir ihtiyaçtır. Ġnsanlar
varoluĢları gereği değiĢim, ortak yaĢam ve güvene ihtiyaç duyarlar (Roxin, 2006:56). Dolayısıyla, ceza
hukuku bu ihtiyaçları barıĢ ve düzen içerisinde sağlamak için gerekli toplumsal kontrol sistemleri
arasında temel bir öneme sahiptir (Roxin, 2006:78). Bunun nedeni ise ceza hukukunun ana konusunun
topluma uymayan davranıĢları önlemek oluĢudur (Dannecher, 2006b:356). Ceza hukukunun kötüye
kullanımlarını engellemek ve ceza hukukunun kiĢi hak ve özgürlüklerin güvencesi olmasını sağlamak
amacıyla, demokratik hukuk toplumlarında evrensel nitelikli ilkeler oluĢturulmuĢtur (Sözüer,
2013:10).
Winfried Hassamer‘e göre ceza hukuku, kültüre kuvvetli Ģekilde bağlı olan ve bu nedenle kültürler
arasında hareket etmesi mümkün olmayan bir hukuk alanıdır (Sözüer, 2013:11). Örneğin suçu
belirlerken kendi emir ve yasaklarının bağlayıcılığından hareket ederek diğer kültürlerden gelen
yabancılardan bu emir ve yasaklar hakkında bilgi sahibi olmalarını bekler (Dannecher, 2006b:353355). Ceza hukuku biliminin bakıĢ açısının ne olduğu sorusuna verilecek cevap, cezanın amacıyla
iliĢkilendirilmiĢ olarak ulusal veya uluslararası ceza hukuku dogmatiğine kadar uzanır (Dannecher,
2006a:76).
188
Buradan hareketle, ceza hukukunun görevi, sosyo-kültürel ve tarihsel açıdan geleneksel özelliklere
dayanan Birlik hukukunun ulusal sınırlarını oluĢturmaktadır diyebiliriz. Ayrıca, topluluk yararına
yorum yoluyla ulusal ceza hukuku açısından topluluk hukukuna iliĢkin önkoĢulları dikkate almak da
ceza hukuku dogmatiğinin ödevidir (Dannecher, 2006a:76).
3. ESKĠ VE YENĠ TÜRK CEZA KANUNLARINDAKĠ SUÇ SĠSTEMATĠKLERĠNĠN
KARġILAġTIRILMASI
Türk Hukuk Düzeni ―temel norm‖ ya da bir ―kurucu iktidar iĢlemi‖ niteliği taĢıyan Anayasanın ilk
üç maddesinin koyduğu ―demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti‖ ilkelerinin oluĢturduğu etiksiyasi düzene aykırı olamaz (Hafızoğulları ve Özen, 2012:7).
Temelinde 1889 tarihli Ġtalyan Ceza Kanunu yatan, kaynağı Aydınlanma dönemi ceza kanunları
olan (Hafızoğulları ve Özen, 2013:8) 1926 yılında yürürlüğe giren ve 60 defadan fazla değiĢikliğe
uğrayan (Roxin ve Ġsfen, 2006:277) ancak her defasında omurgası korunan Hafızoğulları ve Özen,
2013:8).765 Sayılı Mülga Türk Ceza Kanunundaki suç sistematiği on kategori Ģeklinde tasnif
edilmiĢtir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:9). Bunlar;
Devletin ġahsiyetine KarĢı Cürümlerdir,
Hürriyet Aleyhinde ĠĢlenen Cürümlerdir,
Devlet Ġdaresi Aleyhinde ĠĢlenen Cürümler,
Adliye Aleyhinde Cürümler,
Ammenin Nizamı Aleyhine ĠĢlenen Cürümler,
Ammenin Ġtimadı Aleyhinde Cürümler,
Ammenin Selameti Aleyhinde Cürümler,
Adabı Umumiye ve Nizamı Aile Aleyhinde Cürümler,
ġahıslara KarĢı Cürümler,
Mal Aleyhinde Cürümler Ģeklinde sıralanmıĢtır. En son Babı oluĢturan ―biliĢim alanında suçlar‖
ise bağımsız bir suç kategorisi olarak kanuna sonradan eklenmiĢtir (Artuk, Gökcen ve Yenidünya,
1998: 37-629). Ayrıca kanunda kabahatler cürümlere paralel olarak tasnif edilmiĢtir (Hafızoğulları ve
Özen, 2013:8). 765 sayılı TCK‘na hâkim olan düĢünce Tabii hukuk düĢüncesidir. Dolayısıyla, suçların
tasnifi, suçun hukuki konusu düĢüncesine göre belirlenmiĢtir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:8). 1930
Ġtalyan Ceza Kanununun etkisinde kalmakla beraber döneminde ―fert devlet içindir‖ düĢüncesine
sadık kalmayan 765 sayılı TCK ―devlet fert içindir‖ düĢüncesiyle ―hürriyet aleyhine iĢlenen cürümler‖
kategorisine yer vermiĢtir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:9). Ġkinci Dünya SavaĢı‘ndan sonra giderek
karmaĢıklaĢan toplumsal yapılar ve insan haklarının üstün bir değer olarak kabulü ve teknolojik
geliĢmeler 765 sayılı TCK‘da köklü değiĢikler yapılması gereğini doğurmuĢtur. Yeni toplumsal
geliĢmelere karĢı yetersiz kalmasından dolayı kanun, yürürlükten kalkıncaya kadar çeĢitli
değiĢikliklere uğramıĢ, hukuki konusu göz ardı edilerek yeni suç kategorileri eklenmiĢtir
(Hafızoğulları ve Özen, 2013:9).
765 sayılı Türk Ceza Kanununda belirlenmeyen amaç maddesinden faklı olarak 5237 sayılı Türk
Ceza Kanunu‘nun ilk maddesinde belirlenen amacı, kiĢi hak ve özgürlüklerini, kamu düzenini ve
güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barıĢını korumak ve suç iĢlenmesini
önlemektedir (Roxin ve Ġsfen, 2006:277). Yeni Türk Ceza Kanunu, suçları ―özel hükümler‖ adı
altında dört kısımda tasnif etmiĢtir (Hafızoğulları ve Özen,2013:8). Özel hükümler kısmında;
Uluslararası Suçlar; soykırım ve insanlığa karĢı suçlar, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti suçları
olarak belirtilmiĢtir. KiĢilere karĢı suçlar ise; hayata karĢı suçlar, vücut dokunulmazlığına karĢı suçlar,
iĢkence ve eziyet suçu, koruma gözetim, yardım veya bildirim yükümlülüğünün ihmali, çocuk
düĢürtme, düĢürme veya kısırlaĢtırılma suçları, cinsel dokunulmazlığa karĢı suçlar, hürriyete karĢı
suçlar, Ģerefe karĢı suçlar, özel hayata ve hayatın gizli alanına karĢı suçlar, malvarlığına karĢı, suçlar
Ģeklinde sıralanmıĢtır (Özbek, Kanbur, Bacaksız v.d., 2010:9). Yeni Ceza Kanununun üçüncü kısmın
da ise topluma karĢı suçlar yer almaktadır. Bu kısmın bölümleri, genel tehlike yaratan suçlar, çevreye
189
karĢı suçlar, kamunun sağlığına karĢı suçlar, kamu güvenine karĢı suçlar, kamu barıĢına karĢı suçlar,
ulaĢım araçlarına veya sabit platformlara karĢı suçlar, genel ahlaka karĢı suçlar, aile düzenine karĢı
suçlar, ekonomi, sanayi ve ticarete iliĢkin, biliĢim alanına iliĢkin suçlar Ģeklindedir. Bir diğer kısım
olan millete ve devlete karĢı suçlar ise kamu idaresinin güvenilirliğine ve iĢleyiĢine karĢı, adliyeye
karĢı, devletin egemenlik alametlerine ve organlarının saygınlığına karĢı, devletin güvenliğine karĢı,
anayasal düzene ve bu düzenin iĢleyiĢine karĢı, milli savunmaya karĢı, devlet sırlarına karĢı suçlar ve
casusluk, yabancı devletlerle olan iliĢkilere karĢı suçları içermektedir (Ġzzet Özgenç, 2005:775-1128).
765 sayılı mülga TCK ile 5237 sayılı TCK‘daki suç sistematiğinde insan hakları bağlamında öne
çıkan bazı maddelerin karĢılaĢtırılması aĢağıdaki tabloda belirtilmiĢtir.
5237 SAYILI TÜRK CEZA KANUNU
5237 sayılı Vücut dokunulmazlığına karĢı
iĢlenen suçlar için ağır cezalar öngörülmüĢtür
(m. 86, 87, 88, 89).
765 SAYILI TÜRK CEZA KANUNU
765 sayılı Kanun üzerindeki eleĢtirilerden
birisi de, insanın vücut bütünlüğünün, mala
göre daha az korunduğu hususu idi. Bu
tespit doğrultusunda Kanunda, vücut
dokunulmazlığına karĢı iĢlenen suçlar
bakımından, mala karĢı iĢlenen suçlara
göre daha fazla cezalar öngörülmüĢtür.
Madde 2.
(1) Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil
için kimseye ceza verilemez ve güvenlik
tedbiri uygulanamaz. Kanunda yazılı
cezalardan ve güvenlik tedbirlerinden baĢka
bir ceza ve güvenlik tedbirine
hükmolunamaz. (2) Ġdarenin düzenleyici
iĢlemleriyle suç ve ceza konulamaz. (3)
Kanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin
uygulanmasında kıyas yapılamaz. Suç ve
ceza içeren hükümler, kıyasa yol açacak
biçimde geniĢ yorumlanamaz.
Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma
Madde 53.
KiĢi, kasten iĢlemiĢ olduğu suçtan dolayı
hapis cezasına mahkûmiyetin kanuni sonucu
olarak;
Sürekli, süreli veya geçici bir kamu görevinin
üstlenilmesinden; bu kapsamda, Türkiye
Büyük Millet Meclisi üyeliğinden veya
Devlet, il, belediye, köy veya bunların
denetim ve gözetimi altında bulunan kurum
ve kuruluĢlarca verilen, atamaya veya seçime
tâbi bütün memuriyet ve hizmetlerde
istihdam edilmekten,
Seçme ve seçilme ehliyetinden ve diğer
siyasî hakları kullanmaktan,
Velayet hakkından; vesayet veya kayyımlığa
ait bir hizmette bulunmaktan,
Vakıf, dernek, sendika, Ģirket, kooperatif ve
siyasî parti tüzel kiĢiliklerinin yöneticisi veya
denetçisi olmaktan,
Bir kamu kurumunun veya kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluĢunun iznine tâbi
bir meslek veya sanatı, kendi sorumluluğu
altında serbest meslek erbabı veya tacir
Madde 1 – Kanunun sarih olarak suç
saymadığı bir fiil için kimseye ceza
verilmez. Kanunda yazılı cezalardan
baĢka bir ceza ile de
kimse
cezalandırılamaz.
Suçlar; cürüm veya kabahattir.
Madde20 – Hidematı ammeden
memnuiyet cezası müebbet veya
muvakkattir.
Müebbeden
Hidamatı
ammeden
memnuiyet:
1-Devairi intihabiyede müntehip veya
müntehap olmaktan ve sair bilcümle
hukuku siyasiyeden,
2- Büyük Millet Meclisi azalığından ve
intihaba tabi olan veya devlet ve
vilayet ve Belediye ve köy tarafından
veya bunların teftiĢ ve murakabesi
altında bulunan müessesat canibinden
tevcih kılınan bilcümle memuriyet ve
hizmetlerden,
3-Devletçe veya salahiyettar ilmi
encümenlerce tevcih olunan rütbe ve
unvan ve niĢan ve madalyalardan.
4- Bundan evvelki bentlerde beyan
edilen niĢan, rütbe, unvan, sıfat, hizmet
ve memuriyetlerden birinin bahĢettiği
maaĢlı veya fahri her türlü hukuktan,
190
olarak icra etmekten,
Yoksun bırakılır.
KiĢi, iĢlemiĢ bulunduğu suç dolayısıyla
mahkûm olduğu hapis cezasının infazı
tamamlanıncaya
kadar
bu
hakları
kullanamaz.
Mahkûm olduğu hapis cezası ertelenen veya
koĢullu salıverilen hükümlünün kendi altsoyu
üzerindeki velayet, vesayet ve kayyımlık
yetkileri açısından yukarıdaki fıkralar
hükümleri uygulanmaz. Mahkûm olduğu
hapis cezası ertelenen hükümlü hakkında
birinci fıkranın (e) bendinde söz konusu
edilen hak yoksunluğunun uygulanmamasına
karar verilebilir.
Kısa süreli hapis cezası ertelenmiĢ veya fiili
iĢlediği sırada onsekiz yaĢını doldurmamıĢ
olan kiĢiler hakkında birinci fıkra hükmü
uygulanmaz.
Birinci fıkrada sayılan hak ve yetkilerden
birinin kötüye kullanılması suretiyle iĢlenen
suçlar dolayısıyla hapis cezasına mahkûmiyet
hâlinde, ayrıca, cezanın infazından sonra
iĢlemek
üzere,
hükmolunan
cezanın
yarısından bir katına kadar bu hak ve
yetkinin kullanılmasının yasaklanmasına
karar verilir. Bu hak ve yetkilerden birinin
kötüye kullanılması suretiyle iĢlenen suçlar
dolayısıyla sadece adlî para cezasına
mahkûmiyet hâlinde, hükümde belirtilen gün
sayısının yarısından bir katına kadar bu hak
ve yetkinin kullanılmasının yasaklanmasına
karar verilir. Hükmün kesinleĢmesiyle icraya
konan yasaklama ile ilgili süre, adlî para
cezasının tamamen infazından itibaren
iĢlemeye baĢlar.
(6) Belli bir meslek veya sanatın ya da trafik
düzeninin gerektirdiği dikkat ve özen
yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla iĢlenen
taksirli suçtan mahkûmiyet hâlinde, üç aydan
az ve üç yıldan fazla olmamak üzere, bu
meslek
veya
sanatın
icrasının
yasaklanmasına ya da sürücü belgesinin geri
alınmasına karar verilebilir. Yasaklama ve
geri alma hükmün kesinleĢmesiyle yürürlüğe
girer ve süre, cezanın tümüyle infazından
itibaren iĢlemeye baĢlar.
5- Mahküm olan kimsenin kanunu
medeni hükmünce kendi füruu üzerinde
haiz olduğu velayet hakkı müstesna
olmak üzere velayet ve vesayete
müteallik bir hizmette bulunmaktan,
6- Bundan evvelki bentlerde beyan
edilen her türlü hakları, unvanları,
rütbeleri, niĢanları, sıfatları, hizmet ve
memuriyetleri ihraz ehliyetinden,
Mahrumiyet hususlarıdır.
Geçici olarak kamu hizmetlerinden
yasaklanma cezası, hükümlünün, üç
aydan üç yıla kadar yukarıda gösterilen
siyasi haklar, hizmet, memuriyet,
sıfat,rütbe ve niĢandan ve bunları ceza
süresi içinde yeniden elde etmek
ehliyetinden mahrumiyetidir.
Hidematı
ammeden
memnuiyet
cezasının bu hizmetlerden bazılarına
hasr edildiği hallerle muayyen bir
meslek veya sanatın icrasına Ģamil
olduğu halleri kanun tayin eder.
Madde 25 – Muayyen bir meslek ve
sanatın tatili icrası üç günden iki seneye
kadardır.
Madde 33 – BeĢ seneden ziyade ağır
hapis cezasına mahküm olanlar ceza
müdetleri
zarfında
mahcuriyeti
kanuniye halinde bulundurulur. Ve
emvalinin
idaresinde
mahcurlar
hakkındaki kanunu medeni ahkamı
tatbik olunur.
BeĢ seneden ziyade ağır hapse mahküm
olan Ģahsın ceza müddeti zarfında
babalık hakkından ve kocalık sıfatının
bahĢettiği
kanuni
haklardan
mahrumiyetinede hüküm verilebilir.
Madde 34 – Bir cürüm ile katiyen
mahkümiyet; kanunen siyasi bir
hizmete
intihap
olunabilmek
kabiliyetini
selbettiği
veya
memuryetten mahrumyeti müstelzim
olduğu takdirde azalık ve memuriyetin
zevalinide mucip olur.
Madde 35 – Kanunun tayin ettiği
ahvalden maada resmi sıfatı veya icrası
ait
olduğu
daireden
verilecek
ruhsatname ve Ģehadetname gibi
vesikaya muhtaç olan bir meslek ve
sanatı suistimal suretiyle iĢlenen cürüm
191
Hak yoksunlukları
Madde 17.
(1)Yukarıdaki maddelerde açıklanan hâllerde
mahkeme, yabancı mahkemelerden verilen
ve Türk hukuk düzenine aykırı düĢmeyen
hükmün, Türk kanunlarına göre bir haktan
yoksunluğu
gerektirmesi
hâlinde,
Cumhuriyet savcısının istemi üzerine Türk
kanunlarındaki sonuçlarının geçerli olmasına
karar verir.
ve kabahatlere müteallik hükümler
mahkümun mahküm olduğu müddete
veya
cezayı
nakdinin
ademi
tediyesinden dolayı ne miktar hapis
cezası verilmek lazımgelirse o miktara
muadil olacak ve yirminci ve yirmi
beĢinci
maddelerde
muayyen
müddetlerin
azami
hadlerini
geçmiyecek bir müddetle muvakkaten
hidematı ammeden memnuiyetini veya
meslek ve sanatının tatilini dahi
istilzam eder.
Sair meslek ve sanatlar hakkında tatili
icabettiren ahvali kanun tayin eder.
Madde
41–Hidematı
ammeden
memnuiyet, veya muayyen bir meslek
ve sanatın tatili cezası, gıyaben verilen
kararlara müteallik ahkamı kanuniye
müstesna olmak üzere, hükmün
katileĢdiği tarihten baĢlar.
Eğer hidematı ammeden memnuiyet
veya bir meslek ve sanatın tatili ve sair
ehliyetsizlik cezası Ģahsi hürriyeti tahdit
eden diğer bir cezaya bağlı olur veya
bir ceza mahkümiyetinin neticesi
bulunursa
asıl
cezanın
icrası
müddetince devam etmekle beraber
hüküm ilamında veya kanunda tayin
edilen müddet ancak cezanın ikmal
edildiği veya sakit olduğu günden
baĢlar.
Madde8– Bundan evvelki maddelerde
beyan
olunan
ahvalde
ecnebi
mahkemeden
verilen
ve
Türk
kanunlarına muvafık bulunan hüküm
Türk kanununca gerek asli ve gerek
fer'i
olarak
hidematı
ammeden
memnuiyeti veya sair güna iskatı
ehliyeti mucip bir cezayı mutazammın
olduğu takdirde müddei umuminin
talebi üzerine ecnebi memlekette
hüküm olunan mahrumiyet ve iskatı
ehliyet cezaları netayicinin Türkiye‘de
dahi cari olacağına mahkeme karar
verebilir.
Müddei umuminin talebi üzerine
mahkemece bir muamele yapılmazdan
evvel
mahkum
dahi
ecnebi
mahkemesinden
verilen
hükmün
Türkiye
mahkemesince
yeniden
192
Kast
Madde 21.
Suçun oluĢması kastın varlığına bağlıdır.
Kast, suçun kanunî tanımındaki unsurların
bilerek ve istenerek gerçekleĢtirilmesidir.
(2)KiĢinin, suçun kanunî tanımındaki
unsurların gerçekleĢebileceğini öngörmesine
rağmen, fiili iĢlemesi hâlinde olası kast
vardır. Bu hâlde, ağırlaĢtırılmıĢ müebbet
hapis cezasını gerektiren suçlarda müebbet
hapis cezasına, müebbet hapis cezasını
gerektiren suçlarda yirmi yıldan yirmi beĢ
yıla kadar hapis cezasına hükmolunur; diğer
suçlarda ise temel ceza üçte birden yarısına
kadar indirilir.
Cezalar
Madde 45.
Suç karĢılığında uygulanan yaptırım olarak
cezalar, hapis ve adlî para cezalarıdır.
Mahsup
Madde 63.
(1) Hüküm kesinleĢmeden önce gerçekleĢen
ve Ģahsî hürriyeti sınırlama sonucunu
doğuran bütün hâller nedeniyle geçirilmiĢ
süreler, hükmolunan hapis cezasından
indirilir. Adlî para cezasına hükmedilmesi
durumunda, bir gün yüz Türk Lirası sayılmak
üzere, bu cezadan indirim yapılır.
Takdiri indirim nedenleri
Madde 62.
Fail yararına cezayı hafifletecek takdiri
nedenlerin varlığı hâlinde, ağırlaĢtırılmıĢ
müebbet hapis cezası yerine, müebbet hapis;
müebbet hapis cezası yerine, yirmibeĢ yıl
hapis cezası verilir. Diğer cezaların altıda
tetkikini talep etmek hakkını haizdir.
Madde 45 – Cürümde kasdin
bulunmaması cezayı kaldırır. Failin bir
Ģeyi yapmasının veya yapmamasının
neticesi olan bir fiilden dolayı kanunun
o fiile ceza tertip ettiği ahval
müstesnadır.
Kabahatlerde kasit sabit olmasa bile herkes
kendi fiil veya ihmalinden mesuldür.
Failin öngördüğü neticeyi istememesine
rağmen neticenin meydana gelmesi halinde
bilinçli taksir vardır; bu halde ceza üçte bir
oranında artırılır.
Madde 11 – Cürümlere mahsus cezalar
Ģunlardır:
1 – (Ġdam cezası 14.07.2004 gün, 5218A S.K. ile yürürlükten kaldırılmıĢtır.),
2 - Ağır hapis,
3 - Hapis,
4 – ( Sürgün cezası 647 SK. nun geçici
2. md. Ġle yürürlükten kaldırılmıĢtır.)
5 - Ağır cezayı nakdi,
6 - Hidematı ammeden memnuiyet.
Kabahatler
için
mevzu
cezalar
Ģunlardır:
1 - Hafif hapis,
2 - Hafif cezayı nakdi,
3 - Muayyen bir meslek ve sanatın tatili
icrası.
Bu kanunda Ģahsi hürriyeti tahdit eden
cezalar tabirinden ağır hapis, hapis,
sürgün ve hafif hapis cezaları murad
olunur.
Madde
40
–
Hüküm
katiyet
kesbetmeden evvel vuku bulan
mevkufiyet ceza mahkûmiyetlerinden
indirilir.
Eğer cezayı nakdi tertip olunmuĢ ise
tenzil, 19 uncu maddede gösterilen
hesaba göre yapılır.
Madde
59
–
Kanuni
tahfif
sebeplerinden ayrı olarak mahkemece
her ne zaman fail lehine cezayı
hafifletecek takdiri sebepler kabul
edilirse idam cezası yerine müebbet
ağır hapis ve müebbet ağır hapis yerine
30 sene ağır hapis cezası hükmolunur.
193
birine kadarı indirilir.
(2)Takdiri indirim nedeni olarak, failin
geçmiĢi, sosyal iliĢkileri, fiilden sonraki ve
yargılama sürecindeki davranıĢları, cezanın
failin geleceği üzerindeki olası etkileri gibi
hususlar göz önünde bulundurulabilir.
Takdiri indirim nedenleri kararda gösterilir.
Diğer cezalar altıda birden
olmamak üzere indirilir.
Ceza zamanaĢımı ve hak yoksunlukları
Madde 69.
(1) Cezaya bağlı olan veya hükümde
belirtilen hak yoksunluklarının süresi ceza
zamanaĢımı doluncaya kadar devam eder.
Madde 115 – Amme hizmetlerinden
muvakkat memnuiyet yahut diğer bir
ıskatı ehliyet cezası veya bir meslek ve
sanatın tatili icrası sair cezalara zam ve
ilave edildiği veyahut bir hüküm
neticesi olduğu takdirde ıskatı ehliyet
ve tatili meslek ve sanat cezaları, onlar
için muayyen olan müddetin iki misline
muadil bir müddet geçmedikçe sakıt
olmazlar ve iĢbu müruru zaman aslı
mücazatın sakıt olduğu tarihten itibaren
cereyana baĢlar.
Madde 183 – Kanunda yazılı hallerin
haricinde bir kimsenin üzerini aramak
için emir veren yahut bizzat arayan
memur altı aya kadar hapis olunur.
Haksız arama
Madde 120.
(1) Hukuka aykırı olarak bir kimsenin
üstünü veya eĢyasını arayan kamu
görevlisine üç aydan bir yıla kadar hapis
cezası verilir.
Göçmen kaçakçılığı
Madde 79.
Doğrudan doğruya veya dolaylı olarak maddî
menfaat elde etmek maksadıyla, yasal
olmayan yollardan;
Bir yabancıyı ülkeye sokan veya ülkede
kalmasına imkân sağlayan,
Türk vatandaĢı veya yabancının yurt dıĢına
çıkmasına imkân sağlayan,
KiĢi, üç yıldan sekiz yıla kadar hapis ve
onbin güne kadar adlî para cezası ile
cezalandırılır.
Bu suçun bir örgütün faaliyeti çerçevesinde
iĢlenmesi hâlinde, verilecek cezalar yarı
oranında artırılır.
(3) Bu suçun bir tüzel kiĢinin faaliyeti
çerçevesinde iĢlenmesi hâlinde, tüzel kiĢi
hakkında bunlara özgü güvenlik tedbirlerine
hükmolunur.
fazla
Madde 201/a – Doğrudan doğruya veya
dolaylı olarak maddî menfaat elde etmek
maksadıyla, yabancı bir devlet tâbiiyetinde
bulunan veya vatansız olan veya
Türkiye‘de sürekli olarak oturmasına
yetkili mercilerce izin verilmemiĢ bulunan
kimselerin Türkiye‘ye yasal olmayan
yollardan
girmelerini
veya
ülkede
kalmalarını, bu kiĢilerin veya Türk
vatandaĢlarının yasal olmayan yollardan
ülke dıĢına çıkmalarını sağlamaya göçmen
kaçakçılığı denilir.
Göçmen kaçakçılığı suçunun faillerine
veya böyle bir suça iĢtirak etmeksizin, daha
önce ülkeye sokulmuĢ veya girmiĢ kaçak
göçmenleri, maddî menfaat elde etmek
maksadıyla, yasal olmayan yollarla ülkeden
çıkaranlara, yasal koĢullara uymaksızın
ülkede kalmalarını olanaklı kılanlara, bu
maksatla sahte kimlik veya seyahat
belgelerini hazırlayanlara veya temin
edenlere ya da bu suçlara teĢebbüs
edenlere, fiilleri baĢka bir suç oluĢtursa bile
ayrıca iki yıldan beĢ yıla kadar ağır hapis
ve bir milyar liradan az olmamak üzere ağır
para cezası verilir; suçun iĢlenmesinde
kullanılan taĢıtlar ve bu fiil nedeniyle elde
194
Ġnsan ticareti
Madde 80.
Zorla çalıĢtırmak veya hizmet ettirmek,
esarete veya benzerî uygulamalara tâbi
kılmak, vücut organlarının verilmesini
sağlamak maksadıyla tehdit, baskı, cebir
veya Ģiddet uygulamak, nüfuzu kötüye
kullanmak,
kandırmak
veya
kiĢiler
üzerindeki denetim olanaklarından veya
çaresizliklerinden yararlanarak rızalarını elde
etmek suretiyle kiĢileri tedarik eden, kaçıran,
bir yerden baĢka bir yere götüren veya sevk
eden, barındıran kimseye sekiz yıldan oniki
yıla kadar hapis ve onbin güne kadar adlî
para cezası verilir.
Birinci fıkrada belirtilen amaçlarla giriĢilen
ve suçu oluĢturan fiiller var olduğu takdirde,
mağdurun rızası geçersizdir.
Onsekiz yaĢını doldurmamıĢ olanların birinci
fıkrada belirtilen maksatlarla tedarik
edilmeleri, kaçırılmaları, bir yerden diğer bir
yere götürülmeleri veya sevk edilmeleri veya
barındırılmaları hâllerinde suça ait araç
fiillerden hiçbirine baĢvurulmuĢ olmasa da
faile birinci fıkrada belirtilen cezalar verilir.
(4) Bu suçlardan dolayı tüzel kiĢiler hakkında
da güvenlik tedbirine hükmolunur.
ĠĢkence
Madde 94.
Bir kiĢiye karĢı insan onuruyla bağdaĢmayan
ve bedensel veya ruhsal yönden acı
çekmesine, algılama veya irade yeteneğinin
etkilenmesine, aĢağılanmasına yol açacak
davranıĢları gerçekleĢtiren kamu görevlisi
hakkında üç yıldan oniki yıla kadar hapis
cezasına hükmolunur.
Suçun;
Çocuğa, beden veya ruh bakımından
kendisini savunamayacak durumda bulunan
kiĢiye ya da gebe kadına karĢı,
Avukata veya diğer kamu görevlisine karĢı
görevi dolayısıyla, ĠĢlenmesi hâlinde, sekiz
yıldan onbeĢ yıla kadar hapis cezasına
hükmolunur.
Fiilin cinsel yönden taciz Ģeklinde
gerçekleĢmesi hâlinde, on yıldan onbeĢ yıla
kadar hapis cezasına hükmolunur.
Bu suçun iĢleniĢine iĢtirak eden diğer kiĢiler
de kamu görevlisi gibi cezalandırılır.
(5) Bu suçun ihmali davranıĢla iĢlenmesi
hâlinde, verilecek cezada bu nedenle indirim
yapılmaz.
edilen maddî menfaatler müsadere edilir.
Madde 201/b – Zorla çalıĢtırmak veya
hizmet ettirmek, esarete veya benzeri
uygulamalara
tâbi
kılmak,
vücut
organlarının
verilmesini
sağlamak
maksadıyla, tehdit, baskı, cebir veya Ģiddet
uygulamak, nüfuzu kötüye kullanmak,
kandırmak veya kiĢiler üzerindeki denetim
olanaklarından veya çaresizliklerinden
yararlanarak rızalarını elde etmek suretiyle
kiĢileri tedarik eden, kaçıran, bir yerden
baĢka bir yere götüren veya sevk eden,
barındıran kimseye beĢ yıldan on yıla kadar
ağır hapis ve bir milyar liradan az olmamak
üzere ağır para cezası verilir.
Birinci fıkrada belirtilen amaçlarla giriĢilen
ve suçu oluĢturan eylemler var olduğu
takdirde, mağdurun rızası yok sayılır.
Onsekiz yaĢını doldurmamıĢ çocukların
birinci fıkrada belirtilen maksatlarla tedarik
edilmeleri, kaçırılmaları, bir yerden diğer
bir yere götürülmeleri veya sevk edilmeleri
veya barındırılmaları hâllerinde suça ait
araç fiillerden hiçbirisine baĢvurulmuĢ
olmasa da faile birinci fıkrada belirtilen
cezalar verilir.
Madde 243 – Mahkemeler ve meclisler
reis ve azalarından ve sair hükümet
memurlarından biri maznun bulunan
kimselerin cürümlerini söyletmek için
iĢkence eder yahut zalimane veya
gayri-insani veya haysiyet kırıcı
muamelelere baĢvurursa beĢ seneye
kadar ağır hapis ve müebbeden veya
muvakkaten memuriyetten mahrumiyet
cezası ile mahküm olur.
Fiil neticesinde ölüm vukua gelirse 452
nci, sair hallerde 456 ncı maddeye göre
tertip olunacak ceza üçte birden yarıya
kadar artırılır.
195
Eski ve yeni kanun arasındaki farklılıklar burada ortaya konulandan çok daha fazla olmakla
birlikte değerlendirmemiz konumuz kapsamındakileri içermektedir.
4. SONUÇ
5237 sayılı Kanunla 765 sayılı Türk Ceza Kanununun sistematik yapısı tamamen değiĢtirilerek,
Yeni Türk Ceza Kanunu, eskisinden farklı olarak yalnız hükümleri bakımından değil sistematiği
bakımından da ―insan merkezli‖ bir kanun halini almıĢtır (Roxin ve Ġsfen, 2006:280). 765 sayılı
Kanunun sistematiğinde, öncelikle Devletin Ģahsiyetine karĢı suçlar düzenlenmiĢken; 5237 sayılı Türk
Ceza Kanununda bireye verilen önemi vurgulamak amacıyla, insanlığa karĢı suçlar ve kiĢilere karĢı
suçlar, özel hükümler arasında, öncelikle düzenlenmiĢtir (Sözüer, 2013:10).
5237 sayılı Kanunla, 765 sayılı Kanunda yer alan yaptırım sistematiği de önemli değiĢiklikler
uğramıĢtır. 19. yüzyıl ceza hukuku anlayıĢı kaldırılmıĢ, yaptırımlar, ceza ve güvenlik tedbiri olarak
belirlenmiĢtir (Roxin ve Ġsfen, 2006:277). Suçlar arasındaki ―cürüm‖ ve ―kabahat‖ ayırımı terk
edildiği için, hürriyeti bağlayıcı ceza açısından kabul edilen ―hapis‖ ve ―hafif hapis‖ ayırımı da
kaldırılmıĢtır. Böylece, temel ceza olarak, hapis cezası benimsenmiĢtir (Sözüer, 2013:17).
5237 sayılı Kanunla birey ön plâna çıkarılmıĢtır. KiĢinin hayatı, vücut bütünlüğü, cinsel
dokunulmazlığı, konut dokunulmazlığı, haberleĢme hürriyeti, fikir ve düĢünce hürriyeti ve bunu ifade
edebilme imkânı sağlanmıĢtır (Sözüer, 2013:24). Bireyin sahip bulunduğu hukukî değerlerle, hak ve
özgürlüklerinin güvence altına alınması, kanun koyucunun amaç maddesinin gerekçesinde belirttiği
Ģekliyle oluĢturulmuĢtur. Bireyin bir hukuk toplumunda yaĢama hakkının gereği olarak, kamu düzeni
ve güvenliğinin korunması ile suç iĢlenmesinin önlenmesi, Kanunun temel amaçları arasında
sayılmıĢtır (Sözüer, 2013:7-26).
Eski Kanunda ayrı bir kısmı oluĢturan hürriyete karĢı suçlar, 5237 sayılı kanunda Ģahsa karĢı
suçlar baĢlığı altında düzenlenmiĢtir. Oysa 765 sayılı kanun ―hürriyet‖ olgusunu baĢlı baĢına bir değer
olarak kabul ederek bu doğrultuda bu değerin çeĢitli görünüm biçimlerine göre hukuki konu
saptamıĢtır. Yeni kanunda ise ―hürriyet‖ kiĢiye yönelik olduğu için kiĢisel bir değer olarak kabul
edilerek, mağdurun rızasının fiili meĢru hale getirip getiremeyeceği sorunun ortaya çıkarmıĢtır. (Özar,
2006:107).
Uluslararası antlaĢmalarda yer alan düzenlemeler göz önünde bulundurularak, kadınlar ve
çocuklarla ilgili çocukların pornografik ürünlerde kullanılması, fuhuĢa konu edilmesi fiilleri Kanunda
suç olarak hükme bağlanmıĢ, çocukların pornografik ürünlerde kullanılması, fuhuĢa konu edilmesi
fiilleri için ceza öngörülmüĢtür (Roxin ve Ġsfen, 2006:277).
Kast, doğrudan kast ve olası kast olarak; taksir ise, taksir ve bilinçli taksir olarak ikiye ayrılmıĢ ve
bunlara iliĢkin hükümlere yer verilmiĢtir. Gönüllü vazgeçme, soykırım ve insanlığa karĢı suçlar,
yeniden düzenlenmiĢ ve töre saikıyla insan öldürme, nitelikli insan öldürme suçu olarak kabul
edilmiĢtir. Ġnsan üzerinde deney, organ ve doku ticareti, ayırımcılık, kiĢiler arasındaki konuĢmaların
dinlenmesi ve kayda alınması suç haline getirilmiĢtir. KiĢisel verilerin kayda alınması, ele geçirilmesi
ayrı bir suç olarak kabul edilmiĢtir (Roxin ve Ġsfen, 2006:277-291). ġartla salıverme, para cezasının
infazı, hapis cezalarının özel infaz Ģekilleri gibi doğrudan infaz hukukunu ilgilendiren hükümlere yer
verilmemiĢ, bunlar Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin Ġnfazı Hakkında Kanunda düzenlenmiĢtir (Roxin
ve Ġsfen, 2006:282).
5237 sayılı TCK, suçun hukuki konusu ve suçla ihlal edilen ceza ile korunan hukuki değer veya
menfaatin omurgasını oluĢturduğu 765 sayılı TCK‘dan farklılık göstermektedir (Hafızoğulları ve
Özen, 2013:10). 5237 sayılı TCK‘un getirdiği yeniliklerden biri de yeni suçlara yer vermesidir. Öte
yandan Yeni TCK Mülga TCK‘un birçok maddede tanımladığı fiilleri tek bir maddede toplamıĢtır
(Hafızoğulları ve Özen, 2013:11). Yeni TCK‘un suç ve kabahat ayrımını yaparak, Mülga TCK‘na göre
hürriyet alanını geniĢlettiği söylenebilir. Cumhuriyetin baĢlangıcı dönemindeki Ceza Hukuku
reformunun amacı yeni kurulan cumhuriyet rejimi anlayıĢını ―yukarıdan aĢağıya‖ doğru topluma
hâkim kılmakken, 2004‘te baĢlayan Türk Ceza Hukuku reformunun amacı ise ―aĢağıdan yukarıya‖
doğru birey özgürlüklerini güçlendirmek ve güvenceye almak olarak nitelendirebilir (Sözüer,
2013:22).
196
Bu amaçla hareket edilerek oluĢturulan 2005 Türk Ceza Hukuku Reformunda öne çıkan hususlar
ise ölüm cezasının kaldırılması, iĢkence uygulamalarına son verilmeye yönelik düzenlemeler, kolluk
kuvvetlerinin silah kullanma yetkisinin sınırlandırılması, halkı kin ve düĢmanlığa tahrik veya
aĢağılama suçu gibi ifade özgürlüğü için sorun yaratan suçların yeniden kaleme alınması, terör örgütü
gibi muğlâk ifadelerin cebir, tehdit gibi yöntemleri kullanarak suç iĢleyen ―silahlı örgütler‖ olarak
belirlenmesi, vücut dokunulmazlığı, cinsel dokunulmazlık ve özel hayatın dokunulmazlığına karĢı
suçlarda hukuki değerlerin bireyin dokunulmazlığı anlayıĢına uygun Ģekilde düzenlenmesi Ģekilde
sıralanabilir (Sözüer, 2013:23).
Ancak, amaç belirlemesinin tatmin edici olmadığı eleĢtirilerinden baĢlamak üzere doktrinde 5237
sayılı TCK‘un yeterli düzenlemeleri sağlayamadığına dair görüĢler de mevcuttur. Bunun nedeni, geniĢ
tutulmuĢ bazı kavramların diğer belirsiz kavramlarla örtülmeye çalıĢılmasıdır. Oysaki vatandaşların
barış içinde ve güvenli olarak beraber yaşamaları için kaçınılmaz olan kişinin ve toplumun hukuki
değerlerini, bunları daha hafif başka hukuki ve sosyal-politik tedbirlerle korumanın mümkün olmadığı
durumlarda korumaktır Ģeklinde belirtilen bir amacın görece daha yerinde olacağına yönelik
düĢünceler vardır (Roxin ve Ġsfen, 2006:277).
Öte yandan, eski TCK‘da suçların tasnifinde esas alınan suçun hukuki konusu düĢüncesinin göz
ardı edilmesi, suçların genel tasnifinin kendi içinde tutarsız olduğuna dair, Anayasa ve AĠHS ile
mutlak insan hakkı sayılan siyasi hürriyetler, din ve vicdan hürriyetine karĢı suçların baĢka suçlar
arasına serpiĢtirilmiĢ olması, kanunun dilinin Türk dilinin bugün geldiği noktayı yansıtamıyor oluĢu,
kanunun özel hükümleri kısmındaki suç tanımlarında eksikliklerin bulunması, 765 sayılı kanundaki
suçların çoğunu bir araya toplaması ve suçların sayısını arttırarak kiĢilerin hürriyet alanını daralttığına
dair eleĢtiriler yer almaktadır (Hafızoğulları, Özen, 2013:2-28).
KAYNAKÇA
AktaĢ S. (2009). Cezalandırmanın Amacı Üzerine. Erzincan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.
XIII, S. 1–2, 1-24.
Artuk, M., Gökcen A.,Yenidünya, C. (1998). Ceza Hukuku Özel Hükümler. Ankara: Seçkin.
BektaĢ, R. (Ekim 2009). Türkiye‘de Suç Politikalarının Epistemolojik-Hukuki Temeli Üzerine Bir
AraĢtırma. 6. Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiri Kitabı. 698-716.
Dannecker, G. (2006). Ceza Hukukunun Avrupa Hukuk Kültürüne Katkısı, Suç Politikası,
(P.Bacaksız, Çev. ) , (ss.353-374). Ankara: Seçkin.
Dannecher, G. (2006). Ceza Hukuku Biliminin BakıĢ Açıları. Suç Politikası, (Y. Ünver, Çev.) (ss. 7182) Ankara: Seçkin.
DemirbaĢ, T. (2012). Kriminoloji. (4.bs.) Ankara: Seçkin.
Hafızoğulları, Z.,Güngör D. (2007). Türk Ceza Hukukunda Suçların Tasnifi. TBB Dergisi. Sayı 69,
21-50.
Hafızoğulları, Z., Özen, M. (2013).Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler Kişilere Karşı Suçlar. (3.bs)
Ankara: Us-a Yayıncılık.
Hafızoğulları, Z.,Özen, M. (2012). Türk Ceza Hukuku Genel Hükümle. (5.bs) Ankara: Us-a
Yayıncılık.
Özar S. (2006). Türk Ceza Kanunun Sistematiğine ĠliĢkin Kritik Noktalar. Ankara Barosu Dergisi Sayı
3. 97-114.
Özbek, V., Kanbur, M., Bacaksız P. v.d. (2010). Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler. Ankara: Seçkin.
Özgenç Ġ. (2005). Türk Ceza Kanunu Gazi Şerhi Genel Hükümler. (2.bs) Ankara: Seçkin.
Roxin C. (2006). Ceza Hukukunun bir Geleceği Var mıdır? Suç Politikası, (Y. Ünver, Çev.) (ss.55-70)
Ankara: Seçkin.
Roxin C., Ġsfen O. (2006). Yeni Türk Ceza Kanunu‘nun Genel Hükümleri, Suç Politikası, (O. Ġsfen
197
Çev.),( ss.277-293), Ankara: Seçkin.
Sözüer,
A.
(2013).
Türk
Ceza
Hukuku
Reformu
Mevzuatı,
Ġstanbul:
Alfa
Basım.
198
“HALK PLAJLARA AKIN ETTĠ, VATANDAġ DENĠZE GĠREMĠYOR”:
ĠNSAN HAKLARI – VATANDAġ HAKLARI
Ġrem Burcu ÖZKAN1
ÖZET
Fransız Devrimi sonrası filizlenen ulus devlet ve milliyetçilik düĢüncelerinin oluĢturduğu ve bu
kavramlarla organik bağ içinde ortaya çıkan vatandaĢlık, küreselleĢme çağı olarak adlandırılan
günümüz dünyasında adından sıkça söz edilen ve üzerinde önemle durulan bir kavram olmaya devam
etmektedir. Bunun yanında uluslararası hukukun aktörleri olan hükümetler arası örgütler ile bu
örgütlerin üye devletleri eliyle hazırlanan ve iç hukuklarda yürürlüğe konulan belgelerle ―insan
hakları‖ alanının birçok alt baĢlığı evrenselleĢtirilmekte ve ihlaller çeĢitli mekanizmalar yoluyla tespit
ve tazmin edilmektedir.
Bu noktada; bir siyasi topluluğa üyelikten kaynaklanan ―vatandaĢlık hakları‖ ile evrensel olarak
insanlığın üyesi olmaktan kaynaklanan ―insan hakları‖ arasındaki iliĢki, üzerinde durulmaya değer bir
husus olarak karĢımıza çıkmaktadır. Konuya dair araĢtırma; eĢitlik ve özgürlük üzerinden yürütülen
tartıĢmalar, vatansızların çalıĢma konusu bağlamındaki durumu ve küreselleĢme koĢullarında konuyla
ilgili tartıĢmaların geldiği noktanın tespit edilmeye çalıĢılması ile sınırlandırılmıĢtır.
ÇalıĢmanın konusuna iĢaret etmesi itibariyle 1949-1957 yılları arasında Ġstanbul Valiliği yapmıĢ
olan Fahrettin Kerim Gökay‘ın medyaya yansıyan ünlü cümlesi baĢlık olarak kullanılmıĢtır.
Anahtar Kelimeler: Vatandaşlık, insan hakları, haklara sahip olma hakkı, vatansızlık, tikellik,
evrensellik.
ABSTRACT
The notion of citizenship, which has an organic bond with nation-state and nationalism that began
to develop after the French Revolution, still continues to be a notion that being discussed and being
elaborated in today which is called the age of globalization. Besides, through the documents which are
prepared by the Inter-Governmental Organizations and their member states and brought into force in
domestic law; many subtitles of ―human rights‖ are being universalized and the violations are being
detected and compensated by variety of mechanisms.
At this point, the relationship between ―rights of citizens‖ which arise from the membership of a
political community and ―human rights‖ which have its source in the membership of humanity
becomes a point to worth examining. This research content is limited its content with the discussions
on equality and liberty, the state of statelessness and the point that these discussions arrived at the
condition of globalization.
In the respect of indicating the research subject, a well-known statement of a former governor of
Istanbul(1949-1957) named Fahrettin Kerim Gökay, is being used as the title.
Keywords: Citizenship, human rights, right to have rights, statelessness, particularism,
universalism.
I- TĠKEL VATANDAġ VE EVRENSEL ĠNSAN
Ġnsan hakları ile vatandaĢlığın bir arada değerlendirilmesi karĢımıza iki soru üzerinden farklı teorik
yaklaĢımlar çıkarır: bunlar ―insanın‖ ne olduğuna ve insan ile devlet arasındaki iliĢkinin algılanıĢına
iliĢkindir. Dina Kiwan, bireye ve birey-devlet iliĢkisine dair farklı anlayıĢlar üzerinden, vatandaĢlığı,
1
AraĢ. Gör., Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı,
[email protected].
199
kavramın tarihsel geliĢimini takip eden beĢ temel kategori içinde değerlendirir. Bunlar; ahlaki, hukuki,
kozmopolit, kimlik temelli ve katılım temelli vatandaĢlık kategorileridir (Kiwan, 2005: 38).
VatandaĢlığın ahlaka iliĢkin kategorisinin izlerini Antik Yunan‘a ve ―adil toplum‖ ile ―adil birey‖
arasında sıkı bir iliĢki olduğunu öne süren ve ahlaki eğitimin devletin en önemli iĢlevi olduğunu ifade
eden Platon‘a değin sürebilmekteyiz. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Platon‘un vatandaĢı,
devlete karĢı hakları olan bir birey olarak değil, doğası gereği sosyal olan insan tabiatını kastederek ele
almasıdır. Zira Platon‘a göre devlet için en iyi olan, onun vatandaĢları için de en iyi olacaktır.
VatandaĢlığın ahlaki inĢasına iliĢkin güncel formülasyonların da vatandaĢlık ve ―değer‖ üzerinden
Ģekillendiğini söylemek mümkündür. Bu bakımdan Platon‘un kavramsallaĢtırmasına yakın durmakla
beraber bugün farklı olan husus, insan mefhumunun siyasi doğasına bugün artık merkezi önem
addedilmemesidir. Bugün değerler bağlamında üzerinde durulan en önemli hususlardan biri çok
kültürlü toplumlarda ―paylaĢılan değerler‖ bakımından bir formülleĢtirmeye gitme çabasıdır (Kiwan,
2005: 39) .
VatandaĢlığı, onun hukuki yönünü vurgulayarak ele alan ilk vatandaĢlık anlayıĢını Roma‘da
bulmak mümkündür. Roma vatandaĢlığında tam teĢekküllü vatandaĢın haiz olduğu altı ayrıcalık
bulunur. Bunların dördü kamusal alana iliĢkin olup (askerlik hizmeti, mecliste oy hakkı, memuriyete
seçilebilme ve uyuĢmazlığı yargı önüne götürebilme) diğer ikisi özel hayata iliĢkindir (yabancı ile
evlenme ve diğer Roma vatandaĢlarıyla ticaret yapabilme). Birey, öncelikli olarak bu haklar ve ödevler
bileĢeninden ibaret olarak anlaĢılır ve bu noktada bireyin hak ve ödevleri ile vatandaĢın hak ve
ödevleri üst üste biner. Roma vatandaĢlık anlayıĢının hukuki yönü oldukça ağır basmasına rağmen
Antik Yunan‘da görülen devlete sadakat ve değer mefhumları da önemini yitirmez. VatandaĢlığın ve
devletin modern liberal anlamı genel itibariyle on yedinci yüzyıl Avrupa‘sında tezahür etmeye
baĢlamıĢ, devletin egemenliği ve ―yabancı‖nın tarifi hususları üzerine eğilmeye değer görülmüĢtür.
Liberalizm teriminin anlamı da zaman içinde seçme özgürlüğü düĢüncesi ve bireylerin sahip oldukları
doğal haklarla birlikte özgür ve eĢit olmaları ile birlikte anılmaya baĢlanmıĢtır. Bireyin hakları
üzerindeki bu vurgu aslında vatandaĢlığın hukuki kavrayıĢına denk düĢmektedir. (Kiwan, 2005: 40)
Thomas Hobbes ve John Locke‘un egemen devlet anlayıĢlarında da görebildiğimiz üzere, modern
Avrupa liberalizminin düsturu, devletin, kendi çıkarlarını en iyi kendileri tayin edecek olan
vatandaĢlarının hak ve özgürlüklerini korumak adına var olduğudur. (Kiwan, 2005: 40) Bu bağlamda
Fransız vatandaĢlığının yapısını incelemek faydalı olacaktır. Fransa‘da vatandaĢlığın formülü, insan
haklarının devletten kaynaklanması ve insan haklarına belli bir siyasi toplumun üyesi olma üzerinden
sahip olma, dolayısıyla ―Fransız olma‖ üzerinden oluĢmuĢtur. Ġnsan haklarının sahip olunan
uyrukluktan kaynaklandığı bu anlayıĢ, bu bağlamda, insanlık ailesini evrensel olarak kucaklayan insan
hakları mefhumuna açık bir karĢıtlık oluĢturmaktadır (Shafir ve Brysk, 2006: 278; Kiwan, 2005: 47).
Aidiyet üzerinden değerlendirilen vatandaĢlığı incelediğimizde karĢımıza, katılım boyutuna olduğu
kadar ―aidiyet‖ yönüne de önemli vurgular yapan komüniteryan teoriler çıkar.Bu teoriler liberalizmin
insan konseptine eleĢtiri getirerek insanın ―bir bağlam içinde‖ ele alınması gerektiğine iĢaret etmiĢtir.
Komüniteryanizmle sıkı sıkıya iliĢkilendirilen düĢünürlerden Alasdair McIntyre liberalizmin insan
konseptinin bireyin bir topluluğa aidiyetini ciddiye almadığını söyler. McIntyre, Rawls için bizim ıssız
bir adaya düĢen ve herkesin birbirine yabancı olduğu bir grup birey olduğumuzu ifade eder (Kiwan,
2005: 41). Günümüzde etnik aidiyetin vatandaĢlık tanımında açıkça yer aldığı bir örnek olarak Alman
vatandaĢlığı gösterilmektedir. Aidiyet ve kültürün merkeze alındığı vatandaĢlık anlayıĢında, insan
haklarının üzerinde yükseldiği evrenselliğin tam tersine tikellik bir gereksinim olarak ortaya çıkar,
dolayısıyla insan haklarının vatandaĢlığın bu konseptine de bir temel oluĢturamayacağı
belirtilir(Brubaker, 2009: 106-113; Kiwan, 2005: 47).
VatandaĢlığın katılım boyutunu ele aldığımızda karĢımıza çıkacak en önemli isimlerden biri
―Toplum SözleĢmesi‖ eseriyle aktif katılım üzerinde ziyadesiyle durmuĢ olan düĢünür Jean Jacques
Rousseau olacaktır. Katılımcı demokrasi ve tüm vatandaĢların aktif katılımı düĢüncesinin
savunucularından olan Rousseau, Hobbes ve Locke‘un aksine, genel iradenin ifadesi olduğunu
söylediği yasaların, bireyin özgürlüğünü geniĢlettiğini ifade eder (Kiwan, 2005: 42). Rousseau için
özgürlük ve değer karĢılıklı iliĢki içindedir; insan ancak sivil toplumda özgür olur ve değer
üretebilir(Rousseau, 2008: 71-72). Ġnsanın doğa durumundaki vaziyetinin ―özgür‖den ziyade
―bağımsız‖ olduğunu belirten Rousseau, doğa durumundaki bu bağımsız kiĢilerin ahlaki varlıklar
200
olmadığını, özgürlüğün ise ancak ahlaki varlıklarca tecrübe edilebileceğini öne sürer. Sivil toplum,
insana kapasitesini artırması için gerekli olan ortamı sağlar ve ancak o zaman insanın ahlaki
varlığından ve sivil topluma aktif katılım yoluyla insanlığını gerçekleĢtiren insandan söz edebiliriz
(Kiwan, 2005: 42, Rousseau, 2008: 71-72). VatandaĢlığın katılım boyutuyla ele alındığı anlayıĢ için,
aktif katılımın sağlanabileceği bir siyasi toplumun gerekliliği oldukça açıktır, dolayısıyla herhangi bir
siyasi topluluğa atıf yapmayan insan hakları kavramının bu vatandaĢlık anlayıĢını temellendirebileceği
sonucuna varmak pek mümkün gözükmemektedir (Kiwan, 2005: 47).
Son olarak, vatandaĢlığın kozmopolit kavramsallaĢtırmasını, Stoacıların, site devletlerinin
güçsüzleĢtiği ve önlerinde kozmopolit bir dünya imparatorluğu olan Roma Ġmparatorluğu‘nun
yükseldiği dönemde ortaya attıkları ―evrensel akıl‖ fikrine kadar götürmemiz mümkündür. Stoacılar
herkeste var olduğunu ileri sürdükleri bu evrensel akıl sayesinde herkesin eĢit olduğunu söylemektedir
ve buradan hareketle vatandaĢlık için, insanlık ailesinin tüm fertlerinin geliĢtirebilecekleri bu ―akıl‖
tek gereklilik olarak ortaya çıkmıĢtır. Özellikle 1990‘lardan itibaren liberal ve komüniteryan teorilere
tepki olarak çok çeĢitli evrensel yahut kozmopolit vatandaĢlık teorileri ortaya atılmıĢtır. Genel olarak
ulusal-aĢırı (transnational) ve ulus-ötesi (postnational) olarak kategorize edilen bu vatandaĢlık
teorileri içinde küresel vatandaĢlık, çoklu vatandaĢlık, diaspora vatandaĢlığı, kültürel vatandaĢlık gibi
bir çok alt kategori barındırmaktadır. Bu alt baĢlıkların her biri birbiriyle çatıĢma içinde görünse dahi
aslında tümü ―ulus-üstü‖ ve ―ulus-altı‖ kimlikleri güçlendirmekte ve ulus düzeyindeki kimliği ise
zayıflatmaktadır (Kiwan, 2005: 44).Buna karĢılık, ulusal aidiyetin görece zayıfladığı bu anlayıĢta dahi
bir siyasi toplum atfının mevcut olduğuna dair görüĢler mevcuttur. Buna göre, buradaki fark bu siyasi
topluluğun ulusal düzeyde olmayabileceği noktasındadır. Kiwan, evrenselliğe doğrudan göndermede
bulunan ―küresel vatandaĢlık‖ anlayıĢının dahi insan hakları mefhumuyla birebir örtüĢmeyeceği
görüĢünü savunur. (Kiwan, 2005: 48) VatandaĢlığa dair kozmopolit ve küreselleĢmeci yaklaĢımlar
çalıĢmanın üçüncü bölümünde daha ayrıntılı incelenecek ve konuya iliĢkin farklı görüĢler dile
getirilecektir.
Dina Kiwan, insan haklarının vatandaĢlık için teorik temel oluĢturabilmesinin -vatandaĢlığın nasıl
kavramsallaĢtırıldığından bağımsız olarak -mümkün olmadığını ileri sürer. Zira insan hakları söylemi
evrensel -tümel- bir çerçeveye atıfta bulunurken vatandaĢlığın daha kısmi -tikel- bir yapıda olması
bunu sonuçlar. Ġnsan hakları, vatandaĢlıktan kavramsal olarak farklıdır, bu ikisini aynı potada eritmek
kavramsal olarak tutarsızlık oluĢturmanın dıĢında siyasi topluma aidiyeti sağlayan karĢılıklı iliĢkinin
ihmal edilmesi hasebiyle tekil olarak vatandaĢın siyasi toplum bağlamında aktif katılımının önünü
tıkayabilecektir. (Kiwan, 2005: 37-38)VatandaĢlığın pratikteki karĢılığı bir siyasi toplum içinde
kendine yer bulurken insan hakları söylemi bireyin etik açıdan kavramsallaĢtırılmasına dayanan ortak
bir insanlık tasarımına atıfta bulunur. Ki bu atıf bireyin bir siyasi toplumla iliĢkisine ve politik
kavramsallaĢtırılmasına dayanan vatandaĢlık haklarıyla tezat oluĢturacaktır (Kiwan, 2005: 37).
Tikellik-evrensellik bahsini noktaladıktan sonra üzerinde duracağımız ikinci husus eĢitlik ve
özgürlük arası iliĢki üzerinden insan hakları ile vatandaĢlık arasındaki gerilimi anlamaya çalıĢmak
olacaktır.
Bugün, insan hakları söylemi kiĢi güvenliğinden kendi kaderini tayin hakkına kadar geniĢ bir
yelpazeyi ifade ederken, vatandaĢlık hakları söyleminden oldukça farklı bir yerde var olmaya devam
etmektedir. VatandaĢlık hakları söyleminin kendisi ise politik alanın -ekoloji gibi- yeni alanlara doğru
geniĢletilmesi gibi çabalarla, kolektif müzakere ve karar alma süreçleri gibi klasik politika alanlarını
yeniden canlandırma arasında bocalamaktadır. Dolayısıyla Balibar, 1789 devriminin formüle ettiği
―Ġnsan ve YurttaĢ hakları‖ denkliğini sürdürmenin zorluğuna iĢaret eder. Bunun yanı sıra insan ve
vatandaĢ arasında değiĢmez bir eĢitlik güdülmesinin, ―her Ģey politiktir ve politika her Ģeydir‖
düsturunun yarattığı bir totalitarizme yol açtığına dair neredeyse evrensel bir kabul olduğu hususuna
iĢaret edilmektedir. (Balibar, 1994: 40)
Balibar, 1789 devrimi ve sonrasında ortaya çıkan, kadınların, iĢçilerin ve sömürge halklarının
haklarına iliĢkin söylemlerin vatandaĢlıkla birleĢtirildiğinin Ģüphe götürmez olduğunu ifade eder.
Fakat Ģüphe ettiği nokta; bunun klasik doğal hakların devamı olarak görülmesidir (Balibar, 1994: 40).
Geleneksel ve yarı resmi yorum on yedi maddelik bildirinin içeriğinin insanın hakları (evrensel,
devredilmez, herhangi bir kurumdan bağımsız olarak var olan, varsayımsal) ile vatandaĢ hakları
201
(pozitif, kurumsal, sınırlı ve fakat etkin) arasındaki ayrım olduğunu dile getirir. Lakin Balibar, bu
bağlamda bildiri tekrar okunduğunda ―insan hakları‖ ile ―vatandaĢ hakları‖ içerikleri arasında herhangi
bir fark olmadığının ve aslında birebir aynı olduklarının görüleceğini ileri sürer. Bu savını
desteklerken, bildirinin ―doğal ve zamanaĢımı ile kaybedilmeyen‖ hakları sıralayan ikinci maddesinde
yer alan hakların hukuki güvenceye bağlanacağının bildirinin geri kalanından anlaĢılabildiğini öne
sürer. (Balibar, 1994: 40)Madde metni Ģöyledir;
Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi
Madde 2
Her siyasal toplumun amacı, insanın doğal ve zamanaşımı ile kaybedilmeyen haklarını
korumaktır. Bu haklar; özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnme hakkıdır2.
Balibar burada ―eĢitliğin‖ yokluğunun baĢta rahatsız edebileceğini fakat madde metninin,
bildirinin ilk maddesi ile birlikte okunduğunda problemin giderileceğini ifade eder. Bildirinin ilk
maddesinin konumuzu ilgilendiren ifadesi Ģöyledir:
Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi
Madde 1
İnsanlar, haklar yönünden özgür ve eşit doğar ve yaşarlar. (…)3
Bu madde, yalnızca ikinci maddede eĢitlikten bahsedilmemesini telafi etmeyecek, aynı zamanda
eĢitliği bir ilke yahut hak olarak diğer her Ģeyi birbirine bağlayan bir pozisyona taĢıyacaktır. (Balibar,
1994: 45) Dikkat etmek gereken baĢka bir nokta, Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi‘ndeki
eĢitliğin, ―zoon politikon”unyeniden uyanıĢı değil ve fakatbir sonuç ve özgürlüğün bir özelliği
olmasıdır. (Balibar, 1994: 46)
Özgürlüğün eĢitlikle eĢ tutulmasının arka planında özcü bir yaklaĢımdan ziyade tarihsel de facto
koĢulların yarattığı deneysel durumların olduğunu söyleyen Balibar, iki kavramın içeriğinde ―olan‖ ve
―olmayan‖ hususların ortaklığına dikkat çeker. Daha açık bir ifadeyle özgürlük ve eĢitlik tamamen
aynı hususlarla çatıĢma yahut karĢıtlık halindedir. Zira tarihte özgürlüğü baskılayıp kısıtlayan ve fakat
eĢitliğe engel oluĢturmayan –veya tam tersi- bir durum mevcut değildir. Balibar, bu görüĢüne iki ayrı
cepheden itiraz gelebileceğini ifade eder. Kapitalizm savunucusu cepheden gelebilecek itiraz; toplu iĢ
sözleĢmeleriyle gerçekleĢtirilmek istenen eĢitliğin pratikte özgürlüğün kısıtlanması sonucunu
doğurduğu görüĢüdür. Sosyalist rejimlerin itirazı ise; kamusal özgürlüklerin bastırılmasının,
ayrıcalıklar üreten toplum yapısının ve eĢitsizliklerin pekiĢtirilmesinin önüne geçeceği üzerinden
olacaktır. Fakat Balibar burada önemli olan noktanın, bireysel özgürlüklerin ortak kullanımı için
yetecek düzeyde eĢitlik ile bireylerin kolektif eĢitliğini sağlamaya yarayacak ölçüde özgürlük
olduğunu dile getirir. (Balibar, 1994: 48)
Peki, bu iki prensipten birine öncelik verilmesinin altında yatan motif ne olabilir? Tambakaki,
insan hakları yahut vatandaĢlık prensiplerinden birinin yahut diğerinin öncelenmesinin tamamen
kiĢinin demokratik siyasetten ne anladığı üzerinden Ģekillendiğini iddia eder. Buna göre eğer kiĢi
demokratik siyaseti, siyasi katılım ile yasal olarak kodifiye edilmiĢ hakları bağdaĢtıracak bir dizi
aĢama olarak, rasyonel ve prosedürel kavramlarla algılıyorsa insan haklarını öncelemesi kaçınılmaz
olacaktır. Buna karĢılık demokratik siyaset, muhalefet ve çekiĢmenin merkezi rol oynadığı bir değerler
2
Declaration of Human And Civic Rights of 26 August 1789, Article 2: “The aim of every political association is
the preservation of the natural and imprescriptible rights of Man. These rights are Liberty, Property, Safety
andResistance
to
Oppression.”
Çevrimiçi
eriĢim:
http://www.conseil-constitutionnel.fr/conseil
constitutionnel/root/bank_mm/anglais/cst2.pdf. EriĢim tarihi: 23.07.2013. Çeviri yazara aittir.
3
Declaration of Human And Civic Rights of 26 August 1789, Article first:“Men are born and remain free and
equal in rights. Social distinctions may bebased only on considerations of the common good.” Çevrimiçi
eriĢim:http://www.conseil-constitutionnel.fr/conseil-constitutionnel/root/bank_mm/anglais/cst2.pdf.
EriĢim
tarihi: 23.07.2013. Çeviri yazara aittir.
202
sistemi yahut yaĢam tarzı olarak çekiĢmeci (agonistic) bağlamda ele alındığında tercih vatandaĢlığın
yeniden biçimlendirilmesi olarak karĢımıza çıkacaktır. (Tambakaki, 2010: 134)
Bu ayrımı netleĢtirmek adına Chantal Mouffe‘un ―çekiĢmeci çoğulculuk‖4(agonistic pluralism)
olarak adlandırdığı demokrasi modelini incelememizin faydalı olacağı fikrindeyiz. Mouffe, katılımcı
demokrasiye (deliberative democracy) bir alternatif olarak sunduğu modeli ―çekiĢmeci çoğulculuk‖
olarak isimlendirir. Mouffe‘a göre politika, sosyal gerginliği (antagonism) yatıĢtırma ve muhalefeti
törpüleme iĢlevlerini icra eder. Zira burada önem atfedilen soru, hiçbir dıĢlama oluĢturmadan, rasyonel
bir konsensüse nasıl varılacağı değildir; nitekim Mouffe bunun imkânsız olduğunu ileri sürer.
Politikanın bu bağlamda üzerinde durduğu husus, çatıĢma ve çeĢitlilik bağlamında ―onlar‖ı tespit
ederek, ―biz‖i yaratmak ve bu sayede birliği sağlamaktır. Demokratik siyasetin bu anlamda yeniliği
―onlar‖ ve ―biz‖ ayrıĢmasını aĢmak değil ve fakat bu mevzubahis ayrımı çoğulcu demokrasi ile
bağdaĢabilecek Ģekilde oluĢturmaktır. (Mouffe, 1999: 754-745)
Mouffe‘un çekiĢmeci çoğulculuk kavramıyla ileri sürdüğü merkezi argüman, demokratik siyasetin
temel görevinin tüm insan iliĢkilerinde doğası gereği var olan ―hiddet‖i (passion) ortadan kaldırmak
yahut tamamen kiĢilerin özel alanına sürgün edip hapsetmek değil ve fakat bu hiddeti demokratik
amaçları desteklemeye yönelik olarak harekete geçirmek olduğudur. Zira bu ―çekiĢmeli karĢılaĢmalar‖
demokrasiyi tehlikeye düĢürmek bir yana, onun varlığının bir koĢuludur. (Mouffe, 1999: 756)
Mouffe, çoğulcu politikalar için, sistem teorisinden ödünç aldığını söylediği ―karma
oyun‖5(mixed-game) kavramını kullanır. Bununla kastettiği, çoğulcu politikaların bir yönden uyuma
dayalı iken, diğer yönden çatıĢma içermesi; bir baĢka deyiĢle liberal çoğulcuların büyük kısmının iddia
ettiği gibi -kül halinde- iĢbirliğinden oluĢmamasıdır. (Mouffe, 1999: 756)
VatandaĢlık ve insan hakları arasındaki iliĢkiyi incelemeye devam ettiğimiz bu noktada karĢımıza
çarpıcı bir sorun çıkar: KiĢinin vatandaĢlık haklarından mahrum kaldığı devletsizlik durumunda insan
haklarına olan eriĢimi ve bu haklardan yararlanabilmesi sekteye uğrayacak mıdır? Bu konunun ele
alınmasında Hannah Arendt‘in “haklara sahip olma hakkı” kavramsallaĢtırması merkeze alınacaktır.
II- VATANSIZLIK VE HAKLARA SAHĠP OLMA HAKKI
VatandaĢlık ve insan hakları konusunu mercek altına aldığımızda karĢımıza çıkan bir diğer husus,
vatandaĢlığın, insan haklarına sahip olmaya yahut yirminci yüzyılın en önemli siyasi düĢünürlerinden
biri olan Hannah Arendt‘in deyimiyle ―haklara sahip olma hakkına‖ eriĢim bakımından bir ön koĢul
olup olmadığıdır.
Ġnsan haklarının ―devredilemez‖, baĢka yasalara ya da haklara indirgenemez ve onlardan
çıkarsanamaz olduğu söylemi dolayısıyla bu hakların yerleĢmesi için hiçbir otoriteye baĢvurulmamıĢ;
bütün yasalar ona dayandığından insan haklarını korumak için özel bir yasanın gerekmediği
varsayılmıĢtır. (Arendt, 2011: 294) Devredilmez insan hakları varsayımında baĢtan beri var olan
paradoks hiçbir yerde varolmayan ―soyut‖ bir insanın göz önünde bulundurulmuĢ olmasıdır. Kabul
Ģöyledir: Eğer geri kalmıĢ bir topluluğun insan hakları yoksa bunun nedeni henüz bir bütün olarak
uygarlık evresine, halkın ve ulusun egemenliği evresine ulaĢamamıĢ olmalarından kaynaklanır.
Dolayısıyla bütün insan hakları sorunsalı ulusal özgürleĢme problemiyle iç içe geçmiĢ ve kiĢinin kendi
halkının özgürleĢmiĢ egemenliğinin insan haklarını temin edebileceği varsayılmıĢtır. Özellikle Fransız
Devrimi sonrası döneme hâkim olan, insanlığı bir uluslar ailesi olarak kavrama eğilimi ile insanın
imgesini yavaĢ yavaĢ bireyden halka doğru dönüĢtürmüĢtür. (Arendt, 2011: 295)
Ġnsan hakları, bütün siyasi yönetimlerden bağımsız olduğu varsayıldığı için ―devredilmez‖ olarak
tanımlanmaktadır. Lakin insanlar siyasi yönetimlerinden yoksun kaldıklarında ve asgari haklarına geri
çekilmeleri gerektiğinde, onları koruyacak hiçbir otorite ve onları garanti altına alacak hiçbir kurum
kalmadığı görülecektir. (Arendt, 2011: 296)
4
Çeviri yazara aittir.
5
Çeviri yazara aittir.
203
Ġnsan hakları kavramının on dokuzuncu yüzyıl siyasi düĢüncesi tarafından pek fazla dikkate
alınmaması ve yirminci yüzyılda dahi hiçbir liberal yahut radikal partinin programlarına
almamalarının nedenini Arendt Ģu Ģekilde açıklar(Arendt, 2011: 298): Farklı ülkelerde yurttaĢların
değiĢen haklarının, yurttaĢlıktan ve milliyetten bağımsız olduğu varsayılan insan haklarını, elle tutulur
somut yasalar Ģeklinde cisimleĢtirdiği varsayılmaktaydı. Burada kabul; bütün insanların bir tür siyasi
topluluğun yurttaĢı olduğu idi. Fakat hiçbir devletin yurttaĢı olmayan insanlar ortaya çıktığında
devredilmez olduğu varsayılan insan haklarının uygulanabilir olmadığı görüldü.
Arendt‘e göre yurttaĢlık haklarından ayırt edilen genel insan haklarının gerçekten neler olduğunu
güvenle tanımlayabilecek kimse bulunmamakta ve aslında kimse insan haklarını yitirdiğinde aslında
hangi hakları yitirmiĢ olduğunu bilir gibi görünmemektedir. (Arendt, 2011: 298-299) Bu hususla ilgili
Edmund Burke, insan haklarının bir soyutlama olduğunu söyleyerek kiĢinin devredilmez insan hakları
yerine ―Ġngiliz hakları‖ndan bahsetmenin daha doğru olduğunu, zira sahip olduğumuz hakların ulusun
içinden doğduğunu öne sürer. (Arendt, 2011: 309)
Ulusal statü kaybının ve dolayısıyla düĢülen ―uyruksuzluk‖ halinin tüm hakların yitimi ile eĢdeğer
olduğu görüĢü uyarınca; hiçbir devletin uyruğunda bulunmayan bu kiĢilerin mahrum kaldıkları
yalnızca vatandaĢlık hakları değil her nevi insan hakkıdır. Arendt‘e göre burjuva devrimleri ve
ardından hazırlanan insan hakları bildirgelerince içi sarih biçimde doldurulmayan insan hakları ile
vatandaĢlık hakları güçlü bir biçimde birbiri üzerine binmektedir. VatandaĢlıkla ilgili herhangi bir ön
Ģart barındırmayan uluslararası insan hakları belgelerinin ifade ettiğinin aksine ulusal haklardan
mahrumiyet insan haklarının tümünden mahrum olmayı sonuçlamaktadır. (Benhabib, 2006: 60)
Bu fikri destekleyen Arendt‘e göre eĢitlik varoluĢumuza içkin olmayıp adalet ilkesince yön
verilmiĢ bir insani örgütlenmenin sonucu olarak tezahür eder. Zira eĢit olarak doğmaz, karĢılıklı olarak
eĢit haklara sahip olduğumuzkararına güvenen bir grubun üyeleri olarak eĢit hale geliriz. Arendt bu
varsayımın siyasi yaĢamımızın olmazsa olmaz bir kabulü olduğunu dile getirir: ―…Çünkü insan
eĢitleriyle, yalnızca eĢitleriyle birlikte müĢterek bir dünyada eyleyebilir, onu değiĢtirebilir, kurabilir.‖
(Arendt, 2011: 312-313) Bu bağlamda ulusal haklarından mahrum kalan birey bir devletin yurttaĢı
olmanın sağladığı ―farklılıkların o muazzam eĢitlemesinden yoksundur‖, artık üyesi olduğu tek
topluluk -tıpkı bir hayvanın hayvanlar âlemi ile olan aidiyet iliĢkisine benzer biçimde- insan ırkıdır.
(Arendt, 2011: 314)
Peki, bu minvalde bir devletin uyruğu olmakla ilgili sorun yaĢayan kiĢilerin durumu ne olacaktır?
Mevzubahis grupları ulus devletin eylemleri doğrultusunda yaratılan ―özel insan kategorileri‖ olarak
betimleyen Benhabib bu kategorilere dâhil ettiği alt grupları tek tek ele almıĢtır: ―KiĢi zulüm
gördüğünde, sınır dıĢı edildiğinde ve vatanı olan topraklardan sürüldüğünde mülteci konumuna gelir.
Ġktidardaki politik çoğunluk, belli grupların sözde homojen halka dâhil olmadıklarını ilan ettiği
takdirde kiĢi azınlık haline gelir. KiĢinin Ģimdiye dek koruması altında bulunduğu devlet bu korumayı
kaldırdığı ve ayrıca sunduğu evrakları hükümsüz kıldığı takdirde kiĢi uyruksuz bir yaĢam sürecektir.‖
Bu üç kategori topluluğun kendilerine bir yer sunmaya gönüllü bir devlet bulamadıkları sürece ise
―yersiz-yurtsuz‖ kalacaklarını ifade eder. (Benhabib, 2006: 65)
Azınlıklar aslında devletsiz değildirler; özel anlaĢmalar ve garantiler biçiminde ek korumaya
ihtiyaçları olmakla birlikte, hukuki olarak belli bir siyasi bünyeye mensupturlar. Kendi dilini
konuĢmak ve kendi kültürel toplumsal muhitinde oturmak gibi hakları tehlikede olup, harici bir yapı
tarafından isteksizce korunur. Buna karĢılık ikamet ve çalıĢma gibi haklara dokunulmamaktadır.
―Olgusal bakımdan daha direngen ve sonuçları açısından çok daha uzun erimli‖ olan devletsizlik ise
çağdaĢ tarihin en yeni kitlesel görünümüdür.
Devletsizler sorunu Birinci Dünya SavaĢı sonrası belirginleĢmeye baĢlamıĢtır. SavaĢtan önce
BirleĢik Devletler ve bazı baĢka devletlerde uyrukluğa kabul edilen kiĢinin, uyruğuna girdiği ülkeye
samimi bir bağlılık göstermekten vazgeçtiği durumlarda uyrukluğun feshi mümkün kılınmıĢtır. Bu
fesih ile uyruktan çıkarılan kiĢi devletsiz olur. SavaĢ sırasında da bazı Avrupa devletleri yasalarında
uyrukluğa alma iĢleminin feshini olanaklı kılacak değiĢikliklere gitmiĢlerdir. Birinci Dünya SavaĢı
sonrası devletler hiçbir muhalefete hoĢgörü göstermeyecek ve farklı görüĢlere sahip insanlara barınak
olmaktansa yurttaĢlarını yitirmeyi yeğleyebilecek bir yapıya bürünmüĢlerdir. (Arendt, 2011: 273)
204
Kitlesel ölçekte ulusal haklardan yoksun bırakma politikası o dönem için yeni ve daha önce
görülmemiĢ bir tutum olmuĢtur. Fakat Doğu ve Güney Avrupa‘da azınlıkların ortaya çıkması ve
devletsiz halkların Orta ve Batı Avrupa‘ya sürülmesiyle savaĢ sonrası ulusal haklardan yoksun
bırakma, totaliter politikaların güçlü bir silahı haline gelmiĢtir. Avrupalı ulus devletlerin, ulusal olarak
temin edilmiĢ haklarını yitirmiĢ olan kimselerin insan haklarını garanti etmedeki baĢarısızlığı açıkça
gözlenebilmiĢtir. (Arendt, 2011: 258) ―Ġnsan hakları ibaresi bütün taraflar –mazlumlar, zalimler ve
onları seyredenler- için, umutsuz bir idealizmin ya da eblehçe beceriksiz bir ikiyüzlülüğün kanıtı
haline geldi.‖(Arendt, 2011: 259)
Arendt‘in ve Benhabib‘in üzerinde durduğu üzere Avrupa‘da iki savaĢ arası dönemde vuku bulan
vatandaĢlıktan çıkarma uygulamaları Milletler Cemiyeti‘nin uyruksuz kalan kiĢiler üzerindeki
himayesinin geniĢlemesi sonucunu doğurmuĢtur. 1950 tarihli Ġnsan Hakları Evrensel Bildirisi madde
14, sığınma hakkını temel insan hakları arasında sıralamıĢtır. Buna göre:
İnsan Hakları Evrensel Bildirisi
“Madde 14: (1) Herkes, zulümden kurtulmak için başka ülkelerden sığınma(iltica) talep etme ve
sığınmacı (mülteci) muamelesi görme hakkına sahiptir.
(2) Bu hak, gerçekten siyasal nitelikli olmayan suçlara ya da Birleşmiş Milletler amaçlarına ve
ilkelerine aykırı eylemlere dayanan kovuşturmalar durumunda, ileri sürülemez.” (Gemalmaz, 2010:
10)
Buna karĢılık, sığınma hakkının bir insan hakkı olarak ele alınması, devletlere sığınma imkânı
sunma yükümlülüğü bakımından gerçek bir yükümlülük tesis edememiĢtir. (Benhabib, 2006:
79)Cemiyetin anlaĢmalarını yorumlayan bazı devlet adamları daha da açık sözlü bir tavırla; bir ülkenin
yasalarının, farklı bir milliyete aidiyette ayak direyen, yani asimile edilemez nitelikteki kiĢilerden
sorumlu olamayacağını iddia etmiĢlerdir. Böylelikle, devletin yasaların bir aygıtı olmaktan çıkıp
―ulusun aygıtına‖ dönüĢmesi sürecinin tamamlandığını itiraf etmiĢ olurlar; öte yandan devletsiz
halkların ortaya çıkması bunu pratikte de kanıtlayacak fırsatı tanımıĢtır. ―Ulusun devleti fethetmesi ve
ulusal çıkarın yasalar karĢısında önceliği, Hitler‘in ‗hak, Alman halkı için iyi olan Ģeydir‘ demesinden
uzun süre önce gerçekleĢmiĢtir.‖ (Arendt, 2011: 268-269)
Arendt, konuyu kaleme aldığı dönemde bir milyon ―kabul edilmiĢ‖ devletsiz kiĢinin varlığına
karĢılık on milyonu aĢkın de facto devletsiz olduğunu dile getirir. Görece zararsız olarak görülen de
jure devletsizlerin durumuna iliĢkin zaman zaman uluslararası konferanslar düzenlenmekte ve konu
masaya yatırılmakta olup mülteci sorunuyla özdeĢ olan devletsiz kitleyle ilgili bir adım
atılmamaktadır. Arendt‘in ifade ettiği üzere Ġkinci Dünya SavaĢı öncesi yalnızca totaliter yahut yarı
totaliter diktatörlükler ulusal haklardan yoksun bırakma silahını doğuĢtan yurttaĢlarına karĢı
kullanırlarken, sonraki dönemde BirleĢik Devletler gibi özgür demokrasilerde dahi doğma büyüme
Amerikalı komünistleri yurttaĢlıktan mahrum etmeyi düĢündüğü noktaya gelinmiĢtir. (Arendt, 2011:
276)
Uyruğa alma uygulaması tek tek kiĢiler için ve istisnai olarak çalıĢtırılmaktaydı. Uyrukluk
baĢvurusu kitlesel bir görünüme kavuĢtuğunda bütün bu süreç çöküĢe geçmiĢtir. Bu yeni durumun
neden olduğu panik ve gelen yeni kitlenin onlarla aynı kökene sahip olup baĢka ülkelerin yurttaĢı
olmuĢ kiĢilerin olagelmiĢ durumunu değiĢtirmesi üzerine devletler önceden uyruklarına aldıkları
kiĢileri de uyrukluktan çıkarmaya baĢlamıĢlardır. (Arendt, 2011: 284)
Devletsiz yani hak-sız kiĢilerin ulus devletler içerisindeki varlığı ―ölümcül bir hastalığın
tohumlarını taĢımaktaydı‖. Zira yasalar karĢısındaki eĢitlik ilkesi bir kez bozulduğunda ulus devletin
varlığını sürdürmesi sıkıntıya düĢer. Bu tasarlanmıĢ eĢitlik olmazsa ulus çözülerek ayrıcalıklı ve
ayrıcalıksız bireylerden oluĢmuĢ bir kitleye dönüĢecektir. Herkes için eĢit olmayan yasalar ulus
devletlerin tam da doğasıyla çeliĢecek bir biçimde haklar ve ayrıcalıklar halini alacaktır. (Arendt,
2011: 293)Modern ulus devlet, hukukun egemenliğini tüm vatandaĢ ve vatandaĢ olmayanlar için icra
etmekten, ulusun hukuku hukuksal çerçevede araç haline getirdiği ve ―kanunsuz bir ayrımcılığa
dönüĢtürdüğü‖ bir hale evirilecektir. Bu sürecin sonucu olarak ulus devletler ―istenmeyen azınlıklar‖
üzerinde toplu bir vatandaĢlıktan ihraç politikasına gitmiĢ ve bu da ulus devletler ailesinin dıĢında ve
205
herhangi bir uyrukluğu haiz olmayan insan toplulukları oluĢmasını sonuçlamıĢtır. (Benhabib, 2006:
64)
Ġltica hakkının devletin uluslararası haklarıyla çeliĢtiği düĢünüldüğünden ne anayasalarda, ne
uluslararası anlaĢmalarda sözü edilmekte, BirleĢmiĢ Milletler SözleĢmesi‘nde dahi fazla üzerinde
durulmamaktaydı. Bu haseple Arendt‘e göre iltica hakkı Ġnsan Hakları ile aynı yazgıyı
paylaĢmaktaydı. Ġnsan Hakları da -en azından Arendt‘in eserini kaleme aldığı dönem itibariyle- yasa
haline gelememiĢ, ancak olağan yasal kurumların yeterli olmadığı tekil ve ayrıksı durumlarda bir
baĢvuru olanağı olarak muğlâk bir varlık kazanmıĢtır. (Arendt, 2011: 277)
YurttaĢını ihraç etme hakkının egemenlik hakkı olduğunu ileri süren devlet, devletsizleri yasa dıĢı
doğalarından ötürü, yasa dıĢı eylemlerde bulunmaya zorlar. (Arendt, 2011: 282)Oturma ve iltica hakkı
bulunmayan devletsiz kiĢi Ģüphe yok ki yasaları sürekli çiğneyecektir. Arendt bu noktada ―uygar
ülkelere özgü bütün değerler hiyerarĢisini tersyüz eden‖ bir hususa dikkat çeker: Devletsiz kiĢi yasanın
durumunu düzenlemediği bir aykırılık teĢkil ettiğinden ancak yasada öngörülmüĢ bir normu
çiğneyerek, yani suç iĢleme suretiyle kendini normalleĢtirebilecektir. (Arendt, 2011: 287)
YurttaĢlığın kaybı,bir diğer yandan, kiĢileri yalnızca yasaların korumasından değil, aynı zamanda
yerleĢmiĢ ve resmen tanınmıĢ bir kimlikten de yoksun bırakır. Ulusal haklarını elinden alan ülkeden
bir doğum kâğıdı almak için gösterilen çabanın ne kadar hummalı olduğu bunun pratikteki
görünümüdür (Arendt, 2011: 288).
Hak-sızların ilk yitirdikleri Ģey yurtlarıdır ve aslında burada yeni olan husus yurdun yitirilmesi
değil, yeni bir yurt bulmanın olanaksızlığıdır. Artık devletsizlerin ciddi denetim ve kısıtlara maruz
kalmadan gidebilecekleri bir yer, bir ülke, bir toprak parçası kalmamıĢ ve kendilerini uluslar ailesinden
dıĢlanmıĢ halde bulmuĢlardır. Ġkinci kayıpları ise; siyasi yönetimin korumasından mahrum
kalmalarıdır. Bu mahrumiyet yalnızca kendi ülkelerinde değil bütün ülkelerde yasal konumlarını
kaybetme anlamına gelmektedir. Uluslararası anlaĢmaların kurduğu ağ sayesinde bir ülkenin vatandaĢı
dünyanın neresinde olursa olsun yasal statüsünü beraberinde götürebilmekte iken, bu ağın dıĢında
kalmıĢ olanların kendilerini tamamen yasa dıĢı bir alanda buldukları bir baĢka gerçekliktir (Arendt,
2011: 300).
III – KÜRESELLEġME ÇAĞINDA VATANDAġLIK VE ĠNSAN HAKLARI
Ġnsan haklarının kendi düĢünsel ilhamı olmasına rağmen yararlanıcılarını çok uzun süre
vatandaĢlıkla bağlantılı olarak tanımlamıĢtır. Birinci Dünya SavaĢı sonrası ve faĢizm döneminde
görülen azınlık haklarının korunması hususundaki baĢarısızlıktan çıkarılan dersler ve 1990‘lardaki
küreselleĢme dalgasının teĢviki, BirleĢmiĢ Milletler ve sivil toplum örgütlerini insan haklarını
bağlarından kurtarmaya çalıĢmaya itmiĢtir. Küresel insan hakları otonomi ve önem kazandıkça,
esasında ulusal vatandaĢlığın bir parçası olarak görülen sosyal ve ekonomik haklar yönünde de
geniĢlemeye baĢlamıĢtır. (Shafir ve Brysk, 2006: 283) Bu minvalde, çıkıĢ noktası olarak daha evrensel
ve fakat ―medeni haklarla‖ kısıtlı olarak ele alınan insan hakları alanında ―ulus-aĢırı‖ çalıĢmalarda
bulunan araĢtırmacılar, T. H. Marshall‘ın 1949 tarihinde yayınlanan ―VatandaĢlık ve Toplumsal
Sınıflar‖ eserinde vatandaĢlığın medeni ve siyasi haklar boyutunun yanı sıra belirttiği sosyal ve
ekonomik boyutunu da insan hakları alanına dâhil edecek Ģekilde bir yeniden yapılandırma çalıĢması
yürütmektedirler. Benzer Ģekilde önceleri vatandaĢlık ile iliĢkilendirilmiĢ olan kimlik ve kültürel hak
talepleri de bugün insan hakları Ģemsiyesi altına alınmaya çalıĢılmaktadır. (Shafir ve Brysk, 2006:
275)
Siyasi egemenliğin yerinin değiĢmesine bağlı olarak vatandaĢlığın konumunda meydana gelen
değiĢiklikler ana hatlarıyla siteden Roma Ġmparatorluğu‘na, Orta Çağ Ģehirlerine ve oradan da ulusdevlete doğru gerçekleĢmiĢtir. Ulus-devlet egemenliğinin çeĢitli açılardan sorgulanmaya açıldığı
günümüzde vatandaĢlığın anlamının bu bağlamda yeni bir değiĢikliğe daha maruz kaldığı
gözlemlenebilmektedir. DeğiĢim sonucu meydana gelen yahut gelecek yeni anlamı ulus-ötesi yahut
küresel vatandaĢlık biçimde okuyan yazarlar bulunmaktadır. Ġkinci değiĢme alanı olarak var olan
vatandaĢlık haklarının yeni grupları, daha açık ifade etmek gerekirse iĢçileri, azınlıkları, göçmenleri ve
yerlileri içerecek biçimde geniĢlemesi ifade edilmektedir. Konumuzu daha çok ilgilendiren üçüncü ve
son değiĢim ise yeni hakların yahut baĢka bir ifadeyle yeni kuĢak hakların kavramın kapsamına dâhil
206
edilmesiyle gerçekleĢtiği iddia edilen değiĢimdir. Mevzubahis yeni haklar, hali hazırda var olan
haklara sahip olmayı ve bunların kullanımını daha etkin kılmakta ve öncesinde hukuki yahut
toplumsal bariyerlerle grupları birbirinden ayıran duvarların yıkılmasına ön ayak olmaktadır. Bu
haseple, vatandaĢlığın yaĢadığı her geniĢlemenin onu daha kuvvetli ve zengin kıldığı ileri sürülür.
(Shafir ve Brysk, 2006: 277)
VatandaĢlık haklarının içeriğinde vuku bulan geniĢlemeye ilk dikkat çeken düĢünürlerden T. H.
Marshall, vatandaĢlık haklarını Ġngiltere‘de birbirini izleyen üç dönemde etkili olduğunu varsaydığı üç
ayrı katmana ayırır: medeni, siyasal ve sosyal haklar. (Kymlicka, 2008: 188) Bunlardan medeni
haklar, bireyin özgürlüğü için gerekli görülen ve On sekizinci Yüzyılda ortaya çıkan hak demetini,
siyasal haklar On dokuzuncu Yüzyılın bireye temsil edilme, oy kullanma ve siyasi iktidarın
kullanımına katılma haklarını bahĢeden hakları ifade eder. Yirminci Yüzyılda ortaya çıkan ve
Marshall‘ın deyimiyle medeni kiĢinin toplumda geçerli görülen standartlarda yaĢamasına olanak
sağlayacak sosyal haklarla sosyal vatandaĢlık kavramı ortaya çıkmıĢtır. Burada dikkat edilmesi
gereken nokta sosyal vatandaĢlığı Marshall‘ın tanımladığı Ģekliyle, daha açık ifadeyle ortak bir
medeniyet standardında yaĢamaya hak olarak tanımlamanın, bu kavramı ―sosyal yardımlaĢma‖ ile
karıĢtırma tehlikesini barındırmasıdır. Zira sosyal yardımlaĢma, dezavantajlı bireyleri korunmaya
ihtiyacı olanlar Ģeklinde bir kenara ayırmayı öngörürken, sosyal vatandaĢlık, hakları siyasi toplumun
tüm vatandaĢlarını barındıracak Ģekilde geniĢletmeyi gerektirir. (Shafir ve Brysk, 2006: 278-279)
Bu noktada vatandaĢlık geleneğindeki bir ayrıĢmadan bahsetmek yerinde olacaktır. TartıĢmanın bir
tarafı, hakların bu mevzubahis geniĢlemesini -baĢka bir ifadeyle önceleri yalnızca üst-sınıflara özgü
olduğu düĢünülen hakların toplumun diğer kesimlerine yaygınlaĢtırılmasını- olumlu bir gözlükle
okuyarak demokratikleĢme sürecinin olmazsa olmazı olarak değerlendirirken, özellikle Iris Young ve
Will Kymlicka gibi bazı düĢünürler, vatandaĢlığın yeni toplulukların karakter özelliklerini Ģemsiyesi
altında toplayamadığını ve ―ayrıcalıklardan‖ ―haklara‖ geçiĢ aĢamasının henüz tamamlanamadığını
ileri sürerler. Bu ikinci grup düĢünürün nihai amaçları vatandaĢlığı kül halinde ortadan kaldırmak değil
ve fakat haklarından mahrum edilmiĢ bu yeni grupların vatandaĢlık hakları bağlamına oturtulması ve
dolayısıyla ―geleneğin‖ geliĢtirilmesidir. (Shafir ve Brysk, 2006: 279)
Bu vatandaĢlık anlayıĢı bizi Iris Young‘ın, Marshall‘ın medeni, siyasi ve sosyal haklar Ģeklindeki
üçlü hak katmanına bir dördüncü hak olarak ―kültürel haklar‖ın eklemleneceği ―farklılaĢtırılmıĢ
vatandaĢlık‖ (differentiated citizenship) vatandaĢlık kavramsallaĢtırmasına götürecektir. (Young,
1989: 258) FarklılaĢtırılmıĢ vatandaĢlık anlayıĢının vatandaĢlık kuramı içerisinde radikal bir geliĢmeyi
ifade ettiğini söylemek yanlıĢ olmaz. Hâkim vatandaĢlık anlayıĢından bakıldığında, farklılaĢtırılmıĢ
vatandaĢlık kuramının vatandaĢlık fikrini kavramsal bir çeliĢkiye sürükleyeceği yargısına
varılmaktadır. Klasik vatandaĢlık kuramını destekleyenler, vatandaĢlığın tanım itibariyle insanlara
kanun önünde eĢit haklara sahip bireyler olarak davranma mesafesinde bulunduğunu, dolayısıyla
vatandaĢlığın herhangi bir alt grup üyeliğinden türetilen hak ve talepler temelinde örgütlenmesi
fikrinin vatandaĢlığın özüyle ters düĢeceğini vurgularlar. (Kymlicka, 2008: 208)
Ġnsan haklarının ortaya çıkıĢı her ne kadar ulus devletin yükseliĢiyle paralel olsa da bugün ulusaĢırı ve küresel düzeyde de ekonomik, kültürel, siyasi ve hukuki çerçeveler oluĢturulmaya
çalıĢılmaktadır. Ġnsan haklarının ulus-ötesi mevcudiyeti de var olan hakların yeni gruplara geniĢlemesi
manasına gelmektedir. Peki, insan haklarındaki bu geniĢleme vatandaĢlık geleneğini nasıl
etkilemektedir?
Bu bağlamda insan hakları söyleminin geniĢleyen tarafının özellikle üç hak üzerinde yükseldiği
iĢaret edilmektedir. Bunlar; sağlık hakları, ―hak bazlı kalkınma‖ (rights-based development) ve kimlik
haklarıdır. Ġkinci ve üçüncü kuĢak olarak adlandırılan bu hakların (sosyal - ekonomik ve kültürel yahut
halkların hakları) geliĢimi vatandaĢlık geleneğindeki geniĢlemeyle oldukça paraleldir ve ikisi de
küreselleĢme ile üretilen yeni toplumsal tutumu ve ulus-aĢırı hareketliliği yansıtır. (Shafir ve Brysk,
2006: 280) Bu mevzubahis haklardan konumuz bağlamında önem teĢkil edeceğini düĢündüğümüz
sağlık hakkı ve kimlik hakları üzerinde durmayı tercih etmekteyiz.
BirleĢmiĢ Milletler Dünya Sağlık Örgütü‘nün 1998‘de bir insan hakkı olarak tanıdığı ―sağlık
hakkı‖ bulunduğu kuĢak bakımından karma bir yapı sergilemektedir. Zira iĢaret ettiği haklardan
bazıları bireyin tıbbi müdahaleyi reddetme hakkı yahut savaĢ esnasında iĢgalci bir gücün sivillerin ve
207
mahpusların tıbbi bakımına izin verme yükümlülüğü gibi birinci kuĢak hakları iĢaret ettiği gibi,
olabilecek en yüksek tıbbi bakım ve kaynaklardan yararlanma gibi bazı haklar da ikinci kuĢak sosyal
haklara göndermede bulunur. Bunların yanı sıra, sağlık hizmetleri ile ilgili kararların belirlenme
aĢamalarına kolektif katılım ve bilgi alma gibi haklar ise üçüncü kuĢak haklar olan halkların haklarına
iĢaret etmektedir. (Shafir ve Brysk, 2006: 281)
Ġnsan haklarının yenilendiği alanlardan bir diğeri kimlik hakları alanıdır. Mevzubahis hakların
mensubu olduğu üçüncü kuĢak hakların bireylere mi yoksa kolektif bir özneye mi yönelik olduğu
hususunda bir belirsizlik söz konusudur. Bu hakların en geniĢ yankı bulduğu alt baĢlık olan yerli
haklarının yerel ve ulusal otoritelere mi yoksa uluslararası mercilere mi yöneltileceği de ayrıca
tartıĢılan bir husus olmaya devam etmektedir. Sözü edilen haklar hem ulusal yasama organlarının
oluĢturdukları metinlerde hem de ―BirleĢmiĢ Milletler Yerli Halkların Hakları Bildirisi‖ (United
Nations‟ Declaration of the Rights of Indigenous Peoples) gibi uluslararası belgelerde artarak
tanınmaya baĢlanmıĢtır. (Shafir ve Brysk, 2006: 282)
Kimlik haklarının bazı noktaları azınlık hakları ile benzerlik taĢımakla beraber tam teçhizatlı bir
kolektif kültürel haktan bahsedebilmemiz için, toprak hakkı (land right) yahut iki dilli eğitim gibi
hususları da kuĢatacak Ģekilde çerçevenin yeniden inĢası gerekecektir. Bu hakların ulusal düzeydeki
görünümünün yeni ortaya çıkacak -küresel vatandaĢlık olarak anılan- vatandaĢlık rejimini
Ģekillendirme ve hızlandırma rolü üstleneceği iddia edilmektedir. (Shafir ve Brysk, 2006: 283)
Ġki hak geleneğinin ayrımlarının en açık biçimde görüldüğü noktalar; toplumsal dayanıĢma ve
yaptırım alanları olup, mevzubahis bu iki alan, siyasi hakları temin edecek küresel insan hakları ile
sıkı iliĢki içindedir. Bu iki farklılık noktasını incelemenin yerinde olacağı kanısındayız. (Shafir ve
Brysk, 2006: 283)
VatandaĢlık haklarından medeni haklara iliĢkin olanlar, negatif haklardan, siyasi haklar,
eriĢilebilirliği sağlayan haklardan (enabling rights) oluĢmaktayken sosyal vatandaĢlığa iliĢkin haklar
pozitif haklarla bağlantılıdır. Sosyal vatandaĢlık ancak karĢılıklı sorumluluğun, yeniden dağıtımın ve
dağıtıcı adaletin var olduğu toplumlarda gerçekleĢebilmektedir. Sağlık sigortası, emeklilik hakları,
zorunlu eğitim, iĢsizlik hakları ve ücretli izin gibi sosyal vatandaĢlık hakları, ortak bir fondan
yapılacak ödemelerle her bireyin topluluğun eĢit birer vatandaĢı olarak belli bir yaĢam standardını
yakalamasını öngörür. Dolayısıyla sosyal haklar bakımından bir tehlike doğduğunda yahut tümden
kayıpları halinde toplumsal dayanıĢmanın bir temeli olarak hizmet edecek –ulus devlet gibi- bir
topluluğa ihtiyaç vardır. (Shafir ve Brysk, 2006: 283-284)
Bu bağlamda vatandaĢlığın ayırıcı noktası vatandaĢların bağlılığıyla oluĢmuĢ bir topluluk fikrinden
kaynaklanır. Aralarında etnik farklılıklar olsa dahi, ait oldukları siyasi topluluğa katılım ve onun
kurumlarıyla tanımlanıyor olmalarıyla vatandaĢ olunmaktadır. Peki, küresel dayanıĢma için bu ne
ifade edecektir? Bu husus bizi komüniteryan ekolün toplumsal bağlar, aidiyet ve eğitimin, dayanıĢma
sağlayabilecek bir topluluğu yaratmada baĢat gereksinimler olduğu yönündeki iddiasına götürecektir.
Hali hazırda böyle bir toplumsal dayanıĢmayı bulabildiğimiz ulus-aĢırı tek örnek Avrupa Birliği‘nde
karĢımıza çıkar. Bunun arkasındaki nedenlerden biri Batı Avrupa devletlerinin yarattığı ortak kültürün
uzun bir tarihsel arka planı olması ve Avrupa Birliği‘nin ulus-üstü vatandaĢlık deneyimidir. (Shafir ve
Brysk, 2006: 284)
Avrupa Birliği‘nin bu noktadaki önemi yalnızca toplumsal dayanıĢma üzerinden değil ve fakat
vatandaĢlıkla insan hakları arasında ki bir fark olarak olduğunu ileri sürdüğümüz diğer bir husus olan
yaptırım konusunda yarattığı farklılıktır. Birlik bünyesinde bölgesel insan hakları hususunda yargı
yetkisi ve etkin bir yaptırım kapasitesi bulunmaktadır. Avrupa Birliği doğrudan etkiye yönelik
prensipler benimsemiĢtir; buna göre Birliğin yasal metinleri ulusal mahkemelerce –ulusal
parlamentodan bir karar çıkmasından bağımsız olarak- uygulanmak durumundadır. Bu da Birliğin
yasalarıyla ulusal hukukun çatıĢması halinde doğrudan Birlik hukukunun öncelikli olması sonucunu
doğurur. Bu ölçüde bir yaptırım kapasitesi diğer bölgesel yahut uluslararası örgütler için söz konusu
değildir. Bu durum, insan haklarının uygulanmasındaki etkinlik bakımından bir zayıflık teĢkil
etmektedir. Buna karĢın vatandaĢlık hakları teorik olarak devlet kurumlarınca güvence altına alınmıĢ
durumdadır ve yaptırım gücü daha yüksektir. (Shafir ve Brysk, 2006: 284-285)
208
Bu hususların ıĢığında vatandaĢlık ve insan hakları arasındaki kritik ayrımın vatandaĢlığın
toplumsal dayanıĢma ve yaptırım kapasitesi alanlarında daha güçlü bir temel oluĢturması noktalarında
olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Bu iki önemli farka bağlı olarak bir üçüncü fark daha kendisine
ifade bulur: oy kullanma hakkı ve seçilme için aday olabilme hakkını da içeren siyasi haklar alanı.
Siyasi haklar ―eriĢilebilirliği sağlayan‖ haklar olarak, haklarından mahrum kalmıĢ kiĢileri bu
mevzubahis haklara kavuĢturma yönünde çok kilit bir önemi haizdir. Küresel insan hakları, küresel
düzeyde bir politik hak içermez, ulusal düzeyde gerçekleĢtirilenler de vatandaĢların siyasi haklarından
baĢka bir Ģey değildir. (Shafir ve Brysk, 2006: 285)
VatandaĢlık hakları kümülatif ve görece sağlam yapıda olup,
ulus-devletin yaptırım
kapasitelerinden yararlanmaya devam etmektedir. Bir diğer yandan ulusal topluluğun sınırlarına
ulaĢtığında, evrenselliğinin sınırları da açıkça ortaya çıkar. VatandaĢlık, içinde bulunduğu siyasi birimi
yeniden yapılandırmadan onun dıĢındakilere eriĢmesi mümkün değildir. Ġnsan hakları perspektifinden
bakıldığında, vatandaĢlık diğer herkesten siyasi sınırlarla ayrılan içeridekiler tarafından yararlanılan
ayrıcalıklar gibi görünmektedir. Zira vatandaĢ, sınırlandırılmıĢ ve dıĢlayıcı bir siyasi topluluğa,ortak
bir tarih ve beklenen bir gelecek algısı ile bağlıdır. (Nash, 2009: 1067) Ġnsan haklarının ise evrensel
olma bakımından potansiyeli vardır; ancak, tutarlı ve etkin bir yaptırım mekanizması bulunmamakta
ve ayrıca toplumsal ve özellikle siyasi boyutları hala tartıĢılmaktadır. (Shafir ve Brysk, 2006: 285)
Dolayısıyla insan haklarının geniĢlemesi, tekil devletlerin vatandaĢlarının siyasi haklarına bağlı
olarak devam edecektir. Ne vatandaĢlık ne de yaptırım için hala en iyi araç olan ulus-devlet arkada
bırakılamayacaktır. Küresel insan haklarının hayata geçebileceği en uygun ortam, bölgesel yahut
kozmopolit bir vatandaĢlık için toplumsal bir kuruluĢun varlığıyla mümkün olabilir. KüreselleĢme
çağında insan haklarının etkinliği, vatandaĢlığa dönüĢmelerine bağlı olarak devam edecek, bu da kendi
dayanıĢması, kurumları ve güvenliği ile toplumsal adaleti sağlamaya yetecek kapasiteye sahip bir
küresel siyasi topluluğun üyeliği ihtiyacına iĢaret etmektedir. (Shafir ve Brysk, 2006: 285)
KAYNAKÇA
Arendt, H. (2011). Totalitarizmin Kaynakları-2: Emperyalizm. çev. Bahadır Sina ġener, Ġstanbul:
ĠletiĢim Yayınları.
Balibar, E. (1994). “Rights of Man and Rights of Citizen: The Modern Dialectic of Equality and
Freedom”, Masses, Classes, Ideas: Studies on Politics and Philosophy Before and After Marx,
çev. James Swenson, New York: Routledge, s. 39-59.
Benhabib, S. (2006). Ötekilerin Hakları: Yabancılar, Yerliler, Vatandaşlar. çev. Berna Akkıyal,
Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları.
Brubaker, R. (2009). Fransa ve Almanya‟da Vatandaşlık ve Ulus Ruhu. çev. Vahide Pekel, Ankara:
Dost Kitabevi Yayınları.
Gemalmaz, M. S. (2010). Ulusalüstü İnsan Hakları Hukuku Belgeleri, II. Cilt: Uluslararası Sistemler.
Ġstanbul: Legal Yayınevi.
Kymlıcka, W. (2008). “Vatandaşlığın Dönüşü: Vatandaşlık Kuramındaki Yeni Çalışmalar Üzerine Bir
Değerlendirme”, çev. Can Cemgil, VatandaĢlığın DönüĢümü: Üyelikten Haklara, ed. AyĢe
Kadıoğlu, Ġstanbul: Metis Yayınları, s. 185-217.
Kıwan, D. (2005). “Human Rights and Citizenship: an Unjustifiable Conflation?”, Journal of
Philosophy of Education, Cilt: 29, Sayı: 1, s. 38-50.
Mouffe, C. (1999). ―Deliberative Democracy or Agonistic Pluralism?‖, Social Research, Cilt: 66,
Sayı: 3.
Nash, K. (2009) “Between Citizenship and Human Rights”, Sociology, Cilt: 43, Sayı: 6, s. 1067-1083.
Rousseau,J.J. (2008). Toplum SözleĢmesi, çev. Ġsmail Yerguz, Ġstanbul: Say Yayınları.
Shafır, G., Brysk, A. (2006). “The Globalization of Rights: From Citizenship to Human Rights”,
Citizenship Studies, Cilt: 10, Sayı: 3, s. 275-287.
209
Tambakaki, P. (2010). Human Rights or Citizenship?, Abdingdon-Oxon: Birkbeck Law Press.
Young, I. M. (1989). “Polity and Group Difference: A Critique of the Ideal of Universal Citizenship”,
Ethics, Cilt: 99, Sayı: 2, s. 250-274.
210
MĠKRO-ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠLERĠ VE HUKUK ÖZNESĠ
Umut KOLOġ1
ÖZET
Hukuksal özne, yani kiĢi ile ilgili bu makalede yapılmaya çalıĢılan, kiĢinin hukuk sosyolojisi
bakımından ele alınması, baĢka deyiĢle, hukuksal öznenin toplumsal iliĢki örüntülerindekapladığı
yerin ortaya konmasıdır. Konunun tamamını tüketmenin imkânsız olduğu böylesi bir çalıĢma, ancak
birtakım temel konulara değinerek ve bunlarla ilgili fikir yürütülerek gerçekleĢtirilebilir. Bu temel
konular, kiĢi kavramından genel olarak anlaĢılanın ne olduğu ve kiĢinin toplumsal bir artalanda varlık
buluĢunun yanı sıra bu toplumsal artalanın, söz konusu olan modern toplumlar ise, rasyonelliği öne
alan bir konumda olduğu, modern toplumların hukukunun da rasyonel olduğu ve bu hukuka uymanın
kendisinin rasyonel kabul edildiği biçiminde kısaca ifade edilebilir. Bu rasyonaliteye uyulmaması,
ondan sapılması hâlinde ise rasyonelleĢtirici pratikler devreye girecektir.
Anahtar Kelimeler: Hukuk Sosyolojisi, Kişi, Hukuksal Özne, Rasyonalite, İdeoloji, Söylem
ABSTRACT
The subject of this article related to legal subject or the person is to deal with person in the context
of sociology of law, in other words, to propound the basis of legal subject within the patterns of social
relations. The article will not be able to clear up the matter throughly but concerns some of the basic
issues and give opinions about them. These basic issues can briefly be expressedthrough the concept
of person and the meanings it may have, its relations to social background, rationality of modern social
formation and modern law, and lastly, rationality of legal subject that supposed to obey the law
rationally. And rationalizing practiceswill be enforced when the person is out of the rational boundries.
Keywords: Sociology of Law, Person, Legal Subject, Rationality, Ideology, Discourse
I.KĠġĠ YA DA HUKUK ÖZNESĠ: KAVRAM VE TOPLUMSAL KARġILIĞA DAĠR
YAPISAL AÇILIMLAR
Hukuksal kiĢilik ile ilgili olarak zor olan, Smith‘in deyiĢiyle, onu gizemli kılan sürekli eğilimi
açıklamaktır (Smith, 1928:284). Bu gizemin ortadan kaldırılabilmesi, onun toplumsal gerçeklikte
tuttuğu yerin, daha açık ifadesiyle sosyolojik artalanının ortaya konması suretiyle gerçekleĢtirilebilir.
Hukuksal kiĢilik, hukuksal muamelelerde bulunmanın önkoĢulu ise ve hukuken kiĢi hukuksal
iliĢkilerde taraf olabilen kiĢiye göndermede bulunuyorsa (Smith, 1928:295) öncelikle bu kavram
açımlanmalı ardından bunun toplumsal karĢılığına bakılmalıdır.
Hukuksal bir kiĢiliğe sahip olmak, en genel ifadesiyle, haklara ve yükümlülüklere sahip bir özne
olmak demektir ve hukuksal kiĢiliğe dair en tatmin edici tanımlama, hukuksal kiĢiliğin hukuksal
iliĢkilerde bulunma kapasitesi olduğu biçiminde gerçekleĢtirilendir (Smith, 1928:283; Weber,
1978:706). Holland, kiĢinin genellikle bir hakkın öznesi ya da taĢıyıcısı diye tanımlandığını ancak bu
tanımlamanın yükümlülükleri dıĢta bıraktığı ölçüde dar kaldığını, kiĢi dendiğinde hakların olduğu
kadar yükümlülüklerin de öznesini anlamak gerektiğini belirttiğinde (Holland, 1908:90) subject
kelimesinin iki anlamlılığına yapılan vurguyu da belirtmiĢ olmaktadır. Zira subject bir yandan vicdan
ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlı olan diğer yandan denetim ve bağımlılık yoluyla baĢkasına
tabi olan anlamlarına gelmektedir (Foucault, 2005b:63) ve bu itibarla kendine bağlı olması
bakımından haklara, baĢkasına tabi olması bakımından yükümlülüklere tabi olmayı ifade etmektedir.
1
AraĢ. Gör., Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı;
[email protected]
211
Roma Hukukundaki kullanımına bakılacak olduğunda kiĢi bir status sahibi olandır; bir insan
hukuksal olarak hak ve yükümlülüklere sahip olduğunda kiĢi olur ve Romalı hukukçuların deyiĢiyle
hukuksal edimde bulunma kapasitesi maskesi yani persona2takmıĢ olur (Holland, 1908:90).
Holland‘ın Digesta‘dan aktardığı kadarıyla yaĢayan bir insan olmak ve devlet tarafından bir kiĢi olarak
tanınmıĢ olmak kiĢi olmayı sağlamaktadır (Holland, 1908:91-93). Roma toplumunda kölelik gibi
―statü‖lerin toplumsal yapıdaki yeri akılda tutulduğunda kiĢi olabilmenin biyolojik olarak insan olan
herkese bahĢedilmemiĢ olduğu ifade edilebilecektir.
Günümüzün modern hukuk sistemleri bağlamına geldiğimizde ise temelde yer alanın insanın
kiĢilik değerlerinin korunması olduğu ifade edilebilir; zira kiĢiliğin en yetkin konumuna kavuĢması
modern dönemlerin eseridir (Gürkan, 1995:39). Burada söz konusu olan, kiĢinin hak ve
yükümlülüklerinin evrensel görülen ilkelerle örülü oluĢudur. Bu ilkeleri genel olarak eĢitlik, özgürlük,
kiĢiliğe saygı ve kiĢiliğin korunması, kiĢiliğin sosyal karakteri ve belirlilik olarak ifade etmek
mümkündür (Özsunay, 1979:5-6). Burada ister istemez birtakım ideolojik örüntülere ve onların felsefi
temellerine değinmek lazım gelecektir. Zira bilindiği üzere ideolojiler, bilimsel göndermelere sahip
olabilmekle beraber bilimsel olmayan, evrensel iddiaları haiz inĢâi giriĢimlerdir. Bu noktada modern
toplumsal formasyonda hukuksal özne dogmatiğine değinilmesi faydalı olabilir. Wallerstein‘e göre
modernitenin aydınlanma düĢüncesi geleneksel toplumların Tanrı anlayıĢını bir adım öteye taĢıyarak
herkesin doğuĢtan sahip olduğu insan haklarını türetmiĢtir (Wallerstein, 2000:41) ve bu türetmenin
hukuksal ifadesi de modern toplumsal formasyonun kiĢisidir. Bu noktaya daha sonra geri
döneceğimizi ifade ederek, kiĢi konusuna iliĢkin temel yaklaĢımları sınıflandırma giriĢimlerine yer
vermek uygun görünmektedir.
Naffine, kiĢi kategorisine iliĢkin üç ayrı yaklaĢım olduğunu ifade etmektedir. Bunlardan ilkinde,
kimi analitik hukukçulara göre kiĢi salt hukuksal bir artefact olarak karĢımıza çıkmaktadır ve kiĢiye
dair metafizik ön kabullere dayanılmamaktadır (Naffine, 2003:349-350). Bu görüĢ çerçevesinde
kiĢilik, hukuksal hakları haiz olmak ve hukuksal iliĢkilerde bulunmak bakımından biçimsel bir
kapasiteden fazlası değildir; ahlâki göndermeleri yoktur ve metafizik iddialara dayanmaz (Naffine,
2003:350); hukuksal kiĢi salt bir soyutlamadır, bir oluĢ değildir (Naffine, 2003:353). Dolayısıyla
hukuksal iliĢkiler yoksa kiĢilik de yoktur (Naffine, 2003:353).
Ġkinci görüĢ penceresinden hukukun kiĢisi doğal bir karakterdedir; öyleyse artefact oluĢtan söz
edilemez (Naffine, 2003:349). Burada kiĢiliğin dar bir kavramsal alana sıkıĢtırılmasından kaçınılır ve
onun hem hukuksal hem de ahlâki bir temele sahip olduğu düĢünülür; hukuksal kiĢi her zaman ve
kaçınılmaz olarak kendisini ahlâken değerli kılan ve hukukun saygı göstermek zorunda olduğu özsel
bir insanlığa sahiptir (Naffine, 2003:350). Bu bakımdan, kiĢi olunması için rasyo ya da bilincin varlığı
zorunlu değildir, insan olmak yeterlidir (Naffine, 2003:361).3
KiĢi kategorisine iliĢkin üçüncü yaklaĢımda hukuksal kiĢi, klasik toplumsal sözleĢme
yaklaĢımlarında görülen, rasyonel ve bu yüzden sorumlu olan insan hukuk aktörü ya da öznesidir ve
birinci görüĢün aksine hukuksal iliĢkilerden bağımsız ve ahlâki bir varlık söz konusudur (Naffine,
2003:362-364). Ġkinci görüĢten farklı olarak ise rasyonellik kiĢi olmak bakımından zorunludur
(Naffine, 2003:365).
YaklaĢımlardan son ikisi birbirleriyle geçiĢimli niteliktedirler. Ġlk yaklaĢım ise daha pozitivist bir
eksende yer almaktadır. Burada ek olarak, Supiot‘nun antropolojik montaj olarak deyimlediği
yaklaĢımına da değinme imkânımız olacaktır.
2
Persona‘ya iliĢkin Gürkan‘ın ifadeleri açıklayıcı olabilecektir: ―KiĢi diye dilimize çevrilen bu sözcüğün
türetildiği ‗persona‘nın ilk anlamı eski Yunan ve Roma aktörlerin sahnede temsil ettikleri roller için kullandıkları
‗maske‘dir. Böylece yaĢlı bir adamı tasvir eden maske bir yandan yaĢlı bir insanı temsil ederken, bir yandan da
yaĢlı adamın tüm dünyası demek olan sahnede oynadığı rolü, yaĢlı adam rolünü temsil etmektedir. Daha sonra
maskeyi değil, sahnede karakteri ifade edilen kimseyi ya da karakteri oynayan oyuncuyu ifade eder oldu. Bir
süre sonra da ‗beden‘ olarak algılanmağa baĢladı‖ (Gürkan, 1995: 42).
3
Bu yaklaĢıma aynı zamanda biçimci eĢitlik anlayıĢına yönelen bir doğal hukuk anlayıĢının eĢlik ettiğini ifade
etmek hatalı olmayacaktır. Zira biçimci eĢitliğin salt aritmetik bir eĢitlik olduğu oysa bunun doğal olarak var
olan bir adalet içeriği ile desteklenmesi gerektiği savunulmuĢtur (IĢıktaç, 2004b: 136).
212
Supiot‘ya göre bir insanın homojuridicus kılınması, ondaki sembolik ve biyolojik boyutları
birleĢtirmenin Batılı tarzıdır (Supiot, 2008:11). Bir doğa olgusu olmayan hukuk öznesi buna rağmen
artefact‘tır, yani insanı sadece biyolojik bir varlığa indirgemeyen, onun etini ve ruhunu bir bütün
kabul eden bir idealleĢtirme, bir tasarımdır (Supiot, 2008:12). Yukarıda Foucault‘ya atıfla göstermeye
çalıĢtığımız özne vurgusu Supiot‘da da kendini gösterir; zira ona göre hukuksal kiĢilik bir yandan
bağlı bir yandan özerk, bir yandan beden bir yandan ruh olarak insanı ele alır ki, bu boyutların
hukuksal kiĢilik içinde birleĢtirilmesine antropolojik bir montaj denebilir (Supiot, 2008:50-51).
Supiot‘nun görüĢlerinin önemi artefact terminolojisini, Naffine‘in kullanımıyla, analitik hukukçuların
tekelinde kalmaktan azade kılmasından kaynaklanmakla tükenmeyip aynı zamanda inĢâi boyut ile
bedene yaptığı vurgu bakımından olgusal boyutu bir araya getirdiği için de vurgulanmalıdır.
Gelinen bu aĢamada ise Wallerstein‘a geri dönmek gerekmektedir. Wallerstein‘ın belirlemesi, ilk
yaklaĢımın artefact oluĢa yaptığı vurgu ile diğer yaklaĢımların bu artefact niteliğin içini doldurur
görünen ideolojik içeriklendirme çabalarını modern toplumsal formasyon içinde değerlendirmeye
iliĢkin Pašukanis okumasını anlamlandırmamıza da yardımcı olabilecektir.
Wallerstein evrenselciliği bir ideoloji olarak nitelendirir ve sonsuz sermaye arayıĢında evrenselci
bir ideolojinin savunulmasının ve uygulanmasının aslî bir unsuru olduğunu düĢünmektedir.
Dolayısıyla evrenselcilik, kapitalist dünya ekonomisine ve kapitalist dünya ekonomisi içinde ortaya
çıkan davranıĢ, norm ve pratikler anlamında moderniteye uygun bir ideolojidir. Zira kapitalist
sistemin, sistem dıĢına atmanın anlamsız görüneceği bütün emek gücüne ihtiyacı vardır (Wallerstein,
2000:44). Ona göre malları, sermayeyi ya da emeği pazarlanabilir olmaktan alıkoyan ne varsa
metaların pazar içindeki akıĢına ket vuran, onu kısıtlayan bir özellikte olduklarından istenmeyen
hâlleri oluĢturur (Wallerstein, 2000:42). Bu açıklamalar ile birlikte değerlendirdiğimizde, eğer ortada
bir artefact oluĢ varsa bunun nedenlerine iliĢkin ipuçlarının modern toplumsal formasyon içinde
aranması gerektiği anlaĢılmaktadır. Bu nokta kiĢi kavramından anlaĢılanın ne olduğuna ilave bir Ģeyler
söylemenin ve kiĢinin yani hukuk öznesinin varlık buluĢunun modern toplumsal formasyondaki
karĢılığına bakmanın gerekliliğini düĢündürmektedir.
ġimdiye kadar yapılan açıklamalar ıĢığında denebilir ki, ―olması gereken‖ düĢüncesinin toplumsal
yaĢamın yapısallığı içinde bir oluĢumu vardır ve toplumsal norm kategorileri bu ―olması gereken‖lik
içinde anlaĢılmalıdır. Olması gereken anlayıĢı bir düĢünce sistemi olarak kurulmadan önce, insanların
bilinçli tercihlerine dayanmaksızın bir oluĢum göstermektedir. Burada hukuka da yol açılmaktadır;
zira hukuk da bir kural bilimi olarak anlaĢılabilir yani o da bir ―olması gereken‖e bağlı olmak
bakımından normatiftir (Can, 2003:24).
Geldiğimiz bu nokta, hukukun kendisinin de toplumsal yapı içinde ve kendiliğinden oluĢup
oluĢmadığına iliĢkin bir soruĢturmayı haklı göstermektedir. Öncelikle ifade edilmesi gereken, hukukun
kendiliğinden oluĢup oluĢmadığının soruĢturulmasının zorunlu olarak doğal hukukçu bir yaklaĢıma
götürmeyeceği ya da yasama faaliyeti ve yargı pratiklerini, yani inĢâi zemini zorunlu olarak dıĢlamaya
yol açmayacağı hususudur. Burada yapılmaya çalıĢılanın hukuku ve onun kiĢisini sosyolojik olarak ele
almak olduğunu belirtmekte yarar gördüğümü tekrar ifade etmeliyim. Bu noktada Evgeny
B.Pašukanis‘in yaklaĢımının yardımcı olabileceğini sanıyorum.
Pašukanis‘in (1891-1937) hukuka yaklaĢımının esasını döneminin Marksist hukuk kuramcılarının
anlayıĢlarına yönelen bir eleĢtirinin oluĢturduğu belirtilmelidir. Ona göre hukuk (dolayısıyla hukuk
öznesi yani kiĢi) salt ideolojik bir kurgu olmaktan ötede bir muhtevaya sahiptir. Hukukun altyapı
iliĢkilerinin üstyapısal ve kurgusal bir ifadesi olduğu biçimindeki klasik Marksist yaklaĢımın ötesine
geçmeye dair bir giriĢimi Pašukanis‘in çabalarında yine Marksizm içinden gelen bir biçimde görmek
mümkündür. Pašukanis hukukun kendisini bir toplumsal iliĢki olarak görür ve toplumsal iliĢkilerin
hukuksal biçim aldığından bahseder (Pašukanis, 2002:74-75). Pašukanis‘e göre hukukun bilinçli
temellere dayanmayan altyapısal bir temeli vardır; zira hukuk bir düĢünce sistemi olarak değil ama
üretim iliĢkilerinin baskılaması ile ve insanların bilinçli tercihlerine dayanmadan meydana gelen bir
iliĢkiler sistemi olarak gerçek bir tarihe sahiptir (Pašukanis, 2002:64). Hukuku bir kurallar yığını
olarak aldığımızda, onu doğuran iliĢkilerin kuralları öncelediği vurgulanmalıdır (Pašukanis, 2002:85).
Pašukanis çok net biçimde Ģunları ifade eder (Pašukanis, 2002:85-86):
213
―Hukuk kuralının kendisi yani mantıksal içeriği doğrudan doğruya var olan iliĢkilerden
kaynaklanır‖ ―Kural hukuksal iliĢkiyi doğurmaz; hukuksal iliĢki temelindeki toplumsal iliĢkiyle kuralı
doğurur.‖
Dolayısıyla, toplumsal gerçeklik ile hukuksal gerçeklik arasındaki mesafe sanıldığı kadar uzak
olmak zorunda değildir. Can‘ın deyiĢiyle toplumsal gerçekliğin içindeki olgular, günlük gereksinimler
ve duygusal tepkiler gibi süreçlerden geçerek birtakım hukuksal değerlere dönüĢmektedirler ve bu
noktada ―olan‖dan ―olması gereken‖e bir geçiĢim yaĢanmaktadır (Can, 2003:70-71).
Hukuk için ifade edilenlerin onun temel kavramlarından olan kiĢi için de ortaya konması
mümkündür. Denebilir ki, kapitalist toplumun hukuksal öznesi ―hukukçuların düĢünce düzleminde
yaratılmadan önce toplumsal yaĢamın süjesi olarak kültür tarafından oluĢturulmuĢtur‖ (Özcan,
2011:110). Hukuk bir kiĢilik ideali ortaya koymaktadır ancak bu kiĢilik ideali, olağan koĢullarda,
toplumda zaten var olan toplumsal kiĢilik tipiyle uyumlu olma eğilimindedir ve kiĢi toplumdaki kültür
aracılığıyla algılanan toplumsal kiĢilik olduktan sonra hukukun bu kiĢiliği tanımlaması veya yeniden
biçimlendirmesi ile hukuksal kiĢilik hâline gelmektedir (Özcan, 2011:122). Hukuk ile yapılanın
toplumsal artalanda oluĢan bu kiĢiliğin korunması çabası olduğu da düĢünülmelidir.
Pašukanis toplumda zaten var olan toplumsal kiĢiliğin, modern toplumsal formasyonda yani
kapitalizm koĢullarında mülk ve özel çıkar sahibi, iktisadi öznede somut varlığını bulduğunu ifade
etmektedir (Pašukanis, 2002:77). Ona göre hukuksal kiĢi yani hukuk öznesi hukuk kuralı dıĢında,
toplumsal iliĢkilerde vardır ve maddi dayanağını yasanın yaratmadığı ve fakat hazır bulduğu iktisadi
öznede bulmaktadır (Pašukanis, 2002:88-91). Harvard ekibi hukukta kiĢi metaforunun kullanımının
iĢlevini belirtirken bunun salt bir metafor olmaktan çıktığını ve ağır ihtilaflı sosyal meselelere dair
sorunların ifade edilmesi için bir zemin, bir depo oluĢtan bahsettiklerinde (Harvard, 2001:1766) aynı
sosyolojik zemin üzerinde yer almaktadırlar. Pašukanis ise borçlu ile alacaklı arasındaki iliĢkinin
devletin koyduğu yasalar tarafından yaratılmadığını, zaten toplumda bunun nesnel bir karĢılığının
olduğunu belirttiğinde bu durumu somutlaĢtırmaktadır (Pašukanis, 2002:87). Burada hukukun
toplumsal yaĢam bakımından bir girdi oluĢu ihmal ediliyor değildir. Posner hukukun toplumsal denge
durumlarına iliĢkin, ilki davranıĢsal olan ve hukukun insanların davranıĢlarına etki etmesiyle açıklanan
ve ikincisi hermenötik olan ve insanların sahip oldukları inanıĢları değiĢimlemesiyle açıklanan iki
etkisinin bulunduğunu ifade ettiğinde, bu girdi oluĢa değinmektedir (Posner, 2002:33). Ancak
hukukun toplumsal yapıyı değiĢimlemeye dair giriĢimlerinin örneğin bir hukuk devriminin yapıldığı
olağanüstü dönemler için daha çok açıklayıcılığa sahip olduğunu düĢündüğümüzü ifade etmekte yarar
vardır.
O hâlde sorun, bir toplumsal norm kategorisi olarak hukukun nesnelliğine iliĢkin noktada
düğümlenmektedir. Bu konuya iliĢkin sosyolojik bir tahlilin hukukun kendiliğinden geliĢimi ve
yasakoyucunun faaliyetlerinin anlaĢılması bakımından gerçekleĢtirilebileceğini düĢünüyorum.
Buradaki duraklar ilk adım ile ilgili olarak yine Pašukanis, ikinci adım ile ilgili olarak ise Searle
olacaktır.
Yukarıdaki açıklamalar hukuk ve toplumsal karĢılık ile ilgili önemli olduğunu düĢündüğüm
açılımlara göndermede bulunmaktadır. Gerek sosyolojik anlamda bireyin, gerek hukuk sosyolojisi
anlamında kiĢinin oluĢumunun izlerinin bu artalanda sürülmesi, hukukun nesnelliğine iliĢkin
yürütülecek tartıĢmaya da zemin hazırlamaktadır. Modern toplumsal formasyonun kapitalist niteliği,
bu nesnellik arayıĢlarını da kapitalist iliĢki örüntülerinde aramaya yol açmaktadır. Pašukanis‘in
açıklamaları bu izlekte görünmektedir. Ona göre hukuksal iliĢkiler, her durumda, doğrudan doğruya
insanlar arasındaki üretim iliĢkileri tarafından yaratılmaktadırlar (Pašukanis, 2002:95). Hukukun kiĢisi
de kapitalist mübadele iliĢkilerinde tüm olası taleplerin taĢıyıcısı ve hedefi olmak bakımından
toplumdaki üretim iliĢkilerine denk düĢen temel hukuksal birim olarak karĢımıza çıkmaktadır
(Pašukanis, 2002:98). Zira tüm hukuksal iliĢkiler özneler arasındadır ve özne yani kiĢi hukuk
kuramının en küçük, basit ve bölünemez unsurudur (Pašukanis, 2002:109). Özne kategorisi nesneler
üzerinde pazarda özgürce tasarruf edebiliyor olmanın en iyi ifadesi olarak karĢımıza çıkmaktadır
(Pašukanis, 2002:110). Bu bakımdan hukuk öznesi de toplumsal iliĢkilerin saf bir ürünü olarak
görünür (Pašukanis, 2002:114). Bu anlamda hukukun kendisinin nesnel varlığına iliĢkin bir saptama
yapılacak olduğunda denebilir ki, bunun saptanabilmesi için hukuk kuralının içeriğini bilmek yeterli
214
olmayıp o kuralın toplumsal iliĢkilerde gerçekleĢip gerçekleĢmediği bilinmelidir (Pašukanis, 2002:85).
Pašukanis‘in hukukun kendisini bir toplumsal iliĢki olarak gördüğünü hatırda tuttuğumuzda, burada
belirttiklerimizi de bu görüĢe eklemeyerek toplumsal iliĢkilerin nesnel olarak ele alınabilmesi
ölçüsünde hukukun ve hukuk öznesinin de nesnel bir ele alıĢa konu olabileceğini zira onların da
sosyolojik anlamda bir nesnelliğe sahip olduğunu ifade etmenin hatalı olmayacağını düĢünüyorum.
Ġkinci adım ise yasakoyucunun faaliyetinin nesnelliğinin olup olmadığına iliĢkindir. Burada kilit
kavram Searle‘ün ―kurumsal olgu‖ diyerek adlandırdığı belirlemede ifadesini bulmaktadır. Searle‘e
göre olgular kaba olgular ve kurumsal olgular olmak üzere ayrılabilir. Kaba olgular ya da fiziksel
evren insan tarafından yaratılmaya ihtiyaç duymadan varlık bulmuĢlardır. Kurumsal olgular ise insanın
inĢâi faaliyeti neticesinde ortaya konanlardır (Searle, 2005:147 vd). Bu ayrımlaĢtırma ise kurumsal
olguların toplumsal yapıda karĢılık bulduklarına dair belirlemeye engel değildir. Searle kurumsal bir
olgu olan mülkiyet hakkından söz ederken, mülkiyet haklarının hukuki olarak yaratılmasının, tipik
olarak satma ve satın alma edimlerini gerektirdiğinden bahsettiğinde (Searle, 2005:148) toplumsal
iliĢkilere göndermede bulunmuĢ olur. Ona göre kurumsal olgular insan uylaĢımıyla var olurlar (Searle,
2005:152). Burada kolektif kabullerin rol oynadığından bahseden Searle, mülkiyet hakkının toplumun
çoğunluğu ya da tamamı tarafından reddedildiği momentlerde mülkiyet hakkının da sona ereceğine
iĢaret ettiğinde toplumun yeterli sayıdaki üyesinin kabulünü kurumsal olguların süregiden
varoluĢlarının sırrı olarak sunmuĢ olur (Searle, 2005:149). Searle‘ün yaklaĢımının önemi hem olan ile
olması gereken arasındaki uçurumu ortadan kaldırmasından (Özcan, 2008:316) hem de kendi
ifadesiyle kurumsal olguların, ki hukuk da buna örnektir, fiziksel evrenin yani kaba olguların bir
parçası olduğunu göstermesinden ileri gelmektedir; zira ona göre toplumsal, kurumsal ve zihinsel
gerçeklik tek bir fiziksel gerçeklik içinde yer almaktadır (Searle, 2005:153).
ÇalıĢmamın birinci bölümünün sonunda toparlama maksadıyla belirtmem gerekir ki, hukukun
öznesi yani kiĢi modern toplumsal formasyonu karakterize eden kapitalist iliĢki örüntüleri içinde
ortaya çıkmıĢtır. Hukuk sosyolojisi bağlamında kiĢinin ele alınması, sosyoloji bağlamında bireyin
oluĢumuyla baĢlayan ve kapitalist iliĢki örüntülerini hesaba katarak iktisadi özne zemininde
temsillenen bir toplumsal artalana sahiptir. ―KiĢi‖nin nesneleĢmesi, onun materyalize ediliĢiyle
mümkün olur.
II.RASYONALĠTEDEN HUKUKUN RASYONELLĠĞĠNE WEBERYAN BĠR AÇILIM
KiĢi kavramı açımlanıp onun toplumsal karĢılığına göz atıldıktan sonra, baĢka bir deyiĢle, kiĢinin
sosyolojisine giriĢin ardından bu kiĢiye atfedilen en önemli niteliklerden biri olan rasyonalite
meselesine de bakmakta fayda görüyorum. Burada özellikle sosyoloji cephesinden rasyonel olanın bir
takibine giriĢecek ve ardından bu rasyonalitenin hukuk alanında nasıl ifade bulduğuna dair Weber‘den
beslenerek birtakım belirlemeler yapmaya çalıĢacağım.
Hukukun rasyonalitesine iliĢkin önemli belirlemeleri Weber‘in çalıĢmalarında bulmak
mümkündür. Buna iliĢkin değerlendirmelerine girmeden önce Weber‘in ekonomi hukuk iliĢkisine dair
saptamalarına kısaca da olsa yer verilebilir. Weber‘e göre ekonomik faktörler hukuk üzerinde
doğrudan olmayan bir etkide bulunmuĢlardır. Bu etki sadece Ģu derecededir: ekonomik davranıĢın
piyasa ekonomisi ya da sözleĢme serbestisi gibi olgular üzerinde temellenen belirli rasyonalizasyonları
ve hukuk tarafından çözülmesi beklenen menfaat uzlaĢmazlıklarının artması, hukukun
sistemleĢtirilmesine etkide bulunmuĢlardır (Weber, 1978:655). Dolayısıyla ekonomik çıkarlar hukuku
doğrudan yaratmamıĢtır (Weber, 2012:18). Ancak bu saptamaları, Weber‘in modern Batı
toplumlarında kapitalizm hukuk iliĢkisini göz ardı ettiği anlamına gelmemelidir. Weber‘e göre modern
Batı toplumsal düzeninin en önemli iki parçasından biri rasyonel yapıdaki hukuktur ve rasyonel hukuk
hesaplanabilir olan hukuktur (Weber, 2012:17) ve kapitalizmin gereksinimi hesaplanabilir bir
hukuktur (Torun, 2003:96). Rasyonel amaçlara ulaĢabilmek için toplumsal yapıda tanımlanmıĢ ve
kurumsallaĢmıĢ alt sistemlere ihtiyaç vardır (Özcan, 2011:120) ve Weber‘e göre rasyonel biçimde
nitelendirilmiĢ, dile gelmiĢ olan anayasalara, yasalara ve hukuka bağlı siyasal örgütlenme olarak
devlete modern Batı toplumları dıĢında rastlanmamıĢtır (Weber, 2012:8).
Weber‘in hukuk sosyolojisi yaklaĢımında modern Batı toplumlarında görüldüğü hâliyle çağdaĢ
hukuk düĢüncesi iki ana kategoriye ayrılmaktadır: Hukuk yapma ve hukuk bulma. Bunlardan hukuk
yapma ile anlaĢılan hukukçuların düĢüncesinde rasyonel hukuk kuralları olarak varsayılan genel
215
normların kurulması iken hukuk bulma ile anlaĢılan bu kuralların somut olgulara uygulanmasıdır
(Weber, 1978:653). Weber hukukun rasyonelliği ile ilgili görüĢlerinde rasyonel ya da irrasyonel olma,
Ģekli bakımdan ve maddi bakımdan ele alınabileceğini belirtir. ġekli bakımdan rasyonellik –
irrasyonellik meselesine dair söylenebileceklerin ilki, gerek hukuk yapımında gerek hukuk bulmada
rasyonel araçlara değil ama örneğin kehanetlere ya da vahye baĢvurulursa Ģeklen irrasyonalitenin
gündeme geleceğine iliĢkindir (Weber, 1978:656). Dolayısıyla denebilir ki, gerek usul hukukunda
gerek maddi hukukta karar genel ve ortak bir norma göre tespit ediliyor ve bunlara göndermede
bulunuluyorsa Ģeklen rasyonalite söz konusudur (Topçuoğlu, 1964:245). Maddi bakımdan rasyonellik
– irrasyonellik ayrımı ise hukuki kararın ahlâki, duygusal ya da siyasal temellere dayandırılması
hâlinde irrasyonelliğin ortaya çıkması, aksi hâlde ise rasyonellikten söz edilmesiyle belirlenmektedir
(Weber, 1978:565). BaĢka deyiĢle, bir hukuki uyuĢmazlık vukuunda bu ihtilafa hukuku uygulayacak
kimseler uyuĢmazlığın ya da aykırılığın yarattığı duygusal tepkilerle bir karara varıyorlarsa orada
irrasyonel bir hukuki süreç gündeme gelmiĢ olacaktır (Topçuoğlu, 1964:243). Görüleceği gibi, Ģekli
bakımdan rasyonellik hukuk yapma ve hukuku bulmada, maddi bakımdan rasyonellik ise uyuĢmazlığı
çözecek kararı vermede dikkate alınmaktadır. Hukuk yapmada ve bulmada rasyonel araçlar olarak
kabul edilen genel ve ortak bir usûl belirlendiğinde Ģeklen rasyonalite, hukuki uyuĢmazlığı çözen
kararın verilmesinde duygusallıklara ve ahlâki nedenler gibi göreli noktalara değil de genel bir kurala
göndermede bulunulduğunda ise madden rasyonalite tesis edilmiĢ olacaktır (Topçuoğlu, 1964:243244). Belirtilmelidir ki, irrasyonel oluĢ adil olmayan ya da kötü bir anlamı ifade etmemekte ama
hukuki prosedürlerde genel kural olarak kabul edilemeyecek ve bu anlamda hukuka yabancı unsurlara
göndermede bulunma anlamına gelmektedir (Topçuoğlu, 1964:245).
Bu açıklamalar alt alta getirilip toplandığında modern toplumsal formasyonun kapitalist iliĢki
örüntüleri bakımından ratio‘nun nasıl anlaĢıldığını ve haiz olduğu önemi görmek ve buna ek olarak
modern hukukun bu rasyodan aldığı paya Weber‘den hareketle iĢaret etmek imkânımızın olduğunu
ifade edebiliriz. Özellikle kapitalizmin hesaplanabilir olma anlamında rasyonel bir hukuka ihtiyaç
duyması ve modern Batı toplumlarının bu hukuka ve hukuksal örgütlenmeye sahip bir siyasal sisteme
sahip olmaları Weber‘in karĢı konamaz katkısını ortaya sermektedir. Weber kapitalizmin gerektirdiği
hukukun rasyonel niteliğini gerek hukuk yapma ve bulmada gerekse hukuki kararı vermede nasıl
anlaĢılabileceklerini de vurgulayarak göstermiĢtir.
Ancak hukukun rasyonelliğinin belirlenmesi yeterli değildir. ÇalıĢmanın amacı hukuk öznesinin
bir analizinin yapılması oldukça, bu rasyonaliteyle kiĢinin iliĢkisini kurmak da zorunlu hâle
gelmektedir. Dahası ve belki de öncesinde, hukuk öznesinin rasyonalitesini ortaya koymalıyız. Sırada
bu konuyla ilgili hususların aktarılması vardır.
III.MĠKRO-ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠLERĠ VE RASYONEL HUKUK ÖZNESĠ: FOUCAULT
ETKĠSĠ
ÇalıĢma bağlamında, burada Foucault etkisi diyeceğim yenilik ise, bu iki ismin Devlet
konusundaki ve Althusser‘in bilime dair kabullerinin bir tür eleĢtirisi olarak anlaĢılabilir. Önce bilim
alanından baĢlayalım.
Michel Foucault‘nun (1926-1984) genel çalıĢmasının merkezi kavramlarından biri ―söylem‖dir.
Foucault, söylemi, aynı oluĢum sisteminden kaynaklanan, aynı söylemsel oluĢuma bağlı olan
sözcelerin toplamı olarak tanımlar (Foucault, 1999: 139,152). Söylem kavramını kullanan Foucault,
ideolojiyi neden tercih etmediğini de açıklamaktadır. Foucault ideoloji nosyonundan yararlanmanın üç
nedenden ötürü kendisi için uygun görünmediğini ifade eder. Buna göre ilk sebep, ideolojinin, hakikat
olduğu varsayılan baĢka bir Ģeyle potansiyel olarak da olsa daima bir karĢıtlık içinde
konumlandırılmasıyken ikinci sebep, ideoloji nosyonunun kaçınılmaz biçimde ve hep bir tür özneye
göndermede bulunmasının yarattığı sakıncadır; son olarak ideolojinin, onun altyapısı, maddesi ya da
ekonomik belirlenimi gibi iĢlevler bakımından hep ikincil bir pozisyonda yer almasının yarattığı bir
kullanıĢsızlık söz konusudur (Foucault, 1980: 118). Ġdeolojiyi bu Ģekilde kullanıĢsız ya da ―sakıncalı‖
bulan Foucault‘nun analizinin merkezine söylemi alması, Althusser‘i hatırlayalım, ideoloji eleĢtirisinin
ardından elde kalan bilimi -ki Foucault‘ya göre söylemsel pratikler hakikat iddiası taĢıyan psikoloji,
kriminoloji vs. gibi bilimsel araĢtırma alanlarına göndermede bulunmaktadır (Keskin, 2005: 16)eleĢtiriden ―mahrum bırakmama‖ gibi bir kaygıyla tasarlanmıĢ olabilir. Ġdeolojinin kullanıĢsız oluĢunu
216
açıklarken belirttiği, ideolojilerin hakikat olduğu varsayılan baĢka bir Ģeyle daima karĢıtlık içinde
olduğu saptaması ve üçüncü neden olarak sunduğu ikincillik hususu, böylesi bir akıl yürütmeyi
mümkün kılmaktadır.
Foucault söylemin, söylemsel oluĢum denen kurucu kategori içinde oluĢtuğunu, söylemsel
oluĢumun ise söylemi oluĢturan sözcelerin dağılma ve bölünme ilkesi olduğunu ifade etmektedir
(Foucault, 1999: 139). Söylemsel oluĢum, sözcelerin çatlaksız, çeliĢkisiz ve bir iç keyfilik olmaksızın
tarihsel birlikler olarak kurulmalarına iĢaret etmektedir (Foucault, 1999: 148). Eagleton‘ın ifadesiyle
söylemsel oluĢumlar, bir kurallar kümesi olarak, toplumsal yaĢam içindeki belirli bir konumdan
söylenebilecek ve söylenmek zorunda olan Ģeyleri belirlerler (Eagleton, 2011: 257). Foucault da bu
kuralları, söylemin düzenini sağlayan içsel usûller ve dıĢlama usûllerinin bir dökümünü sunmaktadır
(Foucault, 1987: 23-41). Söylemsel oluĢumların, iktidar pratikleriyle iliĢkileri bakımından arz ettikleri
bir özellik ise bunların zorunlu olarak Devlet iktidarına göndermede bulunmuyor oluĢlarıdır.
Foucault iktidarı bir iliĢkiler kümesi olarak ele alır ve iktidar tanımının unsurları iliĢki olma, eylem
üzerinde eylem olma ve davranıĢları yönlendirme olarak sıralanabilir (KoloĢ, 2012: 118-121).
Foucault‘nun analizi bakımından iktidarın en önemli özelliklerinden ikisi ise onun merkezsizliği ve
aĢağıdan yukarıya oluĢudur. Ġktidarın merkezsizliği ile anlatılmak istenen, onun sayısız noktadan
çıkması, eĢitsiz ve hareketli iliĢkiler içinde iĢlemesidir (Foucault, 2010: 72). Ġktidarın aĢağıdan
yukarıya oluĢu ise Devlet‘i iktidarın merkezi üssü olarak almak ve toplumdaki iktidar iliĢkilerinin
Devlet tarafından belirlendiğini varsaymak biçiminde anlaĢılabilecek olan yukarıdan aĢağıya oluĢun
bir eleĢtirisidir. Foucault‘ya göre iktidar iliĢkileri aĢağıdadır; daha doğru bir ifadeyle, kendilerine ait
bir yörüngeleri ve teknolojileri vardır ve bunlar bir üst-belirleyenin sultasında değildir (Foucault,
2003: 44). Somut bir örnek ise aileden hareketle sunulur ve Foucault‘ya göre ailede var olan iktidar
iliĢkileri yukarıya biçim vermektedir (Foucault, 2010: 73).
Burada bu iki Foucault verisini birleĢtirmek uygun görünüyor. Ancak öncesinde belirtilmelidir ki,
Foucault‘da analiz edildiği hâliyle iktidarın en önemli özelliği özneyi (Foucault, 2005b: 63) ve
hakikati üretmesi (Foucault, 1980: 133) anlamında pozitif oluĢudur. Eğer öyleyse, özne merkezsiz
iktidar iliĢkileri içinde üretilmekte ve yeniden üretilmektedir. Bu aynı zamanda, özneyi kuranın Devlet
merkezli, yukarıdan aĢağıya bir mekanizma olmadığını da söylemektir. Özne, onu kuran iktidar
pratiklerinin ürettiği hakikatlerle birlikte bir tarihe sahiptir. Dolayısıyla, özneyi kuran ideolojilerden
değil ama hakikat iddialı söylemsel pratiklerden ve onların dispositifler altında bir arada bulundukları
söylemsel olmayan pratikler olarak iktidar mekanizmalarının iĢleyiĢinden söz etmek gerekir ve bu
mekanizmalar da her zaman ve zorunlu olarak Devlet‘e göndermede bulunmazlar.
Foucault‘nun soybilim çalıĢmaları itibariyle iktidarın kurumsal ortaya çıkıĢı bakımından üç
spesifik alan üzerinde yoğunlaĢtığını ifade edebiliriz. Bu alanlar aynı zamanda bireylere birtakım
öznellik gömleklerinin giydirildiği özellikledirler. Tımarhanelerde akıl hastalığı, hapishanelerde
tehlikelilik ve hastanelerde anormallik üzerinden bir öznellik yükletilmesi söz konusudur. Böylece
bireyler, akıl hastası-normal, tehlikeli-uysal, sağlıklı-anormal ve cinsellik dispositifi itibariyle sapkınsapkın olmayan gibi kategorilerde tanımlanırlar4.Foucault‘ya göre, modern epistemenin temel öznellik
kipleri bunlardır.
Öyleyse, gelinen noktada, Foucault‘da hukuk öznesinin nasıl ele alındığına bakılabilir.
Foucault hukuk ve sujet iliĢkisini, önemsediği Hobbes ve toplum sözleĢmesi bağlamında ele alır.
Hobbes‘un doğa durumunda eĢit ve özgür olduklarını varsaydığı özneler hukuksal bir bağıt olan
toplum sözleĢmesini yaparak ve sözleĢme ile iktidarlarını bir egemene devrederek Leviathan‘ı
oluĢtururlar. Bu kurgu sujet‘nin çift anlamlılığına imkân sunar niteliktedir. Öyle ki, konu hukuk
olduğunda sujet hem uyruk hem de özne olarak anlaĢılacaktır.
Foucault söz konusu iktidarın hukuksal-söylemsel analiz modeli olduğunda bir ―uyruk – özne
dikotomisi‖ üzerinden gitmektedir. Hukuksal sujet, bir yandan, Foucault‘ya göre Batı‘da iktidarın
anlaĢılıĢını sürekli biçimde hukuksal kılan monarĢik konsept bakımından, üzerilerinde kullanılabilecek
en uç hakkın ölüm olduğu uyruklardır. Söz konusu olan hükümran – uyruk iliĢkisidir ve uyruk
4
Bu kurumlar ve kurumlardaki iktidar pratikleri için bkz (KoloĢ, 2012: 195-224).
217
hükümrana, onun hukukuna itaat eder bir pozisyondadır. Ancak sujet‘nin hükümranlığı meĢrû kılan bir
boyutu da vardır. Ġnsanlar özgür, eĢit ve doğaları itibariyle hak sahibi olarak nitelendirilmeleriyle,
yaptıkları tercihler de bu özgürlüğün ve eĢitliğin neticesi olarak telâkki edilecektir. Foucault‘nun
hukuksal-söylemsel iktidar modelinde yani iktidarın hukuksal terimlerle ve hukuk ekseninde analiz
edildiğinde öznenin doğal olarakya da doğası gereği hak ve imkânlara sahip kiĢi olarak anlaĢıldığını
ifade etmesi (Foucault, 2003: 55) bu tip bir okumaya imkân sağlamaktadır.
Hukuksal-söylemsel iktidar modelinde iktidarın muhatabının sadece üzerilerinde fiziksel kuvvetin,
zorun kullanıldığı uyruklar olmadığı belirlemesi, çoklukla doğal hak ve ilkel iktidarlara sahip,
sonrasında ise iktidarlarını devreden, toplum sözleĢmesi tasarımına uygun ve böylece hukuku devletin
ideal oluĢumunda iktidarın temel bir belirtisi kılan öznelerin varlığı ile (Foucault, 2003: 271)
tamamlanmaktadır. Ben buna uyruk – hukuksal özne dikotomisi demeyi tercih ediyorum.
Ancak Foucault, modern epistemede iktidarın hukuksal-söylemsel iktidar modeli ile analiz
edilmesinin uygun olmadığı kanaatindedir. Ona göre bu dönemde iktidar hukuksal terimlerle değil,
dönemi karakterize eden biyo-iktidar perspektifiyle analiz edilmelidir.
Foucault‘ya göre özne meselesi, biyo-iktidar denen ve modern çağın antropolojik epistemesine
uygun biçimde insanların yaĢamlarını ve bir tür olarak onları dikkate alan kesitte baĢkalaĢıma
uğramıĢtır. Yukarıda ifade etmeye çalıĢtığım üzere, modern çağın tipik öznellikleri genel olarak
normal-anormal ikiliği üzerinden giydirilen gömleklerle bireyleri özne kılmaktadır.
Foucault‘ya göre biyo-iktidarda iktidarın muhatabı hukuksal öznedense yaĢamsal bir türdür
(Foucault, 2010: 105). Zira biyo-iktidar ile söz konusu olan artık yasa karĢısındaki öznelerden çok
canlı varlıklar, yani hayattır (Lemke, 2013: 56). Ġnsana bir tür olarak yaklaĢmak, hukuksal-söylemsel
iktidar modelindeki uyruk – hukuksal özne dikotomisi niteliğinin değiĢmesi ve yeni bir tür öznenin
kurulması olarak okunmaktadır (Rajan, 2012: 27).
Buradaki sorun, Foucault‘ya göre modern epistemede hukuksal öznenin akıbetinin ne olduğudur.
Ona göre modern toplumlarda bireyler bir yasayı ihlâl ettiklerinde cezaya mahkûm edilecek ve
cezaları infaz edilecek hukuksal özneler olarak kabul edilmeye devam ederler (Foucault, 2007: 261).
Ancak, bu faillerin mahkeme önüne yargılanmak üzere gelmeleri, Foucault‘ya göre, hukuksal özne
kılığına bürünme olarak anlaĢılmalıdır. Örneğin livatadan ötürü yargı önüne gelen bir fail görüntü
itibariyle bir hukuk öznesi olarak orada bulunmaktayken artık bu, bir hukuk öznesi kılığında gelmek
olarak anlaĢılmalıdır. Zira bu özne artık, aslında normalleĢtirici zihniyetin kurduğu türlerin
göndermede bulunduğu davranıĢların öznesi olarak yani bir tür-özne olarak yargı önüne gelir
(Foucault, 2010: 39-40).
Burada ek olarak vurgulanması gereken bir husus da, Foucault‘nun hukuk pratiklerine atfettiği
öneme dairdir. Foucault‘nun hukuk pratiklerine iliĢkin vurgusu son derece açık ve belirgindir
(Foucault, 2005a: 166):
―Tarihsel analizi yeni öznellik biçimlerinin ortaya çıkıĢını konumlandırmayı sağlayan toplumsal
pratiklerin veya daha kesin olarak yargı pratiklerinin en önemli pratikler olduğu kanısındayım.‖
Böylece görülmektedir ki, bireyin ne olduğunun belirlenmesinin ya da diğer bir ifadeyle onu akıl
hastası, tehlikeli, sapkın ya da anormal olarak daha önceden belirlenmiĢ öznellik kiplerinin içine
sokulmasının ve böylece o öznellik kiplerinin göndermede bulunduğu davranıĢ kalıplarının o kiĢiye
olumlu ya da olumsuz yönde giydirilerek sayılan öznelliklerin biri ya da birkaçı ile donatılmasının en
önemli yollarından biri hukuk pratikleri olmaktadır (KoloĢ, 2012: 331-332).
ÇalıĢma bakımından belirtilmesi gereken husus ise, söylemsel pratikler ile ortaya çıkan normların
söylemsel olmayan pratikler ile bireylerin yontulmasında kullanılmasının bir rasyonalitenin,
yönetimsel rasyonalite olarak da anılabilecek yönetimselliğin (governmentality) bir stratejisi
olduğudur. Burada bahsedilen, aynı zamanda, rasyonel bireyin kurulmasıdır da. Zira modern
toplumsal formasyon ve onu karakterize eden kapitalist iliĢki örüntüleri, Weber‘den hatırlayalım, hep
bir rasyonalite izleğindedir. Bu rasyodan sapanlar kapatılarak, disipline edilerek, tedavi edilerek tekrar
raya oturtulmaya çalıĢır.
218
ÇalıĢmanın bütünü ile birlikte düĢünerek toparlanacak olursa, Foucault‘da modern toplumsal
formasyonda bireyin rasyonel oluĢunu sağlamanın önemli yollarından biri, yine rasyonel bir oluĢum
olduğu varsayılan hukuk pratiklerinin iĢleyiĢidir. Bu rasyonalite, iktidar iliĢkilerinin Foucault‘daki
hâliyle mikro ölçekliliği ve yerelliklerde bulunup her yerden geldiği düĢünüldüğünde, mikro alanlarda
dolaĢımda olan bir özelliktedir. Ġktidarın aĢağıdan yukarılığını dikkate aldığımızda, hukukun da mikro
alanlardaki bu rasyonaliteyi öncelikle taĢıyan sonra ise sağlayan bir boyutunun olduğunu
görebilmekteyiz.
Kısa ve net biçimde ifade etmek gerekirse, modern toplumsal formasyonda kiĢinin ve hukukun
rasyonel olduğu, rasyonel kiĢinin yine rasyonel olan hukuka uyması gerektiği, uymadığında ise bu
rasyoya uyacak vaziyete getirildiği hususu Weber ve Foucault‘yu birlikte okumanın bir sonucu olarak
saptanabilir.
KAYNAKÇA
Can, C. (2003). Hukuk Sosyolojisinin Antropolojik Temelleri ve Genel GeliĢim Çizgisi2. bs., Ankara:
Seçkin Yayıncılık.
Eagleton, T. (2011). Ġdeoloji 3. bs., çev. Muttalip Özcan, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınevi.
Foucault, M. (1980).―Truth and Power‖, iç. Power/Knowledge: Selected Interviews and Other
Writings 1972-1977, çev. Colin Gordon, Leo Marshall, John Mepham, Kate Soper, (ed. Colin
Gordon), New York: Pantheon Books, s.109-134.
Foucault, M. (1987). Söylemin Düzeni, çev. Turhan Ilgaz, Ġstanbul: Hil Yayın.
Foucault, M. (1999). Bilginin Arkeolojisi, çev. Veli Urhan, Ġstanbul: Birey Yayıncılık.
Foucault, M. (2003). Toplumu Savunmak Gerekir 3. bs., çev. ġehsuvar AktaĢ, Ġstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Foucault, M. (2005a). ―Hakikat ve Hukuksal Biçimler‖, çev. IĢık Ergüden, iç. Seçme Yazılar:3 Büyük
Kapatılma 2. bs., (yay. haz. Ferda Keskin), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.163-279.
Foucault, M. (2005b). ―Özne ve Ġktidar‖, çev. Osman Akınhay, iç. Seçme Yazılar:2 Özne ve Ġktidar2.
bs., (yay. haz. Ferda Keskin), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.57-82.
Foucault, M. (2007). ―Cezalandırmak Neye Diyoruz?‖, çev. IĢık Ergüden, iç. Seçme Yazılar:4
Ġktidarın Gözü2. bs., (yay. haz. Ferda Keskin), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.250-263.
Foucault, M. (2010). Bilme Ġstenci – Cinselliğin Tarihi Birinci Kitap 3. bs., çev. Hülya Uğur
Tanrıöver, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Gürkan, Ü. (1995). ―KiĢilik Kavramının Evrimi‖, Prof. Dr. Hamide Topçuoğlu‘na Armağan, Ankara:
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No: 498, s.39-54.
―What We Talk About When We Talk About Persons: The Language of A Legal Fiction‖, Harvard
Law Review, Cilt: 114, No: 6, s.1745-1768. (Metinde Harvard, 2001 olarak geçmektedir)
Holland, T. E. (1908). The Elements of Jurisprudence10. bs., New York, London: Oxford University
Press.
IĢıktaç, Y. (2004b). ―Yaratıcı DüĢüncenin Cinsiyeti Var Mıdır?‖, iç. Hukuk Yazıları, Ankara: Yetkin
Yayınları, s.127-142.
Keskin, F. (2005). ―Büyük Kapatılma‖, iç. Seçme Yazılar 3: Büyük Kapatılma 2. bs., (yay. haz. Ferda
Keskin), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.11-20.
KoloĢ, U. (2012). Michel Foucault‘nun Ġktidar Analizinde Hukukun Yerinin Belirlenmesi,
YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Ġstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ġstanbul.
Lemke, T. (2013). Biyopolitika. çev. Utku Özmakas, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları.
Naffine, N. (2003). ―Who Are Law‘s Persons? From Cheshire Cats to Responsible Subjects‖, The
219
Modern Law Review, Cilt: 66, No: 3, s.346-367.
Özcan, M. T. (2008). Modern Toplum ve Hukuk Devleti, Ġstanbul: On Ġki Levha Yayıncılık.
Özcan, M. T. (2011) Hukuk Sosyolojisine GiriĢ 4. bs., Ġstanbul: On Ġki Levha Yayıncılık.
Özsunay, E. (1979). Gerçek KiĢilerin Hukukî Durumu 4. bs., Ġstanbul: Ġstanbul Üniversitesi Yayınları
No: 2610
Paśukanis, E. B. (2002). Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm,çev. Onur Karahanoğulları, Ġstanbul:
Birikim Yayınları.
Posner, E. A. (2002). Law and Social Norms 2. bs., Cambridge, Massachusetts, London: Harvard
University Press.
Rajan, K. S. (2012). Biyokapital: Genom-Sonrası Hayatın KuruluĢu, çev. AyĢe Deniz Temiz, Ġstanbul:
Metis Yayınları.
Searle, J. R. (2005). Toplumsal Gerçekliğin ĠnĢâsı, çev. Muhittin Macit, Ferruh Özpilavcı, Ġstanbul:
Litera Yayıncılık.
Smith, B. (1928). ―Legal Personality‖ The Yale Law Journal, Cilt: 37, No: 3, s.283-299.
Supiot, A. (2008). Homo Juridicus: Hukukun Antropolojik ĠĢlevi Üzerine Bir Deneme, çev. Bige
Açımız Ünal, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
Topçuoğlu, H. (1964). ―Max Weber‘e Göre Hukukî DüĢüncenin Kategorileri ve Yeni Hukuk
Normlarının TeĢekkül Tarzları‖, Ord. Prof. Dr. Ernst E. Hirsch‘e Armağan, Ankara: Ankara
Üniversitesi Yayınları No: 197, s.199-260.
Torun, Ġ. (2003). Max Weber‘de Ġktisadi GeliĢme DüĢüncesi, Ġstanbul: OkumuĢ Adam Yayınları.
Wallerstein, I. (2000). ―Kapitalizmin Ġdeolojik Gerilimleri: Irkçılık ve Cinsiyetçilik KarĢısında
Evrenselcilik‖, iç. Irk Ulus Sınıf: Belirsiz Kimlikler 3. bs., çev. Nazlı Ökten, Ġstanbul: Metis
Yayınları.
Weber, M. (1978). Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology, (ed. Guenther Roth,
Claus Wittich), Berkeley, Los Angeles, London: University of California Press.
Weber, M. (2012). Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu 2. bs., çev. Emir Aktan, Ankara: Alter
Yayıncılık.
220
HUKUKĠ ġARKĠYATÇILIK: BĠR SÖYLEM OLARAK HUKUK, BĠR ĠNSAN
OLARAK ġARKLI
Sercan Gürler 1
Vahdet ĠĢsevenler2
ÖZET
Bu makalenin amacı hukuki şarkiyatçılık tartıĢmalarına Türkçe literatürde bir giriĢ yapmaktır. Söz
konusu tartıĢmaların merkezinde yer alan Edward Said‘in Şarkiyatçılık eseri bu makalenin de temelini
oluĢturur. Said, bu eserinde Ģarkiyatçılığı anlamada Foucault‘nun kullandığı söylem kavramına
baĢvurduğunu ve Ģarkiyatçılığın ancak bir söylem olarak incelendiği takdirde anlaĢılabileceğini
belirtmiĢtir. Dolayısıyla makalede Foucault‘nun düĢüncesinde söylem kavramının ne‘liğine ve bu
kavrama imkân tanıyan ontolojik ve epistemolojik argümanlara da değinilmiĢtir.
ġarkiyatçılık ile birlikte ele alınması gereken diğer bir disiplin de post-kolonyal çalıĢmalardır.
Post-kolonyal çalıĢmalar, Ģarkiyatçılığın‗öteki‘ söyleminin izlerini Batı sömürgecilik tarihinde sürer.
Edebi metinler baĢta olmak üzere bilimsel ve felsefi literatür aracılığıyla bu söylemin nasıl yeniden
üretildiğini araĢtırır. Hukuk da bu süreçte önemli bir role sahiptir. Bir yandan sömürgeleĢtirme
sürecini meĢrulaĢtırır, diğer yandan sömürgeleĢtirilen toplumların kontrol edilmesini kolaylaĢtırır. Bu
ikili iĢlevini yerine getirirken belirli bir insan kavramına dayanan bir söylem inĢa eder ve bu söylem
aracılığıyla batı dıĢı toplumların hukuk sistemlerini ve insan anlayıĢlarını yargılar.
Anahtar Kelimeler: söylem, hukuki söylem, şarkiyatçılık, hukuki şarkiyatçılık , kolonyalizm, postkolonyalizm
1. ġARKĠYATÇILIK NEDĠR?
Edward Said‘e göre Ģarkiyatçılığın birkaç anlamından bahsedilebilir. Birincisi ġark hakkında
yazan, ders veren, araĢtırma yapan kiĢinin eylemiyken; ikincisi ġark ile Garp arasındaki ontolojik ve
epistemolojik farka dayanan düĢünme biçimidir. Nihayette varılan üçüncü bir anlam ise ġark‘la
uğraĢan bir Batı biçemidir. Burada yapılan ġark‘la, onu betimleyerek, hakkında saptamalar yaparak,
onu öğreterek, oraya yerleĢerek ve onu yöneterek meĢgul olmaktır (Said, 1999:12-13).Belki de
Ģarkiyatçılığın bu doğası yüzünden, Said onun ancak bir söylem olarak tahlil edildiği takdirde
anlaĢılabileceğini söylemiĢtir ve söylemden ne anladığını ise Foucault‘nun Bilginin Arkeolojisi ve
Hapishanenin DoğuĢu eserlerinde ortaya koyduğu ile sınırlamıĢtır (Said, 1999:13). Bu, araĢtırmacıya
Foucault‘nun söylem ile ifade ettiğinin ne‘liğini anlama yükümlülüğü getirmektedir. Diğer bir yanıyla
da bu, Foucault‘nun söylem söylemine eklenen Said‘in ġarkiyatçılık söyleminin bize ne anlattığını ve
ne anlatmadığını keĢfetme yükümlülüğüdür.
1.2. Foucault‟nun Söylemi Nedir?
Foucault her ne kadar nevi Ģahsına münhasır bir karakter olsa ve bu yüzden birden fazla Foucault
varmıĢ gibi bir iz bıraksa da çalıĢma alanlarının tıpkı Ģarkiyatçılık külliyatı gibi birden fazla disiplini
içerdiği konusu su götürmezdir ve bu geniĢ yelpazede bir düĢünce dizgeleri tarihçisi olarak, düĢünceyi
kısıtlayan kuralları ortaya koymak gayretinde bulunmuĢtur (Gutting, 2010:15-57). Hapishanenin
DoğuĢu, Deliliğin Tarihi, Cinselliğin Tarihi gibi eserler bu minval üzere yazılmıĢtır. Said‘e ve
diğerlerine araĢtırmalarında kullanabilecekleri bir araç olarak söylem konseptini bu macerada
bırakmıĢtır. Bilginin Arkeolojisi ve Söylemin Düzeni eserlerinde ise söylem ayrıca gündemde olsa da
açık ve sınırları belli bir söylem tanımı arayanlar hayal kırıklığına uğrayacaktır.
Foucault kendisi için ¨Bana kim olduğumu sormayınız ve aynı kalacağımı söylemeyiniz.¨
(Foucault, 2011:29) derken de, söylem gibi kavramları kullanırken de Nietzsche‘ye sadık kalmıĢ,
1
Yrd. Doç. Dr.; Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı,
[email protected]
2
ArĢ. Gör., Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı,
[email protected]
221
filozof mizacını reddetmiĢtir. O mizaç ki Nietzsche‘ye göre açık ve sınırları belli olan değiĢmeyen
kavramlarla yaĢamı mumyalaĢtırmıĢ, oluĢa karĢı çıkmıĢtır ve tarih anlayıĢındaki bu eksiklikten dolayı
elinden canlı hiçbir Ģey kurtulamamıĢtır (Nietzsche, 2009:29). Yine de Foucault, yolda da düzse bir
kervana sahiptir, bugün söylem derken yarın baĢka bir Ģey dememiĢ, sadakatini hep bitmemiĢ ve
değiĢmeye hazır tanımcıklarla sürdürmüĢtür.
Foucault Söylemin Düzeni adlı çalıĢmasında söylemin, ilk durumda yazı, ikincisinde okuma,
üçüncüsünde değiĢ tokuĢ olan bir oyundan fazlası olmadığını belirtmiĢtir (Foucault, 2001:27). Bilginin
Arkeolojisi adlı çalıĢmasında ise söylemsel oluĢumlar ve söylem birlikleri baĢlığı altında siyaset
ekonomisi, tıp, psikopatoloji gibi birlikleri, ifadeler bütünü olarak anmıĢtır ve baĢlangıç itibariyle bir
ve aynı nesneye yönelmiĢ olan ifadelerin bir birlik oluĢturduğu hipotezini ortaya koymuĢtur. Fakat bu
nesne, örneğin psikopatoloji için akıl hastalığı, baĢka söylemsel birlikler tarafından oluĢturulagelmiĢtir
ve muhtemeldir ki psikopatoloji, sözü bu söylemsel birliklerden ödünç almıĢtır. Dahası melankoli veya
nevroz gibi bir nesneler çokluğu durumu mevcuttur ve bu söylemler, bu nesneleri ödünç alır lakin
onlarla, onları oluĢturarak meĢgul olurlar. ġu hâlde ¨söylemler birliği tek bir ufkun oluĢmasına
dayanmayan, verili bir dönemde nesnelerin ortaya çıkıĢını mümkün kılan kurallar oyunu¨ olarak
görünür. Foucault, ikinci hipotezini ifadelerin art arda geliĢ biçimleri ve tipleri olarak ortaya koyar
fakat tıbbi söylemin içeriğinin sadece algının kaydına dayanan betimsel ifadelerden değil ahlâki
tercihler, tedaviyle ilgili kararlar, yönetmelikler, öğretim modelleri gibi dile getirmelerden oluĢtuğunu
belirtir. Buradan bize çıkan sonuç söylemin sadece ifadelerden oluĢmadığı, oyunun aynı zamanda
birbirinin yerini alıĢ olduğu, dahası kavramlarda ve temalarda bitmiĢlik ve kesintisiz bir süreklilikten
ziyade oluĢun, kopuĢun yer değiĢtirmenin söz konu olduğudur. Foucault, nihayetinde nesneler, ifade
biçimi, kavramlar, tematik seçimler adını verdiği dağılım öğelerinin oluĢum kurallarına bağlandığı
söylemsel oluĢumu tarif eder (Foucault, 2011: 44-53). ¨Böylece bir dıĢ görünüĢ ya da form olarak
değil; fakat bir pratiğe içkin ve kendi özelliği içinde onu tanımlayan kurallar bütünü keĢfedilmiĢ olur¨
(Foucault, 2011:62). ġu hâlde söylem sadece söz değil çeĢitli düzeylerde iktidar ile iliĢki kuran
düĢünme ve eyleme kalıbı denilebilecek bir pratiktir (Küçükalp, 2003: 273).
Foucault‘nun söylemine dair bu kısa anekdottan sonra Said‘in bu aracı nasıl kullandığına
geçebiliriz. Bunu yaparken Said‘in eserindeki iddialarını seçip çıkaracağız yoksa bu iddiaların
ispatlarına baĢvurmayacağız, aksi ġarkiyatçılık eserini baĢtan yazmak olurdu.
1.3. Nesne Olarak ġark ve ġarklı
Said‘e göre ġarkiyatçılık ilk bakıĢta Doğu‘nun bilinir kılınmasıdır ve eserinin ġarklıyı Bilmek
baĢlıklı birinci bölümünde çoğunlukla Ġngiltere-Mısır hattı özelinde ama genel olarak imparatorluksömürge iliĢkisi üzerinde durmuĢtur. Buradaki dayanakları da çoğunlukla Avam Kamarası üyesi
Arthur James Balfour‘un ve Ġngiltere‘nin Mısır temsilcisi Lord Cromer‘in açıklamalarıdır. Bu
açıklamalarda genel olarak verilen mesaj ise Ģu Ģekildedir: Biz (Batı/Ġngiltere) Ģarklıyı biliyoruz; buna
onların kendilerini yönetememeleri de dahildir ve biz kendimizi de biliyoruz buna bizim yönetmekteki
becerimiz de dahildir. Bilgilerimizin doğruluğunu gerçekleĢtirdiğimiz iĢgal ispatlamıĢtır (Said,
1999:42-44). ġarklı, aklın önderliği anlamındaki rasyonellikten yoksundur; bu rasyonellik en iyisidir
ve biz de bu iĢte en iyisiyiz (Said, 1999:48,49). Bu Ģartlar altında ¨makûl olan¨ ġark‘ın bizim
yönetimimiz altında olmasıdır. Uzuvlarından merkeze bilgi, insan kaynağı ve maddi zenginliğin
aktarıldığı bir makine olan Ġngiliz Ġmparatorluğu‘nun ġark‘taki etkinliği bu Ģekilde meĢru zemine
yerleĢtirilir (Said, 1999:54).
Burada ilk olarak dikkatimize, ifadelerin sahibinin, akademisyenler veya genel olarak bilgi
üretiminin hizmetinde olanlar değil siyasiler olduğu sunulmaktadır. Said, yönetilmeye muhtaç Ģarklı
imgesinin akademik anlamca da beslendiğini, yani nesnel bilgi perdesinin imgelemle yaratılmıĢ anlamı
ve politik motivasyonları örttüğünü belirtmiĢtir (Said, 1999:12). Ġkincisi bu durum, Foucaultcu
söylem tarifinin, söylemin sadece ifadelerden ve ifadelerin de sadece nesnesini betimlemeye yönelik
ifadelerden ibaret olmadığı uyarısı ile örtüĢür. Dikkat çekici bir husus da bilginin nesnelliğinin veya
doğruluğunun ispatının pratikte oluĢudur; denilmektedir ki: yönetebildiğimize göre dediğimiz
doğrudur. Üçüncüsü, ifadeleri aktüel bir Ģarka yönelimde bulunurken nesnesinden hiçbir zaman
değiĢmeyen, sabit bir cisimmiĢ gibi bahsetmektedir. Özetle bilme ediminin altında oluĢturma, yani
222
tanımlama, temsil etme, yönetme edimleri gizlidir. Politik olarak tarafsız olanların masum bir okuması
değil, yönetme güdüsü ile yapılan bir yorumlama söz konusudur (Sayid, 2006:68).
1.3.1. ġarkiyatçılığın Sabit ġarkı
Said, Abdel-Malek‘in meĢhur çalıĢmasından alıntılayarak, ġarkiyatçılığın nesnesi olan Ģarklının
söz gelimi homo Arabicus‘un, homo Africanus‘un, Antik Yunan‘dan bu yana gelen Avrupalıdan, yani
normal insandan baĢka olarak betimlendiğini belirtmiĢtir. O kendisi ile olan iliĢkisinde dahi edilgen
olan, baĢkası tarafından tanımlanmıĢ sabitlenmiĢ olandır (Said, 1999:107,108).
Örnek olarak; Renan, Sami dillerine dair bilimsel ġark filolojisi alanındaki görüĢlerinde, bu dilin
yaĢamadığından hareketle Samilerin canlı olmadığını, kendini yaĢatabilecek durumda olmadığını
savlar. Bu karĢılaĢtırmada Hint-Avrupa organik, Sami ise inorganiktir ve Said‘e göre ġarkiyatçılık
incelemelerindeki tekrar eden bir yöntem olarak karĢılaĢtırmacılık, varlıksal eĢitsizliğin eĢanlamlısıdır
(Said, 1999:153,161). ‗Batı‘nın bir tarihi vardır; ama Ġslâm hanedanlar arasındaki salınımlardan
ibarettir. Batı rasyoneldir, Ġslâm dogmatiktir. Batı‘da demokrasi vardır; Ġslâm despotiktir‘ gibi (Sayid,
2006:69). Burada Ġslâm Ģarkiyatçılık özelinde toplanan ötekilerden biridir. Tanımlanırken sabit bir
bilme nesnesi olarak kabul edilmesi bir yana, bilenden farklı olmasını sağlayan kendine özgü
özellikleri göz ardı edilmek suretiyle açıklanır; ne olduğundan ziyade ne olmadığı izaha konu edilir
(Keyman, 2006:121).
Said burada araĢtırmanın hem yöntemine, hem de temel varsayımına itiraz etmektedir. Zira aslında
olan biten, sabit bir Ģarkın anlamını ortaya çıkarmak değil bilakis bir Ģarklı oluĢturmaktır. Said‘e göre
ġarkiyatçı, araĢtırmasında her ne kadar sabit bir Ģark varsayımını kullansa da Garp için ġark, bir ikame
hatta yeraltı benliğidir ve ne ġark, ne de Garp statik değildir; bu ikisi birbirini destekleyerek var eder
(Said, 1999:13-14). Ġnalcık da çeĢitli örneklerle oryantalist Barthold ve Köprülü‘nün Ģahitliğinde bu
tespite katılır (Ġnalcık, 2011:24).
1.3.2. ġarkiyatçılık Temsil Sahnesinde OluĢturulan ġark ve ġarklı
Said, Foucult‘nun ¨...kelimeler ve Ģeyler arasında görünüĢte çok kuvvetli olan bağın gevĢediği ve
söylemsel uygulamaya özgü olan bir kurallar bütününün ortaya çıktığını, açık örnekler üzerinde
gösterme¨ (Foucault, 2011:65) isteğine paralel olarak ġarkiyatçılığın nesnesine olan uygunluk ile
değil, söylem içi tutarlılık ile yükseldiğini belirtmiĢtir (Said, 1999:14). Burada söz konusu söylemler
nesneyi iĢaret eden değil oluĢturan uygulamalardır (Foucault, 2011:65) lakin bu pratik, nesnel bilgi
iddiası altında saklanmaktadır.
Said‘e göre, ¨ġarkiyatçının ġark‘ı, ġark‘ın kendisi değil ġarklaĢtırılmıĢ ġark‘tır. Kesintisiz bir bilgi
ve iktidar kemeri Avrupalı ya da Batılı devlet adamı ile Batılı ġarkiyatçıları birbirine bağlar; ġark‘ın
içinde bulunduğu sahneyi çevreleyen de bu kemerdir¨(Said, 1999:114).Said‘e göre bunun farkında
olmayan Ģarkiyatçı, ¨ġark‘ı varlığı Batı için sergilenmekle kalmayan, zaman ile mekanda sabitlenmiĢ
de olan bir Ģey gibi görür¨.(Said, 1999:119).Üstelik bu ısrar dünya savaĢlarının ve devrimlerin
yaĢandığı bir vakitte ortaya konur, yani söz konusu olan, değiĢen Batının karĢısındaki sabit Doğu
imgesidir. Ġnsani değerlerin ortadan kalktığı bu ânı, Said yöntem sorunlarına eğilen düĢünsel yollar
önerme vakti olarak da değerlendirir (Said, 1999:120).
Burada Ģark ve Ģarklı birlikte dönüĢtürülür; uzak, anlaĢılmaz Ģark bilinir kılınırken aslında
Ģarkiyatçı tarafından oluĢturulan bir sahnede temsil edilir. Said, temsil düĢüncesinin tiyatro kökenli bir
düĢünce olduğunu belirtmiĢtir: ¨ġark, tüm Doğu‘nun sınırlandığı bir sahnedir. Rolleri türedikleri geniĢ
bütünü temsil etmek olan simalar çıkar bu sahneye. Dolayısı ile ġark, tanıdık Avrupa dünyasının
ötesindeki bitimsiz bir yayılım gibi değil, daha çok kapalı bir alan, Avrupa‘ya eklenmiĢ bir tiyatro
sahnesi gibi görülür¨ (Said, 1999:72). Bir Ģarklı bu sahnede kendisine ancak uygun bir rol kapabilirse
yer açabilir. Örneğin Hz. Muhammed Ġslâm dininin peygamberi değil, Muhammetçilik adı verilen bir
sapkınlığın yaratıcısıdır (Said, 1999:75). Bu imgelemde olduğu gibi genel olarak ġark, ġarklaĢtırılır.
Batının temsil teknikleri ile oluĢan ġarkiyatçılık söyleminde doğrular değil temsiller vardır (Said,
1999:31). ġarkiyatçı, nesnesine karĢı keyfiyken Ģarklı olduğu yerden temsil sahnesinden dıĢlandığını
hisseder, bir anlamda ona, ne olmadığı telkin edilir.
Peki bu nasıl mümkündür veya Şarkiyatçılık bu sunumda bize ne anlatır?
223
Burada Said yine Foucault‘nun söylem tarifine paralel bir izahat verir. O hâlde evveliyetle
Foucault‘a baĢvurmak gerekir. Foucault‘a göre söylemlerin kendi kendilerini denetledikleri usullerden
bahsetmek mümkündür. Burada Foucault yorumdan, yazardan ve disiplin ilkesinden bahseder. Yazar
anlam birliği ve tutarlılık, yorum ise yeniden üretim iĢlevini görür (Foucault, 2001:16-18). Disiplin
ilkesi ise söylemler için doğru çizgi olarak ifade edilebilecek ancak belli kavramların, nesnelerin,
kabul edilmiĢ kuramsal ufukların içinde konuĢma imkânına iĢaret eder (Foucault, 2001:20,21).
Bunlara paralel olarak Said de ġarkiyatçılığın temelde bir yorumlama iliĢkisi olduğunu ifade eder.
Uzak bir uygarlığı nesne edinerek ona dair olan muğlaklığı giderme iĢlevini üstlenir Ģarkiyatçı.
AraĢtırmacılar, seyyahlar, ozanlar yazdıkları ile bir ġark özü oluĢturmuĢtur (Said, 1999:233,234).
Said, bilgiye dayalı olsun, imgelem ürünü olsun yazıların hiçbirinin özgür bir üretim olmadığını;
toplum, gelenek, dünyevi koĢullar, yönetimler vs. tarafından sınırlandığını ve belirlendiğini, netice
itibariyle bu üretimlerin beklenenden çok daha alt düzeyde bir nesnel doğruluğa sahip olduğunu
belirtir (Said, 1999:214). ġarkiyatçılıkta faal olan ortak bir düĢünce ve yöntem geleneğine ilaveten
ġarkiyatçıların siyasal düzlemde de birbirlerine bağlı olduğu tespitini yapar. Bu yazarlar aynı zamanda
sömürgelerde siyasi görev sahibidirler (Said, 1999:222).
1.4. ġarkiyatçılık ve Bilme Meselesi
Said bize birden fazla Ģarkiyatçının, Ģark hakkındaki bir ve aynı rüyayı tekrar ve tekrar her gece
görerek, dahası birbirlerine anlatarak bu rüyayı gerçekliğe aktardığını söylemektedir. Tuhaf bir Ģekilde
Ģarklının gururunu okĢayan Şarkiyatçılık adındaki eleĢtiri, aslında birçok Ģarklı okurunun kendisinden
beklediğinin aksine Ģarktan bahsetmek veya onu savunmak gibi bir gündeme sahip değildir. Eser,
Ģarkiyatçılık araĢtırmaları özelinde özcülük karĢıtı bir programa sahiptir (Said, 1999:346,348).
Ardında batı bilmesine karĢı yöneltilmiĢ bir eleĢtiri vardır. Bu anlamda öncelikle batının kendi
meselesidir.
Sorun ġarkiyatçılık özelinde Ģarkın ve Ģarklının bilinmesi gibi duruyor olabilir lakin sosyal
bilimlerin (!) tarihinde benzer vakıalar olagelmiĢtir. Ġyi veya güzelin araĢtırılmasının felsefecilere
bırakıldığı ânın, doğa bilimlerinin değerden bağımsız olduğu iddiasına haklılık kazandırması ve bu
ayrıĢmanın orta yerinde filizlenen lakin rüĢtünü hep doğa bilimlerine yakınlığı ile ispata uğraĢan
sosyal bilimler ve tarih çalıĢmalarının, en basitinden milliyetçi duyguların pekiĢtirilmesinde gördüğü
hizmet bilinmektedir (Wallerstein, 2011:19-23). Bilimlerin değerden bağımsızlığı hep tartıĢılagelmiĢ
lakin büyüyüp geliĢmesi politik ve ekonomik motivasyonlar ve pratik etkileri münasebetiyle
desteklenmiĢtir. Antropoloji ve Ģarkiyatçılık, bu doğrultuda merkez ülkelerin çevre ülkelerindeki
mevcudiyetlerine verdikleri destekler doğrultusunda var olmuĢ ve serpilmiĢlerdir. ġarkiyatçı,
antropologdan nesnesini sabit kabul etmesi ve araĢtırmasını daha ziyade sahada değil kütüphanede
yapması ile ayrılmıĢtır (Wallerstein, 2011:27).
ġarkiyatçılık geleneği ile hesaplaĢmak Modernite ile hesaplaĢmaktır çünkü modern bilimin
ontolojik, epistemolojik temelleri ve dönemin politik argümanları bu söylemden beslenir. Nesnel
doğrulara ulaĢmanın yolu olarak modern bilim ilerledikçe gerçeklik haritasını daha görünür kılar;
burada insan aklı bir özne olarak merkezi konumdadır. Lakin her ne kadar bu insan, evrensel bir özne
olarak sunulsa da ilerlemenin bir aĢamasında görünür hâle gelmiĢ olan aydınlanmıĢ insandır. Bu insan
yeryüzü sahnesine Avrupa‘da çıkmıĢtır lakin yeryüzünde ilerleyecek ve aydınlığı ġark gibi
yeryüzünün en karanlık, ücra köĢelerine de götürecek ve hem gerçekliğin kesin bir kavranıĢını
sunacak, hem de tüm diğerlerini aydınlatacaktır. Gelgelelim bu söylemin meyvelerini ilk toplayan da,
ilk mağduru da esas itibariyle Avrupa olmuĢ, II. Dünya SavaĢı sonrası Avrupa bu söylem ile
hesaplaĢmak durumuna gelmiĢtir. ġarkiyatçılığın ġark ile Garp arasındaki ontolojik ve epistemolojik
ayrımlara dayalı düĢünme biçimindeki ikinci anlamının, ġarkiyatçılık eserini yazarken Said‘in Michel
Foucault‘un söylem fikrinden hareketle ortaya koymasını hatırlayalım. Nihayetinde Foucault tüm
diğer Avrupalı düĢünürler gibi eleĢtirirken dahi belirli bir gelenek içerisinde konumlanır. Bunu
sözgelimi kendisinin Nietzsche‘den etkilendiğini belirttiği yerlerde, Kant‘ı, Spinoza‘yı, Hegel‘i açıkça
hedef hâline getirdiği yerlerde, nitekim incelemesini yönelttiği coğrafya ve zaman kesiti itibariyle
eserlerinin bütününde görmek mümkündür. Bu takdirde Said‘in ġarkiyatçılık savına dair bir araĢtırma,
doğallıkla (Batılı) ontolojik ve epistemolojik argümanların değerlendirmesini gerektirecektir.
224
Söyleme anlam katanın tutarlılık olması, ġarkiyatçılığın geçerliliğini ġarktan almaması bu
doğrultuda anlamlıdır zira bu tespite imkân tanıyan doğruların söylem içi oluĢu, baĢka bir ifadeyle
söylemler arasında mukayeseye imkân tanıyacak tek aklın ve bunun içinde yaĢayacağı ontolojik
savların reddidir. Söylemin nesnesini umursamamasına imkân tanıyan da onun pratik etkinliğidir.
Burada Said‘in daha önce ifade ettiğini hatırlamak gerekir: ġark yönetilmelidir, Garp yönetmeyi bilir,
tüm bu önermeler doğrudur çünkü ispatı gerçekleĢtirilen iĢgallerdir. Bu yüzden bilgiden değil iktidarbilgiden bahsedilir; mevzu bahis olan, bilmeye önce gelen arzuyu gerçekleĢtirebilmektir,
‗yapabilmektir‘.
Bu durum bizi büyük anlatılar sorunu ile yüzleĢmeye zorlar: Evrensel değerler var mıdır, varsa
nasıl bilinebilir, mevcut iktidar sahipleri bu değerleri temsil ve icra ediyorlar mıdır? Evrensel
değerlerin yokluğu yönünde verilecek köktenci bir cevaba yönelmek mümkün ol(a)mamaktadır zira bu
cevap kendisinin evrenselliğini temellendirmekte sorun yaĢayacağı gibi meĢruiyet sorunu da olduğu
gibi bırakacaktır (Wallerstein, 2010:50,57).
Bu sorular ve cevapları -çalıĢmanın sınırları ötesinde- tartıĢılmaya devam ediyor lakin tespit
edebildiğimiz kadarıyla ġarkiyatçılık özelinde hararetlenen tartıĢma (bu büyük soruları zaman zaman
askıya alarak) ikiye ayrılmaktadır: Bir yanıĢarkiyatçılıktan diğer alanlara ilerlemekte, diğer yanı ise
kendini ĢarklaĢtırma [self-orientalism] olarak ifade edilen Ģarkın kendi kendisine yaptığı Ģarkiyatçılık
pratiği yönünde gitmektedir. Diğer bir ifade ile bir yanda Ģarklının Ģarkı modernleĢtirme çalıĢması
diğer yanda ise Ģark/Ģarklı yerine çevre/güney/kadın/madun ve benzerini gündeme alan ‗post‘
çalıĢmalar.
Yukarıda sosyal bilimler ve tarih alanında yapılan çalıĢmaların Avrupa‘da milliyetçi duyguların
pekiĢmesinde rol oynadığına değinilmiĢti. Paralel bir süreç olarak Ģarkiyatçılık çalıĢmaları da yerli
liderlerin ve entelektüellerin iradesi ile söz konusu coğrafyalarda modern-ulus devletlerin veya
toplumların modernleĢmesinin destekçisi olmuĢtur (Bezci, 2012:141). Hukukun ĢarkiyatçılaĢması da
bu bağlamda anlamlıdır: yerli liderlerin ve elitlerin batılı değerleri içselleĢtirmesi, tek ulus, tek dil, tek
din Ģeklinde özetlenebilecek kültürel hakim özün oluĢturulması, ilerleme için ulus-devlet sisteminin
zaruriliğine duyulan inanca kani olunması ve bunun icrası kapsamında batıdan yasa ithali (Bezci,
2012:155). Yasalar ithal değerlere dayalı yeni bir toplumun inĢası için ithal edilmiĢtir. ġarklı, doğulu
olmayı kabul etmiĢ, geçmiĢinin üzerine beyaz bir perde çekmiĢ, merkezden yükselen büyük anlatıların
gölgesini takip edip, taĢırmamaya özen göstererek perdesini boyamaya koyulmuĢtur.
Kendini ĢarklaĢtırmanın tespitine yönelik çalıĢmalar ġarkiyatçılık sonrasının bir yanıdır.
ġarkiyatçılık eleĢtirisi ilk bakıĢta yukarıda ifade edildiği üzere bir iç eleĢtirinin devamı Ģeklindedir.
Kendini ĢarklaĢtırma ise Ģarkın kendine yönelttiği bir iç eleĢtiri konumundadır ve devam eden
eleĢtirinin bir cüzüdür. Said‘in de ifade ettiği üzere ġarkiyatçılık, sömürgecilik sonrası çalıĢmaların
ġark özelinde tatbik edilmiĢ bir öncülüdür (Said, 1999:364). O kadar ki önde gelen sömürgecilik
sonrası kuramcıları, Şarkiyatçılık‟ısömürgecilik sonrası çalıĢmalarının kurucu kitabı olarak sunar
(Young, 2006:55). Said‘e göre de ―modern ġarkiyatçılığın hem emperyalizm hem de sömürgeciliğin
bir veçhesi olduğunu söylemek, su götürmez bir gerçeği dile getirmektir‖ (Said, 1999:133). ¨Siyah ya
da kadın araĢtırmaları gibi alanlarda, masumluk ya da suçluluğa, bilimsel yansızlık ya da baskı grubu
nüfuzuna iliĢkin soruların ortaya atılmasını sağlar ġarkiyatçılık¨ (Said, 1999:107). Bu anlamda
nesnesini baĢka türlü seçmiĢ bilimler için de bir baĢlangıçtır.
ġarkiyatçılığın ne olduğuna iliĢkin bu anlatılanlardan sonra çalıĢmanın ana temasını oluĢturan
hukuki Ģarkiyatçılığa geçilebilir.
2. HUKUKĠ ġARKĠYATÇILIK
Edward Said‘in de belirttiği gibi hukukçuluk mesleği ġarkiyatçılık açısından simgesel bir anlam
taĢır (Said, 1999:88). Buna rağmen hukukun Ģarkiyatçılık tarihinde oynadığı rol, ne Said‘in kendisi
tarafından doğrudan inceleme konusu yapılmıĢ, ne de ġarkiyatçılık hakkındaki sonraki çalıĢmalarda
hukukun önemi üzerinde durulmuĢtur. Diğer bir deyiĢle hukuk, ġarkiyatçılık tarihinin olduğu kadar
sömürgecilik tarihinin de unutulan bir parçasıdır (Strawson, 2001:663).
Buna karĢılık son yıllarda yürütülen pek çok araĢtırma, bu araĢtırmaların sonucundan hareketle
yazılan bir dizi makale, hukuk ile ġarkiyatçılık ve sömürgecilik arasındaki iliĢkinin niteliğini ortaya
225
koyan hayli ilginç kuramsal yaklaĢımların geliĢtirilmesine ön ayak olmuĢtur. Böylece hukukun
sömürgecilik tarihindeki rolü ve ġarkiyatçılık açısından taĢıdığı anlamın yeniden tartıĢılması mümkün
hâle gelmiĢtir.
Hukukun sömürgecilik tarihi açısından taĢıdığı anlamın yeniden tartıĢılmaya açılması ve
dolayısıyla hukuki Ģarkiyatçılık olarak isimlendirilebilecek yeni bir araĢtırma alanının ortaya
çıkmasında, özellikle 1990‘lı yıllardan itibaren geliĢme gösteren sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının
katkısı göz ardı edilemez.
Sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının hukuki Ģarkiyatçılık tartıĢmalarına getirdiği en önemli
yenilik, tartıĢmanın öncelikle ―öteki‖ kavramı merkeze alınarak yürütülmeye baĢlanmasıdır. ―Öteki‖
kavramının tartıĢmaya girmesi ise hukuki özne sorununun gündeme gelmesi demektir. Nitekim
çalıĢmanın bu bölümünde de hukuki Ģarkiyatçılık konusu ve somut tarihi örnekler üzerinden ve hukuki
özne sorunu bağlamında ele alınacaktır.
2.1. Sömürgecilik Sonrası AraĢtırmaları [Postcolonialism] ve Hukuki ġarkiyatçılık
Sömürgecilik sonrakı araĢtırmaları, günümüzde Batı‘nın ―öteki‖ ile iliĢkisinin niteliğini eleĢtirel
bir bakıĢla ele almayı amaçlayan temel yaklaĢımlardan biridir. Bu iliĢkinin en görünen kısmını ise
hukuk oluĢturur (Fitzpatrick and Eve Darian-Smith, 1999:4). Dolayısıyla sömürgecilik sonrası
araĢtırmalarının hukuka kayıtsız kalması düĢünülemez. Nitekim diğer alanlardaki kadar geliĢmiĢ
olmasa da hukuka yönelik sömürgecilik sonrası araĢtırmalar, hukuki söylemin doğasını anlamada
hukukçulara önemli yöntemsel imkânlar sunmaktadır (Roy, 2008:315).
―Sömürgecilik sonrası‖ terimi çok farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Uluslararası hukukta daha
çok olumlu bir anlama sahiptir. Terimin Ġngilizce karĢılığındaki "post" ifadesi, Avrupa'nın hukuk
tarafından desteklenmiĢ sömürgeciliğinin sona erdiğini ima eder. Bu anlamda olumlu bir içeriğe
sahiptir; sömürgeleĢtirilmiĢ toplumların kendi kaderini tayin hakkının, daha eĢitlikçi bir dünyanın,
Üçüncü Dünya ülkelerinin daha özgür olabileceği bir dünyanın kurulmasına yol açacağı umuduna
iĢaret eder. Buna karĢılık 1980'lerden itibaren terim daha çok eleĢtirel bir anlamda kullanılmaya
baĢlamıĢtır. Zira daha adil bir dünyanın gerçekleĢme ihtimalinin zannedildiğinden daha düĢük
olduğunu farkeden kimi düĢünürler, bunun nedenlerini sorgulama ihtiyacı duymuĢtur (Otto, 2000:vii).
Terimin bu eleĢtirel anlamı, disiplinlerarası bir alanda çalıĢmayı gerektirir. Bu çalıĢmalar, Avrupa'nın
modernite anlayıĢının diğer kültürler üzerindeki güçlü hegemonyasını incelemekte ve evrensel bilgi
iddiasını eleĢtirmektedir (Otto, 2000:vii).
Sömürgecilik sonrası araĢtırmaları, hukukun sömürgecilik tarihinde oynadığı medenileĢtirici
rolünü veya sömürgeleĢtirilen toplumların modernleĢtirilmesinde bir araç olarak kullanılmasını
eleĢtiriye açar (Fitzpatrick and Eve Darian-Smith, 1999:4). SömürgeleĢtirme sürecinde hukukun nasıl
kullanıldığına odaklanan sömürgecilik sonrası hukuk incelemeleri, iktidar iliĢkileri aracılığıyla
sömürgeci kanunların çok çeĢitli kültürel çevrelerde zorla uygulanmasının doğurduğu sonuçlar
üzerinde durur. Bu yönüyle sömürgecilik sonrası incelemeleri geçmiĢe dönük bir araĢtırma Ģekli gibi
görünebilir. Fakat sömürge döneminde çıkarılan kanunların ve sömürgeci devletlerin hukuk
anlayıĢlarının günümüzde dünyanın farklı bölgelerini sömürmede hâlâ kullanıldığını, sömürge
döneminin ideolojik etkilerinin devam ettiğini göstermesi açısından aslında bugün için de geçerlidir
(Roy, 2008:319).
Sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının, hukuki Ģarkiyatçılık tartıĢmalarına katkısı,
―modern/geleneksel‖ ve ―Batı/Doğu‖ gibi kategorilerin nasıl birbirini karĢılıklı inĢa ettiğini
göstermedeki baĢarısıdır. Dolayısıyla örneğin Hindistan ve Çin gibi ülkelerin hukuktan yoksun olduğu
iddiası, bu ülkelerdeki hukuk sistemlerinin aslında Batı hukuk sisteminin özelliklerine sahip olduğu
gösterilmek suretiyle değil, Batı hukuk düĢüncesinin nasıl diğer kültürleri dıĢarıda tutacak Ģekilde
oluĢturulduğu incelenmek suretiyle ele alınmalıdır. Nitekim sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının
hukuki Ģarkiyatçılık tartıĢmaları açısından farkı da burada ortaya çıkar (Ruskolo, 2002-2003:194,
dipnot 59).
226
2.2. Hukuki ġarkiyatçılık Nedir?
Öncelikle hukuki Ģarkiyatçılığın, Said‘in tanımından hareketle ġark‘ın olduğu kadar Batı‘nın da
hukukun retoriği aracılığıyla üretilme Ģekillerini ifade edecek Ģekilde kullanılması gerektiği
belirtilmelidir. Dolayısıyla buradaki anlamıyla hukuki Ģarkiyatçılık, zaman zaman bu konudaki
literatürde görüldüğü Ģekliyle Ġngiliz sömürge yönetiminin Burma‘da uyguladığı hukuk sistemine
iĢaret etmediği gibi, Avustralya‘da Aborjinlerin hukuku hakkındaki tartıĢmalarda eleĢtiri amaçlı
kullanılan ―Asya Hukuku‖ anlamına da gelmez (Ruskolo, 2002-2003:193, dipnot 58).
Hukuki Ģarkiyatçılığı inceleyen herhangi bir kuramsal çalıĢmanın öncelikle metinlerden hareket
etmesi gerekir. Bu bağlamda üzerinde durulması gereken Ģüphesiz doğrudan teknik hukuk metinleri
olduğu kadar, çeĢitli filozof, düĢünür veya bilim insanlarının eserlerinde yer alan hukuk hakkındaki
düĢüncelerdir. Fakat bu metin yığınının hukuki Ģarkiyatçılık açısından taĢıdığı önemin daha iyi
anlaĢılabilmesi için hukuka dair belirli bir bakıĢ açısını kabul etmek gerekir. Bu anlamda hukuk, salt
kanun veya benzeri yazılı kurallardan oluĢan normatif bir sistem olarak görülemez. Hukuk
sosyolojisinin temel varsayımlarından birine uygun olacak Ģekilde devletin koyduğu kurallardan çok
daha fazlasına iĢaret eden bir toplumsal denetim sistemi olarak anlaĢılmalıdır.
Hukuki Ģarkiyatçılığı anlamak için hukukun, iĢlevsel kuramlar tarafından yapılan izahıyla
yetinilemez. Sadece toplumda gördüğü iĢlevin merkeze alınarak incelenmesi hukukun, aynı zamanda
içinde yaĢadığımız toplumu ve dolayısıyla kendimizi inĢa ettiği gerçeğini görmezden gelmeye yol
açar. Hâlbuki hukuk, toplumun üzerini örten bir örtü gibidir. Hukuk üreten kurumlar, düzen ve
düzensizlik, erdem ve erdemsizlik, makûliyet ve delilik gibi kavramların nasıl tanımlanacağını da
göterir bize. Nitekim Gordon‘un da belirttiği üzere bir hukuk sisteminin gücü, kurallarını ihlâl edenleri
cezalandırmaktan çok, bir takım imgeler aracılığıyla tasvir ettiği dünyanın akıl sahibi bir kiĢinin
yaĢamak isteyeceği tek dünya olduğu konusunda insanları ikna etmesinden kaynaklanır (Gordon,
1984:109). ĠĢte hukuki Ģarkiyatçılığı anlamak için hukukun bu inĢai özelliğini dikkate almak gerekir.
2.3. Hukuki ġarkiyatçılığın Tarihi Örnekleri
Bu baĢlık altında fiilen hukuk dünyasının içerisinde yer almayan veya meslekten hukukçu olmayan
filozof veya bilim insanlarındansa kendisi hukukçu olan veya bir Ģekilde hukukla fiilen uğraĢan,
dolayısıyla sömürgeci iktidar iliĢkilerinin üretilmesinde bizzat rol alan Batılı siyasetçi veya
hukukçuların metinleri incelenecektir.
Üzerinde durulacak bu metinlerin ilki Ġngiliz hukukçu, filolog, mütercim, edebiyatçı William
Jones‘un Hint kanunlarını Ġngilizce‘ye çevirip derlediği kitabıyken, diğeri yine bir Ġngiliz hukukçu
Frederick Goadby‘ın sömürge dönemi Mısırı ve Filistini‘nde hukuk okullarında okutulmak üzere
yazdığı hukuka giriĢ kitabıdır.
2.3.1. William Jones ve Manu Kanunları
18. yy.‘ın sonlarında Kalküta‘da sulh mahkemesi hakimliği görevini üstlenen Jones‘un önemi,
Hint hukuk külliyatını Ġngilizce‘ye çevirmesidir. Jones‘un bu çeviri teĢebbüsü, Hint toplumunun
önemli bir yansıması olarak bu hukuk türünü anlamak ve Common Law ile ortak yönlerini ortaya
çıkarmaktır (Haldar, 2008:285).
18. yy. boyunca Hindistan alt kıtasının önemli bir kısmı Ġngiliz Doğu Hindistan ġirketi‘nin
hakimiyeti altındadır. Bu yüzyılda Bengal‘in kurucusu Ġngiliz devlet adamı Warren Hastings‘in (17321818) önderliğinde Hindistan‘ın dini, dili, kültürü ve hukuku hakkında akademik çalıĢmalar
baĢlatılmıĢtır. Bu çalıĢmaların amacı, bir yandan Hindistan‘a ilgi duyan Ġngilizleri bilgilendirmek ve
yerli halkın gönlünü kazanmakken, diğer yandan bu toprakların geçmisine iliĢkin egzotik bilgi
toplama arzusudur. Bu arzu, ülkenin uzaklığı ve geçmiĢinin yüceliğine, kültürü, dini ve hukukuna
yönelik bir saplantıyı da beraberinde getirmiĢtir. Üstelik bu geçmiĢ, Hristiyanlık‘tan ve Common Law
geleneğinden de eskiye uzanır. Hatta medeniyetin beĢiğinin Hindistan olduğu bile söylenebilir
(Haldar, 2008: 286). Dikkat edilirse daha baĢtan Hint kültürüne yönelik aĢırı bir beğeni ve merakın, bu
ülke hakkındaki Ģarkiyatçı çalıĢmaların temelinde yer alan saiği oluĢturduğu görülmektedir.
ĠĢte Jones da bir yandan Hindistan‘da sulh hukuk mahkemesi görevini yürütmüĢ, diğer yandan da
akademik çalıĢmalara katılmıĢtır. Hindistan‘daki hukuki yapı hakkında bu dönemde yürütülen
227
tartıĢmalarda Hastings, Hintliler‘in kendi yasalarıyla yönetilmesinden yanadır. Fakat o dönemde
Hindistan‘da görevli Ġngiliz akademisyenlerinden Sanskritçe‘yi bilen olmadığından bu önerinin hayata
geçirilmesi göründüğünden daha da zor olmuĢtur. Dolayısıyla ilk yapılması gereken iĢ Hindistan‘ın
Manu Kanunları‘nı Sanskritçe‘den Ġngilizce‘ye çevirmek olmalıdır. ĠĢte Jones da bu iĢi üstlenenlerin
baĢında gelmektedir.
Jones bu amacını gerçekleĢtirmek için önce Bengal Asya Derneği‘ni (Asiatic Society of Bengal)
kurmuĢtur. Bu dernekteki faaliyetleriyle birlikte üstlendiği sulh mahkemesi hakimliği sırasındaki
çalıĢmaları, kendisine bazı tarihçiler tarafından Ģarkiyatçılığın mutlak kurucusu ünvanı verilmesine
dahi yol açmıĢtır. Jones‘un bir Ģarkiyatçı hukukçu olarak buradaki faaliyetleri ―[y]önetmek ve
öğrenmek, sonra da ġark‘ı Garb‘la karĢılaĢtırmak‖ Ģeklinde özetlenebilir. Böylece Jones‘un ―daima
yasalaĢtırmaya, ġark‘ın sonsuz çeĢitliliğini kuralların, betilerin, törelerin, yapıtların ‗tam bir özeti‘ne
boyun eğdirmeye yönelen karĢı konmaz bir itkiyle‖ hareket ettiği söylenebilir (Said, 1999:88).
Jones‘un buradaki hedeflerine bakarak erken dönem ġarkiyatçılık‘ın Said‘in de ısrarla söylediği
gibi, sömürgeciliğin yerleĢmesine katkıda bulunduğu ileri sürülebilir. Bu açıdan bilginin, anlama ve
ardından kontrol etme amaçlı kullanıldığı görülmektedir. Fakat unutulmamalıdır ki tarihte görülen
diğer emperyalist devletlerde de bilgi bu amaçla kullanılmıĢtır. ġarkiyatçılığın, bu yeni tip Batılı
sömürgecilik ve emperyalizm açısından farkı, bilginin bir arzu ve zevk nesnesi olmasıdır. Üstelik
burada bilmenin, araĢtırmanın kendisinden ziyade bilinen ve araĢtırılan nesnenin, yani ġark‘ın
bilinmesinin ve araĢtırılmasının verdiği bir zevkten bahsetmek gerekir. Nitekim Jones ve diğer
Ģarkiyatçıların Hindistan‘da gördükleri muhteĢem bir doğa ve kökü Batı medeniyetinden de eskilere
uzanan bir tarihtir. ―Doğa‖ ve ―tarih‖, en azından Hindistan söz konusu olduğunda Batılılar için
―yücelik‖ kategorisine tekabül eder. ĠĢte bu ―yüce‖dir ki önce idrak edilmeli, ardından denetin altına
alınmalıdır. Diğer bir deyiĢle ġark‘ın Batı‘ya göre aĢırı kabul edilen unsurları bir yandan
―yüce‖leĢtirilmeli, diğer yandan da Batı‘nın (Ġngiliz örneğinde Ġngiltere‘nin) kendi otoritesini
meĢrulaĢtırmak için kullanılmalıdır. Böylece ġark‘ın sömürgeleĢtirilmesi de mümkün hâle gelecektir
(Haldar, 2008:289, 290, 291, 292).
ġarkiyatçılığın hukuk alanındaki görümünü yukarıda da belirtildiği gibi ―yüce‖ kavramı etrafında
belirli bir hukuk öznesi inĢa etme çabasıdır. ―YüceleĢtirme‖, aĢırı zevkin daha denetlenebilir,
toplumsal açıdan kabul edilebilir bir hâle getirilme sürecidir. Bu da kaçınılmaz olarak yasaklamayı ve
dolayısıyla hukuku gündeme getirir (Haldar, 2008:292).
Jones‘un Hint kanun külliyatı Manu‘yu Ġngilizce‘ye tercüme etme giriĢimi de bu yüceleĢtirme
sürecinin bir parçasıdır. Jones, Hindistan‘dan yazdığı bir mektupta yüce kavramının bütün bir Hint
hukuka hakim olduğunu, dolayısıyla yerli ve evrensel hukuku araĢtırmaktan daha zevkli ve asil bir
faaliyetin olmadığını söyler. Dikkat edilirse burada araĢtırmanın, bizatihi kendisinden ziyade,
araĢtırılan Ģey, bu bağlamda Hint hukuku bir arzu nesnesidir. Fakat söz konusu olan herhangi bir metin
değil, hukuk metnidir; uygulanabilme kabiliyeti vardır. Dolayısıyla burada ġarkiyatçılık‘ın Ģu özelliği
açıkça görülmektedir: Metnin kendisi, bilgi nesnesi olarak inĢa edilir, fakat aynı zamanda ―Hintli‖
kategorisi de yaratılmıĢ olur ki bu, hukukun öznesidir (Haldar, 2008:293).
Her ne kadar tamamlanamamıĢsa da Jones‘un bu tercüme giriĢimi, 1794‘te The Institutes of Hindu
Law: or, the Ordinances of Menu ismiyle yayınlanmıĢtır. Aynı zamanda dini bir metin de olan bu
kutsal hukuk külliyatı, Hindistan tarihi açısından çok önem taĢıyan Manu isimli peygamber benzeri bir
figürün, yarı tanrı Bhrigu tarafından kendisine gönderilen kuralları uymaları için insanlara tebliğ
etmesiyle ortaya çıkmıĢtır. Brahma‘nın oğlu, ilk insan Manu tarafından zamanın baĢlangıcında ilan
edilen bu kanunlar, sadece en eski değil, en kutsal hukuk kurallarıdır da. Bu yönüyle Solomon‘un veya
Likurgos‘un kanunlarından bile daha eskidir. ĠĢte Jones‘un yücelik atfettiği özelliği de bu kanunların,
herhangi bir insan tarafından kaleme alınmamıĢ, bir yarı tanrı tarafından bir insan aracılığıyla insanlara
indirilmiĢ olmasıdır (Haldar, 2008:293).
Burada bir nokta dikkat çeker: 17. yy.‘dan beri Ġngiliz mahkemelerinin kabul ettiği, ―Eğer bir
Hristiyan kral, inançsız bir krallığı fethederse o krallığın kanunları hükümsüz olur.‖ ilkesine rağmen
Jones, Hindistan‘ın dini nitelikli bu kutsal kanunlarına hukuki otorite atfetmektedir (Haldar,
2008:295). Common Law geleneğinden farklı bu tutumun çeĢitli sebepleri vardır. Bu sebeplerin
228
incelenmesi hukuki Ģarkiyatçılığın özellikle de ―yüce‖ kavramı etrafındaki iĢleyiĢ mantığını
göstermesi açısından önemlidir.
Yerli Hint kanunlarının tercüme edilmesini isteyenler öncelikle Hindistan‘daki diğer Ġngiliz
hakimlerdir. Zira böylece Sanskritçe öğrenmek zorunda kalmadan ve kendilerine tercümanlık yapan
Hintli aracılara muhtaç olmadan mahkemelerde daha kolay karar verebileceklerdir. Görüldüğü üzere
Jones‘un Manu kanunlarını tercüme etmesinin öncelikle pratik bir amacı vardır (Haldar, 2008:294).
Fakat bu tercüme faaliyetinin Ģarkiyatçılık açısından önemi baĢkadır. Jones‘a göre özgürlüğe
dayalı Ġngiliz hukuk sisteminin, bu kavrama pek de aĢina olmayan, Jones‘un ifadesiyle
Ġngilizler‘inkine tamamen ters ve değiĢtirilmesi zor alıĢkanlıklara sahip bir topluma zorla
uygulanması, tiranlıktır. Özgürlüğün ruhunda, özgürlük fikrine dayalı bir sistemin ve bu kurumlarının
baĢka kültürlere zorla kabul ettirilmesi bulunmaz. Fakat burada Ģöyle bir paradoks vardır: Her ne kadar
Hintlilere kendi kanunları uygulanacak olsa bile bu kanunların nasıl ve kimler tarafından uygulanacağı
gibi konular yine Ġngiliz hukuku tarafından belirlenecektir. Bir yandan Hint hukukunun özerk varlığı
devam edecektir, diğer yandan bu özerk varlığın nasıl hareket edeceği bir dıĢ otorite tarafından
belirlenecektir. O dıĢ otoritenin mekânı da Ģüphesiz Londra‘dır. Üstelik bu otoritenin de üstünde
Britanya Ġmparatorluğu vardır (Haldar, 2008, 296-297).
Jones‘un buradaki düĢünceleri aslında Emperyal otoritenin gizli amaçlarını açığa vurmaktadır.
Nitekim Jones‘un kendisi de bunu kabul eder:
―Hintliler medeni özgürlüğe sahip değildir; bunun düĢüncesi bile çok azında vardır; bunlar da
[özgürlüğün] gerçekleĢmesini istemez. […] Mutlak bir güç tarafından yönetilmelidirler‖ (Jones,
1970:558‘den aktaran Haldar, 2008:297).
Sonuç itibariyle Ġngiliz sömürgesi altındayken Hindistan‘da Hint kanunlarının uygulanmasını
Jones‘un uygun bulması, milletler ile kanunlarının birbirinden ayrılmaz bir iliĢki içerisinde olduğu
varsayımından kaynaklanır. Yani hukuk aracılığıyla baĢka bir milleti, ötekileĢtirme sürecidir bu
aslında. Hintliler, Hintlidir ve öyle kalmaldır. Dolayısıyla Hint kanunlarıyla yönetilmelidirler. Bir
Hintli‘yi Hintli yapan özelliklerden birisi de hukuk sistemidir (Haldar, 2008:298).
Belirlibir kültüre ait kutsal bir metni baĢka bir dile çevirmek, aslında o metni her türlü
manipülasyona açık hâle getirmektir. ġarkiyatçılık bağlamında düĢünüldüğünde bir Sanskritçe kutsal
metnin Ġngilizce‘ye çevrilmesi beraberinde bir takım güçlüklerin ve engellerin de ortaya çıkmasına yol
açar. Zira Sanskritçe bir metin, Ġngilizce‘ye çevrilemeyecek bir takım kelimeler barındırdığı gibi,
Ġngilizce düĢünme imkânı olmayan anlamlar da içerir. Diğer bir deyiĢle her türlü çeviri faaliyeti,
aslında özgün metnin hakiki anlamını tartıĢma konusu hâline getirmeye sebep olur. Çeviri faaliyetinin
bizatihi kendisi, bir takım yanlıĢ anlamalardan, muğlaklaĢtırmalardan oluĢan çözülmesi zor sorunları
da beraberinde getirir. Hele bu metin, bir hukuk metniyse iĢler daha da karıĢır. Yukarıdaki örneğe
bakılacak olursa Sanskritçe bir hukuk metnini, mahkemelerde uygulanmak üzere Ġngilizce‘ye
çevirmek, bu metnin, Ġngiliz hukuk sisteminin dilinden baĢka bir dilde, yani kendi dilinde konuĢma
imkânını ortadan kaldırır. Hint veya baĢka bir kültürün hukukuna ait bir metnin Ġngilizce‘ye çevrilmesi
demek, aslında bu hukuk sistemlerinin Ġngiliz adalet anlayıĢına uydurulması anlamına gelir. Diğer bir
deyiĢle bu kültürlere ait hukuk metinleri, Avrupa hukuk sistemleri için geçerli kabul edilen ve âdeta
bir olgu gibi görülen ölçütlere uygunsa ancak meĢruiyet kazanır. Dolayısıyla hukuki Ģarkiyatçılık, bu
alana ait literatürün çeĢitliliğini ve farklılığını inkâr eder, görmezden gelir (Haldar, 2008:297).
Hukuki Ģarkiyatçılığın Hint hukuku bağlamında ikinci bir yönü daha vardır. Burada ilkinden farklı
olarak Hint hukuku, farklılaĢtırılmamakta, ötekinin hukuku Ģeklinde görülmemekte, aksine Ġngiliz
hukuku ile Hint hukuku arasındaki benzerlikler öne çıkarılmaktadır.
Hint hukukunun eskiliğine dikkat çeken Jones, Ġngiliz Common Law geleneğinin de eskiliğini
vurgulamakta, böylece bu iki hukuk sistemi da dahil, Roma hukuku gibi diğer köklü hukuk
geleneklerinin aslında aynı kökten geldiğini, bütün hukuk sistemlerinin temelinde aslında evrensel bir
hukukun bulunduğunu ileri sürer (Haldar, 2008:298).
Bu noktada ―yüce‖ kavramı devreye girer. Tıpkı diğer 18. yy. Common Law kuramcıları gibi
Jones da Common Law geleneğinin eskiliğini yücelik niteliğiyle açıklar; iĢte Common Law ile eskilik
229
bakımından ortak özelliklere sahip olmakla Hint hukuku da yücelikle tanımlanmayı hak eder (Haldar,
2008:299).
Hint hukukunun eskiliğine yücelik özelliği atfeden ve bu yönüyle Ġngiliz hukuku ile arasındaki
benzerliğe dikkat çeken ve nihayet iki hukuk sisteminde benzer düzenlemelere iĢaret etmek suretiyle
evrensel bir hukukun varlığını kabul eden bu bakıĢ açısı, ―eski veya yabancı hukuk, Ġngiliz hukukunun
kurumlarını önce açıklamak daha sonra da meĢrulaĢtırmak için kullanılması‖nı amaçlar (Boorstin,
1996:44‘den aktaran Haldar, 2008:300).
Burada Hint hukukunun yabancı veya öteki niteliğine karĢı herhangi bir olumsuz değerlendirme
yoktur. ―Yabancı‖dan kastedilen sadece ―eski‖dir. ―Eski‖ ise Hint, Roma ve Common Law
sistemlerinin bilinmeyen bir tarihte aslında bir bütün oluĢturduğunu, hatta bir ve aynı Ģey olduğunu
anlatır (Haldar, 2008:301).
Bu evrensel hukuk düĢüncesinin Ġmparatorluk için faydalı bir takım sonuçları vardır. Evrensel
hukuk, evrensel anlamda uygulanma imkânı bulur. Yani bütün insanlığa uygulanabilir. Bu noktada
hukuk tarihi açısından ilginç bir benzerlik kurulur. Hint hukukunun, Roma hukuku ile benzerlikler
taĢıdığı düĢünüldüğünden, nasıl ki Ortaçağ ve sonrasında Pandekt hukukunun metinleri aracılığıyla
Roma hukukunun otoritesinin devam ettirilmesi sağlandıysa Manu‘nun kanunları da Ġngiliz
emperyalizmi açısından Pandekt hukukunun Roma devletinin emperyazimi için oynadığı rolü
oynayabilir; Common Law‘un otoritesinin Hindistan‘da devam etmesini sağlayabilir (Haldar,
2008:301).
Hukuki Ģarkiyatçılığın üçüncü özelliği ise Hint hukukuna atfedilen yücelik ile iktidar arasında
kurulan iliĢkide görülür. ―Yüce‖, kaçınılmaz olarak ―güç‖ ile iliĢkilendirilir. Buradaki güç Ģüphesiz her
türlü iktidarı da içerir. Dolayısıyla Britanya Ġmparatorluğu açısından bakılırsa ―yüce‖ üzerinde
kurulacak kontrol ve denetim mekanizması doğal olarak iktidar üzerinde de hakimiyet kurmayı
sağlayacaktır (Haldar, 2008:301).
Jones‘un da aralarında bulunduğu romantik ġarkiyatçılar‘a göre ―yüce‖, gözlerden uzakta bir
yerlerdedir. Karanlık, karmaĢa, bilinemezlik ve Ģiddet gibi imgeler romantiklerin ilgisin çekmiĢtir.
Dolayısıyla Doğu‘nun semboli niteliğindeki despot da adaletini bu Ģekilde gözden uzakta, karanklıklar
ve karmaĢa içerisinde yerine getirir. Despotun gücü bu anlamda mutlak ve korku vericidir. Dolayısıyla
eğer despotun korku saçan, Ģiddet içeren uygulamalarının tarihi, ―yüce‖ kisvesi altıda ortaya konursa
hukuk, despotun gücünü devralabilir ve yerine geçebilir. Diğer bir deyiĢle ―yücelik‖ atfedilerek
hukukileĢtirildiği zaman despotun aĢırılıkları kontrol altına alınıp, toplumsal açıdan daha kolay kabul
edilecek bir hâle getirilebilir. Böylece Britanya Ġmparatorluğu açısından daha kullanıĢlı ve elveriĢli bir
araca dönüĢtürülebilir (Haldar, 2008:302-303).
Jones‘un Manu kanunlarını tercüme çabası ilk bakıĢta, meraklı, hırslı ve gayretli bir hukukçunun
Doğu Hindistan ġirketi‘nin Hindistan‘daki Ġngiliz mahkemeleride iĢlerini çabuklaĢtırmak için giriĢtiği
tamamen pratik amaçlara matuf bir faaliyet gibi görünmektedir. Fakat bu tür bir faaliyetin anlamı çok
daha derindir. Hint kanunlarına atfedilen ―yücelik‖ niteliği, yani hukukun yüceleĢtirilmesi,
muhatabının sömürgeleĢtirilmesine zemin hazırlayan bir imkân doğurmuĢtur. ―Yüce‖ kategorisi,
insanın diĢilikten veya biçimsizlikten uzaklaĢıp aklın alanına girmesini sağlar. Fakat bu süreç aynı
zamanda Avrupa merkezciliğin bir baĢka yüzünü de açığa çıkarır. Manu kanunlarının çevrilmesi, Hint
açısından alternatif bir hukuk tarihi yazma çabası değildir. Hukukun özü olarak kabul edilecek bir
köken arayıĢı ve hukuki öznenin gizemini çözme anlamına gelir. Burada peĢine düĢünlen Ģey, evrensel
bir özne fikridir; devlete veya monarka değil de hakimlerin aracılığında evrensel bir fenomen olarak
hukuka boyun eğen bir öznedir bu. ġarklı aĢrılığa dair romantik fantazinin yaptığı iĢte bu evrensel
hukukun yerleĢmesi için gerekli kuramsal zemini kurmaktır. Bu çaba, korkunç bir aĢırılğın hukuki
evrenselliğin temel varsayımlarından biri olarak yeniden inĢa etme arzusunu ortaya koyar. Hint
hukuku ile Common Law arasındaki benzerliklerin altını çizmek, herkesin hukuk öznesi olduğu
evrensel bir hukukun planını oluĢturmaktır. 18. yy.‘la birlikte ġarka ait aĢırılıklar, hukukun belirlediği
bir hukuki öznenin ortaya çıkmasını sağlayan bir sürece dönüĢtürülmüĢtür (Haldar, 2008:307-308).
230
2.3.2. Frederick Goadby ve Hukuka GiriĢ Kitabı
Sömürgeci geçmiĢin en önemli unsurlarından birisi de hukuk ders kitaplarıdır. Bu kitaplar,
sömürgeci devletlerin hukukçuları ve resmi görevlilerinin kendi hukuk kültürlerini nasıl gördüğünü ve
bu kültürü sömürgeleĢtirilen toplumlara nasıl aktardığını gösteren önemli kayıtlardır. Üstelik bu
aktarma iĢleminin izleri sömürgecilik sonrası dönemde dahi görülür (Strawson, 2001:663).
SömürgeleĢtirilen toplumlardaki hukuk okulları ve bu okullarda okutulan kitaplar aracılığıyla Ġngiliz
hukuk anlayıĢı sömürge toplumlarının zihninde yerleĢtirilmiĢtir (Strawson, 2001:664).
ĠĢte Ġngiliz hukukçu Frederick Goadby‘ın sömürge döneminde Mısır ve Filistin hukuk
fakültelerinde Mısırlı ve Filistinli öğrencilere Batı hukuk sistemini tanıtmak amacıyla kaleme aldığı
Introduction to the Study of Law: A Handbook for the use of Egyptian Students (1910) isimli ders
kitabı da bu geçmiĢin bariz örneklerindendir
Frederick Goadby, 1906‘dan 1920‘ye kadar Kahire‘de hukuk okulunda ders vermiĢ, daha sonra
Filinstin‘e giderek Kudüs‘te devlet hukuk okulunu kurmuĢtur. Filistin‘deyken ayrıca Ġngiliz Sömürge
yönetimi adına Hukuk ÇalıĢmaları Direktörlüğü görevini sürdürmüĢtür. Kahire‘deyken verdiği dersler
Introduction to the Study of Law isimli kitabında biraraya getirilmiĢ, bu kitap ilk kez 1910‘da basılmıĢ,
1914‘te ikinci, 1921‘de de üçüncü baskıyı yapmıĢtır (Strawson, 2001:664, 665).
Her ne kadar bugün hâlâ Filistin ve Ġsrail‘de pozitif hukuk sistemi içerisinde Ġngiliz hukukunun
izleri görülse de Ģarkiyatçılık açısından asıl üzerinde durulması gereken husus, bu tür pozitif kurallar
değil, Ġngiliz hukuk düĢüncesinin genel anlamda etkisinin ne oranda devap ettiğidir (Strawson,
2001:664). Goadby‘ın Mısır‘a hukuk fakültesinde ders vermek üzere görevlendirilmesinin temelinde
de o dönemde Fransız hukuk sisteminin etkisi altındaki Mısır‘da hukuk öğrencilerinin ve hukukçuların
Ġngiliz hukuku hakkındaki kanaatlerini olumlu yönde etkileme amacı yer alır (Strawson, 2001:664).
Goadby‘ın kitabı, karĢılaĢtırmalı hukuk perspektifinden yazılan ve hukuk öğrencilerine Ġngiliz
hukukunun temel özelliklerini tanıtmayı amaçlayan bir ders kitabı niteliğindedir. Kitap, bir giriĢ ve on
dört bölümden oluĢmaktadır. Metnin ilk bölümleri hukukun doğası, hak ve adalet, hukukun
kaynakları, yasama faaliyeti, yorum faaliyeti, hukukun tasnifi gibi temel hukuk kavramlarına
ayrılmıĢtır. Diğer bölümleri ise daha çok pozitif hukuk konularını içermektedir (Strawson, 2001:665).
Metnin asıl ilgi çekici yönü yazılıĢ tarzıdır. Bir kısım açıklamalar büyük harfle, diğerleri ise küçük
harfle yazılmıĢtır. Bu farklılığı Goadby, metnin iki ayrı öğrenci kitlesine yönelik yazıldığını
söyleyerek izah etmiĢtir. Küçük harfle yazılı kısımlar hukuk hakkında daha derinlemesine düĢünmek
isteyen, hukukun felsefi yönleriyle ilgilenen öğrencilere yöneliktir. Buna karĢılık büyük harfle yazılan
kısımlar, pratik meselelerle uğraĢmayı tercih eden öğrenciler için yazılmıĢtır. Fakat Goadby‘ın asıl
görüĢlerini açığa vuran kısımlar iĢte bu küçük harfle yazılanlardır (Strawson, 2008:665). Örneğin
haklarla ilgili açıklamalarında öğrencilerin geneline hitap eden büyük harfli kısımda pozitivist bir
tutum benimseyen Goadby, devletin tanıdığı hukuki haklar ile ahlâki hakları birbirinden ayırmaktadır.
Fakat kadınların oy hakkına değindiği küçük harfli kısımda söyledikleri, sömürge iliĢkisi söz konusu
olduğunda bambaĢka bir anlama kavuĢur: Nasıl ki kadınlar, ancak devlet tarafından tanınmakla hak
sahibi oluyorsa sömürgelerde yaĢayan insanların durumu da aynıdır. Diğer bir deyiĢle Mısır ve
Filistin‘de görüldüğü Ģekliyle sömürgeci devletin sağladığı koĢullar içerisinde ancak haklar ortaya
çıkar. Varılan bu sonuç da aslında Ģu anlama gelir: Ġngiliz devleti tarafından tanınmadığı sürece
Mısırlıların veya Filistinlilerin bağımsızlık ve kendi kaderini tayin talebi, hak kabul edilemez
(Starwson, 2001:666).
Goadby‘a göre Ġslâm hukukunun en katı uygulandığı ülkelerde dahi hukukun alanı hayli sınırlıdır.
Bunun sebebini Goadby, Batılı devletlerin Doğulu devletlere gösterdiği tepkiyle açıklar. Nitekim
hukuk sistemini ve devlet mekanizmasını Avrupa standartlarına uygun hâle getirmek isteyen ―daha
ileri‖ Ġslâm ülkeleri, ġeriat‘ın bazı bölümlerinin yerine Avrupa hukuk sistemini ikame etme yoluna
gitmiĢtir. Goadby, bu ülkelere Türkiye ve Mısır‘ı örnek gösterir (Strawson, 2001:668).
Dikkat edilecek olursa Goadby‘ın burada Batı ile Doğu arasındaki iliĢki biçimini veri olarak aldığı,
sömürge meselesini ve buna bağlı ortaya çıkan iktidar iliĢkisini görmezden geldiği farkedilir. Bu
bağlamda Avrupai standartlar modernliğin göstergesi kabul edilir. Diğerlerine nispetle daha ileri Ġslâm
ülkeleri, bu standartlara uygunlukla tanımlanır (Starwson, 2001:668).
231
ĠĢte Goadby‘ın kitabı da hukuk öğrencilerinin bu sömürge düzeniyle tanıĢmasına aracılık etmiĢtir.
Goadby, Mısır ve Filistin gibi müslüman bir ülkedeki hukuk öğrencilerini Ġslâm hukukunu yeni bir
bakıĢla ele almaya davet eder. Bu arada kendi hukuk kültürlerine sömürgeci hukuk kültürünün bakıĢ
açısıyla yaklaĢmalarını sağlar. Böylece bir sömürgeci söylem olarak Ġngiliz hukuk anlatısının
yazılmasına da katkıda bulunur (Strawson, 2001:668-669).
O dönemde ne Mısır‘da ne de Filistin‘de Ġngiliz hukuku doğrudan uygulanmaktadır. Bunun
farkında olan Goadby, öğrencilere hukukun pratik gayesi dıĢında da bir takım gayeleri olabileceğini
göstermeye çalıĢır. Hukukun bu yönünü anlayabilmek için hukuk tarihini öğrenmelerini tavsiye eder.
Bu yönüyle hukuk, tıpkı diğer toplum bilimleri gibi insan davranıĢlarını belirli amaçlar doğrultusunda
düzenleme faaliyeti olarak görülebilir. Fakat bu açıklamalardan hemen sonra Goadby, bir hatırlatmada
bulunur. Buna göre toplumdaki ilerleme, toplumsal davranıĢı düzenleyen kurallarda da sürekli bir
değiĢimi gerektirir. Dolayısıyla barbar bir millet için uygun olan kurallar, medeni bir toplum için
uygun değildir (Strawson, 2001:669).
Goadby‘ın bu düĢüncelerinde bariz bir Ģarkiyatçılık vardır. Bu Ģarkiyatçı bakıĢ açısı, hukuku
medeniyetin göstergesi kabul eder. Hukuk kurallarının niteliği, uygulandığı toplumun medeniyet
ölçüsünü de gösterir veya tersten söylemek gerekirse bir toplum ne kadar medeniyse hukuku da o
kadar geliĢmiĢtir. Fakat burada medeniyetin ölçüsünü sömürgeleĢtiren devlet koymaktadır. Zira
öğrencilerini, kendisiyle birlikte hukuk tarihini öğrenmeye davet ettiğinde Goadby, aslında sadece Batı
hukukunun tarihi geliĢiminden bahsetmektedir. Öğrencilere bu hikâyenin bir parçası olmayı salık
verir. SömürgeleĢtirilen toplumları bu hikâye ile tanıĢtıran ise Batılı hukukçulardır. SömürgeleĢtirilen
toplumlar karĢısındaki bu konumu Batı hukuk sisteminin kendisini belirli bir tarihi geliĢimin zirvesi
kabul ettiği anlamına gelir. Dolayısıyla Batılı hukukçuların daha aĢağı hukuk kültürlerinde yaĢayanları
eğitme sorumluluğu vardır (Strawson, 2001:669-670).
Kültürel açıdan daha aĢağıda yer alan toplumları hukuk aracılığıyla eğitme faaliyeti, Ģüphesiz o
toplumların kendi yararı için değildir. Daha önce despotik bir yönetime sahip bu tür toplumlar, Ġngiliz
hukukuyla tanıĢtırıldıktan sonra egemen ve bağımsız birer devlet hâline gelmiĢ, meĢruti krallık,
parlamenter sistem vb. kavramları öğrenmiĢtir. Dolayısıyla Ġngiltere‘nin bu topraklardaki varlığı, iĢte
bu tür kavramları tanıtmakla izah edilebilir. Böylece örneğin Mısır‘ın, Hindistan ile Ġngiltere arasında
gerçekleĢecek her türlü alıĢ-veriĢ için uygun bir zemin sağlayacağı umulur. Dolayısıyla istikrarlı,
huzurlu ve iyi yönetilmesi gerekir (Strawson, 2001:670,671).
SömürgeleĢtirilen toplumların hukuk sisteminin yenilenmesi, sömürgeci devletin bu toplumları
modernleĢtirme projesinin bir ürünüdür. Bu modernleĢtirme projesi aracılığıyla o toplumların
hukukçuları, hakimleri ve diğer resmi görevlilerinin medeniyet seviyesi yükselmiĢ olur. Goadby‘ın
metni de iĢte bu sürece katkı sağlamıĢtır (Strawson, 2001:671).
Sonuç itibariyle Goadby‘ın, medeniyet ile hukuk arasında sıkı bir iliĢki kurduğu görülmektedir.
Avrupa hukukunun kabulü bir ilerlemedir, baĢarısıysa bağımsız bir düĢünce okulunun kurulmasına
bağlıdır. Fakat bu tür bir düĢünce okulu, sadece Batı etkisiyle kurulamaz; milli kültüre adapte
edilmelidir. Bununla birlikte bu süreç, genel moderleĢme hareketine katkı sağlayacak nitelikte bir
hukuk sisteminde yenileĢmeyi gerektirir. Bu tür bir plan ve projenin temelinde sömürgeci hukuki
anlatı yatar. Bu anlatı aynı zamanda entelektüel bağlamda sömürgeleĢtirilen hukuk sistemini de
yeniden düzenler. Fakat bu tür bir proje ancak sömürgeleĢtirilen toplumun kendi hukukçuları, hukuk
öğrencileri, hukuk hocaları ve yöneticilerin katkısıyla gerçekleĢtirilebilir (Starwson, 2001:676).
KAYNAKÇA
Bezci,B, Çiftçi,Y.(2012). ¨Self Oryantalizm: Ġçimizdeki Modernite Ve/Veya ĠçselleĢtirdiğimiz
ModernleĢme¨, Akademik Ġncelemeler Dergisi, Cilt:7, Sayı:1, s. 139-166.
Fitzpatrick, P., Darian Smith,E.(1999). ―Laws of the Postcolonial: An Insistent Introduction‖, in Laws
of the Postcolonial, (der. Eve Darian-Smith, Peter Fitzpatrick), Ann Arbor, The University of
Michigan Press, pp. 1-15.
Foucault,M.(2001).Ders Özetleri. Çev.: Selahattin Hilav, 5. Baskı, Ġstanbul, Yapı Kredi Yayınları.
232
Foucault,M.(2011).Bilginin Arkeolojisi. Yay. Haz.: Ġlkay Özkürapli, Çev.: Veli Urhan, Ġstanbul,
Ayrıntı Yayınları.
Gordon, R. W.(1984). ―Critical Legal Histories‖, Stanford Law Review, Vol. 36, pp. 57-125.
Gutting G. (2010).Foucault. Çev.: Hakan Gür, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları.
Haldar, P.(2008). ―The Sublime Codes of Manu: Law and Eighteenth Century Orientalism‖, German
Law Journal, Vol. 9, pp. 285-308.
Ġnalcık, H.(2011). ¨Hermenötik, Oryantalizm, Türkoloji¨, Doğu-Batı: Oryantalizm I, 3. Baskı, Yıl: 5,
Sayı:20, s. 13-39.
Keyman, E. F. (2007). ¨Edward Said ve Bir Modern te EleĢt r s Olarak Oryantal zm¨, Uluslararası
Oryantal zm Sempozyumu, Ġstanbul, Ġstanbul BüyükĢeh r Beled yes Kültürel ve Sosyal ĠĢler
Daire BaĢkanlığı Kültür Müdürlüğü Yayınları, s. 119-130.
Küçükalp, K. (2003).¨Edward W. Said‘in ġarkiyatçılık DüĢüncesinin Felsefî Arkaplanı¨, Uludağ
Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 12, Sayı:1, s. 269-278.
Loomba, A.(2000).Kolonyalizm Postkolonyalizm.(Çev.). Mehmet Küçük, Ġstanbul, Ayrıntı Yayınları.
Nietzsche, F.(2009).Putların Alacakaranlığı(Çev.). Ġsmet Zeki Eyüboğlu, 3. Baskı, Ġstanbul, Say
Yayınları.
Otto, D.(2000). ―Postcolonialism and Law?‖, Third World Legal Studies, Vol. 15, s. vii-xviii.
Roy, A.(2008). ―Postcolonial Theory and Law: A Critical Introduction‖, Adelaide Law Review, Vol.
29, pp. 315-357.
Ruskola, T.(2002-2003). ―Legal Orientalism‖, Michigan Law Review, Vol. 101, pp. 179-234.
Said, E.(1999).Şarkiyatçılık (Batı‟nın Şark Anlayışları).(Çev.). Berna Ülner, Ġstanbul, Metis Yayınları.
Sayıd, S.(2007). ¨Oryantalizmden Sonra¨, Çev.: Hakan Çapur, Uluslararası Oryantal zm Sempozyumu,
Ġstanbul, Ġstanbul BüyükĢeh r Beled yes Kültürel ve Sosyal ĠĢler Da re BaĢkanlığı Kültür
Müdürlüğü Yayınları, s. 65-78.
Strawson, J.(1999). ―Islamic Law and English Texts‖, in Laws of the Postcolonial, Eve Darian-Smith,
Peter Fitzpatrick (eds.), Ann Arbor, The University of Michigan Press, pp. 109-126.
Strawson, J.(2001). ―Orientalism and Legal Education in the Middle East: Reading Frederic Goadby‘s
Introduction to the Study of Law‖, Legal Studies, Vol. 21, pp. 663-678.
Young, R. J. C. (2007). ¨Edward Sa d‘ n Postkolonyal Kararsızlığı¨ Uluslararası Oryantal zm
Sempozyumu, Ġstanbul, Ġstanbul BüyükĢeh r Beled yes Külturel ve Sosyal ĠĢler Da re
BaĢkanlığı Kültür Müdurlüğu Yayınları, s. 55-64.
Wallerstein, I.(2010). Gücün Retoriği Avrupa Evrenselciliği, Çev.: Aziz Ufuk Kılıç, Ġstanbul, bgst
Yayınları.
Wallerstein, I.(2011). Dünya Sistemleri Analizi, Çev.: Ender Adaoğlu, Nuri Ersoy, 2. Basım, Ġstanbul,
bgst Yayınları.
233
AMFĠ 10 OTURUMU
SUÇ VE HUKUK-II:
SUÇA BAKIġ
234
SUÇLUNUN SUÇA BAKIġI: SUÇLUYA VE SUÇA ĠÇERDEN BAKIġ
Doç. Dr. Yıldız AKPOLAT1
Yasemin ARSLANTÜRK2
ÖZET
Suç günümüzde ülke, toplum, ırk fark etmeksizin her toplumda görülen ve toplum içerisinde
sorunsallaĢan bir konu haline gelmiĢtir. Suç olgusu aslında tarihin ilk yıllarından beri süregelmektedir.
Ancak günümüzde suç kavramı giderek artan bir öneme sahip olmuĢtur. Buradan yola çıkarak
oluĢturulan çalıĢmada suç ve nedenleri araĢtırılmaya çalıĢılmıĢtır. Bunu yaparken de hükümlülerin
demografik bilgilerinin yanı sıra, kiĢinin kendisi ve ailesinin sosyo-ekonomik durumu, kiĢinin aile ve
arkadaĢ çevresi ile iliĢkileri, iĢlenen suç/suçlar hakkındaki düĢünceleri, yaĢadığı yerin suçlu
hakkındaki tutumunu ortaya çıkarmaya yönelik olarak görüĢmeler gerçekleĢtirilmiĢtir.
AraĢtırma uygulamalı olarak yapılmıĢtır. Erzurum kapalı ve açık cezaevlerine gidilerek
hükümlülerle yüz yüze görüĢmeler gerçekleĢtirilmiĢ ve anket uygulanmıĢtır. Anket, açık uçlu ve
çoktan seçmeli olarak hazırlanan toplam 57 soru içermektedir.
Erzurum açık ve kapalı cezaevinde bulunan toplam 1250 mahkum ve tutukludan 372‘sine survey
tekniği kullanılarak gerçekleĢtirilmiĢ olan çalıĢmamızda, Türkiye‘de giderek artan suç iĢleme oranının
Erzurum baz alınarak, kiĢileri suça iten nedenleri araĢtırarak çözüm önerilerinde bulunulması ve suç
oranlarının azalmasına katkı sağlamak amaç edilmiĢtir.
Anahtar Kelimeler: Suç, Suçluluk, Sosyoloji
ABSTRACT
Nowadays, crime the country, society, in every society regardless of race has become an issue in
the community that have problems. In fact the history of crime has been going on since the early years.
However, todaytheconcept of crime has been a growing importance. This study investigated crime and
causes of criminal behavior. As well as demographicdata of detainees, socio-economicstatus of
thefamily of the person and the person's family and circle of friends with relations, thoughts about the
crimes which make them, people lived who is guilty of the earth were interviewed in order to reveal its
position about guilty person.
Theresearchwasconducted as practical. Erzurum closed and open the prisons visited and conducted
interviews and surveys applied to prisoners. The survey was prepared as an open-ended and multiplechoice question includes a total of 57.
In this study was carried out using survey techniques. Survey was applied to 372 from 1250
convicts. InTurkiye, crime rates have been increasing day by day.So, this study was done for find the
factors that lead people to commit a crime and reduce crimerates.
Keywords: Crime, Criminality, Sociology
GĠRĠġ
Suç, insanoğlunun ilk tarihinden günümüze dek sürekli var olan bir sorundur. Toplum, doğa ve
birey üçlüsü arasında sürekli ve sayısız bir iliĢki vardır. Bireyler birbirleriyle iliĢkide bulunarak
grupları gruplar da toplumları oluĢtururlar. Toplumlar sürekli değiĢen canlı beraberliklerdir.
Toplumdaki bireyler de bu değiĢimden etkilenirler ve bazen toplumdaki değiĢme hızı ile bireyin
değiĢme hızı her zaman aynı değildir. Dolayısıyla aradaki dengesizlik çeĢitli sorunların doğmasına
neden olabilir (Sümer, 2006: 88).
1
2
Doç.Dr. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü
Yüksek Lisans Öğrencisi, Atatürk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü
235
Suç, evrensel bir olgudur (Ġçli, 1993:7). Ancak suç olgusu, toplumdan topluma ve zamandan
zamana değiĢiklik göstermektedir. Suç tanımı toplumların içinde bulundukları zaman diliminin
toplumsal özelliklerine bağlı olarak Ģekillenebilir.
Son yıllarda suç olgusu hukuk alanının yanı sıra sosyolojinin de ilgi odağı haline gelmiĢtir.
Türkiye‘de suç sosyolojisi yavaĢ yavaĢ geliĢmeye baĢlamıĢ ve sosyologların bu alana ilgisi artmıĢtır
(Ġçli, 1993: 1).
AraĢtırma Erzurum ilini kapsamaktadır. AraĢtırma suç ve nedenleri üzerinde yoğunlaĢarak suça
neden olan etkenleri araĢtırmak amaç edinilmiĢ ve bu doğrultuda da Erzurum ilindeki kapalı ve açık
cezaevlerindeki kiĢilerle görüĢme yapılmıĢtır.
Türkiye‘de suç üzerine yapılan sosyolojik araĢtırmaların kısıtlı olması bu araĢtırmayı önemli
kılmaktadır.
KAVRAMSAL ÇERÇEVE
Suç, genelde bireyin içinde yaĢadığı toplum tarafından onaylanmayan davranıĢ biçimidir(Sümer,
2006: 89).Suç, topluma zarar verdiği ya da tehlikeli olduğu kanun koyucu tarafından kabul edilen ve
belirtilen eylem, davranıĢ, tavır ve harekettir. Tarihsel süreç içinde incelendiğinde her dönemde
topluma zarar verdiği ya da tehlikeli olduğu kabul edilen davranıĢlara kanun koyucuları tarafından
ceza yaptırımı uygulandığı görülmektedir (Dönmezer, akt.: Tülin Ġçli 1993: 7).
Karl Menninger, ―suç herkesi cezbeden bir çekimdir‖ demektedir. Lombroso‘ya göre suç; ölüm,
doğum gibi doğal bir olaydır (Sümer, Osman, 2006: 90).Durkheim‘a göre de ―suç kolektif bilincin
kuvvetli ve belirmiĢ tutumlarını ihlal eden fiillerdir‖. Znaniecky, ―suç, kiĢinin kendisini mensubu
saydığı grupta, varlığı toplum dayanıĢması ile çeliĢki gösteren fiildir‖ demektedir. Taft‘a göre de,
topluma zarar veren hareketler ya örf ve adetlerce belirlenmiĢtir ya da grup içinde egemenliği elinde
tutanlar, diğer kiĢilerin tavır ve hareketlerini uydurmaları için modelleri, örnekleri ve bu suretle moral
kuralların tespit ederler; bu kurallara uyanlara sosyal itibar verir, bunları ihlal edenlere söz konusu
mevkii reddederler. Stanciu ise suçu ―sosyal toplumun çoğunluğu tarafından tehlikeli sayılan ihmal ya
da icra niteliğinde hareketler‖ olarak tanımlamaktadır (akt.: Dönmezer, Sulhi, 1984: 58-60).
Gordon Marshall da kiĢisel alanı aĢıp kamusal alana giren ve yasak olan kural ya da yasaları
çiğneyen, buna bağlı olarak meĢru cezaların ya da yaptırımların uygulandığı ve kamusal bir
otoritenin(devlet ya da yerel bir kuruluĢ) müdahalesini gerektiren fiillerin suç sayıldığını,
belirtmektedir (Marshall, çev.: Osman Akınhay-Derya Kömürcü, 1999: 702).
Suç ile ilgili Ģunları söyleyebiliriz:
Evrensel bir olgudur.
Tarihsel sürecin her döneminde görüldüğü gibi, insan yaĢamı sürdüğü sürece de var
olacaktır.
Zaman ve mekân boyutunda biçim değiĢikliği gösterir.
Hangi davranıĢların suç olduğuna iliĢkin davranıĢlar görecelidir.
Sosyal bir olgudur.
Ġnsan-doğa ve insan-insan iliĢkileri doğrultusunda ortaya çıkan bir olgudur.
Suç, düĢünce ile baĢlasa da eylem ile sonuçlanır.
Toplumun düzenini bozduğundan ve birden çok kiĢiyi etkilediğinden eylemsel bir süreçtir
(Sümer, 2006: 89).
SUÇ TÜRLERĠ
Tülin Ġçli suçların faillerin amaçlarına, suç iĢleme nedenlerine ve toplum tarafından suça karĢı
gösterilen tepkinin Ģiddetine göre sınıflandırılabileceğini ifade etmektedir (Ġçli, 1993: 7-8).
Kriminolog Bonger ise suçları ekonomik suçlar, cinsel suçlar, politik suçlar ve diğer tür suçlar
olmak üzere sınıflamıĢtır.
Suç türleri en kapsamlı olarak ise Türk Ceza Kanununda belirtilmiĢtir.26.9.2004 tarih, 5237 sayılı
Yeni Türk Ceza Kanunu‘nda suç tasnifi:
236
1. Uluslar Arası Suçlar
2. KiĢilere KarĢı Suçlar
3. Topluma KarĢı Suçlar
4. Millete ve Devlete KarĢı suçlar ve Son Hükümler (Üresinler, 2005: 81-88). TCK‘nunda
suç türleri bu dört ana baĢlık çerçevesinde oluĢturulmuĢtur.
Bu çalıĢmada ise suç türleri; Ģahsa karĢı suçlar, mala karĢı suçlar, topluma karĢı suçlar, devlete
karĢı suçlar ve diğer suç türleri olarak kategorilendirilmiĢtir.
ÖRNEKLEMĠN ÖZELLĠKLERĠ
AraĢtırma sonucunda hükümlülerin cinsiyete göre dağılımına bakıldığında erkek hükümlülerin
kadın hükümlülere oranı on kat daha fazladır (%88,7 erkek, % 8,6 kadın). Ġçli, Türkiye genelinde
yapmıĢ olduğu çalıĢmasında da erkek suçluluk oranının fazla olduğunu belirterek, her yerde erkek
suçlu oranları, kadın suçlu oranlarından yüksek olduğunu ifade etmiĢtir.
Örneklemin yaĢ aralığı25-34 kategorisinde toplanmıĢtır.Örneklemin büyük çoğunluğunu
evli(%54,3), yetiĢkin erkek oluĢturmaktadır.Örneklemin %31,2‘si daha önce cezaevine girmeye neden
olan suç türünün mala karĢı iĢlenen suç olduğunu ifade etmiĢtir.
Örneklemin cezaevine girmelerine neden olan suç türü en fazla %41,9 ile topluma karĢı iĢlenen
suç olmuĢtur.%87,1 TC vatandaĢıdır. %46,5
Hanefi, %41,4 ġafi mezhebine
mensuptur.Örneklemimizi oluĢturan hükümlüler genellikle ilkokul mezunudur ve 372 kiĢiden 235‘i
eğitimlerini yarıda bıraktıklarını belirtmiĢlerdir ve buna bağlı olarak da yarıdan fazlasının mesleği
serbest meslektir. Hükümlülerin çoğunun ilkokul mezunu olması akla eğitim seviyesi ile suç arasında
bir bağlantı olup olmadığını getirmektedir. ÇalıĢmamızda çeĢitli koĢullar bir araya geldiğinden dolayıeğitim seviyesi düĢük, ekonomik gelir düzeyi düĢük- eğitim seviyesinin de düĢük olması, bir bilinçlilik
algısının yetersiz olması suça sebebiyet verebilir. Ayrıca çalıĢmada her ne kadar serbest meslek diye
adlandırsak da hükümlülerin çoğunun gündelik iĢçi olduklarını görmekteyiz. Dolayısıyla bu durum
meslekte düzensizliği ve bu da beraberinde düzensiz bir sosyal yaĢamı getirir. Ayrıca bu kiĢilerin
mesleki uzmanlaĢmalarının da olmadığını söylemek mümkündür. Mesleki uzmanlaĢması olmayan
kiĢilerin de yaĢam biçimi düzensizdir. Dolayısıyla düzensiz bir iĢ, düzensiz bir yaĢam kiĢiyi suça
itebilir. Ġçli de çalıĢmasında mesleğin önemli olduğu konusuna vurgu yapmıĢtır.
Hükümlülerin büyük çoğunluğunun kalabalık bir aileden geldiği sonucuna ulaĢılmıĢtır. GörüĢülen
hükümlülerin %45,4‘ü yedi ve daha fazla kardeĢe sahip olduklarını belirtmiĢlerdir ve kendileri de
kalabalık bir aile kurmayı tercih etmiĢlerdir. Kalabalık bir aile içerisinde yaĢamak beraberinde aile
içerisinde ekonomik sıkıntıları da getirebilir.
Mülk sahipliği durumuna bakıldığında da hükümlülerin büyük çoğunluğunun herhangi bir mülk
türüne sahip olmadığı(%80,4) sonucuna ulaĢılmıĢtır. Bu durum karĢısında da eğitim seviyesi ve
ekonomik durumu düĢük olan kiĢilerin suça eğiliminin daha fazla olduğunu söyleyebiliriz.
ÇalıĢmamızda daha önce cezaevine girdiklerini belirtenlerin oranı azımsanmayacak kadar fazladır.
Örneklemimizin %34,1‘i daha önce de cezaevine girdiğini belirtmiĢtir. Bu durum da bizlere kiĢilerin
cezaevinden çıktıktan sonra kiĢileri tekrar suça iten nedenlerin olduğunu göstermektedir.Örneklemin
%55,6‘sı kendileri cezaevindeyken ailelerine kendi ailesinin veya akrabalarının baktığını belirtmiĢtir.
Örneklemin %34,4‘ü cezaevine girmeden önce serbest meslekte çalıĢtığını belirtmiĢtir. Yukarıda
da belirtildiği üzere serbest meslek olarak daha çok gündelik iĢçi olduklarını belirtmiĢlerdir. %32,5‘i
ise herhangi bir iĢ kolunda çalıĢmadığını belirtmiĢtir.Örneklemin en fazla %51,9 ile sigaraya karĢı bir
alıĢkanlığı olduğu, %15,1‘inin ise alkol, sigara, uyuĢturucu gibi maddelerden herhangi ikisine karĢı
alıĢkanlığı olduğu görülmektedir.ÇalıĢmamızda suç iĢlemeye neden olan ekonomik faktörler %21,5 ile
ikinci sırada yer almaktadır. ÇalıĢmamızda kiĢi(ler)yi suça iten en önemli neden olarak kiĢinin
karĢısındaki kiĢinin kendisini suç iĢlemeye tahrik ettiği, önce karĢı tarafın baĢlattığını ve karĢı tarafın
iĢlenen suç konusunda durumu hak ettiği ve bu nedenle suç iĢlediklerini belirttikleri görülmektedir.
237
Birden fazla defa cezaevine girenlerin cezaevinden çıktıktan sonra yaĢadıkları sıkıntılar en fazla
%28,3 ile sosyal uyum problemi iken; cezaevinden çıktıktan sonra herhangi bir sorun yaĢamayarak
çevreye sosyal uyum sağlayanların oranı ise %25,2‘dir.%53,2‘si sivil hayatta yaĢadıkları sıkıntıların
kendilerini tekrar suça itmeyeceğini belirtmiĢtir.Suç nedeni olarak ise % 40,3‘ü karĢı tarafın
baĢlattığını ifade ederken, %21,5‘i maddi nedenlerin etkisi olduğunu belirtmiĢtir. Sosyal çevrenin
etkisi
diyenler
ise
%17,7‘dir.%62,6‘sinin
yaĢadığı-doğup
büyüdüğüçevreden
memnundur.Örneklemin %47,8‘i iĢlediği suç hakkında piĢmanlık duymaktadır. Suç hakkında kayıtsız
olanlar toplamda %15,6 oranında iken, suçtan dolayı kendini mutlu hissedenlerin oranı ise %2,2‘dir.
Örneklemin suç eyleminden etkilenmiĢ insanlar hakkındaki düĢünceleri: %25,8‘i insanların
mağdur olduğunu, %19,9 insanların mağdur olmadığını belirtmiĢtir.Örneklemin %43,5‘i suç eylemini
gerçekleĢtirirken kayıtsızlık yaĢamıĢtır. Örneklemin piĢmanlık ve korku, endiĢe gibi durumlar
yaĢaması toplam içerisinde %15,1 oranındadır.Örneklemin %56,5‘i gerçekleĢtirdiği eylemin suç
olduğunu düĢünürken, %40,9‘u gerçekleĢtirdiği eylemin suç olduğunu düĢünmemektedir.
KARġILAġTIRMA TABLOLARINA DAYALI VERĠLERĠN YORUMU
Suç ve nedenleri üzerine detaylı bir sonuç çıkarabilmek adına anket sorularından oluĢan bağımlı ve
bağımsız değiĢkenler belirlenerek bir sonuç tablosu çıkarılmıĢtır. Bu tabloda cinsiyet, mezhep, etnik
yapı, yaĢ, eğitim durumu, medeni hal, meslek, doğum yeri, gelinen il(bölge), mülk sahipliği olmak
üzere toplamda on değiĢken bağımsız değiĢken olarak belirlenerek, suç ve nedenleri üzerinde etkili
olanlar belirlenmeye çalıĢılmıĢtır. Yirmi dört soru ise bağımlı değiĢken olarak ele
alınmıĢtır.OluĢturulan bu tabloda hangi bağımsız değiĢkenin en çok etkili olduğu sonucuna ulaĢılmaya
çalıĢılmıĢtır.Yukarıda saydığımız değiĢkenlerden yaĢ toplamda 13 bağımlı değiĢkeni belirlemiĢtir.
Medeni hal 10, mezhep 8, cinsiyet 8 bağımlı değiĢkene etki etmiĢtir. Meslek 7, etnik yapı, eğitim
durumu, gelinen bölge(il) ve mülk sahipliği 6, doğum yeri 5 değiĢkene etki etmiĢtir.Suç türleri
açısından bakıldığında çalıĢmada suç türlerinin cinsiyete göre bir farklılık göstermediği ortaya
çıkmıĢtır. Eğitim durumu göz önüne alındığında eğitimlilik oranı artırıldığında suç iĢleme oranının da
azalacağı beklenmektedir. Yapılan bu araĢtırmada ortaokul ve ilkokul mezunlarının örneklemin büyük
bir kısmını içerdiğini söyleyebiliriz. Ancak üniversite ve üstü olarak kategorilendirdiğimiz grup da
azımsanmayacak ölçüdedir(%12,6). Bu grupta yer alan hükümlülerin de en çok iĢledikleri suç türleri
sırasıyla topluma karĢı iĢlenen suçlar(%46,8), Ģahsa karĢı iĢlenen suçlar(25,5), mala karĢı iĢlenen
suçlardır(%12,8).
Yapılan görüĢmeler sonucunda hükümlülerin uyruğa bağlı olarak cezaevine girmeye neden olan
suç türü arasında anlamlı bir iliĢki ortaya çıkmıĢtır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaĢı olan hükümlülerde
gruplandırdığımız suç türleri arasında dağılım söz konusu iken bu durum yabancılarda farklılaĢmıĢtır.
Yabancı uyruklu hükümlülerin cezaevine girmesine neden olan suç türünün %93,3 oranında topluma
karĢı iĢlenen suçlar(uyuĢturucu-kaçakçılığı, kullanımı ve kuryeciliği-, cinsel istismar, taciz ve fuhuĢ)
olduğu sonucuna ulaĢılmıĢtır. Yapılan görüĢmelerde yabancılar, Türk Ceza Kanununda yer alan
cezaları bilmediklerini ve suç olduğunu bilselerdi bu duruma düĢmeyeceklerini ifade etmiĢlerdir. Yine
görüĢmelerde elde edilen verilere göre, yabancı uyrukluların daha çok uyuĢturucu kuryeciliğinden
dolayı cezaevine girdikleri sonucuna ulaĢılmıĢtır.
Suç iĢlenen yerleĢim yeri araĢtırılmaya çalıĢıldığında arada belirgin bir farklılık olmadığı(Erzurum
ili %46, Erzurum ili dıĢı %53,2) sonucuna ulaĢılmıĢtır.Elde edilen bulgulara göre hükümlülerin eğitim
seviyeleri arttıkça cezaevinin hükümlülere mesleki eğitim vermesini isteme oranı da artmaktadır.
Okuma yazması olmayanların %20,5‘i mesleki eğitim almak isterken üniversite ve üstü kategorisinde
mesleki eğitim almak isteyenlerin oranı %42,6‘dır.Yine eğitim durumuna bağlı olarak hükümlülerin
cezaevinde sanat dalında eğitim alma isteğinin değiĢtiği sonucuna ulaĢılmıĢtır. Eğitim seviyesi arttıkça
cezaevinde herhangi bir sanat dalında eğitim alma isteği de artmaktadır.KiĢilerin eğitim durumu ile
kiĢinin tekrar suça iten faktörler arasında yer alma durumu arasında anlamlı bir iliĢki olmadığı
sonucuna ulaĢılmıĢtır. Ancak cezaevlerinde yapılan görüĢmelerde kiĢileri tekrar suça iten nedenin
eğitim durumu değil de ekonomik durumu olduğu görülmektedir.KiĢilerin eğitim seviyesi arttıkça
buna bağlı olarak iyi bir sosyal çevrede yaĢama da artmaktadır. Okuma yazması olmayanlardan
üniversite ve üstü eğitim durumuna sahip olanlara doğru gidildikçe kiĢilerin giderek daha iyi bir sosyal
çevrede yaĢadıkları gözlemlenmiĢtir. Eğitim seviyesiyle birlikte sosyo-kültürel seviyesinin de
238
değiĢebileceği göz önüne alınırsa bu sonuç beklenebilir. Özellikle de arkadaĢ ve iĢ ortamında eğitim
seviyesinin etkili olduğunu söylenebilir.GörüĢme yapılan hükümlülerin çoğu geldikleri bölgenin Doğu
Anadolu Bölgesi olduğunu ifade etmiĢlerdir(%54,6). Gelinen il ile daha önce cezaevine girme durumu
karĢılaĢtırıldığında doğu Anadolu bölgesinden gelenlerin %69,5‘i daha önce cezaevine girmediklerini
belirtmiĢlerdir. KarĢımıza çıkan tabloyu bölgeler olarak değil de Türkiye‘nin doğusu-batısı Ģeklinde
okuyacak olursak batı diye adlandırdığımız bölgelerde(Marmara Bölgesi, Ege Bölgesi, Akdeniz
Bölgesi, Ġç Anadolu ve Karadeniz Bölgesinin belirli kısımları) suça eğilimin daha fazla olduğu ve bu
nedenden ötürü de cezaevinde bulunan kiĢilerin birden fazla defa cezaevinde bulunmuĢ oldukları
sonucuna varılmaktadır. Bunun nedeni, batı diye adlandırdığımız bölgelerimizin doğu bölgelerimize
göre nüfusunun daha fazla olduğu ve yaĢam koĢullarının da bilindiği üzere batıda giderek zorlaĢması
kiĢileri yeniden suça iten faktörler arasında olabilir.ÇalıĢmadan elde edilen veriler doğrultusunda
kiĢilerin düzensiz bir yaĢamının olması, yani herhangi bir iĢte çalıĢıyor olmaması, çalıĢsa bile sürekli
bir iĢin olmaması gibi durumların kiĢileri suça ittiği yargısını doğurmuĢtur. Çünkü düzensiz bir iĢ
hayatına dolayısıyla da düzensiz bir gelire sahip olduklarını ifade edebiliriz. Düzenli bir iĢ yaĢamının
getirdiği sorumluluk ve yine düzenli bir iĢin getirmiĢ olduğu düzenli bir gelirin kiĢileri suçtan
alıkoyacağı düĢüncesi yapılan çalıĢmada ortaya konmuĢtur. Yine düzenli bir iĢ hayatına sahip
bireylerin uğraĢı olduğu için kiĢi suç eğilimine yönelmemektedir.Bu duruma paralel olarak aile
yaĢamındaki düzenliliğin de kiĢileri suçtan uzak tutacağı görüĢü hâkim olmuĢtur. Elde ettiğimiz
verilere göre boĢanan ya da ayrı yaĢayan kiĢilerin daha önce cezaevine girme oranları oldukça yüksek
çıkmıĢtır. Bunun nedeni aile kavramının yitirilmesiyle birlikte herhangi bir kiĢiye karĢı sorumluluğun
olmaması gösterilebilir.
AraĢtırmamızda evlilik oranının yüksek çıkması ĢaĢırtıcı gibi görünmektedir. Ancak aile
dayanıĢması, Merton‘un iĢlevsel bozukluğuna neden olabilir ve bu durum da suça neden olabilir.
Aileye bakma yükümlülüğünün geleneksel aile yapısında babada olduğu bilinmektedir. Her ne kadar
aile reisliği kavramı kanunda kalkmıĢ olsa da bu durum geleneksel olarak devam ettirilmektedir.
Aileye bakmakla yükümlü ―baba‖, ―erkek‖in iĢsiz kalma durumu da ―baba‖yı suça meyledebilir.
Ayrıca geleneksel toplumda akrabalık iliĢkilerine sıkı sıkıya bağlılık aileye karĢı sorumluluğu
baĢkasına devredebileceğine olan güvenç de iĢsizlikle birleĢince suç iĢlemeye meyil artıyor gibi
görünmektedir.
Cinsiyet ile annenin mesleği arasında anlamlı bir iliĢki yoktur. Cinsiyet fark etmeksizin
hükümlülerin büyük çoğunluğunun annesinin çalıĢmadığı görülmektedir. Türk toplumunun aile
yapısına bakıldığında, özellikle de geleneksel aile yaĢantısında kadınların çalıĢ(tırıl)madığı
bilinmektedir, dolayısıyla annelerin çalıĢmama nedeni bu duruma da bağlanabilir.Cinsiyet fark
etmeksizin hükümlüler, cezaevinden eğitime devam edemediklerini ifade etmiĢlerdir.
Görüldüğü gibi cinsiyet ile kardeĢ sayısı değiĢkenleri arasındaki korelasyon katsayısı bize bir iliĢki
olmadığını göstermektedir. Tablodan anlaĢılacağı üzere kiĢilerin kardeĢ sayıları Ģu an Türkiye‘deki
ortalama bir ailenin sahip olduğu çocuk sayısından fazla çıkmıĢtır. KardeĢ sayısının yüksek olması
eğer kiĢilerin maddi durumu da yetersiz ise kiĢileri mala karĢı suç iĢlemeye yöneltebilir.
Cinsiyet ile daha önce cezaevine girme durumu arasında anlamlı bir farklılık ortaya çıkmıĢtır.
Erkeklerin daha önce cezaevinde bulunma oranları kadınlara göre daha fazladır. Bunun nedeni ise
psikolojide öne sürülen erkeklerin daha saldırgan tutumlar sergilemesi olabilir. Ayrıca
gerçekleĢtirilmiĢ olan bu çalıĢmada kadın hükümlülerin erkek hükümlülere göre sayılarının oldukça
düĢük olması da sonucun böyle çıkmasının bir nedeni olabilir.
Hükümlülerin %57,3‘ü ikametinin il merkezi olduğunu belirtmiĢtir. Bu durumda il merkezinde
ikamet edenlerin sayısının çokluğu nedeniyle suç iĢleme oranının da il merkezlerinde daha fazla
olması beklenmektedir.
Cinsiyete bağlı olarak göç etme nedeni araĢtırılmaya çalıĢıldığında erkek hükümlülerin %60,9‘u
ekonomik nedenlerden dolayı göç ettiklerini belirtirken kadınlarda aynı değiĢkenin yüzdesi oldukça
düĢük çıkmıĢtır(%9,1). Erkeklerde güvenlik nedeniyle göç ekonomik nedenden sonra gelmektedir.
Kadınlarda ise göç etme nedeni en çok %27,3 ile evliliktir; bunu sırasıyla %18,2 ile eğitim ve güvenlik
takip eder.
239
Cinsiyet fark etmeksizin hükümlülerin yarıdan fazlası kendileri cezaevindeyken geride
kalanlara(aileye) bakımı sağlayanların yine ailelerinin ya da akrabalarının olduğunu belirmiĢlerdir. Bu
doğrultuda KiĢi suç iĢlemiĢ olsa da buradan akrabalık iliĢkilerinin korumacı bir biçimde devam ettiğini
söylemek mümkün.
Görüldüğü üzere cinsiyet ile suç iĢlenen yerleĢim yeri arasında anlamlı bir iliĢki vardır. Erkeklerin
%49,1‘i suç eylemini Erzurum il sınırları içerisinde gerçekleĢtirmiĢken, %50,6‘sı ise suç eylemini
Erzurum ili dıĢında gerçekleĢtirmiĢtir. Erkeklerde iki grup arasında, yani Erzurum ili-Erzurum dıĢı
arasında, pek farklılık olmadığı görülmektedir. Kadınların ise %78,1‘i suç eylemini Erzurum ili
dıĢında gerçekleĢtirmiĢken, suç eylemini Erzurum ili içerisinde gerçekleĢtirenlerin oranı ise %18,8‘dir.
Kadınların Erzurum ili sınırları dıĢında suç iĢleme oranı erkeklere göre daha yüksek çıkmıĢtır. Bunun
nedeni kadınların genellikle Ġran‘dan Türkiye‘ye geldiklerinde(özellikle Ağrı ilinde) uyuĢturucu ile
yakalanmaları olabilir.
Cinsiyet ile cezaevinde iken alınmak istenen mesleki eğitim türü arasında anlamlı bir farklılık
vardır. Erkek hükümlülerin %57,5‘i diğer kategorisi içerisine aldığımız ne olursa olsun fark etmez
ama yeter ki bir faaliyet olsun demiĢlerdir. Kadınların %77,8‘i ise kültürel, sanatsal ve sportif alanda
eğitim almak istediklerini ifade etmiĢlerdir. GörüĢmelerde kadınların yeni Ģeyler öğrenme istekleri
dikkat çekerken; erkeklerde sadece zaman geçmesi açısından bir eğitim istenildiği ya da değiĢiklik
amacı ile eğitim alınmak istenildiği gözlemlenmiĢtir.
Cinsiyet ile cezaeviyle ilgili eleĢtiri, öneri, görüĢ arasında anlamlı bir farklılık bulunmaktadır.
Kadınların büyük bölümü(%53,1) cezaevindeki yaĢam koĢullarının/idarenin iyi olduğunu ifade
ederken, erkeklerin çoğu ise yaĢam koĢullarının kötü/idarenin ilgisiz olduğunu belirtmiĢlerdir.
Kadınlar cezaevi hakkında erkeklere göre daha olumlu tutum sergilemektedirler.
Cinsiyet ile cezaevinden çıkınca(birkaç defa cezaevine girenler için) yaĢanan sorunlar arasında
anlamlı bir farklılık yoktur. Kadınların %66,7‘si sosyal uyum problemi yaĢarken %33,3‘ü cezaevinden
çıkınca sosyal yaĢama adapte olduklarını ve sosyal uyum konusunda herhangi bir sıkıntı
yaĢamadıklarını dile getirmiĢlerdir. Erkeklerin ise %26,1‘i sosyal uyum problemi yaĢadıklarını,
%25,2‘si de herhangi bir sosyal uyum problemi yaĢamadıklarını belirtmiĢlerdir.
Cinsiyet ile sivil hayatta yaĢanan sıkıntıların suça eğilim yaratma durumu arasında anlamlı bir
iliĢki yoktur. Erkeklerin %27‘si, kadınların ise %34,4‘ü sivil hayatta yaĢanan sıkıntıların kendilerini
tekrar suç iĢlemeye itebileceğini ifade etmiĢlerdir.
Cinsiyet ile suça iten nedenler hakkındaki düĢünceler arasında anlamlı bir farklılık yoktur.
Erkeklerin %41,8‘i suça iten nedenler hakkında karĢı tarafın bunu istediğini, baĢlattığını(tabloda diğer
kategorisi olarak adlandırılan gruplandırma) belirtmiĢlerdir. Kadınların da %28,1‘i bu kategori
içerisinde yer almaktadır. Ayrıca kadınların %31,2‘si suça iten nedenin sosyal çevre olduğunu ifade
etmiĢlerdir. Ancak bu noktada bir çeliĢki karĢımıza çıkmaktadır. Kadın hükümlüler %31 oranında suçu
sosyal çevrenin etkisiyle iĢlemiĢken kadın hükümlülerin yalnızca %15‘i sosyal çevrelerinin kötü
olduğunu ifade etmiĢtir. Her ne kadar kendilerini suça iten bir çevre olsa da sosyal çevrelerini kötü
görmemektedirler. Bu durum karĢısında da kiĢinin yaĢadığı çevrede suçun normalleĢtiğini söylemek
mümkün. Suç bu çevrede normalleĢtiğinden dolayı da kiĢi yaĢadığı çevreden Ģikayetçi değildir.
Cinsiyet ile sosyal çevre hakkındaki düĢünceler arasında anlamlı bir farklılık olmadığı
görülmektedir. Erkeklerin %65‘2‘si kadınların ise %43,8‘i sosyal çevrelerinin(arkadaĢ, aile ve iĢ
çevresi) iyi olduklarını belirtmektedirler. Hükümlülerin çoğu yaĢadıkları sosyal çevreden memnundur.
Cinsiyet ile suç eylemini gerçekleĢtirirken hissedilenler arasında anlamlı bir farklılık söz
konusudur. Erkeklerin kadınlara göre suçu iĢlerken daha kayıtsız kaldıkları görülmektedir. Yine
kadınların erkeklere göre suç iĢlerken korku, endiĢe içinde oldukları ve piĢmanlık duydukları
görülmektedir. Kadınların erkeklere göre suç iĢlerken daha fazla mutluluk hissettikleri saptanmıĢtır.
Bunun nedeni hakkında Ģunu da eklemek gerekir: Yapılan yüz yüze görüĢmelerde suç iĢlerken mutlu
olan kadınların genellikle tecavüzcüsünü öldürdüğü sonucuna ulaĢılmıĢtır. Kadın hükümlüler de
böylelikle namuslarını temizlediklerinden dolayı kendilerini bu suçu iĢlerken mutlu hissettiklerini
belirtmiĢlerdir.
240
YaĢ ile daha önce cezaevine girmeye neden olan suç türü arasında anlamlı bir farklılık olduğu
yukarıdaki tablolardan görülmektedir. 15-18 yaĢ aralığında olanların büyük çoğunluğunun mala karĢı
suç iĢledikleri, 19-21 yaĢ aralığındakilerin yine diğer suç türlerine oranla daha çok mala karĢı suç
iĢledikleri, yine 22-24 ve 25-34 yaĢ aralığındakilerin de en çok mala karĢı suç iĢledikleri
görülmektedir. 35-44 yaĢ aralığında bulunanların ise daha çok Ģahsa karĢı suç iĢledikleri sonucuna
ulaĢılmıĢtır. 45-54 yaĢ aralığında bulunanların da Ģahsa karĢı iĢledikleri suç ilk sırada yer alırken bunu
topluma karĢı iĢlenen suçlar takip etmektedir. 55 yaĢ üzerindeki hükümlülerin ise cezaevine topluma
karĢı, Ģahsa karĢı ve devlete karĢı iĢlenen suçlar aynı oranda gerçekleĢmiĢtir ve ilk sırada bu suç türleri
yer almaktadır.
YaĢ arttıkça mala karĢı iĢlenen suçlarda bir azalma görülürken, Ģahsa karĢı iĢlenen suçlarda nispi
bir artıĢ görülmektedir.YaĢ ile cezaevine girmeye neden olan suç türü değiĢkenleri arasında anlamlı bir
iliĢki olduğu sonucuna varılmıĢtır. 15-18 yaĢ aralığındakilerin daha çok mala karĢı suç iĢledikleri
görülürken diğer yaĢ aralığındakilerin(19-21, 22-24, 25-34, 35-44, 45-55 ve 55+) ise daha çok topluma
karĢı suç iĢledikleri görülmektedir.Mala karĢı iĢlenen suçların yerini toplum karĢı iĢlenen suçlara
bıraktığı görülmektedir. Ve çalıĢmadan yola çıkarak yaĢ arttıkça topluma karĢı iĢlenen suçların da
arttığı söylenebilir.
KAYNAKÇA
Akpolat, Y.(2010). Araştırma Teknikleri 1-2.Erzurum:Fenomen.
Altay, A.(2007).‗‘Türkiye‘de Mala KarĢı Suçlar ve Bu Suçları ĠĢleyenlerin Sosyo-kültürel ve
Ekonomik Özellikleri‘‘(Yüksek Lisans Tezi). Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri
Enstitüsü/Suç AraĢtırmaları Anabilim Dalı, Ankara.
Ataseven, C.(2006).‗‘Suça Etki Eden Sosyal Faktörler(Yüksek Lisans Tezi)‘‘. Süleyman Demirel
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Sosyoloji Anabilim Dalı, Isparta.
Bağlar, M.(2008). ĠĢsizlik-Suç ĠliĢkisi ve Ekonomik Sonuçları(Yüksek Lisans Tezi), Çanakkale
Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Ġktisat Anabilim Dalı, Çanakkale.
Boğutarkan, V.(yayın yılı bilinmiyor).Suç ve Sebepleri.
DemirbaĢ, T.(2001).Kriminoloji. Ankara:Seçkin.
Dönmezer, S.(1984)Kriminoloji. 7. Baskı, , Ġstanbul:Filiz.
Ġçli, T. G.(1999).Kriminoloji.Ankara:Bizim Büro Basımevi.
Ġçli, T. G.(1993).‗‘Türkiye‘de Suçlular-Sosyal Kültürel ve Ekonomik Özellikleri‘‘. 3. Baskı, Atatürk
Kültür Merkezi Yayını Sayı: 71, Ankara 1993.
Kumbasar, E.(2006). Türk Hukukunda Cezanın Belirlenmesi, Marmara Üniversitesi sosyal Bilimler
Enstitüsü/hukuk Anabilim Dalı, Ġstanbul.
Marshall, G.(1999).Sosyoloji Sözlüğü. (Çev.). Osman Akınhay-Derya Kömürcü.Ankara:Bilim ve
Sanat Yayınları.
Önen, M.(1991). Hukukun Temel Kavramları, 3. Baskı, Ġstanbul:Der.
Sarı, Ö. (ODTÜ Sosyoloji Bölümü AraĢtırma Görevlisi)&Önkan, Güncel(ODTÜ Felsefe Bölümü
AraĢtırma Görevlisi), Suçun Sosyolojisi, Cezanın Felsefesi
Soyaslan, Y.(2008). Bir Sapma Türü Olarak Hırsızlık Olgusu üzerine Sosyolojik Bir AraĢtırma(Elazığ
Örneği)-Yüksek Lisans Tezi-, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Sosyoloji Anabilim
Dalı, Elazığ.
Sönmez, S.(2008). Suç ĠĢleyenlerin ĠĢledikleri Suçlar ile Eğitim Durumları Arasındaki ĠliĢki(Yüksek
Lisans Tezi), Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Eğitim Yönetimi ve Denetimi,
Ġstanbul.
Sümer, O.(2006). Sosyal DeğiĢme ve Suç(Yüksek Lisans Tezi), Ġnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler
241
Enstitüsü/Sosyoloji Anabilim Dalı, Malatya.
Tunç, H.(2008). Polisin Suç Olgusuna BakıĢı ve Suça KarĢı UzmanlaĢma ÇalıĢmaları(Yüksek Lisans
Tezi), Anakara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Antropoloji Anabilim Dalı, Ankara.
Türk Ceza Hukuku Derneği, Suç ve Ceza, Ceza Hukuku Dergisi, Sayı:1, Beta Yayıncılık, Ġstanbul
2009.
Üresinler, R.(2005). Sosyo-kültürel Yapı ve Suç(Kırıkkale Örneği)-Yüksek Lisans Tezi-, Kırıkkale
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Sosyoloji Anabilim Dalı, Kırıkkale 2005.
Ġnternet Kaynakları
http://sosyolojik.wordpress.com/2010/05/28/suun-nedenleri-su-etolojisi/
http://tekniksosyoloji.wordpress.com/2010/04/28/suc-sosyolojisi/
http://www.tanikhukuk.com/Makale.php?m=133
http://www.tr.wikipedia.org/wiki/Vikipedia
242
YARGITAY TARAFINDAN ONANAN MOBBĠNG DAVALARININ ĠÇERĠK
ANALĠZĠ
Hatice KARAKUġ1
ÖZET
Bu çalıĢmanın amacı Yargıtay‘ın son üç yılda mobbing davalarına iliĢkin, yerel mahkemelerin
verdiği kararları bozma gerekçelerini incelemektir. Mobbing davaları somutlaĢtırılması ve
ispatlanması zor davalardır. Borçlar kanunu dıĢında psikolojik tacize açık bir biçimde vurgu yapan bir
kanun maddesi bulunmamaktadır. Bu nedenle Yargıtay mevcut kanunları ve farklı ülkelerde
gerçekleĢen mobbing davalarını inceleyerek yorumlama yoluyla davaları sonuçlandırmıĢtır.
Ülkemizde mobbing davaları iĢ akdini sonlandırılması için çalıĢanın istifaya zorlanması, kıdem ve
ihbar tazminatı alacakları gibi sebeplerle açılmaktadır. Dava örnekleri içerik analizi yöntemi ile
incelenmiĢtir.
Anahtar Kelimeler: Mobbing, yargıtay, çalışma hayatı.
ABSTRACT
What is intended in this study is to examine the justifications of the Supreme Court for the reversal
of the decisions made by the district courts regarding the mobbing cases during the last three years.
Mobbing cases are too difficult to be materialized, and be proved. There is no article of law, which
clearly highlights psychological harassment, other than the law of obligations. That is why the
Supreme Court examined the current laws, and the mobbing cases, which were brought before the
courts in different countries, and thereupon finalized the respective cases by way of interpretation. In
our country, mobbing cases are brought before the courts for such reasons as forcing an employee for
terminating his/her labor contract, and for the sake of severance and notice pays as well. Exemplary
cases were examined by way of content analysis.
Keywords: Mobbing, supreme court, working life
GĠRĠġ
Mobbingliteratüre yeni giren bir kavram olduğu için Türkçe karĢılığı henüz bulunmamakta ve bir
terminoloji sorunu yaĢanmaktadır. Mobbing üzerine araĢtırma yapanlar, bu olguyu tek bir sözcükle
ifade etmek yerine kavrama Türkçe karĢılık olarak ―iĢ yerinde psikolojik taciz‖ ―iĢ yerinde psikolojik
terör‖ ―iĢ yerinde duygusal taciz‖ ―iĢ yerinde moral taciz‖ ―iĢ yerinde manevi taciz‖ ―iĢ yerinde
zorbalık‖ ―yıldırma‖ ve ―iĢ yerinde yıldırmaya yönelik psikolojik saldırı‖ (Tınaz, 2006: 17),
―psikoĢiddet‖ ―birilerine cephe almak‖, ―zorbalık‖ ya da ―psikolojik terör‖(Yaman, 2009:23),
yıldırkaçır ( Tınaz, 2008a:15-16) ve son olarak Türk Dil Kurumu ―bezdiri‖ (hurriyet.com, 2013)
olarak kullanılmasını önermiĢtir. Ayrımcılık, kayırma, yıldırma/korkutma, ihmal, sömürü (istismar),
bencillik, iĢkence (eziyet), Ģiddet-baskı-saldırganlık, iĢ iliĢkilerine politika karıĢtırma, hakaret ve
küfür, bedensel ve cinsel taciz, görev ve yetkinin kötüye kullanımı, dedikodu, dogmatik davranıĢlar,
yobazlık/bağnazlık gibi örgütlerde görülen etik dıĢı davranıĢlar (Yaman, 2009:1-2) psikoĢiddete örnek
gösterilebilecek tutum ve davranıĢlardır.
Mobbingi ortaya çıkaran birçok neden bulunmaktadır. HiyerarĢik yapı, iletiĢim zayıflığı, suçlu
arama, takım çalıĢması azlığı, ilgi ve ihtiyaçların ihmal edilmesi, narsist (bencil) kiĢilikler, kapalı kapı
politikası, çatıĢma çözme yetersizliği, güvensizlik, sürekli eğitime önem vermeme, kıskançlık ve
empati eksikliği (Tınaz, 2006:19) yüksek stres, zaman baskısı, ve örgütsel sorunlar (Cemaloğlu,
2007:113), bireylerin kendi baĢarısızlıklarını, yetersizliklerini baĢkalarını çekiĢtirerek, gidermesi ve bu
durumun dedikodu denilen ve genellikle yanlı ve amaçlı yorumları içeren bir yanlıĢ iletiĢim tarzını
1
Yrd.Doç.Dr.,Artvin
Çoruh
[email protected].
Üniversitesi,
Fen-Edebiyat
Fakültesi,
Sosyoloji
Bölümü,
243
geliĢtirmesi (Pehlivan, 1993:66), duyguların suistimali (Töremen ve Çankaya, 2008:43), etik
değerlerin kaybolması (Pir, 2006:2), baĢarısız yönetimin varlığı, yöneticilerin mobbinge maruz kalan
kurbana inanmaması hiyerarĢik yapı, takım çalıĢmasının amacına uygun olarak yapılamaması, (Can,
2007:30) bireyi grup kurallarını kabul etmeye zorlamak, düĢmanlıktan zevk almak, zevk arayıĢı, can
sıkıntısı, ön yargıları pekiĢtirmek, ayrıcalıklı hak sahibi olduğuna inanmak, sahip olamadıklarının
acısını çıkarmak (Tınaz vd., 2008:87-99), monotonluk, ahlak dıĢı uygulamalar, yeniden yapılanma,
örgüt liderlerinin duygusal zekadan yoksunluğu (Bahçe, 2007:44-48) mobbingi ortaya çıkaran
nedenler olarak sayılabilir.
MOBBĠNG DAVRANIġLARI
Mobbing sürecinin kavranabilmesi noktasında, bu sürece Ģekil veren davranıĢların bilinmesi
gerekmektedir. Süreç içinde ortaya çıkan bu davranıĢların bazıları olumsuz olarak görülürken bazıları
etkileĢim davranıĢları olarak görülebilir (Tınaz, 2006: 16). Bu gruptaki davranıĢlar bir defaya özgü hoĢ
görülebilir. Bu davranıĢlar sistematik olarak ve uzun süre tekrar edilirse, bu durum mobbing olarak
ifade edilmektedir.
ĠĢyerinde mobbingin göstergesi sayılabilecek çeĢitli davranıĢlar bulunmaktadır. Hood (2004:25) ve
Zapf‘ın (1999:76) ele alıĢında mobbnig davranıĢlarının açılımını görmek mümkündür. Konuyla ilgili
çalıĢma yapan bir baĢka isim olan Leymann‘ın (Davenport, 2003: 18-19) ele alıĢına bu çalıĢma
kapsamında özel yer verilecektir. Çünkü HeinzLeymann, çalıĢma hayatında mobbing sürecinin
varlığına iĢaret eden 45 farklı davranıĢ türüne (leymann.se, 2013) dikkat çekmektedir.
Tablo 1:Leymann‟ın Yıldırma Eylemleri Tipolojisi
İletişime Yönelik
Saldırılar
Sosyal ilişkilere
Saldırılar
Sosyal İmaja
Saldırılar
Kendini gösterme
olanağı, iletiĢimi
kısıtlanır.
Sözü sürekli kesilir.
Mağdurla konuĢulmaz.
Arkasından kötü
konuĢulur.
Mağdurun baĢkalarına
ulaĢması engellenir.
Dedikodular ortada
dolaĢır.
Mağdura bağırılır,
mağdur yüksek sesle
azarlanır.
Mağdurun yaptığı iĢ,
özel yaĢamı eleĢtirilir.
Mağdura diğerlerinden
uzakta, izole bir iĢ yeri
verilir.
MeslektaĢlarının
mağdurla konuĢması
yasaklanır.
Mağdur gülünç
durumlara düĢürülür.
Mağdurun akıl hastası
olduğu söylenir.
Mağdura daha az
yetenek gerektiren
iĢler verilir.
Mağdur telefonla
rahatsız edilir.
Mağdur sanki orada
değilmiĢ gibi
davranılır.
Mağdura psikolojik
muayene geçirmesi
için baskı yapılır.
Mağdur öz güvenini
olumsuz etkileyen bir
iĢ yapmaya zorlanır.
Mağdurun iĢi sürekli
değiĢtirilir, yeni iĢler
verilir.
Mağdurun öz güvenini
etkileyecek, alçaltıcı
iĢler verilir.
Mağdurun çabaları,
yanlıĢ ve küçültücü
Ģekilde yargılanır.
Mağdurla alay edilir
(Özrü, dini/siyasi
görüĢü, Etnik kökeni,
özel hayatı
Kararları sorgulanır
Hakaret edilir/cinsel
imalar yapılır
Mağdura kapasitesinin
dıĢında, zor iĢler
verilir.
Mağdur tehdit alır.
(yazılı/sözlü)
Jestler ve bakıĢlarla
mağdurla iletiĢim
reddedilir.
Ġmâlar yoluyla
mağdurun varlığı
reddedilir.
Mevki ve özel
Konumun Kalitesine
Yönelik Saldırılar
Özel görev verilmez.
Sağlığa Yönelik
Saldırılar
Mağdura verilen iĢler
geri alınır,
faaliyetlerden mahrum
bırakılır.
Mağdura anlamsız
iĢler verilir.
Mağdura fiziksel
Ģiddet tehditleri
yapılır.
Tehlikeli iĢler verilir.
Mağdurun gözünü
korkutmak için hafif
Ģiddet uygulanır.
Mağdura sağlığı için
ciddi sonuçlara neden
olabilecek fiziksel
saldırılar yapılır.
Kasıtlı olarak büyük
paralar harcamaya
zorlanır.
ĠĢ yerine ya da evine
zarar vermek için
kazalara sebep
olunur.
Mağdura cinsel
saldırılar taciz (vb.)
yapılır.
Kaynak: Davenport vd.; 2003:18-19.
244
YÖNTEM
ÇalıĢmanın yöntemi içerik analizidir Ġçerik analizi, iletiĢimin ne kapsadığının analizidir. Ayrıca
doküman analizi ve gözlemlerin kesiĢim noktasına vurgu yapar (Prasad, 1).Bu anlamda analizi
yapılacak olan verinin belli konu baĢlıkları ile bağlantısı kurularak, verinin bir nevi ikinci okuması
yapılmaktadır. Bu yönüyle bu çalıĢmada, Yargıtay tarafından mobbing davalarına iliĢkin olarak
yazılmıĢ olan hukuki metinlerin, hukuki boyutu dıĢında sosyolojik boyutuyla değerlendirilmesi
yapılacaktır.
MOBBĠNG DAVA ÖRNEKLERĠ
Örnek Olay 1
YARGITAY 9. HUKUK DAİRESİ E. 2008/37500 K. 2010/31544
SAYILI KARARI
Dava:Davacı, kıdem tazminatı ile yıllık izin alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini
istemiştir.
Yargıtay Kararı: Davacı işçi 2005 yılı Aralık ayında yıl sonu toplantısı nedeniyle şirket çalışanları
ile birlikte Kıbrıs'a gittiklerinde genel müdürün kendisine cinsel ilişki teklifinde bulunduğunu, yine
26-29 aralık günlerinde B. K‟ da yapılan şirketin satış toplantılarına son gün genel müdüründe
katıldığını ve gala günü alkol aldığını, imzalaması gereken evrakları odasında imzalayacağını
belirterek davacıyı odasına çıkmaya mecbur bıraktığını, odaya geldiklerinde ise iş konusunu
konuşmadığını ve davacıyı içki içmeye zorlayıp, öpmeye çalıştığını, ağlayarak odayı terk ettiğini,
genel müdürün istediklerini elde edemeyince kötü davranmaya ve küçük düşürmeye başladığını, hakkı
olmadığı halde yıl sonu performans notunu düşük vererek istifaya zorladığını, olayları işyerine
aksettirince ücretsiz izine ayırdıklarını ve geçici olarak pazarlama departmanında işe başlattıklarını,
farklı departmanlarda çalışmasının kendisini rahatlatacağını düşündüğünü ama öyle olmadığını,
olayın duyulması üzerine dedikoduların yayıldığını, bakışlar kendisine yönelecek diye yemekhaneye
dahi inemediğini, yaşananlara ve baskılara dayanamayarak sinir krizi geçirdiğini ve depresyon teşhisi
konulduğunu, çalışamayacağını anlayınca akdi haklı nedenle kendisinin feshettiğini ileri sürerek
kıdem tazminatı ve yıllık izin alacaklarının hüküm altına alınmasını istemiştir. Davalı işveren iddialar
dışında delil bulunmadığını, ama iddiaların niteliği göz önüne alınarak işi ve amirinin değiştirildiğini,
davacının çalışmasını sürdürdüğünü ve 6 günlük hak düşürücü süreden sonra akdi feshettiğini
savunmuştur. Mahkemece tacizin vuku bulduğunun kanıtlanamadığı gibi 6 günlük hak düşürücü
sürede de fesih hakkının kullanılmadığı, tacizin sonraki günlerde de devam ettiğinin ileri sürülmeyip
davacının işverene şikâyet hakkını performans değerlendirmesini öğrendikten sonra bildirdiğini feshin
haklı nedene dayanmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar vermiştir.
Davacı, amiri tarafından cinsel ilişki teklif edildiğini, kabul edilmeyince performans notunun
düşürüldüğünü işyerinde olayın duyulması neticesinde bunalıma girerek çalışamaz hale gelmesi
nedeniyle iş akdini sonlandırmak zorunda kaldığını iddia etmiştir. Cinsel tacizin öncelikle işyeri
dışında gerçekleştiğinin ve işveren vekili konumundaki genel müdür tarafından yapıldığının iddia
edilmesi karşısında gerçekliğinin ve ispatının güçlüğü ortadadır. Davacının taciz olayını insan
kaynaklarını bildirerek amiri konumundaki genel müdürden şikayetçi olarak gerekli tedbirlerin
alınmasını istemesi, arkadaşlarına olayın ayrıntılarını ve gizli yönlerini anlatması, yaşamış olduğu
psikolojik bunalım ve depresyon teşhisi nedeniyle alınan doktor raporları, olayın yaratmış olduğu
netice ile performans notunun düşük gösterilmesi davacının iddialarının ciddi ve olayın gerçekliği
konusunda kanaat oluşturmaktadır. Dosya içerisinde mevcut delilerin ve tanık anlatımlarının bütünlük
içinde değerlendirilmesi neticesinde; davacının olayları yer ve zaman belirterek ayrıntılı biçimde
anlatarak kendi iffetini herhangi bir sebep yokken ortaya koyması yaşamın olağan akışına aykırıdır.
Öte yandan özellikle işçinin işyerinde ve işyeri dışında amiri tarafından tacize uğradığını belirtip
ihtarname göndererek tüm detayları belirtmesi ve tacizde bulunanın amiri konumunda olan genel
müdür olması karşısında taraflar arasındaki iş ilişkisinin varlığı işverenin konumunu daha da
ağırlaştırmaktadır. Davacının arkadaşı olan tanıklar davacı gibi işyerinde çalışırken tacize uğrayıp
performans notu düşük gösterilen başka bir işçinin ismini de bildirmişlerdir. Taciz olayının etki ve
sonuçları temadi etmekte olup davacının olayların vehameti neticesin de psikolojik bunalıma girmesi,
daha evvel performansına ilişkin olumsuz bir değerlendirme bulunmamasına rağmen bu olaylardan
245
sonra performans notunun düşürülmesi, 21.7.2006 tarihinde işyerine ihtarname çekerek işverenden
amiri hakkında soruşturma başlatılarak gerekli tedbirlerin alınmasını istemesi ve akabinde 1.8.2006
tarihinde de iş akdini bu olaylar nedeniyle feshetmesi nedeniyle temadi eden ve sonuçları itibariyle bir
nevi mobbinge dönüşen eylemler karşısında 6 günlük hak düşürücü sürenin geçtiğinden de
bahsedilemez. Akdin davacı kadın işçi tarafından feshi haklı olup kıdem tazminatının hüküm altına
alınması gerekirken hatalı değerlendirme ve gerekçe ile reddi bozmayı gerektirmiştir.
Kararın Değerlendirilmesi
Örnek olayda mobbingin ispatlanması en zor olan yansımalarından birisi olan cinsel taciz
gerekçesi ile açılan bir dava söz konusudur. Cinsel tacizin ispatlanması sorunun çözümü noktasında
iĢin en zor yanıdır. Olay çoğu zaman fail ve mağdur arasında yaĢanan bir eylem niteliğindedir.
Dolayısıyla sadece mağdur tarafından yaĢanan bir olayın inandırıcı biçimde ortaya konulması büyük
bir güçlük arz etmektedir.
26. maddede ifade edilen onurlu çalıĢma hakkının 1. Maddesi iĢ hayatında iĢverenin her türlü
cinsel tacizi engellemekle yükümlü olduğunu belirtmektedir. ÇalıĢanları bu tür durumlardan korumak
için her türlü önlemi almak iĢverenin sorumluluğu altındadır. Yine TCK‘nın 96. maddesinde kiĢiye
ruhsal yönden acı vermek Ģeklinde baĢ gösteren cinsel tacize atıfta bulunulmaktadır. Psikolojik taciz
maddesi olarak lanse edilmeye baĢlanan Borçlar Kanunun 417. Maddesinde de iĢyerinde cinsel tacizin
engellenmesi ve çalıĢanların bu tacizden korunması noktasında, iĢveren sorumluluğu anlatılmaktadır.
Türk Hukuk sisteminde cinsel tacize iliĢkin olarak kiĢilik değerlerine yapılan hukuka aykırı
davranıĢların yaptırıma bağlandığı genel hükümler olarak, Borçlar Kanunu 47 ve 49. maddeleri 2,
Medeni Kanun 24 ve 25. Maddeleri3, ĠĢ hukukunda ise 4857 sayılı kanun 24/II-d maddesi4 mevcuttur.
ĠĢçinin kiĢiliğinin korunmasına yönelik bir baĢka düzenlemede Borçlar Kanunu tasarısı
421.maddesindedir. Madde de "iĢveren hizmet iliĢkisinde iĢçinin kiĢiliğini korumak ve saygı
göstermek, sağlığını gerektirdiği ölçüde gözetmek ve iĢyerinde ahlaka uygun bir düzenin
gerçekleĢtirilmesini sağlamakla özellikle kadın ve erkek iĢçilerin cinsel tacize uğramamaları ve cinsel
tacize uğramıĢ olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür"
düzenlemesine yer verilmiĢtir. Tacizin iĢyerinde gerçekleĢmesi Ģart olmayıp iĢyeri dıĢında veya mesai
saatleri dıĢında da olması mümkündür. 4857 sayılı ĠĢ Kanunu 24/II-d bendine göre; iĢçinin diğer bir
iĢçi veya üçüncü bir kiĢi tarafından cinsel tacize uğraması ve bu durumu iĢverene bildirmesine rağmen
gerekli tedbirlerin alınmaması iĢçi bakımından haklı fesih nedeni oluĢturacaktır.
Örnek olayda söz konusu Ģahsın cinsel iliĢki teklifi ile baĢlayan ve sonrasında aldığı red yanıtı ile
iĢ hayatında ortaya çıkan sorunlar yer almaktadır. Davacı, müdürü tarafından cinsel iliĢki teklif
edildiğini, kabul edilmeyince performans notunun düĢürüldüğünü iĢyerinde olayın duyulması
neticesinde bunalıma girerek çalıĢamaz hale geldiğini ve içinde bulunduğu koĢullara bağlı olarak iĢ
akdinin sonlandırıldığını belirtmiĢtir.
Mobbing davalarındaki en önemli kıstaslardan birisi mobbingi baĢlatan kritik bir olayın öncesi ve
sonrası arasındaki farktır. Leymann‘ın ele alıĢında mobbingi baĢlatan kritik bir olay vardır. Mobbing
Madde 47 Temsil olunanın açık veya örtülü olarak hukuki iĢlemi onamaması hâlinde, bu iĢlemin geçersiz
olmasından doğan zararın giderilmesi, yetkisiz temsilciden istenebilir. Ancak, yetkisiz temsilci, iĢlemin yapıldığı
sırada karĢı tarafın, kendisinin yetkisiz olduğunu bildiğini veya bilmesi gerektiğini ispat ederse, kendisinden
zararın giderilmesi istenemez.
Madde 49 Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille baĢkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür.
3
Madde24Hukuka aykırı olarak kiĢilik hakkına saldırılan kimse, hakimden, saldırıda bulunanlara karĢı
korunmasını isteyebilir.
Madde 25- Davacı, hâkimden saldırı tehlikesinin önlenmesini, sürmekte olan saldırıya son verilmesini, sona
ermiĢ olsa bile etkileri devam eden saldırının hukuka aykırılığının tespitini isteyebilir.
4
ĠĢçinin diğer bir iĢçi veya üçüncü kiĢiler tarafından iĢyerinde cinsel tacize uğraması ve iĢverene bildirmesine
rağmen gerekli önlemler alınmazsa, süresi belirli olsun veya olmasın iĢçi, iĢ sözleĢmesini sürenin bitiminden
önce veya süresini beklemeksizin feshedebilir:
2
246
sürecine hız veren olaylar serisi bu kritik olay sonrasına denk gelmektedir. Teklifin red edilmesinden
sonra iĢçinin bu duruma sessiz kalmaması ve olayların üzerine gitmeyi tercih etmesi mobbing sürecini
de ateĢlemiĢtir. Bahsi geçen örnek olayda çalıĢan, müdürünün uygunsuz teklifi sonrası (bu mobbingde
kritik olaydır) iĢ hayatının nasıl çekilmez hale geldiğini anlatmaktadır. Yılsonu performans notunun
düĢürülmesi, ücretsiz izne çıkarılması, farklı bir departmanda görevlendirilmesi kritik olay sonrası
yaĢanan mobbing sürecidir. ÇalıĢanın bahsi geçen uygulamalara kritik davranıĢ öncesi maruz
kalmayıp kritik davranıĢ sonrası maruz kalması, yargının bu kararı vermesinde etkili olmuĢtur
denilebilir. Süreç içinde böylesi hassas bir konuda dedikoduların baĢlaması üzerine, çalıĢanın iĢ
hayatından soğuyup, depresyona girmesi durumu vuku bulmuĢtur.
ÇalıĢanın iĢ hayatında küçük düĢürülmesi, onurunun lekelenmesi olayın bir diğer yansımasıdır.
Yılsonu performans notunun da bu olaydan sonra düĢürülmesi, davacının iĢ ortamında yaĢananları
daha fazla konuĢmasını engellemek için bir diğer yıldırma politikasıdır. Öyle ki mevcut davada direkt
olarak iĢten çıkarmak dikkat çekici ve Ģüphe uyandırıcı bir giriĢim olacaktır. Bu nedenle olumsuz
çalıĢma koĢulları yaratılmak suretiyle çalıĢanın kendi isteği ile istifa etmesinin yolu açılmaya
çalıĢılmıĢtır denilebilir. Yine davacının ücretsiz izne çıkarılması ve farklı bir departmanda
görevlendirilmesin, mağdurun susturulması ve olayın üzerinin kapatılmak istenmesi olarak okumak
mümkündür.
Taciz, mağdur olan bireyi çok çeĢitli açılardan etkilemekte ve hayatının normal akıĢını sekteye
uğratmaktadır. Cinsel taciz sonrası birey travma yaĢar ve bu travma etkilerini sosyal, psikolojik ve
fiziksel problemler Ģeklinde gösterir. Bireyin hayatındaki kiĢilere karĢı güven sorunu yaĢaması, sosyal
yaĢama girmekte eskiye oranla zorluk çekmesi, damgalanma, suçluluk ve utanma yaĢaması sosyal
problemler boyutunda yaĢanması olası duygu halleridir. Bu duygu hallerinin korku, kâbus, öfke
patlamaları, sinirlilik, uyku bozukluğu, özgüven sorunu, duygusal iniĢ ve çıkıĢlar yaĢama, yeme
bozukluğu, fiziksel Ģikâyetler ve kendine olan bakıĢ açısında farklılaĢmaların olması gibi psikolojik ve
fiziksel yansımaları da zaman içinde kendini gösterecektir. Bir kadın olarak yaĢadığı olayın
cinsiyetinden kaynaklı olduğuna dair bir düĢünce kendine ve kendi bedenine olan yabancılaĢmayı da
beraberinde getirebilir. Taciz sonrası çeĢitli boyutlarda hayat dengesi bozulan çalıĢanın eskisi gibi
iĢinde baĢarılı olması ve üstün performans göstermesi istisnai bir durum olacaktır. Taciz mağduru olan
kadının kendi ve dünyayla olan barıĢı ve huzuru da bozulmuĢtur. Olayı hem kendine hem de dıĢarıdaki
insanlara anlatma zorunluluğu kiĢinin bu süreçteki en zor sınavıdır. Özellikle iç dünyasındaki
sorgulamalara çevresindeki insanların düĢünceleri etki edecektir. Taciz mağduru olan kadın
çevresindeki kadın ve erkeklerin olayı nasıl değerlendirdiğine dikkat etmektedirler. Bu süreçte
dıĢlanma, etiketlenme, sorgulanma yaĢaması olasılıklar dâhilindedir. Kısaca özetlemeye çalıĢtığımız
bu tablonun cinsel kaynaklı bir mobbing eylemi olduğu söylenebilir.
Örnek olayda Yargıtay davacının tedbir alınması için giriĢimde bulunmasını, arkadaĢlarına
durumdan bahsetmesini, olay sonrası yaĢadığı ruhsal dengesizliğe iliĢkin doktor raporunun varlığını,
performans notunun düĢük verilmesini olayın gerçekliğine iliĢkin olarak önemli emareler olarak
değerlendirmiĢtir. Ayrıca olayda deliller ve tanık anlatımları da söz konusudur. Davacının bir iĢçi
olarak amiri konumundaki genel müdüre ihtarname göndermesi ve ihtarnamede bütün detaylara yer
vermesi de dikkat çekici bir diğer durumdur. Ayrıca taciz mağduru olup performans düĢürülmesi
muamelesi ile karĢılaĢan baĢka bir iĢçinin varlığı da yerel mahkemece verilen kararın bozulmasında
etkili olmuĢtur denilebilir.
Örnek Olay 2
YARGITAY 9. HUKUK DAĠRESĠ E. 2009/13475 K. 2011/23573 SAYILI KARARI
Dava: Taraflar arasındaki, kıdem ve ihbar tazminatı, izin, fazla mesai, kötü niyet tazminatı
alacaklarının ödetilmesi davasının yapılan yargılaması sonunda; ilamda yazılı nedenlerle gerçekleĢen
miktarın faiziyle birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine iliĢkin hüküm süresi içinde
duruĢmalı olarak temyizen incelenmesi davalı avukatınca istenilmesi üzerine dosya incelenerek iĢin
duruĢmaya tabi olduğu anlaĢılmıĢ ve duruĢma için 12.07.2011 Salı günü tayin edilerek taraflara çağrı
kâğıdı gönderilmiĢti.
247
Yargıtay Kararı: Davacı vekili dava dilekçesinde ve aĢamalardaki beyanlarında müvekkilinin,
davalı Ģirkette 05.01.2000-16.02.2006 tarihleri arasında marka müdürü olarak görev yaptığını,
iĢyerinde çalıĢma koĢullarının iĢ güvenliği ve iĢçi sağlığı açısından kanun ve yönetmeliklere aykırı bir
konum sergilemesi, iĢyerinin temiz havanın solunmasına imkan bulunmayacak konumda olması,
iĢyerinin gün ıĢığı ile aydınlatma olanağının sağlanmamıĢ olması, katlar arasındaki merdivenlerin iniĢçıkıĢlarda tehlike arz etmesi, uygun Ģartları haiz dinlenme odalarının tesis edilmemesi, tuvaletlerin
hijyenik kurallara uymaması, gebeliğin son anına kadar yoğun yurt dıĢı iĢ seyahatleri ile iĢyerindeki
yoğun çalıĢmalar, yurtdıĢından gelen konukların iĢ saatleri devamında gece ağırlanma mecburiyeti,
emzirme izinlerinin kullandırılmadığı halde kullanılmıĢ gibi imzaya zorlanması, gebelik süresince
periyodik kontrollere iĢ günlerinde izin verilmediğinden kontrollerin hafta sonlarında
gerçekleĢtirilmesi zorunluluğu, fazla mesai ve fazla sürelerle çalıĢma yönetmeliğine aykırı
davranılması, milli bayram ve genel tatil günlerinde çalıĢma yapılması, ekranlı araçlarla çalıĢmalarda
gerekli sağlık ve güvenlik önlemlerinin alınmayıp bu husustaki yönetmelik hükümlerine uygun
düĢmeyecek tarzda çalıĢma yönteminin benimsenmesi yanında iĢyerindeki mobbing olarak kabul
edilecek Ģekilde amirlerin baskıcı tutumu, uygulanan para politikası, vaat edilen primlerin
ödenmemesi gibi nedenler yüzünden çalıĢma hayatının çekilmez hale geldiğini, davacının bu
koĢullarda iĢyerinde çalıĢma olanağı kalmadığını 15.2.2006 günlü dilekçesi ile davalı iĢverenliğe
bildirdiğini ve akabinde de 02.03.2006 günlü baĢvurusu ile ihbar önelini kullanmaya baĢladığını, yeni
iĢ arama izni konusunda ne Ģekilde hareket etmesi gerektiğini sorması üzerine iĢverenliğin 07.03.2006
günlü yazısı ile iliĢiğini kesmek üzere personel müdürlüğüne baĢvurması bildirilerek iĢ akdinin
feshedildiğinin iĢverence kabul edildiğini, iĢ akdinin feshine rağmen alacaklarının ödenmediğini
beyanla kıdem tazminatı ve diğer bir kısım iĢçilik alacaklarının faizi ile birlikte tahsilini talep ve dava
etmiĢtir.
Mahkemece iĢ akdinin iĢverence haklı bir neden olmadan feshedildiği, kıdem tazminatına hak
kazandığı, ihbar öneli kullandırılmadığından ihbar tazminatına da hak kazandığı, izin ve fazla mesai
alacağının bulunmadığı, iĢ güvencesi kapsamında bulunması nedeni ile kötü niyet tazminatı talep
edemeyeceği gerekçesi ile davanın kısmen kabulüne karar verilmiĢtir. Davacı vekilinin dava dilekçesi
ile aĢamalardaki beyanları, davalı tarafın savunmaları dikkate alındığında Yerel Mahkeme kararı
HUMK'nun 388.maddesindeki uygun olmadığı gibi, özellikle tarafların iddia ve savunmaları ile
deliller tartıĢılmamıĢ, kabule ne Ģekilde hangi delillere göre ulaĢıldığı karar yerinde açıklanmamıĢtır.
Mahkemece yapılacak iĢ, davacının iĢ sözleĢmesinin fesih nedenlerini irdeleyerek, dava dilekçesinde
belirtilen iĢyerinin temiz havanın solunmasına imkan bulunmayacak konumda olması, iĢyerinin gün
ıĢığı ile aydınlatma olanağının sağlanmaması, katlar arasındaki merdivenlerin iniĢ-çıkıĢlarda tehlike
arz etmesi, uygun Ģartları haiz dinlenme odalarının tesis edilmemesi, tuvaletlerin hijyenik kurallara
uymuyor olması, gebeliğin son anına kadar yoğun yurt dıĢı iĢ seyahatleri ile iĢyerindeki yoğun
çalıĢmalar, yurtdıĢından gelen konukların iĢ saatleri devamında gece ağırlanma mecburiyeti, emzirme
izinlerinin kullandırılmadığı halde kullanılmıĢ gibi imzaya zorlanması, gebelik süresince periyodik
kontrollere iĢ günlerinde izin verilmediğinden kontrollerin hafta sonlarında gerçekleĢtirilmesi
zorunluluğu, fazla mesai ve fazla sürelerle çalıĢma yönetmeliğine aykırı davranılması, milli bayram ve
genel tatil günlerinde çalıĢma yapılması, ekranlı araçlarla çalıĢmalarda gerekli sağlık ve güvenlik
önlemlerinin alınmayıp bu husustaki yönetmelik hükümlerine uygun düĢmeyecek tarzda çalıĢma
yönteminin benimsenmesi gibi olumsuzluklar ve mobbing iddialarının irdelenerek sonucuna göre
karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile gerekçesiz Ģekilde karar verilmesi bozmayı
gerektirmiĢtir.
KARARIN DEĞERLENDĠRĠLMESĠ
Örnek olay 3‘teki durumu Leyman‘ın tipolojisinde5. Kategoride yer alan sağlığa yönelik saldırılar
kısmından yola çıkarak yorum yapmak mümkündür. ÇalıĢma ortamının sağlığı tehdit edecek
boyutlarda olması ―kurbanı zarara sokmak amacıyla çeĢitli giriĢimlerde bulunulabilir‖ maddesi ile
açıklanabilir. Öyle ki örnek olayda gebelik süreci söz konusudur. Gebeliği zorlayıcı çalıĢma
koĢullarının varlığı çalıĢanı tedirgin edecektir. Sağlığı ve güvenliği konusunda yaĢadığı sorunlara ek
olarak hamilelik sürecinde yasanın kendine verdiği hakları kullanamaması da dikkat çekici bir diğer
noktadır. ĠĢçinin emzirme izinlerini kullanmadığı halde kullanılmıĢ gibi imzaya zorlanması hem
iĢyerinde baskı yapıldığını hem de çocuk ve anne sağlığı açısından uygunsuz bir durumun yaĢandığını
248
göstermektedir. Yine yurtdıĢından gelen konukları gece ağırlama mecburiyetinde bırakılması
―onurunu zedeleyici iĢler yapmak zorunda bırakılması‖ maddesi ile örtüĢmektedir. Örnek olayda
geçen olayları kiĢiye anlamsız iĢler verilmesi suretiyle iĢten el ayak çektirilmek olarak okumak da
mümkündür. Burada amacın, çalıĢanın kendi isteğiymiĢ gibi iĢten çıkmasının koĢullarını hazırlamak
olarak da yorumlamak mümkündür. Yapısal iĢten çıkarma, bir iĢverenin kasıtlı olarak iĢ koĢullarını
aslında çalıĢanın orayı terk etmek zorunda kalacağı kadar dayanılmaz hale getirmesi ile olur
(Davenport vd.; 2003: 163). Mahkemeler yapısal iĢten çıkarmayı isteğe bağlı bir istifa olarak
görmedikleri için bir kanıt olarak değerlendirebilirler.
Mobbing sürecinin hamilelik yaĢayan bir kadın açısından zorluk derecesi tahmin edilebilir. Burada
esas tartıĢılması gereken durum hamile olan bir kadına mobbing uygulayan kiĢinin psikolojik
yapısıdır. Örnek olayda geçen süreci baĢlatan kiĢinin de zamanında bir mobbing mağduru olduğu
varsayılabilir. ĠĢ hayatında çok zorluk yaĢayan kiĢiler yönetici konumuna geldikleri zaman kendi
yaĢadıklarının acısını çıkarırcasına acımasız olabilirler. Hamile olan bir çalıĢanın yasal haklarını dahi
kullanmasını engelleme giriĢimi, sürecin en zalimce yanlarından birisini oluĢturmaktadır. ÇalıĢanın
zor çalıĢma koĢullarına rağmen görevini devam ettirmeye çalıĢması, maddi olarak bu iĢe ihtiyaç
duyduğunun göstergesidir. Mobbing uygulayacak kiĢi açısından bu durum fevkalade bir fırsattır.
ÇalıĢanın Ģartsız denilene riayet edeceğinin bilinmesi, mobbing uygulayan kiĢinin karar alma sürecini
kolaylaĢtırmaktadır. ÇalıĢanın onurunu zedeleyecek iĢler yapmaya zorlanması ve bu durumda sesini
dahi çıkaramaması bu durumu doğrular niteliktedir. Mobbing uygulayan kiĢiler zaman zaman kendi
egosunu diğer çalıĢanlar üzerinde kurduğu baskı ve zorlamalar ile beslemektedir. Söz konusu davada
çalıĢanın hamileliğine rağmen zor çalıĢma koĢularına maruz bırakılması akıllara narsist, zorba,
eleĢtirici, fesat mobbingci (Tınaz; 2008b: 39-42) tiplerini getirmektedir.
Hamile kadının diğer çalıĢanlar gibi performans gösteremeyeceği Ģeklindeki bir düĢünce de örnek
olaydaki durumu yaratmıĢ olabilir. Hamileliğin ilerlemesine bağlı olarak kadının fiziksel
performansında düĢüĢler olacaktır. ÇalıĢma hırsı, yönetme isteği, ―eti senin kemiği benim‖ Ģeklinde
kabul gören bir yönetim anlayıĢının bu düĢünceyi yarattığı söylenebilir.
Örnek olay 3‘de Yargıtay yerel mahkemenin mevcut davayı eksik incelediğine vurgu yapmaktadır.
Yerel mahkemenin gerekçesiz Ģekilde karar vermesi bozmayı doğuran bir neden olarak karĢımıza
çıkmaktadır. ÇalıĢanların iĢ sağlığı ve güvenliğinin korunması iĢverenin sorumluluğunda olan bir
durumdur. TCK‘nın 117. Maddesi insan onuru ile bağdaĢmayan çalıĢma koĢullarına izin veren
iĢverene yönelik verilecek cezalardan bahsetmektedir. Ayrıca Borçlar kanunun 417. Maddesi iĢverenin
iĢ sağlığı ve iĢ güvenliğini sağlamakla yükümlü olduğunu belirtmektedir. Buna ek olarak Anayasanın
5 ve 56. Maddesi5 de bu maddeleri destekler niteliktedir. Bu maddelerde devletin çalıĢanın maddi ve
manevi varlığını korumak ve gerekli tedbirleri almakla yükümlü olduğu ifade edilmektedir. Mevcut
davada çalıĢma ortamının hijenik koĢullardan yoksun olduğu, gebeliğin son dönemine kadar yoğun bir
çalıĢma ortamının varlığı, çalıĢma saatleri dıĢında görevinin devam etmesi, izinlerini kullanmadığı
halde kullanılmıĢ gibi gösterilmesi ve bu konuda zorla imza attırılması, fazla mesaiye kalmaya mecbur
bırakılması, bayram günlerinde dahi çalıĢmak zorunda bırakılması baskıcı bir tutumun varlığı,
primlerin ödenmemesi gibi nedenlerle davacı iĢ yaĢamının çekilmez ve yaĢanmaz bir boyuta geldiğini
dava dilekçesinde vurgulamıĢtır. Dava dosyasında çalıĢma ortamında çalıĢanın gerek beden sağlığı
gerekse ruh sağlığının korunması için gerekli koĢulların yoksunluğu dikkat çekmektedir. Yargıtay
mobbinge vurgu yapan bu emarelerin yerel mahkeme tarafından yeterince irdelenmediğine kanaat
getirerek davayı bozmuĢtur. Yargının bu kararı almasında mobbing sürecinin artık günlük yaĢantımız
ve yargıda kabul edilen ve bilinen bir süreç olmaya baĢlamasının etkisi olduğu düĢünülebilir. Öyleki
mevcut tablonun bire bir mobbing sürecini anımsatması davanın bozulması gibi bir sonucu da
beraberinde getirmiĢtir denilebilir.
Madde 5 Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin
bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kiĢilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak; kiĢinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaĢmayacak surette
sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının geliĢmesi için
gerekli Ģartları hazırlamaya çalıĢmaktır.
Madde 56 Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaĢama hakkına sahiptir.
5
249
Örnek Olay 3
YARGITAY
9. HUKUK DAĠRESĠNĠN 18/ 11/ 2009 TARĠH VE 2007/620-2009/817,
2012/11638 SAYILI KARARI
Dava: Davacı, manevi tazminat, kıdem tazminatı ve ücret alacaklarının ödetilmesine karar
verilmesini istemiĢtir.
YARGITAY KARARI
Davacı Ġsteminin Özeti: Davacı, 01.10.2004 tarihinden itibaren davalı Ģirkette çalıĢmaya
baĢladığını, iĢ akdinin haklı neden olmaksızın 22.06.2005 tarihinde sona erdirildiğini; Ankara 16.ĠĢ
Mahkemesinde açılan iĢe iade davasının lehine sonuçlandığını, karar sonrası yeniden iĢe baĢlatıldığını,
ancak tüm çalıĢanlardan soyutlandığını ve fabrikanın en gürültülü ve ücra köĢesinde basit bir masa
verilerek burada çalıĢmasının istenildiğini, daha sonra iĢyeri idari ve fabrika binasının dıĢında köpek
kulübesinin yanında çok kötü olan bir odada çalıĢmasının istendiğini, üzerinde baskı kurulduğunu;
çalıĢılması mümkün olmayan yerlerde çalıĢmaya zorlanarak, manevi dengesinin bozulduğunu ve
mesleğine karĢı soğuma yaĢadığını haksız olarak, maruz kaldığı bu davranıĢlar nedeniyle acı, elem ve
ızdırapduyduğunu iĢ sözleĢmesini haklı nedenle feshettiğini ileri sürerek, kıdem tazminatı ve manevi
tazminat ile ücret alacaklarını istemiĢtir.
Yerel Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, toplanan kanıtlar, keĢif ve bilirkiĢi raporuna
dayanılarak, davacının olumsuz çalıĢma koĢullarına rağmen dört ay yirmi üç gün süre ile iĢverene
herhangi bir itirazda bulunmadan iĢyerine gidip geldiği ücretlerini aldığı, davacının iĢverenin bu
davaranıĢını kabullendiği, zira iĢe baĢladığı tarihten itibaren altı iĢ günü içinde haklı nedenle fesih
hakkını kullanmadığı, dolayısıyla yasanın öngördüğü hak düĢürücü süreyi geçirdiği, davacının ücret
alacaklarının tamamen ödendiği buna iliĢkin belgenin de davalı iĢveren tarafından dosyaya sunulduğu,
davacının iĢ sözleĢmesini fesihte haksız olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiĢtir.
Gerekçe: ĠĢyerinde psikolojik taciz (mobbing) çağdaĢ hukukun son zamanlarda mahkeme
kararlarında ve öğretide dile getirdiği bir hukuki kurumdur. Örneğin Alman Federal ĠĢ Mahkemesi bir
kararında bu kavramı; iĢçilerin birbirine sistematik olarak düĢmanlık beslemesi, kasten güçlük
çıkarması, eziyet etmesi veya bu eylemlerin iĢçinin baĢta iĢveren olmak üzere amirleri tarafından
gerçekleĢtirilmesi olarak tanımlanmıĢtır. (BAG, 15.01.1997, NZA. 1997) Görüleceği üzere iĢçi bir
taraftan diğer iĢçiye, diğer taraftan iĢverene karĢı korunmaktadır. ĠĢçinin anlattığı mobbing teĢkil eden
olayların tutarlık teĢkil etmesi, kuvvetli bir emarenin bulunması gerekmektedir. KiĢilik hakları ve
sağlığın ağır saldırıya uğraması mobbingin varlığının tartıĢmasız kabulünü doğurur. Somut olayda;
22.06.2005 tarihinde davacının iĢ akdine son verildiği, Yargıtay onamasından geçerek kesinleĢen iĢe
iade kararı üzerine tekrar iĢe baĢlatıldığı, ancak daha önce çalıĢtığı yerde çalıĢtırılmayıp, keĢif
sırasında çekilen fotoğraflara ve dosya kapsamına göre kapısı olmayan, içerisinde sadece bir masa ve
hijyenik olmayan tuvalet bulunan, köpek kulübesine yakın bir yerde çalıĢmaya zorlandığı,
anlaĢılmıĢtır. Davacının yaptığı iĢ, mezuniyeti ve kariyeri dikkate alındığında; olumsuz koĢullar
taĢıyan, kapısı dahi olmayan bu yerde çalıĢmaya zorlanması açıkça mobbing uygulaması olup, iĢini
kaybetme korkusuyla belli bir süre çalıĢmanın süreklilik arzeden bu uygulamayı kabul anlamına
gelmeyeceği açıktır. Somut olaydaki bu olumsuzlukların, iĢ koĢullarında aleyhe değiĢiklik kapsamında
olmayıp, mobbing kapsamında değerlendirilmesinin gerektiği anlaĢılmakla, davacının bu nedenle iĢ
akdini feshinin haklı nedene dayandığı; Ortadoğu Teknik Üniversitesi mezunu olan, endüstri
mühendisi olarak görev yapan davacının yukarıda özellikleri sayılan olumsuzlukları taĢıyan bir yerde
görev yapmaya zorlanmasının, diğer iĢçiler nezdinde onur kırıcı bir durum olarak değerlendirilip
hakkaniyete uygun bir miktar manevi tazminatı da gerektireceği düĢünülmeden kıdem tazminatı ve
manevi tazminat taleplerinin tümüyle reddine karar verilmesi bozmayı gerektirmiĢtir.
KARARIN DEĞERLENDĠRĠLMESĠ
Davacı iĢe baĢladığı tarihten bir yıl sonra haklı bir gerekçe gösterilmeden iĢinden çıkarılmıĢ ve iĢe
iade davasının olumlu sonuçlanması ile 1 yıl sonra iĢine geri dönmüĢtür. Mobbingi baĢlatan süreç ise
bu dönemden sonra baĢlamıĢtır. Mobbing kiĢiyi iĢinden ve iĢyerinden yıldırma ve soğutma
politikasıdır. Örnek olayda çalıĢanın diğer çalıĢanlardan soyutlanması, kötü bir yerde çalıĢmaya
baĢlatılması, bu zaman zarfında baskı görmesi, imkânsız yerlerde çalıĢmaya zorlanması ve süreç
250
içinde manevi dengesinin bozularak acı çeken bir duruma gelmesi, bu dava kapsamında mobbinge
iĢaret etmektedir. KiĢinin yaptığı iĢ ve kariyeri dikkate alındığında kötü çalıĢma koĢullarına maruz
bırakılarak kiĢinin kendi isteği ile görevi bırakmasının amaçlandığı varsayılabilir. Bu tür olaylarda
iĢveren haklı bir gerekçe yaratamadığında, kiĢinin kendi isteği ile iĢi bırakmasını bekleyecektir. Bu
amaca ulaĢmak için olumsuz çalıĢma koĢulları yaratılarak kiĢiyi küçük düĢürmek, mesleki konumu ile
ilgili olarak olumsuz bir görüntü yaratmak hedef davranıĢlar arasındadır. Mobbing süreci tam da bu
Ģekilde ilerlemektedir.
Davacı kiĢi daha önce çalıĢtığı yerde çalıĢtırılmamakta, görevlendirildiği yeni çalıĢma yerinin
olumsuz koĢulları ise fotoğraflar ile belgelendirilmektedir. Mobbing davalarında kiĢilerin
mağduriyetlerini ispatlamaları somut belgelere bağlıdır. Öyle ki kiĢinin eski ve yeni iĢyeri arasındaki
mekânsal ve koĢullar düzeyindeki farkın ortaya konulması, kariyerinin altında bir iĢe layık görülmesi,
bütün bunlar gerçekleĢirken baskıya maruz bırakılması, çalıĢması mümkün olmayan iĢlerde ve
yerlerde çalıĢmaya mecbur bırakılması bir mobbing davası olarak sonuçlanmasını beraberinde
getirmiĢti.
Söz konusu davayı Leymann‘ınmobbing tipolojisi boyutunda da değerlendirmek mümkünüdür.
ÇalıĢanların kurbanla temas etmeyi reddetmesi anlamında iletiĢime yönelik, çalıĢma arkadaĢlarından
uzakta bir ofiste çalıĢmak zorunda bırakılması noktasında sosyal iliĢkilere, onurunu zedeleyici iĢler
yapmak zorunda bırakılması nedeniyle sosyal imaja yönelik, iĢini artık yaratıcı anlamda yapamaması
için her türlü çalıĢma faaliyetinin engellenmesi, kendisine aĢağılayıcı ve anlamsız iĢler verilmesi
noktasında mesleki ve özel konumun kalitesine yönelik saldırılar Ģeklinde mobbinge maruz kaldığını
ifade edebiliriz.
Mobbing uygulayan kiĢiler çoğu zaman iĢyerini kendi iĢyeri gibi sahiplenebilir. Kendine verilen
yetki onun için çok önemlidir. Mobbing uygulayan kiĢi kendini farklı bir kimlikte ifade edemediği için
mobbing yapıyor olabilir. Ya da mobbing uyguladığı kiĢinin etiketine yönelik bir aĢağılık duygusuna
sahip olabilir. Kendini farklı alanlarda dikkat çekici bir Ģekilde ifade edemediği için ―ben burdayım ve
güç bende‖ mesajını vermek için mobbingi bir yöntem olarak uyguluyor denilebilir. Mobbing
uygulamaları uygulayan açısından iĢlerin istediği Ģekilde yürümesi için uygun koĢulları yaratıyor da
olabilir. Kısacası iç dünyasında yıllarca büyüttüğü kiĢiliğin dıĢa yansımasının mobbing olması
mümkündür denilebilir. Ve mobbingi uyguladığı kiĢinin baĢarılı olması da bu süreci yaratan bir faktör
olarak değerlendirmek mümkündür. ÇalıĢanın bazı özelliklerini kendi iktidarına yönelik bir tehlike
olarak algılaması da ihtimaller dâhilindedir. Bütün bu yorumlamalara bağlı olarak örnek olayda sözü
geçen geliĢmeleri böylesi bir sürecin yarattığı varsayılabilir.
Yargı tarafından alınan bu kararı Anayasa, TCK ve Borçlar Kanunu kapsamında da
değerlendirmek mümkündür. Öyleki Borçlar kanunun 417. Maddesi psikolojik taciz olarak okunabilir.
Bu madde kapsamında iĢveren çalıĢanın kiĢiliğini korumak ve kiĢiline saygı duymak zorundadır.
Ayrıca psikolojik tacize uğramamaları için her türlü önlemi almakla da yükümlüdür. Yine TCK‘nın
117. maddesinde vurgulandığı üzere, kiĢiyi insan onuru ile bağdaĢmayacak çalıĢma koĢullarına tabi
tutmak yanlıĢtır. Anayasanın 17. Maddesinde6 kiĢiye insan onuru ile bağdaĢmayan muamele
yapılamaz ifadesi de bu örnek olayda ifade edilebilecek kanunlardandır. Anayasanın 10. Maddesi
çalıĢanlar arasında ayrım yapılmaksızın eĢit muamelede bulunulması gerekir ifadesi yer almaktadır.
Söz konusu örnek olayda çalıĢanın çalıĢma arkadaĢlarından soyutlanması, mezuniyet ve kariyerine
bağlı olarak standartların dıĢından bir iĢe layık görülmesi, çalıĢmaya zorlanması bu maddelerin ihlali
niteliğindedir. Söz konusu tabloda çalıĢan diğer çalıĢanların nezdinde aĢağılanmakta, alay konusu
olmakta kısaca onuru ve Ģerefi ile bağdaĢmayan bir muameleye tabi olmaktadır. ÇalıĢanın diğer
çalıĢanlardan soyutlanması ise eĢitlik prensibine ters düĢmektedir. Bütün bu giriĢimler çalıĢma
hayatının düzeni ve disiplinine zarar vermektedir.
6
Madde 17KiĢinin Dokunulmazlığı, Maddi ve Manevi Varlığı. Herkes, YaĢama, Maddi ve Manevi varlığını koruma ve
geliĢtirme hakkına sahiptir.
251
SONUÇ VE DEĞERLENDĠRME
Ülkemizde amire itaat geleneğinin hâkim olduğu bir çalıĢma anlayıĢı vardır. Böylesi bir anlayıĢ
mobbing uygulayacak olan kiĢinin iĢini kolaylaĢtırmaktadır. Mobbing iĢyerinde yıldırmaya dayalı
psikolojik bir saldırıdır. ÇalıĢanın tehdit edilmesi, küçük düĢürülmesi, yaptığı iĢin eleĢtirilmesi, görev
tanımının dıĢında iĢler verilerek baskı kurulması bu saldırıya yön veren davranıĢlardır. Bir süre sonra
mobbing uygulanan kiĢi iĢini yapamıyor, hatalar yapıyor ve çalıĢanın performansı düĢüyor, en
nihayetinde iĢ hayatı çekilmez duruma geliyor.
Mobbing sürecinde yargı yoluna gitmek, çalıĢanın hak arama hürriyetinin tartıĢmasız bir gereğidir.
Nitekim bu çalıĢma kapsamında yer verilen örnek olaylarda çalıĢanların hak arama eylemleri ayrıntılı
olarak incelenmiĢtir.
Mobbing sürecinde çalıĢana vurulan darbeler fiziksel değil psikolojiktir. Bu durum süreci
ispatlamanın önündeki en büyük engeldir. Yine bu süreç birikimli olarak ilerlemektedir. Bu uzun
yolda anlamsız gibi görünen sayısız olay vardır. Zaman içinde bu olayların bir araya getirilmesi ile
mobbing süreci netleĢmektedir.
Türk hukuk siteminde mobbing sürecine yön veren ve bu süreçle mücadele kapsamında yol
haritası görevi görecek olan herhangi bir mevzuat veya hüküm bulunmamaktadır. Yasalarımızda geçen
bazı düzenlemeleri dolaylı yasal düzenleme olarak ele almak mümkündür. Nitekim bu çalıĢma
kapsamında yer verilen dava örneklerinde çeĢitli kanun maddelerinin yorumlanması yoluyla, mobbing
süreci açıklanmıĢtır. Konuyla ilgili olarak hukuksal yaĢamda da mobbingin açılımına iliĢkin net ifade
ve yönlendirmelerin olmaması, hukukçuların da yorumlama yoluyla davaları sonuçlandırmasına neden
olmuĢtur. Mağdur olan çalıĢanın mağduriyetinin ispatlanması mobbing sürecinde oldukça önemlidir.
Ġddialar üzerinden çalıĢanın yaĢadığı mağduriyeti aĢması hayal olacaktır. ÇalıĢanın yasal olarak
haklılığını ispatlaması somut belge, doküman ve Ģahitlere bağlıdır. Aksi halde çalıĢanın hukuki
anlamda hakkının aranması mümkün olmayacaktır.
Yargıtay kararları açısından iĢyerinde yaĢananların mobbing olarak değerlendirilmesi için
çalıĢanın ya iĢveren ya da bir baĢka çalıĢan tarafından süreklilik arz edecek bir Ģekilde bezdirilmesi,
güçlükler çıkarılarak yıpratılması, küçük düĢürülmesi, onuru, gururu ve Ģerefine yönelik saldırıların
olması gerekir. Yargıtay tarafından mobbing olduğuna kanaat getirilen davaların birçoğunda insan
onuruna yakıĢmayan durumların medeni kanun, iĢ kanunu, borçlar kanunu ve anayasa maddeleri
çerçevesinde değerlendirildiği görülmektedir. Daha önce de vurgulandığı gibi, mobbinge vurgu yapan
özel bir kanunun olmaması, yorumlama yoluyla davaların sonuçlandırılmasının önünü açmıĢtır.
Mobbing ile ilgili olarak evrensel nitelikte bir düzenlemenin varlığından söz etmek de mümkün
değildir. Güncel ve geçerli bir süreçle ilgili hukuksal bir düzenlemenin eksikliği, davalardaki boĢluğun
doldurulmasını güçleĢtirmektedir. Açık ve net düzenlemeler olmasa dahi özel ve genel kanunları
somut örnek olaylara uyarlamak mümkündür. Özellikle son zamanlarda Borçlar Kanunun 417.
maddesinin psikolojik taciz olarak türkçeleĢtirilmesi ve baĢbakanlık tarafından yayınlanan psikolojik
taciz genelgesi, mobbingin hukuksal arenada tanınması sağlamıĢtır. Bu geliĢme aynı zamanda
mobbing davalarının sayısındaki artıĢı da beraberinde getirmiĢtir.
Sonuç olarak mobbing davaları ile ilgili olarak Yargıtay‘ın son üç yıllık zaman zarfında vermiĢ
olduğu kararlar çalıĢan haklarının savunulması ve haksız uygulamalar son vermesi noktasında
sevindirici bir geliĢme olarak değerlendirilebilir.
KAYNAKÇA
Bahçe, Ç. (2007). Mobbing OluĢumunda Örgüt Kültürünün Rolü: Bir Örnek Uygulama, Yüksek
Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü ĠĢletme Anabilim Dalı Ġnsan
Kaynakları Yönetim Bilim Dalı, Ankara, Türkiye.
Can, Y. (2007). A Tipi KiĢilik ve B Tipi KiĢilikler Bakımından Mobbing KiĢilik ĠliĢkisinin
Ġncelenmesi ve Bir Uygulama, Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü ĠĢletme
Anabilim Dalı, Kocaeli, Türkiye.
252
Cemaloğlu, N. (2007). ―Örgütlerin Kaçınılmaz Sorunu: Yıldırma‖, Bilig Dergisi, Sayı:42, 111-126.
Davenport, N. vd. (2003). Mobbing ĠĢyerinde Duygusal Taciz, Çev: Osman Cem Önertoy, Ġstanbul:
Sistem Yayıncılık.
Pehlivan, Ġ. (1993). Eğitim Yönetiminde Stres Kaynakları, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Eğitim
Bilimleri Enstitüsü, Ankara, Türkiye.
Tınaz, P. (2006). ―ĠĢyerinde Psikolojik Taciz (Mobbing)‖, Çalışma ve Toplum Dergisi, S:4, 13-28.
Tınaz, P. (2008a). ĠĢyerinde Psikolojik Taciz (MOBBING), Ġstanbul: Beta Basım Yayınevi.
Tınaz, P. vd. (2008b). ÇalıĢma Psikolojisi ve Hukuki Boyutlarıyla ĠĢyerinde Psikolojik Taciz
(Mobbing), Ġstanbul: Beta Yayıncılık.
Töreman, F., Çankaya, Ġ. (2008). ―Yönetimde Etkili Bir YaklaĢım: Duygu Yönetimi‖, Kuramsal
Eğitimbilim, 1(1), 33-47.
Yaman, E. (2009). Yönetim Psikolojisi Açısından İşyerinde Psikoşiddet (Mobbing), Ankara: Nobel
Yayın Dağıtım.
Zapf, D. (1999). ―Organisational, WorkGroupRelatedandPersonalCauses of Mobbing/Bullying at
Work‖, ĠnternationalJournal of Manpower, Vol:20, 70-85.
Yararlanılan Ġnternet Kaynakları
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/17079164.asp,
(15.05.2013)
Hood,
ĠĢyerinde
S.(2004);
―WorkplaceBullying,
www.members.shaw,ca/mobbing/mobbingCA.
psikolojik
Canadian
Tacizin
Business
Yeni
Adı,
Magazine‖,
Leymann, H ;―The Definition of Mobbing at Workplaces‖, TheMobbing Encyclopedia,
http://www.leymann.se/English/12100E.HTM, (12.06.2013).
Prasad,
D.
B.,
―Content
Analysis,
A
MethodSocialScienceResearch‖,
http://www.css.ac.in/download/deviprasad/Content%20Analysis.%20A%20method%20of%20
Social%20Science%20Research.pdf, 09.06.2013).
253
254
DENETĠMLĠ SERBESTLĠK SĠSTEMĠNDE REHABĠLĠTASYON SÜREÇLERĠN
ĠNCELENMESĠ
Ezgi YĠĞĠT1
DurmuĢ Ali SAĞLIK2
ÖZET
03.07.2005 tarihli ve 5402 sayılı Denetimli Serbestlik Hizmetleri Kanununun 15/A ve 27nci
maddeleri, 13.12.2004 tarihli ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin Ġnfazı Hakkında Kanunun
105/A maddesi ile 03.07.2005 tarihli ve 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanununun 47 nci maddesine
dayanılarak, revize edilerek hazırlanan, 05.03.2013 tarihli Denetimli Serbestlik Yönetmeliği ile Ceza
Ġnfaz Kurumu‘ndan KoĢullu Salıverilme Süresinden bir yıl önce çıkan hükümlüler ile ilgili mahkeme
kararıyla denetimli serbestlik tedbirine karar verilen yükümlülere yönelik risk değerlendirme sonucuna
göre yükümlülükler belirlenmekte ve bir plan doğrultusunda kiĢiye özgü iyileĢtirme çalıĢmaları
yapılmaktadır. Buradan hareketle T. Hirshi‘ nin sosyal kontrol teorisine göre bireyin suça yönelme
olasılığı onun toplumdaki bağlantıları, bağlılık ve hedefleriyle ilgilidir. Bunların olmayıĢı ya da
zayıflığı, onun suça yönelmesine neden olabilir. ġu halde denetimli serbestlik kurumunun temel
iĢlevlerinden biri de, suça yönelen bireyin muhtelif sosyal bağlar kurmasını sağlamak, olası mevcut
bağları güçlendirmek, hedef belirlemesini sağlamaktır. Sistem aynı zamanda, etiketleme
kuramcılarının (H. Becker, E. Goffman) özellikle vurguladıkları, kiĢinin birincil sapmadan itibaren
olayın sosyal çevrede bilinmesinden kaynaklanan etiketlenme sürecinden olabildiğince uzak
tutulmasını da hedeflemektedir. Bu çerçevede çalıĢmanın amacı, Denetimli Serbestlik Kurumu‘ndan
yararlanan, suç iĢleyen kiĢiler için bu mekanizmaların ne ölçüde iĢletilebildiğini değerlendirmek ve
bulgu sınırları çerçevesinde öneri geliĢtirme çabasıdır.
Anahtar Kelimeler: Denetimli Serbestlik, risk değerlendirme, iyileştirme çalışmaları
ABSTRACT
According to the results of risk evaluation about the convicts who were released from penal
institutions one year earlier than parole duration thanks to Probation Legislation which was dated
03.05.2013 which is revised and prepared based upon 15/A and 27th articles of Probation Services Act
with the number of 5402 and dated 03.07.2005, 105/A article of Law on the execution of sentences
and security measures with the number of 5275 and dated 13.12.2004 and 47th article of Children
Protection Act with the number of 5395 and dated 03.07.2005 and convicts who are ordered to
probation with the same legislation, convicts are identified and improvement studies are conducted
based on a plan. Thus, according to social control theory of Hirshi, the possibility of a person to
commit a crime depends on his/her connections, commitments and targets in the society. Nonexistence or weakness of those might lead that person to commit a crime. Then, one of the
fundamental pillars of probation is to help a person who tends to commit a crime to create several
social bonds, strengthen possible current connections and set a goal. The model also targets to keep the
person away from tagging process, that is especially emphasized by tagging theoreticians (H. Becker,
E. Goffman), from social environment after the first deviance when it is known by members of social
environment. In this context, the aim of this study is to evaluate how efficiently this model works for
criminals who utilized from probation and to make suggestions for improvement in the lights of
findings.
Keywords:Probation, risk evaluation, enhancement studie
1
Sosyolog, Konya Cumhuriyet BaĢsavcılığı Denetimli Serbestlik Müdürlüğü, Eğitim ve ĠyileĢtirme Bürosu,
[email protected]
2
Sosyolog, Konya Cumhuriyet BaĢsavcılığı Denetimli Serbestlik Müdürlüğü, Değerlendirme ve Planlama
Bürosu,
[email protected]
255
DENETĠMLĠ SERBESTLĠĞĠN KURULUġU VE TEġKĠLATLANMASI
Denetimli serbestlik sistemi Anglo-Amerikan hukuku kökenli olup zaman içinde Kıta Avrupa‘sına
yayılmıĢ, farklı uygulanma usulleri ile kapsamı giderek geniĢleyerek bugünkü Ģeklini almıĢtır (Nursal
ve Ataç; 2006).
Denetimli serbestlik, ceza hukukunda ıslah (iyileĢtirme) fikrinin ön plâna geçmesi ve cezanın özel
önleme niteliğinin kabulü ile yakından iliĢkilidir. Kürek cezasının uygulandığı zamanlarda, cezası
infaz edilen failin kendi baĢına bırakılmayarak serbest hayatta da kontrol altında bulundurulması ve
cezaevlerinde reform yapılması fikri, bu kurumun belirmesini ve oluĢumunun sebepleridir. 1776
yılında Richard Whister tarafından Philadelphia‘da kurulan bir dernek, cezaevini terk etmiĢ bulunan
mahkûmları kendi hallerine bırakmamıĢ, yeteneklerine uygun iĢ temin etmeye baĢlamıĢtır. Bundan
sonra, Ġngiltere‘de John Howard (1726–1790) ve Elisabeth Fry (1780–1845) gerek Ġngiltere içinde ve
gerek dıĢında yaptıkları seyahatlerde mahkûmların cezaevlerinde halk tarafından daima ziyaret
edilmelerini, kendi hâllerine bırakılmamalarını bütün dünyaya yayarlarken, diğer taraftan da
cezaevlerini terk etmiĢ bulunan mahkûmların yardıma ihtiyaçları oldukları bu müddet içinde yalnız
bırakılmayarak, onlara iĢ temin edilmesi suretiyle mükerrerliğe engel olunması ve suçlulukla mücadele
edilmesi fikrini müdafaa etmiĢlerdir. Özellikle, Elisabeth Fry‘in Almanya, Danimarka ve Ġsviçre‘de
yapmıĢ olduğu seyahatler çok verimli olmuĢ, cezaevindeki mahkûmların yalnız bırakılmayarak onlarla
meĢgul olunması ve cezaevini terk eden mahkûmlara da yardım edecek kuruluĢların kurulmasının
gerekçesi olmuĢtur (Önder, 1963: 244-245).
Ġngiltere ve Amerika‘dan sonra nihayet gözetim müessesesi Kara Avrupası‘ndaki ülkelere de
yayılmıĢtır. Ancak bu ülkeler, müessesenin sistemine geçiĢte, baĢlangıçta oldukça temkinli
davranmaya özen göstermiĢ ve uygulamaya ilk önce sadece küçük suçluların koĢullu salıverilmeleri
sırasında gözetim altına alınmalarıyla baĢlanmıĢ, daha sonra ise sistem yetiĢkin
suçlular hakkında da uygulanmaya konulmuĢtur. Yine de bu konuda sadece koĢullu salıverilme ile
sınırlı bir uygulama yoluna gidilmiĢtir. Bu aĢamada sistemin faydalarının görülmesi ile birlikte
sınırları da geniĢletilerek erteleme sistemine de dahil edilmiĢtir. Kara Avrupası‘ndaki bu düĢünce ve
uygulamalar Amerika ve Ġngiltere‘deki gibi hızlı bir geliĢme gösterememiĢ ve bu nedenle de ancak 19.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren baĢlayan ve tedrici bir biçimde gittikçe geniĢleyip, değiĢikliğe
uğrayan bir yaklaĢımla bu günkü durumuna
eriĢebilmiĢtir (ErbaĢ, 1996: 245).
Denetimli serbestliğin sisteminin ülkemizde tarihsel geliĢimi incelendiğinde, bugünkü anlamda
olmasa bile çeĢitli uygulama amaçları açısından değerlendirildiğinde Tanzimat dönemi ceza
kanunnamelerine kadar dayandığı görülmektedir. Bugünkü denetimli serbestlik uygulamalarına
benzeyen üç ayrı yaptırım bulunduğu görülmektedir. Bunlar nefy cezası, zaptiye nezareti altında
bulundurulmak cezası ve kalebentlik cezasıdır. Modern denetimli serbestlik uygulamalarında görülen,
hapsetmek yerine özgür bırakma, belirli bir yere gitme veya gitmeme, devlet tarafından kontrol altında
tutulma gibi özellikler bulunmakla birlikte, denetimli serbestliğin esası olan, bir denetim görevlisi
tarafından denetlenme ve bu kapsamda belirli yükümlülükleri yerine getirme gibi özellikleri
bulunmamaktadır (Yavuz, 2012: 321).
01.03.1926 tarihinde yürürlüğe giren Türk Ceza Kanununda denetimli serbestlik sistemine konu
olabilecek‚ sürgün ve emniyet-i umumiye nezareti altında bulundurma cezalarına yer verildiği
görülmekle birlikte; 13.07.1965 tarihli ve 647 Sayılı Cezaların Ġnfazı Hakkında Kanuna bakıldığında
Kanunun 4. Maddesinde günümüzdeki denetimli serbestlik ve yardım sisteminin gerçek temelleriyle
karĢılaĢılır (Nursal ve Ataç: 2006).
Bu düzenlemeye göre ağır hapis hariç, kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar ile uzun süreli olsa
bile taksirli suçlar nedeniyle verilecek hürriyeti bağlayıcı cezalar suçlunun kiĢiliğine, sair hallerine ve
suçun iĢlenmesindeki özelliklerine göre mahkemece çeĢitli tedbirler verilmekteydi.
1 Haziran 2005 tarihinde ülkemiz yeni bir; ceza, infaz ve çocuk adalet sistemine geçmiĢtir. Bu
sistemi 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ile 5395 sayılı Çocuk
256
Koruma Kanunu oluĢturmaktadır. Bu üç sisteme baktığımızda ortak özelliklerinin ―Denetimli
Serbestlik Sistemine‖ dayanması olduğu görülmektedir (Kamer, 2007: XI) .
Denetimli Serbestlik sisteminin günümüzdeki anlamıyla kurulup teĢkilatlanması ise 03.07.2005
tarihli ve 5402 sayılı ―Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezleri ile Koruma Kurulları Kanunu‖
Resmî Gazete‘nin 20 Temmuz 2005 tarihli ve 25881 sayısında yayımlanarak yürürlüğe girmiĢtir. Bu
Kanun gereğince Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif evleri Genel Müdürlüğü bünyesinde, Denetimli
Serbestlik ve Yardım Hizmetlerinden Sorumlu Daire BaĢkanlığı kurularak çalıĢmalarına baĢlamıĢtır.
Denetimli serbestlik hizmetleri, Adalet Bakanlığı merkez teĢkilatında daire baĢkanlığı, taĢra
teĢkilatında denetimli serbestlik müdürlüklerince yürütülmektedir. Yeni yönetmelik çerçevesinde
denetimli serbestlik sisteminin teĢkilatlanması merkez ve taĢra teĢkilatlanması olarak ikiye ayrılmıĢtır.
Daire teĢkilatlanması Yönetmelikte Madde 8‘ de belirttiği üzere:
Daire BaĢkanlığında; bir Daire BaĢkanı, yeterli sayıda tetkik hâkimi, Ģube müdürü, denetimli
serbestlik uzmanı, denetimli serbestlik memuru görev yapar.
Daire BaĢkanlığı altı Ģube müdürlüğünden oluĢur. ġube müdürlükleri:
a) Değerlendirme ve planlamadan sorumlu Ģube müdürlüğü,
b) Ġnfaz ve iyileĢtirmeden sorumlu Ģube müdürlüğü,
c) Çocuk hizmetlerinden sorumlu Ģube müdürlüğü,
ç) Elektronik izlemeden sorumlu Ģube müdürlüğü,
d) Koruma kurulları ve mağdur destek hizmetlerinden sorumlu Ģube müdürlüğü,Ģeklinde
adlandırılır (R. G. 05.03.2013, 28578).
TaĢra teĢkilatlanması ise Madde 10‘da belirttiği üzere:
Müdürlüklerde; bir müdür, yeterli sayıda müdür yardımcısı, bürolarda birer Ģef, yeterli sayıda
denetimli serbestlik uzmanı ve memuru, benzeri alanlarda eğitim almıĢ ve denetimli serbestlik
hizmetlerinde geçici olarak görevlendirilen uzman personel ile diğer hizmetleri yürütecek görevliler
bulunur.
Müdürlüklerin yetki alanı, adalet komisyonunun; müdürlük bulunmayan ilçelerde kurulan
büroların yetki alanı, bulundukları ilçenin yargı çevresi ile sınırlıdır.
Müdürlüklerde;
a) Gelen evrak bürosu,
b) Kayıt kabul bürosu,
c) Değerlendirme ve planlama bürosu,
ç) Ġnfaz bürosu,
d) Eğitim ve iyileĢtirme bürosu,
e) Denetim bürosu,
f) Mağdur destek hizmetleri bürosu,
g) Koruma kurulları bürosu,
ğ) Ġdari ve mali iĢler bürosu, bulunur (R.G. 05.03.2013, 28578)
CEZA ADALET SĠSTEMĠNDE DENETĠMLĠ SERBESTLĠK
Suç, dinamik ve sosyal bir olgu olması nedeni ile zamana, mekâna ve topluma göre farklı anlamlar
taĢıyabilmektedir. Bu anlamda suçun genel geçer bir tanımını yapmak oldukça güçtür. Suçluluk
denilince akla ilk önce ― yasaklanan‖ veya ― cezalandırılan‖ davranıĢlar gelir. Ceza hukuku anlamında
257
suç kavramına göre ise, kanun tarafından ceza yaptırımı ile tehdit edilen bütün hareketler anlaĢılır.
Daha doğru ifade ile, ceza hukuku sonuçları olan hareketlere suç der (DemirbaĢ, 2001: 39).
BaĢka bir tanıma göre suç, formel yasaların ihlal edilmesidir. Suça bağlı olarak meĢru
cezalandırma uygulanmaktadır. Bu yaptırımlar kamusal otorite aracılığıyla gerçekleĢtirilir. Suçla
mücadele etmek amacıyla oluĢan formel sistem bir kamu kuruluĢu olma özelliğini taĢımaktadır
(Bahar, 2009: 120).
Suç ve ceza insanlık tarihinde daima var olmuĢtur. Bununla birlikte, topluma ve kiĢilere zarar
veren kötülüklere gösterilen tepki olarak ceza; zamana, yere, toplumun geliĢmiĢlik düzeyine göre
tarihi seyir içinde sürekli değiĢmiĢtir. Nihayetinde ceza hukukunun, toplumsal değiĢimlerden,
ekonomik ve siyasal gereklerden etkilendiğini görmekteyiz. Timur DemirbaĢ (2001:39)‘ın da belirttiği
gibi; suç kavramı, tek tek suçlu hareket ve ihmali davranıĢları belirtir; suçluluk ise belirli bir zamanda
ve belirli bir yerdeki tüm suçların bir bütünü anlaĢılır. Suçun boyutları, nispi olarak önemsiz mağaza
hırsızlıkları ve trafik suçlarından, toplum tarafından ağır suçlar olarak kabul edilip kamunun hassas
tepki gösterdiği yağma, ırza geçme ve adam öldürmeye kadar uzanır. Suçluluk kavramının, siyasi,
organize, ekonomik ve meslek suçluluğu gibi çok farklı fenomenlerle örtülmesi gerektiğinden,
suçluluk kavramını tanımlamanın bilinebilir büyük güçlükleri olacağı açıktır. Ceza kanununa uygun
tanımına göre suç, ceza kanunu vasıtasıyla yasaklanan davranıĢtır.
Toplumsal düzen kuralları içerisinde ―hukuk kuralları‖ diğer toplumsal düzen kurallarına göre
maddi yaptırımı olandır. Bu noktadan hareketle ceza hukuku toplumsal düzenin devamını, sahip
olduğu yaptırım tehditleri aracılığı ile sağlanmaktadır. Ancak cezanın kiĢiyi yoksunluklara tabi
tutmanın yanında, suçluyu ıslah etme, topluma yeniden kazandırma ve korkutuculuk özelliğinden
dolayı suç iĢlemeyi önleme iĢlevine ve yapıcı yönlerine vurgu yapmaktadır (KarakaĢ Doğan, 2010:
31).
Modern toplumda cezalandırmanın amacı kefaret teorisi ile açıklanamaz. Devletin ve toplumun öç
almak için suç iĢleyeni cezalandırması failin iĢlediği suç kadar kötüdür. Kefaret anlayıĢının, ceza
hukukunun bilimsel yöntemlere ulaĢması önünde bir engel olduğu savunulmaktadır. Ġntikam
duygusundan kaynaklanan, sürekli değiĢerek günümüze kadar gelen kefaret, insani bir duygu olmakla
beraber ceza hukuku problemini çözmeye yaramamıĢ, kefarette eski çağların izi silinememiĢtir.
Cezanın amacı suçlunun iyileĢtirilmesini sağlamaktadır ve bu görev devletçe yerine getirilmelidir
(KarakaĢ Doğan, 2010: 55).
Adaletin amacı; suç iĢleyen kiĢiye en uygun cezanın verilmesi veya en uygun tedbirinin
uygulanmasıdır (Kadri, 2007: 1). O halde, Beccaria (2004: 69-70)‘nın belirttiği gibi cezaların amacı,
suçlunun kendi yurttaĢlarına karĢı zarar vermelerini engellemekten ve baĢkalarının benzer eylemlerde
bulunmalarını önlemekten baĢka bir Ģey değildir. Bu nedenlerle söz konusu cezaların oranları ve
oranların uygulanma yöntemleri öyle seçilmelidir ki, bunlar insanların ruhları, zihinleri üzerinde pek
çok kalıcı, ama suçlunun bedeni üzerinde en az üzücü iz bırakacak biçimde olsunlar.
Tanımlardan da anlaĢıldığı üzere cezanın amacı suç iĢleyen kiĢinin suçlu davranıĢa tekrar
yönelmesine engel olmaya çalıĢmaktır. Modern ceza anlayıĢına göre suça karĢı verilecek cezanın
amacı sadece hapsetme, tecrit etme, bedel ödetme değil suç teĢkil eden davranıĢın içine girmiĢ olan
kiĢinin, yaptığı eylemin sorumluluğunu üstlenmesi ve verdiği zararları gidermesi için imkân sağlayıcı,
kiĢinin topluma yeniden kazandırılması, yeteneklerinin geliĢtirilmesi, sosyal çevresine, ailesine,
kendisine verimli olabilmesi için imkanlar sunularak yeniden suç iĢlememesidir.
Ülkemizde ise 2005 yılından önce ceza infaz kurumundan salıverilen hükümlülerin bugünkü
anlamda denetim altına alınmaması, nerede yaĢadıkları, ne iĢ yaptıkları, tekrar suç iĢleme riskinin
bulunup bulunmadığının bilinmemesi; hakimlere, karar verme sürecinde, sanığı tanıması amacıyla
Sosyal AraĢtırma Raporu sunulmaması; tutuklama tedbiri yerine verilebilecek baĢka bir tedbirin
bulunmaması; uyuĢturucu madde kullanan veya bulunduran sanıklar bugünkü anlamda uzmanların
rehberliğinde rehabilitasyona tabi tutulması; suç mağdurlarına, ekonomik ve psiko-sosyal yardım
yapacak kurumun bulunmaması; suça sürüklenen çocuklar, bugünkü anlamda denetim altına
alınmaması (Kamer, 2007), eski hükümlülerin sosyal bağlar kurması ve sosyal uyum sürecinde
herhangi bir katkı sağlayacak kurumun bulunmaması gibi uygulamaların eksikliği nedeni ile denetimli
258
serbestlik müessesinin kurulmasına ihtiyaç duyulmuĢtur. Bu nedenlerle modern ceza infaz anlayıĢı
doğrultusunda denetimli serbestlik sistemi ülkemizde yürürlüğe girmiĢtir.
03.07.2005 tarihli ve 5402 sayılı ―Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezleri ile Koruma
Kurulları Kanunu ve 05.03.2013 tarihli Denetimli Serbestlik Hizmetleri Yönetmeliğinde Denetimli
Serbestliğin tanımı: ―ġüpheli, sanık veya hükümlünün toplum içinde denetim ve takibinin yapıldığı,
iyileĢtirilmesi ve topluma kazandırılması için ihtiyaç duyulan her türlü hizmet, program ve
kaynakların sağlandığı alternatif bir ceza ve infaz sisteminidir.‖ (R.G. 05.03.2013, 28578).
Denetimli serbestlik suçun sebebi sürecini, suçlunun kiĢiliğini, suçun önlenmesini ve suçluların
iyileĢtirme halini inceleyerek kiĢinin sosyal uyum sürecine, toplumsal adaptasyonunu sağlayıcı
çalıĢmalar yapar.
Denetimli serbestlik bir ceza infaz sürecidir. Suç Ģüphesinin öğrenilmesinden infaz
tamamlanıncaya kadar devam eden hizmetler bütünüdür. Bu hizmetler kapsamında; soruĢturma ve
kovuĢturma aĢamalarında Ģüpheli ve sanık hakkında sosyal araĢtırma raporu (SAR) mahkemeye
sunmak; ilgili kanunlar gereğince Ģüpheli ve sanıklar hakkında adli kontrol kararlarının yerine
getirilmesini sağlamak; istek halinde Ģüpheli veya sanığa psiko-sosyal danıĢmanlık yapmak; suçtan
zarar gören kiĢilerin karĢılaĢtıkları; psiko-sosyal ve ekonomik sorunların çözümünde yardımcı olmak;
kovuĢturma evresinden sonra mahkemeler tarafından verilen denetimli serbestlik kararlarını yerine
getirmek; hükümlüye rehberlik etmek; çocuk hükümlülerin eğitimlerine devam etmelerine, çevre ve
aileleri ile olabilecek psiko-sosyal sorunların çözümüne yardımcı olmak gibi çok sayıda hizmet yerine
getirilmektedir ( Kamer, 2007:XIV). Aynı zamanda ceza infaz kurumundan koĢullu salıverilme
süresinden bir yıl önce çıkan hükümlüler ile ilgili mahkeme kararıyla denetimli serbestlik tedbirine
karar verilen yükümlülere yönelik risk değerlendirme sonucuna göre yükümlülükler belirlenerek bir
plan doğrultusunda kiĢiye özgü iyileĢtirme çalıĢmaları yapılmaktadır.
Görüldüğü üzere çağdaĢ infaz sisteminde alternatif bir infaz Ģekli olan denetimli serbestlik, suç
teĢkil eden fiil içerisinde bulunan kiĢilere hapis tecridi yerine belirlenen koĢul ve süreler içerisinde,
modern cezalandırma anlayıĢı çerçevesinde, topluma karĢı taĢıdıkları risk faktörünü göz önüne
alınarak sosyal çevrelerinden ve toplum içerisindeki rollerini ve görevlerini yapma Ģansı verilerek,
kiĢinin toplumsal yaĢam içerisinde yaĢamasına olanak veren bir sistemdir. Denetimli serbestlik suç
teĢkil eden fiil içerisinde bulunan kiĢilere toplumla bütünleĢmesine katkıda bulunacak faaliyetleri
kapsamaktadır.
Ceza infaz anlayıĢında ceza infaz kurumları, suç iĢlemiĢ kiĢileri toplumsal yaĢamdan soyutlanma
olarak kabul edilmektedir. Ancak denetimli serbestlik sisteminin ülkemizde uygulanmaya
baĢlanılmasıyla suç teĢkil eden davranıĢların içerisinde bulunan kiĢilerin cezası toplum içinde
çekilmesi, belirlenen yükümlülük ile toplumsal yaĢamdan kopmaması sağlanarak sosyal yapıya faydalı
birey olması konusunda yardımcı olur. Aynı zamanda denetimli serbestlik suçtan zarar gören
vatandaĢlara yönelik, karĢılaĢabileceği her türlü psiko-sosyal ve ekonomik sorunların çözümünde
danıĢmanlık yaparak katkıda bulunur.
Denetimli serbestlik, doğrudan doğruya hapis cezası dıĢında alternatif yaptırıma mahkum edilen
kiĢilere, koĢullu salıverilen, cezası tamamen veya kısmen ertelenen ya da Ģartlı cezaya mahkum edilen
kiĢilerin, düzenli olarak belirli bir merkezdeki kiĢilerin denetimi, gözetimi veya tedavisine tabi olarak
belirlenen yaptırımlara tabi tutulmasıdır. Bu sistem ile denetime tabi tutulan kiĢiye, belirlenecek
deneme süresinde, sosyal çevrelerinden koparılmadan toplumda kalma Ģansı verilerek, toplum
düzenini sağlayan kurallara uyma isteklerini ispat fırsatı sunulmaktadır (Kale, 2009: 5).
DENETĠMLĠ SERBESTLĠK SĠSTEMĠNDE ĠYĠLEġTĠRME SÜREÇLERĠ VE
SOSYOLOJĠK ANALĠZĠ
Hapis cezasının istisnalar dıĢında gereksiz olduğunu savunan yazarlar, ceza infaz kurumlarının
özel önleme amacını gerçekleĢtirmediğini ve suçluluğu azaltmadığını belirtmektedir. Nitekim
Foucault, ceza infaz kurumlarının suçlu ürettiğini ve ceza evlerinde kalanların yeniden mahkemelere
yönlendirildiğini savunmuĢtur. 1950‘li yıllardan beri yapılan araĢtırmalar, hapis cezasının infazında
yaĢanan geliĢmelere ve hükümlünün yeniden sosyalleĢmesi için gösterilen çabaya rağmen hapis
259
cezasının hükümlüye acı ve ıstırap verdiğini, kiĢiyi toplumdan uzaklaĢtırdığını ve ailesini yoksulluğa
mahkum ettiğini göstermektedir (Bilgiç, 2012: 102).
Ceza infaz kurumları, özellikle ilk defa suç iĢlemiĢ ve kısa süreli hapis cezasına karar verilmiĢ
hükümlülerin cezaevinde kalma süresinin kısa ve cezaevinde ıslah programlarının uygulanmasına
elveriĢli olmadığı, hükümlünün sosyal iliĢkilerinden, ailesinden, iĢ çevresinden kopartılarak maddi ve
manevi yönden zayıfladığı savunulmaktadır. Cezaevine giren hükümlü damgalanmakta, cezaevinde
farklı ve çeĢitli suç teĢkil eden fiil içerisinde bulunan kiĢilerle iliĢkilerini geliĢtirmekte ve ceza infaz
kurumu öncesinde sosyal iliĢkiler içerisinde olmayan bu hükümlüleri normalleĢtirmekte ve aynı
zamanda ceza infaz kurumu geçmiĢi olması nedeni ile toplumun güvenini yitirmekte, infaz sonrası
yeniden topluma kabulünde ve iĢ bulmasında güçlüklerle karĢılaĢmaktadır (Bilgiç, 2012).
Bu
düĢünce temelinde denetimli serbestlik sisteminin önemi noktasında Yücel (1986:240)‘nin de
belirttiği gibi denetimli serbestlik; suçluların toplumda gözetimini, sosyal yardım yöntemlerinin
uygulanmasını, suçlunun sorunlarının olumlu bir biçimde çözümlenmesini, Ģahsın çevresine uyumunu
sağlamayı ve suçluyu,
sosyal ve hukuksal sorumluluklarını yerine getirmeye yöneltmeyi
kapsamaktadır (Yücel,1986: 240).
Hüküm giyen kiĢilerin etiketlenmesinin önemli sonuçları olmaktadır. Etiketlenen kiĢi endiĢeli ve
güvensizlik içerisinde olmakta ve etiketin içerdiği anlamda bir kiĢi olmaya yönelmektedir.
Hükümlüde bu psikolojik hal, diğerlerinin düĢünce ve tutumları ile pekiĢtirilmektedir. KiĢi bir kere
suçlu olarak etiketlenince, çevresi tarafından kiĢi o gözle görülmekte ve kiĢinin davranıĢları da sonuç
olarak etkilenmektedir. ÇeĢitli gruplarda bu tür etiketleme sürecine katılmaktadır. Polis, jandarma,
hakim, tanıklar ve halk (Yücel, 1986: 24).
Denetimli serbestlik sisteminin içerisinde yer alan rehabilitasyon süreci kiĢilerin etiketlenme
süreçlerinin önüne geçilmesinin en önemli aracıdır. Öte yandan, denetim kararına tabi olan kiĢi,
sadece nefes alıp veren ve düĢünen bir kiĢi değildir, aynı zamanda yaĢadığı topluma anlam
kazandıracak uyum sağlayıcı araçları icat etmesini sağlayan bütün bir iĢlem, yöntem ve etkinlikler
topluluğunun bilgisine sahip kiĢiler olarak ele alınır (Coulon, 2010).
Ceza infaz kurumuna girmeyen ve denetimli serbestlik sistemine dahil edilen suçlu, sosyal
çevresinden, toplumsal hayattan kopmamaktadır. Sosyal çevresi ve toplum tarafından sabıkalı olarak
damgalanmayan ya da etiketlenmeyen suçlunun, toplumda pozitif iliĢkiler içinde yer almasını ve
denetimli serbestlik sistemi ile birlikte toplum içerisinde daha kolay kontrol edilmesi sağlanır. Ayrıca
ceza infaz kurumuna girmeyen ve denetimli serbestlik sisteminden faydalanan hükümlülerin sosyal
bağlarının devamı sağlanarak aile parçalanmalarının da önüne geçilmektedir. Bu aĢamada suçlunun,
normal hayat akıĢını mümkün olduğu kadar bozmayan, ıslah edilmesinin söz konusu olduğu denetimli
serbestlik sisteminde hükümlü normal çalıĢma hayatına devam edebilmesi sağlanır (Nursal ve Ataç,
2006). Denetimli serbestlik sistemindeki yükümlülüklerden biri olan ―Eğitime devam etme
yükümlülüğü‖ ; gerek ceza infaz kurumundan Ģartlı salıverilen gerek ise mahkemelerce özellikle 18
yaĢın altındaki suça sürüklenen çocuklar hakkında verilen eğitime devam etme yükümlülüğü örgün ve
yaygın eğitim ile diğer kurs ve mesleki eğitim programları hükümlünün ihtiyacı doğrultusunda
iĢbirliği içerisinde belirlenerek denetimli serbestlik tedbiri alan kiĢilerin hem eğitimine hem de mesleki
yeterliliğinin geliĢtirilmesine yönelik bu çalıĢmalar gerçekleĢtirilir. Böylece kendi ihtiyaçlarını
karĢılamanın yanında, ailesinin geçimini sağlayabilmekte ve aynı zamanda toplumda, hem üretici hem
de tüketici olarak yer alabilmektedir.
Denetimli serbestlik sisteminin bir infaz boyutu olduğu kadar aynı zamanda ve esas olarak birer
rehabilitasyon niteliği de taĢımaktadır. Bu yönü ile ilgili mahkemelerce haklarında denetimli serbestlik
kararı verilen hükümlüler ile ceza infaz kurumunda bulunan ve ceza süresi bir yıldan aĢağı düĢen
cinsel taciz, basit yaralama, hırsızlık, çeĢitli Ģiddet suçları, uyuĢturucu suçları ve benzeri gibi hukukun
sınırlarını çizdiği suç teĢkil eden fiil içerisinde bulunan hükümlülere, ilgili infaz hâkimliklerince
haklarında denetimli serbestlik kararları verilen hükümlülere iyileĢtirme çalıĢmaları sürdürülmektedir.
― Her durumda, özellikle en güç koĢullarda, hiç kimse tohum atılır atılmaz ürünün hemen
devĢirilmesini beklememelidir. Tam tersine, onların gün be gün olgunlaĢmaları için, bir bekleme
dönemi zorunludur.‖ Bacon‘un bu sözünden yola çıkarak, geçmiĢi eski olmayan, yedi yıllık bir süreci
kapsayan ve olgunlaĢma sürecine giren denetimli serbestlik sisteminin kuruluĢundan itibaren
260
baktığımızda; uygulayıcı konumunda iken, yani salt ilgili mahkeme kararlarına bağlı olarak hareket
ederken yeni yönetmelik ile, özellikle koĢullu salıverilmesine bir yıl kalan hükümlülere yönelik hangi
programları uygulayacağına Denetimli Serbestlik Uzmanı tarafından verilmesi önemlidir. Çünkü karar
verici yargıcın aksine, denetimli serbestlik kurumunda çalıĢanlar, hükümlü ile birebir iletiĢim
içerisindedir. Hükümlü ile kurulan birebir iliĢki ve iletiĢim de ―onların durumları nasıl gördükleri,
betimledikleri ve bir durum tanımını ortak nasıl geliĢtirdiklerini anlamaya çalıĢma (Coulon, 2010: 20)‖
fırsatı içerisinde kiĢiye özel eğitim ve iyileĢtirme çalıĢmaları yapar.
Denetimli serbestlik sisteminde hükümlülerin topluma kazandırılmasına yönelik iyileĢtirme
çalıĢmalarını meslek elemanları olarak Denetimli Serbestlik Uzmanları yerine getirmektedir. Bu
uzmanlar; sosyolog, psikolog, sosyal çalıĢmacı ve öğretmenlerden oluĢan meslek elemanlarıdır.
Denetimli serbestlik ( Probation) ceza mahkemelerinde görülen bir hizmet olup; suçluluğun
saptanan sanık hakkında psiko-sosyal bir anket yapılmasını ve bu müesseseden yararlandırıldığında
hükümlünün toplumda gözetimi ile tabi olacağı hürriyet rejiminin koĢullarını içermektedir
(Yücel,1986: 240).
Denetimli serbestlik sistemine dahil olan ve infaz süresince yürütülen rehabilitasyon çalıĢmaları;
farklı alanlarda birçok kurumun katılımıyla gerçekleĢen uzun bir süreci de ifade etmektedir. Suç
iĢleme nedenlerinin farklı olması, suç iĢleyen kiĢilerin psikolojik, yaĢ ve sosyolojik özelliklere sahip
olması rehabilitasyon çalıĢmalarında da çeĢitliliği gerektirmektedir (Bilgiç, 2012: 116).
Denetimli serbestlik sisteminde denetim kararı verilmiĢ yükümlünün ilgili müdürlüklere
baĢvurusunun ardından 05.03.2013 Tarihli Denetimli Serbestlik Hizmetleri Yönetmeliği Madde 15
belirttiği gibi: Yükümlülerin risk ve ihtiyaçlarının belirlenmesi, risk ve ihtiyaçlarına uygun olarak
toplum içinde denetim ve takibi ile iyileĢtirilmesine yönelik yapılacak çalıĢmaların planlanması,
değerlendirme ve planlama bürosunca yapılır.‖ ibaresine istinaden her hükümlü için risk ve ihtiyaç
belirlenmesinde ilk olarak AraĢtırma ve Değerlendirme Formu (ARDEF) düzenlenir. Bu noktadan
hareketle rehabilitasyon ya da iyileĢtirme süreçlerinin temelini ise, AraĢtırma ve Değerlendirme Formu
(ARDEF) oluĢturur. Bu form, yaklaĢık 200 sorudan oluĢan ―öz- itiraf‖ niteliği taĢıyan, hükümlünün
risk durumunu ortaya çıkarmayı amaçlayan ve suç tekrarının, zarar verme risklerinin en aza indirilerek
topluma kazandırılması amacıyla kiĢinin ihtiyaç duyduğu hizmet ve rehabilitasyon çalıĢmalarının
yönünü her hükümlü için ayrı ayrı belirler.
AraĢtırma ve Değerlendirme Formu (ARDEF), hükümlünün psiko-sosyal, sosyo-kültürel, sosyoekonomik açılardan değerlendirilerek hükümlünün tekrar suç teĢkil eden davranıĢlara etki olabilecek
faktörlerin ortaya çıkarılmasında Denetimli Serbestlik Uzmanına yol haritası çıkarmaktadır. AraĢtırma
ve Değerlendirme Formu (ARDEF) sonucuna göre hükümlülere eğitim ve iyileĢtirme faaliyetlerini
kapsayacak bir denetim planı hazırlanarak; bireysel görüĢmelerle destelenerek Denetimli Serbestlik
Uzmanı tarafından uygun görülen hükümlülere yönelik grup çalıĢmaları da yapılmaktadır.
Hükümlülerin ihtiyaç ve risk değerlendirmesi dikkate alınarak Denetimli Serbestlik Uzmanlarınca
uygun görülen grup çalıĢmaları; öfke kontrolü, aile eğitimi, sağlık, hukuk, alkol, uyuĢturucu ve uyarıcı
maddenin kötüye kullanımına yönelik farkındalığı geliĢtirici çalıĢmalardır. Aynı zamanda Denetimli
Serbestlik Uzmanlarınca belirlenen hükümlülere yönelik; boĢ zamanlarını değerlendirmeleri, mesleki
yeterliliğin kazandırılmasına yönelik sivil toplum kuruluĢlarının iĢ birliği dahilinde de eğitim ve
iyileĢtirme çalıĢmaları yapılmaktadır.
Sosyal kontrol kavramı bir taraftan kiĢinin öz-kontrol kazandığı sosyalleĢme sürecini kapsarken
diğer taraftan da sosyal yaptırımların, uyma davranıĢına karĢı gösterilen ödüller ile sapma davranıĢına
karĢı gösterilen cezalandırmaların uygulanmasıyla kiĢinin davranıĢları üzerinde dıĢarıdan sağlanan
kontrolü içermektedir.
Sosyal kontrol kuramının varsayımlarına bakıldığında, kuramın insan davranıĢının denetimi ve bu
denetimle ilintili olan kurumsal süreç ve unsurlar üzerinde odaklandığı görülmektedir. Diğer bir
anlatımla, sosyal kontrol kuramı suçluluğu açıklarken; bireylerin toplumdaki değer, norm ve
kurumlara olan bağlılığını ve bu bağlılıkla oluĢan sosyal denetim olgusunu temel almaktadır. Birey
veya toplum üzerinde söz konusu sosyal denetimin baĢarısızlığı veya yetersizliği, bu kuram açısından
suçluluğun önemli bir nedeni olarak görülmektedir. Bu nedenle, ―sosyalleĢme‖ ve ―uyum‖, kontrol
261
kuramının iki önemli kavramını oluĢturmaktadır. Hirschi, bireyin topluma olan bağlılığını dört unsur
üzerinden analiz etmektedir. 1. bağlılık (attachment), 2. taahhüt (commitment), 3. katılma
(involvement), 4. inanç (belief). Buna göre; (1) yeterli düzeyde bağlılığın olmaması (özellikle ebeveyn
ve okula), (2) yetersiz düzeydeki taahhüt, özellikle eğitimsel ve mesleksel baĢarı, (3) izcilik ve sportif
oluĢumlar gibi geleneksel aktivitelere yetersiz katılma ve (4) özellikle ahlak ve hukuka olan inancın
yetersizliği, suçlulukta etkili etmenlerdir (Kızmaz, 2005: 165).
“ Toplumun yararlarının, toplumun bütün üyeleri tarafından paylaĢılması gerek (Beccaria, 2004:
21)‖ sözündeki felsefeden hareketle denetimli serbestlik sisteminde yürütülen programlardan biri olan
Koruma Kurulu ÇalıĢmalarında da ceza infaz kurumundan tahliye olan hükümlülere aileleri ve sosyal
çevreleriyle oluĢabilecek psiko-sosyal sorunların çözümüne yardımcı olmak, hükümlülerin meslek
veya sanat edinmelerinde, kiĢinin uygun bir iĢe yerleĢtirilmesinde veya kiĢinin bilgi ve becerileri
doğrultusunda kendi iĢini kurmasına yönelik iĢ edindirmede ve meslek kazandırma projeleriyle birlikte
meslek kursları programlarıyla salıverilen hükümlülerin topluma uyum problemlerini aĢmaları
konusunda hükümlüye destek verilir. Hükümlünün topluma kazandırılması ve tekrar suç iĢlemesine
engel olmak amacıyla gerçekleĢtirilecek sosyo-ekonomik ve psiko-sosyal çalıĢmalar diğer kurum ve
kuruluĢlar ile iĢbirliği içinde de sürdürülür. Aynı zamanda, denetimli serbestlik sisteminde
hükümlülere yönelik infaz ve rehabilitasyon programlarına sosyal kontrol teorisi açısından da
bakıldığında; bir infaz yöntemi olan ücretsiz kamuya yararlı bir iĢte çalıĢma programının amacı
hükümlünün topluma kazandırılması sürecinde toplumun da veya diğer kurum ve kuruluĢların da bu
sürece dahil edildiği bir süreçtir.
Denetimli serbestlik sistemindeki rehabilitasyon süreçlerine dahil edilen suç teĢkil eden fiil
içerisine giren kiĢilere yönelik yapılan iyileĢtirme çalıĢmaları; kiĢilerin risk durumuna göre verilen
belirlenen bölgelere baĢvurma, belirli bölgelere gidememe, bireysel görüĢme, belirlenen programlara
katılma, eğitime devam etme, ücretsiz kamuya yararlı bir iĢte çalıĢma, konutta infaz vb.
yükümlülükler doğrultusunda; mağdura, ailesine ve topluma verdiği zararların farkındalığının
kazandırılması; öz-kontrol duygusunun geliĢtirilmesi; kendisine, ailesine, sosyal çevresine, mağdura
ve topluma yönelik sorumluluk bilincinin arttırılması; kiĢinin toplumda etiketlenmeden, kamusal
seremoninin içerisine dahil edilmeden, toplum içerisindeki rollerinin (anne-baba-evlat-vatandaĢ vb.)
devamının sağlanmasına yardımcı olmada; sosyal bağlarının güçlendirilmesinde kamu düzeninin
sağlanmasını temel alan infaz sistemini (eğitim ve iyileĢtirme) kapsamaktadır.
Yukarıda anlatılan tüm süreçler göz önünde bulundurularak, Sosyoloji Biliminin denetimli
serbestlik sistemini bir çalıĢma alanı olarak ele alması gerekir, çünkü sosyoloji; toplumun tümünü
inceler ve her Ģeyi toplumun tümü içinde, toplumun tümüyle iliĢkileri ile inceler. Tanımı
geliĢtirdiğimizde, diyebiliriz ki, sosyoloji, toplumu ve yapısını, toplumsal süreçleri, toplumsal evrimin
yasalarını ve güçlerini, fikir ve dünya görüĢlerinin çatıĢmasını, toplumda insan iradesini vb. inceler
(Ergün, 1982:15). Denetimli serbestlik içerisine dahil olan ve toplum içerisindeki gündelik iliĢkilerde,
mekanlarda yer alan bu kiĢilerin; davranıĢlarını, edindikleri rollerini, sosyal bağlarını nasıl
kurduklarını, toplumsal iliĢkilerini, suç, ceza ve toplumsal düzene bakıĢ açılarını, sapma süreçlerini,
gündelik hayatlarında kullandıkları dilleri ve birlikte yaĢamalarını, kültürel değerleri ve inançlarını,
toplumsal iliĢkilerini- ister çatıĢma ister uyum içinde- düzenlemelerini sağlayan metotları araĢtırma,
birebir inceleme ve gözlemleme fırsatı bulur (Coulon, 2010).
YaĢadığımız bu toplumda, suç olgusunun sabit ve dinamik bir sosyal olgu olduğunu kabul
dahilinde, toplumsal olgu da sabit bir nesne değildir, aksine bilgiler ve becerileri, prosedürler ve
davranıĢ kurallarını, özetle, sıradan/gündelik metodolojiyi kullanan insanların süregelen etkinlikleri
sayesinde üretilir; sosyologun da gerçek görevi bunu analiz etmektir (Coulon, 2010:23).
Denetimli serbestlik kurumunda çalıĢma alanına sahip sosyologların ve diğer meslek
elemanlarının; toplumsal olguların nesnel gerçekliğinin sosyolojinin temel ilkesi olduğunu vurgulayan
Durkheimcı yorumlarının aksine, toplumsal olguların nesnel gerçekliği gündelik hayattaki müĢterek
etkinliklerin süregelen bir icrası olarak alınır, bu icranın üyeler tarafından bilinen, kullanılan ve
doğruluğu sorgulanmayan sıradan, ustaca yollarını sosyoloji yapan üyeler için, temel bir fenomen
olduğu kabul edilir ve bu bir araĢtırma politikası olarak benimsenirse akademik alandaki çalıĢmaların
yeterli olmadığı Denetimli Serbestlik sisteminin çalıĢmalarına bilimsel katkıların sağlanması gerekir
262
(Coulon,2010: 22-23). Bu noktadan baktığımızda toplumsal bir olgu olan suç ve suçla mücadele
konusunda yapılan çalıĢmalarda denetimli serbestlik kurumunda çalıĢan meslek elemanları kadar suça
dahil kiĢilerle doğrudan iliĢki içerisinde olmaktadır. Aynı zamanda denetimli serbestlik kurumunda
çalıĢan sosyologlar; suç iĢleyen bireylerin kendi davranıĢlarını nasıl algıladıklarına, suç ve cezaya
yönelik tutumlarını ve adalet anlayıĢlarını öğrenmede, sosyal bağları nasıl kurduklarını ve
geliĢtirdiklerini, aile iliĢkilerini ve suçlu davranıĢlarda bulunmayı neden bir çözüm yolu olarak
gördüklerini inceleme de rehabilitasyon süreçleri içerisinde birebir ve karĢılıklı iliĢki sağlama fırsatı
bulur.
Bu nedenler göz önünde bulundurularak üniversitelerin sosyoloji bölümlerinde gerek lisans
gerekse lisansüstü ve doktora bölümlerinde ―denetimli serbestlik sistemi‖ ne dair programlara ağırlık
verilmesi, bu alanda akademik çalıĢmalara önem verilmesi gerekmektedir.
KAYNAKÇA
Bahar, H. Ġ.(2009).Sosyoloji. Ankara: Usak Yayınları, 3. Baskı.
Beccaria, C.(2004).Suçlar ve Cezalar Hakkında. Sami Selçuk (Çev.),
Yayınları, 1. Baskı.
Ankara: Ġmge Kitapevi
Bilgiç, ġ.(2012).Hapsedilme, İyileştirme ve Yeniden Suç İşleme. Ankara: Vadi Yayınları, 1. Baskı
Coulon, A.(2010).Etnometodoloji. Ümit Tatlıcan (Çev.), Ġstanbul: Küre Yayınları, 1. Baskı
DemirbaĢ, T.(2001).Kriminoloji. Ankara: Seçkin Yayıncılık, 1. Baskı.
Erbas, C.(1996). ―Tarihi GeliĢim Ġçinde Gözetimle Erteleme ve Fransa‘daki Uygulaması ile Konuya
ĠliĢkin Türk Ceza Kanunu Öntasarı Metinleri, 11. Yargıtay Dergisi, C.22 (18), s.25.
Ergun, D.(1982).Sosyoloji ve Tarih. Ġstanbul: Der Yayınları, 2. Baskı.
Kale, M.(2009).‘‘Türkiye‘de Denetimli Serbestlik Sitemi Yüksek Lisans Tezi‘‘.
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sivas.
Cumhuriyet
Kamer, V. K.(2007).Denetimli Serbestlik Kararlarının İnfazı. Ankara: Adalet.
KarakaĢ Doğan, F.(2010).Cezanın Amacı ve Hapis Cezası. Ġstanbul: Legal Yayıncılık, 1. Baskı.
Kızmaz, Z.(2005). ―Sosyolojik Suç Kuramlarının Suç Olgusunu Açıklama Potansiyelleri Üzerine Bir
Değerlendirme‖, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık, Cilt: 29, No: 2, s.149-174.
Nursal, N., Ataç,S.(2006).Denetimli Serbestlik ve Yardım Sistemi. Ankara: Yetkin Yayınları
Önder, A.(1963).Ceza Hukukunda Tecil ve Benzeri Müesseseler. Ġstanbul: Ġstanbul Üniversitesi
Yayınları
Yavuz, H. A.(2012). ―Denetimli Serbestliğin Türk Ceza Adalet Sistemindeki Tarihsel GeliĢim Süreci‖,
Sayı. 100, s. 317-342.
Yücel, M. T. (1986).Kriminoloji “ Suç ve Ceza”. Ankara: Adalet TeĢkilatını Güçlendirme Vakfı
Yayını.
263
A11 OTURUMU:
AĠLE
264
EVLĠLĠK DIġI BĠRLĠKTE YAġAMA ÇĠFTLERĠ EVLĠLĠĞE HAZIRLAR MI?
NurĢen ADAK1
ÖZET
Hızla değiĢen dünyada bu değiĢimlerden aile kurumu da payını almakta ve aile kurumuyla ilgili
yeni toplumsal yapılanmalar ortaya çıkmaktadır. Bu yapılanmalardan birisi de Avrupa ve Amerika‘da
giderek artan evlilik dıĢı birlikte yaĢamadır. Evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya iliĢkin toplumlar arası
kültürel farklılıklar olmasına karĢın birlikte yaĢamanın nedenleri ve sonuçları gibi bazı noktalarda da
toplumsal kesiĢmeler gözlenmektedir. EĢlere verilen vaatlerin azlığı ve sağladığı görece özgürlüklere
rağmen muğlâk görünümüyle çözülmeye daha müsait olan birlikte yaĢama Türkiye‘nin büyük
kentlerinde nadir gözlenen bir olgudur. Bu bildiride evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe
hazırlayıp hazırlamadığı sorusuna yanıt aranmaktadır.
ÇalıĢmada aile ve evlilik kurumu üzerinden toplumun yeniden üretilmesini sağlamada geleceğin eĢ
adayları olarak Akdeniz Üniversitesi son sınıf öğrencileriyle yapılacak saha çalıĢmasından elde
edilecek veriler kullanılmaktadır. ―Derinlemesine görüĢme tekniği‖ ile üniversiteye devam eden
gençlerin evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı nasıl anlamlandırdıkları, evliliğe alternatif mi yoksa evliliğe
hazırlık olarak mı gördükleri ve evlilik dıĢı birlikte yaĢayanlara bakıĢ açıları değerlendirilmektedir.
Üç bölümden oluĢan bildirinin kavramsal çerçevesinin yer alacağı ilk kısımda birlikte yaĢama
kavramı tanımlanarak farklı ülkelerin birlikte yaĢama tecrübeleri irdelenecektir. Daha sonra
derinlemesine görüĢmelerden elde edilen veriler tartıĢılarak, bildiri değerlendirme ve sonuç bölümüyle
tamamlanacaktır.
Anahtar Kelimeler: Aile, evlilik, birlikte yaşama
ABSTRACT
In a rapidly changing world, the institution of family also receives a share from that change and
new social constructions appear. One of these constructions is the cohabitation increasing in Europe
and America. Although there are cultural differences through societies with regards to cohabitation,
some social coincidences about the reasons and results of cohabitation are observed. Cohabitation
which seems to break up more easily with its obscure appearance is a rarely seen phenomenon in big
cities of Turkey despite the lack of promises given to couples and the freedom it provides. In this
paper, the question as to whether cohabitation prepares couples for marriage is searched for an answer.
The data gathered from the final year students of Akdeniz University as the future candidates for
marriage who will help the society reconstruct itself through the institutions of family and marriage is
used. With in-depth interview technique, the issues such as how young people at universities perceive
cohabitation, whether they see it as an alternative to or a preparation for marriage and their views
towards the people cohabiting are analyzed.
In the first part of a three part study, the worldwide experiences of cohabiting are explored thereby
defining the conception of cohabiting. Afterwards, the data gathered from in-depth interviews are
discussed and the study finishes with evaluation and the conclusion parts.
Keywords: Family, marriage, cohabitation
GĠRĠġ
Hızlı değiĢim ve dönüĢümlerin yaĢandığı günümüz toplumlarında bu değiĢim ve dönüĢümlerden
aile kurumu da etkilenmekte ailenin büyüklüğü ve yapısı değiĢtiği gibi ailenin bileĢimi ve aile içi
1
Prof. Dr., Akdeniz Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
[email protected]
265
iliĢkiler de değiĢmektedir. Aileler daha az kiĢiden oluĢmakta, geleneksel geniĢ aileden daha ziyade
çekirdek aile görülmekte, tek ebeveynli aile ve tamamlanmamıĢ ailelerde önemli artıĢlar ortaya çıkarak
evlenmeden önce birlikte yaĢama bazı toplumlarda neredeyse kural haline gelmektedir. Teknolojik
geliĢmeler ve küreselleĢme, bu değiĢimlerin farklı toplumlara yayılması ve görünür hale gelmesinde
önemli katkılar sunmaktadır.
Birlikte yaĢama evliliğe dönüĢsün ya da dönüĢmesin 1960‘lardan itibaren dünyanın belli
bölgelerinde görünür olan ve yaygınlık kazanmaya baĢlayan bir sosyal olgudur. Her sosyal olguda
olduğu gibi birlikte yaĢamanın da ortaya çıkıĢı, geliĢimi, yaygınlığı ve görünümü toplumdan topluma
farklılık göstermektedir (Adak, 2012: 224).2
Türkiye‘de yaygın olarak görülmeyen evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya iliĢkin çok fazla akademik ilgi
bulunmamaktadır. Birlikte yaĢamaya iliĢkin istatistiki bilgiler olmamakla beraber özellikle büyük
kentlerde ve üniversite öğrencileri arasında bu olguya yavaĢ yavaĢ rastlanmaktadır. Bu nedenle bu
çalıĢma konuya akademik ilgiyi çekmek, aile ve evlilik kurumunun geleceğine iliĢkin öngörülerde
bulunabilmek açısından önem taĢımaktadır. Bu bildiride evlilik dıĢı birlikte (cohabitation) yaĢama
olgusu üniversite son sınıf öğrencilerin gözünden irdelenmektedir.
KAVRAMSAL ÇERÇEVE
Son yıllarda aile ve evlilik kurumu ile ilgili önemli değiĢimlerden birisi evlilik dıĢı birlikte yaĢama
olgusudur. Birlikte yaĢama aile ve evlilik kurumunda olduğu gibi çiftlerin çevresindeki aile ve arkadaĢ
çevreleri tarafından ve resmi kurumlar tarafından kabul edilip onaylanmadıkları için tamamlanmamış
kurumdur. Evlilik dıĢı birlikler ne kadar yaygın olurlarsa olsunlar resmi yasalar veya güçlü rızaya
dayalı normlar tarafından yönetilmezler. Her toplumun içsel ve dıĢsal dinamiklerine bağlı olarak
birlikte yaĢamanın yayılımı, yaygınlığı ve algılanması da değiĢmekte, toplumlar aile, evlilik ve birlikte
yaĢamayı bu dinamikler çerçevesinde değerlendirmektedir (Nock, 1995: 74). Örneğin Ġsveç‘te birlikte
yaĢama Amerika‘dan daha fazla kalıcı olma eğilimindedir ve bu birliklerde çocuk büyütme daha
yaygındır (Rindfuss ve VandenHeuve, 1990:704). Kuzey Avrupa ve Amerika‘da da genellikle kabul
görmekteyken bazı geleneksel toplumlarda hoĢ karĢılanmayan ve aile evlilik kurumunu tehdit eden
ahlak dıĢı bir durum olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca aile üyeleri arasındaki iliĢkilerin daha güçlü
olduğu toplumlarda da ebeveynlere iliĢkin güçlü değerler yüzünden evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya da
karĢı çıkılmaktadır (Nazio, 2008: 73).
BirleĢik Devletler‘de evlilik dıĢı birlikte yaĢama evliliğe bir alternatif olmaktan ziyade evliliğe
geçiĢin bir aĢaması olarak görülmektedir. Evlenme niyetinde olan çiftler evlenme kararıyla birlikte
evleninceye kadar aynı evde yaĢama kararı da alabilirler ve böylece birlikte yaĢama evliliğe
hazırlanma süreci olarak düĢünülebilir. Ancak Lichter vd. (2006) geçmiĢ yıllardan farklı olarak birlikte
yaĢama birliklerinin evlilikle sonuçlanmak yerine çözüldüklerini belirtmektedirler. Hatta günümüzde
birlikte yaĢama ve ardından evliliğin gerçekleĢmesi yerine ardı ardına birlikte yaĢamanın (serial
cohabitation) özellikle deavantajlı gruplarda artmaya baĢladığına dikkat çekilmektedir (Lichter vd.
2010: 754). AraĢtırmacılar birlikte yaĢamayı resmi evliliğe motive edebilecek, büyük bir kararlılık ve
istikrar, evlenme isteği, ailesel baskılar ve normatif beklentiler gibi birçok faktörün varlığına iĢaret
etmektedirler ( Brown, 2004:4).
Matysiak (2009: 217) ise birlikte yaĢamanın Batı ve Kuzey ülkelerinde yayılımını daha detaylı bir
Ģekilde dört aĢamaya ayırmakta ve bu aĢamaları Ģu Ģekilde özetlemektedir: Birinci aşamada birlikte
yaĢama nadirdir ve toplumun sıra dıĢı gruplarına özgüdür. Zaman içinde daha popüler hale gelir ve
farklı sosyal tabakalardan kiĢiler birlikte yaĢamayı benimser. Yine de birlikte yaĢamanın yayılımın
ikinci aşamasında bireyler hala kısa süre birlikte yaĢarlar ve akabinde evlenirler. Zaman içinde birlikte
yaĢama evliliğin yerine almaya baĢlar: daha uzun devam eder bu artık üçüncü aĢamadır. Son olarak
dördüncü aĢamaya geçiĢ süreci tamamlandığında evlilik ve birlikte yaĢama ayırt edilemez hale gelir.
ġüphesiz birlikte yaĢamanın toplumda yaygın bir iliĢki formu haline geliĢine iliĢkin bu aĢamaların
genellenebilir evrensel bir niteliğe sahip olduğunu söylemek mümkün değildir.
2
Bildirinin kavramsal çerçevesinde geniĢ ölçüde NurĢen Adak‘ın (2012) DeğiĢen Toplumda DeğiĢen Aile kitabı
içinde yer alan ―Evlilik mi? Birlikte YaĢama mı?‖, yazısından faydalanılmıĢtır.
266
Literatürde birlikte yaĢama en yaygın olarak evliliğin habercisi, flörtün ileri aĢaması, bekârlığa
alternatif ve evliliğe alternatif olarak tanımlanmaktadır (Schimmele ve Wu , 2011: 24). Rindfuss ve
VandenHeuve (1990: 705) evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı kur yapmanın çağdaĢ uzantısı olarak
tanımlamaktadırlar. Ancak birlikte yaĢamayı tanımlamak bu kadar basit değildir. Birlikte yaĢamanın
karmaĢık ve anlaĢılması güç olan yapısı, toplumdan topluma değiĢen anlam ve görünümü onun
sınırları ve çerçevesini çizmeyi güçleĢtirmektedir. Firestone (1979: 269) birlikte yaĢamayı aĢağıdaki
Ģekilde tanımlamaktadır:
Birlikte yaşama önceleri yalnız bohem ya da aydın çevrelerinde görülen, şimdi- özellikle büyük kentte
yaşayan gençler arasında- gittikçe yaygınlaşan “birlikte yaşama” geniş bir toplumsal uygulamaya
dönüşmektedir. “Birlikte yaşama” hangi cinsten olursa olsun iki ya da daha çok eşin, süresi ilişkinin iç
dinamiklerine göre değişen yasal olmayan cinsel/arkadaşlık anlaşmasının esnek toplumsal biçimidir. Bu
eşlerin anlaşmaları kendi aralarındadır; toplum buna hiç karışmaz, çünkü anlaşmada üremenin de
üretimin de – bir eşin ekonomik bakımdan ötekine bağlılığının da- yeri yoktur. Bu esnek birlikte yaşama
biçimi birçok insanın yaşamının büyük bir kesiminde seçeceği standart bir birim olarak
yaygınlaştırılabilir.
Bu tanımda evlilik dıĢı birlikte yaĢamanın daha çok gençlerde ve kentsel bölgelerde görülen bir
olgu ve toplumdan ziyade eĢler arası bir anlaĢma olduğuna vurgu yapılmaktadır.
Bu çalıĢmada evlilik dıĢı birlikte yaĢama, toplumsal ve yasal açıdan evliliğin gerçekleĢmemiĢ
olmasına karĢın, ortak bir yaĢam alanının, evin sorumluluğunun paylaĢıldığı ve aralarında cinsel bir
yakınlığın var olduğu bir birliktelik olarak ele alınmaktadır.
ARAġTIRMA METODU VE VERĠLER
ÇalıĢmada aile ve evlilik kurumu üzerinden toplumun yeniden üretilmesini sağlamada geleceğin eĢ
adayları olarak Akdeniz Üniversitesi son sınıf öğrencileriyle yapılan saha çalıĢmasından elde edilen
veriler kullanılmıĢtır. ―Derinlemesine görüĢme tekniği‖ ile üniversiteye devam eden gençlerin evlilik
dıĢı birlikte yaĢamayı nasıl anlamlandırdıkları, evliliğe alternatif mi yoksa evliliğe hazırlık olarak mı
gördükleri ve evlilik dıĢı birlikte yaĢayanlara bakıĢ açıları değerlendirilmiĢtir.
Mayıs 2013‘te farklı fakültelerde okuyan ve farklı sosyo-ekonomik düzeye sahip yedi erkek yedi
kadın toplam on dört son sınıf öğrenciyle derinlemesine görüĢme gerçekleĢtirilmiĢtir. GeniĢ bir
coğrafyaya sahip olan Türkiye‘de aile ve evlilik kurumuna iliĢkin kültürel değer ve normlar da
çeĢitlilik göstermektedir. Bu kültürel zenginliği yakalayabilmek açısından değiĢik bölgelerden gelen
öğrencilerle görüĢme yapmaya dikkat edilmiĢtir. Toplanan veriler aĢağıdaki temalar çerçevesinde
değerlendirilmiĢtir:
Gençlerin evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı nasıl anlamlandırdıkları
Evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı evliliğe alternatif mi yoksa evliliğe hazırlık olarak mı gördükleri.
Evlilik dıĢı birlikte yaĢayanlara bakıĢ açıları.
Evlilik DıĢı Birlikte YaĢamanın Tanımlanması
Öğrencilerin çoğunluğu, birlikte yaĢamayı evlilik ile kıyaslayarak tanımlamaya çalıĢmıĢ ve
evlilikten en önemli farkının evliliğin resmi olarak onaylanmıĢ olması olduğunu belirtmiĢtir. Bazıları
imam nikahlıları da evlilik kurumu içinde kabul etmekle beraber birkaç görüĢmeci aĢağıda verilen
örnekte olduğu imam nikahıyla yaĢamayı da birlikte yaĢama olarak ele almıĢtır. Evlilik dıĢı birlikte
yaĢama bir öğrenci tarafından vaat ve sorumluluklar açısından evlilik kurumu ile kıyaslanarak evliliği
göze alamayanların tercihi olarak yorumlanmıĢtır.
…Bence yani evlilik olarak resmi nikahsız evliliklerde bence evlilik dışı birlikte yaşamaktır. Yani ben
onları da tam olarak kanuni olarak şey olmadıkları için evlilik dışı birlikte yaşama olarak görüyorum.
Eşlerin böyle nişanlıyken veya sevgili olarak ta aynı evde yaşamalarını da birlikte yaşama olarak
görüyorum. Yani o açıkçası resmi nikahsız da yok imam nikahı ile evliyiz falan filan çünkü o da zaten her
267
halukarda adamın bi yükümlülüğü yok ki alır başını gider kadın içinde aynı şey geçerli o zaman birlikte
yaşamanın aynısı…
(Edebiyat Fakültesi-Kadın)
…İki insanın mesela her konuda beraber aynı evde kalmasıdır. Ya mesela aynı evde kalıyorlardır,
kirayı beraber ödüyorlardır, alışverişi beraber yapıyorlardır ya da işte iş bölümü seklinde. İş bölümü
şeklinde de olabilir. Mesela alışverişi biri yapar temizliği biri yapar ya da mesela şeydir daha az ziyade
ya da sadece uyumak için aynı eve gidiyo da olabilirler. Ya da şöyledir bi mecburiyetten dolayı da olmuş
olabilir. Ama benim kendi kişisel kanaatim bunu duyduğum zaman ilk aklıma gelen hani iki sevgilinin
beraber yaşadığı, karı-koca gibi…
(Hukuk Fakültesi- Kadın)
…Bu evlilik dışı şey nikah dışı birliktelik bizim dinimiz karşıdır. Çünkü biz böyle bir toplumda
yetişmişiz artı biz fazla dışarıya açılmadığımız için artı demokrasinin fazla gelişmediği bir ülkede
bunların olması hoş görülmez bir yönden baktığımız için…
(Eğitim Fakültesi- Erkek)
Bence işte arada ufak bi imzanın olmadan yaşanmasıdır. Evlilik kurumundan bahsediyorum sonuçta
insanların birbirini sevmesi demek küçük bi imzadan geçiyor anlamına gelmiyor. Bunu her zaman her
zaman böyle düşünmüşümdür ben hani bizi bi arada tutan şey o küçük bir imza değildir.
(Edebiyat Fakültesi – Erkek)
...Bana göre iki insanın herhangi bir şeye bağlı olmadan ne biliyim nikahtır resmi nikahtır ve yahut
da işte dini nikahtır falan filan şeyi olmadan normal iki insanmış gibi birlikte yaşamalarıdır bana göre…
(Ziraat Faültesi – Erkek)
Eğitim ve Hukuk fakültelerinde okuyan iki erkek öğrenci ise evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı daha
çok cinsel açıdan değerlendirmiĢ ve birlikte yaĢama cinsel serbestlik ve metres tutma olarak
görülmüĢtür. Geleneksel bakıĢ çerçevesinde kadın görüĢmecilerin hiçbirisi evlilik dıĢı birlikte
yaĢamayı bu perspektifte ele almamıĢtır.
…Evlilik işi şöyle yani biraz evliliğe de karşıyım ciddi ilişkilere de karşıyım yani şey rahat insan bir
kişiyi arzuluyorsa onunla yatmalı bence bu şekilde inanıyorum bu şekilde yaşıyorum. Düzen biraz ne
bileyim aslında birazda kaos yaratabilecek bi şey hani sürekli aynı şeyi yapmak sıkar…
(Eğitim Fakültesi- Erkek)
Farklı bakışlar var mesela kimisi sevgili amacıyla kimisi metres amacıyla yani, bunun yaklaşım
tarzı… Bu farklılaşır insan arasında. Evlilik dışı birlikte yaşam daha çok bu bir metres yaşamı dediğimiz
yani halk diliyle gayri meşru bir ilişki yaşamak gibi aklıma geliyor evlilik dışı ilişki. Bu cinsel amaçla
hani direkt aklıma geliyor.
(Hukuk Fakültesi- Erkek)
Mühendislik fakültesinde okuyan bir kadın öğrenci ise evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı evlilikle
kıyaslamanın yanı sıra flört ve sevgili olmakla da kıyaslayarak ondan farklılığına dikkat çekmektedir.
Bir nevi evlilik gibi hayatlarını sürdürüyorlar ama sadece bunu bir resmiyete dökmüyorlar. Hani bu
bi flört gibi değil aslında bi sevgililik gibi değil onlarda bi hayatı paylaşıyor beraber ama daha çok bi
resmiyete dökmüyorlar. Bu da herkesin kendi tercihi diye düşünüyorum yani.
(Mühendislik Fakültesi – Kadın)
Birlikte yaĢamanın tanımlanması evlilik, flört ve sevgili olmak gibi diğer çiftler arası iliĢkilere
benzerlik ve farklılıkları çerçevesinde gerçekleĢmiĢ, toplumsal ve resmi bir tanınma dıĢında diğer
özellikleriyle evliliğe daha benzer görülmüĢtür.
Evlilik DıĢı Birlikte YaĢama ve Evliliğe Hazırlık
BoĢanmaların arttığı pek çok günümüz toplumunda acaba evlilik öncesi birlikte yaĢama bir evlilik
denemesi olarak evliliği güçlendirerek çiftleri evliliğe hazırlar mı sorusunu akla getirmektedir.
GörüĢmecilerin konuya iliĢkin görüĢleri üç kategori oluĢturmuĢtur. Bir kısmı evlilik öncesi birlikte
268
yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayarak evliliği güçlendirdiğini belirtirken bir kısmı ise buna karĢı
çıkarak çiftleri evliliğe hazırlamayacağını iddia etmiĢtir. Son grup görüĢmeci ise evlilik öncesi birlikte
yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamamasının çiftlerin kiĢisel özelliklerine bağlı olduğunu
ifade etmiĢlerdir. Birlikte yaĢamanın evliliğe hazırladığını düĢünen görüĢmecilerin düĢünceleri
incelendiğinde aslında çocuk sahibi olmak dıĢında evlilik ile birlikte yaĢamak arasında önemli bir
farkın olmadığı belirtilerek bu sürecin çiftlerin birbirini fiziksel, ruhsal ve cinsel açıdan daha yakından
tanımalarına fırsat sağladığına vurgu yapılmaktadır. Ayrıca bu sürecin çiftleri evlendiklerinde
üstlenecekleri eĢlikle ilgili rol ve sorumluluklara da hazırladığı bu nedenle de boĢanmaların
azalmasına katkı sağlayacağı ifade edilmektedir.
…Evliliğe bi ön aşama oluyor sadece Bunun sonucunda da daha iyi kararlar almamızı sağlıyor
birbirimizi daha iyi tanıyarak Yani evliliğe de gitmeyebilir evliliğe de gidebilir…
(Ziraat Fakültesi – Erkek)
…İnsanlar hem fiziksel olarak birbirlerini tanıyorlar hem yaşam olarak birbirlerini tanıyorlar. Belki
ben bu insanla yapamıycam diyo ya ben bunla ne bileyim o süreç bence insan için gerekli kesinlikle
gerekli dışarı da gördüğün herkesle bir arada olan insanla evde ömrünü geçireceğin insanla kesinlikle
bir olamaz…Evliliğe bir şekilde hazırlıyor hem bedenen hem sosyal hayat olarak hazırlıyor mesela
erkeklerin hiç bilmediği şeyler oluyor ne bileyim pazara gitmek gibi ya da eş için bi kadın için bi şey
almak gibi bunları öğreniyorlar erkek kadın içinde aynı şey geçerli bi kadın için zaten direk evlenmek çok
şey bi şey yani özellikle hiç bi şey tanımayan hiç bi şey bilmeyen bi kadın için korkunç bi şey bence…
(Edebiyat Fakültesi – Kadın)
…Hazırlar kesinlikle. Hazırlar aslında bence o sosyal baskı olmasa hani evlilikle birlikte yaşama
arasında hiçbir fark yok ama evlendikten sonra işte ya zaten birlikte yaşayanlar aynı şeyi yapıyorlar
çocuk sahibi üniversitede çocuk sahibi olma konusuna şey değiller ama birlikte yemek yapma beraber
alışveriş etme bulaşığıymış ya üniversite öğrencileri de zaten ellerinde ki parayı birlikte paylaşıyorlar. O
ev için ne yapılacaksa kirasıymış harcamasıymış her şey birlikte aynı şekilde ilerliyo bi tek birlikte
yaşamakta bence ayrı olan şey hani resmi nikahlı olmayanlardan ayrı çocuk konusuna sıcak
bakmamaları. Evliliğin evlilikle işte birlikte yaşama arasında fark…
(Edebiyat Fakültesi-Kadın)
…Evet hazırlar inanıyorum ona birlikte yaşamak kısmen insan aslında evli gibisinizdir de yani ufak
tefek pürüzleri bu da genelde etraftaki sesleri kısmak içindir yani evli… Çünkü bi insanı kısa sürede
tanıyıp ta evlendiğin zaman bambaşka huyları oluyor yani size çok basit yalanlarda söyleyebilir 5-6 ay
ama 3-4 yıllık 5 yıllık bi ilişkiniz varsa artık siz onu tanıyorsunuzdur. Siz artık bir bütünsünüzdür hemen
hemen birbirinizin parçalarını o zamana kadar tamamlamışsınız ve tamamlamaya da devam ediyorsunuz.
Ama kısa bir sürede yapılan evliliklerde kesinlikle bu olmuyo adam ya da kadın bambaşka kişilikmiş
yani…
(Edebiyat Fakültesi – Erkek)
...Bence belki de boşanma oranlarının düşeceğini düşünüyorum ben yani çünkü bi deneme sürecidir
birlikte yaşamak. Evliliğin giderleri olur ya da gitmemesi gerekir çiftler bu şekilde karar verebilirler bi
süre birlikte yaşadıktan sonra „evet biz oluruz, devam edebiliriz „ ya da „olmayız „ diye. Bence denemek
gerekebilir…
(Edebiyat Fakültesi-Kadın)
Evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlamadığını ileri sürenler ise bu sürecin
evliliğe hazırlamadığını çünkü eğer evliliğe hazırlıyor olsaydı evliliklerin azalma değil artma
eğiliminde olması gerektiğini belirterek birlikte yaĢamanın evlilikten çok farklı olmadığını o nedenle
çiftleri evliliğe yönlendirmediğini ifade etmiĢlerdir. Bu görüĢü paylaĢan bir erkek görüĢmeci eğer
evlenecek olursa da daha önce birlikte yaĢamadığı birisiyle evlenmeyi tercih edeceğini belirtmiĢtir.
…Hazırlamaz yani bana göre ters şu anda. Yani hazırladığını düşünmüyorum. Belki cinsel konularda
hani bi erkeğin, kızın daha rahat hissedeceği bi şey . Bilmiyorum ama yani değil… Bence bu tarz böyle
birlikte yaşamak, kız-erkek bir arada yaşamak o kadar mevcut ki ama evlilikler mesela azalıyo. Ne bilim
sağlam değil artık mesela günümüzde ayrılma meselesi daha fazla. Ama eskiden olsa böyle miydi, değildi.
Bence bu rahatlıktan kaynaklanıyo artık …
269
(Eğitim Fakültesi- Kadın)
…Hazırlamaz yani birlikte olduğum herhangi bir kadınla bile evlenmeyi düşünmedim. Aslında daha
çok şöyle bir şeyde o farklılık mesela yani eğer bir şey olacaksa daha önce yaşamadığım bi kişiyle daha
çok tercih ederim…
(Eğitim Fakültesi- Erkek)
…Hazırlamaz. Şahsen ben şimdi üç yıldır üniversitedeyim işte kız arkadaşımla çıkıyoruz gayet
samimiyiz hiç evlilik bile aramızda geçmedi yani. Çünkü biz rahatız her şey yani o kağıda bağlı değil
yani. Birlikte mutluyuz. Bunu yürütebiliriz 10 yıl 20 yılda yürütebiliriz yani illaki o kağıda bağımlı değiliz
yani. Olmayabilir yani bizim için...
(Eğitim Fakültesi- Erkek)
…Hayır bence onlardaaslında evli gibiler yani onlarda bi hayatı paylaşıyorlar o yüzden de evliliğe
hazırlamaz çünkü zaten evli gibi yaşıyorlar sonrasında birlikte yaşayıp yaşayıp sonra evlenmek ya o da
olabilir…
(Mühendislik Fakültesi – Kadın)
Birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamamasının göreceli bir durum olduğunu ve bu
durumun bireylerin kiĢisel ve sosyo-kültürel çevrelerine bağlı olduğunu vurgulayan üçüncü grup
görüĢmeci ise kiĢilerin evlilik öncesi ve evlilik sonrası tutum ve davranıĢlarının değiĢebileceği ve
birlikte yaĢarken bireylerin birbirilerine kendilerini tam olarak ortaya koymadıkları daha çok olumlu
taraflarını göstererek olumsuz yönlerini gizleyebildiklerini vurgulamıĢlardır. Böyle durumda da
çiftlerin gerçek anlamda birbirlerini tanıyarak eĢ olarak uygun kiĢi olup olmadıklarına karar vermenin
güç olduğu belirtilmiĢtir. Evlilik kiĢilerin hayatında pek çok Ģeyin değiĢmesine neden olmaktadır. Bu
nedenle evlilikle beraber bireyler de yeni duruma ayak uydurabilmek için değiĢmektedir.
…Yani bu göreceli diye düşünüyorum. Her insanın kendi şeyine kalmış bişey hani bunu bu evlilik dışı
birlikte yaşama ya da isteyebilir buna başlayabilir…
(Ziraat Fakültesi – Erkek)
…Belki olabilir, birkaç gün. Süreyi çok uzatmadan, 6 ay 7 ay 1 yıl 2 yıl değil de belki 3- 5 gün
insanların birbirini daha iyi tanıması açısından belki birkaç gün birlikte yaşanılabilir.
(Turizm Fakültesi-Erkek)
…Aslında hem hazırlayabilir hem hazırlamayabilir. Evlenince insanların değiştiğine inanıyorum ben.
Belki birlikte yaşarken kendini göstermez hani gerçek yüzünü göstermese de evlenince yani resmi bi şey
olunca kendini daha rahat gösteriyor…
(Eğitim Fakültesi- Kadın)
…Bu insana bağlı bence hani tamam birlikte yaşarsınız sonradan hiç ummadığın insan çıkar
karşınıza bir insanoğlunun bu dört duvar arasında tanırsınız hani bence değişiyor yani hani…
(Ġ.Ġ.B.F. – Kadın)
…Belli bir süreci birlikte yaşadığınız zaman kendisini tanırsınız hani o yönden belki iyi bir şeydir
diyebilirsin hani evlenmek amacıyla ama hani ayrı evlilik dışı ayrı bir birlikte ev tutma, birlikte bir süre
çalışma gibi şey yanlıştır.
(Hukuk Fakültesi- Erkek)
Kesinlikle öyle olduğuna inanıyorum ve şey yani hani bizim toplumsal yapımızda insanlar klişedir
hep, yani benim kişisel kanaatim… Erkekleri kadınlar sevgililik evresinde, sevgili olamayanlar nişanlılık
evresinde şu düşüncede işte „naz yapim, niyaz yapim, hani onu elimde oynatim, şunu yapim, çiçek
aldırim, bunu yapim‟ hep böyle yaklaşıyorlar. Sonra erkekler de „aha! Bitti evlendik şimdi benim
dediğim olur‟ böyle olmaması lazım bunlardan arındırılıp insanların birbirlerini gerçekten tanıması
lazım hani mesela en güzel evlilik de odur benim kendi şahsi fikri kanaatim…
(Hukuk Fakültesi- Kadın)
Rahat bir ortam sağlıyor ve insanı gerçekten tanımayı sağlıyor ama evlilikle, birlikte yaşamak
kesinlikle farklı. Çünkü evlendikten sonra özellikle ben erkeklerin değiştiğini düşünüyorum çünkü
270
annesinin yanında farklı dayısının yanında farklı işte evlendikten sonra olması gereken aslında buymuş
gibi işte el ele tutuşmamak masada ayrı ayrı yerlerde oturmak gibi değişik şeyler oluyor.
(Edebiyat Fakültesi – Kadın)
Evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamadığı konusu diğer
toplumlarda olduğu gibi oldukça muğlak görünmektedir. GörüĢmecilerin bir kısmı hazırladığını bir
kısmı hazırlamadığını belirtirken bir kısmı da kararsız gözükmektedir.
Evlilik DıĢı Birlikte YaĢamaya BakıĢ
AraĢtırmaya katılan görüĢmecilerin tamamı toplumun birlikte yaĢama konusundaki genel
eğiliminin olumsuz ve kabul edilemez bir durum olduğunu belirtmiĢtir. Bazı görüĢmeciler kendi
ailelerinin ve arkadaĢlarının aslında birlikte yaĢamaya karĢı olmadıklarını ama toplumda kabul gören
bir yaĢam tarzı olmadığı için böyle bir duruma izin vermeyeceklerini ifade etmiĢlerdir. Coğrafyasal
açıdan Türkiye‘nin daha geleneksel bölgelerinde hem dini hem de toplumsal değerlerin birlikte
yaĢamaya izin vermeyeceğini ancak Antalya gibi turistik bölgelerde ve Batı Anadolu‘da görece daha
az tepkiyle karĢılanabileceği vurgulanmıĢtır.
…Arkadaşlarımın kesinlikle tepki vereceğini düşünmüyorum hatta kendi adlarına da benim adıma da
sevinirler ama yani bunu akraba toplumuna akrabaya dışarıya anlatamam. Şöyle bazen düşündüğümde
ailemin de hani birlikte yaşamaya karşı çıkmıycağını düşünüyorum ama çünkü bizim ailemizde üniversite
mezunları üniversite okuyan kalabalık bi aileyiz ama dışarıya karşı ben senin için demem ama böyle
duyulursa bizim için kötü olur diyip karşı çıkarlar. Kendi kafalarında böyle bir şey olduğu için değil dış
baskıdan dolayı…
(Edebiyat Fakültesi – Kadın)
…Bizim toplumumuzda, Türkiye‟yi düşünürsek kabul edilmiyo bence de dediğim gibi bi Avrupa‟yı
düşününce kabul edilebilir bence bilmiyorum.Çok Avrupa‟nın etnik yapısnı da bilmiyorum. Aile baskısı
vardır. Benim için din vardır. O tarz şeyler de olabilir. Yasallık biraz da sağlamlaştırma ya belki de o
yüzden o da olabilir yani.
(Eğitim Fakültesi- Kadın)
…Ya Adana‟da yok böyle şeyler. Çok kalabalık bi şehir ama böyle Nasıl anlatsam böyle daha bi
Tuhaf insanlar mesela buranın. Yabancılar çok geliyor, deniz kıyısı var, turist çok geliyo, insanlar burda
çok rahat ve halkın arasına geçmiş, bu benim kendi kişisel gözlemim. Adana birazcık daha böyle
geleneksel. Mesela bizde hani sevgili ilişkileri felan bu kadar rahat bile yaşanmaz birlikte olmayı
geçtim…
(Hukuk Fakültesi- Kadın)
GörüĢmecilerin önemli kısmı, toplumun birlikte yaĢamaya iliĢkin tavrının zaman içerisinde
değiĢeceğini iddia etmiĢtir. Bu değiĢime televizyon ve internet gibi teknolojik girdilerin katkı sunacağı
ve belki de gelecek nesillerin birlikte yaĢamaya hoĢgörüyle bakabileceği vurgulanmıĢtır.
…Kabul edilemez. Bir toplum kendi kabuğunun içinde sürekli büyüdüğümüz için kendi kabuklarımızı
kıramadığımızdan dolayı çok negatif bakılıyor hani yavaş yavaş artık mesela eski Türkiye ile şimdiki
Türkiye arasında baya bir fark var yavaş yavaş açılıyor ama şimdilik hiç görmedim şahsen hani birlikte
yaşamayı hiçbir anne baba olumlu yaklaştığını hiç görmedim…
(Ġ.Ġ.B.F.-Kadın)
…Ben şey düşünürüm arada böyle hani Bizim çocuklarımızın çocukları bu kaç sene gerekli
önümüzdeki kaç sene bilemem bi 70 bi 80 diyebiliriz bunu. Çünkü bizim babalarımız bu konuyu kendi
aralarında dahi konuşmadılar gizli dedelerimiz gölgelerine dahi itiraf etmediler. Bugün biz artık az olsa
da bazı ortamlarda dile getirebiliyoruz. Benim çocuğum olacaksa misal inşallah olmaz. O arkadaşları
arasında rahat konuşabilecek ve onun çocuğu artık uygulayabilecek diye düşünüyorum. Tabi bu süreçte
neler olur dünyada. Mesela bi dünya savaşı çıkar, düzen değişebilir, insanlar korkutulabilir ya dinler
bizim mesela ülkemizde ki mesela az çok görür yani dine eğilim bi artış var. İnsanlar çoğunluktan çekinir
bir nevi. Onların etkisi olmasa belli bir süreden sonra çok rahatça yaşanılabilir, uygulanabilinir…
(Eğitim Fakültesi- Erkek)
271
…Biz hani biraz daha hani hem inanç olarak, hem kültürel olarak bizim geldiğimiz bellidir. Hem
inancımız buna müsaade etmez hem de toplum yapımız… Biz hazırlıklı değiliz bu şeye. Ama hani ilerde
olabilir mi olabilir. Çünkü hani şu an görebiliyoruz ve özellikle teknolojinin bizim alana, yaşam alanına
girmesiyle birlikte artık insan her şeyle irtibata girebiliyor, özellikle bu internet ağları falan bizim her
şeyle irtibat sağlamamızı sağlıyorlar. Bir de bu hani küçük çocuklara empoze edildiği için bu yozlaşıyor
yani, ilerde yani olabilir. Ve toplum da bunu kabul edecektir ama şu an biz ona hazırlıklı değiliz diye
düşünebiliyorum; ama ileride bu olabilir…
(Hukuk Fakültesi- Erkek)
…Çok kabul edilebilinir değil ama artık yani pek fazla şey yapılmamaya başlanıyor hani
yadırgamıyoruz artık belki birlikte yaşayanları eskiye nazaran eskiden hani çok fazla yadırganıyordu…
(Mühendislik Fakültesi – Kadın)
Eskiden değildi ama artık bence kabul edilmeye başladı. Yani insanlar birazcık sıcak bakıyorlar ama
kesinlikle Antalya‟nın bazı şeylerinde bunlar yadırganmıyolar. Bi Lara‟da bi de mesela ben
Şarampol‟den geçenlerde bi ev tuttum bunu sordu yani ev sahibim hani „erkek arkadaşın var mı, birlikte
böyle şey söz konusu değil de mi?‟ Çünkü Şarampol böyle birazcık daha kırsal kesim oluyo tabi ki yani
bunlar hala belli yerlerde belli bölgelerde devam ediyor.
(Edebiyat Fakültesi – Kadın)
…Kabul edilemez bişey. Çünkü insanlara ters geliyor. Hani arada herhangi bir bağ olmadıktan
sonra şey olmuş bi bağ resmileşmiş ve yahutta Toplumun adetlerine göreneklerine işte dediğim gibi
Örfüne ters geliyor. Dolayısıyla böyle bişey kabul edilmiyor…
(Ziraat Fakültesi – Erkek)
…Bizim Türk toplumu hani böyle durumlara şey değil daha kendi çevrende olsa başka bi ortama
girdiğin zaman ka iyi karşılanmayabilir böyle durumlar mesela ben doğuya gitsem doğuda böyle bi
durum olsa herhalde dışlanma gibi bişeyler olabilir kötü bak gözle bakılma gibi durumlar olabilir bana
olmasa da partnerime olabilir…
(Ziraat Fakültesi – Erkek)
AraĢtırma verileri çok net bir Ģekilde birlikte yaĢamaya iliĢkin toplumsal algının olumsuz
olduğunu ortaya koymaktadır. GörüĢmecilerin tamamı bu görüĢü belirtmesine karĢın uzun dönemde
bu algılamanın ve konuya iliĢkin uygulamaların değiĢebileceği inancını da taĢımaktadır.
DEĞERLENDĠRME VE SONUÇ
Evlilik dıĢı birlikte yaĢama, aile ve evlilik literatüründe evliliğe alternatif bir yaĢam tarzı olarak,
evliliğin habercisi ya da evlilik denemesi olarak ele alındığı gibi evliliğe bir hazırlık süreci olarak da
değerlendirilmektedir. Evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya iliĢkin bu tanımlamalar toplumların aile ve evlilik
kurumuna atfettiği değer ve normlarına, gelenek ve göreneklerine göre Ģekillenmektedir.
AraĢtırma sonuçlarına göre evlilik dıĢı birlikte yaĢama öğrenciler tarafından evliliğin
resmileĢmemiĢ gayri meĢru bir görünümü (Bir örnekte metres benzetmesi yapılmıĢ), toplum tarafından
onaylanmamıĢ hali olarak tanımlanarak evlilikle benzerliğine dikkat çekilmiĢtir. Birkaç erkek öğrenci
ise birlikte yaĢayan çiftler arasında cinselliğin daha serbest yaĢandığına vurgu yapmıĢtır.
Evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamadığı konusunda ise üç farklı
görüĢ ortaya çıkmıĢtır: Birinci grup bu süreçte çiftlerin birbirini tanıması nedeniyle
hazırlayabileceğini, ikinci grup evliliklerin azalması ve boĢanmaların artması nedeniyle evliliğe
hazırlamadığını, son grup ise çiftlerin içinde bulundukları kiĢisel ve sosyo-kültürel koĢullara bağlı
olarak bunun değiĢebileceğini belirtmiĢtir.
AraĢtırmada görüĢmeye katılanların tamamı evlilik dıĢı birlikte yaĢamanın toplumun geneli
açısından kabul edilemez bir durum olduğunu ve toplumun örf ve adetlerine uygun olmadığını
belirtmiĢtir. Ancak pek çok görüĢmeci bu durumun zaman içinde değiĢeceğini ve yavaĢ yavaĢ
toplumda birlikte yaĢayan çiftlere rastladıklarını, teknolojik geliĢmelerin de buna katkı sağlayabileceği
vurgulanmıĢtır. Bu bağlamda birlikte yaĢama kavramsal kısımda Matysiak, A. (2009) belirttiği
272
aĢamalardan ilk aĢamaya yani toplumda nadir görülen sıra dıĢı gruplarına özgü bir olgu olarak ortaya
çıkmaktadır.
Üniversite gençlerinin ebeveynlerine ve toplumun geneline göre evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya daha
olumlu yaklaĢtıkları gözlenen bu çalıĢmada birlikte yaĢamaya iliĢkin küçük bir resim sunulmaya
çalıĢılmıĢtır. Türkiye‘de evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya iliĢkin yeterli akademik çalıĢma ve istatistik
bulunmamaktadır. Bu çalıĢmada nitel veriler aracılığıyla evlilik dıĢı birlikte yaĢama konusuna bir giriĢ
yapılmaya çalıĢılmıĢtır. Ancak örneklemin sınırlı oluĢu konuya iliĢkin genellemelerde bulunmayı
güçleĢtirmektedir. Ġleride daha geniĢ örneklemli ve daha kapsamlı çalıĢmaların yapılması konunun
derinliğine anlaĢılması ve analiz edilmesi için önem taĢımaktadır.
KAYNAKÇA
Adak, N. (2012). ―Evlilik mi? Birlikte YaĢama mı?‖, DeğiĢen Toplumda DeğiĢen Aile, Editör: NurĢen
Adak, Siyasal Kitabevi, Ankara, 221-246
Brown, S. L. (2004). ―Moving from cohabitation to marriage: effects on relationship quality‖, Social
Science Research, 33, 1–19
Firestone, S. (1997) Cinselliğin Diyalektiği. Çeviren Yurdanur Sağlam, Payel Yayınevi, Ġstanbul
Lichter, D. T., Qian, Z., Mellott, L. (2006). ― Marriage or dissolution? Union transitions among poor
cohabiting women‖, Demography 43, 223– 240.
Lichter, D., Turner, R., Sassler, S. (2010). ―National estimates of the rise in serial cohabitation‖,
Social Science Research 39: 754–765
Matysiak, A. (2009). ―Is Poland Really ―immune‖ to the Spread of Cohabitation?‖, Demographic
Research,21: 215-234 DOI: 10.4054/DemRes.2009.21.8
Nazio, T. (2008).Cohabition, Family and Society. Routledge
Nock, S.L. (1995). ―A comparison of marriages and cohabiting relationships‖, Journal of Family
Issues16:53–76.
Rindfuss, R., VandenHeuvel, A. (1990). ―A Precursor to Marriage or an Alternative to Being
Single?‖, Population and Development Review, 16 (4): 703-726
Schimmele, C., Wu, Z. (2011). ―Cohabitation and social engagement‖, Canadian Studies in
Population,38 (3–4): 23–36
273
274
DENĠZLĠ ĠLĠNDE ARTAN BOġANMA ORANLARININ NEDENLERĠNĠN
SOSYOLOJĠK ANALĠZĠ
Türkan Erdoğan1
1. Toplumsal Açıdan BoĢanma
YetiĢkin kadın ve erkeğin yasal geçerliliği olan belirli hak ve yükümlülükleri beraberinde getiren
bir sözleĢme temelinde gerçekleĢtirdikleri evliliğin psikolojik, sosyal, ekonomik faktörlere bağlı olarak
hukuki bir kararla sona erdirilmesi olarak tanımlanmaktadır (Marshall,2005:23-35). Diğer bir tanıma
göre boĢanma, ailenin fonksiyonlarını yerine getirememesi ve ailenin parçalanmasıdır
(Timur,1982:38-42;Gönen,1993:45). Evlilik iliĢkisinde bireysel gereksinim ve beklentilerin
karĢılanmaması, eĢler arasındaki etkileĢim, paylaĢım ve sosyal iliĢkilerin hoĢgörü sınırlarını aĢacak
düzeyde bozulması gibi nedenler eĢlerden biri veya her ikisi üzerinde stres veya kaygılara neden
olmaktadır. Bu stres, kaygı ve korkular baĢlangıçta aile içinde çeĢitli uyum çabaları ile giderilmeye
çalıĢılmaktadır. ĠliĢkiyi sürdürme ve evliliği korumaya yönelik bu uyum çabalarında baĢarısız
kalındığında boĢanma gerçekleĢmektedir (Özgüven, 2001: 309). Bu süreç, evliliğin çekiciliğinin yerini
evlilik dıĢı çekiciliklerin aldığı bir süreçtir. ĠliĢkinin baĢlangıç aĢamasında evlilikten sağlanması
düĢünülen kazançlar, boĢanma sürecinde evlilik sonrasında elde edilecek kazançlarla yer
değiĢtirmiĢtir. ġu halde boĢanma, eĢlerin beklentilerinin, umutlarının radikal bir dönüĢüme uğradığı bir
sürece karĢılık gelmekte, eĢlerin gündeminde hep bir olasılık olarak görülmektedir (Ay,2000:64-66;
Özkan,1989:20;Yıldırım, 2001:22).
Son 10 yılda yapılan boĢanma araĢtırmaları farklı geliĢmiĢlik düzeyine sahip olan toplumlarda
boĢanmanın kaygı verici bir düzeyde olduğunu göstermektedir. Bu araĢtırmalarda görüldüğü üzere
boĢanma sadece erkek ve kadın arasındaki sorunların bir sonucu olarak değil değiĢen sosyo-ekonomik,
hukuki ve siyasi yapıyla iliĢkili olarak açıklanmaktadır. Dallos (1990:385) boĢanmayı kadının sosyal
yapıda değiĢen konumuyla açıklamıĢtır. Endüstriyel dönem öncesinde feodal dönemde kadının evdeki
üretici rolü ön planda olmuĢ, evin idaresine ek olarak bazı ihtiyaçların karĢılanmasında kadın öncelikli
roller üstlenmiĢtir. Kadının edilgin konumu nedeniyle bu sistem içinde erkeğin yardımcısı olarak
değerlendirilmiĢtir. Fakat endüstri devrimi ve sonrasında ortaya çıkan yeni olanaklarla birlikte Ergil‘in
de belirttiği gibi (1994:35-37) kadın eğitim fırsatlarından daha fazla yararlanmaya baĢlamıĢtır. Bu
Ģekilde kiĢisel geliĢimine daha fazla zaman ayırabilmiĢtir. Hala ve Scraton (1990:460-498) ekonomik,
sosyal ve teknolojik alandaki değiĢimlerin bir anlamda toplumların düĢünsel geliĢimini ifade ettiğini,
dolayısıyla bu ortamda kiĢisel haklar, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlardaki cinsiyete dayalı
eĢitsizliklerin de sorgulandığını; Greenstein ve Davis (2006:253-279) bu tarz sorgulamaların
yaygınlaĢmasının düĢünsel zemininin feminizm olduğunu söylemiĢtir.
Kadın istihdamındaki artıĢ kadınların ekonomik olarak özgür olmalarını ve kendi yaĢamlarının
kontrolünü göreli olarak kendilerinin yönetmesine yardımcı olmuĢtur. Sadece ekonomik alanda değil
sosyal yaĢam alanındaki kadınların farklı aktivitelerde kendilerini var etme çabaları ailenin yapısında
değiĢimlere yol açmıĢtır. Kadının sosyo-ekonomik alandaki statüsündeki farklılaĢma aileye özgü
geleneksel değerlerin belli ölçüde değiĢtiğini göstermektedir. Söz konusu değiĢimde kitle iletiĢim
araçlarının ve eğitimin bireysel ve toplumsal yaĢamda öneminin artmasının etkisi büyük olmuĢtur
Aile, erkeğin baba ve koca olarak kayıtsız Ģartsız otoritesiyle yönettiği bir ünite olmaktan göreli
olarak uzaklaĢmıĢtır. EĢit haklar savunulmuĢ, evlilik iliĢkilerinde spontanlık ve karĢılıklı bağımlılık
kavramları tartıĢılmıĢ, bağımlılık yerine bağlılık kavramı cazip gelmiĢtir. Bu da boĢanmaya yönelik
stigmanın değiĢmesine yol açmıĢtır. (Arıkan,1990:25-27). Aile hayatı sevgi ve duyguya dayalı,
bireyciliğin hakim olduğu bir iliĢkiye dönüĢtürmüĢtür. Evlilikler doyum sağlayan iliĢkiler
çerçevesinde daha sağlam kararlarla biçimlendirilmeye baĢlanmıĢtır (Anthony Giddens, 1993‘dan akt.
Demircioğlu,2000:52).
1
Doç. Dr., Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
[email protected]
275
Evlilik iliĢkisindeki, değerlerdeki genel olarak ailenin yapısal ve iĢlevsel değiĢimlerinin bir sonucu
olan boĢanma, gerek ailenin bütünlüğüne yönelik bir tehdit olarak algılansın gerekse bireylerin daha
fazla zarar görmemesi açısından kabul edilebilir bir durum olarak algılansın günümüz toplumlarında
sosyo-kültürel değiĢimlerin etkisiyle giderek artan bir sorundur. BoĢanma öncesi ve sonrası sürecin
bireysel ve toplumsal alandaki yansımaları, sorunun sosyolojik boyutuna vurgu yapmaktadır. EĢler
arasındaki iliĢki, eĢlerin ve toplumun değiĢen koĢullarından etkilenmektedir. Örneğin, kadınların
eğitim düzeyinin yükselmesi, çalıĢma yaĢamına katılma oranının artması, evlilik yaĢının eğitim ve
çalıĢma durumu ile iliĢkili olmakla birlikte özellikle kadınlarda yükselmesi, flört iliĢkisinin bazı
koĢullarda kabulünün yaygınlaĢması, diğer yandan evlilik çatıĢmaları, boĢanma oranlarındaki artıĢ gibi
faktörlerin evliliğin istenirliğini azaltacağına yönelik yaygın bir görüĢ söz konusudur.
2. Türkiye‟de BoĢanma Sorununun Değerlendirilmesi
Türkiye‘de boĢanma oranları geliĢmiĢ ülkelerden daha düĢük olsa da sosyo-kültürel ve ekonomik
alanlarda yaĢanan dönüĢüm dikkate alındığında gelecekte boĢanma oranlarının artacağı tahmin
edilmektedir. Türkiye‘de modernleĢme ile baĢlayan toplumsal değiĢme süreciyle evlilikler daha esnek
kurallara bağlanmaya baĢlamıĢtır.
Türkiye‘de geleneksel değerlerin çözülmeye baĢlamasıyla çocuğun varlığı, evlilikleri sürdürmek
için yeterli olmamaktadır. Modern yaĢam dinamikleri, psiko-sosyal doyumun belirleyici olduğu
evlilikleri ön plana çıkarmıĢtır. GeliĢmiĢ ülkelerde sıklıkla gözlemlenen nikahsız birlikte yaĢamalar,
evlilik dıĢı çocuklar yeni yaĢam tarzları da Türkiye‘de son yıllarda yaygınlaĢmaya baĢlamıĢtır.
Bununla birlikte, toplumsal değiĢmenin aile kurumu üzerindeki etkisini, Türkiye‘de her kesimde aynı
Ģekilde görüldüğünü söylemek de yanlıĢ olacaktır. Türkiye‘de belli kesimlerde modern yaĢama özgü
yeni durumların ortaya çıktığı görülse de feodal kültürün belli oranda varlığını sürdürdüğü bazı
bölgelerde evlenme ve boĢanma olgularında geleneksel kuralların etkisinin hala devam ettiği
görülmektedir (Aydın ve Baran, 2010:117-126).
BoĢanma oranı açısından Türkiye (yıla göre boĢanma oranı, binde 0.05) dünya ülkeleri arasında en
alt sıralarda yer almakta ve bu oran henüz batılı ülkeler seviyesinin (yıla göre boĢanma oranı, binde
4.7) çok gerisinde olmakla beraber; toplumdaki hızlı dönüĢümün, tüm kurumları olduğu gibi aile
kurumunu da etkileyeceği ve bu oranın gelecekte artıĢ göstereceği açıktır (Özen,1998:2). Tüm bu
oranlara dayalı olarak, boĢanmanın, çocuklar üzerinde ne gibi etkiler yaratabileceği, son yıllardaki
araĢtırmalarda derinlemesine incelenmeye baĢlanmıĢtır
Eurostat‘ın verilerine göre Türkiye‘de boĢanma oranlarının diğer ülkelere göre düĢük olduğu
görülmektedir. AB ülkelerinde kaba boĢanma oranı binde 2.1 iken Türkiye‘de 2007 yılında kaba
boĢanma oranının binde 1.3 ile dünyanın bir çok ülkesinden daha düĢük olması dikkat çekicidir.
Türkiye‘de özellikle son on yıldaki oranlar, boĢanmanın toplumumuz için sosyal problem olabilecek
bir düzeyde seyrettiğini göstermektedir. 1990‘lı yıllarda yavaĢ yavaĢ artıĢ gösteren boĢanma oranı
2000-2010 tarihleri arasında düzenli bir artıĢ Ģekline dönüĢmüĢ ve toplumu tehdit eder hale gelmiĢtir
(BaĢbakanlık Aile ve Sosyal AraĢtırmalar Genel Müdürlüğü, 2009; TÜĠK, 2011). BoĢanma oranı
açısından Türkiye (yıla göre boĢanma oranı, binde 0.05) dünya ülkeleri arasında en alt sıralarda yer
almakta ve bu oran henüz batılı ülkeler seviyesinin (yıla göre boĢanma oranı, binde 4.7) çok gerisinde
olmakla beraber; toplumdaki hızlı dönüĢümün, tüm kurumları olduğu gibi aile kurumunu da
etkileyeceği ve bu oranın gelecekte artıĢ göstereceği açıktır (Özen,1998:2). Bu durum, Türkiye‘de
boĢanma oranlarının AB ülkelerinde olduğundan düĢük olmasının nedenini, geleneksel değerlerin
bütünüyle çözülmemiĢ olmasıyla, sağlam aile değerleriyle, dini inançların etkili olmasıyla
açıklanmıĢtır. Aile bağlarının sağlamlığı, Türkiye‘de aile yapısını kuvvetlendirmiĢtir. Türk ailesi,
geleneksel töre ve inançların etkisi altında bağlarını korurken, toplumun var olan düzeni içerisinde
yürümesi görevini de üstlenmiĢtir. Türkiye‘deki aile yapının temel özelliği, evlilik sürelerinin uzun
ömürlü olmasıdır. Yapılan araĢtırmalarda evliliklerin %93‘ü birinci evliliklerin, %4‘ü ikinci
evliliklerin devam ettiğini, geri kalan oranların ise üçüncü ve dördüncü evlilikleri içerdiğini
göstermektedir (Evlenme Ġstatistikleri,2000).
Türkiye‘de 4 Ekim 1926‘da yürürlüğe giren Medeni Kanun, eĢlerin kayıtsız Ģartsız ayrılıkları ile
sonuçlanan boĢanmaları kabul etmektedir. Bununla birlikte yargıçlara, eĢlerin boĢanmadan önce belirli
bir süre ayrı yaĢamalarına karar verebilme yetkisi de verilmiĢtir. Türkiye‘nin sosyo-ekonomik
276
geliĢimiyle birlikte sosyal yaĢamında da meydana gelen değiĢmeler, boĢanma kanunu ve medeni
kanunun yeniden gözden geçirilmesini zorunluluk haline getirmiĢtir. Bu amaçla 1988 yılında
yürürlüğe giren 3444 sayılı BoĢanma Kanunu, çiftlerin boĢanmasına kolaylık sağlamıĢtır. 1998‘de
Ailenin Korunmasına yönelik çıkarılan 4320 sayılı Kanunla ailedeki bireyler yasal olarak korunma
altına alınmıĢ;2001 yılında ise Medeni Kanun, gözden geçirilerek günün Ģartlarına uygun hale
getirilmiĢtir. Ayrıca, 2003 yılında 4787 sayılı Kanunla Aile Mahkemeleri kurulmuĢtur. Buna göre,
Aile Mahkemelerinde tek hakim görev yapacak, bunun yanı sıra sosyal hizmet uzmanı, psikolog ve
pedagog bulanacaktır (Ailenin Korunması Kanunu, 1998; Medeni Kanun DeğiĢikliği, 2001;Aile
Mahkemeleri, 2003).
Türkiye‘de sanayileĢmiĢ ve geliĢmiĢ olan bölgelerde boĢanma oranlarının daha yüksek olduğu
görülmektedir. 2000 yılında Ġstanbul‘da 6546, Ankara‘da 2217, Ġzmir‘de 4406 boĢanma
gerçekleĢirken ġırnak‘ta 19 boĢanma olayı gerçekleĢmiĢtir (BoĢanma Ġstatistikleri2000). Bu sayılardan
hareketle, ülkemizin batı bölgeleri doğubölgelere, ekonominin geliĢtiği bölgeler geliĢmemiĢ bölgelere,
kentsel kesimler kırsal kesimlere göre boĢanma oranının daha yüksek olduğu yerler olarak
düĢünülebilir. Türkiye‘de boĢanma sebepleri içerisinde eğitim düĢüklüğü, kadınınözgür olmaması,
erkek egemenliğinin özellikle Doğu, Güneydoğu, ĠçAnadolu ve Karadeniz bölgelerinde çok etkin
olması, aĢırı derecedealkol kullanma, hakaretler, kapalı aile gelenekleri gibi unsurlar belirtilebilir (Aile
Yıllığı 2008).
BoĢanma üzerine yapılmıĢ araĢtırmalardan elde edilen verilerden Ģu sonuçlara ulaĢılmıĢtır:
1. Evliliğin ilk 2 ile 5 yılı arasında boĢanma oranı daha fazladır (%35.8)
2. En fazla boĢanma Ege Bölgesi‘nde, sonra Marmara Bölgesi‘nde gerçekleĢmektedir.
3. Okuyan kesimde boĢanma oranı, okumayanlardan daha fazladır. En çok boĢananlar lise ve
dengi okul mezunu olanlardır (%39.9).
4. En çok boĢanma yaĢ ortalaması 26-35 yaĢlarıdır (% 42,9)
5. Ekonomik krizlerin olduğu yıllar boĢanma oranı daha fazladır. 2001 krizi ve 2008
kapitalist ekonomilerin krizinin olduğu dönemlerde boĢanma oranlarının arttığı
görülmüĢtür.
6. En çok boĢanan Ģehir merkezleri büyükĢehirlerdir (% 79).
7. BoĢanan kadın oranı % 55, erkek oranı ise % 45‘tir. Kadınlar erkeklerden daha çok
boĢanıyor.
8. Evli olunan dönemde boĢanan kadınların büyük çoğunluğu çalıĢıyor (% 90,4).
9. BoĢanma kararını ben verdim diyen kadınların oranı % 58, erkeklerin oranı %32‘dir.
BoĢanma kararını ben verdim diyen kadınlar daha fazladır.
10. TanıĢtırılarak ve bir süre flört ederek evlenenlerin boĢanma oranı daha yüksektir (% 36,7).
11. BoĢananların büyük çoğunluğunun ―çekirdek aile‖ olarak yaĢadıkları gözlemlenmiĢtir (%
81,3).
12. Dini ritüellere göre boĢanma oranı % 26,2, dini ritüellere yer vermeyen boĢanma oranı ise
% 66,9‘dur.
13. BoĢanma sonrası evlenenlerin oranı % 12,3, bekârların oranı % 87,7‘dir.
14. BoĢandıktan sonra evlenen erkekler % 16, evlenen kadın oranı ise % 9‘dur.
(TÜĠK, Mart 2011 Verileri; AraĢtırma Ekibi BoĢanma Nedenleri AraĢtırması, 2009).
Türkiye‘deki boĢanma oranlarının yıllara, nedenlerine, evlilik sürelerine, çocuk sayısına, yaĢ
gruplarına, cinsiyet ve öğrenim durumuna, bölgelere göre değerlendirilmesine yönelik yapılan
araĢtırmalardan elde edilen veriler Ģu Ģekilde özetlenebilir:
BoĢanma nedenleri açısından bakıldığında, yapılan araĢtırmalarda sadakatsizlik/evliliğe ihanetinen
önemli boĢanma nedenlerinden birisi olduğu görülmektedir. Buna göre, en önemli boĢanma nedeninin
277
ekonomik değil sadakatsizlik (% 24.5) olduğu belirtilmiĢtir. Ġkinci sırada, % 17.6 ile fiziki
Ģiddet/dayak, üçüncü sırada % 17.4 ile eĢler arası sevgisizlik ve dördüncü sırada % 17.3 ile aĢırı alkol
ve kumar gibi kötü alıĢkanlıklar izlemektedir. Kısacası aile, modern kentli yaĢamın getirdiği
olumsuzluklar ve erkeklerin kadınlarına karĢı kullandıkları Ģiddet nedeni ile çözülmektedir (BoĢanma
Nedenleri AraĢtırma Ekibi, 2009). Bunun yanı sıra, TÜĠK‘in verilerine göre, boĢanma nedeni olarak
ikinci ve üçüncü sırada terk ve zina yer almaktadır. Ancak, bu iki nedene bağlı boĢanma oranlarında
her yıl belli bir azalma olduğu görülmüĢtür. Bu üç nedenin dıĢındaki nedenler, çok dikkat çekici
oranlarda değildir. BoĢanma davalarının, genellikle Ģiddetli geçimsizlik sebebi ile açılmıĢ olduğu
görülmüĢtür. ġiddetli geçimsizliğin çok farklı sebepleri vardır. EĢlerin ekonomik zayıflığı veya
bağımsızlığı da bu kategorinin içerisinde değerlendirilmiĢtir (DĠE Türkiye Ġstatistik Yıllığı,
2009;BoĢanma Ġstatistikleri, 2009).
Ekonomik bağımsızlığa sahip eĢlerden, iĢ hayatında kendisini daha çok hissettiren kadının, sosyal
olarak çevresine karĢı daha fazla sorumluluk taĢıdıkları, dolayısıyla boĢanmaya taraftar olmadıkları ve
bu tür evliliklerde boĢanma davalarının kadınlardan ziyade, erkekler tarafından açılmıĢ olduğu
vurgulanmıĢtır. Buna göre, ekonomik bağımsızlığa sahip kadınların değil, erkeklerin ayrılma taraftarı
olduğu belirtilmiĢtir. Bunun yanı sıra, kadının çocuk sahibi olamaması, gelin-kaynana çatıĢması,
annelerin erkek çocuklarını gelinlerinden kıskanmaları, evli çiftlerin ailelerinin sosyo-ekonomik ve
kültürel açıdan aynı düzeyde olmamaları gibi sebeplerin de boĢanmaya neden olduğu belirtilmiĢtir
(DĠE Türkiye Ġstatistik Yıllığı, 2000;BoĢanma Ġstatistikleri, 1998,2000).
Bununla birlikte köyden Ģehre göç; kentleĢme problemi, sanayileĢme ile birlikte geleneklerden
uzaklaĢma, iĢsizliğin getirdiği bunalımlar, büyük aile hayatından çekirdek aileye dönüĢ, bütün aile
fertlerinin çalıĢması, kimi iĢyerlerindeki liberal davranıĢlar, denetimsiz medya yayınları, aile yapısına
aykırı veya aile dıĢı iliĢkilerin normal iliĢkiler gibi sunulması, yasalarla boĢanmanın kolaylaĢtırılması,
evlilik dıĢı iliĢkilerle doğan çocukların kimlik kazanmaları vb. etkiler, aile hayatındaki değerleri
gittikçe zayıflatmıĢ ve boĢanma lehine geliĢmelere zemin hazırlamıĢtır (DĠE Türkiye Ġstatistik Yıllığı,
2000;BoĢanma Ġstatistikleri, 1998,2000).
Evlilik sürelerine göre boĢanma oranlarına bakıldığında; Türkiye‘de boĢanmaların yaklaĢık yarısı,
evliliğin ilk beĢ yılı içerisinde meydana gelmektedir (1997‘de %50.24). Bu sebeple Türkiye‘de ilk beĢ
yıl, evlilik için kritik yıllarolarak ifade edilmektedir. Evliliğin üzerinden yıllar geçmesi, aile yapısını
daha da sağlamlaĢtırmaktadır. Bunda, eĢlerin zaman geçtikçe birbirlerini daha iyi anlama ve tanıma
imkanı elde etmesinin ve evlilik konusunda daha fazla tecrübe sahibi olmasının etkili olduğu
belirtilmiĢtir. 2000 yılı rakamlarına göre, ilk beĢ yıldaki boĢanma oranı %44.8, 6-10 yıl içindeki
boĢanma oranı %21.7, 11-15 yılları arasındaki boĢanma oranı %12.6, 16 ve daha fazla yıllardaki
boĢanma oranı ise, %20.6‘dır. 16 yıl ve sonrasında meydana gelen boĢanma oranlarının yüksekliği, bu
dilimin fazlalığından kaynaklanmıĢtır. Buna göre, sosyal olarak ilk beĢ yıl, evlilik için eĢlerin
birbirlerini daha iyi tanımaları bakımından önemlidir (DĠE Türkiye Ġstatistik Yıllığı, 2000;BoĢanma
Ġstatistikleri, 1998,2000).
Çocuk sayısı değiĢkeninde değerlendirildiğinde, Türkiye‘de boĢanmaları engelleyen önemli
faktörlerden birinin, ailedeki çocuk ve çocuk sayısı olduğu gerçekliğinden yola çıkarak, çocuklu
ailelerdeki boĢanma oranı, çocuksuz ailelere göre daha düĢük olduğu görülmektedir. 2000 yılı
verilerine göre çocuksuz ailelerdeki boĢanma oranı %43.85, bir çocuklu ailelerde %25.14, iki çocuklu
ailelerde %18.61 iken, üç ve daha fazla çocuklu ailelerde boĢanma oranının giderek düĢmüĢtür. Buna
göre, Türkiye‘deki evliliklerde, çocuk sayısı arttıkça, buna bağlı olarak boĢanma oranında azalmaların
olduğu görülmüĢtür. Çocuk varlığı boĢanmayı etkileyen önemli faktörlerden biri olmakla birlikte,
genel olarak çok çocuklu ailelerin daha muhafazakar bir yapıya sahip olmaları ve aile geleneklerine
bağlı bulunmaları ve dolayısıyla boĢanma konusuna pek sıcak bakmamaları konusu da önemlidir (DĠE
Türkiye Ġstatistik Yıllığı, 2000; BoĢanma Ġstatistikleri, 1998,2000).
YaĢ grupları bazında Türkiye‘de boĢanma olaylarının %60‘ı 25-39 yaĢ grubu erkeklerde ve 20-34
yaĢ grubu kadınlarda meydana geldiği belirtilmiĢtir. Bu yaĢ grupları, ortalama olarak evliliğin ilk
yıllarına, özellikle de ilk beĢ yılına aittir. Burada, genç kadın nüfusundaki yüksek boĢanma oranının
sebebi, ilk evliliklerde kadın yaĢının erkek yaĢına göre daha küçük olmasından kaynaklanmaktadır.
Ülkemizde boĢanan çiftlerin çoğunda erkeğin yaĢı kadının yaĢından daha büyüktür (%75.47). Sonra
278
sırasıyla yüzde 17.19 kadının daha yaĢlı olduğu %7.34‘lük bir oranın ise, kadın ve erkeğin aynı
yaĢlarda olduğu görülmüĢtür. 2000 yılı rakamlarına göre, 15-19 yaĢ grubunda erkeklerde boĢanma
oranı %0.6, kadınlarda %4.2; 20-24 yaĢ grubu erkeklerde boĢanma oranı %8.1 iken, kadınlarda
%18.3‘tür. Oysa ki, 35-39 yaĢ grubunda erkeklerde boĢanma oranı %17.5, kadınlarda ise %13.7‘dir.
30-34 yaĢ grubundan itibaren erkeklerde boĢanma oranları yükselirken, kadınlarda boĢanma oranları
düĢmektedir (DĠE Türkiye Ġstatistik Yıllığı, 2000;BoĢanma Ġstatistikleri, 1998,2000).
Cinsiyet ve öğrenim durumu açısından bakıldığında Türkiye genelinde ilkokul mezunu olan
bireylerin boĢanma oranlarının yüksek olduğu görülmektedir. Bunun temel sebeplerinden birisi,
evliliklerin bu öğrenim grubunda sayısal olarak yığılmıĢ olmasıdır. Öğrenim durumuyla ilgili
boĢanmaların seyrine bakıldığı zaman, eğitim durumu yükseldikçe boĢanma oranının düĢüklüğü
gözlemlenmektedir. BoĢanmaların öğrenim seviyesine göre azalma gösteren bir eğilim içerisine
girdiği görülmekle birlikte, bu noktada cinsiyete göre farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Bu farklılıklar
erkeklerde eğitim seviyesi yükseldikçe boĢanma oranında artıĢ, kadınlarda eğitim seviyesi yükseldikçe
boĢanma oranında azalma Ģeklindedir (DĠE Türkiye Ġstatistik Yıllığı, 2000; BoĢanma Ġstatistikleri,
1998,2000).
Bölgelere göre değerlendirme yapıldığında, Marmara, Ege ve Ġç Anadolu Bölgesi‘nin boĢanma
oranları Türkiye ortalamasının üzerindedir. Nüfus yoğunluğu itibariyle Marmara Bölgesi fazla
olmasına rağmen, boĢanma oranı Ege Bölgesinde daha yüksektir (0.91). Ege Bölgesi ile Marmara
Bölgesi arasında ortaya çıkan boĢanma farkının nedenleri, Marmara Bölgesi‘ne, kırsal kesimden;
özellikle de Doğu, Güneydoğu, Karadeniz Bölgeleri‘nden yoğun göç olması, göç eden insanların
resmi nikah yerine dini nikahı tercih etmeleri ve bu tür evlilik çözülmelerinin istatistiklere
yansıtılmamıĢ olması olarak düĢünülebilir. SanayileĢme ve ekonomik geliĢmiĢliğin, boĢanma ile
doğrudan iliĢkilendirilmesi ise, tartıĢılabilecek noktalardan bir diğeridir. Bununla beraber Ġstanbul,
Ġzmir, Bursa ve Kocaeli gibi metropolleri barındıran, Türkiye‘nin en geliĢmiĢ bölgeleri Marmara ve
Ege‘nin, binde 66 ile en yüksek boĢanma ortalamalarına sahip olduğu görülmektedir. Doğu ve
Güneydoğu Anadolu gibi az geliĢmiĢ bölgelerde ise ortalama boĢanma oranı, binde 16.5 ile en düĢük
olarak gerçekleĢmiĢtir (DĠE Türkiye Ġstatistik Yıllığı, 2000; BoĢanma Ġstatistikleri, 1998,2000;
Yıldırım,2004). Bunun yanı sıra Kuzey Doğu Anadolu bölgesinde %21,2, Akdeniz bölgesinde
%15,9, Doğu Karadeniz bölgesinde %13,6 olarak boĢanma oranları belirtilmiĢtir (DĠE,2004).
DĠE‘nin 1994 yılına ait verilerine bakıldığında Ġstanbul‘da 5.115, Ġzmir‘de, 3.028, Ankara‘da 1.947,
Konya‘da 1.202, Antalya‘da 853 olarak belirtilmiĢtir (DĠE,1994:111).
TÜĠK‘in 2010 yılı 2. dönem evlenme ve boĢanma istatistiklerine göre, geçen yıla göre evlilikler
%0.5artarken boĢanmalardaki artıĢın %5.7‘yi bulduğu belirtilmiĢtir. BoĢanmaların %40‘ı ilk 5 yıl
içerisinde gerçekleĢmiĢtir. 2009 yılında 161 bin 631 çift evlenmiĢtir. Evlenme sayısındaki artıĢ
yaklaĢık 3.8 ile Ġstanbul ve Batı Marmara Bölgelerinde gözlenirken, en büyük düĢüĢ %5.1 ile
Güneydoğu Anadolu Bölgesi‘nde görülmüĢtür. 2010 yılının Nisan, Mayıs, Haziran döneminde ilk kez
evlenen çiftler arasında ortalama yaĢ farklı 3.3 olarak hesaplanmıĢtır. Ortalama ilk evlenme yaĢı
erkekler için 26.6, kadınlar için 23.3‘tür. en yüksek ortalama ilk evlenme yaĢı erkeklerde 27.5,
kadınlarda 24.5 ile Ġstanbul‘da görülmüĢtür. En düĢük ortalama ile ilk evlenme yaĢı erkeklerde 25.4,
kadınlarda ise 21.8 ile Orta Anadolu Bölgesi olmuĢtur (TÜĠK,2010).
2010 yılının 2. döneminde 32 bin 743 çift boĢanmıĢtır. Bir önceki yılın aynı dönemine kıyasla
%5.7‘lik artıĢ görülmüĢtür. 2009‘un aynı döneminde 30 bin 982 çift boĢanmıĢtır. BoĢanma sayısındaki
en fazla artıĢ %10.6 ile Doğu Marmara Bölgesi‘nde gözlenmiĢtir. Aynı dönemde boĢanma sayısında
en büyük düĢüĢ %9.8 ile Ortadoğu Anadolu Bölgesinde gerçekleĢmiĢtir. Yılın ikinci çeyreğinde
meydana gelen boĢanmaların %39.7‘si evliliğin ilk 5 yılı içinde, %24.3‘ü ise 16 yıl ve daha fazla süre
evli olan çiftlerde görülmüĢtür (TÜĠK,2010).
Sonuç olarak, Türkiye‘de boĢanma oranlarındaki artıĢın farklı sebepleri bulunduğu görülmektedir.
Örneğin, eğitim yoluyla aile hakkında daha ileri derecede bilgi sahibi olma, geleneksel görücü
usulünün yerine çiftlerin uzun süre birbirlerini tanıma olanakları, evlilik yaĢlarının geç olması
dolayısıyla duygusal yaklaĢım yanında mantık yaklaĢımlarının daha etkili olması, düzenli bir gelire
sahip olarak ekonomik sıkıntının az yaĢanması Ģeklinde sıralanabilir (Yıldırım, 2001: 22). Türkiye‘de
boĢanmaların hem zengin olanlar arasında hem de yoksul kesimler arasında görülmektedir. Ruhsal
279
sorunlar, maddi çıkar için evlenme, eĢlerin kötü alıĢkanlıkları, yaĢ farkı, eğitim düzeyinin farklı oluĢu,
çocuksuzluk, erkeğin çok eĢlilik anlayıĢından yana bir yaĢam tarzına sahip olması, namus
anlayıĢlarının farklı olması, evliliğin sorumluluklarını kavramadan evlenme, son yıllarda kitle iletiĢim
araçlarının aile değerlerini çözücü nitelikte yayınlar yapması, toplumun bakıĢ açısının değiĢmesi,
faydacı, çıkarcı ve bireyci anlayıĢların yaygınlaĢması, uyumsuz ve geçimsiz ailelerde yetiĢmiĢ olmak,
gibi pek çok faktörün boĢanmaya neden olduğu vurgulanmıĢtır (Keskin, 2007:24-29; Arabalı,
2006:34-39; Çakır, 2011:274-282).
3. ARAġTIRMANIN METODOLOJĠSĠ
3.1. AraĢtırmanın Konusu ve Kapsamı
1980‘lerden sonra sanayi alanında küresel pazarda etkin bir aktör olma stratejisi izleyen Denizli,
bu süreçte hızlı bir geliĢme kaydetmiĢtir. Ekonomik açıdan görülen bu geliĢmeler, zamanla artan
göçlerle birlikte Denizli ilinin sosyo-kültürel açıdan da yapısal değiĢimler yaĢamasına vesile olmuĢtur.
Bu değiĢimlerin en temel göstergesi boĢanma oranlarındaki hızlı artıĢtır. Bu makalede, Denizli ili
örneğinde toplumsal ve bireysel düzlemde boĢanma olgusunun, nedenleri, etki ve sonuçları sosyokültürel değer ve normlar, toplumsal statü ve roller, tutum ve davranıĢlar bağlamında makro ve mikro
boyutta analiz edilmektedir.
3.2. AraĢtırmanın Yöntemi
BoĢanmanın makro ve mikro süreç ve iliĢkiler alanını kapsayan olgusal özelliğe sahip olması,
bütüncül bir yaklaĢımı benimsemeyi gerektirmektedir. Gerçekliğin toplumsal, bireysel alanların
dinamik bir etkileĢim ilkesine dayalı olduğu önkabülünden hareketle toplumsal ve bireysel yapı
etkileĢime odaklanan araĢtırmamızda boĢanma olgusu, toplumsali kültürel ve ekonomik boyutlarıyla
irdelenecektir. AraĢtırma verilerinin
istatistiksel çözümlenmesinde SPSS paket programı
kullanılmıĢtır. Verilerin analizinde, değiĢkenler arasındaki iliĢkiyi ortaya koymak amacıyla ki-kare
testinden yararlanılmıĢtır. Bu bağlamda araĢtırmada sosyo-ekonomik düzey (eğitim, meslek ve gelir),
yaĢ, kentte kalıĢ süresi, yaĢamın büyük kısmının geçirildiği yer, sosyal güvenlik, çocuk sayısı, en
küçük çocuğun yaĢı, evlilik sayısı, evlilik süresi, eĢler arasındaki yaĢ farkı, evlilik biçimi, aile ve
akrabalar ile görüĢme sıklığı, hane halkı sayısı gibi bağımsız değiĢkenlere göre boĢanma olgusunun
nedenleri, etki ve sonuçları toplumsal cinsiyet bakıĢ açısıyla sorgulanacak, ayrıca bireylerin boĢanma
deneyimlerinin ve boĢanmaya iliĢkin değerlendirmelerinin nasıl farklılaĢtığı ortaya konulması
amaçlanmıĢtır.
3.3. AraĢtıramnın Evreni ve Örneklemi
AraĢtırmanın evreni, Denizli‘de yaĢayan boĢanmıĢ kadınlardan ve erkeklerden oluĢmaktadır.
ÇalıĢmada, boĢanan bireylerin adres kayıtlarına sağlıklı bir Ģekilde ulaĢabilmek için araĢtırma
örneklem kapsamına 2007 yılından itibaren meydana gelen boĢanmalar ve boĢanmıĢ bireyler dahil
edilmiĢtir. Buna göre, 2007 yılına ait 1304 boĢanma, 2008 yılına ait 1404 boĢanma ve 2009 yılına ait
1731 boĢanma olduğu dikkate alındığında, araĢtırmanın hedef kitlesindeki birey sayısının (N) 4439
olduğu görülmektedir. Örneklem grubunun yaĢ aralığı Türkiye‘de evlenme yaĢının küçük olduğu
gerçeği göz önüne alınarak 18 yaĢ ve üzeri kadınları ve erkekleri oluĢturmaktadır. Örneklem
kapsamında yer alan boĢanmıĢ bireylerin tespitinde, boĢanma davasının açıldığı dönemde Denizli‘de
ikamet etmiĢ olmak Ģartı ile davanın bu ilde sonuçlandırılmıĢ olması kriteri aranmıĢtır. BaĢka ilde
boĢanma davası görülmüĢ fakat daha sonra Denizli‘de ikamet etmeye baĢlamıĢ olan bireyler, örneklem
kapsamınının dıĢında tutulmuĢtur. AraĢtırmada verilerin elde edilmesinde veri toplama teknikleri
olarak anket tekniğinden ve derinlemesine görüĢme tekniğinden yararlanma yoluna gidilecektir. Anket
tekniğinin uygulanacağı örneklem kapsamındaki 354 boĢanmıĢ birey ise tesadüfi örneklem tekniği
yoluyla belirlenmiĢtir. Örneklemin tamamına anket tekniği uygulanacak, 6 kiĢi ile derinlemesine
mülakat gerçekleĢtirilmiĢtir. Böylelikle boĢanmanın, boĢanmıĢ bireyin psikolojik ruh haline ve
toplumsal dünyasına nasıl yansıdığı, baĢ edebilme stratejileri, toplumsaĢ kalıp yargılar ve ön kabuller
karĢısında kültürel içerikte etiketlendirilmiĢ bireyler olarak nasıl bir denetim süreci yaĢadıkları,
toplumsal cinsiyet, sosyal değer diyalektiğine nasıl tanıklık ettikleri bilgisine ulaĢılmaya çalıĢılmıĢtır.
280
4. ARAġTIRMANIN SONUÇLARI
BoĢanmıĢ kadın ve erkek katılımcılara göre ekonomik nedenlerin boĢanma kararlarındaki etkisinin
bütünüyle belirleyici olduğu söylenemez. Benzer Ģekilde cinsel nedenler de katılımcılar için temel bir
boĢanma nedeni olarak algılanmamaktadır. Buna karĢın, kiĢilik özellikleri, sadakatsizlik, ebeveynlerin
evliliğe müdahaleleri gibi nedenlerin, katılımcıların ortak boĢanma nedenleri olarak görülmüĢtür.
Çocuğun varlığı, kadın ve erkek katılımcılar için boĢanmanın ertelenmesinin temel bir gerekçesi
olarak gösterilmiĢtir. Dolayısıyla, çocuğun, evliliği olumsuz yönde etkileyen ve sorunlara yol açan bir
faktör olarak değil de sorunlu bir evliliğin devamlılığına neden olan bir faktör olarak algılandığı dikkat
çekmektedir. Elde edilen bulgulara göre, eĢleri çalıĢan boĢanmıĢ erkeklere göre eĢle yaĢanılan
geçimsizliğin edeni maddi sorunlardır Ģeklideki hipotezimizin doğrulanmadığı gözlenmiĢtir.
AraĢtırmada, dikkat çeken temel nokta, katılımcıların boĢanma nedenlerinin algılanmasının,
değerlendirilmesinin ve aktarılmasının cinsiyete göre farklılık göstermesidir. Özellikle araĢtırmanın
nitel bölümünde katılımcıların anlatıları, bu farklılığı daha net bir Ģekilde ortaya sermektedir.
Aldatmak ya da aldatılmak gibi, evlilikte sadakatsizliğe iĢaret eden durumların ve eĢlerin
sorumsuzluklarının sıklıkla gözlendiği söylenebilir. Cinsiyete göre farklılık gösteren boĢanma
nedenleri, toplumsal cinsiyet ekseninde, kadın ve erkek rollerine bağlı olarak açıklanmaktadır.
Katılımcıların, boĢanma gerekçeleri ile cinsiyet ve sosyo-ekonomik profillerle olan iliĢkisi, evlilik ve
boĢanma deneyimini içeren iki farklı sürece iliĢkin davranıĢlar, olaylar ve özellikler üzerinden ele
alınmıĢtır.
AraĢtırmadaki katılımcıların demografik özelliklerine iliĢkin veriler Ģu Ģekildedir: Toplam 354
kiĢiden oluĢan örneklem grubumuzun 177‘si kadınlardan 177‘si erkeklerden oluĢmaktadır.
Katılımcıların ortalama yaĢ aralığı 26-35‘dir. Dağılımın en düĢük yaĢ aralıkları ise 46 ve üzeri ile 2025 yaĢ arasında yer alanlardır. Buna göre, katılımcıların büyük çoğunluğunu orta yaĢlı olanlar
oluĢturmaktadır.
Medeni durum açısından bakıldığında bekar olanlar büyük çoğunluktadır (%72,9). Hem
katılımcının kendisi hem de boĢandığı eĢinin doğum yerlerinde kent doğumlu olanların oranı diğer
yerleĢim yerinde doğanların (ilçe, köy ve yurt dıĢı) oranlarına göre çoğunluğu oluĢturmaktadır.
AraĢtırmaya katılanların kendilerinin ve eĢlerinin eğitim durumları açısından farklılık gösterdikleri
dikkat çekmektedir. Katılımcılar arasında lise mezunu olanların oranı fazla iken (%36,7) BoĢanılan
eĢin eğitim durumu açısından değerlendirildiğinde ilkokul mezunu olanların çoğunlukta olduğu dikkat
çekmektedir (%38,4). Katılımcılarda eğitim durumu ilkokul olanların oranı ikinci sırada gelmektedir.
AraĢtırmaya katılanların hem kendilerinin hem de eĢlerinin mesleki statülerinde benzerlikler
gözlenmiĢtir. Her iki grupta da iĢçi olarak çalıĢanların oranı diğer meslek grubundakilere göre daha
yüksektir. Her iki grupta da esnaf ve ev hanımı statüsünde bulunanlar, diğer çoğunluklu meslek
grubunu temsil etmektedirler. ÇalıĢmayan katılımcıların oranı hem kendilerinde hem de eĢlerinde
düĢüktür. Buna göre, araĢtırmaya katılanların çoğunluğunu iĢçi olarak çalıĢanlar oluĢturmaktadır.
BoĢanmıĢ kadın ve erkek katılımcıların çalıĢmaya baĢlama zamanları sorgulanmıĢtır. Bu bulgu,
boĢanma kararı ile çalıĢma durumu arasındaki iliĢkinin varlığını göstermesi açısından önemlidir.
Katılımcıların büyük çoğunluğu evlenmeden önce çalıĢmaya baĢlayanlardan oluĢmaktadır. ÇalıĢmaya,
boĢandıktan sonra ya da evlendikten sonra aktif olarak baĢlayanların oranları düĢüktür ve birbirine
yakındır. AraĢtırmaya katılanlar büyük oranda evlenmeden önce çalıĢma yaĢamında aktiftirler.
Dolayısıyla, boĢanan kadın ve erkek katılımcıların ücretli-çalıĢan olarak ekonomik özgürlüğe sahip
oldukları gözlenmiĢtir.
Çoğunluğunu ücretli-çalıĢan kesimin oluĢturduğu örneklem grubunun gelir düzeylerine göre
değerlendirildiğinde aylık geliri 500-999 TL arasında olanlar çoğunluğu oluĢturmaktadır. Buna göre,
katılımcılar alt gelir grubunda yer almaktadırlar. Geliri 500 TL‘den az ile 2500 TL ve üzeri olanların
oranı gelir dilimi dağılımında oldukça düĢük olduğu gözlenmiĢtir. Buna göre, en düĢük ve en yüksek
gelir aralığı gibi iki üç dilimin katılımcılarda düĢük bir yüzdelikle temsil edildiği gözlenmĢtir. Ġkinci
yüksek gelir düzeyini 1000-1499 TL arasında olanlar, üçüncü yüksek gelir düzeyini ise 1500-1999 TL
olanlar takip etmektedir. Katılımcıların kendi gelirleri dıĢında ek bir gelire sahip olmadıkları ve
281
herhangi bir yerden yardım almadıkları tespit edilmiĢtir. Kendi geliri dıĢında baĢka bir gelire sahip
olmadığını belirtenlerin oranı, oldukça fazladır.
AraĢtırmaya katılanların, kendilerini evli kaldıkları süre içerisinde hangi gelir grubunda
gördüklerine iliĢkin elde edilen bulgulara bakıldığında, orta gelir grubunda yer aldığını belirtenlerin
birinci sırada yer aldığı gözlenmiĢtir. BoĢanma, ailedeki gelirin parçalanmasını beraberinde
getirmektedir. Her iki eĢin çalıĢması durumunda, maddi kaynakların paylaĢılması nedeniyle hane içi
gelirin göreli olarak yüksek olduğu fakat bu dengenin boĢanma ile birlikte bozulduğunu hatta çoğu
zaman yoksulluğun gözlendiği söylenebilir.
AraĢtırmaya katılanların çalıĢtıkları iĢleri ile sosyal güvenlik durumları arasındaki iliĢkiye
bakıldığında, katılımcılar arasında sosyal güvenliğe sahip olanların büyük çoğunlukta olduğu
gözlenmiĢtir. Sosyal güvenliğe sahip olmayanların oranı düĢüktür. Sosyal güvencesini SSK olanlar
çoğunluğu oluĢturmaktadır. Ġkinci sırada Bağ-Kur gelmektedir. Emekli Sandığına bağlı olanların
oldukça düĢük oranda olduğu görülmüĢtür. Özel sigortası olanlar ise yok denecek kadar azdır.
AraĢtırmada, katılımcıların evli kaldıkları süre içerisindeki iletiĢimlerinin ve ortak paylaĢımların
boyutuna bakılmıĢtır. Katılımcıların sıklıkla yaptıkları sosyal akivitelere bakıldığında akraba
ziyaretleri, arkadaĢlarla birlikte zaman geçirme gibi faaliyetlere ağırlık verdikleri gözlenmiĢtir. Kitap
okumak, sinemaya, tiyatroya ve konsere gitmek, dernek, kulüp gibi sosyal yardım iĢleriyle ilgilenmek
gibi aktivitelere zaman harcamadıkları tespit edilmiĢtir. Katılımcıların eğitim ve ekonomik durumları
göz önüne alındığında, en sık gerçekleĢtirdikleri aktivitenin akraba ve arkadaĢ ziyaretlerinin olması
anlamlı görünmektedir. Eğitim düzeyi düĢük ve ekonomik olanakları sınırlı olan bireylerin en önemli
etkinliği akraba ve arkadaĢlarla zaman geçirmektir.
Katılımcıların ilk evlilik yaĢlarına iliĢkin bulgulara bakıldığında, kendilerinin ve boĢandıkları
eĢlerinin ilk evlenme yaĢları arasında paralellik olduğu tespit edilmiĢtir. Ġlk evlilik yaĢı 21-25
aralığında yer alanlar çoğunluğu oluĢtururken ikinci sırada 20 yaĢ ve altında olanlar gelmektedir. 26 ve
üzeri yaĢında ilk evliliğini yaptığını belirtenlerin oranı ise düĢüktür.
Katılımcılar arasında boĢandıkları eĢleriyle 1-3 arasında yaĢ farkı olduğunu belirtenlerin birinci
sırada; 4-6 arasında yaĢ farkı olduğunu belirtenlerin ise ikinci sırada geldiği gözlenmiĢtir. 7 ve daha
fazla yaĢ farkı olanların oranı ise bulgulardaki en düĢük oransal dağılıma karĢılık gelmiĢtir. Buna göre,
katılımcıların boĢandıkları eĢleriyle yaĢ farkının en fazla 3 olduğu dolayısıyla çok büyük bir yaĢ
farkının olmadığı söylenebilir.
Katılımcıların, boĢandıkları eĢleriyle olan akrabalık iliĢkilerinin derecesine bakıldığında
çoğunluğunun akrabalık bağına sahip olmadıkları ortaya konulmuĢtur. Elde edilen bulgular, yakın
akraba olanların oranının oldukça düĢük olduğunu göstermiĢtir.
Katılımcıların tamamına yakını ilk evliliğinden boĢanmıĢtır. Katılımcılar arasında ikinci evliliğini
yapanlar da bulunmaktadır. Ġkinci evliliğini yapanların oranı ise oldukça düĢüktür.
AraĢtırmada, katılımcıların, ailelerinde boĢanma deneyiminin olup olmadığına bakıldığında,
çoğunluğunun ailelerinde boĢanma yaĢanmadığını yani anne-babalarının birlikte yaĢadığı
gözlenmiĢtir. Dolayısıyla, katılımcıların çoğunluğunun boĢanmıĢ anne-babanın çocukları olmadıkları
tespit edilmiĢtir.
Katılımcıların çoğunluğunun en az bir çocuğu vardır. Sahip olunan çocuk sayısının fazla olmadığı
görülmüĢtür. Ġlk sırada bir çocuğa sahip olanlar, ikinci sırada ise iki çocuğa sahip olanlar gelmektedir.
Hiç çocuğu olmayanların oranı da iki çocuğa sahip olanların oranıyla yakınlık göstermektedir. Buna
göre, katılımcıların boĢandıkları eĢlerinden ez az bir en fazla üç çocukları bulunmaktadır. Sahip olunan
çocuk sayısının az olması dikkat çekicidir. Çocuklarını yaĢ aralıkları çoğunlukla 1-3 arasında
değiĢmektedir. Çocuklarının yaĢları 4-6 arasında değiĢenlerin oranları da ikinci ağırlıklı dilimi
oluĢturmaktadır. Katılımcıların çocuklarının büyük olmadığı gözlenmiĢtir. Dolayısıyla ağırlıklı olarak
çocukların yaĢlarının 1 ile 6 arasında değiĢtiği görülmüĢtür.
BoĢanma sonrasında çocuk konusunda öne çıkan konulardan biri çocukların kiminle birlikte
yaĢadığıdır. Çocuklarının, boĢandığı eĢinin değil, kendi yanında kaldığını belirtenlerin oranlarının
çoğunlukta olduğu görülmüĢtür.
282
AraĢtırmaya katılanların evlilik deneyimlerine iliĢkin önemli konulardan bir tanesi evlenme
biçimidir. Katılımcıların birilerinin aracılığıyla tanıĢıp flört ederek evlendiklerini belirtenlerin sayısı
çoğunluktadır. Görücü usulü ile evlenenler ise ikinci sırada gelmektedir. Tarafların evlenme
nedenlerine göre değerlendirildiğinde birbirini sevdikleri için evlenenlerin oranı fazladır. Ġkinci sırada
aile baskısı ile evlenenler gelmektedir. Bu kategori de en düĢük dağılımı, çocuk yapmak için
evlenenler ve ekonomik nedenlerle evlenenler oluĢturmaktadır. Dolayısıyla, katılımcıları evliliğe
yönlendiren temel etken karĢı tarafa duydukları sevgi olduğu gözlenmiĢtir. Flört ederek evlenenlerin
en fazla 1-6 ay arasında flört ettikleri gözlenmiĢtir. 7-11 ay arasında flört ettiğini belirtenlerinde ikinci
çoğunluklu dilimi oluĢturmaktadırlar. Dolayısıyla, flört ederek evlenen katılımcıların 1-11 ay arasında
değiĢen süre içinde evlendikleri söylenebilir. En fazla 11 aylık bir süre söz konusudur. Evlenmek için
çok uzun bir süre beklenilmediği gözlenmiĢtir. Katılımcıların birbirlerini yeterince tanımadıkları
görülmüĢtür. Katılımcılar arasında birbirlerini sevdiği için evlenenler çoğunluktadır. Aile baskısıyla
evlenenler ise ikinci sırada yer almaktadır. Toplumsal bir zorunluluktan dolayı evlenenlerin oranı ise
düĢüktür.
Katılımcıların evliliklerinin ilk zamanlarında farklı duygular içinde oldukları varsayımından
hareket edildiğinde, büyük çoğunluğunun mutlu oldukları gözlenmiĢtir. AraĢtırmaya katılanların
oldukça büyük oranının evliliklerinin ilk zamanlarında evliliklerinden mutlu oldukları gözlenmiĢtir.
Katılımcıların, evlilikleri süresince eĢleriyle tartıĢma yaĢama durumlarına göre değerlendirildiğinde
tamamına yakını eĢiyle farklı nedenlerle tartıĢtığını belirtmiĢtir. BoĢanılan eĢle tartıĢma sıklığına
bakıldığında ise çoğu zaman tartıĢtığını belirtenlerin çoğunlukta olduğu gözlenmiĢtir. Her zaman ve
çoğu zaman tartıĢtığını belirtenleri, tartıĢma sıklığı açısından birbirine yakın derecelendirmeler olarak
ele alındığında yarısından fazlasının tartıĢma yaĢadığı sonucuna ulaĢılmaktadır. Nadiren tartıĢtıklarını
belirtenler ise oldukça düĢük orandadır .
EĢlerin birbirileriyle tartıĢma nedenleri farklılaĢmaktadır. AraĢtırmaya katılanlar arasında
boĢandıklar eĢleriyle tartıĢtığını belirtenlerin, tartıĢma nedenlerine bakıldığında maddi-parasal konuları
belirtenlerin çoğunlukta olduğu gözlenmiĢtir. Dolayısıyla maddi konular, eĢler arasında önemli ölçüde
tartıĢma konusu olarak ön plana çıktığı gözlenmiĢtir. BoĢandığı eĢiyle, giyim tarzı, geleneklere uygun
davranmama, kiĢisel bakım, siyasi konular, büyüklerle olan iliĢkiler, akrabalarla olan iliĢkiler,
komĢularla olan iliĢkiler çocukların arkadaĢ seçimi ev iĢlerinin paylaĢımı, eĢle duygu ve düĢüncelerin
rahat bir Ģekilde paylaĢılamaması, çocukların eğitim gibi nedenlerin tartıĢma konusu olmadığı
gözlenmiĢtir. Ailede alınan kararlara katılmama ve söz hakkına sahip olmama, sigara, alkol gibi
maddelerin kullanımı gibi nedenlerin ise tartıĢma nedeni olarak belirtildiği gözlenmiĢtir.
Ailede eĢitlikçi ve demokratik bir atmosferin hakim olması, evliliğin uzun süreli olmasında önemli
bir faktördür. BoĢanmadan önceki süreçte ailedeki önemli kararların erkek tarafından alındığını
belirtenlerin çoğunlukta olduğu tespit edilmiĢtir. Önemli kararların kadın tarafından alındığı
belirtenlerin oldukça düĢük olduğu gözlenmiĢtir. Erkek temel bir karar mekanizması olma özelliğini
devam ettirmektedir. Katılımcıların kendi ebeveynlerinde de aile ile ilgili önemli kararların
alınmasında erkeğin/babanın ön planda olduğu ortaya konulmuĢtur. Kadının önemli bir karar
mekanizması olarak algılanmadığını söylenebilir. Bu ataerkil ideolojinin bir yansıması olarak
görülmektedir. Erkeğin baskın olduğu bir aile yapısı söz konusudur.
Katılımcıların evli kaldıkları süre en fazla 1-5 yıl arasında değiĢmektedir. Ġkinci sırada 6-10 yıl
arasında evli kaldığını belirtenler yer almaktadır. Üçüncü sırada ise 16 yıl ve üzeri süre evli kalanlar
yer almaktadır. En düĢük oran ise 1 yıl içinde ayrı kaldığını söyleyenler oluĢturmaktadır. Buna göre,
katılımcıların en fazla evli kaldıkları süre 1-5 yıl arasında değiĢmektedir. Türkiye genelinde elde
edilen verilerde de çiftlerin en çok evliliklerin ilk 5 yılı içerisinde boĢanmaktadırlar. Katılımcılardan
elde edilen bu veriler, Türkiye genelinde tespit edilen bu durumla benzerlik göstermektedir. Yani
evliliklerde ilk 5 yıl kritik bir süre olarak görülmektedir.
Benzer etnik ve kültürel çevreden gelmek evliliğin devamlılığı için önemli bir faktördür.
AraĢtırmaya katılanların çoğunluğunun boĢandıkları eĢiyle aynı etnik ve kültürel çevreden geldiği
tespit edilmiĢtir .
Katılımcıların ev içi rollerinin yerine getirilmesi değerlendirildiğinde çocuklarla ilgili kararların
ortak bir Ģekilde verildiği; ev temizliği, ütü yapma, çamaĢır yıkama, çocukların bakımıyla ilgilenme
283
alıĢveriĢ yapma, gibi birçok domestik iĢlerin yerine getirilmesi konusunda kadının ön plana çıktığı
tespit edilmiĢtir. Erkeklerin ise ev içi görevler konusunda sadece fatura ödemenin erkekler tarafından
gerçekleĢtirildiği sonucu ortaya çıkmıĢtır. Katılımcıların ortak karar verdikleri bir konu çocuklarla
ilgili konular olmuĢtur. Buna göre, ataerkil ideolojinin bir yansıması olarak ev ile ilgili rutin iĢlerin
yerine getirilmesinde kadına büyük sorumluluklar yüklendiği gözlenmiĢtir. Bu da ataerkil ideolojinin
devam ettiğini göstermektedir. Kadın ev içindeki iĢlerin erkek ise para kazanmak gibi ev dıĢı iĢlerin
yerine getirilmesinde ön plana çıkarılmaktadır.
Günümüzde yapılan çoğu araĢtırma kadınların eĢlerinden sıklıkla farklı Ģiddet biçimlerine maruz
kaldıkları ortaya konulmuĢtur. AraĢtırmaya katılanların yarısından fazlasının boĢandıkları eĢleri
tarafından Ģiddet uygulandığı gözlenmiĢtir. ġiddete maruz kalanların fiziksel, cinsel, sözel, duygusal,
ekonomik ve psikolojik Ģiddet kategorilerinden farklı derecelerde maruz kalmalarıyla birlikte fiziksel
Ģiddete uğrayanların oranları diğer Ģiddet türleriyle karĢılaĢtırıldığında daha fazla olduğu tespit
edilmiĢtir. Cinsel Ģiddet ikinci sırada, duygusal Ģiddet üçüncü sıradadır. Bunun yanı sıra katılımcıların
çoğunluğu tehdit ya da gözdağı gibi negatif durumlarla karĢı karĢıya kaldıkları ortaya konulmuĢtur.
Katılımcıların çoğunluğu ruhsal sıkıntı yaĢamadığını belirtmiĢtir .
BoĢanma fikrini ilk olarak kendisinin ortaya attığını ve boĢanma kararını ilk olarak kendisinin
verdiğini belirtenler çoğunluğu oluĢturduğu gözlenmiĢtir. Dolayısıyla boĢanma fikrinin ortaya
atılmasında ve kararın verilmesinde katılımcının kendisinin etkin olduğu tespit edilmiĢtir. Her iki
durumda da bir tarafın belirleyiciliği ya da yönlendiriciliği söz konusudur. OrtaklaĢa bir kararının
çoğunlukla gözlenmediği sonucuna ulaĢılmıĢtır. BoĢanma kararına karĢı, eĢin tepkisinin çoğunlukla
tepki göstermediği Ģeklinde olmuĢtur. Ġkinci sırada ise ayrılmamakta direndiğini belirtenler yer
almıĢtır. BoĢanma kararının eĢi tarafından verilmesi karĢısındaki tepkisini, tepki göstermeden kabul
edenlerin çoğunlukla olduğu tespit edilmiĢtir. Yani boĢanma kararı gerek eĢi tarafından gerekse
kendisi tarafından verilmiĢ olsun her iki durumda da bu karara karĢı tepki göstermeden kabul ettiğini
belirtenler çoğunluktadır.
BoĢanma kararı verilmeden önce boĢandığı eĢine karĢı, nefret duygusu içinde olanlar birinci
sırada, huzursuzluk duygusu içinde olanlar ikinci sıradadır. Her iki duygu durumunun da negatif ve
yıkıcı olduğu göz önüne alındığında boĢanma kararının verilmesinde önemli bir faktör olarak
değerlendirilebilir.
BoĢanmıĢ kadın ve erkek katılımcılar, boĢanmadan önceki süreçte eĢleriyle evlilikleri süresince
duygu ve düĢüncelerini rahat bir Ģekilde paylaĢmadıkları tespit edilmiĢtir. Dolayısıyla, eĢler arasındaki
iletiĢimin oldukça düĢük düzeyde olduğu söylenebilir. Duygular rahat bir Ģekilde paylaĢılamamaktadır.
EĢin tepkisinden çekinme nedeniyle bu tarz bir paylaĢıma girilmediği sonucuna ulaĢılmıĢtır. Bu
durum, evlilikteki sorunların temel nedeni olarak görülebilir.
Evliliklerde çatıĢma yaratan durumlardan biri olarak değerlendirilen eve ya da iĢe bağlılık
durumunun, katılımcılar bağlamında değerlendirildiğinde çoğunluğunun çocuklarının ve evinin
iĢinden önce geldiğini belirtenlerden oluĢtuğu ortaya konulmuĢtur. ĠĢinin, evden ve çocuklarından
önce geldiğini belirtenlerin oranı ise düĢüktür. Ev ve çocuklarla ilgili konular, katılımcıların
yaĢamlarında birinci planda yer almaktadır. AraĢtırmaya katılanların mesleki profillerine bakıldığında
kariyer temelli bir mesleği icra etmedikleri bununla birlikte düĢük eğitim düzeyine sahip oldukları göz
önüne alındığında, katılımcıların verdikleri yanıtlarla çeliĢmediği söylenebilir.
AraĢtırmaya katılanların yarısından fazlasının boĢanmadan önce ayrı yaĢamadıkları tespit
edilmiĢtir. Bunun yanı sıra ayrı yaĢamayı tercih edenlerin oranlarının da düĢük olmadığı dikkat
çekicidir. Ayrı yaĢamayı tercih edenlerin çoğunluğu bir yıldan daha az bir süre ayrı yaĢamıĢlardır.
BoĢandığı eĢiyle belli bir süre ayrı yaĢayanların çoğunlukla ailesinin yanında yaĢamıĢlardır. Ayrı bir
evde yalnız ya da çocuklarıyla birlikte yaĢayanların oranı düĢüktür.
AraĢtırmaya katılanların evliliklerini sonlandırma nedenlerinin baĢında eĢin baskı ve kıskançlıkları
gelmektedir. Bunu ilgisizlik ve çiftlerin birbirini ihmal etmeleri, kiĢisel uyumsuzluk ve karĢılıklı
beklentilerin gerçekleĢmemesi, anne-babaların müdahaleleri izlemektedir.
Bunun yanı sıra
katılımcıların belirttikleri diğer nedenler, alkol ve kumar gibi kötü alıĢkanlıklar, baĢka birinin varlığı,
evi geçindirememe ve iĢsizlik, cinsel uyumsuzluk ve çocuk yapma istediğidir.
284
Bireylerin evliliklerinin devamlılığı noktasında ekonomik özgürlük önemli bir faktör olarak
görülmektedir. Katılımcıların büyük çoğunluğunun boĢanmadan önceki süreçte çalıĢtığı tespit
edilmiĢtir. Dolayısıyla, katılımcıların ekonomik özgürlüklerinin olduğu söylenebilir. ÇalıĢanların
oranlarının yüksek olması, boĢanma kararının alınmasında ekonomik faktörün belirleyici olup
olmadığı noktasında önem taĢımaktadır. Zira özellikle kadınlar için boĢanma kararının alınmasında
maddi olanaklara sahip olmak önemli ve gerekli bir koĢul olarak değerlendirilmektedir. Ekonomik
özgürlüğe sahip olan kadının boĢanma kararı almasında kendisini bağlayıcı kılan faktörlerden bir
tanesini aĢmıĢ olabileceğini gösterdiği için, bu kararın alınması kolaylaĢabilmektedir.
AraĢtırmaya katılanların çalıĢma durumlarının boĢanma üzerindeki etkileri bağlamında
değerlendirildiğinde çalıĢıyor olmanın boĢanma üzerinde etkisi olmadığını belirtenler çoğunluğu
oluĢturmaktadırlar. Ekonomik nedenlerin boĢanma kararında belirleyici ya da yönlendirici bir etken
olmadığı düĢüncesinin hakim olduğu tespit edilmiĢtir. Ekonomik özgürlük her ne kadar önemli bir
faktör olarak görülse de, bu bulgular katılımcı çalıĢmıyor olsa dahi boĢanma kararını alınabileceğini
göstermektedir. ÇalıĢıyor olmanın boĢanma kararı üzerinde özgür bir Ģekilde karar vermeyi
kolaylaĢtırması yönünde olumlu katkısının olduğu görüĢünü benimsemektedirler. AraĢtırmaya
katılanlar, çalıĢmıyor olsalar bile boĢanacaklarını belirtmiĢlerdir. Dolayısıyla boĢanma konusunda
kararlı oldukları ve ekonomik durumun buna engel teĢkil etmeyeceği ortaya konmuĢtur.
AraĢtırmaya katılanların yeniden evlenme konusundaki düĢüncelerine bakıldığında yarısı yeniden
evlenmeyi düĢünmemektedir. Yeniden evlenmeyi düĢünmeyenler ilk olarak, evli kaldığı süre içinde
yaĢadığı olumsuzlukları bir daha yaĢamak istemediklerinden dolayı ikinci olarak çocukları nedeniyle
yeniden evlenmeyi düĢünmediklerini belirtmiĢlerdir. ĠĢ hayatının öncelikli durumu, koĢullara uymama,
sosyal çevrenin uygun bulmaması gibi gerekçelerin oldukça düĢük düzeyde belirtildiği tespit
edilmiĢtir. Yeniden evlenmeyi tercih edenlerin ise sevgi, toplumsal zorunluluk ve ekonomik
nedenlerle yeniden evlenmeyi tercih ettikleri görülmüĢtür.
BoĢanma sürecinden sonra bireylerin kimlerle ve nasıl yaĢamaya baĢlayacakları önemli bir
konudur. Özellikle bu durum kadınlar için sorun teĢkil etmektedir. AraĢtırmaya katılanların çoğunluğu
boĢanma sürecinden sonra ailesinin kendisine sahip çıktığını ve onlarla birlikte yaĢamaya baĢladığını;
bir kısmı ise tek baĢına yaĢadığını belirtmiĢtir. Katılımcılar arasında ailesinin yanında kalanlar ile tek
baĢına yaĢamaya baĢlayanların oranlarının birbirine yakın olduğu gözlenmiĢtir. Ailesiyle birlikte
yaĢamayı tercih edenler ise ekonomik nedenler ve çocuğun bakımı gerekçeleriyle bu yolu zorunlu
olarak tercih ettikleri sonucuna ulaĢılmıĢtır.
Katılımcıların yarısı, boĢanmadan sonraki süreçte ailesiyle dayanıĢma içerisinde olduğu
görülmüĢtür. Ailesi ile birlikte yaĢamaya baĢlayan boĢanmıĢ kadın ve erkek katılımcılar arasında belli
bir konuda karar alırken ailesinin etkisi olmadan kendi kararlarını verebildiğini söyleyenlerin büyük
çoğunluğu oluĢturduğu tespit edilmiĢtir.
Örneklem grubunda, boĢanma kararından piĢman olmadıkları, boĢanmadan sonra daha mutlu ve
huzurlu olduğunu belirtenler çoğunluktadır. Pozitif yönde katkısı olmuĢtur. Acı ve hüzün ile öfke ve
nefret gibi negatif duygular yaĢadığını belirtenlerin oranı daha düĢüktür.
Katılımcıların mahkemede belirtikleri boĢanma gerekçeleri arasında ilk sırada kiĢisel ilgisizlik ve
beklentilerin gerçekleĢmemesi ikinci sırada alkol, kumar ve Ģiddet gibi kötü alıĢkanlıklar, üçüncü
sırada ise baĢka birinin varlığı yer almaktadır .
BoĢanma sonrasında katılımcıların çoğunluğu ailesinin anlayıĢlı ve destek olmaya çalıĢtıklarını
belirtmiĢtir. Ailesi tarafından destek görmeyenlerin ve boĢanmayı olumsuz yönde karĢılayanların
oranlarının düĢük ve büyük ölçüde aynı olduğu tespit edilmiĢtir. Katılımcıların boĢanma sürecinde ve
sonrasında en büyük desteği yine ailelerinden sağladıkları, ailenin birincil derecede ön plana çıktığı
sonucuna ulaĢılmıĢtır.
BoĢanma sonrası süreçte katılımcıların karĢılaĢtıkları sorunlara bakıldığında ilk olarak her konuda
rahat davrandıklarını belirtenler; ikinci olarak çevrenin dedikodularıyla karĢılaĢmamak için yakın
çevresiyle belli bir süre görüĢmediğini belirtenler; üçüncü sırada ise davranıĢlarında ölçülü davranmak
zorunda hissettiğini belirtenler bulunmaktadır. Buna göre, katılımcıların önemli bir kesimi ciddi bir
sorunla karĢılaĢmamasının yanı sıra çevrenin yaptırımlarından dolayı iliĢkilerine ve davranıĢlarına yön
285
verme zorunda hissedenlerin oranları da oldukça dikkat çekicidir. Toplumsal baskının kaçınılmaz
olduğu söylenebilir.
AraĢtırmaya katılan kadın ve erkek katılımcıların çoğunluğu boĢanma sonrasında orta düzeyde
maddi sıkıntı yaĢadığını belirtmiĢtir. Çok fazla maddi sıkıntı yaĢayanların oranı düĢüktür.
Katılımcıların boĢandıktan sonra çok fazla maddi sıkıntı yaĢamadıkları söylenebilir. Bunun nedeni
çalıĢıyor olmalarının yanı sıra ailenin desteği olarak da görülebilir. BoĢanma sonrasında özellikle
çalıĢmayan kadınlar maddi sorunlar yaĢayabilmektedir. Kendilerine verilen nafakanın yetersiz olması
da bunun da bir nedeni olarak gösterilebilir. Birçoğu boĢandıktan sonra farklı iĢlerde çalıĢmaya
baĢlamaktadır.
AraĢtırmaya katılanların çoğunluğunda boĢandıktan sonra sosyal çevresinde herhangi bir değiĢim
olmamıĢtır. BoĢanma sonrasıyla çevresiyle iliĢkilerinin bozulduğunu ve yeni iliĢkiler geliĢtirme yoluna
gittiğini belirtenlerin oranlarının oldukça düĢük olduğu gözlenmiĢtir.
BoĢandıktan sonra kendisine nafaka bağlanan katılımcılarda nafakanın miktarı ve düzenliliği
konusunda memnun olmayanların ağırlıklı olduğu sonucuna ulaĢılmıĢtır.
AraĢtırmaya katılanların çoğunlukla evliliği aile birliğinin temeli olarak tanımlamıĢlardır. Bununla
birlikte evliliği, eĢler arasında duygusal birliği sağlayan bir kurum; çocuk yapmak ve büyütmek için
yapılmıĢ bir sözleĢme, cinsel iliĢkinin toplumda meĢru kılınması ve eĢler arasındaki ekonomik
dayanıĢmayı sağlayan bir kurum olarak tanımlayanlar bulunmaktadır. Fakat, evlilik kurumunun aile
birliğinin temeli olması yönündeki görüĢlerin ağırlıkta olduğu gözlenmiĢtir. Aile, toplumun temel
kurumlarından biri olarak görülmektedir.
AraĢtırmaya katılanların çoğunluğu boĢanmanın aile birliğini parçalayan bir olay olduğunu
savunmuĢlardır. Ġkinci olarak, gerilimli ve mutsuz bir evliliğin sonlandırılması; üçüncü olarak,
baĢarısız bir evliliğin iĢareti; dördüncü olarak, sıkıntı bir yaĢamın sonlandırılması olarak
tanımlamıĢlardır. Tanımlardan da görüldüğü gibi, araĢtırmaya katılan boĢanmıĢ kadın ve erkek
katılımcıların çoğunluğu için boĢanma eĢler açısından sorunlu ya da sıkıntılı olan bir evlilik sürecinin
sonlandırılması Ģeklinde anlam ifade etmektedir.
AraĢtırmaya katılanların kendi boĢanma süreçlerini nasıl geçirdiklerine bakıldığında yarısından
fazlası gerilimli ve huzursuz bir boĢanma sürecini yaĢadığını belirtmiĢlerdir. Sorunsuz bir boĢanma
süreci yaĢayanların bir kısmı, büyük ölçüde ailelerinden destek aldıkları için , bir kısmı belli bir gelire
sahip olup da ekonomik özgürlüğe sahip oldukları için boĢanma sürecini sorunsuz atlatabildiklerini
belirtmiĢlerdir. Bununla birlikte boĢanma sürecini yalnızlık ve kimsesizlik duygularının yoğun bir
Ģekilde yaĢandıkları bir dönem olarak tanımlayanlar da söz konusudur. Katılımcılar, boĢanma
sürecinin gerilimli ve huzursuz bir süreç olarak yaĢandığı konusunda ortak bir paydaya sahiplerdir.
Bununla birlikte bu sürecin kiĢinin yalnız kaldığı ve sosyal çevresinden yeterli desteği göremediği
takdirde daha da sorunlu geçirilebilen bir süreç olarak görenlerle birlikte değerlendirildiğinde,
katılımcıların yarısından fazlasının boĢanma sürecini sorunlu bir Ģekilde yaĢadıkları ortaya
konulmuĢtur. Bunun yanı sıra, ailenin ve yakın çevrenin desteği ve ekonomik özgürlüğe sahip olmak
gibi, boĢanma sonrası süreçte, boĢanmıĢ kiĢilerin yeni yaĢamlarını olumsuz yönde etkileyebilecek
faktörlerle baĢ baĢa kalmamaları, sürecin göreli olarak daha az sıkıntılı bir Ģekilde atlatılmasına zemin
hazırlayabilmektedir.
BoĢanma, birçok yönden kadınlar açısından sorun oluĢturan bir süreçtir. AraĢtırmaya katılanların
boĢanmıĢ kadına toplumun bakıĢ açısının nasıl olduğuna dair değerlendirmelerine bakıldığında,
çoğunluğunun boĢanmıĢ kadına iyi gözle bakılmadığını, ön yargılı yaklaĢıldığını, hor görüldüğünü ve
aĢağılandığını vurgulamıĢtır. Katılımcıların bir kısmı, boĢanmıĢ kadının evli ya da bekar kadından
daha farklı algılandığını, bir kısmı da evli bir kadından farklı görülmediğini ileri sürmüĢlerdir.
Katılımcıların verdikleri yanıtlardan yola çıkarak boĢanmıĢ bir kadına yönelik bakıĢ açısının iki
Ģekilde değerlendirmek mümkündür. Ġlk grup, boĢanmıĢ kadını toplumda olumlu Ģekilde
değerlendirmeyenlerden oluĢmaktadır. Bu gruptakiler, toplumun boĢanmıĢ bir kadına, ön yargılı
yaklaĢtığını, küçük görüldüğünü, aĢağılandığını söyleyerek evli bir kadından daha farklı bir anlam
atfedildiği gözlenmiĢtir. Ġkinci grupta yer alan katılımcılar ise, evli bir kadından farklı bir Ģekilde
286
algılanmadığını vurgulamıĢlardır fakat bu görüĢü paylaĢanların oranlarının oldukça düĢük olduğu
tespit edilmiĢtir.
BoĢanma sonrasında katılımcıların ilk olarak genel hal ve hareketlerde, ikinci olarak karĢı cinsle
olan iliĢkilerde, üçüncü olarak ise eve giriĢ ve çıkıĢ saatlerinde sosyal baskı ya da kontrol hissettikleri
tespit edilmiĢtir. Sosyal iliĢkilerde kontrol sağlayan kiĢilerin baĢında ise aileler gelmektedir. Ġkinci
sırada komĢular, üçüncü sırada akrabalar, dördüncü sırada çocuklar ve iĢ arkadaĢları gelmektedir.
BoĢandıktan sonra kiĢiler kendilerini ilk olarak kiĢisel alanda, ikinci olarak toplumsal alanda,
üçüncü olarak da mesleki alanda kendilerini yeniden tanımlama ve ifade etme ihtiyacı
hissetmektedirler.
BoĢanma sonrasında katılımcıların en çok yaĢadıkları problemler, psikolojik ya da ruhsal
problemler olmuĢtur . Ġkinci sırada ekonomik problemler, üçüncü sırada toplumda yeni bir kimlik
arayıĢına girme Ģeklinde belirtilmiĢtir. Mesleki kariyerde düĢüĢ ve karĢı cinsle iliĢkilerde sorunlar
katılımcıların en az yoğunluğu oluĢturdukları problemler olarak tespit edilmiĢtir.
BoĢanma sürecinden sonra kiĢilerin evliliği bakıĢ açısı farklılaĢmaktadır. Gerek geçmiĢte yaĢadığı
sorunlu evlilik sürecini gerekse de yeni iliĢkilerini daha farklı Ģekilde değerlendirmeye baĢlamaktadır.
AraĢtırmaya katılanlara göre evliliğin uzun sürmesi ilk olarak eĢler arasındaki uygun iletiĢime bağlıdır.
Diğer görüĢler ise sırasıyla cinsel uyum, yaĢ farkının fazla olmaması, kültürel ve dinsel değerlere bağlı
olduğunu belirtmiĢlerdir. Bunun yanı sıra katılımcıların verdikleri yanıtlara göre vurgulanan diğer
koĢullar Ģu Ģekildedir: eĢler arasındaki duygusal uyum, ilgi ve beğeni alanlarının uyumu, maddi
olanaklar, ailede eĢitlikçi bir düzenin sağlanmasına , kadının evine ve iĢine bağlılığı ile aileler
arasındaki uyum, kadın ve erkeğin ailenin geçimini sağlamasına, kadının dıĢarıda çalıĢmasına, çocuk
sahibi olmaya bağlı olduğunu belirtmiĢlerdir. Buna göre, katılımcıların en çok üzerinde durdukları
konular kiĢisel uyum, iletiĢim ve anlaĢma gibi kendileriyle ilgili özelliklerdir. Kültürel ve dinsel uyum,
ekonomik koĢullar, kadının dıĢarıda çalıĢması ve çocuk sahibi olmak gibi faktörlerin daha düĢük
yoğunlukta olduğu gözlenmiĢtir. Dolayısıyla evliliğin sürekliliğinde bireysel nedenler ön plana
çıkmaktadır. EĢler arasındaki uygun iletiĢim, duygusal uyum ve ilgi ve beğeni alanlarının uyumu bu
bireysel nedenlere gönderme yapmaktadır. Kadını çalıĢmasının evliliğin uzun sürmesiyle düĢük
oranda iliĢkilendirildiği söylenebilir.
AraĢtırmaya katılanların çoğunluğuna göre, kadın ve erkeğin rolleri farklı olmalıdır. Elde edilen
veriler Türkiye‘ye özgü bir durumu yansıtmaktadır. Katılımcıların, ev iĢlerinin kadın için önem
derecesinin bu Ģekilde kategorileĢtirilmesi, geleneksel rol paylaĢımının devamlılığına iliĢkin veri
sunmaktadır. AraĢtırmaya katılanlar arasında annelik rolünün kadının birincil öneme sahip rolü
olduğunu belirtenler çoğunluktadır. Bunu annelik rolünü ikincil önemde roller olarak değerlendirenler
bulunmaktadır. EĢin bakımını üstlenmek görevini kadının birinci görevi olarak belirtenlerin oranının
düĢük olduğu gözlenmiĢtir. Bu kategoride üçüncü derecede önemli olduğunu belirtenlerin oranı
yüksektir. Kadının rollerine iliĢkin katılımcıların verdikleri yanıtları genel olarak değerlendirdiğimizde
araĢtırmaya katılanların çoğunluğunun kadının birinci görevi ev iĢlerini yerine getirmek (evin
temizliği, yemek yapmak, çamaĢır, bulaĢık yıkamak vs. gibi); ikinci sırada gelen görevi ise
çocuğu/çocukların bakımını yerine getirmek olduğu sonucuna ulaĢılmıĢtır. Katılımcıların sosyoekonomik profilleriyle birlikte düĢünüldüğünde kadının geleneksel rollerinin devamlılığı ĢaĢırtıcı
olmamaktadır. Kadının gelir getirici bir iĢte çalıĢmasının temel görevleri olarak görmeyenlerin
oranlarının da yüksek çıkması bu görüĢü destelediği söylenebilir. Buna göre kadının mesleki rolünün
ön plana çıkması gerektiğini savunanların oranı oldukça düĢüktür.
AraĢtırmaya katılanların erkeğin temel görevlerinin/rollerinin neler olduğuna yönelik kiĢisel
görüĢlere iliĢkin verilere bakıldığında, evin geçimini sağlamak için gelir getirici bir iĢte çalıĢmak, para
kazanmak gibi görevlerin birincil öneme sahip olduğunu belirtenlerin çoğunluğu oluĢturduğu
görülmüĢtür. Ġkinci sırada çocukların bakımı sağlamak olduğunu belirtenler gelmektedir. EĢin
bakımını üstlenmek ise üçüncü sırada yer almaktadır.
AraĢtırmaya katılanların çoğunluğu kadının istiyorsa her durumda çalıĢması gerektiğini
savunmaktadırlar. Ailenin ekonomik sıkıntısı varsa çalıĢması gerektiğini savunanlar ikinci sırada;
hiçbir durumda çalıĢmaması gerektiğini savunanlar üçüncü sırada, anne oluncaya kadar çalıĢması
287
gerektiği savunanlar ise dördüncü sırada yer almaktadırlar. Buna göre kadının çalıĢmaması gerektiği
yönünde düĢünceye sahip olanların oranı oldukça düĢüktür. Büyük çoğunluğun belli bir duruma bağlı
olsa da yine de çalıĢması gerektiği düĢüncesindedirler.
Kadının çalıĢmasının kadına özgürce karar vermesini sağladığını belirtenler çoğunluktadır.
Kadının özgüvenini arttırdığını belirtenler ikinci sıradadır. Sosyal ortamlara daha fazla girmesine
olanak sağladığını belirtenler üçüncü sıradadır . Dördüncü sırada kendisini daha mutlu hissettiğini
belirtenler, beĢinci sırada kararlarında daha seçici davranmasına olanak sağladığını belirtenler , altıncı
sırada toplumda saygınlığını sağladığını belirtenler ve yedinci sırada yaĢam kalitesini arttırmasına
olanak sağladığını belirtenler yer almaktadır. Katılımcıların verdikleri yanıtlara göre, kadının çalıĢması
konusunda sofistike olarak değerlendirilebilecek yanıtların daha düĢük oranlara sahip oldukları
görülmektedir. Meslek sahibi olmak ile kiĢisel geliĢim arasındaki paralellikte belirleyici olan eğitim
düzeyi olduğunu düĢünülmektedir. Ekonomik sorunların üstesinden gelebilmek bu Ģekilde göreli
özgür davranabilmek için temel ihtiyaçların karĢılanmıĢ olması gerekmektedir. Bu noktada gelir
getirici iĢte çalıĢmak dıĢsal bir zorunluluk olarak görülmektedir. KiĢinin mesleki olarak ilerlemesi,
baĢarılar elde etmesi, iyi bir kariyer çizgisine sahip olması, ekonomik zorunluluklar dıĢında kiĢisel
tatmin gibi psikolojik faktörlerin yönlendiriciliğinde ortaya çıkmaktadır. YaĢam kalitesini arttırmak
önemli olmakla birlikte temel ekonomik ihtiyaçların giderilmiĢ olmasından sonraki bir düzey olarak
değerlendirilmektedir bu durum. Dolayısıyla araĢtırmaya katılanların sosyo-ekonomik profilleri, daha
çok belli bir yaĢam standardını oluĢturmak amacıyla, ekonomik ihtiyaçların karĢılanması amacına
yönelik hareket ettikleri söylenebilir. Mesleki baĢarı, kariyer merkezli bir iĢ yaĢamı katılımcılar için
çok fazla önemsenen bir durum olmadığı söylenebilir.
Kadının çalıĢmasını, evlenme ve çocuk sahibi olmak gibi süreçlerin bir ölçüde etkilediğini
belirtenlerin çoğunlukta olduğu gözlenmiĢtir. Etkilemediğini belirtenler ise ikinci sırada yer
almaktadır. Büyük ölçüde etkilediğini belirtenlerin oranı diğer oranlara göre daha düĢüktür. Buna
göre, evlilik ve çocuk sahibi olmak, kadının çalıĢma yaĢamını etkilemektedir sonucuna
ulaĢılabilmektedir.
AraĢtırmaya katılanların cinsiyetleri ile boĢanma ile sonuçlanan evliliklerinde aile içi sorunların
çözümünde baĢvurdukları kiĢi ya da yer arasında anlamlı bir iliĢkiye rastlanmıĢtır. Bu iliĢkisellikte
genel olarak bakıldığında ailesinden yardım aldığını belirtenlerin oranı yüksektir. Hiçbir yere
baĢvurmadığını, sorunu kendi baĢına çözmeye çalıĢtığını belirtenlerin oranı ikinci sırada gelmektedir.
ĠĢ arkadaĢlarına ve profesyonel desteğe baĢvuranların oranlarının oldukça düĢük düzeyde olduğu
sonucuna ulaĢılmıĢtır. Eğitim düzeyiyle, sorunların çözümü konusunda uzman kiĢilere baĢvurma
arasındaki korelasyonun bu verilerde olumlandığı görülmüĢtür. Bu konuya cinsiyet açısından
bakıldığında önemli bir farklılık gözlenmiĢtir. Kadınların çoğunlukla ailesine baĢvurdukları; erkeklerin
ise çoğunlukla hiçbir yere baĢvurmadıkları, sorunları daha ziyade kendi çabalarıyla çözmeye
çalıĢtıkları sonucuna ulaĢılmıĢtır. Psikologa ve evlilik danıĢmana baĢvuranların oranlarının hem kadın
hem de erkek katılımcılar arasında düĢük olduğu gözlenmiĢtir.
AraĢtırmaya katılanların boĢanma davası süresince profesyonel bir destek alıp almadıklarına dair
verilere göre, cinsiyet ile profesyonel destek alma durumu arasında anlamlı bir iliĢki olduğu tespit
edilmiĢtir. AraĢtırmaya katılanların büyük çoğunluğu boĢanma davası süresince profesyonel destek
almadıklarını belirtmiĢtir. Profesyonel destek aldığını belirtenlerin oranı ise destek alanların neredeyse
yarısı kadardır. Profesyonel destek almadığını belirtenler arasında erkeklerin oranı fazladır.
AraĢtırmadan elde edilen diğer önemli bulgu, kaıtlımcılar arasında boĢanma süreçlerinde boĢanma
fikrini ilk ortaya atan taraf ile cinsiyet arasında yüksek derecede iliĢkinin bulunmuĢ olmasıdır.
Katılımcılar arasında hem bıoĢanma fikrini ortaya atan hem de kararını verenler arasında kadınlar
çoğunluktadır.
KAYNAKÇA
Arıkan, C. (1990).―Evlilik ÇatıĢmaları ve BoĢanma‖, Sosyal Hizmet, Sayı:2 Ekim-Kasım-Aralık, s.2527, Ankara.
Ay, S. (2000).‘‘Birliktelikleri Devam Eden Ailelerin Yapı ve ĠĢlevleri ile BoĢanmıĢ Ailelerin Yapı Ve
288
ĠĢlevlerinin KarĢılaĢtırılması‘‘.YayımlanmamıĢ
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun.
YüksekLisans
Tezi,
Ondokuz
Mayıs
Aydın, O.,Baran, G. (2010). ―Toplumsal DeğiĢme Sürecinde Evlenme ve BoĢanma‖, Toplum ve
Sosyal Hizmet Dergisi, Cilt 21, Sayı. 2 Ekim
BaĢbakanlık Aile Raporu. (2001;2002). T.C. BaĢbakanlık Aile AraĢtırma Kurumu BaĢkanlığı
Yayınları, Ankara.
D.Ġ.E. (2008) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara.
D.Ġ.E. (2011) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara.
D.Ġ.E. (2012) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara.
Dallos, R. (1990) ―Moral Development and the Family, The Generisis of Crime‖, Journal of Crime
and Society, 2 (4) p.371-402
Demircioğlu, N. S. (2000).‗‘BoĢanmanın, ÇalıĢan Kadının Statüsü ve Cinsiyet Rolü Üzerine Etkisi‘‘.
YayınlanmamıĢ Doktora Tezi, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ġzmir.
Devlet Ġstatistik Enstitüsü (DĠE) (2003).‗‘2000 Genel Nüfus Sayımı, Nüfusun Sosyal ve Ekonomik
Nitlikleri (BoĢanma Ġstatistikleri)‘‘. Yayın no:2759 Ankara.
Devlet Ġstatistik Kurumu, (1996), BoĢanma Ġstatistikleri, T.C. BaĢbakanlık, Ankara
Devlet Ġstatistik Kurumu, (1998), BoĢanma Ġstatistikleri, T.C. BaĢbakanlık, Ankara
Devlet Ġstatistik Kurumu, (1999), BoĢanma Ġstatistikleri, T.C. BaĢbakanlık, Ankara
Devlet Ġstatistik Kurumu, (2000), BoĢanma Ġstatistikleri, T.C. BaĢbakanlık, Ankara
Devlet Ġstatistik Kurumu, (2002), BoĢanma Ġstatistikleri, T.C. BaĢbakanlık, Ankara
Devlet Ġstatistik Kurumu, (2005), BoĢanma Ġstatistikleri, T.C. BaĢbakanlık, Ankara
Devlet Ġstatistik Kurumu, (2010), BoĢanma Ġstatistikleri, T.C. BaĢbakanlık, Ankara
Devlet Ġstatistik Kurumu, (2011), BoĢanma Ġstatistikleri, T.C. BaĢbakanlık, Ankara
Devlet Planlama TeĢkilatı. (1993). Türk Aile Yapısı AraĢtırması, Dpt Yayınları, 23-13, Ankara.
Ergil, D. (1994).Toplum ve İnsan. Ankara:Turhan Kitabevi.
Gönen, E.; Hablemitoglu, S. (1993).‘‘ Toplumsal DeğiĢme Sürecinde Aile: Yapı, EtkileĢim ve
ĠĢlevleri‘‘. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Yayınları, 45 s., Ankara.
Greenstein, N. T.; Davis, S. (2006) ―Cross National Variations in Divorce: Effects Of Womens‘
Power, Prestige And Dependence‖, Journal Of Comparative Family Studies, 37 (2), 253-279.
Hall, S., Scraton, P. (1990).―Low Class and Control‖,Crime and Society, 5(3), p.460-498
Marshall, B. (2005). Engendering Modernity,
ChangeNortheastern University Press, Boston.
Feminist,
Social
Theory
And
Social
Özen, D. ġ. (1998).EĢler arası ÇatıĢma Ve BoĢanmanın Farklı YaĢ Ve Cinsiyetteki Çocukların
DavranıĢ Ve Uyum Problemleri Ġle Algıladıkları Sosyal Destek Üzerindeki Rolü,Psikoloji
Anabilim Dalı YayınlanmamıĢ Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara.
Özgüven, Ġ. E. (2001).Ailede Yaşam ve İletişim.Ankara:Pedrem.
Özkan, Z. (1989).Türkiye‘de BoĢanmaların Sebep ve Sonuçları, YayınlanmamıĢ Doktora Tezi,
Ġstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ġstanbul.
http://www.aile.gov.tr/aile.ist.htm. 06 Mart 2012.
289
T.C. Anayasası (1982)
T.C. BaĢbakanlık Aile Kurumu BaĢkanlığı (1996)
Çiğdem, Bilim Serisi, Ankara
Aile Yazıları, der. Beylü Dikeçligil, Ahmet
T.C. BaĢbakanlık Aile ve Sosyal AraĢtırmalar Genel Müdürlüğü BoĢanma Ġstatistikleri.
T.C.Basbakanlık Die (1994) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara
T.C.Basbakanlık Die (1995) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara
T.C.Basbakanlık Die (1996) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara.
T.C.Basbakanlık Die (1997) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara
T.C.Basbakanlık Die (1998) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara.
T.C.Basbakanlık Die (1999) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara.
T.C.Basbakanlık Die (2000) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara.
T.C.Basbakanlık Die (2002) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara
T.C.Basbakanlık Die (2005) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara
T.C.Basbakanlık Die (2009) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara.
T.C.Basbakanlık Die (2010) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara
TC.BaĢbakanlık Devlet Ġstatistik Enstitüsü (2000-2002) Evlenme, BoĢanma ve Ġntihar
Ġstatistikleri, DYE Matbaası, Ankara.
Timur, S. (1982) Türkiye‘de Aile Yapısı, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara.
Türk Medeni Kanunu (2002).Türk Medeni Kanunun Yürürlüğü Ve Uygulama ġekli Hakkında Kanun
Ve Gerekçeleri, Adalet Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Türkiye Ġstatistiği Yıllığı (2000) Tc BaĢbakanlık Türkiye Ġstatistik Kurumu, Ankara.
Türkiye Ġstatistiği Yıllığı (2004) Tc BaĢbakanlık Türkiye Ġstatistik Kurumu, Ankara.
Türkiye Ġstatistik Kurumu. (2001-2012). Evlenme Ve BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara
Türkiye Ġstatistik Kurumu. (2008). Evlenme Ve BoĢanma Ġstatistikleri, Türkiye Ġstatistik Kurumu
Matbaası, Ankara
Türkiye Ġstatistik Kurumu. (2009). Evlenme Ve BoĢanma Ġstatistikleri, Türkiye Ġstatistik Kurumu
Matbaası, Ankara
Türkiye Ġstatistik Kurumu. (2010). Evlenme Ve BoĢanma Ġstatistikleri, Türkiye Ġstatistik Kurumu
Matbaası, Ankara
Yıldırım, A. (2001) BoĢanma Ġle EĢlerin Empatik Eğilimleri Arasındaki ĠliĢkinin Ġncelenmesi,
YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya.
Wallerstein, I.(2009).Liberalizmden Sonra, Çeviren: Erol Öz, Ġstanbul: Metis Yay.
Zimmerman, M. E.(2011).Heidegger Moderniteyle Hesaplaşma-Teknoloji,Politika,Sanat.
Çeviren: Hüsamettin Arslan, Ġstanbul: Paradigma Yay.
290
B11 OTURUMU
SOSYAL POLĠTĠKA (PUAN PROJESĠ)
PUAN PROJESĠ: SOSYAL YARDIM YARARLANICILARININ SOSYOLOJĠK
ÖZELLĠKLERĠ
Fatime GÜNEġ1
Erdal Tanas KARAGÖL2
ÖZET
PUAN Projesi Türkiye, kır-kent ayrımını içeren, Ġstatistikî Bölge Birimleri Sınıflaması (ĠBBS)
Düzey 1 ayrımında bölgeler arası farklılığı gözeten, hane ziyaretleri sırasında doğrulanabilen, somut
olarak ölçülebilir göstergelere dayanan, yüksek güvenilirlik düzeyine sahip olan ve kolay
uygulanabilen puanlama modellerinin oluĢturulması amacıyla Türkiye Ġstatistik Kurumu (TÜĠK)
tarafından seçilen ve 43.124 haneyi kapsayan bir örneklem üzerinden Ana Alan Uygulaması
gerçekleĢtirilmiĢtir. Ayrıca tüm Türkiye‘yi kapsayan ve her bir Ġstatistiki Bölge Birimleri Sınıflaması
(ĠBBS) Düzey 1 Bölgesi için kent / kır ayrımını gözeten bir nitel çalıĢma yapılmıĢtır. Bu çalıĢma
kapsamında da 13 ilde toplam 174 adet derinlemesine mülakat gerçekleĢtirilmiĢtir. Bu sunumda, her
iki alan araĢtırmasından elde edilen verilere dayanarak; yardım almak için vakıflara baĢvuran
hanelerin sosyolojik özellikleri ortaya konulacaktır. Bu özellikler, demografik yapı, göç durumu,
fiziksel yaĢam koĢulları, iĢgücü piyasalarındaki konum, gelir, tüketim, borç, yardım ve refah algıları
baĢlıkları altında değerlendirilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Yoksulluk, Yardım Alan Haneler, Sosyolojik Yapı.
ABSTRACT
The PUAN Project has been carried out over 43.124 households selected by Turkish Statistical
Institution (TURKSTAT) as Main Survey to be able to develop highly reliable and easily applicable
scoring models based on real measurable indicators that differentiate settlements in the countryside
and urban areas, observe regional differences defined in the Nomenclature of Units for Territorial
Statistics (NUTS) 1 and can be verified during the house-visits. The Project also involved a qualitative
study observing the differences between urban and country settlements in all around Turkey for the
Region defined by the NUTS. With in the scope of this study, 174 in-debth interviews were held in 13
cities. In this presentation, based on the data obtained from the two field reasearch, we will offer the
sociological characteristics of the households who applied the foundations to receive aids. Among
these characteristics are evaluated under the titles of demographical structure, migrationstatus,
physical living conditions, and positions, incomes, consuming, debts, received aids and perceptions of
benefits and wealth in the labor market are included.
Keywords:poverty, households receiving aid, sociological structure.
YOKSULLUK OLGUSU
Yoksulluk tartıĢmalı bir kavramdır ve yoksulluğun nasıl tanımlanacağına dair farklı yaklaĢım ve
açıklamalar vardır. Yoksulluk konusunun merkezinde yer alan temel sorulardan biri kimlerin yoksul
olduğudur. Bu sorunun yanıtı, diğer bir deyiĢle bir toplumdaki yoksulların oranı; yoksulluğun nasıl
tanımlandığına ve bu tanıma dayanarak geliĢtirilen ölçme yöntemlerine göre değiĢebilmektedir.
Mutlak yoksulluk, bireyin ya da hanenin gıda, barınma ve giysi gibi temel biyolojik ihtiyaçlarını
karĢılayabilecek gelir ve tüketimden mahrum kalmasıdır. Mutlak yoksulluk tanımı, asgari geçim
ihtiyaçlarını içermektedir. Mutlak yoksulluk ölçümleri genellikle yoksulluğu maddi yoksunlukla
sınırlandırır (Haralambos ve Holborn, 1995). Örneğin, kiĢi baĢına günde 1 veya 2 dolarlık harcama
1
Doç. Dr. Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE,
[email protected]
2
Prof.Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Ġktisat Bölümü, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE
[email protected]
293
Dünya Bankası‘nın uluslararası ölçekte mutlak yoksulluk oranını hesaplamak için kullandığı bir
ölçektir (GüneĢ, 2009).
TÜĠK ise mutlak yoksulluğu hane veya bireylerin yaĢamalarını fiziksel olarak sürdürebilmeleri
için ihtiyaç duyulan minimum tüketim miktarı olarak tanımlamaktadır. Mutlak yoksulluğu tespit
edebilmek bireylerin yaĢamlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan minimum tüketim ihtiyaçları
belirlenir. TÜĠK tarafından mutlak yoksulluk gıda ve gıda dıĢı bileĢenler dikkate alınarak ayrı ayrı
belirlenebilmektedir Mutlak yoksulluk oranı ise asgari refah düzeyini yakalayamayanların sayısının
toplam nüfusa oranıdır (TÜĠK, 2008). TÜĠK açlık sınırı kavramını bir kiĢinin yaĢamını devam
ettirebilmesi için alması gerekli temel gıda maddelerinden oluĢan sepetin maliyeti olarak
tanımlamaktadır. Yoksulluk sınırı kavramı ise kiĢinin beslenme yanında ihtiyaç duyduğu giyim,
barınma, ulaĢtırma, haberleĢme gibi minimum yaĢam düzeyini veya temel gereksinimlerini
karĢılayabilmesi için gerekli olan tüm mal ve hizmetleri satın alırken ödemesi gereken para veya diğer
bir deyiĢle asgari düzeyde bir yaĢam kalitesine sahip olabilmesi için yapması gereken minimum
harcama miktarıdır (TÜĠK, 2008).
TÜĠK tarafından mutlak yoksulluk, tüketim harcaması değiĢkeni kullanılarak, hanehalkı bütçe
anketinde yer alan aylık tüketim harcaması bilgileri temelinde hesaplanmaktadır. Mutlak yoksulluk
hesaplamasında dayanıklı mallar için yapılan harcamalar dahil edilmez. Her bir hanehalkı için aylık
toplam harcama değeri hesaplanır. Hesaplanan bu toplam harcama değeri o hanehalkı için eĢdeğer
yetiĢkin kiĢi sayısına bölünerek, her hanehalkı için eĢdeğer kiĢi baĢına ortalama tüketim harcaması
değeri hesaplanmaktadır. Bulunan bu değer hesaplanan açlık ve yoksulluk sınırları ile karĢılaĢtırılarak
hanehalkının yoksul olup olmadığı hesaplanır. Eğer kiĢi baĢına tüketim harcaması, gıda yoksulluk
sınırının (açlık sınırı) altında kalıyorsa hanede bulunan tüm kiĢiler gıda yoksulu (çok yoksul) olarak
sınıflandırılır. Eğer kiĢi baĢına tüketim harcaması, gıda ve gıda dıĢı bileĢenlerden oluĢan yoksulluk
sınırının altında ise hane halkları yoksul olarak sınıflandırılır (TÜĠK, 2008).
Göreli yoksulluk bireyin, ailenin ya da toplumsal grupların içinde bulundukları toplumda yeterli
beslenebilmesi, en azından alıĢılmıĢ ve ortak kabul edilmiĢ sosyal ve kültürel faaliyetleri yerine
getirebilmesi ve içinde bulunduğu toplumun ortalama yaĢam standardını sürdürebilmek için gerekli
kaynaktan yoksun olmasıdır. Göreli yoksulluk tanımı, temel fiziksel ihtiyaçların yanı sıra toplumsal
ihtiyaçları da dikkate almaktadır. Ayrıca, mutlak yoksulluk tanımından farklı olarak içinde bulunulan
toplumun ortalama yaĢam standardı dikkate alınır (Haralambos ve Holborn, 1995). Göreli yoksulluğun
ölçülmesi genellikle bir ülkenin ortalama geliri referans alınarak hesaplanmaktadır. Göreli yoksul
olanlar, ortalama gelirin belli bir oran altında gelir ile yaĢayan nüfusu oluĢturmaktadır (GüneĢ, 2009).
TÜĠK‘e göre göreli yoksulluk bireyin veya hanehalkının toplumun genel düzeyine göre belirli bir
sınırın altında gelir ve harcamaya sahip olmasıdır. Refah ölçüsü olarak tüketim veya gelir düzeyi
dikkate alınmaktadır (TÜĠK, 2008). TÜĠK tarafından Türkiye‘de göreli yoksulluk sınırı hanehalkı
bütçe anketi verilerine göre eĢdeğer kiĢi baĢına tüketim harcaması medyan değerinin %50‘si olarak
belirlenmektedir. Toplam nüfus içindeki göreli yoksulluk oranı ise, (eĢdeğer kiĢi baĢına tüketim
harcaması) göreli yoksulluk sınırının altında kalan hanehalklarının oluĢturduğu nüfusun toplam nüfus
içindeki payı olarak hesaplanmaktadır. Gelire bağlı göreli yoksulluk oranı ise, eĢdeğer kiĢi baĢına
medyan gelirin belirli bir oranı (%60, %50 veya %40) ölçüt alınarak oluĢturulmaktadır (TÜĠK, 2008).
Ġnsani yoksulluk, United Nations Development Programme (UNDP - BirleĢmiĢ Milletler Kalkınma
Programı) tarafından geliĢmekte olan ülkelerdeki yoksulluğun anlaĢılması için kullanılan bir
kavramdır. Bu yoksulluk, toplumun sunduğu hak ve olanaklara ulaĢabilme eksikliği olarak
tanımlanmaktadır (Ġnsel, 2001). Örneğin eğitim temel bir haktır ve değerinin parasal olarak ölçülmesi
zordur. UNDP tarafından beĢ insani yoksulluk göstergesi geliĢtirilmiĢtir. Bu göstergeler ise Ģunlardır:
40 yaĢından önce ölme riski taĢıyan insan oranı,
Okuryazar olmayan yetiĢkinlerin oranı,
Sağlık hizmetlerine ulaĢamayanların oranı,
Temiz ve güvenli içme suyuna eriĢemeyenlerin oranı,
5 yaĢ altı çocukların yetersiz beslenme oranı (UNDP, 1997).
294
Toplumsal dıĢlanma, insanların içinde bulundukları toplumun ekonomik, toplumsal, siyasal ve
kültürel süreçlerinden dıĢlanması, diğer bir ifadeyle toplumla olan bağlarının kopması olarak
tanımlanmaktadır (Bhalla ve Lapeyre, 1999). Toplumsal dıĢlanma bakıĢı, yoksulluğu statik ve durağan
bir biçimde sadece maddi yoksunluk olarak tanımlayan yaklaĢımları eleĢtirmektedir. Bundan dolayı,
toplumsal dıĢlanma kavramı toplumda daha geniĢ bir çerçevede yaĢanan yoksunlukları dikkate
almaktadır. Basitçe tek baĢına gelir yetersizliği yoksulluğu ve yoksulları anlatmaz. Örneğin, bireyin
içinde bulunduğu topluma katılabilmesi için gerekli hak ve olanaklardan mahrum olması gelir
yetersizliği ile iliĢkili olmayabilir (GüneĢ, 2009).
1. TÜRKĠYE‟DE YOKSULLUK
Türkiye ekonomisinde yapısal değiĢim ve gelir dağılımı çalıĢmasında (Dağdemir, 1992), yoksulluk
1968 - 1987 dönemleri arasında analiz edilmektedir. Bu çalıĢmada mutlak yoksulluk ortalama gelirin
altında kalan seviye olarak belirlenmiĢtir. AraĢtırmaya göre, Türkiye‘de mutlak yoksulluk %51,5‘den
%22,5‘e düĢmüĢtür. Ancak mutlak yoksul olanlar arasında ücret karĢılığı çalıĢanların oranı yüksektir
(%51,71).
1987 Hanehalkı Gelir ve Tüketim Anket verileri kullanılarak bölge temelinde yapılan yoksulluk
analizine göre (Dumanlı, 1996), Türkiye‘de mutlak yoksulluk, diğer bölgelere göre; Doğu ve
Güneydoğu bölgelerinde daha yüksek çıkmıĢtır. Bu araĢtırmada mutlak yoksulluk sınırı, asgari
miktarda gerekli kalori miktarına göre hesaplanmıĢtır. Diğer bir çalıĢmada (Dansuk, 1997), aynı
veriler kullanılarak Türkiye‘deki yoksulluğun toplumsal temeli araĢtırılmıĢtır. Yoksulluk sınırı ise en
düĢük tüketim harcaması olarak ele alınmıĢtır. Yoksulluğun toplumsal temeli, gelir dağılımı, emek
gücü, cinsiyet, eğitim ve diğer bazı demografik olgular arasındaki iliĢkilere bakılarak
değerlendirilmektedir. ÇalıĢmanın bulgularına göre, yoksulluk özellikle eğitimsiz ve düĢük eğitimli
kadınlar, kırsal alanda yaĢayan insanlar, sosyal güvenlik sistemi dıĢında kalan kiĢiler ve enformel
sektörde çalıĢan insanlar için daha ciddi bir sorun haline gelmiĢtir.
1994 yılı Hanehalkı Gelir ve Tüketim Anket verileri kullanılarak birden çok yoksulluk sınırı ve bu
sınırın altında kalan hane sayısı bölgelere göre hesaplanmıĢtır (Erdoğan,1996). Bu çalıĢmada
yoksullar, ―aĢırı yoksul‖ (extremelypoor), ―yüksek düzeyde yoksul‖ (highlevelpoor) ve ―düĢük
düzeyde yoksul‖ (lowlevelpoor) olmak üzere üç kategoride sınıflandırılmıĢtır. AĢırı yoksullar asgari
gıda ihtiyacını karĢılayamayanlar ve / veya yeteri düzeyde beslenemeyenleri kapsamaktadır. ―Yüksek
düzeyde yoksul‖ olanlar ise gıda oranı yaklaĢımı ile belirlenmiĢtir. Bu yaklaĢıma göre, toplam
harcama içinde gıda harcamasının payı %40 olan haneler yüksek düzeyde yoksul olarak
nitelendirilmiĢtir. DüĢük düzeyde yoksul olanlar gıdanın yanı sıra, konut, giysi, ulaĢım ve eĢya gibi
temel ihtiyaçlarını karĢılamakta zorluk çekenlerden oluĢmaktadır. ÇalıĢmanın sonuçlarına göre,
Türkiye‘de ―aĢırı yoksul‖ olanların oranı %11, ―yüksek düzeyde yoksul‖ olanların oranı %12 ve
―düĢük düzeyde yoksul‖ olanların oranı ise %20‘dir.
―Türkiye‘de Yoksulluk: Boyutu ve Profili‖ çalıĢmasında (Erdoğan, 1998) Türkiye‘de gıda ve gıda
- dıĢı yoksulluğun düzeyi ortaya konmaktadır. Gıda yoksulluğu hanelerin asgari gıda harcamalarını
içermektedir. Gıda - dıĢı ise gıda harcamaları dıĢında diğer temel ihtiyaçlar için yapılan harcamaları da
kapsamaktadır. Yoksulluğun boyutu hanelerin tüketim harcamaları yerine gelir düzeyleri ele alınarak
ortaya konmuĢtur. Buna göre, Türkiye‘de gıda yoksulu olan hanelerin oranı %5,66 iken, bireylerin
oranı ise %8,73 dür. Temel ihtiyaçlar dikkate alındığında, Türkiye‘de hanelerin %19,1‘i ve bireylerin
ise %24,30‘u yoksuldur.
Dağdemir (1999) 1987 - 1994 dönemi için yoksulluk problemini makroekonomik etkilere bağlı
olarak araĢtırmıĢtır. Bu çalıĢmaya göre, kentleĢmiĢ bölgelerde yoksulluk zaman içinde artmıĢtır. Kırsal
bölgelerde ise yoksulluk hem artmıĢ hem de derinleĢmiĢtir. TÜĠK‘in 1994 Hanehalkı Gelir ve Tüketim
Anket verilerinin kullanıldığı diğer bir çalıĢmaya göre (Pamuk, 2000), kırsal nüfusun %14,85‘i ve
toplam hanelerin ise %14,15‘i yoksulluk sınırının altındadır. Bu çalıĢmada, yoksulluk sınırı kırsal
hanelerde medyan gelirin yarısı olarak belirlenmiĢtir.
Dünya Bankası‘nın ―Ekonomik Reformlar, YaĢam Standardı ve Sosyal Refah ÇalıĢma Raporu
(2000)‖ Türkiye‘de ekonomik reformların insanların yaĢam standardı, yoksulluk ve refah seviyesi
295
üzerindeki etkilerini analiz etmektedir. Türkiye‘de yoksulluk oranı üç yoksulluk çizgisine göre
belirlenmiĢtir: Mutlak yoksulluk (asgari gıda sepeti yerel maliyeti), ekonomik kırılganlık (temel
ihtiyaçlar sepetinin-gıda dıĢını da içeren yerel maliyeti) ve göreli yoksulluk (ulusal gelirin ortalama
yarısı). Bu tanımlara göre, Türkiye‘de mutlak yoksulluk oranı düĢüktür (%7,3). Ekonomik kırılganlık
(%36,3) göreli gelir yoksulluğuna (%15,7) göre daha yüksektir.
Dünya Bankası tarafından ―2003 yılı Türkiye: Krizlerden Sonra Yoksulluk ve Yoksullukla BaĢ
Etme‖ baĢlıklı raporunda yer verilen yoksulluk analizi Dünya Bankası tarafından 2001 yılında
gerçekleĢtirilen ve toplam 4.200 haneyi kapsayan Hanehalkı Tüketim ve Gelir Anketine dayanarak
yapılmıĢtır. Bu çalıĢmanın sonuçlarına göre, Türkiye‘de kent nüfusunun %17,2‘si gıda yoksuludur.
Kentte gıda ve gıda - dıĢı yoksulluk oranı ise %56,1 olarak hesaplanmıĢtır.
―Ġnsani GeliĢme Endeksi‖ açısından ele alındığında 2002 yılında Türkiye 174 ülke arasında 85.
sırada yer alırken, 2005 yılında ise 177 ülke arasında Türkiye 95. sıradadır (Gürses, 2007). Eurostat
2004 araĢtırmasına göre, Türkiye‘deki göreli yoksulluk oranı %23‘tür. Bu AB‘ye üye ve aday ülkeler
arasında en yüksek oranı oluĢturmaktadır (Gürses, 2007).
TÜĠK tarafından 2007 yılında yapılan yoksulluk çalıĢmasına göre, Türkiye‘de kiĢilerin %0,54‘ü
sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırının altında yaĢamaktadır. Gıda ve gıda dıĢı harcamaları
içeren yoksulluk sınırının altında yaĢayan yoksulların oranı ise %18,56‘tir. KiĢi baĢı günlük
harcaması, satın alma paritesine göre 1 doların altında kalan kiĢi yoktur. Fakat kiĢi baĢı günlük 2,15
dolar olarak tanımlanan yoksulluk sınırı altında bulunan yoksulların oranı %0,63‘tür. Yoksulluk sınırı
4,3 dolar olarak ele alındığında ise yoksulların oranı %9,53 olarak tahmin edilmektedir. 2006 yılına
göre 2007 yılında kentsel ve kırsal yerlerde yoksulluk oranlarında artıĢ gözlemlenmektedir. 2006
yılında, kırsal yerleĢim yerlerinde yaĢayan yoksulların oranı %31,98 iken, bu oran 2007 yılında
%32,18‘e yükselmiĢtir. Aynı Ģekilde, 2006 yılında, kentsel yerleĢim yerlerinde yaĢayan yoksulların
oranı %9,31 iken, bu oran 2007 yılında %10,61‘e yükselmiĢtir. Hanehalkı büyüklüğü arttıkça
yoksulluk riski artmaktadır. Eğitim düzeyi azaldıkça yoksulluk riski artmaktadır. Okur - yazar
olmayanların yoksulluk oranı %34,76 iken, lise ve dengi meslek okulları mezunlarında bu oran
%6,16‘dır. KiĢilerin çalıĢma durumlarına göre bakıldığında 2007 yılında Türkiye‘de ücretsiz aile
iĢçileri, yevmiyeli çalıĢanlar ve kendi hesabına çalıĢanların yoksulluk riski daha yüksektir (TÜĠK,
2008).
TÜĠK, 2011 yoksulluk çalıĢması sonuçlarına dayanarak; satın alma gücü paritesine göre kiĢi baĢı
dolar cinsinden yoksulluk sınırlarına göre Türkiye‘de yoksulluk oranlarının düĢtüğü belirtmiĢtir
(TÜĠK, 2012). Yani kiĢi baĢı günlük harcaması 2,15 doların altında kalan fert oranı 2010 yılında
%0,21 iken, bu oran 2011 yılında %0,14 olarak tahmin edilmiĢtir. 4,3 dolar sınırına göre ise 2010
yılında %3,66 olan yoksulluk oranı, 2011 yılında %2,79 olarak gerçekleĢmiĢti (TÜĠK, 2012). TÜĠK‘e
göre, kırsal yerlerde yaĢayanların yoksulluk riski kentsel yerlerde yaĢayanlardan daha fazladır. 4,3
dolar sınırı dikkate alındığında, 2010 yılında kırsal yerleĢim yerlerinde yaĢayanların yoksulluk oranı
%9,61, 2011 yılında ise %6,83 olarak tahmin edilmiĢtir. Kentsel yerleĢim yerlerinde yaĢayanların
yoksulluk oranı 2010 yılı için %0,97 olarak, 2011 yılı için ise %0,94 olarak tespit edilmiĢtir (TÜĠK,
2012).
2. YÖNTEM VE BULGULAR
PUAN Projesi Safha 3 kapsamında tüm Türkiye‘yi kapsayan ve her bir ĠBBS Düzey 1 Bölgesi için
kent / kır ayrımını gözeten belirli sosyo - demografik baĢlıkları içeren bir nitel çalıĢma
gerçekleĢtirilmiĢtir. Bu kapsamda Haziran 2011 - Ekim 2011 tarihleri arasında 13 ilde toplam 174 adet
derinlemesine mülakat gerçekleĢtirilmiĢtir (Tablo 1).
296
Tablo 1. Nitel ÇalıĢmanın Yapıldığı Ġller ve Kır / Kent Ayrımına Dayalı GörüĢme
Sayıları
Ġller
Ġstanbul
Balıkesir
Ġzmir
EskiĢehir
Ankara
Antalya
Hatay
Kayseri
Bartın
Trabzon
Erzurum
Elazığ
ġanlıurfa
ĠBBS Bölgesi
TR 1
TR 2
TR 3
TR 4
TR 5
TR 6
TR 6
TR 7
TR 8
TR 9
TR A
TR B
TR C
Toplam
Kent
11
9
6
9
5
5
11
6
4
4
6
4
10
90
Kır
10
11
4
6
6
6
9
10
4
6
6
2
4
84
Derinlemesine görüĢmelerin temel amacı; yardımlardan yararlanan ya da baĢvurduğu halde
yararlanamayan ve PUAN Projesi Ana Alan Uygulaması‘ndan nicel araĢtırmaların formatından dolayı
sorulamayan fakat sonuçların anlamlandırılması için gerekli olduğu düĢünülen ―Neden‖, ―Nasıl?‖ ve
―Niçin?‖ gibi soruların yanıtlarına ulaĢmaktır. Bu kapsamda, nitel çalıĢma SYGM‘den yardım alan ya
da yardım almak için baĢvurmuĢ fakat reddedilmiĢ hanelerin yoksulluk deneyimlerinin ve aldıkları
yardımların yoksullukla mücadeledeki etkilerinin anlaĢılması ve yorumlanması amacıyla yapılmıĢtır.
Bu çalıĢmanın sonuçlarını ise genel olarak Ģöyle özetlemek mümkündür:
Hanelerin tamamına yakını fiziksel özellikleri ve barınma koĢulları açısından yetersiz ve
sağlıksız konutlarda oturmaktadır. Hanelerin bir kısmı kendi evlerinde, bir kısmı akrabalarının
konutlarında bir kısmı ise kiracı olarak yaĢamaktadır. Kiracıların kira oranları düĢüktür ve bu
oran hanelerin fiziksel koĢullarını da yansıtmaktadır. Ayrıca birçok hane barınma koĢullarının
insani yaĢam koĢullarından uzak olduğunu belirtmiĢtir.
Erkeklerin bir kısmı iĢsiz, diğer kısmı ise çalıĢma zamanı, mekânı ve gelir açısından geçici,
düzensiz, istikrarsız ve gelecek güvencesi olmayan iĢlerde çalıĢmaktadır. Kırda yaĢayanların
çoğu çiftçilik yapmaktadır. Bunun yanı sıra geçici iĢlerde çalıĢanlara da rastlanmıĢtır.
GörüĢülen kiĢilerin çoğu ek bir iĢte çalıĢmamaktadır. GörüĢülen kadınların tamamına yakını
kendini ev kadını, kırda görüĢülen kadınların ise sadece bir kısmı kendilerini ev kadını
olmanın yanı sıra çiftçi olarak da tanımlamıĢlardır. Kadınların çalıĢ(a)mama nedenleri arasında
sırasıyla; eğitim durumları, yaĢları, ev içi sorumlulukları (ev iĢleri, çocuk ve diğer hane
üyelerinin bakım iĢleri vb.), kendilerine uygun iĢlerin olmaması, sağlık durumları, eĢlerinin
izin vermemesi ve çevre baskısı yer almaktadır. Ayrıca kadınların bir kısmı ise yaĢamının bir
döneminde; ailenin geçimine katkıda bulunmak için; tarlada mevsimlik iĢçilik, temizlik iĢleri,
evde parça baĢı iĢler gibi düzensiz ve geçici de olsa gelir getiren iĢlerde çalıĢtığını belirtmiĢtir.
Göç eden hanelerin göç nedenleri arasında sırasıyla; iĢ, evlilik, eğitim, daha iyi bir yaĢam
kurmak, güvenlik gibi nedenler yer almaktadır. Bazı haneler göç sürecinde yakınlarından
yardım ve destek alırken, bazıları ise konut ve iĢ bulma sürecinde hiçbir Ģekilde bu iliĢki
ağlarından yararlanmamıĢtır. Göç edilen yerde karĢılaĢılan sorunlar arasında duygusal
yalnızlık, yabancılık çekme, ekonomik sıkıntılar, değerlerin (modern ve geleneksel) çatıĢması,
birkaç yerde ise kökene bağlı yaĢanan dıĢlanma yer almaktadır. GörüĢmecilerin bir kısmı
geldikleri yerde kendilerini daha iyi hissettiğini ve özellikle köylerine yoğun bir özlem
duyduğunu belirtmiĢtir. Kırla ve / veya gelinen yerle kurulan duygusal yakınlık, göç edilen
297
yerin maddi koĢullarıyla karĢılaĢtırıldığında önemini yitirmektedir. Önemli bir kısmı yaĢam
koĢulları zor olsa da göç ettikleri yerde yaĢamaktan memnundur.
Hanelerin büyük çoğunluğu aldıkları yardım türleri dıĢında genel olarak SYDV‘nin verdiği
yardımların bilgisinden yoksundur. YaklaĢık her üç haneden biri yaĢamının bir kısmında bir
Ģekilde SYDV dıĢında baĢka bir yerden yardım almıĢtır. Haneler SYDV‘nin yardım verdiği
bilgisine öncelikle muhtardan, komĢulardan, arkadaĢlardan, akrabalardan, öğretmenlerden,
okuldan, YeĢil Kart çıkarmaya gittikleri zaman vakıf çalıĢanlarından, vakıf müdürlerinin
mahalleleri dolaĢması sırasında, televizyondan bazı Bakanlar‘ın ve BaĢbakan‘ın yaptığı
açıklamalardan öğrenmiĢtir. Hanelerde yardım almak için genellikle kadınlar baĢvuru
yapmaktadır. Ailenin geçiminden ideolojik olarak erkeklerin sorumlu tutulması, evin geçimini
sağlamada yaĢadıkları baĢarısızlık ve zorluklar, onlar üzerinde toplumsal ve kültürel bir
baskının oluĢmasına neden olmaktadır. Bu nedenle, erkekler için yardım almak ve / veya
yardım baĢvurusu yapmak ―gurur‖ ve ―onur‖ meselesine dönüĢmektedir. GörüĢülen kiĢiler
arasında her üç kiĢiden biri yardım baĢvurusu yaparken sorun ve sıkıntı yaĢamaktadır. Bazı
görüĢmeciler daha önce yaĢadıkları sıkıntıların artık kalmadığını, önemli bir kesim ise baĢvuru
sürecinin kolay olduğunu düĢünmektedir. Nitel görüĢmede bir kesim baĢvuru sürecini
kapsayan ve bu süreci iyileĢtirmeye yönelik doğrudan cevaplar vermesine rağmen, bazı kiĢiler
ise verilen yardımların niteliği ve miktarına yönelik doğrudan önerilerde bulunmuĢtur. Bir
kesim ise, bu konuda fikri olmadığını ve yetkili kiĢilerin, idarecilerin (hükümetin)
kendilerinden daha iyi bilebileceğini düĢünmektedir. GörüĢmecilerin çoğu yardımları yeterli
bulmamakta, sadece bir kısmı yardımların yeterli olduğunu belirtmektedir. Yardımların hane
refahını / geçimini eskiye göre az da olsa olumlu yönde etkilediği düĢünülmektedir. GörüĢülen
hanelerdeki yaklaĢık her dört kiĢiden biri yapılan yardımların hak eden insanlara ulaĢtığını
düĢünmektedir. Yarıdan fazlası hak eden insanların yardım almadığını düĢünürken çok az kiĢi
bu konu hakkında herhangi bir fikri olmadığını belirtmiĢtir.
GörüĢülen hanelerin tamamı (üç hane dıĢında) eve giren ortalama aylık gelirlerinin geçimleri
için yeterli olmadığı görüĢündedir. Hanelerin birçoğu geçim sıkıntısından dolayı elektrik, su,
yakacak, telefon, ulaĢım, gıda, temizlik maddeleri gibi temel ihtiyaçlardan kısıntıya
gitmektedir. Hanede özellikle kadınlar, erkekler ve çocuklar kiĢisel ihtiyaçlarını karĢılamakta
zorluk çekmektedir.
Nitel çalıĢma sırasında görüĢülen haneler arasında yaklaĢık her üç haneden biri çocuklarının
karĢılayamadığı ihtiyaçları için yakın çevresinden destek almaktadır. Yakın çevre arasında yer
alan kiĢiler arasında çocuğun anneannesi, babaannesi, dedesi, teyzesi, dayısı, amcası, halası,
kuzeni, yeğeni, komĢusu, öğretmeni yer almaktadır. Hanelerin bir kısmı aile, akraba, komĢu ve
arkadaĢ gibi iliĢki ağlarından herhangi bir Ģekilde yardım ve destek almamaktadır.
Proje desteği alan haneler baĢvuru sürecinde herhangi bir sıkıntı yaĢamamıĢlardır. Özellikle
vakıf çalıĢanları genel olarak baĢvuru yapan kiĢilere yardımcı olmaktadır. GörüĢmecilerin bir
kısmı proje destek miktarını yeterli bulurken, bazılarına göre bu destekler yetersizdir. Proje
desteği alan hanelerin bir kısmı geri ödeme sürecinde zorluklarla karĢılaĢıp, ödemelerde sıkıntı
yaĢarken, bir kısmı ise geri ödemede zorlanmamaktadır. Nitel çalıĢma sırasında görüĢülen
haneler tarafından proje desteği için çeĢitli önerilerde bulunulmuĢtur.
Cevaplayıcıların tamamına yakını çocuklarının geleceğinin kendilerinin geleceğinden daha iyi
olmasını umut etmektedir. Hanelerin çoğunun çocuklarının geleceğiyle ilgili en önemli
beklentileri iyi bir eğitim almalarına yöneliktir. Çocuksuz haneler ise sağlıklı ve ihtiyaçlarının
asgari düzeyde karĢılandığı bir yaĢamı arzu etmektedir.
Nicel analiz kapsamında TÜĠK tarafından seçilen ve 43.124 haneyi kapsayan bir örneklem
üzerinden Ana Alan Uygulaması gerçekleĢtirilmiĢtir.
PUAN Projesi kapsamında TÜĠK tarafından teslim edilen hane veri setinde 38.021 adet haneye ait
veri bulunmaktadır. Ancak Ana Alan Uygulaması sonuçlarının değerlendirilmesinde;
Çift örneklemde yer alan hanelerin,
298
GSS çerçevesinde olup sosyal yardım faydalanıcısı olmadığını beyan eden hanelerin
veri setinden çıkartılarak değerlendirme yapılmıĢtır.
PUAN Projesi analizlerinde kullanılan 36.405 hanelik veri setine yönelik Ana Alan Uygulama
sonuçlarının frekans dağılımına bağlı yapılan genel değerlendirme hanelerin sosyo - demografik
özelliklerini, göç durumlarını, konut ve konut kolaylıklarını, mülk sahipliğini (tüketim varlıkları
sahipliği, gelir getiren varlıkların sahipliği, ulaĢım aracı olarak kullanılan varlıkların sahipliği), gelir
durumlarını, tüketim kalıplarını, borç durumlarını, yardım türlerini, proje destek bilgilerini ve refah
algılarını içermektedir. Bu araĢtırmaya göre görüĢme yapılan haneler için:
Hanehalkı büyüklüğü ortalama 4,8 olarak tespit edilmiĢtir.
Hanelerin yarısı çekirdek aile yapısını temsil etmektedir. YaklaĢık her üç haneden birinde en
az üç çocuk yaĢamaktadır. Genç bağımlı nüfusun oranı yaĢlı ve engelli bağımlı nüfusa göre
yüksektir.
Hanede yaklaĢık her dört kiĢiden üçü ilkokul mezunudur.
Gelir getiren bir iĢte çalıĢmayanların oranı çok yüksektir. ÇalıĢanların yaklaĢık yarısı kendi
hesabına ve yevmiyeli olarak çalıĢmaktadır.
Referans kiĢilerin çoğu sağlık güvencesine sahiptir. Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK) ve YeĢil
Kart üzerinden sağlık güvencesine sahip olanlar daha fazladır. Her üç haneden biri sağlık
merkezi hizmetlerine kolaylıkla ulaĢmaktadır.
YaklaĢık her üç haneden biri yaĢadığı yere göç ile gelmiĢtir.
Hanelerin yarısı oturduğu konutun mülkiyetine sahiptir. Her dört haneden biri baĢkasının
mülkiyetinde olan konutta kira ödemeden oturmaktadır.
GörüĢülen hanelerin oturdukları konutta mutfak, tuvalet ve banyo hariç 2 odası bulunanların
oranı düĢüktür. YaĢadıkları konutta 3 odası ve 4 odası bulunan hanelerin oranı fazladır. Tek
odalı evde oturan hanelerin oranı ise çok düĢüktür.
Hanelerin sahip oldukları konut kolaylıkları göz önüne alındığında evin içinde banyo ya da
duĢu, tuvaleti ve mutfağı olmayan hanelerin oranı düĢüktür. Evin ısıtılmasında hanelerin çoğu
soba kullanmaktadır. Hanelerin çoğunun sıcak su elde etmek için kullandıkları kaynaklar
arasında odun - kömür ve elektrik ilk sıralarda yer almaktadır. Yemek piĢirmede öncelikli
olarak tüp gaz kullanılmaktadır.
Hanelerin bir kısmı için oturdukları konutların yeri itibariyle bankacılık hizmetlerine, sağlık
merkezi hizmetlerine, toplu taĢım merkezi hizmetlerine, günlük alıĢveriĢ hizmetlerine ve
zorunlu eğitim hizmetlerine ulaĢmak zor / çok zordur.
Hanelerin çoğunun, en az bir televizyonu vardır. Otomatik çamaĢır makinesine ve cep
telefonuna sahip olan hanelerin oranı yüksektir.
Oranı düĢük olmakla birlikte gelire sahip olmayan haneler bulunmaktadır. GörüĢülen hanelerin
yarısının ortalama aylık geliri 220,00 TL ve 999,99 TL arasında hesaplanmıĢtır. Aylık
ortalama geliri 2.500 TL ve üzerinde olan hanelerin oranı ise çok düĢüktür.
Hanelerin kırmızı et ve beyaz et tüketme sıklıkları diğer gıda ürünlerini tüketme sıklığına göre
daha düĢüktür. Süt ve süt ürünleri hemen hemen her gün veya haftada birkaç kez
tüketilmektedir. Hanelerin yarıdan fazlası hemen hemen her gün veya haftada birkaç kez
sebze; yarısı ise haftada birkaç kez veya haftada bir kez meyve tüketmektedir.
Her bir tüketim kalemi tek tek incelendiğinde, hanelerin ortalama aylık ve yıllık tüketim
harcamaları içinde ilk üç sırada sırasıyla gıda, kira ve mobilya, ev aletleri ve bakım
hizmetlerine yapılan harcamalar yer almaktadır.
GörüĢülen hanelerin yarıdan fazlasının borcu / taksiti vardır. Borcu / taksiti olduğunu belirten
hanelerin %86,2‘sinin en fazla 5.000 TL ve altında borcu / taksiti olduğu gözlemlenmektedir.
299
Son bir yıl içinde yakacak yardımı için SYDV‘ye baĢvuranların oranı diğer yardım
kategorilerine baĢvuranlar ile karĢılaĢtırıldığında daha yüksektir. GörüĢülen hanelerin son bir
yıl içinde aldıkları yardım türleri arasında, alınan yardım miktarlarına göre incelendiğinde,
Proje destekleri yardımından sonra sırasıyla barınma ve afet yardımı yer almaktadır.
Hanelerin öncelikli olarak almak istedikleri yardımlar arasında ilk sırada barınma yardımı
ikinci sırada ise nakit yardımı gelmektedir.
SYDV‘ye baĢvurulan proje türleri arasında sırasıyla KASDEP, ĠĢ Kurma / Gelir Getirici ve
diğer proje türleri yer almaktadır. Proje baĢvurusunu bireysel yapanlar ile grup (kooperatif)
olarak yapanların oranı birbirine yakındır. Kabul edilen her dört projeden üçü geri ödeme
dönemine girmiĢtir. Proje baĢvurusu yapan kiĢilerin çoğunun herhangi bir mesleği ve / veya
zanaatı yoktur ve ilgili proje alanına yönelik mesleği, sertifikası ve / veya diploması olanların
oranı çok düĢüktür.
Hanelerin çoğu asgari düzeyde bir yaĢam için ortalama 501 - 1.000 TL arasında gelire; yarısı
normal bir yaĢam için ortalama 1.000 TL - 1.500 TL arası gelire ve yarıdan fazlası ise daha iyi
bir yaĢam için ortalama aylık 1.500 TL - 3.400 TL arasında gelire ihtiyaç duymaktadır.
Belirtilen miktarlarla hane büyüklüğü arasında anlamlı bir iliĢki bulunmaktadır.
1. SONUÇ
Nitel ve nicel alan araĢtırma sonuçları sosyal yardım yararlanıcılarının genel sosyolojik
özelliklerini ortaya koymakla birlikte Sosyal Yardım, Proje Destekleri ve GSS hak sahipliğini tespit
etmeye yönelik Türkiye Genel, Türkiye Kır, Türkiye Kent ile 12 ĠBBS Düzey 1 bölgesi Kır ve Kent
ayrımında model tahminlerinde kullanılmıĢtır.
KAYNAKÇA
Bhalla, A.S.,Lapeyre, F. (1999).PovertyandSocialExclusion in a Global World. New York:
MacmillianPress.
Dağdemir, Ö. (1992). Türkiye Ekonomisinde Yapısal DeğiĢim ve Gelir Dağılımı. (YayınlanmamıĢ
Doktora Tezi). Anadolu Üniversitesi, EskiĢehir.
Dağdemir, Ö. (1999). Türkiye Ekonomisinde Yoksulluk Sorunu ve Yoksulluğun Analizi: 1987 – 1994.
Hacettepe Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, 17(1), 23 – 40.
Dansuk, E. (1997).Türkiye‟de Yoksulluğun Ölçülmesi ve Sosyo-Ekonomik Yapılarla İlişkisi,
(BasılmamıĢ DPT Uzmanlık Tezi). Ankara.
Dumanlı, R. (1996).Yoksulluk ve Türkiye‟deki Boyutları. (BasılmamıĢ DPT Uzmanlık Tezi). Yayın
No: DPT - 2449, Ankara.
Dünya Bankası 2000 Ekonomik Reformlar, Yaşam Standardı ve Sosyal Refah Çalışma Raporu.
Dünya Bankası 2003 2003 yılı Türkiye: Krizlerden Sonra Yoksulluk ve Yoksullukla Baş Etme Raporu.
Erdoğan, G. (1996).Türkiye‟de Bölge Ayrımında Yoksulluk Sınırı. Devlet Ġstatistik Enstitüsü, Ankara.
Erdoğan, G. (1998).Türkiye‟de Yoksulluk: Boyutu ve Profili, Devlet Ġstatistik Enstitüsü, Ankara.
GüneĢ, F. (2009). Kentsel Yoksulluk / DıĢlanma (MI), Göç ve Ġstihdam: EskiĢehir‘de Belediyeden
Yardım Alan Haneler. Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, T.C. Selçuk Üniversitesi
Ġktisadi ve Ġdari Bilimler Fakültesi, 9(18), 449-470.
Gürses, D. 2007 Türkiye‘de Yoksulluk ve Yoksullukla Mücadele Politikaları. Balıkesir Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi,17(1) Haziran, 59 – 74.
Haralombos, M. Ve Holborn,
ColinsEducationalPublishers
M.
(1995).Sociology:
ThemesandPerspectives.London:
300
Ġnsel, A. (2001). Ġki Yoksulluk Tanımı ve Bir Öneri. Toplum ve Bilim, 89, 64-72.
Pamuk, M. (2000). Kırsal yerlerde Yoksulluk, DİE, ĠĢgücü Piyasaları Analizleri
Türkiye Ġstatistik Kurumu (TÜĠK), Tüketim Harcamaları, Yoksulluk ve Gelir Dağılımı Sorularla
Resmi Ġstatistikler Dizisi 6, 2008 [Çevrimiçi]. EriĢim: http://www.tuik.gov.tr [EriĢim tarihi: 7
Aralık 2012].
Türkiye
Ġstatistik
Kurumu
(TÜĠK),
Yoksulluk
ÇalıĢması,
http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=10952
Sayı:
10952,
2011
United Nations Human Development Report 1997 "ConceptsandMeasurement of Human
Development, http://hdr.undp.org/en/reports/global/hdr1997/chapters/.
301
302
PUAN PROJESĠ: PROJE DESTEKLERĠ VE GENEL SAĞLIK SĠGORTASI (GSS)
MODELLERĠNĠN KAVRAMSAL ÇERÇEVESĠ
Murat ATAN1
Fatma Özgü SERTTAġ2
ÖZET
PUAN Projesi kapsamında Türkiye Ġstatistik Kurumu (TÜĠK) tarafından seçilen ve 43.124 haneyi
kapsayan bir örneklem üzerinden Ana Alan Uygulaması gerçekleĢtirilmiĢtir. Ana Alan Uygulaması
Anketi‘nde hanelerin sosyo-demografik özellikleri, göç durumları, konut ve konut kolaylıkları, mülk
sahipliği, gelir durumları, tüketim kalıpları, borç durumları, sosyal yardım, proje destek bilgileri ve
refah algıları baĢlıkları altında veriler elde edilmiĢtir. Bu verilere dayanarak Proje Destekleri (27 adet)
ve Genel Sağlık Sigortası (GSS) (6 adet) hak sahipliğini tespit etmeye yönelik Türkiye Genel, Türkiye
Kır, Türkiye Kent ile 12 ĠBBS Düzey 1 bölgesi Kır ve Kent ayrımında toplam 33 model tahmin
edilmiĢtir. Modellerde yer alan değiĢkenler arasında hanenin aylık gelirinin logaritması; hane yapısına
ait değiĢkenler; hanede yaĢayanların yaĢ ve cinsiyet yapısına ait değiĢkenler; hanenin eğitim ve
istihdam durumuna ait değiĢkenler; hanenin ikamet ettiği konutun sahip olduğu kolaylıkları ifade eden
değiĢkenler; hanenin servet ve mal varlıklarına ait değiĢkenler bulunmaktadır. Bu sunumda, ana alan
uygulaması sonucunda elde edilen verilerin istatistiksel veekonometrik analizlerinin sonucunda elde
edilen Proje Destekleri ve Genel Sağlık Sigortası (GSS) modellerinin kavramsal çerçevesi
değerlendirilmektedir.
Anahtar Kelimeler: PUAN Projesi, Proje Desteği, Genel Sağlık Sigortası.
ABSTRACT
A Main Survey has been carried out over 43.124 households selected by Turkish Statistical
Institute (TURKSTAT) as part of the PUAN Project. From this Main Survey, a wide range of data are
gathered under the titles of; socio-demographical features of the households, migratory status, houseownership situation and housing facilities, properties owned, income level, expenditure patterns,
debtsituation, applied orreceived social aids and benefits, applied or received Project supports and
wealth perception. Based on these data, Turkey Nation wide, Turkey Rural / Urban and NUTS Level 1
distinction a total of 33 models have been produced to determine the right beneficiaries of; Financial
and Educational Supports for Projects (27 models) and General Health Insurance (GHI) (6 models).
The logarithm of monthly income of the households, data related to the household structure; age and
gender; education and employment situation; facilities in the house resided by the household and
money and goods owned by the household are mong the variables used in the models. In this
presentation, we will evaluate the conceptual framework of the models elaborated for distributing the
supports from the Project Fund and for determining the beneficiaries of the General Health Insurance
(GHI) based on the statistical and econometrical analyses of the data obtained from the Main Survey
studies.
Keywords:PUAN Project, Project Supports, General Health Insurance.
GĠRĠġ
Sosyal yardımlar, proje yardımları ve GSS gelir testine yönelik verilen kararlarda yararlanıcılara
yönelik doğru tespit yapılabilmesi ve bu uygulamalarda objektif kıstaslara göre karar verilebilmesi için
1
Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, Ġ.Ġ.B.F.,Ekonometri Bölümü, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE,
[email protected]
Yrd. Doç. Dr. Fatma Özgü SERTTAġ, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Ġktisat
Bölümü, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE,
[email protected]
2
303
gerçekleĢtirilen ―Sosyal Yardım Yararlanıcılarının Belirlenmesine Yönelik Puanlama Formülü
(PUAN) GeliĢtirilmesi Projesi‖ kapsamında çalıĢma yapılmıĢtır. Hanelerin sosyo - demografik
özellikleri, göç, konut ve altyapı, mülk sahipliği, gelir, tüketim, borç, yardım ve proje desteği
durumları ile refah algıları hakkında bilgileri Ana alan anket uygulaması ile elde edilmiĢtir.
VERĠ VE YÖNTEM
Modelleme çalıĢmasında SYGM proje yardım programlarına baĢvuran kiĢilerden baĢvurusu kabul
edilen ve baĢvurusu red edilen haneler çerçeve olarak belirlenmiĢtir. Türkiye genelinde 43.124
haneden oluĢan bir örneklem üzerinden gerçekleĢtirilen Ana Alan Uygulaması yapılmıĢtır. Proje
Destekleri modelleri için Proje Örneklem içi (Proje Kabul ve Red), Proje Örneklem dıĢı (YBB, ġNT
ve GSS) ve BÜTÜNLEġĠK Sosyal Yardım Bilgi Sistemi (BÜTÜNLEġĠK), Gelir Testi modelleri için
ise YBB + ġNT + RED ile Proje örneklemi test verisi olarak kullanılmıĢtır.
Proje Destekleri Modelleri için 1 adet Türkiye Genel, 2 adet Türkiye Kır / Kent modeli,
12
adet Türkiye Kent ĠBBS Düzey 1 modelleri ve 12 adet Türkiye Kır ĠBBS Düzey 1 modelleri olmak
üzere toplam 27 puan formülü tahmin edilmiĢtir. Proje Desteği modelleri için tüketim bazlı modeller
kullanılmıĢtır. Bu modellerde bağımlı değiĢken ―kiĢi baĢına aylık tüketimin logaritması‖dır.
ÇalıĢmanın ilk aĢamasında kiĢi baĢına tüketim modeli ―Çoklu Regresyon Analizi‖ ile tahmin
edilmiĢtir. Bu tahmin ilk önce bütün Türkiye ve Kır / Kent ayırımı yapılarak gerçekleĢtirilmiĢtir. Daha
sonra bölgesel farklılıkları araĢtırabilmek amacı ile tüketim modelleri ĠBBS Düzey 1 ve Kır / Kent
ayırımı dikkate alınarak gerçekleĢtirilmiĢtir. Bütün tahminlerde genelden – özele yöntemi izlenmiĢtir.
Ġlk olarak genel model tahmin edilmiĢ, daha sonra istatistiksel olarak anlamsız olan değiĢkenler
modelden çıkarılarak nihai modele ulaĢılmıĢtır. Bütün modeller değiĢen varyansa göre
ağırlıklandırılmıĢ regresyon metodu ile tahmin edilmiĢtir. Tahmin sonuçları ve bunlara ek olarak her
model için çoklu bağlantı göstergesi olarak VIF, hata terimlerinin normal dağılıma uygun olup
olmadığının sınanması için Kolmogorov – Smirnov Z istatistiği hesaplanmıĢtır. Bütün modellere ait
temel istatistikler en küçük kareler varsayımlarının sağlandığını gösterir.
Türkiye Genel, Türkiye Kır / Kent ve ĠBBS Düzey 1 Kır / Kent ayırımına göre tahmin edilen
tüketim bazlı modellerde ekonomik teorinin tüketimi açıkladığını iĢaret ettiği gelir, hane tipi, yaĢanılan
yer, cinsiyet, eğitim durumu, meslek, iĢteki durum, istihdam edilme Ģekli, sosyal güvenlik durumu ve
hane bağımlılığı gibi değiĢkenlerin yanı sıra sahip olunan konut kolaylıkları, mülkiyet durumu, refah
durumunu (servet unsurları) gösteren değiĢkenler dâhil edilmiĢtir. Ayrıca proje ile ilgili olarak proje
türü, baĢvuru Ģekli, sertifika vb. unsurlara sahiplik durumu, proje konusundaki geçmiĢ tecrübesi ve
proje konusunda meslek veya zanaat sahipliği değiĢkenleri de modellere dâhil edilmiĢtir.
Gelir testine yönelik modelleme çalıĢmasında Ana Alan Anket Uygulaması‘ndan sağlanan aile veri
seti kullanılmıĢtır. Bu veri setine dayanarak her ailede kiĢi baĢına düĢen gelir tespitini yapmak
amacıyla alternatif puan modelleri geliĢtirilmiĢtir. Modelleme çalıĢmasında GSS çerçevesi
kullanılmıĢtır. Modellerde gelir tespiti yapılırken açıklayıcı değiĢkenler arasında ailedeki bireylerin
eğitim durumuna, iĢ durumuna, yaĢ ve cinsiyet durumuna ait değiĢkenlerin yanı sıra kiĢilerin refah
durumunu, medeni durumunu, sahip olduğu varlıkları, eĢyaları ve ailenin oturduğu konuta ait
kolaylıkları gösteren değiĢkenler, ve ayrıca ailenin servet ve mal varlıklarına ait değiĢkenler de dahil
edilmiĢtir. Parasal değiĢkenler modellere logaritmik olarak dahil edilmiĢtir. Gelir testi modelleri için 6
değiĢik model kullanılmıĢtır. Bu modeller A Grubu Modeller ve B Grubu Modeller olarak ayrılmıĢtır.
B Grubu Modelleri‘nde A Grubu Modelleri‘nden farklı olarak, Hane Ziyaret Bilgi Formu‘nda yer alan
mülkiyet bilgileri ile birikim bilgileri analize dâhil edilmeden modeller geliĢtirilmiĢtir. Bu bilgiler;
Genel Sağlık Sigortası Kapsamında Gelir Tespiti, Tescil ve Ġzleme Sürecine ĠliĢkin Usul ve Esaslar
Hakkında Yönetmeliği‘ne uygun olarak model tahminlerine eklenmiĢtir. Her iki grup model, ―Çoklu
Regresyon Analizi‖ kullanılarak tahminleri yapılan, gelir bazlı, tüketim bazlı ve gelir ve tüketim
kalemlerinin bir arada kullanıldığı melez modelleri içermektedir. Birinci model gelir bazlı modeldir ve
burada bağımlı değiĢken ―ailenin toplam aylık gelirinin logaritması‖dır. Ġkinci model ise tüketim bazlı
modeldir ve bu modelde bağımlı değiĢken ―ailenin toplam aylık tüketiminin logaritması‖dır. Son
model ise tüketim ve gelirin bir arada kullanıldığı melez bir modeldir. Bu modelde bağımlı değiĢken
―ailenin toplam aylık gelirinin logaritması‖ iken ailenin aylık harcama kalemleri bağımsız değiĢkenler
olarak analize katılmıĢtır. Bahsedilen üç model de doğrusal En Küçük Kareler yöntemi ile tahmin
304
edilmiĢtir. Ġlk olarak genel bir model tahmin edilmiĢ daha sonra istatistiksel olarak anlamsız olan
değiĢkenler modelden çıkarılarak nihai modele ulaĢılmıĢtır. Bütün modeller dayanıklı standart hatalar
göz önüne alınarak seçilmiĢtir. Tahmin sonuçları ile beraber, her model için çoklu bağlantı göstergesi
olarak VIF değerleri hesaplatılmıĢ ve bütün modellerin karĢılaĢtırmalı analizleri yapılmıĢtır. Tüm
modellerin R2 determinasyon katsayısı ve F - istatistiği değerlerine bakılmıĢtır. F - istatistiği modelin
bir bütün olarak anlamlı olup olmadığını gösterir. Bütün modeller bir bütün olarak anlamlıdır.
BULGULAR
Türkiye genel yardım modeli çerçevesinde bir kiĢinin aylık ortalama tüketimi 246,95 TL‘dir. Bu
rakam Kent için 272,56 TL ve Kır için ise 219,99 TL‘dir. Türkiye genelinde yardım modeli
çerçevesinde ortalama kiĢi sayısı 4,58 iken Kent‘te 4,55 ve Kır‘da ise 4,62 kiĢi bulunmuĢtur. Bir kiĢi
için minimum aylık tüketim 31 TL civarında iken maksimum tüketim ise 1.600 TL civarında
bulunmuĢtur.Kentteki ortalama tüketim düzeyi kırdan yüksektir.
Bütün modellerde kiĢi baĢına tüketimi belirleyen en önemli değiĢken kiĢi baĢına gelirdir. Her iki
değiĢken de logaritmik olduğundan kiĢi baĢına gelir değiĢkeninin katsayısı gelir esnekliği olarak
yorumlanabilir. Bütün modellerde kiĢi baĢına gelirdeki herhangi bir artıĢ tüketimi arttırmaktadır.
Türkiye geneli için gelir esnekliği %0,14 iken, Türkiye geneli kırsal alanda gelir esnekliği %0,16;
kentsel alanda ise %0,12‘dir. Genelde kentsel alandaki gelir esnekliği kırsal alandaki gelir
esnekliğinden daha düĢüktür. En yüksek gelir esnekliği kentsel alanda Batı ve Doğu Karadeniz
bölgelerine aittir. Kırsal alanda ise en yüksek gelir esnekliği Batı Anadolu ve Ege bölgelerine aittir.
Özellikle kırsal alanda Ġstanbul ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde; kentsel alanda ise Orta Anadolu
ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde model yeterince verimli sonuçlar vermemektedir.
Hanenin borcunun aylık gelire oranı pozitif yönde etkilerken; hanenin borcunun aylık tüketime
oranı ise negatif yönde etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kent için; Ġstanbul, Ege, Batı Anadolu, Orta
Anadolu ve Batı Karadeniz‘de hanenin borcunun aylık gelire oranı pozitif yönde etkilerken aynı
bölgelerde Hanenin borcunun aylık tüketime oranı ise negatif yönde etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kır
için; Ġstanbul, Batı Marmara, Batı Anadolu, Akdeniz, Orta Anadolu, Batı Karadeniz, Doğu Karadeniz,
Kuzeydoğu Anadolu, Ortadoğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu‘da hanenin borcunun aylık gelire
oranı pozitif yönde etkilerken Güneydoğu Anadolu hariç diğer bölgelerde hanenin borcunun aylık
tüketime oranı ise negatif yönde etkilemektedir.
Analiz sonuçlarına göre, kiĢi baĢına mutfak, tuvalet ve banyo hariç, oturulan konuttaki (salon
dahil) oda sayısı kiĢi baĢına tüketimi bütün proje modellerinde pozitif etkilemektedir. Bu değiĢken
yoksulluk literatüründe bir kullanım ölçütü ve refah göstergesi olarak değerlendirilmektedir. KiĢi
baĢına oda sayısının bire eĢit olması durumunda konuttaki her bireye bir oda düĢmekte iken birden
büyük olması refahın arttığına iĢaret eder. KiĢi baĢına oda sayısındaki her artıĢ hanenin refahını arttırır.
Ancak proje yardımı alacak haneler için en yoksul kesim içinde yer almaları istenen bir durum
değildir. Görece refah seviyesinin iyi olması tercih edilmelidir. Ġncelenen örneklem çerçevesinde proje
yardımı kabul edilenlerde kiĢi baĢına mutfak, tuvalet ve banyo hariç, oturulan konuttaki (salon dâhil)
oda sayısı en az 0,04; en fazla 5,00 iken ortalaması 0,84 olarak bulunmuĢtur. ĠBBS Düzey 1 Kent için
Ġstanbul, Batı Marmara, Orta Anadolu, Doğu Karadeniz ve Kuzeydoğu Anadolu‘da kiĢi baĢına mutfak,
tuvalet ve banyo hariç, oturulan konuttaki (salon dâhil) oda sayısı pozitif etkilemektedir. ĠBBS Düzey
1 Kır için, Ġstanbul‘da, Batı Marmara, Akdeniz, Batı Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu‘da kente
benzer Ģekilde kiĢi baĢına mutfak, tuvalet ve banyo hariç, oturulan konuttaki (salon dâhil) oda sayısı
pozitif etkilemektedir.
Hanenin sahip olduğu eĢya ve konut kolaylıkları bir refah göstergesi olarak kabul edildiğinde,
tüketimi pozitif etkilemektedir. Hanenin sahip olduğu otomatik çamaĢır makinesi, bulaĢık makinesi,
derin dondurucu, cep telefonu, internet ve klima tüketimi pozitif etkilemektedir. Tuvaletin evin içinde
olması ve asansör olması tüketimi pozitif etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kent için; Ġstanbul, Ege,
Doğu Marmara, Batı Anadolu, Akdeniz, Orta Anadolu, Batı Karadeniz, Doğu Karadeniz ve
Kuzeydoğu Anadolu‘da sahip olunan ―Televizyon‖, ―Video / VCD / DVD / CD Çalar‖, ―BulaĢık
Makinesi‖, ―Ev Telefonu‖, ―Cep Telefonu‖, Bilgisayar‖, ―Ġnternet‖, ―Halı Yıkama Makinesi‖,
―Klima‖, ―Banyo ve DuĢ‖, ―Borulu Su Sistemi (ġebeke Suyu)‖, ―Kablolu Yayın, ―Sıcak Su (GüneĢ
enerjisi, kombi, devamlı sıcak su vb.)‖ gibi konut kolaylıkları pozitif yönde etkilemektedir. ĠBBS
305
Düzey 1 Kır için; Doğu Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu‘da ―Televizyon‖ sayısı ve Batı
Karadeniz‘de ―ÇamaĢır Kurutma Makinesi‖ sayısı negatif yönde etkilemektedir. Buna karĢın; Ġstanbul,
Ege, Doğu Marmara, Batı Anadolu, Akdeniz, Orta Anadolu, Batı Karadeniz, Doğu Karadeniz,
Kuzeydoğu Anadolu, Ortadoğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu‘da ―Otomatik ÇamaĢır Makinesi‖,
―BulaĢık Makinesi‖, ―Ev Telefonu‖, ―Cep Telefonu‖, ―Uydu Anteni‖, ―Bilgisayar‖, ―Ġnternet‖,
Mikrodalga Fırın‖, ―Halı Yıkama Makinesi‖, ―Tuvalet (Ev içinde)‖, ―Kalorifer‖, ―Su Deposu‖,
―Borulu Su Sistemi (ġebeke Suyu)‖ ve ―Sıcak Su (GüneĢ enerjisi, kombi, devamlı sıcak su vb.)‖ gibi
konut kolaylıkları pozitif yönde etkilemektedir.
Hanenin oturduğu binanın türü de hanenin sahip olduğu refahın bir göstergesi olarak kabul
edilmektedir. Oturulan evin mülkiyet durumunun kira olması ve konut türünün apartman dairesi
(normal kat) olması tüketimi pozitif etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kent için; Ġstanbul, Ege, Doğu
Karadeniz ve Kuzeydoğu Anadolu‘da oturulan evin mülkiyet durumunun ―Kira‖ olması ve Ġstanbul‘da
konut türünün ―Apartman Dairesi (Normal Kat)‖ olması pozitif etkilemektedir. Marmara'da oturulan
konutun haneye ait olması; Doğu Marmara ve Akdeniz'de oturulan konutun kira ödenmeden
kullanılıyor olması negatif yönde etkilemektedir.
Hanedeki genç bağımlı nüfus ve sosyal güvencesi olan kiĢi sayısı tüketimi pozitif etkilemektedir.
Buna karĢın yaĢlı bağımlı nüfus ise genel modelde ve kır modelinde negatif yönde etki göstermektedir.
ĠBBS Düzey 1 Kent için; Ġstanbul, Ege' ve Doğu Marmara‘da hanedeki genç bağımlı nüfus ile
Ġstanbul, Akdeniz, Orta Anadolu ve Batı Karadeniz‘de hanede sosyal güvencesi olan kiĢi sayısı pozitif
yönlü etkilemektedir. Kuzeydoğu Anadolu‘da ise hanede yaĢlı bağımlı nüfus negatif etkilemektedir.
ĠBBS Düzey 1 Kır için; Doğu Karadeniz‘de hanedeki genç bağımlı nüfus, Akdeniz, Kuzeydoğu
Anadolu ve Güneydoğu Anadolu‘da hanede sosyal güvencesi olan kiĢi sayısı ve Ġstanbul ile Batı
Marmara‘da hanedeçalıĢmayan toplam iĢsiz fert sayısı pozitif yönde etkilemektedir.
Hanehalkının yaĢadığı yerin (belde veya köy) tüketim üzerine negatif etkisi vardır. Ancak kırsal –
kentsel alan ve bölgeler arasında farklılıklar göstermektedir. Genel modelde sadece kırsal alanda
anlamlı bulunmuĢtur. ĠBBS Düzey 1 Kent için Orta Anadolu Bölgesi ve Kır için Batı Marmara,
Akdeniz ve Batı Karadeniz bölgelerinde anlamlı sonuçlara ulaĢılmıĢtır. Hanehalkının hane yapısı
kentsel alanda Ġstanbul, Batı Anadolu ve Kuzeydoğu Anadolu‘da tüketime pozitif etki gösterirken,
kırsal alanda Orta Anadolu ve Doğu Karadeniz‘de ise negatif yönde etki göstermektedir. Çekirdek aile
[anne + baba + en az 1 çocuk] ve çekirdek olmayan küçük hane yapıları için negatif etki
gözlemlenmektedir.
Hanehalkı içinde yaĢ gruplarına göre; hanede 6 – 9 yaĢ arası kız sayısı pozitif etki gösterirken 55 –
64 yaĢ arası erkek sayısı ise negatif etki göstermektedir. ĠBBS Düzey 1 Kent için Ġstanbul ve Orta
Anadolu‘da hanede 14 – 17 yaĢ arası kız sayısı, Batı Marmara‘da hanede 18 – 40 yaĢ arası kadın ve
erkek sayısı, hanede 65 yaĢ ve üzeri erkek sayısı, Ege‘de hanede 65 yaĢ ve üzeri kadın sayısı, Doğu
Marmara‘da hanede 55 - 64 yaĢ arası kadın sayısı, Batı Anadolu‘da hanede 6 – 9 yaĢ arası erkek
sayısı, Orta Anadolu‘da hanede 14 – 17 yaĢ arası kız sayısı, hanede 18 – 40 yaĢ arası erkek sayısı,
hanede 41 – 54 yaĢ arası kadın sayısı, Doğu Karadeniz‘de ise hanede 0 – 5 yaĢ arası kız sayısı ve
hanede 41 – 54 yaĢ arası kadın sayısı pozitif etkilerken, Batı Anadolu‘da hanede 0 – 5 yaĢ arası kız
sayısı, hanede 55 – 64 yaĢ arası kadın sayısı, Orta Anadolu‘da hanede 10 - 13 yaĢ arası kız sayısı, Batı
Karadeniz‘de hanede 18 – 40 yaĢ arası kadın sayısı ve hanede 65 yaĢ ve üzeri erkek sayısı ile
Kuzeydoğu Anadolu‘da hanede 10 – 13 yaĢ arası erkek sayısı negatif yönde etkilemektedir. ĠBBS
Düzey 1 Kır için ise; Ġstanbul‘da hanede 14 – 17 yaĢ arası kız sayısı, hanede 18 – 40 yaĢ arası kadın ve
erkek sayısı, Batı Marmara‘da hanede 10 – 13 yaĢ arası erkek sayısı ve Batı Marmara, Ege ve Doğu
Marmara‘da hanede 18 – 40 yaĢ arası Kadın sayısı, Batı Anadolu‘da hanede 65 yaĢ ve üzeri kadın
sayısı, Akdeniz‘de hanede 6 – 9 yaĢ arası kız sayısı, Orta Anadolu‘da hanede 18 – 40 yaĢ arası kadın
sayısı, Batı Karadeniz‘de hanede 14 – 17 yaĢ arası kız ve erkek sayısı ile hanede 18 – 40 yaĢ arası
erkek sayısı, Doğu Karadeniz‘de hanede 10 – 13 yaĢ arası erkek sayısı, Kuzeydoğu Anadolu‘da
hanede 18 – 40 yaĢ arası erkek sayısı ve Güneydoğu Anadolu‘da hanede 41 – 54 yaĢ arası erkek sayısı
pozitif yönde etkilerken sadece Orta Anadolu‘da hanede 6 – 9 yaĢ arası erkek sayısı negatif yönde
etkilemektedir.
306
Hanehalkı içinde yaĢayanların eğitim durumlarına göre değerlendirilmesinde; hem Türkiye Genel
hem de Kent – Kır modelleri için hanede Lise Mezunu + Yüksekokul Terk + Üniversite Terk kiĢi
sayısı tüketimi pozitif yönlü etkilemektedir. Benzer Ģekilde Kent modelinde hanede 2 - 3 Yıllık
Yüksekokul + Üniversite + Yüksek Lisans + Doktora Mezunu kiĢi sayısı pozitif etkilemektedir.
Eğitim seviyesinin artmasının tüketim üzerine pozitif etki yarattığı görülmektedir. ĠBBS Düzey 1 Kent
için; Ege‘de Hanede Lise Mezunu + Yüksekokul Terk + Üniversite Terk kiĢi sayısı ve Hanede 2 - 3
Yıllık Yüksekokul + Üniversite + Yüksek Lisans + Doktora Mezunu kiĢi sayısı, Doğu Marmara‘da
Hanede Okur Yazar + Ġlkokul Terk olan kiĢi sayısı, Batı Anadolu ve Batı Karadeniz‘de hanede Lise
Mezunu + Yüksekokul Terk + Üniversite Terk kiĢi sayısı, Kuzeydoğu Anadolu ve Ortadoğu
Anadolu‘da hanede 2 - 3 Yıllık Yüksekokul + Üniversite + Yüksek Lisans + Doktora Mezunu kiĢi
sayısı tüketimi pozitif etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kır için; Batı Anadolu ve Kuzeydoğu
Anadolu‘da hanede Okur Yazar + Ġlkokul Terk olan kiĢi sayısı, Ege, Doğu Marmara ve Kuzeydoğu
Anadolu‘da Hanede Ġlkokul Mezunu (5 yıl) + Ġlköğretim Mezunu (8 yıl) + Ġlköğretim Terk + Ortaokul
Mezunu + Ortaokul Terk + Lise Terk kiĢi sayısı, Ġstanbul, Batı Anadolu, Akdeniz, Batı ve Doğu
Karadeniz ile Ortadoğu Anadolu‘da Hanede Lise Mezunu + Yüksekokul Terk + Üniversite Terk kiĢi
sayısı tüketimi pozitif yönde etkilemektedir.
Hanehalkı içinde yaĢayanların medeni durumlarına göre değerlendirilmesinde; hanede hiç
evlenmemiĢ kiĢi sayısı, hanede evli (eĢi ile aynı evde) kiĢi sayısı, hanede evli fakat eĢi / eĢini terk
etmiĢ + eĢi / kendisi cezaevinde + eĢi / kendisi askerde + eĢi / kendisi uzakta çalıĢıyor + diğer kiĢi
sayısı + hanede dul (eĢi ölmüĢ) kiĢi sayısı ve hanede boĢanmıĢ kiĢi sayısı pozitif yönde etki
sağlamaktadır. ĠBBS Düzey 1 Kent için Ġstanbul, Batı Marmara, Ege, Doğu Marmara, Kuzeydoğu ve
Ortadoğu Anadolu‘da hanede hiç evlenmemiĢ kiĢi sayısı; Ege‘de, hanede evli (eĢi ile aynı evde) kiĢi
sayısı ile hanede dul (eĢi ölmüĢ) kiĢi sayısı pozitif yönde etkilerken, Batı Anadolu‘da hanede dul (eĢi
ölmüĢ) kiĢi sayısı negatif yönde etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kır için Orta Anadolu, Doğu Karadeniz
ve Ortadoğu Anadolu‘da hanede hiç evlenmemiĢ kiĢi sayısı, Ġstanbul, Batı Karadeniz ve Ortadoğu
Anadolu‘da hanede evli (eĢi ile aynı evde) kiĢi sayısı, Akdeniz‘de hanede dul (eĢi ölmüĢ) kiĢi sayısı
pozitif yönde etkilerken, Orta Anadolu‘da hanede dul (eĢi ölmüĢ) kiĢi sayısı negatif yönde
etkilemektedir.
Evde ısınmada kullanılan yakıt türünün tezek olması genelde ve kırda tüketimi negatif
etkilemektedir. ĠBBS Düzey -1 Kent için; Ġstanbul ve Ege‘de konut ısıtmada kullanılan yakıt türünün
doğalgaz olması pozitif etkilerken Batı Karadeniz‘de konut ısıtmada kullanılan yakıt türünün LPG
(Tüp gaz) veya odun – kömür olması tüketim üzerinde negatif etki yaratmaktadır. ĠBBS Düzey 1 Kır
için; Orta Anadolu‘da konut ısıtmada kullanılan yakıt türünün LPG (Tüp gaz) olması pozitif, buna
karĢın Ortadoğu Anadolu‘da konutun ısıtmada kullandığı yakıt türünün tezek olması tüketimi negatif
etkiler.
Ġktisadi bekleyiĢlerin aksine hanenin bankada birikimi olması tüketimi negatif etkilemektedir.
Bunun nedeni hanelerin banka aracılığıyla daha fazla gelir elde edebilmek amacıyla tüketimlerini
kısarak tasarruflarını arttırma çabaları olabilir. Tasarruflarını arttırma çabası gelecekte proje geri
ödeme döneminde beklenmeyen (öngörülmeyen) sıkıntılar için ihtiyat oluĢturma çabası olabilir. Sahip
olunan apartman âdeti Türkiye geneli ve Kır Modelinde pozitif yönlü etki göstermektedir. ĠBBS
Düzey 1 Kent için; Batı Anadolu‘da sahip olunan apartman adedi, Batı Marmara‘da sulu tarlası
olması, Ġstanbul‘da sahip olunan motosiklet adedi, Doğu Karadeniz‘de sahip olunan arsa olması pozitif
etki göstermektedir. Doğu Marmara‘da sahip olunan motosiklet adedi, Batı Anadolu‘da sahip olunan
traktör adedi ve kümes hayvanı adedi, Batı Karadeniz‘de bağ – bahçe sahibi olunması, Orta
Anadolu‘da arı kovanı adedi, kümes hayvanı adedi ve sahip olunan diğer değerlerin toplamı negatif
yönde etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kır için; Batı Marmara, Ege ve Doğu Marmara‘da sahip olunan
Kümes Hayvanı adedi, Ortadoğu Anadolu‘da sahip olunan gecekondu adedi, Batı Karadeniz‘de susuz
tarla sahibi olunması ve Diğer değerlerin toplamı ile Güneydoğu Anadolu‘da sahip olunan KüçükbaĢ
adedi pozitif yönde etkilemektedir. Akdeniz‘de sahip olunan diğer varlıkların toplamı, Ege ve Doğu
Marmara‘da sahip olunan gecekondu adedi, Orta Anadolu ve Kuzeydoğu Anadolu‘da sahip olunan
kamyon adedi negatif yönde etkilemektedir.
Proje ile ilgili değiĢkenler incelendiğinde; BaĢvurulan SYDV proje desteğinin "ĠĢ Kurma / Gelir
Getirici" olması Türkiye Geneli ve Kent Model‘inde Proje baĢvurusunda bulunan kiĢinin ilgili proje
307
alanında herhangi bir mesleğe yönelik sertifika / diploma / ehliyet / yeterlilik - kalfalık - ustalık belgesi
olması ise Türkiye Geneli ve Kır modellerinde pozitif etkiye sahiptir. ĠBBS Düzey 1 Kent için; Ege‘de
Proje baĢvurusunun "Bireysel" yapılması, Doğu Marmara‘da Proje baĢvurusunda bulunan kiĢinin ilgili
proje alanında herhangi bir mesleğe yönelik sertifika / diploma / ehliyet / yeterlilik - kalfalık - ustalık
belgesi olması ve Batı ve Doğu Marmara ile Akdeniz‘de ise BaĢvurulan SYDV proje desteğinin "ĠĢ
Kurma / Gelir Getirici" olması pozitif etkilemektedir. Buna karĢın Batı Marmara ve Akdeniz‘de Proje
baĢvurusunda bulunan kiĢi, proje baĢvurusunda bulunduğu alanda daha önce bir faaliyet göstermiĢ
olması negatif etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kır için; Batı Marmara‘da Proje baĢvurusunun
"Bireysel" yapılması, Orta Anadolu ve Batı Karadeniz‘de Proje baĢvurusunda bulunan kiĢinin ilgili
proje alanında herhangi bir mesleğe yönelik sertifika / diploma / ehliyet / yeterlilik - kalfalık - ustalık
belgesi olması ile Orta Anadolu‘da BaĢvurulan SYDV proje desteğinin "ĠĢ Kurma / Gelir Getirici"
olması pozitif etkilerken Orta Anadolu ve Kuzeydoğu Anadolu‘da Proje baĢvurusunun "Bireysel"
yapılması negatif yönde etkilemektedir.
Modellerin bağımlı değiĢkendeki değiĢkenliği açıklayıcılık güçleri incelendiğinde, Türkiye geneli
için tahmin edilen tüketim modelinin 0,53 determinasyon katsayısına sahip olduğu; kent ve kır
ayırımına gidildiğinde modelin bağımlı değiĢkendeki değiĢkenliği açıklama gücünün kentsel alanda
0,55‘e çıktığı fakat kırsal alanda ise 0,53 olduğu görülmektedir. ĠBBS Düzey 1 bölgelerinde ise, kent
için en yüksek açıklayıcılık gücü Batı Anadolu (0,81) ve Batı Karadeniz (0,78) bölgelerine, en düĢük
açıklayıcılık gücü ise Güneydoğu Anadolu (0,40) bölgesine aittir. ĠBBS Düzey 1 bölgeleri kırsal
alanda ise en yüksek açıklama gücüne sahip olan model Ġstanbul (0,90) ve Orta Anadolu (0,74)
bölgelerine aittir En düĢük açıklayıcılık gücü olan modeller ise Akdeniz (0,53) ve Batı Marmara (0,57)
bölgelerine aittir.
Gelir testi modellerine bakıldığında A grubu gelir bazlı modelde iĢ durumu değiĢkenleri ve eğitim
durumu değiĢkenleri ailenin gelirini belirlemede önemli rol oynamaktadır. Ailede ücretli maaĢlı,
yevmiyeli ve kendi hesabına çalıĢan olması ve sayılarının artması aile için önemli gelir kaynağı
oluĢturmaktadır. Ailedeki iĢsiz sayısı arttıkça aile geliri olumsuz etkilenmektedir. Ayrıca ailedeki
ilkokul, ortaokul, lise mezunu sayısı arttıkça gelirde artıĢlar gözlemlenmektedir. Üniversite ve yüksek
lisans mezunu kiĢi sayısına sahip olan ailelerin gelir düzeyleri daha da olumlu etkilenmektedir.
Müstakil konut, apartman dairesi, gecekondu, tarla (sulu ve susuz), bağ bahçe sahipliği gelire pozitif
etki yapan mülkiyet türleri arasındadır. Ailedeki araç sahipliği değerlendirildiğinde, motosiklet ve
kamyon sahipliği gelirde artıĢa neden olmaktadır. Bahsedilen araç türleri gelir getirici iĢlerde
kullanılabildiği için aylık geliri artırıcı bir özelliğe sahiptirler. Ailedeki eĢya sahipliği
değerlendirildiğinde, bulaĢık makinesi, ev telefonu, cep telefonu ve uydu anteni sahipliği geliri olumlu
etkilerken, konut kolaylıklarından evde mutfak bulunması halinde ailenin gelirinde artıĢ
gözlenmektedir. Ailede dul sayısı ve boĢanmıĢ sayısının artması geliri pozitif etkilemektedir. Ayrıca
evde özürlü bulunması ve özürlü maaĢının alınması gelire istatistiksel olarak anlamlı bir katkı
sağlamaktadır. Evli olup eĢi ile aynı evde yaĢayanların ve evli olup eĢi veya kendisi uzakta çalıĢanların
sayısı arttıkça gelirde artıĢlar gözlemlenmektedir. Ailedeki aktif çalıĢma çağındaki (18 – 40 yaĢ arası)
erkek sayısı arttıkça ve 65 yaĢ ve üzeri erkek bulunması durumunda ailenin gelir düzeyi olumlu
etkilenmektedir. A grubu tüketim bazlı modelde tüketimi etkileyen önemli değiĢkenler arasında konut
kolaylıkları ve eĢya sahipliği gelmektedir. Ailenin yaĢadığı konutta tuvalet, kalorifer, elektrik sistemi,
su deposu ve sıcak su kolaylıkları olması durumu ailenin aylık toplam tüketimini artırıcı etkenler
arasındadır. Ailenin belirli eĢyalara sahip olması durumu tüketimini de pozitif yönde etkilemektedir.
Ġki ve üzeri televizyon, video / VCD / DVD / CD çalar, otomatik çamaĢır makinesi, derin dondurucu,
ev telefonu, cep telefonu, uydu anteni ve bilgisayar sahipliği tüketimi artırıcı birer unsur olarak ortaya
çıkmaktadır. Ailede lise ve üzeri okul mezunlarının sayısının artması durumunda tüketimde artıĢ
gözlemlenmektedir. Ailedeki özürlü sayısı ve öğrenci sayısı tüketimi artırıcı değiĢkenler olarak ortaya
çıkmaktadır. Ailede bekar olması ailenin tüketimini artırıcı bir sebep olarak ortaya çıkarken, aktif
çalıĢma çağındaki (18 – 40 yaĢ) erkek sayısı arttıkça da ailenin tüketim düzeyi artmaktadır. Ailenin
gecekonduda yaĢıyor olması tüketimi negatif etkilemektedir. Arsanın kira getirisi bulunduğundan arsa
sahipliğinin tüketimi artırması söz konusu olmaktadır. Otomobil, traktör ve kamyon sahibi olunması
aileye gelir getirici iĢlerde kullanılabildiği için tüketimi de pozitif olarak etkilemektedir. Ailenin
toplam borcu açıklanan değiĢkene (logaritmik aylık tüketim) pozitif bir etki yapmaktadır. Ayrıca,
ailenin aylık toplam geliri logaritmik olarak regresyona dahil edilmiĢtir ve katsayısı pozitif olarak
308
bulunmuĢtur. A Grubu Modellerde son olarak melez model çalıĢılmıĢtır. ĠĢ durumu geliri açıklamada
önemli bir değiĢkendir. Ailede ücretli maaĢlı, yevmiyeli ve kendi hesabına çalıĢan olması aile için
önemli gelir kaynağı oluĢturmaktadır. Sahip olunan varlıklar geliri olumlu yönde etkilemektedir.
Tarla (sulu ve susuz) ve bağ bahçe sahipliği, motosiklet ve kamyon sahipliği gelir artırıcı
özelliktedirler. Gıda, giyim, kira, ısınma, ulaĢım, eğlence ve lokanta harcamalarının yüksek olması
gelirde bir artıĢ sebebi olmaktadır. Ailedeki ilkokul, ortaokul, lise mezunu sayısı arttıkça gelirde
artıĢlar olmaktadır. Ayrıca, üniversite ve yüksek lisans mezunu kiĢi sayısına sahip olan ailelerin gelir
düzeyleri daha da olumlu etkilemektedir. Konut kolaylıklarından evde mutfak bulunması durumunda
gelir olumlu etkilenmektedir. Aile evi ısıtmada yakıt türü olarak odun kömür kullanıyorsa gelir
olumsuz etkilenmektedir. ĠĢsiz sayısı ailenin gelirini olumsuz etkilerken özürlü sayısının artması
gelirde artıĢa yol açmaktadır. Dul ve boĢanmıĢ sayısı geliri olumlu etkileyen değiĢkenler olarak ortaya
çıkarken, yine evli olup da eĢi ile aynı evde yaĢayan kiĢi sayısı geliri olumlu etkiler. Ailedeki aktif
çalıĢma çağındaki (18 – 40 yaĢ arası) erkek sayısı, 41 – 54 yaĢ arası erkek sayısı artarsa ve ailede 65
yaĢ ve üzeri erkek bulunması durumunda gelir düzeyi yine olumlu etkilenmektedir. Ailedeki okul
çağındaki çocuk (6 – 17 yaĢ arası) sayısı geliri olumlu etkilemektedir, 55 – 64 yaĢ arası nüfus sayısı da
cinsiyetten bağımsız olarak, yine geliri olumlu etkileyen değiĢkenler arasına girmiĢtir.
B Grubu gelir bazlı modelde aylık geliri belirleyen en önemli değiĢkenler iĢ durumu değiĢkenleri
olarak ortaya çıkmaktadır. Ailede ücretli maaĢlı, yevmiyeli, kendi hesabına çalıĢan ve iĢveren sayısı
arttıkça gelir de artmaktadır. Ailedeki iĢsiz sayısı arttıkça aile geliri olumsuz etkilenmektedir. Ailenin
refah düzeyini belirleyen bir değiĢken olan Gıda Ürünleri Tüketim Sıklığı ailenin gelirini açıklamada
önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle beyaz et ve ürünleri tüketim sıklığı ele alınacak olursa bu
değiĢkende görülen artıĢlar gelir düzeyini de olumlu etkilemektedir. Yine baĢka bir refah düzeyi
belirleyicisi olarak ailedeki eĢya sahipliği ele alınırsa, bulaĢık makinesi, ev telefonu ve uydu anteni
sahipliği geliri olumlu etkilerken, konut kolaylıklarından evde mutfak ve garaj bulunması ailenin gelir
düzeyinde bir artıĢa denk gelmektedir. Evde ısınmada kullanılan temel yakıt türü doğalgaz ise bu
durum geliri olumlu etkilemektedir. Ailedeki ilkokul, ortaokul, lise mezunu sayısı arttıkça gelirde
artıĢlar gözlemlenmektedir. Ayrıca, üniversite ve yüksek lisans mezunu kiĢi sayısına sahip olan
ailelerin gelir düzeyleri daha da olumlu etkilenmektedir. Medeni durum söz konusu olduğunda ailede
dul sayısı ve boĢanmıĢ sayısı geliri pozitif etkilemektedir. Buna sebep olarak da devletten alınan dul
aylığının olmasının ve boĢanma sonucu alınan nafakaların gelire katkısından bahsedilebilir. Evli olup
eĢi ile aynı evde yaĢayanların, evli olup eĢi veya kendisi uzakta çalıĢanların sayısı arttıkça gelirde
artıĢlar gözlemlenmektedir. 18 yaĢ üzeri kadın ve erkek nüfusunun artması genel anlamda geliri
olumlu etkilerken, özellikle 55 - 64 yaĢ arası ve 65 yaĢ üzeri erkek sayısı geliri etkileyen önemli
değiĢkenler olarak göze çarpmaktadır. B Grubu Tüketim bazlı model ele alındığında ailede ücretli
maaĢlı ve ücretsiz aile iĢçisi sayısının artması tüketimin artmasına etki eden faktörlerdendir. Eğitim
durumu değiĢkenlerine bakılacak olursa, ailede lise mezunu sayısının artması az da olsa tüketimi
olumsuz etkilemektedir. Ailede zorunlu eğitime devam eden öğrenci sayısı ise tüketimi artırıcı bir
değiĢkendir. Ailede özürlü bulunması da özürlü maaĢının alınmasından dolayı tüketimi olumlu
etkilemektedir. Konut kolaylıkları ve eĢya sahipliği refah düzeyini belirleyici değiĢkenler olarak ele
alınarak, bu değiĢkenlerin tüketime etkisi araĢtırılmıĢtır. Ailenin yaĢadığı konutta kalorifer, elektrik
sistemi, su deposu olması durumu ailenin aylık toplam tüketimini artırıcı etkenler arasındadır.
Otomatik çamaĢır makinesi, derin dondurucu, ev telefonu, bilgisayar sahibi olunması ve ailenin sahip
olduğu cep telefonu sayısının artması halinde tüketimde artıĢlar görülmektedir. Özellikle beyaz ve
kırmızı et tüketim sıklığının çok olması aylık tüketimi artırıcı bir özelliğe sahiptir. Aile katta apartman
dairesinde oturuyorsa tüketim olumlu yönde etkilenirken, konutta sıcak su elde etmede temel yakıt
türü LPG, doğalgaz veya elektrik ise bu daha yüksek bir tüketim grubuna dahil olunduğunun bir
göstergesi olarak ortaya çıkmaktadır. Aylık tüketim ile ailedeki okul öncesi çocuk sayısı (0 - 5 yaĢ
arası) değiĢkeni arasında bir doğru orantı söz konusudur. Ailedeki okul çağında (6 – 17 yaĢ arası)
çocuk sayısının artması ise tüketimi negatif etkilemektedir. Ailede aktif çalıĢma çağındaki (18 – 40
yaĢ) erkek sayısı arttıkça da ailenin tüketim düzeyi artmaktadır. Ailenin toplam borcu ve gelir düzeyi
tüketime pozitif bir etki yapmaktadır. B Grubu melez modelde gıda, kira, ısınma, ulaĢım, haberleĢme,
eğlence ve lokanta harcamalarının katsayılarının gelire etkileri istatistiksel olarak anlamlı
bulunmuĢtur. Bu harcamaların yüksek olması gelir düzeyinde de bir yükselmeye denk gelmektedir.
Gelire en fazla etkiyi gıda harcaması yapmaktadır. Ailede ücretli maaĢlı, yevmiyeli veya kendi
309
hesabına çalıĢan olması hiç olmaması durumuna göre gelirde artıĢa yol açmaktadır. Ayrıca ücretli
maaĢlı, yevmiyeli veya kendi hesabına çalıĢan kiĢi sayısı iki ve üzeri olursa bunun gelire daha da
olumlu bir etkisi olmaktadır. Ailedeki iĢsiz sayısının artması geliri azaltıcı etki yapmaktadır. Özürlü
sayısı da tüketim modelinde olduğu gibi yine geliri artırıcı bir değiĢken olarak ortaya çıkmaktadır.
Ailede zorunlu eğitime devam eden öğrenci sayısının artması geliri olumsuz etkilerken, ilkokul,
ortaokul, lise mezunu sayısı artarsa gelirde artıĢlar gözlemlenmektedir. Ayrıca, üniversite ve yüksek
lisans mezunu kiĢi sayısı fazla olan ailelerin gelir düzeyleri daha da olumlu etkilenmektedir. Konut
kolaylıklarından garaj sahibi olunması durumu geliri artırıcı etkiye sahiptir. Evde sıcak su elde etmede
odun kömür kullanılıyorsa, aile gelirine negatif bir etkisi olmaktadır. EĢya sahiplikleri ele alındığında
bulaĢık makinesi ve ev telefonu sahibi olunması durumunda aylık gelir olumlu etkilenmektedir. BaĢka
bir refah düzeyi belirleyici değiĢken olarak gıda ürünleri tüketim sıklığı ele alınacak olursa, özellikle
beyaz et ve sebze tüketim sıklığının fazla olması gelirin yüksek olarak tahmin edilmesi anlamına
gelmektedir. Medeni durum değiĢkenlerinin gelire etkisi incelendiği zaman ailedeki dul sayısının
artmasının gelire olumlu bir etki yaptığı gözlemlenmektedir. Ailede evli olup eĢi ile aynı evde
yaĢayan, boĢanmıĢ ve evli olup da eĢi veya kendisi uzakta çalıĢan kiĢi sayısı arttıkça da ailenin geliri
olumlu etkilenmektedir. 18 yaĢ üzeri erkek ve kadın nüfusunu belirleyen değiĢkenlerin artması geliri
artırıcı bir etki yapmaktadır. Özellikle erkek sayısındaki etkinin kadınlara göre daha fazla olması göze
çarparken yine 55 yaĢ ve üstü erkek sayısının gelire belirgin bir olumlu etkisi vardır.
Modellerin bağımlı değiĢkendeki değiĢimi açıklama güçleri incelendiğinde, A Grubu Modellerde
Türkiye geneli için tahmin edilen gelir bazlı modelin determinasyon katsayısının 0.40; tüketim bazlı
modelin determinasyon katsayısının 0.45 ve melez modelin determinasyon katsayısının da 0.46 olduğu
görülmektedir. B Grubu Modellerde ise Türkiye geneli için tahmin edilen gelir bazlı modelin
determinasyon katsayısının 0.39; tüketim bazlı modelin determinasyon katsayısının 0.47 ve melez
modelin determinasyon katsayısının da 0.42 olduğu görülmektedir. En düĢük açıklayıcılık gücü olan
model her iki grupta da gelir bazlı model olarak ortaya çıkmıĢtır.
SONUÇ VE DEĞERLENDĠRME
Proje destekleri modelleri için örneklem çerçevesi içinde yer alan haneler için, ortalama hanehalkı
büyüklüğü kentte küçük olmasına karĢın aylık ortalama tüketim değerleri Türkiye geneli ortalamasının
üstünde, kırda ise ortalama hanehalkı büyüklüğü fazla olmasına karĢın ortalama tüketim değerleri
Türkiye ortalamasının altında kalmaktadır. Gelir testi modelleri performansları incelendiğinde, A
Grubu ve B Grubu modellerinden elde edilen tanımlayıcı istatistiklere bakıldığında, melez modelin
performansı öne çıkmaktadır. Gelir tespiti yapılırken formülünde aylık harcama kalemlerini de içeren
melez modelin kullanılması GSS gruplarını tahmin etmede daha iyi bir performans sergileyebilecek
durumdadır.
KAYNAKÇA
Gelir Tespiti, Tescil ve Ġzleme Sürecine ĠliĢkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmeliği, 2012
310
SOSYAL YARDIM YARARLANICILARININ BELĠRLENMESĠNE YÖNELĠK
PUANLAMA FORMÜLÜ GELĠġTĠRĠLMESĠ (PUAN) PROJESĠ: KAPSAM VE
METODOLOJĠ
Murat KAHRAMAN GÜNGÖR
Ahmet TÜMAY
Müberra SUNGUR,
C. BüĢra UZUN,
Zeynep TECĠK,
H. Gülin KOÇAK,
Deniz ZEYTĠNOĞLU 1
ÖZET
―Sosyal Yardım Yararlanıcılarının Belirlenmesine Yönelik Puanlama Formülü GeliĢtirilmesi
(PUAN)Projesi‖ ile Sosyal Yardımlar ile Proje Destekleri‘nden yararlanacak yoksul kesimin
belirlenmesinde ve Genel Sağlık Sigortası (GSS) gelir testi iĢlemlerinde kullanılmak üzere objektif
kıstaslara dayanan bir puanlama formül seti geliĢtirilmesi hedeflenmektedir. Diğer bir ifadeyle, PUAN
Projesi Türkiye, kır-kent ayrımını içeren, Ġstatistikî Bölge Birimleri Sınıflaması (ĠBBS) Düzey 1
ayrımında bölgeler arası farklılığı gözeten, hane ziyaretleri sırasında doğrulanabilen, somut olarak
ölçülebilir göstergelere dayanan, yüksek güvenilirlik düzeyine sahip olan ve kolay uygulanabilen
puanlama modellerinin oluĢturulmasını içermektedir. Bu sunumda temel olarak, PUAN projesinin
kapsamı ve metodolojik olarak izlenen yollar özetlenecektir.
Anahtar Kelimeler: PUAN Projesi, Metodoloji, Sosyal Yardımlar, Proje Desteği, Genel Sağlık
Sigortası.
ABSTRACT
With the "Project For Developing The Scoring Formula Determining The Beneficiaries of Social
Assistances (PUAN)‖, it is aimed to define the members of the society who are in need of Social Aids
and who will receive financial and educational support from the Project Funds and to elaborate a
scoring formulae set to be used during income evaluation tests for the General Health Insurance (GHI)
which will allow an impartial distribution of the aids and benefits. The PUAN Project involves
developing highly reliable and easily applicable scoring models based on real measurable indicators
that can differentiate settlements in the rural and urban areas, can observe regional differences defined
in the Statistical Nomenclature of Units for Territorial (NUTS) 1 and can be verified during the housevisits. In this presentation, we will briefly introduce the scope of the PUAN Project and the
methodological approach of the Project.
Keywords: PUAN Project, Methodology, Social Assistance, Aids and benefits, Project Funds,
General Health Insurance.
1
Dr. Murat KAHRAMAN GÜNGÖR, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE,
[email protected]
Dr. Ahmet TÜMAY, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE,
[email protected]
Yük. Müh., PMP, Müberra SUNGUR, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE,
[email protected]
M.Sc, C. BüĢra UZUN, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE,
[email protected]
M.Sc, Zeynep TECĠK, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE,
[email protected]
M.Sc, H. Gülin KOÇAK, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE,
[email protected]
M.Sc, Deniz ZEYTĠNOĞLU, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE,
[email protected]
311
GĠRĠġ
Türkiye‘de merkezi yönetimin sosyal yardım faaliyetleri, her il ve ilçede kurulu olan Sosyal
YardımlaĢma ve DayanıĢma Vakıfları (SYDV) aracılığıyla Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Sosyal
Yardımlar Genel Müdürlüğü‘nce (SYGM) yürütülmektedir. Bu faaliyetler, 1986 yılında 3294 sayılı
Kanunla kurulan Sosyal YardımlaĢma ve DayanıĢmayı TeĢvik Fonu (SYDTF veya Fon) kaynakları
kullanılarak yapılmaktadır.
Fon‘un karar organı Sosyal YardımlaĢma ve DayanıĢmayı TeĢvik Fonu Kurulu‘dur. SYGM,
Fon‘un yürütme organı niteliğindedir. 3294 sayılı Fon Kanunu ile bütün il ve ilçelerde Sosyal
YardımlaĢma ve DayanıĢma Vakıfları (SYDV) kurulmuĢtur. Halen 81 il ve 892 ilçemizde, 973 adet
SYDV bulunmaktadır. SYDV baĢkanları, vali ve kaymakamlardır. SYD Vakıfları‘nın mütevelli
heyetleri de mahallindeki üst düzey kamu görevlileri ile belediye baĢkanları, sivil toplum kuruluĢu
temsilcileri, muhtarlar ve hayırsever vatandaĢlardan oluĢmaktadır.
Fon kaynakları, Fon Kurulu kararları doğrultusunda Vakıflara transfer edilmekte, transfer edilen
bu kaynak da Vakıf mütevelli heyet kararları ile 3294 sayılı Kanun kapsamındaki kiĢiler için
kullanılmaktadır. Böylelikle hedef kitlede bulunan kiĢilere, kendi ikamet yerlerinde ve yerel ihtiyaçlar
doğrultusunda sosyal yardımların ulaĢtırılması sağlanmaktadır. Bu kapsamda yürütülen yardımlar;
Eğitim Yardımları (ġartlı Eğitim Yardımları/ġNT, Öğrenci Ġhtiyaç Yardımları),
Sağlık Yardımları (Tedavi Destekleri ve ġartlı Sağlık Yardımları/ġNT),
Aile Yardımları (Gıda, Yakacak, Barınma Yardımları),
Özürlü Yardımları (Özürlü Ġhtiyaç Yardımları),
Özel Amaçlı Yardımlar (Afet Destekleri, v.b.),
Proje Destekleri (kentsel alana yönelik gelir getirici projeler, kırsal alana yönelik gelir getirici
projeler, istihdam amaçlı eğitim projeleri, sosyal yardım/sosyal hizmet alanına yönelik
iĢbirliği projeleri)
ve çeĢitli sosyal yardım uygulamalarıdır.
BaĢvuru sahiplerinin sosyal yardımlardan yararlanabilmeleri için, 3294 sayılı Kanun kapsamında
fakir ve muhtaç olduklarına dair vakıf mütevelli heyeti tarafından karar verilmesi gerekmektedir. Bu
süreçte, baĢvuru sahiplerinin sosyal güvenlik sorgulamaları ile vakıf görevlilerince yapılan hane
incelemeleri sonucunda hazırlanan sosyal inceleme raporları mütevelli heyetlerinin alacağı kararı
Ģekillendirmektedir. Ancak mütevelli heyet kararlarının ön hazırlık sürecini gerçekleĢtiren vakıfların
insan kaynakları ve teknik imkanlarının nitelik ve nicelik olarak önemli farklılıklar arz etmesi, vakıf
personelinin yoksulluğu algılama ve yoksulluğu değerlendirme kriterlerinin değiĢiklik göstermesi, tüm
vakıflar açısından hedef kitlenin belirlenmesinde uygulama birliğinin sağlanmasını güçleĢtirmektedir.
Bu nedenle, vakıf mütevelli heyetlerinin vereceği karara dayanak teĢkil edecek, Türkiye genelinde
uygulanabilir, fayda sahiplerini objektif biçimde tespit etmeye yönelik, yöresel farklılıkları (kır-kent
ayrımını), sosyoekonomik geliĢmiĢlik düzeyini ve yardım kategorilerini gözeten, sağlıklı ve nesnel
ölçütlerle iĢleyen bir tespit mekanizmasına ihtiyaç duyulmaktadır.
Dünya Bankası ile imzalanan ikraz anlaĢması çerçevesinde uygulanan Sosyal Riski Azaltma
Projesi‘nin (SRAP) alt bileĢenleri olan ġartlı Nakit Transferi (eğitim ve sağlık) ve Yerel GiriĢimler
(YG) (Ģimdiki adıyla proje destekleri) bileĢenlerinden yararlanacak fayda sahiplerinin belirlenmesine
yönelik geliĢtirilen bir puanlama formülü PUAN Projesinin baĢladığı dönemde halihazırda SYDGM
tarafından uygulanmaktaydı. Uygulanan puanlama formülü için SYDGM ve Dünya Bankası
Finansmanı ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Sosyoloji Bölümü tarafından 2001 yılında
4200 haneyi kapsayan bir saha araĢtırması (Hanehalkı Gelir ve Yaşam Standardı Anketi) yapılmıĢtır.
Bu inceleme verileri doğrultusunda, hane halklarının refah düzeyi (kiĢi baĢına gelir veya harcama) ile
iliĢkili olduğu tespit edilen değiĢkenlere (sosyoekonomik ve demografik) dayalı ekonometri temelli bir
puanlama formülü ve formüle ait bilgileri de kapsayan bir fayda sahibi baĢvuru formu geliĢtirilerek
312
SYD Vakıflarına dağıtılmıĢtır. ġNT eğitim ve sağlık yardımından yararlanmak isteyen kiĢiler
öncelikle bu formu doldurmakta ve doldurulan formdaki veriler elektronik ortamda (Mülga) SYDGM
Bilgi ĠĢlem Merkezi‘ne ulaĢtırılmıĢ, eğer baĢvuru sahibinin puanı ġNT programının hedef kitlesi için
belirlenmiĢ kesme noktasına göre (en yoksul %6) belirlenen puandan düĢükse, baĢvuru sahibinin hak
sahipliğini kazanması öngörülmüĢtür.
Ancak söz konusu puanlama formülünün güncelliğini kaybetmiĢ olması (2001 ekonomik kriz
yılına ait veriler); puanlama formülünü geliĢtirmede kullanılan Hanehalkı Gelir ve Yaşam Standardı
Anketi verilerinin örnekleme temeline yönelik eleĢtiri; puanlama formülünün ekonometrik
tanımlanması ve iktisadi temeli konusundaki yetersizlikleri; uygulamalarda karĢılaĢılan güçlükler ve
yetersizlikler; formülün ġNT ve Yerel GiriĢimler yardım ve desteklerine odaklanması gibi. gerekçeler
dikkate alınarak puanlama formülünün revize edilmesi ihtiyacı doğmuĢ ve puanlama formülü TÜİK
2003 Bütçe Anketi verileri ile aĢağıdaki çalıĢma kapsamında ODTÜ‘den baĢka bir ekip tarafından
revize edilmiĢtir. Puanlama formülü revize edilirken ―kolayca kullanılabilecek, objektif, somut olarak
ölçülebilir göstergelere dayalı, güvenilirlik düzeyi yüksek ve paydaĢlar tarafından da kabul gören‖ bir
formül oluĢturulması amaçlanmıĢtır.
Revizyon çalıĢmaları kapsamında 2003 Hanehalkı Bütçe Anketi bulguları kullanılarak 3 yeni
puanlama modeli geliĢtirilmiĢtir. Birinci ve ikinci modellerde çoklu Regresyon Analizi kullanılmıĢtır.
Bu iki modelin birbirinden farkı; ilkinde bağımlı değiĢkenin kiĢi baĢına tüketim, ikincisinde ise kiĢi
baĢına gelir olmasıdır. Üçüncü modelde ise Faktör Analizi kullanılmıĢtır. Her üç modelde de
amaçlanan, hane refahını en iyi Ģekilde temsil eden ve aynı zamanda da uygulanması kolay bir formül
geliĢtirmek olmuĢtur. Bu modellerin geliĢtirilmesinde ġNT ve Yerel GiriĢimler (YG) baĢvuru
formundaki sorulara bağlı kalınmıĢtır. Bu ekip, çalıĢmalarını 2006 yılında tamamlayarak araĢtırma
sonuçlarını bir rapor halinde Ġdare‘ye sunmuĢtur. Ancak 31.03.2007 tarihinde SRAP‘ın sona ermesi ve
bu revizyon çalıĢması ile elde edilen puanlama formülünün bütün yardım kategorileri için değil de
sadece ġNT ile YG‘ den yararlanacak kiĢilerin belirlenmesi amacıyla hazırlatılmıĢ olması nedenleriyle
bu çalıĢmanın sonuçları uygulamaya geçirilememiĢtir.
Gelinen süreçte, zaman içerisinde ekonomik ve sosyal hayatta yaĢanan geliĢmelerden dolayı
yoksulluk profilinin de değiĢmiĢ olması sebebiyle, sosyal yardımlardan yararlanacak yoksul kesimin
belirlenmesine yönelik, ―tüm yardım kategorilerini göz önünde bulunduran, bölgelerarası farklılığı
gözeten, kır-kent ayrımını içeren uygulaması kolay, objektif, somut olarak ölçülebilir göstergelere
dayalı, hane ziyaretleri sırasında doğrulanabilen, güvenilirlik düzeyi yüksek ve paydaĢlar tarafından da
kabul gören‖ yeni bir puanlama formülünün geliĢtirilmesi ihtiyacı ortaya çıkmıĢtır.
6 Temmuz 2009 tarihinde imzalanan PUAN Projesi sözleĢmesi doğrultusunda baĢvuru sahiplerinin
sosyal yardımlardan yararlanabilmeleri için SYDV Mütevelli heyetlerinin vereceği karara dayanak
teĢkil edecek, Türkiye genelinde uygulanabilir, fayda sahiplerini objektif biçimde tespit etmeye
yönelik yöresel farklılıkları ve kır-kent ayrımını sosyo ekonomik geliĢmiĢlik düzeyini ve yardım
kategorilerini gözeten sağlıklı ve nesnel ölçütlerle iĢleyen bir tespit mekanizmasının geliĢtirilmesi için
gerekli çalıĢmalar TÜBĠTAK BĠLGEM YTE bünyesindeki proje ekibi tarafından yürütülmektedir.
PUAN PROJESĠ NEDĠR?
―Sosyal Yardım Yararlanıcılarının Belirlenmesine Yönelik Puanlama Formülü (PUAN)
GeliĢtirilmesi Projesi‖ ile sosyal yardım yararlanıcılarına, proje destekleri yararlanıcılarına ve Genel
Sağlık Sigortası (GSS) gelir testi yaptıracak hedef kitleye yönelik doğru tespit yapılabilmesi ve bu
uygulamalarda objektif kıstaslara göre karar verilebilmesi amacıyla puanlama formülü seti
oluĢturulması hedeflenmektedir.
Böylece PUAN kapsamında, ortaya çıkan formüllerin, SYGM tarafından; Sosyal YardımlaĢma ve
DayanıĢma TeĢvik Fonu kaynağı kullanılarak dağıtılan Sosyal Yardımlar (Eğitim Yardımları, Sağlık
Yardımları, gıda, yakacak ve barınma gibi Aile Yardımları, aĢevleri ve afet yardımları gibi Özel
Amaçlı Yardımlar vb.) ile Proje Destekleri‘nden (Kırsal Alanda Sosyal Destek Projesi, Gelir Getirici
Projeler) yararlanacak yoksul kesimin belirlenmesinde ve Genel Sağlık Sigortası (GSS) gelir testi
iĢlemlerinde kullanılması amaçlanmaktadır.
313
Proje kapsamında geliĢtirilen PUAN formüllerinin Türkiye genelindeki Sosyal YardımlaĢma ve
DayanıĢma Vakıflarında (SYDV) sosyal yardımlardan faydalanmak için baĢvuru yapan kiĢilerin hak
sahipliği durumunun belirlenmesinde kullanılması ile;
Sosyal yardım yararlanıcılarının objektif kıstaslara göre tespit edilebilmesi,
Ġhtiyaç sahiplerine ihtiyaçları doğrultusunda yardım sağlanabilmesi,
Bölgeler arası farklılıklar ve kır-kent ayrımı göz önünde bulundurulması,
Hane ziyaretleri sırasında doğrulanabilen, kolay bir uygulamanın hayata geçirilmesi,
Sosyal yardım politikası kapsamında ayrılan kaynağın, daha etkin ve daha verimli bir Ģekilde
adil olarak dağıtılması,
Kurumsal sosyal yardım sistemi altyapısının desteklenmesi,
GSS gelir testi iĢlemlerinin objektif kriterlere dayanan standart bir yöntemle gerçekleĢtirilmesi
mümkün olacaktır.
PUAN Projesi kapsamında tahmin edilen modellerin BÜTÜNLEġĠK Sosyal Yardım Hizmetleri
Bilgi Sistemi‘ne entegre edilmesi ile sosyal yardım baĢvurularına yönelik hak sahipliği kararının
verilmesinde ve GSS gelir tespiti iĢlemlerinin yürütülmesinde, karar vericilere yardımcı bir ―Karar
Destek‖ altyapısı oluĢturulması öngörülmektedir. Nesnel ölçütlere göre iĢleyecek bu tespit
mekanizmasının etki edeceği hedef kitlenin büyüklüğü bu raporun hazırlandığı tarih itibariyle
BÜTÜNLEġĠK Sosyal Yardım Hizmetleri Bilgi Sistemi‘nde kayıtlı yaklaĢık 6,5 milyon hane ve bu
hanelere verilen 11 milyon yardım sayısı ile ifade edilebilir. Bu sebeple BÜTÜNLEġĠK Projesi gibi
PUAN Projesi de SYGM tarafından yürütülen ve sosyal yardımların sunumunda reform niteliği
taĢıyan önemli çalıĢmalar arasındadır.
PROJENĠN YÖNTEMĠ VE UYGULAMA AġAMALARI
Sosyal Yardımlar, Proje Destekleri ve GSS gelir testine yönelik verilen kararlarda yararlanıcılara
yönelik somut olarak ölçülebilir göstergelere dayalı objektif kararların verilebilmesi için PUAN
Projesi kapsamında hanehalkı yaklaĢımı esas alınmıĢtır. ―Hane‖ temel iktisadi birimlerden birisi olarak
tanımlanmaktadır. Sosyal yardım alanında uygulanan ―Hane bazlı yaklaĢım‖, baĢvuruda bulunan birey
yerine hanenin toplam mülkiyetinin, gelirinin, tüketiminin ve hanedeki her bir bireyin farklı
gereksinimlerinin dikkate alındığı, sosyal yardıma olan ihtiyacın etkin ve gerçekçi bir Ģekilde
karĢılanabilmesine olanak sağlayan bir değerlendirme modelidir.
Hanehalkı yaklaĢımı ile gerçekleĢtirilen proje çalıĢmaları ġekil 1‘de gösterildiği üzere üç safhada
tamamlanmıĢtır.
314
ġekil 1. Projenin Safhaları
Ġlk safhada, dünya örnekleri ve konu ile ilgili literatür incelenmiĢ ve hedefleme mekanizmaları
araĢtırılmıĢtır. Türkiye Ġstatistik Kurumu‘nun (TÜĠK) 2003 yılı Hanehalkı Bütçe Anketi verileri
kullanılarak Ġstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırılması (ĠBBS) Düzey 1 bölgelerinin Kır / Kent
ayrımında gelir ve tüketim bazlı regresyon modelleri tahmin edilmiĢ ve faktör analizleri
gerçekleĢtirilmiĢtir.
Birinci ve ikinci modellerde ―Çoklu Regresyon Analizi‖ kullanılmıĢtır. Ġlk model gelir bazlı
modeldir ve burada bağımlı değiĢken ―kiĢi baĢına aylık gelirin logaritması‖dır. Ġkinci model
ise tüketim bazlı modeldir ve bu modelde bağımlı değiĢken ―kiĢi baĢına aylık tüketimin
logaritması‖dır.
Üçüncü modelde ise ―Faktör Analizi‖ kullanılmıĢtır.
Bütün modellere gelir, cinsiyet, eğitim durumu, mesleğin ait olduğu sektör, meslek, kiĢinin iĢteki
durumu ve istihdam edilme Ģekli gibi değiĢkenlerin yanı sıra kiĢinin refah durumunu, sahip olduğu
varlıkları ve konut kolaylıklarını gösteren değiĢkenler de dahil edilmiĢtir. Tahmin edilen
regresyonlarda kır ve kent modellerinin kendine has özellikler gösterdiği ve bölgelerarası farklılığın
istatistiksel olarak anlamlı bulunduğu tespit edilmiĢtir. Projenin ilerleyen safhalarında anket formu
olarak da kullanılan Hane Ziyaret Bilgi Formu bu aĢamada oluĢturulmuĢtur. Ġlk safhanın sonucunda
modelin çıktıları sırasıyla, her hane için tahmin edilmiĢ olan tüketim (harcama) ve gelir değerleridir.
Elde edilen bu tahmin değerleri küçükten büyüğe sıralanarak hanelerin sınıflandırılmasında
kullanılmıĢtır.
Ġkinci safhada, Türkiye‘nin ĠBBS Düzey 1 bölgelerinin kır ve kentinde seçilen 1.474 hane ile
Pilot Alan Anketi gerçekleĢtirilmiĢtir. GörüĢmelerde birinci safhada oluĢturulan Hane Ziyaret Bilgi
Formu kullanılmıĢtır. AraĢtırma, ĠBBS Düzey 1 sınıflandırma sistemine göre seçilen 19 ilde Kır / Kent
ayrımı göz önünde bulundurularak toplam 24 Ģehir merkezi ve ilçede gerçekleĢtirilmiĢtir. Pilot Alan
Anketi‘nden elde edilen veriler hanelerin sosyal güvenlik durumları, sosyo - demografik özellikleri,
göç durumları, fiziksel yaĢam koĢulları (konut ve altyapı), mülk sahipliği (tüketim varlıkları, gelir
getiren varlıklar ve ulaĢım aracı olarak kullanılan varlıklar), hane reisinin eğitim ve iĢ gücü
piyasalarındaki konumu, gelir, tüketim, borç, yardım, sağlık ve refah algıları baĢlıkları altında
değerlendirilmiĢtir.
315
Birinci safhada tahmin edilen modellerin sınanması amacıyla Pilot Alan Anket verileri kullanılarak
detaylı analizler yapılmıĢtır. Türkiye geneli, Türkiye geneli Kır / Kent ayırımı, ĠBBS Düzey 1 bölgeler
ve ĠBBS Düzey 1 Kır / Kent ayırımına göre tahmin edilen gelir ve tüketim bazlı modeller için
sınamalar gerçekleĢtirilmiĢtir. Genel olarak yapılan sınamalarda, projenin birinci safhasında belirlenen
her üç modelin (gelir ve tüketim bazlı regresyon modelleri ile faktör analizi) baĢarısı %50‘nin üzerinde
bulunmuĢtur. Ancak sosyal yardım yararlanıcılarını belirlemek için tahmin edilen modeller arasında,
gerçek gözlem ile tahmin edilen değerin en yüksek oranda örtüĢme (eĢleĢme) sağlaması sebebiyle
tüketim modeli, gelir modeline göre daha baĢarılı bulunmuĢtur. Bu sebeple Türkiye geneli, Türkiye
geneli Kır / Kent ayırımı, ĠBBS Düzey 1 bölgeler ve ĠBBS Düzey 1 Kır / Kent ayırımına göre
oluĢturulan sosyal yardım ve proje destekleri modelleri için nihai formül olarak tüketim bazlı
regresyon modelinin kullanılmasına karar verilmiĢtir.
Üçüncü safhada, nicel ve nitel analizler birlikte yürütülmüĢtür.
Nitel analiz kapsamında tüm Türkiye‘yi kapsayan ve her bir ĠBBS Düzey 1 Bölgesi için kent / kır
ayrımını gözeten belirli sosyo-demografik baĢlıkları içeren bir nitel çalıĢma gerçekleĢtirilmiĢtir. Bu
kapsamda Haziran 2011 - Ekim 2011 tarihleri arasında 13 ilde toplam 174 adet derinlemesine mülakat
gerçekleĢtirilmiĢtir (
Tablo).
Tablo 1. Nitel ÇalıĢmanın Yapıldığı Ġller ve Kır / Kent Ayrımına Dayalı GörüĢme Sayıları
Ġller
ĠBBS Bölgesi
Kent
Kır
Ġstanbul
TR 1
11
10
Balıkesir
TR 2
9
11
Ġzmir
TR 3
6
4
EskiĢehir
TR 4
9
6
Ankara
TR 5
5
6
Antalya
TR 6
5
6
Hatay
TR 6
11
9
Kayseri
TR 7
6
10
Bartın
TR 8
4
4
Trabzon
TR 9
4
6
Erzurum
TR A
6
6
Elazığ
TR B
4
2
ġanlıurfa
TR C
10
4
90
84
Toplam
13 ilde gerçekleĢtirilen nitel çalıĢmada, nicel araĢtırmada sorulamayan ―Neden‖, ―Nasıl‖ ve
―Niçin‖ gibi soruların yanıtlarına ulaĢılması hedeflenmiĢtir. GörüĢmelerde belirli sosyo - demografik
baĢlıkları içeren yarı yapılandırılmıĢ soru formu kullanılmıĢtır. Nitel analizler sırasında, hedef kitlenin
sosyo - ekonomik durumunun, yoksulluk ve yoksunluk deneyiminin, alınan sosyal yardımların
316
yoksullukla mücadeledeki etkisinin anlaĢılması ve PUAN formülünde kullanılmak üzere belirlenen
değiĢkenlerin anlamlandırılması için SYGM‘den yardım alan ve yardım almak için baĢvurmuĢ fakat
reddedilmiĢ haneler ile görüĢülmüĢtür.
Nitel araĢtırma yöntemlerinin kendi içinde gözlem, odak grup, sözlü tarih ve mülakatlar gibi farklı
bilgi toplama metotları bulunmaktadır. Proje kapsamında kullanılan mülakat tekniği soruların
hazırlanmasına ve saha iç dinamiklerine göre farklılaĢmaktadır. PUAN Projesi nitel araĢtırması
sırasında yapılandırılmıĢ derinlemesine görüĢme (mülakat) tekniği kullanılmıĢtır. Bu tekniğin seçilme
sebebi aynı anda farklı illerde farklı kiĢilerce standart bir Ģekilde uygulanabilir olmasıdır.
Nicel analiz kapsamında ise TÜĠK tarafından seçilen ve 43.124 haneyi kapsayan bir örneklem
üzerinden Ana Alan Uygulaması gerçekleĢtirilmiĢtir. Ana Alan uygulaması için gerekli örneklem
belirleme çalıĢması için 4 farklı çerçeve veri setinden yararlanılmıĢtır:
Sosyal Yardımlar için belirlenen çerçeve veri seti, Kasım 2010 ve Kasım 2011 dönemi
içinde sosyal yardımlar için SYDV‘ye baĢvurmuĢ ve baĢvuruları kabul edilmiĢ hedef kitleden
seçilen ve BÜTÜNLEġĠK Sistemi veri tabanından temin edilen verilerden oluĢmaktadır.
Red için belirlenen çerçeve veri seti, 2009 - 2011 yılları arasında sosyal yardımlar için
SYDV‘lere baĢvurmuĢ (Sosyal Yardım Bilgi Sistemi SOYBĠS aracılığı ile sorgulanmıĢ) ancak
herhangi bir surette SYGM bünyesindeki veritabanlarında (Yardım Bilgi Bankası (YBB),
BÜTÜNLEġĠK Sosyal Yardım Bilgi Sistemi, Proje Destekleri ve Kırsal Alanda Sosyal Destek
Projesi [KASDEP]) hak sahibi kaydı bulunmayan kiĢilerden oluĢan hedef kitle arasından temin
edilmiĢtir.
Proje Destekleri için belirlenen çerçeve veri seti, proje desteklerinin (SYGM Gelir Getirici
Proje Destekleri ve KASDEP) baĢlatıldığı 2003 yılından 2011 yılı sonuna kadar SYDV‘lere
baĢvurmuĢ ve baĢvuruları kabul edilmiĢ hedef kitleden oluĢan ve YBB, Proje Destekleri veri
tabanından temin edilen verilerden oluĢmaktadır.
GSS için belirlenen çerçeve veri seti ise, 2012 yılında GSS uygulamasının baĢlaması ile
birlikte Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından, 5510 Sayılı Kanunun 60. Maddesinin g
bendi kapsamında tescil edilen kiĢiler arasından temin edilmiĢtir.
Harita 1. ĠBBS Düzey 1 Bazında Örneklem Dağılımı
317
Örneklem belirleme çalıĢmaları bu çerçeve veri setleri kullanılarak TÜĠK / Örnekleme ve Analiz
Teknikleri Daire BaĢkanlığı tarafından gerçekleĢtirilmiĢtir. Örneklem tasarımında Van ili merkez ve
ilçeler dahil olmak üzere 2011 yılı Ekim ayında yaĢanan deprem yüzünden ilgili hane adreslerinin fiili
olarak ortadan kalkması nedeniyle TÜĠK tarafından kapsam dıĢı bırakılmıĢtır. 43.124 haneden oluĢan
örneklem seti ―Sosyal Yardımlar‖ Puan Formülleri, ―Proje Destekleri‖ Puan Formülleri ve ―Gelir
Testi‖ Puan Formülü için yapılacak analize uygun Ģekilde tasarlanmıĢtır. Belirlenen örneklemin ĠBBS
Düzey 1 bölgeleri bazında dağılımı aĢağıda yer alan Harita 1‘de gösterilmiĢtir.
Ana Alan Uygulaması Anket ÇalıĢması‘nın TÜĠK ile gerçekleĢtirilmesi uygun görülmüĢtür.
Anketin sahada uygulanması sırasında kullanılmak üzere soru formu ve içeriğine dair detayları
kapsayan bir el kitabı hazırlanmıĢ, bu içerik ile 12 - 13 Mart 2012 tarihlerinde Antalya‘da Ana Alan
Uygulaması için anketör eğitimi gerçekleĢtirilmiĢ ve 19 Mart 2012 tarihinde Ana Alan Uygulaması
baĢlatılmıĢtır.
Anket uygulaması sırasında 400 anketör, 65 kontrolör ve 26 iĢ sorumlusu sahada görev almıĢtır.
Sahada görevlendirilen anketörler, TÜĠK tarafından daha önce tamamlanan Nüfus ve Konut
AraĢtırması‘nda baĢarılı olarak değerlendirilen geçici anketörler arasından seçilmiĢ ve kontrolör / iĢ
sorumluları ise TÜĠK‘in kadrolu personelinden oluĢturulmuĢtur. Anket soru formunun uygulamasında
tablet bilgisayarlar kullanılmıĢtır. Anketin genel cevapsızlık oranı yaklaĢık olarak %11,80 çıkmıĢtır.
25 Mayıs 2012 itibariyle tamamlanan saha uygulamasına TÜBĠTAK proje ekibi tarafından, saha
için kritik olayların etkin bir Ģekilde yönetilebilmesi, sahada aksaklıkların yaĢanmaması, saha
takviminin gerisinde kalınmaması ve sahadan analize uygun verilerin toplanabilmesi için destek
verilmiĢtir. Saha çalıĢması süresince, TÜBĠTAK ve SYGM ekipleri destek faaliyetler kapsamında,
proje ile ilgili güncellenen bilgilerin TÜĠK kanalı ile sahaya aktarılmasına yardımcı olmuĢtur. Ana
Alan Uygulaması boyunca, anket formuna dair yapılan açıklamalar, kodlama faaliyetleri için yapılan
çalıĢmalar ve güncellenmiĢ el kitabı baĢlıkları iyileĢtirme faaliyetleri kapsamında dokümante
edilmiĢtir
Ana Alan Uygulaması Anketi‘nde hanelerin sosyo - demografik özellikleri, göç durumları, konut
ve konut kolaylıkları, mülk sahipliği, gelir durumları, tüketim kalıpları, borç durumları, sosyal yardım,
proje destek bilgileri ve refah algıları baĢlıkları altında veriler elde edilmiĢtir. Bu değerlendirmenin
sonuçları aĢağıda özetlenmiĢtir:
Hanehalkı büyüklüğü ortalama 4,8 olarak tespit edilmiĢtir. Hanelerin yarısı çekirdek aile
yapısını temsil etmektedir. YaklaĢık her dört haneden biri geleneksel aile tipini yansıtmaktadır.
YaklaĢık her üç haneden birinde en az üç çocuk yaĢamaktadır. Genç bağımlı nüfus oranı, yaĢlı
ve engelli bağımlı nüfus oranına göre yüksektir.
Haneler eğitim durumuna göre değerlendirildiğinde, yaklaĢık her dört kiĢiden üçü ilkokul
mezunudur. Ġstihdam durumu ele alındığında, gelir getiren bir iĢte çalıĢmayanların oranı çok
yüksektir; diğer taraftan çalıĢanların yaklaĢık yarısı kendi hesabına ve yevmiyeli olarak
çalıĢmaktadır. Referans kiĢilerin çoğu sağlık güvencesine sahiptir ve bu kiĢiler arasında SSK
ve YeĢil Kart‘a sahip olanlar daha fazladır.
Her üç haneden biri yaĢadığı yere göç ile gelmiĢtir. Hanelerin göç etme nedenleri arasında
sırasıyla iĢ, geçim sıkıntısı, evlilik, eğitim, güvenlik, sağlık ve diğer nedenler (çoğunlukla
deprem, sel gibi doğal afetler, ailevi nedenler, kan davası, kız kaçırma ve geçimsizlikler) yer
almaktadır.
GörüĢülen hanelerin konut durumuna bakıldığında, hanelerin yarısı oturduğu konutun
mülkiyetine sahiptir. Bunun yanı sıra, her dört haneden biri baĢkasının mülkiyetinde olan
konutta kira ödemeden oturmaktadır. Kira ödeyenlerin ise aylık ödedikleri kira giderleri göreli
olarak düĢüktür. Kira oranlarının düĢük olması oturulan konutların nitelik açısından düĢük
olduğunu göstermektedir. GörüĢülen hanelerin oturdukları konutta mutfak, tuvalet ve banyo
hariç 2 odası bulunanların oranı düĢüktür. Hanelerin bir kısmı için oturdukları konutların yeri
itibariyle bankacılık hizmetlerine, sağlık merkezi hizmetlerine, toplu taĢım merkezi
hizmetlerine, günlük alıĢveriĢ hizmetlerine ve zorunlu eğitim hizmetlerine ulaĢmak zor / çok
zordur.
318
GörüĢülen hanelerin çoğunun, en az bir televizyonu vardır. Otomatik çamaĢır makinesine sahip
olan hanelerin oranı yüksektir. Hanelerde cep telefonu sahipliği yüksek çıkmıĢtır. YaklaĢık her
on haneden sekizinin uydu anteni bulunmaktadır. Diğer yandan, konutların çoğunda Video /
VCD / DVD / CD çalar, çamaĢır kurutma makinesi, bulaĢık makinesi, derin dondurucu, ev
telefonu, bilgisayar, internet, mikro dalga fırın, halı yıkama makinesi ve klima yoktur.
Hanelerin gelir kaynakları, alınan yardımlar hariç; maaĢ ve ücret geliri, yevmiye geliri, tarım
dıĢı müteĢebbis geliri, tarımsal müteĢebbis geliri, gayrimenkul kira geliri, menkul kıymet faiz
geliri, özürlü ve özürlü yakını aylığı geliri, özürlü bakım aylığı, yaĢlılık aylığı, çiftçi kayıt
sistemi - doğrudan gelir desteği, emekli maaĢı, dul yetim maaĢı, nafaka karĢılıksız burs,
yurtdıĢından transfer geliri, Ģehitlik maaĢı, öğrenim kredisi ve diğer gelirler Ģeklindedir. Bunun
yanı sıra, oranı düĢük olmakla birlikte gelire sahip olmayan haneler de bulunmaktadır.
GörüĢülen hanelerin yarısının ortalama aylık geliri 220,00 TL ve 999,99 TL arasında
hesaplanmıĢtır.
Tüketim yoksulluk analizinde yer alan en önemli unsurlardan biridir ve PUAN Projesi
kapsamında yapılan modelleme çalıĢması için de ayrı bir öneme sahiptir. AraĢtırmanın
sonuçlarına göre, hanelerin kırmızı et ve beyaz et tüketme sıklıkları diğer gıda ürünlerini
tüketme sıklığına göre daha düĢüktür. GörüĢülen hanelerin çoğu ise süt ve süt ürünlerini
hemen hemen her gün veya haftada birkaç kez tüketmektedir. Hanelerin yarıdan fazlası hemen
hemen her gün veya haftada birkaç kez sebze; yarısı ise haftada birkaç kez veya haftada bir
kez meyve tüketmektedir.
GörüĢülen hanelerin yarıdan fazlasının borcu / taksiti bulunmaktadır. Borcu / taksiti olduğunu
belirten hanelerin %86,2‘sinin en fazla 5.000 TL ve altında borcu / taksiti olduğu
gözlemlenmektedir. Hanelerin yıllık borç / taksit ortalaması ise 3.722,22 TL olarak
hesaplanmıĢtır.
Son bir yıl içinde SYDV‘ye yapılan yardım baĢvuruları incelendiğinde, yakacak yardımı için
yapılan baĢvuruların oranı diğer yardım kategorileri ile karĢılaĢtırıldığında daha yüksektir.
SYDV‘ye baĢvurulan proje destek türleri arasında sırasıyla KASDEP, ĠĢ Kurma / Gelir Getirici
ve diğer proje destekleri türleri yer almaktadır. Diğer proje desteklerinin içinde ise hayvan
alımı, ağaç, ahır yapımı, bağ bahçe, araç alımı, bitki tohumu, sera desteği bulunmaktadır. Proje
baĢvurusunu bireysel yapanlar ile grup (kooperatif) olarak yapanların oranı birbirine yakındır.
Proje destekleri için baĢvuru yapan kiĢilerin tecrübe sahibi oldukları faaliyet türleri arasında ilk
sırada hayvancılık yer almaktadır.
GörüĢülen hanelere asgari, normal ve daha iyi bir yaĢam için gerekli aylık ortalama gelir
miktarları da sorulmuĢtur. Buna göre, hanelerin çoğu asgari düzeyde bir yaĢam için ortalama
501 - 1.000 TL arasında bir gelire ihtiyaç duymaktadır. Hanelerin yarısı normal bir yaĢam için
ortalama 1.000 TL - 1.500 TL arası bir gelire ihtiyaç duymaktadır. Hanelerin yarıdan fazlası
daha iyi bir yaĢam için ortalama aylık 1.500 TL - 3.400 TL arasında bir gelir ihtiyaç
duymaktadır. Belirtilen miktarlarla hane büyüklüğü arasında anlamlı bir iliĢki bulunmaktadır.
Bu verilere dayanarak Sosyal Yardım (27 adet), Proje Destekleri (27 adet) ve GSS (6 adet) hak
sahipliğini tespit etmeye yönelik Türkiye Genel, Türkiye Kır, Türkiye Kent ile 12 ĠBBS Düzey 1
bölgesi Kır ve Kent ayrımında toplam 60 model tahmin edilmiĢtir.
319
ġekil 2. Sosyal Yardım, Proje Destekleri ve Gelir Testi Modelleri
Sosyal Yardımlar, Proje Destekleri ve Gelir Testi için geliĢtirilen alternatif puan formüllerinde;
Sosyal Yardım Modelleri için 1 adet Türkiye Genel, 2 adet Türkiye Kır / Kent modeli, 12 adet
Türkiye Kent ĠBBS Düzey 1 modelleri ve 12 adet Türkiye Kır ĠBBS Düzey 1 modelleri olmak
üzere toplam 27 puanlama formülü tahmin edilmiĢtir. Sosyal Yardım modelleri için tüketim
bazlı modeller kullanılmıĢtır. Bu modellerde bağımlı değiĢken ―kiĢi baĢına aylık tüketimin
logaritması‖dır.
Proje Destekleri Modelleri için 1 adet Türkiye Genel, 2 adet Türkiye Kır / Kent modeli, 12
adet Türkiye Kent ĠBBS Düzey 1 modelleri ve 12 adet Türkiye Kır ĠBBS Düzey 1 modelleri
olmak üzere toplam 27 puan modeli tahmin edilmiĢtir. Proje Desteği modelleri için tüketim
bazlı modeller kullanılmıĢtır. Bu modellerde bağımlı değiĢken ―kiĢi baĢına aylık tüketimin
logaritması‖dır.
Gelir Testi için ise gelir, tüketim ve tüketim ile gelir kalemlerinin bir arada kullanıldığı (melez)
modeller kullanılmıĢtır. Bağımlı değiĢkenler sırasıyla ilk modelde ―ailenin aylık toplam gelirin
logaritması‖, ikinci modelde ―ailenin aylık toplam tüketiminin logaritması‖ ve melez modelde
ise ―ailenin toplam aylık gelirinin logaritması‖dır.
Modellerde yer alan değiĢkenler arasında hanenin aylık gelirinin logaritması; hane yapısına ait
değiĢkenler; hanede yaĢayanların yaĢ ve cinsiyet yapısına ait değiĢkenler; hanenin eğitim ve istihdam
durumuna ait değiĢkenler; hanenin ikamet ettiği konutun sahip olduğu kolaylıkları ifade eden
değiĢkenler; hanenin servet ve mal varlıklarına ait değiĢkenler bulunmaktadır.
Söz konusu modellerden hareketle modellerin kesme noktaları bulunmuĢtur. Bu kesme noktaları
için en düĢük %5, %6, %10 ve %20‘lik dilimlerin üst sınırları tahmini kesme noktaları olarak
320
belirlenmiĢtir. Gelir Testi Modelleri için, kesme noktaları brüt asgari ücretin ilgili GSS yönetmeliğinde
belirtilen gelir aralıkları olarak kabul edilmiĢtir. Aile içinde kiĢi bazlı olarak hesaplanan gelirin bu
aralıklar için yapılan sınama sonuçları raporlanmıĢtır. Bu çalıĢma için, anket döneminde (Mart Haziran 2012) geçerli olan aylık 886,50 (Brüt) TL esas alınmıĢtır.
Tahmin edilen tüketim ve gelir bazlı modellerin sınamaları gerçekleĢtirilmiĢtir. Sınama
aĢamasında Ana Alan Uygulaması‘nın test verisi olarak kullanılan kayıtlardan elde edilen veriler
geliĢtirilen modellerde yerine konularak tahmini tüketim değerleri bulunmuĢtur. Bu amaçla iki farklı
veri seti kullanılmıĢtır.
1. Ana Alan Uygulaması örneklemi içinde yer alan Yardım Bilgi Bankası (YBB), ġartlı Nakit
Transferi (ġNT), Proje Destekleri ve GSS örneklemlerinden her biri diğerinin sınama verisi
olarak kullanılmıĢtır. Bu kapsamda:
a. Sosyal Yardım modellerinin sınanması için Proje ve GSS örneklemi,
b. Proje Destekleri modelleri için Proje Örneklem içi (Proje Kabul ve Red), Proje
Örneklem dıĢı (YBB, ġNT ve GSS) ve BÜTÜNLEġĠK Sosyal Yardım Bilgi Sistemi
(BÜTÜNLEġĠK) verileri,
c. Gelir Testi modelleri için ise YBB + ġNT + RED ile Proje örneklemi
test verisi olarak kullanılmıĢtır.
2. BÜTÜNLEġĠK veri tabanında kaydı bulunan ve Hane Ziyaret Bilgi Formu eksiksiz olan
hanelere ait bilgiler, uygun olan Sosyal Yardım modelleri için ikinci test veri setini
oluĢturmuĢtur. Proje Destekleri modellerinde BÜTÜNLEġĠK veri tabanında kaydı bulunan
hanelere ait veri test veri seti olarak kullanılmıĢtır.
SYD Vakıflarının bu hanelerin baĢvuruları için kabul / red kararları ile modellerin verdiği sonuçlar
karĢılaĢtırılmıĢtır. Tahmin edilen modellerin uygulanabilirliği kontrol edilmiĢtir. Sosyal Yardım
Modellerinin BÜTÜNLEġĠK verisi ile sınanması aĢamasında, tahmini red kabul kararları ile
SYDV‘ler tarafından verilen gerçek kararların %99‘unun örtüĢtüğü görülmüĢtür. Sosyal Yardım
Modelleri için oluĢturulan tüketim bazlı modellerin genel sonuçları dikkate alındığında, modellerin
baĢarılı sonuç verdiği görülmüĢtür.
Önerilen puan modellerinin kullanılması durumunda yardım kategorilerinden faydalanacak
yararlanıcı sayısı ve kaynak miktarına iliĢkin projeksiyonlar üzerinde de çalıĢılmıĢtır. Sosyal Yardım
projeksiyonları için 2010 - 2012 dönemi ve 2012 yılı, Proje Destekleri projeksiyonları için sadece
2012 yılına iliĢkin SYGM giderlerinin (kaynak miktarlarının) %5, %10, %15 ve %20 düzeylerinde
artacağı varsayımı ile alternatif senaryolar sunulmuĢtur. Bu kapsamda, SYGM‘ye ait gelir - gider
durumları incelenmiĢtir.
GENEL DEĞERLENDĠRME VE ÖNERĠLER
Sosyal Yardım Yararlanıcılarının Belirlenmesine Yönelik Puanlama Formülü (PUAN)
GeliĢtirilmesi Projesi kapsamında yararlanıcılara yönelik doğru tespit yapılabilmesi ve bu
uygulamalarda objektif kıstaslara göre karar verilebilmesi için yapılan çalıĢmalar üç safhada
tamamlanmıĢtır.
Proje kapsamında gerçekleĢtirilen çalıĢmalar üç safhada tamamlanmıĢtır. Buna göre,
o
o
o
Ġlk safhada, dünya örnekleri ve konu ile ilgili literatür incelenmiĢ, hedefleme mekanizmaları
araĢtırılmıĢ, TÜĠK Hanehalkı Bütçe Anketi verileri kullanılarak ĠBBS Düzey 1 bölgelerinin
her biri için gelir ve tüketim modelleri tahmin edilmiĢtir. Projenin ilerleyen safhalarında anket
formu olarak da kullanılacak olan Hane Ziyaret Bilgi Formu bu aĢamada oluĢturulmuĢtur.
Ġkinci safhada, Türkiye‘nin ĠBBS Düzey 1 bölgelerinin kır ve kentinde seçilen 1.474 hane ile
Pilot Alan Anketi gerçekleĢtirilmiĢ ve tahmin edilen modellerin sınanması amacıyla detaylı
analizler yapılmıĢtır. Bu çalıĢma sonucunda gerçek gözlem ile tahmin edilen gözlemin en
yüksek oranda örtüĢmesini sağlayan regresyon temelli model tüketim modeli olarak
belirlenmiĢtir.
Projenin üçüncü safhasında, Türkiye‘nin ĠBBS Düzey 1 bölgelerinin kır ve kentinde seçilen
174 hane ile yüz yüze derinlemesine mülakatlar ile nitel saha araĢtırması gerçekleĢtirilmiĢtir.
321
TÜĠK tarafından seçilen ve 43.124 haneyi kapsayan bir örneklem üzerinden Ana Alan
Uygulaması tamamlanmıĢtır. Söz konusu anket sonuçları değerlendirilmiĢ, ekonometrik
analizler ile Sosyal Yardımlar, Proje Destekleri ve GSS hak sahipliğini tespit etmeye yönelik
modeller tahmin edilmiĢ, modellerin kesme noktaları belirlenmiĢ, sınamaları gerçekleĢtirilmiĢ
ve her bir model önerisiyle ilgili olarak; faydalanacak yararlanıcı sayısı ve kaynak miktarına
iliĢkin projeksiyonlar yapılmıĢtır. Ana Alan Uygulaması‘ndan elde edilen geri bildirimler,
nitel ve nicel analizler sırasında dikkat çeken hususlar ıĢığında Hane Ziyaret Bilgi Formu için
revize öneriler sunulmuĢtur.
Elde edilecek puanlama formüllerinin BütünleĢik Sosyal Yardım Hizmetleri Projesi‘ne entegre
edilmesi ile birlikte Türkiye genelindeki 973 Sosyal YardımlaĢma ve DayanıĢma Vakfında
kullanılması planlanmaktadır. Böylece karar vericilere, nüfusun en yoksul kesimini oluĢturan yaklaĢık
15 milyon vatandaĢın sosyal yardımdan faydalanma kararında yol gösterici olacağı düĢünülmektedir.
Puanlama formüllerine yönelik proje çalıĢmaları geniĢ bir akademisyen kadroyla birlikte
yürütülmüĢtür. TÜBĠTAK ve SYGM‘ninyanısıra T.C. Kalkınma Bakanlığı ve Türkiye Ġstatistik
Kurumu (TÜĠK) da proje paydaĢları arasında yer almıĢtır.
Proje‘nin çıktısı olan puanlama formüllerinin, Türkiye genelindeki SYDV‘lerde elektronik
ortamda kullanılması amacıyla, BÜTÜNLEġĠK Sistemi‘ne entegre edilmesi öngörülmüĢtür. 6 ay
olarak planlanan projenin izleme dönemi kapsamında, puanlama formüllerinin uygulanmasının
TÜBĠTAK ve SYGM‘nin eĢgüdümü içerisinde izlenmesi, sonuçların değerlendirilerek formül seti
üzerinde gerekli gözden geçirmelerin yapılması, formül setinin etkinliğine iliĢkin tarafların ortak
mutabakatı ile tespit edilen iyileĢtirme fırsatlarının, formül setinin güncellenmesi suretiyle modellere
yansıtılması planlanmıĢtır.
KAYNAKÇA
Türkiye Bilimsel ve Teknolojik AraĢtırma Kurumu (TÜBĠTAK), (2009), PUAN Projesi Birinci
GeliĢme Raporu, Ankara.
Türkiye Bilimsel ve Teknolojik AraĢtırma Kurumu (TÜBĠTAK), (2010), PUAN Projesi Ġkinci
GeliĢme Raporu, Ankara.
Türkiye Bilimsel ve Teknolojik AraĢtırma Kurumu (TÜBĠTAK), (2012), PUAN Projesi Üçüncü
GeliĢme Raporu, Ankara.
322
C11 OTURUMU
SAĞLIK-III:
SAĞLIK VE BEDEN
YAġAM KALĠTESĠ VE BAġARILI YAġLANMA: ANKARA'DA ALT SOSYOEKONOMĠK STATÜDEKĠ YAġLILAR ÖRNEĞĠ
Aylin GÖRGÜN-BARAN1
Birsen ġAHĠN-KÜTÜK2
ÖZET
YaĢlanma ile birlikte bireylerin fiziksel özelliklerinde, yeteneklerinde, iletiĢimlerinde ve değiĢik
etkinliklere katılımlarında bir azalma ve düĢüĢ yaĢanır. Bu düĢüĢün göreli olarak azaltılabilmesinde
bireyin, kendini yaĢlılığa hazırlama sürecinde sosyal çevresini ve iliĢkilerini canlı tutması, sağlık
sorunlarını en aza indirmesi için koruyucu önlemler alması, bellek ve fiziksel iĢlevlerini geliĢtirici
çabalar içinde olması ve yaĢama pozitif bakmayı becerebilmesi önem taĢır. Bu çalıĢmanın amacı, alt
sosyo-ekonomik seviyeye sahip yaĢlılarda baĢarılı yaĢama düzeyini araĢtırarak yalnız yaĢamanın
bunun bir belirleyicisi olup olmadığını tespit etmektir. Bu nicel araĢtırmada yaĢlıların baĢarılı
yaĢlanma düzeyleri incelenmiĢ ve bunun için ―LEIPAD-YaĢlılıkta YaĢam Kalitesi Ölçeği‖
kullanılmıĢtır. TÜĠK‘ten alınan bilgiler doğrultusunda Ankara‘nın alt sosyo-ekonomik mahallelerini
temsil eden toplam sekiz mahallede 65 yaĢ ve üzeri toplam 311 kiĢiye anket uygulaması yapılmıĢtır.
AraĢtırma sonucunda baĢarılı yaĢlanma düzeyinin düĢük olduğu ve baĢarılı yaĢlanmanın ―medeni
duruma‖ ve ―yalnız yaĢama‖ göre farklılaĢtığı görülmüĢtür.
Anahtar kelimeler: Yaşlı, yaşlanma, yaşam kalitesi, başarılı yaşlanma
ABSTRACT
Ageing, not only brings about change on body, but also on many social areas. With aging, a
decrease and reduction happens on individuals‘ physical features, abilities, communications and
participations on different activities. To be decreased this reduction relatively, in the individual‘s
process of preparing him/herself for ageing, keeping his/her social sphere and communication alive,
taking precautions for minimizing his/her health problems, being in a struggle for improving his/her
physical functions and handling to be positive for his/her life, mean successful aging. To investigate
successful living level on old people who have low socio-economic status and to research whether
living alone is determinant of this or not. In this quantitative research, successful aging levels of old
people is investigated and ―LEIPAD- Ageing Life Quality Scale‖ is used for this. In accordance with
the information taken from Turkish Statistical Institute, a survey is conducted on total of 311 people
whose age range is 65 and above in eight neighbourhood which represents Ankara‘s low socioeconomic neighbourhoods. As a result of this research, it is found that successful aging level is low
and successful aging differs according to marital status and living alone.
Keywords: Elderly, ageing, life quality, successful aging.
1.GĠRĠġ
Tıptaki geliĢmeler, teknolojik yenilikler ve gelir seviyesindeki farklılıklar gibi nedenlerle uzayan
yaĢam süresi Dünyada ve Türkiye‘de gittikçe yaĢlanan bir nüfusu beraberinde getirmiĢtir. TÜĠK‘in
2012 verilerine göre, Türkiye‘de yaĢlı nüfus oranı %7.3‘dür. Ancak yapılan projeksiyonlar bu oranın
2025‘de %15‘lere kadar yükseleceğine iĢaret etmektedir. Türkiye‘de 2012 verilerine göre Aile ve
Sosyal Politikalar Bakanlığına bağlı (iĢletme belgesini bakanlık vermektedir) 23.207 kapasiteli 286
huzur evi bulunmaktadır (www.shcek.gov.tr). EUROSTAT‘ın (Aktaran: TaĢçı, 2010: 178), 2007 yılı
verilerine göre yaĢlı oranı AB‘ye dâhil 15 ülkede % 17 ve AB‘ye dahil 25 ülkede % 16.5 olarak tespit
edilmiĢtir. Bu ülkeler içinde Ġsveç %17.3, Almanya %18.6, Ġspanya %16.8, Fransa %16.4, Finlandiya
1
Prof. Dr.,Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü.
2
Doç. Dr.,Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü.
325
%15.9 ve Danimarka %15 olarak en yüksek yaĢlı nüfus oranını oluĢturmaktadır. Dolayısı ile giderek
yaĢlanan bir dünya ile karĢı karĢıya bulunmaktayız.
Sadece beden üzerinde değil aynı zamanda birçok sosyal alanda da değiĢimi beraberinde getiren
yaĢlılıkla birlikte, bireylerin fiziksel özelliklerinde, yeteneklerinde, iletiĢimlerinde ve değiĢik
etkinliklere katılımlarında bir azalma ve düĢüĢ yaĢanır. Bu düĢüĢün göreli olarak azaltılabilmesi ve
yaĢam kalitesinin yüksek olduğu bir yaĢlılık döneminin yaĢanması için bireyin kendini yaĢlılığa
hazırlaması önem kazanmaktadır. Bu ise sosyal çevresini ve iliĢkilerini canlı tutmak, sağlık sorunlarını
en aza indirmek için koruyucu önlemler almak, bellek ve fiziksel iĢlevlerini geliĢtirici çabalar içinde
olmak ve yaĢama pozitif bakmayı becerebilmeyi içermektedir (Görgün-Baran, 2007:237-238). Bütün
bu faaliyetlerin tamamına ise literatürde ―baĢarılı yaĢlanma‖ adı verilmektedir. Bu araĢtırmada
Ankara‘nın alt sosyo-ekonomik mahallelerindeki yaĢlıların yaĢam kalitelerine bağlı olarak baĢarılı
yaĢlanma düzeyleri incelenmiĢtir. Bu grubun seçilme nedeni ise ekonomik koĢulların olumsuzluğu ile
dezavantajlı grubu oluĢturmalarıdır.
AraĢtırmanın temel amacı ise alt sosyo-ekonomik mahallelerdeki yaĢlıların nasıl bir yaĢlılık
dönemi yaĢadıklarını saptamak ve bunun eĢin hayatta olması ve yaĢadıkları kiĢilere göre farklılaĢıp
farklılaĢmadığını nicel yöntemle ortaya koymaktır. Bu araĢtırmadan elde edilecek sonuçlarla, yaĢlılık
döneminde yaĢanan sorunların açığa çıkartılarak yaĢlılara yönelik politikalara katkıda bulunulması
düĢünülmektedir. Netice olarak bu çalıĢma, Türkiye‘de son dönemde ağırlık kazanan yaĢlılara iliĢkin
yapılan çalıĢmalara ve politikalara sağlayacağı katkı açısından önem taĢımaktadır.
2. YAġAM KALĠTESĠ VE BAġARILI YAġLANMA
Ġnsanlığın yaĢam çizgisinde bebeklik, çocukluk, gençlik, orta yaĢlılık, yaĢlılık ve ileri yaĢlılık
olarak belirlenen dönemler bulunmaktadır. YaĢın belli kategorilere ayrılması bulunulan yaĢ döneminin
özellikleri ile bağlantılıdır. Her dönemin kendine özgü avantaj ve dezavantajları olduğu dikkate
alınırsa yaĢlılık döneminin de kendine özgü avantaj ve dezavantajlarının olduğu görülür. Bu durum
büyük ölçüde biyolojik, fizyolojik, psikolojik ve sosyolojik değiĢikliklerle ilgili olarak ortaya
çıkmaktadır. Böylelikle bireyin yaĢının ilerlemesine bağlı olarak sosyal açıdan statü kayıplarının
yaĢanması, çevresinden kendisine yönelik yaĢlı olduğuna dair mesajlar alması ve bazı olumsuz kalıp
yargılarla etiketlenmesi yaĢlı bireyi sosyal dıĢlanmaya ve depresyona sokabilmektedir. Bir de bunlara
ekonomik açıdan gelirin yetersizliği eklendiğinde yaĢlının yaĢam kalitesinin düĢmesi söz konusu
olmaktadır. Bu bağlamda Bengtson ve Oyama (2007:6), dünyada yaĢanan küresel geliĢimler ve
ekonomik kriz, savaĢlar, terör, çevre kirliliği gibi nedenlere bağlı olarak yaĢlı bakımının sorun olarak
görülmesinin dört temel kriterinin olduğunu ileri sürmektedirler. Bunlar:
1. YaĢam süresinin uzaması (bebek ölümlerinin azalması ve tıbbi teknoloji ile bakım
hizmetlerinin artması),
2. Ulusların nüfus yapısının değiĢimi (özellikle Batı‘da azalma yönünde seyretmesi),
3. Aile yapısı ve iliĢkilerinin değiĢimi (çekirdek aile, çocuk sayısının azalması, çocuksuz
aile, parçalanmıĢ aile, boĢanma),
4. Devletlerin sorumluluklarının değiĢmesi (devletin yaĢlıyı bir tüketici olarak görmesi ve
yaĢlılar için yapılacak yatırımların devletin sırtında bir yük olarak algılaması).
Bu faktörler yaĢlıların tüketim alıĢkanlıkların, sağlık harcamalarının ve bakımlarının maliyetlerinin
artmasına yol açmaktadır. Devlet ve hükümetler, bu problemleri çözmek için özel sigortacılık, bireysel
sigortacılık ve hayat sigortası gibi neo-liberal politikaların uygulanmasına öncelik vermektedir. Daha
önceleri sosyal devletin görevleri arasında olan bu sorunların çözümü, günümüzde öznelerin kendisine
ve özel sektörün çalıĢma alanlarına bırakılmakta evde bakım olanaklarının geliĢtirilmesinin yolları
aranmaktadır. Dolayısı ile bu durumdan yaĢlı bireyin hem yaĢam kalitesi hem de baĢarılı yaĢlanma
olanakları etkilenmektedir.
2.1.YaĢam Kalitesi
YaĢam kalitesi kavramı genel olarak sübjektif değerlendirmeleri içermekle birlikte geliĢtirilen
ölçeklerle bunu nesnel bir konumda değerlendirmek mümkün olabilmektedir. Subjektif anlamda
326
yaĢamdan duyulan memnuniyet ve memnuniyetsizlikle ilgili olup bu anlamında psikolojik özellikler
taĢımaktadır. Objektif ölçümleri ise yaĢamın devamını sağlayan gelir, eğitim ve sağlık faktörlerini
içeren sosyo-ekonomik göstergelerdir (Koch, 2000:421-124).
YaĢam kalitesi yaĢlıların yaĢam koĢullarından duydukları doyum ve iyilik hali olarak
tanımlanmaktadır. Bu bağlamda yaĢam kalitesi insanların farklı doyum düzeylerini kapsayan bir
gösterge olarak sunulmaktadır. Öte yandan yaĢam kalitesinin temel göstergesi bireyin yaĢamında
―sürdürülebilir bir iyileĢmenin‖ bulunuyor olmasıdır (Görgün-Baran, 2008:91). Dünya Sağlık Örgütü
raporunda belirtildiği üzere yaĢam kalitesi bireyin fiziksel, psikolojik ve sosyal iyilik hali olarak
tanımlanmaktadır. Dolayısı ile yaĢam kalitesinin nesnel ve öznel bileĢenleri bulunmaktadır. Bu
bileĢenler fiziksel sağlık, eğitim, yeterli ve dengeli beslenme, psikolojik doyum, bağımsızlık düzeyi,
sosyal yaĢam ve iliĢkilere aktif katılım, entelektüel geliĢim, toplumsal cinsiyet eĢitliği, kendi
kapasitesini gerçekleĢtirme ve güvenlik içinde yaĢama olarak sıralanabilir (Görgün-Baran 2008:92).
YaĢlılıkta yaĢam kalitesinin göstergelerini Oktik ve Diğerleri (2004:69-82) dört kategoride
belirlemiĢlerdir. Bunlar; ekonomik göstergeler, sosyal göstergeler, psikolojik göstergeler ve sağlık
göstergeleridir. Bu dört farklı göstergenin birbiri ile ilgili olduğu ve görece iyi olma halini kapsadığını
böylece baĢarılı yaĢlanmanın göstergeleri ile örtüĢen bir durum sergilediği görülmektedir.
2.2.Rowe ve Kahn‟ın BaĢarılı YaĢlanma Modeli
Rowe ve Kahn (1997:433-440), baĢarılı yaĢlanma konusunda üç boyutlu bir model
geliĢtirmiĢlerdir. Bunlar; sosyal, sağlık ve fizyolojik boyutlardır. Dolayısı ile bu boyutlar yaĢama aktif
katılım, hastalık ve güçsüzlükten koruma, yüksek biliĢsel ve fiziksel iĢlevler olarak belirlenmiĢtir. Bu
anlamda baĢarılı yaĢlanma,bireyin kendini yaĢlılığa hazırlama sürecinde önemli bir öğrenmeyi
içermektedir. Bu nedenle baĢarılı yaĢlanma, yaĢlı bireyin sosyal çevresini ve iliĢkilerini canlı tutmayı
(yaĢama aktif katılım) sağlık sorunlarını en aza indirmek için koruyucu önlemler almayı, (hastalık ve
güçsüzlükten koruma), bellek ve fiziksel iĢlevlerini geliĢtirici çabalar içinde olmayı (yüksek biliĢsel ve
fiziksel iĢlevler) ve bunları ön planda tutma kapasitesine sahip olmayı gerektirir (Görgün-Baran, 2007:
237). Bu unsurlar aynı zamanda yaĢam kalitesinin özelliklerini de oluĢturur. AĢağıda Rowe ve
Kahn‘ın baĢarılı yaĢlanma modeli örneği verilmiĢtir.
Kaynak : Rowe J. W., Kahn R.L., Successful Aging, Gerontologist 1997, 37 (4) :433-440.
Bu bağlamda Rowe ve Kahn‘ın geliĢtirmiĢ oldukları baĢarılı yaĢlanma modeline ―yaĢama pozitif
bakmasını becerebilmek‖ maddesi eklenmiĢtir. Bu bakıĢ, yaĢlı bireyin sosyal iliĢkilerini aktif hale
getirmeyi ve yaĢam kalitesini iyileĢtirmeyi mümkün kılan bir özellik olarak düĢünülmüĢtür.
327
3. Yöntem
Ankara‘da alt sosyo-ekonomik düzeydeki mahallelerde 65 yaĢ üzeri yaĢlılarda yaĢam kalitesine
bağlı olarak baĢarılı yaĢlanma düzeyinin incelendiği bu çalıĢmada nicel yöntem kullanılmıĢtır. Anket
tekniği ile veri toplanan araĢtırmada baĢarılı yaĢlanmayı ölçmek için ―LEIPAD-YaĢlılıkta YaĢam
Kalitesi Ölçeği‖ kullanılmıĢtır. AraĢtırmanın temel hipotezleri aĢağıdaki gibi belirlenmiĢtir:
H1. BaĢarılı yaĢlanma kiminle birlikte yaĢandığına göre farklılaĢır.
H2. BaĢarılı yaĢlanma medeni duruma göre farklılaĢır.
3.1.Evren ve örneklem:
TÜĠK‘in verdiği Ankara‘nın alt sosyo-ekonomik mahallelerini temsil eden toplam 8 mahalleden
(Dostlar, Tepecik, Battalgazi, BaĢpınar, Kamilocak, BağlarbaĢı, ġentepe, PınarbaĢı) tesadüfî örneklem
yolu ile 355 yaĢlı belirlenmiĢtir. Anket uygulamaları sonucunda yaĢlıların sorularının bir kısmını
yarıda bırakılma ve çekindikleri için, bir kısmını da doğru bilgi vermeme ya da bilgi vermek istememe
gibi nedenlerle anketler iptal edilmiĢ ve toplam 311 anket üzerinden analizler yapılmıĢtır. Veriler 2012
yılı Temmuz- Ağustos aylarında yaĢlılarla yapılan yüz-yüze görüĢme formlarından toplanmıĢtır.
3.2.Veri Toplama ve Analiz Teknikleri:
Bu nicel araĢtırmada veri toplama tekniği olarak ölçek ve anket kullanılmıĢtır. ―LEIPADYaĢlılıkta YaĢam Kalitesi Ölçeği‖nin kullanıldığı araĢtırmada, ölçeğin TürkçeleĢtirilmiĢ hali için
Oktik ve Diğerleri‘nin (2004) ―Huzurevinde YaĢam ve YaĢam Kalitesi‖ araĢtırmasından
faydalanılmıĢtır. Bu ölçekte güvenirlik düzeyi ortalaması 0.81 olarak bulunmuĢtur.
Ölçeğin, bu çalıĢmadaki cronbach alpha değerleri ise Ģu Ģekildedir: fiziksel fonksiyon ve özbakım
birlikte bir boyut olmuĢtur ve değeri 0.73'tur, sosyal fonksiyon bu çalıĢmada iki alt boyuta ayrılmıĢ ve
değerleri iliĢki için 0.72, iletiĢim için 0.63'dür. YaĢam kalitesi ölçeği bu çalıĢmada ekonomik durum ve
gelecekten beklenti alt boyutlarında çıkmıĢtır, değerler ekonomik durum için 0.63, gelecekten beklenti
için 0.64, kendisiyle ilgili düĢünce 0.65, depresyon ve anksiyete ölçeği bu çalıĢmada depresyon ve
sinirlilik alt boyutlarında çıkmıĢtır ve değerleri depresyon 0.85, sinirlilik 0.65'tír. Bu çalıĢmada
biliĢsel fonsksiyon ve cinsel fonksiyon ölçeği kullanılmamıĢtır.
Anket soruları, sosyo-demografik ve gündelik yaĢam, sosyal yaĢam ve iliĢkiler ve yaĢlılığın
anlamına iliĢkin açık uçlu sorulardan oluĢmaktadır. Verilerin analizinde ise SPSS20 kullanılmıĢ ve
311 anketten elde edilen verilerin frekans tabloları alınmıĢ ve hipotez testleri için one way anova
analizi yapılmıĢtır.
4. Bulgular
AraĢtırmanın bulguları örnekleme dâhil olan yaĢlıların sosyo-demografik özellikleri ve hipotez
testlerinden oluĢmaktadır.
4.1. Sosyo-demografik özellikler:
AraĢtırmada sosyo-demografik özellikler kapsamında örneklemdeki katılımcıların cinsiyeti, yaĢı,
doğum yeri, uzun süreli yaĢadığı yer, medeni durum, eĢini ne zaman kaybettiği, eğitim durumu,
herhangi bir geliri olup olmadığı ve birlikte yaĢadığı kiĢilerden oluĢmaktadır.
Tablo 1: Katılımcı YaĢlıların Cinsiyet Dağılımı
328
Katılımcıların yaklaĢık %54‘ü kadınlardan %45‘i erkeklerden oluĢmaktadır. Görüldüğü üzere
kadın oranı yüksektir, daha fazla yaĢam süresine sahip olduğu açıktır.
Tablo 2: Katılımcıların YaĢ Dağılımı
Tablo 2‘ye göre, katılımcıların yaĢ dağılımına bakıldığında ise bunun daha %41.15 ile 65-69 yaĢ
aralığında olduğu görülmektedir. Tablo 2‘nin verilerinden, 70-74 yaĢ aralığında %30.86, 75-79
aralığında %12.54 ve 80 yaĢ üzeri yaĢlının %15.43 olduğu anlaĢılmaktadır. Bu verilere göre 80 yaĢ ve
üzeri oranın küçümsenemeyecek derece fazla olması yaĢam beklentisinin uzamasını bize
göstermektedir. Bu durum yaĢam kalitesi ve baĢarılı yaĢlanmayla da bağlantılıdır.
329
Tablo 3: Katılımcıların Doğum Yerlerine Göre Dağılımı
Tablo 3‘e göre, katılımcıların doğrum yerine bakıldığında ise bunun daha çok (%47) köy olduğu
görülmektedir. Ankara‘nın kentleĢmesi ile birlikte düĢünüldüğünde bu bulgunun çok da ĢaĢırılmaması
gerektiği aĢikârdır. KentleĢmenin köyden gelen göçle 1960‘lı yıllarda Ankara‘da hızlanması, o
dönemin genç nüfus hareketi ve Ģimdilerin yaĢlı kuĢağını oluĢturmaktadır.
Tablo 4: Katılımcı YaĢlıların YaĢamını En Uzun Süreli Geçirildiği Yerin Dağılımı
Tablo 4‘e göre, görüĢülen yaĢlı bireylerin yaĢamlarını en uzun süreli geçirdikleri yer içinde ise
büyükĢehir en yüksek orana (%72) sahiptir. Bunu Ģehir, köy ve ilçe izlemektedir.
330
Tablo 5: YaĢlı Bireylerin Medeni Durumlarının Dağılımı
Tablo 5‘e göre, yaĢlı bireylerin Ģu anki medeni durumlarının dağılımına göre yaklaĢık %55‘i evli,
%42‘sieĢini kaybetmiĢtir, hiç evlenmemiĢ ve boĢanmıĢ olanların çok düĢüktür.
Tablo 6: EĢini KaybetmiĢ YaĢlıların EĢlerini Ne Zaman Kaybettiklerinin Dağılımı
Tablo 6‘ya göre, katılımcı yaĢlı bireylerin %42‘si eĢini kaybettiklerini belirtmiĢtir. Bunların
eĢlerini kaç yıl önce kaybettikleri incelendiğinde, birbirine yakın oranlarla 1-4 yıl önce (%19.32) ve 59 yıl önce (%21) kaybedenlerin oranının yani bir baĢka ifade ile yakın zamanda eĢini kaybedenlerin
oranının %40 olduğunu görülür. Ġlginç bir sonuç da 25 yıl ve üzeri yıl önce eĢini kaybedenlerin oranı
%18.48‘dir.
331
Tablo 7: YaĢlı Katılımcıların Eğitim Durumunun Dağılımı
Tablo 7‘ye göre, katılımcıların eğitim durumu, Türkiye gerçeğine uygun olarak yaĢlı bireylerin
eğitim durumlarının oldukça düĢük seviyede olduğunu göstermektedir. Okur-yazar olmayanların
oranının yaklaĢık %42, ilk-okul mezununun %31 ve bir okul mezunu olmayan ama okur-yazar
olanların ise %16 olduğu görülmektedir. Gelir konusunda ise yaĢlıların %76‘sının herhangi bir Ģekilde
bir gelirleri olduğu öğrenilmiĢtir.
Tablo 8: Katılımcı YaĢlıların Kiminle/Kimlerle Birlikte YaĢadığı
332
Tablo 8‘e göre katılımcı yaĢlı bireylerin yaklaĢık %46‘sı eĢiyle, %28‘i oğluyla, %17‘si yalnız
baĢına, %6‘sı kızıyla yaĢamaktadır. Kalan yaklaĢık %3‘ünün ise bir kısmı çocuklarında sırayla
kaldığını, bir kısmı akrabalarında kaldığını ve kalanı ise diğer Ģekilden belirtmiĢtir.
4.2. Birlikte YaĢanan KiĢi/KiĢiler ve BaĢarılı YaĢlanma Arasındaki ĠliĢkinin Analizi
Bu bölümde, katılımcı yaĢlı bireylerin baĢarılı yaĢlanma düzeyleri ve bunun belirleyicilerinin
incelendiği hipotez testleri yer almaktadır. Hipotez testleri bağlamında ise birlikte yaĢanan kiĢilere
göre ve eĢle yaĢamaya bağlı olarak baĢarılı yaĢlanma düzeyi one way anova testi ile incelenmiĢtir.
Elde edilen sonuçlar Ģu Ģekildedir:
Ankara‘nın alt sosyo-ekonomik mahallerinde yaĢayan yaĢlıların baĢarılı yaĢlanma düzeyleri
incelendiğinde bunun oldukça düĢük olduğu görülmüĢtür. Kendi içinde baĢarılı yaĢlanma alt boyutları
arasında en yüksek değerler ise sırasıyla fiziksel sağlık, iliĢkiler, ekonomik durum, iletiĢim, kendisi ile
ilgili düĢünce ve gelecek beklentisi izlemektedir. Depresyon ve sinirlilik ise çok yüksek olmasa da
yaĢlılarda görülmektedir.
Tablo 9: Alt Sosyo-Ekonomik Düzeydeki YaĢlıların BaĢarılı YaĢlanma Düzeyleri
BaĢarılı YaĢlanma Boyutları
Gelecek Beklentisi
N
311
Min.
1.00
Max.
4.00
Mean
1.4759
Std. Deviation
.66495
Sinirlilik
Depresyon
Kendisiyle Ġlgili DüĢünce
Ġletisim
Ekonomik durum
Ġliskiler
Fiziksel Sağlık
311
311
309
311
311
311
311
1.00
1.00
1.00
1.00
1.00
1.00
1.00
2.00
4.00
2.00
2.00
4.00
4.00
4.00
1.6409
2.3719
1.7433
1.8186
2.2567
2.8899
3.6994
.32614
.87845
.33586
.26502
.57543
.71611
.55217
Burada ölçekteki cevap Ģıkları: 1. hiç/hiçbir zaman/hiç iyi değil, 2.biraz, 3. Çok, 4. Pek çok
Ģeklindedir.
333
Birlikte yaĢanan kiĢilerle baĢarılı yaĢlanma alt boyutları karĢılaĢtırıldığında, fiziksel sağlık
(P<0.01), depresyon (P<0.01) ve sinirsel durumun (P<0.05) birlikte yaĢanan kiĢilere göre anlamlı
düzeyde farklılaĢtığı görülmektedir.
Tablo 10: One- Way Analizi Ġle Birlikte YaĢlının YaĢadığı KiĢilere Göre BaĢarılı YaĢlanma
Düzeylerinin KarĢılaĢtırması
Bağımlı Değişkenler
Fiziksel Sağlık
Depresyon
Sinirsel durum
ĠliĢkiler
ĠletiĢim
Ekonomik durum
Gelecek Beklentisi
Yalnız
(n=53 )
M
3.5
2.6
1.7
2.7
1.77
2.1
1.4
SD
.64
.82
.30
.76
.25
.44
.64
EĢiyle
(n=142 )
M
SD
3.8
.38
2.2.
.86
1.6
.33
2.9
.67
1.83
.27
2.3
.59
1.4
.62
Kızıyla
(n= 19)
M
3.6
2.17
1.6
3.7
1.80
2.2
1.5
SD
.70
.92
.36
.82
.29
.57
.79
Oğluyla
(n=87 )
M
SD
3.6
.64
2.45
.88
1.6
.32
2.9
.71
1.8
.24
2.1
.62
1.5
.71
Diğer
(n=9 )
M
3.5
2.72
1.5
2.52
1.6
2.0
1.3
SD
.59
.84
.19
.78
.30
.38
.66
F(df)
3.413(4)**
3.455(4)**
2.393 (4)*
1.301(4)
1.334 (4)
1.484 (4)
.462 (4)
*P<.05, **P<.01
Bu farklılığın hangi boyutlar arasında olduğunu Tukey testi ile incelendiğinde, bunun fiziksel
sağlık için de depresyon için de, sinirsel durum için de eĢiyle birlikte yaĢayanlarla, yalnız yaĢayanlarda
anlamlı düzeyde farklılaĢmıĢtır. BaĢarılı yaĢlanma düzeyinin birlikte yaĢanan kiĢilere göre değiĢeceği
Ģeklindeki Hipotez 1 doğrulanmıĢtır. Buna göre eĢiyle birlikte yaĢamak, yaĢam kalitesini ve baĢarılı
yaĢlanma düzeyini olumlu yönde etkilemektedir.
Tablo 11:One- Way Analizi Ġle YaĢlıların Medeni Durumuna Göre BaĢarılı YaĢlanma
Düzeyleri KarĢılaĢtırması
Bağımlı Değişkenler
EĢi ÖlmüĢ
(n=131 )
Evli
(n=174 )
Fiziksel Sağlık
Depresyon
Sinirsel durum
M
3.7
2.2
1.5
SD
.46
.86
.33
M
3.5
2.5
1.6
SD
.62
.85
.31
F(df)
8.964(1)**
12.855(1)***
6.424(1)*
ĠliĢkiler
ĠletiĢim
Ekonomik durum
Gelecek Beklentisi
Sinirsel durum
2.9
1.8
2.3
1.4
1.5
.68
2.6
.60
.64
.33
2.8
1.7
2.2
1.5
1.6
.75
.26
.53
.69
.31
.787
1.527
2.018
.370
6.424(1)*
*P<.05, **P<.01. One way anova analizi için veriler evli ve eĢi ölmüĢ Ģeklide yeniden kodlanmıĢtır. BoĢanmıĢ ve hiç
evlenmemiĢlerin sayısı 9 olduğu için bunlar analize dâhil edilmemiĢtir.
Medeni duruma göre baĢarılı yaĢlanma alt boyutları karĢılaĢtırıldığında, fiziksel sağlık (P<0.01),
depresyon (P<0.001) ve sinirsel durumun (P<0.05) medeni duruma göre anlamlı düzeyde farklılaĢtığı
görülmektedir. Bu farklılığın hangi yönde olduğuna bakıldığında ise fiziksel sağlığın evli olanlarda,
depresyon ve sinir halinin ise eĢi ölmüĢ olanlarda daha yüksek olduğu görülmektedir. Bunlar Hipotez
2‘yi desteklemiĢtir. EĢini kaybetmiĢ yaĢlılarla, eĢiyle birlikte yaĢayan yaĢlıların baĢarılı yaĢlanma
düzeyleri anlamlı ölçüde farklılaĢmıĢtır. EĢini kaybetmiĢ yaĢlıların depresyon ve sinirlilik düzeyi daha
yüksekken evli yaĢlılarda fiziksel sağlığı bozuk olanların yüksek olduğu görülmüĢtür.
SONUÇ VE TARTIġMA
Ankara‘nın alt sosyo-ekonomik mahallelerini temsilen seçilen 8 mahallede 311 yaĢlı bireye
uygulanan araĢtırma sonucunda, araĢtırma hipotezleri doğrulanmıĢtır. Özellikle baĢarılı yaĢlanma
düzeyleri düĢük olan yaĢlıların bu durumu alt sosyo-ekonomik mahalleler için beklenen bir durumdur.
BaĢarılı yaĢlanma düzeyi düĢük olan bu grupta, baĢarılı yaĢlanmanın kiminle yaĢandığına ve medeni
334
duruma göre farklılaĢacağı yönündeki hipotezlerimiz ise doğrulanmıĢtır. ġöyle ki eĢi hayatta olanlarda
fiziksel sağlığı bozuk olanlar daha yüksek, depresyon ve sinirlilik daha düĢüktür. Birlikte yaĢadıkları
kiĢiler eĢi oldukça yine fiziksel sağlığın bozukluğu yükselmekte, depresyon ve sinirlilik azalmakta,
yalnız yaĢayanlarda ise bu değiĢkenler tam tersi doğrultuda olmaktadır. Bir baĢka ifadeyle yalnız
yaĢayanlarda fiziksel sağlığın bozukluğu azalmakta, depresyon ve sinirlilik artmaktadır. Bu bulgulara
göre yalnızlık, yaĢlılık için bir problem olarak okunabilir. Bu nedenle yalnızlığın bireyin yaĢam
kalitesini düĢürdüğü ve baĢarılı yaĢlanmadan söz etmeyi güçleĢtirdiği söylenebilir. Aile içindeki
iliĢkinin sık dokulu olması yaĢlı bireyin kendini güvende ve rahat hissetmesini sağlamakta dolayısı ile
psikolojik rahatsızlıklara yakalanmasını önlemektedir. Yine fiziksel sağlığının iyi olmadığını söyleyen
yaĢlı, birlikte yaĢadığı insanların varlığı ile anlamlı olması yaĢlı bireyin fiziksel rahatsızlığını arkadaĢ
sohbetiyle alakalı olabilir. Yapılan araĢtırmalardan anlaĢıldığı üzere yaĢlıların sohbetleri genellikle
sağlık sorunlarını birbirlerine anlatmayla geçmektedir.Bu anlamda yaĢlının mutlaka dertleneceği bir
sorununu dillendirmesi aslında onun psikolojik olarak rahatlamasını da sağladığı biçimde okunabilir.
Bu konuda yapılan bir araĢtırmada (Canatan,2007:135), eĢle birlikte yaĢamanın zor sorunlarının
üstesinden gelmeyi baĢarmada önemli bir etken olduğu sonucuna ulaĢılarak, boĢanmıĢ ve tek baĢına
yaĢayan yaĢlılarda sosyal iliĢki kurma, ruhsal sorunları aĢma ve sağlıklı davranıĢlar üretmede
zorlandıkları görülmüĢtür. Görgün-Baran (2008a:423-434) yaptığı araĢtırmada eĢi vefat eden
kadınların, eĢlerinin yaptıkları dıĢarı iĢi olarak niteledikleri alıĢveriĢ yapma, banka iĢi, ev-onarım iĢleri
gibi iĢleri üstlendiklerini, aktif olduklarını ancak kayıplarının acı vermesinden dolayı üzüntülü ve
sinirli olduklarını açıklamıĢlardır. Görgün Baran ve diğerlerinin (2005:155-157) yaptığı araĢtırmada
ise eĢiyle birlikte yaĢayan yaĢlıların yarıdan fazlası eĢiyle bir sorun yaĢamadığını, yaĢadığı sorunların
%51.3 oranında ekonomik sorunlar olduğu belirtilmiĢtir. Bu sonuç yaĢlı bireylerin eĢleriyle iliĢkisel
sorun yaĢamaktan çok yapısal olarak ekonomik sorunlarla boğuĢmakta olduğu yönündedir. Bu durum
bizi yaĢlının sinirsel halinin eĢten değil, ekonomik sorunlardan kaynaklandığı sonucuna götürür.
Cangöz (2008:145-148), yaĢlı bireyin biliĢsel fonksiyonlarını kaybetmeye baĢlamasıyla birlikte
yaĢam kalitesinin düĢürdüğünü ve yaĢlı bireyin baĢarılı yaĢlanmasını engellediğini vurgular. Bu
nedenle eĢlerin birlikte yaĢarken birbirlerine olan dayanıĢma ve destek ağlarının etkili olması baĢarılı
yaĢlanmanın göstergeleri olarak okunabilir. Yalnız yaĢayanlarda ise kendi bakımını ve iĢlerini gören
kimse olmadığından kendi iĢlerini kendileri yaptığından beden fonksiyonları daha iyi çalıĢmakta ve
fiziksel sağlığından Ģikâyet etmeyen bir durumla karĢılaĢılmaktadır. Ancak yalnızlık, geçmiĢe yönelik
yaĢam muhasebesini sürekli canlı tuttuğundan yaĢlı bireyi olumsuz anıları ile baĢ baĢa bırakmakta ve
onlarla baĢ etmekte zorlanmakta, sinirli ve depresif durumlara düĢebilmektedir.
Bu nedenle yaĢlıların yaĢam kalitelerinin arttırılması ve baĢarılı bir yaĢlanma için yaĢlının
güçlendirilmesi gerekmektedir. Özellikle yalnız yaĢayan yaĢlıların daha az depresif, daha az sinirli
olmalarını sağlamak için yaĢlıya yönelik güçlendirme eğitimlerinin verilmesi kaçınılmazdır. Bu
sonuca göre sosyal iliĢki ağının geniĢliği, yaĢlı birey için bir destek oluĢturmaktadır. Bu durumun yaĢlı
birey için güven duygusunun ve kiĢisel değerlilik algısının artmasına, sosyal yeterliliğinin güçlü
olmasına yol açmaktadır.
Myers (Kalaycıoğlu ve Diğerleri, 2003:116), güçlendirmeyi, insanların bağımsız, olumlu ve onlara
doyum sağlayan bir yaĢam tarzını geliĢtirme yönündeki becerilerin kazandırılması ile
sağlanabileceğini belirtir. Bu açıdan kamusal ve bireysel güçlendirmeden söz edilebilir. Kamusal
güçlendirme hükümetler, yerel yönetimler, Ģirketler ve medya kuruluĢlarına düĢen görevler olarak
vurgulanırken, bireysel güçlendirme, bireyin psikolojik faktörleriyle sosyal ve çevresel faktörlerin
harmanlamasıyla oluĢan ve kayıplarını telafi etmeyi amaçlayan bir düzeyde bağımsız hareket etmeyi
önceleyen bir durumdur. Bunun için yaĢlı bireyin yaĢının ilerlemesini beklemeksizin kendi yaĢamına
iliĢkin sorumlulukları ile ilgili güç kontrolünü kaybetmemesi, zorlukların üstesinden gelmesini
sağlayacak düzeyde kendine yeterlilik oluĢturabilmesi ve sosyal çevresindeki alaycı ve ayrımcı
söylemlere dur diyebilme konusunda kendine saygı ve öz güveni yitirmemesi beklenilmektedir.
Öte yandan yaĢlı bireylerin yaĢamı anlamlandırma ve insan iliĢkilerinde uzlaĢımcı olma konuları
da güçlendirme ile ilgilidir. YaĢama sıkı sıkıya tutunmak yaĢlı bireyin bir iĢe yararlı olduğunu
hissettirmesiyle mümkündür. Her gün uyandığında yapacağı iĢlerin olması onun yaĢama sarılmasını
sağlamakta, baĢarılı kılmakta ve yaĢama daha çok bağlamaktadır (Görgün-Baran 2011:23-32).
335
Kısacası bireylerin yaĢlanmayı beklemeden yaĢlılık dönemine iliĢkin ekonomik, sosyal, psikolojik ve
sağlıklı olmak bakımından kendisine yatırım yapmasının önemli olduğu düĢünülmektedir. YaĢlı
bireyin bunu bir yaĢam tarzı haline getirmesi yaĢam kalitesinin yükselmesi ve baĢarılı yaĢlanmanın
gerçekleĢtirilmesi anlamına gelmektedir.
KAYNAKLAR
Bengtson, Vern L., Oyama, Petrice S. (2007). Intergenerational solidarity: Strengthening economic
and social ties. Expert Group Meeting Report, UN Department of Economic and Social
Affairs Division for Social Policy and Development.
Canatan, A. (2007).‗‘YaĢlı erkeklerin Etkilendikleri Sosyal Olumsuzluklar Hakkında Bir AraĢtırma‘‘.
7.Ulusal YaĢlılık Kongresi Bildiri Kitabı, Ed. V. Kalınkara-G. Akın, Ankara: Gazi kitapevi,
s.130-136.
Cangöz, B. (2008). YaĢlılık Sadece Kayıp mı? Bir Ayrıcalık mı? Türk Geriatri Dergisi,11(3) 143-150.
Görgün-Baran, A. (2011).YaĢlılığın Sosyal Boyutu, YaĢamak Ayrıcalıktır, Ġç, Ankara:Hacettepe
Üniversitesi GEBAM Yayınları, s.23-32.
Görgün-Baran, A. (2008).‗‘YaĢlılıkta sosyalizasyon ve yaĢam kalitesi‘‘.Yaşlı Sorunları Araştırma
Dergisi, (2): 86-97.
Görgün Baran, A. (2008a). A Quality Research on Five Urban Older Women about the Meanings of
Aging and Life,World Applied Science Journal 4 (3): 418-429.
Görgün-Baran, A. (2007). BaĢarılı YaĢlanma Modellerinin Sosyolojik Analizi, 7.Ulusal YaĢlılık
Kongresi Bildiri Kitabı, Ed. V. Kalınkara-G. Akın, Ankara: Gazi kitapevi,s.236-245.
Görgün Baran, A. (2005).‘‘ YaĢlı ve Aile ĠliĢkileri: Ankara Örneği‘‘. Ankara: Aile ve
SosyalAraĢtırmalar Genel Müdürlüğü Yayınları.
Kalaycıoğlu, S.v.d.(2003). YaĢlılar ve YaĢlı Yakınları Açısından YaĢam Biçimi Tercihleri, Ankara:
Türkiye Bilimler Akademisi Raporları.
Koch, T. (2000). Life quality the ―quality of life‖: Assumptions underlying prospevtive quality of life
instruments in health care planing. Social Secience&Medicine, (51) :419-427.
Oktik, N. (2004). Huzurevinde YaĢam ve YaĢam Kalitesi: Muğla Örneği, Muğla: Muğla Üniversitesi
Yayınları.
Rowe J. W., Kahn R.L., Successful Aging, Gerontologist 1997, 37 (4) :433-440.TaĢçı, Faruk (2010)
YaĢlılara Yönelik Sosyal Politikalar: Ġsveç, Almanya, Ġngiltere ve Ġtalya Örnekleri, Çalışma ve
Toplum, 1 (24): 175-202.
TÜĠK (2011). Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Sonuçları, Ankara.
www.shcek.gov.tr). Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, 28 Nisan 2013.
336
STATÜ GÖSTERGESĠ OLARAK BESLENME
Umut OMAY1
ÖZET
Açlık sorununun üstesinden gelebilmek için insanlık, doğayı ve dolayısıyla beslenme kaynaklarını
denetim altına alma çabasına giriĢmiĢ ve insanlık tarihi bu çaba çerçevesinde ĢekillenmiĢtir. Ġlk olarak
beslenme kaynaklarının mülkiyeti çevresinde Ģekillenen toplumsal iliĢkiler, tabakalaĢma ve statü gibi
kavramların da ortaya çıkmasına neden olmuĢtur. Uygarlığın ve teknolojinin geliĢmesine rağmen
beslenme sorununun varlığını sürdürdüğü ve bu sorunun giderek Ģiddetlendiği görülmektedir.
Beslenme biçimi ve alıĢkanlıkları toplumsal iliĢkileri biçimlendirmeye devam etmekte, tabakalaĢma ve
statü açısından da varlığını sürdürmektedir. Bugün gelinen noktada beslenme, sadece bir kiĢisel tercih
meselesi olmaktan uzaklaĢmıĢ olup, kapitalist üretim ve tüketim süreçlerinden de etkilenmektedir.
Örneğin, sanayi devriminden önceki dönemlerde ilaç ve baharat olarak algılanan, sadece zenginler
tarafından tüketilebilen Ģeker, iĢçi sınıfının üretken gücünün sürdürülebilmesi için yoğun bir biçimde
üretilmeye baĢlanmıĢ ve ucuzlatılmıĢtır. Bugün, insanlığı açlık yerine dengesiz beslenme tehdit eder
hale gelmiĢtir. Gerçekten, yetersiz ve dengesiz beslenmenin yanı sıra önceki dönemlerde zenginlik
göstergesi olarak sayılan ĢiĢmanlık, bir salgın halinde yoksullar arasında yayılmakta, zenginler ise
zayıf olmalarıyla övünmektedirler.
Bu tebliğin amacı, beslenme ve beslenme sorununa teorik bir çerçeveden yaklaĢarak, beslenmenin
günümüzde bir statü göstergesi sayılıp sayılamayacağını tartıĢmaktır.
Anahtar Kelimeler: Beslenme, Statü Göstergesi, Tüketim, Kapitalizm.
ABSTRACT
In order to overcome the problem of hunger, humankind tried to govern nature and its resources
which shaped the history of mankind. Societal relations that are shaped according to the ownership of
food resources led the way to stratification and status in the society. Although there are advancements
in technology and science food and nutrition remains as problem in societies. Because eating habits go
on shaping social relations and as for stratification and status remains important. Food and nutrition is
also affected by capitalist production and consumption processes. For example sugar which was seen
as a spice and medicine before industrial revolution, therefore it can only be consumed by the rich,
became an important part of workers‘ diet after industrial revolution as sugar was mass produced to
give the working class the energy needed to repruduce their labour. Today instead of hunger, obesity
becomes a serious threat. Being overweight which was a sign of richness until the mid 20th century
became an epidemic among poor people. Being thin became a popular trend among upper classes.
The aim of this paper is to discuss whether nutrition can be considered as a status symbol by
focusing on nutrition and food theoretically.
Keywords: Nutrition, Status Symbol, Consumption, Capitalism.
GĠRĠġ
Son birkaç yüzyıl dönem içerisinde insanlık tarihi boyunca yaĢanılan geliĢmelerin daha fazlası
yaĢanmıĢ ve toplumsal yapı belki de geri dönüĢü mümkün olmayacak bir biçimde değiĢmiĢtir.
Özellikle sanayi devrimi ve kapitalizm bütün bir toplumsal yapıyı değiĢtirmekle kalmamıĢ, etkileri
bütün dünyayı kaplanmıĢtır. Bu değiĢimin önemli sonuçlarından biri de 20. Yüzyılla birlikte önce
sanayileĢmiĢ toplumlardan baĢlayarak bütün dünyanın tüketim kültürü etkisi altına girmesidir.
Tüketim kültürü ile toplumsal iliĢkiler yeniden biçimlenmiĢ ve bireylerin toplum içindeki yerleri,
1
Doç. Dr., Ġstanbul Üniversitesi, Ġktisat Fakültesi, ÇalıĢma Ekonomisi ve Endüstri ĠliĢkileri Bölümü,
[email protected]
337
tüketimleri ile belirlenmeye ve Ģekillenmeye baĢlamıĢtır. Tüketim kültürü etkisini beslenme alanında
da göstermektedir.
TÜKETĠM TOPLUMU VE TÜKETĠM KÜLTÜRÜ BAĞLAMINDA STATÜ
Statü en yalın anlamıyla kiĢinin hiyerarĢi içindeki yerini ifade eden bir kavramdır. Sosyal statü ise
toplumdaki rol ve görevleri ile ilgilidir ve kiĢinin sahip olduğu rol ve görevin ne olduğunu ifade eder.
Statü kavramı, sosyal bilimlerin içerisinde özellikle de sosyolojinin içinde sıklıkla ele alınan bir
kavram olarak karĢımıza çıkmaktadır. Özellikle statünün nasıl kazanıldığı meselesi statünün ne anlama
geldiği ve sosyal iliĢkilerde nasıl bir yerinin ve etkisinin olduğunun anlaĢılması açısından önemlidir.
Kavram olarak statü sosyal hiyerarĢinin nasıl elde edildiği ile ilgilidir. Sosyal statü ya kiĢinin kendi
çabası ile kazanılmakta ya da sahip olduğu bazı nitelikler nedeniyle toplum kendisine bu statü
vermektedir (Kantzara, 2009: 4757). Kısacası statünün kiĢinin eylemlerine bağlı olan ya da olmayan,
aktif ve pasif boyutları bulunmaktadır.
Yüksek statü, orta statü ya da düĢük statü kiĢinin toplumsal yapı içerisindeki konumu ile iliĢkilidir.
Bunun belirleyicisi toplumdan topluma ve zaman göre değiĢmektedir. Dolayısıyla statünün yer ve
zamana göre değiĢen bir özelliği vardır. BaĢka bir deyiĢle bir toplumun yüksek statü olarak algıladığı
bir özellik bir baĢka toplumda düĢük statü göstergesi olabileceği gibi, bugün düĢük statü olarak
algılanan bir özellikle aynı toplumda yüzyıl önce yüksek statü olarak algılanabilmektedir. Örneğin,
yüzyıl önce saygın ve yüksek statü sağlayan bir meslek olarak kabul edilen sekreterlik, zaman
içerisinde sahip olduğu bu statüyü kaybetmiĢtir (Omay, 2011: 147). Bu örnekte de görüldüğü gibi statü
ile iliĢkilendirilen unsurlar zaman içerisinde değiĢim göstermektedir. 20. Yüzyılla birlikte tüketim
toplumu tartıĢmaları beraberinde statünün tüketim ve tüketimcilikle iliĢkili olduğu varsayımları
üzerine yoğunlaĢmıĢ bulunmaktadır.
Tüketme eylemi insanın doğduğu andan itibaren onu kuĢatan bir eylemdir. Ġnsanlar hayatta
kalabilmek ve varlıklarını sürdürebilmek için bazı nesneleri tüketmek zorundadır. Nefes almak, su
içmek, yemek yemek baĢlı baĢına birer tüketim eylemi olarak görülebilir. Bu nedenle tüketim,
insanların hayatta kalabilmek ve varlıklarını sürdürebilmek için kaçınılmaz olan bir eylem olarak
karĢımıza çıkmaktadır. Diğer bir deyiĢle, tüketim eyleminin insanlık tarihi kadar eski olduğunu, hatta
üretimden önce tüketimin var olduğunu ileri sürmek yanlıĢ olmayacaktır.
Tüketim konusu sosyal bilimlerin birçok alanı için de ilgi çekici bir çalıĢma ve inceleme konusu
olmuĢtur. Özellikle temel varsayımlarını arz ve talep üzerine kurmuĢ olan iktisat bilimi de tüketim
konusuyla fazlaca ilgilenmiĢtir. Örneğin iktisat bilimi ―sınırsız insan ihtiyaçlarının sınırlı kaynaklarla
giderilmesi çabası‖ olarak kendisini tarif ederken, aslında vurguyu tüketim üzerine yapmaktadır.
Tüketim birçok iktisatçıya göre bireylerin ihtiyaçlarını tatmin etme ve faydalarını geliĢtirme
amacıyla sürdürdükleri ve özel yaĢamın önemli bir kısmında yeri bulunan bir eylemdir. Tüketim aynı
zamanda iktisadi yaĢamın temel bileĢenleri arasında yer almaktadır. Marx her ne kadar iktisadi yaĢamı
üretim iliĢkileri çerçevesinde ele almıĢ olsa da, Marx‘ın analizlerinde de iktisadi faaliyetlerin ―üretim,
dağıtım, mübadele ve tüketim‖ olmak üzere dört temel unsur üzerine kurulmuĢ olduğu görülmektedir
(Ryan, 2009: 701). Dolayısıyla bu yaklaĢımın üretimin baĢlangıç, tüketimin sonuç olduğu bir süreci
yansıttığı görülmektedir.
Tüketim sadece iktisat biliminin konusu olmakla kalmamıĢ, sosyal bilimlerin baĢkaca dalları da
tüketim konusuna dikkate alarak bu konuda çalıĢmalarını ve incelemelerini sürdürmüĢtür. Örneğin,
Antropoloji biliminde tüketim antropolojisi, sosyolojide de tüketim sosyolojisi alt baĢlıkları ortaya
çıkmıĢtır. Bu bilim dallarının doğuĢu tüketimin toplumsal iliĢkilerdeki rolünün ve etkisinin
büyüklüğüne iĢaret etmektedir.
Sosyoloji biliminin tüketimle olan ilgisinin baĢlangıcı 19. Yüzyılın sonunu ve 20. Yüzyılın baĢını
kapsayan döneme kadar dayandırılabilir. Gerçekten Thorstein Veblen‘in ―Aylak Sınıfın Kuramı‖ (The
Theory of Leisure Class) ve Marcel Mauss‘un (her ne kadar antropoloji alanındaki çalıĢmalarıyla ön
planda olsa da) çalıĢmaları tüketimin sosyolojik boyutları açısından önemli analizler içermektedir. Bu
nedenle Veblen ve Mauss tüketim üzerinde çalıĢmalarda bulunmuĢ ilk sosyal kuramcılar olarak kabul
edilmektedir. Analizleri genel olarak toplumsal iliĢkilerde tüketim aracılığıyla gücün ve prestijin nasıl
338
sağlandığı üzerine olmuĢtur (Ryan, 2009: 701). Aylak Sınıfın Kuramı‘nda Veblen, para ve zamanın
israf edilmesi olarak görülen eylemlerin aslında ―dikkat çekici tüketim‖ ve ―dikkat çekici boĢ zaman‖
aracılığı ile bireylerin kendilerine olan saygıları ve topluluk içinde statülerini yukarıya taĢıyan
özellikleri olduğunu ileri sürerek sosyal sınıfların davranıĢları arasındaki farklılığa dikkat çekmiĢtir
(Appelrouth ve Desfor Edles, 2008: 29). Tüketim toplumu ile ilgili çalıĢmaların ve incelemelerin
özellikle 20. Yüzyılın ortalarından sonra yoğunlaĢtığı görülmektedir. Tüketim toplumu ile ilgili
çalıĢmaların bu dönemde yoğunlaĢmasının temel nedenlerinden beri, toplumun dayandığı iktisadi
iliĢkilerin ve sosyal iliĢkilerin tüketim çerçevesinde belirlenmeye baĢlamasıdır.
Bilim olarak sosyolojinin doğuĢu ile üretim patlaması olarak nitelendirilebileceğimiz sanayi
devrimi arasında yakın bir iliĢki bulunmaktadır (Bozkurt, 2004: 27). Bu nedenle, ilk dönem sosyoloji
kuramlarının toplumsal iliĢkiler, güç, örgütlenme ve iĢ bölümü üzerinde yoğunlaĢması bir tesadüf
olarak kabul edilmemelidir çünkü o dönemin toplumu üretim iliĢkileri üzerine odaklanmıĢ bir
toplumdur. Tüketim toplumu ise, benzer bir anlayıĢla toplumun tüketim üzerine odaklandığı bir
toplumsal yapıya iĢaret etmektedir.
Tüketim ve üretim 18. Yüzyılın ortalarından itibaren ―soyut çiftler‖ olarak tanımlanmıĢtır
(Williams, 2005: 95). Ne var ki, ilk dönem sanayi kapitalizmi o dönemde kolaylıkla artı-değer elde
edebildiği üretim sürecine fazlasıyla odaklanmıĢ ve bu yakın iliĢkiyi görememiĢti. Bir talep
yetersizliği krizi olarak tanımlanabilecek 1929 yılındaki Büyük Buhran ile birlikte tüketimin önemi
anlaĢılmıĢ ve kapitalizmin ilgisi tüketim üzerine yoğunlaĢmaya baĢlamıĢtır ve ―piyasa tarihte
görülmedik ölçüde tüketici-odaklı[dır] artık‖ (Sennett, 2002: 21).
Bauman, bugünkü toplum yapısı olan tüketim toplumunda yoksulluk algısının tamamen değiĢmiĢ
olduğunu ve yoksulluk algısının artık tüketimle iliĢkilendirildiğini ileri sürerken Ģu çarpıcı tespitleri
yapmaktadır:
Tüketim toplumunda seri imalat artık kitlesel emek gücüne ihtiyaç duymuyor ve bir
zamanlar ―yedek sanayi ordusu‖ olan yoksullar Ģimdi ―defolu tüketiciler‖e dönüĢtürülmüĢtür.
Bu onları, toplumsal açıdan yararlı bir iĢlevden –fiilen ya da potansiyel olarak- yoksun
duruma sokuyor, toplumsal mevkilerini ve iyileĢme ihtimallerini geniĢ ölçüde etkileyen
sonuçlar doğuruyor (1999: 10-11).
Tüm diğer toplum türlerinde olduğu gibi, tüketim toplumu yoksulları da mutlu yaĢam
Ģöyle dursun, normal yaĢama bile eriĢemeyen insanlardır. Yine de tüketim toplumunda mutlu
ya da sadece normal yaĢama eriĢememek baĢarısız ya da yeterince tüketemeyen tüketici olmak
demektir. Ve böylece tüketim toplumunun yoksulları, her Ģeyden önce sakat, arızalı, kusurlu
ve noksan, diğer bir deyiĢle yetersiz olarak tanımlanırlar ve kendilerini de böyle tanımlarlar
(1999: 60).
Odak noktasının üretimden tüketime doğru kaymıĢ olması nedeniyle toplumsal yapının ve
toplumsal iliĢkilerin tüketim üzerinden kurgulanmasının statü üzerinde ne kadar etkili olduğu
Bauman‘ın tespitlerinde açıkça görülmektedir. Tüketim toplumunda statü tüketimle
iliĢkilendirildiğinden, iyi bir meslek sahibi olmak ya da belirli bir servete sahip olmak yerine
tüketebilmek ve tüketici olma yükümlülüğünü yerine getirebilmek statü kazanmanın ön koĢulu haline
gelmiĢtir. Tüketimin ve tüketici olmanın sosyal statü kazanılmasında etkili olduğunu çok önceleri fark
etmiĢ bulunan Veblen de tüketimin aslında sahip olunan servetin ve gücün ispatlanması görevini
üstlenmiĢ olduğunu ileri sürmektedir. Veblen‘e göre ―KiĢinin saygınlığını kazanıp koruması için
yalnızca servet ya da güç sahibi olması yeterli değildir. Saygınlık ancak kanıta dayandığında
bahĢedildiğinden, servet ya da güç kanıtlanmalıdır‖ (2005: 40). O halde sadece tüketmek tek baĢına
yeterli değildir ve herkesin ulaĢamayacağı belirli bazı tüketim nesnelerinin tüketilmesi, tüketim
aracılığıyla statü kazanımının zorunlu noktasını oluĢturmaktadır: Veblen‘in ifadesiyle,―Avam olan Ģey
birçok kiĢinin maddi eriĢimindedir. Bunun tüketimi, diğer tüketicilere karĢı avantajlı bir kıskandırma
mukayesesi amacına hizmet etmediğinden itibarlı değildir‖ (2004: 111-112). Avam olarak kabul
edilen, herkesin maddi anlamda ulaĢabileceği bu ürünler nelerden oluĢmaktadır? Veblen, bu ürünlerin
makine aracılığıyla üretilmiĢ, dolayısıyla üretim maliyetleri ucuzladığı için fiyatları daha düĢük
seviyede bulunan ürünler olduğunu ileri sürmektedir. Oysa el emeği ile üretilen ürünler pahalıdır ve
sadece belirli ekonomik gücü olan kiĢilere hitap etmektedir (2004: 111-112).
339
Tüketim toplumunda tüketilen nesnelerin statü kazandırdığına iliĢkin çok sayıda görüĢ
bulunmaktadır. Yukarıda da belirtildiği gibi, baĢta Veblen olmak üzere bazı sosyal bilimciler
toplumsal yapının tüketim toplumuna doğru dönüĢtüğünü fark etmiĢler ve tüketim kültürü ile ilgili
çalıĢmalar özellikle 20. Yüzyılın ortalarından itibaren yoğunlaĢmaya baĢlamıĢtır. Aralarında Veblen,
Bordieu, Simmel, Baudrillard ve Featherstone‘un da bulunduğu bir çok sosyal bilimci artık tüketimin
bir yaĢam tarzı ve kimlik göstergesi olarak kullanıldığını, bu nedenle de günümüz anlamıyla tüketimin
statü ile iliĢkili olduğunu düĢünmektedir (Omay, 2009: 128-129). Ancak tüketimin statü ile iliĢkisi
tüketim alıĢkanlıklarının ve tüketime konu olan nesnelerinin sürekli değiĢmesini gerektirmektedir.
Bunun nedeni, statülerini yükseltmek isteyen grupların, üst statü gruplarının tüketim alıĢkanlıklarını
taklit etmeye çalıĢması ve imkânları ölçüsünde tüketim nesnelerini satın alması, üst gelir gruplarının
statü farkını korumak amacıyla daha üst ve ulaĢılması zor tüketim alıĢkanlıklarına ve tüketim
nesnelerine yönelmesidir (Omay, 2009: 131).
Bu noktada, tüketimin somut yerine soyut üzerine odaklanmıĢ olan özelliği ön plana çıkmaktadır.
Diğer bir deyiĢle tüketim toplumunun ve buna bağlı olarak tüketim kültürünün esas aldığı tüketim
aslında somut anlamda değil, soyut anlamda gerçeklilik kazanma esasına dayanmaktadır. Baudrillard,
tüketim toplumunda gerçekliğin göstergeler aracılığıyla yeniden inĢa edildiğini ve bunun bir
hipergerçekliğe dönüĢmüĢ bulunduğunu ileri sürmektedir (Bocock, 2005: 117). Diğer bir ifade ile,
Yeni geliĢen bu tüketim kapitalizminde sorun, tüketicinin satın aldığı Ģey ile ―gerçek‖
arasındaki bağlantısızlıktır. Göstergeler/semboller Baudrillard‘ın ―hiperreel‖ olarak
tanımladığı Ģeye, yani tüketicilerin gereksinimleri ile hiç ilgisi bulunmayan bir
göstergeler/semboller alanına dönüĢmüĢtür. Bunlar bir ―gereksinimi‖ giderebilseler de,
anlaĢılan, bu ancak rastlantısal olabilecektir. Postmodernizmde tüketim malları semboller
olarak satılır, kendi gerçekliklilerini oluĢtururlar (Bocock, 2005: 117).
Baudrillard tarafından ileri sürülen simgeler, göstergeler, simülakr, simülasyon kavramları bugün
tüketim toplumunda nasıl bir zihinsel karmaĢa yaĢandığını açık bir Ģekilde betimlemesi açısından
önemlidir. Baudrillard‘ın ileri sürmüĢ olduğu simülasyon kuramına göre, ―-mıĢ gibi yapma/olma‖
aracılığıyla nesneler, semboller ve imajlar gerçek ve somut olanın yerini almakta ve yeni bir gerçeklik
ortaya çıkarmaktadır. Bu yeni gerçeklik sanal bir gerçeklik olmasına rağmen asıl gerçeğin yerine
geçmektedir. Üstelik yeni gerçeklik asıl gerçekliğin taklidi olmasına rağmen aradaki farkı algılamak
oldukça güçtür (Slattery, 2007: 470).
O halde, tüketim toplumu bağlamında statülerin de bu yeni gerçeklikten fazlasıyla etkilendiğini
ileri sürmek yanlıĢ olmayacaktır. Veblen‘in çözümlemesinde zengin statüsünü kazanmak için zengin
olduğunu ispatlamakla yükümlüydü. Oysa Baudrillard‘ın çözümlemesi açısından kiĢinin gerçekten
zengin olup olmamasının önemi bulunmamaktadır. Önemli olan zenginmiĢ gibi davranabilmesidir.
Diğer bir deyiĢle, zenginlerin satın alabildiği bir ürünü satın aldığında, kendisini zenginmiĢ gibi
hissetmekte ve çevresindekilere de kendisini yine zenginmiĢ gibi gösterebilmektedir. Örneğin,
Ġnsanlar, kendi kimliklerini yaratmalarına yardımcı olacağını düĢündükleri malları
tüketerek, olmayı arzu ettikleri varlık gibi olmaya ve kendileriyle ilgili bu imajı, bu kimliği
sürdürmeye çalıĢırlar. Giysiler, parfümler, otomobiller, yiyecek ve içeceklerin hepsi, bu
süreçte rol oynayabilecek Ģeylerdir. Bütün bu kalemler, insanın kendisi ve kendisiyle aynı
anlatım kodlarını ve aynı gösterge/sembol sistemini paylaĢan diğerleri için, o kiĢinin x veya y
olduğunu gösterirler (Bocock, 2005: 74).
Kısacası, tüketim kültürü ve tüketim toplumu kiĢinin sosyal hiyerarĢideki yerini ve konumunu
tüketici rolünü gerektiği gibi oynayıp oynamadığı üzerinden belirleyen bir toplum haline gelmiĢ
bulunmaktadır.
BESLENME KAVRAMI VE BESLENME KAVRAMI ÜZERĠNE BĠR ELEġTĠRĠ
Bilinen tarih içerisinde beslenme konusunda odak noktası karın doyurmakla iliĢkilendirilmiĢtir.
Kıtlık sorunu tarih içerisinde insanlığın temel sorunlarının baĢında gelmektedir. Bilindiği üzere
insanlık tarihinin dönüm noktalarından biri, besin kaynaklarının denetim altına alınmasını sağlamak
üzere yerleĢik düzene geçilmesi olmuĢtur. Benzer bir dönüm noktası da sanayi devrimi ile birlikte
340
yaĢanmıĢ ve üretim artıĢına paralel bir biçimde dünya nüfusu da katlanarak artmıĢ olup artmaya devam
etmektedir.
Ġktisat bilimi açısından genel anlamıyla kıtlık sorunu bu bilim dalının kendi varlığını dayandırdığı
temel sorun olarak görülmektedir. Klasik dönem iktisatçılarından Malthus da nüfus artıĢının
geometrik, tarım ürünleri artıĢının ise aritmetik bir biçimde arttığını ve bu nedenle yakın bir gelecekte
insanların açlık tehlikesi ile karĢı karĢıya geleceğini ileri sürmüĢtür. Örneğin, Malthus Ġngiltere
adasındaki nüfusun o tarihte (18. Yüzyılın sonu) 7 milyon olmasından hareketle, bir yüzyıl sonra
nüfusun 120 milyon‘a ulaĢacağını ve bu nüfusun sadece 35 milyonu için besin maddesi teminin
mümkün olabileceğini, geri kalan insanların tamamen açlıkla yüzleĢmek zorunda kalacağını tahmin
etmiĢtir (1998, 6-11). Oysa, kıtlık sorunu Malthus‘un öngördüğü gibi geliĢmemiĢtir.
Gerçekten, Malthus‘un yaĢadığı dönemde (1766-1834), dünya nüfusu hızla artmaktaydı ve
Malthus bu hızlı artıĢtan endiĢelenmekteydi. Yapılan araĢtırmalar dünya nüfusunun bilinen tarih
içerisinde ilk kez 1804 yılında 1 milyar‘ı geçtiğini göstermektedir (www.learner.org). Malthus‘un
nüfusun artıĢ hızı ile ilgili öngörüsünün bir noktaya kadar doğrulanmıĢ olduğu Tablo 1‘de açık bir
Ģekilde görülmektedir:
Tablo 1. Nüfus ArtıĢında Kilometre TaĢları
Dünya Nüfusu (Milyar)
Yıl
Ġlave 1 Milyar ArtıĢ Süresi
(yıl)
1
1804
2
1927
123
3
1960
33
4
1974
14
5
1987
13
6
1999
12
Kaynak: http://www.learner.org/courses/envsci/unit/text.php?unit=5&secNum=4
Bugün dünya nüfusunun 7 milyar‘ı geçtiği tahmin edilmektedir. Yapılan çeĢitli araĢtırmalar
günümüzde yaklaĢık 800 milyon kiĢinin ciddi anlamda yetersiz beslendiğini, açlık tehlikesi ile karĢı
karĢıya bulunduğunu göstermektedir (Golay ve Özden, t.y.: 3). Dünya Açlıkla Mücadele Örgütü
tarafından ilan edilen 2013 yılına ait verilere göre, dünya nüfusunda yaklaĢık olarak her sekiz kiĢiden
biri (yaklaĢık % 12,5) açık sorunuyla karĢı karĢıyadır. Aynı örgüt, 2013 yılında yaklaĢık 870 milyon
kiĢinin açlık sorunuyla karĢı karĢıya bulunduğunu ve bu kiĢilerden 852 milyonun geliĢmekte olan ya
da az geliĢmiĢ ülkelerde bulunduğunu belirtmektedir. Yine örgüt, açlıkla mücadelede önemli baĢarılar
elde edildiğini de vurgulamaktadır (www.worldhunger.org).
Bu durum ilk bakıĢta Malthus‘un aĢırı bir endiĢe nedeniyle bu kadar karamsar bir yaklaĢım
benimsemiĢ olabileceği düĢünülebilir. Zira Malthus, yukarıda da değinildiği gibi, Ġngiltere adasındaki
nüfusun bir yüzyıllık dönem içerisinde 120 milyona ulaĢması durumunda, mevcut kaynaklardaki
artıĢın bu nüfusun sadece 35 milyonuna yiyecek temin edebileceğini, geri kalanların açlık çekeceğini
düĢünüyordu. Basit bir hesaplamayla, Malthus‘un bir yüzyıllık dönem içerisinde yiyecek
kaynaklarındaki aritmetik artıĢ ile geometrik artıĢ arasındaki dengesizlik nüfusun yaklaĢık % 30‘unun
doyurulabildiği, geri kalan kısmın (yaklaĢık % 70) aç kaldığı bir tablo çizmektedir. Oysa bugün açlık
sorunuyla karĢı karĢıya bulunan dünya nüfusu, genel nüfusun yaklaĢık olarak % 12‘sini
oluĢturmaktadır. O halde, Malthus‘un ikinci öngörüsünde tamamen yanıldığını mı kabul etmemiz
gerekir? Gerçekten eldeki veriler, dünya kaynaklarının Malthus‘un düĢündüğünden daha büyük bir
341
performans göstererek, dünya nüfusunu beslemeye devam ediyor gibi görünmektedir. Ancak, temel
sorun aslında beslenmeyle iliĢkilidir. Dünya nüfusunun yaklaĢık % 88‘inin açlık tehlikesi sınırları
içerisinde bulunmaması, sağlıklı bir biçimde beslendikleri anlamına gelmemektedir.
Dünya Açlıkla Mücadele Örgütü bugün dünyada herkese yetecek kadar kaynağın fazlasıyla
bulunduğunu, bugünkü yiyecek kaynaklarının dünyada yaĢayan herkese günlük 2.720 kalori temin
edebileceğini, sorunun aslında gelir ve kaynak dağılımı sorunu olduğunu belirtmektedir
(www.worldhunger.org). Oysa bugün beslenme sorunundaki belki de en öncelikli unsur beslenmenin
kalori ile eĢdeğerde tutuluyor olmasıdır. Bu tutum bazı Ģeylerin de görünmez kılınmasına neden
olmaktadır. Örneğin, Türkiye‘de asgari ücret belirlenirken beslenme maliyetlerinin hesaplanmasında
esas alınan unsur gıdaların sağladığı kaloridir (Samur, 2002: 39-45). Dünya Açlıkla Mücadele Örgütü
örneğinde de görülebileceği gibi yoksulluk tanımlamaları ve beslenme ile ilgili çalıĢmalar çoğunlukla
kalori üzerinden yapılmaktadır (Deaton ve Dreze, 2010: 78 – 80; Metin, 2012: 100 – 101). Diğer bir
deyiĢle, kiĢinin yeterli beslenip beslenmediği aslında yeterli kaloriyi alıp almadığı üzerinden
hesaplanmaktadır. Bu nedenle kiĢinin karnının doyması beslendiği anlamına gelmektedir.
Beslenme, günlük dilde sıklıkla kullanılan ve sıklıkla kullanılmasına bağlı olarak anlamı
muğlâklaĢan ve içeriği belirsizliklerle dolmaya baĢlayan bir kavram olarak görülmektedir. Gerçekten
beslenme kavramının günümüzde sıklıkla bir Ģeyler yiyip içme ve karın doyurma anlamıyla
karıĢtırıldığı görülmektedir. Oysa beslenme bir Ģeyler yiyip içme ve karın doyurma olarak basitçe
ifade edilebilecek, bu tanımlamalarla sınırlandırılabilecek bir kavram değildir. Ve nihayetinde,
beslenmenin anlamı üzerindeki bu karmaĢa toplumun büyük bir kısmını olumsuz olarak
etkilemektedir.
Ġnsanın varlığını sağlıklı bir biçimde sürdürebilmesi doğru beslenmesine, diğer bir ifade ile kendi
vücudunun ihtiyaç duyduğu uygun besinleri tüketebilmesine bağlıdır. Ne var ki, kapitalist üretim ve
tüketim iliĢkileri çerçevesinde ĢekillendirilmiĢ bulunan bugünkü toplum yapısı, birçok insanın yeterli
besin almasını engellemekte ve yanlıĢ beslenmeye bağlı olarak ortaya çıkan hastalıkları
körüklemektedir. Ancak toplumların önemli bir kısmında açıklık sorunu çözülmüĢ olduğundan, diğer
bir deyiĢle, dünyada yaĢayan insanların büyük bir çoğunluğu açıklı tehlikesiyle karĢı karĢıya
bulunmadığından, beslenme sorunun da çözüldüğüne iliĢkin bir algı toplumda yer etmiĢtir. Beslenme
sorunun önemli bir kaynağı da iĢte bu algı manipülasyonudur. Kısacası, karın doyurmak ve açlıktan
ölmemek aslında doğru beslenildiği anlamına gelmemekle birlikte böyle bir algı oluĢmuĢ
bulunmaktadır.
Beslenmenin bireyler ve genel halk sağlığı açısından önemli bir unsur olması nedeniyle T.C.
Sağlık Bakanlığı halkı bilgilendirme amacıyla beslenme konusunun özel olarak ele alındığı bir internet
sitesi açmıĢtır (Bkz. www.beslenme.gov.tr). Bu sitede beslenme Ģu Ģekilde tarif edilmektedir:
―Beslenme; sağlığı korumak, geliĢtirmek ve yaĢam kalitesini yükseltmek için vücudun gereksinimi
olan besin öğelerini yeterli miktarlarda ve uygun zamanlarda almak için bilinçli yapılması
gereken bir davranıĢtır‖ (www.beslenme.gov.tr).
Burada da, daha önce de değinildiği gibi, beslenmenin salt bir karın doyurma ya da bir Ģeyler yiyip
içme dıĢında bir anlamı olduğu vurgulanmaktadır. Yine aynı sitede insanların yaĢamlarını sağlıklı bir
biçimde sürdürebilmesi için 50‘ye yakın besin öğesinin bulunduğu ve bu besin öğelerinden herhangi
birinin yetersiz ya da fazla alımının da dengesiz ya da yetersiz beslenme anlamına geleceği
vurgulanmaktadır (www.beslenme.gov.tr). Dolayısıyla, beslenmenin genel inanıĢın ötesinde bazı
unsurlarının bulunduğunu Bakanlık da teyit etmiĢ bulunmaktadır. Kısacası, açlık çekmenin zıttı doğru
beslenme anlamına gelmemektedir. Yeterli kaloriyi almak, hatta bu kaloriden fazlasını almak, kiĢinin
en azından ihtiyaç duyduğu enerjiyi elde edebildiği anlamına gelir. Ancak bu, yaĢamsal değeri bulunan
protein, vitamin, mineral gibi unsurları yeterince edinebildiği anlamına gelmemektedir.
STATÜ GÖSTERGESĠ OLARAK BESLENME
Yemek ve beslenme, sadece sağlık bilimlerinin değil, sosyal bilimlerin de uzun dönemden beri
ilgili konusudur. Örneğin, antropoloji biliminde beslenme alıĢkanlıkları ve yemek kültürü üzerine çok
sayıda çalıĢma yapılmıĢtır. Sosyolojinin yemek ve beslenme ile ilgilenmeye baĢlaması daha yakın
tarihlidir ancak bu ilgi artarak devam etmektedir. Beardsworth ve Keil, sosyolojinin yemek ve
342
beslenme konusundaki artan ilgisinin önemli nedenlerinden birinin sosyoloji çalıĢmalarında tüketim
toplumu ve tüketim kültürünün artan etkisi olduğunu ileri sürmektedir (2011: 17-20). Diğer bir
deyiĢle, tüketim toplumu ve tüketim kültürü, sahip oldukları özellikleri nedeniyle tüketim üzerine
odaklanmıĢ bir yapı sergilediğinden ve beslenme de sonuçta bir tüketim süreci olduğundan,
kaçınılmaz olarak yemek ve beslenme de sosyolojinin inceleme konusu haline gelmektedir. Gerçekten
Baudrillard da bedenin disipline altına alınma sürecinin ―gıda ve tüketim‖ çifti aracılığı ile ele
alınması gerektiğini söylerken, gıda ve tüketimin birbirilerini tamamlayıcı boyutuna da iĢaret
etmektedir (2004: 182).
Tüketim toplumu ve tüketim kültüründe yer alan bireylerin, sosyal hiyerarĢi içerisindeki yerlerinin
ve konumlarının, kısacası statülerinin tüketim alıĢkanlıkları ve tüketim yetenekleri çerçevesinde
belirlendiğinden önceki bölümlerde söz edilmiĢti. Konu bu bağlamda değerlendirildiğinde yemek ve
beslenmenin sonuçta tüketim alıĢkanlıkları ve tüketim yetenekleri ile iliĢkisi olduğundan, yemek ve
beslenmenin statü ile iliĢkilendirilebileceği iddiası ortaya çıkmaktadır.
Gerçekten, beslenme ve yemek yemenin salt fizyolojik nedenlere dayandırılamayacağı son derece
açıktır; zira, ―yemek yeme eylemi, bir dizi girift fizyolojik, psikolojik, ekolojik, ekonomik, siyasi,
toplumsal ve kültürel süreçlerin kesiĢtiği bir noktada yer almaktadır‖ (Beardsworth ve Keil, 2011: 21).
Ancak bu görüĢe Ģunun da eklenmesi gerekir ki, neyi yediğimiz, nasıl yediğimiz, nerede ve ne zaman
yediğimiz de aslında tüm bu süreçlerin kesiĢtiği bir noktada yer almaktadır.
Beslenmenin sosyolojik anlamdaki önemi açısından iyi bir örnek Ritzer‘in McDonaldlaĢma tezidir.
Ritzer‘in ―Toplumun McDonaldlaĢması‖ tezi baĢlı baĢına beslenme ve tüketim toplumu iliĢkisini
vurgular niteliktedir. Ritzer‘in bu tezine göre, bir fast food (hızlı yemek) zinciri olan McDonalds‘ın
üzerine temellenmiĢ olduğu temel ilkelerin aynısı bugünkü toplum yapısında görülmekte ve toplumlar
bu temel ilkeler çerçevesinde yönetilmektedir (Stillman, 2009: 2659).
Yemek ve beslenme üzerine yapılan sosyolojik çalıĢmalar, ister istemez konuyu beslenme ve statü
iliĢkisinde değerlendirmektedir. Örneğin, 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyıl Ġngilteresi‘ndeki beslenme
alıĢkanlıklarını inceleyen bir araĢtırma, konuyu hem gelir grupları hem de zaman boyutu üzerinden
karĢılaĢtırmalı olarak ele almıĢtır. Bu araĢtırmanın sonuçlarına göre, ilk dönemlerde beslenme
alıĢkanlıkları gelire göre büyük farklılıklar göstermiĢ olmakla birlikte, Ġngiltere‘de yaklaĢık 200 yıllık
süreç içerisinde üst gelir grupları ile alt gelir grupları arasında beslenme açısından bir yakınlaĢma
bulunmaktadır(Beardsworth ve Keil, 2011: 151-153). Bu araĢtırmanın bulguları Ģu Ģekilde
özetlenebilir:
19. yüzyıl Ġngilteresi‘nde alt gelir grupları ile orta ve üst gelir gruplarının beslenme imkânları,
gelirlerine bağlı olarak büyük farklılıklar göstermektedir. DüĢük gelir grupları, beslenmeleri ekmek,
patates, az miktarda hayvansal yağ ve çok az miktarda ete dayalı olduğu için yetersiz beslenirken, orta
ve üst gelir grupları, beslenmeleri yumurta, balık, et, Ģeker ve yağa dayalı olduğu için daha yeterli
beslenmekteydiler. Ġlk dönemlerde düĢük gelir grupları kahverengi veya kepekli ekmek tüketebilirken,
orta ve yüksek gelir gruplarının tercihi beyaz ekmekten yana olmuĢtur. Oysa 20. Yüzyılla birlikte
süreç tersine dönmüĢ ve beyaz ekmek düĢük gelir gruplarının, kahverengi veya kepekli ekmek orta ve
yüksek gelir gruplarının yediği ekmek türü haline gelmiĢtir. Et, balık ve yumurta tüketiminde de
önemli değiĢiklikler olmuĢ ve alt gelir gruplarıyla üst gelir grupları arasında bu ürünler açısından
belirgin bir yakınlaĢma yaĢanmıĢtır. En büyük yakınlaĢma ve hatta tersine dönüĢ kalori alımında
yaĢanmıĢtır. Buna göre, Ģeker ve reçel tüketiminin artması ile birlikte daha önce üst gelir gruplarının
günlük kalori alımları ortalama 2.750 kalori ve düĢük gelir gruplarının günlük kalori alımları 1.650
kalori iken, 20. Yüzyılın sonlarındaki her iki grup da günlük ortalama 2.000 kalori almaya baĢlamıĢ ve
hatta düĢük gelir gruplarının günlük ortalama kalori miktarı üst gelir gruplarını da geçmiĢtir
(Beardsworth ve Keil, 2011: 151-153). Beardsworth ve Keil‘e göre bu durum ―geliĢmiĢ ekonomilerde
sınıflar arasındaki besinsel eĢitsizliklerin ortadan kaldırıldığını gösterir niteliktedir‖ (2011: 153). Oysa
daha önce de belirtildiği gibi, beslenme sorunu bir boyutuyla da aslında, beslenmenin yeterli olup
olmamasının kalori alımı ile ölçülüyor olmasına dayanmaktadır.
Ġngiltere‘yi konu alan bu araĢtırma, dikkat çekici ve ĢaĢırtıcı bazı ipuçları da sağlamaktadır.
Örneğin Ģeker ve Ģekerin tüketimi. ġeker, sanayi devrimine kadar sadece üst sınıfların satın alabildiği
ve zevkine varabildiği, pahalılığı yüzünden baharat gibi tüketilebildiği bir ürünken çok kısa bir süre
343
içerisinde dünyanın en bol ve ucuz besin maddelerinden biri haline dönüĢmüĢtür. Mintz bu
dönüĢümün sanayi devrimiyle beraber, iĢçilerin üretim güçlerinin korunabilmesi için gerekli olan
enerjinin sağlanması amacıyla, kolonilerde yürütülen tarımsal üretimde Ģekere ağırlık verilmesini
gerekçe olarak göstermektedir (1986: 166). ġeker üretiminin ve tüketiminin bollaĢması ister istemez
yine kalori meselesini akla getirmektedir. Asıl önemli nokta, Ģekerin ucuzlaması ve bollaĢması ile
birlikte üst gelir grubunun Ģeker tüketimini azaltması, düĢük gelir grubunun ise bir zamanların lüks
tüketim malı olan Ģekerin tüketimini artırmasıdır. Kısacası, Ģeker kapitalizmin sahip olduğu düĢünce
yapısına uygun olarak, bir üretim faktörü olan emeğin, üretim gücünün korunması ve artırılmasına
hizmet edecek bir yakıt olarak tasarlanmıĢtır. Asgari ücretin hesaplanmasında kalorinin esas alınması
bu nedenle ĢaĢırtıcı gelmemelidir. Diğer yandan, et tüketiminde de benzer bir durum söz konusudur.
Ancak Ģunu vurgulamak gerekir ki, et tüketimindeki değiĢim ve yakınlaĢma anlayıĢı sadece miktar
esasına göre ele alındığında yanıltıcı sonuçlar verebilir.
Gerçekten, et tüketiminde dikkate alınması gereken noktalardan biri et ve et ürünlerinin
çeĢitliliğidir. Örneğin, kırmızı et ―yüksek statülü‖ bir etken, tavuk eti ve diğer beyaz etler ―orta
statülü‖, hamburger ve sosis gibi et ürünleri de ―düĢük statülü‖ et olarak algılanmaktadır ve yapılan bir
araĢtırmaya göre aile kurumu içerisinde aile kurumunun reisi konumundaki erkekler yüksek statülü et,
kadınlar ve çocuklar ise orta ve düĢük statülü et tüketmek eğilimindedir (Beardsworth ve Keil, 2011:
135). Bu nedenle et tüketimdeki artıĢta hangi tip et ve et ürünün bu artıĢı desteklediğinin anlaĢılması
gerekmektedir.
Etin düĢük gelir grupları ve düĢük sosyal statülü kiĢiler tarafından değerli görülmesine iliĢkin
güzel bir örnek 18 Kasım 2012 tarihli bir gazete haberinde açık bir Ģekilde görülebilir. 18 Kasım 2012
tarihli Hürriyet Gazetesi‘nin Pazar Ekinde yer alan, son yıllarda düĢük gelir ve sosyal statü gruplarının
bazı gençlerini betimlemekte olan ve kendilerine―apaçi‖ adı verilen grup üyelerinden biriyle Hakan
Günce‘nin yaptığı ―Bir Apaçinin Güncesi‖ baĢlıklı röportajda, röportajın yapıldığı kiĢi, yemek
tercihini hamburger yemekten yana kullanmasının gerekçesini Ģu Ģekilde açıklamaktadır:
―Hamburgerin içinde et olduğu için sağlıklı ve iyi olduğunu düĢünüyorum‖ (Hürriyet Gazetesi,
18.11.2012). Baudrillard‘ın simülasyon kavramı açısından konuya yaklaĢıldığında, düĢük statülü
sınıflamada yer alan et ürünü, çeĢitli kesimler tarafından gerçek et olarak algılanmakta ve et yemek
sağlıkla ve statü ile iliĢkilendirilmektedir.
Türkiye‘de 2013 yılında yürürlüğe giren bir tebliğ (Türk Gıda Kodeksi Et ve Et Ürünleri Tebliği,
2012/74), Türkiye‘de et ürünleri olarak bilinen yiyecek maddelerinin ne olup ne olmadığını düzenleme
amacını taĢımakla birlikte, bu tarihe kadar et ve et ürünleriyle ilgili neler yapılmıĢ olduğunu da gözler
önüne sermesi bakımından önemlidir. Örneğin, et ürünlerinde sadece hayvansal kökenli protein
kullanılabileceğinin vurgulanması ve soya proteinin yasaklanması, o tarihe kadar üretilip satılan
ürünlerin içeriği hakkında yeterince fikir vermektedir. Öte yandan, aynı düzenleme, çeĢitli karıĢımlara,
çeĢitli katkı maddelerine ve doğal olmayan bazı unsurların kullanımına da müsaade etmektedir. Yine
de, düĢük gelir grupları tarafından, zengin sofralarının yiyeceği olarak görülen etin taklitlerinin
tüketilmesi, statü ve beslenme arasındaki iliĢki açısından çarpıcı bir örnek olarak kabul edilebilir.
Gerçekten, etin kendisini tüketemeyen düĢük gelir grubundaki kiĢiler, taklidi ile yetinmek durumunda
kalmakta ve Baudrillardcı bir yaklaĢımla, kendilerinin ―et yemiĢ olduklarını‖ düĢünmektedirler.
Bu nedenle, Baudrillard tarafından geliĢtirilmiĢ bulunan ―simülasyon‖ yaklaĢımı, karın doyurma
ve doğru beslenme arasındaki farkı ortaya koymak konusunda yararlı bir araç sağlayabilir. Gerçekten,
bugünkü beslenme alıĢkanlıklarımız, ne yiyip-içtiğimiz, neleri tükettiğimiz ya da neleri
tüketebildiğimiz Baudrillard‘ın ―simülasyon‖ kavramı ile yakından iliĢkili görünmektedir. Yiyecek
alıĢveriĢimizde neler aldığımız ya da dıĢarıda yemek yememiz aslında kim olup olmadığımızı ve
beslenmiĢ gibi yapıp yapmadığımızı açık bir Ģekilde gösterecektir.
Örneğin, hazır çorbalar. Gerek fiyatlarının uygunluğu gerekse de hızlı yaĢam temposu nedeniyle
tüketilen hazır çorbanın isminin baĢındaki ―hazır‖ ifadesi, o ürünün aslında ―gerçek‖ çorba olmadığını
belli belirsiz teyit etmektedir. Ya da eski ismiyle ―ısıl iĢlem görmüĢ sucuk benzeri ürün‖. Bu
tanımlama zaten o ürünün aslında sucuk olmadığını açık bir biçimde vurgulamaktadır. Bugün tereyağı
yerine kullanılan margarinler de, ―tereyağmıĢ gibi‖ olan bir üründür. Oysa margarin, yoksulların
(düĢük gelir gruplarının) ucuz yağ ihtiyacını karĢılamak üzere üretilmiĢ bir üründür:
344
Margarinin tarihçesine bakıldığında, 1866 yılında Fransız hükümetinin uygun fiyatlı
olarak satılabilecek ve tereyağının yerine geçebilecek bir ürünün üretilmesi için açılmıĢ
bulunan bir yarıĢmanın sonunda 1869 yılında Fransız Kimyager Hippolyte Mège-Mouriés
tarafından ilk margarinin sığır donyağı ve yağı alınmıĢ süt ile üretildiği ve büyük ödülü
kazandığı görülmektedir. Aynı kimyager, 1871 yılında margarin üretim bilgilerini Jurgens
isimli bir Hollanda firmasına satmıĢ ve bu firma 1872 yılında Almanya‘da kurulan fabrikada
Margarine Uni ismi ile ürünü üretmeye baĢlamıĢ ve margarin üretimi ile büyük bir büyüme
ivmesi yakalamıĢtır … 20. yüzyılın baĢlarında domuzyağı ve sığır donyağı fiyatlarını
belirleme gücünü elinde bulunduran Ģirketler nedeniyle Amerikalı Mum Üreticisi William
Proctor ve Sabun üreticisi üvey kardeĢi James Gambler Ģirketlerini birleĢtirerek ürünlerinde
pamuk yağı kullanmaya baĢlamıĢlar ve hidrojene yağ üretim bilgilerini Ġngiliz Joseph
Crossfield and Sons firmasından satın alıp üretimlerini sürdürmüĢlerdir … 1930‘lu yıllardan
itibaren hidrojene yağ üretim bilgisi ve vitamin katkılarıyla birlikte kullanılan yağ
hammaddesi değiĢiklik göstermiĢ ve margarin üretiminde soya yağı kullanılmaya baĢlamıĢtır
(Gür, 2010: 309).
Margarinin tarihçesinde de görülebileceği gibi, margarinin ilk olarak üretilmesindeki amaç,
tereyağı satın alacak gelirden mahrum olan düĢük gelirli insanların yağ ihtiyaçlarını gidermek gibi
görünse de, margarinin üretim ve pazarlama tarihi, bu amacın çok ötesine geçildiğini açık bir biçimde
ortaya koymaktadır. Kısacası burada da amaç beslenmek değil, karın doyurmak, taklidi de olsa
tereyağı ihtiyacını gidermek, kısaca ―tereyağı yemiĢ gibi olmak‖ ve ―beslenmiĢ gibi yapmaktır‖.
Kaloriyi esas alan beslenme algısının yan etkisinin, ĢiĢmanlık salgını olarak kendisini göstermesi
de ĢaĢırtıcı gelmemelidir. Gerçekten, yapılan araĢtırmalar, aĢırı kalori alımına bağlı olarak ĢiĢmanlığın
(hatta obezitenin) düĢük gelir grupları arasında hızla yayıldığını göstermektedir (Cedeno and Cabada,
2012: 46). Beardsworth ve Keil‘in geliĢmiĢ ülkelerde sınıflar arasında kalori alım farklarının
azalmasını, besinsel eĢitsizliğin giderilmesi olarak yorumladıkları durumunun ne kadar doğru bir
yaklaĢım olduğu böylelikle tartıĢmaya açık hale gelmektedir.
Zenginlerin ĢiĢman, yoksulların zayıf olduğu yönündeki algı değiĢmekte ve bu algı yerini
zenginlerin zayıf (ve sağlıklı), yoksulların ĢiĢman (ve sağlıksız) olduğu bir anlayıĢa bırakmaktadır.
Burada da ilginç bir durum söz konusudur. Çünkü herhangi bir ekonomik sorunu olmayan kiĢiler,
sahip oldukları servet ya da gelir kendilerine yiyeceğe ulaĢma konusunda fazlasıyla seçenek ve imkân
sunarken, bu kiĢiler yiyecek tüketimlerini kısıtlamakta ve beslenme alıĢkanlıklarını değiĢtirmektedir.
Tüketim toplumunun hazcılığı esas alması ve haz için de bedenin merkez konumda bulunması,
bedene ve bedenin kullanımına olan ilgiyi artırmaktadır. Bu nedenle kiĢinin güzel görünmesi ve
sağlıklı olup olmaması bu bağlamda önem kazanmıĢ ve insanlar dıĢ görünüĢ ile statü arasında da iliĢki
kurmaya baĢlamıĢlardır (Özcan, 2007: 223, 225). Estetik olarak tanımlanan bir bedene sahip olmak,
modayı takip edebilmek de artık statü ile iliĢkilidir ve kaçınılmaz olarak tüketim toplumu ve tüketim
kültürünün bireylere yüklediği bir sorumluluktur (Baudrillard, 2004: 182-183). Zayıflık salgını ilk
olarak yüksek statülü aileler arasında geniĢ kabul görmüĢtür ancak bu durum kendisini yine ilk olarak
anoreksiya nevroza olarak bilinen hastalık çerçevesinde göstermiĢtir (Beardsworth ve Keil, 2011:
296). Dolayısıyla zayıf olma sorumluluğu basitçe, aç kalarak sağlanamamaktadır. Çünkü önemli olan
zayıf ve sağlıklı olmaktır.
Bu çerçevede düĢük kalorili besin maddeleri, yapay tatlandırıcılar, yağı azaltılmıĢ ürünler, diyetler
(Baudrillard, 2004: 183), spor merkezleri ile yeni ve pahalı, kısacası yüksek gelir gruplarına hitap eden
bir sektör ortaya çıkmıĢtır. Dolayısıyla, sağlıklı zayıflama ve bunun muhafazası da aslında statü ile
iliĢkili hale gelmiĢtir. Artık, ―-mıĢ gibi yaparak‖ yeterli kaloriyi ve hatta fazlasını alan düĢük gelir
gruplarının, düĢük kalorili ancak sağlıklı bir beslenme tarzını sürdüremeyecekleri açıktır.
Yine son dönemde artan bir ivmeyle büyüyen ―organik gıda‖ sektörü de beslenme ve statü
arasındaki iliĢki çerçevesinde ele alınabilir. Teknolojinin tarım üretiminde hâkimiyet kurması
sonucunda üretilen ve kısaca GDO (Genetiği DeğiĢtirilmiĢ Organizma) olarak bilinen tarım ürünleri
ile kimyasal gübrelerin, çeĢitli ilaçların etkisiyle yetiĢtirilen ürünlerin ne kadar doğal ve ne kadar
sağlıklı olduğu sorgulanmaya baĢlanmıĢtır. Yine de, sanayi devrimi dönemini hatırlatan bir üretim
patlamasıyla tarım ürünleri üretilmekte ve artan nüfus, üzerinde çok büyük Ģüphelerin bulunduğu bu
345
ürünlerle beslenmektedir. Aynı zamanda, et üretimi de yine benzeri bir fabrikasyon sistemi ile
sürdürülmektedir (Bu konuda Food Inc. isimli film önemli bir belgesel niteliğindedir). Oysa üst gelir
grupları, Ģüphesiz düĢük gelir gruplarının alım güçlerinin çok üstünde fiyatlarla satılan, doğal ve
sağlıklı olduğu söylenen ―organik gıda‖ları satın alıp gönül rahatlığı ile tüketebilmektedir. Aslında bu
durum Veblen‘in, önceki bölümlerde tartıĢılan, ―avam mal‖ analiziyle birebir örtüĢmektedir. Önceki
bölümlerde de belirtildiği gibi, makineleĢme sonucunda seri olarak üretilen ürünler, ucuz oldukları ve
herkes tarafından temin edilebildikleri için üst gelir gruplarının ilgisini çekmemektedir.
Yukarıda da ifade edildiği gibi, dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu için açlık ve açlıktan ölme
sorunu çözülmüĢ gibi görünmektedir. Oysa beslenme sorunu bütün hızıyla devam etmekte ve insan
nüfusunun büyük bir çoğunluğu yetersiz ve dengesiz beslenme tehlikesiyle karĢı karĢıya
bulunmaktadır. Tüketim kültürü bağlamında bireylerin tüketim güçleri, sosyal hiyerarĢideki yerlerini
ve konumlarını belirlediğinden, beslenme alıĢkanlıkları ve bu alıĢkanlıkların yansımalarının sosyal
statü ile de iliĢkilendirilebileceği ileri sürülebilir.
SONUÇ
Ġnsanlık tarihinin baĢlangıcından beri beslenme önemli bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir.
Beslenme sorunun üstesinden gelebilmek için atılan adımlar da, beslenme sorunun tamamen ortadan
kaldırılabilmesi için yeterli olmamıĢtır. 18. Yüzyılın ortalarında baĢlayan sanayi devriminin bütün
dünyaya yayılması ve nüfusun da hızlı bir biçimde artıĢ göstermesi, dünya kaynaklarının bu artan
nüfusu beslemekte yetersiz kalacağı korkusunu da gündeme getirmiĢtir. Bugün, açlık sorunun varlığını
sürdürmekle birlikte, korkulduğu kadar büyük bir sorun olmadığı görülmekte, en azından konuyla
ilgili kiĢiler tarafından bu Ģekilde ifade edilmektedir. Ancak yadsınamayacak bir gerçek, beslenme
sorunun bütün hızıyla sürdüğü ve insanların besin maddelerine büyük bir çoğunlukla ulaĢabilmelerine
rağmen, yine büyük bir çoğunluğunun yeterli ve dengeli beslenemediğidir. Dolayısıyla gıdaya ulaĢma
sorununun çözümünde önemli geliĢmeler söz konusu olsa bile, gıdaların doğru ve yeterli beslenmeye
yetip yetmediği bir soru iĢareti olarak varlığını sürdürmektedir. Özellikle beslenme ile kalori alımının
yaygın olarak eĢ değer görünmesi, yetersiz beslenme sorununun açık bir Ģekilde anlaĢılmasını
engellemektedir.
Beslenme ve yeme alıĢkanlığı tarih ve zamana göre değiĢiklik göstermiĢtir. Ancak, toplumsal yapı
içerisinde yüksek gelire sahip gruplar beslenme açısından daha avantajlı olmuĢlardır. Dolayısıyla sahip
olunan statü, beslenme açısından da belirleyici olmaktadır. Tüketim toplumu ve tüketim kültürünün
ortaya çıkması ve güçlenmesi, tüketim alıĢkanlıklarını da değiĢtirmiĢ ve statü kazanımlarını da
etkilemiĢtir. Ancak ne olursa olsun statü farkları ve buna bağlı olarak beslenme farklılıkları da bundan
etkilenmiĢtir. Tüketim toplumu ve içinde kök saldığı postmodernizm ile ilgili çalıĢmalarda birçok
görüĢ ve kuram ortaya atılmıĢtır. Baudrillard tarafından ileri sürülen ―simülasyon‖ kuramı da
bunlardan biridir. Baudrillard‘a göre gerçekten türetilen taklit, gerçeğin yerini almakta ve yeni bir
gerçeklik ortaya çıkarmaktadır. Beslenme açısından da bu durumun böyle olduğu kabul edilebilir.
Çünkü her ne kadar gıda üretimi ve tüketimi konusunda nicelik açısından önemli düzeyde ilerleme
olsa da nitelik itibariyle önemli sorunlar bulunmaktadır. Doğal olmayan ve fabrika sistemi içerisinde
teknolojinin de desteği ile büyük miktarlarda üretilen gıda maddeleri, karın doyurmanın ötesine
geçememekte ancak gerçeğin taklitleri olduğu için insanların ―beslenmiĢ gibi‖ hissetmelerine neden
olmaktadır. Bu tip gıdaların kendilerinin statüleri düĢük olduğu için, üst gelir grupları tarafından tercih
edilmemekte, düĢük gelir grupları ise bu gıdaları tüketmeyi sürdürmektedir. Dolayısıyla statü ile
beslenme arasında bir iliĢki olduğu ileri sürülebilir.
KAYNAKÇA
Appelrouth, S., Edles, L. D.(2008). Classical and Contemporary Sociological Theory, California: Pine
Forge Press.
Baudrillard, J.(2004).Tüketim Toplumu. (çev.).Hazal Deliceçaylı- Ferda Keskin, Ġstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Bauman, Z.(1999). ÇalıĢma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar (çev. Ümit Öktem), Ġstanbul: Sarmal
346
Yayınevi.
Beardsworth, A., Keil, T.(2011).Yemek Sosyolojisi. (çev.). Abdulbaki Dede, Ankara: Phoenix
Yayınevi.
Bocock, R.(2005). Tüketim (çev. Ġrem Kutluk), Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
Bozkurt, V.(2004). DeğiĢen Dünyada Sosyoloji: Temeller, Kavramlar, Kurumlar, Ġstanbul: Alfa Basım
Yayım Dağıtım.
Deaton, A., Dreze, J.(2010). ―Nutrition, Poverty and Calorie Fundamentalism: Response to Utsa
Patnaik‖, iç. Economic & Political Weekly, Cilt: 45, No:14, s. 78-80.
Golay, C.,Özden, M. t.y., ―The Right To Food‖, CETIM.(http://www.cetim.ch/en/documents/Br-alimA4-ang.pdf), (EriĢim Tarihi: 20 ġubat 2013).
Günce, H.(2012). ―Bir Apaçinin Güncesi‖, Hürriyet Gazetesi Pazar Eki 18 Kasım 2012,
(http://www.hurriyet.com.tr/pazar/21953426.asp) (EriĢim Tarihi: 10 Ağustos 2013).
Gür, E. G.(2010). ―Dezenformasyona Uğratılan Bir Sosyal Hak Olarak Sağlık‖, iç. Sosyal Haklar
Ulusal Sempozyumu II Bildiriler Kitabı 2010, (der. Mesut Gülmez, Nagihan Durusoy Öztepe,
Nergis Mütevellioğlu, Oğuz Karadeniz, Handan KumaĢ), Ġstanbul: Petrol-ĠĢ Yayını, s. 299315.
Human
Population
Dynamics,
(http://www.learner.org/courses/envsci/
unit/text.php?unit=5&secNum=4), (EriĢim Tarihi: 11 Ağustos 2013).
Kantzara, V.(2009). ―Status‖, iç. The Blackwell Encyclopedia of Sociology, (der. George Ritzer), 4.
Bs., Malden: Blackwell Publishing, s.4757-4761.
Malthus, T.(1998). An Essay on the Principle of Population, Electronic Scholarly Publishing Project,
(http://esp.org), (EriĢim Tarihi: 05 Ağustos 2013).
Metin, B.(2012). ―Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele‖, iç. Sosyal Politika, (der. Abdurrahman
Ġlhan Oral, Yener ġiĢman), EskiĢehir: Anadolu Üniversitesi.
Mintz, S. W.(1986). Sweetness and Power: The Place of Sugar in Modern History, Harmondsworth:
Penguin Books.
Omay, U.(2011). ―Yedek ĠĢgücü Ordusu Olarak Kadınlar‖, iç. ÇalıĢma ve Toplum, Cilt: 30, No: 3, s.
137-166.
Omay, U.(2009).Emeğin Kültür ve Manipülasyon Teorisi. Ġstanbul: Beta Basım yayım Dağıtım.
Özcan, B.(2007). ―Geç Kapitalist Tüketim Toplumunun Tüketici Kimliklerine Ev Sahipliği Yapan
Meta Beden‖, iç. Journal of New World Sciences Academy, Cilt:2, No: 3, s. 217-238.
Ryan, M. T.(2009). ―Consumption‖, iç. The Blackwell Encyclopedia of Sociology, (der. George
Ritzer), 4. Bs., Malden: Blackwell Publishing, s.701-705.
Samur, G.(2002). ―ĠĢçi ve ĠĢ Veriminin GeliĢtirilmesinde Beslenmenin Önemi‖, iç. Kamu-ĠĢ Hukuku
ve Ġktisat Dergisi, Cilt: 7, No: 1, s. 39-45.
Sennett, R.( 2002).Karakter Aşınması. (çev. BarıĢ Yıldırım), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Slattery , M.(2007).Sosyoloji‟de Temel Fikirler. (çev.). Cevdet Özdemir, (Ed. Ümit Tatlıcan; Gülhan
Demiriz), Bursa: Sentez Yayıncılık.
Stillman, T.(2009). ―McDonaldization‖, iç. The Blackwell Encyclopedia of Sociology, (der. George
Ritzer), 4. Bs., Malden: Blackwell Publishing, s. 2689-2690..
Türk
Gıda
Kodeksi
Et
ve
Et
Ürünleri
Tebliği,
2012/74,
(http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/12/20121205-12.htm), (EriĢim Tarihi: 10 Mart
2013).
Veblen, T.(2005). Aylak Sınıfın Teorisi (çev. Zeynep Gültekin, Cumhur Atay), Erzurum: Babil
347
Yayınları.
Williams, R.(2005).Anahtar Sözcükler (çev. SavaĢ Kılıç), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları.
World
Hunger
and
Poverty
Facts
and
Statistics
(http://www.worldhunger.org/articles/Learn/world%20hunger%20facts%202002.htm),
(EriĢim Tarihi: 10 Ağustos 2013).
2013,
Yeterli ve Dengeli Beslenme Nedir? (http://www.beslenme.gov.tr/index.php?lang=tr&page=68),
(EriĢim Tarihi: 05 Ağustos 2013).
348
TIBBĠ SOSYAL KONTROL: ġĠġMANLIĞIN TIBBĠLEġMESĠ BAĞLAMINDA
BEDENLERĠN DENETĠMĠ
Meral TĠMURTURKAN1
ÖZET
Modern dönemle baĢlayan sekülerlik, özgürlük, rasyonellik ve bilimsellik tartıĢmaları, bireylerin
gündelik hayatı ve bedenleri üzerinde yeni söylemlerin ve yeni politikaların oluĢmasına neden olan
önemli geliĢmelerdir. Beden artık dinin buyruklarına uyan, onun etkisiyle Ģekillenen bir nesne
olmaktan uzaklaĢmıĢ, modernliğin buyruklarına uyan bir projeye dönüĢmüĢtür. Bu kusursuzluk iddiası
taĢıyan ve beden üzerinde ticari, politik ve toplumsal kaygılar doğrultusunda müdahale gerektiren bir
projedir. Ġnsan hayatını kusursuz süreçlerden oluĢturmak, ölümü, hastalığı, sağlığı denetim altına
almak önemli uğraĢ olmakta, bu ise tıbbi bilgi ve onun aracılığıyla oluĢturulan sağlık söylemi ile
gerçekleĢmektedir. ÇalıĢmanın amacı tıbbi bilginin sahip olduğu güç ve gücün beraberinde getirdiği
iktidar iliĢkisini gündelik hayatın tıbbileĢtirilmesi bağlamında tartıĢmaya açmak ve bedenlerimizin
sağlık söylemi etrafında hem denetsel hem de ticari bir iliĢki ağına nasıl girdiğini ĢiĢmanlığın
tıbbileĢtirilmesi bağlamında analiz etmektir. Bu amaç doğrultusunda, alanında önemli otoriteye ve
popülariteye sahip olan Prof. Dr. Osman Müftüoğlu‘nun 2012 yılı boyunca Hürriyet gazetesindeki
sağlık köĢesi analiz edilmiĢtir.
Anahtar Kelimeler: Beden, sağlık söylemi, tıbbileştirme, iktidar, şişmanlığın tıbbileşmesi
ABSTRACT
The arguments of secularity, freedom, rationality and being scientific introduced by modern era
are the significant occurrences that lead to the new discourses and politics on the everyday life and the
body of individuals. The body has turned being an existence which complies with and takes its shape
through religious knowledge into a project that obeys the prescription of modernity. This is a project
that brings the claim of perfection of the body and requires an intervention in terms of economic,
politic and social concerns. To constitute perfect processes of human life, to take mortality, health, and
illness under control gain become crucial, and this occurs by means of the health discourse created
through medical knowledge. The aim of this study is to argue the potency of medical knowledge and
the power relations accompanied by that potency in the context of medicalization of everyday life and
further to analyze how our bodies are being incorporated into the relations of both commercial and
discipline with regard to medicalization of fatness. For that purpose, health column of Prof. Dr. Osman
Müftüoğlu, who has an authority and popularity on his field, on Hurriyet newspaper through 2012 was
analyzed.
Keywords: Body, health discourse, medicalization, power, medicalization of fatness
GĠRĠġ
Modern tıbbın geliĢmesine paralel olarak hastalık temel uğraĢ alanı haline getirilerek bireylerin
gündelik hayatları ve bedensel pratikleri tıbbın kontrolü altına sokulmuĢtur. Hastalıkları iyileĢtirme ve
kontrol altın alma çabasıyla pratik ve kurumsal bir zemine yerleĢen tıp, daha sonra sağlıklı bireyleri de
kendi denetimi altına sokarak kontrol alanını geniĢletmeye baĢlatmıĢtır. Bu yüzden günümüzde ortaya
atılan tıbbileĢtirme kavramı, tıbbın geniĢleyen sosyal kontrol alanına göndermede bulunan bir
kavramdır. Temel yaĢamsal süreçlerin tıbbi bakıĢ açısıyla açıklanması, denetlenmesi, hastalık olmayan
süreçlerin hastalık olarak tanımlanması tıbbileĢtirme içinde tartıĢılan konulardandır. Sadece hastalık
tanımlarının ve kategorilerinin geniĢletilmesi olarak tanımlanmayan tıbbileĢtirme aynı zamanda, artan
tıbbi söylemin yaĢamın her alanını kuĢatmasına da göndermede bulunur. Özellikle son dönemlerde
artan sağlık söylemi bunlardan sadece birisidir. Tıbbi söylem içinde ―sağlık söylemi‖ gündelik hayatın
1
ArĢ. Görv., Akdeniz Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
[email protected]
349
ritmini belirleyen, beslenmeden, tüm gündelik faaliyetleri düzenleyen, iktidar yapılarına önemli bir
dayanak sağlayan bir söylemdir. Bu söylem tüketim kültürü içinde yaratılacak yeni ekonomik pazarlar
ve bedenler üzerinde yürütülecek politikalar için önemlidir. Çünkü tıbbileĢtirmenin ticari değeri ve
politik gücü dikkate alındığında, sağlığa iliĢkin oluĢturulan her söylemin, yapılan her eylemin çeĢitli
iktidar yapıları için önemli bir dayanak sağladığı söylenebilir.
Özellikle bireylerin özgürlüğü ve yaĢam kalitesi üzerinde söylemini oluĢturan bu yeni iktidar tipi,
baskı ve zorlama içermeden bireylerin rızasına dayanarak kurallarını uygulamaktadır. Foucault‘nun
çalıĢmalarının da odağını oluĢturan bu iktidar iliĢkilerindeki değiĢim; tıbbın toplumda sahip olduğu
gücü ve gündelik hayatı tibbileĢtirilmesini sağlayan süreçlerin neler olduğunu anlamakta da etkili bir
yoldur. Çünkü bu yeni iktidar tipi ―Bireylerin kendi bedenleri ve ruhları, düşünceleri, hareket tarzları
ve varoluş biçimleri üzerinde, kendi imkânları ya da başkalarının yardımıyla bir dizi operasyon
yapmalarını ve böylece belirli bir mutluluk, arınmışlık, bilgelik, kusursuzluk ya da ölümsüzlük haline
ulaşmak için kendilerini dönüştürmeyi” sağlayan bir iktidar tipidir (Foucault, 2003: 36).
Tıp,
bireylerin yaĢam kalitesi üzerinden hem pratik, hem de söylemsel olarak meĢru bir güç sağlamaktadır.
Modernizmle baĢlayan kusursuz bir beden yaratma projesi, öte yandan bu kusursuz beden projesinin
tüketim kültüründe önemli bir pazara sahip olması ve iktidarların hem ekonomik hem de politik olarak
bu durumdan pay çıkarması bu sürecin önemli bir nedeni olarak gösterilebilir. Bu ise sağlık ve form
eksenin de bedenin denetimini ve ĢiĢmanlığın önemli bir tıbbi problem olarak görülmeye baĢlamasını
sağlamaktadır.
Medya ve sağlık endüstrisi iĢbirliği ile oluĢan bu süreçte, tıp uzmanları da önemli bir güç kaynağı
olarak rol üstlenmektedir. Özellikle popüler tıp uzmanları medya aracılığıyla, sürekli sağlığımıza
iliĢkin saptamalarda ve önerilerde bulunarak bu sürecin bir parçası haline gelmektedir. Sahip oldukları
uzmanlık alanı ve popülarite onları alanında danıĢılacak ―yegane‖ kiĢiliklere dönüĢtürerek, verilen
bilgilerin ve önerilerin doğruluğunu tartıĢmasız bireyler tarafından doğru kabul edilmesini
sağlamaktadır.
Bedenin ekonomi politiğinin önemini fark eden iktidar odakları, toplumsal, ticari ve politik
amaçlar doğrultusunda onun üzerinde tahakküm geliĢtirme imkânı bulmuĢtur. Bireylerin temel
yaĢamsal süreçleri üzerinde iĢleyen bu iktidar anlayıĢı, aktif rızaya dayanarak hem bireylerin kendi
bedenini düzenleme, hem de baĢkalarının yardımıyla onu değiĢtirme, dönüĢtürme imkânı tanımıĢtır.
Söz konusu çalıĢma içinde tartıĢılan tıbbileĢtirme olgusu da; tıbbın bir iktidar kaynağı olarak, tıbbi
ideolojiyi toplumsal yaĢamın her alanına nasıl yaydığı ve bu ideolojinin Gramsci‘nin hegemonya
kavramında olduğu gibi aktif rızaya dayanarak nasıl iĢlediği ile yakından iliĢkilidir. Beden projesi
olarak adlandırılabilecek bu süreç, bedenlerin hem tüketimin ekonomik mantığı, hem de biyo-siyasetin
nüfus politikalarının bir parçası haline nasıl geldiğinin de iĢaretidir.
TIBBĠ SOSYAL KONTROL VE YAġAMIN TIBBĠLEġTĠRĠLMESĠ
19. yüzyılda modern tıbbi bilginin geliĢmesiyle birlikte beden, benliğin sahip olduğu bir nesneye
dönüĢtürülerek tıbbileĢtirilen beden kavramı ortaya atıldı (Marglin, 2008: 67). TıbbileĢtirilen beden
kavramı, modernizm ve aydınlanmanın temel paradigması olan akıl ve bilimsel bilgi ile her türlü
bilinmezliğin bilinebilir kılınacağı ve denetlenebilir, kontrol altına alınabilir bir doğa anlayıĢı
düĢüncesine dayanır. NesneleĢtirilen, kontrol altına alınan doğayla eĢ tutulan beden, tıbbi bilginin
yardımıyla denetime açık hale gelmekte, disiplin altına alınmaya çalıĢılmaktadır. Bu süreçte beden
―hem zihnin uygun şekilde eğitilmesiyle disipline edilip denetlenecek, hem de bilimsel bilginin
kullanılmasıyla bilinecek bir nesne haline geldi‖ (Marglin, 2008: 68). Araçsal rasyonalite ile birlikte
doğaya ait her türlü gizemin çözüleceği düĢüncesive doğa üzerinde geliĢtirilen tahakküm iliĢkisi, tıbbi
bilgi yardımıyla beden üzerinde kurulmaya baĢlanmıĢtır. Çünkü beden uzun bir tarihsel rasyonelleĢme
ve standartlaĢma sürecinden geçmektedir (Turner, 2011: 244).
Bedenin rasyonelleĢme ve standartlaĢma sürecinde tıbbi bilginin gücü ve rolü yadsınamaz. Modern
tıbbın ortaya çıkıĢı, kliniğin geliĢmesi ve tıbbi bilginin hastaneye taĢınması Foucault‘nun “tıbbi gaze”
(tetkik) adını verdiği sürecin oluĢmasını sağlayan geliĢmelerdir (Turner, 2011: 244). Bu durum, hem
kurumsal düzeyde yani devletin yerel ve ulusal kurumlarının, hem de farklı iktidar mekanizmalarının,
tıbbi bilginin yardımıyla bedenin kontrolünü sağlamasını ve onun üzerinde bir dizi müdahale
gerektiren bir sürecin ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Tıbbi söylem yardımıyla beden biyo- politik
350
sürecin parçası haline gelir ve böylece yaĢamın tıbbileĢtirilmesi sağlanır. Bu ise ―modernleşme ile
yaşanan sosyal kontrol nitelik ve mekanizmalarının değişimi, tıbbın sosyal kontrol araçları arasına
katıldığına işaret etmektedir”(Yavuz, 2010: 411). Turner'a göre (2011: 29) tıbbi söylemin tarihsel
arka planında tıbbın sosyal kontrol özelliği yatmakta; beden tıbbi klinik ve anatomi sahnesi
aracılığıyla merkezi konumdan uzaklaĢtırılan ve yerel düzeyde iĢleyen mikro politikanın bir parçası
haline gelmektedir. Bu süreç hem Focault‘nun Panoptik gözetim sürecine, hem de biyo-iktidara
göndermede bulunur (Foucault, 2006; Conrad, 1992). Bireyler baskı rejimine dayanan bir disiplin
stratejisi içine girmezler, rıza esasına dayanan ve görünmez bir iktidar ağına girerler. Tıbbın panoptik
sürecin bir parçası haline gelmesi 19. Yüzyılda kurumsal olarak tıbbi bilginin geliĢmesi ve tıbbın
kurumsal resmi kayıt esasına dayanan hastane ortamına girmesiyle yakından iliĢkilidir (Foucault:
2002). Beden sadece, modern bürokratik toplumun özelliği olan ayrıntılı“kayıt ve dosyalama‖ (Weber,
1986: 193) esasına dayanarak gözetlenmez, aynı zamanda mikro-iktidar sürecinin bir parçası olarak
da gözetim iliĢkisi içine girer. Bu mikro-politikalar toplum içinde çok farklı güç odakları, aktörler ve
çeĢitli uzmanlar tarafından yürütülür. Tıp hem medikal hem de sosyal kontrolü sağlayarak bu
politikaların bir parçası olur.
Tıbbi söylemin nasıl kurumsal bir düzeyin dıĢına çıktığı ve gündelik hayatın ritmini belirleyen
mikro politikanın bir parçası haline geldiği önemli bir tartıĢma konusudur. Tıbbi söylem bize gündelik
hayat içinde nasıl beslenmemiz gerektiği, stresten kaçınmamız, cinselliğimizi toplumsal normların
gereklerine uygun olarak yaĢamamız gerektiği konusunda telkinlerde bulunarak bu politikaları yürütür
(Turner: 2011: 244). Örneğin dengeli beslenmenin önemli olduğu, sigara içmenin kansere yol açtığı,
fazla kilolu olmanın kanser riskini arttırdığı, düzenli egzersizin sağlık için önemli olduğu, diĢlerin
düzenli olarak fırçalanması gerektiği gibi pek çok öneri ve bilgi içeriği tıbbi söylem yardımıyla sosyal
kontrolün sağlanmaya çalıĢılmasının bir parçasıdır (Conrad, Schneider, 1992: 242). ―Genetik
mirasımızda diyabetin, tansiyon yüksekliğinin olması, birinci dereceden akrabalarımızda şeker,
hipertansiyona yakalanmış olmaları genetik geçiş yoluyla bizim de şeker hastalığı veya hipertansiyona
yakalanmamıza zemin hazırlayabilir. Ama bu mirası kabul edip etmemek, hatta mirası reddetmek
bizim elimizde. Bunun yolu da modern tıp biliminin bize sağladığı verileri, bilgi ve tavsiyeleri akıllıca
kullanmaktan geçiyor. Aynı durum şişmanlık, romatizmal hastalıklar, bellek bozuklukları-bunama
hatta kanserler için de söz konusu…”(Müftüoğlu, 11.05.2012). Sağlığımızın kendi elimizde olduğu ve
özellikle tıbbi tavsiyelere uyulduğu sürece, hastalık riskini en az indirgeneceği, uzman görüĢü ile
desteklenmektedir.
Tıbbın sosyal kontrol özelliği ve tıbbi söylemin her geçen gün toplumsal yaĢamın her alanını
kuĢatmaya baĢlaması beraberinde yeni tartıĢmaları getirmiĢtir. Conrad (1992, 2007), Zola (1972),
Ġllich (1995) ―tıbbileĢtirme‖ kavramını ortaya atarak tıbbın artan gücünü ve sosyal kontrol özelliğini
tartıĢmaya açmıĢtır. Çünkü ―tıp bireysel ve toplumsal ölçekte, yeni normların tanımlanmasında ve bu
normların varlığını mümkün kılan düşünme biçimlerinin oluşturulmasında, bireyin kendi bedeni ile
ilişkisinden kişiler arası ilişkilere kadar geniş bir alanda, bir toplumsal kontrol mekanizması olarak
kendini gösterir”(Erbaydar, 2001: 53-54).
TıbbileĢtirme kavram olarak 1970‘lerden sonra sosyal bilimler literatürüne girerek gündemdeki
yerini almıĢtır. Conrad tıbbileĢtirmeyi tıbbi olmayan problemlerin tıbbın alanına sokularak, hastalıklar
ve bozukluklar üzerinden tanımlanması olarak ifade etmiĢtir (Conrad, 1992: 209-210). Zola (1972) ise
tıbbileĢtirme kavramını tıbbın artan gücü ve bu gücün insan yaĢamını her geçen gün daha fazla kontrol
altında tutmasıyla açıklamaktadır. “Medikalizasyon kavramı, bedenler ve gündelik deneyimler
üzerinde tıp yolu ile kontrol tesis edilmesine ilişkin çağrışımlarla yüklüdür” (Cindioğlu, Cengiz, 2010:
53). TıbbileĢtirme bir tür sapkın olanın yeniden tanımlanması ve tıbbi dille normalleĢtirilip tıbbın
denetimi altına sokulması ile de ilgilidir (Gabe, Bury, Elston, 2004: 59).
TıbbileĢtirme her ne kadar sapkın olanın tanımlanması ve normal yaĢam olayları ile birlikte ortaya
çıksa da, toplumun bütün kesimini etkisi altına alarak iyileĢtirmeye çalıĢır. Örneğin tıbbileĢtirme bir
yandan; alkolizm, ruhsal bozukluklar, yeme bozuklukları, cinsel ve toplumsal cinsiyet farklılıkları,
cinsel fonksiyon bozuklukları, öğrenme güçlüğü, çocuk ve cinsel istismar gibi sapkın olanı içerirken,
öte yandan toplumda ahlak, günah suç olarak algılananı da kendi denetimi altın alır, hastalık olarak
tanımlar. Normal yaĢam süreçleri olan adet öncesi duygusal durum değiĢimi, doğum, menopoz,
yaĢlanma, kısırlık, yaĢlılık ve ölüm gibi durumlar bu sürecin bir parçasıdır (Conrad, 2007: 6, Conrad,
351
Mackie, Mehrotra, 2010: 1943). Kadın bedeninin tıbbileĢtirilmesi, özellikle kadınların adet süreci,
gebelik, doğum, menopoz gibi biyolojik süreçlerin tıbbileĢtirilmesi, en çok tıbbileĢtirilen beden içinde
tartıĢılan konulardır. Bu biyolojik yaĢam süreçlerinde deneyimlenen kimi olaylar hastalık olarak
kodlanarak, tıbbın denetimi altına sokulur. Özellikle PMT ya da PMD (premenstrual tension ya da
premenstrual syndrome: âdet öncesi gerginlik ya da âdet öncesi sendromu) olaraktanımlanarak ve birer
hastalık olarak sunularak, tıbbi faaliyetlerden ve ilaçlardan kadınların faydalanması sağlanır (Savran,
2010: 27). Kadınların artan uzun ömürle birlikte bir çok sağlık sorunuyla karĢı karĢıya kaldıkları, bu
yüzden tıbbi tedavilere daha çok gerek duydukları da ifade edilmektedir. ―Özetle, kadınlarımızda 3040 yıl önceye oranla hipertansiyon, şeker hastalığı, kilo fazlalığı/obezite, kalp krizleri, felç, yani
damar sağlığına ilişkin sağlık problemlerine daha sık rastlıyoruz” (Müftüoğlu, 11.03.2012).
Kadınların hastalıklara ve bağımlılıklara olan yatkınlıkları üzerinden söylemler oluĢturulmakta,
tıbbileĢtirme cinsiyetçi bir bakıĢ açısıyla da gerçekleĢtirilmektedir. ―Kadınlarımızda kalp damar
hastalıkları eskiye oranla daha fazla, hipertansiyonun sıklığı da hızla artıyor. Kilo sorunu/obezite
tehdidi de en çok kadınları ilgilendiriyor. Sigarayı bırakma konusunda en çok direnenler de kadınlar.
Önemli bir sorun da hareketsizlik; yani fiziksel aktivitenin azalması. Listeye alkol kullanımının
yaygınlaşmasını yani “alkol tehdidini de eklemeliyiz”(Müftüoğlu, 11.03.2012). Kadınların modern
dönemin teknolojik nimetlerinden yararlandıkça hastalanma ve dolaysıyla tıbbi tedavilerden daha çok
faydalandığı görüĢü de uzman görüĢünde yer almaktadır. ―Bazılarınızın “Hocam, olur mu öyle şey.
Şimdiki kadınlar daha hareketli. Eskiden annelerimiz, ninelerimiz, spor salonlarında egzersiz mi
yapıyordu Allah aşkına!” diyeceğini biliyorum. Ama annelerinizin, hele hele ninelerinizin
çamaşırlarını elleriyle yıkadığını, en azından merdaneli makine kullandığını, bulaşık makinelerini hiç
görmediklerini, elektrik süpürgeleriyle ömürlerinin son yıllarında belki tanıştığını, bahçelerinde
sebze-meyve yetiştirip her gün değilse bile sık sık ellerinde file çarşı pazar dolaştığını, köyde
kasabada yaşayanlarınsa, tarlada, bahçede gün boyu çalıştığını, kısacası hayatın doğal akışı içinde
zaten aktif biçimde yaşadığını hatırlatmak isterim”(11.03.2012). TıbbileĢtirme sadece cinsiyetçi bir
yaklaĢımla sürmez aynı zamanda normal yaĢam döngüsü içinde belli durumlar ve sorunlar tedavi
edilebilir bir hastalık olarak ilan edilerek, bireyler üzerinde bir kontrol sağlanmakta, kazanç elde
edilmektedir. Örneğin tıbbileĢtirme baĢlığı altında en çok tartıĢılan konulardan biri de kolesterolün
hastalık olup olmadığı ile ilgilidir. Bu konuya eleĢtirel bakanlar yüksek kolesterolün ciddi bir hastalık
gibi sunulması ve yapılacak müdahalenin özellikle de ilaç tedavilerinin gerekli görülmesinin ardında
ilaç firmalarının pazarlama oyunları yattığı yönündedir. Hatta kolesterolün değil, kolesterolü düĢürücü
ilaçların hafıza zayıflığı, kas güçsüzlüğü, bacak ağrısı, iktidarsızlık ya da kansere neden olabildiği
tartıĢılmaktadır. Ġlaç firmalarının pazarlama stratejileri, tüm dünyada kolesterol fobisinin oluĢmasına
neden olarak, onu bir hastalık olarak ilan etmiĢtir (Ravnskov, 2012; DurmuĢ; 2009; Küçükusta, 2011).
Örneklerde de olduğu gibi önemli bir güce ve otoriteye sahip doktorların söylemleri de, değiĢen
hastalık tanımlamalarına ve sağlığın sınırlarının nasıl çizileceğine katkıda bulunmaktadır. Çünkü
hastalığın sınırları geniĢ tutulmaya baĢlandıkça tıbbi bilgi yaĢamın heralanını kuĢatmakta ve önemli bir
iktidar kaynağına dönüĢmektedir. “Anlatmak istediğim şey şu: Sağlıkla hastalık arasındaki “gri
alan”da çok sayıda problem, sorun, can sıkıcı, üzücü şikâyetler vardır: Yorgunluk, el-ayak
uyuşmaları, tekrarlayan sivilceler, kaşıntılar, saç, tırnak sorunları, hazımsızlık, gaz, şişkinlik gibi
sindirim sitemi problemleri, gezici eklem kas ağrıları, çarpıntılar, tansiyon atakları, yeme
bozuklukları bu “gri alan” sorunlarından sadece bazılarıdır. Bunlara onlarcası
eklenebilir”(Müftüoğlu, 30.03.2012). Bireyler artık giderek tüm yaĢamsal faaliyetlerini tıbbi
profesyonellerin eline bırakarak, onlara aynı zamanda tüm bunları değiĢtirme dönüĢtürme, kontrol
altında tutma hakkını da vermiĢtir. Illich‘e (2002: 144) göre yaĢamımız tıbbileĢtirilerek tıbbi gücün
bilgisi ve denetimi altına girmiĢtir. Bu süreçte sağlığımızla ilgili her Ģey kiĢisel olmaktan çıkmıĢ teknik
bir problem haline dönüĢmüĢ, bu durum ise tıptaki profesyonellerin egemenliğinin etkisinin salgın
boyutlara ulaĢmasına neden olmuĢtur. Illich buna “İatrojenez” diyerek, salgının boyutunun analizini
yapmaya çalıĢır (Illich, 1995: 11). Illich‘e göre gündelik hayatımızın her yönü tıbbi profesyonellerin
gücü ve bilgisi ile düzenlenir, kontrol edilir olmuĢtur. Çünkü tıp; sanayi toplumunda bir dönüĢümü
amaçlayan politik hareketin ilk hedefi olma potansiyeline sahiptir. Illich tıbbın, pragmatisttik yönünün
aksine sağlığa yönelik bir tehdit oluĢturduğunu da iddia eder. Tıbbın müdahalesinden kaynaklanan
depresyon, enfeksiyon, sakatlık, uzuvların görevini yapamaması gibi rahatsızlıklar buna örnek olarak
352
verilebilir. Çünkü artık hasta olanlar kadar olmayanlar da tıbba bağımlı hale gelmiĢ, sağlık, bir metaya
dönüĢmüĢtür (Uğurluoğlu, 2003).“Modern tıp “bedeni ve ruhu” da, “insanı ve yaşadığı çevreyi” de
bir bütün olarak düşünüp kabul etmek, “hastalık” olarak kategorize edemediği gri alanda kalan sağlık
problemlerini de “sağlık sorunu” olarak değerlendirip iyileştirici çözümler üretmek
zorundadır”(Müftüoğlu, 30.03.2012). Örnekte de olduğu gibi tıbbın etki ve kontrol alanı geniĢletilmek
istenmektedir. Bu ise bireylere kaliteli ve hastalıktan uzak bir yaĢam sunma söylemi ile
gerçekleĢmektedir.
TıbbileĢtirme baĢlığı altında tartıĢılan konulardan biri de tıbbileĢtirmenin nedenleridir.
tıbbileĢtirmenin sosyal demografik ve politik öncüleri arasında, tıbbi sömürü, teknolojik ilerlemeler,
kültürel tercihler, koruyucu tıp, yaĢlanan nüfus, ilaç endüstrisindeki geliĢmeler, yeni pazar yaratma
stratejileri, sponsor araĢtırmaları, kitle iletiĢim araçlarının tıbbi bilgi akıĢı sağlaması gibi nedenler
sıralanabilir ( Brennan; Eagle; Rice, 2010: 10). Bamforth‘a göre (2004: xxvii) "Batı Toplumu
sağlığına kavuştukça, tıbbın nimetlerinden daha fazla yararlanmak istiyordu". Bu ise tıbbın gücünün
ve kullanım alanının geniĢlemesine neden olmaktadır. Modern tıp hastalıkları iyileĢtirmeden,
hastalıkları gelmeden önleme, sağlıklı bir bedene sahip olmanın koĢullarını sağlama amacına doğru bir
değiĢim yaĢamıĢtır.
DAHA önce yazdığım bir düşüncemi, müsaade ederseniz bugün bir kez daha yinelemek istiyorum:
Geleceğin tıbbı “3P Formülü”nde gizlidir. Geleceğin tıbbı “Predictive/Öngörücü”,
“Preventive/Koruyucu” ve “Personal/Kişiye özel” olmaktadır. Modern tıp eğer bu yaklaşımı
başarabilirse “Dün nasıldınız, bugün nasılsınız?” sorularına yeni bir soru daha ilave etme şansı
olacaktır: “Yarın nasılsınız?”. Ve işte o zaman gerçekten başarılı olacak, ömrümüze ömür katacak
ama ömrümüze ömür katmaktan ziyade daha güzel, daha keyifli, daha huzurlu yaşamamıza yardımcı
olacaktır (Müftüoğlu, 30.01.2012)
Gündelik hayatın kim tarafından tıbbileĢtirildiği de bir tartıĢma alanıdır. Foucault'un günümüzde
mikro iktidara yaptığı vurgu, iktidarın görünmez yapısı ve iktidar yapılarının çokluğu bu tartıĢma
içinde ele alınabilir. Sezgin'e göre (2011: 57) Batı toplumlarında tıbbın sosyal kontrol özelliği
geniĢlemektedir. Bu durum tıbbileĢtirmenin görünmez ve dolaylı yoldan gerçekleĢtirilebilmesinden
kaynaklanmaktadır. Bu kontrol, gündelik yaĢamın tüm alanlarına kolaylıkla sızmakta, bu alanlar ve
tıp arasındaki bağı sağlayarak geniĢlemektedir. Alanlar arası içi içe geçiĢ ise; ilaç, tıbbi teknoloji,
kozmetik ve diğer farklı endüstri ve sektörleri beslemekte ve güçlendirmektedir.
Söz konusu tıbbileĢtirmenin aynı zamanda ilaç Ģirketlerinin pazarlarını daha çok geniĢletmek için
baĢvurdukları yeni bir yöntem olduğu da söylenebilir. Bauman‘a göre hastalıkları iyileĢtirecek yeni
ilaçlar geliĢtirecekleri yere, yeni hastalıklar türeterek onlara uygun ilaçlar pazara sürülmektedir. Bunun
ise tüketim piyasasının bir sonucu olduğunu söyleyen ve eleĢtiren Bauman‘a göre (2011: 82)
günümüzde yeni üretilecek malların arzı talebe göre Ģekillenmemekte, tam tersi mevcut üretilen
mallara göre ihtiyaçlar yaratarak, tüketim o yöne teĢvik edilmektedir. Hepimizin normal yaĢam
sürecinin bir parçası olarak ortaya çıkan kimi rahatsızlıklar; mide ekĢimesi, utangaçlık, adet öncesi
gerginlik gibi durumlar hastalık olarak ilan edilip, tıbbi olarak adlandırılarak insanda kaygı uyandıran
birer hastalığa dönüĢtürülmektedir. Örneğin mide ekĢimesi gasro-özofajiyal reflü, örneğin utangaçlık
durumu ise ‗sosyal anksiyete bozukluğu‘ olarak adlandırılarak acil tıbbi yardımı gerektiren birer
duruma dönüĢmüĢtür.
SAĞLIK-GÖRÜNÜM ĠLĠġKĠSĠ ETRAFINDA BEDENĠN DENETĠMĠ: ġĠġMANLIĞIN
TIBBĠLEġMESĠ
ġiĢmanlığın, özellikle tüketim kültürü içinde önemli bir soruna dönüĢmesinde hem sağlık hem de
estetik kaygıların bir arada olmasının etkisi büyüktür. Özellikle yeni beden imajları (formda olan,
genç, zinde, pürüzsüz) ĢiĢmanlığın hem estetik hem de sağlık normları etrafında değerlendirilmesine
neden olur. Çünkü bedensel formlara ve özell kle Ģ Ģmanlığa l Ģk n algıların değ Ģmes 20. Yüzyıl
sanay toplumu le ortaya çıkan b r durumdur. Bedensel görünüme l Ģk n değ Ģen algılar ve özell kle
Ģ Ģmanlığın tıbb leĢt r lmes , kültürel ve toplumsal olarak bedensel formların nasıl nĢa ed ld ğ n de
göster r. Örneğ n, yemeğ n kıt olduğu b rçok dönemde ĢiĢmanlık yüksek statünün göstergesi olarak
353
kabul edilirken, zayıflık ise, hastalığın ve düĢük statünün göstergesi olarak kabul edilmiĢtir. 20.
Yüzyılın baĢlarına kadar gerek Avrupa gerekse Amerika toplumlarında özellikle kadınlarınzayıflamak
yerine kilo almaya çabaladıkları görülmektedir (Saguy; Gruys, 2010: 233). Zenginliğin ve refahın
sembolü olan ĢiĢmanlık artık günümüzde kontrolsüzlüğün, tembelliğin, iradesizliğin bir ifadesi olarak
karĢımıza çıkmaktır (Grogan, 1999: 6, Pedersan, 2010: 7). Bu ise ĢiĢmanlığın birçok açıdan ele
alınarak gerek tıbbi gerekse ticari söylemlerle nasıl yeniden üretildiğini degöstermektedir.
ġiĢmanlığın tıbbileĢtirilmesinin en önemli göstergesi, ĢiĢmanlığın tıbbi kavramlar yoluyla
tanımlanması ve çeĢitli yollarla hesaplanması olarak kabul edilebilir. ġiĢmanlık ve onun
kategorilerinin tanımlanmasında; kilonun, boyun karesine oranlaması (kg/m2) yoluyla elde dilen
vücut kitle indeksi kullanılarak yapılır. Bu hesaplamanın sonucunda eriĢkinlerde vücut kitle indeksi
25‘in üzerinde olanlar fazla kilolu, 30‘un üzerinde olanlar ise obez olarak tanımlanır (Caballer, 2007:
2, Babaoğlu; Hatun, 2002: 8). Bunun yanı sıra bel çevresi ve bel kalça oranı da buna eklenerek,
ĢiĢmanlığın kategorileri geniĢletilmiĢtir. Bel çevresi kadınlarda 80‘den, Erkeklerde ise 94‘den büyükse
kilolu, Kadınlarda 88‘den büyük, erkeklerde ise 102‘den büyükse obez kabul edilmektedir. Bel kalça
oranında ise; Erkek >1.0, kadın>0,8 olması durumunda kiloya bağlı sağlık sorunlarının olma riskinin
artığı da bildirilmektedir (Müftüoğlu, 20.11.2012).
Obezite ĢiĢmanlığın en üst ve en önemli kategorisi olarak kabul edilir ve neden olduğu hastalıklar
bağlamında risk faktörleri oluĢturduğu için tıbbileĢtirilmez, kendisi baĢlı baĢına bir hastalık olarak ele
alınır (Conrad, 2007: 119). Obezitenin bir hastalık olarak ele alınması uluslararası düzeyde politik
süreçlerin konusu olmasına da neden olmaktadır. ġiĢmanlık ve obezitenin ilk olarak Dünya sağlık
örgütü tarafından 1977 yılında yayınlanan b ld r s yle nsanlığın sağlığını olumsuz yönde etk led ğ
ç n b r sorun olarak tanımlandığı görülmekted r (Ertin, 2010: 15). Özellikle obezite epidemisinden
bahsedilmesi bunun en önemli göstergesidir ( Wright, 2009: 2, Ertin, 2010: 15, Gedik, 2003: 1).
Obezite bir yandan epidemik bir hastalık olarak tanımlanırken, öte yandan ĢiĢmanlık sınırları da
muğlaklaĢmaya baĢlar. Fazla kilolu kiĢiler bir risk faktörü olarak görülmeye ve hasta olarak ilan
edilmeye baĢlanır. Örneğin ĢiĢmanlığın en üst aĢaması olarak kabul edilen ―morbid obezite‖ cerrahi
müdahale gerektiren bir hastalık olarak ele alınırken, tıbbileĢtirme ile birlikte fazla kilolu ve obez
kategorisine giren kiĢiler de birer hasta olarak kabul edilir (Blackburn, 2011: 890). “Fazla kilolu
olmak bir sağlık sorunudur, obezite düzeyine ulaştığındaysa bir “hastalık” haline gelir. Kilo sorunu
düzeyi ne olursa olsun daha en başından beri dikkatle izlenmelidir”(Müftüoğlu,20.08.2012).
ġiĢmanlığın tıbbileĢtirilmesinin ardında gösterilen en önemli etken, ĢiĢmanlıkla beraber gelecek
hastalıkların sayısı ve önemidir. ġiĢmanlıkla birlikte vücutta biriken yağ miktarı ve dağılımının birçok
hastalığa neden olduğu ve kiĢilerin sağlığını olumsuz yönde etkilediği tartıĢılmaktadır. Özellikle kalp
damar hastalıkları, hipertansiyon, meme, prostat, kolon, endometriyum gibi pek çok kanser türleri, tip
II diyabet, osteoartrit, safra kesesi hastalıkları, solunum sitemi ile ilgili pek çok hastalığın ĢiĢmanlıkla
iliĢkili olarak artıĢ gösterdiği söylenmektedir (Aslan; Atilla, 2010: 169, WHO, 2004). “Fazla kilo ve
obezite, her 4 kişiden birinin „belası‟. Ve bu durum, başta şeker hastalığı, hipertansiyondan damar
sertliğine, romatizmadan kansere birçok hastalığın da ana sebebi. Bu nedenle, fazla kilo ve obezite
konusunda hepimizin uyanık olması gerekiyor. Çünkü ne bedenimiz ne ruhumuz aşırı yağlanmaya
direnemiyor, yaş ellileri geçti mi isyan bayrağını çekiveriyor!” (Müftüoğlu, 19.11.2012). ġiĢmanlık
söylemsel olarak sadece sebep olduğu hastalıklarla birlikte anılmaz baĢlı baĢına bir hastalık olarak
kabul edilir. ―ŞİŞMANLIK genetik ve çevresel etkileşimleri olan, yalnızca irade yetersizliği ile
açıklanamayacak kadar ciddi, oldukça karmaşık ve kronik bir hastalıktır…” “Hastalığın kalbi,
solunum sistemini, kas, kemik ve eklemleri, deriyi, böbreği, karaciğeri, hormonal sistemi ve psikolojiyi
derinden etkilediği unutulmamalıdır” (Müftüoğlu, 19.11.2012).
Bu ise ĢiĢmanlığın doğrudan tıbbın konusuna dâhil edilmesine ve tıbbın ĢiĢmanlık üzerinde sosyal
kontrol geliĢtirilmesine neden olmaktadır. Tıbbın ĢiĢmanlığa iliĢkin artan kontrolünü, medyada yer
alan uzmanların konuyu iĢleme sıklığı ve ele alıĢ tarzı da kanıtlamaktadır. “Ve yaşadığımız erişkin tipi
diyabet patlamasının, hipertansiyon fazlalığının, karaciğer yağlanması yaygınlığının ve daha pek çok
sağlık sorununun (gut hastalığı, bazı kanserler, safra kesesi taşları, romatizmal sorunlar) arkasında
da aynı sorun vardır: İnsülin direnci, fazla kiloluluk/göbeklenme/obezite! (Müftüoğlu, 09.01.2012)‖.
Örneğin Türkiye‘de birçok rahatsızlığın artmasında giderek artan ĢiĢman sayısı gösterilmekte ve
bunların sağlık bütçesinde ciddi bir maliyete neden olduğu söylenmektedir. ġiĢmanlığın neden olduğu
354
en önemli hastalıkların baĢında gösterilen Ģeker hastalığına harcanan paranın, sağlık bütçesi içinde
önemli bir yere sahip olduğu söylenmektedir. ―Dünya genelinde 300 milyon diyabet hastasının
tedavisi için yılda 465 milyar dolar harcanıyor. Türkiye‟de ise bu rakam 6 milyon hastaya karşılık 13
milyar TL‟yi buluyor. 2030 yılında dünyadaki diyabetli sayısı 552 milyonu bulacak”(Hürriyet,
16.09.2012). ġiĢmanlığın hangi hastalıklara zemin hazırladığı sıklıkla tartıĢmaya açılmakta, bu
hastalıkların getireceği toplumsal ve ekonomik yükün önemine dikkat çekilmeye de çalıĢılmaktadır.
―Kilo sorunu ve obezitenin yaygınlaşmasıyla birlikte diz, kalça eklemi sorunu olanların, karaciğeri
yağlanıp safra keseleri taşla dolan vatandaşlarımızın sayısı da artıyor (Müftoğlu, 01.10.2012)
ġiĢmanlığın küresel bir boyutta tartıĢılmasının ardında da tüketim kültürünün yarattığı yeni
beslenme alıĢkanlıkları ve bu beslenme alıĢkanlıklarının ortaya çıkardığı sorunlar yatmaktadır.
Özellikle ortaya çıkan ucuz ve yağlı beslenme sistemi bu sorunların temel nedeni olarak
gösterilmektedir (Brewis, 2010: 2). “Kilo fazlalığı sorunu, çocuk ve gençlerimizin önemli
problemlerinden biri oldu… Okuldaki beslenme tarzları, yenilip içilenler, evdeki, okuldaki, sokaktaki
atıştırmalar, içtikleri meşrubatlar çok ciddi konular. Aktivitesi az ve “tembellik” noktasına varan
hareketsiz hayat biçiminin yaygınlaşması da büyük bir tehdit. Televizyon ve bilgisayar karşısında
geçirilen uzun saatler çocuklarımızı şişmanlatıyor ama bana sorarsanız onlar en çok da meyveli,
kolalı, gazlı, şekerli içecekler ve fast food besinler, bisküvi, gofret, cips gibi atıştırmalıklar ve
“aktivitesizlik” sebebiyle kilo alıyorlar”( Müftüoğlu, 23.11.2012).
Tüketim kültürü bir yandan bedeni daha fazla tüketmeye sevk ederken, öte yandan ironik bir
Ģekilde toplumları bu tüketimin sonucu oluĢan ĢiĢmanlık sorunuyla, politik olarak mücadele etmek
zorunda bırakmıĢtır. Turner (2011: 36) ĢiĢmanlığın ve bundan kaynaklı sorunların artmasının bolluk
toplumunun bir özelliği olduğunu savunmaktadır. Özellikle ĢiĢmanlık ikinci dünya savaĢından sonra
bolluk toplumunun bir özelliği olarak ortaya çıkmakta ve ĢiĢmanlık gibi alkolizm, Ģeker hastalığı yeni
medeniyet hastalıkları olarak görülmeye baĢlanmaktadır ve bu hastalıklar çoğunlukla ―yaşam tarzı
hastalıkları‖ olarak adlandırılmaktadır (Müftüoğlu, 27.11.2012).
Bu medeniyetler hastalığı hem önemli bir kâr kaynağına dönüĢmeye, hem de politik kararların
hedefi haline gelmeye baĢlamıĢtır. Bu durum aynı zamanda ĢiĢmanlığın neden tıbbileĢtirildiği
sorusunu da gündeme getirmektedir. Özell kle nce beden n b r değer normu olması ve bunun da
güzell k ve sağlık le eĢ tutulması Ģ Ģmanlığın hem tıbb b r prat kte hem de kültürel b r prat kte
ötek leĢt r lmes ne neden olmaktadır.
Turner‘a göre günümüz toplumlarında nce beden; gençl k, akt fl k ve sağlığın s mges hal ne
geld ğ ç n Ģ Ģmanlık bu kültürde aĢağılanarak, b r tür kontrolsüzlüğün s mges hal ne gelm Ģ ve ahlak
olarak da yargılanmaya baĢlanmıĢtır. Onun b rçok hastalıkla özdeĢleĢt r lmes üzer nde tıbb b r
müdahalen n gerekl l ğ n meĢrulaĢtırmıĢtır (Turner, 2011: 36). Batı toplumunda artan k lo sorunu ve
özell kle obez ten n bu süreç üzer nde etk s olduğu söyleneb l r. Nüfusun genel yapısını ve n tel ğ n
tehd t ett ğ düĢünülen obez te, öneml b r sağlık sorunu olarak ele alınmaya ve çoğu batı toplumunda
ulusal pol t kalara konu olmaya baĢlamıĢtır (Wr ght, 2009). Bu yüzden tüm Ģ Ģmanlık kategor ler de
bu çerçevede ele alınarak tıbb leĢt r lmeye baĢlanmaktadır.
Foucaultcu perspektiften bakarsak, ĢiĢmanlık ve buna bağlı olarak bedensel görüntü ile ilgili sağlık
davranıĢları birer risk faktörü olarak görülerek sosyal kontrolün ve gözetimin bir parçası olarak el
alınıp tartıĢılabilir (Wray, Deery, 2008, s. 231). Sağlıklı ve nitelikli bir nüfusa sahip olmak ĢiĢmanlık
ve onun yol açtığı hastalıklardan, bedensel görünümdeki bozukluklardan kurtulmanın bir ön koĢulu
olarak kabul edilir. ġiĢmanlığın biyo-politik sürecin parçası haline gelmesi ĢiĢmanlıkla ilgili
mücadelenin hem kamusal hem de bireysel bazda yürümesine neden olur. Tıpkı sağlık davranıĢı gibi
ĢiĢmanlıkla ilgili alınacak önlemler ve stratejiler de bireyselleĢtirilmeye baĢlanır. KiĢinin bedensel
görüntüsünü ve kilosunu kontrol etmesi hem tıbbi, hem sosyal, hem de politik bir gereklilik olarak
sunulur. Ayrıca ĢiĢmanlıkla mücadelenin ekonomik maliyetinin yüksek olması nedeniyle bu sorunun
bireyselleĢtirilerek çözümünün de alınacak bireysel önlemlerde yattığı vurgulanır. ―Şişmanlık sorunu
yaşayan biriyseniz kilonuz üzerindeki kontrolünüzü özenle sürdürmelisiniz. Kilo yönetiminin üç temel
unsuru olduğunu bir kez daha hatırlatalım: Aldığınız kalorileri azaltmak, daha çok kalori harcamak
ve yeme davranışınız üzerindeki kontrolü bırakmamak”(Müftüoğlu, 08.07.2012). ġiĢmanlık hem
sosyal, hem politik, hem de medikal yönü olan bir durumdur ( Brewis, 2010).
355
Özellikle Amerika ve Batı toplumlarında obezitenin ciddi bir sorun olarak ortaya çıkması ve
obezite ile birlikte hastalıkların sayısındaki artıĢ kamu sağlığına önemli yükler getirmiĢtir. Bu maliyeti
düĢürmek ve toplum sağlığını korumak adına obeziteye iliĢkin alınacak bireysel önlemlerin önemi
sıklıkla toplum içinde tekrarlanmaktadır. ġ Ģmanlığın tıbb leĢt r lmes n n ardında b r yandan sosyal
kontrol amacı yatarken, öte yandan Ģ Ģmanlıkla lg l çok büyük b r p yasaya sah p olan, d yet, spor,
kozmet k ve laç sektörünün t car kaygıları da yer almaktadır. Tıbb anlamda Ģ Ģmanlığın tedav s nde
diyet tedavisi, fiziksel etkinliğin artırılması, davranıĢ değiĢikliği tedavisi, gerekli durumlarda ilaç
tedavisi ve cerrahi tedavi yöntemleri kullanılmaktadır (Aslan; Atilla, 2010: 17). Bu tür uygulamalar
çok farklı sektörde yer alan çeĢitli firma ve ürünlere önemli ölçüde kazanç sağlamaktadır. Alternatif
tıp dıĢında ilaç firmaları tarafından üretilen çeĢitli zayıflama ilaçları, hızla açılan spor salonları ve
zayıflama merkezleri, diyet reçeteleri, kozmetik sektörünün piyasaya sürdüğü kremler, hızla artan
güzellik merkezleri ve burada uygulanan estetik operasyonları bunlardan sadece bir kaçıdır. Özellikle
diyetler de, ĢiĢmanlıkla mücadele ve estetik değerlerin yaratılmasında etkili bir yöntem olarak
kullanılır. Örneğin kilo yöntemi konusunda yazdığı ―diyete baĢlarken‖ baĢlıklı yazıda uzman doktor
sadece diyete iliĢkin bilgiler yer vermez, aynı zamanda bireylerin çok farklı sektörlerle olan iliĢkisi ve
neler yapması gerektiğine yer vermektedir. ―Önce samimi ve kalıcı bir söz vermelisiniz. Kararlı bir
başlangıç için gerekli olan ön hazırlıkları ciddi bir şekilde ele almalısınız. Örneğin, spor ayakkabılar
ya da tartı cihazı almak, egzersiz ve yürüyüş programlarına üye olmak, beslenme programları
yapmak, alışveriş listenizi oluşturmak ve “Hemen bugün, en geç yarın sabah başlamak” sözünü
vererek işe hemen girişmek ilk aşamadır”(Müftüoğlu, 08.05.2012). Medyada yer alan uzmanlar bir
yandan çeĢitli diyet listeleri yayınlarken, öte yandan moda diyetler yerine tıbbi diyetlerin gerekliliğini
savunur. Örneğin ĢiĢmanlıkla mücadele eden bir ebeveyn için ―Çocuğunuza “moda” diyetlerden
hiçbirini uygulamayın. Doktorundan ve onun size önereceği bir beslenme uzmanından yardım alın”
önerisi uzman eĢliğinde yürütülecek diyetlerin önemini bir kez daha vurgulamaktadır. ―Çocuğunuzda
bir kilo problemi varsa her şeyden önce bir uzman hekime danışın. Bu sorunun tıbbi temellerinin olup
olmadığını araştırmadan ne diyete ne de egzersiz yoğunlaştırıcı önlemlere yönelin. Doktorunuz
bunları zaten planlayacaktır” (Müftüoğlu, 23.11.2012). Sağlıklı ve güzel bireyler, sağlıklı toplumsal
bedenler yaratmak bu sürecin bir parçasını oluĢturur. Çünkü gerek medikal diyetler gerekse dini bir
çileciliğin sonucu uygulan rejimler bedeni yönetme amacı taĢır (Turner, 1991: 160, Turner, 2011).
Tıbbi yaklaĢım, çileci diyetin bireyler üzerinde yarattığı travmatik etkileri de tartıĢarak, bireyleri
uygulayacakları tıbbi diyetin onları kısıtlamadan yaĢamaya sevk edeceği ve bireysel farklılıkları göz
önünde bulunduracağı görüĢünden yola çıkarak önerilerde bulunmaktadır. Müftüoğlu: ―Diyet dediğiniz
medeni olmalı! Diyet yaparken de gezebilmeli, eğlenebilmelisiniz. Diyetinizi düşmanınız gibi
görmemelisiniz. Yeni bir hayat tarzı gibi kabul etmelisiniz. Profesyonel bir yardım almadan, tıbbi bir
denetimden geçmeden, beslenme ve egzersiz uzmanlarının size özel önerilerini öğrenmeden
çıkacağınız diyet yolculuğu yarı yolda biter (21.03.2012).”
ġiĢmanlığın hastalık olarak ilan edilmesinin ardında yatan bir diğer etken ise ĢiĢmanlığın
tedavisinde kullanılacak ilaçların piyasaya sürülmesidir. Farklı amaçlarla piyasaya sürülen bu ilaçlar,
obez bireylerde kilo kaybını sağladığı tespit edilince, obezitenin hastalık olarak ilan edildiği ileri
sürülmektedir (Öztürk, 2012). Tıp uzmanları bu konuya iliĢkin olarak antidepresan olarak geliĢtirilen
―Sibutramin‖ adında bir ilacın obezite tedavisinde kullanmasını örnek olarak vermektedir. Öztürk‘e
göre (2012: 6) antidepresan olarak geliĢtirilen bu ilaç, antideprasan etkileri hiç yayınlanmadan kilo
kaybına yol açma etkisi tartıĢılmıĢtır. 1997 yılında FDA (Amerikan Gıda ve Ġlaç Dairesi) tarafından
obezite tedavisi için resmi olarak onaylanan "Sibutramin" on yıldan uzun sürece piyasada kalmıĢ ve
milyonlarca satmıĢtır. Ġlacın resmen piyasaya obezite tedavisi için sürülmesi ile birlikte 1999 yılında
Avrupa Obezite AraĢtırma Derneği, Milano Deklarasyonu ile obeziteyi çok büyük bir halk sağlığı
problemi olarak ilan etmiĢtir. Ancak ilacın hipertansiyon ve kardiyovasküler hastalık riskinde artıĢa
neden olduğu tespit edilmiĢ ve 2010 yılında Türkiye‘nin arasında bulunduğu Avrupa ülkelerinde ve
ABD‘de piyasadan kaldırılmıĢtır. Kilo sorununa iliĢkin çeĢitli gıda ve ilaç destekleri uzmanlar
tarafından önerilmeye devam edilmiĢtir.
“Çoğu kişi kilo kaybını hızlandırabilmek için bazı desteklerden yardım umar. Biz de bu desteklerin
çoğu, içine eklenen sağlıksız ve zararlı maddeler nedeniyle tehlikeli olabildiklerinden böyle isteklerde
bulunan hastalarımıza kaşlarımızı kaldırıveririz! Israra devam ederlerse CLA, yeşil çay özleri,
356
Kromium gibi etkisi kısmen kanıtlanmış bazı desteklerin kullanılabileceğini söyleriz. Bu desteklere son
yıllarda yenileri eklendi. Bunlardan biri “litramine” içeren bir yağ tutucu. Aslında kaktüs
yapraklarından elde edilen patentli bir lif kompleksi bu. Uzun süredir kullanılan bir başka yağ
tutucudan, Orlistat‟tan farklı olarak bağırsak fonksiyonlarını etkilemiyor, gaz, ishal yapmıyor.Bir
diğer ürün ise “phaselite” içeren bir destek…”(Müftüoğlu, 06.01.2012).
Kısacası ġiĢmanlık da tıpkı insan yaĢamının diğer doğal evreleri gibi menopoz, adet öncesi
sendromu, hamilelik, hiperaktivite gibi tıbbileĢtirilerek yeni pazarların kar üretiminin hedefi haline
gelmiĢtir. Bir yandan yeni pazarlar oluĢurken, öte yandan tıp ve diğer kurumların iĢbirliği içinde beden
üzerinde gerçekleĢecek disiplin stratejilerinin üretimini de sağlamıĢ olur.
SONUÇ
Günümüzde medya aracılığıyla tıbbi söylem yaĢamın her alanını kuĢatarak bireyleri yönlendirme
Ģansı bulmuĢtur. Medya bazen popüler bir dil kullanarak, bazen de alanında uzman kiĢilerin
görüĢlerine baĢvurarak, sağlık, beslenme, yaĢlılık, zayıflık, ĢiĢmanlık, çeĢitli hastalıklar konusunda
bireyleri bilgilendirmektedir. Hastalık riski ve güzel görünüm üzerinden çok sayıda öneri ve disiplin
stratejilerine yer vermektedir. Bunlar içinde ĢiĢmanlığın dikkat çekici bir Ģekilde son dönemde
iĢlendiği görülmektedir. Özellikle tüketim kültürü içinde, ince bedenin bir güzellik normu haline
gelmesi ve sağlığın temel değiĢkenlerinin farklılaĢması, ĢiĢmanlığın hem tıbbi hem toplumsal olarak
tartıĢılmasını beraberinde getirmektedir. Artan obezite oranı ve obezitenin hastalık olarak tıp
literatürüne resmi olarak geçmesi ĢiĢmanlığın tüm aĢamalarının da hastalık riski ve korkusu üzerinden
tanımlanmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla ĢiĢmanlık ciddi bir sağlık sorunu olarak tanımlanarak
üzerinde her türlü tıbbi müdahale meĢrulaĢtırılmaya baĢlamaktadır. Fazla kilolu, ĢiĢman, obez her
kategoride birey için bir takım bireysel ve politik önlem gerekli görülmekte, bütün bunlar sağlığı
koruma, hastalıkları önleme adına yapılarak nüfusun yönetimselliğini içeren biyo-iktidara kendini
iĢleme alanı da yaratmaktadır. Çünkü kaliteli, sağlıklı bir nüfus iktidarın varlığı için önemli bir öğe
olmaya baĢlamıĢtır. Aynı zamanda ĢiĢmanlığın önlenmesi için yaratılan yeni endüstriler önemli bir kâr
kaynağına dönüĢerek, ĢiĢmanlığın ticarileĢmesini sağlamaktadır. Spor, beslenme, kozmetik ve ilaç
endüstrisi bunlardan sadece bazılarıdır.
Medyada yazılarını analize dahil ettiğimiz Osman Müftüoğlu, ister fazla kilolu olsun, ister ĢiĢman
tüm bireyleri hastalık riski üzerinden tanımlanmıĢ ve bir takım önlemleri gerekli görmüĢtür. Uzman
desteği sıklıkla vurgulanmıĢ, tıbbi kontrollerin belli aralıklarla yapılması gerektiği, sağlıklı beslenme
reçeteleri, yapılması gereken sporsal faaliyetler tek tek sıralanmıĢtır. Osman Müftüoğlu, günümüz
tüketim toplumu içinde bireylere dayatılan ―genç‖, ―güzel‖, ―sağlıklı‖ ve ―pürüzsüz‖ bir bedene sahip
olmanın koĢullarını yerine getirmeleri için tıbbi bilginin yardımıyla çok sayıda reçete üretmekte, farklı
uzmanlarla iĢbirliği içinde, bireylere yeni bir yaĢam tarzı sunmaktadır. Sağlık baĢlığı altında yemek
tarifleri, zayıflama yöntemleri, egzersiz çeĢitleri, diyetler, beslenme önerilerinde bulunmakta, bu ise
bireyler açısından uzman yardımıyla kendi bedenlerini yönetme imkânı doğmasına neden olmaktadır.
Çok sayıda seçenek içinde seçim yapma zorunda olan birey, bir yandan kendi sağlığına iliĢkin
sorumluluk sahibi olması gerektiği yönünde baskı altına alınırken, öte yandan kendi sağlığı için bedeni
üzerinde oluĢturulacak söylemlerin ve geliĢtirilecek disiplin stratejilerini kabullenmesi yönünde
baskılanmaktadır. Bu ise uzmanlara bireylerin bedenini düzenleme ve dönüĢtürme imkanı
tanımaktadır. Sağlığın özellikle alınabilir, satılabilir önemli bir kâr nesnesine dönüĢmesi, onun
üzerinden geliĢtirilecek stratejileri de önemli kılmaktadır. ġiĢmanlığın neden olduğu sorunların
hastalık riski üzerinden tanımlanması, ĢiĢman olmasa bile, hafif düzeyde kilo sorunu olanların tıbbi
desteğin gerekli olduğu konusunda zorunluluk hissetmesine neden olmaktadır.
KAYNAKÇA
Aslan D., Attila S. (2002). ―Önemli Bir Sağlık Sorunu: ġiĢmanlık‖, Sted , Cilt: 11, Sayı: 5, s. 169-171.
Babaoğlu K., Hatun ġ. (2002). ―Çocukluk Çağında Obezite‖, Sted , Cilt: 11, Sayı: 1 , s. 8-10.
Bamforth I. (2004). Kütüphanedeki Beden, Çev. Begüm Kovulmaz, Agora Kitaplığı: Ġstanbul
Barbe J. W. (2008). ―Meno-Boomersand Moral Guardians: an Exploration of the Cultural
Construction of Menopause‖, Sociology of the Body, Edt. Malacrida C., Low J.,
357
Oxford Universty Press: Canada, s. 330-333.
Bauman Z. (2011). Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup, Çev. Pelin Siral, Habitus
Yayınları: Ġstanbul
Blackburn G. L. (2011). ―Medicalizing Obesity: Individual, Economic, and Medical
Consequences‖, American Medical Association Journal of Ethics, Volume :13,
Number: 12, s. 890-895.
Brennan R., Eagle L., Rice D. (2010). ―Medicalizationand Marketing‖, Journal of Macromarketing,
Volume: 30, Number: 1, s. 8-22.
Brewis A. A. (2011). Obesity, Cultural and Biocultural Perspectives, Rutgers University
Press: New Brunswick
Caballero B. (2007). ―The Global Epidemic of Obesity: An Overview‖, Epidemiologic
Reviews, Volume: 29, s. 1-5.
Cindoğlu D., Cengiz F. S. (2010). ―Türkiye‘de Doğumların Medikalizasyonu; Feminist Bir BakıĢla
Sezaryen Problemini DüĢünmek‖, Kadını Görmeyen Bilim ve Sağlık Politikaları, Türk
Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Kongre Kitabı, II. Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı
Kongresi, s. 51-64.
Conrad P. (1992). ―Med cal zat on and Soc al Control‖, Annual Rev ew of Soc ology, Sayı: 18, s.
209-232.
Conrad P., Mackie T., Mehrotra A. (2010). ―Estimatingthe Costs of Medicalization‖, Social
Science&Medicine , Sayı: 70, s. 1943-1947.
Conrad P., Schneide J. W. (1992) Devianceand Medicalization, Temple University Press: Philadelphi
Conrad P. (2007). The Medicalization of Society, The Johns Hopkins University Press: Baltimore
DurmuĢ M. (2009). Kolesterol ve Akıl Oyunları, Hayykitap: Ġstanbul
"Dünyanın en kalabalık 4. ulusu Diyabetliler" http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/21476212.asp,
(Hürriyet, 16.09.2012).
Erbaydar T. (2001). ―Sağlık; Kimin Ġçin?‖, ToplumBilim, Sayı: 13, s. 49-58.
Ertin H. (2010). ―ġiĢmanlık Ġçin Farklı Bir Çözüm: Kilo Ver, Para Kazan‖, Hayatsağlık, Sayı:
1, s. 15-17.
Foucault M. (2003). "Benlik Teknolojileri", Kendini Bilmek, Edt. Gutman H., Foucault M., Hutton P.
H., Çev. Gül Çağalı Güven, Om Yayınevi: Ġstanbul
Foucault M. (2006). Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ġmge Yayınevi: Ankara
Foucault M. (2002). Kliniğin Doğuşu, Çev. Temel KeĢoğlu, Doruk Yayınları: Ġstanbul
Gabe J., Bury M., Elston M. A. (2004) Key Concepts in Medical Sociology, Sage Publications:
London.
Gedik O. (2003). ―Obezite ve Çevresel Faktörler‖, Turkish Journal of Endocrinologyand
Metabolism, Suppl. 2, Cilt: 7, s. 1-4.
Grogan S. (1999). Body Image : Understanding Body Dissatisfaction in Men, Womenand
Children, Routledge : Florence
Illich I. (1995). Sağlığın Gaspı, Çev. S. Sertabiboglu, Ayrıntı Yayınları: Ġstanbul
Illich I. (2002). Tüketimin Köleliği, Çev. Mesut KaraĢahan, Pınar Yayınları: Ġstanbul
Küçükusta A.R. (2011). Biri Bizi Hasta Ediyor, Hayykitap: Ġstanbul
Marglin F. (2008). ―Rasyonalite ve YaĢanan Dünya", Bilim ve Postmodernizm Tartışmaları, Edt.
358
Albert M., Chomsky N., Ellis K., Lubiano W., Frederique M., Marglin S., Ehrenreich B.,
Albert ., Nandy A., Çev. Sevinç Altınçiçek, Taylan Doğan, BGST Yayınları: Ġstanbul
Obesity: Preventingand Managing The Global Epidemic, Report of a WHO Consultion, 2004.
Öztürk M. (2012). ―Modern Tıbbın Hastalık Üretme Hastalığı, Sağlık DüĢüncesi ve Tıp
Kültürü Dergisi, Sayı: 23, s. 6-7.
Pedersen S. (2010). Female Form İn the Media: Body İmage and obesity, Ginatsichlia,
Alex Johnstone, M&K Publishing: Cumbria, s. 5-12.
Ravnskov U. (2012). Kolesterol Gerçeği, Çev. Müge Kınay, Tuzak Büyük, Hayykitap:
Ġstanbul
Saguy A. C., Gruys K. (2010). ―Morality and Health: News Media Constructions of Overweight and
Eating Disorders‖, Social Problems, Volume: 57, s. 231–250.
Savran G. (2010). ―Modern Tıp ve Bilimin Kadın Bedenini Denetleme Bicimi‖, II. Kadın Hekimlik ve
Kadın Sağlığı Kongresi, Kadını Görmeyen Bilim ve Sağlık Politikaları, Türk Tabipleri Birliği
Merkez Konseyi Kongre Kitabı, s. 23-30.
Sezgin D. (2011). Tıbbileştirilen Yaşam Bireyselleştirilmiş Sağlık, Ayrıntı Yayınları: Ġstanbul
Turner B. S. (2011). Tıbbi Güç ve Bilimsel Bilgi, Çev. Ümit Tatlıcan, Sentez yayınları: Bursa
Turner B. S. (1991). ―The Discourse of Diet‖, The Body: Social Process and Cultural Theory Edt.
Featherstone M., Hepworth M., Turner B. S., Sage Publications: London, 19, s. 157-170.
Uğurluoğlu
Ö.
(2003).
YaĢamın
tıplaĢtırılması,
Radikal
Gazetesi,
09/11/2003,
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=2719 , EriĢim Tarihi: 08/07/2013
Weber M. (1986). Sosyoloji Yazıları, Çev. Taha Parla: Ġstanbul.
Wray S., Deery R. (2008). ―The Medicalization of Body Size and Women‘s Healthcare, Health Care
for Women International,Volume: 3, No: 29, s. 227-243.
Wright J. (2009). "Biopower, Biopedagogies and Biopolitics and the Obesity Epidemic‖,
„Obesity Epidemic‟ Governing Bodies, Edt.Wright J., Harwood V., Routledge:
Newyork, s. 1-14.
Yavuz C. Ġ. (2010). ―Yeni Sağlık AnlayıĢı ve Yeni Tıp Üzerine Değinmeler‖, Toplum ve Hekim, Cilt:
25, Sayı: 6, s. 411-424.
Zola I. K. (1972). ―Medicine as an Institution of Social Control‖, Sociological Review, No: 20, s.
487–504.
359
D11 OTURUMU
GEZĠ PARKI
360
YENĠ BĠR SOSYO-POLĠTĠK MUYHALEFET BĠÇĠMĠ OLARAK GEZĠ PARKI
HAREKETĠ
Muammer Tuna1
Özden Tenlik2
ÖZET
Gezi parkı eylemleri olarak ortaya çıkan hareketi, Yeni Toplumsal Muhalefet olarak anlamak
mümkün olabilir. Bu hareketi aynı zamanda, Türkiye‘de gerçek anlamda bir ―çevre/kentlileĢme
hareketi‖ olarak yorumlamak da mümkün olabilir.
Bu harekete Yeni Toplumsal Muhalefet denilebilmesinin temel nedeni mevcut muhalefet
hareketinin ilerisinde ve ötesinde bir hareket olmasıdır. Aslında geleneksel siyaset bilimi jargonuna
göre, Gezi Parkı Hareketine tam anlamıyla bir siyasi hareket bile denilemez. Ne siyasal iktidar ne de
muhalefet Gezi Parkı Hareketinin niteliğini anlayabilmiĢ değildir. Çünkü Gezi Parkı Hareketi eylem
ve örgütlenme açısından geleneksel muhalefet hareketlerinden oldukça farklıdır. Bir anlamda bu
hareket, bir tür post-modern bir harekettir denilebilir. Çünkü mevcut siyaset yapılanması, siyaset
bilimi kavramları ve siyaset jargonu büyük ölçüde XIX. ve XX. yüzyıl yapılanmalarını referans
almıĢtır. Bu yapılanmaların temel karakteristiği ise her Ģeye muktedir olduğunu sanan ve muktedir
olan, güçlü merkezi ulus-devlet ile özdeĢleĢmiĢ olan erken kapitalizm oluĢturmaktadır. XXI. yüzyılın
oluĢumlarının temel referansı ise iletiĢim devrimidir. Elektronik iletiĢim devrimi ile iletiĢim artık son
derece özgür ve kontrol edilmesi güç hale gelmiĢtir. Dolayısıyla Gezi Parkı Hareketinin, Yeni
Toplumsal Muhalefet olarak nitelenmesinin arka planında yer alan temel faktör iletiĢim devrimidir. Bu
yeni iletiĢim biçimi, konvansiyonel (geleneksel) eylem ve iletiĢim biçimlerinden son derece farklıdır,
belirli bir biçimi, yapısı, mekânı hatta kuralsal anlamda bir dili olmayan bir niteliktedir. Bu anlamda
Yeni Toplumsal Muhalefet hareketinin örgütlenme alanı artık evler, iĢ yerleri, fabrikalar hatta
üniversite kampüsleri değil; somut anlamda belli bir mekânı olmayan, hatta maddi olarak var olmayan,
sanal dünyadır. Bu muhalefet hareketi, sosyal medya denilen sanal dünyada çok kısa sürede
örgütlenmiĢ ve çok ilginç eylem biçimleri ortaya koymuĢtur. Bu eylem ve örgütlenme biçiminin temel
niteliği, belirgin ve konvansiyonel bir eylem ve örgütlenme biçimi olmaması, konjonktürel olarak en
uygun eylem ve örgütlenme biçiminin en kısa sürede üretmesi ve yeniden üretmesidir.
Bu sunumda Gezi Parkı eylemleri yukarıda ifade edilen perspektiften hareketle incelenecek ve
irdelenecek ve analiz birimi sosyal medya olacaktır. Gezi Parkı eylemlerinin sosyal medyaya
yansıması ve sosyal medya üzerinden örgütlenmesi üzerinden bir analiz yapılacaktır.
Anahtar Sözcükler: Demokrasi, muhalefet, siyasal partiler, Gazi Parkı, müzakereci demokrasi
ABSTRACT
Gezi Parkı movement might be labeled as a new form of social opposition. It might also be
constructed as a real urban-environmentalist movement in Turkey.
The basic reason to call this movement as a new form of social opposition is that this movement is
above and beyond of existed political opposition. In term of traditional political science, GeziParkı
Movement is not really socio-political movement. Under the present circumstances, either the
government and political party in charge and main opposition party do not really understand
qualification of the GeziParkı Movement. Because GeziParkı Movement is different from traditional
oppositional movements in terms of ―action‖ and ―organization.‖ Therefore, GeziParkı Movement is
not a traditional opposition movement, it might be understood as a kind of post-modern movement. If
existed political structure evaluated from a critical point of view, it has been seen that existed political
movements, political structures and political parties have mainly been referred by XIX. and XX.
Century conceptions and constructions. XIX. and XX. Centuries‘ constructions are based upon a main
1
2
Prof.Dr.,Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Sosyoloji Bölüm BaĢkanı,
[email protected]
Yüksek Lisans Öğrencisi Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyoloji Bölümü.
361
hypothesis that powerful and central nation state and capitalism try to control and dominate every
single stage of social and political processes. However, XXI. Century‘s main reference point is ―IT
and communication revolution.‖ After the information revolution, information and communication
have become relatively free, unbounded and limitless. Therefore, the main reason to call GeziParkı
Movement as a new form of socio-political opposition is information and communication revolution.
The new forms of communication and social action are totally different from conventional
communication and social action that there is no certain level of structure, shape, place and even
normative language of new communication and social action. The organizational place of new
oppositional movements is not schools, streets, factories, university campuses; there is no substance
place of organization and even this is not real organization; the new socio-political opposition
organization is in the virtual world. This opposition movement swiftly is organized in virtual world
called social media and created imaginative action forms. The basic characteristic of this new action
form is that there is no certain form of action and organization, the organization creates and recreates
best action form that depends upon circumstances and conjunctures.
GeziParkı Movement will be evaluated in this presentation according to above mentioned
perspective. The unit of analysis is social media. Mainly, reflection of GeziParkı Movement and the
organization of this movement on social media will be analyzed in this presentation.
Keywords: Democracy, opposition, Gezi Parkı, politicalparties, deliberativedemocracy
1.GĠRĠġ
Gezi Parkı Olayları olarak adlandırılan olaylar, Türkiye‘nin demokrasive toplumsal hareketler
tarihinde önemli yer tutacak bir olay olarak yer alacaktır. Bir kent, demokrasi ve çevre hakkı hareketi
olarak nitelendirilebilecek olan Gezi Parkı olayları siyasal ve toplumsal boyutları ile alınabilir. Bu
sunumda Gezi Parkı Olayları yeni bir siyasal/toplumsal muhalefet hareketi olarak ele alınacaktır.
Gezi Parkı Olayları olarak adlandırılan olaylar, 27 Mayıs 2013 gecesi Gezi Parkı Olayları baĢlamıĢ
ve ilerleyen günlerde tüm Türkiye‘ye yayılan bir toplumsal muhalefet hareketine dönüĢmüĢtür.
Ġstanbul‘un en eski merkezi meydanlarından birisi olan Taksim‘de yer alan Gezi Parkına Topçu
KıĢlası ve alıĢveriĢ merkezi inĢa etmek gerekçesiyle iĢ makineleri beĢ ağacı yerinden sökmüĢ, buna
karĢılık bir grup insan sabaha kadar bu giriĢimi engellemek için parkta nöbet tutmuĢtur. Gezi
Parkı‘nda yapılmak istenilen düzenlemeler ve bu bağlamda parkta yer alan ağaçların kesilmesi
giriĢimine karĢı insanlar ―ortak yaĢam alanlarını korumak‖ ve ―ağaçlarına sahip çıkmak‖ için adeta
direniĢ göstermiĢlerdir. Bundan dolayı da Gezi Parkı Olayları aynı zamanda Gezi Parkı DireniĢi olarak
da adlandırılmıĢtır. ĠĢ makinelerinin 27 Mayıs ve devam eden günlerde parkta çalıĢmaya devam
etmeye çalıĢmasıyla, grupta yer alanlarbuna öncelikle oturma eylemi yaparak karĢı koymuĢlar ve
olayların önlenmesi için güvenlik güçlerinin aĢırı güç kullanması sonucu, haber sosyal medya
aracılığıyla kısa sürede yurt içi ve yurt dıĢına yayılmıĢtır. EĢ zamanlı olarak Türkiye‘nin birçok
yerinde eylemler yapılmıĢ; apolitik olarak adlandırılan gençlik sokağa çıkarak kentin ortak yaĢam
alanlarını korumaya, yeĢil haklarını, özgürlüklerini savunmaya baĢlamıĢtır.
Gezi Parkı‘nda ortaya çıkan olaylar ve olayların önlenmesi için aĢırı güç kullanımına iliĢkin
haberler, yazılı ve görsel basında yer almasa da sosyal medya aracılığı ile tüm Türkiye‘ye ve hatta tüm
dünyaya hızla yayılmıĢtır. Bununla birlikte Gezi Parkı‘nda ortaya çıkan toplumsal muhalefet
düĢüncesi de hızla yayılmıĢtır. Bu noktada öncelikle, ortaya çıkan bir toplumsal olayın, geleneksel
medyada yer almasa bile, dijital medya ya da sosyal medya aracılığı ile hızla yayılması açısından
önemini vurgulamak gerekmektedir. Bu bağlamda geleneksel demokrasi anlayıĢından farklı olarak,
yeni bir demokrasi anlayıĢı karĢımıza çıkmıĢtır: Dijital Demokrasi. Zaman ve mekan algısında
değiĢme - yani ―buradayken aslında orada‖ olma - online olarak bir konu hakkında fikir beyan
edebilme, tartıĢabilme bunun sonucunda bir karara varabilme, Ģeffaf olma, her bireyin eĢit olarak
fikirlerini savunabilmesi gibi özellikleri içinde barındıran dijital demokrasi yayılma eğilimi
göstermektedir.
362
Gezi Parkı Olayları dijital/sosyal medya etkisi açısından değerlendirildiğinde; dijital/sosyal
medyanın, bireylerin fiziksel olarak bir araya gelmeden, sosyal medya aracılığı ile sanal olarak bir
araya gelmelerine ve örgütlenmelerine, siyasal bir konuyu müzakere edebilmelerine ve birlikte hareket
edebilmelerine olanak sağlamıĢtır. Dijital/sanal ağlar üzerinden bireyler kamusal karar verme sürecine
katılmakta, sosyal medya (facebook, twitter) üzerinden örgütlenmekte, tartıĢmakta,ortak bir karar
vererek uzlaĢım sağlamaktadırlar.
Bu çalıĢma, yeni bir toplumsal muhalefet hareketi biçimi olarakadlandırılabilecek olan Gezi Parkı
Olaylarının niçin böyle adlandırılabileceğini tartıĢmak amacındadır. Gezi Parkı Olayları yeni bir
toplumsal muhalefet biçimi olarak değerlendirileceğinden dolayı, toplumsal siyasal muhalefetin
siyaset bilimi açısından iliĢkili kavramları olan, demokrasi ve siyasal kültür kavramlarına kısaca
değinilecek, daha sonra dijital/sanal ortamda örgütlenmiĢ olan Gezi Parkı Olayları, müzakereci
demokrasi ve e-demokrasi/dijital demokrasi kavramları ile iliĢkili olarak ele alınacaktır. Daha sonra
Gezi Parkı olaylarıniteliği açıklanacak ve bu bağlamda Gezi Parkı Olaylarının sosyal medyaya nasıl
yansıdığı ve bu yansıma üzerinden Gezi DireniĢininnasıl örgütlendiği, Gezi Parkı Olayları sürecinde
sosyal medyada yer alan ―aktörler‖ üzerinden değerlendirilecektir.
Bu tartıĢmada Gezi DireniĢi iki unsur etrafında açıklanacaktır. Bunlardan birincisi kentsel çevre
hakkı boyutudur. Buna göreGezi DireniĢi, ülkenin en kalabalık nüfusunasahip bir kent olan
Ġstanbul‘da, son derece azalmıĢ olan bir yeĢil alanda (kamusal alan) yer alan ağaçların, kentte yaĢayan
insanların bilgisi ve onayı olmadan, kesilmek suretiyle niteliğinin değiĢtirilerek özel kullanım alanına
dönüĢtürülmesi giriĢimine karĢı bir tepki niteliğindedir. Ġkincisi ise Gezi Parkı Olayları, çevreci
niteliğinin yanı sıra ve fakat bunun ötesinde daha geniĢ tabanlı bir tepki ve toplumsal muhalefet
hareketi olarak adlandırılabilir. Buna göre Gezi Parkı Olayları, siyasal iktidarın,toplumun yaĢam
biçimi tercihlerine müdahale niteliğinde olan; güvenlik güçlerinin aĢırı ve orantısızgüç kullanımı ve
bunun sonucunda oluĢan Ģiddet, kürtajın sınırlandırılarak daha fazla çocuk doğurulmasının teĢvik
edilmesi, üçüncü köprünün bizatihi kendisi ve köprüye verilen isim, alkol düzenlemeleri
gibidüzenlemelere karĢı bir tepki niteliğindedir. Bu bakımdan Gezi Parkı hem ―3-5 ağaç meselesidir‖
hem de ―3-5 ağaç meselesinden daha fazlasını içermektedir.‖ Ġki açıdan ele alınan Gezi DireniĢinin
ortak özelliği ise son derece barıĢçıl ve mesajların geliĢmiĢ bir mizah diliyle iletilmiĢ olmasıdır. Bunun
en karakteristik örneği ise tamamen bir pasif direniĢ örneği olan ―duranadam‖ eylemidir.
Gezi Parkı Olayları ya da Gezi DireniĢi incelendiğinde siyasal katılımın ya da siyasal etkinliğin
oldukça fazla olduğu da görülür.Boykot, eylem yapma, düĢünce isteklerini siyasal diyalogla belirtme,
yürüyüĢ yapma siyasal katılım içerisinde yer alırken, özellikle de apolitik olarak tabir edilen―etliye
sütlüye karıĢmayan gençliğin‖ az önce ifade edilen etkinliklerde bulunarakGezi Parkı Olaylarına
katılımı dikkat çekici ve önemli bir noktadır. Siyasal katılımın oluĢabilmesi için siyasal kültürün
oluĢması gerekmektedir ki bu da demokrasinin geliĢebilmesi için son derece önemlidir
(Kalaycıoğlu,1999:52). Bu bağlamda öncelikle demokrasi ve demokrasinin geliĢimi açısından önemli
olan siyasal kültür kavramına değinmek gerekmektedir.
2. DEMOKRASĠ VE DEMOKRASĠNĠN GELĠġMESĠNĠ SAĞLAYAN UNSURLAR
Siyasalliteratürde en çok tartıĢılan kavramlardan biri olan demokrasinin nasıl tanımlanacağı, hangi
niteliklere sahip olması gerektiği konusunda, uzlaĢım sağlanabilecek ortak bir zemin yakalamak pek
de mümkün olmamakla birlikte; Yunanca kökenli bir kavram olan demokrasi, demos (halk) sözcüğü
ile egemenlik anlamına gelen kratos sözcüğünden meydana gelmektedir. Bu bağlamda demokrasinin
sözlük anlamı; halk(ın) egemenliğidir ve en genel anlamıyla demokrasi halkın egemenliği ya da
yönetimi olarak açıklanmaktadır.
Demokrasinin en kapsayıcı ve açık tanımı Ģu Ģekilde yapılmıĢtır: Halkın, halk tarafından ve halk
için yönetimidir. ―Bu tanımda karĢımıza çıkan üç unsur vardır. Ġlk olarak demokrasinin halkın siyasal
temsiline dayanan bir biçimde hükümetin oluĢturulması ve halkın rızası oldukça iktidarda
kalabilmesini tek meĢru ve adil yönetim biçimi olarak kabul eden bir görüĢ olmasıdır. Ġkincisi;
demokraside halkın siyasal hayata kayıtsız ve koĢulsuz olarak katılımın esas olmasıdır. Üçüncüsü ise
demokrasinin insan haklarının ve özgürlüklerinin en geniĢ biçimde korunduğu ve geliĢmeye açık
olduğu bir rejim olmasıdır‖ (Kalaycıoğlu,1999:47).
363
Tarihsel süreç içerisinde demokrasi kavramını incelediğimizde, bu kavramın toplumların yaĢadığı
sosyal siyasal ve fikri geliĢmelerden etkilenerek uygulama ve anlamda değiĢiklik gösterdiğini
görmekteyiz. Modern Demokrasi‘nin esas olarak Batı‘nın tarihsel değiĢim süreci içerisinde ortaya
çıktığı bilinmektedir. Levent Köker‘in deyimiyle bugüne dek bilinen demokrasiler;Atina Demokrasisi
ve Temsili Batı Demokrasisi olmak üzere iki türlüdür. Bu yazıda üzerinde duracağımız demokrasi
çeĢidi Batı Demokrasisi olmakla birlikte, toplumların geliĢim unsurlarına bağlı olarak ortaya çıkan
müzakereci demokrasi ve e-demokrasi/dijital demokrasi modelidir.
Batı Avrupa‘nın yaklaĢık beĢ yüz yıllık bir süreçte yaĢadığı, sosyal, dinsel, ekonomik, düĢünsel
anlamdaki değiĢmeler; modernleĢme sürecinde sancılı olmakla birlikte toplumun gereksinimleri
bağlamında cereyan eden değiĢimlerdir. Ekonomik değiĢimler (feodalizmden kapitalizme geçiĢ
süreci)bu değiĢim sonucunda farklı sınıfların ortaya çıkıĢı (burjuvazi ve iĢçi sınıfı)ve aynı zamanda
feodalizmin içinde barındırdığı Tanrı ve kutsallıkla temellendirilmiĢ bilgi anlayıĢının yerini
Aydınlanmanın getirdiği rasyonellikle çevrilmiĢ pozitivist bilgi anlayıĢına bırakması, bireysel
özgürlüğe önem verilmesi,Batı toplumlarının yaĢadığı modernleĢme sürecinin unsurlarıdır. Bu
bağlamda Batı‘nın yaĢamıĢ olduğu ekonomide kapitalistleĢme, sanayileĢme, bireysel özgürlükle
temellendirilmiĢ hoĢgörü bağlamında düĢünce ve ifade özgürlüğünün yer aldığı kültürel değiĢim
(Fransız Ġhtilali‘yle beraber) siyasi çerçevede ―demokrasiyi de beraberinde getirmiĢtir.
―Bir siyasal sistem olarak demokrasi Batı Avrupa toplumlarının çok özel toplumsal ve kültürel
ortamında ortaya çıkmıĢ olan bir toplumsal/siyasal sistemdir. Bu anlamıyla demokratik toplumsal
sistemin Batı Avrupa‘da ortaya çıkması için aydınlanma ve daha sonra ortaya çıkan endüstrileĢme ve
bununla bağlantılı olarak oluĢan liberal bir ekonomik ve siyasal düĢünce sistemini yaratmıĢtır‖ (Tuna,
2000:594). Batı‗nın yaĢadığı demokrasi süreciyle Türkiye‘yi karĢılaĢtırdığımızda bir takım farklılıklar
görürüz. Batı‘nın doğal bir süreç ve toplumsal gereksinim sonucu yaĢadığı modernleĢmenin ve bu
bağlamda demokrasinin kökleri yaklaĢık beĢ yüzyıllık bir süreci içerirken, Türkiye bu süreci çok daha
kısa ve deyim yerindeyse tepeden inmeci bir Ģekilde, Kemalist bir proje dahilindeoluĢturulan kurumlar
dolayımıylayaĢamıĢtır. Dolayısıyla Batı‘nın yaĢamıĢ olduğu demokrasi süreciyle, Türkiye‘nin yaĢamıĢ
olduğu demokrasi süreci farklılık göstermektedir; ancak yaĢanılan süreç ve bir anlamda demokrasinin
varlığını sürdürebilmesinin temeli olan siyasal kültürler farklı dahi olsa; daha önce de ifade edildiği
gibi demokrasi aynı anlamı içermektedir: Demokrasi en genel söylem ve anlamla, halkın kendi kendini
yönetmesidir. Modern toplumlara bakıldığında halkın kendisini doğrudan yönetmesi pratik olarak
mümkün olmadığından, temsili demokrasi söz konusu olmuĢtur. Temsili Demokrasinin en önemli
unsuru ise seçimdir (Tuna, 2000:593). Bu noktada demokrasi açısından önemli olan unsur; seçim
sonucunda çoğunluğun yönetiminin, siyasal olarak azınlıkta bulunanların haklarının (bireysel, sosyal,
siyasal) güvence altına almıĢ olmasıdır. Bir kez daha ifade edilecek olursa, demokrasiyi salt çoğunluk
yönetimi olarak görmek bir yanılgıdır. Çünkü demokrasinin en önemli niteliği; siyasal olarak azınlıkta
bulunanların haklarının çoğunluk tarafından güvence altına alınmıĢ olmasıdır.
Buraya kadar demokrasinin tanımı, nerede ve nasıl ortaya çıktığı, en önemli niteliği ve Türkiye‘de
yaĢanılan demokrasi sürecindeki farklılığa değinildi. ġimdi de demokrasinin var olmasını ve geliĢimini
sağlayan siyasal kültüre değinilecektir.
2.1. SĠYASAL KÜLTÜR 3
Bir toplumda demokrasinin varlığını sürdürebilmesi ve geliĢebilmesi için öncelikle bir siyasal
kültüre ihtiyaç vardır. Bu siyasal kültürün en önemli öğesi ise hoşgörü„dür. Demokrasi farklı
düĢüncelerin bir arada olduğu bir siyasal sistemdir. Bu bağlamda birbirine son derece farklı ve zıt
gelen fikirlere karĢı tahammül etme direnci gösterilmelidir ki farklı düĢünceler ve hatta farklı kültürler
bir arada çeĢitlilik gösterebilsin.
3
Siyasal kültür kavramı için daha ayrıntılı olarak Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu‘nun ―Türkiye‘de Siyasal
Kültür ve Demokrasi‖ makalesi ve Prof. Dr. Muammer Tuna‘nın ―Demokrasi Kültürü‖ baĢlıklı makalelerine
bakılabilir.
364
Bir baĢka siyasal kültür öğesi ise birlikte hareket edebilme‟dir. Bir amaç doğrultusunda parti
üyelerinin ya da dernek üyelerinin veya sivil toplum örgütleri üyelerinin birlikte hareket etmeleri;
farklı düĢüncelerde olsalar bile hoĢgörü unsurunu kullanarakortaklaĢa hareket etmeleri siyasal kültür
bakımından son derece önemlidir.
Siyasal Kültürün unsurları içerisinde yer baĢka öğe desiyasal katılım‗dır. Siyasal katılım sadece
seçimlere katılma, oy verme anlamına gelmemektedir. Siyasal katılım aynı zamanda; siyasal kararlar
üzerinde vatandaĢların etkisinin olabileceği düĢüncesinin olmasıdır. Siyasal katılım; dilekçe yazımı,
telefon etme, milletvekilleriyle görüĢme, grev yapmak, boykot etmek, yürüyüĢ yapmak, gösteri
düzenlemek gibi faaliyetlerle bulunma Ģeklinde olmaktadır (Kalaycıoğlu,1999:48).
Demokrasi kavramı birey merkezlidir, bireyi temel almaktadır. Bu bağlamda bireyin özgürlüğü
esas alınmalı; bireylerin hakları güvence altına alınmalıdır.Ġnsanların doğuĢtan getirdiği vazgeçilemez
ve devredilemez olan yaĢama hakkı, sosyal güvenlik hakkı, din ve vicdan özgürlüğü gibi tüm hakları
yasal ve toplumsal düzeyde güvence altında bulunmalıdır (Tuna, 2000:595). Birey Özgürlüğü ve
İnsan Hakları siyasal kültür içerisinde son derece önem taĢımaktadır.
Aydınlanmayla birlikte toplumsal, sosyal ve siyasal alanlarda akıl dıĢı unsurların (metafiziğin,
dinin) geri planda kalması ve rasyonelliğin temel alındığı bir toplumsal yaĢamda, demokrasinin insan
iradesine dayalı olması bakımdan rasyonel düşünebilmesiyasal kültür içerisinde yer alan bir diğer
unsurdur.
Eşitlik ve Adalet, siyasal kültür içerisinde ele almamız gereken bir diğer önemli unsurdur. Onsekiz
yaĢını dolduran, ceza ehliyeti olan ve oy vermede kısıtlı bir durumu olmayan herkesin kanun önünde
eĢit bir Ģekilde oy verme durumunu ifade etmenin yanı sıra; sosyal ve ekonomik olarak güçsüz
durumda olanların da fırsat eĢitliği/ekonomik kaynakların dağılımından adil bir Ģekilde yararlanma
hakkına sahip olmaları da siyasal kültür içerisinde yer alan unsurlardır.
Siyasal kültürün diğer bir unsuru ise bireysel girişimcilik‗tir. ―Ġnsanların toplum olarak kendi
iradelerinin dıĢındaki güçlere karĢı özgürleĢmelerinin yanı sıra birbirlerine karĢı da özgürleĢmiĢler ve
böylelikle özgür ve birbirlerinden korkmadan siyasal, ekonomik ve bilimsel giriĢimlerde
bulunabilmiĢlerdir. Bir siyasal sistem olarak demokrasi, siyasal ve ekonomik açıdan özgür olan
bireylerin siyasal ve ekonomik açıdan özgür giriĢimlerine dayanır. Bu bir yandan ekonomik açıdan
bireylerin ekonomik çıkarlarını yükseltmelerini ifade ederken; diğer yandan siyasal açıdan özgürce
örgütlenip kendilerini ifade edebilmelerini ve siyasal süreçlere ve iktidarı paylaĢabilme süreçlerine
katılım olasılığını ifade eder. Dolayısıyla, ekonomik ve siyasal boyutları ile bireysel giriĢimcilik
aslında demokratik siyasal kültürün en birincil ve vazgeçilmez unsurunu oluĢturmaktadır‖
(Tuna,2000:596).
Buraya kadar olan kısımda, demokrasi tanımı ve bir demokrasinin var olması ve geliĢebilmesi için
gerekli olan siyasal kültüre değinildi. Tarihsel süreç içerisinde toplumların geliĢim düzeylerine bağlı
olarak farklı demokrasi Ģekilleri de meydana gelmiĢtir. Bu demokrasi çeĢitleri içerisinde yer alan
müzakereci demokrasi ve dijital demokrasimodeli, tartıĢmanın ana ve ikinci kısmını oluĢturan Gezi
Parkı olaylarının geliĢmesiyle ilgili olarak açıklanacaktır.
2.2 MÜZAKERECĠ DEMOKRASĠ
Müzakereci Demokrasi; halkın bilgilendirildiği ve birbirleriyle bilgi alıĢveriĢinde bulunduğu,
toplumla ilgili görüĢlerin oluĢturulmasına katıldığı, siyasi süreçlere dâhil olduğu bir demokrasi
modelidir (Tunç, 2008:1125). Müzakereci Demokraside,halkın siyasal karar alma sürecine birebir
katılımı ve kararların müzakere edilerek alınması söz konusu demokrasinin en önemli unsurudur.
Liberal Demokrasi‘nin değiĢen dünya düzeniyle birlikte toplumların yaĢamıĢ olduğu siyasal
sorunları çözmede yetersizliği ve aynı zamanda yaĢadığı meĢruiyet krizine bir alternatif olarak sunulan
demokrasi modeli, müzakereci demokrasidir.Liberal demokrasinin cinsiyet ayrımcılığı, azınlık hakları,
etnik farklılıklar gibi konularda çözüm üretimindeki yetersizliğinden dolayı müzakereci demokrasi,
liberal demokrasiye karĢın alternatif bir demokrasi modeli olmuĢtur (SitembölükbaĢı, 2005:140).
Müzakereci Demokrasi; halkın kamusal konularda yani herkesi bağlayıcı meselelerde birlikte,
eĢit bir biçimde fikir ve bilgi alıĢveriĢinde bulunarak, tartıĢarak, muhakeme ederek siyasal sürece dâhil
365
olduğu bir demokrasi modelidir.Müzakereci demokrasi modelinin en önemli unsuru; katılımda eĢitlik,
herkesin belirlenen konuĢma konularını sorgulama/soru sorma ve tartıĢma açma hakkının olmasıdır
(Benhabib, 1999:105).
Müzakereci Demokrasi, bireylerin kendi yaĢam tarzlarını etkileyen sürece eĢit bir Ģekilde katıldığı,
karĢılıklı etkileĢimde bulunup farklı fikirleri karĢılıklı saygı anlayıĢıyla müzakere ederek ortak bir
kararın verildiği ve bu kararın herkes tarafından benimsenmesini ifade eden bir demokrasi modelidir.
Müzakereci demokrasi, bireylerin birbirlerini anlamasını ve siyasal diyalogu hedeflemekte, eĢitlikçi ve
karĢılıklı ikna ilkelerini egemen kılmaya çalıĢmaktadır (Tunç, 2008:1128).
Müzakereci demokrasi modeli halkın siyasal sürece katılımını, herkesi ilgilendirecek meselelerin
tartıĢılması ve müzakere edilmesi bakımından ideal bir demokrasi modeli olarak görünmektedir.
ÇalıĢmanın asıl tartıĢma bölümünü oluĢturan Gezi Parkı Olaylarında, halkın karĢı oldukları
eylem/düĢünceye karĢı bir araya gelerek (sanal ve reel ortamlarda) kendilerini ilgilendirecek bir
mesele üzerinde herkesin eĢit bir Ģekilde fikir alıĢveriĢinde bulunması, iktidar partisiyle siyasal diyalog
içerisinde bulunmaları, eleĢtirel olmaları ve ilgili konuyu tartıĢarak müzakere etmeleri bakımından
Müzakereci Demokrasi modeline yakın; ancak en basit anlamda dijital ortam ve/veya elektronik
bağlantılar üzerinden gayet hızlı bir Ģekilde demokratik süreçlere katılması bakımından da Dijital
Demokrasi‘yle de açıklanabilecek, geleneksel demokrasiden farklı bir model/üslup gerçekleĢmiĢtir.
Bu noktada Müzakereci Demokrasi modelini, unsurlarını ve özelliklerini açıkladıktan sonra
enformasyon toplumunun bir uzantısı olan dijital toplum ve bu toplumun karar alma-verme
mekanizmalarındaki değiĢikliği içinde barındıran demokratik uygulamalardaki farklılığı anlatan edemokrasi/dijital demokrasi kavramlarına değinmek gerekmektedir.
2.3 E-DEMOKRASĠ/DĠJĠTAL DEMOKRASĠ
Bilginin ve teknolojinin yaĢamımızın her alanına nüfuz etmesi aynı zamanda internet kullanımının
yaygınlaĢması ile birlikte 21. yüzyılda insanoğlu kendisini dijital çağ adını verdiğimiz yeni bir
dönemin içinde bulmuĢtur.
Elektronik çağın ve enformasyon/ bilgi toplumunun bir uzantısı olan dijital çağın en önemli unsuru
―hız‖ kavramıdır. Elektronik ağlar üzerinden, zaman kaybetmeden, hızlı bir Ģekilde istenilen
mekândan, istenilen zamanda alıĢveriĢten bilgi edinmeye kadar birçok edimin gerçekleĢtirildiği bir
dönemin ve kültürün içerisinde bulunmaktayız.
Bilginin ve iletiĢim teknolojilerinin hızla yaygınlaĢtığı bir dünyada kamu yönetimlerinde yeni
uygulamalar/yapılandırmalar ve bu bağlamda demokrasi modellerinde farklı bir üslup geliĢtirilmiĢtir.
Kamu yönetimlerinde yeni yapılandırmalar e-devlet adını alırken, bireylerin internet teknolojilerini
kullanarak siyasal süreçlere dâhil olmaları da e-demokrasi adını almaktadır (MaraĢ, 2011).
E-Demokrasi en genel tanımıyla; vatandaĢın kamusal karar verme sürecine katılımının
sağlanabilmesi için elektronik bağlantıların kullanılmasıdır (MaraĢ, 2011:131). Böylelikle vatandaĢlar
kendilerini ilgilendiren meseleler hakkında hem bilgi sahibi olabilecek hem de siyasal sürece
katılımları sağlanabilecektir. Bireyler, internet teknolojileri vasıtasıyla, online olarak kamusal alanla
ilgili görüĢleri müzakere etme, e-oylama, anket uygulama, bilgi alma gibi çeĢitli iĢlevlerde
bulunabilmektedir. Bu bağlamda e-demokrasi modelinde halk kendisini ilgilendirecek meselelerde
katılımı doğrudan sağlamakta bununla birlikte deyim yerindeyse devlet ile etkileĢim ve iĢbirliği
içerisinde olmaktadır.
Bir toplumda e-demokrasinin uygulanabilmesi için iki önemli unsur vardır. Bunlardan birincisi;
ülkede yaygın bir internet eriĢiminin sağlanmıĢ olmasıdır. Ġkincisi ise; hem vatandaĢların hem de
seçilen kiĢilerin demokratik katılıma önem veren bir kültüre sahip olmasıdır. Katılım kültürü ise
biliĢim kültürünü gerekmektedir. Diğer bir deyiĢle; vatandaĢların biliĢim teknolojilerini kullanma ve
bundan yararlanma kültürünün oluĢması gerekmektedir (ġahin vd., 2004:257-258, aktaran, MaraĢ).
Bilgi ve iletiĢim (internet) teknolojilerinin kullanılması aynı zamanda halkın biliĢim ve katılım
kültürüne sahip olmasıyla gerçekleĢen e-demokrasi modelinde dikkat çekici en önemli
unsur;vatandaĢların demokratik sürece katılımının artırılması ve politik karar alma süreçlerinde
366
devletin vatandaĢa karĢı Ģeffaf yani açık olmasıdır. Bu doğrultuda siyasi temsilcilerin vatandaĢa hesap
verme, vatandaĢın da siyasi temsilcilerinden hesap sorabilme özgürlüğü söz konusudur.
GeliĢmekte ve geliĢmiĢ ülkelerde kullanılan e-demokrasi/dijital demokrasi modeli, elektronik ağlar
(internet) üzerinden halkın kamusal konularla ilgili karar verme süreçlerine dâhil olmasını
anlatmaktadır. Dijital çağın en nemli unsuru olan ―hız,‖ dijital demokrasi ve e-devlet yapılanmasında
da son derece önemlidir. Bir kere daha vurgulamak gerekir ki bireylerin kendilerini ilgilendirecek
meselelerde, istedikleri yerden istedikleri zamanda kamu birimlerinden bilgi almaları böylelikle
devletin daha Ģeffaf ve halka açık olması ve halkın gerektiğinde hesap sorabilme özgürlüğünün olması
Dijital Demokrasi‗nin niteliklerindendir.
Dijital Demokrasi modelinin ülkemizde uygulanıyor olup olmaması ayrı bir tartıĢma konusudur;
ancak bu çalıĢmanın ikinci bölümünü oluĢturan Gezi Parkı Olayları dijital çağın merkezi unsuru olan
ağ bağlantıları üzerinden ĢekillenmiĢtir. Ağ bağlantılarından kast edilen ise sosyal medyadır. Ana akım
medyanın Gezi Parkı Olaylarında sessiz kalıĢı, sosyal medya üzerinden an be an durum
güncellemelerinin, fotoğrafların ve videoların paylaĢılması ve bunun üzerine halkın örgütlenmesi,
onlineolarak olayları müzakere etmesi, fikir ve bilgi alıĢveriĢinde bulunulması, iktidar partisine yine
ağlar üzerinden hesap sorabilme özgürlüğü sağlamıĢ olması bağlamında, Gezi Parkı Olayları dijital
demokrasi çerçevesinde ele alınmıĢtır. Öte yandan dijital bağlantılar çerçevesinde halkın politik
süreçlere katılımının sağlanması ve ilgili meselelerin müzakere edilmesi ve bunun neticesinde ortak
kararların alınmasının sağlanması noktasında da ilgili konu müzakereci demokrasiyle
iliĢkilendirilmiĢtir.
Buraya kadar olan kısımda Demokrasi‘nin tanımına ve tarihsel süreçte nasıl farklı anlam kazandığı
açıklanıp, demokrasinin var olabilmesi ve geliĢebilmesi için bir siyasal kültürün olması gerektiğine
değinildi. Bununla birlikte müzakereci demokrasi ve e-demokrasi üzerinde duruldu. Demokrasi ile
ilgili kısma yoğunluk verilmesinin bir nedeni de Türkiye‘de siyasal kültürün tam olarak oluĢmaması
ve kurumsallaĢamamıĢ olmasından dolayı, demokrasi alanında hâlâ sorunların sürmekte olmasıdır.
Farklı görüĢlere olan tahammülsüzlük, toplumsal hoĢgörüden yoksunluk, birlikte hareket edemeyiĢ,
bireysel özgürlüğe önem verilmemesi gibi olumsuz durumlar bir anlamda Gezi Parkı Olaylarının ivme
kazanmasına nedenolmuĢtur. Bu noktada Türkiye‘nin demokrasi sürecinin son örneği Gezi
DireniĢinde görülmüĢtür. ġimdi 27 Mayıs gecesinden baĢlayarak gerek yurt içinde gerekse yurt
dıĢında büyük ses getiren Gezi Parkı Olayları sosyolojik perspektiften açıklanarak nasıl yeni toplumsal
muhalefet niteliği taĢıdığı anlaĢılmaya çalıĢılacaktır.
3. BĠR SĠVĠL ĠTĠAATSĠZLĠK ÖRNEĞĠ: GEZĠ DĠRENĠġĠ
27 Mayıs‘ta Taksim Gezi Parkı‘nda beĢ ağacın yerinden sökülmesiyle baĢlayan eylemler, 28-31
Mayıs günü emniyet güçlerinin orantısız güç kullanımıyla ivme kazanmıĢ, olaylar sosyal medya
aracılığıyla hızla duyurulmuĢ, ilerleyen günlerde eyleme katılımın artmasıyla Gezi Parkı Olayları
Türkiye‘nin en geniĢ tabanlı ve kapsamlı muhalefet örneği olarak tarihe geçmiĢtir.
Her Şey Bir Ağacı Sevmekle Başladı…
Gezi Parkı Olayları sosyolojik bir perspektiften incelendiğinde temelinde bir modernleĢme
eleĢtirisinin olduğunu görülür. ModernleĢmenin, felsefi yönde kırılma noktası olan aydınlanmanın ve
bunun en önemli unsuru olan rasyonalitenin insan refahını maksimize etmesinin, dolayısıyla her türlü
teknolojiyi ya da aracı insan refahını artıracak Ģekilde kullanmasının sonuçlarından biri de deyim
yerindeyse doğal çevrenin talan edilmesidir. Diğer yandan Gezi Parkı Olayları; modernleĢme sürecinin
ekonomik yönü olan üretim iliĢkilerindeki değiĢim ve sanayi devrimiyle birlikte kapitalizmin her Ģeyi
ticarileĢtirmesi/metalaĢtırmasına karĢı da bir eleĢtiridir. Kapitalizmin en somut sembollerinden olan
AVM uğruna ağaçların (kamusal yeĢil alanların) talan edilmesine, kentsel kamusal alanların
metalaĢması ve ticarileĢtirilmesine bir karĢı çıkıĢtır. Bu noktada dikkat çekici unsur; insanların ortak
yaĢam alanlarını savunmaları, ülke nüfusunun en fazla olduğu bir kentte yeĢil alanların tahrip
edilmesini engelleyici tavır içine girmeleri (park içerisinde/ağaçların üzerinde nöbet tutmak vb.) ve bu
bağlamda da kentlilik haklarını savunmalarıdır.27 Mayıs gecesinde Gezi Parkı‘nda oturma
eylemleriyle baĢlayan protestolar, parkta nöbet tutulmasıyla birlikte devam etmiĢ, park içerisinde olan
eylemler sosyal medya aracılığıyla da hızlı bir Ģekilde yayılmıĢtır. 28 Mayıs günü park içerisinde iĢ
367
makinelerinin tekrar çalıĢmaya baĢlaması ve polisin eylemcilere orantısız güç kullanmasıyla (kırmızı
elbiseli kadına doğrudan biber gazı sıkılması) birlikte buna tepki ve eĢ zamanlı olarak protesto
eylemleri Türkiye‘nin birçok iline yayılmıĢtır.
Kentteki kamusal alanların metalaĢmasını engelleme, ortak yaĢam alanlarını koruma adına
baĢlayan çevre hareketi, polisin orantısız güç kullanması ve bununla birlikte siyasal iktidarın
kullandığı sert üslubun ve bireylerin yaĢam alanlarına müdahalesinin bir sonucu olarak, halkın
kendisini özgürce ifade edebileceği post modern muhalif bir harekete dönüĢen Gezi DireniĢinin
geleneksel eylemlerden ayrılan yönleri bulunmaktadır. Gezi Parkı eylemlerine katılan direniĢçiler
toplumun her kesiminden gelmektedir. LGBT bireyler, öğrenciler, emekliler, çalıĢanlar, farklı etnik
kökene ve farklı siyasal düĢünceleresahip bireyler Gezi DireniĢine katılmıĢlardır. Bu bağlamda Gezi
DireniĢi oldukça heterojen bir yapıya sahiptir. Gezi Parkı Olayları belli bir siyasi örgütün ya da grubun
önderliğinde gerçekleĢmemiĢtir, kendiliğinden oluĢmuĢtur. Gezi Parkı eylemlerini geleneksel
eylemlerden ayıran bir diğer nokta, apolitik olarak adlandırılan gençlerin eyleme katılmaları, bununla
birlikte internet teknolojilerini kullanarak sosyal medya üzerinden eylemlere katılımların artırılmasını
sağlamalarıdır. Öte yandan kullandıkları mizah söylemleri direniĢin havasını yumuĢatmıĢ, Gezi Parkı
eylemleri hoĢgörü ve dayanıĢma merkezli, barıĢçıl söylemin yer aldığı eylemler hâline dönüĢmüĢtür.
Gezi Parkı eylemlerinin geleneksel eylemlerden ayrılan bir diğer yön de farklı bir protesto örneklerinin
sergilenmiĢ olmasıdır. Özellikle de Taksim‘in orta yerinde saatlerce ―duran adam‖ pasif direniĢin
sembolü hâline gelmiĢtir.
Buraya kadar olan kısımda Gezi Parkı Olaylarının ortak yaĢam alanlarının korunmasına yönelik
çevre hareketi olarak baĢladığına, olayların polisin Ģiddetiyle ivme kazandığına bununla birlikte
eylemlerin Türkiye‘nin birçok yerinde gerçekleĢtiğinedeğinilip, bu eylemlerin geleneksel eylemlerden
ayrıldığı yönleri açıklanmıĢtır. ġimdi de sosyal medya üzerinden paylaĢılan durum güncellemeleriyle
Gezi DireniĢinin niteliği açıklanmaya çalıĢılacaktır.
Sosyal Medya Üzerinden Gezi Direnişini Okumak…
Gezi Parkına iliĢkin eylem haberlerinin yayılmasında ana akım geleneksel basılı ve görsel
medyadan çok dijital/sosyal medyanın büyük etkisi olmuĢtur. Zamanı-mekânı olmayan, istenilen
zamanda istenilen mekanda gerçekleĢtirilen elektronik iletiĢimin örneğini oluĢturan sosyal medya Gezi
Parkı Eylemleri sürecinde en önemli haber kaynağı olmuĢtur.Sosyal Medya üzerinden Gezi Parkı
Olaylarını incelendiğinde ortaya; hoĢgörü, mizah, barıĢçıl söylem ve dayanıĢma gibi temalaröne
çıkmaktadır.
Çevre Hareketi Örneği Olarak Gezi Direnişi
Taksim Gezi Parkı‘ndaki eylemler, ağaç katliamlarına karĢı, insanların ortak yaĢam alanlarını
korumaya, kentsel alanların metalaĢmasını engellemeye yönelik baĢlayan bir çevre hareketi
niteliğindedir. 27 Mayıs gecesinde bir grup insanın iĢ makinelerinin önüne geçmesi, 28 Mayıs‘ta
olayların sosyal medyadan duyurulmasıyla ivme kazanmıĢtır.
Gezi Parkındaki olayların sosyal medyada ilk yer alması, olayın haberinin hızlı bir Ģekilde
duyurtulması Ģeklinde olmuĢtur. Bu anlamda, olaya iliĢkin haberler, özellikle twitter üzerinden kısa
mesajlarla duyurulmuĢtur.
Twitter Kullanıcısı (27 Mayıs 2013)
“Az önce Gezi Parkı‟na giren dozerler, halk tarafından durduruldu, nöbet başladı. Sen de nöbete
katıl. Ve Gezi Parkı için ayağa kalk.”
Facebook ise twitter‘a göre daha uzun mesajların iletilmesine olanak verdiğinden, olay facebook
üzerinden daha ayrıntılı olarak tartıĢılabilmiĢtir.
Facebook Kullanıcısı (28 Mayıs 2013)
“Dün gece siz uyurken Gezi Parkı‟nı yıkmaya çalıştılar… Dün gece Gezi Parkı‟nda Divan Oteli
tarafındaki duvarını yıkarak parkın içine iş makinelerini soktular. Gece gece duvarı yıkıp parkımıza
girdiler…”
368
Facebook Kullanıcısı (28 Mayıs 2013)
“Acil Duyuru! Taksim Gezi Parkında Divan Oteli tarafındaki ağaçlar yolu genişletme adı
altındaKESİLMEYE BAŞLANDI… Kepçe Parka daldı…30-40 arkadaş gece yarısı iş makineleri ve
kamyonlar marifetiyle başlayan bu izinsiz operasyonu durdurdu. Ancak sabah 7.30„da tekrar
başlayacaklarını söyleyerek geri çekilmişler… Arkadaşlarımız nöbette! Sabah 7.30„dan itibaren Divan
Oteli tarafındaki Gezi Parkı Metro çıkışında buluşuyoruz. TAKSİM HEPİMİZİN!”
TartıĢmalar sadece olayın duyurulması değil, aynı zamanda olayın olabildiğince tartıĢılarak, olaya
karĢı tepki verilmesi ve bu tepkinin niteliğinin de tartıĢılması boyutuna doğru dönüĢmeye baĢlamıĢ.
Böylelikle gerçek dünyada kurulamayan demokratik müzakere tartıĢma ortamı dijital/sanal ortamda
oluĢturulmaya baĢlanmıĢtır. ĠĢte bu çalıĢmada tartıĢmaya açılan da tam da budur: Dijital müzakereci
demokrasi.
Twitter Kullanıcısı (29 Mayıs 2013)
“Ağaçların yerine yapay AVM tavanları istemiyorum. Rüzgarı hissetmek istiyorum.”
Twitter Kullanıcısı (30 Mayıs 2013)
“Mademki, yıkıyorsunuz şimdi; farz olsun biz de sizin yaptığınızı yıkar yeniden dikeriz
ağaçlarımızı”.
Twitter Kullanıcısı (30 Mayıs 2013)
“Her yaştan insan haksızlığa direniyor!
Twitter Kullanıcısı (31 Mayıs 2013 )
―Binlerceyiz! Araçlar kornayla destekliyor! Ağaçlarımızı, yok edilen doğal alanlarımızı geri
istiyoruz !”
28 Mayıs‘tan itibaren güvenlik güçlerinin orantısız güç kullanması, özellikle insanların yüzüne
doğrudan biber gazı ve tazyikli su sıkılmasıyla birlikte eylemler hız kazanmıĢ, yine bu durum sosyal
medya üzerinden olanca hızıyla paylaĢılmıĢtır.
Facebook Kullanıcısı (31 Mayıs 2013)
“Öğrenci „niye dinlemiyorsun‟ dendiğinde „sana ne‟ der, sınıftan kapıyı çarpıp çıkar, bazen „bu
kadın‟ diye fısıldadığını duyarsın, yine de el kaldıramazsın, vuramazsın çünkü „insansındır‟ve bazı
şeyler „insanlık halidir‟, sen de unutursun, o da unutur işte bu sebepledir ki anlayamıyorum bir insan
nasıl bu kadar zalim olabiliyor, o gazı nasıl sıkabiliyor? Çimenlere oturan insanlara nasıl tazyikli su
sıkabiliyor? Ve birileri buna alkış tutabiliyor?
Twitter Kullanıcısı (31 Mayıs 2013)
“Polisin göstericilere yönelik aşırı güç kullanımı kabul edilemez ve uluslararası insan hakları
hukukuna aykırı.”
Yukarıda da ifade edilen sosyal medya paylaĢımlarından anlaĢılabileceği üzere;polisin eylemcilere
orantısız güç kullanması bunun sonucunda yaralanmaların olması, direniĢin bir anlamda sembolü
haline gelen kırmızı elbiseli kadına doğrudan biber gazı sıkılması, haklı bir tepkiye yol açmıĢtır.
Yönetim çevrelerinin olayları yorumlarken takındığı sert üslup da eylemlerin geniĢlemesinde etkili
olmuĢtur.
Daha Önce Görülmemiş Dayanışma, Hoşgörü ve Barışçıl Söylem…
Eylemler gerçekleĢtirilirken Gezi Parkı, dayanıĢmanın merkezi haline gelmiĢtir. Klasik
eylemlerden farklı bir Ģekilde karĢımıza, herhangi bir gruba dahil olmayan insanların da gönüllü olarak
çalıĢtığı, yardımlaĢtığı bir eylem biçimi ortaya çıkmıĢtır. Öyle ki eylemler esnasında Gezi Parkı
içerisinde; insanların ücretsiz olarak yemeklerini temin edebildikleri büfeler, ilk yardım
malzemelerinin ve solüsyonların bulunduğu sağlık merkezi, kütüphane, veteriner çadırı
bulunmaktadır. Tüm bunlar; farklı düĢüncedeki insanların bir araya gelip oluĢturdukları dayanıĢma
örnekleridir. Gezi DireniĢi incelendiğinde farklı siyasi ideolojideki insanların el ele tutuĢtukları
369
görülür, ezeli rakip denilebilecek tribün taraftarlarının direniĢ içerisinde kol kola girdikleri
gözlemlenir.Eylemcilerin mobilize olmaları için wireless Ģifreleri ortadan kaldırılır. Eylemciler
(bunların çoğunluğu apolitik olarak adlandırılan gençlerdir) internet teknolojilerini kullanarak
Türkiye‘de daha önce görülmemiĢ bir eylemi baĢlatırlar. Bu eylemler içerisinde ağırlıklı söylem,
eylemcilerin barıĢçıl ve Ģiddetten uzak olmaları yönündedir.
Eylemlerin barıĢçıl niteliğine gevĢek örgütlenme yapısına iliĢkin olarak sosyal medyada yer alan
paylaĢımlarbirkaç örnek Ģu Ģekildedir.
Facebook Kullanıcısı (1 Haziran 2013)
“Sevgili Başbakanım;
Bu gün bize öyle güzel bir iyilik yaptın ki, haberin yok. Bu gün öldürün emri verdiğin polisin
karşısında yere düşen Fenerbahçe taraftarını kaldıran Beşiktaşlı gördük. Birbirleriyle suyunu,
ekmeğini paylaşan üniversiteli öğrenciler gördük. Kol kola giren Türk-Kürt asıllı insanlar gördük.
Fahişe dediğimiz kadınların o evlerden çıkarak yaralılara yardım ettiğini, biber gazından
etkilenenlere süt ve limon verdiğini gördük. Travesti dediğiniz insanların evlerini insanların barınması
için açtığını gördük. Telefon numaralarını paylaşan avukat, doktor, ilk yardımda yaralılara müdahale
eden tıp öğrencileri gördük. Wireless şifrelerini kaldıran esnafı, yaralıları otellerinin lobilerine alan
otel sahipleri gördük. Panzer ve TOMA girmesin diye otobüsüyle yolu kapatan belediye şoförü
gördük. Gece dükkanları açan eczacılar gördük, daha da göreceğiz. Gözlerimiz sıktırdığın biber
gazından değil, gururdan doldu.”
Twitter Kullanıcısı (4 Haziran 2013)
“Gezi Parkı„nda artık kütüphane, revir, mutfak var. Huzur var, farklı görüşlere saygı var. Bu ruhu
yaratan ağaçlar ve onları seven insanlar!”
Twitter Kullanıcısı (3 Haziran 2013)
“Tekrar Hatırlatıyorum: Biz terörist değiliz, yakmayacağız, yıkmayacağız. Silahımız sosyal
medyadır, sözlerimizdir, sloganlarımızdır.”
HoĢgörünün, dayanıĢmanın, birlikteliğin Ģekillendiği Gezi DireniĢi tekrar edilecek olursa, ortak
yaĢam alanlarını korumaya yönelik bir çevre hareketi olarak baĢlamıĢ; ancak polisin sert
müdahalesinden sonra,giderek direniĢin yönü çevre hareketini de içine alarak özgürlük ve demokrasi
mücadelesine doğru çevrilmiĢtir.
Facebook Kullanıcısı (7 Haziran 2013 )
“Taksim gezi parkının yıkılıp yerine AVM yapılmasına ve kapitalizme karşı başlayan direniş,
polisin sert müdahalesi ve ardından diğer illere sıçramasıyla daha genel bir özgürlük mücadelesine
çevrildi. Bu noktada Türkiye‟nin dört bir yanında direnen ve eylemler yapan halk, sorunun sadece
gezi parkı olmadığının kanıtı oldu. Peki neden direniyoruz? Kürtaj yasağından, alkol yasaklarına;
miting alanlarının işçilere-devrimcilere kapatılmasından, 3. köprüye ve ismine; barınma hakkının hiçe
sayılmasından, polis şiddetine; halkların ötekileştirilmesinden, cinsel yönelimlerin yok sayılmasına;
doğaya ve yaşama açılan savaştan, üniversitenin bilim yerine sermayeye hizmet ediyor oluşuna;
halkın taleplerine rağmen eşit-parasız-anadilde eğitimin inatla sağlanmıyor oluşundan, eğitim ve
diğer birçok konudaki gelişigüzel düzenlemelere; Roboski‟deki, Reyhanlı‟daki katliamlara;
Ortadoğu‟da emperyalist savaş çığırtkanlığına ve saymakla bitmeyecek benzeriyle birlikte on yıllardır
biriken halka yönelik diktaya karşı direniyoruz.”
Orantısız Güce Karşı Orantısız Zeka: Mizah…
Gezi DireniĢinin geleneksel eylemlerden ayrılan (dayanıĢma, hoĢgörü, Ģiddetten uzak kalınmasının
yanı sıra) çok önemli bir yönü vardır; bu da ―y kuĢağı‖nın inandıkları Ģey uğruna sokaklara çıkması ve
kullandıkları popüler kültüre hakim olan mizah yüklü dilleridir. Gerek duvar yazılarında, gerekse
sosyal medya üzerinden paylaĢımlarda son derece mizah yüklü bir dilin hâkim olduğu görülür.
Gezi Parkı Eylemleri gerçekleĢtirilirken tribün taraftarları (ÇarĢı Grubu) bir iĢ makinesini
sahiplenerek POMA‘yı(Polis olaylarına karĢı müdahale aracı) icat etmiĢtir. DireniĢ esnasında
370
Ankara‘daki cadde isimleri değiĢmiĢ; Tunalı Hilmi Caddesi, Tomalı Hilmi‘ye, Dolmabahçe
Caddesi‘nin ismi ise Pomabahçe‘ye dönüĢmüĢtür. Kızılay‘ın yeni ismi Gazılay, Güvenpark ise
Dövenpark olmuĢtur. Eylemcilerin yazmıĢ oldukları duvar yazıları ise direniĢ mizahının en kuvvetli
olduğu görsel alanlardır. Özellikle de duvar yazılarında gaz bombalarıyla ilgili epey espriler görmek
mümkündür. “Gazın bitti mi abisi,” “Gaz bağımlılık yaptı panpa,””1.Geleneksel gaz festivaline hoş
geldiniz,”“Biber gazı cildi güzelleştirir,”„„Biberi bal eyledik, meydanları dar eyledik,”“Bu biber gazı
bi harika dostum!” “Sıkma demiyorum hobi olarak gene sık,” “Biber gazı sıkmanıza gerek yoktu
bayım, zaten yeterince duygusal çocuklarız,” “Gaz yemeyene kız yok,” “Üç-Beş ağaca bak sana neler
yapıyor,”“Rabbime sordum, diren gezi dedi,” “Dün çok çeviktin polis,” “Üç gündür yıkanmıyoruz
toma gönderin,” “Kızınca çok güzel oluyorsun Türkiyem”gibi mizah yüklü duvar yazıları görmenin
yanı sıra, facebook ve twitter üzerinden de esprili paylaĢımlar görmek mümkündür.
Facebook Kullanıcısı (16 Haziran 2013 )
“Artık düşünmemize gerek kalmadı, az önce babamla konuştum, AKP‟ye üye olacakmış. “Elimi
attığım yeri kuruturum bilirsin” dedi, daha önce bir A.Ş. batırmışlığı var, parasını yatırdığı
bankaların bir ay içinde batması sadece minik bir detay. Şimdi onlar düşünsün!”
Gezi DireniĢinde esprili duvar yazıları ya da sosyal medya güncellemelerinin yanı sıra kimi
eylemcilerin protestoları da mizahi yönden epey konuĢulmuĢtur. Örneğin, TOMA‘nın karĢısında
elinde gitarıyla Ģarkı söyleyen genç erkek ya da polislerin karĢısında gülümseyerek kitap okuyan genç
erkek. Tüm bu esprili söylem ve hareketler hem Gezi DireniĢini sürdürmüĢ, hem de muhalif harekete
yumuĢak bir söylem katmıĢtır.
Meydanda Anneler…Meydanda Duran Adam(lar)…
Gezi Parkı Olaylarında karĢımızı çıkan bir diğer önemli unsur; direniĢin öznesinin kadın olmasıdır.
Türkiye‘de gerçekleĢtirilen eylemlere baktığımızda genellikle öznelerin erkek olduğu dikkat çeker;
ancak Gezi Parkı‘nda direniĢin hem öznesi hem de sembolü ağırlıklı olarak kadınlardır. Özellikle de
28 Mayıs‘ta yüzüne biber gazı sıkılmasıyla yabancı basının da ilgi odağı olan kırmızılı elbiseli kadın,
TOMA‘nın önünde kollarını açarak cesurca duran siyah elbiseli kadın ve hamileliğinin ilerlemiĢ
olmasından sıkılan, fakat biber gazından dolayı bebeğe zarar gelmesin diye birebir eylemlere
katılamayan; ama karnına hamileliğinin büyük bir kısmını tamamladığını belirten ―%95 loading diren
gezi parkı geliyorum‖ yazıp fotoğrafını çeken ve sosyal medyada paylaĢıp olaya destek veren kadın
(bu yazı yazılırken beklenilen bebek dünyaya geldi; ismi Atlas Diren).GuyFawkes maskesiyle direniĢe
katılan kadın, deyim yerindeyse direniĢin fenomenleri haline gelmiĢtir.
Diğer yandan; 13 Haziran günü Ġstanbul Valisi‘nin annelere seslenip ―çocuklarınızı parktan alın‖
demesinin üzerine, meydanlara anneler de inmiĢ; insanlık zinciri oluĢturarak ―biz çocuklarımızı
almaya değil, onlarla birlikte kalmaya geldik‖ demiĢlerdir.
Gezi DireniĢinin sosyal medyada ses getiren bir diğer eylem biçimi ise pasif direniĢi simgeleyen;
duran adamdır. Gerek yurt içinde gerekse yurt dıĢında oldukça ses getiren duran adamın direniĢi,
sessiz (konuĢmadan) kıpırdamadan ve kimseye zarar vermeden gerçekleĢmiĢtir; ancak yine polis
müdahalesiyle karĢılaĢmıĢ, giysileri ve çantası aranmıĢtır. Bu durum sosyal medyada da tepki
görmüĢtür:
Twitter Kullanıcısı (16 Haziran 2013)
“Eylem yapıyor bozuluyorsun, direniyor sinirleniyorsun, susuyor ses istiyorsun, koşuyor dursun
istiyorsun, duruyor korkuyorsun.”
Twitter Kullanıcısı (16 Haziran 2013)
“Bu ülkede gözaltına alınmak için bir şey yapmanıza gerek yok, durmak da suç.”
Yukarıda da ifade edilen Gezi Parkı Olayları sosyal medya aracılığıyla hem yurt içinde hem de
yurt dıĢında oldukça yankı uyandırmıĢtır. Mizah yönünün çok güçlü olması, eylemlerin sürekliliği
açısından önemli bir nokta olmuĢtur. Bununla birlikte, bu apolitik gençlik mizahı olabildiğince
kullanmıĢtır. ―Etliye sütlüye karıĢmayan,‖ internetin baĢından kalkmayan,toplumsal olaylara duyarsız
kalan bu ―apolitik‖ gençlik Gezi Parkı Olaylarında ezber bozmuĢtur. Çok iyi kullandıkları internet
371
teknolojilerini ilefacebook ve twitter üzerinden yaĢanılan olayları an be an paylaĢarak, örgütlenmeyi
sağlayarak eylemlere katılımları arttırmıĢlardır.
Gezi Parkı Olayları kendiliğinden oluĢmuĢtur, ne bir siyasi partinin söylemiyle ne de dıĢ güçlerin
etkisiyle oluĢmamıĢtır. Kendiliğinden meydana gelmiĢ, hoĢgörü, dayanıĢma gibi nitelikler taĢıyan
Ģiddetten uzak bir karakterdedir. Eylemlerden sonra çeĢitli parklarda forumlar oluĢturulmuĢ, insanlar
bu alanlarda kendi belirledikleri konuları tartıĢarak, süreci hem müzakere etmiĢler hem de yeni fikirler
ortaya koymuĢlardır.
Çevre Hareketi olarak baĢlayan Gezi Parkı Olayları, eylemcilerin içinde bulundukları parkı
benimsemeleri, korumalarıyla, park içinde temizlik yapmaları -çöpleri toplamaları- ve bunu gönüllü
bir Ģekilde yapmalarıyla oldukça ses getirmiĢtir. Gezi Parkı; Mayıs ve Haziran aylarında daha önce
görmediği olaylara sahne olmuĢtur. Bunun içinde polisin sert müdahalesi, eylemcilerin
dayanıĢması,sabah sporlarının yapılması, piyona resitalleri gibi birbirinden çok farklı motivasyonlara
sahip eylemler ve hareket tarzları vardır. Belki de Gezi Parkı‘nda ilk defa ve gerçek anlamda ―bir ağaç
gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeĢçesine‖ yaĢamak deneyimlenmiĢtir…
4. SONUÇ
Bu çalıĢmada Gezi Parkı Olayları ya da Gezi DireniĢi olarak adlandırılan olayların yeni toplumsal
muhalefet olma niteliği tartıĢılmıĢtır. Bu bağlamda demokrasi, demokrasikültürü, müzakereci
demokrasi ve dijital demokrasi kavramlarına değinilmiĢtir.
Sonuç olarak, bu hareketin vermesi gereken mesajlar ya da bu hareketten alınması gereken
mesajlar Ģu Ģekilde özetlenebilir. Yeni Toplumsal Muhalefet olarak adlandırılabilecek olan bu hareket,
öncelikle ve ilk defa bir kentli harekettir, kentine ve çevresine sahip çıkma hareketidir. Toplumun artık
kentli bir toplum olduğunun farkına vardığı, kentine ve kentli yaĢam biçimine sahip çıktığı, kendi
iradesi dıĢında, kentli yaĢam biçimine müdahale edilmesine izin vermediği, gerekirse bunun için
direnmeyi göze aldığının görüldüğü bir harekettir. Bu hareketin ve eylemin sonucunda oluĢan temel
beklenti, siyaset kurumunun, özellikle iktidarın söz konusu mesajı, yani kette yaĢayanların, kentsel
yaĢam hakkına (kentsel yaĢam alanlarına ve kentsel yaĢam biçimlerine) dokunulmaması gerektiğinin
farkına varmasıdır. Ġkinci olarak bu hareket, mesela CHP gibi her hangi bir siyasi hareketle
özdeĢleĢtirilemez, özdeĢleĢtirilmemelidir. Eğer CHP bu hareketi örgütleyebilme niteliklerine sahip
olsaydı, bu hareketin bu biçimiyle ortaya çıkmasına gerek kalmazdı ya da bu hareket CHP‘nin
öncülüğünde örgütlenirdi. Kaldı ki iktidar gibi, muhalefet de bu hareketi ancak üç dört gün sonra fark
edebilmiĢ ve fark ettikten sonra, örgütlemek Ģöyle dursun, ancak peĢine takılabilmiĢtir. Ayrıca Gezi
Parkı protestosuna katılanlar arasında birçok farklı siyasi gruplardan olanlar vardır. AĢırı sol siyasi
gruplar Gezi Parkı hareketini sahiplenme ve bu vesile ile seslerini duyurma çabası içine girmiĢler,
ancak Gezi Parkı Hareketinin çok sesliliği, oluĢturulmaya çalıĢılan tek düzeliği bastırmıĢtır. En son
olarak, bir Yeni Toplumsal Muhalefet biçimi ya da gerçek bir sivil itaatsizlik örneği olarak Gezi Parkı
Hareketi (olayı) arka planında yer alan sosyal medya örgütlenme biçimiyle, daha önce örneği
görülmeyen son derece dinamik ve çok kısa sürede örgütlenebilen ve yeniden örgütlenebilen bir
karaktere sahiptir. Bu anlamıyla da bir Yeni Toplumsal Muhalefet biçimi olmasının ötesinde,
Türkiye‘de yeni bir demokrasi hareketine dönüĢebilir ve bu niteliğinden dolayı mevcut siyasi parti
yapılanmalarını ve siyaset kurumunu kökten değiĢtirecek bir potansiyel taĢıyabilir. Ne yazık ki mevcut
iktidar ve muhalefet partileri bu hareketin söz konusu dinamik yapısının henüz farkına varabilmiĢ,
yani verilmek istenen mesajı alabilmiĢ değildir. Ancak bu Yeni Toplumsal Muhalefet hareketi, kısa
vadede olmasa da orta vadede, kaçınılmaz olarak Türkiye‘de siyaset yapma biçimini ve giderek siyaset
kurumunu değiĢtirebilecek niteliklere sahiptir.
KAYNAKLAR
Benhabib, S. (1999).Demokrasi ve Farklılık
Açılması,Ġstanbul: Demokrasi Kitaplığı.
Siyasal
Düzenin
Sınırlarının
TartıĢmaya
Kalaycıoğlu, E. (1999). ―Türkiye‘de Siyasal Kültür ve Demokrasi‖,Türkiye‘de Demokratik Siyasal
Kültür, Ankara: Türk Demokrasi Vakfı.
372
Köker, L.(2008).Demokrasi, EleĢtiri ve Türkiye, Ankara: Vadi Yayınları.
MaraĢ, G. (2011). ―Kamu Yönetimlerinde E-Devlet ve E-Demokrasi ĠliĢkisi‖, Erciyes Üniversitesi
Ġktisadi ve Ġdari Bilimler Fakültesi Dergisi, No: 37, s.122-131.
SitembölükbaĢı, ġ.(2005). ―Liberal Demokrasinin Çıkmazlarına Çözüm Olarak Müzakereci
Demokrasi‖, Akdeniz Üniversitesi Ġktisadi ve Ġdari Bilimler Fakültesi Dergisi, No:10, s.140.
Tuna, M. (2000). ―Demokrasi Kültürü‖,Sosyal Bilimler Sempozyumu Bildiri Kitabı, Muğla:Muğla
Üniversitesi.
Tunç, H. (2008). ―Demokrasi Türleri ve Müzakereci Demokrasi Kavramı‖,Gazi Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi, Cilt:12, No: 1-2, s.1125-1228.
373
374
GEZĠ PARKI: “ġEHĠR HAKKI” TARTIġMALARI VESOSYOLOJĠNĠN
SAVUNULMASI
Polat S. ALPMAN1
ÖZET
Bu çalıĢma, Henri Lefebvre, Guy Debord ve David Harvey‘in kent sosyolojisi literatürüne
yaptıkları katkılardan hareketle, iki yönlü bir tartıĢmayı yürütmeyi amaçlamaktadır. TartıĢmanın ilk
aĢaması, insanların yaĢadıkları kent ile ilgili inisiyatif alma, karar verme iradelerini ifade eden ve
―ġehir Hakkı‖ olarak formüle edilen tartıĢmaları Gezi Parkı olaylarıyla iliĢkilendirerek açıklamayı
kapsamaktadır. Böylelikle kentsel olanla toplumsal olan arasındaki iliĢkiyi sadece bir yaĢam mekanı
olarak değil sosyolojinin nesnesi olan bir mekan olarak ele alınması hedeflenmektedir. TartıĢmanın
diğer aĢaması ise, ―itiraz, isyan ve direniĢ‖ olarak tanımlanan Gezi olayları sürecinde, sosyolojik
zanaatın bir bilim olmakla toplumu savunmak arasında yaĢadığı kriz çözümlenmeye çalıĢılacaktır.
Anahtar Kavramlar: Şehir Hakkı, Neoliberalizm, Kentsel Dönüşüm, Mekân, Gezi Parkı.
ABSTRACT
This study, based on the contributions of Henri Lefebvre, Guy Debord and David Harvey to the
literature of urban sociology, aims to conduct a two-sided discussion. The first stage of the discussion
contains to explain the debates being formulated as ―The Right to the City‖ meaning the will of the
people to take the initiative and make decisions about the city they live in, by associating it with the
Gezi Parkı events. Hereby, it is aimed to deal with the relationship between ―the social‖ and ―the
urban‖ not just as a life-space but as a space being object of the sociology. The other stage of the
discussion will analyze the crisis which the craft of sociology has faced during the Gezi events which
is defined as ―protest, riot and resistance‖, by standing between being science or defending the society.
Keyw ords: The Right to the City, Neoliberalism, Urban Gentrification, Space, Gezi Park.
GĠRĠġ
2013 yılının Mayıs ayı, 2002 yılından beri iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) için
zor bir ay oldu. 1 Mayıs‘ın Taksim‘de kutlanmasının engellenmesiyle baĢlayan gerilim 27 Mayıs‘ta
Kalyon ĠnĢaat isimli firmaya ait iĢ araçlarının Gezi Parkına girmesiyle yeni bir boyuta taĢındı.
BaĢlangıçta ortaya çıkan itirazlar, 31 Mayıs‘ta isyana ve 15 Haziran‘daki polis müdahalesiyle direniĢe
dönüĢtü.
Bütün bu süreç, Türkiye‘nin sosyo-politik gündemine baĢta demokrasi olmak üzere birçok konuyla
ilgili tartıĢmaları taĢıdı.
SĠYASAL MUHAFAZAKÂRLIĞIN TOPLUMSAL PROJESĠ
Türkiye‘deki siyasal yaĢamda muhafazakârlık birçok boyut içermektedir. Bu nedenle
muhafazakârlığı tartıĢmanın birçok yönü bulunmaktadır. Özellikle çok partili hayata geçiĢle birlikte
toplum üyelerinin gündelik yaĢam deneyimlerini politik değerler olarak inĢa etmek olarak tarif
edilebilecek türden muhafazakarlığın, Türk siyasetinde güçlü bir yeri olduğu bilinen bir gerçektir.
Türkiye‘de Adalet ve Kalkınma Partisinin tüzel kiĢiliğinde tecessüm eden siyasal muhafazakarlık
ise sadece siyasal olarak değil toplumsal olarak da güçlü bir hegemonya kurmayı baĢardı. Üç dönem
üst üste ve oylarını yükselterek iktidar olan, politik iktidardan toplumsal muktedirliğe uzanan bir
siyasal hattın tarihsel temsilcisi olan bu hareket, aynı zamanda ekonomik ve politik reformlarla askeri
vesayet rejimi, Kürt sorunu, baĢörtüsü/türban yasağı gibi kronikleĢmiĢ tıkanıklıkları açmaya çalıĢan
bir siyasal irade sergiledi. Türkiye toplumunun önüne bir ―kızıl elma‖ olarak Avrupa Birliği idealini
1
Öğretim Görevlisi, Yalova Üniversitesi, Sosyal Hizmet ve DanıĢmanlık Bölümü,
[email protected].
375
yerleĢtirdi ve toplumsal motivasyonu bu yöne yönlendirdi. BaĢarılı bir psiko-ekonomik yönetimle,
Türkiye‘yi uluslararası piyasaya uygun hale getirmeye çalıĢtı. Aynı zamanda DıĢiĢleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu‘nun baĢkanlığında etkili bir dıĢ politika izlemeyi hedefledi ve bu yönde bir çok revizyonist
politikalar üretti.
Diğer yandan iktidar olmasında önemli bir yer tutan demokratik söylemlerinin ve talepkarlığının
sürekli kaygan bir zeminde durması, kitlesel desteğe ihtiyaç duyduğunda hızla anti-demokratik ve eski
Türkiye‘ye ait jargona yaslanması, bir baĢka ifadeyle söylemlerinin hızla yer değiĢtirmesi hükümete
olan güveni kademeli olarak azalttı. Toplumsal müzakereyi en fazla dile getiren, toplumsal uzlaĢmanın
güçlü bir ülke olmak için gerekli en önemli ölçüt olduğunu sürekli ifade eden ve buna rağmen buna
ihtiyaç duymayan bir hükümet görüntüsü gittikçe ağırlık kazandı. Çoğunluk gücü, toplumsal yaĢamı
yeniden organize etmenin meĢruiyetini sağlayan bir güç unsuruna dönüĢtü. Kararlılık ve kendinden
eminlik bir çeĢit inatçılık ve kibirlilik olarak algılandı. DıĢ politikada yarattığı neo-Osmanlı
atmosferinin geri tepmesi, buna bir de Suriye krizinin eklenmesi ve BeĢĢar Esad‘ın uzun süre
yenilmemesi ―one minute‖ın oluĢturduğu psiko-politik gücü zamanla eritti.
Aynı zamanda askerin siyasi etkisinin azaltıldığı bir dönemde polis teĢkilatı güçlendi ve yasadıĢı
dinlemeler ya da operasyonlar yapan, hukuk dıĢı bir takım faaliyetlerle hükümetin çıkarları için çalıĢan
bir örgüt gibi algılanmaya baĢlandı. Akademinin ve basının sansüre (aslında daha çok oto-sansüre)
uğradığı kanısı güçlendi. Tuhaf bir ―büyük adam‖ söylemi siyasetin olduğu kadar gündelik hayatın
rutini haline getirildi. ―Güçlü lider‖ kalıbı ve ona oy veren çoğunluk, Cumhuriyet‘i kuran iradenin de
yapamadığı gibi, çoğulculuğu tesis edemedi ve buna ek olarak, çoğunluk vurgusunun kendisi,
Cumhuriyet‘in hedeflediği özgür ve eĢit yurttaĢlar algısının önüne geçti. Bütün bu geliĢmeler iktidar
yıpranmasına ve iktidarın meĢruiyetinin aĢınmasına neden oldu.
Kendi tarihsel ve politik kökenini, Cumhuriyet devriminin batıcı, laik ve seküler niteliklerinin
ötekileĢtirdiği çoğunluk içerisindeki hat üzerinden kuran AKP‘nin sembolik mücadeleye önem
vermesi ve gündelik gerçekliği semboller üzerinden inĢa etmek istemesi gündelik yaĢamı kutuplaĢtıran
bir siyasal manyetik alan üretmeye baĢladı. Bu nedenle Çamlıca Tepesi‘ne ve Taksim‘e camii yapmak
yerel siyasetin kamu hizmeti olmaktan öte, politik muktedirliğin gündelik hayata taĢınması olarak
algılandı. Bir baĢka ifadeyle bu alanlara camii yapmak, politik iktidarın kendi sosyo-politik tabanı
olarak tanımladığı kesimlerin değerlerinin, toplumsal yaĢamın asli unsuru haline getirilmesine
dönüĢtü. Bu tespit, ―herkesi kucaklamak‖ gibi ciddi bir iddianın sahibi olan BaĢbakanın söylemlerine
de yansıdı. ―Kürtaj cinayettir‖ ya da ―üç-beĢ çocuk yapın‖ gibi kadınları nesneleĢtiren tutumun ya da
basit bir alkol satıĢının düzenlemesini ―dinimizin emri‖ haline getirilmesinin toplumun önemli bir
kesimi için ―endiĢe‖ ürettiğinin söylenmesine gerek yok.
Ancak sorun sadece BaĢbakan‘ın üslubu ya da söylemleri ile sınırlı değil. Diğer yanda hükümetin
politikalarıyla ilgili biriken ve buna rağmen görmezden gelinen bir gerilimin ve endiĢenin var olduğu
söylenebilir. Örneğin oldukça genç bir nüfusu olan Türkiye‘nin, bir türlü dikiĢ tutmayan ve yamalı
bohça haline gelen eğitim sistemine, hükümetin 4+4+4 gibi operasyon yapması ve bu operasyonla
Ġmam-Hatip liselerinin eğitim kurumları içerisinde baĢat haline gelmesini hedeflemesi de söz konusu
endiĢeyi tetikleyen konulardan biridir. Ġlköğretimde ―seçmeli din dersi‖nin müfredatında Kur‟an‘ın ve
Peygamberimizin Hayatı‘nın öğretilecek olması da aynı tartıĢma baĢlıkları içerisindedir. Devletin
dinsel alanı sadece Diyanet eliyle değil Milli Eğitim eliyle de denetim ve kontrol altına alması, kendi
tabanı dıĢında kalan insanların değerlerini küçümsemesi ve değersizleĢtirmesi ve hatta kimi zaman
itibarsızlaĢtırması söz konusu endiĢeyi güçlendiren konulardır. Öyle ki bizzat BaĢbakan ―dindar nesil tinerci‖ karĢılaĢtırmasını ortaya atarak seçmenlerin tümünü anlamsız bir tartıĢmayla karĢı karĢıya
bırakmıĢtı.
Diğer yandan kentsel dönüĢümün mağdurlarının dile getirilemeyen öfkesi, taĢeronlaĢmanın ağır
baskısı, büyüyen ve güçlenen ekonominin gerçek kiĢilere olan etkisinin değiĢmemesi, anadilde
savunma için cezaevlerinde baĢlayan açlık grevleri, Taksim meydanının oldukça samimiyetsiz
gerekçelerle 1 Mayıs‘ta kapatılması, üçüncü köprünün yapılacak olması ve köprüye verilecek ismin,
Aleviler için oldukça rencide edici olan Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim‘in isminin verilecek
olması gibi yakın zamanda yapılan tartıĢmalar toplumsal gerilimi oluĢturan örnekler olarak
sıralanabilir. Bunların yanı sıra, Pozantı cezaevindeki Kürt çocuklarına yönelik tecavüzlerin ortaya
376
çıkması, Roboski/Uludere‘de ve Reyhanlı‘da yaĢanan trajik olaylar ise hükümetin sorumluluğunda
olan fakat inisiyatif almaktan imtina ettiği olaylar oldu. AKP hükümeti, bu olaylarla ilgili kendi tabanı
dıĢındaki kesimleri ikna edecek bir siyaset üretemedi.
Ancak bahsedilen olayların hemen hepsi, yeni merkez sağ odak olarak AKP‘nin kemikleĢtirmeye
çalıĢtığı sosyo-politik taban açısından göz ardı edilebilen ve büyümenin, süper güç olmanın yol
kazaları olarak yorumlanabilen hadiseler olageldi. AKP‘nin dayandığı sosyo-politik taban
Cumhuriyet‘in kuruluĢundan Menderes‘e kadar geçen dönemi bir karanlık dönem olarak okumaya
eğilimlidir. Menderes‘in asılması ve AKP iktidarına kadar devam eden dönem ise iktidar olamayan ve
toplumsal taleplerin sürekli bastırıldığı bir dönemi içerir. AKP dönemi ise kendisini ötekileĢtirilmiĢ ve
Kemalist elitizmin modernist ve jakoben tavrının küçümsemesine maruz kalmıĢ hisseden seçmenlerin
zaferini ima eder. Bu anlatım özellikle AKP‘nin teorisyenleri tarafından sıklıkla tekrar edilen bir
jeneriktir. Oysa gündelik gerçeklik bunu ne derece içerir ve AKP‘nin seçmenleri ne düzeyde bu profile
uyar, bu konuda makul Ģüphelere sahip olmak gerekir.
Yine de BaĢbakanın kendi karĢıtını ve düĢmanını yaratma konusunda baĢarılı bir siyaset izlediğini
ve seçmen sayısı ile sosyo-politik tabanı neredeyse birebir örtüĢen CHP‘yi bir paravan karaktere
dönüĢtürdüğü söylenebilir. BaĢbakan bu paravan karakter sayesinde, söylemek istediği her Ģeyi,
değiĢmez bir bütün olarak kavradığı CHP üzerinden söyleyebilmektedir. BaĢbakan tarafından yaratılan
bu CHP sayesinde BaĢbakan hem kendi seçmen kitlesini kemikleĢtirmeye çalıĢtı hem de söz konusu
kitleye yeni bir hafıza taĢıdı. Böylelikle AKP, baĢta baĢörtüsü ve ―irtica geliyor‖ söylemi gibi sinir
uçlarından hareketle oluĢturduğu demokrasi söylemini kendi sosyopolitik tabanının talepleri olarak
restore etti. Sonuç olarak BaĢbakanın, Weberci karizmatik otorite konsepti üzerinden, sağladığı
―güçlü lider‖ görüntüsü, toplumsal hafızadaki ―tek adam‖ figürüyle kolaylıkla bütünleĢti ve BaĢbakan
on yıllık süreç içerisinde, meĢruiyeti kendinden menkul bir lider olarak algılanmaya baĢladı.
Gezi Parkı olayları çok güçlü bir sosyo-politik tabanı ve meĢru bir iktidar sahibi olan mevcut
hükümet için aĢılması kolay bir hendek olmasına rağmen önce bir toplumsal harekete daha sonra ulusötesi bir siyasal mücadeleye dönüĢtü. Bu süreç ―baĢ belası‖ sosyal medyanın, kentli orta sınıf
değerlerinin yaygınlaĢmasının, sürekli kendilerine parmak sallayan bir muktedirden sıkılmanın olduğu
kadar kentin –özellikle Ġstanbul özelinde- sermayenin değiĢim nesnesi haline çevrilmesine yönelik
güçlü bir itirazı barındırıyordu. Bu itiraz, Avrupa ve Amerika‘da uzun zamandır tartıĢılan bir konu,
―ġehir Hakkı‖ (the Right to the City) üzerinde düĢünülmesine neden oldu.
KENTTE OLMAK, KENTLĠ OLMAK, KENT OLMAK: “ġEHĠR HAKKI”
“Kent, sadece tarihsel özgürlüğün mücadele
alanı olabilmiştir, özgürlüğe sahip olamamıştır.
Kent tarih ortamıdır; çünkü o, hem tarihsel
girişimi mümkün kılan toplumsal iktidarın
yoğunlaşması hem de geçmişin bilincidir. Kenti
tasfiye etmeye yönelik mevcut eğilim, ekonominin
tarihsel bilince boyun eğmesindeki ve kendisinden
alınmış güçleri yeniden ele geçiren toplumun
birleşmesindeki gecikmenin bir başka şekilde ifade
edilmesinden ibarettir” (Debord, 1996: 95).
1980‘lerde baĢlayan neo-liberalizm restorasyonu olarak kabul edilebilecek son on yıllık dönem,
sermayeye yeni alanlar açmak konusunda oldukça önemli giriĢimlerin yapıldığı bir dönemdi. Bir meta
olarak kentin bu dönemde yeniden değerlenmesi bu bakımdan dikkate değerdir. Sermayenin
kentleĢmesi ya da kentsel alanın metalaĢması aynı zamanda kentin dilsizleĢtirilmesi anlamına gelir.
Sadece evlerin, sokakların, mahallelerin yok edilmesi değil aynı zamanda mülksüzleĢtirmeye, yersizyurtsuzlaĢtırılmaya neden olan bu sürecin bir itirazla karĢılaĢması, insanların kendi yaĢadıkları yer ile
ilgili taleplere sahip olması ve bunlar için itiraz etmesi, direnmesi tabiidir. Kaldı ki, sermayenin kenti
metalaĢtırması, sadece ekonomik bir sermaye olarak değil aynı zamanda, kendi ideolojik-politik
meĢruiyetini restore etme yollarından biri olarak, kenti yeniden düzenlemesi anlamına gelmektedir. Bir
toplumsal alan olarak mekân, üretim iliĢkilerinin sağladığı hiyerarĢik ve mistik düzeni içeren
377
semboller ve göstergelerle donatılarak, toplumsal tahakkümü, sosyalizasyon sürecinin bir parçası
haline getirilmesini sağlar. Bu tahakküm anıtlar, heykeller, müzeler, tapınaklar kadar iĢ yerleri ve alıĢveriĢ merkezlerinde de kendini gösterir. Bütün bu mekânlar, üretim iliĢkilerinin neden olduğu baskıyı
meĢrulaĢtırma gayretindeki siyasal otoriterliğin psikolojik dokusunu ve bürokratik irrasyonelliğin
içselleĢtirilmiĢ meĢruiyetini taĢımaktadır.
68 hareketinin etkili isimlerinden Guy Debord, köhnemiĢ toplumsal değerlere ve sömürü düzenine
isyan etme iradesi gösteren insanlardan umutluydu. ―Tersyüz edilmiĢ hakikatin maddi temellerinden
kurtulmak; iĢte çağımızın kurtuluĢunu oluĢturan Ģey budur‖ diye yazıyordu, ünlü eseri Gösteri
Toplumu‘nda (Debord; 1996: 16). Debord‘un gördüğü ya da görmek istediği Paris bir Ģenlik ve
festival mekânıydı. ĠĢ yükünün ya da üretmenin zorunluluk olmadığı bir dünya ütopyasını
ortaklaĢtırmıĢlardı. Bu nedenle piyasa iliĢkilerinin elinde meta haline gelmiĢ bir Paris‘e isyan edilmesi
gerektiğine inanıyor, sanatın yıkıcılığına sığınıyorlardı.
Debord yaĢamak, paylaĢmak ve özgürlük için sadece Paris‘in değil dünyanın bütün sokaklarını ele
geçirmeyi teklif eder. ―YabancılaĢmıĢ emek‖ten ―yabancılaĢmıĢ hayat‖a geçilen bir dünyada, sınıfsal
kurtuluĢun sokakların ele geçirilmesiyle mümkün olduğunu öne sürer. Debord‘a göre, bütün
iktidarların amacı sokakları kontrol etmektir ve bu kontrolün nihai olarak varacağı nokta ise sokakları
ortadan kaldırılmasıdır. Bu nedenle muktedirler, iĢçi sınıfını tecrit edebilmek için kenti yeniden
düzenleme çabasındadır ve böylesi bir ―[ġ]ehircilik, sınıf iktidarını savunan kesintisiz görevin modern
icracısıdır: Kentsel üretim koĢullarının tehlikeli bir Ģekilde bir araya getirdiği iĢçilerin en küçük
parçalarına dek bölünmesinin sürdürülmesi. Bu bir araya gelme olasılığının her biçimine karĢı
yürütülmesi gereken mücadele en uygun zeminini Ģehircilikte bulur‖ (Debord, 1996: 93).
―ġehir Hakkı‖, bu mücadele alanı içerisinde kentte yaĢayan mülksüzlerin, kendi haklarını
savunmalarının gerekçelerini üretmek üzere, Henri Lefebvre tarafından kavramsallaĢtırıldı. Lefebvre
(2000: 63-181) kapitalist toplumda mekânın kullanım değeriyle değil, değiĢim değeriyle belirlendiği
bir kent gerçekliğinden söz eder. Bir baĢka ifadeyle, sermaye sınıfı, kentsel dönüĢümü belirleyen,
kontrol eden ve yeniden üretilmesini sağlayan bir sınıf olarak mekânların değiĢim değeriyle kentsel
sömürüyü yeniden üretmektedir. Böylelikle mülk sahibi olmayan sınıfların, yaĢadıkları kent üzerine
söz söyleme hakları da gasp edilmiĢ olmaktadır. Buradaki belirgin çeliĢki kentte yaĢayanlarla kenti
metalaĢtıranlar arasındaki çeliĢkidir ve Lefebvre kentte yaĢayanlara örgütlenmeyi ve bu örgütlenmeyle
kenti ―yeniden‖ ele geçirmeyi teklif eder.
Lefebvre (2000: 70) mevcut kent hayatımızın önümüzde iki yönlü bir süreç olduğundan söz eder.
―EndüstrileĢme vekentleĢme, büyüme ve geliĢme, ekonomiküretim vesosyal yaĢam.‖ Ona göre söz
konusu ikilemeler birbirinden ayrılması mümkün olmayan fakat aynı zamanda çatıĢmalı süreçlerdir.
Tarihsel açıdan, kentsel gerçeklik ile endüstriyel gerçeklik arasında Ģiddetli bir çatıĢma olduğunu
vurgulayan Lefebvre, endüstrileĢmenin sadece endüstri toplumunun göstereni haline gelen imalat
firmalarını değil aynı zamanda finans sektörü ve bankacılık, teknik ve politik hizmetleri de ürettiğini
hatırlatır. Lefebvre‘ye göre henüz bitmekten çok uzak olan bu ―diyalektik süreç‖, kendisinin neden
olduğu sorunsallar (problematic) nedeniyle provokatiftir. Bu yüzden Lefebvre‘nin Marksizm‘i kent
üzerine düĢünmeyi ve kenti radikal bir biçimde, kökten kavramayı teklif eder. Kenti kökten
kavrayabilmek için, söz edilen sürecin gerçekleĢtiği ve üretimin mekânı olan kentin içsel hareketini
kavramak gerekir.
Kenti diyalektik kavramayı sadece Marksizmin metodolojik ilkesi olarak değil, kentsel olanı
kavramanın sahici bir pratiği olarak ifade eden Lefebvre, bir Ģehri mümkün kılan ―merkezi‖
niteliklerin yağmalanmasına karĢı ―ġehir Hakkı‖ndan söz eder. Lefebvre iktisadi büyüme ve
sanayileĢme sorunlarının asıl çeliĢkisinin sınıfsal olduğunu ve bu sınıfsallığın kentsel sorunlara
dönüĢtüğünü ifade ederek kenti, sınıf mücadelesinin alanı olarak yorumlamaktaydı. Dolayısıyla kenti
yeniden imar etmekle onu pratik ve ideolojik olarak yıkmak arasındaki farkı anlamanın yolu, Ģehir
planlamacılarının ya da belediye encümenlerinin açıklamalarından daha çok, kenti diyalektik biçimde
kavramakla mümkün olabilirdi.
Lefebvre ve Debord‘un kentte baktıklarında gördükleri ve görmek istedikleri ―hayat‖ kapitalizmin
geliĢmesine paralel olarak daha fazla ortadan kayboluyor ve kent, siluet belirsizleĢen bir mekân haline
geliyor. Belki de Gezi parkı eylemleriyle baĢlayıp bir halk ayaklanmasına dönüĢen sürecin
378
muktedirlere göstermeye ve duyurmaya çalıĢtığı Ģey, bu sürece yönelik bir isyandı. Bir inĢaat cenneti
ve koca bir Ģantiye alanı olarak resmedilebilen bir kentte, kendi varoluĢunu temsil etmekten her geçen
gün daha da uzaklaĢan sıradan insanların, ―kendisi için istediğini –sadece kardeĢi için değil- herkes
için istediği‖ bir mücadeleye dönüĢtürmesiyle birlikte ortaya çıkan politik özneleĢmenin kudreti,
elbette yıkıcıdır.
David Harvey ise (2008: 23-40) Lefebvre‘nin kent meselesine gösterdiği duyarlılığı daha merkezi
bir konuma taĢır ve ―ġehir Hakkı‖ meselesini ―insan hakları‖ mefhumuna atıfla yeniden ele alır. ġehir
hakkı, insan haklarını baskı altına alan özel mülkiyet ve kâr hakkına rağmen, kendisinden
vazgeçilmeyecek haklarından biridir. ―MülksüzleĢtirme yoluyla birikim‖ elde etmekte olan sermaye,
az gelirli nüfusun barındığı değerli toprağı, soylulaĢtırma adı altında ele geçirmesine karĢı toplumun
kendini savunma biçimidir. Çünkü böylesi bir kentleĢme, bir yandan sermayenin artı-değer üretimini
geniĢ bir coğrafyaya yayarken diğer yandan kentte yaĢayan insanları, kente yaĢamaktan doğan bütün
haklarından mahrum bırakma eğilimindedir. Bu tür bir eĢitsizlik ortamında krizlerin ortaya çıkması ve
mülksüzleĢtirilenlerin direnmesi kaçınılmazdır. ĠĢte tam bu noktada Harvey, Lefebvre‘den ilhamla,
―ġehir Hakkı‖nı, devrimci mücadelenin mekânı olarak, kentin ve kentlinin talebi olarak sunar.
Debord, Lefebvre ve Harvey‘in müĢterek noktaları kenti sermayenin sömürüsünden kurtarmak
değil, kentin, sınıf mücadelesinin asli mekânı olarak, kazandığı rolü ifade etmekti. Çünkü bir kentin
insanları, kentin sokaklarıyla kente dahil olur. Oysa sermaye, sokakları ortadan kaldırarak kenti, kendi
içinde hareket ederken sürekli kendi içine çöken bir mekân haline getirmektedir. Bu nedenle kentsel
dönüĢüm, soylulaĢtırma ya da benzeri eğilimler yoluyla uygulanmakta olan sermayenin birikim
stratejisi ile mekâna dair sorunların toplumsallaĢması arasında doğrusal bir iliĢki bulunmaktadır.
Kentin metalaĢma düzeyi arttıkça mekânın toplumsal yaĢamın merkezi olarak var olan kent ile
sermayenin değiĢim değeri yüksek kentleĢmesi yer değiĢtirir. Bu yer değiĢtirmenin sessiz ve derinden
gerçekleĢtiği yerler olmakla birlikte bir isyana dönüĢtüğü yerler de var. Gezi Parkı, iĢte bu dönüĢüm
sürecinin neden olduğu itirazın, yaĢanan süreçle birlikte bir sembole dönüĢtüğü yeri ifade eder.
ĠTĠRAZ, ĠSYAN, DĠRENĠġ VE SOSYOLOJĠYĠ SAVUNMAK
AKP hükümeti açısından Gezi direniĢi, kendi döneminde pekiĢtirmiĢ olduğu laik-dindar, gericiilerici gibi ikiliklere dayansaydı ya da basit bir AKP karĢıtlığına indirgenseydi, böyle bir hareketin
toplumsal ve politik değeri ve katkısı, tıpkı Cumhuriyet mitinglerindeki gibi, çok sınırlı olurdu.
Aslında Gezi direniĢine kadar, AKP hükümetinin asıl becerisi, bu ikilikleri güçlü bir biçimde
vurgulayıp kendi kültürel hegemonyasını, toplumsal çıkarlar adına meĢrulaĢtırmasından
kaynaklanıyor. Topçu KıĢlası, Taksim‘e cami gibi sembolleri vurgulayarak aktarılan bu liberalmuhafazakar jargon, sermayenin kenti metalaĢtıran hareketini örtüp ortaya çıkan eĢitsizlikleri
görünmez kılmaya çalıĢıyor. Oysa kentsel yıkım nedeniyle ortaya çıkan mahrumiyetler,
mülksüzleĢtirmeler, eĢitsizlikler AKP‘nin sürdürdüğü ikiliklerle aĢılamayacak kadar gerilim yüklü.
AKP‘nin bu ikilikler üzerinden yarattığı siyasal simülasyonun dıĢında bir kendiliğindenlikle
gerçekleĢen Gezi direniĢiyle çatladı. Bu çatlak kenti sadece bir yaĢam alanı olarak değil, aynı zamanda
kendi toplumsal ve politik var oluĢuyla katıldığı bir mekân olarak, bir hak olarak gören insanların
kendi seslerini ifade edebilmesini sağladı.
Kendiliğinden, kendi motivasyon ve dinamiklerinden hareketle gerçekleĢen toplumsal hareketler
karĢısında iktidarların göstereceği direnç yetersizdir. Bu nedenle bütün iktidarlar, kendiliğindenliğin
bizatihi kendisini bir tehdit, düĢman olarak görürler. Kendi kontrol edemedikleri toplumsal grupları
baĢkalarının denetiminde görmek, onları kendiliğinden hareket eden toplumsal hareketler olarak
görmekten çok daha ferahlatıcıdır, velev ki kendileri yenilmiĢ ya da yenilecek olsalar bile.
Kendiliğindenlik sokakta ifade edilir. Çünkü sokak iktidar tarafından iĢgal edilen, denetlenen
ancak ele geçirilemeyen mekânlardır. Sokak, toplumsal alanın kendisidir. Modern kentlerin, sokakları
yok ederek onları sadece binalar, kurumlar ve yollar-arası yollara dönüĢtürmesi, ele geçirilemeyen
sokağın yok edilmesidir. Muktedir açısından sokaktaki bir mücadele kurumsal bir düzeye taĢındığı
andan itibaren, sonucu ne olursa olsun, artık kazanılmıĢ bir mücadeledir. Gezi Parkında ortaya çıkan
itirazın ve isyanın kendiliğindenliği hem bu direniĢin gücünün hem de muktedirlerin çaresizliğinin
kaynağıydı.
379
Gezi parkı olaylarıyla baĢlayan sürecin üç aĢaması olduğundan söz edebiliriz. Gezi Parkı
konusunda talepleri olan bir grubun itirazı ve bu itirazın kent sakinlerinin bir kısmı tarafından
sahiplenilmesiyle baĢlayan ―itiraz‖ süreci. Artık herkesin bildiği ―orantısız‖ polis müdahalesiyle
bastırılmaya çalıĢılan ―itiraz sürecinin‖ direnç üreterek bir ―isyan‖ sürecine dönüĢmesi. Bu isyan
dalgasının bir anda yurdun genelinde egemen olmasıyla birlikte bir genel ayaklanmaya dönüĢerek
geliĢmesi ve herkes için dönüĢtürücü bir deneyim olarak ortaya çıkması. Ayrıca itiraz sürecinden bir
isyan hareketine dönüĢmesiyle birlikte, Gezi Parkına iliĢkin talepler, artık bir parkla ilgili olmaktan
çıkıp sosyo-politik taleplere ve bir sistem eleĢtirisi haline dönüĢtü. Bu sosyo-politik talepler, bir
yandan kendini politik bir dile tercüme etme ihtiyacı hisseden ancak buna uygun bir mecra
bulamayanlar ile zaten politik olanların karĢılaĢtıkları bir zeminin oluĢmasını sağladı. Ancak isyanın
da Ģiddetle bastırılmaya çalıĢılması üzerine ortaya çıkan ―direniĢ süreci‖ hem politik duyarlılığı
pekiĢtiren hem de politikleĢmenin eleĢtirel bir yön kazanmasını sağlayan, Türkiye tarihi açısından
bambaĢka bir deneyimin zeminini oluĢturdu. Bütün bu süreçler yaĢanırken, olayda etkin olarak rol
alması gereken belediye baĢkanı, vali ve içiĢleri bakanı ise uzun süre inisiyatif alamadı.
Süreç ilerledikçe, BaĢbakan‘ın kanaati pekiĢti; Gezi olayları hem provokasyon hem dıĢ ve iç
mihrakların iĢi hem de ideolojikti…
Bu süreçte konuĢulmayan Ģeylerden biri sosyal bilimlerin egemen siyasal konumlar karĢısında
gerçekçi bir pozisyon belirlemesindeki zorluk ve çetrefilliktir. ―Biz sosyolojiyi de psikolojiyi de
sizden iyi biliriz‖ diye çıkıĢan bir siyasal otoritenin karĢısında sosyolojinin konumunun Ģaibeli hale
gelmesi kaçınılmazdır. Kaldı ki ―çapulculuktan‖ hızla ―faiz lobisine‖ sıçrayan eylemcilere iliĢkin her
türden objektif yorumun, hükümeti antidemokratik uygulamalarla devirmek isteyen karanlık güçlerle
yapılan bir iĢbirliği olarak değerlendirilmesi bile Gezi Parkında açığa çıkan isyanın psikolojik
gerekçelerinin basit bir özeti olarak yorumlanabilir.
BaĢta Wright Mills, Pierre Bourdieu, Michael Burawoy gibi sosyologlar olmak üzere pek çok
sosyal bilimci tarafından toplumun savunulması gerektiği ve sosyolojinin böyle bir misyonunun
bulunduğu vurgulanmıĢtır. Buradan hareketle, Gezi Parkı olaylarına iliĢkin bilimsel konum alıĢın
objektif ve fakat taraf olmak zorunluluğu içerdiği ifade edilmelidir. Bilim tarihinden pek çok örnek
verilebileceği gibi sosyal bilimler, toplumsal tahakkümün arzusunda olan her iktidar için meĢruiyet
üretebilecek zengin materyaller içermektedir. Özellikle yirminci yüzyılla birlikte bir tür bağımlılık
iliĢkisi olarak üretilen bilim-toplum iliĢkisi bu tahakkümün kurulması için bilime olan ihtiyacı arttırdı.
Toplumsal ve siyasal sonuçları bağlamında sürekli olarak tecrübe edilen ve toplumların kendisini
daimi bir tehdit içerisinde (savaĢlar, krizler, doğal afetler, güven bunalımı, vb.) hissettiği ve henüz
tamamlanmamıĢ, bitememiĢ bir yüzyıl olan ―[Y]irminci yüzyılın bilime olan bağımlılığı fazla kanıt
gerektirmez‖ (Hobsbawn; 2002: 625-666). Sosyal bilimlere olan bu bağımlılık bir bilgi arayıĢı
içermez. Ondan beklenen asıl verim üreteceği meĢruiyet ve herhangi bir sosyal olgunun sınıfsal
çıkarlar hesabına bükülmesidir. Bu nedenle sosyal bilimlere duyulan ihtiyacın bilginin gerçekliğin
daha çok iĢleviyle sınırlandırılması ve yeni türden bir dinsel argümantasyona dönüĢtürülmesi sosyal
bilim yapma pratiğine iliĢkinin eleĢtirilmesi için baĢlangıç noktasıdır (Alpman, 2010: 4-17).
Gerek ―bir dövüĢ sporu olarak‖ gerek ―halk sosyolojisi‖ olarak gündeme getirilen sosyolojik
pratiğin politik ya da ideolojik bir içeriğinin bulunmadığı öne sürülemez. Toplumsal bütünlüğün ve
iliĢkiselliğin bilimsel alanda da benzer biçimde gerçekleĢmesine bağlı olarak bilimsel olan aynı
zamanda politiktir. Ancak bu durum hükümet(ler)in kendisi gibi düĢünmeyen ve sosyal olguları
mevcut iktidarın arzusu doğrultusunda açıklamayan, yorumlamayan sosyal bilimcileri karĢı-politik
kampa ait olmakla itham etmesinin ya da ―ĢeytanlaĢtırmasının‖ gerekçesini oluĢturmaz. Bilimsel aklın
politik konumu aktüel siyasal pratikleri toplumun genel çıkarları adına eleĢtirmeyi hedefleyen bir
akıldır. Dolayısıyla onun politik ontolojisi ile muktedirin politikliği arasında tarihsel ve toplumsal bir
fark bulunur. Sosyoloji Ģimdi ve burada olanın basit bir açıklamasına ya da tarifine
indirgenemeyeceğine göre toplumun kendisini savunmak olarak tecessüm eder.
Bu bir anlamda klasik sosyolojideki düzen sorununun yirmi birinci yüzyılda yeniden
tartıĢılmasının ve eleĢtirilmesinin gerekliliğine iĢaret etmektedir. Günümüz toplumlarının toplumsal
formasyonlarının geçirdiği dönüĢüme paralel olarak toplumsal organizasyonun değiĢmesi sosyolojinin
baĢlıca ilgi konularından biridir. Teknolojiye iliĢkin beklentilerin sonuçsuz çıkması, teknoloji-bilgi
380
çağı/toplumu gibi kavramların sosyal olgularla örtüĢmemesine rağmen teknolojinin toplumsal
örgütlenme biçimleri ve ―malumatların akıĢı‖ konusunda özel bir etkiye neden olduğu bilinmektedir.
BaĢta Manuel Castells (2008) olmak üzere yeni toplumsal formasyon içerisindeki sermaye ve kültür
akıĢının gerçekleĢtiği bu türden bir ―enformasyon çağının‖ ne tür dinamiklere sahip olduğu ve
bunların toplumsal yapının hareketi üzerindeki etkisinin neler olduğu hakkındaki sorular açıklanmaya
çalıĢılmaktadır.
Bu geliĢmelerin Türkiye üzerindeki etkilerinin, sosyolojik ilgi konuları arasına girdiğini öne
sürmek zor. Bu nedenle Ģu an çeĢitli parklarda toplanarak kendi yaĢam alanlarına, hükümetin
politikalarına ve Gezi Parkının geleceğine iliĢkin forumlar düzenleyebilmeyi baĢarabilen, kendi dilini,
kültürünü ve kent bilincini yaratmayı hedefleyen bir toplumsal hareketle karĢı karĢıya olunmasına
rağmen ―komplo‖ dili hala çok güçlü. Bu hareketin ürettiği tüm zenginlik ve birikimin bir ―komplo‖
olarak yorumlanması Türkiye siyasi tarihi açısından anlaĢılabilir ve açıklanması kolay bir durum.
Siyasal hafızasında birçok muhtıra ve darbe olan ve bunların her birinin bir toplumsal provokasyonla
oluĢturulan bir toplumda, böylesi bir hareketin spontaneliği baĢlı baĢına bir kuĢku nesnesidir. Zaten
hükümetin ısrarla ―komplo var‖ açıklamasına sığınması ve olayın kendisiyle yüzleĢmek istememesinin
arkasında da bu motivasyon var. Bu nedenle Gezi Parkında yaĢanan ve Türkiye‘deki toplumsal
hareketler için gerçekten ―yeni‖2 olan bu tür bir hareketin ürettiği heyecanın, hükümet tarafından bir
tehdit olarak algılanmasında Türkiye‘nin darbelerle ĢekillenmiĢ siyasal hafızasıyla yakından iliĢkili
olduğunun altını çizmek gerekir.
Diğer yandan Gezi Parkı olaylarını ―gençlik‖ ya da ―orta sınıf‖ ile açıklamaya çalıĢan sosyolojik
zanaatın eleĢtirisinin yapılması gerekmektedir. Gezi Parkında ortaya çıkan toplumsal muhalefet, aynı
zamanda 12 Eylül askeri darbesinin ve devamında Özallı yılların ürettiği politik duyarsızlık ikliminin
sonuna gelindiğini göstermektedir. Bir halk isyanına dönüĢen bu toplumsal muhalefetin, önceden
apolitik, Ģimdilerde Y kuĢağı gibi sıfatlarla tanımlanan ve baĢlı baĢına bir toplumsal kategori olarak
sunulan ―gençlik‖ kategorisine sıkıĢtırılmasının romantik bir değeri olsa da ikna edici bir açıklama
olduğunu ifade etmek zor. Daha açık bir ifadeyle, insanlar ―genç olmaları‖, ―ergenlik krizleri‖,
―babaya direnme dürtüsü‖, ―kanlarının kaynaması‖ ya da ―hormonlarına söz geçiremedikleri‖ için
değil, gerçek hayat içerisinde yaĢadıkları somut koĢullar nedeniyle ve bu somut koĢulları değiĢtirmeye
yönelik talepleri olduğu için direnirler. Oysa sosyolojik analiz, eylemlere katılanların profillerinden
hareketle bir açıklama birimi olarak genliği sunmak konusunda çok istekli görünmektedir. Öznesi
gençlik olan bir toplumsal hareketin taleplerinin toplumsallığı oldukça tartıĢma götürür. Kaldı ki
gençlik baĢlı baĢına bir toplumsal özne kabul edilecekse bu eylemlere katılmayan ―diğer‖ ya da
―öteki‖ gençliğin nasıl açıklanacağı baĢlı baĢına bir sorun haline gelir.
Orta sınıf hareketi ya da isyanı olarak sunulmasında da benzer bir gerilim görülmektedir.
Öncelikle bu tür kategorizasyonun oldukça muğlâk ve sınırlarının belirsiz olduğunu ifade etmek
gerekir. Gezi olaylarına destek veren ve hatta barikatları kuran ve genellikle kentin varoĢlarından
gelenlerle ya da parka gelerek, yürüyüĢ ve açıklama yaparak destek veren televizyon ünlüleri ile Cem
Boyner‘i buluĢturabilecek ortak bir sınıfsal konumun bulunduğunu öne sürmek zor. Ancak orta sınıf
analizinin gerçekçi bir tarafı yok değil. Özellikle Türkiye‘de kentleĢmenin artması, yani toplam
nüfusun yaklaĢık %75‘inin kentsel alanlara doğru yatay hareket etmesiyle birlikte, kentliliğin ve küçük
burjuva değerlerinin temsil edildiği katmanın geniĢlediği öne sürülebilir. Dolayısıyla bugün için nesnel
sınıfsal konumların sınıfsal değerlerinin orta sınıfların (küçük burjuvazinin) moral setleriyle uyumlu
hale geldiği, örtüĢtüğü ifade edilebilir. Buradan hareketle Gezi eylemlerinde konusunda söz edilen orta
sınıf, bir sınıfsal kategori ya da katman olarak değil ama belki değerler/davranıĢlar düzleminde
2
Yeni toplumsal hareketler olarak kavramsallaĢtırılan ve Türkiye özelinde en önemli örneğini Gezi parkında
yaĢadığımız olgunun temel özellikleri Ģöyle ifade edilebilir: ―Yeni sosyal hareketler, ekonomik olmayan
taleplere de yönelmiĢlerdir. Yeni sosyal hareketler, eski bürokratik örgütlenmelerden farklı olarak anti bürokratik
bir biçimde yapılanmaya baĢlamıĢtır. Yeni sosyal hareketler, liderlik anlayıĢı ve bir kahraman önderliğinde
birleĢme yerine, gönüllülük esası ile süreçte eĢit yönetim hakkına sahip aktivist birliktelikleri olarak ortaya
çıkmıĢtır. Yeni sosyal hareketler, iletiĢim teknolojilerindeki geliĢmelerden sonuna kadar faydalanmaktadır. Bu
hareketlerin yayılması ve kapsamının geniĢlemesi bu geliĢmelere paralel bir Ģekilde gerçekleĢmiĢtir‖ (Çopuroğlu
ve Çetin, 2010: 73-74).
381
varlığını hissettiriyordu, denebilir. Nihayetinde kentleĢmenin ve küreselleĢmenin getirdiği farklı
sınıfsal değerler, farklı düzeylerde de olsa Gezi parkı eylemlerinin ruhuna sinmiĢtir. Geleceğin iĢçileri
olan öğrencilerden, iĢsizlerden ya da genel katılımcı profilinden dolayı sınıfsal görünümü güçlü olan
bir ayaklanma olarak Gezi isyanının Haziran deneyimi, bambaĢka bir sosyo-politik sürecin de kapısını
araladı.
Gezi olaylarının belirgin bir öznesinin olmaması ya da (Cumhuriyet mitingleri gibi) belli bir
ideolojik-politik konumdan neĢet etmemesinin ürettiği zorluklar ve sıkıntılar bir yana, zengin direnme
repertuarı oluĢturması dikkat çekicidir. Mizah, itiraz sürecinden daha çok isyan ve direniĢ sürecinin
asıl motivasyonunu oluĢturan ve birçok kesimin sempatisini kazandı. KuĢkusuz, Türkiye toplumunun
mizahla iliĢkisinin sosyolojik bir çözümlemesi yapılabilir ve bir takım genellemelere ulaĢılabilir ancak
Gezi Parkı olayları açısından bu durum ayrı bir nitelik taĢıyor. Duvar yazılamalarında ve sosyal
medyada ortaya çıkan bu ayırt edici nitelik, küreselleĢmenin ürettiği genel kültürle organik bir iliĢki
içerisindeydi. Aynı zamanda son yirmi yılın ürettiği popüler kültür materyallerini ustalıklı bir biçimde
yeniden üretmeyi baĢarıyordu. Yine bu sürece damga vuran bir diğer unsur, feminist ve LGBTT
hareketinin direniĢ biçimini belirleme konusundaki sıra dıĢı çabasıydı. ―Kadına, ibneye, orospuya
küfretme‖, ―küfürle değil, inatla diren‖ gibi sloganlarla kitlenin ataerkil ve cinsiyetçi söylemini teĢhir
edip bunu dönüĢtürme gayretinin karĢılık bulması ise direniĢ kültürünün geliĢmesi açısından baĢlı
baĢına bir kazanım. Ayrıca ellerindeki boyalarla duvarlara ve benzeri yerlere yapılan yazılamalardaki
cinsiyetçi ifadelerin üzerini çizip değiĢtirmelerini de bu direniĢ kültürünün kazanım hanesine eklemek
gerek.
Ġtirazdan isyana ve isyandan direniĢe doğru ilerleyen Gezi Parkı eylemleri, Türkiye‘deki
demokrasinin kiĢisel projeksiyonlardan kurumsallaĢmaya doğru geçmesinin gerekliliğini vurgulayan
en etkili toplumsal hareket haline geldi. Bu harekete sahip olduğu anlamdan daha fazlasını yüklemek
ve yeni bir toplum hayalini, mücadelesini ona yüklemek gerçekçi olmadığı gibi Gezi eylemlerinin
ürettiği motivasyonu buharlaĢtıran bir tutum olur. Tekel eylemleriyle birlikte baĢlayan yeni bir sürecin
devamı olarak okunması muhtemel bu direniĢ, toplumsal muhalefetin sınırlarının ulusal olmaktan hızla
uzaklaĢtığını, her geçen gün daha da küreselleĢtiğini ve bu küreselleĢmenin kendi dinamiklerini
oluĢturduğunu bir kez daha gösterdi. Dolayısıyla Gezi direniĢinde ortaya çıkan demokrasi ve özgürlük
taleplerine dahil olan bütün gerçek kiĢiler, bir biçimde bu sürecin, bu talepkârlığın, bu eylemin
parçasıdır.
KAYNAKÇA
Alpman, P. S. (2010). ―EleĢtiri ve Siyaset Bağlamında Sosyal Bilimler‖, Politik Sosyal Bilim Dergisi,
Sayı:1, s. 4-17.
Castells, M. (2008).Ağ Toplumunun Yükselişi Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür (1.
Cilt). Çev: Ebru Kılıç, Ġstanbul: Ġstanbul Bilgi Üniversitesi.
Çopuroğlu, Y. C.; Çetin, B. N., ―Yeni Sosyal Hareketler Paradigması Bağlamında Türkiye'deki
KüreselleĢme KarĢıtı Grupların Birbirleriyle ve Dünyadaki KarĢıtlarla KarĢılaĢtırılması‖,
Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, Cilt: 13 Sayı: 1 – Bahar, 2010: 67-100.
Debord, G. (1996).Gösteri Toplumu. Çev: AyĢen Ekmekçi, OkĢan TaĢkent, Ġstanbul: Ayrıntı.
Harvey, D. (2008). ―The Right to the City‖, New Left Review 58, (23 – 40).
Hobsbawn, E. (2002).Kısa 20.Yüzyıl: 1914 -1991 Aşırılıklar Çağı. Ġstanbul: Sarmal.
Lefebvre, H. (2000). ―Right to the City‖, Writings on Cities içinde, ed. Eleonore Kofman & Elizabeth
Lebas, Oxford: Blackwell.
382
AMFĠ 11 OTURUMU
ETNĠSĠTE-II:
DĠLTEMSĠL, ĠDEOLOJĠ
MĠDYAT‟TA ETNĠK GRUPLAR ARASI ĠLĠġKĠLER VE AĠDĠYET SORUNU1
Fethi NAS2
Prof. Dr. Muammer TUNA3
ÖZET
Etnisite ve aidiyet bilinci; Ġlksel YaklaĢıma göre, değiĢmesi imkânsıza yakın olan özelliktir. Buna
karĢılık Sosyal-Araçsal YaklaĢım etnisite ve aidiyetin, birey ve grupların ihtiyaç ve çıkarlarının
zorunlu kıldığı, zaman ve koĢullara bağlı olarak değiĢebilen niteliklerdir.
Hem verili (Ġlksel YaklaĢım) hem de sonradan kazanılabilen (Sosyal-Araçsal YaklaĢım) bir özellik
olarak etnisite, birey ve grupları birbirlerine bağlayan, dayanıĢma ve bütünleĢmeyi sağlayan bir
birliktelik duygusudur. Bunun yanı sıra; dil, etnik gruplar arasındaki farklılıkları somutlaĢtıran ve etnik
gruplar arasındaki sınır çizgilerini belirginleĢtiren en önemli faktörlerden birisi olarak kabul edilir.
Bununla iliĢkili olarak etnik kimliklerin temsili, sembolik bir değere sahip olan dil aracılığıyla
gerçekleĢir. Farklı etnik gruplar arasındaki iletiĢimi sağlayan dil seçimi ise, sosyal yaĢam ve etnik
gruplar arasındaki çatıĢmayı veyahut uyumu anlamak açısından oldukça önemlidir.
ÇalıĢmada; Mardin‘in Midyat ilçesinde yaĢayan birbirinden farklı etnik özelliklere sahip Arap,
Kürt ve Süryanilerin birbirleri olan sosyal iliĢkileri araĢtırılmıĢtır. AraĢtırma alanı (Midyat); üç farklı
etnik grubun yüzyıllar boyunca yaĢamını sürdürdüğü bir yer olması bakımından önemlidir.
Anahtar Kelimeler:Etnisite, Dil, Din ve Aidiyet.
ABSTRACT
According to Primordial Aprocach, awareness of ethnicity and belonging are constant and durable
fatures. In contrast, Social-Instumentalist Aproach explains ethnicity and belonging as flexible
strategies dependent on time and conditions and effected by groups and individual interests.
Both as a given and as an acquired features the ethnicity is a strong feeling of solidarity and
integration that connects groups and individuals to each others. In addition, language is one of the
most important factors which embodies the differences between ethnic groups and delineates the
boundaries lines between them. So the representation of ethnic identity, which has a symbolic value is
realized through language. The choice of language that allows communication between ethnic groups,
is very important to understand the social life and the conflict or the harmony between ethnic groups.
In the study, the social relationships between Arabs, Kurds and Assyrians living in Mardin's
district Midyat with different ethnic features were investigated. The research area (Midyat) is an
important place that the three different ethnic groups maintained their social life for centuries.
Keywords: Ethnicity, Language, Religion and Belonging
I. GĠRĠġ
Midyat, Mardin ilinin bir ilçesidir. Burada yüzyıllar boyunca farklı din ve dillere mensup gruplar
bir arada yaĢamını sürdürmüĢtür. ġu anda ise Müslüman Araplar ve Kürtler ile Hıristiyan Süryaniler
yaĢamını sürdürmektedir. Bunlar kendilerini ―etnik gruplar‖ olarak değil, ―cemaat‖ veya ―halk‖ olarak
kabul etmektedir. Bu durum ise ―Osmanlı Mirası‘nın‖ devam edegelen bir etkisidir. Osmanlı Devleti
çok etnili, çok dilli ve çok dinli bir toplumsal yapıya sahipti. Bu yapı, millet sistemi adı verilen ve her
bir dinsel grubu bir cemaat olarak gören bir anlayıĢa dayalı olarak tesis edilmiĢti. Osmanlı Devleti,
1
Bu ÇalıĢma, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Bilimsel AraĢtırma Projeleri Komisyonu tarafından desteklenen
12/91 No‘lu ―Ortadoğu‘da Etnik ve Dilsel Bağlamda Göç ve Kimlik sorunu‖ konulu doktora çalıĢması
kapsamında hazırlanmıĢtır.
2
Doktora Öğrencisi, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.
3
Prof.Dr., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.
385
siyasi olarak her ne kadar tarih sahnesinden silinmiĢ olsa da, sosyal ve kültürel mirası hala varlığını
sürdürmektedir. Bu mirası da genel olarak Ortadoğu‘da özel olarak da Midyat‘ta görmek mümkündür.
Bugün Midyat gibi bir yerde, etnik özellikler bir tür toplumsal dayanıĢma türü olarak varlığını
sürdürdüğüne göre, sosyal bir fenomen olarak etnik bilincin önemli bir unsur olduğunu söylemek
mümkündür. Bu yüzden bu fenomenin açıkça anlaĢılabilmesi için kuĢaklar arasında nasıl ve ne Ģekilde
aktarıldığını anlamak gereklidir. Midyat gibi birbirinden farklı dinlere inanan ve farklı dilleri konuĢan
grupların bulunduğu bir mekânı çalıĢmak; etnik ve dinsel çatıĢmanın yoğun olarak yaĢanmaya
baĢladığı Ortadoğu‘daki toplumsal iliĢkileri anlayabilmek açısından önemli bir model olabilir. Bu
konuda Giddens, yüz yüze etkileĢim durumlarında gündelik davranıĢların (mikrososyoloji)
incelenmesinin, politik ve ekonomik sistemlerin (makrososyoloji) adeta bir çözümlemesi olduğunu
iddia etmektedir. Yani; mikro sistemler ile makro sistemler arasında çok yakın bir iliĢkinin var
olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre, toplumsal örgütlenme biçiminin temeli, yüz yüze etkileĢime ve
karĢılıklı olarak kurulan iliĢkilere dayalıdır (2000:91).
II. ETNĠSĠTE KONUSUNDA FARKLI DÜġÜNCELER
Etnisite ile ilgili felsefi ve ideolojik düĢünceler Klasik Kuramcılara kadar uzanmaktadır. Weber,
Marx ve Pareto, etnisiteye iliĢkin çeĢitli fikirler ve öngörüler ileri sürmüĢlerdir. Pareto etnisitenin,
sosyolojinin en belirsiz ve muğlâk kavramlarından biri olduğunu iddia etmiĢtir. Ona göre, antik
çağlarda kendilerini Romalı, Ġtalyan, Helen, Kartacalı olarak tanımlayan ve baĢkaları tarafından da
aynı Ģekilde isimlendirilen insanlar vardı, günümüzde de aynı Ģekilde kendilerini Fransız, Ġtalyan,
Alman ve Yunan olarak tanımlayan topluluklar var; buradan hareketle; aynı duyguları, düĢünceleri,
dili ve hatta dini paylaĢan insan grupları olduğuna göre, birbirinden farklı etnik yapıları olan insanların
olduğunu söylemek mümkündür (1963:1837). Klasik Kuramcılardan Weber ve Marx etnisite
konusunda olumsuz fikirler ileri sürmüĢlerdir. Marx; etnisiteyi, dine benzer bir Ģekilde bir tür yanlıĢ
bilinç olarak değerlendirmiĢ ve zaman içerisinde kaybolarak yerini baĢka türden çıkar sağlayan
öğelere devredeceğini düĢünmüĢtür (Somersan, 2004:22). Weber ise, etnik gruplar ile ilgili
kavramların tamamının, son derece karmaĢık ve belirsiz olduğunu, bundan ötürü tümünü bir kenara
bırakmak gerektiğini dile getirmiĢtir (1978:389).
Herder ise etnisiteye iliĢkin düĢüncelerin tamamının, sosyal fenomenlerden ibaret olduğunu
düĢünmüĢtür. Etnisitenin, grup üyelerini yakın bağlarla birbirlerine bağlayan, ortak tarih, kader, kültür
ve dil birliğinden hareketle bir araya getiren bir iĢleve sahip olduğunu savunmuĢtur (Wimmer, 2007).
Glazer ve Moynihan, etnisiteyi tanımlamanın ötesinde, iki özelliğini ön plana çıkararak
açıklamaya çalıĢmıĢlardır. Bu özellikler aidiyet ve gururdur (1975:1). Aidiyet ve gurur; bireylerin
kendilerine mal ettikleri özelliklerin oluĢturduğu koĢullardan kaynaklanmaktadır. Aidiyet ―objektif‖,
gurur ise ―sübjektif‖ bir koĢulun ürünüdür. Özellikle birden fazla kültürel yapının bulunduğu
toplumlarda bireylerin en fazla motive olduğu ve tutunum iliĢkisi geliĢtirdiği öğe, etnik bilinçtir.
Bireyin mensubu olduğu gruba atfettiği değer ve beslediği duygusal anlam, grup ile ilgili sahip olduğu
bilgiden kaynaklanan kendilik bilincinin bir parçasıdır. Bireylerin etnik bir kategoriye mensubiyetine
iliĢkin bilgisi, olumlu ve olumsuz anlamda söz konusu mensubiyete atfettiği değer ile belirlenmektedir
(Tajfel, 1982:64). Bu bakımdan, farklı grupların birbirleri ile minimum düzeyde bile olsa bir temas
kurması ve birbirlerinin gerek düĢünce gerekse de kültürel bakımdan farklı olduklarını algılamaları
son derece önemlidir. Bu farklılık algısı oluĢmamıĢsa etnik bilincin ve etnik iliĢkilerin oluĢması
mümkün değildir (Glazer and Moynihan, 1975:1). Kendilerini iliĢki halinde bulundukları grup ve
bireylerden kültür, dil ve din gibi pek çok bakımdan farklı kabul eden bireyler, akrabalık veya hayali
iliĢkilere dayanan bir kimlik edinme sürecine girerler. Bu kimlik süreci de nihayetinde etnik bir
kimliğe dönüĢmektedir. Diğerleri ile kurulan iliĢkiler sonucunda bir farklılık algısı oluĢmakta ve bu
farklılığı refere edecek bir takım objektif ve subjektif öğeler ortaya çıkmaktadır. KonuĢulan dil, din,
gruba ait semboller, gelenek-görenek, coğrafya, değerler sistemi, sosyal ağın yapısı gibi unsurlar
etnisitenin ―objektif‖ öğeleridir. Buna karĢılık, öteki anlayıĢı, tarih bilinci, aidiyet hissi gibi unsurlar
etnisitenin ―subjektif‖ boyutunu meydana getirmektedir (Aslan, 2004:8).
Toplumsal yaĢamda bir farklılığını kategorik olarak yaratılması ve kullanılması pek çok zorluğu
beraberinde getirmektedir. Bireylerin yaĢamında hangi kategoriye ait oldukları ve kaç farklı kategoriye
mensup olabilecekleri esas olarak neyin belirleyici olması gerektiğini tartıĢmalı hale getirmektedir.
386
Genel kabul gören yaklaĢımlara göre etnisite kavramı, insanların sınıflandırılması ve gruplar
arasındaki iliĢkilerden kaynaklanan bir durumdur.
III. ETNĠK GRUP
ÇalıĢmanın konusu olan etnik gruplar arasındaki iliĢkilere geçmeden önce, etnik grubun ne olduğu
ve nasıl tanımlandığına bakmakta fayda vardır. Etnik grup, birbirileri ile verili-doğal akrabalık bağları
olan ve bir toplumda diğerlerinden farklı, kendisine özgü bir kültürü, dili, köken ve mekân miti gibi
özellikleri olan bir insan birlikteliği olarak kabul edilmektedir. Etnik oluĢumlarda sosyal ve kültürel
özelliklere ağırlık verildiğinde ortaya çıkan kavram ―etnik grup‖ kavramıdır. Yani etnik grup kavramı,
bireylerin kendilerini belirli bir kültür grubunun üyesi olarak gördüğü ya da baĢkaları tarafından farklı
bir kültüre mensup olarak görüldüğü durumları betimlemektedir. Buna göre etnik gruplar, kendilerini
belirli bir grubun üyesi olarak gören insanların oluĢturduğu, bu insanların benzerlik ve gruplarının
devamını sürdürme konusunda görevler üstlendiği durumları ifade etmektedir (Shibutani ve Kwan,
1965). ÇeĢitlilik ve farklılıkları bünyesinde barındıran geniĢ bir toplumda, ortak bir ataları olduğuna
inanan insanlar etnik bir grup etrafında bir araya gelirler. Kültürel pratikler ise sembolik olarak grup
üyelerini diğerlerinden ayırt eden öğelerdir. Böylece bireylerin davranıĢlarında ortak kültürel kalıplar
açığa çıkar, ortak gereksinimler giderilir ve bir grup bilinci oluĢur.
Parsons‘a göre etnik gruplar, bir iĢleve bağlı olarak ortaya çıkarlar ve bu bakımdan tarihsel
koĢulların bir ürünü değildirler. Örneğin; bir toplumda aile kurumu, tek baĢına bireylerin ihtiyaç
duyduğu güveni sağlayamadığında, etnik gruplar bir tür dayanıĢmayı üstlenmek suretiyle,
yabancılaĢmayı azaltan bir iĢlevi yerine getirmektedirler. Parsons ayrıca etnik gruba aidiyetin,
toplumda yaĢayan bireysel aktörlerin, gündelik yaĢantılarında dâhil olması gereken bir yapılanma türü
olduğunu ileri sürmektedir. (2005:120-129). Özellikle ortak atalar mitinin kabul edilmesiyle ve grup
içi evlilikler aracılığıyla grup birlikteliği sağlanır ve gruba üye bireylerin ihtiyaç duyduğu dayanıĢma
gereksinimi giderilir.
Weber; etnik grubu, fiziksel özellikler ve gelenekler bakımından birbirlerine benzeyen ve ortak
atalarının olduğuna dair öznel inançları paylaĢan bir grup olarak tanımlamıĢtır. Grubun
oluĢabilmesinde inançların önemli bir özelliğe sahip olduğunu vurgulamıĢ buna karĢın kan bağına
dayalı iliĢkilere gereksinim olmadığını ileri sürmüĢtür. Bunun yanı sıra etnik gruba aidiyetten
kaynaklanan kimlik bilincinin, somut sosyal bir eyleme dayalı olarak gerçekleĢen kan bağına dayalı
gruptan farklı olarak, varsayımsal olduğunu ileri sürmüĢtür (1978:389).
Etnik gruplar; büyük veya küçük, herkese açık veya kapalı olabilirler fakat etnik bir gruba üyelik,
bireylerin kendilerine ve gruba yönelik öz-tanımlamaları sonucunda oluĢan sosyal bir durumdur. Etnik
bir grubun, asgari düzeyde bile olsa ihtiyaç duyulan bir konuda bir iĢlevi etkin biçimde yerine
getirmesi gerekmektedir. Böylece kendini grubun bir üyesi olarak gören birey, diğer bireylere ve
gruplara karĢı kendini sosyal ve bireysel olarak konumlandıracaktır. Bu konumlandırma ise, coğrafi
alan ve dilsel birlik olarak sosyal bir aidiyeti ifade etmektedir (Wallerstein, 1960).
Etnik gruplar bölünüp çoğalabilir veya bir araya gelebilirler. Ekonomik, sosyal ve siyasal koĢullar
gereği birbirlerine karıĢabilir, birbirleri içerisinde eriyebilir veya tam tersi birbirlerine karĢı zıt tavırlar
alarak toplumsal sınırları oluĢturabilirler. Bireylerin karĢılıklı davranıĢlarının tam olarak
belirlenmediği basit akrabalık ve komĢuluk benzeri gruplardan farklı olarak, etnik gruplar
yapılandırılmıĢ bir özelliğe sahiptir. Smith‘e göre (2002), bir grubun etnik bir grup olabilmesi için
yerine getirmesi gereken iĢlevler vardır bunlar;
1. Grubun geliĢmiĢ kolektif bir bilince sahip olduğunu gösteren, üyelerin üzerinde hem fikir
olduğu ortak bir isim,
2. Genetik özelliklerden daha önemli olduğu düĢünülen, ortak atalarının olduğuna dair bir
mit,
3. Nesilden nesile aktarılan, geçmiĢte yaĢanmıĢ bir takım olaylardan hareketle grup ile bir
bağın kurulmasını sağlayan, tarihsel olarak paylaĢılan bir bellek,
4. Grup üyelerinin birbirlerini tanımalarını ve birbirleri ile anlaĢmasını kolaylaĢtıran dil, din,
giyim-kuĢam, örf-adet, gibi bir veya birden fazla ortak kültürel öğenin bulunması,
387
5. Üzerinde yaĢasın veya yaĢamasın, belirli bir toprak parçasına bağlılık ve
6. Üyeler arasında birlikteliği sağlayan bir dayanıĢma duygusudur.
Smith‘in etnik bir grubun oluĢabilmesi için gerekli olduğunu düĢündüğü bu özellikler, büyük
ölçüde her toplumsal grubun sahip olması gereken özgün niteliklerdir. Bir diğer ifadeyle, grubun sahip
olduğu kimliktir. Birey dünyaya geldiği andan itibaren kimliğe ait söz konusu özelliklerin oluĢturduğu
sosyal çevreye dâhil olur. Ġnsanı diğer canlılardan ayıran en belirgin farklardan biri olan kimlik, insan
olmanın temel bileĢenlerinden birisidir. Kimlikler genellikle ölçülebilir, sınırları belirlenmiĢ,
sınanabilir veya açık seçik görülebilir varlıklar değildir. Bir Ģekilde insan yaĢamının vazgeçilmez
yönlerinden birini oluĢtururlar ve sosyal iliĢkilerde insanların birbirlerini tanımalarının veya
birbirlerinden ayrıt edilmelerinin anahtarıdır.
Grup üyeleri arasındaki karĢılıklı etkileĢim, güven ve beraberlik duygusu, ancak aidiyet bilincinin
oluĢması ile gerçekleĢir. Günümüzün gittikçe araçsallaĢan ve rasyonalize olan dünyasında insanlar,
hızla değiĢmekte olan toplumda kendilerine ait bir kimlik edinmek konusunda zorluklar
yaĢamaktadırlar. Bu yönüyle etnik kimliğe eklemlenme, bireylerin grup bilincinin sürdürülmesinde
iĢlevsel bir role sahiptir. (Yinger, 1994:45). Etnik bir özellik etrafında bir araya gelen bireyler,
içerisinde yaĢadıkları toplumun bireyleri ile aynı davranıĢları, tavırları ve dili paylaĢsa bile, etnik
köken itibariyle kendilerini farklı olarak sunmaktadırlar. Bu da esas itibariyle bireylerin çoklu bir
kimliğe sahip olabileceklerinin bir göstergesidir. Özellikle modernleĢme, kentleĢme, kapitalizm ve
kitle iletiĢim araçlarının geliĢimi; kültürel değerlerin ve kalıpların büyük ölçüde değiĢmesine yol
açmıĢtır. Toplumlar bu koĢullar altında tek baĢlarına özgün ve tarihsel konumlarını korumayacak hale
gelmiĢlerdir. Dolayısıyla çoğulcu yapılar ve kimlikler ön plana çıkmaktadır. Toplumlar artık
birbirlerinden ayrıĢmıĢ durumda değil aksine, sosyal ve kültürel bağlamda iç içe geçmiĢ ve birbirleri
ile karıĢmıĢ bir dünyanın öznesi halindedirler.
IV. ETNĠSĠTEYE ĠLĠġKĠN KURAMSAL YAKLAġIMLAR
Erken dönem çalıĢmalarda, etnik birliktelikler konusunda ortak atalar ve kan bağına dayanan
iliĢkilere ağırlık verilmiĢtir. Daha sonra etnik iliĢkilerin oluĢumu ile ilgili olarak, ortak kültürel
değerlere, koĢullar tarafından belirlenen aidiyetlere ve kültürel bilince vurgu yapılmıĢtır. Ġlk ortaya
çıkan yaklaĢımlar, etnisiteyi ilksel bir durum olarak ele alırken daha sonra çıkan yaklaĢımlar, etnisiteyi
sosyal bir inĢa süreci olarak ele almıĢtır. Bu yaklaĢımlar ise genel olarak ikiye ayrılmaktadır, bunlar;
1.Etnisiteyi verili bir bağ olarak gören ilksel-primordialist- yaklaĢım ve
2.Etnisiteyi psiko-sosyal süreçler içerisinde Ģekillenen bir yapı olarak gören sosyal-yapılanmacı
yaklaĢımdır.
IV.1. Ġlksel YaklaĢım
Bu yaklaĢım, sosyo-biyolojik özellikleri ön planda tutmaktadır. Savunucuları arasında, Ciffort
Geertz, Charles Ġsaacs ve Pierre van Berghe vardır. Bu yaklaĢımın savunucuları genel olarak etnisiteyi,
ortak köklerden kaynaklanan, doğuĢtan kazanılan ve değiĢmeyen-sabit niteliklerden oluĢmuĢ bir yapı
olarak kabul ederler.
Clifford Geertz‘e göre, primordial-ilksel bağlılıklar; akrabalık, dil, din, bölge ve geleneksel
bağlardan oluĢmaktadır. Kan bağı, etnisite için birincil derecedeki özelliktir. Bunların ötesinde
etnisite, belirli bir bölgede ve dinsel topluluk içinde doğmuĢ olmak, belirli bir dili ve hatta bir dilin
lehçesini konuĢuyor olmak ve belirli sosyal pratikleri takip etmekten kaynaklanan sosyal bir
varoluĢtur. Akrabalık, dil, din ve gelenekler, bireyler üzerinde açıklanması mümkün olmayan ve karĢı
konulamaz bir etkiye sahiptirler. Bireyler; akrabalık, zorunlu pratikler ve ortak çıkarların ötesinde, bu
bağlara atfedilen ve açıklanamayan anlamlar ve nedenlerle birbirlerine bağlanırlar (1963).
Geertz, toplumların ve kimlik arayıĢındaki modern devletlerin siyasal birliklerini oluĢturma
arayıĢında etnik özelliklerin referanslarının değiĢkenlik gösterebileceğini kabul etmektedir. Ancak
bireyleri birbirine bağlayan en güçlü unsurların, kan bağı esasına dayalı akrabalık iliĢkilerinden
kaynaklandığını ileri sürmektedir. Özellikle yeni kurulan devletlerde, bireylerin ve grupların devlete
388
olan bağlılığını sağlayan pek çok bileĢenler olduğunu iddia etmiĢtir. Sınıf, parti, ticari iliĢkiler ve
meslek birlikleri, bu bileĢenlerden bazılarıdır. Bu bileĢenlerden oluĢmuĢ bir grubun, toplumsal
bütünlüğü sağlamak bakımından en büyük sosyal birim olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu
gruplar veya grup üyeleri arasındaki çatıĢmalar, hiçbir Ģekilde devletin varlığını ve meĢruiyetini tehdit
etmeye yönelik bir eyleme dönüĢmez. Gruplar arasındaki çatıĢmanın içerisine ilksel-primordial
duygular karıĢtığında; devlet, hükümet ve siyasal bütünlük büyük bir tehdit altına girer. Ekonomik,
sınıfsal veya entelektüel muhalefet bir devrime dönüĢebilir ancak etnik, dilsel veya kültürel muhalefet,
devletin ve toplumun parçalanmasına ve ayrıĢmasına yol açar. Bu yönüyle ilksel duygulardan
kaynaklanan hoĢnutsuzlukların etkisi oldukça güçlü ve tatmini ise oldukça zordur (Geertz, 1963). Yeni
kurulan modern devletlerde, toplumsal refah düzeyi, toplumu oluĢturan farklı etnik gruplar arasında
eĢit ve adil bir Ģekilde paylaĢılmazsa ve sivil siyaset temeline dayanan bir temsil sistemi
kurulamamıĢsa, ilksel-primordial etnik bağlardan kaynaklanan bir çatıĢmanın yaĢanması ihtimali daha
yüksektir. Bu çatıĢma ise devletin meĢruiyet kaynaklarının sorgulanmasına ve devletin sınırlarının
yeniden belirlenmesine kadar ulaĢabilir. Ġnsanlar arasındaki hoĢnutsuzlukların sebebinin etnik
farklardan kaynaklandığı görüĢünün bir kere benimsenmesi ile kimlik düzeyinde çatıĢmaların Ģiddeti
ve etkisi çok daha derindir.
Bir devlette primordial-ilksel nitelik taĢıyan sadece bir grup varsa ulusal birlik kolayca
sağlanabilir. Böyle bir durumda belirsizlik ve aidiyet sorunları ortaya çıkmaz ve gruplar arasında etnik
çatıĢmalara rastlanmaz oysa dünya üzerinde bu örneği temsil edebilecek hiçbir ülke mevcut değildir.
GeçmiĢte buna örnek teĢkil edebilecek ülke olarak, Yugoslavya‘nın tek bir etnik yapıdan oluĢtuğu
iddia edilmiĢtir. XX. yüzyılın sonlarına doğru Yugoslavya‘da kendisini dinsel ve mezhepsel
özelliklerine göre Sırp, Hırvat, BoĢnak ve Slovak olarak tanımlayan gruplar ortaya çıkmıĢtır ve
aralarında kanlı çatıĢmalar yaĢanmıĢtır (Bell, 1975:154). Buradan hareketle, geniĢ toplumsal yapılarda
etnik gruplar arasındaki uyumu sağlamanın oldukça zor olduğu görülmektedir. Ulusu tek bir toplumsal
birim olarak örgütlemek, ancak ilksel bağlara dayalı duyguları ve kimlikleri bir kenara bırakmakla
mümkün gibi görünmektedir. Aksi takdirde meĢruiyeti ve bağlılığı sağlamak adına baskıcı ve zorlayıcı
yönetim biçimlerinin devreye girmesinin önü açılmaktadır. Bu durum ise ülke içerisindeki toplumsal
yapıda yıkıcı çatıĢmaların oluĢmasına yol açmaktadır.
Ġsaacs, her bireyin belirli bir zamanda ve belirli bir grup içinde dünyaya gelmesi ile temel grup
kimliği olarak ele aldığı bir kimlikten bahseder. Bu kimlik, etnik bir gruba aidiyet ile oluĢan ilksel
akrabalık ve gruba eklemlenme sonucunda oluĢur. Birey bir grubun üyesi olarak doğmaktadır ve bu
suretle kazandığı kimlik, diğer sosyal süreçler içerisinde kazandığı kimliklerden farklıdır. Doğum
anından itibaren grubun fiziksel özellikleri doğal olarak bireye aktarılır. Doğumdan sonra kendisine
ebeveyni tarafından bir isim ve grubun ortak tarih ve kökenine iĢaret eden soy ismi verilir. Grubun
kültürel yaĢamı, bireyi kuĢatır ve birey grubun davranıĢ kalıplarını, ahlaki ve estetik değerlerini
kazanır. Ġçinde yaĢadığı coğrafi ve topografik koĢullar, hayata bakıĢ açısını ve kiĢiliğini büyük ölçüde
Ģekillendirir (1975:29). Banton, aileler tarafından yeni doğan çocuklara verilen isimlerin, esas olarak
etnisiteye iĢaret ettiğini iddia etmiĢtir. Bu yüzden isimler, değiĢime ve manipüle edilmeye açıktır, öyle
ki kiĢi, mensubu olduğu etnik kimliği daha az veya daha fazla görünür hale getirmek amacıyla ismini
değiĢtirebilir. Amerika‘daki Afrikalıların atalarından devraldıkları isimlerini daha fazla
benimsemelerini veya Müslümanların soyadlarını X olarak değiĢtirmelerini örnek olarak
göstermektedir (1994).
Berghe ise, bütün etnik grupların genetik olarak birbirleriyle akraba olduklarını göz önünde
bulundurarak etnik gruplar arasındaki biyolojik bağları merkeze almıĢtır. Ona göre doğum ve kan
aracılığıyla sağlanan bu bağlar, etnisitenin temel yapısını oluĢturur dolayısıyla bireylerin iradeleri
dıĢında gerçekleĢir ve beĢikten mezara kadar sürdürülen bir nitelik olarak varlığını sürdürür (1978).
Berghe‘nin yaklaĢımı sosyo-biyolojik bir argüman üzerine kuruludur ve etnik kimliği akrabalık
iliĢkilerinin bir uzantısı olarak ele alır. Berghe‘nin yaklaĢımı ırkçı bir içeriğe sahip değildir, çünkü ona
göre ırkçılık, sosyal olarak belirlenmiĢ bir ideolojidir ve biyolojik bağlamda gerçek bir önem
taĢımamaktadır. Ona göre sosyal ırklar, sağlam olmayan biyolojik fenotipler üzerinden
oluĢturulmuĢtur ve genetik olarak izole edilmiĢ popülâsyonlara tekabül etmektedir. Bunun yanı sıra,
tarihsel olarak dil, gelenekler gibi kültürel özellikler genetik iliĢkileri belirlemede daha etkilidir.
YerleĢik halde bulunan insanlar arasında fiziksel farklılıklar gizil bir Ģekilde kaybolmuĢtur ve fiziksel
389
kriterler ancak daha geniĢ ve ani farklılıkların bir araya geldiği ve çatıĢmaların yaĢandığı durumlarda
gündeme gelmiĢtir. Ortak atalar ve tevarüs edilen özelliklere dair inanç, grup üyelerinin birbirlerine
karĢı duydukları bağlılıkların devam etmesine ve grubun geniĢ bir akrabalık ağına dönüĢtüğü algısının
geliĢimine katkı sağlar (Berghe, 1978). Dil, din, gelenekler, giyim kuĢam ve benzer kültürel pratikleri
paylaĢan insanlar, ortak bir atadan geldiklerini varsayar ve ortak bir atadan gelmiĢ olma miti, bir yerde
biyolojik anlamdaki akrabalık düĢüncesini beraberinde getirir. Bu düĢüncenin temel varsayımı, ortak
atalardan gelen insanların benzer fiziksel özellikler taĢıyacağı üzerine kuruludur. Göçler, fetihler veya
karĢılıklı evlilikler etnik gruplar arasındaki karıĢımı ve değiĢimi sağladığından, etnisitenin sadece
biyolojik temelli bir varlık olamayacağının altı çizilmektedir.
Ġlksel bağlar her ne kadar etnik bilincin temel öğelerini oluĢtursa da bireylerin yaĢantısında
birliktelik bilinci dıĢında determinist bir etkiye sahip değildirler. Etnik oluĢumlar, tarihsel süreçler
içerisinde bir takım akıĢkanlıklar sergilerler ve ekonomi, siyaset gibi koĢullarca yeniden formüle
edilmektedirler. Modern zamanlardan önce insanlar arasındaki bağlılıklar büyük ölçüde din, cemaat,
Ģehir, köy gibi yerelliklere veya imparatorluklara aidiyet ile özdeĢleĢmiĢtir. Biyolojik nitelikler
temelinde toplumsal ve kültürel farklılıklar arasındaki ayrımlar, modern zamanların ideolojik ve
siyasal yaklaĢımlarının meĢruiyet ve egemenlik sağlamasına yönelik arayıĢlarının bir aracı olmuĢtur.
IV.2. Sosyal-Araçsal YaklaĢım
Sosyal YaklaĢım; Ġlksel YaklaĢımdan farklı olarak etnik grupların ve kimliklerin, doğal ve verili
özelliklerden çok, koĢullara göre belirlenen sosyal bir inĢanın ürünü olduğunu iddia etmektedir.
Araçsal YaklaĢım da, etnik toplulukların hangi koĢullar altında oluĢtuğunu ve ulus gibi daha kapsamlı
oluĢumlara nasıl dönüĢtüğünü ele almaya çalıĢmıĢ ve insanların çıkarlarının gerektirdiği rasyonel
seçimler etrafında örgütlendiklerine dikkati çekmiĢtir.
Barth‘a göre etnisite, kültürel öğeler içerisinde değil de iki veya daha fazla grup arasında bulunan
sınırların belirlediği farklılıklar sistemi içerisinde gerçekleĢir. Barth, etnik grupların kendilerine özgü
kriterlerle tanımlandıklarında bir süreklilik arz ettiklerini iddia etmiĢtir. Buna göre, etnik grupların
sürekliliği sınırların korunmasına bağlıdır (2001:17). Etnik kimlik, ―biz‖ ve ―onlar‖ arasındaki
karĢıtlık iliĢkisinde Ģekillenmektedir. Farklılıkların önemi ve kriteri koĢullara bağlı olarak
değiĢmektedir. Dolayısıyla etnik sınırlar, esnektir ve hem grubun içinden hem de grubun dıĢından
kaynaklanan baskılarla değiĢebilirler. Bireyler, kendi kimliklerini verili bir grubun dıĢında da
bulabilirler, fakat sınırlar çeĢitli biçimlerde varlıklarını sürdürürler. Sınırları belirleyen kültürel
unsurlar zaman içerisinde değiĢebilir. Ancak, grup üyeleri ile grup dıĢında kalan kimseler arasında
kutuplaĢmaya varan farklılıklar sınırların sürekliliğinin teminatıdır. Barth‘a göre, bir grubun üyeleri,
baĢka grup üyeleriyle etkileĢim halinde olduklarında, grup kimliğini koruyabiliyorsa, aidiyet ve
dıĢlama dinamikleri devreye girmiĢ demektir. Etnik gruplar sadece sınırların ön plana çıkarılması
esasına dayandırılamazlar, herhangi bir grubun varlığını sürdürmesi, aidiyet ve dıĢlama
mekanizmalarının varlığı ile ilintilidir. Toplumsal alanda bir araya gelen aktörler, aynı gruba üye ise,
aidiyetleri aynı olacağından ortak bir eylem ve davranıĢ sergilemeleri yabancısı oldukları diğerlerine
göre daha çok ihtimal dâhilindedir (2001:18).
Herhangi bir etnik grup, farklı çevresel faktörlerle karĢı karĢıya geldiğinde, yeni yaĢam ve davranıĢ
Ģekilleri geliĢtirir. Bu yüzden aynı etnik gruba mensup olup farklı coğrafyalarda yaĢayan aktörlerin
davranıĢ kalıpları önemli farklılıklar göstermektedir. Etnik gruplar birer sosyal tasarımdırlar ve bir
etnik gruptan bahsedebilmek için bir grubun kendisini etnik grup olarak tanımlamasının yanında
diğerleri tarafından da aynı Ģekilde tanımlanması gerekir. Etnik grubun kendini tanımlaması genellikle
kimlik düzeyinde olur ve bu kimlik tasarımının temel bileĢenleri ortak köken ve geçmiĢtir. Sosyal
aktörler, etnik kimliklerini, kendilerini ve diğer gruplara mensup kimseleri sınıflandırmak için
kullanırlar (Barth, 2001:15). Benzer Ģekilde Fenton, etnik grupları sabit ve yalın gerçeklikler olarak
değil, sosyal etkileĢim yoluyla insanların kolektif veya bireysel bakımdan yaĢantıları süresince
etraflarına çektikleri hareketli sınırlar ve kimlikler olarak ele almaktadır. Kültür, belirli bir soyun ve
soy ideolojisinin üretilip yaĢatılması ve belirli bir dilin sosyal bakımdan belirli bir halkın ayırıcı
özelliği olarak benimsenmesi sürecinin merkezi bir karakteridir. Burada ilksel özellikler, verili birer
değiĢken olmakla birlikte, aktörlerin yaĢantısında belirli koĢullar altında yeniden düzenlenebilen ve
değiĢken özellikler olarak değerlendirilebilir (2001:14).
390
Brass‘a göre etnik toplumlar, toplumsal değiĢim hızının en fazla olduğu modernleĢme ve
sanayileĢme dönemlerinde, seçkin gruplar tarafından yaratılırlar ve dönüĢüme yönlendirilirler. Bu
süreç içerisinde etnik kategoriler arasında; siyasal güç, ekonomik çıkarlar ve sosyal statüler
bakımından bir rekabet ve çatıĢma ortamı oluĢur. Genel olarak çok etnili toplumlarda eĢit olmayan bir
ilerlemeden bahsedilir ve belirli etnik grupların ülke içerisinde daha az veya daha fazla ayrıcalıklı
konumda olduğuna vurgu yapılır. Bu süreçte en etkin rol seçkinlere aittir çünkü iktidar ve çıkarlarının
korunması sürecinde seçkinler bir takım mitler ve anlatılar üretirler. Böylece etnik bir bilincin ve
aidiyetin oluĢumuna zemin hazırlarlar ( 1996:89). Etnik gruplar ve kültürel bakımdan farklı bölgeler
arasındaki eĢitsizlikler, ulusal bir bilincin geliĢmesi için tek baĢına yeterli değildir. Etnik bilincin
oluĢturulması, kitlelerin manipüle edilmesi ile iliĢkili olarak ortaya çıkar. Belirli bir bölgede farklı bir
dile, dine veya etnik bir özelliğe sahip olan bir grup, kolektif bir bilinç oluĢturmadan yaĢamını
sürdürebilir. Ekonomik ve siyasal alanda daha fazla güç elde etme isteğine kavuĢmak arzusu söz
konusu olduğunda ya mevcut otorite ile iĢbirliği yapılacak veya gruba özgü özellikler etrafında bir
bilinç oluĢturulacaktır. Bunun için ortak kültür ve ortak atalar mitini araçsallaĢtıracak seçkin bir gruba
gereksinim vardır. Seçkinler, grubun ekonomik ve siyasal çıkarları ile kültürel haklarını geliĢtirmek
iddiasıyla propaganda yaparlar. Bunun için kültürel özellikleri kullanarak etnik bir bilinç oluĢturmaya
çalıĢırlar.
Seçkinlerin manipüle etmesiyle oluĢan kolektif bilinç ve eylemler, çıkarları maksimum düzeye
getirmeyi amaçlar. Ġnsanlar, gündelik yaĢantılarında kiĢisel çıkarlarını ve yaĢam koĢullarını
kolaylaĢtırmak amacıyla rasyonel olarak davranırlar. KiĢisel çıkarlar, birey ve grupları ortaklaĢa bir
davranıĢ sergilemeleri yönünde zorlar. Konu ile ilgili Hetcher, etnik bir kimliğin oluĢabilmesi için
bireysel güdülerin etkili olduğunu ve etnisitenin bireysel çıkarı mobilize ve manipüle eden sosyal
kaynaklardan ibaret olduğunu savunmuĢtur. Etnik iliĢkiler, sınıf, din veya statü iliĢkilerinden farklı bir
özellik taĢımaz. Sosyal ve bireysel eylemler, rasyonalite ve grup oluĢumu gibi sosyal kategoriler ile
açıklanabilirler. Dolayısıyla etnik grupları farklı kılan Ģey, kiĢisel çıkarlarını arttırmak isteyen
bireylerin ve sosyal grupların kullandığı kültürel özellikler ve gruba özgü fiziksel farklılıklardır
(Hechter, 1988:264).
Etnik kimlikler ve aidiyetler, toplumsal hiyerarĢinin daha az ayrıcalıkları olan grupların
konumlarını daha olumlu hale getirmek veya tam tersi, ayrıcalıklı grupların var olan konumlarını
devam ettirmek için harcadıkları çabaların bir ürünüdürler. Bu yüzden etnik kimlikler, grup veya
bireyi daha avantajlı bir duruma getirecekse değiĢebilir (Adam, 1971:2). Bu yaklaĢımdan hareketle
etnisite, bireylerin verili sosyal ve ekonomik çıkarlarını iradi olarak daha iyi bir konuma getirmeye
yönelik uyguladıkları bir stratejidir. Ġlksel bağlılıklar ve aidiyetler; din, sınıf ve ulus gibi diğer sosyal
aidiyetler karĢısında önemlerini kaybedebilirler. Belirli koĢullar altında birtakım amaçlara ulaĢmak
amacıyla etnik bilinç devreye girebilir ve bireyleri gizil kolektif bir tutum etrafında, cemaat, ulus veya
devlet gibi daha geniĢ bir birliktelik oluĢturmak için örgütleyebilir.
Rattansi‘ye göre, etnisitenin tek parçalı bir yapısı yoktur, zaman ve mekâna göre farklı biçimlerde
değiĢebilen kimlikler ile parçalı görüngülere dönüĢebilir. Zaman ve mekânsal anlatılar ve tasarımlar
kimliklerin belirlenmesinde etkili birer öğedirler. Bu yüzden etnik sınırlar ile etnik bilinci
Ģekillendiren etmenler sabit değildir sürekli bir değiĢim ve dönüĢüm süreci içerisindedirler (1997:44).
Aynı Ģekilde kültürel yaĢam, gelenekler ve görenekler; oldukları gibi kuĢaktan kuĢağa aktarılamaz, her
kuĢak tarafından yeniden yorumlanır, anlamlandırılır ve yeniden üretilirler. Anlatılar ve öznel değerler
bir değiĢim sürecinden geçtikten ve koĢullara uygun bir forma girdikten sonra birey ve grupların
güncel yaĢantılarında iĢlevsel hale gelebilirler.
Her birey; aile üyelerini ve aile üyelerinin büyüklerini ve akraba çevresinden ölmüĢ ya da hayatta
kalan bireyleri tanır ve hatırlar. Güçlü ya da zayıf akrabalık sistemlerine sahip toplumlarda bu
iliĢkilerin hatırlanabilmesi toplumda soy kavramının oluĢturulmasıyla ilgilidir. Bireylerin atalarıyla
nasıl bir bağ kurdukları, soy kavramının sosyal açıdan nasıl oluĢturulduğuna ve kültürel açıdan nasıl
iĢlendiğine bağlıdır. Bireyler geçmiĢlerinin bazı yönlerini hatırlamayı ya da unutmayı, atalarından
belirli bazı kiĢileri yüceltmeyi, bazılarını görmezden gelmeyi tercih edebilirler. Bireylerin veya
grupların, atalarından bazılarını yüceltip bazılarını göz ardı etmeleri, bir çıkar iliĢkisi üzerine
kuruludur. Buradan hareketle soy ve etnisite arasında bir iliĢkinin olduğu iddia edilebilir. Bu iliĢki
sosyal ve ekonomik çıkarların da etkili olduğu bir gerçeklik üzerine kuruludur (Fenton, 2001: 9).
391
V. ETNĠSĠTEYE ĠLĠġKĠN YAKLAġIMLARIN DEĞERLENDĠRĠLMESĠ
Ġlksel YaklaĢıma göre etnik bağlar; gelenek, kültür, kan bağı, din ve dil gibi özelliklerden oluĢur
ve bunlar verilidirler. Bu özelliklerin değiĢmesi oldukça zordur ve esnek sınırlara sahip değillerdir.
Ġlksel özelliklerin doğal olması, kalıcı olduğunu ve insanlar arasında uzlaĢmaya varılmayan
farklılıklara yol açacağı düĢüncesi bakımından eleĢtirilmektedir.
Sosyal-Araçsalcı YaklaĢım ise etnisiteyi; sınırları esnek ve değiĢebilen bir yapı olarak görmüĢ ve
sosyal bir inĢanın sonucu olduğunu savunmuĢtur. Birey ve grupların kültürleri ve tarihsel geçmiĢleri
arka plandadır. Ġnsanlar rasyonel davranmak suretiyle karar almakta, çıkar ve konumlarını
sağlamlaĢtırmaktadır. Bu yaklaĢım insanların akrabalık, dil ve kültür gibi sosyolojik değerlerini göz
ardı edip, duygusal ve psikolojik yönlerine yer vermemesi bakımından eleĢtirilmektedir.
Her iki yaklaĢım, sosyolojik bakımdan temellendirilecek tutarlı ve savunulur gerçeklikler
içermektedir. Etnisite, çıkarların belirlediği bir birlikteliğe indirgenemeyeceği gibi, biyolojik olarak
kazanılan kalıtımsal özellikler tarafından belirlenen bir niteliğe sahip değildir ve aynı zamanda hem
çıkarları hem de öznel duygulanımları bir araya getiren bir bileĢimdir. Ġnsanlar; kolektif hatıralara
katılıp duygu ve anlam temelli ilksel bağlılıklar yanı sıra, koĢullara bağlı olarak soysal ve ekonomik
bağlılıklar geliĢtirebilirler. Banton‘ın (1994) da belirttiği gibi, para kazanmak ve sosyal bir statü elde
etmeye odaklı bireysel çıkarlar, dostlular, arkadaĢlıklar veya komĢuluk iliĢkileri, etnik aidiyetten daha
etkili olabilirler. Etnik bağlılık ve sadakat duygusu sosyalizasyon süreci içerisinde Ģekillenen geçmiĢ
ve gelecek arasındaki pek çok etkene bağlı olarak belirlenebilir. Bazıları kökenine ve ülkesine bağlılık
ve sadakati korumak isterken, bazıları ise içinde bulundukları koĢullara uyum sağlamayı ve yeni
aidiyetler elde etmeyi tercih edebilirler.
Sonuç olarak farklı yer ve ortamlarda etnisite olarak adlandırılan Ģeyin aynı olgu olduğunu
düĢünmek yanlıĢtır. Soya ve bütün kimlik göstergelerine sembolik bir önem yüklüdür; dil, evrensel ve
belirleyici bir farklılık unsurudur ve kültür, insanlar tarafından kollektivitenin ortak bir bileĢenidir.
Bunun yanı sıra kimlik ve kültürlerin bu Ģekilde düzenlenmesi, özel tarihsel ve sosyal bağlamlara
yerleĢtirilerek ele alınmaktadır ve bu bağlamlar hem yapı hem de anlam bakımından oldukça farklıdır.
VI. ARAġTIRMANIN YÖNTEM VE BULGULARI
ÇalıĢma; Midyat ilçe merkezinde ikamet eden söz konusu etnik gruplara mensup bireyler ile
yapılan derinlemesine mülakatlarla gerçekleĢtirilmiĢtir. Nitel bir araĢtırma olma özelliğine sahip bu
çalıĢmanın örneklemi, 25-65 yaĢ aralığındaki 15 Arap (9 erkek, 6 kadın), 15 Kürt (10 erkek, 5 kadın)
ve 10 Süryani‘den (7 erkek, 3 kadın) oluĢmaktadır. ÇalıĢma için Midyat‘a önceden belirlenen
tarihlerde 10 günlük süreler için üç defa gidilmiĢtir.
Etnik gruplar arasındaki iliĢkiler, etnik kimliği belirginleĢtiren ―dıĢsal ve içsel‖ etmenlerin
incelenmesiyle anlaĢılmaya çalıĢılmıĢtır. Farklı etnik gruplara mensup bireylerin birbirleri ile iliĢki
kurarken, etnik özelliklerinin ne derecede önemli olduğu incelenmiĢtir.
- Dışsal özellikler;
1.Etnik gruba ait dili konuĢmak gibi, kültürel öğeleri
2.Etnik gruptan aile ve arkadaĢlık iliĢkileri,
3.Etnik etkinliklere (okul, dernek, ibadethane) katılım
4.Takip edilen basın yayın ve medya kanalları gibi somut olarak gözlemlenebilen pratiklerdir.
- İçsel Özellikler ise; etnik gruba ait, duygu, düĢünce ve algılamaları ifade etmektedir. Bunlar
çoğunlukla sübjektif gerçekliklerden oluĢmuĢtur (Isajew,1993).
VI. 1. Etnik Gruplara Özgü DıĢsal Özellikler
VI.1.1. Dil:
Her üç etnik gruptan kiĢilerle yapılan görüĢmelerde, anadilin kendileri için son derece önemli bir
öğe olduğu dile getirilmiĢtir. Aynı etnik gruptan kiĢiler, kendi anadilleri ile daha kolay iletiĢim
kurduklarını, farklı etnik gruplarla ağırlıklı olarak Türkçe anlaĢabildiklerini söylemiĢtir. Fakat
392
anadillerini gündelik yaĢantıda kullanma sıklığı sorulduğunda, Türkçe‘nin daha yaygın olarak
kullanıldığı belirtilmiĢtir. Bu özellik kuĢaklar arasında belirgin bir fark göstermektedir. 45-65 yaĢ
aralığındaki yetiĢkinler, Kürtçe, Arapça ve yer yer Süryanice‘yi rahatça konuĢabildiğini dile
getirmiĢtir. YaĢ ortalaması düĢtükçe yani daha genç olanlar, Türkçe‘yi gündelik yaĢantılarında daha
sık kullandığını belirtmiĢtir4.
Anadillerini bilme düzeyleri sorulduğunda, çok azı kendi anadilini okuyup-yazabildiğini
belirtmiĢtir. Bunda etkili olan faktörler arasında, resmi dil dıĢında eğitim veren kurumların açılmasının
önündeki yasal düzenlemeler vardır. Yanı sıra eğitim-öğretim sürecine dâhil olan bireyler, okullarda
sadece Türkçe eğitim verilmesinden ötürü, duygu ve düĢüncelerini yazılı ve sözlü olarak Türkçe daha
kolay bir Ģekilde ifade ettiklerini dile getirmiĢlerdir.
Araplar ve Kürtler, konuĢtukları kendi ağız özelliklerinin diğer ülkelerde konuĢulan Arapça ve
Kürtçe‘den farklı olduğunu ve anlamakta zorluk çektiklerini belirtmiĢlerdir. Aynı Ģekilde Hıristiyan
Süryani ve Keldanilerin de dillerinde farklar olduğunu ve birbirlerini anlamakta zorluklar yaĢadıklarını
ifade etmiĢlerdir5.
VI.1.2. Etnik Gruplar Arası Arkadaşlık İlişkileri:
Mülakatın yapıldığı, Midyat ilçe merkezinde yaĢayan bireyler, hemen hemen her etnik gruptan
arkadaĢlara sahip olduğunu ve aralarında iliĢkilerin kurulmasını engelleyen herhangi bir engelin
olmadığını ifade etmiĢlerdir. Özellikle komĢuluk iliĢkileri aracılığı ile kurulan ve erken yaĢlarda
baĢlayan arkadaĢlıklar, okullaĢma sürecindeki sınıf arkadaĢlıkları, ticaret ve iĢ ortamlarında geliĢen
arkadaĢlıkların son derece önemli olduğuna vurgu yapılmıĢtır 6.
ArkadaĢ seçiminde belirleyici olan etkenin ise etnik aidiyet değil, daha çok karĢılıklı uyum, benzer
duygu ve düĢünceleri paylaĢma ile dünya görüĢlerinin ön planda olduğu görülmüĢtür.
VI.1.3. Etnik Grubun Faaliyetlerine Katılım:
Etnik gruplara özgü olduğu düĢünülen faaliyetler arasında; dini bayramlar, düğünler ve cenaze
merasimleri ön plana çıkmaktadır. Etnik grupların faaliyetlerine katılımı belirleyen etkenler
incelendiğinde, yasal birtakım düzenlemelerin etkisi ortaya çıkmaktadır. Örneğin Süryanilerin, din
eğitimi aldıkları manastır ve kilise okulları yasadıĢı faaliyetler kapsamındadır. Bu yüzden sınırlı bir
faaliyet alanına sahiptir. Süryaniler de böylece yasal olmayan yollarla kendi dinlerini ve anadillerini
öğrenme sürecine dâhil olmaktadırlar.
Bunun dıĢında, sosyal yaĢantıda kitlesel olarak paylaĢılan dini bayramlar ile geleneksel etkinlikler
vardır. Burada farklar daha da belirginleĢmektedir. Müslüman Arap ve Kürtler, aynı dini bayramları
kutlamaktadır. Hıristiyan Süryanilerin de dini bayramları vardır. Midyat ilçe merkezinde, her iki dine
mensup grup üyeleri birbirlerinin dini bayramlarını kutlamakta ve ev ziyaretleri düzenlemektedir.
Fakat Kürtlerin sahiplendiği Nevruz gibi bir etkinlik söz konusu olduğunda, hem Araplar hem de
Süryaniler, bu etkinlik ile aralarında belirli bir mesafe koymayı tercih etmektedirler. Çünkü Nevruz
kutlamaları, aynı zamanda politik bir temsili ihtiva etmektedir.
Kürt ve Arapların düğünlerinde genellikle, yöreye ait müzikler çalınmakta ve Ģarkılar
söylenmektedir. Ama genel olarak Kürtçe müzik ve Ģarkılara rağbet vardır. Süryanilerin de
düğünlerine Süryanice müzikler tercih edilmektedir. Son yıllarda düğünlerde Türkçe müziklerin de
4
Bu durum bir tür asimilasyon mu, yoksa koĢulların gerektirdiği bir değiĢim midir? Bu sorunun cevabı büyük bir
ihtimalle kuĢaklar arasında yaĢanan algı farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Konu ile ilgili olarak bkz, Hansen,
Marcus Lee, The Generation in America, 1962). ( http://babel.hathitrust.org/).
5
- Bugün Süryani ve Keldani ayrımı ağırlıklı olarak Hıristiyanlar arasındaki mezhep farkından
kaynaklanmaktadır. Süryaniler Ortodoks, Keldaniler ise Katoliktir. Yanı sıra dil özelliklerinin belirgin bir fark
taĢıdığı da iddia edilmektedir. Süryanice ve Keldanice, Aramca‘nın bir lehçesi gibi görünmektedir.
6
Mülakat yapılan bireyler, geçmiĢte dönemsel olarak bir takım travmatik olayların yaĢandığının bilincindedirler.
Çoğu, bu olayların daha çok tarihsel olaylar olduğunu ve dönemin koĢullarının belirlediği bir nitelik taĢıdığını
düĢünmektedir.Hâlihazırda etnik gruplar arasında çatıĢmaların olmadığına vurgu yapılmıĢtır. Ekonomik ve siyasi
sorunlar/krizler, pek çok bakımdan grupların sorunlarını eĢitlemiĢtir ve adeta grupları birbirlerine
yakınlaĢtırmıĢtır.
393
yaygınlaĢmaya baĢladığı görülmektedir. Her üç etnik grup, birbirlerinin düğünlerine katılmakta
herhangi bir sakınca görmemektedir.
Cenaze merasimleri, dinsel kuralların ve geleneklerin belirlediği ölçütler içerisinde icra
edilmektedir. Bununla birlikte gruplar arasında birtakım farklar göze çarpmaktadır. Örneğin, hem
Araplarda hem de Süryanilerde cenaze veya taziye etkinliği üç gün ile sınırlıdır. Buna karĢılık
Kürtler‘de bu etkinlik daha uzun sürmektedir. Ölen kiĢiye ve bağlı olduğu aĢiret/ailenin büyüklüğüne
bağlı olarak günlerce sürebilir. Her üç enik grup üyeleri; komĢularının, arkadaĢlarının veya
tanıdıklarının cenazesine katılmaktadır.
VI.1.4. Basın Yayın ve Medya Kanalları:
Her üç etnik grubun üyeleri, ulusal yani Türkçe basılı yayınları takip ettiklerini belirtmiĢlerdir.
Daha önce de dile getirilen anadili okuma-yazma konusundaki sorun bu konuda etkilidir. Yanı sıra
mülakat yapılan bireyler daha çok Türkiye‘nin ulusal ve yerel gündeminin kendilerini daha çok
ilgilendirdiğini belirtmiĢlerdir. Televizyon ve radyo kanalları söz konusu olduğunda ise farklı seçimler
ortaya çıkmaktadır. Ulusal kanallar ağırlıklı olarak takip edilen kanallar olmasının yanı sıra farklı
ülkelerden yayın yapan Kürtçe ve Arapça yayınlar da takip edilmektedir.
VI .2. Ġçsel Özellikler
VI .2.1.Etnik Köken:
Farklı etnik gruplara üye olan bireyler, etnik kökenlerinin kendileri için önemli bir özellik
olduğunu vurgulamıĢtır7. Etnik kökenlerinin temelinde atalarından miras aldıkları ve akrabalık
bağlarının oluĢturduğu özelliklerin belirleyici olduğunu belirtmiĢlerdir.Bir etnik grubu diğer etnik
gruptan ayıran unsurların ise, biyolojik özelliklerden ziyade din ve dil ile iliĢkili olduğuna dair yaygın
bir kanaat vardır. Fakat asıl ilginç olan konu, hiçbir etnik grubun doğuĢtan sahip olduğu özelliğe bağlı
olarak diğer gruplardan bir üstünlük iddiasına sahip olmadığına yönelik inançtır. Her üç etnik gruba
mensup bireyler, toplumsal yaĢamda iliĢkilerin karĢılıklı iĢbirliği ve dayanıĢma çerçevesinde
gerçekleĢtirilmesi gerektiği yönünde hem fikirdir. Yerel veya ulusal boyutta idari yapı söz konusu
olduğunda, evrensel ilkelere uygun olmak koĢuluyla herhangi bir etnik grup üyesinin yönetici veya
idareci olmasının önemli olmadığı belirtilmiĢtir.
GörüĢme yapılan bazı aileler, geçmiĢte etnik kökenlerinde farklılık olduğuna iĢaret etmiĢtir.
Atalarının bazılarının Kürt, bazılarının ise Arap olduğunu ifade etmiĢlerdir. Din farklılığı olmadan
yaĢanan bu değiĢmenin, Kürtler ve Araplar arasında görülmesi, etnik kökenin koĢullara ve kuĢak
farklarına bağlı olarak değiĢebileceğini de göstermektedir. Çünkü hem Arap ve Kürtler hem de
Hıristiyanlar, aidiyetlerindeki en belirleyici unsurun din olduğu konusunda merkezi bir düĢünceye
sahiptirler. Elbette ki bu değiĢim kısa vadede alınan bir karar ile gerçekleĢmemiĢtir. Zaman içerisinde
sosyal belki de siyasal koĢulların zorunlu kıldığı bir değiĢim göze çarpmaktadır.
VI .2.2. Evlilik:
Etnik gruplar arasındaki sınırların en fazla belirginleĢtiği alanlardan birisi, gruplar arası
evliliklerdir. Özellikle din farkı devreye girdiğinde, etnik gruplar arasında evlilikleri imkânsız hale
getiren bir takım dinsel kurallar vardır. Örneğin Müslüman bir Arap veya Kürt‘ün, Hıristiyan birisi ile
evlenmesi imkân dâhilinde olan bir durum değildir. Oysa Kürtler ile Araplar ve aynı Ģekilde Hıristiyan
Süryani ile Keldaniler arasında evliliklere rastlanmaktadır. Etnik gruplar arasındaki evliliği belirleyen
esas faktör aynı dine sahip olmaktır. Ancak aynı dine mensup olmak ile evlilikler gerçekleĢmektedir.
Farklı dine mensup biriyle evlenmek, her üç etnik grup arasında hoĢ karĢılanmayan, olumsuz bir
durumdur.
7
- ―Sizi diğer etnik gruplardan ayıran özellik nedir?‖ diye sorulduğunda, genellikle ―KonuĢtuğumuz dil farklı‖
Ģeklinde cevaplar verilmiĢtir. Bu; Araplar ve Kürtler için geçerli bir yorum iken, Süryaniler için hem dil hem din
olarak ifade edilmektedir. Bunun dıĢında mekansal-insani özelliklere daha fazla vurgu yapılmaktadır (ülke,
coğrafya, tarih vs).
394
Her üç grubun üyeleri de evlilik söz konusu olduğunda, kendi etnik grubundan evlenmelerin daha
çok tercih edilen bir durum olduğunu ifade etmiĢlerdir. Bundan çıkan sonuç etnik grupların kendi
etnisitelerini koruma ve sürdürme konusunda istekli olmalarıdır.
VI .2.1.3 Hane İçinde Konuşulan Dil:
Daha önce de belirtiliği gibi, dil etnik grupların kimliğini sürdürme konusunda en fazla tutunum
iliĢkisi kurdukları öğedir. Hane halkları kendi aile üyeleri veya akraba grupları ile genel olarak
anadillerini konuĢmaktadırlar. Fakat bu özellik, kuĢaklara göre bir farklılık arz etmektedir. 35-40 yaĢ
ortalamasının üstündeki bireyler kendi anadillerini kullanma konusunda daha tutucudur. Oysa yaĢ
ortalaması düĢtükçe, Türkçe daha yaygın bir Ģekilde konuĢulmaktadır. Genç yaĢtakiler, gündelik
yaĢantılarında ağırlıklı olarak Türkçe‘yi iletiĢim dili olarak kullanma konusunda daha isteklidir.
Böylece Türkçe, günümüzde gruplar arasında iletiĢimi ve etkileĢimi sağlayan bir iĢlev edinmiĢ
durumdadır. Hatta bu sayede etnik gruplar arasındaki sembolik ayrımlar büyük ölçüde gizil hale
gelmiĢtir8.
Etnik kimliğe bağlılığa iĢaret eden en önemli faktörlerden biri, dil/anadildir. Belirli bir dili
konuĢmak bir gruba aidiyete iĢaret eder. Bu çalıĢma aracılığıyla, etnik gruba aidiyetin ölçütünün
benzer kültürel kalıplara ve alıĢkanlıklara sahip olmaktan ziyade, grubun dilini konuĢma ile
belirlendiğini göstermiĢtir. Midyat ve çevresinde yaĢayan farklı etnik gruplar, tarihsel koĢullar ve
coğrafi özelliklerin beraberinde getirdiği pek çok kültürel öğeyi paylaĢmaktadırlar. Fakat aralarındaki
sınırları belirginleĢtiren etkenlerin baĢında dil gelmektedir. Aynı dine mensup olmasına rağmen,
Kürtler ile Araplar arasındaki fark, temelde konuĢulan dilden kaynaklanmaktadır.
VI .2.4. Ticari İlişkiler:
Bölge, esas olarak yüzyıllar boyunca ticaret yollarının gelip geçtiği bir yer olmuĢtur. Bu özellik
bölgenin genel anlamda kültürel yapılarına nüfuz etmiĢtir. Ticaret yollarının bölgeden geçiyor olması,
burada yaĢayan halkların farklı toplumlara mensup insanları ile karĢılaĢmasına ve farklılıklara aĢina
olmasına büyük bir katkı sağlamıĢtır. Bu bakımdan ticari iliĢkiler, iĢ ve iĢveren konusu ile ilgili olarak,
etnik gruplar arasındaki farklılıkların rasyonel temellere dayalı olduğunu söylemek mümkündür. ĠĢçi
olsun, iĢveren olsun, kendisine en fazla kazancı sağlayan koĢulun ön planda olduğunu bu konuda etnik
ayrımların ise neredeyse hiç önemli olmadığını ifade edenler çoğunluktadır. Esnaf, ürünlerinin alıcısı
konumundaki farklı etnik grup üyelerine karĢı adeta ―sakınma iliĢkilerini‖ ön plana çıkarmaktadır.
AlıĢ-veriĢ mekânlarında ve halk pazarında da herhangi bir ayrıma rastlamak mümkün değildir.
Bahsedildiği gibi, bu konuda piyasa veya rasyonel koĢullar bireylerin davranıĢlarında daha belirleyici
özellikler taĢımaktadır. Bu da bir yerde modernleĢmenin etkileri arasında yer alan bir durumdur.
ModernleĢme geleneksel ve yerel bağlılık iliĢkilerini zayıflattığından, bireysel iliĢkiler ön plana
çıkmaktadır.
VI .2.5. Gelecekte Etnisitenin Önemi:
Midyat ilçe merkezinde, birçok ailenin çocuklarına kendi anadilini öğrenmeden önce Türkçe‘yi
öğrettiği ve çocukları ile Türkçe konuĢarak iletiĢim kurduğu gözlenmiĢtir. Konu ile ilgili olarak aileler,
çocuklarının okul yaĢantısında bir dil sorunu ile karĢılaĢmasının önüne geçmek istediklerini ve
devletin sunduğu hizmetlerden daha etkili bir Ģekilde faydalanmak istediğini belirtmiĢtir. Hatta son
yıllarda çocuklara Arapça-Kürtçe kökenli geleneksel bazı isimler yerine Türkçe kökenli isim verme
alıĢkanlığı ortaya çıkmıĢtır. Bu durum hem etnik aidiyet bilincini azaltmakta, hem de etnik köken
konusunda gelecekte tartıĢmaların ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır.
Genç kuĢaktan bireyler, temel hizmetlere ve iĢ olanaklarına ulaĢmak ve eğitimin sosyo-ekonomik
alanlarda sağlayacağı avantajlardan daha fazla yararlanmak için etnik kökenlerinin ve aidiyet
duygularının ön plana çıkarılmaması gerektiğini ileri sürmektedirler. Bunun yerine daha kapsamlı ve
8
ÇeĢitli sebeplerden ötürü yaĢanan yöre içerisindeki göçlerle, yerleĢilen köy, belde veya Ģehir merkezinin yaygın
olan dili neyse insanlar ona uyum sağlamıĢtır. Bu Ģekilde AraplaĢan Kürtler ile KürtleĢen Araplara
rastlanmaktadır.
395
farklılıkları en aza indirgeyen bir sosyal ve siyasal sistemin üyesi olmanın gelecekte birlikte yaĢama
stratejilerini belirlemek açısından daha iĢlevsel olduğu dile getirmiĢlerdir.
VII. SONUÇ:
YaĢadığımız coğrafyada, etnik farklılıklar Batı‘da yani Avrupa ya da Amerika‘da olduğundan
farklı özellikler göstermektedir. Batı‘da etnik gruplar dendiğinde; siyahlar, beyazlar ve genel olarak
Uzakdoğululardan bahsedilmektedir. Büyük ölçüde bu gruplar arasında gözle görülebilir, ilk bakıĢta
fark edilebilir fizyolojik özellikler hâkimdir (Platt:2009). Oysa Türkiye gibi birçok Ortadoğu ülkesinde
fizyolojik farklılıklar, bireylerin etnik kimliğinin belirlenmesi sürecinde etkili değildir. KiĢilerin etnik
aidiyeti, ancak referanslar aracılığıyla ve kurulan derinlemesine iliĢkiler sonucunda anlaĢılabilir. Aynı
Ģekilde sosyal davranıĢlar ve yaĢam pratikleri de, etnik gruplar arasındaki sınırları belirlemede yeterli
ölçütler değildir. Bireysel düzeyde herkesin kendine özgü bir takım alıĢkanlıkları ve davranıĢ kalıpları
vardır. Herkes aynı derecede dinine bağlı olmayabilir veya herkes aynı derecede ailesine bağlılık
duygusu beslemeyebilir. Bu bakımdan ele alındığında bireysel farklar ön plana çıkmaktadır.
Dolayısıyla sadece belirli bir gruba veya etnik bir unsura özgü bir pratikten bahsetmek mümkün
değildir.
Sosyal bir varlık olarak insanın aidiyeti, sadece ekonomik, etnik veya dinsel bir boyuta
indirgenemez. Sosyal yaĢam çeliĢki ve tutarsızlıklarla doludur. Bir insanın en fazla tutunum iliĢkisi
geliĢtirdiği unsur; ekonomik çıkarlar mı, din mi, dil mi, etnisite mi yoksa yurttaĢlık mıdır? Bu soruya
cevap vermek her zaman kolay değildir ve tek boyutlu ve tek nedenli bir açıklama yapmak her zaman
bir Ģeylerin eksik kalmasına yol açmaktadır. Bütün farklılıklara rağmen ortak yaĢama arzusu, karĢıt
grupları ve fikirleri bir araya getirmektedir. Benzer amaçlar ve hedeflere ulaĢmak isteyen insanlar,
giderek birbirlerine daha çok benzeme eğilimi içerisine girmekte ve birbirlerine daha da
yakınlaĢmaktadır.
KAYNAKÇA:
Adam, A. (1971). Modernizing Racial Domination, Berkeley: University of California Press.
Aslan, C. (2004). Birey, Toplum, Devlet: Kavramsallaştırma ve Ara Değişken Olarak Etnisite. Adana:
Karahan Kitabevi.
Banton, M. (1994) Modelling Ethnic And National Relations, Ethnic and Racial Studies, 17. (1): 1–19.
(http://www.tandfonline.com). (EriĢim Tarihi 25.04.2011).
Barth, F. (2001). Etnik Gruplar ve Sınırları, A. Kaya ve S. Gürkan, (Çev.). Ġstanbul: Bağlam
Yayınları.
Bell, D. (1975). Ethnicity And Social Change, in Glazer, N. and D. Moynihan (Eds.). Ethnicity:
Theory and Experience, Washington: Harvard University Press.
Berghe, P. V. (1978). Race and Ethnicity: A Sociobiological Perspective, Ethnic and Racial Studies,
Volume, Issue 4. P:401-411. (http://ysusociologyonline.blogspot.com/2010/12/pierre-van-denberghe-socio-biological.html. EriĢim Tarihi: 21.06.2011).
Brass, P. (1996). ―Ethnic Groups and Ethnic Identity Formation‖, Ethnicity (ed. John
Hutchinson,Anthony D. Smith), Oxford: Oxford University Press.
Fenton, S. (2001). Etnisite. N. ġad, (Çev.). Ankara: Phoenix Yayınları.
Geertz, C. (1994). ‗‘Primordial and Civic Ties‘‘.Nationalism, Eds. A. Smith, J. Hutchinson, Oxford:
Oxford University Press.
Giddens, A. (2000). Sosyoloji. Kırmızı Yayınları, Ġstanbul.
Glazer, N., Moynihan,D. (1981). Ethnicity: Theory and Experience, Washington: Harvard University
Press.
Hechter, M. (1988). Rational Choice Theory And The Study Of Race And Ethnic Relations, Theories
of Race and Ethnic Relations Ed. John Rex, David Mason, Cambridge: Cambridge University
Press.
396
Isaacs, H. R. (1975). ―Basic Group Identity: The Idols of the Tribe‖. In Glazer, N. and D. Moynihan
(Eds.). Ethnicity: Theory and Experience, Washington: Harvard University Press.
Isajew, W. W. (1993).Definition and Dimensions of Ethnicity, Statistics Canada and U.S Bureau of
The Census, Washington D.C: U.S Goverment Printing Office.
Pareto, V. (1963). The Mind and Society: A Treatise on General Sociology. New York: Harcourt
Brace.
Parsons, T. (2005). The Social System. London: Routledge.
Platt, L. (2009). Ethnicity And Family Relationships Within And Between Ethnic Groups: An
Analysis Using The Labour Force Survey. Institute for Social & Economic Research,
University of Essex. (http://www.equalityhumanrights.com). (EriĢim Tarihi:12.09.2012).
Rattansi, A. (1994). Irkçılık, Modernite ve Kimlik. S. Akyüz, (Çev.). Ġstanbul: Sarmal Yayınevi.
Shibutani, T. , Kwan, K.(1965).
Macmillan Co.
Ethnic Stratification: A Comparative Approach, New York:
Smith, A. (2002). Ulusların Etnik Kökeni, S. Bayramoğlu, (Çev.). Ankara: Dost Yayınevi.
Somersan, S. (2004). Sosyal Bilimlerde Etnisite ve Irk. Ġstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Tajfel,H. (1982). Social Psychology Of Intergroup Relations , Annual Review Of Psychology,Volume
33, A Nonprofit Scientific Publisher,USA.
Wallerstein, Ġ. (1960). Ethnicity and National Integration in West Africa. Vol. 1 No3. 1960. pp. 129139. (http://www.persee.fr. EriĢim Tarihi: 27.06.2010).
Weber, M. (1978). Economy and Society, Vol 2.G. Roth and C. Wittich (Eds). University of
California Press. New York.
Wimmer, A. (2007). How (not) to Think About Ethnicity Ġn Ġmmigrant Societies: A Boundary Making
Perspective. COMPAS, London: University of Oxford.
Yinger, M. J. (1994). Ethnicity: Source of Strength, Source of Conflict. University of New York Press.
USA.
397
ÖMER KÖSE OTURUMU
DĠN-IV:
DĠN VE ÖTEKĠLĠK
398
TÜRKĠYE‟DE CEMEVLERĠ SORUNU ( TUNCELĠ ÖRNEĞĠ )
Erdal YILDIRIM1
ÖZET
Ġnsan tabiatının kutsal yerlere olan ihtiyacı ve toplumsal koĢullar Alevi topluluğun cemevlerini
inĢa etmesine yol açtığı söylenebilir. Bir alan çalıĢması olan bu makale de Alevilerin kutsal olarak
kabul ettikleri cemevinin toplumsal konumunu konu edinmektedir. ÇalıĢmanın amacı, Alevilerin dini
ritüellerini yaptıkları, kutsal olarak gördükleri cemevlerinin günümüzde Aleviler için ne anlam ifade
ettiğini, ne gibi toplumsal fonksiyonlar icra ettiğini ve toplumsal statüsü konusunda Alevilerin ne
düĢündüğünü ortaya koymaktır. Bu amaçla Tunceli ve Elazığ illerinde bulunan cemevlerinde görev
yapan dedelerle mülakatlar yapılmıĢ ve buralarda yürütülen dini/sosyo-kültürel faaliyetler
gözlemlenmiĢtir.
Anahtar Kelimeler: Cemevi, Aleviler, dini ritüeller.
ABSTRACT
It can be said the necessity of holy places of human nature and community circumstances of Alevi
community causes to build djemevi. This article that is an area study is also about djemevi‘s
community place which is accepted as holy by Alevis. The purpose of this study, to bring up the
djemevis whereAlevi people take place their religious rituals in and accept as holy, the meaning of it
for Alevis, the community function and status of it for Alevis. For this purpose, it is made a
conversation with Dedes who are responsible for Elazığ and Tuncelidjemevis and the religious and
socio-cultural activities are searched in this place.
Keywords: Djemevi, Alevis, religious rituals.
GĠRĠġ
Cemevleri sorunu, günümüzde ülkemizdeki Alevilik-BektaĢilik eksenli tartıĢmalar bağlamında
kamuoyunu en çok meĢgul eden konulardan birisi haline gelmiĢtir. Amacımız sosyolojik bir perspektif
kullanarak Alevi dedelerin cemevini nasıl tanımladıklarını anlamaya çalıĢmaktır. Sosyolojik
perspektif, bilimsel olmayan yaklaĢımlardan iki vazgeçilmez öğesi olan ampirik ve nesnellikle
ayrılmaktadır denilebilir. Ampiriktir, zira bir sosyolog dine dair anlama ve yorumlarını imkan
verdiğince somut, gözlemlenebilir ve sınanabilir delillere dayandırır. Nesneldir, zira dinin sosyolojik
anlaĢımı ve yorumu, dinsel inancın ve uygulamanın içeriğine iyi, kötü, doğru, yanlıĢ Ģeklinde değer
biçme, reddetme ya da onaylama teĢebbüsünde bulunmaz. Bu nedenlerle o, dinsel inançların ve
tatbikatların ―ne, nasıl olması gerektiği‖ hususunda da elden geldiğince suskundur (Çiftçi, 2009: 28).
Bu bakımdan yapmamız gereken Alevilerin kendi cemevi durumunu nasıl gördüklerini ortaya koymak
olacaktır. Bir bakıma cemevi konusunda bir ―durum tanımı‖ denemesi yapılacaktır. Bilindiği gibi
durum tanımı, bir toplumsal durum ona katılan veya onu üreten birey ve bireylerce ne olarak ve nasıl
tanımlanıyorsa odur, öyledir anlamına gelir. Buna göre; bir toplumsal durumda nelerin olup bittiğini
yahut durumun niteliğini anlamak istiyorsak, ona katılanların veya onu yaratanların onu nasıl
tanımladıklarını anlamalıyız. Dolayısıyla, herhangi bir kültürel insan eyleminde asıl ampirik kanıt,
doğruluğu ya da yanlıĢlığı bir yana, eylemin öznesinin tanımsal algısıdır (Çiftçi, 2011: 50).
A. CEMEVĠNĠN FĠZĠKSEL ÖZELLĠKLERĠ VE MEKANDA UYULMASI GEREKEN
KURALLAR
Tarihsel süreç içerisinde, özellikle de 16. yüzyıldan sonra yaĢadıkları dinsel, sosyal ve siyasal
baskılar nedeniyle dıĢa kapalı olarak yaĢamak zorunda kalmıĢ Aleviler, cem ayinlerini de bir gizlilik
içerisinde yapmıĢlardır. Zaten on iki hizmetten biri olan bekçi (kapıcı) hizmeti de güvenlik kaygısı
1
Yrd. Doç. Dr., Tunceli Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
[email protected]
399
sürecinin doğal bir sonucu olduğu varsayılmaktadır. Bu güvenlik kaygısından dolayı ―hak meydanı,
meydan odası, meydan evi, mihman evi, kırklar evi, erenler meydanı, kırklar meydanı, ibadet
meydanı, niyaz meclisi‖( Kutlu, 2006: 84) ve benzeri adlarla anılan cemevleri kolayca bilinmemesi
için belirli bir mimari üslup geliĢimi gösterememiĢ ve doğrudan bir hedef olmaması içinde herkesçe
bilinen bir mekan yoluna gidilmemiĢtir. Bu nedenle günlük hayatın yaĢandığı büyük ve geniĢ evler
cem ayinine mekan olmuĢtur.
Alevilerin ibadet ve secde ettikleri, toplandıkları yerlere, toplanma anlamında ―Cem Evi‖
denilmektedir (Üzüm, 1997: 36). Aleviler tarafından ―Cem Meydanı, Erenler Meydanı, Kırklar
Meydanı‖ olarak da isimlendirilen bu kutsal mekan, 1990‘lı yıllara kadar yalnızca köyün/yerleĢim
yerinin en büyük evi ya da dedenin evinin en büyük odası Ģeklinde ulaĢmıĢtır. Genellikle ―Evladı
Resul‖ soyundan gelen dedelerin evlerinde bulunan bu cem erkanlarının yapıldığı odaların giriĢ
kapısının iç kısmına eĢik denir. Cem öncesi odanın giriĢ kapısının soluna ―Kızıl EĢik‖, ―Niyaz TaĢı‖,
―Meydan TaĢı‖ olarak adlandırılan bir taĢ konulur. Suçlulara cezalarının verildiği bu makama ya da
yere ―Kolu Açık Hacım Sultan Makamı‖ adı verilmektedir. Bu makamın solunda ise üzerine
oturulmayan ―Horasan Postu‖ bulunmaktadır. Bu postun üzerine onu temsilen bir mum yakılır ve ona
― Horasan Çerağı‖ adı verilir. Odanın ortası ―Dar‖ veya ―Dar-ı Mansur‖ olarak adlandırılmaktadır.
Odanın giriĢ kapısının tam karĢısında Küre Makamı denilen yere bir çerağ (Ģamdan veya mum)
konularak ―Fatma Ocağı‖ temsil edilir. Ocağın sağ ve sol baĢlarında Ġmam Hasan ve Ġmam Hüseyin‘i
temsilen iki çerağ konulur. Yine oda giriĢinin sağ üst köĢesine zeminden biraz daha yükseltilmiĢ yere
―MürĢit Postu‖ konulmaktadır. Bu MürĢid makamında serili posta ―Ahmed-i Muhtar Postu‖ denir bu
Hz Muhammed‘in(sav) makamını temsil eder. MürĢid ile giriĢe göre sağda olan merdiven Ģeklinde ve
dört kapıyı simgeleyen dört basamaktan oluĢan tahta-mekana da ―Çerağ Tahtı-Tahtı Muhammed‖ adı
verilmekte ve bu tahtın alt basamağına Allah-Muhammed-Ali üçlemesini temsil eden ve ―Kanun-u
Evliya Çerağları‖ adı verilen üç fiske (Ġdare Lambası-mum) konur. Üst üç basamağına da dörderden
on iki mum konur. Talib Çerağları denilen bu mumlar On Ġki Ġmamları temsil eder. Çerağ Tahtı‘nın
soluna da ―Rehber Postu‖ konulmaktadır. Bu post Hz. Ali‘nin makamını temsil eder, bu posta ―Ali‘yel
Murtaza‖ postu denir.
Yukarıda belirttiğimiz bu özelliklerle düzenlenen odalar cem-i Ayin‘e hazırlanmıĢ olmakta ve
böylece kutsal mekan hüviyetine kavuĢmuĢ olmaktadır. Kutsal mekan hüviyetine kavuĢmuĢ olan bu
odalara en temiz giysiler giyilerek girilir. Zengin-fakir ayırımının ortaya çıkmaması için ziynet
eĢyaları takılmaz ya da abartıdan kaçınılır. OturuĢtan ayinin sonuna kadar bir disiplin içerisinde
hareket edilmekte, cemi yönetenlerle cemi dinleyenler birbirlerinden ayrılmaktadır. Artık canlar
tarafından kutsal olarak algılanan bu odalara ilk giriĢte aydınlığa giden yolun baĢı, arınmak, arıtmak
için bir yolculuğun ilk baĢlangıcı olarak anlamlandırılan eĢik, gerek dede ve gerekse ceme katılacak
olan müntesipler tarafından ―Ya Hızır, Ya Boz Hızır, Ya Ali‖ vb. sözlerle niyaz edilir ve kapı öpülür.
Kapı giriĢinde ceme katılacak can, orada bulunanlara saygısını ifade etmek ve ceme tabi olduğunun
bilinmesini istediğinden eğilir ve öylece bir dakika kadar bekler. EĢik geçildikten sonra posta oturan
dedeye saygı anlamında secde edilir ve yerine oturulur. Bazen de eĢiği geçtikten sonra dizlerinin
üzerinden sürünerek dedenin dizi öpülür ve aynı Ģekilde geri geri gelinir. Bu arada mekana gelen
bütün müntesipler yüz yüze oturmak zorundadırlar.
B. CEMEVĠNĠN CAMĠNĠN ALTERNATĠFĠ OLUP OLMADIĞI TARTIġMALARI
Bugün cemevlerinin konumu tartıĢılmaktadır. Cemevleri caminin karĢılığı mıdır, alternatifi midir?
Cami ile cemevi arasındaki fark nedir? Cami cemevinin fonksiyonunu yerine getiremez mi?
Cemevleri ibadethane midir? Ġlk cemevi ne zaman, nasıl, neden, nerede kuruldu? Cemevleri Kur‘an-ı
Kerim‘e aykırı mıdır?
Alevi dedelere yöneltilen, “cemevi nedir ve dini/sosyal fonksiyonları nelerdir?” sorusuna,
―cemevinin bir ibadethane, dar meydanı, edep-erkan meydanı, sorgu-sual ve karar yeri, semah yeri
olarak Kırklar Meydanı, Musahipliğin yani ahiret/yol kardeĢliğinin kabul ve onay yeri olarak birlik
meydanı, dualı lokmaların yenildiği aĢevi, kötü insanların giremediği, nefsi için eĢini boĢayanların,
dedikodu edenlerin, yalancı Ģahitlik yapanların, adam öldürenlerin, can incitenlerin, haram kazanç
sağlayıp kul hakkı yiyenlerin, komĢu hakkı ve ata hakkı bilmeyenlerin, verdiği ikrardan dönenlerin,
kısaca, yaramaz fiiller içerisinde olanların da giremediği bir ibadethane olduğunu ifade etmiĢlerdir
400
(Mayil Mailoğlu, 1953 Ovacık doğumlu, Lise mezunu).Bu ifadeler bize cemevinin Alevi topluluğunun
tapınma gereksinimi dıĢında toplumsal, bireysel sorunların çözüme kavuĢturulduğu bir meclis iĢlevi de
görmüĢ ve görmekte olduğunu da göstermektedir.
Yine dedelere göre dinin temel kurallarının sembollerle ifade edildiği Cem, Alevilerin temel ibadet
Ģekli olduğundan bu ibadetlerinin yapıldığı yerde ibadethanedir. Onlara göre, Alevi inancında insan,
Hakk‘a ulaĢmak için doğar. ―Hak ile bir olmak‖ ifadesindeki ‗Hak‘ kelimesi hem ‗Tanrı‘ anlamında
hem de ‗gerçek‘ anlamındadır ki, aslında Hak kelimesiyle ‗gerçek‘ kastedilmektedir. Gerçeğe
ulaĢabilme yolculuğu; ham doğan insanın kamil-insan olma, yani olgunlaĢma yolculuğudur. Alevi
inancı ve anlayıĢı, bu benlik yolculuğunda kamil-insana ulaĢmayı temel aldığından, bu öze ulaĢmak,
Hakk‘a ulaĢmak, yani gerçeğe ulaĢmak ve böylece gerçekle bir olmanın canlandırıldığı cem törenleri
(ayin-i cem) yapılır. Bu cem törenleri dünya nimetlerinden soyutlanıp manevi bir dünyada yaratanla
bütünleĢme yani tevhid halidir. BütünleĢebilmek içinde masumiyet gerekir ki; kusurların
bağıĢlanmasını dilemek, kırdıklarını onarmak, kul hakkını ödemek, lokmasını-ekmeğini paylaĢmak ve
anladığı dilde yani Türkçe Kur‘an yorumuyla cem olunur ki, bunun olduğu yer de Alevilerin
ibadethanesidir.
Alevi dedeler ilk cemevinin Ġslam‘ın ilk yıllarında bulunduğunu iddia etmektedir. Hz. Muhammed
Mekke‘de Ġslamiyet‘i tebliğe baĢladığı zaman Mekke müĢriklerinin kendisine büyük bir tepki
gösterdiğini, bunun üzerine gerek Hz. Peygamberin gerekse ilk Müslümanların yapılan baskı ve
hakaretler karĢısında evlerinde gizlice ibadet ettiklerini ifade etmiĢlerdir. Hz. Peygamber, Ġslami
cemaati yönetmek ve ibadetleri eda etmek için Dar-ün Nedve denilen cemaat evini karargah olarak
kullanmıĢtır ki, bu cemaat evi gizli bir cemevi vazifesi görmektedir. Daha sonra Mescid-i Nebevi
denecek olan bu külliye ilk kurulmuĢ olan cemevinden baĢka bir Ģey değildir ( Mehmet Yıldırım, 1951
Ovacık doğumlu, Ġlkokul mezunu). Gerçekten de Ġslam‘ın ilk yıllarında Hz. Muhammed ve
beraberindeki Müslümanlar Mekkelilerin giderek artan baskı ve zulümleri sonucu, Müslümanların
Kabe önünde namaz kılmaları yasaklandığında Hz. Peygamber ashaptanErkan‘ın evinde namaz ve
ibadetini yapmaktaydı (Hamidullah, 1992: 54). Hz. Peygamber, Mekke döneminde Erkam‘ın evinde
bunun örneğini verdiği gibi, benzeri örneklere Medine döneminde ashaptan Bera Ġbn Azib‘in evinin
bir köĢesini mescid edinmesini ve cemaatle namaz kılmasına izin vermesini ve ama olan Itban b.
Malik‘in de evinde bizzat bazı sahabelerle namaz kılması da göstermektedir ki cemaatle namaz kılmak
için mutlak manada mescid Ģart koĢulmayıp, cemaatin toplanabileceği herhangi bir yer de yeterli
görülmüĢtür (Güç, 2011: 241). Ġslam‘ın ilk yıllarında Müslümanlar için genel olarak yukarıda
belirttiğimiz fonksiyonları yerine getiren mekanlar olan mescidler, görüĢtüğümüz dedelere göre, daha
sonraki dönemlerde ve özellikle de Emeviler döneminde asli fonksiyonlarından uzaklaĢtırılıp tamamen
siyasi amaçlar için kullanılan yapılar haline getirilmiĢtir. Katılımcılar, Ehl-i Beyt taraftarlarının
mescitlerden kopuĢ ve içe kapanıĢ sürecini Hz. Ali‘nin öldürülmesinden sonra baĢladığını ifade
etmiĢlerdir. Onlara göre, Emeviler döneminde Muaviye Cuma hutbelerinde Hz. Ali‘ye sebbedilmesi
ve lanet okunması için valilere talip göndermiĢtir. Bu hutbelerden rahatsızlık duyan Ehl-i Beyt
taraftarları ise, hutbeleri dinlemiyorlardı. Emeviler, hutbeleri namazdan önceye alarak insanlara bu
uygulamaya katılmaya zorluyorlardı. ĠĢte bu haleti ruhiye içinde, insanlar resmi ideolojinin hakim
olduğu mescitlere gitmemeye baĢlamıĢlardır (Mayil Mayiloğlu, 1953 Ovacık doğumlu, Lise Mezunu).
Bazı dedeler de cemevini tarihte ilk mescit olan Hz. Peygamberin Medine‘ye girerken Kuba‘da
dört gün konakladığı, iktidar sorunlarının tartıĢıldığı, gösterilerin yapıldığı, ticari müzakerelerin
yapıldığı, savaĢta yaralı olanların tedavi edildikleri, kervanların konakladıkları, siyasi ve ticari
iliĢkilerin yürütüldüğü Mescid-i Takva‘ya benzetmektedirler (Vahit Er, 1945 Elazığ doğumlu,
Ortaokul mezunu). Gerçekten de Peygamber döneminde yapılan mescit, Müslümanların günde beĢ
vakit buluĢtukları ve birlikte ibadet ettikleri, Müslümanlarla ilgili kararların alındığı, insanların
Ģikayetlerinin burada dinlenip çözüme kavuĢturulduğu, diplomatik münasebetlerin sürdürüldüğü,
dıĢarıdan gelen elçilerin kabul edildiği, hukuki meselelerin çözüme kavuĢturulduğu, sosyal bütünlüğün
sağlandığı, edebi yarıĢmaların yapıldığı, hastane ve hapishane görevinin gördüğü, ihtiyaç sahiplerine
yardımların yapıldığı, eğitim faaliyetlerinin yapıldığı, ganimetlerin dağıtıldığı ve çeĢitli bayram
eğlencelerinin yapıldığı mekan olmuĢtur (Güç, 2011:246-260). Daha sonraları, Müslümanların sayısı
çoğaldıkça mescit, bütün bu çalıĢmalar için yetersiz kalmıĢ, her bir iĢ için ayrı ayrı binalar
kurulmuĢtur. Cem evlerinin Ġslamiyet‘in ilk yıllarındaki mescitlere benzediğini, iĢlevsel benzerlikler
401
olduğunu belirtenler Kur‘an-ı Kerim‘de herhangi bir ibadethanenin somut bir Ģekilde tarifinin yapılıp,
isim verilmediğini ifade etmiĢlerdir. Ġslam dünyasının Hz. Muhammed sonrasında halifelik konusunda
ikiye bölündüğünü, Emevilerin kendinden olmayanlara yaĢama Ģansı tanımadığını, Hz. Ali‘nin
öldürülmesi ve hutbelerde lanetlenmesinin akabinde de Kerbela olayı ile birlikte bu ayrıĢmanın
derinleĢmesi sonucunda Alevi Ġslam inancındaki Müslümanların evlerine kapandığını ve ibadethane
olarak da kendi evlerini kullanmaya baĢladıklarını ifade etmektedirler (Zeynel Çağlayan, 1951 Pertek
doğumlu, Ġlkokul mezunu).
Alevi dedelere göre, cemevlerinde "cem ayini" icra edilir. Bunun çeĢitli ritüelleri, zikir ve semahı
vardır. Dedelere göre "secde, zikir, kıyam ve duanın‖ olduğu yer de ibadethanedir. Bu bağlamda
değerlendirildiğinde insanın sırf Allah için yaptığı her bilinçli iradi fiil ibadet olarak
değerlendirilebilir. Dolayısıyla dini açıdan bir fiilin yerine getiriliĢ niyeti, o fiilin ibadet olup
olmadığını belirleyen asli unsur durumundadır. Bu durumda ibadet niyeti ve zevki ile yapıldığı sürece
cem töreninin de, o törene katılan insan için ibadet yapılan bir mekan anlamında, ibadethane olacağını
söylemek dini açıdan mümkündür ( Kılıç, 2010: 11). Ayrıca dedeler, camiye gitmediklerini, Sünniler
gibi namaz kılmadıklarını, cemevlerinde yaptıkları niyaz ve ayinle ibadet ettiklerini, bir Alevinin
prensip olarak, yani öğretisel anlamda namaz kılmadığını ve camiye gitmediğini bu yüzden de
cemevlerinin birer "ibadethane" sayılması gerektiğini belirtiyorlar ( Keskin, 2004: 228). Öte yandan
beĢ vakit namaz kılıp camiye gidene kimsenin bir Ģey diyemeyeceğini ( Onat, 2009: 37-46) ama Alevi
Ġslam'ında namaz yoktur, niyaz vardır, dolayısıyla camiye gitmek gerekli değildir, bu yüzden Alevi
köylerine cami yapılması Alevileri SünnileĢtirme politikasının bir sonucu olduğunu da ifade
etmiĢlerdir (Vahit Er, 1945 Elazığ doğumlu, Ortaokul mezunu).
Bir dinin iki mabedinin olamayacağı eleĢtirilerine cevap verilirken de Hz. Peygamber döneminde
caminin olmadığı, Kur‘an-ı Kerimde de Müslümanların ibadet yerlerinin mescit olarak geçtiği
dolayısıyla da cemevlerinin buna aykırı olmayacağı ileri sürülmektedir. Bu görüĢ ileri sürülürken de
nasıl ki Hıristiyanlıkta ―OrtodoksKilisesi, Protestan Kilisesi, Katolik Kilisesi‖ varsa bizde de ―Sünni
Mescidi‖, ―Alevi Mescidi‖ gibi isimlendirmelerin olabileceği ifade edilmiĢtir. Dedelere göre cem
evlerinin statüsü konusunda yapılması gereken en pratik çözüm yasalardaki cami kelimesinin kullanım
dıĢı bırakılarak yerine mescit kelimesinin kullanıma sokulmasıdır. Onlara göre, özellikle Emeviler
döneminde camiler Alevilere hakaretler edilen mekanlar olmalarından dolayı Alevilerin
bilinçaltlarında cami kelimesine karĢı hep bir güvensizlik, kabullenemezlik olması, bu kelimenin
kullanılması iki topluluk arasında ayrılıkları derinleĢtireceğinden bunun kaldırılıp yerine mescit
kelimesinin kullanılması gerektiği ifade edilmiĢtir. Eğer mescit kelimesinin kullanımı yasal statüye
kavuĢturulursa Tunceli cemevinin tabelasını aynı gün ―Alevi mescidi‖ olarak değiĢtirebileceklerini
ifade etmiĢlerdir (Ali Ekber Yurt, 1976 Hozat doğumlu, üniversite mezunu).
Alevi dedelerin üzerinde en çok durdukları konulardan bir tanesi de cemevlerinin bir statüye
kavuĢturulmaması neticesinde ibadethanesiz kalan Alevilerin özellikle de Alevi gençliğinin aĢırı sol
grupların veya değiĢik ideolojilerin etki alanlarına girmeleridir. Onlara göre, Aleviliği, Ġslam dıĢı
göstermek isteyen gruplar vardır ve bunlar çok etkili bir Ģekilde çalıĢmaktadırlar. Türkiye‘de Aleviliği
bir azınlık dini gibi görmek isteyen yabancılarla Ġslam dıĢı göstermekten baĢka gayesi olmayan aslında
ateist grupların ittifakı Aleviler için büyük bir tehlike arz etmektedir. Dolayısıyla da camilere
gitmeyen Aleviler cemevlerinin de ibadethane olarak kabul edilip bir statüye kavuĢturulmazsa dinsiz
bir gençliğin ortaya çıkacağı endiĢesini dile getirilmiĢtir (Ali Ekber Yurt, 1976 Hozat doğumlu,
üniversite mezunu).
Yine görüĢülen katılımcıların üzerinde en çok durdukları konulardan bir tanesi de, Özellikle Batı
Avrupa ülkelerinin zamanla ülkelerinde oluĢmuĢ ―Alevi Diasporası‖ üzerinden Aleviliğin Ġslam‘dan
ayrı bir din ve cemevlerinin de ―Gayr-i Müslim Azınlık‖ olan Alevilerin ibadethanesi olarak tescil
edilmeleri konusunda yoğun bir propaganda kampanyası yürütmekte olduklarıdır. Gerçekten de
Avrupa Birliği, kendi içerisindeki Türk ya da Müslüman toplulukları dinsel bir azınlık olarak kabul
etmezken, azınlık kavramını bir ülkede nüfus oranına göre daha az yaĢayan topluluklar anlamını öne
çıkartarak Aleviliği bir dinsel azınlık olarak gösterip ülkemizde bir çatıĢmanın yaĢanmasını arzu eder
görünmektedir (Yıldırım, 2011: 210-211). Yani Alevilik, Müslümanlık bağlamının dıĢına çekilerek bir
dinsel azınlık biçimi olarak sunulmaktadır. Hem Lozan AntlaĢmasında ortaya konulduğu gibi hem de
Müslüman bir toplum tahayyülünde dinsel azınlık, ancak gayrimüslimlere hitap eden bir olgu olduğu
402
ve bu azınlık statüsünün Alevileri Ġslam dıĢı bir sosyolojik gerçeklikle karĢı karĢıya getireceği
bilindiği halde, Avrupa‘nın önerdiği azınlık içinde yer alarak daha geniĢ hak ve özgürlüklere ulaĢmak
istediklerini vurgulayanlar ( Aydın, 2007: 363) bulunmaktadır. Avrupa merkezli 'Ali'siz Alevilik' veya
'Aleviliğin Ġslam dıĢı' olduğunu savunan, Paganizm, ZerdüĢtlük vs. yaklaĢımları karĢısında Aleviliği
Ġslam'ın bir parçası olarak gören alevi dedeleri, Alevilik Ġslam dıĢıdır diyenleri Avrupa etkisinde kalan,
Alevilikle ilgisi olmayan kiĢiler olarak tanımlıyorlar. Yine dedeler, ismen Alevi ama cismen, cem
evlerine gitmeyen, Alevi ritüellerine katılmayan, Kuran'ı Kerim‘i ve Hz. Muhammed'i tanımayan,
Marksist, Leninist ideolojiyi benimseyen, Aleviliği siyaset ve ideolojileri için bir araç olarak kullanan
kiĢi ve kuruluĢlar yüzünden cemevleri konusunun çözümsüz kaldığını ifade etmektedirler (Ali Ekber
Yurt, 1976 Hozat doğumlu, üniversite mezunu).
Kendileriyle görüĢtüğümüz dedelere göre bu tutum, Ġslam‘ın dıĢında bir Alevi kimliği inĢa
faaliyetinin adımlarından bir tanesidir. Onlara göre Türk tarihinden ve Ġslam‘dan bağımsız bir Alevilik
tartıĢması, kendi kiĢisel inanç, tutum, ideolojik ve siyasal çıkarlarını Alevilik üzerinden kamuya
maletmeye çalıĢmaktan öte bir Ģey değildir. Ġslam‘dan bağımsız bir Alevilik anlayıĢı Alevilerin
sorunlarını çözemeyeceği gibi onları daha da derinleĢtirecektir. Dedelerin bu görüĢlerinden yola
çıkarsak, bir toplumun uzun bir tarihsel deneyimle oluĢturdukları ortak kültürü hiçe sayanlar,
Müslüman bir toplumda dinsel azınlık statüsüne talip olmanın, toplumda derin sorunlar yaratabileceği
gerçeğini ve onları Ġslam dıĢı bir sosyolojik gerçekliğe atacağını ya gözden kaçırmaktadırlar ya da
kasıtlı olarak istemektedirler. Bu nedenle toplumsal alanda bir dini-kültürel topluluk olarak var olan ve
hiçbir zaman kendilerine gayrimüslim denilmeyen, Müslüman toplumların tarihsel gerçekliklerinde ve
sosyolojik muhayyilelerinde bir azınlık olarak yer almayan Aleviler, kültürel sorunlarını
azınlıklaĢmadan çözme arayıĢında olmalıdır. Bu anlamda AB‘nin Aleviliğe iliĢkin atıfları, Aleviliğin
dinsel özerklik ya da özgürlük altında azınlık olarak icadına yol açtığı gibi cemevleri konusunda da
olumlu adımların atılmasını zorlaĢtırmaktadır denilebilir.
SONUÇ
Sonuç olarak, sözlü kültürün birikimiyle dedelerin himmeti ve kiĢilerin samimi gayretiyle
günümüze gelen Alevilik, kentleĢme süreciyle birlikte inanç pratikleri ve kimlik açısından sorunlar
yaĢamaktadır. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla kurumları ellerinden alınmıĢ, harf inkılabıyla yolun
kaynak kitaplarından uzaklaĢtırılmıĢ, inancını ve ritüellerini gerçekleĢtireceği mekanlar devletçe
sağlanamamıĢ olan Aleviler bu tarihsel dönemeçte bir karar vereceklerdir: Biz, Ġslam'ın içinde yer alan
ve kendimize özgü farklılığımız olan bir inanç topluluğu mu, Ġslam yorumu mu, yoksa marjinal Ġslam
dıĢı bir fırka olarak mı yolumuza devam edeceğiz? Bu soruların cevabını vermek tamamıyla Alevilerin
bileceği bir iĢtir. Biz dıĢarıdan Alevilere dini veya hukuki bir kimlik veya statü belirleme durumunda
olmadığımız gibi bu yetki ve hakkı da kendimizde görmüyoruz. Ancak karĢılıklı olarak kaygılarımızı
ve zihnimizdeki soruları belirtip giderme gibi bir hak ve sorumluluğumuz da var. Eğer Aleviler
"cemevlerinin ibadethane" statüsünde tanınmasını istiyorlarsa, sonuçta bunun öylece kabul edilmesi
gerektiği düĢüncesindeyiz. Bu bakımdan artık cemevlerinin kuruluĢuna karĢı gelmenin sosyolojik
gerçeklerle bağdaĢmadığını söyleyebiliriz. Gerek milli birlik ve beraberlik gerekse devlete karĢı
küskünlük yerine güven duygusu oluĢturması açısından dua ve niyazların yapıldığı, bireylerin geleneği
tanıdığı, ritüelleri öğrenip içselleĢtirdiği, baĢka bir ifade ile dini ve ahlaki ritüellerin öğretildiği ve
uygulandığı, dini sosyalleĢmenin gerçekleĢtiği kutsal yerler olan cemevleri toplumun her kesiminin
birbirinin faaliyetleri hakkında Ģüpheye düĢtüğü, mekanlar olmaktan çıkarılmalıdır. Alevilerin ve
Sünnilerin barıĢık halde yaĢamasında ve Alevi kültürün diğer vatandaĢlar tarafından tanınıp
öğrenilmesinde, cemevinin tamamıyla serbest ve her inançtan insanımızın girebilecekleri yerler haline
getirilmesi gerektiği kanısını taĢıdığımızı söyleyebiliriz.
KAYNAKÇA
Aydın, E.(2007).Kimlik Mücadelesinde Alevilik. Ġstanbul:Kırmızı
Çiftçi, A.(2009).Bilgi Sosyolojisi ve İslam Araştırmaları, Bir Sosyal Bilimler Felsefesi Çalışması,
Ankara Okulu Yayınları, Ankara.
Çiftçi, A.(2011).Din Sosyolojisi ve Yöntem-Toplumbilim Yazıları II, Özkan Matbaacılık, Ankara .
403
Güç, A.(2011).Dinlerde Mabed ve İbadet.Ġstanbul:DüĢünce.
Hamidullah, M.(1992).İslam Müesseselerine Giriş. (Çev.). Ġhsan Süreyya SırmaĠstanbul: Beyan
Keskin,
Y. M.(2004). Değişim
Örneği.Ankara:Ġlahiyat.
Sürecinde
Kırsal
Kesim
Aleviliği-Elazığ
Sun
Köy
Kılıç, R.(2010). ―2010‘lu Yıllarda Alevilik: Sorun, Beklenti Ve Gerçekler‖, Dini Araştırmalar
Dergisi, Ocak-Nisan 2009, C: 12, Öncü Basımevi, Ankara 2010, s. 11(ss. 7-16)
Kutlu, S.(2006). Alevilik-Bektaşilik Yazıları,.Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Onat, H.(2010). ―Açılım ArayıĢlarının Gölgesinde Alevilik-BektaĢilik ve Kimlik TartıĢmaları‖ Dini
Araştırmalar Dergisi, Ocak-Nisan 2009, C: 12, Öncü Basımevi, Ankara,(ss. 37-46).
Üzüm, Ġ.(1997). Günümüz Aleviliği.Ġstanbul:Ġsam.
Yıldırım, E.(2011). Yeni Türkiye‟nin Yeni Aktörleri Ak Parti ve Cemaat. Ġstanbul:Hayat.
404
“GAVUR” ĠZMĠR‟DE DĠNĠ HAYAT
KurtuluĢ Cengiz1
ÖZET
2000‘li yıllarda Türkiye‘de yaĢanan çok önemli ekonomik ve sosyal dönüĢümler, siyaset alanında
da görüĢ ayrılıklarının derinleĢmesine ve kutuplaĢmasına yol açtı. Özellikle 2009 yılında yapılan
Cumhuriyet Mitingleriyle birlikte Ġzmir, laik ve Cumhuriyetçi tutumuyla en çok öne çıkan sembol
Ģehir oldu. Tabi bu durum, Ġzmir‘e yönelik müthiĢ bir siyasi ve idari baskı ve tahakkümle birlikte
Ġzmir‘e iliĢkin bazı tarihsel yaftaların de ara ara ―hatırlatılması‖ Ģeklinde karĢılık buldu. 2005 yılında
bizzat BaĢbakan‘ın baĢlattığı polemik, kısa sürede bir ―Gavur Ġzmir‖ tartıĢmasına yol açtı. Bu konuda
son tartıĢma ise 2013 Martında bizzat Diyanet ĠĢleri BaĢkanı tarafından baĢlatıldı. ―Ġzmir‘in farklı bir
dindarlığı olduğunu ve bu dindarlığının irfan geleneğine ihtiyacı olduğunu‖ söyleyen Görmez, bu
minvalde baĢlatıldığı anlaĢılan bir dini seferberliği de ilan etmiĢ oldu.
ĠĢte bu çalıĢma, önce ―gavur‖ ardından da ―irfandan yoksun‖ olmakla itham edilen Ġzmir‘i ve
Ġzmir‘deki dini hayatı, hem niteliksel hem de niceliksel veriler temelinde resmetmeyi ve tartıĢmayı
amaçlıyor. Söz konusu veriler, 2008 ve 2011 Yılları arasında TÜBĠTAK tarafından desteklenen ve
Prof. Dr. Bahattin AkĢit tarafından yürütülen ―Türkiye‘de Toplumsal Yapı ve Din‖ adlı Türkiye
temsili bir araĢtırma kapsamında toplandı. Bu çerçevede Ġzmir‘ de 24 (18 kent, 6 köy) kiĢiyle
derinlemesine görüĢme ve TÜĠK‘den alınan örneklem çerçevesinde 60‘ı kent 15‘i köy olmak üzere 75
kiĢiyle de anket yapıldı.
Anahtar Kelimeler: İzmir, Dindarlık, Gavur, İrfan
ABSTRACT
The serious economic and social transformations in recent years resulted in the polarization of
political conflicts in Turkey in 2000‘s. Especially with the ―Republican Meetings‖ organized in 2009
Ġzmir became a symbol city with its secularism and strong Republican political attitude. The answer of
political power to this situation was an increasing political and administrative domination over Ġzmir
in return. The representative of the government also used and remembered the historical stigma of the
city as a crucial part of this repression. In this context the ―Gavur‖ Ġzmir debate was started by directly
the Prime Minister Erdoğan himself in 2005. The same debate was re-opened by the Director of
Religious Affairs Görmez in March 201. Görmez told that: ―Ġzmir has a different religiosity which is
in need of Ġrfan tradition‖ in a meeting in the city and his words were perceived as the direct support
and extension of Prime Minister‘s approach in the public opinion.
Yet, this presentation aims at depicting and discussing the religiosity in Ġzmir on the basis of
qualitative and quantitative data which was collected within the scope of a nationwide research project
called ―Social Structure and Religion‖ in Turkey. The research was conducted between 2008 and 2011
and directed by Prof. Dr. Bahattin AkĢit. In this frame 24 in-depth interviews (18 city center, 6
villages) and 75 (60 city center, 15 villages) questionnaire were maid based on the sample of TÜĠK.
Keywords: İzmir, Religiosity, Gavur, İrfan
1. GĠRĠġ
Türkiye‘nin en batı ucunda Anadolu‘nun Ege Denizi‘ni kucakladığı noktada yer alan Ġzmir,
Ġstanbul‘dan sonra Türkiye‘nin en büyük ihracat limanıdır. Gerek nüfus yoğunluğu, gerek sanayi ve
ticaret hacmi gerekse hizmet sektörünün çapı açısından Ankara ve Ġstanbul‘dan sonra ülkenin yaklaĢık
4,5 milyonluk nüfusuyla 3. büyük kentidir. ġehir, son zamanlara kadar Ġstanbul‘un ticari
1
Öğr. Gör. Dr. Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü. ĠletiĢim için:
[email protected]
405
hareketliliğinden Ankara‘nın ise siyasi çatıĢmalarının uzağında duran; laik, demokrat2, liberal ve Batılı
(―çağdaş, medeni”) kimliğiyle öne çıkan, sakin ama eğlencesi pek bol bir tatil (bu anlamada da bir tür
taĢra kasabası) kenti olarak bilinir ve umumu efkârda genellikle çok olumlu bir yaklaĢımla
değerlendirilirdi. Ġzmirlilerin kentlerine olan aĢırı düĢkünlüğü, hadi kibri diyelim, buna eĢlik ederdi.
Nitekim kentin bu kendinden memnun, durağan ve rahat ve bu yüzden de derinliksiz hali, Ġzmirli
seçkinler tarafından özel sohbetlerde sık sık dile getirilen bir Ģikâyet konusu olagelmiĢtir. ġimdilerde
bir iki adet açılmıĢ olsa da, örneğin benim lise yıllarımda, kentte dört baĢı mamur bir kitapçı ya da
Avrupa Sineması‘nın seçkin filmlerini oynatan bir sinema3 bulunmuyordu. Lumiere kardeĢlerin
sinemayı icat ettikleri ve Paris‘te ilk gösterimini yaptıkları 1895‘ten bir sonraki yıl Ġzmir‘de sinema
açıldığını düĢünmek bu konuda ne derece geriye gidildiğini gösterir. Benzer Ģekilde, üniversiteye
hazırlandığımız 1990lı yılların ortalarında arkadaĢlarımızın büyük bir çoğunluğu Ġzmir‘de bir
üniversite okumayı istemiyordu;nitekimbirçoğumuz Ankara ve Ġstanbul‘daki çeĢitli üniversitelere
dağıldık. Hala, ne acıdır ki 4 milyona yaklaĢan ikisi (Ege ve 9 Eylül Üniversiteleri) köklü olmak üzere
9 üniversiteye sahip olan4 Ġzmir kentinde, üniversitelerin sınırlı imkânları dıĢında herhangi bir
akademik çalıĢma yapmak için gerekli kaynaklara ulaĢılabilecek doğru düzgün bir kütüphane
bulunmamaktadır. Bunun yanı sıra kültür ve sanat hayatımızda önemli bir yere sahip olan yayınevleri,
dergiler, entelektüel oluĢumlar,inisiyatiflerĠzmir‘de pek de fazla sayıda bulunmuyor. Özellikle kültürel
etkinliklerin niteliği ve sıklığı açısından Ġzmir, Ankara ve Ġstanbul dıĢında zaman zaman EskiĢehir‘in
bile gerisine düĢebiliyor. Dolayısıyla, Ġzmir‘in Türkiye‘nin bilim ve kültür hayatındaki yeri istenilen
düzeyde değil. Kentin üniversiteleri, bazı istisnai bölümler dıĢında akademik nitelikleriyle Türkiye‘de
ve dünyada öne çıkmıĢ durumda değiller. Her ne kadar Ġzmir BüyükĢehir Belediyesi‘nin bir kent
kitaplığı oluĢturma çabası kentin tarihine iliĢkin hatırı sayılır bir kitap dizisi 5 ortaya çıkarsa da; birkaç
istisna6 dıĢında kent hakkında yapılmıĢ ya da en azından basılmıĢ eskiler hariç7 öyle çok fazla yeni
sosyolojik çalıĢmada bulunmuyor. Nitekim görüĢme yaptığımız öğretim üyelerinin birçoğu kentteki
akademik hayatın kısırlığından ve vasatlığından sıklıkla Ģikâyet ediyorlar.
Bununla birlikte Ģehir hızla göç almaya devam ediyor ancak buna paralel bir
istihdamgeliĢtiremiyor.―2000 nüfus sayımı sonuçlarına göre nüfus artıĢ hızı binde 22 olarak belirlenen
Ġzmir, binde 16 olan Ege Bölgesi nüfus artıĢının ve binde 18 olan Türkiye nüfus artıĢ oranının
üstündedir.1990-2000 döneminde 306 bin kiĢinin göçtüğü Ġzmir, aynı dönemde 186 bin de göç vermiĢ,
böylece dönemin net göçü 120 bin kiĢiye, net göç hızı da binde 40‘a yaklaĢmıĢtı. Bu rakamla net göç
hızı binde 46 olarak belirlenen Ġstanbul‘un biraz gerisindedir…Öte yandan 2000 sonrasının Ġzmir‘inde
tarım ve tarım dıĢı küçük üreticiliğin hızla gerilediği ve ücretliliğin arttığı dikkati çekiyor. Tarıma
verilen desteklerin azalmasının yanında, mazot,gübre,ilaç gibi tarım girdilerindeki yüksek fiyat
artıĢları ile baĢ edemeyen küçük üreticilerin topraktan kopuĢu, Türkiye genelinde olduğu gibi, Ġzmir
bölgesinde de sürüyor. Kentlerde de büyük mağazacılıkla baĢ edemeyen esnaf kepenk indirirken,
düĢük kur politikasının özendirdiği ithalatla yarıĢamayan birçok küçük sanayi giriĢimcisi de piyasadan
çekiliyor8‖.
AlıĢveriĢ merkezleri ve yeni konut projeleri dıĢında kentte sanayi üretimine dönük yeni yatırımlar
pek fazla değil. Bu yüzden, iĢsizlik kentte giderek artan çok önemli bir problem haline gelmiĢ
durumda.―Ġzmir, 2005 yılında yüzde 13,1‘lik genel iĢsizlik oranı ve yüzde 15,2‘lik tarım dıĢı iĢsizlik
oranı ile, 26bölge içinde 7‘nci sıradaydı. 2005‘te Türkiye genelinde yüzde 13 olan tarım dıĢı iĢsizlik,
Ġzmir‘de 2 puan daha yukarıda, yüzde 15,2 olarak belirlendi9‖. Bu durum ise her düzeyde ücretlerin
çok düĢük olmasına yol açıyor. Örneğin bir özel dershanenin müdürü bize öğretmen olmak için
2
1946-1979 arasında Ġzmir‘de yayımlanan meĢhur yerel gazetenin ismi ―Demokrat Ġzmir‖ idi. Atilla Ġlhan 1960lı
yıllarda bir süre genel yayın yönetmenliğini üstlenmiĢtir.
3
Neyse ki DEVAK (9 Eylül Üniversitesi Vakfı) 1990‘ların ortalarında bu eksikliği kısmen giderecek bir salon
ve programı hizmete soktu.
4
Ġzmir‘deki alan araĢtırmamızın ardından biri devlet biri özel olmak üzere 2 yeni üniversite daha açıldı.
5
Bkz. http://www.izmir.bel.tr/Books.asp?menuID=66
6
Haspolat ve Yıldırım 2010,Gönen 2011, Tosun 2009, Saraçoğlu 2011, Keyman ve Lorasdağı 2010
7
Kıray (1972) (1998) Beyru 2000
8
age.
9
age
406
yapılan baĢvuruların öğrenci olmak için yapılan baĢvurulardan çok daha fazla olduğunu Ģu sözlerle
ifade etti:
“ Çocuklar, Egenin insanı dışarı gitmeyi zaten istemiyor buraya dışarıdan gelen de
buradan gitmek istemiyor. Zaten devlet de öğretmen atamıyor. Atasa bile dedim ya Kars‟a
Erzurum‟a gitmek isteyen yok. Ne oluyor geliyor bize. Ama dershanecilik de bitti kimse para
kazanmıyor artık. İzmir'deki özel dershanelerinsayısıkaç oldu biliyor musunuz? Bir ikisi
dışında da kazanan yok yani. O yüzden çoğuna yemek parası bile veremiyoruz tecrübe olsun
diye gidip geliyorlar… Bakın mesela deneyimli bir öğretmen ders saatine göre burada 11,5 alıyorsa bu Ankara‟da en az 2- 2,5 İstanbul‟da ise 3,5- 4tür. Ücretler de çok düşük
burada”.
Benzer bir durumun diğer meslek dallarında (hukuk, mühendislik, iĢletmecilik vb.) da yaĢandığı
yaptığımız neredeyse tüm görüĢmelerde ortaya çıkan ve yakınılan bir husustur. Bu yüzden örneğin,
kariyer yapmak isteyen Ġzmirlilerin Ankara, Ġstanbul, ya da yurtdıĢına gittikleri bu anlamda Ġzmir‘den
ciddi anlamda bir beyin göçü yaĢandığı da sıklıkla ifade edilmektedir.
BambaĢka bir alandan futboldan örnek verecek olursak, sosyolojik olarak Ģehirlerin takımları ile
kendileri arasında belki geliĢmiĢlik değil ancak dinamizm ve hareketlilik bağlamında Weber‘e
referansla bir seçici yakınlıktan (elective affinity) söz etmek pek ala mümkündür. Bu her Ģeyi
açıklamaz ama Kayseri‘nin neredeyse ilçeleri 1. Lig‘de oynamıĢken, Bursaspor Ģampiyon olmuĢken
Ġzmir takımlarının senelerdir sporda hatırı sayılır bir baĢarı gösterememeleri 1. Lig‘e çıksalar da uzun
süre kalamamaları Ġzmir‘deki durgunluğun bir baĢka göstereni olarak okunabilir. Sözün kısası uzunca
bir süredir Ġzmir‘in bir gerileme demesek bile, Kayseri, Antep, EskiĢehir gibi diğer bazı Anadolu
Ģehirlerine kıyasla görece bir duraklama ve içe kapanma eğilimi içinde olduğunu; dolayısıyla kentte
kullanılan yaygın bir tabirle Ġzmir‘in giderek bir emekli ve rant Ģehrine dönüĢmeye baĢladığını
söyleyebiliriz.
Öte yandan bu duraklamadan kaynaklanan gerilimler, Ģehirde son yıllarda DTP‘nin seçim
konvoyunun taĢlanması, CumhurbaĢkanlığı Krizi ve sonrasındaki Cumhuriyet Mitingleri ya da Gezi
Parkı olayları sonrası yaĢanan eylemlerde görüldüğü gibi zaman zaman Ģiddetli siyasi gösterilere ve
öfke patlamalarına da yol açtı ve açmaya devam ediyor. Dolayısıyla bütün bu geliĢmelerle birlikte
Ġzmir, son zamanlarda oldukça dikkat çekici bir biçimde yukarıda anlatılan süreçler de dahil olmak
üzere birbiriyle alakalı farklı mecralarda ve çeĢitli biçimlerde tartıĢılmaya baĢlandı. Öyle ki örneğin
Ġzmir‘de DTP konvoyuna taĢ atılmasıyla ortaya çıkan ―FaĢist Ġzmir‖ tartıĢması10 sonunda, Ġzmir ve
Ġzmirlilik kimliği diyebiliriz ki mahkemelere düĢecek ve dava konusu haline gelebilecek kadar ciddi
bir biçimde sorgulanır oldu. Farklı bir biçimde Diyanet ĠĢleri BaĢkanı Görmez‘in Ġzmir‘de düzenlenen
bir toplantı esnasında―Ġzmir‘in farklı bir dindarlığı var bu dindarlığın irfan geleneğine ihtiyacı var‖11
Ģeklindeki sözleri, hem Ģehir halkı hem de kamuoyu tarafından doğrudan Erdoğan‘ın önceki seçim
döneminde baĢlattığı ―Gavur Ġzmir‖12 tartıĢmasına olumsuz bir katkı ve açık destek olarak algılandı13.
Esasen Ġzmir‘in Türkiye gündeminde negatif bir biçimde öne çıkmasının ya da çıkarılmasının
dinamikleriçok değil ama bir 10-15 yıllık bir birikimin ve gerilimin üzerine oturuyor.
10
Taraf Gazetesinde Ġzmir‘de bir süredir yaĢananlarla ilgili olarak, ―FaĢizmin BaĢkenti Ġzmir‖ baĢlıklı bir yazı
(25.11. 2009 Taraf ) yazan Rasim Ozan Kütahyalı, medyada büyük bir tartıĢmaya ve Ġzmir‘de de büyük bir
tepkiye neden oldu. Kütahyalı özellikle Ġzmir‘in yerel gazetelerinde oldukça yoğun bir biçimde küfürlü
yorumlara maruz kaldı. Sonrasında Ġzmir BüyükĢehir Belediye Meclisi‘nin CHP‘li ve MHP‘li 49 üyesi
Kütahyalı ve Hasan Cemal‘e ―Ġzmir‘e ve Ġzmir halkına hakaret‖ ettikleri gerekçesiyle Ġzmir 6. Sulh Hukuk
Mahkemesi‘ne manevi tazminat davası açtı. Mart ayı baĢında (2010) dava görülmeye baĢlandı. Ġlgili haberler
için bkz. Taraf, 31. 03.2010 ve Taraf 17.04.2010. KurtuluĢ Tayiz, ―Ġlk TaĢ Ġzmir‘den‖, Taraf, 24.11.09. Hasan
Cemal, ―Gerilla Kıyafetli Çocuklar Kalpaklı Atatürk Bayrakları‖, Milliyet 25 Kasım 2009
11
Bkz. 27 Mart 2013 Hürriyet
12
BaĢbakan 19.12 2005 tarihinde Ģunları söyledi: "Ġzmir‘in üzerinde zaman zaman yakıĢtırılan bazı ifadeler var.
O ifadelerin olmadığı da görülecektir. Çünkü Ġzmir‘in aslı bu değildir. O yakıĢtırmalar değildir. ĠnĢallah bu
yakıĢtırmaları da ilk seçimde silip atacaktır. Ben buna inanıyorum" Bkz. Vatan 12. 20. 2005. Bu tartıĢma için
ayrıca bkz. Temelkuran 2005, Özdil 2005
13
Bkz. Özkök 2013, Özdil 2013, Arman 2013
407
Bu durumu, önce Türkiye siyasetini Kürt Meselesi yüzünden1990lı yıllarda iyice esir alan ve Bora
tarafından milliyetçiliğin kara baharı14 olarak adlandırılan politik atmosferin; ardından da AKP‘nin
2002 ve 2007‘deki seçim zaferleri ile birlikte iyice keskinleĢen laiklik-Ġslamcılık geriliminin ve
kutuplaĢmasının Ġzmir‘deki sosyal ve politik yansıması olarak okumak elbette mümkün.Ama ondan
önce Ġzmir‘deki değiĢimin ekonomi politiğine bakmak gerekiyor. Zira bütün bu sosyo-kültürel ve
sosyo-politik geliĢmelerin bazı derin tarihsel ve ekonomik sebepleri var.
Bu çalıĢmada elbette bütün bu etkenleri bütünüyle ele almak mümkün değil. Ancak 2008 ile 2011
arasında TÜBĠTAK tarafından desteklenen ve Prof. Dr. Bahattin AkĢit tarafından yürütülen
―Türkiye‘de Toplumsal Yapı ve Din‖ adlı geniĢ kapsamlı bir araĢtırmanın Ġzmir‘le ilgili verilerinden
yararlanarak Ġzmir‘in dinle iliĢkisiyle ilgili olarak kamuoyunda çokça tartıĢılan ve artık kliĢeleĢen bazı
konulara yeni bir perspektif getirmeyi hedefliyorum. Bu çerçevede bir sonraki bölümde önce
yürüttüğümüz araĢtırmanın metodolojisi ve kavramsal çerçevesinden bahsedeceğim. Ardından konuyu
daha geniĢ bir çerçeveye yerleĢtirmek için Ġzmir‘deki dini hayatı da belirleyen tarihsel toplumsal
bağlama dikkat çekip Ġzmir‘deki dini hayatla ilgili bulguları bu bölümün ardından tartıĢacağım. Takip
eden bölümde ise bulgularımı ve argümanlarımı özetleyip çalıĢmayı sonlandıracağım.
2.YÖNTEM15
Bu sunuĢta verilerinden yaralandığım araĢtırma projesi, genel anlamda Türkiye‘de Ġslam dininin
nasıl algılandığı ve yaĢandığını temel toplumsal kategoriler olan ekonomi, siyaset ve toplumsal
cinsiyet eksenleri üzerinden anlamayı amaçlıyordu. Bu kapsamda önce Erzurum, Kayseri ve
Denizli‘de ikiĢer ay süren katılımcı gözlemler, ardından Ġzmir, Diyarbakır, Denizli, Trabzon, Kayseri,
Adana, Erzurum ve Çorum‘da alt, orta ve üst sosyo-ekonomik gruplardan bazı kiĢilerle yarı
yapılandırılmıĢ derinlemesine görüĢmeler yaptık. Bu kiĢileri belirlerken cinsiyet, yaĢ, eğitim, etnik
köken mezhep gibi değiĢkenleri göz ettik. Bu kapsamda 16‘sı Ģehir merkezlerinde 6‘sı köylerde olmak
üzere her ilde toplam 24 görüĢme yaparak toplam 192 rakamına ulaĢtık. Bunun yanı sıra seçkinlerin
dini algı ve pratiklerini anlamak amacıyla 40 farklı seçkinle de görüĢmeler yaptık. Bunlar arasında
siyasetçiler, entelektüeller, sanatçılar, iĢ adamları/kadınları ve bürokratik seçkinler yer aldı.
AraĢtırmanın son aĢamasında ise TÜĠK‘ten alınan ve Türkiye‘yi temsil eden bir örneklem kapsamında
25 ilde 1538 kiĢiyle anket çalıĢması yapıldı. Bu çalıĢmaların sonuçları önce rapor halinde TÜBĠTAK‘a
sunuldu, ardından da kitap haline getirilerek basıldı16
Bu sunuĢ çerçevesinde aktaracağım bilgiler ise proje kapsamında Ġzmir‘de gerçekleĢtirdiğimiz 30
görüĢme ve 60 anketedayanıyor.Bu otuz görüĢmenin 18‘i Ģehir merkezinde,6‘sı merkeze yakın (40
km)bir (Balkan) muhacir Sünni köyünde diğeri ise merkeze uzak (110) bir Alevi köyünde gerçekleĢti.
Anketler ise örneklem kapsamında Ġzmir‘in payına düĢen görüĢmeleri kapsıyor.
AraĢtırmanın teorik ve metodolojik çerçevesi ise 5 x 5‘lik bir matrise oturuyor. Bir yanda temel
toplumsal kategoriler olan, toplumsal cinsiyet, ekonomi, siyaset, alanları ve bunlara ek olarak bir din
sosyolojisi araĢtırmasının temel kategorileri olan inanç ve ibadet boyutları; öte yanda ise dinin
toplumda algılanma ve tecrübe edilme biçimlerine iliĢkin olarak belirlediğimiz 5 temel gerilim ekseni
(dünyevi/uhrevi; modern/geleneksel; kamusal/özel; metin/pratik; dini bilgi/ bilimsel bilgi) bulunuyor.
Bu gerilimleri kısaca Ģu Ģekilde açıklayabiliriz:
Gündelik olan/ uhrevi (aĢkın) olan17 (transcendental versus mundane) ikiliği ile: inancı belirleyen
aĢkın (transcendental) ya da ruhani/uhrevi olan ile dünyevi ya da günlük olanın çeliĢkili ve gerilimli
bira adalığını kastediyoruz.
Geleneksel/ modern değerler18 (modern versus traditional) ikiliği ile: Tanzimat dönemi
"medenileĢme" veya "batılılaĢma" çabaları ile baĢlayıp Cumhuriyet dönemi modernleĢme projesi ile
14
Bkz. Bora 1995,Saraçoğlu 2011
Bu çalıĢmayı da kapsayan araĢtırma projesinin dayandığı yöntem ve epistemolojik yaklaĢımla ilgili daha
ayrıntılı bilgi için bkz. AkĢit B., ġentürk R., Küçükural Ö., Cengiz K. (2011)
16
Bkz. AkĢit vd. (2011)
17
Eisenstadt 1982, Crone 2004, Tuğal 2006: 267
18
Göle 2004, Dirlik 2003: 154, Ġsmail 2004: 626, Turan 191: 38-40, Mardin 2003: 35-79.
15
408
birlikte merkeze oturan modern ve geleneksel arasındaki, geçiĢkenliğin ve eklemlenmenin bireylerin
dünyasında yarattığı gerilimi anlıyoruz.
Özel alan/ kamusal alan19 (public versus private) ikiliği ile: bir yandan ülkemizde din ve devlet
iĢlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlanan fakat pratikte bunun ötesine geçerek dinin devlet
tarafından kontrol altında tutulması anlamına gelen kendine has laiklik anlayıĢını20 diğer yandan da bu
kontrol anlayıĢının uzantısı olarak dinin özel alanla sınırlandırılması tartıĢmalarını ve bu tartıĢmaların
bireylerin tavır alıĢlarına yansımasında ortaya çıkan gerilimi kastediyoruz.
Kitabi din/ yaĢanan din (text versus praxis) ikiliği ile: anlatmak istediğimiz çeĢitli sosyal grupların
Ġslam‘ı yaĢama biçimlerindeki ayrıĢmalardan ziyade, bu ayrıĢmalara kaynaklık eden Kuran, Hadisler
ya da din bilginlerinin yazıya geçirerek son Ģeklini verdikleri diğer dini eserleri kaynak alan metinsel
Ġslam ile bireylerin günlük pratikler yoluyla öğrendikleri ve yaĢamaya çalıĢtıkları Ġslam21arasındaki
kaçınılmaz gerilimi kastediyoruz.
Dinsel bilgi/ bilimsel bilgi22 (fıkıh versus science) ikiliği ile ise bireylerin dünyayı anlama ve
yorumlama çabalarında(vahiyi referans alan) dinsel bilgi ile (akıl ve gözleme dayalı) bilimsel bilgi
arasında tercih yaparken yaĢadıkları gerilimi kastediyoruz.
Bu bağlamda içinde yaĢadığımız çağda dini yaĢamı belirleyen ana dinamiklerin bu gerilim
eksenleri olduğunu düĢünüyoruz. Yani bizce din, bu gerilimlerle var oluyor ve kendisini yeniden
üretiyor. Bu durum Türkiye‘de olduğu gibi Ġzmir‘deki dini yaĢamı da derinden etkiliyor ve dini
yaĢamın insanlara tuhaf ve tutarsız gelen birtakımçeliĢkiler, paradokslar ve ironiler ile birlikte
yaĢanmasına yol açıyor. Oysa modern çağda dinin baĢka türlü yaĢama ve yaĢanma Ģansı yok. Ġzmir‘in
özelliği ise bu gerilimlerin en açık ve rahat yaĢanabildiği bir Ģehir olması. Zaten bu yüzden ona
―gavur‖ diyorlar. Oysa ―Gâvurlar‖ olmasaydı Müslümanlığın da bir anlamı olmayacaktı.
3. TARĠHSEL BAĞLAM: DÜNDEN BUGÜNE ĠZMĠR
Ġzmir Ģehri, tarihsel olarak Osmanlı‘dan günümüze çok verimli bir hinterlanda dayanan tarımsal
endüstri merkezi ve bu bölgesel ürünlerin dıĢ dünyaya pazarlandığı ihracat limanı konumuna sahip
olmuĢtur. Ġzmir‘e rengini, dokusunu ve karakterini veren bu yapı, kentitarihi boyunca hem hareketli ve
zengin hem de kozmopolit ve seküler bir kültürün simgesi haline getirmiĢtir. Bunda Ġzmir‘de
Gayrimüslimlerin çokça ikamet etmesinin de önemli bir rolü olmuĢtur. Bu yüzden Ġzmir, Türk,
Ermeni, Rum, Yahudi ve Levanten23 kültürlerinin kaynaĢtığı ve bir arada barıĢ ve zenginlik içinde
yaĢadığı seçkin ve belki de en ―Batılı‖ Osmanlı kenti olmuĢtur. Bu o kadar böyledir ki Osmanlı
döneminden beri Ġzmir‘in lakabı ―Gavur Ġzmir‘dir‖.Ġzmir ile ilgili toplumsal belleğe yerleĢen bu
algının geçen seçimler 2007seçimleri öncesi BaĢbakan Erdoğan tarafından ima edilmesi, Çankaya ve
Ġzmir‘in bu çerçevede―Müslüman Türkler‖ tarafından bir anlamda ―fethi‖ için AKP tarafından özel bir
gayret sarf edilmesinin bir nedeni de bu olsa gerektir.
Türk modernleĢmesinin özellikle de Tanzimat Dönemi‘ninhayranlık ve nefret ikilemini ve iklimini
çok iyi yansıtan bu ―Gavur Ġzmir‖ dönemi, önce Ermeni Tehciri ardından da Ġzmir‘in Milli Mücadele
döneminde Yunanlılar tarafından iĢgal edilmesi süreciyle daha sonra yeniden ortaya çıkmak üzere
sona ermiĢtir. Bu yeni dönemde Ġzmir, milli mücadelede ilk kurĢunu atan ve mücadelenin merkezinde
yer alan sembolik bir Ģehir olarak öne çıktı. Bu bağlamda Türk Orduları‘nın 9 Eylül 1922 tarihinde
Ġzmir‘e giriĢini, Rumların Ģehri terk etmelerini ve bunun ardından 13 Eylül 1922‘de baĢlayıp büyük
oranda Ġzmir‘in Ermeni ve Rum mahallelerini kül eden meĢhur Ġzmir Yangını‘nı aslında sembolik
olarak Gavur Ġzmir‘den ―Türk Ġzmir‘e‖ geçiĢin miladı oldu. Nitekim bu sayede kentin demografik
yapısında bir alt üst oluĢ yaĢandı. Balkanlar gelen Türk ve Müslüman nüfusun önemli bir kısmı
Ġzmir‘e ve Ege Bölgesi‘ne yerleĢtirildi. Atatürk‘ün annesi Zübeyde Hanım‘ı Ġzmir‘e yerleĢtirmesi ise
19
Göle 2004, Ocak 2003: 9, Ġsmail 2004: 630, Smith 2005: 310, Göle ve Amman, 2006.
Smith 2005: 310.
21
Mardin1986: 107-116.
22
ġentürk 2006: 44.
23
Doğuya kalıcı olarak yerleĢmiĢ Batılılara verilen genel isim. Bugün hala Levantenlerin yaptırdıkları görkemli
konakları Buca ya da Bornova gibi semtlerinde görmek mümkündür.
20
409
yine sembolik açıdan Ģehre verilen önemi ve Ģehrin Atatürk‘ün muhayyilesinde doğup büyüdüğü ama
artık Türkiye sınırları dıĢında kalan Selanik‘in yerine ikame edildiğini gösteriyordu.
1923‘te Ġzmir‘de düzenlenen Ġktisat Kongresi ise, Ġzmir‘in daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce
bile yeni kurulacak ülkenin ekonomisinde ne kadar kritik bir rolü olacağının sinyalini vermiĢtir.
Böylece 1923‘ten baĢlayarak uzunca bir süre Ġzmir, Türk ekonomisinin can damarı oldu. Özelikle
Cumhuriyet döneminde çok önem verilen Ģehre, Sümerbank Fabrikası, TariĢ, Tekel vb. birçok devlet
yatırımı yapıldı, tarıma dayalı endüstriyel kuruluĢlar inĢa edildi. Ġzmir uzunca bir süre Türkiye‘nin en
büyük ihracat limanı oldu. Bunun yanı sıra Ġzmir Enternasyonal Fuarı‘nın doğuĢu, 17 ġubat 1923‘te
Atatürk‘ün talimatı ile Ġzmir‘de toplanan Ġktisat Kongresi‘nde açılan sergiye kadar uzanmaktadır24. Bu
tarihten baĢlayarak günümüze kadar gelen Ġzmir Fuarı, özellikle 1980‘li yılların ortalarına kadar
ülkenin en önemli ekonomik ve aynı zamanda sosyal organizasyonlarından biri oldu.
Ġzmir‘in duraklamasına yol açan süreç ise 1980‘lerle birlikte bir dizi iç ve dıĢ faktörün bir araya
gelmesi ile olgunlaĢmaya baĢladı. Bunlardan en önemlisi 24 Ocak 1980‘de Demirel Hükümeti
tarafından daha sonra BaĢbakan olacak olan Turgut Özal‘a hazırlattırılan ekonomik kararlardı.
Sonrasında Darbe Hükümeti tarafından sahiplenilip bizzat Özal tarafından uygulanan bu kararlarla
Türkiye Ekonomisi ithal ikameci birikim rejiminden neo-liberalbir ideolojik çerçeve içinde ihracata
dönük ekonomik büyüme stratejisine geçti. Takip eden yıllarda ise aynı ideolojik çerçevede
hazırlatılan yapısal uyum programları doğrultusunda o güne kadar Türkiye‘deki ihracat gelirlerinin ana
kaynağı olan tarımsal artı değerin ülke ekonomisi ve ihracatı içindeki yeri peyderpey azalmaya
baĢladı. Yani artık, gümrük duvarlarıyla korunarak ve buğday, üzüm incir, tütün, pamuk, zeytin
satarak zenginleĢme stratejisinden vazgeçildi; bunun yerine açık dünya pazarında görece üstün olunan
alanlarda tarımsal ve endüstriyel üretim yaparak rekabet edilmeye baĢlandı. Zaman içinde imzalanan
uluslararası anlaĢmalar kapsamında pamuk ve tütün gibi ürünlere getirilen kısıtlamalarda durumu
köylüler ve tarıma dayalı iĢletmeler açısından daha da kötü bir duruma soktu. Böylece de Ġzmir ve
çevresi doğrudan çok büyük bir gelir kaybına uğramaya ve huzursuzlaĢmaya baĢladı.
1990‘lara kadar çok yoğun olarak hissedilmeyen bu durum; 1990lardaki ekonomik krizlerle (1994)
birlikte iyice etkisini gösterdi. 2001 Krizi ise her yerde olduğu gibi Ġzmir‘de de büyük bir ekonomik ve
sosyal yıkıma yol açtı25. Öte yandan bu yıllar, bir yandan terörün ve buna bağlı olarak da iç göçün çok
yoğun olarak yaĢandığı yıllar oldu. Ġzmir bu göçlerden de çok etkilendi. 1985 ile 2009 arasında Ġzmir
Nüfusu neredeyse üçe katlanarak 1,5 milyondan 4,5 milyona yükseldi. Göç edenler arasında Doğu ve
Güneydoğu‘dan gelen Kürt kökenli vatandaĢlar ciddi bir oran oluĢturuyorlardı. Bu Ġzmir‘in
demografik yapısını da yeniden kısmen değiĢtiren bir etnik dinamik ve tazyik oluĢturmaya baĢladı.
Güneydoğu‘daki terör ve yükselen Kürt milliyetçiliği, 1990‘lı yıllarla birlikte Ģehirde anti–Kürt tonlar
içeren ciddi bir milliyetçi kabarmanın yaĢanmasına yol açtı26. Bu aslında 1990‘larda terörün
hızlanmasıyla birlikte bütün Türkiye‘de yaĢanan bir süreçti. Ancak bu süreç özellikle yoğun bir göçe
maruz kalan Batı bölgelerinde daha gözle görülür bir nitelik kazandı. Örneğin Fethiye- Ayvalık hattı
bu durumdan ciddi biçimde etkilendi ve özellikle yerel seçim sonuçlarına yansıdı. Ġzmir özelinde ise
Ģehrin laik damarı kuvvetli olduğu için bu milliyetçilik, Orta Anadolu Ģehirlerindeki gibi dinsel bir
vurguyla Türk –Ġslam sentezi formunda değil laiklik ve Atatürkçülük temelinde formüle edildi.
Böylece 1950li yıllardan beri merkez sağa oy veren Ġzmirli hatta Egeli seçmen, 1990‘ların ikinci
yarısından itibaren laik-milliyetçi partilere kaymaya baĢladı. Bu süreç 1999 Seçimlerinde Ecevit‘in
DSP‘sinin Ģehirdeki oyların % 40‘ını alarak birinci parti olmasıyla baĢladı. Aynı seçimlerde sırayla
ANAP % 15,8, MHP % 11,8 CHP‘de % 9,7 oy almıĢlardı. Süreç 2002 seçimlerinde de benzer Ģekilde
devam etti. Sırasıyla CHP oyların % 29unu, Genç Parti % 17,5ini AKP % 17,1‘ini aldı. Bu seçimlerde
Ġzmir‘den Genç Parti‘ye çıkan bu yüksek oy oranı lümpen milliyetçiliğin 27 Ģehirde ne kadar ciddi bir
tabanı olduğunu gösterdi. 2007 Milletvekili Genel Seçimleri‘nde ise tablo Ģu Ģekilde oluĢtu: CHP %
35,1; AKP %30,5; MHP % 13,8.
24
bkz.www.izfas.com.tr
Ayrıntılı bilgiler için bkz. Mustafa Sönmez, Ġzmir‘de ĠĢsizlik Büyüme Sorunları ve Beklentiler, 2007.
26
Ayrıntılı bir analiz için bkz. Saraçoğlu 2011
27
Bkz. Türk 2011
25
410
2002 Seçimleri‘nden sonra AKP‘nin tek baĢına iktidar olması ve 2007 yılında Abdullah Gül‘ün
CumhurbaĢkanı adayı olmasıyla baĢlayan siyasal krizler ise Ġzmir‘de ifadesini yüzbinlerce kiĢinin
katıldığı Cumhuriyet Mitingleri ile buldu. 2009 yazındaki seçimlerde özellikle kendilerini laik,
Atatürkçü ve AKP karĢıtı olarak tanımlayan seçmenler, pek örneğine rastlanmayacak biçimde tatil
yaptıkları bölgelerden seçim bölgelerine otobüs tutup gelerek AKP‘ye karĢı oy kullandılar. LaiklikĠslamcılık kutuplaĢmasıyla Ģekillenen 2009 Seçimleri‘nin sonucunda ise% 55‘liktoplam oy oranıyla
CHP neredeyse Ġzmir‘in tüm ilçelerinde (Bayındır ve Tire hariç) birinci parti olarak öne çıktı. Ancak
AKP‘nin bütün bu geliĢmelere rağmen Ģehirde %31,1 gibi çok ciddi bir oy alması kayda değerdir.
Onun ardından gelen MHP ise oyların ancak %7,1‘ini alabildi.
Hal böyleyken bu noktada durup Ġzmir‘in son yıllarda CHP eğilimi ile birlikte ortaya çıkan bir
baĢka içi boĢ kliĢeyi Ġzmir‘in ―solunkalesi‖olduğu yönündeki söylemleri gözden geçirmekte fayda var.
Zira Ġzmir hiçbir zaman solun kalesi olmadı. ġehir, 1950‘lerde DP‘yi ve Menderes‘i, 1960‘larda
Adalet Partisi‘ni ve Demirel‘i,1980‘lerde ise Özal‘ı destekledi. 1989 seçimlerinde yükselen SHP‘yi
seçen kent, daha sonraki seçimlerde de örneğin önce Anavatan Partisi‘nin sonra da Doğru Yol
Partisi‘nin adayı olan Burhan Özfatura‘yı 2 kez belediye baĢkanlığına getirdi. Yani aslında Ġzmir, her
devirde muhalif bir kent değil tam tersine uzunca bir süre pragmatik bir biçimde her devrin Ģehri oldu
kim güçlüyse, iktidardaysa ona oy verdi. Bununla birlikte yukarıda açıkladığım nedenlerle Ģehirde son
iki seçimde cumhuriyetçi-milliyetçi bir koalisyon oluĢtu ve laiklik konusunda hassas olan merkez sağ
ve sol seçmenlerin büyük bölümü CHP‘de birleĢti. Bu yüzden, 2000‘li yıllarda Ģehir siyasetine hakim
rengi veren unsur laiklik konusundaki hassasiyet oldu. Bunda yukarıda aktardığım bir dizi tarihsel
faktörün rolü var.
Ġlk olarak, Ġzmir ve çevresi Antik Çağdan baĢlayarak Akdeniz ticaretinin önemli merkezlerini
bünyesinde barındırıyordu. Ortaçağda bir durgunluk yaĢansa da Ġzmir özellikle19. Yüzyıl‘da Avrupa
ile yapılan ticaret üzerinden zenginleĢtiğinden Batı‘da yaĢanan kapitalist dönüĢümlerden de ilk
etkilenen Osmanlı Ģehirlerden biri oldu. Tarımın kapitalistleĢmesi, köylünün çiftçiye, tarımsal artı
değerin sanayiye dönüĢmesi süreçlerinde hep öncü rol oynadı. Bu yüzden de, kapitalizmim
mütemmim cüzü olan bireyciliğin de en önce ve hızla geliĢtiği bölge haline geldi. Felsefe tarihinde
materyalist düĢüncenin Efesli Herakliatos‘la baĢladığını düĢünürsek kentin mayasında materyalizme
ve bireyciliğe yatkınlığın zaten var olduğunu söyleyebiliriz. Kentin sosyo-ekonomik tarihi de bu
kültürel süreci desteklemiĢtir. Günlük konuĢmalarda Ġzmir‘in insanlarına karĢı güvensizlik içeren
ifadelerin (Ġzmir‘in havasına ve kızına güven olmaz vb.) yer alması, bu materyalist ve bireyci tutumun
kamusal algıdaki folklorik bir göstergesi olarak okunabilir.
Laiklik ve bireycilik konusundaki bir diğer önemli bağlam kentin etnik dinamikleri ile ilgilidir.
Daha önce ifade ettiğim gibi Ġzmir‘in etnik yapısında Cumhuriyetten önce Rum, Ermeni ve
Levantenlerin ciddi bir ağırlığı vardı. Cumhuriyetten sonra ise bölgeye özellikle nüfus mübadelesi ve
onu takip eden göç dalgaları ile birlikte büyük oranda Balkan (Adalar, Girit, Yunanistan, Bulgaristan
Arnavutluk, Makedonya, Üsküp, PriĢtina vb.) göçmenleri yerleĢtirildi. Bugün de bu kiĢilerin kent
kültüründeki etkileri çok baskındır ve örneğin belediye baĢkanlığı seçimlerinde adayın göçmen olması
hem siyasi partiler hem de seçmenler için oldukça etkilidir. Ġzmirliler tarafından çok sevilen merhum
belediye baĢkanı Ahmet PriĢtina bu konuda sembolik bir örnektir. Bu Balkan kökenli nüfusun da
tarihsel olarak büyük oranda, BektaĢi anlayıĢını benimseyen kesimlerden oluĢması kentteki
Müslümanlık pratiğini de Anadolu‘nun diğer Sünni bölgelerinden ayıran çok önemli bir faktördür.
Dolayısıyla bu gelenek; Ġzmirlilerin bireycilik, ibadet ve inanç, kadının kamusal alandaki rolü,
eğlenme örüntüleri gibi yaĢamın dünyevi boyutlarına iliĢkin bazı noktalarda Sünni pratiğe göre daha
esnek bir tutum sergilemelerine yol açmaktadır.
Bir diğer çok önemli husus Ġzmir‘in 15 Mayıs 1919‘da Yunanlılar tarafından iĢgalidir. O zaman
için elde kalan bütün Osmanlı Coğrafyasında büyük hayal kırıklığı yaratan bu durum Ġzmir tarihinin
travma yaratan dönüm noktası olmuĢtur. Gerek iĢgali doğrudan yaĢayan Ġzmir‘in yerlileri, gerek 19.
Yüzyıl‘ın son çeyreğinden itibaren peyderpey göçüp Ġzmir ve civarına yerleĢtirilen ve bu bölgeyi yurt
belleyen Balkan göçmenleri gerekse bugün Ġzmir‘ de yaĢayıp Ġzmir‘in olanaklarından yararlanan
halkın gözünde Atatürk‘e ve yaptıklarına karĢı minnet duygusu ve Cumhuriyet‘e ve onun seküler
milliyetçi ideolojisine olan bağlılık kuĢaktan kuĢağa geçen ve neredeyse tartıĢılmaz bir ideolojik
yönelim ve aidiyettir. Kentin tarihsel olarak Cumhuriyetin kültürel ve ideolojik kodlarına uygun bir
411
hayat tarzına sahip olmasının da bunda büyük rolü vardır. Bu anlamda Ġzmir aslında Cumhuriyet‘in
model Ģehridir.
4. ĠZMĠR‟DE DĠNĠ HAYAT
Yukarıda çizdiğim genel çerçeve içinden bakılacak olursa araĢtırma boyunca üzerinde çalıĢtığımız
matris açısından Ġzmir‘in en belirgin niteliğinin kamusal-özel gerilimi ekseninde ortaya çıktığını
söyleyebilirim.Ġzmir‘inlaik ve bireyci karakteristiklerine paralel olarak Ġzmir‘de din, genel olarak
bireysel alanda yaĢanan ve kamusal alana taĢmasına pek de hoĢ bakılmayan, insanların tanrı ile kendi
aralarında cereyan ettiklerine inandıkları ve de gündelik yaĢamlarına pek de yansıtmadıkları bir
bağlamda yaĢanıyor. Basit bir örnek verecek olursak, Bostanlı/MaviĢehir semtinde yaptığımız
görüĢmelerin birinde bir katılımcı, bu bölgede oturan insanların çoğunun profesyonel iĢlerde
çalıĢtığını; bu yüzden yüksek sesle okunan sabah ezanının insanları rahatsız ettiğini, bu rahatsızlık
neticesinde genel istek üzerine cami görevlileriyle konuĢularak sabah ezanının sesinin kıstırıldığını
aktardı. Bu bilgiyi doğrulatma Ģansımız olmadı ancak algının kendisi çok önemliydi. Benzer bir
biçimde Ġzmir‘in genelinde Ramazan ayında dahi sokaklara taĢan bar ve meyhanelerde içki içilmesi
vakayı adiyedendir. Bu durumu örneğin Ģehir merkezinde kenara köĢeye gizlenmiĢ ve yalnızca
erkeklere mahsus birkaç meyhanenin olduğu Kayseri ile karĢılaĢtırılınca Ġzmir‘in istisnailiği açıkça
ortaya çıkıyor. Benzer Ģekilde Ġzmir‘de deniz kenarındaki yeĢil alanlarda, parklarda içki içmekde
factomeĢru kabul edilen bir davranıĢ olarak görülmektedir. Bu hususta katılımcıların birçoğu diğer
Ģehirlerde görülen sıkı polis kontrolleri ve denetimlerinin bu bölgelerde pratikte uygulanmadığı ifade
ettiler. Tabi geçen ay yürürlüğe giren ve alkol kullanımı sınırlandırmayı amaçlayan yasadan sonra ne
olacağını önümüzdeki aylarda göreceğiz.
Gözlemlerimizin detaylarına girmeden önce, ilk olarak Ģunu da tespit etmek Ģart. Sanıldığının ve
kamusal söylemde dile getirildiğinin aksine Ġzmir, inançsız insanların yaĢadığı, toplumsal hayatın
kutsal addedilen boyutlarının yok sayıldığı ―gavur‖ bir kent değil. Kadifekale, Çimentepe gibi fakir
mahallerden Bostanlı, Alsancak, Güzelyalı, Bornova, Balçova gibi orta ve üst sınıfların yaĢadığı
zengin muhitlerine dek yaptığımız farklı görüĢmelerde, dinin insanların hayatında önemli
sayılabilecek bir yer kapladığına tanık olduk. Ancak Ġzmir açısından belki de en belirgin olan Ģey
yukarıda değindiğim gibi bu yerin kamu alanı/kamusal alan içinde olmamasıdır. Elbette Ġzmir‘de
camiye giden insanlar, bazı tarikatlara mensup kiĢiler, birlikte ibadet etmekten haz duyan insanlar var.
Örneğin EĢrefpaĢa Semti‘nde Said-i Nursi geleneğine bağlı Nur Cemaati‘nin bir apartman/medresede
katıldığımız bir okuma (Risale i Nur) toplantısında, görevli kiĢi bize ―Ġzmir‘de bu Ģekilde yalnızca
kendi cemaatlerine ait 80-100 arasında ev/medrese ve 70-80 arasında da bu medreselerde görev yapan
―hizmet eri‖ olduğunu söyledi. Bunun yalnızca kendi cemaatlerine ait medrese sayısı olduğunu bunun
yanında Hizmet (Gülen) Cemaatini, Süleymancıları, Yeni Asyacıları vb. da katarsak Ġzmir‘de her hafta
binlerce kiĢinin katıldığı dini toplantıların yapıldığını varsayabileceğimizi‖ ifade etti. Bu yüzden
Ġzmir‘in tamamen Türkiye‘nin genelinden kopuk bir ada olduğu fikri de doğru değildir ve büyük bir
yanılsamadan ibarettir. Nitekim Fethullah Gülen‘in Erzurum kökenli olmasına rağmen cemaatini
oluĢturduğu, güçlendiği ve Türkiye çapında güç kazandığı yer Ġzmir‘in Bornova ve Konak
(Kestanepazarı Cami) ilçeleridir. Bu noktanın altını çizerek gözlemlerimize geçebiliriz.
Ġzmir‘e gelen bir yabancının ilk dikkat edeceği Ģeylerden birisi, Konak Meydanı‘ndaki küçük ve
sembolik Yalı Cami‘ni saymazsak gerek kent merkezinde gerekse Ģehrin siluetinde camilerin
neredeyse hiç ortada görünmemesidir. Örneğin kentin iĢ ve eğlence merkezi Alsancak‘ta 10‘dan fazla
kilise göze çarparken cami sayısı yalnızca birdir. Konak‘taki camiler ise genellikle Basmane ve
Kemeraltı‘nda Anafartalar Caddesi üzerinde yer alan esnaf camileridir. KarĢıyaka‘da da benzer bir
durum söz konusudur.315 000 nüfuslu ilçede 31 adet cami bulunmakta; ancak merkezdeki bir iki esnaf
camisi dıĢında neredeyse ortalıkta cami görünmemektedir. Camiler genellikle kenar semt ve
mahallelerde yoğunlaĢmaktadır. Benzer Ģekilde Bostanlı‘da merkezde bir MaviĢehir‘de yine 1
protokol camisi bulunmaktadır. Durum körfezin diğer yakası için de çok benzerdir. Deniz kenarında
yani Körfez‘in etrafında kalan bu bölgelerin oldukça yoğun bir nüfusa sahip oldukları düĢünülürse, bu
durumun Türkiye‘nin diğer Ģehirlerine kıyasla oldukça çarpıcı olduğu hemen anlaĢılabilir. Nitekim
Kayseri‘nin yaklaĢık 20 bin nüfuslu Hacılar ilçesinde 60 cami olduğunu düĢünmek aradaki farklılığı
anlamak için güzel bir örnektir.
412
Ġzmir‘deki camiler genellikle kent merkezinin çeperinde ve üstlerinde yer alan gecekondu
mahallelerinde yoğunlaĢmaktadır. Bu yüzden, Ģehirdeki sağ kanat politikacıların 1980lerin baĢlarından
beri Ģehre ―Müslüman‖ bir siluet kazandırmak gibi dertleri olmuĢtur. Ġstanbul bağlamında Taksim
Meydanı‘na cami yapma tartıĢmasında olduğu gibi bu dert kendini Ġzmir özelinde ―Fuar‘a cami
yaptırtmak‖ tartıĢmasında cisimleĢtirmiĢ; ancak Ġzmir‘deki ―laik‖ muhalefet bunu engellemiĢtir. Son
yıllarda CHP‘nin Ģehirde öne çıkmasıyla sönmüĢ görünen bu tartıĢmanın, ilk fırsatta yeniden
canlanacağına kesin gözüyle bakabiliriz.
Kısaca söylersek, Ġzmir‘deki Müslümanlık pratiğinin en karakteristik özelliği genel ifadeyle
bireyle tanrı arasına indirgenmiĢ ve büyük oranda özel alanla sınırlandırılmıĢ bir Müslümanlık pratiği
olmasıdır. Bu bağlamda örneğin bütün görüĢme boyunca dinle hiçbir alakası olmadığını söyleyen
oldukça zengin bir fabrikatörün genç eĢinin, ara sıra ―Allah ile konuĢtuğunu (dertleĢtiğini)‖
söylemesini örnek verebiliriz. Ya da benzer Ģekilde, yurtdıĢında eğitim görmüĢ bir araĢtırma
görevlisinin her sabah kalktığında ve her akĢam yattığında mutlaka Allah‘a dua ettiğini söylemesini
ancak dinin bunun dıĢında hayatında önemli bir yer teĢkil etmediğini ifade etmesini de örnek
gösterebiliriz. Yine benzer biçimde bütün çalıĢma hayatı boyunca namaz kılmayı bile bilmediğini;
ancak emekli olduktan sonra namaz kılmayı öğrenip bir süre 5 vakit namaz kıldığını, sonra içindeki
ses ―yeter‖ diyince bunu bıraktığını söyleyen ya da ―Allah baĢınızı örtün dememiĢ ki aslında baĢınızı
bilgiyle örtün demek istemiĢ‖ diyen emekli bir kadın memurun ifadelerinde de hep aynı yaklaĢımın
izleri vardır. Allah inancı vardır. Dini pratikler ve zorunlu ibadetler ve yükümlülükler genellikle
yapılmamaktadır. Din daha ziyade iyi, doğru dürüst insan olmak olarak ahlaki bir çerçevede
değerlendirilmektedir. Dini siyasete alet ettiklerini düĢündükleri siyasi parti ve cemaatlerden ―nefret‖
edilmektedir. Son olarak da bazı özel günlerde ramazan, kandiller, Hıdrellez, cenaze vb. kısmi
ibadetler ve ritüeller (lokma döktürme, mevlit okutma gibi) yerine getirilmektedir.
Ġzmir‘deki Müslümanlık pratiğini ve zihniyetini en iyi özetleyen yaklaĢım; kentteki birçok
Kahvehane ve barın duvarında asılı olan ve kamusal söylemde sıkça referans verilen Ģu dizelerde
yansır. Dörtlükleri Neyzen Tevfik‘in ya da onun tarzına benzer biçimde bir emekli polis müdürünün
yazdığı rivayet edilmektedir.
Ne ararsın Tanrı ile aramda!
Sen kimsin ki orucumu sorarsın?
Hakikaten gözün yoksa haramda,
BaĢı açığa niye türban sorarsın!
Rakı, Ģarap içiyorsam sana ne.
Yoksa sana bir zararım, içerim.
Ġkimiz de gelsek kıldan köprüye
Ben dürüstsem sarhoĢken de geçerim.
Esir iken mümkün müdür ibadet?
Yatıp kalkıp Atatürk‘e dua et.
Senin gibi dürzülerin yüzünden,
Dininden de soğuyacak bu millet.
ĠĢgaldeki hali sakın unutma,
Atatürk‘e dil uzatma sebepsiz.
Sen anandan yine çıkardın amma,
Baban kimdi bilemezdin Ģerefsiz...
Bunun dıĢında Ġzmir‘de Ģu ana kadar gezdiğimiz Ģehirlerin hiçbirinde rastlamadığımız çok değiĢik
bir dinsel örgütlenme ve pratikle karĢılaĢtık. Din sosyolojisi literatüründe ―New Age‖ olarak
adlandırılan yeni dini akımların ve hareketlerin bazı takipçileri ile görüĢme fırsatı yakaladık.―Mevlana
Anadolu Sevgi ve KardeĢlik Birliği Derneği‖ çatısında toplandıklarını ifade eden bir katılımcı, çok
413
özet olarak artık dinlerin bittiğini; kendilerinin bir din olmadığını, bütün kutsal kitapları kabul
ettiklerini; ancak zamanımızda kutsal olan ve bir zamanlar Arap yarımadası ve Kudüs üzerinden
geçmiĢ olan ilahi kanalın Ģu anda Anadolu üzerinden geçmekte olduğunu; Mevlana‘nın fikirleri
çerçevesinde evrenin asıl mimarisini oluĢturan kurallar ekseninde bir okuma ve enerji faaliyeti
içerisinde olduklarını ve bütün dünyadan insanların artık bu düĢüncede birleĢeceklerini düĢündüklerini
ifade etti. Katılımcının anlattığına göre Bülent Hanım isimli bir kadının ruhani önderliğinde
örgütlenen bu grup; ―Çiçek Açma‖ adını verdikleri bir sempatizan kazanma etkinliği düzenlemektedir.
Bu etkinliklerde ―GüneĢ Öğretmenleri‖ olarak adlandırılan bazı kiĢiler yeni katılan kiĢilere grup ve
yapılan faaliyetler hakkında bilgi ve eğitim vermektedirler. Bu eğitimlerde Bülent Hanım‘ın yazdığı
ve çeĢitli fasiküllerden oluĢan ve okudukça ondan enerji alındığına inanılan bir kitap okutulmaktadır.
Kitabın tamamı yaklaĢık 500-600 sayfa civarındadır. Fotokopi çektirilmesine ―enerjisi kaçar‖
gerekçesiyle izin vermiyorlar; ancak kitap 50 TL‘ye sempatizanlardan temin edilebiliyor. Bu
etkinliklere katılan kiĢi gruba kabul edildikten sonra her toplantı sonunda kendisine verilen ödevi bir
dahaki toplantıya kadar yapma görevi alıyor. Bu görev kitabın bazı bölümlerini belirli bir sıraya göre
yazmak. Kitabı evine gidip kendi defterine olduğu gibi yazan kiĢi senenin sonunda Bülent Hanım‘ın
da katıldığı bir toplantıda elindeki defteri gidip Bülent Hanım‘a imzalatıyor ve sonrasında o defter bir
anlamda görevin tamamlanması anlamında kapatılıyor. Buna kendi aralarında ―karmayı tamamlamak‖
diyorlar.
Bunun dıĢında gruba kabul edilen bireyler, toplandıkları zaman Bülent Hanım‘la bağlantı yapmak
zorundalar. Bu bağlantı Ģu Ģekilde oluyor: Grup toplandığı zaman Bülent Hanım‘ın telesekreterine
telefon ediliyor ve yer zaman ve katılımcılar bildiriliyor. Toplantılarda aynı Nur Cemaati‘nin toplantı
formunda olduğu gibi sırayla gruptan insanlar metni okuyorlar. Burada bir de fazladan eve gidince
metni yazma faaliyeti var. Ancak Nur Cemaati içinde ―Yazıcılar‖ isimli bir baĢka grubun da çok
benzer bir etkinlik yaptığı düĢünülürse, sistem çok da yabancı değil. Ancak olay burada bitmiyor. Bir
süre sonra her bir katılımcının kendilerine 19 kiĢilik yeni bir grup oluĢturmaları isteniyor. Bütün bu
okuma, yazma, buluĢma, örgütlenme faaliyetlerinin kendilerine evrenin enerjisini aktardığını
düĢünüyorlar. Bülent Hanım‘ı bir peygamber gibi görmediklerini ancak ilahi mesajlar alan ve enerji
aktaran bir kiĢi olduğunu düĢündüklerini ifade ediyorlar. Grubun katılımcıları bize aktarıldığı
kadarıyla orta sınıf meslek sahibi beyaz yakalılarla emeklilerden oluĢuyor.
Bu grubu toplayabilenler;―kozmo‖ adını verdikleri yeni bir aĢamaya geçiyorlar. Grubu
toplayamayanlar ise bu oluĢumdan atılıyorlar ve bir daha toplantılara katılamıyorlar. Ġsterlerse
evlerinde ―kutsal‖ metni okumaya devam ediyorlar. Bizim görüĢtüğümüz katılımcı bu aĢamayı
geçemediği için atılanlardandı. Bu yüzden sonrasında ne olduğunu öğrenemedik. Ancak araĢtırmanın
ileriki safhalarında sürecin devamını öğrenmemizi sağlayacak kozmo aĢamasına geçmiĢ kiĢilerle
gerekli bağlantıları kurduk. Derneğin ġu anda biri KarĢıyaka‘da, biri Bornova‘da ve diğeri Buca‘da
olmak üzere 3 ġubesi bulunmaktadır.
5. SONUÇ
Sonuç olarak Ġzmir Türkiye‘deki diğer Ģehirlerden belirgin bazı özellikleriyle ayrılan çok dikkat
çekici bir kent. Burada en temel farklılık kentin adeta ruhuna sinen bireycilik noktasında ortaya
çıkıyor. Güçlü bir tarihsel, toplumsal ve ekonomik zemine dayanan bu bireycilik, laik ve milliyetçi bir
nitelik taĢıyor. Din burada özel alanla sınırlandırılan ve bireyle tanrı arasına indirgenmiĢ bir vicdan
muhasebesi olarak ortaya çıkıyor. Ünlü din sosyoloğu Grace Davie‘nin28Ġngiltere‘de dinin geleceğini
analiz ederken kullandığı kavramla ifade edecek olursak Ġzmir‘de tam anlamıyla bir ―believing
without belonging‖ aidiyet duymadan inanmak durumu söz konusu. Davie‘nin daha sonraki
çalıĢmalarında da ifade etiği gibi yani artık kiliseye giden insanların dinin emirlerine uyarak yaĢayan
insanların sayısı ve kamusal tesiri azalsa ve din artık temsili- (vekaleten-vicarious) bir nitelik kazansa
da kolektif hafıza olarak din insanların kafasında hala güçlü bir biçimde yaĢıyor ve gerektiğinde
hemen devreye girebiliyor29.ĠĢte Türkiye‘nin en batılı Ģehri olarak Ġzmir‘de tam da böyle bir durum
söz konusu. Kutsal metine pek uyulmuyor. Geleneksel iliĢkilerden ziyade özellikle yaĢam tarzları (aile
28
29
Bkz. Davie 1990
Bkz. Davie 1999:68
414
ve akrabalık iliĢkileri, iĢ, boĢ zaman vb. örüntüler) açısından modern tutum ve davranıĢlar ağır basıyor.
Batıl inançların da her türlüsü; tahtaya vurmak, büyü yaptırmak bozdurmak, türbe yatır ziyareti, kahve
ve fal baktırmak vb. popüler imgelemde hayli önemli bir yer teĢkil etse de bilimsel bilgiye inanç çok
daha baskın. Kutsal ile dünyevi arasındaki gerilimde ise dünyevi olan ağırlıklı bir biçimde öne çıkıyor.
Ancak bütün bunlara rağmen din kolektif hafızada derinlerde bir yerde gerektiğinde devreye girmek
üzere yaĢamaya devam ediyor.
KAYNAKÇA
AkĢit B., ġentürk R., Küçükural Ö.,Cengiz K. (2011). Türkiye‘de Dindarlık: Sosyal Gerilimler
Ekseninde Ġnanç ve YaĢam Biçimleri, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları.
Arman, A. (2013). Senin Dindarın Benim Dindarım, 27 Mart 2013
Asad, T. (1983). Anthropological Conceptions of Religion: Reflections on
Bayramoğlu, A. (2006).Algılar ve Zihniyet Yapıları: “Çağdaşlık Hurafe Kaldırmaz” Demokratikleşme
Sürecinde Dindar ve Laikler, TESEV Yayınları
Beyru, R. (2000).19. Yüzyılda İzmir‟de Yaşam. Ġstanbul: Literatür Yayıncılık
Bora, T. (1995).Milliyetçiliğin Kara Baharı. Ġstanbul: Birikim
Cemal, H (2009). ―Gerilla Kıyafetli Çocuklar Kalpaklı Atatürk Bayrakları‖, Milliyet 25 Kasım 2009.
Crone, P. (2004).The Medieval Islamic Political Thought, Edinburgh: Edinburgh University Press.
Davie, G. (1990). ―Believing without Belonging: Is this the Future of Religion in Britain?‖ Social
Compass, 37:4, pp.455-469
Davie, G. (1999) .―Europe: The Exception That Proves the Rule?‖ in Peter L. Berger (ed.), The
Desecularization of the World: Resurgent Religion and World Politics, Grand Rapids:
Eerdmans, 1999, s.65-83
Dirlik, A.(2003).―Modernity in Question? Culture and Religion in an Age of Global Modernity‖,
Diaspora, 12(2): 147-168.
Eisenstadt, S. (1982). ―The Axial Age: The Emergence of Transcendental Visions and the Rise of
Clerics‖ European Journal of Sociology 23(2):294–314
Hürriyet (2005) Gavur Ġzmir TartıĢması, 20 Aralık 2005
Hürriyet (2013) 27 Mart 2013 Ġzmir‘in Farklı bir Dindarlığı Var,
Göle, N, Amman, L. (2006).Islam in Public: Turkey, Iran and Europe, Istanbul: Istanbul Bilgi
University Press.
Göle, N. (2004).Modern Mahrem: Medeniyet ve Örtünme, 8. Baskı, Ġstanbul: Metis Yayınları
Gönen, Z. (2011).Neoliberal Politics of Crime: The Izmir Public Order Police and Criminalization of
the Urban Poor in Turkey since the Late 1990s, Ph.D., State University of New York at
Binghampton.
Haspolat , D. Yıldırım,D. (2010).Değişen İzmir‟i Anlamak. Ankara: Phoenix Yayınları
Ismail, S. (2004). ―Being Muslim: Islam, Islamism and Identity Politics‖. In Bellamy, R.(Ed) Politics
of Identity- VI. Government and Opposition Ltd, Blackwell Publishing: Oxford.
Keyman, F., Lorasdağı, B. K. (2010). ―Ġzmir: Mazereti Olmayan Kent‖ Kentler Anadolu‘nun
DönüĢümü Türkiye‘nin Geleceği içinde Ġstanbul: Doğan Kitap.
Kıray, M. (1972-1998).Örgütleşemeyen Kent: İzmir. Ġstanbul: Bağlam Yayıncılık
Kütahyalı R.O. (2009). ―FaĢizmin BaĢkenti Ġzmir‖ 25.11. 2009, Taraf
Mardin, ġerif. (1991,1986).Din ve İdeoloji. Bütün Eserleri, Cilt 3, ĠletiĢim Yayınları
415
Navaro-Yashin, Y. (2002). ‗The Market for Identities: Secularism, Islamisim, Commodities‘, in D.
Kandiyoti&A.Saktanber, ed.,Fragments of Culture: The Everyday of Modern Turkey,
London: I.B.Tauris.
Ocak, A. Y. (2003).Türkler, Türkiye ve İslam: Yaklaşım, Yöntem ve Yorum Denemeleri, ĠletiĢim
Yayınları, 6. Baskı.
Oran, B. (2009). Radikal 2 06.12. 2009
Özkök, E. (2013). Öyle KonuĢsaydınız Ġmzamızı Atardık 27 Mart 2013
Özdil, Y. (2013). Papaları Olsa Ġzmir‘i Aforoz Eder Bunlar 27 Mart
Saraçoğlu, C. (2011). ġehir Orta Sınıf ve Kürtler, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları.
Smith, Thomas W. (2005). ―Between Allah and Atatürk: Liberal Islam in Turkey‖, The International
Journal of Human Rights, 9 ( 3): 307–325.
Sönmez, M. (2007). Ġzmir‘de ĠĢsizlik Büyüme Sorunları ve Beklentiler, 2007.
SubaĢı, N. (2004). Gündelik Hayat ve Dinsellik, Ġstanbul: Ġz Yayıncılık
ġentürk, R. (2006).Modernleşme ve Toplumbilim. Ġstanbul: Ġz.
Taraf 17.04.2010.
Taraf, 31. 03. 2010
Tayiz, K. (2009). ―Ġlk TaĢ Ġzmir‘den‖, Taraf, 24.11.09.
Temelkuran, E. (2005). ―Ġzmir Gavurdur Gavur Kalacaktır‖, 21 Aralık 2005, Milliyet
Tosun, T. (2009). Türk Siyasal Hayatında Seçimler ve Ġzmir, Ankara: Orion Kitabevi.
Tuğal, Z. C. (2006) ."The Appeal of Islamic Politics: Ritual and Dialogue in a Poor District of
Turkey", The Sociological Quarterly, 47: 245-273.
Turan, Ġ. (1991). ‗Religion and Political Culture in Turkey‘, Richard Tapper, ed.,Islam in Modern
Turkey, London: IB Tauris.
Türk, H. B. (2008).Şirket ve Parti: Genç Parti ve Yeni Siyaset. ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul.
White, B. J. (1996). ‗Civic Culture and Islam in Urban Turkey‘, C. Hann and E. Dunn, (eds).,Civil
Society: Challenging Western Models, p.143-154, London and New York: Routledge.
416
1980 SONRASI ĠSLAMCILIĞIN DÖNÜġÜMÜ BAĞLAMINDA TÜRKĠYE‟DE ANTĠKAPĠTALĠST MÜSLÜMANLAR
Yusuf Ekinci1
ÖZET
Bu çalıĢmada, Türkiye‘de yeni bir muhalefet kategorisi olarak ortaya çıkan Anti-Kapitalist
Müslümanların ortaya çıkıĢı, söylem ve eylemsellikleri tartıĢılmaktadır. Ayrıca, Ġslami hareketlerin ve
siyasal Ġslamcılığın Türkiye‘de 20.yüzyılın ikinci yarısından sonraki geliĢimi ve sonrasında yaĢadığı
dönüĢümler irdelenmektedir. ÇalıĢmada, özellikle 2002‘de iktidara gelen ve üç dönemdir tek baĢına
iktidar olan AK Parti ile birlikte yaĢanan değiĢim ve bu partinin neo-liberal politikalarının, AntiKapitalist Müslümanların bir muhalefet kategorisi olarak ortaya çıkması üzerindeki etkileri ele
alınmıĢtır. Anti-Kapitalist Müslümanlar ismiyle, üçü Ġstanbul‘da ve biri Tokat‘ta olmak üzere, temel
muhalif söylem ve eylemleri Ġslami bir kapitalizm eleĢtirisi üzerine ĢekillenmiĢ toplam dört ayrı grup
ifade edilmektedir. Bu dört grup da Ġslami bir muhalefeti kapitalizm karĢıtlığı temelinde
sergilemektedir. Bu çalıĢmada, bir tez çalıĢmasında kullanılmıĢ olan ve sözü edilen dört gruptan
toplam 25 kiĢi ile yapılan yüz yüze derinlemesine mülakatlardan elde edilen verilerden
yararlanılmıĢtır. AraĢtırmada, yarı-yapılandırılmıĢ görüĢme formuna dayalı derinlemesine mülakat
tekniği kullanılmıĢtır.
Anahtar kavramlar:İslamcılık, İslamcılığın dönüşümü, AK Parti, Anti-Kapitalist Müslümanlar.
ABSTRACT
In this study, the emerging of anti-capitalist Muslims as a new opposition category in Turkey, their
discourses and actualities, are discussed. Furthermore, the development of Islamic movements and
political Islam after the second half of 20th century and the transformation, which they went through
afterwards, are examined. In the study, the impact of neo-liberal policies of AK Parti, which had come
to power alone in 2002 and sustained its position for the last three terms, and the changes, which was
experienced along with it, on the emerging of anti-capitalist Muslims as an opposition category are
discussed. Four different groups, one in Tokat and three in Istanbul, are expressed with the name of
Anti-capitalist Muslims, whose discourses and actions are formed on Criticism of Islamic Capitalism.
All these four groups display an Islamic opposition based on capitalism hostility under the skin. In this
study, it was benefited from the data, which had been used in a thesis study and obtained from a
thorough and face to face interview, made with 25 people from these four groups in total. In the
research, an interview technique, based on semi-restructured debate form in-depth, has been used.
Keywords:Pan-Islamism, Conversion of Islamism, AK Parti, Anti-capitalist Muslims.
1. GĠRĠġ
Türkiye Ġslamcılığı, 1960‘lı yılların sonundan itibaren Ġslamcı hareketlerin güçlü olduğu
ülkelerden yapılan metinsel çevirilerle2 ve kırdan kente göçün etkisiyle3 geniĢ toplumsal kesimleri
etkilemeye baĢlamıĢtır. 1980‘li yılların sonlarına kadar etkisini sürdüren ve radikalleĢen Ġslamcılık,
küreselleĢmenin etkisiyle radikal niteliğini kaybetmeye baĢlamıĢtır. Özellikle 1980‘li yıllarda etkisini
göstermeye baĢlayan küreselleĢmeyle beraber dönüĢmeye baĢlayan Türkiye Ġslamcılığı, ―Ekonomik
1
Yüksek Lisans, Gaziantep Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
[email protected]
Ġslamcı hareketlerin güçlü olduğu Mısır, Pakistan ve Ġran gibi ülkelerdeki Ġslami yayınların 1970‘li yıllardan
itibaren Türkçe‘ye çevrilmesini ve Türkiye‘deki Ġslami hareketlere etkisini inceleyen bir çalıĢma için bkz.
(Bulut, 2011).
3
Bulaç‘a göre Türkiye‘deki Ġslami hareketlerin geniĢ toplumsal kesimleri etkilemesinin bir sebebi, 1960‘lı
yıllarda yaĢanan kitlesel göçlerdir (Bulaç, 2011:65-66).
2
417
fırsat alanlarının geliĢmesiyle‖ birlikte ―ılımlılaĢma‖ eğilimi göstermeye baĢlamıĢtır.4 90‘lı yıllardan
itibaren Ġslamcılığın dönüĢmesi sürecinin ortaya çıkardığı ―muhafazakâr sermaye grupları‖ AK Parti
iktidarı döneminde geliĢme kaydetmiĢ, bu geliĢmeye paralel bir itiraz olarak Ġslam‘ın sınıflaĢmanın ve
kapitalizmin karĢısında olması gerektiğini savunan Ġslami bir muhalefet filizlenmeye baĢlamıĢtır. Bu
muhalefet biçimi; iktidarın politikalarından yoksulluğun derinleĢmesine; sınıflaĢmadan Batı ile olan
iliĢkilere dek geniĢ bir uzamda Ġslami bir retorikle ĢekillenmiĢ ve zamanla örgütlü muhalefet biçimini
almıĢtır. Yakın dönemde ortaya çıkmıĢ olan ―KAMU-DER‖ (Kapitalizmle Mücadele Derneği)5,
Rebeze Kültür Evi (―Devrimci Müslümanlar‖), TOKAD (Toplumsal DayanıĢma Kültür Eğitim ve
Sosyal AraĢtırmalar Derneği) ve Emek ve Adalet Platformu gibi Ġslami muhalefet kategorileri, bu
sürecin ortaya çıkardığı en önemli oluĢumlardandır.6 Anti Kapitalist Müslümanlar ismiyle,7 üçü
Ġstanbul‘da ve biri Tokat‘ta olmak üzere, temel muhalif söylem ve eylemleri Ġslami bir kapitalizm
eleĢtirisi üzerine ĢekillenmiĢ toplam dört ayrı grup ifade edilmektedir. ÇalıĢmada, elde edilen tüm
görüĢme verilerinin bir değerlendirmesi yapılarak, Anti-Kapitalist Müslüman grupların bir muhalefet
kategorisi olarak hangi bağlamda ortaya çıktıklarına dair sonuçlar; bu hareketin söylem, eylemlilik ve
temel eleĢtiri noktaları göz önünde bulundurularak irdelenmiĢtir.
Bu çalıĢmada, Ġslami kesimde yaĢanan dönüĢüm iki argüman üzerinden ele alınmaktadır.
Bunlardan ilki, 1970 ve 80‘li yıllarda radikal bir siyasal çizgi üzerinden faaliyet yürüten Ġslami
hareketlerin, 80‘li yıllardan itibaren etkisini göstermeye baĢlayan küreselleĢmenin ve dolayısıyla
―merkezden çevreye güç aktarımı‖nın sonucunda liberalleĢme lehine yaĢadığı dönüĢümdür. Ġkincisi
ise, dönüĢen Ġslamcı hareketlerin 2002‘de iktidara gelmesinden sonra Ġslamcılığın içerisinde yaĢanan
ayrıĢmanın bir sonucu olarak Anti-kapitalist Müslümanlar‘ı ortaya çıkaran süreçlerdir. ÇalıĢma
boyunca bu iki argüman, Anti-Kapitalist Müslüman oluĢumları ortaya çıkaran süreçleri
değerlendirmek için teorik birer zemin olarak kullanılmaktadır.
GörüĢmeciler içerisinde kendisini Müslüman, anti-Kapitalist Müslüman, Devrimci Müslüman,
sosyalist Müslüman, AnarĢist Müslüman, Kültürel Müslüman ve Ġslamcı olarak tanımlayanlar söz
konusudur. Ġnanç ve politik duruĢlarını ifade ederken kendilerini ―sosyalist Müslüman‖ ya da ―anarĢist
Müslüman‖ gibi eklektik kimliklerle tanımlayanların, bu harekete katılmadan önce seküler-sol dünya
görüĢüne sahip oldukları gözlenmiĢtir. Bu harekete katıldıktan sonra daha önce sosyalist veya anarĢist
gelenekten gelenler bu kimliklerini Müslüman kimliğiyle bir araya getirmek suretiyle aynen
kullanmaya devam etmiĢlerdir. Tüm bu farklı tanımlamalara rağmen görüĢmecilerin tamamının
kendisini tanımlamak için kullandığı kimlik ―Müslüman‖ olmuĢtur. Bununla birlikte istisnasız tüm
görüĢmeciler, inanç ve politik duruĢ olarak kendilerini tanımladıkları bu kimlikleri yapı-söküme
uğrattıkları ve yeniden inĢa ettiklerini söylemiĢlerdir. Bunun gerekçesi sorulduğunda, kendilerini diğer
Müslüman çoğunluğun da kullandığı anlamda bir kimlik tanımlamasından ayırma ihtiyacı hissettikleri
yönünde cevaplar vermiĢlerdir. Örneğin bir görüĢmeci kendisini Müslüman olarak tanımladığını fakat
Ģimdiki Müslümanlardan, özellikle de iktidardakilerin kabul ettiği anlamda bir Müslümanlıktan
ayrıĢmak için bu kavramı yeniden inĢa ettiğini söylemektedir:
Kendimi Müslüman olarak tanımlarım. Yalnız şu anda Müslümanların özellikle Türkiye
iktidarını elinde bulundurmaları, Müslümanlığın da formunda bazı zayiatlar meydana getiriyor.
Ondan dolayı kendimi “Anti-kapitalist Müslüman” olarak tanımlama ihtiyacı hissediyorum (19.
GörüĢmeci, KAMU-DER, Erkek).
4
Ġslami hareketlerin dönüĢümünü ekonomi-politik zeminde inceleyen Yavuz‘a göre, Ġslamcı hareketlerin
radikalliklerinin ılımlılaĢmaya baĢlamasını sağlayan en önemli süreç ―Ekonomik fırsat alanlarının geliĢmesi‖dir
(Yavuz, 2011b:21).
5
KAMU-DER (Kapitalizmle Mücadele Derneği), kamuoyunda ―Antikapitalist Müslüman gençler‖ olarak
bilinen oluĢumdur.
6
Bu oluĢumlar içerisinde kuruluĢu en erken olan, TOKAD‘dır. TOKAD 2007 yılında, KAMU-DER ve Rebeze
Kültür Evi 2012 yılında, Emek ve Adalet Platformu ise 2011 yılında kurulmuĢtur.
7
GörüĢülen dört grubu tanımlamak için ―Anti-Kapitalist Müslümanlar‖ ifadesini kullanmamızın sebebi, tüm
görüĢmecilerle yapılan mülakatlarda gözlenen temel muhalif söylemlerin, anti-kapitalizm üzerinden ĢekillenmiĢ
bir Müslüman kimliğe dayanıyor olmasıdır. Bu sebeple bu çalıĢmada, görüĢülen tüm gruplarıtanımlamak için
―Anti-Kapitalist Müslümanlar‖ ifadesi kullanılacaktır.
418
Anti-Kapitalist Müslümanlar, devlete ve iktidara yönelik eleĢtirilerinin kapitalizm karĢıtlığı
temelinde olması, ―teorik iman‖dan ziyade toplumsal gerçekliğe aktif katılımı ifade eden ―Ġslami
praksis‖e önem atfetmesi, geleneğin radikal eleĢtirisini yapması, Ġslam tarihini ezilenler lehine
yorumlaması ve eĢitliği ve paylaĢımı temel alan bir sistemi kurma ideali olarak ―devrimci Ġslam‖
düĢüncesini benimsemesi itibariyle Türkiye‘deki ana-akım Müslüman/Muhafazakar kesimlerden
belirgin bir biçimde farklılaĢmaktadır. Öte yandan Anti-Kapitalist Müslümanlar, diğer Müslüman
gruplardan farklı olarak kapitalizm ve emek meselelerini okuyup anlayabilecekleri bir Ġslami
literatürün olmadığını düĢünerek, sol literatür okumaları yapmaktadırlar. Anti-Kapitalist
Müslümanların asıl referans noktası ise Ġslam‘ın temel metin ve kaynakları olarak Kur‘an ve
Peygamber‘in Sünneti‘dir. Bu temel kaynakları ―ezilenler‖ lehine yorumlayan Anti-Kapitalist
Müslümanlar, yaptıkları eylemlerde ―devrimci‖ bir Ģekilde yorumladıkları Kur‘an‘ı kullanarak
―ayetleri sloganlaĢtırmakta‖8 ve böylece mücadelelerine ―ilahi bir motivasyon‖ katmaktadırlar. AntiKapitalist Müslümanlar‘ın, ―devrimci‖ okumasını yaptıkları Ġslam tarihini ―Muaviye tarihi‖ ve
―Peygamber tarihi‖ olarak birbirine zıt, ikili bir yapıda ele aldıklarını söylemek mümkündür.
―Muaviye tarihi‖; Ġslam‘ı özünden uzaklaĢtıran sürecin ve sınıflaĢmanın baĢladığı, sömürünün ve
köleliğin yaygın olduğu bir dönem olarak okunmaktadır. ―Peygamber tarihi‖ ise ―devrimci Ġslam‖
düĢüncesinin, eĢitliğin, iktidarlara karĢı mücadelenin ve ―ezilenleri yeryüzünde iktidar kılma‖9 ideali
uğruna mücadele etmenin tarihi olarak okunmaktadır. Bu tarih okumasının, Ali ġeriati‘nin Dine Karşı
Din (2005) eserinde anlattığı Ģekilde bir dikotomi üzerinden Ģekillendiği söylenebilir.10 Zira
görüĢmecilerin tamamı, düĢünsel altyapılarını ―Anti-kapitalist‖ bir zeminde inĢa etme sürecinde
beslendikleri en önemli ismin Ali ġeriati olduğunu vurgulamıĢtır.
Bu araĢtırmanın amacı, Anti-Kapitalist Müslüman grupların yakın dönemde ortaya çıkıĢ sebebinin,
radikal Ġslamcılığın dönüĢmesiyle ve 2002‘den sonra ―kültürel hegemonya‖ süreciyle iktidara
eklemlenmesiyle ortaya çıkan siyasal atmosferle ne derecede iliĢkili olduğunu belirlemektir. Buradan
hareketle bu çalıĢmanın amacı, (1) 1980 sonrası dönemde Ġslamcılığın ve Ġslami hareketlerin
küreselleĢmenin etkisiyle ―çevre‖den ―merkez‖e doğru yaĢadığı dönüĢümün ve (2) dönüĢen
Ġslamcılığın iktidara geldikten sonra ürettiği ekonomi-politik faaliyetlerin, Anti-Kapitalist
Müslümanlar‘ı ortaya çıkaran süreçle paralelliğinin olup olmadığını ortaya koymaktır. Dolayısıyla bu
çalıĢmanın bir amacı da, bu iki argümandan hareketle Anti-Kapitalist Müslüman grupların Ġslamcı
harekette yaĢanan ayrıĢmanın ve ―sınıflaĢma‖nın sonucu olarak ortaya çıkıp çıkmadığını irdelemektir.
YÖNTEM
Bu araĢtırma, literatür taraması ve nitel araĢtırma yöntemlerinden yarı-yapılandırılmıĢ görüĢme
formuna dayalı derinlemesine mülakat tekniği ile elde edilen verilerin değerlendirilmesine dayalı
olarak gerçekleĢtirilmiĢtir. Bununla beraber bu çalıĢmada görüĢme sırasında yapılan gözlemlerden ve
araĢtırmacının bizzat katıldığı eylemlerine dair deneyimlerinden de yararlanılmıĢtır. AraĢtırma
konusunun evreni, Türkiye‘de temel muhalefet zeminleri ―emek-sermaye‖ çeliĢkisi ve kapitalizm
karĢıtlığı üzerine ĢekillenmiĢ Ġslami dernek ve platformlardır. Bu oluĢumlardan ikisi KAMU-DER ve
TOKAD dernekleri, diğer ikisi ise Emek ve Adalet Platformu ve Rebeze Kültür Evi‘dir. Bu dört
oluĢum Anti-Kapitalist Müslümanlar‘ın evreni kabul edilmiĢtir. AraĢtırma kapsamında bu dört
oluĢumun aktivistleri arasından örneklem belirlenmiĢ ve bu örneklem içerisinden 5‘i kadın toplam 25
kiĢi ile görüĢülmüĢtür. Belirlenen örneklem için TOKAD‘dan yedi, KAMU-DER ve Emek ve Adalet
Platformu‘ndan altıĢar ve Rebeze Kültür Evi‘nden beĢ kiĢi seçilmiĢtir. Her oluĢumdan birer aktivistle
kurulan irtibat aracılığıyla görüĢülecek aktivistlere Kartopu Tekniği‘yle ulaĢılmıĢtır. Bununla beraber
Anti-Kapitalist Müslümanlar‘dan herhangi bir oluĢum içerisinde yer almayan fakat tüm Anti-
8
―Ayetin sloganlaĢtırılması‖ kavramıyla, RuĢen Çakır‘ın 1980 ve 90‘lı yıllarda aktif faaliyetler yürüten radikal
Ġslamcı hareketleri incelediğiAyet ve Slogan (2012) adlı çalıĢmasına atıf yapılmaktadır. Çakır kitabına bu ismi,
radikal Ġslami grupların eylemlerde ayet kullanmalarından ilhamla vermiĢtir. Anti-Kapitalist Müslümanlar
düzenledikleri eylemlerde hem slogan hem de pankartlarda Kur‘an ayetlerini sıkça kullanmaktadır.
9
Kasas Suresi, 5. Ayet.
10
ġeriati, Din‟e Karşı Din adlı eserinde, zannedildiği gibi dinlerin dinsizlikle savaĢmadığını, aksine bütün
dinlerin ―yozlaĢmıĢ‖ din anlayıĢlarına karĢı savaĢ açtığını vurgulayarak, din olgusunudikotomik bir yapıda ele
almaktadır.
419
Kapitalist Müslüman aktivistleri etkilemiĢ bir isim olarak Ġhsan ELĠAÇIK‘la görüĢülmüĢtür. Bu
çalıĢmada, bağımsız yazar Ġhsan ELĠAÇIK‘la,11 TOKAD oluĢumunun kurucusu Ahmet ÖRS‘le ve
Rebeze Kültür Evi oluĢumunun kurucularından Eren ERDEM‘le yapılan görüĢme verileri bu isimler
saklı tutulmadan kullanılmakta, fakat diğer görüĢmecilerin isimleri saklı tutulmaktadır. 2012 yılının
Temmuz ayında gözlemlerle baĢlayan ve 2012 yılının Ağustos ve Aralık aylarında yapılan
görüĢmelerle devam eden araĢtırma, 2013‘ün Mayıs ayında yapılan görüĢmelerle sona ermiĢtir.
1. ĠSLAMCILIĞIN DÖNÜġÜMÜ VE ANTĠ-KAPĠTALĠST MÜSLÜMANLAR‟I ORTAYA
ÇIKARAN TEMEL SÜREÇLER
Halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte devletle olan iliĢkisinde belirgin farklılaĢma yaĢayan
Ġslamcılığın, özellikle 1960‘lı yılların sonunda bağımsız ve muhalif bir toplumsal hareket olarak
ortaya çıkmaya baĢladığı görülmektedir. Ali Bulaç (2011)‘ın ―Ġkinci dönem Ġslamcılık‖ olarak
değerlendirdiği 1950 sonrası dönem, ―Ġslami hareket‖ olarak ifade edilen toplumsal hareketlerin
faaliyetlerinin yoğun olduğu bir döneme tekabül eder.
1970‘li ve 1980‘li yıllarda Türkiye‘deki Ġslamcı hareketlerin faaliyetlerinin geniĢ bir toplumsal
kesimi etkilemesinin altında üç temel etken sıralanabilir: (1) Kuzey Afrika, Hint alt kıtası ve Ġran‘daki
Ġslamcı hareketlerin etkisi; (2) 1980 sonrası kırdan kente göç ve (3) küreselleĢmenin etkisi. Bunlardan
ilki, Ġslami hareketlerin faaliyetlerinin güçlü olduğu Mısır, Pakistan ve Ġran‘daki Ġslamcılığın, Türkiye
Ġslamcılığını etkileme sürecidir. Bu coğrafyalardaki hareketlerin etkisiyle birlikte Türkiye Ġslamcılığı
radikalleĢme eğilimi göstermeye baĢlamıĢtır.12 1980‘lerden sonra Ġslami hareketlerin güçlenmeye
baĢlamasının bir diğer sebebini, taĢradan kentlerin varoĢlarına doğru akan göç hareketleri
oluĢturmuĢtur.13 Bu dönemde Ġslamcı hareketlerin güçlenmesini sağlayan üçüncü etken ise,
küreselleĢmedir. Ġslamcı hareketlerin ve Ġslami faaliyetlerin toplumsal kesimler arasında yayılmasını
sağlayan bu sebepler içerisinden ―küreselleĢme‖, aynı zamanda Ġslamcılığın radikalizmden
―liberalizme‖ doğru dönüĢümünü sağlayan en önemli etken olmuĢtur.14
1.1. Ġslamcılık, ÖzeleĢtiri ve Ġslamcılığın DönüĢümü
1980‘li yılların sonlarına doğru, küreselleĢme ve liberalleĢme rüzgarının esmeye baĢlamasıyla
birlikte toplumsal yaĢamdaki hızlı dönüĢüm, Ġslami hareketleri de etkisi altına almaya baĢlamıĢtır. Bu
dönemde artık ―merkez‖; ekonomik, siyasal ve toplumsal ―çevre‖ üzerindeki etkisini kaybetmeye
baĢlamıĢtır.15 Bu etkinin yitirilmesinin en önemli sebepleri olarak, küreselleĢme ve onun sosyoekonomik boyutunu teĢkil eden Neo-liberalizm gösterilmektedir.16 Böylece 20. Yüzyılın son
11
Ġhsan Eliaçık, herhangi bir oluĢum içerisinde yer almamakta fakat bu gruplardan KAMU-DER‘e destek
vermektedir.
12
Pakistan‘da Cemaat-i Ġslami lideri Ebu‘l al-a Mevdudi, Mısır‘da Ġhvan-ı Müslimin‘in (Müslüman KardeĢler)
en etkili isimlerinden olan Seyyid Kutub ve Ġran‘da devrime giden süreçte önemli bir etkide bulunan Ġslamcı
entelektüel Ali ġeriati‘nin eserlerinin Türkçe‘ye kazandırılmasıyla Ģekillenmeye baĢlayan Türkiye Ġslamcılığı,
özellikle 1970‘lerden itibaren toplumsal faaliyet alanında görünür bir radikalleĢme süreci yaĢamıĢtır.
13
Kentlerin varoĢlarında yoksul bir ―kast‖ın oluĢmasına sebebiyet veren ve iĢsizlik, açlık ve ümitsizliğin hakim
olduğu bir atmosferi doğuran bu göç olgusu, ―kurtuluĢçu‖ bir karakter olarak ortaya çıkan Ġslamcılığın
kitleselleĢmesinde önemli etkilerde bulunmuĢtur.
14
KüreselleĢme olgusu, radikal söylem ve hareketleri ―aĢındırma‖ ―liberalleĢtirme‖ potansiyeline sahiptir (Bilici,
2011). Bilici‘ye bu süreçte radikal Ġslamcılık da liberalleĢme eğilimi göstermiĢtir.
15
Taslaman bu olgu için, ―merkezden çevreye güç transferi‖ ifadesini kullanmaktadır (Taslaman, 2011:164).
Türkiye‘de 1980‘lere gelindiğinde merkezin kontrolündeki alanların, özellikle ekonomik gücün, çevrede bulunan
kesimler tarafından paylaĢılmaya baĢlandığı görülmektedir. Bu dönemin çevresel güçlerinden olan Ġslamcılar,
hızla etkisini göstermeye baĢlayan küreselleĢmenin de desteğiyle merkeze doğru bir hareketliliğin özneleri
olmuĢlardır. Kısacası, merkezin imkânlarından uzun süre mahrum kalan Ġslamcılar, 1980‘lerle birlikte
küreselleĢmenin de etkisiyle merkezden transfer edilen güce ortak olmaya baĢlamıĢtır.
16
―Neo-liberalizm, sermaye birikiminin önündeki tıkanıklığı aşan, refah devleti gibi engelleri bir bir yok eden ve
hem uluslararası kuruluşlar, hem de ulusal devletler aracılığıyla kendini dünyaya dayatan fikir ve pratikler
bütünüdür‖ (Gambetti, 2009:148). Neo-liberalizmin Türkiye‘de iĢe koĢulduğu tarih, genellikle 24 Ocak
Kararları‘nın uygulanmaya baĢladığı 1980 yılı olarak kabul edilmektedir. Neo-liberalizm, Amerika ve Avrupa‘da
klasik liberalizmin tıkanmaya baĢlayan sermaye birikiminin önündeki engelleri aĢmak üzere hayata geçirilmiĢ
420
çeyreğinde dünyaya damgasını vuran Neo-liberal politikaların ve KüreselleĢmenin etkisiyle birlikte
Ġslamcılığın temel karakterlerinden sayılan Batı karĢıtlığı, yerini Batı‘nın demokratik ve liberal
tasavvuruna bırakmıĢtır (Gülalp, 2003:159). Dolayısıyla Modern çağın gereklerine Batı‘ya muhalif
kalarak uymak isteyen Ġslamcılık, merkezin gücüne ortak olma pahasına Batılı değerleri benimsemiĢ
ve ―liberalleĢme‖ temayülü göstererek idealinden uzak bir noktaya gelmiĢtir.17
Siyasal Ġslam ve Ġslami gruplar Neo-liberalizmle ittifak yaptıkça ve karĢılaĢtıkça kimliklerinde
dönüĢümler yaĢamıĢlardır.―Ġslami kesimin geniĢ bir bölümü, devletten bağımsızlaĢmayı sağladığı ve
devlet kendilerine yeni fırsat alanları sunduğu için liberal politikaları severek kabul etmiĢ; fakat
böylelikle kendi dünya görüĢlerine rakip bir ideolojiye de bağırlarını açmıĢlardır‖ (Taslaman,
2011:175). Böylece küreselleĢme, Ġslamcılık için yepyeni imkânlar üretmek suretiyle Ġslamcı
radikalizmi paradoksal bir Ģekilde aĢındırmıĢtır (Bilici, 2011:800).
Radikal Ġslamcılığı etkisi altına alan toplumsal dönüĢümde, bu dönemde etkili olmaya baĢlayan
―Ġslami burjuvazi‖nin önemli bir rolü söz konusudur. Haenni‘ye göre Ġslamcı düĢüncenin bu Ģekilde
dönüĢümü, ―ĠslamlaĢma‖ süreçlerinin burjuvalaĢmasıyla yakından iliĢkilidir. Zira Ġslami hareketin
ideolojik-kavramsal-anlamsal çekirdeğinin bu dönüĢümü, Ġslami bir burjuvazinin sosyal ve ekonomik
yükseliĢiyle eĢ zamanlı yaĢanmıĢtır (Haenni, 2011:18). ―Merkez‖e yaklaĢan ve merkeze yaklaĢtığı
ölçüde liberal söylemleri benimsemeye baĢlayan Ġslamcılar, ekonomik anlamda ―Ġslami burjuva‖
sınıfını güçlendirmiĢ ve yeni imkânlar elde etmiĢlerdir.18 ―Bu sürecin sonunda, bir bakıĢ açısına göre
‗yeĢil sermaye‘ veya ‗Ġslamcı sermaye‘, diğer bir bakıĢ açısına göre ise ‗Anadolu kaplanları‘ adı
verilen Anadolu sermayesi olarak nitelenebilecek yeni bir olgu ortaya çıkmıĢtır‖ (Demir, 2011:870).
1990‘lı yıllara gelindiğinde, sözü edilen ―liberalleĢme‖ eğilimi sonucunda Ġslamcı görüĢü benimseyen
toplumsal kesimlerin yaĢam biçimlerinde önemli değiĢimler görülmeye baĢlanmıĢtır. Artık bu
dönemde ―Ġslam; kamuoyunun gündeminde daha çok Ġslami holdingler, Ġslami tatil mekanları, Ġslami
güzellik salonları ve tesettür defileleri aracılığıyla gelmeye baĢlamıĢtır‖ (Çayır, 2008:10). Böylece
Ġslamcılığın kültürel anlamda yaĢadığı bu değiĢim, ―Kitle kültürünün Ġslami alan içerisine sızması‖yla
sonuçlanmıĢtır (Haenni, 2011:60-61).
Erkilet‘e göre Ġslamcılık, sisteme alternatif olsun diye ürettiği kurumlar eliyle sisteme
eklemlenmiĢtir (Erkilet, 2011:693). Batı karĢısında bir alternatif olma umuduyla ortaya çıkan
Ġslamcılık, bu dönemde ―Ġstanbul burjuvazisi‖ne alternatif olarak kurulan MÜSĠAD gibi sermaye
kuruluĢlarının ve Refah Partisi gibi siyasal partilerin etkisiyle radikalliğin liberalizme dönüĢtüğü
süreçlerden geçerek ―merkez‖e yerleĢmeye baĢlamıĢtır. ―Tüm bunlarla birlikte ironi ve paradoksal
biçimde Türkiye‘nin en liberal, en demokrat, en sivil toplumcu, en Avrupa Birlikçi kesimi haline gelen
Müslümanlar açısından, Ġslam‘ın bir medeniyet inĢası düĢüncesi anlam ve önemini yitirmiĢtir‖
(Erkilet, 2004:164).
1990‘ların baĢından itibaren Ġslami hareketin radikal kanadı Müslümanların hızla
burjuvalaĢmasının ve sisteme eklemlenmesinin yarattığı ya da beslediği bir hayal kırıklığı içinde kendi
üzerine dönüp özeleĢtirisini yapma sürecine girmiĢtir (Erkilet, 2011:693).19 Kentel‘e göre, ―çatıĢmacı
yeni bir modelidir. Amerika/Reagan ve Ġngiltere/Thatcher gibi önemli uluslararası aktörlerle temsil edilen Neoliberalizm (Ġnsel, 2004:9), Türkiye‘de Özal‘la önemli bir çıkıĢ yapmıĢtır (Taslaman, 2011:237).
17
Ġslamcı düĢüncenin liberalizme sempati beslemeye baĢlamasının sebebini, liberalizmin hem siyasal ve hem de
ekonomik modellerinin devletin müdahale alanını daraltma idealini benimsiyor olmasına bağlamak gerekir. Zira
Türkiye Ġslamcılığının Kemalist devletin topluma ve siyasete müdahalesini etkisizleĢtirmek istemesi ve
ekonomik anlamda ―devlet destekli Ġstanbul burjuvazisine‖ karĢı ―Anadolu burjuvazisine‖ fırsat verilmesini
istemesi, onu liberalizmin talepleriyle ortaklaĢtırmıĢtır.
18
Yerel yönetimlerin de etkisiyle sermaye alanlarına adım attığı ölçüde onun imkanlarından yararlanmaya
baĢlayan Ġslamcılar, ekonomik anlamda çevredeki fırsatları değerlendirmiĢlerdir. Yavuz‘a göre, 1989 ve 1994
yıllarında yapılan yerel seçimlerde birçok il ve ilçede belediye baĢkanlığını alan RP, bu yerel yönetimler
aracılığıyla ―yerel sermaye‖sini güçlendirmeye baĢlamıĢtır (Yavuz, 2011b:72).
19
Kenan Çayır‘ın Türkiye'de İslamcılık ve İslami Edebiyat (2008) adlı çalıĢması, 1990‘lı yıllara gelindiğinde
ortaya çıkmaya baĢlayan Ġslamcı ―özeleĢtiri‖ kültürünü ve Ġslami hareketlerde baĢlayan dönüĢümleri Ġslami
romanlar üzerinden ele almaktadır. Çayır, 1990‘larda Ġslami hareketlerde meydana gelen dönüĢümün romanlara
da yansıdığını ve 1970‘li yıllarda baĢlayıp 1980‘li yıllarda yazılmaya devam edilen romanları ―Hidayet
421
siyasal bir kimlik‖ olarak kendine güven duyan Ġslami hareket, 28 ġubat‘ta ―siyasal Ġslam‘a karĢı
sürdürülen savaĢla‖ birlikte ciddi bir yara almıĢ ve bu darbenin etkisiyle hem çatıĢmacı özelliğini, hem
de kendine duyduğu güveni büyük ölçüde kaybederek yeni bir aĢamaya girmiĢtir (Kentel, 2011:23). 28
ġubat‘ın ardından hem siyasal anlamda hem de toplumsal anlamda Ġslamcı düĢünceyi benimseyen
kesimlerin neredeyse tümünde özeleĢtiriler artmıĢ ve Ġslamcı kültür ve siyaset önceki dönemden daha
hızlı bir dönüĢüm sürecine girmiĢtir.
28 ġubat sonrasında, siyaset sahnesinde Ġslamcı kimliklerinden yavaĢ yavaĢ uzaklaĢan Ġslamcı
partiler (FP; SP ve AKP), kendileri için tek çıkıĢ yolunun liberalleĢmeyi kabul etmek olduğunu
görerek, hızla kabuk değiĢtirmiĢler ve yeni misyonlarını, Türkiye‘de demokrasi kültürünü geliĢtirmek
olarak belirlemiĢlerdir (Kurtoğlu, 2011:215). FP‘nin kapanmasının ardından, Milli GörüĢ Hareketi
Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ve Saadet Partisi (SP) olarak ikiye bölünmüĢtür.20 3 Kasım
2002 seçimlerinde AK Parti %35 oy olarak tek baĢına iktidar olmuĢtur.21
―AKP kadrosu, bu ikinci nesil Müslüman politikacılar, ilk nesilden çok farklı olarak hem global
sistem ile hem de Türkiye‘deki AB taraftarı kesimlerle yakın iliĢki halinde olmuĢtur‖ (Yavuz,
2011a:601). Parti, kimliğini ―muhafazakar demokrat‖ olarak tanımlamıĢ ve ―muhafazakarlık‖
kimliğini Batılı anlamda neo-liberalizmle iliĢkili bir biçimde geliĢtirmiĢtir. Örneğin AK Parti‘nin parti
programında, ―tüm kurum ve kurallarla iĢleyen piyasa ekonomisinden yana‖ bir tavır ve uluslararası
rekabet gücünü benimseyen bir anlayıĢ savunulmaktadır.22 Bu bakımdan, AK Parti‘nin neomuhafazakar kimliğinin, neo-liberal politikaları da içerdiğini ve tesis ettiğini ifade etmek
mümkündür.23 Nitekim parti, kuruluĢundan itibaren neo-liberal politikaları benimsediğini göstermiĢ, iĢ
dünyasındaki tereddütleri gidermek için de önemli çabalar sarf etmiĢtir (Ataay, 2008:84).
1.2. “Hegemonya” ve Ġslamcılığın Massedilmesi
Cihan Tuğal, radikal Ġslamcılığın dönüĢümünü ve ―sınıflar arası ittifakın‖ tahkim edilmesini
―hegemonyanın kuruluĢu ve radikalizmin massedilmesi‖ olarak ifade eder (Tuğal, 2011.15).
Ġslamcılığın dönüĢümünü ve Ġslami radikalizmin AK Parti‘ye eklemlenerek massedilmesini ―Pasif
Devrim‖ kavramıyla açıklayan Tuğal‘a göre bu kavram, egemen kesimlerin kendi yönetimleri için
gönüllü rıza (―hegemonya‖)24 kurmalarını sağlayan yollardan biridir (a.g.e:16). 2000‘ler Türkiye‘sinde
neo-liberal politikaların uygulayıcısı olan AK Parti‘nin baĢarısı, dindar burjuvazinin iĢçi sınıfının
desteğini kazanma becerisinin ve bu politikaları alt sınıflara kabul ettirebilmesinin bir sonucudur
(Güzel, 2012:410; Yıldırım, 2010:289; Ataay, 2008:95). Tuğal‘a göre dindar iĢadamları çevresi kendi
vizyonunu AK Parti kanalıyla dindar halk kesimlerinin ve eylemcilerin vizyonu haline getirmiĢ ve
böylece neredeyse tüm Ġslamcılar MÜSĠAD‘ın muhafazakar çizgisine kaymıĢtır (Tuğal, 2011:20).
80‘li ve 90‘lı yılların radikal Ġslamcıları en son AK Parti‘nin iktidar olmasıyla birlikte sisteme
massedilmiĢ ve sistem karĢıtı radikalizm liberalleĢtirilerek sistemle bütünleĢmiĢtir. Böylece Ataay‘ın
da iĢaret ettiği hegemonya yeniden tesis edilmiĢ, Ġslamcı gelenekten kopan AK Parti, 1991-2002 yılları
arasında temsil krizine giren merkez sağın temsil ettiği neo-liberal hegemonyayı 2002‘den sonra
romanları‖ olarak; 1990‘lı yıllardan sonraki bireyleĢmenin baĢladığı dönemde yazılmaya baĢlayan romanları ise
―özeleĢtirel romanlar‖ olarak kavramsallaĢtırmaktadır.
20
―Yenilikçiler‖ (AK Parti) ve ―gelenekçiler‖ (SP) olarak bilinen bu partiler içerisinden SP, Milli GörüĢ
geleneğinin temsilcisi olarak bilinmektedir. Bu yeni dönemin siyasetini belirleyecek ve üst üste tek baĢına iktidar
olacak olan parti, ―yenilikçiler‖i temsil eden AK Parti olacaktır.
21
3
Kasım
2002‘de
yapılan
Genel
Seçim
sonuçları
için
bkz.
http://www.ysk.gov.tr/ysk/docs/2002MilletvekiliSecimi/gumrukdahil/gumrukdahilgrafik.pdf EriĢim: 15 Nisan
2013. Saat: 22:43.
22
AKP Parti Programı, (tarihsiz), http://www.akparti.org.tr/site/akparti/parti-programi#bolum_ eriĢim: 16 Nisan
2013, 00:49.
23
Gambetti‘ye göre neo-liberalizmin Türkiye‘de tam manasıyla tesis edilmesini sağlayan aktör muhafazakâr
çizgideki AKParti olmuĢtur (Gambetti, 2009:162).
24
Tuğal, Gramsci‘nin ―hegemonya‖ kavramını revize ederek Ģöyle tanımlamaktadır:1) Tahakküm ve eĢitsizlik
için rızanın, 2) günlük yaĢamın, uzamın ve ekonominin belli otorite örüntüleriyle özgül Ģekilde eklemlenmesi
yoluyla, 3) belli bir önderlik tarafından, 4) Farklılıklardan birlik yaratmak suretiyle örgütlenmesi (Tuğal,
2011:37).
422
yeniden üretmeyi baĢarmıĢtır (Ataay, 2008:71-72). Hegemonyanın tesisiyle ve toplumsal desteğin
sağladığı meĢruiyetle birlikte iktidar tahkim edilmiĢ ve bu meĢruiyetin sunduğu olanaklarla sermaye
lehine politikalar iyice pekiĢmiĢtir. Tuğal‘ın da ifade ettiği gibi ―Ġslamcılığı kesin olarak bırakıp‖ AK
Parti ile birlikte düzenle uzlaĢan eski Milli GörüĢçü ve diğer Ġslamcılar, zamanla ―servet ve lüks
birikimine yoğunlaĢmıĢlardır‖ (Tuğal, 2011:236-237).
90‘lı yıllar boyunca Ġslamcı muhalefet grupları içerisinde ―sistemle mücadele eden‖ kesimlerin bir
kısmı AK Parti‘nin iktidarı döneminde ―sisteme entegre olmuĢ‖, bir diğer kesim ise ―hayal kırıklığı‖
yaĢayarak muhalif konumda kalmayı tercih etmiĢtir. AK Parti‘nin iktidara gelmesinden sonra, Ġslami
kesim içerisinden kapitalizm ve neo-liberalizme dair eleĢtiriler yükselmeye baĢlamıĢ ve bu eleĢtirileri
yapan gruplar, Ġslam‘ın sermayenin karĢısında olduğuna dair Ġslami bir yorum geliĢtirmiĢlerdir.
1.3. Hegemonyanın Reddi: Anti-Kapitalist Müslümanlar
KüreselleĢme ve 90‘lı yıllarda güçlenmeye baĢlayan Ġslami sermaye gibi Ġslamcılığın dönüĢümüne
kapı aralayan temel süreçler, AK Parti‘nin iktidar olmasıyla birlikte hızlanmıĢ ve sonuç olarak iktidar
karĢıtı ve ―sınıfsal‖ bir itirazı doğurmuĢtur. Ülkedeki ana akım Ġslami gruplar ve Ġktidara muhalif
olabilecek çeĢitli oluĢumlar bu dönemde ―hegemonya‖ ile tek tek sisteme eklemlenirken,
―hegemonya‖yı besleyen iktidar politikalarını reddeden muhtelif Ġslami gruplar ekonomi-politik
faaliyetler baĢta olmak üzere iktidarın temel politikalarına karĢı bir muhalefet kategorisi olarak
belirmeye baĢlamıĢtır.25 Anti-Kapitalist Müslüman gruplar ―hegemonya‖nın ürettiği ―rıza‖yla iktidara
eklemlenen diğer Ġslami kesimlerin aksine ―hegemonya‖ya ―itiraz‖ geliĢtirmiĢ ve iktidara karĢı rijit bir
muhalefet özelliği gösterebilmiĢtir. Bu grupların hegemonyaya ―rıza‖ göstermemesinin en önemli
sebebi, içerisinde hegemonyanın üreticisi konumundaki iktidarın da dâhil edildiği toplumun genelini
kuĢatan ‗geleneksel Ġslam‘dan ayrı bir Ġslam yorumunu benimsiyor olmalarıdır. Anti-kapitalist
Müslümanlar, topluma hakim olan ‗geleneksel Ġslam‘dan farklı, anti-kapitalist ve anti-emperyalist
olmakla birlikte, sosyal gerçekliği, pratiği ve rasyonaliteyi ön plana alan bir Ġslam anlayıĢını
benimsediğinden, kültürel hegemonyanın kuĢatıcı, homojenleĢtirici ve sisteme eklemleyici pratiklerine
karĢı doğal olarak ―bünyesel bir uyuĢmazlık‖ sergilemektedirler. Hatırı sayılır bir Müslüman çoğunluk
iktidarla aynı kültürel ve dini kodları paylaĢmanın verdiği bir tür ‗iktidar bizden‘ algısının doğal
sonucuyla kültürel hegemonyanın kuĢatıcı pratiklerine maruz kalırken, iktidarın politikalarına
kategorik bir muhalefet yürüten Anti-Kapitalist Müslümanlar bu hegemonyanın dıĢında kalabilmiĢtir.
Bir tarafta dindar otorite figürleriyle aynı dinden olmanın vermiĢ olduğu bir özdeĢleĢme duygusunu
yaĢayan kesimin ―rıza‖sı söz konusuyken, diğer tarafta otorite figürünün kendi dininden olmasını bir
kenara bırakıp onun dinsel kavramlar olarak adalet, eĢitlik ve özgürlük aleyhine olduğunu düĢündüğü
politikalarına itiraz eden ―hegemonya-dıĢı‖ bir muhalif Ġslami kesim söz konusudur. Böyle bir sürecin
sonunda ortaya çıkan Anti-Kapitalist Müslümanlar, ―içeriden‖ bir itirazın örgütlü bir yapıya dönüĢmüĢ
biçimidir. Örneğin TOKAD derneğinin kurucusu olan Ahmet Örs‘ün söyledikleri, bu derneğin
kuruluĢundan itibaren gerçekleĢtirilen faaliyetlerin ve eylemlerin seyrinin AK Parti iktidarının
ekonomi politikalarına bir itiraz biçiminde geliĢtiğine iĢaret etmektedir. Örs‘e göre, Türkiye halkının
AK Parti eliyle kapitalizm ve sermaye lehine ―sömürgeleĢtirildiği‖ bu dönemde, Müslümanlığın gereği
bu politikalara karĢı açıktan muhalefet geliĢtirmek olmalıdır:
Derneğimizin emek meselesine yoğunlaşmasında AKP sürecinin (…) iktidarını pekiştirmesi
etkili oldu. Artık 28 Şubat‟ın gerçekten neden ve kimler tarafından yapıldığının tarafımızca belli
edilmesi muhalefetimizi bu alana kaydırmamıza vesile oldu. Çünkü tamam, anlaşıldı, bunlar
iktidar oldular ama bunlar küresel kapitalizmin taşeronu. Bütün kamudaki fabrikaları
25
Örneğin 2006 yılının Aralık ayında bir araya gelen ve ―Müslüman Sol‖ hareket olarak bilinen, içerisinde hem
Ġslami ve hem de sol kesimden isimlerin bulunduğu giriĢim buna örnek olarak verilebilir. ―Yeni Siyaset
GiriĢimi‖ baĢlıklı bir metinle kamuoyuna deklare edilen ―Müslüman Sol‖ hareketin ömrü fazla uzun sürmemiĢ,
hareket, kurucuları Haluk Özdalga ve Ertuğrul Günay‘ın 2007 Genel Seçimleri‘nde AKParti‘den milletvekili
seçilmeleriyle birlikte sona ermiĢtir. Tıpkı HAS Parti gibi Ġslami camia içerisinden ortaya çıkan muhalif seslerin
massedilmesine örnek olarak verilebilecek Yeni Siyaset GiriĢimi deneyimi, ortaya çıkabilecek bir ―içeriden
muhalefet‖in soğurma stratejilerinin devreye sokulması suretiyle bertaraf edilmesine verilebilecek
örneklerdendir.
423
satıyorlar, özelleştiriyorlar, işçileri 4-C‟ye mahkûm ediyorlar. Onlar da 10 yıldır insanları
asgari ücret köleliğine mahkum ediyorlar. İşte Başbakan diyor ki “Paranın dini imanı olmaz,
bütün sermaye işte Türkiye‟ye gelebilir, hepsinin başımın üstünde yeri vardır.” Avrupa Birliği,
NATO süreçlerini de bu çerçevede değerlendiriyor. Dolayısıyla Türkiye‟nin, Türkiye halkının
açık bir şekilde sömürgeleştirildiği bir maksat, AKP eliyle sömürgeleştirildiği bir maksat ortaya
çıktı. Bu durumda da Müslümanlık elbette buna karşı koymak zorunda (Ahmet Örs‘le 2 Aralık
2012 tarihli görüĢme).
Anti-Kapitalist Müslümanlar içerisinde AK Parti öncesi dönemde sisteme muhalif olan
Ġslamcıların bazıları, bugün de açıktan AK Parti‘nin politikalarına -özellikle ekonomi-politik
faaliyetlerine- karĢı çıkmakta ve ―omuz omuza mücadele ettikleri eski yol arkadaĢlarının‖ sisteme
entegre olmasının hayal kırıklığını yaĢamaktadır.26 Milli GörüĢ hareketi döneminde aynı siyasal
hareket içerisinde bulundukları muhalif çevreleri artık AK Parti ile birlikte ―sisteme eklemlendikleri‖
ve ―devletin çeĢitli bürokratik kademelerine yerleĢerek‖ sermayedar oldukları gerekçesiyle eleĢtirmeye
baĢlamıĢlardır. 80 ve 90‘lı yıllarda Ġslami hareket içerisinde muhalefet sürdüren Ġhsan Eliaçık‘a göre
Ġslamcılar Ģimdi tamamen devletin güdümüne girmiĢ ve artık ―imkânların baĢına geçmeye‖
baĢlamıĢlardır:
Ya, dışlanmış kitlelerin devlet kaynaklarına ulaşması ve bunun onlarda yarattığı etkilerdir
bunlar. Çünkü bu kitleler yıllarca dışlanmışlardır. Yanaştırılmamışlar devlet imkânlarına.
Türkiye‟de devlet öyle bir konumlanmış ki, kim o suyun başına geçerse bundan yararlanıyor.
Şimdi işte, iktidarla birlikte bunlar (İslamcılar) imkânların başına geçmeye başladılar. (…)
Benim hükümetle hiçbir ilişkim yok şu anda. Beş kuruşluk ilişkim yok yani. Yani bu yazar-çizer
taifesi ne oluyor, onlara da şöyle maişet dağıtıyorlar. (…) Öbürü vakfa arsa veriyor, öbürü
bilmem ne veriyor. Dolayısıyla bunlar hepsi bu işin içindeler. Ve hükümeti, gıkları çıkamaz
yani, eleştiremezler. Benim ise kaybedecek hiçbir şeyim yok. Çünkü beş kuruşluk ilişkim yok
(Ġhsan Eliaçık‘la 30 Nisan 2013 tarihli görüĢme).
GörüĢmecilerin tamamı, mevcut hükümetin ekonomi-politik faaliyetlerinin tamamen neo-liberal
piyasa ekonomisinin yerleĢik kılınması doğrultusunda iĢlediği kanaatindedir. Bu ekonomi-politiğin de
12 Eylül darbesiyle ve 24 Ocak kararlarıyla Ģekillenmeye baĢlayan Neo-liberalizmin ileri bir
aĢamasına tekabül ettiği, dolayısıyla sınıfsal çeliĢkileri derinleĢtirmeye baĢladığı ve ekonomik çıkarı
tamamen sermayeyi gözeterek iĢlevsel kıldığı düĢünülmektedir. Bu anlamda hükümetin küresel
sermayenin ―taĢeronu‖ olduğunu ısrarla vurgulayan görüĢmeciler; kentsel dönüĢümün, kamu
varlıklarının özelleĢtirilmesinin, taĢeronlaĢmanın, esnek çalıĢma koĢullarının ve asgari ücretin, eğitim
ve sağlık gibi kurumların emekçiler ve halk aleyhine piyasalaĢtırıldığını vurgulamaktadır. Dolayısıyla
Ġslami kesimde baĢlayan ekonomik büyüme ve burjuvalaĢma eğilimi, yine Müslümanlar içerisinden bu
duruma muhalif sınıfsal itirazların yükselmesine zemin hazırlamıĢtır. Bu Ġslami muhalefet, hükümetin
ekonomi-politik politikalarının yerleĢikleĢmesine paralel olarak; Ġslami düĢüncede teoriden pratiğe,
iman ve itikat alanından toplumsal gerçekliğe, sermayeye kayıtsızlıktan sermaye karĢıtlığına ve emek
lehine geliĢen politikalara doğru bir dönüĢüm yaĢamıĢtır. Ġktidarda temsil edilen Ġslam anlayıĢına karĢı
―asıl Ġslam bu değil‖ Ģeklinde bir refleksle ortaya çıkan bu itirazlar27; Ġslam‘ın kapitalist bir
yorumunun söz konusu olamayacağını, aksine onun eĢitsiz mülkiyet iliĢkilerini ve emek-sermaye
çeliĢkisini eleĢtirinin merkezine alan, sosyal adaletçi ve anti-kapitalist bir yorumunun olabileceğini
savunmaktadır:
Klasik liberal bir iktidarın ve yahut da sosyal demokrat bir iktidarın yaratacağı toplumsal
hak mahrumiyetleri bizim zaten beklediğimiz bir durumken, İslam referansıyla kendini inşa
etmeye çalışan bir iktidarın yaratacağı hak mahrumiyetleri aynı zamanda bir özeleştiri
yapmamıza neden olur. Yani bu özeleştiri de şu şekilde gelişti: Dedik ki, kardeşim burada bizim
söylem birliği söz konusuydu. Yani Refah-Yol hükümeti döneminde Recep Tayyip Erdoğan‟lar
26
Ġhsan Eliaçık, Mehmet Bekaroğlu, Mehmet Efe, Eren Erdem ve Ahmet Örs bu isimlerin en bilinenleridir.
GörüĢmecilerden biri, ―asıl Ġslam buysa‖ refleksini Ģu Ģekilde özetlemektedir: ―Bak ‗Anti-Kapitalist
Müslüman‘ niye denildi biliyor musun? Çünkü onlar Müslümansa biz Müslüman değiliz, ya da gerçek
Müslüman biziz, onlar Müslüman değil. Yani ―leküm dinikum veliye din‖ (onların dini onlara, bizim dinimiz
bize) (16. GörüĢmeci, Rebeze Kültür Evi, Erkek).
27
424
dâhil olmak üzere, bugünkü kabineyi oluşturan unsurların tümü Amerikan emperyalizmine,
İsrail Siyonizm‟ine çok net tavır koyan kimselerdi. Bunlar kalkarlardı Amerika‟ya küfür
ederlerdi, şöyle ederlerdi, böyle ederlerdi. Hatta ve hatta demokrasi kavramı karşısında
tavırları da çok net ve belirgindi. Daha sonra bunları bu noktaya getiren sürecin ne olduğunu
tarttığımızda (…) demek ki biz Müslüman kavrayışın bireyle mülkiyet ilişkisini kurgulayacak, ya
da doğru kurgulayacak done üzerine tartışmamışız, kafa yormamışız diye bir sonuç ortaya çıktı
(Eren Erdem‘le 30 Ağustos 2012 tarihli görüĢme).
Erdem‘in de ifade ettiği gerçek, geliĢme kaydeden Ġslami burjuvazinin sermayeyle (Erdem‘in
ifadesiyle ―mülk‖le) kurduğu direkt iliĢkinin ―muhalif kalabilen‖ Ġslami gruplar içerisinde bir
―özeleĢtiriye‖ kapı aralamıĢ olmasıdır. Dolayısıyla iktidara hegemonya süreçleriyle eklemlenen
Ġslamcıların aksine, bazı gruplar ―içeriden‖ muhalefet geliĢtirerek muhalif kimliklerini farklı bir
boyuta taĢımıĢlardır. Normal durumda iktidarda bulunanlarla aynı dini paylaĢmak hegemonyaya
―rıza‖ üretirken, aksine burada muhalif olmanın gerekçesini oluĢturmaktadır. Zira belirli bir kesimin
iktidara gelerek ―mülkiyetle‖ direkt bir iliĢki kurması, Ġslami harekette sermaye ve mülkiyetle kurulan
iliĢki ekseninde bir ayrıĢmanın yaĢanmasında baĢat bir iĢlev görmüĢtür.
1.4. “Refah Teolojisi”ne KarĢı “Anti-Kapitalist Teoloji”
Ġslamcılığın dönüĢümünün ana sebebi olarak görülen Ġslami sermaye güçleri ve özelde MÜSĠAD,
sermayenin Müslümanların elinde bulunması gerektiğini ve Müslümanların ancak bu Ģekilde güçlü
olabilecekleri görüĢünü savunmaktadır. Haenni, ―Piyasa Ġslamı‖nın aktörlerinin dinsel algılarını
―Refah teolojisi‖ kavram çiftiyle özetlemektedir. Ona göre Müslüman sermaye aktörlerinin ―Refah
teolojisi‖ni meĢrulaĢtırmak üzere en sık vurguladıkları konuların baĢında, Ġslam Peygamberi ve onun
çevresindekilerin zengin olduklarına dair rivayetler yer almaktadır. Dolayısıyla ―Piyasa Ġslam‘ı en çok
tüccar peygamber karakteriyle‖ beslenmektedir (Haenni, 2011:86). Anti-Kapitalist Müslümanlar‘ın
Peygamber telakkisi ise, Ġslami burjuvazinin tam zıttı olarak; Peygamberin ―serbest piyasa‖nın
sağladığı birikimin karĢısında olacağı, birikimin yoksullar lehine dağıtılması gerektiğini savunacağı ve
―eĢitlikçi‖ bir düzen tesis etmeyi arzu edeceği yönündedir. ―Refah teolojisi‖nin din algısının Ġslam‘a
aykırı olduğunu düĢünen ―Anti-kapitalist teoloji‖, Ġslam‘ın birikime karĢı olduğunu Peygamber‘in
yaĢamından örnekler vererek ve Kur‘an‘dan ayetleri yorumlayarak vurgulamaktadır. Dolayısıyla
―Anti-kapitalist teoloji‖ sermaye karĢısında emeğe ve eĢit bölüĢüme vurgu yaparken, ―refah teolojisi‖
ise birikime ve sermayeye vurgu yapmaktadır.
SONUÇ
Bu çalıĢmadan çıkarılabilecek en genel sonuç, Anti-Kapitalist Müslümanlar‘ı ortaya çıkaran
sürecin, Ġslamcılığın dönüĢümü ve iktidara eklemlenmesi ile yakından iliĢkili olduğudur.
GörüĢmelerden elde edilen verilerin de gösterdiği üzere Anti-Kapitalist Müslümanlar, AK Parti‘nin
iktidara gelmesiyle birlikte tekil olarak bu iktidara karĢı eleĢtirel kimliklerini ortaya koymaya baĢlayan
Müslümanların, ilerleyen süreçte kapitalizm karĢıtlığı temelinde örgütlü yapılar kurmaları sonucu
oluĢan Ġslami muhalefet kategorisidir. Anti-Kapitalist Müslümanlar‘ın önceleri baĢörtüsü ya da namazı
yasaklayan politikalara karĢı bir itiraz üzerinden geliĢen retoriğinin, zamanla emek-sermaye çeliĢkisi
ve kapitalizm gibi ekonomi-politik kategorilere karĢı bir itiraza dönüĢtüğü görülmüĢtür. Dolayısıyla
hükümetin ―sermaye‖ lehine belirlenen ekonomi-politik faaliyetlerinin, temel retoriğini ―emek‖ lehine
inĢa eden bir itirazı doğurduğu söylenebilir. Bu itirazın Ġslami bir zeminde geliĢmesi ise Ġslami
hareketteki ayrıĢmanın sınıfsal bir boyuta taĢındığı gerçeğine iĢaret etmektedir. DönüĢen Ġslamcılığın
iktidarda temsil edilmesiyle birlikte Ġslami hareketin büyük bir kısmı ―kültürel hegemonya‖ ile sisteme
soğurulmuĢ, diğer kısmı ise iktidarın ekonomi-politik faaliyetlerine itiraz geliĢtirdiği için
―hegemonya‖nın etkisinin dıĢında kalmıĢtır. ―Hegemonya‖nın dıĢında kalan Ġslami gruplar, AK
Parti‘nin ekonomi politikalarının etkisiyle zamanla ―emek‖ lehine ve sermaye aleyhine bir muhalif
retorik geliĢtirmiĢtir. Böylece bir tarafta ―sermaye‖ diğer tarafta ise ―emek‖ politikalarıyla, Ġslami
hareketler sınıf temelli bir ayrıĢma sürecine girmiĢtir. Aynı Ġslami gelenekten gelenlerin bir kısmı
iktidar olmanın sağladığı ―fırsat alanları‖nı kullanmak suretiyle sermaye ve bürokrasiyi ―Ġslami
burjuvazi‖ lehine güçlendirmiĢ, bir diğer kesim ise iktidarın dıĢında ve onun sunduğu olanakların
karĢısında kalarak ―Ġslami proletarya‖ olarak ifade edilebilecek bir muhalif kategori inĢa etmiĢtir.
425
Dolayısıyla ―Ġslami sermaye‖ye karĢı ―Ġslami emek‖ retoriğinin inĢa edildiğini ve bu sebeple Ġslami
harekette yaĢanan ayrıĢmanın bir sınıflaĢmaya doğru evrildiğini söylemek mümkün olmaktadır.
Ġslami harekette yaĢanan bu ayrıĢmada, geniĢ Ġslami kesimleri sisteme entegre olmaları ve sermaye
ile Ġslami olmayan bir iliĢki biçimi geliĢtirmiĢ olmaları dolayısıyla eleĢtiren Anti-Kapitalist
Müslümanlar, ―mülk‖ ve ―emek‖ temelli teolojik bir yorum geliĢtirmiĢlerdir. Sermayenin belirli
ellerde toplandığı ve toplumun büyük kesiminin bu sermayeden mahrum edildiği sistemi ―tüccar
Peygamber‖ ya da ―serbest piyasacı Peygamber‖ karakterlerini kullanmak suretiyle meĢrulaĢtıran
―refah teolojisi‖ne karĢı ―emek‖in en önemli değer olduğunu ―emekçi Peygamber‖ karakteriyle
savunan ―anti-kapitalist teoloji‖; bölüĢümün, paylaĢımın ve ―infak‖ın merkezde olduğu bir Ġslami
yorum geliĢtirmiĢtir. Dolayısıyla ―refah teolojisi‖ni ve ―anti-kapitalist teoloji‖yi Ġslami hareketteki
ayrıĢmanın ortaya çıkardığı Ġslami yorumlar olarak okumak mümkündür.
Özetle, Ġslami harekette iktidar lehine yaĢanan dönüĢüm bir ayrıĢmayı doğurmuĢ ve bu ayrıĢma
zamanla sınıfsal bir nitelik kazanmaya baĢlamıĢtır. Dolayısıyla ilerleyen yıllarda Ġslami ve
muhafazakar hareketlerin kendi içlerinde sınıflaĢması, ayrıĢması, farklı zeminlerde muhalif politikalar
üretmeleri, bu hareketlerin ve Türkiye‘deki mevcut politikaların seyriyle doğru orantılı olarak
geliĢecek gibidir.
KAYNAKÇA
Ataay, F.(2008).Neoliberalizm ve Muhafazakar Demokrasi: 2000‘li Yıllarda Türkiye‘de Siyasal
DeğiĢimin Dinamikleri. Ankara: De Ki Yayınları.
Bilici, M.(2011). ―KüreselleĢme ve Postmodernizmin Ġslamcılık Üzerindeki Etkileri‖, iç. Modern
Türkiye‘de Siyasi DüĢünce Cilt 6 -Ġslamcılık-, (ed. Yasin Aktay), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları,
3. Baskı, s.799-803.
Bulaç, A.(2011). ―Ġslam'ın Üç Siyaset Tarzı veya Ġslamcıların Üç Nesli‖, iç. Modern Türkiye‘de Siyasi
DüĢünce Cilt 6 -Ġslamcılık-, (ed. Yasin Aktay), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, 3. Baskı, s.48-67.
Bulut, Y.(2011). ―Ġslamcılık, Tercüme Faaliyetleri ve Yerlilik‖, iç. Modern Türkiye‘de Siyasi DüĢünce
Cilt 6 -Ġslamcılık-, (ed. Yasin Aktay), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, 3. Baskı, s.903-926.
ÇAKIR, R. (2012).Ayet ve Slogan: Türkiye‘de Ġslami OluĢumlar. Ġstanbul: Metis Yayınları, 10. Baskı.
Çayır, K.(2008).Türkiye'de Ġslamcılık ve Ġslami Edebiyat: Toplu Hidayet Söyleminden Yeni Bireysel
Müslümanlıklara. Ġstanbul: Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Demir, Ö.(2011). ―Anadolu Sermayesi‖ ya da ―Ġslamcı Sermaye‖, iç. Modern Türkiye‘de Siyasi
DüĢünce Cilt 6 -Ġslamcılık-, (ed. Yasin Aktay), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, 3. Baskı, s.870886.
Erkilet, A.(2004).EleĢtirellikten Uyuma – Müslümanların Kamusal Alan Serüveni. Ankara: Hece
Yayınları.
Erkilet, A.(2011). ―1990‘larda Türkiye‘de Radikal Ġslamcılık‖, iç. Modern Türkiye‘de Siyasi DüĢünce
Cilt 6 -Ġslamcılık-, (ed. Yasin Aktay), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, 3. Baskı, s.682-692.
Gambetti, Z.(2009). ―Ġktidarın DönüĢen Çehresi: Neoliberalizm, ġiddet ve Kurumsal Siyasetin
Tasfiyesi‖, iç. Ġstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No:40, Mart 2009,
s.145-166.
http://www.journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/siyasal/article/view/9355/8693
Gülalp, H.(2003). Kimlikler Siyaseti: Türkiye‘de Siyasal Ġslam‘ın Temelleri, Ġstanbul: Metis
Yayınları.
Güzel, B.(2012). ―Siyaset Bilimi: Kavramlar, Ġdeolojiler, Disiplinler Arası ĠliĢkiler‖, iç.
Ġslamcılık,(yayına haz. Gökhan Atılgan ve E. Atilla Aytekin), Ġstanbul: Yordam Kitap.
Haenni, P.(2011).Piyasa Ġslam‘ı: Ġslam Suretinde Neoliberalizm. (çev. Levent Ünsaldı), Ankara:
Özgür Üniversite Kitaplığı.
426
Ġnsel, A.(2004). Neo-Liberalizm: Hegemonyanın Yeni Dili, Ġstanbul: Birikim.
Kentel, F.(2011). ―1990‘ların Ġslami DüĢünce Dergileri ve Yeni Müslüman Entelektüeller‖, iç. Modern
Türkiye‘de Siyasi DüĢünce Cilt 6 -Ġslamcılık-, (ed. Yasin Aktay), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları,
3. Baskı, s.721-781.
Kurtoğlu, Z.(2011). ―Türkiye'de Ġslamcılık DüĢüncesi ve Siyaset - Pozitivist Yönetim Ġdeolojisinin
Ġslam'ın SiyasallaĢmasına Katkısı‖, iç. Modern Türkiye‘de Siyasi DüĢünce Cilt 6 -Ġslamcılık-,
(ed. Yasin Aktay), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, 3. Baskı, s.201-216.
ġeriati, A.(2005).Dine KarĢı Din. (çev.). Prof. Dr. Hüseyin Hatemi. Ġstanbul: ĠĢaret Yayınları.
Taslaman, C.(2011).KüreselleĢme Sürecinde Türkiye‘de Ġslam. Ġstanbul: Ġstanbul.
Tuğal, C.(2011).Pasif Devrim: Ġslami Muhalefetin Düzenle BütünleĢmesi. (çev.). Ferit Burak Aydar.
Ġstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı.
Yavuz, M. H.(2011a). ―Milli GörüĢ Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek‖, Modern Türkiye‘de
Siyasi DüĢünce Cilt 6 -Ġslamcılık-, iç. Modern Türkiye‘de Siyasi DüĢünce Cilt 6 -Ġslamcılık-,
(ed. Yasin Aktay), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, 3. Baskı, s.591-603.
Yavuz, M. H.(2011b). Erbakan'dan Erdoğan'a Laiklik Demokrasi Kürt Sorunu ve Ġslam, (çev. Leman
Adalı), Ġstanbul: Kitap Yayınevi.
Yıldırım, E.(2010). ―Emek KarĢısında Adalet ve Kalkınma Partisi‖, Ġç. AK Parti: Toplumsal
DeğiĢimin Yeni Aktörleri, (ed. Hakan Yavuz), Ġstanbul: Kitap Yayınevi, s. 287-307.
3
Kasım
2002‘de
yapılan
Genel
Seçim
sonuçları,
http://www.ysk.gov.tr/ysk/docs/2002MilletvekiliSecimi/gumrukdahil/gumrukdahilgrafik.pdf
EriĢim: 15 Nisan 2013. Saat: 22:43.
AKP Parti Programı, tarihsiz, http://www.akparti.org.tr/site/akparti/parti-programi#bolum_ EriĢim: 16
Nisan 2013, 00:49.
427
428
TEMSĠLLER VE DIġLAYICI KARAKTERLERĠ: ALEVĠLER ÜZERĠNE BĠR
ARAġTIRMA
Balım Sultan Yetgin1
ÖZET
20.yy‘ın baĢlarından itibaren özellikle insan/kültür bilimlerinde temsil krizinin baĢ göstermesi ile
birlikte, bir baĢka kültürün en iyi nasıl anlaĢılacağı konusunda çok çeĢitli paradigmalar ortaya
çıkmıĢtır. Bütün bu paradigmaların sorunsallaĢtırdığı ortak nokta, ben ve öteki, batılı gözlemci ve
yerli gözlenen, araĢtıran ve araĢtırılan, bilen özne ve bilinen nesne arasındaki iliĢkidir. Kültür üzerine
çalıĢan baĢta etnografya olmak üzere çeĢitli disiplinler, kültür araĢtırmalarında, araĢtırmacının
çalıĢtığı insanlar hakkında oluĢturduğu temsilleri ile bu insanların kendileri hakkındaki temsilleri
arasında ciddi bir boĢluk/mesafe olduğunu ileri sürmektedirler. Bu boĢluk, Geertz‘in dediği gibi,
ötekinin anlamlı biçimde kavranmasına büyük bir engeldir ve bu engel ancak ötekinin dünyasına bazı
katılma biçimleriyle aĢılabilir (1988:14).
Bu teorik çizgi takip edilerek, bu çalıĢmada, ben ve öteki ve onların temsilleri arasındaki iliĢki ele
alınmıĢtır. Söz konusu çalıĢma, Alevi bir dede ve bir hikâye anlatıcısı -söz ustası- ile yapılan
görüĢmeler üzerinde temellenmektedir. Bu sohbet sureci,
araĢtırmada ―muhabbet‖ olarak
tanımlanmıĢtır. Nitekim Anadolu Alevilerinin ritüel dilinde muhabbet, herhangi bir sosyal, kültürel,
felsefi, politik, dinsel ve ahlaki bir konuda samimi/candan sohbet ya da kısaca aĢk ile yapılan sohbet
anlamına gelmektedir. Bahsedilen araĢtırmada, yapılan görüĢmeler söylem analizine tabi tutulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Alevilik, muhabbet, temsiller, kültür.
ABSTRACT
From the beginning of 20th century, discussion dealing with the representation crisis in disciplines
working on human and culture many paradigms have appeared seeking for ―how to see‖ or
understand the other cultures better. Common point of all these paradigms are the discussion about the
relationship between self and other, western observer and native observed, researcher and researched,
knowing subject and known object. Various disciplines which study culture, especially ethnography,
argue that in the cultural researches there is a gap/distance between the representations which the
researcher constitute about the people researched and the representations which these people have
about themselves. As Geertz said, this gap is a big obstacle which prevents us from understanding the
other meaningfully, and this obstacle can be overcame by participating to other's world in some ways
(1988:14).Following this theoretical line in this paper I problematized the relationship between
knowing subject and known object, in other words; the relationship between ―detached observer‖ and
―observed‖, researcher and researched, and the relation between their representations in order to
discuss some alternative methodological and epistemological ways reducing this gap between self and
other. This paper is based on the interviews which I have made with an Alevi dede and an Alevi
storyteller -a speech master. This conversation process is called as muhabbet in this work. Thus, in the
ritualistic vocabulary of Anatolian Alevis, muhabbet means gatherings and cordial conversation about
any aspect of life an the cosmos - social, cultural, philosophical, political, religious and moral issues.
Keywords: Alevism,muhabbet,representations,culture
GĠRĠġ
Antropolojinin spesifik olarak etnografyanın diğer insan ve toplum bilimlerine en büyük
katkılarından birisinin ―ötekini daha iyi anlamaya yardım edecek yollar araması ve sunması olduğunu
söyleyebiliriz. Öte yandan antropolojinin doğup geliĢtiği politik bağlama,
sömürgecilik ve
1
Indiana Universitesi, Folklor Anabilim Dalı Doktora öğrencisi,
[email protected]
429
emperyalizmle olan tarihsel bağlantılara dikkatimizi yönelttiğimizde, antropolojideki baskın
epistemolojik bakıĢ açılarının, bir baĢka kültürü ötekileĢtirmeye hizmet edebildiğini de görebiliriz.
Nitekim Talad Asad‘a göre, sömürgeci iktidar yapısı, antropolojinin ortaya çıktığı dönemlerde,
antropolojiyi ―çalıĢma nesnesi‖ne, yani -öteki‘ne- ulaĢmak açısından pratik olarak kullanmıĢtır. Söz
konusu kullanım tek boyutlu, tek taraflı ve iğretiydi. Dahası Asad, sömürgeci iktidar yapısının
antropolojiye sadece zemin sağlamakla kalmadığını aynı zamanda, söz konusu disiplinin de
sömürgeci ideolojiyi benimsemek konusunda hazır olduğunu ifade etmiĢtir (Asad, 1973:17 ve
Jordan, Yeomans, 1995:391). Benzer bir biçimde Edward Said (1985) antropolojinin, Avrupalıların
alt kültürleri yani Avrupalı-olmayanı uygarlaĢtırma misyonu ile oluĢturulduğunu ileri sürmüĢtür. Bu
bağlamda, sözü edilen misyon alttaki! insanların kültürlerini haritalamak, onları nesneleĢtirmek,
kontrol etmek, düzenlemek, sömürgeci ve emperyalist iliĢkilere itmek gibi bir misyonu da üstlenmiĢtir
(Jordan and Yeomans, 1995).
Kültür çalıĢan ve antropolojiden metot ve metodoloji ödünç alan diğer alanları ve günümüz
etnografyasını da etkisi altına almıĢ olan bu süreç hangi epistemolojik, metodolojik ve hangi
kavramsal araçlar aracılığıyla sürdürülmekte ve politik olarak sosyal düzenleme misyonunu nasıl
gerçekleĢtirebilmektedir? Birçok eleĢtirel düĢünür (Said 1985, Fabian 2001, Haraway, Asad 1986,
1994, Kabani 1986, Jordan ve Yeomans 1995) Ģuna dikkat çekmiĢlerdir: Yakın zaman kültür teorileri
ya da etnografı yaklaĢımlarının çoğu aynı akademik kanon içinde kalarak, o kadar çok temsil
problemi üzerine ve yeni alan stratejileri oluĢturmaya yoğunlaĢtılar ki ne alternatif epistemolojik bir
bakıĢ açısıyla ne de etnografik karĢılaĢmanın politik imaları ve sonuçları ile ilgilenmediler. Örneğin
Asad (1994) bugün hâla antropoloji içinde (ve etnografı metodunu antropolojiden ödünç alan
alanlarda) pozitivist empirik geleneğin takip edilmesinin, bilginin nesneleĢtirilmesi dolayısıyla
toplumsal düzenleme amacına hizmet eden birbiriyle bağlantılı iki tehlikeli eğilime yol açtığını söyler;
Birincisi etnografik giriĢimde ―gözlem‖ ve ―teorileĢtirme‖nin birbirinden ayrık farklı iki süreç olarak
ayrılması. Ġkincisi niceliklendirme takıntısı. Asad, özellikle ikincisinin çok tehlikeli olduğunu, çünkü
istatistiğin sadece ‗öteki‘nin hayat tarzını temsil etmediğini aynı zamanda onu yeniden inĢa ettiğini
ileri sürer (1994: 70).
Bütün bunlardan hareketle bu çalıĢmada ilk olarak antropoloji ve kültür bilimlerinde ‗öteki‘nin
nasıl inĢa edildiğini ve buna izin veren teorik problemler ele alınacaktır. Ardından egemen söylemin
oryantalist düsturla inĢa ettiği Alevi algısına ve buna bağlı olarak çalıĢmanın yöntemsel modeline
değinilecektir. Son olarak benimsenen teorik perspektifin etkisiyle, ―muhabbet‖ olarak
kavramsallaĢtırılan modele yer verilecek ve alan bu perspektiften analiz edilecektir.
DIġLAMANIN TEORĠK ĠMKÂNI: ORYANTALĠST SÖYLEM
Edward Said (1985) antropolojinin nasıl kendi araĢtırma nesnesini ―öteki‖ olarak kurduğuna, bu
bilgi üretme surecinin kimin için hangi iktidar iliĢkileri içinde iĢlediğine dikkat çekmiĢtir. Said, bilgi
ve iktidar iliĢkisine bakarak sömürgecilik ve oryantalizm birlikteliğinin, Batı ve Doğu gibi ikili
karĢıtlıklar içinde, bir kültürün nasıl Öteki, aĢağı ve ikincil olarak kurulduğunu gösterir. Said‘e göre,
oryantalizm söylemi özcü bir biçimde, ―ben‖ ve ―öteki‖nin iki ayrık homojen kategori olarak
kurulmasına olanak verir ve öteki hakkında tarih dıĢ açıklamalar üretmek için zemin sağlar. ―Doğu‖ ile
ilgili üretilen hemen her bilgi parçası, düĢünce, söylem ve temsil ―Batı‖nın ekonomik ve politik
pozisyonu ile bağlantılıdır. Bu ideolojik söylemler Batı‘nın iktidar konumuna, öznel kurgu ve
fantezilerine bağımlıdır. Bunun sonucu olarak Batı, kendisi ve Doğu arsında özcü kültürel bir fark
tesis ederek, bu kültürel farkı da hiyerarĢik biçimde kurarak kültür yoluyla imparatorluğunu
sürdürmüĢtür. Doğu (orient) batı (occident) zıt kavram olarak özcü fark aracılığıyla kurulmuĢtur2.
Burada önemli nokta Ģudur: Ġkili zıtlıklar biçiminde isleyen batı felsefesine dayanarak inĢa edilen
oryantalist söylem, farklı toplumları, farklı kültürleri soyut özler olarak ve öteki olarak iĢaret etme
olanağı sunar. Bu genelleme sayesinde sadece coğrafi olarak Ortadoğu toplumları değil dünyanın çok
2
Said, oryantalist söylemin sadece akademik söylem olarak değil bir düĢünce tarzı, kurumsal bir yaklaĢım
olarak islediğini bize gösterir. Oryantalizm parçalı düzeylerde, toplumun her düzeyinde-ideolojik, imgelem,
bilimsel hakikat, sömürgeci tahakküm, hegemonya, disiplinin bilgi düzeyi vb.- farklı Ģekilde islemektedir.
430
farklı yerindeki çok farklı kültürler, bu karĢıtlığın ―Doğu‖ yani ikincil ve aĢağı konumuna
yerleĢtirilebilmektedir. Bu karĢıtlıkta ayrıcalıklı, üstün, baskın konumda olan ―Batı‖ olmaktadır.
Dolayısıyla oryantalist söylem, helezoni kurmanın bir yolu olmaktadır. Bu söylem içinde birincil terim
yani ―Batı‖ farklı olanı iĢaretleyerek, kurarak, nesneleĢtirerek, ötekileĢtirerek hükümran özne
konumuna yerleĢir. Bu ikili karĢıtlıklara dayanan efendi-köle mantığının, ötekileĢtirme ve ötekiyle
iliĢkili bilginin meşrulaştırılması sürecinde ise koĢulduğunu görebiliriz. Örneğin pozitivist bilim
geleneği içinde etnografı bir araĢtırmada bu iliĢkinin ben/ ―bilen özne‖/araĢtıran ve öteki/ ―bilinen
nesne‖/ araĢtırılan olarak kurulduğunu söyleyebiliriz. Doğan Özlem, bu özdeĢlik/karĢıtlık mantığının
Bati felsefesinde merkezi bir yer tuttuğunu gösterir. Bu mantığa göre, ―A A-olmayan değildir.‖ Bir Ģey
ya A dır ya da A-olmayandır bu iki olasılığın dıĢında baĢka bir olasılık düĢünülemez. Yani A, hem A
hem A-olmayan olamaz bu mantığa göre. Ya da A ne A, ne de A-olmayan olamaz. Bu aynı zamanda
bir karĢıtlık mantığıdır (Özlem, 1999, 92). Buna göre, daha sonra bir ―özne‖ olarak nesnesi ile kültürel
farkını hiyerarĢik bir bağlama oturtarak, ―nesne‖si hakkında bilgi üretimini gerçekleĢtirir ve her bilgi
gibi tekil olan bu bilgiyi evrensel bir kategori olarak sunmasını meĢrulaĢtırır.
Nancy Jay (1981) herhangi bir mantıksal dikotomi kullanmanın sosyal koĢullarını ve sonuçlarını
araĢtırarak bu mantığın politik imalarını eleĢtirir. Ona göre, böyle bir fark kurma tarzı bazı baskın
sosyal grupların avantajına iĢlemektedir. Ona göre, A ve A-olmayan dikotomisine dayanan hemen
bütün ideolojiler değiĢime direnç göstermede etkili olmaktadır. Bir toplumu böyle bir ideoloji ile
kavramak sosyal düzenin baĢka alternatif biçimlerini, üçüncü yolları düĢünmeyi zorlaĢtırır (Jay, 1981
den aktaran Massey 1994: 256). Bu mantığın baĢka bir problemi de sadece bir terim (A) pozitif olarak
formüle edilirken öteki (A-olmayan) bir eksiklik, A‘yı tamamlayan olarak düĢünülür. Bu bakıĢ
aracılığıyla ―öteki‖, ―ben‖i bütünleyen bir yokluk olarak iĢaretlenir ve inĢa edilir (Massey 1994:256).
Bu durumun ortaya çıkmasına yol açan noktalar, Doğan Özlem‘in aĢağıda ifade ettiği gibi modern
bilimin ve özellikle pozitivist metodolojinin özne-nesne ayrımı ve bilginin dıĢsallaĢtırılması,
kendinden ayrı bir Ģey olarak karĢısına koymasıdır (Özlem, 1999:116).
Bugün etnografyada en çok eleĢtirilen konulardan biri -ki bu çalıĢmanın da temel sorunsallarından
biri olan- etnografın değerden bağımsız, çalıĢtığı ―nesne‖yi yani insanları kendisinden ayrı bir Ģey
olarak karĢısına koyan, kendisini onların üstünde bir konumda gören ve tarafsız olduğunu iddia eden
―özne‖ kurgusuna dayanan pozitivist iddiadır. Bilindiği üzere buna karĢı ilk meydan okuma
hermeneutik kanattan gelmiĢtir. Hermeneutik yaklaĢımı etnografyada uygulayan ilk kiĢi olan ve
pozitivizmi eleĢtiren Clifford Geertz, sosyal bilimcilere kendi entelektüel giriĢimlerinin doğasına
iliĢkin geleneksel varsayımları bir kenara bırakmalarını önermektedir. Sosyal bilimcilere davranıĢ
yerine, anlamı incelemeyi, nedensel yasalar yerine anlamayı koĢmayı önermiĢ ve yorumcu açıklamalar
lehine olan doğal bilimlerin mekanik açıklamalarını reddetmiĢtir. MeslektaĢlarını anoloji ve
egretilemenin olanaklarını ciddiye almaya, insan etkinliğini bir metin olarak ve sembolik eylemi bir
drama olarak dikkate almaya çağırmıĢtır (Shankman 1984:261, aktaran, Martin 1993:269). Geertz,
hermeneutik geleneği izleyerek anlamın ancak özneler arasi zeminde ortaya cıkabileceğini söyler.
Çünkü ona göre ―anlam kamusaldır‖ (Geertz, 1973, 10). Simgeler dolayımıyla ifade edilen ve birer
kültürel ürün olan insan eylemleri, algılar, duygu ve düĢünceler ―ortak öznelerarası bir dünyada‖ inĢa
edilir. Öznelerarası dünya kültürün bağlamına iĢaret etmektedir. Geertz‘e göre kültür ―birbiri içine
geçmiĢ yorumlanabilir sembol sistemlerinin yoğun biçimde betimlenebileceği bir bağlam‖ dır ve bir
yorumsamacı olarak ona göre kültürü kendi tekelliği içinde anlamak gerekmektedir (Geertz 1973: 14).
YÖNTEME DAĠR PERSPEKTĠF VE TEKNĠK
Geertz için kültür birbiriyle iliĢkili, etkileĢim içinde olan ve birbirleriyle iliĢkiselliği içinde
anlaĢılabilen bir anlamlar evrenidir. Bu evren, bir metin ve metindeki cümlelerin birbiriyle iliĢkiselliği
içinde anlaĢılabilmesi gibi düĢünülebilir. Geertz‘in en önemli katkılarından birisi ve bu çalıĢma
acısından dikkat çekilmek istenen tarafı, pozitivist geleneğin biliĢsel yorumuna karĢı çıkarak insan
zihninde, kalbinde yer alan bir biçimlenme olmadığını, kültürün zihinler arası ve varoluĢun özneler
arası zemininde kendisini ortaya koyduğunu vurgulamasıdır (Geertz, 1973). Öte yandan Scholte‘ye
göre Geertz, ―iktidarın poetiki‖ olduğunu anlamamızı sağlamaktadır. Fakat aynı zamanda bir de onun
―iktidarın politikası‖ ve ―iktidar politikası‖ vardır. Geertz bu konuda da bir Ģey söylemez. Fas ve Bali
etnografisinde sömürgeci Ģiddetinden, tahakkümden ve sömürüden bahsetmez. Çünkü Scholte‘ye göre,
―Geertz‘in gerçek ilgisi kültürel metinlerin sembolik anlamları üzerinedir. Bu anlamların üretimi ya da
431
onların sürdürülmesiyle ilgilenememektedir. Geertz, öncelikli olarak anlamla ilgilendiği için praksisle
tesadüfen ilgilenmektedir‖ (Ortner 1984 den aktaran Sholte,1986:10).
Ayrıca etnografik temsil tarzı olarak metin hem hermeneutiksel döngünün kendine göndermede
(self-referential) bulunan konumunun gerçekleĢmesini hem de açık uçlu sarmal etkisini
engellemektedir (Scholte 1986). Scholte‘e göre yazma, ötekiyle doğrudan karĢılaĢmada antropologun
―aktif rolü‘nü yadsıyarak ―ben‖i (self) korumakta, hatta gizlemektedir. ―Yazılı tarz ötekinin asla
gerçekten konuĢmadığını ima eder. Yoğun betimleme ‗yerli söylemi üzerine bir sınırlama kuralı‘dır
(Tedlock 1983:337, aktaran Scholte 1986:11).
Hermeneutik geleneği, tarih ve toplumla uğraĢan bilimlerin dayandığı epistemolojinin yerini yeni
bir epistemolojinin alması gerektiğini üzerine Ģekillenir. Buna göre, özne-nesne ayrımına dayalı
epistemolojinin yerini özne-önze iliĢkisi yani öznelerarasılık alır (Özlem, 1999:116). Bu, Ģu anlama
gelmektedir: Böyle bir epistemolojiyi takip eden bir kültür araĢtırmacısının bir ―bilen Özne‖ olarak
araĢtırdığı kiĢileri kendisinden bağımsız, ayrı bir ―nesne‖ olarak karĢısına koyamaz. Dahası böyle bir
anlayıĢ araĢtırıcı özne ve araĢtırılan nesne arasındaki iliĢkiyi yeniden tanımlama olanağı verir.
Hermeneutik yaklaĢımı bize hem yaĢam deneyimi üzerine vurgusu hem de ―özne‖ ve ―nesne‖
arasındaki sınırın/ayrımın belirsizliğini/muğlaklığını göstererek, etnografik karĢılaĢmada ―problametik
gözlemci‖ rolünü verir (Said, 1989). Ayrıca ―özne‖ ve ―nesne‖ arasında hiyerarĢik bir iliĢkinin
kurulmasını problematize eder. Bu vurgu, pozitivist epistemolojide kurulmuĢ olan ben/öteki,
―gözleyen özne‖ (araĢtırıcı) ve ―yaĢayan nesne‖ (artırılan) arasındaki tek yönlü iliĢkiyi reddeder. Bu
yaklaĢımdan bakıldığında bir etnografın daha genel anlamda kültür üzerine çalıĢan bir araĢtırıcısının, o
kültürü üst bir konumdan dıĢarıdan bir laboratuvar gibi görme olanağı olmadığı görülebilir. Öznelerarasılık bir kültüre iliĢkin bilgi üretmenin iki özne arasındaki diyalojik iliĢki ile mümkün olduğuna
dikkat çeker. Böyle bir üretme süreci, Ben‘in (self) in Öteki‘nin omzundan bir kültürü okumasından
farklı bir süreçtir. BaĢka bir deyimle etnografik giriĢim ötekinin gerçekliğini benin (self) okuması,
yorumlaması ve temsil etmesi değildir.
Etnografik giriĢimin ne olduğunu yeniden düĢünmek özneler arasılık nosyonuyla mümkün
olmaktadır. Etnografyayı ötekinin sınırlandırılmıĢ gerçeğinin deneyimlenmesi ve yorumlanması olarak
değil, daha ziyade iki veya çoğunlukla daha çok bilinçli politik olarak önemli öznenin yapıcı
müzakeresi (negotiation) olarak düĢünmemek gerekli olmaktadır (Clifford, 1988). Örneğin Geertz‘in
etnografik analizi, ―açıklama‖ yerine ―anlama‖yı vurgulaması, etnografik metnin bir yorum, bir kurgu
olduğunu söylemesi, bir kültürün tarih içinde kendi tikelliği içinde ve özneler arası zeminde
anlaĢılabileceğini göstermesi bakımından daha iyi bir etnografi yapmak için bize birçok yol
sunmuĢtur. Öte yandan onun yaklaĢımındaki eksiklikleri ve sorunlarla bahsetmeye çalıĢan diğer
etnografik yaklaĢımların, öteki kültürü daha iyi anlamamıza yardımcı olacak iç görü sağlayacağı
düĢünülebilir. Nitekim Fabian, etnografik giriĢimde ilk olarak meydan okunması gereken ben ve öteki,
araĢtırıcı ve araĢtırılan arasındaki hiyerarĢik iliĢki olduğunu ileri sürmektedir. Fabian‘ in epistemoloji
hakkındaki yaklaĢımını dikkat çekici yapan baĢka bir nokta, onun herhangi bir bilgi, kültür veya
toplumu donmuĢ tamamlanmıĢ bir yapı bir Ģey olarak görme eğilimi yerine, bir açık uçlu bir süreç
olarak görme eğiliminde olmasıdır. Bu bakıĢ bize etnografik bilgide değiĢimin nasıl mümkün
olabileceğine dair bir iç görü sağlar. Onun önerdiği ―objektif‖ etnografik bilginin üretimi bir süreç, bir
oluĢ içinde mümkün olabilmektedir. En önemlisi Fabian için etnografik bilgi sureci araĢtırılan ve
araĢtıran -ben ve öteki- arasında iletişim yoluyla üretken hale gelebilen bir yüzleşmeyle baĢlamalıdır.
Bu çalıĢmanın ana sorusu olan bir baĢka kültürü nasıl görmeli sorusunun yanıtını öğrenmeye
çalıĢmak, her etnografik giriĢimde yeniden üzerine düĢünülmesi, çalıĢılması ve pratik edilmesi
gereken bir sorunsaldır. Bu çaba için açık uçlu ve sürekli yeni soruların ve yeni yanıtların oluĢtuğu bir
çeĢit sürekli yolda olma durumu iyi bir yöntem olarak düĢünülebilir. DeğiĢmeyen hiçbir bireyin,
kültürün, topluluğun yani bir ―öz‖ un olmadığına inanarak, etnografik bakıĢ açısının diğer öznelerle
teorik ve pratik olarak kurulan iliĢkilerde, (özneler arası zeminde) sürekli yeniden oluĢan dünyadaki
birçok yorumdan sadece bir tanesi ve kısmı ve sınırlı olduğu hatırda tutulmalıdır. BaĢka bir deyiĢle
araĢtıran olarak üretilen bilgi sadece araĢtıranın bireysel üretimi değil; bu diğer insanlarla temasta,
karĢılaĢmada, yüzleĢmede ve her türlü etkileĢimde üretilen bir süreç, bir yoldur.
432
Buradan hareketle bu çalıĢmada Alevi bir söz ustası ve dedeliği aktif olarak gerçekleĢtirmeyen
fakat kendi topluluğunda dede olarak kabul edilen bir kiĢiyle ve daha sonra da tüm alan araĢtırma
boyunca çalıĢtığım bütün öznelerle yukarda tartıĢtığım meselelerin bir uygulamasını yapmaya gayret
edilecektir. Öncelikle bu araĢtırmada eleĢtirilen geleneksel pozitivist bilgi üretme süreçlerinden farklı
somut olarak, hangi alternatif yollarla daha iyi somut olarak etnografik bilgi üretilebileceği konusu
üzerinde durulmuĢtur. Çünkü bu sorunsal yetmiĢlerin sonlarında temsil krizinin baĢ göstermesi ile
birlikte etnografik çalıĢmalarda çokça gündeme gelmiĢtir. Bu sorunsalın sonucunda sosyal/kültür
bilimciler, çeĢitli toplumların, grupların ve bireyler kendileri hakkında ürettikleri farklı bilgi
süreçlerine ve kaynaklarına yöneldiler. Örneğin sinemadan edebiyata sanatın hardalından çeĢitli
anlatılara, günlüklere ve sözlü performanslara kadar birçok süreç bilgi kaynağı olarak, kültür
çalıĢmalarının dikkatini çekmeye baĢladı. Bu nedenle bu çalıĢmada Alevi kültürü üzerine bir etnografı
yaparken Richard Bauman‘ın (1977) gösterdiği gibi sözel performansı bir iletiĢim olayı olarak kabul
ederek ve Fabian‘ın yukarıdaki vurgusunu-etnografik bilgi surecinin, araĢtıran ve araĢtırılan arasında
ancak iletiĢim yoluyla üretken olan bir karsılaĢmayla/temasla mümkün olduğu- kabul ederek onların
sözlü performanslarına bakmayı, anlamayı, katılmayı (tabiî ki her bireyin kendi sosyal pozisyonundan
performansa katıldığının ve deneyimlediğinin farkında olarak) öneren perspektifi tercih edilmiĢtir.
Performans yaklaĢımı performansı bir çeĢit dil kullanımı, bir konumsa tarzı ve nihai olarak bir
sözel iletiĢim olarak tarif eder (Bakman 1977). Performansı bir iletiĢim olayı kabul ettiğimizde de bu
iletiĢimi sağlayan bütün öğeler, performansa katılan bütün öğeler ve onların arasındaki karmaĢık iliĢki
önem kazanır (konuĢan, onu dinleyen ya da alımlayan, mesaj ve bunların bir bağlamdaki karmaĢık
iliĢkisi). BaĢka bir deyiĢle Bauman‘ın dediği gibi performans, konuĢan kiĢinin dinleyiciye iletiĢimsel
becerisini göstermekle sorumlu olduğu sözel bir iletiĢim yoludur.
Dinleyen (burada araĢtırmacı) kiĢi performans yapana iletişim becerisini gösterme sansını veren
öğedir. Dinleyen/dinleyici sırasıyla performansı askıya alan ya da yürüten konuĢan/icra edene (burada
araĢtırılan) perfomansı için yer ve zaman sağlamak için hazır olan insan grubudur. Yani iletiĢimi
mümkün kılan- performansı gerçekleĢtiren ve iletiĢimin oluĢturucu bir öğesi olan- sadece
eyleyen/konuĢan/ araĢtırılan (burada) değil ayni zamanda dinleyendir. Bir halk deyimi bunu söyle
ifade eder: muhabbet dediğin iki baslı olur. Muhabbet bu anlamda performans kavramının
somutlaĢması olarak görülebilir. Muhabbet Alevi-BektaĢi toplumunda en genel anlamda ask ile
yapılan sohbet, görece ―derin ve samimi‖ sohbet olarak düĢünülebilir. Muhabbet kavramının tinselliğe
(spirituality) gönderme yapan bir boyutu da vardır ve ―en yüksek‖ seviyede bir gösterge sisteminin
kullanılmasına iĢaret eder.
Alanda Alevilik üzerine birlikte çalıĢtığım Alevi bir aktivist, alevi aydın, hikâye anlatıcısı ve ―söz
ustası‖ bir görüĢmemizde (2009) bu konuda söyle ifade etmiĢti:
―Muhabbet ile biz ortak bir anlam üretebilir ve paylaĢabiliriz‖. Bu bir ―ıĢık‖ olurmuĢ onun
için kutsal olandan ya da olmayandan alınan. Örneğin ―ben senle muhabbetimde konuĢurken bir
ıĢık almalıyım ki baksa insanlarla muhabbetlerimde bu ıĢığı verebileyim3…Örneğin benim
karĢımda oturan insana hiç bir ıĢık vermiyorsa ben de susarım. Ben salt konumsak için
konuĢmuyorum ki… benimle konuĢan insana bir Ģeyler söylemek isterim ondan birseller
duymak isterim. Bu yüzden ―cem‖ de insanlar daire Ģeklinde otururlar ki bir birbirleriyle göz
teması kurabilsinler. ġairin dediği gibi ‗ġeyhim ben seni dinlerken bütün organlarım göz olur‘.
Ama eğer dinleyici iyi dinlerse bunu fark edersin, senin atin Ģahlanır. Fakat gerçekten gönül
gözüyle mi (can kulağıyla ve sevkle dinlemeye gönderme yaparak) dinlemezse senin de ruhun
kaçar konumsak bile istemezsin… ‖
Bu görüĢme açıkça gösteriyor ki bir performans da dinleyicinin anlatan cevabı, geribildirimi,
anlatanın performans yeteneğini göstermesinin on koĢulu oluyor. AraĢtıran ve araĢtırılan (laf)
arasındaki muhabbette ise araĢtıranın gerçekten o performansa aktif olarak (bu dinleyici olarak ya da
her ikisi de olabilir) katılması ile bilgi üretme mümkün olabiliyor.
3
Bu nokta tam olarak öznelerarasılık kavramına tekabül etmektedir. Çünkü, insanlarla iletiĢim halinde çoklu
karmaĢık bir etkileĢim içinde öğreniyoruz, seviyoruz, kızıyoruz, inanıyoruz, hatırlıyoruz, bilgi üretiyoruz gibi
genel olarak tarih yapıyoruz.
433
GÖRÜġME VE ANALĠZĠ
Bu bildiriyi oluĢturan araĢtırma sorusunun sorulduğu ve görüĢülen diğer kiĢi olan Alevi dedesi ile
bu çalıĢmadan daha önce tanıĢılmaktaydı. Fakat bu çalıĢma boyunca onunla sürekli bir iletiĢim içinde
olundu ve bir dizi sohbet edildi. Bir araĢtırmacı olarak Alevi inancını, tinselliğini, evren anlayıĢını
hangi epistemoloji ve yöntem ile daha iyi anlayabileceğimizi, hangi alternatif bakıĢ acılarının daha iyi
bir etnografik bilgi üretmeye yardım edeceği farklı biçimlerde ona soruldu. O kiĢi yapılan bir dizi
sohbeti muhabbet olarak adlandırdı. Bu tanımlamaya katılmakla birlikte bu süreç çalıĢmada
öznelerarası bir bilgi üretme sureci olarak kavramsallaĢtırıldı. Çünkü söz konusu süreçte bilgimizin,
deneyimlerimizin, iletiĢim becerilerimizin içerildiği bağlam, sohbetlerin zemini oldu. Özel bir çaba
harcamasak bile hiçbirimiz muhabbette ayrıcalıklı bir konuma sahip olmadık.
Muhabbet boyunca olabildiğince ―objektif‖ olmaya çalıĢıldı ama araĢtırmacının değerden bağımsız
bir uzman olduğu da düĢünülmedi. Aksine araĢtırmacının, araĢtırdığı sosyal dünyanın bir parçası
olarak ve belli bir sosyal konumdan bir kimse olarak bilgi üretiminin farkında olarak yanlı
davranmamak için sürekli kendisi ve yaptığı etkinlik üzerine eleĢtirel düĢünmesi gerekir. Zaten o kiĢi
de dini bir ―uzman‖ olarak katılmadı muhabbete. Bu muhabbetler iki perspektifi bir araya getirdi.
Üzerinde düĢünülmesi gereken ikinci sorun ise etnografik açıdan üretilen bilginin nasıl temsil
edileceğiydi. Sürekli olarak yapılan açık uçlu sohbetler boyunca defalarca araĢtırmacı özne kendi
metnini diğer özne de kendi metnini yeniden yeniden üretti. Fakat aslında her ikisinde metinler,
muhabbetin sonucu üretilen bilgilerin bir yorumundan oluĢtu.
Bu görüĢmeler boyunca olabildi kadar "nesnel" olmaya çalıĢıldı. DüĢünceler ve edilmelere iliĢkin
eleĢtirel düĢünmeye gayret edildi. Aynı Ģekilde görüĢülen kiĢi de bir din uzmanı olarak davranmadı.
Bu görüĢmeler iki kiĢinin bakıĢ açılarını bir araya getirdi. Üretilen bilginin nasıl sunulacağı hakkında
karar verme zamanı gelmiĢti. Bu da etnografının yol açtığı baĢka bir sorunsaldı.
AraĢtırmacı bilgiyi kimden elde ediyordu ve hangi izleyici için bu bilgiyi üretiyordu?
AraĢtırmacı kendi metnini yazmaya çabaladı araĢtırılan da kendi metnini. Yapılan görüĢmeler
alıntılar yapılarak süreç içerisinde yorumlandı. Bu yazıya dökülen kuramların esas vurgusunu etkiledi.
Böylesi bir giriĢim, pozitivizmin ötesinde hayata geçirmeye niyetlendiğimiz etnografik
tartıĢmalarımızın ana ilkesini etkiledi. Ġki kiĢi arasındaki minimal bir deneyim olsa da, alıĢıldık
yöntemlerin ve epistemolojilerin dıĢına çıkmakta birçok soruyu da beraberinde getirdi. Örneğin,
üretilen bilginin doğru ve kıymetli olduğunu hangi kriter gösterir? Ġki metin aynı sorundan ortaya
çıktı. GörüĢen e görüĢülen kiĢiler bu soruyu kendi bakıĢ açılarından yanıtladı. Mesele doğrudan kiĢinin
inançları ve evren kurgusu ile iliĢkili olduğu için bir baĢka soru(n) da bir yandan iki farklı gerçeklik
algısından konuĢuluyor oluĢu diğer yandan da bu iki algı düzeyinin iki ayrı kategoriye yerleĢtiriliyor
oluĢu. Ġki taraf birbirini ancak bu iki zihniyetin birbiriyle ilgili süreçler olarak kavradığı zaman
anlayabileceğini düĢündü.
Söz konusu kiĢiye, "sır"rın araĢtırmacıya nasıl açıklanabileceğini soruldu veya Hazreti Ali'nin ya
da Aleviliğin anlamının nasıl açıklanacağını? GörüĢülen kiĢi, "Hazreti Ali'nin bir sözü vardır 'yanlıĢ
soruya doğru cevap verilmez'" dedi. Ona göre böylesi doğrudan bir soru geçersizdi, çünkü bu sorunun
yanıtını arayan insan bu soruyu böyle sormamalıydı. Ġlkin, kendisi (Alevi inancının ölçülerine göre)
bir içgöçü, bir olgunluk kazanacağı bir yola girmeliydi. "Sır"rın ne olduğun öğrenmek isteyen kiĢi
önce kendisini evrenin bütününden ayrı bir varlık gibi görmesine neden olan gururun ve kibirin
üstesinden gelmeliydi. "Sır"rı araĢtıran insan, kabuğundan sıyrılıp kendisini ifade etmeli, kendisini
rahatsız edecek riskleri üstlenmeli. Yani, her Ģeyden önce kendi varlığını soruĢturmalı.
Ona göre sırrın gerçek sahibi Allah'tır. Eğer kiĢi sırrı öğrenmeyi hak etmiĢse, eğer bu kiĢi sırrı
anlayacak olgunluğa sahipse, Allah sırrı ona bir aracı vasıtasıyla bahĢeder. GörüĢülen kiĢi, bilgenin,
dedenin, derviĢin sırrın gerçek sahibi olmadığını vurgular. Onlar, sırrı ancak gerektiği zaman,
Tanrı'nın iradesiyle beyan ederler. Bazen, inanç sahibi gerçekten bu sırrı öğrenmek istiyorsa, bu
aracılığı herhangi bir varlık üstlenebilir. Sözü edilen kiĢi, Allah'ın, "bana doğru bir adım at, ben sana
doğru on adım atayım" dediğini ifade etti. Aslında, sevgiyi hiç yaĢamamıĢ olan birine sevgi nasıl
öğretilir ki? Ona göre, kiĢi önce kendisinin, ailesinin ve toplumun sırrına vakıf olmalıdır. KiĢi, ancak
bundan sonra ötekinin sırrına vakıf olabilir.
434
"Birine sırrı ifĢa etsem, o kiĢinin yüreğinin gözü yoksa o sıradan ne anlar ki?" Örneğin,
8x4=32+10=42/2=21 desem, baĢka bir algı düzeyindeki insan için ne ifade eder ki bu? Sır en baĢtan
itibaren saçma ve akıldıĢı gelecektir. Dolayısıyla, bu önyargılı insana ne derseniz deyin hiçbir Ģey
değiĢmeyecektir. Ona göre, "sır", akıl yoluyla kavranamaz; bu yüzden insanlar zihinlerini geniĢletip
gönül gözlerini açmalıdır. Ruhunu arıtmayı öğrenmemiĢ insanlar ruhun sırlarına eriĢemezler. Yani
sırrı anlamak için kiĢi onu (düĢünce, eylem ve arzu anlamında) hayatına katmalıdır. Örneğin,
matematikteki türevsel kavramının temel ilkelerini nasıl öğreniyor ve uyguluyorsanız aynısını sırrı
öğrenmek için de yapmalısınız. Ona göre,
"eğer kiĢi, gönül gözüyle bakmadan sır yoktur diyorsa, diğer bir deyiĢle kiĢi baĢka bir
algı düzeyindeyse geri adım atmalıdır; çünkü o kiĢi kendi bildiğinden ötesini görmek
istemez. Ama bu insanlar ne zaman çaresiz kalsa Allah onlara yardım eder. Bilge bir kiĢi gibi
ben de böylesi bir ruh haline sahip insanlara müdahale etmekten korkarım. Çünkü tek bir
hakikat gibi kurdukları dünyada bu insanların mutlu olduklarını düĢünürüm". Sırrın
olmadığına inanan ve bu bakıĢ açısına sahip olmaktan memnun olan insanların istedikleri
gibi yaĢamaları gerektiğini vurgular. Onlara müdahale etmek istemeyiz ki onlar da bizim
hakikatlerimize müdahale etmesinler."
GörüĢülen kiĢi sonra bir mecazla sürdürür konuĢmasını: "Örneğin, bir kiĢiye aĢık olduğunuzu
düĢünün. Sevdiğinizin fikrinizdeki modele uymadığını farz edin; bu durumda, aĢkın olmadığını söyler
miydiniz? Olmadığını söyleseniz bile, aĢk sürüp gidecektir. Birçoğu aĢk için yaĢar ve ölür. Eğer
bazıları hayatlarının mantıklı olduğunu düĢünüyorsa, bırakın sürsünler o hayatlarını. Ama aĢkı
anlamak istiyorsanız, aĢık olmanız gerekir". Bütün söyleĢi boyunca, sırrı öğrenmenin bir sürü yolu
olduğunu fakat bunun herhangi bir reçetesinin olmadığını vurguladı. Ona göre, eğer kiĢi sırrı
gerçekten öğrenmek ve yaĢamak istiyorsa bütün kapılar önünde açılacaktır. Ama kiĢi eğer, bu bilgiyle
meĢgul oluyorsa, bu bilgiyi baĢkasına maddi olarak aktarıyorsa (ben buna özne-nesne ikiliği diyorum),
eğer kendisini bu maddiyata dıĢarıdan bakan biri olarak görüyorsa, asla gerçekliğe vakıf
olamayacaktır.
O kiĢiyle muhabbetimiz sonrasında da devam etti, hala da devam ediyor, amacımızı
muhabbetimizi metne dökmek. Muhabbeti (görüĢme değil) metne dönüĢtürmenin geleneksel etnografi
sınırları içinde bazı sorunlara yol açacağını düĢündük. Bu süreç (sadece temsil süreci değil bilgi üretim
süreci de) kendi deneyimlerimiz içersindeki müzakereler tarafından belirlenecektir. BaĢka bir deyiĢle,
araĢtırmacıyla araĢtırılan arasındaki diyalog/süreç ürünlerimizi Ģekillendirecektir. Ġlk telefon
konuĢmasından sonra, kendi amacını ve vurgusunu da ekleyerek anımsadığı Ģeyleri yazıya döktü. Bu
sunumu onun metniyle bitirmek istiyorum. GörüĢülen kiĢi de ben de ötekini anlamak için ilk yapılması
gereken Ģeyin, kendiyle öteki, bilenle bilinen arasındaki ikili karĢıtlıklara meydan okumak olduğuna
inanıyoruz. Bu çalıĢmanın veya uygulamanın bize hayatımızdaki baĢka ikiliklerin üstesinden gelmeyi
öğretmiĢ olduğunu umuyoruz.
Mistik deneyimler yaĢamıĢ bireylerin dünyası nasıl araĢtırılabilir? Bu araĢtırmlarada eksik kalan
nedir? AraĢtırmacı hangi yöntem veya yöntembilimle çalıĢmalıdır? Anlamak için gerçekliğe nasıl
ulaĢılabilir? Akademik zihniyetin, insanın manevi, mistik hallerini anlamadaki sınırları nedir? Bu
sorular aracılığıyla meseleyi geniĢletebilir, bu yolla bilimcilerin mistik dünyayı anlamasını sağlayacak
bir yol bulabiliriz.
Bir mistiği araĢtıran araĢtırma ilk önce ne aradığını bilmelidir, çünkü insan aradığını kendinde
bulur. Evren bir denge olduğuna göre, bu dengenin saf bir aynası olmak isteyen insan sadece,
karĢısındaki insana karĢıtını yansıtan bir ayna olarak davrandığı sürece baĢarılı olabilir. Bu da
demektir ki, bir araĢtırmacı beni bir nesne olarak düĢünürken ben araĢtırmacıyı Allah'ı kendi içinde
anlamak isteyen bir insan olarak algılarım; araĢtırmacı bir yazı ortaya çıkarmak ister, benden bir
mesele çıkarmak ister, ben kendisinin içindeki hazineyi keĢfetmesini dilerken araĢtırmacı benden
özgün bir Ģeyler koparmak ister; araĢtırmacı benim endamıma bakar, giysilerime, davranıĢıma,
ibadetime ve kelamıma bakar bense onun haline, gönlüne bakarım. Ama ben asla kendimi göstermem,
kendimi göstermeme gerek yok; çünkü ben de, yaradanla kurduğum iliĢki de benim mahremimdir,
benim hakikatimdir. SabitlenmiĢ bir halim değildir benim; yaradanın nefes ve daimi bir çaba
aracılığıyla hissedilmesi gereken bir haldir bu. Donduramazsın bunu, sahiplenemezsin ama anladığım
435
kadarıyla sen bunu dondurmak istiyorsun. Allah'ın etkin olduğu yerde, sadece Allah etkindir. BaĢka
biri -ben olayım baĢkası olsun - burnunu soktuğunda Allah geri çekilecek kadar mütevazıdır. Çünkü
Allah, kulunun özgür iradesine saygı duyar. Onlara göz kulak olur, anlayıĢlarını esirger, hakikat olarak
kabul eder ve kulunun kendi gücüyle geliĢmesini sağlar. Allah hakikatleri dayatmaya çalıĢan bir zorba
değildir. "Gönlünün sarayını temizle ki sultan gelsin de burada gecelesin" deyiĢindeki gibi, bizi
anlamak istiyorsan kendini yok etmelisin, bizim seni ziyaret edebileceğimiz bir saflığa eriĢmelisin,
aksi takdirde sana geldiğimizi zaman, seninle buluĢtuğumuz zaman bu irade sana yük olacaktır, sen de
onu yaĢayamayacaksın". Senin kavrayıĢın anlamında senden hiçbir Ģey saklamıyoruz ama aynı
zamanda senin de bilmediğin birçok Ģey var. Ama bu bilgi senin iĢine yaramayacaktır, sana ancak yük
olacaktır. Allah kimseye taĢıyabileceğinden fazla yük yüklemez". Bu bilginin kapıları neyi aradığı
bilmekle açılır. Yani, sen bana sorsan, "biz gerçekten seni araĢtırmak istiyoruz, ne yapmalığız?" diye.
Ben de size sorarım "bende ne bulmak istiyorsun?" diye. Çünkü bizler birer aynayız, birbirimizi
yansıtırız. Ama hayretlere düĢürecek bir malzeme üzerine yazmak isterseniz, veya kendi akademik
çalıĢmalarınızı tatmin etmek isterseniz, o zaman ben sizi doğrudan eylemimize, halimize hareketimize
ve kıyafetlerimize bakmanıza yöneltirim. Ama onlar bizi anlatmaz, onlar bizim dıĢsal kabuklarımızdır
farklı zamanlarda biçimlendirilen. Muhabbet iç dünyamıza iĢlemelidir.
Kendisi hakkında güçlü varsayımlara sahip bir kiĢiyle yapılan muhabbetle, kendisini muhabbetin
akıĢına bırakan bir kiĢiyle yapılan muhabbet arasında büyük fark vardır. Yani, ilk anılan muhabbet su
ile taĢın karĢılaĢması gibidir. Su taĢın üzerindeki tozu toprağı götürür ve birazcık taĢa benzer,
çamurlanır biraz. TaĢ da suyla yıkandığı için biraz rahatlar. Ama muhabbetin sonunda taĢta su da ayrı
varlıklar olarak kalır; taĢ taĢtır, su da su. Zaman geçtikçe taĢ kurur, sudan geriye iz kalmaz, su da
durulunca, toz toprak dibe çöker. Bilimciyle (taĢ) derviĢin (su) karĢılaĢması bu karĢılaĢmaya benzer.
Muhabbet için ille de bilimci veya derviĢ olman gerekmez, muhabbete nasıl girdiğin önemlidir, hangi
beklentilerle girdiğin, bittiğinde hangi halde olduğun önemlidir. Çok önemli bir ilkedir bu. Ama
durum Ģöyleyse sorun var demektir: Bu karĢılaĢmadan hiçbir hakikat çıkmaz, bilimci derviĢi anlamaz,
derviĢ de bilimciyle samimi bir temas kuramaz. Bu durum bize, insanları ancak fiziksel olarak
algıladığımız çarĢıda alıĢveriĢe benzer.
Ġlk örneğe dönecek olursak, kırık bir taĢla suyun buluĢmasındaki birleĢme, kırık olmayan bir taĢla
suyun karĢılaĢmasındakinden daha güçlüdür. UfalanmıĢ bir taĢla suyun buluĢması da bize baĢka türlü
bir karĢılaĢmayı hatırlatır. Bu anlamdaki bir muhabbet içinde olabildiğince bilgi ve erdem elde etmeye
çalıĢmalıyız. Sen elde edip dönüĢtükçe, bilge kiĢi/derviĢ, senin iç dünyanı paylaĢmaktan ve senin
üzerinden Allah'ı deneyimlemekten hoĢnut olacaktır.
Böylesi bir deneyim muhatabımızın dünyasına zihnimizdeki kategoriler olmaksızın bakmak
demektir, derin bir duygudaĢlık ve farkındalık halidir. Aslında böylesi bir paylaĢımı yaĢayan kiĢi
değildir muhabbete gelen, Allah o kiĢinin soluğuna nüfuz etmiĢtir. Bu, sualtına hiç dalmamıĢ birine
sualtını anlatmak gibidir, çocuğu olmayan bir kiĢinin karĢısında çocuğunun bokundan zevkle bahseden
kiĢinin durumu gibidir. Ama biz insan olarak bu halleri bilir ve yaĢarız.
Muhabbetin varlıklar üzerinde yarattığı büyük değiĢiklikler de vardır. Bu, taĢın kum olup suya
dönüĢmesi ve nihayetinde bilgeleĢmesidir. Size imkânsız gibi gelen Ģeyler gerçek olabilir, çünkü insan
özüne eriĢmek üzere derin bir hayat yaĢamak için fıtratını değiĢtirmelidir.
Bize göre, siz hayatta birçok sorunlar yaĢayan, bu sorunlarla nasıl baĢa çıkılabileceğini bilmeyen
insanlarsınız. Bu anlamda, içinizdeki insanlığın uyanması için gönüllerinizin kıyısında dua ediyoruz.
Ama siz bizden, bizim size zarar verdiğini düĢündüğümüz öğrendiklerinizden dolayı kurduğunuz
dünyanın anlamsızlığını takdir etmemizi istiyorsunuz. Emin olun ki bibim bu dünyayla bir sorunumuz
yok; biz bu dünyanın ıstıraplarına ve sefilliğine katlanabiliriz, çünkü biz bu maddi dünyayı
gönlümüzden çıkardık, dünyanın üstesinden geldik ama sizin de bu dünyanın ağır yükünden kurtulup
kendinizi bulmanızı istiyoruz. Ama biz biliriz ki insan böyle değildir ve kim olduğunuzu öğrenene dek
sabırla beklemeyi de biliriz. Ne zaman ki bunu öğrenmek istersiniz, emekleyen bir bebeğe eĢlik eder
gibi size eĢlik edeceğiz, insan gibi ayağa kalkıp yürüdüğünüzü görmekten mutluluk duyacağız. Böyle
ayağa kalkıp, dirilince siz, biz de çıkacağız odamızdan (bizim olduğunu sandığımız dünyadan) ve
dıĢarıda (insanların ortak dünyası) birlikte olacağız. Allah maddiyatın hükmündekilere merhamet ve
huzur bahĢetsin.
436
SONUÇ
Bir araĢtırmacı ne ötekileĢtiren ne de öteki olan bir konumu aramalı. Bir araĢtıran ve araĢtırılan
olarak araĢtırdığım dünyanın bir parçası olduğumu kabul etmeli. Sadece kendi üstüne düĢünmek (selfreflection) değil fakat görme, yorumlama ve temsil etmenin bütün yolarının üzerine eleĢtirel olarak
düĢünmenin gerekliliğine inanmalı. Bir araĢtırıcı olarak araĢtırma konusunun seçiminden araĢtırma
sonuçlarının dağıtımına kadar olan bütün süreçte etik ve politik bir farkındalık‘ın daha doğru ve iyi
etnografik bilgi sağlamada önemli olduğunu düĢünmeli.
Belki de anlamanın en önemli yollarından biri muhabbettir. Muhabbet iki varlığın birleĢmesi bir
araya gelmesidir. Muhabbet varlıkların zaman ve imkân sorunları olmaksızın birbirlerini anlamak için
kurdukları bir iliĢkidir. Muhabbet ve neticesi muhabbete katılan varlıkların elde ettikleri bir sonuçtur.
Mistik olan muhabbetin sınırını bilir, çünkü o sizin haberdar olmadığınız bir açıdan bakar size.
KAYNAKÇA
Asad, T. (1973). Anthropology and The Colonial Encounter. London: Ithaca Press.
Clifford, J. (1988). On Ethnographic Authority. In The Predicament of Culture: Twentieth-Century
Literature, Ethnography and Art. Boston: Harvard University Press, pp. 21-54.
Fabian, J. (2001). ―Ethnographic Objectivity: From Rigor to Vigor.‖ In Anthropology with an Attitude:
Critical Essays. Stanford: Stanford University Press. pp: 11-32.
Jordan, S. and Yeomans, D. (1995). ―Critical Ethnography: Problems in Contemporary Theory and
Practice.‖ In British Journal of Sociology of Education. 16 (3): 389.
Özlem, D. (1999).Siyaset, Bilim ve Tarih Bilinci. Ġstanbul: Ġnkılap. [Politics, Science and Historical
Consciousness]
Said, E. (1985). Orientalism. London: Penguin
437
A12 OTURUMU
KÜLTÜR-SANAT-III:
MODERNĠTE EKSENĠNDE KÜRESELLEġME
438
TÜRKĠYE‟DE EKONOMĠK SEÇKĠNLERĠN KÜRESELLEġME SÜRECĠNDEKĠ
DÖNÜġÜMLERĠ: ĠLĠġKĠ AĞLARI, DEĞERLER, KÜLTÜR GÖSTERGELERĠ
Ali ERGUR1
Sibel YAMAK2
ÖZET
Türkiye, 1980‘li yıllardan bu yana neo-liberal ekonomi politikalarının yönlendirmesinde,
küreselleĢme sürecinin etkin unsurlarından bir tanesi haline gelmiĢtir. Bu çoğul dönüĢüm süreci,
Türkiye‘de toplumun farklı kesimlerini farklı biçimlerde etkilemiĢ ve etkilemektedir. ĠĢ dünyası, diğer
toplum kesimleri içinde, küresel kapitalizmle bütünleĢme bağlamında ayrıcalıklı bir yer tutmaktadır.
Bu nedenle, disiplinlerarası (iĢletme bilimi, sosyoloji, siyaset bilimi) bir anlayıĢla Türkiye‘nin
ekonomik seçkinlerinin küreselleĢme bağlamında nasıl dönüĢtüklerini anlamaya yönelik bir araĢtırma
projesi tasarlanmıĢtır. Büyük çoğunluğu 2010 yılı içinde gerçekleĢtirilen toplam 64 derinlemesine
mülâkat sonucunda, hem Ģirketlerin yapılarının, hem yöneticilerin kültürel özelliklerinin nasıl
dönüĢtükleri çözümlenmeye çalıĢılmıĢtır. Ġstanbul Sanayi Odası‘nın her yıl yayınladığı en büyük 500
firma listeleri, 1968‘den bu yana taranarak, tesadüfî örneklem yoluyla görüĢmecilerimiz belirlenmiĢtir.
Grup ya da Ģirketin en üst düzey icra yetkisine haiz yöneticisiyle ayrıntılı mülâkatlar
gerçekleĢtirilmiĢtir. Ayrıca örneklem, coğrafi olarak da dağıtılmıĢ, 13 bölgeye yayılmıĢtır. Projenin
çeĢitli boyutları olmakla birlikte, bu bildiri, özellikle Pierre Bourdieu‘nün sermaye olgusuna getirdiği
çoğulcu yaklaĢım ve ‗ayrımlaĢma‘ kavramı ekseninde kurgulanmıĢtır. Diğer yandan, baĢta Mark
Granovetter olmak üzere, ağ kuramcılarının yaklaĢımları çerçevesinde, iĢ dünyasının iliĢki ağlarının
(çoğunlukla iĢ adamı dernekleri) değerlendirilmesi yapılmıĢtır. Her yeni ekonomik seçkin grubunun,
aynı zamanda belli bir tarihsel bağlamın ürünü olduğu, her iliĢki ağının da bunu somutlaĢtıran, küresel
pazara eriĢimi kolaylaĢtıran bir sistem olduğu savlanmıĢtır. Bunların bir iĢlevi olarak, değerler de hızla
değiĢmektedirler. Bu değiĢme ise kültür göstergelerinde (kültür beğenileri, tercihleri, tüketimleri)
somutlaĢmaktadır. Bildiri, iliĢki ağları, değerler ve kültür göstergeleri üzerinden yapı ve zihniyet
dönüĢümlerini tartıĢmayı hedeflemektedir.
Anahtar sözcükler: Ekonomik seçkinler, küreselleşme, ilişki ağları, sosyal sorumluluk, değerler,
kültür.
ABSTRACT
Since 1980's, Turkey has become one of the most effective actors in the globalization process
through neo-liberal economic politics. This multiple transitional process has been affecting in different
ways on different social groups in Turkey. The business world has an important role in the other parts
of society in the context of the global capitalistic integration. Therefore, with the help of the
interdisciplinary concepts (management studies, sociology and political science), this research project
is created for figuring out how the economic elites in Turkey were transformed around the context of
globalization. As a result of the 64 in-depth interviews, mostly realized in 2010, we tried to show how
the transition of companies' structures and also transition of managers' cultural personalities is
working. Scanning all the lists of largest 500 firms which are announced every year by the statistics of
Istanbul Chamber of Industry, we determined our interviewees through random sample. The detailed
interviews are actualized with the current manager to discuss about the executive authority in the
group or in the company. Besides, the sample is divided and diffused geographically by 13 regions.
Including also the other diversified dimensions, this declaration is constructed specially on the Pierre
Bourdieu's rotation which is about the pluralistic approach to the concept of "capital" and the concept
of "differentiation". On the other side, in the frame of network theorists' approaches, currently leading
Mark Granovetter, the business networks (mostly businessmen associations) are evaluated on this
research which argues that every new economic elite group is also a certain product of historical
1
2
Prof.Dr., Galatasaray Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü,
[email protected]
Prof.Dr.Galatasaray Üniversitesi, ĠĢletme Bölümü,
[email protected]
439
context and every business network is a system which formalizes this product and simplifies the
access to the global market. As a function of that, the values are changing rapidly. However, this
transformation is formalized by cultural indicators (like cultural tastes, choices, consumptions). So,
this paper aims to discuss the structure and the transition of mentality at the business networks, values
and cultural indicators.
Keywords: economic elites, globalization, business networks, CSR, values, culture
GĠRĠġ
Türkiye toplumu çok hızlı değiĢen ve dinamik bir yapıdır. DeğiĢmenin mantığını
çözümleyebilmek için, Türkiye‘nin mâruz kaldığı dönüĢtürücü güçlerin neler olduğunu ve bunların
küresel bağlamdaki mahiyetlerini iyi ortaya koymak gerekmektedir. Türkiye‘nin dönüĢümünü
anlamak için hem yerel, özgün, kendi tarihiyle bağıntılı olgular hem küreselleĢmeyle ilgili olanlar aynı
anda dikkate alınmalıdırlar. Nitekim Türkiye‘nin toplumsal dönüĢümü, bir yandan iç dinamiklerin
diyalektiğine diğer yandan Dünya ölçeğinde bütünleĢik ekonomik ve kültürel hareketlere bağlıdır.
Üstelik Türkiye, Batı Avrupa‘nın belli bir zaman dilimi içinde ardıĢık olarak yaĢadığı üretim biçimi
dönüĢümlerini, farklı biçimlerde de olsa hem hızlandırılmıĢ hem eĢzamanlı olarak deneyimlemektedir.
Böylece Türkiye toplumu, hızı ve hacmi azalmakta olan bir kırdan kente göçü hâlâ yaĢamakta, kentler
yeni bir kültürel dönüĢüme tâbi olmakta (kentlileĢme), değerler ve yaĢam tarzı anlamında köylülükten
kentliliğe geçiĢ sürmekte, tarım toplumundan sanayi toplumuna ama aynı zamanda sanayi-sonrası
topluma geçiĢ süreçleri eĢzamanlı olarak yaĢanmaktadır. Türkiye, üç yüzyıldan beri modernleĢen bir
toplumdur. Ancak bu modernleĢmenin çeĢitli kırılma ve kopuĢ anları olduğu kadar, evrimsel ve
reformcu anları da mevcuttur. Üstelik bugünün Türkiye‘sinde her toplum kesimi belli bir
modernleĢme içinde olmakla birlikte, küreselleĢme ve kapitalistleĢme derecesine bağlı olarak her
katman farklı hızda değiĢmektedir. Türkiye‘deki toplumsal çatıĢmaların önemli kaynaklarından biri
budur. ModernleĢme tarihi boyunca, bu çatıĢma hatları üzerinde ilericilik-gericilik tartıĢmaları ortaya
çıkmıĢtır. Siyasi anlamda direniĢ ve geriye dönüĢ (irtica) eğilimi sergileyen akım ve aktörler, yalnızca
bir inanç veya kültür konusu üzerinden çatıĢma tarafı olmazlar; aynı zamanda ve daha derinde
toplumsal dönüĢümün yönü, ortaya çıkmakta olan yeni üretim iliĢkilerinin doğası ve kendilerinin
bunlar içindeki yerleri konusunda kaygılar yaĢarlar. Tepkisel direniĢçi tutumların baĢlıca nedeni,
paylaĢım düzenindeki köklü değiĢmelerdir. Muhafazakâr düĢünce ve davranıĢ kalıpları bu çatıĢma
hatlarının vazgeçilmez bir unsuru olarak, toplumsal değiĢmenin hızlandığı her anda güçlenmiĢtir.
Türkiye‘de muhafazakârlık olgusu çeĢitli dönemlerde hep gündemde olmuĢ bir konudur. Bununla
birlikte, son yıllarda özel bir gündem maddesi oluĢturmaktadır. Günümüzdeki muhafazakârlık ve
muhafazakârlaĢmaya yönelik tartıĢmalar, bu nedenle Türkiye‘nin deneyimlemekte olduğu çoklu ve
küreselleĢme bağlamındaki dönüĢüm sürecinin önemli bir belirtisi olarak okunabilir. Farklı toplum
kesimlerinin bu dinamik ortamda, özellikle küreselleĢmenin etkileri karĢısındaki tavırları kuĢkusuz
birbirinden farklıdır. Ancak bunların arasında sanayileĢmenin ve küresel finans ekonomisinin önde
gelen aktörleri olan iĢ dünyası seçkinlerinin uyum ve direniĢ stratejilerinin anlaĢılmasının merkezi
önemde olduğuna kâni olarak, söz konusu grup üzerinde 2010-2011 yılları içinde bir araĢtırma
gerçekleĢtirdik. Ġstanbul Sanayi Odası tarafından yayınlanan ―en büyükler‖ (1967-1974 arası ilk 100,
1975-1984 arası ilk 300, 1986‘ten bu yana ilk 500 olarak yayınlanmıĢtır) listeleri yayınlanmaya
baĢladıkları 1967 yılından beri taranmıĢ, (1) bu listelerde daima var olmuĢ olanlar, (2) bir süre var olup
sonra yok olanlar, (3) 1990‘ların sonları ile 2000‘li yıllarda listelere girenler, üç farklı tipte sermayeyi
temsilen tesadüfi örneklem yoluyla araĢtırma kapsamına alınmıĢtır. Bu bağlamda Ģirket veya grup icra
erkinin en üst düzey temsilcisi (genellikle yönetim kurulu baĢkanı veya üyesi, CEO, bazı durumlarda
da genel müdür) ile derinlemesine görüĢme yapılmıĢtır. Toplam 13 ile dağılmıĢ olarak toplam 64
görüĢmeciyle en kısası 30 dakika, en uzunu 2 saat 50 dakika süren görüĢmeler sırasında, görüĢülen
kiĢinin aile kökenleri, kendisinin ve aile efradının baĢta eğitim olmak üzere bazı demografik
özellikleri, giriĢimci geçmiĢi, kariyeri, Ģirket hakkında ekonomik veriler, Ģirketin kuruluĢ öyküsü,
siyaset ve siyasetçilerle iliĢkiler, kurumsal sorumluluk anlayıĢı ve uygulamaları, nihayet kültür tercih
ve tüketimleri, hakkında sorular yöneltilmiĢtir. AraĢtırma ekibi bir iĢletme bilimci, bir toplumbilimci
ve bir siyaset bilimciden oluĢmuĢtur. Bu Ģekilde çoklu bir bakıĢ açısı geliĢtirilmeye çalıĢılmıĢ,
disiplinler arası bir çalıĢma esası benimsenmiĢtir. Ayrıca görüĢmeler öncesi, sırası ve sonrasında
440
gözlem notları alınmıĢ, özellikle ziyaret edilen çalıĢma mekânları (görüĢmecinin ofisi) bir ikonografik
çözümleme sahnesi olarak kavramsallaĢtırılarak, içerdiği göstergeler bakımından incelemeye tâbi
tutulmuĢtur. Bu metinde, bu görüĢmelerden elde edilen verilerin bir kısmının kısıtlı bir tartıĢması söz
konusudur. Bu bağlamda, ekonomik seçkinlerin iliĢki ağları (toplumsallaĢma çerçeveleri), sosyal
sorumluluk anlayıĢları (toplumsalla iliĢkilenme biçimleri ve toplum tahayülleri) ve kültür göstergeleri
(yaĢam biçimleri ve değerler) alanlarına bir bakıĢ geliĢtirmeyi, bu suretle muhafazakârlığın Türkiye‘de
edindiği yeni anlamlar üzerinde kısa bir tartıĢma yapabilmeyi umuyoruz. Bu nedenle, ekonomik
seçkinlerin dönüĢümündeki muhafazakârlık boyutunu irdelemeyi gerekli buluyoruz.
KÜLTÜRLENME ĠLĠġKĠLERĠ OLARAK Ġġ DÜNYASI AĞLARI
AraĢtırmamız, bize iĢ dünyasında muhafazakârlık olgusunun önemli ölçüde taktik bir olgu
olduğunu gösterdi. Hızlı değiĢen ekonomik ortamda, küreselleĢmeye ayak uydurma çabaları içinde
muhafazakârlık bir çeĢit koruyucu kalkan görevi görmektedir. Muhafazakârlığın bu taktik algılanıĢ ve
bir kimlik stratejisi olarak kullanılıĢını üç alan üzerinden gösterebiliriz: (1) ĠĢadamı iliĢki ağları
(dernekler); (2) sosyal sorumluluk kavramının algılanıĢı ve uygulamaları; (3) çalıĢma mekânlarının
simgesel anlamları. ĠĢ dünyası üzerine daha ziyade gazetecilik dili ve kategorileriyle geliĢtirilen kimi
genel geçer kavramsallaĢtırmaların fazla toptancı yargılar içerdiği, gerçekliği tam olarak yansıtmadığı,
araĢtırmamızın bulgularında ortaya çıkmıĢtır. Örneğin ―yeĢil sermaye‖, ―Anadolu Kaplanları‖ gibi
adlandırmalar veya Ġstanbul sermayesinin mutlak anlamda küreselleĢmiĢ ve seküler dünya görüĢünün
savunucusu olduğuna dair ön kabuller her zaman tamamıyla doğru görünmemektedir. KuĢkusuz,
Türkiye‘nin son on yılında, küresel kapitalist ekonomiyle bütünleĢmenin hızı artmıĢ, bunun
sonucunda, Anadolu‘nun çeĢitli kentlerindeki geleneksel ve kapalı ticaret, yerini hızla uluslararası
ekonomik hareketliliğe bırakmıĢtır. Bunun sonucunda hızla geniĢleyen ve modernleĢen bir sermaye
sınıfı belirginleĢmeye baĢlamıĢtır. Hâli hazırdaki siyasi iktidara verilen destek, toplumbilimsel
anlamda, aslında bu eğilimin toplumun genelinde ne kadar benimsenmiĢ olduğunu göstermektedir.
Küresel pazara eriĢimde her ne kadar Marmara Bölgesi‘nin, diğer bölgelere kaynak sağlayıcı
ayrıcalıklı bir yeri bulunsa da (Buğra ve SavaĢkan, 2010: 96) Anadolu kentlerinden Dünya‘ya açılma
eğilimi artmakta, iliĢki ağları sayesinde özerkleĢme yönünde giriĢimler de gözlemlenmektedir. Küresel
ekonomiye eklemlenme, birçok yerel ekonomik aktöre doğrudan küresel pazara eriĢme olanağını
sunmuĢtur. Bu süreç karĢısında giriĢimciler edilgen bir konumda kalmadan, küresel pazara açılmak
için gerekli hırsı ve beceriyi geliĢtirebilmiĢlerdir (Keyman ve Lorasdağı, 2010: 272).
Yeni ekonomik seçkinler, ekonomik anlamda büyürken, yerleĢik ekonomik seçkinlerin arasında
sosyal ve kültürel anlamda da kendilerine yer açmaya çalıĢmaktadırlar. Bu bağlamda, iĢ adamları
arasındaki dayanıĢma iliĢkilerinin önemli iĢlevleri vardır. Öncelikle bir yol-yordam öğrenme
(görüĢmelerde sıklıkla duyduğumuz terimle ―know-how‖), yerel ve küçük ölçekli ticaretten, küresel
alana açılan büyüme eğilimli, dar sermayeli kapalı bir ticaretten, küresel pazara doğru geniĢleyen
sahici bir kapitalist birikim eğilimine doğru olan evrim için vazgeçilmez önemdedir. ĠĢ iliĢki ağları,
özellikle yeni yükselen iĢ adamlarına küreselleĢmede destek sağlamaya, yordam göstermeye, yeni iĢ
olanakları yaratmaya ve toplu bir güç olarak siyaset alanında söz sahibi olmaya yol açmaktadırlar.
Nitekim, Buğra‘ya göre, iĢ adamı derneklerinin oluĢumu, belli ölçüde siyaset dünyasıyla iliĢki kurma
aracı olarak da değerlendirilebilir (Buğra, 1994). Diğer yandan, iĢ adamları iliĢki ağları, genellikle
çeĢitli ölçeklerde dernekler halinde kurumsallaĢarak, belli bir sermayedar grubunun mensuplarının,
içinden doğdukları tarihsel-siyasal-ekonomik bağlama göre, belli değer ve davranıĢ tiplerinde ortaklık
aradıkları dayanıĢma birimleri olarak çalıĢmaktadır. Bunun sonucunda, her bir iliĢki ağı sistemi,
dernekleĢmiĢ olsun ya da olmasın, ekonomik çıkar ortaklığını temsil ettiği kadar, kültürel anlamda da
bir anlam dünyası olarak iĢlev görmektedir. Özellikle küreselleĢme bağlamındaki kapitalist etkinlik,
özel bir bilgi ve beceriler bütününü gerektirmektedir. Ancak bu donanım, yalnızca maddi anlamda bir
gönenme değil, aynı zamanda küresel kültür karĢılaĢmalarından az ya da çok nasibini alan bir simge
dünyasının dıĢlayan ve içeren özelliklerini haiz bir hükmetme alanı haline de gelmektedir.
ĠĢ dünyasında tutunmanın ve küresel pazara açılmanın en vazgeçilmez aracı iliĢki ağları kurmaktır.
Her iliĢki ağı, Bourdieu‘cü anlamda sosyal sermaye oluĢturmak için merkezi önemdedir. Bourdieu ve
Passeron sosyal sermayenin kültür sermayesiyle birlikte çalıĢtığını, böylece bu ikisinin, bireyin bağlı
olduğu sınıf iliĢkileri ve özellikle eğitim aracılığıyla koĢullandığının altını çizerler (Bourdieu ve
Passeron, 1970). Öncelikle akraba, tanıdık dayanıĢmasıyla baĢlayan bu yönelim, sermaye ve yapılan
441
ticaretin hacmi büyüdükçe dernek çatısı altında toplanma eğilimi göstermektedir. Nitekim,
görüĢmecilerimizden 2000‘li yıllarda en büyük 500 listesine girenlerin tipik geliĢme çizgisinde, iĢleri
büyütme esnasında yabancı dil bilen akraba aracılığıyla uluslararası fuarlara katılım gözlemlenmiĢtir.
Küresel pazara açılmak için yeterli motivasyonu, uygun konjonktürden (örneğin 1980‘lerin sonlarına
doğru liberal ekonomi politikalarının etkisiyle, yurt dıĢı ticaret, yatırım ve ortaklık yönünde teĢvik
gören iĢ adamlarının hızla bu yönde arayıĢlara girmeleri) alan ekonomik aktörler, kültür
sermayelerinin yetersizliğini ara çözümlerle telafi ederek, tedricen yeni iliĢkiler sistemine doğru
dönüĢmektedirler. Yeterince kendine güven ve belli ölçüde uluslararası alanda iĢ yapma becerisi elde
edildiğinde profesyonel tercümana geçilmekte, daha sonraki aĢamalarda ise çocukların mutlaka
yabancı dil öğrenip sürece dâhil olmalarına gayret edilmektedir. Sezgisi kuvvetli iĢ adamları, kültür
sermayeleri yeterli olmasa da, küresel düzende iĢ yapmanın yegâne yolunun, onun kodlarını edinmek
olduğunun bilincindedirler. Çocukların ve/veya yeğenlerin bu amaçla hem yabancı dil hem
iĢletmecilik bilgisi anlamında yetiĢmelerinin sağlanması bu nedenle üzerinde titizlikle durulan bir
olgudur. DernekleĢme, bu tür eğilimlerin belli bir toplumsal yaygınlık kazandığı noktada ortaya
çıkmakta, destekleyici siyasi koĢulların yardımıyla uygun bağlamda somutlaĢmaktadır. Buradaki ana
yönelim eskilik ölçüsüne göre yeni ağ sistemleri kurma yönündedir. Sırasıyla TÜSĠAD (1971),
MÜSĠAD (1990) ve TUSKON (2005), üç büyük iĢ dünyası iliĢki ağı sistemini oluĢturmaktadır.
Bununla birlikte, küreselleĢme eğilimi arttıkça bunlar arasındaki geçiĢlilikler de artmakta, zannedildiği
gibi, bu dernekler münhasıran birer ideolojik konum alıĢı ifade etmemektedirler.
Birçok kanaat önderi, bu dernekleri dinsellik-laiklik ekseninde değerlendirmektedir. Oysa, her ne
kadar görüntüsü ve kendi kurucu söylemleri bu yönde imiĢ gibi görünse de, özünde kapitalistleĢmede
ve küreselleĢmede eskilik esası temel unsurdur. Zira her iliĢki ağı, aynı zamanda belli bir içericilikdıĢlayıcılık diyalektiğine de sahiptir. Yeni bir iliĢki ağının ortaya çıkmasının temel nedeni bu
diyalektik iliĢkidir. Dinin Türkiye'deki rolü üzerine genel olarak paylaĢılan ortak düĢünceye göre; din,
kapalı dünya görüĢüne sahip, savunmacı bir tutum gerekçesi olarak iĢlev görmektedir. Sonuç olarak,
din; uzun süredir modern tutum ve muhafazakâr duruĢ arasındaki kutuplaĢmanın ana teması olarak
anlaĢılmaktadır (Mardin, 2004: 82). Bununla birlikte bazı çalıĢmalar, Türkiye'deki din anlayıĢının,
sadece kendini koruma altına alan anti-modernizm görüĢüyle eĢleĢtiğini değil; daha çok, hızla değiĢen
toplumun aracılığıyla kiĢisel iç kılavuza araçlar tedarik ettiğini ve küresel anlamlar dünyasıyla
bütünleĢebilmeyi kolaylaĢtırdığını göstermektedir (Göle, 1991). Böyle bir değiĢme, düĢünce
biçimlerinin açıkça yeniden yapılanmasını tetiklediğinde, iĢ dünyası, bu süreçte en hızlı ve en derinden
etkilenen toplumsal alanlardan biri olmaktadır. Bu bağlamda, iĢ dünyasının ağları bir tür destekleyici
modernizasyon güzergâhı Ģekillendirmeye yardımcı olmakta, böylece iĢ dünyası seçkinleri küresel
pazardaki açıkları ararken kaçınılmaz olarak kısmen ya da belli ölçülerde kültürel değiĢmekte, bir
baĢka deyiĢle hayat tarzları ve değerleri dönüĢüme uğramaktadır. Mamafih, her kültürel temas,
kültürel bağlamda bir eklemlenme demektir. ĠĢ dünyası ağları, belirgin ekonomik iĢlevlerin yanı sıra,
yeni yükselen ve bu nedenle hâlâ geleneksele yönelik olan iĢ adamlarına, onların ihtiyat ve değiĢme
arzusuyla dengelenmiĢ kararsız duruĢlarını tatmin ederek, yardım ediyor gibi görünmektedir.
Aslında, iĢ dünyası seçkinlerinin bağlantılarının değiĢmesine odaklanan araĢtırmamız, bağlamsal
kaymayı takiben, Türk iĢ adamları arasında dinin göreli konumundaki belirgin değiĢmenin Ģeklini
çizmektedir. Bütün bu vurgulanan tutumlara rağmen, din (Ġslam inancı) genelde yeni seçkinlerin
bağlantılarında ortak paydaya dönüĢmüĢ gibi görünmektedir. AraĢtırmamızda elde edilen bulgulara
göre; genellikle taĢra kökenli yeni doğan iĢ dünyası seçkinleri, kendilerini ifade ederken
davranıĢlarında belirgin bir dini tutum sergilemektedirler. AraĢtırmamızdaki MÜSĠAD/TUSKON
üyelerinin çoğunluğu, inançlarını bütünüyle yaĢadıklarını belirtmiĢtir. Diğer yandan, sabit
muhafazakâr bakıĢ açısını korumak yerine, bu kiĢiler, küresel liberal pazarla bütünleĢmeyi hedefleyen
iĢ dünyası ağlarının yapılanmasına yönelik yüksek motivasyona sahip görünmektedirler. Var olan
metropol kökenli iĢ dünyası ağları, dünyevi ve Batılı kültürel karakteristik özelliklere sahipken; yeni
oluĢumlar, daha çok dini temaları kullanmakta ve dünya ölçeğine eklemlenmede bir çeĢit katkı
maddesi gibi kullandıkları muhafazakâr tutumlar sergilemektedirler. Diğer bir deyiĢle, sosyoekonomik bağlamda Türkiye'nin hızlı değiĢmesinde, muhafazakârlık, bir kozayı koruyormuĢçasına,
küresel pazara girmeyi yeterince arzulayan, motive olmuĢ, fakat rekabet mantığını desteklemesi için
gereken kültürel donanımı sağlayamayan bireyler için bir tür anti-Ģok zırhı gibi bir iĢlev görmektedir.
442
ĠĢ ağları, aynı zamanda, iĢ adamlarının geleneksel yönelimli çeliĢik ruh hallerini, belli bir kolektif
eylem içinde dengeleme arayıĢlarının da ürünüdür. Zira küreselleĢme hem hızlı gelmekte, hem yerel
ölçekte etkin ticaretin geleneksel zihniyet dünyasını kökten dönüĢtürmektedir. Bu noktada iĢ adamları
dernekleri, deneyim paylaĢımı, toplumsallaĢma olanağı sunma, giriĢimde teĢvik edicilik, kimi zaman
siyasi bir tavır geliĢtirme gibi özellikler sunarak, küreselleĢme karĢısında kendisini savunmasız ve
yalnız hisseden, bu Ģekilde mevcut geleneksel değerler sistemini tehdit altına gören iĢ adamına
ekonomik bir dayanıĢmanın yanı sıra, kültürel anlamda bir çeĢit kader ortaklığı sunmaktadırlar.
Böylece iĢ adamları iliĢki ağları, Granovetter‘in vurguladığı üzere, zayıf bağların birleĢtiriciliği
ilkesinden hareketle, özel bir dayanıĢma birimi ve anlam dünyası haline gelmektedir. (Granovetter,
1983: 229) Küresel, modern iliĢkilerin düzleminde, bildik, hemĢehri, tanıdık, akraba gibi kuvvetli
bağlar, yerlerini zayıf ama kurumsallaĢmıĢ bağlara terk etmektedirler. Böylece, görece zayıf bağlar
arasında oluĢan bağlantı noktaları olan köprüler (Granovetter, 1973: 1375), az ya da çok
kurumsallaĢmıĢ iliĢki ağları halinde somutlaĢmaktadırlar. Yeterince güçlenen bu tür iĢlevsel
bağlantılar, uygun bağlamsal koĢulların ortaya çıktığı ortamda yerel, bölgesel ve nihayet, belli bir
siyasi iddiası da olabilen ulusal derneklere dönüĢmektedirler. Ancak bu aĢamalı bir geçiĢtir; o nedenle
ara biçimler üzerinden gerçekleĢmektedir. Dernekler, bu ara biçimlerin belli bir ekonomik çıkar
bütünlüğü ve ideolojik uyum bağlamında düzenlendiği iliĢki sistemleri oluĢturmaktadırlar.
Muhafazakârlık kavram ve biçimlerini bu bağlamda yeniden değerlendirmek gerekmektedir. Günümüz
Türkiye‘sinde, özellikle iĢ dünyasında rastladığımız türden bir muhafazakârlığın, sabit bir ideolojik
konumdan ziyade, hızlı değiĢen dünyayı anlamlandırma gereksiniminden kaynaklanan doğal bir
korunma tutumu ve eylem stratejisi olduğunu düĢünmek, araĢtırma bulgularımıza göre daha olasıdır.
Muhafazakârlık, bu nedenle bir çeĢit koruyucu koza gibi iĢlev görmektedir.
TÜRKĠYE'DEKĠ Ġġ ADAMLARI ARASINDA SOSYAL SORUMLULUK ÜZERĠNE
FARKLI DEĞERLENDĠRMELER
Kurumsal sosyal sorumluluk kavramı, günümüzde yalnızca basit bir yardım etkinliği değil, bir
yönetim yaklaĢımı ve aracı olarak belirmektedir (Bethoux, Didry ve Mias, 2007). Saha araĢtırmamız,
sosyal sorumluluk etkinliklerinin algılanmasındaki ve pratiklerindeki çeĢitliliği tanımlayan yeterli
göstergeleri sağlamıĢ gibi görünmektedir. Bilindiği üzere, sosyal sorumluluk, sadece bir hayırseverlik
inisiyatifi değil; aynı zamanda değerler ve bu değerlere dayalı eylemler dizisidir. ÇalıĢmamızda,
mümkün olduğunca geniĢ ve çeĢitli verileri bir araya getirdik; kaleme aldığımız bu veriler
olabildiğince iĢ dünyası seçkinlerinin tipolojisinin oluĢabilmesine olanak sağlamaktadır. Bu
perspektiften yola çıkarak gözlemlediğimiz üzere, sosyal sorumluluk mefhumu, geniĢ bir kullanım ve
algı çeĢitliliği sunmaktadır. Sosyal sorumluluk konusunda öncelikle kavramın farklı algılanıĢlarının
olduğunu ifade etmek gerekmektedir. Kavramdan haberdar olmayanlar kadar, kamu kurumlarının
istediklerini yapmayı sosyal sorumluluk olarak algılayanlar da vardır. Önemli sayıdaki yönetici, sosyal
sorumluluk hakkında hiçbir düĢünceye sahip değilken; bir diğer kesim yönetici ise, tanımından
tamamen haberdar olmakla birlikte, aynı zamanda sosyal sorumluluktan makro bir toplum vizyonu
elde etmektedir. Bu nedenle, araĢtırmamız, kurumsal sosyal sorumluluk değerlerini ve pratiklerini
ölçülendirmek, bazı iĢ dünyası seçkinlerinin sosyal sorumluluk için edindikleri perspektiflerde ani
oluĢan çoklu yollar, anlamlar ve beklentiler dolayısıyla, yönetim biçimlerinin hem geleneksel ve
otokratik varlığını teyit etmek, hem bu konu hakkında bilgi edinmek için yapılmaktadır. Ayrıca
sermayedarlar ile yöneticiler arasında da önemli farklılıklar vardır: Profesyonel yöneticiler sosyal
sorumluluğu daha araçsal algılarken, sermayedarlar daha çeĢitli Ģekillerde algılamaktadırlar.
AraĢtırmamızdaki en belirgin bulgu; profesyonel yöneticiler ve Ģirket sahibi yöneticilerin
arasındaki anlamlı farklılıklardır. Profesyonel yöneticiler, kurumsal sosyal sorumluluk kavramını,
kültürel değerlerden yalıtılmıĢ olarak, genellikle diğer yönetim unsurlarından biriymiĢ gibi araçsal
algılamaya eğilimlidirler. ġirket sahipleri ise; tersine, kurumsal sosyal sorumluluk karĢısında çeĢitli
tutumlar göstermektedir. Bu bağlamda, yöneticinin sahip olduğu ve kontrol ettiği kültür sermayesinin,
ekonomik sermayenin geliĢmesiyle birlikte, sosyal sorumluluğun uzun vadeli geliĢimi boyunca önemli
bir rol oynamakta olduğunu belirtmeliyiz. Sonuç olarak, kuĢaklar boyunca firma yaĢlanmakta ve
küresel pazar karĢısındaki ekonomik kapasitelerini artırma eğilimini benimsemektedir; kurumsal
sosyal sorumluluk politikası sistematikleĢmekte, rasyonelleĢmekte, gelenekselliğin belirleyici rolü
(örn; fakirlere dini sâiklerle yardım etmek) azalmaktadır. Bundan öte, en önemlisi, firma ülkenin
443
sosyo-ekonomik fırsatlarını tasarlamayı kendine misyon edinmektedir. Diğer bir deyiĢle, kapitalist bir
grup, yeterince köklü ve tanınmıĢsa, sadece düzenli olarak hâli hazırda bulunan projeleri
yönetmemekte; aynı zamanda genelde dolaylı biçimler yoluyla ulusal politikalara müdahale eden bir
güç olmayı hedeflemektedir. BaĢka bir deyiĢle, böyle bir durumda firmalara bağlı olan kurumsal
sosyal sorumluluk projeleri ve değerleri, ekonomik aktörler tarafından yapılan sıradan hayırseverlik
etkinliklerine göre çok daha büyük ölçekte iĢlemektedir. Bu tutum, real politik alanına somut olarak
girmeden politika yapmanın bir yolu olarak algılanabilir. Bu nedenle, kurumsal sosyal sorumluluk
uygulamaları, meĢru politikanın parçası olmadan politikaya dâhil olma yöntemine sahip olmak için;
müĢterek veya idari hedefleri ve toplumsal yardımlaĢmada geleneksel eylemleri görmezden
gelmektedir. Paradoksal olarak, daha az sayıdaki firma, kurumsal sosyal sorumluluğun makropolitikalarını benimsemekte ve etkin olarak politika yapmaktan çekinmektedir; böylelikle bu firmalar
çeĢitli yerel ve toplumsal gereksinimlerin karĢılanmasını talep eden politika aktörlerinin doğrudan
baskılarına daha çok mâruz kalmaktadır. ĠĢletme köklü hale geldikçe, sosyal sorumluluk anlayıĢının
daha sistemli, rasyonel ve geleneksel olarak belirlenmeyen bir özellikte tezahür ettiğini söyleyebiliriz.
Profesyonel yöneticilerde gözlemlenen bilinç seviyesi, bu bireylerin kiĢisel ilgi alanlarına veya
kültürel mizaçlarına göre değil; daha çok kiĢilerin, göreceli olarak sahip oldukları güvencesiz
konumlara ve sermayenin görünür olan temsilcisi firma sahibine rağmen Ģirketin esas direği olarak
varsayılmalarına göre değerlendirilmelidir. Firma sahipleri ve profesyoneller arasındaki farklılık, aynı
zamanda iĢ dünyasındaki kimliklerle de ilgilidir. Diğer bir deyiĢle, profesyoneller, ideolojik olarak
yönettikleri sermaye ile tanımlanırken; birçok örnekte görüldüğü üzere ne yönettikleri sermayeye
sahip olabilmekte ne onun esas sahibi olarak bilinmektedirler. Bununla birlikte, bu sermayeyi simgesel
olarak kullanarak, her zaman donanımlı ve oldukça rasyonel bireyler olarak görülmektedirler. Sonuç
olarak, kurumsal sosyal sorumluluk profesyonel yöneticiler tarafından her zaman rasyonel ve araçsal
olarak kullanılmıĢ bir değer olarak görülürken; Ģirket sahibi yöneticiler, kurumsal sosyal sorumluluğun
iĢlevine ve değerlerine katılımlarında çeĢitli sâikler sergilemektedirler.
Beklenilen bir diğer sonuç ise; kurumsal sosyal sorumluluğun iĢ dünyasındaki toplumsal cinsiyete
bağlı durumudur. Önemli bir farklılık kadın yöneticilerle erkek yöneticiler arasında çıkmaktadır.
Kadınların (profesyonel yönetici veya sermayedar) sosyal sorumluluğa daha doğrudan giren ve daha
samimi bir yaklaĢımları gözlemlenmiĢtir. Nitekim, Ģirket sahipleri ve profesyoneller arasındaki
manidar farklılıklar olmadan, kadın yöneticiler, toplumsal olaylara yönelik alenen çok yönlü ve
samimi bir duyarlılık geliĢtirmiĢ gibi görünmekte; bu toplumsal olaylar, kadınların iĢ dünyası
pratiklerine ve yaptıkları iĢin getirdiği toplumsal sonuçları iyice içselleĢtirilmiĢ değerlerine
dönüĢmektedir. Diğer yandan, kadın kimliğinin belirginleĢtiği bir projeler dizisi haline gelmektedir.
Burada, kurumsal sosyal sorumluluk mefhumuna ve pratiklerine kendini adama hususunda, erkek ve
kadın yöneticiler arasında etkileyici bir farklılık gözlemliyoruz. Kadınların, sermaye katılımı olmadan
sosyal sorumluluklarını güçlendirebildiklerini görüyoruz. Bu durum, zihinlerine kazılmıĢ kadınlık
gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Böylelikle sadece iĢ dünyası odaklı bireyler olarak davranmamakla
beraber, aynı zamanda toplumsal cinsiyeti oldukça belirli bireyler olarak cinsiyet rollerini (kadınlar
korumacı ve organizasyonel tavırlarıyla özdeĢleĢmektedir) önemli ölçüde erkek-egemen iĢ dünyasına
taĢımaktadırlar. Yine de, kadın yöneticilerin iki ana baskı unsuruyla çevrildiği vurgulanarak, aynı
gerçeklik, karĢı taraftan da ortaya konulabilir: (1) Erkek egemen bir alanda erkeklerin performansıyla
eĢdeğer olma yükümlülüğü altında ayakta kalma; (2) güçlü konumlardaki kadınların kalıplaĢmıĢ
algısını geride bırakmak için erkek iĢlerinde erkeklerden daha iyi olma. Bunun sonucu olarak kadın
yöneticiler, yoğun bir Ģekilde kadınların sosyal statüsünü yükseltmek için çalıĢmaktadırlar.
Bizim görüĢümüze göre; bu durum, sosyal sorumluluk projelerinde ve genellikle sosyal statülerini
geliĢtirmede kadınları inisiyatif almaya yönlendirmektedir. Bir kez daha, burada aslen gördüğümüz;
kadınların toplumsal değiĢme için çok daha fazla motive oldukları; buna rağmen erkek-egemen
statükoda hareket edebilmek için, bazen ılımlı-muhafazakâr perspektiflere sahip olmak ile cesur olmak
arasında sıkıĢmıĢ gibi göründükleridir. Son olarak, modernleĢme sürecinden gelen çeliĢkiler, kültürel
simgeselliğin, kültür tüketimin ve ofis ikonografisinin somut olarak sosyolojik öneminin oluĢturduğu
üçüncü bir alanda da görülebilmektedir.
444
MUHAFAZAKÂRLIKTA
SĠMGESELLĠK
KARARSIZLIĞIN
YANSIMASI
OLARAK
KÜLTÜREL
Her ne kadar kültürel zevklerin ve kültürel sembolizmin iyi belirlenmiĢ matrisini tam olarak
Ģekillendirmek mümkün değilse de, en azından tümü olmasa da, ölçütlere uyması için uğraĢtığımız
bazı kültür göstergelerinin, kültürel değiĢmenin belirtilerini teĢhis etmekteki iĢlevinin altını çizebiliriz.
Kültür, hem hâli hazırdaki sınıf konumu, bunun simgesel anlamalarının bir Ģifrelemesi, hem toplumsal
anlamda mitoslaĢma ve inĢa haline gelme potansiyeli barındıran ayrıcalıklı bir alandır (Sahlins, 1999:
403). Bourdieu'nün altını çizdiği gibi, kültürel farklılık, sadece somut zevklerle değil; aynı zamanda
simgesel Ģiddetin yönetimiyle, toplum tarafından yapılandırılmıĢ yöntemlerle de ilgilidir. Kültürel
tercihlerin münhasır alanı olarak kendini tanımlayan çağdaĢ, aynı zamanda ekonomik ve sosyal
sermayelerle desteklenerek, hükmetme stratejilerinin kuruluĢunda en etkili araç haline gelmektedir.
Simgesel Ģiddet, kültür ayrılaĢmasının temel araçlarından biridir. Bunu seçkinlerin çalıĢma
mekânlarının gözlemlenmesinden net olarak çıkarsayabiliriz.
Bourdieu ayrımlaĢmanın en iyi izlenebildiği baĢlıca üç alanı beslenme (alimentation), kendini
sunma (présentation de soi) ve kültür (culture) olarak belirlemektedir. (Bourdieu, 1979: 204-205) Bu
nedenle bu alanlara dair soru ve gözlem yapmaya özellikle gayret ettik. AraĢtırmamızda birçok kültür
göstergesine dair soru sorulmuĢtur. Ancak bunların arasında resim koleksiyonculuğu özel ve anlamlı
bir yer kaplamaktadır. Türkiye'deki iĢ adamlarının kültür tüketiminin genel değerlendirmesi, iĢ
adamları, özellikle seçkin kodları olarak tanımlanan zevkler aracılığıyla kendi aralarında sıklıkla
ayrıĢmakta olduğunu ortaya çıkarıyor. Böyle bir ayrıma en tipik örnek, tablo koleksiyonculuğundadır.
Nitekim tablo koleksiyonculuğunu, küreselleĢmeye katılımın farklı seviyelerini ayırt eden en belirgin
kültürel gösterge olarak varsayabiliriz. Spor alıĢkanlıkları, beslenme ve hatta müzik tercihleri gibi
kültürel göstergelerin bile belirgin bir sosyolojik anlamı yokken, doğrudan veya kendiliğinden değilse
bile, sürekli ve farklı biçimlerde önemli bir ekonomik aktör olmak, çalıĢan bireyin biriktirebilir ürünler
aracılığıyla kendi sosyo-ekonomik varoluĢunu ifade etme ihtiyacının ortaya çıkması anlamına
gelmektedir. Sosyal ve kültürel değere sahip olduğu varsayılan nesneleri toplamak, aynı zamanda
köklü ve kapitalist bir sosyal saygınlığın kuruluĢunda bir gereksinim olarak görülebilir. Elbette fayda
ve çıkar elde etmek için değerli eĢyaların koleksiyonunu yapan aktörlerin birincil motivasyonlarının,
ekonomik değerler olduğunu göz ardı edemeyiz. Tablo koleksiyonu yapmaya yeni baĢlayan iĢ
adamları, (kendi etkinliklerini büyük bir alçakgönüllülükle, ―amatör merak‖ olarak tanımlayanlar)
sanat nesnelerinin alım-satımındaki maddi değere çok önem vermektedirler. Resim
koleksiyonculuğunda eğreti çaylak diyebileceğimiz bir tipten ayrımlaĢmıĢ uzman tipine doğru bir
evrim gözlemlemekteyiz. Sermayenin eskiliği ve küreselleĢme eğilimi burada tartıĢmasız bir doğru
orantı sağlamaktadır. Bu ekonomik bağıntı asla kaybolmasa da, en deneyimli koleksiyoncularda bile;
isteksiz acemilikten seçkin uzmana dönüĢülen bir evrim çizgisinden bahsedebiliriz; bu aynı zamanda,
ekonomik sermayeye dayalı bir geçiĢten, kültürel sermayeye dayalı sosyal varoluĢ ile kendini
tanımlamayı da simgelemektedir. Bu çizgi, hem simgesel Ģiddetin artmasına bir gösterge hem, küresel
ve kültürel değerler benimsendiğinde, muhafazakâr kaygıların azalmasına iĢaret olarak yorumlanabilir.
Türkiye'deki toplumsal değiĢmenin hızından dolayı, yaĢam tarzlarındaki pratikler daha az yapılanmıĢ
gibi görülmekte, bu durumun sonucunda iĢ dünyası seçkinlerinin gündelik alıĢkanlıkları, tipik
biçimlere sahip olmaktan uzak kalmaktadır. Bize göre; bu nedenle spor etkinlikleri, beslenme Ģekilleri
ve müzik tercihleri çok farklı düĢmekte, Türkiye'deki farklı ekonomik düzeyler ve biçimler arasında
ayırt ediciliğe karĢıt olmasa bile, belirleyici bir rol oynamamaktadır.
Türkiye'de iĢ adamları elitleri arasında gözlemlenen bir baĢka ayırt edici kültürel pratik ise; antika
koleksiyonculuğudur. Sözde sınırlı ve çok daha belirgin bir kültürel değer olmasına rağmen, antika
koleksiyonları, kanımızca kültürel hükmetmenin bütün gerekli önkoĢulları göz önünde
bulundurulduğunda, kültür sermayesine sahip olmanın ve onu yönetmenin açık iĢaretidir; dolaylı
olarak ima edilen, bu durumun oluĢumunun köklü bir kapitalist aktöre dayanmakta olduğudur.
Her ne kadar antika koleksiyoncuları, kültürel zevkler matrisinde üstün derecelerde yer alsalar da,
antika koleksiyonuna sahip olmak, geniĢ bir tablo koleksiyonuna sahip olmayı getirmemektedir.
Beklenildiği gibi, kendini en çok kültürel sermayeye adamıĢ iĢ adamları, her ikisini de toplamaktadır.
Tablo koleksiyonculuğunda olduğu gibi, antika koleksiyonculuğu da kendi içinde bir hiyerarĢiye
sahiptir: BaĢlangıç seviyesindeki antika meraklısının bile, birtakım sanat tarihi bilgisine eriĢimi bir
445
gereksinim olmasına rağmen, sıradan bir ―sanat objesi toplayıcısı‖ tutumuyla karĢılaĢtırıldığında,
koleksiyon pratiğinin bazı üstün biçimleri vardır. Bunlar, meraklı kiĢilerin kendi yerleĢkelerinde,
ciddiyetle tasarlanmıĢ ve titizlikle tutulup korunmuĢ müzelere sahip olmayı gerektirmektedir. Antika
koleksiyonculuğunun en özel biçimi, iĢyeriyle geçiĢmiĢ müze kavramıdır. Uzman bir koleksiyoncu,
antika eĢyalarını sadece uygunluğu nedeniyle ve kendi isteğiyle toplamıĢ olduğundan dolayı
sergilememektedir. Koleksiyonunun bütünü, kavramsal bir birliği temsil etmektedir; (belirli dönemler
arası koleksiyon, uygarlaĢma, üslûp, vs.) fakat aynı zamanda koleksiyoncu, kendisinin bu konu
hakkındaki varlıklı ve iĢlevsel görünen bütün bilgisini de sergilemektedir. Böyle bir durumda,
emek/sermaye tezatı hem fiziksel hem simgesel olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece kültürel
hükmetme, bu karĢıtlığı sistematik olarak tamamlamakta; sonuç olarak, en önemlisi, anonim müzelerin
varlığı, bütün bir ekonomik üretim biçiminin özeti gibi sergilenmesidir.
ĠĢ yerindeki müzelerin yanı sıra, iĢ yeri müzelerinin varlığını da gözlemledik. Bu gözlem de firma
tarihi (köklülüğü) hakkındaki kültürel bileĢenler dizisini bize sunmaktadır. Aslında, gözlemlenen
pratikte, daha çok iĢ dünyası aktörünün ofis düzenlemesinde, tarihi geçmiĢine dayalı ipuçlarının
gösteriĢle sergilenmesi, ofis düzenlemesinin bir parçası olmakta; bu düzenlemede genellikle bir köĢe
veya vitrin, Ģirketin veya Ģirket sahibinin baĢarılarını belgelendirmek için ayrılmaktadır. Fakat pratikte
oldukça küçük bir farklılık olarak, bazı iĢ adamları, Ģirketin tarihsel kökenini göstermek için, normal
bir müze ya da fabrikaya benzer bir yerde müze açmaktadır. Böyle yerlerde, kurucu kiĢinin etkisinin
kayda değer ölçüde altı çizilmektedir. Bu durum, kurucunun (baba veya büyükbaba) yani firmanın
fiziksel ve kültürel gerçekliğiyle yarı metafizik olarak iç içe geçmiĢ varlığının, bir çeĢit her-yerde-varolan denetim ruhunu korurken, firmanın tarihteki varoluĢundan günümüzdeki konumuna kadar
evrimsel süreci sergilemeye yardım etmektedir.
Sonuç olarak, muhafazakâr tutumlardaki değiĢmeler, aynı zamanda ofis ikonografisinin
yapılmasında somut olarak görülmektedir. Kesin olarak, her ofis çok fazla simgeyi yansıtmakta,
böylece kurucusu hakkında çok fazla fiziksel ve kavramsal ipucu barındırmaktadır. Özgül ve kiĢisel
iĢaretler bir yana, bir ofis; genel veya parçalı, belirtici göstergeler dizisini içermektedir. Bu derecedeki
bir ofis ikonografisindeki en önemli ayırt edici çizgi, göreli olarak yerel/geleneksel/din odaklı
muhafazakârlığın ile küresel/modern/laik odaklı ideolojinin ofisteki konumlanması gibi görülmektedir.
Elbette muhafazakârlığın iki uç çizgisi ve küresel etkilerden gelen kodlar gibi iç kodların da karıĢık
çeĢitliliği görülmektedir. Ayrıca, kendini tanımlarken kodlanan her adımın, muhafazakâr bir hâl
almaya yatkın olduğunu belirtmek gerekir. Bu Ģekilde, tanımlandığı üzere, kiĢinin ilksel veya
varsayımsal olarak otantik yapısını koruma eğiliminin öne çıktığını iddia edebiliriz. Ofis tipleriyle
ilgili bu kutuplaĢma, dinsel eğilimli gelenekçi bir tutum ile görece seküler bir tutum arasında
oluĢmaktadır. Geleneksel eğilimli üslup, tipik olarak kendini dini yazılarla kodlamaktadır. Bunlar
genellikle Kuran ayetleri, bakıra ya da tahtaya kazınmıĢ Arapça dualar vb. Ģeklinde ofisin görünür
yerlerinde sergilenmektedir. Bu eğilime sahip sınırlı sayıdaki ofiste, hiçbir kiĢisel eĢya olmadan (aile
fotoğrafı, kiĢisel ödüller, vs.)
yegâne varlığın dini içerikli yazılar olduğunu gözlemledik;
bazılarındaysa bu nesnelerin bir bileĢimi bulunmaktadır. Ġstanbul veya Ġzmir'deki ofislerin
çoğunluğunda, hâlâ varlığını sürdüren bir iki simgesel mikro-ölçekli dini yazı dıĢında, dine atıf yapan
iĢaretlerin neredeyse mevcut olmadığını gözlemledik. Onun yerine, ofislerde veya bazı durumlarda,
idari ofislerin farklı kısımlarında ya da ortak alanlarda (koridor, sekreterlik ofisleri, toplantı
odalarında, vs.) Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün farklı fotoğrafları
bulunmaktadır. Uç bir örnek olarak, genellikle Türkiye'nin en büyük firmalarında gözlemlediğimiz
nadir ofisler ise ne dini ne de Cumhuriyetçi iĢaretleri bünyelerinde barındırmaktadır. Onun yerine, bu
ofisler, genellikle yüksek kalitede değerli sanat eserleri veya bazen dünyanın farklı köĢelerinden
toplanmıĢ, minimalist anlayıĢla sahnelenmiĢ nesnelerle dekore edilmiĢtir. En belirgin ofis tipi ise,
hiçbir uç veya aĢikâr pozisyon aldığını gözlemleyemediklerimizdir. Anadolu'daki, aynı zamanda
büyük Ģehirlerdeki ofislerin çoğunluğunu teĢkil eden bu tip ofisler, genellikle modernleĢmeden
küreselleĢmeye giden yolda dinsel-laik, yerel-kozmopolit, geleneksel-güncel arasında bir denge
arayıĢındadırlar. Muhafazakârlık, bu bağlamda, sıklıkla kavramsallaĢtırıldığı gibi sabitlenmiĢ ve
sabitleyici bir ideoloji olarak iĢlememektedir; daha ziyade, küreselleĢme karĢısında kaçınılmaz
değiĢmeden kaynaklanan, bir durumdan bir diğerine geçerken oluĢan içsel çeliĢkilerin örtüsü gibidir;
bu zıtlık, aynı zamanda en gelenekçi görünen kapitalist aktörlerden, küresel bağlamda en yaygınlaĢmıĢ
olanlara doğru bir geçiĢi ifade etmektedir.
446
SONUÇ
Muhafazakârlık; çok geniĢ ve muğlak bir kavram olarak, en azından Türkiye'de günümüzdeki
çoklu dinamikler bağlamında, toplumsal çözümlemelerin ve sıradan siyasi/gazetecilik söylemlerinin
bir kısmını meĢgul etmektedir. Bununla birlikte, sosyolojik nitelikli bazı veriler de bu karmaĢık
tartıĢmayla eklemlenmektedir. Odaklanılan saha araĢtırmasının sınırları kapsamında, Türkiye'deki tüm
muhafazakârlık kavramını aydınlatmak mümkün değildir. Bu, sadece muhafazakârlığı oluĢturan ifade
boyutu ve çeĢitliliği ile ilgili değildir; aynı zamanda, Batı Avrupa veya A.B.D. bağlamından oldukça
farklı bir tanımlama sorusudur. ġu âna kadar, Türkiye'nin iĢ dünyası seçkinleri üzerindeki yeni
disiplinler arası araĢtırmanın çerçevesi içinde, muhafazakârlığın üç ayrı göstergesi olduğunu
göstermeye çalıĢtık; iĢ dünyası ağları, sosyal sorumluluk kavramı ve kültürel simgeler. Özetle, bu
sahaların eĢ zamanlı çözümlenmesi, bize muhafazakârlığın ideolojiye sabitlenmiĢ bir söylem
olmadığını; daha ziyade, hızlı bir toplumsal değiĢmeye bağlı olarak ortaya çıkan aĢındırıcı etkilere
karĢı taktik geliĢtiren bir tutum olduğunu göstermektedir. 1980'lerin sonuna doğru, iĢ adamları, sabit
yerel ticaret modelinden uzaklaĢmaya baĢlamıĢlar, liberal ekonominin umut vaad eden yollarını ve
sonuç olarak küreselleĢmeyi keĢfetmiĢlerdir. Üstelik küreselleĢme ilk bakıĢta yalnızca ekonomik bir
olgu ve iliĢkiler sitemi gibi görünse de, aynı zamanda kültürel bir alıĢ-veriĢ anlamına gelmektedir. ĠĢ
dünyası seçkinleri, küreselleĢmenin ekonomik boyutuyla bütünleĢirken, ister istemez kültürel
sonuçlarına da mâruz kalmaktadırlar. ModernleĢmenin tehdit edici etkilerine karĢı direnen, ancak
bununla birlikte aĢamalı olarak dönüĢen kapalı gelenekçi yapı, ara-biçimler yaratarak küresel
dönüĢüme ayak uydurmaya çalıĢmaktadır. Ancak elbette bu çeliĢkilerle dolu bir süreçtir. Bir yandan
küresel pazarın nimetlerine sonuna kadar açılmıĢ bir kapitalistleĢme fırsatları bütünü, diğer yandan
onlarla birlikte kaçınılmaz bir Ģekilde gelen yeni değerlere karĢısında yaĢanan Ģok hali söz konusudur.
Bu bağlamda mutlak bir reddediĢten bahsederek kolay tasnif eden (örneğin ―yeĢil sermaye‖ gibi
adlandırmalar) bir yaklaĢıma temkinlilikle yaklaĢmamız gerektiği, araĢtırmamızın en önemli
bulgularında biridir. Muhafazakârlık, burada ikili bir rol oynamaktadır: Küresel liberal pazarla
bütünleĢme ve geleneksel değerleri kaybetme endiĢesi arasında bir uzlaĢı alanı sağlamaya yönelik
iĢlevsel bir tavır haline gelmektedir. Böylece, sabit bir ideolojik bağlamdan ziyade, sürekli tanımı,
araçları, göstergeleri ve söylemi sürekli değiĢme halinde olan muhafazakârlık, iĢ adamlarına koruyucu
bir zırh ve bir çeĢit anti-Ģok aygıtı gibi iĢlev görmektedir. Bu durumu atmosfere girerken binlerce
derecelik sıcaklıkla karĢılaĢan uzay mekiğinin üzerini kaplayan ısıya dayanıklı tuğlaların yüklendiği
iĢleve benzetebiliriz. Muhafazakârlık bu noktada ikili bir rol oynamaktadır: Bir yanıyla küreselleĢme
konusundaki güçlü arzu ile değerleri kaybetme korkusunu dengelemekte, diğer yandan iĢ adamlarına
hızlı değiĢme sürecinde bir koruma kalkanı iĢlevi sunmaktadır. Türkiye, yerel-gelenekçi zihniyetten
küresel-ölçekte hareket eden düĢünce biçimlerine hızla evrimleĢmektedir. Muhafazakârlık, böylece
kendini korumak için sürekli değiĢen stratejilerin ve uyum sağlamanın bileĢimlerinin kolaylaĢtırıcısı
bir araca dönüĢmektedir.3
KAYNAKÇA
Bethoux, E., Didry,C., Mias,A. (2007). ―What codes of conduct tell us: corporate social responsibility
and the nature of multinational corporation‖, Corporate Governance: An International
Review, 15, 77-90.
Bourdieu, P.(1979).La Distinction : Critique sociale du jugement, Paris: Les Editions de Minuit.
Bourdieu, P., Passeron,J.C.(1970).La Reproduction. Éléments pour une théorie du système
d‟enseignement, Paris: Les Editions de Minuit.
Buğra, A. (1994). State and business in modern Turkey: A comparative study. Albany: State
University of New York Press.
Buğra, A., SavaĢkan,O. (2010). ―Yerel Sanayi ve Bugünün Türkiye‘sinde ĠĢ Dünyası‖. Toplum ve
Bilim, 118, 92-123.
3
Yazarlar, değerli katkıları için Cansu CoĢkun‘a teĢekkürlerini sunarlar..
447
Göle, N. (1991). Modern Mahrem. Ġstanbul: Metis Yayınları.
Granovetter, M. (1973). ―The Strength of Weak Ties‖, American Journal of Sociology, 78(6), 13601380.
Granovetter, M. (1983). ―The Strength of Weak Ties: A Network Theory Revisited‖, Sociological
Theory, 1, 201-233.
Keyman, F., Koyuncu Lorasdağı,B. (2010). Kentler, Anadolu‟nun Dönüşümü, Türkiye‟nin Geleceği,
Ġstanbul: Doğan Kitap.
Sahlins, M. (1999). ―Two or Three Things That I Know About Culture‖, Journal of Royal
Anthropology Institute, 5, 399-421.
448
KAHRAMAN GERĠLLA‟NIN BAġINA GELENLER
Uğur GÜNAY YAVUZ1
ÖZET
Kübalı fotoğrafçı Alberto Korda‘nın (Alberto Díaz Gutiérrez) 5 Mart 1960 tarihinde La Coubre
Gemisi Patlaması kurbanları için yapılan anma töreninde Revolución gazetesi için çektiği ve zamanla
bir ikon, bir simge halini alan ―Guerrillero Heroico‖ (Kahraman Gerilla) baĢlıklı, Che (Ernesto Che
Guevara) fotoğrafı, o günden bu güne, sayısız defa birbirinden çok farklı amaçlarla ve yüklenen
anlamlarla yine çok farklı malzemeler ile kullanılmıĢtır. Bu Ģekilde bir devrimci kahraman
portresinden, ticari bir meta haline getirilen Che portre fotoğrafı, günümüzde her türlü, sanatsal veya
ticari amaçlarla farklı malzemeler üzerinde, modası hiç geçmeden kullanılmaktadır. Bunun sonucunda
tshirt, Ģapka, saat, bardak, fincan, pul, rozet, para, nevresim takımı, bikini ve duvar kağıdı, votka-bira
ĢiĢesi ve çok çeĢitli afiĢler üzerinde Che yer almaktadır. Aynı zamanda Mike Tyson ve Diego
Maradona gibi, Che dövmesi yaptırmak da çok yaygınlaĢmıĢtır.
Che Guevara‘nın uğruna savaĢtığı ve tamamen zıt fikirlere sahip olduğu ideolojik düĢünce yapısı
ile, gelinen noktada ticari nesne olan ―Che‖ günümüz insanının tüketim çılgınlığında gelinen son
noktayı ortaya koymaktadır.
Anahtar Kelimeler: Fotoğraf, küreselleşme, tüketim kültürü, Che Guevera
ABSTRACT
Che‘s (Ernesto Che Guevara) photograph –named ―Guerrillero Heroico‖ (Hero Guerilla)-, which
was taken by the Cuban photographer Alberto Korda (Alberto Díaz Gutiérrez) for the
Revolución Newspaper on March 5, 1960, for the memorial ceremony regarding La Coubre boat blast,
turned into an icon and has been used for various purposes, meanings and materials. In this respect
Che‘s photo, which transformed into a commercial good, is still used for various art and trading
purposes on various materials; such as t-shirt, hat, watch, glasses, cups, stamp, pin, money, bedclothes,
swimwear, wallpaper, beer-wodka bottle and posters. Besides, having a Che tattoo has become trendy,
similiar to Mike Tyson and Diego Maradona.
In today‘s world the ideologic mindset, which Che Guevara had fight against and ―Che‖ as a
commercial meta clearly exposes where we are in consumption madness.
Keywords: Photography, globalization, consumption culture, Che Guevera
GĠRĠġ
Fotoğraf icad edildiği 1827 yılından bugüne birbirinden çok farklı amaçlarla çekilmiĢtir. Giderek
yaygınlaĢması ve gücünün, insanlar üzerindeki etkisinin farkına varılmasının ardından, farklı
amaçlarla çekilen fotoğrafların, yine birbirinden çok farklı amaçlarla kullanılması durumu
yaygınlaĢmıĢtır.
Bu çalıĢma kapsamında, 5 Mart1960 tarihinde Alberto Korda tarafından çekilen ―Guerrillero
Heroico‖ (Kahraman Gerilla) adlı fotoğraf, çekilmesinin ardından ister profesyonel, isterse de amatör
olsun çok sayıda sanatçının veya sanatla ilgisi olmasa dahi bilgisayar programlarını kullanabilen
kiĢinin Che yorumunda çıkıĢ noktası olmuĢtur. Bu fotoğraftan yola çıkılarak yapılan duvar resimleri,
mozaikler, illüstrasyonların yanı sıra bu fotoğrafın etkisinin ve gücünün farkında olan pek çok kiĢi için
de sigaradan, restoran billboardına, alkollü içeceğinden en popüler olan tshirtlerine kadar bir reklam
malzemesine dönüĢtürülmüĢtür.
1
ArĢ. Gör. Akdeniz Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Fotoğraf Bölümü,
[email protected].
449
Bu fotoğraf çekilmesinin ardından 53 yıl geçmesine rağmen, hala etkili bir Ģekilde siyasi
propaganda amacıyla da gösterilerde, eylemlerde kullanılmaya devam etmektedir. Propaganda
kavramından yola çıkılarak, bu fotoğrafın gücü, insanlar üzerindeki güçlü etkisinin farklı amaçlarla
kullanımı ele alınacaktır.
KISACA PROPAGANDA KAVRAMI
Propaganda; Türk Dil Kurumu tarafından, ―bir öğreti, düĢünce veya inancı baĢkalarına tanıtmak,
benimsetmek ve yaymak amacıyla söz, yazı vb. yollarla gerçekleĢtirilen çalıĢma, yaymaca‖
(http://www.tdk.gov.tr) olarak açıklanmaktadır.
Propagandayı; bir inancı, bir fikri ya da ideolojik görüĢü simgeler, semboller veya görüntüler gibi
araçlar kullanarak yayma, empoze etme olarak tanımlayabiliriz. Yapıldığı ülkedeki egemen siyasi,
ekonomik ve teknik alt yapıya göre değiĢiklik gösteren propaganda yaklaĢımı, hedef kitleye göre tür
ve teknik stratejisini belirlemekte ve uygulamaktadır.
PROPAGANDA ARACI OLARAK FOTOĞRAF
Hedef kitleye yönelik mesajı iletmede görüntü vazgeçilmez malzemelerin baĢında gelmektedir.
Gerek gerçeklik duygusu nedeniyle inandırıcılıkta daha etkili olması, gerekse hatırda kalması
nedeniyle, yazıya oranla daha çok tercih edilmektedir, ya da yazı ve görüntü birlikte kullanılmaktadır.
Propagandanın etkili bir silah olduğunun fark edilmesinin ardından, o toplumda bilinç oluĢturmak,
ideolojik görüĢ empoze etmek gibi amaçlarla fotoğraf tarihinde de, propaganda amaçlı fotoğraf sıklıkla
kullanılmıĢtır ve günümüzde de kullanılmaya devam edilmektedir.
KISACA KÜRESELLEġME KAVRAMI
KüreselleĢme, dünyaya hakim olmak isteyen geliĢmiĢ-sanayileĢmiĢ devletlerin, az geliĢmiĢ ve
geliĢmekte olan ülkelerin kaynaklarını, kendi çıkarlarına göre adeta bir Açık Pazar olarak
kullanabilmek için, II. Dünya SavaĢı‘ndan sonra oluĢan, SSCB‘nin yıkılmasının ardından da, tek
kutuplu hale gelinen dünyanın ―Yeni Dünya Düzeni‖ sonucunda ortaya atılmıĢ bir kavramdır.
Ülkelerin sınırlarını ortadan kaldıran bu kavram sayesinde siyasi, kültürel, ideolojik enformasyonlar,
eğlence ve tüketim alıĢkanlıkları, denetim altında tutulabilmekte ve yine çıkarlar dengesine göre
Ģekillendirilebilmektedir. Birbirine benzeyen, kendi yerel özelliklerini kaybetmiĢ ülkelerden oluĢan,
Marshall Mc Luhan‘ın dediği üzere dünya, global bir köye dönüĢmüĢtür.
TÜKETĠM KÜLTÜRÜ-POPÜLER KÜLTÜR
Tüketim salgını bireyde,satın almanın ve sahip olmanın mutlu edeceği, statü kazandıracağı ve
seviye, sınıf atlatacağı hissini uyandırmıĢtır ve bu görüĢ sermayenin elinde olan, kitle iletiĢim araçları
aracılığıyla yaygınlık kazanmaktadır. Ġsmet Yazıcı‘ya göre ise: ―Modern toplum, kendini yeniden
üretebilmek için kitlelere hiç de yabancısı olmadıkları bir düĢü sunuyordu: Cenneti; Tüketim
Cennetini… (Yazıcı, 1997; 104)
Amerika‘nın fırsatlar ve zenginlikler ülkesi olarak sunulması sonucunda AmerikanlaĢma, yani
Amerikan popüler kültürünün diğer toplumlarca benimsenmesi, özümsenmesi gerçekleĢmektedir.
Aynı zamanda kendi ahlaki ve toplumsal değerlerinin de sorgulanmasına, empoze edilen yeni hayat
tarzını yaĢayanlar ile daha geleneksel kesim ile, toplum içinde uçurumların ve kopuklukların
oluĢmasına neden olmaktadır. Bu, hedef kitlede özellikle Amerikan etkisi giyim tarzında olduğu
kadar, iliĢkilerde, yaĢam ve davranıĢ tarzında da kendini göstermektedir. Tıpkı dizilerde, filmlerde
olduğu gibi olunmakta, onlar gibi yaĢanmaktadır. Bazı eĢyalar ve giysiler, bu insanlar için sahip
olamayacakları yaĢam tarzının iĢaretleri ve simgelerini oluĢturmaktadır, bu durumda ise çözüm
taklitler ve korsan üretimler olmuĢtur.
YaĢadığımız yüzyılda özellikle kitle iletiĢim araçlarının geliĢmesi ve bir güç haline gelmesi
sonucunda, reklamcılık bireyleri yönlendirmede çok önemli bir sektör, bir davranıĢ öğretici,
yönlendirici bir güç olmuĢtur.
450
KISACA REKLAM KAVRAMI
Reklamcılığın geçmiĢine bakacak olursak, Ġbraniler‘de, Antik Yunan‘da ve Roma Uygarlığı‘nda
sözel olarak halk tellalları tarafından yapıldığını görmekteyiz. Yazılı olarak ise duvar yazıları ve el
ilanları ile devam etmiĢtir. Matbaanın ve sonrasında fotoğrafın icadı ile gazete ve dergiler, sonrasında
ise televizyon ve internet ortamında reklamcılık hızla ilerlemiĢtir. Günümüzde üç boyutlu billboardlar,
binaların yüzeylerinin kaplanmasından sonra trafikte yol alan bisikletlerin, araçların üzerlerinde veya
çektikleri römorklarda, bireylerin üzerlerine giydirilen afiĢlerle reklam yeni bir boyut kazanmıĢtır.
Reklam, söz konusu mal ve hizmet hakkında henüz alıcı olmayan bireylere, hem bilgi verir, hem
de onu diğer rakiplerinden daha çekici, daha farklı hale getirerek tüketicinin olumlu tutum
geliĢtirmesine, satın alarak denemeye, kullanmaya ve sonra o markanın sürekli alıcısı olmaya ikna
eder. Reklam bir ikna sanatıdır. Bu amaçla da, hedef kitleyi etkileyecek en vurucu kiĢiler veya
nesneler, reklam malzemesine dönüĢtürülmektedir.
“KAHRAMAN GERĠLLA” FOTOĞRAFI
Bir düzen karĢıtı düĢünce ve eylemlerin, bir devrimin simgesinden günümüze dek gelen bu
portrenin hikayesi, 5 Mart 1960 tarihinde baĢlamıĢtır. Küba için silahlar taĢıyan Fransız kargo
gemisi La Coubre‘nin batması ve 60 kiĢinin hayatını kaybetmesi üzerine düzenlenen toplu cenaze
töreni toplu gösteri halini almıĢ ve bu fotoğraf da iĢte burada çekilmiĢtir.
Alberto Korda sahneden 6 metre öne yerleĢmiĢ ve Castro‘nun konuĢma yaptığı sırada, o dönemde
Küba Ulusal Merkez Bankasının BaĢkanı Che‘nin ise yapacağı konuĢma öncesi Jean-Paul Sartre ve
Simone de Beauvoir ile geri planda durdukları Che‘nin kalabalık topluluğa baktığı bir anda, biri yatay
diğeri dikey formatta iki kare fotoğraf çekmiĢtir. Korda o günü ve o anı Ģöyle anlatmaktadır: ―O gün,
La Courbe‘nin patlamasından sonra 12. ve13. Caddelerin köĢesinde hazırlıksız bir tören vardı. Fidel
Castro törene baĢkanlık etti ve sabotajın kurbanlarını onurlandıran bir konuĢma yaptı. Cadde insan
doluydu ve insanlar geçerken Ģapkalarına çiçekler yağıyordu. Günlük Revolucion için haber
fotoğrafçısı olarak çalıĢıyordum. Elimde 9 mm‘yle kürsünün biraz altında duruyordum. Küçük telefoto
objektifimi kullandım ve ilk sıradaki herkesi çektim: Fidel, Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir. Che
görünmüyordu; Ģeref kürsüsünün arkasında duruyordu. Beklenmedik bir Ģekilde kadrajıma girdi ve
fotoğrafı yatay çektim. Hemen görüntüsünün, arkasında açık gökyüzüyle neredeyse bir portre gibi
göründüğünü fark ettim. Kamerayı dikey konuma getirdim ve ikinci bir fotoğraf çektim. Hepsi on-on
beĢ saniyeden az bir süre içinde oldu. Che gitti ve bir daha görünmedi. Tamamen
tesadüftü.‖(Castaneda, 2011; 226) Korda‘nın çektiği fotoğraflar arasından editör, Fidel Castro‘nun bir
fotoğrafını seçmiĢ ve ertesi günkü habere o fotoğraf eĢlik etmiĢtir. Korda ise çektiği söz konusu Che
fotoğrafını çok beğenmiĢ ve Havana‘daki stüdyosunun duvarına, bu fotoğrafı asmıĢtır.
Ünlü Ġtalyan yayıncı ve sol görüĢlü aktivist Gian Giacomo Fetrinelli, fotoğrafın çekiminden 6 yıl
sonra-Che‘nin ölümünden 4 ay önce, Che‘nin Bolivya‘da öldürüldüğünü düĢünerek, Korda‘nın
stüdyosunu ziyaret etmiĢ, fotoğrafçıdan gerçekten Che‘yi en etkili Ģekilde yansıtan bir Che fotoğrafı
istemiĢtir. Korda ise elindeki en iyi Che fotoğrafı olarak ―Kahraman Gerilla‖ adlı fotoğrafı göstermiĢ,
Fetrinelli de bu görüĢe kesinlikle katılmıĢ, Korda ertesi gün için iki adet baskıyı kendisi için
hazırlayabileceğini söylemiĢtir. Fetrinelli‘nin ücretini sormasına karĢılık, kendisinin de bir devrim
dostu olması nedeniyle bir ödeme yapması gerekmediğini söylemiĢ ve böylece herhangi bir maddi
karĢılığı olmadan aldığı 2 baskıdan kadraj alarak (yandaki insan profili ve ağaç görüntülerini çıkararak
sadece Che‘nin yüzünü ön plana çıkaran) bastığı ―Kahraman Gerilla‖ fotoğrafının tüm dünyaca
tanınmasının sürecini baĢlatmıĢtır. Che öldüğünde bu fotoğraftan basılan posterler, tüm yas tutan halk
ve ölümünün ardından dalga dalga yayılan protesto gösterilerinde kullanılmaya baĢlamıĢtır.
451
Korda bu fotoğraftan tek bir kuruĢ dahi kazanmamıĢtır. Bu, Küba‘nın Bern SözleĢmesini
imzalamamıĢ olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü Fidel Castro, Fikri Mülkiyet Korunmasını
emperyalist ―saçmalık‖ (http://www.pix.dk/korda2.htm) olarak nitelendirmekteydi.
Che‘nin resmi olaylarda zaman zaman fotoğrafçılardan fotoğraf makinelerini kaldırmalarını
istemesinden dolayı, Solcuların ve kapitalizm karĢıtlığının bir ikonu haline gelen bu fotoğraf için,
Korda ikinci kez Ģans eseri çekildiğini söylemektedir. Guevera‘nın üzerindeki mont onun her zamanki
giysilerinden değildir. Havanın çok soğuk olduğu tören gününde Meksikalı bir arkadaĢından, ödünç
olarak aldığı bir montu giymiĢtir. Uzmanlara göre bu mont, o dönemde astım hastalığı nedeniyle
kortizon kullanması nedeniyle kilo alan Che‘yi daha zayıf göstermiĢtir. Fotoğraf alt açıdan çekilmesi
nedeniyle bir heykel, bir anıt izlenimi vermektedir, aynı zamanda da gözleri uzak ufuklara dalmıĢ
yaĢayan bir Che vardır. Che, bu fotoğraf sayesinde bir mite dönüĢmüĢ ve artık ölümsüz olmuĢtur.
“KAHRAMAN GERĠLLA” FOTOĞRAFININ FARKLI AMAÇLARLA KULLANIMLARI
Che Guevera 9 Ekim 1967‘de 39 yaĢında CIA tarafından desteklenen Bolivya ordusu tarafından
yakalanarak öldürülmüĢtür. Che bu fotoğraf ile birlikte efsaneleĢmiĢtir ve bu efsanenin durdurulması,
kafalardaki güçlü, yakalanamaz, peĢinden sürükleyen lider imajını yerle bir etmek amacıyla,
Vallegrande kasabasında bir ahırda Che‘nin ölü bedeninin fotoğrafı (gözleri açık, avurtları çökmüĢ,
saçları sakallarına karıĢmıĢ Ģekilde) çağırılan gazetecilere çektirilmiĢ ve 10 Ekim‘de gazetelerde
yayınlamıĢtır. New York Times, ―Ernesto Che Guevera, Ģimdi artık muhtemel göründüğü gibi,
Bolivya‘da gerçekten öldürüldüyse, bir insanla birlikte bir mit de huzura kavuĢtu.‖ diye yazmıĢtır.
(Berger, 2007; 127)
Murat Yaykın o anı Ģöyle anlatmaktadır: ―CIA ajanı Felix Rodriguez,
Guevera‘yı tutsak edildiği odada infaz edecek olan ÇavuĢ Mario Teran‘ı, ―Sakın yüzüne ateĢ etme.
Boynundan aĢağısına niĢan alacaksın.‖ diye uyarıyordu. Amaç, Che Guevera‘nın çatıĢma sırasında
yaralandığı süsü verilecekti. Aynı zamanda o yüzün ikon haline gelmiĢ görüntüleri yerine, dünyanın
hafızasına ölü bir yüz kazınacaktı. Planlanan yapıldı.‖ (Yaykın, 2009; 74) Bu amaçla organize edilen
bir gösteri ile efsaneden zavallı bir insana ve inandıklarının, uğruna savaĢtıklarının da aynı onun gibi
öldüğü etkisi yaratılmak istenmiĢtir. Ancak Ģurası inkar edilemez ki, tüm çabalara rağmen, Che
Guevera dendiği anda, akla yine de ilk gelen, ölmüĢ Che fotğrafları değil, fotoğrafçı Alberto Korda
tarafından çekilen ―Kahraman Gerilla‖ portresidir.
Che, öldükten sonra da tehlike olarak görülmeye devam etmiĢ, bedeni önce gizlenmiĢ, sonra
sergilenmiĢ ve bir dizi fotoğrafı çektirilmiĢ, gizli bir yere gömülüĢ, çıkarılmıĢ ve son olarak parmakları
kesildikten sonra yakılmıĢtır. Bütün bunlar onun, insanların gözündeki yerini daha da yüceltmekten
öteye iç bir iĢe yaramamıĢtır. Kendisi de bu yola çıkarken her Ģeyi, ölümü göze aldığını Ģu sözleriyle
dile getirmiĢtir: ―Ölüm karĢımıza nerede çıkarsa çıksın, hoĢ geldi; yeter ki bu, bizim savaĢ çağrımız,
onu duyacak kulaklara ulaĢsın, baĢka bir el uzanıp silahlarımızı kullansın, baĢka insanlar, cenaze
Ģarkımıza, makineli tüfeklerin kesik ritmiyle, yeni savaĢ ve zafer bağırıĢlarıyla katılmaya hazır olsun.
(Berger, 2007; 131)
Jorge Castaneda‘ya göre: ―Che Guevera‘nın ölümü hayatına anlam kattı. Teğmen Mario Teran‘ın
ellerinde, La Higuera‘daki karanlık, nemli ve viran bir sınıfta idam edilmeseydi, yine destansı baĢarılar
kazanacak ve görkemli bir hayat yaĢayacaktı ancak yıllar sonra yüzü milyonlarca tiĢörtün üzerinde
olmayacaktı. Eğer Bolivya hükümeti tarafından bağıĢlansaydı ya da CIA tarafından kurtarılsaydı
Ģüphesiz benimsediği davaya çok daha fazla hizmet edecekti ancak sembolü haline geldiği devrim
destanı ve kendini feda etme hiçbir zaman bu kadar büyümeyecekti. Che için ölüm sadece beklenen ve
belki de hoĢ karĢılanan bir olay değildi, aynı zamanda da yürünecek kaçınılmaz ve tahmin edilebilir
bir yolun baĢlangıcıydı; bir kariyerin, bir yolun, bir hayatın sonu değildi. Bu ölümün her özelliği
sonuçta erkesin baĢına gelen trajedinin ötesine geçmesine katkıda bulundu, yüzyılın sonuna kadar
devam edecek bir mit doğurdu. Che‘nin her zaman hayal ettiği gibi bir ölümdü: Serinkanlı,
kahramanca ve metin, güzel ve huzurlu –bu hikayenin baĢladığı, tıpkı yüzünün ölüm sonrası
fotoğraflarında gösterdiği gibi- tek kelimeyle sembolikti.‖ (Castaneda, 2011; 441)
Che‘nin ―Kahraman Gerilla‖ fotoğrafının basılığı olduğu her türlü bayrak, poster ve benzeri
ürünler, hemen ölümünden sonra hayat bulan 1968 gençlik hareketinde de en çok kullanılan
sembollerden ve kahramanlardan biri olmuĢtur. Hatta buna örnek olarak Jorge G. Castaneda
Fortune‘da yayınlanan Ģu araĢtırma verilerini ―Che Guever, YoldaĢ‖ adlı kitabında vermiĢtir:
452
―Amerikalı üniversite öğrencileri arasında 1968‘de yapılan bir araĢtırma kendilerini en çok
özdeĢleĢtirdikleri insanın, o seneki baĢkan adaylarından ve araĢtırma tarafından önerilen insanlardan
çok, Che olduğunu ortaya koydu. (Castaneda, 2011; 443)
Günümüzde ise Che‘yi yeni nesillere aktaran onun hakkında ilgi ve bilgi sahibi olunması en çok
bilinen fotoğrafı olan ―Kahraman Gerilla‖ fotoğrafı sayesinde olmuĢtur. Çünkü bu fotoğraf tüm
dünyada çok farklı Ģekillerde ve yüzeylerde karĢımıza çıkabileceği gibi, internet üzerinden de en çok
ilgi duyulan kiĢi hakkında yapılan her türlü üretime de yol gösterici olmuĢtur.
“KAHRAMAN
KULLANIMI
GERĠLLA”
FOTOĞRAFININ
PAYLAġIM
SĠTELERĠNDEKĠ
Smugmug
http://www.smugmug.com web sitesinde ―Che Guevera‖ kelimelerini arama bölmesine
yazdığınızda, karĢınıza 37 adet görsel çıkmaktadır. Bunlardan 11 tanesinde Alberto Korda ya tek
baĢına ya da ―Kahraman Gerilla‖ fotoğrafı ile birlikte yer almaktadır. 4 tane fotoğraf ise, Alberto
Korda‘nın cenaze töreni sırasında çekilmiĢtir. 7 tanesinde ise, Santa Clara‘daki Che heykellerinin
fotoğrafları paylaĢılmıĢtır.
Turistlik gezi amaçlı fotoğraflar
Hatıra Fotoğrafları“Kahraman Gerilla” fotoğraflı Küba Fotoğrafları
Alberto Korda Fotoğrafları
25 Mayıs 2001 tarihinde Paris‘te geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybeden Korda‘nın
cenazesinde çekilen fotoğraflar da, sitede yer almaktadır.
Alberto Korda‟nın Cenazesinden Fotoğraflar
Photobucket
http://photobucket.comweb sitesinde ―Che Guevera‖ kelimelerini arattığımızda 105 adet görsel
karĢımıza çıkmaktadır. Bu fotoğraflardan 50 tanesi Korda‘nın fotoğrafı veya fotoğraftan yola
çıkılarak yapılmıĢ duvar resimleri, kolajlar, illüstrasyon gibi tasarımlardan oluĢmaktadır. Aynı
453
zamanda Küba‘da Che‘nin fotoğrafından yola çıkılarak yapılan heykel ve benzeri yapıların önünde
hatıra fotoğraflarının sayısı da 2‘ dir. Bir baĢka ilginç görsel Che Guevera‘nın devrimci kimliği öncesi
hayatından bir fotoğraf, sitede yer almaktadır. Bir adet de Che Guevera adlı bir kedinin fotoğrafı
paylaĢılmaktadır.
Karşıt görüşlülere dair fotoğraflar Hatıra Fotoğrafları
“Kahraman Gerilla” fotoğrafından ilgisiz fotoğraflar ve bu fotoğraftan yapılan tasarımlar
Che Guevera, doktor olduğu yıllardan bir fotoğrafında bir kadavranın arkasında gülerek poz
veren doktor arkadaĢları ile birlikte yer almaktadır.
Facebook
https://www.facebook.compaylaĢım sitesinde ―Che Guevera‖ kelimelerini kullanarak kendine
profil veya grup açan 68 kiĢinin olduğu görülmüĢtür. 39 kiĢi Che Guevera ismini ya olduğu gibi
orijinal haliyle ya da harf değiĢiklikleriyle kullanıcı adı olarak belirleyerek profil açmıĢtır. Diğerleri
ise kapalı veya açık grup olarak kullanılmaktadır. Kullanıcı adı olarak kullanan çoğu kiĢi profil
fotoğrafları olarak kendi fotoğraflarını ve kiĢisel bilgilerini kullanmaktadır. Buna karĢılık Che‘nin
politik görüĢünün yandaĢı ve karĢıtlarının da bu ismi kullanarak profilleri olduğunu ve kendi
görüĢlerine göre paylaĢımlarda bulunduklarını söylemek mümkündür.
“Kahraman Gerilla” fotoğraflından yola çıkılarak yapılan tasarımlar Ünlülerle Che
Hatıra Fotoğraflarından
Karşıt görüşlülere dair fotoğraflardan
454
“Kahraman Gerilla” fotoğraflı Küba fotoğrafları
Flickr
http://www.flickr.comweb sitesinde Bu ismi kullanan sadece 1 adet kullanıcı bulunmaktadır. Onun
da ―Rico Che Guevera‖ kullanıcı adı ile profili vardır ve profil içeriğindeki fotoğraflar çevre kirliliğine
karĢı duyarlılık, bilinç uyandırmaya dair görsellerden oluĢmaktadır.
―Che Guevera‖ kelimeleriyle yapılan aramada en çok görsel bu sitede bulunmaktadır. Bunların çok
büyük bir kısmı Che duvar resimleri, tshirtlerini giyen kiĢiler, Che‘nin heykellerinden oluĢmaktadır.
Aynı zamanda dövmecilerin de koydukları örnek dövme görsellerinin sayısı oldukça fazladır.
Guevera‘nın ele geçirildiği mağara ve doğduğu, çocukluğunun geçtiği ev turistler için vazgeçilmez
ziyaret mekanlarından olmaktadır.
Turistlik gezi amaçlı fotoğraflar
Hatıra Fotoğrafları
“Kahraman Gerilla” fotoğraflından yola çıkılarak yapılan tasarımlar ve ticari ürünler
Çakallarla Dans 2 Film setinde Che afiĢi, Deniz GezmiĢ ve Fenerbahçe Kulüp BaĢkanı Aziz
Yıldırım‘ın posterleriyle birlikte yer almaktadır. Bangkok‘taki bir otobüste de Che etiketi yapıĢtırılmıĢ
ve Uzak Doğulu bir kadının üzerinde yine Che olan bir giysi vardır.
Tüm Dünyadan “Kahraman Gerilla” fotoğrafından yola çıkılarak yapılmış ürünlerden
“KAHRAMAN GERĠLLA” FOTOĞRAFININ TĠCARĠ AMAÇLA KULLANIMI
Tekstil Ürünleri
Tekstil ürünleri kategorisi çok geniĢ kapsamlı olması nedeniyle çok farklı yerlerde ve çok geniĢ bir
yaĢ aralığında bu fotoğrafın kullanıldığını söylemek mümkündür.
455
Bir devrim ikonundan, popüler kültür ikonuna dönüĢen Che portresi halen bir baĢkaldırı, bir dik
duruĢ simgesi olarak da kullanılmaktadır. Özellikle bu anlamda dünyadan veya Türkiye‘den ünlülerin
Che tshirtleri veya takılarını kullanmalarını ve bu Ģekilde katıldıkları gala geceleri veya ödül gecelerini
örnek verebiliriz.
Hediyelik Ürünler
Özellikle turistlere yönelik satıĢa sunulan hediyelik eĢyalarda Che ve ―Kahraman Gerilla‖ fotoğrafı
çok sık olarak kullanılmaktadır.
Gıda Ürünleri
―Kahraman Gerilla‖ imgesi çok ĢaĢırtıcı gıda ürünlerinde yer almaktadır. Buna Murat Yaykın‘ın
yorumu Ģöyle olmuĢtur: ―Che zamanında, ABD‘nin baĢ belasıydı. Bugün ise Amerika için çikolata
arasına sıkıĢtırılmıĢ viĢnelerinin devrimci mücadelesi! (―Cherry‖ Guevera Çikolatası) (Yaykın, 2010;
75) Dondurmadan pastaya, kurabiyeden kahve üzerindeki süslemeye kadar her yerde Che bu
fotoğrafıyla karĢımıza çıkmaktadır.
Alkollü Ġçecekler
Korda‘nın çekmiĢ olduğu bu fotoğraf, sayısız defa çok farklı amaçlarla kullanılmıĢtır, ancak
bunlardan sadece bir tanesinde fotoğrafçı Korda firmaya karĢı dava açmıĢtır, o da Smirnoff olmuĢtur.
Bunu Korda Ģu sözlerle açıklamıĢtır: ―Che Guevera‘nın uğrunda öldüğü görüĢleri destekleyen biri
larak, bu fotoğrafın onun anısını yaĢatmaya ve dünyadaki sosyal adaleti sağlamaya çalıĢanların
kullanmasına karĢı değilim. Fakat alkol gibi ticari nesnelerin reklamını yapmak için Che‘nin Ģöhretini
kullananların kategorik olarak karĢısındayım.‖
(http://www.arsivfotoritim.com/yazi/beyhanozdemir-askolsun-size-cocuklar/) demiĢ ve kazandığı elli bin dolarlık tazminatı ―Eğer Che yaĢasaydı o
da aynısını yapardı‖ diyerek Küba Sağlık Sistemine kanserli çocuklara bağıĢlamıĢtır.
456
Tütün ve Benzeri Ürünler
Küba dendiğinde akla ilk gelen sektörlerden biri tütün ve ürünleri olmaktadır. Bu nedenle de çok
geliĢmiĢ, dünya piyasasında çok önemli bir yeri olan Küba purosu ve kutusu, çakmağı gibi ürünler de
önemli bir hediyelik eĢya olmaktadır.
Ġsa Peygamber ile olan benzerliğinin kullanılması
Çok farklı kesimler tarafından Che ve Ġsa Peygamberin birbirlerine olan benzerlikleri yine farklı
amaçlarla kullanılmıĢtır. Aynı zamanda Kilise tarafından da Che‘nin bu fotoğrafın kullanmada tercih
edilmesini Murat Yaykın, Ģöyle açıklamaktadır: ―Ġngiltere‘deki devrimci Che‘nin imajını sömüren
Kiliseler Reklam Ağı, yakın bir zamanda milli poster kampanyasında bilinçli bir Ģekilde Che‘nin –
dikenli bir taç takan, haĢin bir ifade takınan ve bir Pazar öğleden sonrasının maço ve duyarlı
büyüsünün havasını sızdıran kitsch bir imajını 152 cm‘lik bir posterini koyarak ve 50 bin kiliseden
daha doğudaki insanları kiliseye gelme noktasında motive etmenin bir yolu olarak bu posterleri satın
almalarını tavsiye ederek acayip bir tartıĢmaya neden oldu. Ġmajın ―ergenlik çağındaki kızların
odalarına asması‖ isteği ve ―beyaz gecelikler içindeki zayıf Ġskandinav tiplerden uzak durması‖
dileğiyle Rev. Peter Owen-Jones kampanyayı değiĢmez bir Ģekilde destekledi. Ġsa‘nın imajının
―devrimcileĢtirilmesi‖ stratejisi Parlamento onur üyesi ve Muhafazakar Hiristiyan üyeliği sponsoru
Harry Greenaway‘a ―Ġsa‘nın mükemmel olduğu‖nu ve onu Che Guevera‘ya benzetmenin tamamen
saygısızlık olduğu‖nu söyleme Ģansı verdi. ―Bundan herhangi bir Ģekilde sorumlu olanların aforoz
edilmesi gerektiğini‖ ekledi. Sosyalist Parti‘nin yürütme kurulu üyesi Judie Beishon küçümser bir
tarzda mukayesenin kendisinin ―muhtemelen Che Guevera‘ya haksızlık olacağını söyledi ― (Yaykın,
2010; 76)
“Kahraman Gerilla” Fotoğrafından yola çıkarak yapılan dövmeler
Aynı zamanda Che‘nin bu fotoğrafından yola çıkılarak yapılan dövmeler de çok yaygın olarak
tercih edilmektedir. Bunlar arasında da Mike Tyson, Maradona gibi ünlü isimler de yer almaktadır.
Che Guevera‘nın kapitalist dünyaya meydan okuyan bakıĢı ile bugün, dünyanın dört bir
yanında tshirtlerin üzerinde, posterlerde, kahve fincanlarında ve buzdolabı mıknatıslarında, kadın iç
çamaĢırlarında, çantalarında ve rujlarında ticari bir imge olarak görmek mümkündür.
457
SONUÇ
John Berger‘e göre: ―Fotoğraf makinesinin yaptığı, oysa gözün hiçbir zaman yapamayacağı Ģey, o
olayın görünümünü dondurmaktır. Fotoğraf makinesi olayın görünümünü, görünümlerden oluĢan
akıĢın içinden çekip çıkararak belki sonsuza dek değil ama film olduğu sürece saklar. ….Bunları hiç
değiĢmeden olduğu gibi tutar. (Berger, 2007; 71)‖ Günümüzde bu söz üzerinde ufak tefek
değiĢiklikler yapmak zorunlu bir gereklilik halini almıĢtır. Örneğin ―…sonsuza dek değil ama film
olduğu sürece…‖ sözlerinin yerine ―görüntünün dijital kaydı silinmeden veya bozulana kadar…‖
diyebiliriz. Bu anlamda bakacak olursak Che‘nin ―Kahraman Gerilla‖ olarak o cenaze töreni sırasında
fotoğrafının çekilerek, gerçekliğin içinden soyutlama yoluyla seçilmesi ve sonrasında bugünümüze
dek birbirinden çok çok farklı amaçlarla kullanımı gerçekten inanılmaz bir süreçtir.
―Fotoğraf, gereksinimler yaratmak ve düĢünme biçimlerini kontrol etmek amacıyla da
kullanılabilecek tehlikeli bir araç haline geldi.‖ (Freund, 2007; 192) sözleriyle Freund tam da
―Kahraman Gerilla‖ fotoğrafından bahsetmektedir. Bu fotoğraf, geçmiĢte peĢinden milyonlarca insanı
temsil ettiği düĢünce yapısı nedeniyle sürüklemiĢ, sonrasında ise bambaĢka hatta tamamen zıt
amaçlara hizmet etmesi için kullanılmıĢ ve günümüzde de kullanılmaya devam edilmektedir. Bu sefer
Che bir moda imge haline getirilmiĢtir.
Kübalı ünlü fotoğrafçı Liberio Noval Küba Dostluk Haftası Etkinlikleri nedeniyle 2005 yılında
Türkiye‘ye gelmiĢ, kendisi ile yapılan ropörtajda Ģu görüĢleri paylaĢmıĢtır: ― Hayatımda beni en çok
etkileyen an Che ile karĢılaĢma anımızdır. Che‘ye saygı duymaya devam ediyorum. Benim için Che
yaĢıyor. Fiziksel olarak değil ama değiĢik bir biçimde yaĢıyor. Dünyanın her tarafında
rastlayabilirsiniz ona. Amerika‘da yapılan bir gösteride bile. Che‘nin en popüler fotoğrafını çeken
Alberto Korda‘nın o meĢhur fotoğrafına da çok teĢekkürler. Bakın Ġstiklal Caddesi‘nde bile bir sürü
Che fotoğrafı var ve bu Che‘nin hala yaĢadığı anlamına geliyor. (Baykan-Özgür, 2006; 33)
Che‘nin ve özellikle bu fotoğrafının kullanım alanlarının ilginçliği nedeniyle, küratörlüğünün
Trisha Ziff tarafından yapıldığı ve Riverside Kaliforniya Üniversitesi UCR/Kaliforniya Fotoğraf
Müzesi tarafından düzenlenen ―Korda‘nın Objektifinden Che: Bir Portrenin Devrimle BaĢlayıp Ġkonla
Biten Öyküsü‖ adlı sergide düzenlenmiĢtir. Sergide, Alberto Korda‘nın ―Guerrillero Heroico”
(Kahraman Gerilla) portresi ve sonrasından bu portreden yola çıkılarak otuzun üzerinde ülkede
üretilen fotoğraf, afiĢ, film, ses, giysi ve eĢya yer almıĢtır. 212Berlin, Mexico City; Centro de la
Imagen, Mexico City; Anglo-Meksikan Vakfı ile Zone Zero‘nun desteğiyle, Londra, New York,
Milano, Amsterdam, Lizbon, Mexico City, Barselona ve Kaliforniya‘dan sonra Türkiye‘de
santralistanbul‘da, 9 Ekim 2008-4 Ocak 2009 tarihlerinde izleyenlere sunulmuĢtur. Aynı adla da bir
kitap ülkemizde yayınlanmıĢtır.
Bir düĢünce mitinden bir tüketim nesnesine dönüĢtürülmeye çalıĢılan ve bu anlamda baĢarılı
olunan Che Guevara‘nın en unutulmaz fotoğrafı ―Kahraman Gerilla‖, hiç beklemediğimiz bir anda, hiç
beklemediğimiz bir yerde karĢımıza çıkabilmektedir. Bu konu sergi küratörü Ziff‘e göre:‖ kumandan
yaĢasaydı kendi devrimci fikirlerine tamamen ters olan tüm bu kapitalist hareketlere karĢı çıkardı.
Yine de onun figürünün tüm dünyada dolaĢması, farklı milletlerden, farklı görüĢlerden kiĢilerin
üstünde olması Ziff‘i heyecanlandırıyor. Ona göre, Filistinli eylemcinin de, Amerikalı punk‘çının da
kendine yakın gördüğü bir isim olan Che, aslında bir çeĢit ―KarĢı DuruĢ‘un bayrağı‖ (Yaykın, 2010: 4)
oluĢtur, olmaya da devam etmektedir.
KAYNAKLAR
Baykan, Ö., Özgür, D.(2006). ―Latin Amerika‘dan bir devrim fotoğrafçısı‖. S.33GeniĢ Açı.
Berger, J.(2007).O Ana Adanmış. Ġstanbul:Metis Yayınları .
Castanada, J. G.(2011). Che Guevera Yoldaş. Ġstanbul:Ġkon Kitap.
Freund, G.(2007).Fotoğraf ve Toplum. Ġstanbul: Sel Yayıncılık.
Koetzle, H. M.(2002). ―The Story Behind the Pictures Volume 2. Photo Ġcons. Ġtalya: Tascheni.
Stepan, P.(2005).Icons of Photography. Münih:Prestel.
458
Yaykın, M.(2010).Fotoğraf İdeolojisi. Ġstanbul: Kalkedon Yayınları.
Yazıcı, Ġ.(1997).Kitle İletişiminde İmaj. Ġstanbul:Bilim Yayınları.
Ġnternet Kaynakları
http://www.arsivfotoritim.com/yazi/beyhan-ozdemir-askolsun-size-cocuklar/)
https://www.facebook.com
http://www.flickr.com
http://photobucket.com
http://www.pix.dk/korda2.htm
http://www.santralistanbul.org/events/show/kordann-objektifinden-che-bir-portrenin-devrimlebaslayp-ikonla-biten-oykusu/tr/
http://www.smugmug.com
459
B12 OTURUMU
PANEL:
SOSYALE DAĠR ORTALAMA MUTLULUĞUN SINIRLARI:
NĠĞDE‟DE AYKIRI SOSYAL DURUM (SAPMANIN) TESPĠTLERĠ
NĠĞDE‟DEKĠ ĠNTĠHAR OLAYLARINA SOSYOLOJĠK BĠR BAKIġ
Yağmur Akgün1
Bu çalıĢmanın amacı, Niğde ilinde meydana gelen intihar ve intihara teĢebbüs vakalarının
araĢtırılması ve sorunun odak noktası üzerinden bir değerlendirme yapmak ve intihara teĢebbüs
edenlerin ve intihar edenlerin yaĢ, cinsiyet, medeni hal, eğitim durumu ve meslekleri hakkında alınan
verilerden hareketle intihar olayının sosyolojik dinamiklerini ve örüntülerinin açığa çıkarılmasıdır.
Son yıllarda tehdit edici boyutlarda hızla artan intihar oranları nedeni ile intihar, ülkemiz dahil
birçok ülke için önemli bir sağlık problemi olarak göze çarpmaktadır (DSÖ 2000. Eskin 2003).
Günümüzde intihar tüm dünyada hem önemli bir halk ve ruh sağlığı sorunu, hem de önde gelen ölüm
nedenlerindendir. Önümüzdeki on yıllarda da bu konumunu koruyacak gibi görünmektedir (Altındağ
ve ark. 2001).Dünya Sağlık Örgütü‘ ne göre her yıl dünyada 1 milyon kiĢi intihar sonucu hayatını
kaybetmektedir, bu oranın 10-20 katı kiĢi ise intihar giriĢiminde bulunmaktadır (DSÖ 2000). Ġntihar,
CDC‘ nin(CentersforDisease Control andPrevention) 2003 yılı verilerine göre 10–64 yaĢ grubunda ilk
on ölüm sebebi arasındadır. Genel popülasyonda intihar giriĢimi epidemiyolojisi ile ilgili yapılan
araĢtırmaların sonuçları, 1970–2000 yılları arasında dünya genelindeki farklı ülkelerde intihar
sıklığının 2.61100/100.000, yaĢam boyu yaygınlığın ise 720–5930/100.000 arasında değiĢtiğini
bildirmektedir (Welch 2001). Türkiye verilerine bakıldığında, Manisa ili kent merkezinde yapılan bir
araĢtırmada intihar düĢüncesinin yaĢam boyu yaygınlığı %6.6, intihar giriĢiminin yaĢam boyu
yaygınlığı ise %2.3 olarak tespit edilmiĢtir (Deveci ve ark. 2005). Ülkemizde kaba intihar hızı 3.30 /
100.000‘dur. ( TÜĠK, intihar istatistikleri 2002 ). Bu yüzde, nüfusla oranlandığında 2301 kiĢiye
karĢılık gelmektedir. Bu sayının % 32.42si, diğer deyiĢle 746 kiĢi, 15-24 yaĢ grubundadır. Ġntihar
giriĢimleri ise kuĢkusuz daha fazladır. Yapılan kapsamlı bir çalıĢmada, 1998 ve 2001 yılları arasında
intihar giriĢimi hızının ortalama 78.89 / 100.000 olduğu belirtilmekte ve bu yıllar arasında %
93.59‘luk bir artıĢtan söz edilmektedir. (Özgüven ve Sayıl 2003 ).
Dünya Sağlık Örgütü‘nün (DSÖ) desteği ile yürütülen çok merkezli bir çalıĢmanın Türkiye‘deki
merkezindeki bulgulara göre, 1998-2002 yılları arasında intihar giriĢimi hızı ortalaması yüz bin de
46.89 olarak tespit edilmiĢtir. Bu hız Avrupa‘daki diğer merkezlerde saptanan hıza göre düĢük
olmakla birlikte, bu 4 yıl içinde intihar giriĢimi hızı %93.59 artıĢ göstermiĢtir (Devrimci-Özgüven ve
Sayıl 2003).
Yapılan toplum çalıĢmalarında, intihar giriĢimlerinin yaĢam boyu yaygınlığının 720- 5930/
100.000 arasında değiĢtiği bildirilmektedir (Welch 2001). Ülkemizde ise intihara ait veriler 1962‘den
beri Devlet Ġstatistik Enstitüsü (DĠE) tarafından tüm yerleĢim yerlerinde derlenmektedir. DĠE
verilerine göre ülkemizde 2000 yılında intihar ederek yaĢamına son verenlerin sayısı 1802 (114‘ü
erkek, 688‘i kadın) olup ortalama intihar hızı yüz binde 2.76 olarak bildirilmiĢtir (DĠE 2000).
Ġntihar, Dünya Sağlık Örgütü‘nün verilerine göre geliĢmiĢ ülkelerde ölüm olgularının en önde
gelen on nedeninden biridir. Ölüm nedenleri arasında kalp hastalıkları, kanser, serebrovasküler
hastalıklar, kazalar, pnömoni, diyabet ve sirozdan sonra sekizinci sırada yer almaktadır. Özellikle genç
yaĢlardaki ölüm nedenlerinin en sıklarından biridir. Tüm ölümlerin yaklaĢık 0.9‘ u intihar sonucudur.
Dünyada, her gün yaklaĢık 1000 kiĢinin intihar ettiği tahmin edilmektedir( Roy 2000 ).
Postmortem çalıĢmalar intihar kurbanlarının %25- 75‘inde bir fiziksel hastalık olduğunu
göstermiĢtir. Bunlarda fiziksel hastalığın, intiharların %11-51‘inde katkıda bulunan önemli bir faktör
olduğu tahmin edilmektedir. YaĢla da bu oran artmaktadır( Roy A 2000).
Psikiyatrik hastalığı olanlarda intihar riskinin, psikiyatrik hastalığı olmayanlara göre 3-12 kat
arttığı bildirilmektedir. Ġntihar eden veya intihar giriĢiminde bulunan kiĢilerin %94‘ünde en az bir
ruhsal hastalık bildirilmektedir( Roy A 2000). Ġntihar eden kiĢilerde saptanan ruhsal hastalıkların
baĢında %35-80 oranında depresif bozukluklar gelmekte, onu %10 oranında Ģizofreni ve %5 oranında
demansya da deliryum izlemektedir. Bu hastaların %25‘inde aynı zamanda alkol bağımlılığı
1
Niğde Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
461
bulunmaktadır( Roy A 2000; Çayköylü A, CoĢkun Ġ, Kırkpınar Ġ, Özer H; Çayköylü A 1997; Shafii M,
Steltz-Lenarsky, Derrick AM, Beckner C,Whittinghill JR 1998).
Dünya Sağlık Örgütü‘nün tanımına göre intihar giriĢimi ölümle sonuçlanmayan, bireyin alıĢkanlık
olmaksızın kendisinin baĢlattığı ve baĢkaları tarafından engellenmeyen kendine zarar verme davranıĢı
veya tedavi dozundan daha fazla ilaç kullanma durumudur. Ġntihar giriĢiminde bulunan kiĢi gerçekten
ölmek arzusunda olabileceği gibi, bu davranıĢında ruhsal acısını, çaresizliğini ve umutsuzluğunu dile
getirmek amacını da gütmüĢ olabilir. Ġntihara etik, felsefi, dinsel, toplum bilimsel, ruhbilimsel ya da
biyolojik açılardan yaklaĢılabilir. Bu yaklaĢımların temel sorusu hangi etkenlerin, risk faktörlerinin
temel amacı yaĢamak olan bir canlının, kendi isteği ile yaĢamına son verme giriĢiminde bulunmasında
rol oynadığıdır. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre intihar ilk on ölüm nedeni arasında olup; günümüzde
önemli bir halk sağlığı sorunudur. Resmi istatistikler ülkemizde öz kıyıma bağlı ölümlerin batı
toplumlarına oranla düĢük düzeyde olduğunu göstermektedir buna karĢın özellikle gençlerde oranlarda
sürekli yükselme mevcuttur (DĠE 2000).
Ġntihar giriĢimleri ile baĢta depresyon ve alkol madde bağımlılığı olmak üzere çeĢitli ruhsal
hastalıklar, olumsuz aile içi etkileĢimler, toplumsal dayanıĢma azlığı, ekonomik sorunlar, göç gibi
sosyoekonomik etmenler iliĢkili bulunmaktadır (McClure 2000). Ġntihar giriĢiminde bulunma
davranıĢının genetik yönü de gösterilmiĢ olup intihar davranıĢında bulunanların ailelerinde intihar
davranıĢı ve psikiyatrik hastalıklar toplum ortalamalarından yüksek olarak saptanmıĢtır (Nordentoft
2007).
Günümüz gençliğinde oldukça fazla görülen intihar giriĢimi ise ―kiĢinin öz benliğine yönelmiĢ bir
saldırganlık hali ( Sayıl 2000 )‖ olarak tanımlanmaktadır. Ġntihar, bilinçli olarak yapılan bir
harekettir; yani kurban, kendisini böyle davranmaya hangi neden götürmüĢ olursa olsun, bu davranıĢta
bulunurken sonucunun ne olacağını bilmektedir( Durkheim 1992 ). Burada, intihar edenin bu eylemi
gerçekleĢtirmekteki amacının- sahip olduğu en önemli Ģey olan -yaĢamına son vermek mi yoksa
sorunun çözümüne yönelik bir harekette bulunmak mı olduğu dikkati çeken bir husustur.
Durkheim‘ a göre intihar , ‗‗ölen kiĢi tarafından ölümle sonuçlanacağı bilinerek yapılan olumlu ya
da olumsuz bir edimin doğrudan ya da dolaylı sonucu olan her ölüm olayına ‘‘ denir. Ayrıca Dünya
Sağlık Örgütü intihar eylemini , ‗‗ kiĢinin amacının bilincinde ve değiĢik derecelerde ölümcül maksatlı
olarak kendisine zarar vermesi‘‘ olarak tanımlamıĢtır (Weis1974).Suisid (Ġntihar) kelimesi, Latince
birinin kendisini öldürmesi anlamına gelen suicaedere kökünden türemiĢ olan suicidium kelimesinden
gelmektedir. Ġntihar giriĢimi, bir kiĢinin hayatını sonlandırmaya yönelik yıkıcı bir davranıĢ olarak
tanımlanmaktadır. EdwinSchneidman‘agöre intihar; umutsuzluk engel olunmuĢ istekler, üstesinden
gelinemez stres, çaresizlik hislerine karĢı bir çıkıĢ yolu olarak görülür. Ġntihar düĢüncesi ve giriĢimi
arasında geniĢ bir yelpaze vardır. Bazı kiĢiler intiharı düĢünür, ancak hiçbir zaman eyleme koymazlar,
bazıları intiharı planlar, bazılarıysa dürtüsel olarak intihar giriĢiminde bulunurlar.
Ġntihar bir düĢünce, bir eğilim, ya da bir giriĢim olarak karĢımıza çıkar (Sayıl 2000). Bu nedenle
intihar davranıĢı intihar düĢüncesi, intihar giriĢimi ve intihar olarak üç bileĢeni içermektedir. Ġntihar
düĢüncesi, istemli olarak kendine zarar verme davranıĢı olarak tanımlanmaktadır. Ġntihar ise ölümle
sonuçlanan intihar davranıĢı olarak nitelenmektedir (Adam 1985).
Emile Durkheim‘ın yüz yılı aĢkın bir süre önce yayınladığı klasik eserinde sosyal değiĢimin etkisi
ve sosyal bütünleĢme düzeylerine dayanarak, üç intihar tipi ayırt ettiği bilinmektedir: Egoistik(bencil)
intiharlar toplumla bütünleĢme eksikliğinden, altruistik (diğerkam, elcil) intiharlar toplumla aĢırı
bütünleĢmenin getirdiği bir görev anlayıĢıyla toplumun kiĢiye yüklediği taleplerden kaçınamamaktan,
anomik intiharlar da ahlaki istikrarsızlığa ve aĢinası olduğumuz normların kaybına yol açan toplumsal
değiĢimden kaynaklanmaktadır. Ġntiharın buradaki anlamı elbette toplumdan topluma
değiĢebilmektedir. Ġntiharın bazı yönleri tüm toplumlarda sorun olarak algılanırken, bu davranıĢın ne
ölçüde kınandığı veya kabul edildiği kültürel inanç ve değerler tarafından belirlenmektedir örneğin.
Sözgelimi Katoliklik ve Ġslam intiharı Ģiddetle kınamaktadır. Törensel intiharların tasvip edildiği
Japonya‘da intihar hızları hala yüksektir. Sosyal bütünleĢmeyi daha yüksek oranda sağlayan dinlerin
intiharı azaltması gerektiği yolundaki Durkheim‘ın düĢüncesi, din ve intihar iliĢkisini inceleyen baĢka
çalıĢmalarca da desteklenmiĢtir( Sayar K 2000).
462
Stack ve Stark (1983) çalıĢmalarında, sadece birkaç temel dini inancın (sözgelimi ölümden
sonrasına ve duaya inanmak gibi) hayatı koruyucu iĢlev gösterdiğini bulmuĢlardır. Bu, bir bütün
olarak dini inanç ve uygulamaların intihara karĢı koruyucu olduğunu öne süren Durkheimcı görüĢün
zıddıdır (Stack S 1983; Stark R, Doyle DP, Rushing L1983).
Ġntihar olgusunun gerçekleĢmesinde genellikle 3 etmenin rol oynadığı kabul edilir:
1. Ġntihar kavramına karĢı toplumun grup olarak geliĢtirmiĢ olduğu tutum.
2. KiĢinin kendi dıĢından gelen zorlamalar.
3. Bu etmenlerin bireyin karakteri ve kiĢiliğiyle etkileĢimi( Geçtan E 1995).
Ġnsanı kendi canına kıymayı düĢündürecek kadar güçlü zorlamaları Coleman (1972) 3 grupta
toplar.
KiĢinin:
a. ĠliĢkilerinde ortaya çıkan bunalımlar,
b. Yenilgiye uğrayarak kendi gözünde değersizleĢmesi
c. YaĢamının anlamını ve umudunu yitirmesi.
Özellikle sonuncu etmene intihar olaylarının çoğunda rastlanır. Ġnsanlar içinde bulundukları güç
koĢulların gün gelip sona ereceğini ve birçok Ģeyin düzeleceğini umut edebildikleri sürece yaĢamlarını
sürdürmek için çaba gösterirler( Geçtan E 1995.
Ġntihar daha çok, genç kesim tarafından tercih edilen bir olgudur. Stres verici olayların yol açtığı
etkilerinden ötürü yaĢanılan sıkıntı ve bunalım karĢısında çözüm yolu arayıĢı ile baĢlayan bir sürecin
sonuç kısmını ifade etmektedir.
Genci intihar davranıĢına sürükleyen nedenler; psikiyatrik hastalıklar, geliĢimsel sorunlar ve kiĢilik
bozuklukları, biyolojik yatkınlık, stres, sosyal destek mekanizmalarının yetersizliği olarak
sıralanabilir. Ġntihar düĢüncesi ya da giriĢimleri olan çocukların intihar davranıĢı olmayan çocuklara
göre daha fazla oranda stresli yaĢam olaylarına maruz kaldıkları bilinmektedir( Lewis 1996 ). Stres
verici olaylar ya da etkenlerin olumsuz etkilerini en aza indirmek ya da tümüyle ortadan kaldırmak
için kullanılan baĢa çıkma tutumları evrenseldir. Fakat yaĢ, cinsiyet, kültür ve hastalık gibi çok çeĢitli
etkenlere bağlı olarak değiĢebilir ve bireye özgü bir nitelik taĢımaktadır ( Holahan 1987).
Cinsiyet açısından bakıldığında, kadınların erkeklere göre daha sık intihar giriĢiminde
bulundukları, tamamlanmıĢ intihar hızının ise erkeklerde kadınlara göre daha yüksek olduğu
belirlenmiĢtir ( Schmidtke ve ark. 1996, Sayıl ve Devrimci Özgüven 2002). Ġntihar oranı tüm yaĢlarda,
erkeklerde kadınlara göre ABD‘de üç kat(Roy 2000)Türkiye‘de ise yaklaĢık iki kat (1.75:1) daha
fazladır (Devlet Ġstatistik Enstitüsü: Ġntihar Ġstatistikleri 1988- 1997. Ankara, Devlet Ġstatistik
Enstitüsü Matbaası 1989-1999).
Kendi çalıĢma alanımız olan Niğde ilinde yaptığımız çalıĢmaya göre: 2008 ile 2012 yılları arasında
intihara teĢebbüs eden 1206 kiĢi içerisinde 894‘ü kadın, 304‘ü erkek; intihar etmiĢ kiĢiler içerisinde
4‘ü kadın, 7‘si ise erkektir.
Ġntihar eylemlerinin nedenlerini sayacak olursak bunlar, ailevi nedenler, aile içi Ģiddet, karĢı cinsle
sorunlar, evlilik, sınav kaygısı, iletiĢim sorunları, ekonomi, ruhsal hastalık ve geliĢim dönemi sorunları
olarak sınırlandırılabilir.
Tablo: 1 KADINLARDA MEDENĠ DURUMA GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠM NEDENĠ
Bilinmeyen
Aile
Aile Ġçi ġiddet
Ruhsal Hastalık
ĠletiĢim Sorunları
EVLĠ
% 36
% 47
% 64
% 45
% 27
BEKAR
% 56
% 45
% 30
% 49
% 64
TOTAL
% 100
% 100
% 100
% 100
% 100
463
Tablo: 1‘ e bakıldığında, teĢebbüs nedeni belirtilmemiĢ yahut intiharı konusunda bilgi alınamamıĢ
vakalarda bekar kadınların evli kadınlara oranla çok daha fazla oldukları görülmektedir. Ailevi sebepli
olanlar neredeyse eĢit durumdayken aile içi Ģiddet sebepli intihar giriĢimlerinde iki kat fark vardır ve
bunda evli kadınlar çok daha fazladır. Bu veriden yola çıkarak, intihar eyleminde bulunmuĢ kadınlar
içerisinden evli olanlarının bekar kadınlara göre daha fazla Ģiddet gördükleri söylenebilir. Ayrıca aile
içi Ģiddet kavramının kullanılıĢ-genelleniĢ biçiminde bir basitleĢtirme söz konusudur. ĠletiĢim sorunları
nedeniyle intihar giriĢiminde bulunmuĢ kadınlar içerisinden de bekar olanların daha fazla oldukları
görülmektedir.
Resmi verilerde intihar nedenleri farklı yazılmakla birlikte güvenilir değildir; ayrıca en yakın ve
makul gerekçeye yuvarlama yapılarak bilgi verilmiĢtir.
Tablo: 2 ERKEKLERDE MEDENĠ DURUMA GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠM NEDENĠ
Bilinmeyen
Aile
Ebeveyn ÇatıĢması
Ruhsal Hastalık
ĠletiĢim Sorunları
Ekonomik
Bunalım
EVLĠ
% 28
% 39
%0
% 37
%7
% 65
% 23
BEKAR
% 68
% 54
% 100
% 58
% 92
% 35
% 76
TOTAL
% 100
% 100
% 100
% 100
% 100
% 100
% 100
Tablo: 2‘ ye bakıldığında, teĢebbüs nedeni belirtilmemiĢ yahut intiharı konusunda bilgi
alınamamıĢ vakalarda bekar erkeklerin evli erkeklere göre çok daha fazla oldukları görülmektedir.
Ailevi nedenlerden dolayı ve ruhsal hastalık sebepli intihar eylemlerinde bekar erkekler evli erkeklere
oranla daha fazladır. Özellikle iletiĢim sorunları nedeniyle intihar giriĢiminde bulunmuĢ erkeler
arasında bekar ve evli olanların sayısı arasındaki fark oldukça fazladır. Ekonomik nedenlerden ötürü
intihar giriĢiminde bulunmuĢ erkekler arasında evli olanlar bekar olanlara göre iki kat daha fazladır.
Son olarak, bunalım sonucu intihar eyleminde bulunan erkekler arasında bekar olanlar evli olanlara
göre çok daha fazladır. TamamlanmıĢ intihar olgularının %90‘ından fazlasında o anda bir ruhsal
hastalığın varlığı tanımlanmıĢtır. Ġntihar giriĢiminde de en sık bildirilen tanı duygu durum bozuklukları
özellikle de depresyondur (Welch 2001).Erkeklerdeki intiharların sebepleri toplumsal sorunların
ötesinde ekonomik yahut bireysel nedenlerden kaynaklıdır.
Son yıllarda genç intiharlarına yönelik artan bir ilgi bulunmaktadır. Bu ilginin nedeni olarak pek
çok toplumda 1980 ve 1990‘lı yıllarda genç intihar oranlarının artması gösterilmektedir (Beautrais
2003). Ġntihar 15-24 yaĢ gurubunda Amerika BirleĢik Devletleri‘nde (ABD) erkeklerde üçüncü,
kızlarda ise ikinci ölüm nedenidir. Ġntihar oranları yaĢa bağlı olarak ergenlikten sonra anlamlı olarak
artmaktadır. 14 yaĢın altındaki gençlerde intihar oranı yüz binde birin altında iken 15-19 yaĢ
gurubunda yüz binde 10 oranında görülmektedir. 12 yaĢından küçüklerde intiharın nadir görülmesinin
nedeni olarak o yaĢ gurubundaki bir çocuğun gerçekçi bir intihar planı hazırlayıp uygulamaya koyma
kapasitesine sahip olmamasıdır. Bilimsel olgunlaĢmanın tamamlanmaması intihara karĢı koruyucu bir
rol oynuyor gibi görünmektedir. Ġntihar giriĢiminin tamamlanmıĢ intihara oranı, 14 yaĢın
altındakilerde 50/1 iken, 15-19 yaĢ grubunda 15/1‘dir (Kaplan ve Sadock 1998).
Ergenlerin %7-10‘u intihar giriĢiminde bulunmakta ve bunların yaklaĢık %2-3‘ü tıbbî bakım
almaktadır (Spirito 1997, Rotheram-Borus ve ark. 2000). Ruh sağlığı açısından yardıma ihtiyaçları
olmakla birlikte %50‘den azı acil servislerde görüldükten sonra psikoterapiye gönderilmekte, bunların
çoğu tedaviye baĢlamakta ancak tedavilerini tamamlamamaktadır (Rotheram-Borus ve ark. 2000).
464
Tablo: 3 YAġ – CĠNSĠYET DAĞILIMINA GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠMĠ
>15
15-24
25-34
35-49
50-64
65+
KADIN
% 57
% 76
% 74
% 66
% 68
% 50
ERKEK
% 42
% 23
% 24
% 33
% 32
% 50
TOTAL
% 100
% 100
% 100
% 100
% 100
% 100
Tablo: 3‘ e baktığımızda 65 ve üzeri yaĢ grubu haricindeki tüm gruplarda kadınların erkeklerden
çok daha fazla olduğu görülmektedir.
Ülkemizde ise Devlet Ġstatistik Kurumunun 2010 verilerine göre kaba intihar hızı yüz binde 4,02
olarak bildirilmiĢtir (Pomerantz W, Gittelman M, Farris S, Frey L. 2009). Yine 2010 verilerine göre 15
yaĢ altında intihar oranı %3,65 iken, 15-24 yaĢ arasında bu oran %24 olarak saptanmıĢ ve 15-19 yaĢ
grubu kızlarda intihar giriĢiminin daha sık olduğu görülmüĢtür(Pomerantz W, Gittelman M, Farris S,
Frey L. 2009). Özellikle kendi çalıĢma alanımızdaki toplumsal formları göz önüne aldığımızda, 15-24
yaĢa aralığında bulunan genç kız ve kadınlarda yaygın görülen intihar giriĢimlerini, toplumsal kontrol
mekanizmasının gençler üzerinde uyguladığı baskı ve Ģiddet aracılığı ile kurduğu statükocu
hegemonya ile ilintili olabileceği tartıĢılabilir.
Tablo: 4 YAġ YÜZDELERĠNE GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠMĠ
YAġ
>15
15-24
25-34
35-49
50-64
65+
YÜZDE
% 10
% 58
% 20
% 10
%2
% 0, 3
Tablo:4‘ e bakıldığında dikkati çeken yaĢ grubu % 58‘lik paya sahip olan 15-24 yaĢ arasındaki
bireylerdir. Bununla birlikte 25-34 yaĢ arası da risk taĢıyan gruplardan ikincisidir. Ayrıca 15 altı yaĢ
grubu haricinde bireylerin yaĢları ilerledikçe intihara olan meyilleri de azalıyor diyebiliriz.
YaĢlı gruplarda intihar riskini artıran hastalıklar arasında yeti yitimine yol açan kronik hastalıklar,
depresyon, kalp hastalıkları, nörolojik hastalıklar ve kanserler olduğu birçok çalıĢmada gösterilmiĢtir
(Cohwell Y, CamsEd, Olsen K; Chatton-Reüh J, May H, Raymond L 1990; Chatton-Reüh J, May H,
Raymond L 1990). Özellikle terminal dönemde bulunan yaĢlı kanser hastaları, intiharı mantıklı bir
―çıkıĢ yolu‖ olarak görebilmektedir(Ekici G, Haluk A,SavaĢ AH, Çıtak S. 2001). Bu hastalarda intihar
riski teĢhisten hemen sonra ve kemoterapi sırasında en yüksek düzeydedir (Storm HH, Christensen N,
Jensen OM. 1986).
Tablo: 5 ĠNTĠHAR BĠÇĠMĠ – CĠNSĠYET DAĞILIMINA GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠMĠ
Ġlaç-Toksin Madde
Kesici Alet
Kendini Asarak
AteĢli Silah
Yüksekten Atlama
KADIN
% 74
% 47
% 27
% 33
% 75
ERKEK
% 24
% 52
% 72
% 66
% 25
TOTAL
% 100
% 100
% 100
% 100
% 100
Tablo:5‘ e bakıldığında intihar yöntemleri içerisinden ilaç-toksin madde kullanımının daha çok
kadınlar tarafından tercih edilen bir yöntem olduğu görülmektedir. Yüksekten atlama da yine daha çok
465
kadınlar tarafından tercih edilen bir yöntemdir. Erkekler ise kendini asma, ateĢli silah gibi yöntemler
kullanmaktadırlar. Veriden de anlaĢıldığı üzere erkekler tarafından seçilen intihar yöntemleri, kadınlar
tarafından seçilen yöntemlere göre potansiyel olarak daha öldürücüdür. Bu yöntemlerin toplumsal
algıda erkek bireyi zora sokan erkeklikalgısınaparalelolarakgeliĢmegösterdiğide ayrı bir araĢtırma
konusu yapılabilecek kadar önem arzetmektedir.Erkekler silah, askı gibi yöntemleri tercih ederken;
kadınlar daha çok yüksek dozda ilaç alma, zehirlenme gibi yöntemleri tercih etmektedir. Bu durum,
dünya örneklerine de uygunluk arz eder. Örneğin, ABD‘de tüm intiharların %60‘ı ateĢli silahlarla
olmaktadır (Moscicki EK 1997 ). Türkiye‘de ise, tamamlanmıĢ intiharlarda en sık kullanılan yöntem
asıdır ( Devlet Ġstatistik Enstitüsü: Ġntihar Ġstatistikleri 1988- 1997. Ankara, Devlet Ġstatistik Enstitüsü
Matbaası 1989-1999). Ġntihar giriĢimlerinde genel olarak en sık kullanılan ise hem erkek, hem de
kadınlarda ilaç içmedir(Shafii M 1988).Ġntihar araçlarının ulaĢılabilirliğinin artması ile intihar oranının
da arttığı bildirilmiĢtir.
Tablo: 6 MEDENĠ DURUM – CĠNSĠYETDAĞILIMINA GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠMĠ
Evli
Bekar
Dul
BoĢanmıĢ
Ayrı YaĢıyor
NiĢanlı
KADIN
% 81
% 69
% 90
% 80
% 40
% 100
ERKEK
% 18
% 30
%9
% 20
% 60
%0
TOTAL
% 100
% 100
% 100
% 100
% 100
% 100
Tablo: 6‘ya göre ayrı yaĢayan kiĢiler haricinde tüm medeni durum gruplarındaki kadınlar erkeklere
göre daha fazla intihar eyleminde bulunmaktadırlar.
Evli kiĢilerde intihar oranı daha düĢüktür. Ġntihar, evlilere oranla bekarlarda iki kat, boĢanmıĢ ya
da ayrı yaĢayanlarda dört-beĢ kat daha sık görülmektedir. Erkeklerde bu fark daha belirgindir( Roy A
2000 ). Avrupa‘da intihar giriĢiminde bulunan kiĢilerin çoğunluğu bekar ya da duldur ve bunların
yaklaĢık %30‘u yalnız yaĢamaktadır. Kadınların %6‘sı, erkeklerin ise %9‘u düzenli ev koĢullarından
düzensiz ev koĢullarına bir geçiĢ yaĢadıktan sonra intihar giriĢiminde bulunmuĢlardır (Schmidtke A
1996 ).
Tablo: 7 Ġġ DURUMU – CĠNSĠYET DAĞILIMINA GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠMĠ
ÖĞRENCĠ
ÇALIġIYOR
ÇALIġMIYOR
KADIN
% 73
% 50
% 82
ERKEK
% 25
% 49
% 16
TOTAL
% 100
% 100
% 100
ĠĢ durumu ile cinsiyet arasındaki dağılımın yer aldığı Tablo: 7‘de kadınların erkeklerden daha fazla
intihar giriĢiminde bulundukları görülmektedir. Bu fark özellikle çalıĢmıyor durumda olanlarda
oldukça fazladır.
ĠĢsizlerde intihar oranı, bir iĢi olan gruba göre daha yüksektir. Ekonomik kriz dönemlerinde ve
iĢsizliğin arttığı dönemlerde intiharlar da artmakta, ekonominin iyi olduğu dönemlerde ve savaĢ
zamanlarında azalmaktadır( Roy A 2000 ).
Ġntihar için özellikle riskli meslekler arasında doktorlar, müzisyenler, diĢ hekimleri, avukatlar ve
sigortacılar baĢta gelmektedir. Doktorlar arasında psikiyatristler baĢta gelmekte, onları göz doktorları
ve anestezistler izlemektedir (Roy A 2000).Türkiye‘de intihar giriĢimlerinin ekonomik olarak daha
bağımlı olan ev hanımı, öğrenci gibi kiĢilerde daha sık görüldüğü bildirilmektedir( Sayıl I 1993; Sayıl
I 1997; Çayköylü A 1997 ).
466
Ailesel faktörler. Ailesinde intihar eden ya da intihar giriĢiminde bulunmuĢ biri olan kiĢilerde
intihar oranı yükselmektedir( Roy A 2000 ).Ġntihar eden ve intihar giriĢiminde bulunan ergenlerin
anne-babalarında psikopatoloji sıklığı da yüksektir (Dilsiz A, Dilsiz F ).
Sosyal sınıf ve çevresel koşullar: KiĢinin sosyal statüsünde değiĢiklik olması (yükselmesi ya da
düĢmesi) intihar davranıĢı riskini artırmaktadır. Ancak genel olarak düĢük sosyal sınıfta intihar
giriĢimi riski fazladır ( Schmidtke A 1996 ).
Erken çocuklukta fiziksel ve cinsel istismara uğrama, anne-baba ihmali gibi travmatik yaĢantıların
eriĢkinlikte intihara eğilime neden olduğu bildirilmektedir. Bu faktörlerin depresyon,
anksiyetebozukluğu, borderline kiĢilik bozukluğu, somatoformbozukluklar, cinsel disfonksiyon gibi
birçok hastalığın riskini artırdığı bilinmektedir. Ancak erken çocukluk travmalarının bu hastalıklara
eğilim oluĢturmalarından bağımsız olarak da intihar riskini artırdıkları ileri sürülmektedir ( Brodsky
BS, Stanley B2001).
Tablo: 8 EĞĠTĠMĠ DURUMU – CĠNSĠYET DAĞILIMINA GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠMĠ
Ġlköğretim
Lise
Üniversite
Okur-yazar
Okur-yazar değil
KADIN
% 74
% 73
% 74
% 70
% 92
ERKEK
% 25
% 25
% 24
% 25
%7
TOTAL
% 100
% 100
% 100
% 100
% 100
Tablo:8‘ deki bilgilere göre intihar giriĢimi kadınlarda erkeklere göre daha yaygındır. Bu durum
birçok çalıĢmada da belirtildiği üzere, kadınlarda intihar davranıĢının erkeklerin aksine ölüm
niyetinden çok yardım arama ile iliĢkili olabileceğini desteklemektedir (McClure 1984, Hawton 1987,
Kessler 1999, Sayıl ve ark. 2000).
Tablo: 9 YILLARA GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠMĠ
YIL
2008 yılı
2009 yılı
2010 yılı
2011 yılı
2012 yılı
YÜZDE
% 15
% 17
% 37
% 10
% 15
TOTAL
% 100
% 100
% 100
% 100
% 100
Tablo: 9‘a bakıldığında resmi kayıtlara göre en fazla intihar olayının 2010 yılında gerçekleĢtiği
görülmektedir.
DEĞERLENDĠRME-SONUÇ
Ġntihar davranıĢlarının yaĢamın her evresinde görülüyor olması ve son yıllarda özellikle de gençler
arasında sıklığının hızla artması, konuya olan ilgiyi yoğunlaĢtırmakta ve pek çok araĢtırmanın
yapılmasına neden olmaktadır. Bu çalıĢmalar gözden geçirildiğinde, özellikle yaĢ etkeninin
vurgulandığı dikkatleri çekmektedir. Ġntihar hızları (rate) ülkeler arasında farklılık göstermekle
birlikte, pek çok ülkede gençler arasında diğer yaĢ gruplarında görülmeyen bir biçimde artıĢ
göstermektedir (Rotheram-Borus ve ark. 1996, Lubin ve ark. 2001, Bilici ve ark. 2002, Özgüven ve
Sayıl 2003). Aynı durum intihar düĢünceleri için de geçerlidir (Kjoller ve Helweg-Larsen 2000, Mazza
2000).
467
Ortalama mutluluk vaat eden sosyal yapı bu hali ile aile içi Ģiddet üretiyor ve aynı zamanda bireyi
baskılamaktadır. Bu durum, bireyi çözümsüzlüğe sürüklemekte ve bununlar birlikte bireyin benliği
gittikçe güçsüz hale gelmektedir. Sonuç olarak birey, çözüm yolu arayıĢının sonunda intiharı tercih
etmektedir. Ayrıca intihar – verilerden de anlaĢıldığı üzere – aile Ģiddete bir tepki olarak
değerlendirilebilir ve bu tepkinin daha çok kadınlarda olduğunu tahmin ediyoruz.
KAYNAKÇA
Atlı, Z.,vd.(2009). ‗‘Klinik Psikiyatri‘‘. 212: 111-124.
Atay, Ġ. M.,vd.(2012).‗‘Türk Psikiyatri Dergisi‘‘. 23(2): 89-98.
Demirel, Ö. S., EĢel, E.(2003).Anadolu Psikiyatri Dergisi. 4: 175-185.
Durak Batıgün, A.(2005).Türk Psikiyatri Dergisi.16(1):29-39
Durkheim, E.(1992). İntihar.( Çev.). Ö. Ozankaya. Ankara: Ġmge Yayınevi.
Duru, G., Özdemir, L.(2009).‘‘Sağlık Bilimleri Fakültesi HemĢirelik Dergisi‘‘.34-41.
Fidan, T.,vd.(2009).Klinik Psikofarmakoloji Bülteni, Cilt: 19, Ek Sayı:1.
Güleç, G., Aksaray, G.(2006).New/Yeni SymposiumJournal. Cilt 44. Sayı 3
Hisli ġahin, N., Durak Batıgün, A.(2009). Türk Psikiyatri Dergisi.20(1) 28-36.
ġevik, A. E., Özcan, H.(2012).Klinik Psikiyatri.15:153-165.
ġevik, A. E., vd.(2012). Klinik Psikiyatri.15: 218-225
Yalaki, Z., vd.(2012). Dicle Tıp Dergisi.39; (3): 350-358
Yiğit, Ö.,vd. (2010). New/Yeni SymposiumJournal. Cilt 48. Sayı 2.
468
AĠLE ĠÇĠ ġĠDDET VE BOġANMA
Rukiye Gül Çam1
Canan ġahin2
ÖZET
1950 sonrası ortaya çıkan ekonomik, politik, kültürel, teknolojik ve hukuksal değiĢimler tüm
toplumsal kurumları etkilediği gibi yaygın bir aile modeli olan ―ataerkil‖ aile üzerinde de yoğun
etkilerde bulunmuĢtur. Bu dönüĢümlerin "ataerkil‖ aile modelini etkilediğinin en açık toplumsal
göstergelerinden biri boĢanma oranlarındaki yüksek düzeydeki artıĢlardır. Bu anlamda, eskiye nazaran
günümüz insanları özellikle kadınlar huzursuz bir evliliği devam ettirmek yerine boĢanma kararını alıp
hür iradesi ile mahkemelere kolayca baĢvurabilmektedirler.
Bu projenin amacı; bir taraftan Niğde ilinde görülen boĢanmaların geriye doğru giderek sosyolojik
nedenlerinin ortaya çıkarılması ve diğer yandan Niğde ilindeki boĢanan çiftlerin sosyal-demografik
yapısına bakılarak boĢanma öncesi ve sonrası ortaya çıkan durumlar sonucunda boĢanmayı önleme
eksenli öneriler ortaya koyabilmektir. ÇalıĢmanın odak noktası terk edilen kadından ayrılan kadın
modeline geçiĢin tarihsel odaklarının tespit edilirken halen kadının Ģiddet gören taraf olduğunun açığa
çıkarılması. Zira en genelinden, ―Ģiddetli geçimsizlik‖ baĢlığı altında açılan davaların hemen hemen
tamamında aldatılma, hakaret, cinsel Ģiddet, fiziksel Ģiddet, alkol ve terk gibi nedenler görülmektedir.
AraĢtırmamıza konu olan örneklem, gerek Niğde merkez gerekse Niğde‘ye bağlı köy ve
kasabalarda görülen ve resmi makamlarca kayıt altında olan davalar ile sınırlı bulunmaktadır. Özel
olarak Adalet Bakanlığı Niğde Adliyesi Asliye Hukuk Mahkemesi (Aile Mahkemesi Sıfatı ile)
boĢanma davaları 2013 yılı itibarı ile geriye dönük olarak incelenmektedir.
Anahtar Kelimeler: Aile, Boşanma, Kadın, Kadın İşgücü, Evlilik
GĠRĠġ
Evlenme akdi ile meĢrulaĢtırılan aile, hem geleneksel toplumda hem de modern toplum açısından
son derece önemli ve bir o kadar da tartıĢmalı bir kurumdur. Önemlidir, çünkü, neslin/kültürün devamı
konusunda en iyi bilindik toplum formudur. Çocukların korunması ve yetiĢtirilmesi, anne ve babaya
ancak sürekli bir beraberlik sayesinde yürütebilecekleri bir takım görevler yükler. Bu yüzden aile hem
eğitimin kendisi hem de toplumsallaĢma süreçlerinde kilit öneme sahiptir (Soyyiğit, 33). Sorunludur
çünkü evlenme, belirli sosyal normlara ve davranıĢ Ģekillerine bağlı olarak gerçekleĢir ve amacı
bireyin ötesinde bir aile oluĢturmaktır.
Her kültür ya da toplum, kimin nasıl evleneceğini evliliğin devamını, evlenen kiĢilerin rol ve
davranıĢlarını kendi norm ve kültürlerince belirler. Dolayısı ile aile ve evlilik birbirinden farklıdır.
Bronislaw Malinowski‘ye göre aile bir grup veya örgüt; evlilik ise çocuk yapmak ve yetiĢtirmek için
yapılan bir anlaĢmadır. Bu farklılık, toplumdan topluma da farklılık gösterebilmektedir. Örneğin DPT
Türk Aile Yapısı Özel Ġhtisas Komisyonu tarafından hazırlanmıĢ olan raporda aile; kan bağlılığı,
evlilik ve diğer yasal yollardan, aralarında akrabalık iliĢkisi kurulan ve çoğunlukla aynı evde yaĢayan
bireylerden oluĢan; bireylerin cinsel, psikolojik, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarının karĢılandığı,
topluma uyum ve katılımlarının sağlandığı ve düzenlendiği temel bir toplumsal birim‖ Ģeklinde
tanımlanmıĢtır (Bulut, 1993, 2). En genel anlamı ile aile; toplumsal yapının en küçük birimleri olan
bireylerin kan bağıyla birbirine kenetlendiği, yaĢam standartlarına ayak uydurabilmek, hayatta
kalabilmek için ortak hedefleri ve hareketleri olan bir yapı, hatta bir organizmadır.
Bu kavramlaĢtırmanın en önemli ayağı, evliliğin kutsal olmadığı ve bir anlaĢma gereği ile oluĢup
bir baĢka anlaĢma ile ortadan kaldırılabileceğidir. KarĢılıklı sevgiye, mutluluğa ve güvene dayalı olan
evliliğin yasal bir Ģekilde sona erdirilmesi olarak tanımlayabileceğimiz boĢanma, tarihsel süreçte
evlilik kadar eskiye dayandırılsa da günümüzde gittikçe daha sık karĢılaĢtığımız bir durumdur.
1
2
Niğde Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
Niğde Üniversitesi Sosyoloji bölümü
469
BoĢanma: evlenmenin yasal olarak sona ermesidir. TUĠK‘in tanımı ile; erkek ve kadının yeni bir
evlenme yapacak Ģekilde hukuki bir kararla evliliklerini tamamen sona erdirmeleridir. 17.yy Osmanlı
dönemini ele aldığımızda ailenin sona eriĢi Ġslam Hukuku çerçevesinde gerçekleĢmektedir. Kocanın
tek taraflı iradesiyle herhangi bir sebep göstermeksizin ve kocanın karısının rızasını aramaksızın
evliliğe son vermesi (talâk), kadının bazı haklarından feragat etmek suretiyle karĢılıklı anlaĢarak
ayrılma (hul veya muhâla) ve evlenmenin belli sebeplerle kadı kararıyla sona erdirilmesi (tefrîk)
olmak üzere üç Ģekilde gerçekleĢmektedir (Kıvrım:1). Medeni Kanunda kabul edilen boĢanma
nedenleri; özel boĢanma sebepleri ve genel boĢanma sebepleri olarak ikiye ayrılır. Genel boĢanma
sebepleri evlilik birliğinin temelden sarsılması, ortak hayatın yeniden kurulamaması (eylemi ayrılık)
olarak kategorilendirilirken; özel sebepler ise hayata kast etme ve kötü muamele suç iĢleme ve
haysiyetsiz hayat sürme terk etme akıl hastalığı Ģeklinde sıralanabilir.
Ülkemizde boĢanma nedenlerine bakılmaksızın geçmiĢ dönemlerde hoĢ karĢılanmamakla birlikte
bu konuda algının giderek değiĢtiğini görüyoruz. Özellikle son zamanlarda kadınların çalıĢma hayatına
girmesi, eĢlerin eğitim durumlarının yükselmesi, kadın haklarının ön plana çıkması ve hukuki yönden
geçmiĢe oranla boĢanmanın kolaylaĢtırılması boĢanmanın artmasında önemli rol oynamaktadır. Bu
etkenler arasında ağırlıklı olarak göze çarpan kadınların çalıĢma hayatına girmesidir. Kadınların
ekonomik özgürlüklerini kazanmaları, evliliği maddi güvence olarak görmekten vazgeçmelerini
kolaylaĢtırmaktadır. Bu eksende sıklıkla karĢılaĢılan durumların baĢında, evlilikle ilgili bir sorunla
karĢılaĢıldığında ayrı ev açmanın eskiye göre daha kolay hale gelmiĢ olmasıdır. BoĢanmaların haklılık
zeminin oluĢması ve toplumsal meĢruiyetinin giderek artması sonucu boĢanan kiĢilere vurulan ―kötü
damganın‖ eskiye göre azaldığı görülmektedir.
Toplumsal meĢruiyet bağlamında evlilik ve boĢanmayı ele aldığımızda, her iki eylemin toplumsal
olduğunu, bir baĢka deyiĢle kadın ve erkeği ilgilendiren bireysel konu olmaktan öte toplumu
ilgilendiren konular arasında olduğunu görmekteyiz. Evlilik yoluyla kurulan aile birliği, nüfusun
yenilenmesi, çocukların sosyalleĢtirilmesi, biyolojik doyum iĢlevinin yerine getirilmesi gibi iĢlevlerin
dıĢında ulusal kültürün yaĢatılması ve gelecek kuĢaklara aktarılmasında önemli rol oynamaktadır. Tam
da bu iĢlevlerden dolayı da boĢanma olgusu da toplumsal niteliktedir.
Ülkemizde, boĢanmanın özellikle son yıllarda büyük bir artıĢ göstermesi, bu durumun toplumsal
sorun olarak gündeme gelmesi, bu konuyla ilgili kapsamlı araĢtırmalar yapılması ve çözümüne yönelik
projeler geliĢtirilmesi açısından önemlidir. Bu kapsamda, araĢtırmamız, boĢanma olgusunun genel
anlamda nedenleri ve sonuçlarının da toplumsal olduğunu iddia etmektedir. Ġddianın araĢtırılması
kapsamında araĢtırmamızın birinci bölümde Niğde ilinde geçmiĢe dönük boĢanma vakaları mahkeme
kayıtlarından incelenmiĢ ve ikinci bölümde de Niğde ilindeki boĢanan kadınların bu durumdan nasıl
etkilendiği ikili görüĢmelere dayanılarak araĢtırılmıĢtır. Ġkili görüĢmeler, boĢanma altında yatan
gerçekleri ortaya çıkarmak, ailelerin ve kadınların bu durumdan nasıl etkilendiğini belirlemek
amacıyla derinlemesine ve nehir söyleĢileri formunda 10 kiĢi ve ailesi ile birlikte yürütülmüĢtür.
I. BOġANMANIN TOPLUMSAL FORMU OLARAK AĠLE ĠÇĠ ġĠDDET
Niğde ili örneğinde yaptığımız çalıĢmamızın amacı boĢanmaların sosyolojik nedenlerinin ortaya
çıkarılması ve diğer yandan Niğde ilindeki boĢanan çiftlerin sosyal-demografik yapısına bakılarak
boĢanma öncesi ve sonrası ortaya çıkan durumlar sonucunda boĢanmayı önleme eksenli öneriler ortaya
koyabilmektir. Bu araĢtırma ile aĢağıdaki soruların cevapları aranmıĢtır.
BoĢanma niteliği üzerinden hareketle, ataerkil aile yapısı değiĢiyor mu?
Davalı davacı evlenme yaĢı oranları boĢanmayı etkiler mi?
Davacı kadın ve erkek mesleğinin boĢanmada rolü var mıdır?
Ailelerin çocuk sayısı boĢanmaya bir engel teĢkil eder mi?
Erkek davacıların boĢanma gerekçeleri nelerdir?
Kadın davacıların boĢanma gerekçeleri nelerdir
Dava sonucu alınan kararların yüzdeleri nelerdir?
470
Kadın davacı için dava sonuçları nelerdir?
Erkek davacı için dava sonuçları nelerdir?
Genel olarak ele alındığında, Niğde ilinde yapılan pilot araĢtırmalar sonucunda boĢanma nedenleri
arasında Ģiddetli geçimsizlik, fiziksel ve cinsel Ģiddet, kumar, alkol, aldatma Ģeklinde de
sıralanmaktadır. Açılan davaların dava dilekçeleri deliller ve bu deliller arasında tanıkların beyanları
incelendiğinde; ekonomik, sosyal, ahlaki nedenlerin ve -yine belirleyici sosyal bir olgu olarak eğitimsizlik sorununun da boĢanma davalarında büyük bir yer tuttuğu ortaya çıkmaktadır. Bunlara ek
olarak evlilik süresi, dava süreci, yaĢ farkı ve eĢlerin maddi durumlarının da boĢanmayı fazlasıyla
etkilediği gözlemlenmiĢtir.
DAVACI CİNSİYET ORANI
KADIN; %58
60
50
ERKEK; %42
40
30
20
10
0
KADIN
ERKEK
Şekil:1
ġekil:1‘de görüldüğü üzere son yıllarda boĢanma davaları ağırlıklı olarak kadınlar tarafından
açılmaktadır. Geleneksel ataerkil yapıya uygun olarak boĢanma davasını erkekler açar dönemi sona
ermiĢtir. Bu göstermektedir ki ataerkilliğe karĢı kadının sosyal direnci giderek artmaktadır. Bu anlamı
ile boĢanma erkeğin mabedine saldırı, iktidarına dabir baĢkaldırı olarak değerlendirilebilir. Bir
anlamıyla kadının sosyal intiharı olarak değerlendirilen boĢanma, kadın için yeni bir umut arayıĢıdır.
Yeni bir hayatın baĢlangıcı olarak değerlendirilebilir. Sadece boĢanarak yeni bir toplumsal forma
geçtiği için değil, erkek ile arasında kurulmuĢ toplumsal iliĢkinin sorgulanması ve tehdit edilmesi
açısından da bir milat olarak ele alınmalıdır. Özellikle son yıllarda, bazı kadınların eĢlerine ve
eĢlerinin temsil ettiği toplumsal statüko gruplarına karĢı bir tür gözdağı vermek içinde dava açtıkları
ve çoğunlukla bu davaların feragat ile sonuçlandığını görmekteyiz.
471
DAVALI DAVACI YAŞ FARKI ORANLARI
45
5-10 YAŞ; %42
40
2-5 YAŞ; %33
35
30
25
20
0-2 YAŞ; %12
15
10
10-20 YAŞ; %9
5
20 VE
ÜZERİ;% 4
0
0-2 YAŞ
2-5 YAŞ
5-10 YAŞ
10-20 YAŞ
20 VE
ÜZERİ
Şekil:2
Yapılan araĢtırmalar sonucu özellikle çocuk gelinlerin evliliği, birinci yılın sonunda %70 boĢanma
ile sonuçlanıyor. Buradan hareket ile evlilikte yaĢ farkının önemli bir etken olduğunu, bu etkenin
kadın üzerinde doğrudan ve dolaylı baskılar için zemin oluĢturduğunu, tam da bu nedenle bu etkenin
aile içi Ģiddet olarak değerlendirilmesi gerektiğini tartıĢmaya açmak gerekiyor. Örneklemimizde
davalı davacı evlenme yaĢ oranlarına baktığımızda yaĢ farkının boĢanma davalarına yol açtığını
görüyoruz. TÜĠK ‗in yaptığı çalıĢmalar da bu bilgiyi doğrulamaktadır.
472
davacı kadın mesleği
60
Eksen Başlığı
50
40
30
20
10
0
ev hanımı memur
davacı kadın mesleği
57
6
serbest
12
işçi
6
bilinmiyor
17
fuhuş
1
öğrenci
1
Şekil:3
ġekil:3‘te de görüldüğü üzere ev hanımları %57 oranla ezber bozan bir Ģekilde daha çok boĢanma
davası açmakta ve ekonomik gelirleri olmasa dahi boĢanma kararı alabilmektedir. BoĢanan ev
hanımlarının bir kısmı iĢ hayatına atılırken bir kısmı da baba evine dönmektedir.
473
davacı erkek mesleği
35
Eksen Başlığı
30
25
20
15
10
5
0
serbest
işçi
memur
bilinmiyor
davacı erkek mesleği
serbest
24
işçi
33
memur
20
bilinmiyor
23
Şekil:4
Davacı erkek mesleklerine baktığımızda genel olarak gelir seviyesi düĢük meslekler ön plana
çıkmakta bu da bize ekonomik sıkıntılarında boĢanmaya neden olduğunu düĢündürmektedir.
474
Eksen Başlığı
BOŞANAN AİLELERİN ÇOCUK SAYISI
45
40
35
30
25
20
15
10
5
0
ÇOCUK YOK
1 VEYA 2
ÇOCUK
2 VEYA 4
ÇOCUK
4 VE ÜZERİ
ÇOCUK
ÇOCUK YOK
1 VEYA 2
ÇOCUK
2 VEYA 4
ÇOCUK
4 VE ÜZERİ
ÇOCUK
24
26
43
7
BOŞANAN AİLELERİN ÇOCUK
SAYISI
Şekil:5
―Ġnsanlar çocukları için mutsuz olsa da evliliklerini devam ettirirler.‖ tezi özellikle son
zamanlarda tartıĢmalı duruma gelmiĢtir. Analizlerde ortaya çıkan sonuca göre çocuk sayısı boĢanma
davalarına engel değildir. Görüldüğü üzere, 2-4 ve üzerinde çocuğu olan taraflar daha çok dava
açmaktadırlar. Fakat burada not düĢmekte fayda var: çocuklarının reĢit ve evli olması taraflara artı bir
güven sağlamaktadır.
Eksen Başlığı
erkek davacı boşanma gerekçeleri
40
30
20
10
0
şiddetli
fiziki şiddet
geçimsizlik
erkek davacı boşanma
gerekçeleri
36
15
hakaret
30
karakter sorumsuzlu
uyuşmazlığı
k
2
9
evi terk
8
Şekil:6
475
BoĢanma gerekçelerine bakıldığında, farklı noktaların tartıĢmaya dahil edilme zorunluluğu ortaya
çıkmaktadır. ġiddetli geçimsizlik bir kenara bırakılarak erkek davacıların boĢanma gerekçelerine
baktığımızda daha çok bireysel nedenler ortaya çıkmaktadır. Ġlk sırayı Ģiddetli geçimsizlik alırken
hakaret, fiziksel Ģiddet, karakter uyuĢmazlığı, sorumsuzluk ve evi terk önemli bir yer tutmaktadır.
Eksen Başlığı
kadın davacı boşanma gerekçeleri
25
20
15
10
5
0
şiddetli
fiziki şiddet
geçimsizlik
kadın davacı boşanma
gerekçeleri
23
22
cinsel
şiddet
aldatma
alkol
karakter
uyuşmazlığı
13
18
14
10
Şekil:7
Kadın davacıların boĢanma gerekçelerinde de ilk sırayı Ģiddetli geçimsizlik almaktadır. Fakat bu
kategorinin hem erkekler hem de kadınlar arasında yer alması, iki önemli tartıĢmayı tetiklemektedir.
Birincisi, bu gerekçe bireysel değil toplumsal bir içerik taĢımaktadır. Ġkincisi, dava gerekçesi olarak
Ģiddetli geçimsizliği öne süren kadınlar, boĢanma davaları uzadıkça ve boĢanmaları zorlaĢtıkça ileriki
celselerde gerçek nedenleri ortaya çıkarmaktadır. Bu gerçek nedenlerde genel olarak aldatma, fiziki
Ģiddet, cinsel Ģiddet gibi kadınlar için sosyal baskı nedeni olabilecek sebeplerdir. Niğde ili boĢanma
gerekçelerine baktığımızda ilk sırayı fiziksel Ģiddet almaktadır. Ardından Ģiddetli geçimsizlik ve
hakaret gelmektedir.
Burada resmi istatistiklerin de kısmen, özellikle de sorunun
kategorilendirilmesinde sorunlu olduğunu görmekteyiz. BoĢanma gerekçelerinin büyük bir bölümü,
toplumsal rol gereği erke atfedilen iĢlevlerin uygulanmasından kaynaklanmaktadır. Bunları ikinci el
mahkeme kayıtlarından doğrulama imkanı olmadığından ikinci bölümde ikili görüĢmelerde ele
alınmaktadır.
Aldatmanın Hukuki ve Toplumsal KarĢılığına bakacak olursak eğer taraflardan erkek
aldatıyorsa çocuğun velayeti kadında; kadın aldatıyorsa çocuğun velayeti babaya veriliyor. Çocuklar
eğer reĢit ise aldatma karĢısında aldığı pozisyona göre; reĢit değiller ise ebeveynin ekonomik
durumuna göre ebeveynler arasında pay ediliyor.Aldatma ve alkol bağımlılığı da gerekçeler arasında
önemli bir yer tutarken cinsel Ģiddette ilgimizi çekecek orandadır.Cinsel Ģiddete maruz kalan
kadınlar tercihsiz bırakılmaktadır. ġartları ne kadar ağır olursa olsun, çocuklarını veya
boĢanan kadın üzerinde büyük birbaskı olan toplum algısını düĢünmeden boĢanmakararı
alabilmekte artık kadın cinsel obje olmak istememektedir.
476
Eksen Başlığı
DAVA SONUÇLARI
60
50
40
30
20
10
0
DAVA
AÇILMAMIŞ BOŞANMA
SAYILIR
DAVA SONUÇLARI
15
52
RED
FERAGAT
12
7
DAVA
DEVAM
EDİYOR
2
ANLAŞMALI
BOŞANMA
12
Şekil:8
Davacının davayı takip etmemesi ve vekil tayin etmemesi sonucunda dava açılmamıĢ sayılıyor.
Bu kararın altında davacının tehdit edilmesi gibi unsurların yatabileceği de tecrübe ile sabit olarak
bilinmektedir. Dava açılmamıĢ sayılan 15 davada 9 davanın davacısı kadın; 4‘ü erkektir.Red olunan
davalarda ise ya davacı kusurludur ya da kesin deliller ve ispatlar sunulmamıĢ, muğlakta kalınmıĢtır.
Aslında ret kararları devletin aileyi korumaya yönelik uyguladığı tercihli bir yoldur. Feragat edilen
davaların genel sebepleri cinsel Ģiddet, fiziksel Ģiddet gibi külfetli gerekçeler içermemekle birlikte
genel olarak gözdağı verme amaçlı açılan davalardır.Türk Medeni Kanununun 164/4 Maddesine göre;
herhangi bir gerekçeyle açılmıĢ olunan davanın reddine karar verilmesinden itibaren 3 yıl sonra tekrar
dava açılması üzerine o dava kabul edilir. Fakat bu kural değil taraflara tanınan haktır. Niğde ilinde
ise genelde ret olunan davalar taraflarca tekrar açılmakta ve boĢanma kararı kesinleĢtirilmektedir.
Diğer analizlere de kısaca değinecek olur isek ;
Evlilikte genel sorunlar 5 yıldan sonra yoğun olarak görülmektedir.
sorunlar artmakta cinsel Ģiddet ve aldatma sorunları gün yüzüne çıkmaktadır.
Tarafların mesleğine ve gelir seviyelerine bakacak olursak :
Gelir düzeyi düĢük insanlarda boĢanma daha fazla görülmekle birlikte gerekçeler; Ģiddet,
aldatma, alkol bağımlılığı Ģeklinde sıralanırken
Gelir seviyesi yüksek olan tarafların gerekçeleri; sevginin yokluğu, karakter uyuĢmazlığı olarak
sıralamak mümkündür.
II. BOġANMANIN KADIN ÜZERĠNDEKĠ OLUMLU VE OLUMSUZ ETKĠLERĠ
Yaptığımız ikili görüĢmeler doğrultusunda evlilik öncesi ya da evlilik hayatında çalıĢmayan
kadınlar daha küçük yaĢlarda, görücü usulü ile evlenmektedir. Herhangi bir çalıĢma tecrübesi olmadığı
için boĢanma sonrası ekonomik çöküĢ yaĢamaktadır. Aynı zamanda boĢandıkları eĢlerinin iĢsiz, düĢük
gelirli ya da boĢanma sonrası bir araya gelme korkusundan eĢlerinden nafaka istememektedirler.
ÇalıĢan kadınlarda ise bunun tam tersi bir durum söz konusudur. Eğitim seviyesine bağlı olarak
evlenme yaĢı yükselmektedir. Severek, aĢk evliliği gündeme gelmektedir. Ekonomik bağımsızlığını
477
kazandığı için boĢanma sonrası ekonomik olarak etkilenmezken, psikolojik olarak olumsuz
etkilenmektedir. Aynı zamanda boĢandıkları eĢlerinden nafaka talep etmektedir.
GörüĢülen kadınlar boĢanmayı en son çare olarak görmektedir. Ġlk etapta evliliklerini kurtarmak
için her Ģeyi denedikten sonra boĢanmaya karar vermiĢlerdir.
“3 yıl boşanmamak için ayak diredim resmen. Son haddinde boşanmaya karar verdim. Biz 1999
yılında boşandık. 2003 yılında tekrar birlikte yaşamaya başladık. Eşim bu arada beni aldattığı kadınla
değil, başka bir kadınla evlenip, ayrılmış. Aldattığı Rus kadın para bitince gitti. Yani eşim bu arada
üçüncü evliliğini yaptı. Bu evliliği de bitince ortada kaldı. Ailesi önüme düştü, çocuklarının babası,
başkasını alıp da napacan falan onun şeyiyle barıştım ben. Tabi barışmamda kendi nedenim de şuydu
ki; hani bir sigortalı işim yok, zamanında aptallığı yaptım. En azından dedim hani ölürse maaşı kalır
dedim ben öyle düşündüm işin gerçeği. (resmi nikah yok, maaĢı alamazdı). Biz deneme aşaması yaptık
orda. Eğer ki dedik anlaşabilirsek evlenecektik, anlaşamazsak geldiği gibi gider dedim ve yine aynı
şeyleri yaşayınca geldiği gibi gitti. Barışmayı bende bazen baskılardan dolayı istiyordum ama
ekonomik özgürlüğümü oğluma bağlanan aylıktan sonra edinince ekonomik güç bende olunca
istemiyorum. Tamamen ekonomik sebeplerle istedim.” (ev hanımı).
“…bir süre ayrı yaşadık, tekrar birleştik…doktor gibi çözüm yolları aradık ama
olmadı…”(bankacı).
“sabrettim, son dört-beş yıl aldatıldığımı bile bile evliliğimi sürdürmeye çalıştım…”(polis).
“…içkisine kumarına katlandım zaten…ta ki kadını eve getirene kadar…”(taĢeronda iĢçi).
GörüĢülen kadınlar boĢanma gerekçesi olarak Ģunları söylemiĢlerdir: ilk sırayı aldatma alırken,
bunu takiben fiziksel ve ekonomik Ģiddet, kıskançlık, geçimsizlik, sorumsuzluk, alkol, kumar,
yalancılıktır.
Aldatma ile ilgili söylenenler:
“…her şey ortada idi…ayrı bir yuva vardı…davayı açmadan önce çocuğu olmuş bile…ilk başta
inanmadım, bir sene arada kaldım…bir kez dava açmaya kalktım, o yok böyle bir şey dedi…sonra
kanıtlar çıktı ortaya…” (ev hanımı).
“…beni lise öğrencisi bir kızla aldattı. ”(markette iĢçi).
“…ihanet başka, ihanetin getirdiği geçimsizlik, güvensizlik, hepsi…”(polis).
“…beni aldatırken iki oğlum bu durumu biliyorlarmış… Beni aldattılar”.“…eşim beni aldattığı
kişi ile evlendi…beni aldatırken iki oğlum bu durumu biliyorlarmış…onlar, bu işi gayet normal
gördüler…hatta sen babamızdan niye boşanıyorsun dediler bana. Erkek çocuklarımla şimdi
görüşmüyorum. Kızlarım da babası ve erkek kardeşleri ile görüşmüyorlar.” (ev hanımı).
―...bir kaç kişi gelen oldu...bir tek senin başında değil-sen abartıyorsun dediler”. “bir gecelik bir
şey için bitirmem 15-16 yıllık yuvamı derdim. Öyle bir şey mi dedim acaba öyleyse 4 çocuğum rezil
olmasın diye düşündüm” (ev hanımı).
ġiddet ile ilgili söylenenler:
“İlk dayağımı daha altı aylık evliyken ilişkiye girmek istemediğim için tokat attı. O kadar nedensiz
yere vurdu.” .“...şuanda kafamın şurası kırık ( kafasının üstünü göstererek) polis tabancasıyla kafamı
yardı. Kemik içine göçtü.‖ (ev hanımı).
“...ekonomik şiddet... para vermiyordu”. (ev hanımı).
“Kaynanam oğlunu çok seviyordu...bizim anlaşmamız onun için bir facia idi…çok
kıskanıyordu...biz anlaşmalı tartışınca çok mutlu olurdu...çözümü öyle bulduk...” .“…gece hayatından
kaçardı… akşam eve gelirdi…kaynanam fırtına estirirdi…kızın şunu dedi…karın bunu dedi…annesine
bir şey diyemeyince kızımla bana sarardı…sonra da üzülürdü…evden kaçar, meyhaneye giderdi…bir
erkeği gerçekten dışarı atan da eve bağlayan da aile.” (ev hanımı).
Kadınlar boĢanmayı engelleyen durumlardan ilk sırayı çocuk olarak söylemiĢlerdir. Kadınların
ortak görüĢü boĢanmadan en olumsuz etkilenenin çocuk olduğunu söylemiĢlerdir. Çünkü bir süre
sonra anne kendi hayatını yaĢamaya baĢlıyor, baba kendi hayatını yaĢamaya baĢlıyor, arada çocuk
kalıyor. GörüĢülen kadınlarda çocuk sayısı düĢüktür. Artık çocuklar boĢanmayı engellemede bir
çözüm sağlamıyor. Bunu ailenin üzülmemesi takip etmektedir. Kadınlar boĢanma kararını verirken en
son kendi kararlarının önemli olduğunu söylemiĢlerdir.
478
“Sadece çocuklarım için, zaten tek engel çocuklardı. Başkada engel tanımaz. Boşanmayım, biraz
daha katlanıyım, çocuklar için diyorsun. Kendine kalmış olsa anında terkedersin, hiç bakmazsın.” (ev
hanımı).
“Boşandığıma pişman mıyım çocuklarım açısından hani şimdi analı, babalı öksüz olmak çok zor.
Annen ölür, annem öldü dersin, baban ölür, babam öldü dersin. Ama anne sağ, baba sağ, çocuklar
nerde olduğunu bilmez. Ben kendi hayatımı yaşadım, eşim kendi hayatını yaşadı. Ne kadar acı,
sıkıntıda yaşasan, çocukların ki gibi olmaz. Bayram sabahı kalkıyorsun, herkese bakıyorsun, ailesiyle
gidiyor. Biz kahvaltıya oturuyoruz, hepimizin boynu bükük. Yani bunlar çok acı, zor şeyler. Özellikle
çocuklar için çok büyük acı. Bize göre hava hoş. Benim kızımın babasına yazdığı şiirleri buldum, öyle
şeyler yazmış ki, gizli gizli yazardı, neler dökmemiş ki, ne özlemler, ne sitemler. Çocukların yaşantıları
biranda uçup gidiyor. Ne kadar kötü olursa olsun ailenin bir arada olması farklı, çok rahat da olsa
parçalanmış yuva farklı.” (ev hanımı).
BoĢanmayı kadın açısından değerlendirdiğimizde boĢanma kadın için ilk etapta olumsuz olarak
karĢımıza çıkmaktadır. Kadınlar kendilerini çok yalnız ve boĢlukta hissetmektedirler. Evlilik hayatında
çalıĢmayan kadınlar boĢandıktan sonra herhangi bir ekonomik özgürlüğü ya da çalıĢma tecrübesi
olmadığı için ekonomik çöküĢ yaĢamıĢlardır. Daha sonra bu kadınlar bir iĢe girerek kendi paralarını
kazandıktan sonra kendilerine güvenleri geldiklerini, özgür olduklarını söylemiĢlerdir. Ekonomik
özgürlüğünü kazanmıĢ kadınlar boĢanma sonrası ekonomik olarak etkilenmezken, psikolojik bunalım
içine girmiĢlerdir. Bu durumdan psikolojik destek alarak kurtulduklarını daha sonra kendilerini
toparladıktan sonra boĢanmadan olumlu etkilendiklerini söylemiĢtir. Yani kadınların ortak görüĢü
boĢanmanın ilk aylarında bu durumdan olumsuz etkilenirken, ilerleyen zamanlarda boĢanmadan
olumlu etkilendiklerini, dünyaya yeniden geldiklerini, Ģimdiki akılları olsa daha önceden boĢanma
kararı vereceklerini söylemiĢlerdir.
BoĢanmanın kadın açısından olumsuz etkisine bakarsak;
“Maddi yönden ilk başta zorlandım.” (ev hanımı).
“…Zaten boşanmadan en olumsuz etkilenen çocuklar karı- koca herkes kendi hayatını yaşıyor.
Birde insanın eşi tarafından aldatılması çok kötü, beğenilmemek insanın zoruna gidiyor.” (markette
iĢçi).
“Bir süre psikolojik destek aldım. Boşanmadan hem olumlu hem olumsuz yönden etkilendim, ikisi
bir arada desem. Yani tek değil.” (bankacı).
“Olumsuz olarak sadece insanların bakış açıları çok farklı oldu...dulsun ya. Tek olumsuz yanı
odur ama onu da bir şekilde aşıyorsun. Dulsun, arkadaşlarını daha iyi tanıyorsun. Arkadaşlarının
eşleri bile sana daha farklı gözle bakıyorlar, boşandığın için, birazda gençsen ama aştım yani.
Psikolojik olarak kendimi çok yalnız hissettim.” (ebe).
ÇalıĢan kadınlar boĢanma sonrası çevresindeki erkeklerden kötü tekliflere maruz kaldıklarını
söylerken bunun boĢanmanın en olumsuz yanı olduğunu söylemiĢlerdir. ÇalıĢmayan kadınlar bu tür
tekliflere maruz kalmadıklarını hatta çevrelerindeki insanların onlara destek olduğunu ifade
etmiĢlerdir.
“Tabi ki değişti, beni tanıyan herkesin düşünmüyorum dese de, bir tarafında onu (bedenimi)
düşündüklerini ben biliyorum, ona da hazırdım zaten. Bu dönemde insanlardan kendimi soyutladım,
kim ne derse desin hiç umurumda değil, önemli olan çocuklarım ve benim huzurum. Çünkü bazı
erkeklerin gözünde kadın olman yeterli; bu evli de olabilir, boşanmışta olabilir fark etmez.” (polis).
“Boşandıktan sonra kesinlikle insanlar size farklı gözle bakıyorlar. Bunları onlara cevap vererek,
karşılarında dik durarak, gerekirse konuşmama kararı alarak aştım. Bazılarını arkadaşlıktan
çıkardım. Dul olduğum için insanlar senden nasıl faydalanırım diye düşünüyor.” (ebe).
“Abi olup da, bıyık bırakanlar oldu mu, oldu. Bu da onların şerefsizliği. Komşulardan da çeken
var, çekemeyenler var. Aslını bilmeden insanı suçlamayı biliyorlar.” (markette iĢçi).
“Çevremin bana karşı bakış açısı değişmedi. Hatta benim daha iyi üstüme düştüler komşularım
falan. Daha sevmeye başladılar beni. Gelip gitmelerini esirgemediler yani.” (ev hanımı).
BoĢanmanın kadın açısından olumlu etkisine bakarsak;
“Boşandıktan sonra daha mutlu oldum.” (taĢeronda iĢçi).
“Şiddetten kurtuldum, kendi ayaklarımın üzerinde durmayı öğrendim.” (ev hanımı).
479
“İlk eşimle tartışmalarımız çok olurdu. Ondan kurtuldum. Yok, ona baktın, yok şuna baktın. İşte
felaket düzeyde kıskançlık vardı. Aşırı derecedeydi. İkinci evliliğimde eşimin içkisi, kumarı vardı.
Bundan kurtuldum.” (taĢeronda iĢçi).
“Kendime güvenim geldi.” (markette iĢçi).
“Özgürlük, benim eşim çok kıskançtı.” (ev hanımı).
“Kendimi buldum, yani ben, ben oldum. Kendime güvenim daha çok arttı.”(bankacı).
“Dünyaya yeniden geldim. Böyle çok mutluyum. Her şeye rağmen, yaşadığım onca şeye
rağmen…Yaşayamadığım her şeyi yaşıyorum, bütün çılgınlıkları da yapıyorum, çok mutluyum böyle.”
(bankacı).
“Kafam rahatladı, hayata döndüm, kendime güvenim daha çok geldi.” (ev hanımı).
“Sizi sinir eden birisi yok hayatınızda...huzur, özgürsün, istediğini yapıyorsun, kendi kararlarını
kendin veriyorsun, daha doğrusu huzurla yatıp, kalkıyorsun en önemlisi o.” (polis).
Yapılan araĢtırma sonucunda kadınlar boĢanmadan hem olumlu hem de olumsuz
etkilenmektedirler. Özellikle boĢanmanın hemen ardından boĢanmadan olumsuz etkilenirken, ilerleyen
dönemlerde boĢanmanın olumlu etkisi görülmektedir. BoĢanmadan en olumsuz etkilenen taraf
çocuklardır.
KAYNAKLAR
Aile ve Toplum Dergisi (2011). Cilt:4 Sayı 16.
Aile ve Sosyal AraĢtırmalar Genel Müdürlüğü (2009) BoĢanma Nedenleri AraĢtırması. Ankara:
BaĢbakanlık Aile ve Sosyal AraĢtırmalar Genel Müdürlüğü Yayınları
Arıka, Ç. (1996).Halkın Boşamaya İlişkin Tutumları Araştırması. Ankara:TC. BaĢbakanlık Aile
AraĢtırmaları Kurumu.
Battal, A. (2008).Boşanma Sebepleri. Bilimsel AraĢtırma Projesi Uygulama Sonuçları. Ġstanbul.
Canatan, K., Yıldırım, E.( 2011).Aile Sosyolojisi. Ġstanbul: Açılım.
Cüceloğlu, D. (2011).İnsan ve Davranışı. Ġstanbul: Remzi.
Hacettepe Üniversitesi Türkiyat AraĢtırma Dergisi(2012). Sayı:17.
Ġbrahimoğlu, D.(2010).Evliliğin Kitabı.Hayat Yayınevi
Kabaklıçimen, I. (2008).Türk Töresinde Kadın ve Aile. Ġstanbul: IQ Kültür ve Sanat.
Sezal, Ġ. (2003). Sosyolojiye Giriş. Ankara: Martı Yayınevi
Tanrıverdi, Hasan 2011 Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi Ġslam Hukukunda BoĢanma tazminatı
(Mut‘a) Cilt:10 s-Sayı:38 444-463
Turğut, M. 2010 Aile Yapısı AraĢtırması 2006. TC. BaĢbakanlık Aile ve Sosyal AraĢtırmalar Genel
Müdürlüğü. Ankara
Türkiye Ġstatistik Kurumu (2011).Boşanma İstatistikleri. Ankara: TUĠK Matbaası
Yörükoğlu, A.(1997).Aile ve Çocuk. Ġstanbul: Özgür Yayınevi
Yalom, M. (2002).Antik Çağlardan Günümüze Evli Kadının Tarihi. Ġstanbul: Çitlembik.
www.genbilim.com
480
C12 OTURUMU
SĠYASET-III:
TOPLUMSAL HAREKETLER VE DEVLET
ENTELEKTÜELLĠK VE TOPLUMSAL HAREKETLER: TEKEL EYLEMĠ
SÜRECĠNDE ENTELEKTÜEL SÖYLEMLERĠN ANALĠZĠ
Aysun YARALI AKKAYA1
ÖZET
Bu çalıĢmanın konusunu, Türkiye‘deki entelektüel kesimlerin, 2010 yılında yaĢanan TEKEL iĢçi
eylemi sürecindeki söylemlerinin analizi oluĢturmaktadır. ÇalıĢmanın teorik arka planı Antonio
Gramsci ve Pierre Bourdieu'nün entelektüellik tartıĢmaları ile ĢekillendirilmiĢtir. Her iki düĢünürün
kuramında yer alan entelektüel sınıflandırması temel alınarak Türkiye‘de beĢ farklı entelektüel kesim
seçilmiĢtir. Bunlar, sermaye sınıfının temsilcisi olan örgütler, okumuĢ orta sınıfı temsil eden meslek
odaları ve birlikler, iĢçi sınıfının temsilcisi sendikalar, gazete köĢe yazarları ve bilim çevresinin
simgesi olan akademisyenlerdir. ÇalıĢmanın amacı, seçilen bu entelektüel kesimlerin eylem sürecinde
geliĢtirdikleri tutum ve davranıĢlarının, kendi yayınları, söylemleri ve açıklamaları üzerinden analiz
ederek entelektüelin özüne yönelik bir tartıĢma yürütmektir. Böylece entelektüellik ile ilgili kavram
karmaĢasına çözüm olabilecek bir tartıĢma yürütülürken aynı zamanda entelektüelliğin sadece belirli
temalar üzerinden açıklanmasındaki güçlükler vurgulanmıĢ olacaktır. Bu amaç çerçevesinde
çalıĢmanın yöntemi metinlerin söylem analizi ile değerlendirilmesi ve eleĢtirel yorumsamacı bir
bakıĢla okunması oluĢturmaktadır. Dolayısıyla TEKEL iĢçi eylemlerinin analiz ile entelektüellerin
siyasal hareketler karĢısında ki tutum ve davranıĢları sorgulanmıĢ olunacaktır.
Anahtar Kelimeler: Entelektüel, TEKEL İşçi Eylemi, Antonio Gramsci, Pierre Bourdieu.
ABSTRACT
Thesubject of thisstudy is tocomposetheanalysis of intellectualcircles' discourses in Turkey,
duringthe Tekel workers' act in 2010. Thetheoretical background of thestudy is
shapedwithAntonioGramsciand Pierre Bourdieu'sdiscussions of intellectuality. It is chosen
fivedifferentintellectualcircles in Turkeybygrounding on bothphilosophers' intellectualclassifications
in theirtheories. Thesearetheorganizationswhichrepresentthe capitalist class, Professional chambers
and unions whichrepresentthe well educatedmiddleclass, tradeunionswhicharethe representative of the
working class, columnists andacademicianswhoarethesymbol of scienceenvironment. Theaim of
thestudy
is
toanalysethechosenintellectualcircles'
attitudeandbehaviorduringtheprocess
of
actionwiththeirownpublications,
discoursesandexplanationsandtocarryout
a
discussionintendedforessence of intellectuality. Bythisway, whilea discussionwhich can be a
solutiontoconflictaboutintellectuality is carriedout; at thesame time, thedifficulties in
intellectuality'sexplanationwithonlydefinitetopicsareemphasised. Withthisaim, themethod of thestudy
is evaluatedbytheanalysis of texts' discourse and read with a critical hermeneutics aspect. So,
theattitudeandbehaviours
of
intellectualists
in
theface
of
politicalactions
arequestionizedwiththeanalysis of TEKEL workeracts.
Keywords: Intellectual, TEKEL Worker Acts, Antonio Gramsci, Pierre Bourdieu.
1.GĠRĠġ
Gündelik yaĢamda her kesimin rahatlıkla kullandığı, dillere ‗pelesenk‘ bir kavram olan entelektüel
sözcüğü, kimi zaman ötekinin düĢüncesini takdir etmek için, kimi zaman ise onu yermek için
kullanılagelmiĢtir. Kavramın bu denli farklı Ģekillerde kullanılmasında, entelektüel figürlerin
toplumsal alandaki görünürlüğünün artıĢı etkili olmuĢtur. Özellikle Türkiye‘de 1990‘lar ile birlikte
yükselmeye baĢlayan, 2000‘li yıllarla devam eden, baĢta medya alanı olmak üzere, entelektüellerin
fikirlerini söyledikleri alanlarda yayın yapmalarının kolaylaĢması, onların daha çok bilinen aktörler
1
ArĢ. Gör. Dr., 100. Yıl Üniversitesi, Ġktisadi ve Ġdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü.
[email protected]
483
haline gelmesini sağlamıĢtır. Toplumun tartıĢmalarına, sorunlarına ve krizlerine elinden geldiğince
çareler üretmeye çalıĢan bu entelektüeller, bu sayede hem kendi iktidarlarını güçlendirmekte hem de
kendi fikirlerini farklı tartıĢma platformlarında ve ortamlarında topluma kolaylıkla sunabilmektedirler.
Bu döngünün sonucunda, toplumda fikirleri ile saygı duyulan kiĢilere dönüĢen entelektüellerin
varlığının kaynağı, giderek görünür bir hale dönüĢmüĢtür. Ortaya çıkan bu entelektüel tipolojisi; yeni
entelektüel, kamusal entelektüel, kanaat önderi ve uzman gibi yeni tabirler ile birlikte adlandırılmaya
çalıĢılmıĢtır. Bilinenin güncel yorumcusu olarak ifade edilen bu ‗yeni‘ entelektüel figürleri, toplumsal
alandaki her durum ve her konu hakkında konuĢma özgürlükleri ile tartıĢmalar yapmakta ve yine bu
tartıĢmaları kendileri sona erdirebilmektedirler2. Dolayısıyla gündemin sürekli inĢa edilmesinde
geçmiĢe kıyasla daha kolay rol alabilen bu entelektüellerin ve böyle bir entelektüellik algısının en
önemli etkisi, entelektüelin anlamında yarattığı değiĢimdir. Entelektüel, sadece bilinenin güncel
yorumcusu değil, eleĢtiren, karĢı duran ve muhalifliği ile praksis3 içerisinde olandır. Ancak
entelektüelin bu özüne yönelik bakıĢı günümüzde bir kopuĢa sahne olmaktadır. Bir anlamda
entelektüelin anlamının basitleĢtirildiği bir süreç yaĢanmıĢtır. Entelektüelin modern dünyanın
yükseliĢe geçmesi ile birlikte, anlamında bir farklılaĢma ve dönüĢüm baĢlamıĢtır. Önceki dönemlerde
entelektüellerin topluma yön verme görevi ile beraber entelektüelin sınırlandırılan otorite alanının
sürekli bir sorgulanmaya tabi kılınmıĢtır.
Bütün bunların yanı sıra dönüĢüm ve değiĢim uğrakları, entelektüelin sadece edebi bir sözcük
olmadığını göstermiĢtir. Entelektüele iliĢkin yapılan bir sorgulama, her zaman için siyasal alanın ve bu
alana müdahil olacak entelektüelin sorgulamasını da beraberinde getirecektir. Entelektüeller ile ilgili
bir inceleme, modern toplumlardaki eĢitsizlikler, tabakalaĢma ve siyasi çatıĢmanın temellerine yönelik
eleĢtiri oluĢturabilecek bir anlayıĢın da belirlenmesini sağlamaktadır (Swartz, 2011: 303). Neticede
toplum kendiliğinden var olan bir bütün değil, hep yeniden üretilmek durumunda olan bir
iliĢkisellikler ağına dayanmaktadır. Entelektüellerin toplum içerisindeki görevleri, kendi ve diğer
grupların yaĢam pratiklerini gözlemlemek, analiz etmek ve genellemelerde kullandıkları kavramları
üretmek olarak ifade edilebilir. Böylece entelektüel, teorileri, sanatları, müzikleri vs. ile toplumdaki
hislerin, düĢünce tarzlarının, kimliklerin nispeten sabit bir kuvvete dönüĢmesini ve bu Ģekilde farklı
grupların, aralarında geniĢ ittifaklar kurabilmelerine imkân veren bir hale gelmesini sağlamaktadır. Bu
anlamda entelektüelin varlığının temel sorgulandığı alanların baĢında sosyal hareketler gelecektir.
ÇalıĢmada da bu çerçeve ile iki farklı yöntem üzerinden analiz yapılmıĢtır. Teorik bölümde,
entelektüellik kavramının tanımlama çabasından yola çıkılarak, kavram üzerine yapılan tartıĢmalar ile
birlikte entelektüelliğin temel vasıflarının tespiti sunulmaktadır. Bu bölümün temel çerçevesini
Antonio Gramsci ve Pierre Bourdieu‘nün entelektüel hakkındaki temel görüĢleri oluĢturmaktır.
ÇalıĢmanın teorik arka planı içeren bölümlerinde izlenen yöntem, konuya iliĢkin literatürdeki birincil
verilerden hareketle, eleĢtirel bir değerlendirmede bulunmaktır. TEKEL ĠĢçi Eylemi'nin analizinde
bulunulur iken ideolojik söylem analizi ve içerik analizinin bir türü olan kategorisel analize
odaklanılmıĢtır. Ġçerik analizi, sözel, yazılı ve diğer materyallerin içerdiği mesajı anlam veya dil bilgisi
açısından nesnel ve sistematik olarak sınıflandırma ve çıkarımda bulunma yoluyla, sosyal gerçeği
araĢtıran bilimsel bir yaklaĢımdır. Bu yöntemde gazete makaleleri, söylev ve demeçle, basın
açıklamaları ve ayrıca film, radyo programları gibi materyallerin kendisi ya da kelimler, cümlecikler,
paragraflar gibi materyal parçaları analiz birimi olarak kullanılabilir. Kategorisel analiz ise belirli bir
mesajın önce birimlere bölünmesi ve ardından bu birimlerin önceden saptanmıĢ ölçütlere göre
kategoriler halinde gruplandırılmasıdır (TavĢancıgil, 2001: 17-20). ÇalıĢmanın bu bölümünde hem
içerik analizi hem de kategorisel analiz yöntemi benimsenirken, doğrudan sayısal analizler ile değil,
söylem analizinin uygulamasına olanak sağlayan bir sınıflandırma yöntemi kullanılmıĢtır.
2
Yeni entelektüel tartıĢması ve entelektüelin dönüĢümü konuları için, Frank Furedi‘nin (2004), Nereye Gitti Bu
Entelektüeller kitabına bakılabilir. Ayrıca Türk düĢünce dünyasından konuya iliĢkin değerlendirmeler için
Mahmut Mutman‘ın ―Yeni Kültür ve Aydınlar‖ baĢlıklı makalesinde, yeni entelektüeli ele alır. (Mutman, 2006:
13). Yine Vergin‘de (2006: 37) makalesinde sosyolojik belirlenimleri ile tartıĢtığı entelektüelin kendi kendisi ile
bir mücadele içerisinde olduğunu belirterek, entelektüelin geldiği sonucu tartıĢır.
3
Praksis kavramı sözlük anlamı olarak çoğunlukla pratik ile açıklanır. Ancak çalıĢmada ele alınan anlamı
praksisin eylem, etkinlik ve insanın kendisini gerçekleĢtirdiği alan olarak kendini öteki varlıklardan ayrı kıldığı
anlamındır (Bernstein, 1971, Gramsci, 1986).
484
TEKEL iĢçi eylemleri sürecine iliĢkin alan çalıĢmasında, Türkiye'de entelektüel kesimleri temsil
etmesi bağlamında Bourdieu ve Gramsci‘nin entelektüel teorisine bağlı kalınarak bir kategorizasyona
gidilmiĢtir. Gramsci belli bir değer atfetmeksizin, toplumu bütün kesimlerinin entelektüel olarak ele
alınabileceğini ifade eder. Onun entelektüellere yüklediği iĢlevsellik temel alındığında, TEKEL iĢçi
eylemi üzerine sürdürülen her tartıĢma ve her eylem bir zekâyı içerdiğinden, yapılan iĢi entelektüel bir
iĢ olarak kabul edebiliriz. Ancak Gramsci‘nin bir diğer yaklaĢımına göre entelektüel toplum
içerisindeki iĢlevi ile açıklanabilir.Bir entelektüeller hiyerarĢisinin varlığı kabul edilir. Buna göre
Gramsci‘nin organik ve geleneksel entelektüeller sınıflandırmasının yanı sıra bu sınıfların da içinde
olduğunu düĢündüğü bir entelektüeller hiyerarĢisi söz konusudur. Gramsci‘nin bu entelektüel
hiyerarĢisinde filozoflar en tepede konumlanır. Ġkinci sırada yer alan kesim, iĢi ‗entelekt‘ ile ilgili olan
akademisyenlerdir. Üçüncü sıradakiler ise bilgisi olduğu kabul edilen halk insanları ve kanaat
önderleridir. Bourdieu‘ye göre ise entelektüeller, entelektüel alan içerisinden tanımlanabilir.
Entelektüel alan içerisinde entelektüel iĢi yapan kesimler, tabakalar halindedir, onlar asla bir sınıf
değillerdir. Bu tabakalar içerisinde ise hâkim ve ezilen kesimler olarak hiyerarĢik yapılanmalar söz
konusudur (Swartz, 2011: 307). Dolayısıyla, entelektüelin kendisini belirlediği alan, sahip olduğu
sermayeye göre değiĢir. Örneğin, ekonomik sermayenin çoğunu elinde tutun bir medya organında
çalıĢan gazeteci ya da köĢe yazarı, bu anlamda ekonomik sermayesi az olduğundan, hâkim sınıfa tabi
olan bir durumdadır. Ancak aynı köĢe yazarı, kültürel sermayeyi elinde tutandır ve bu nedenle kendisi
de hâkim bir pozisyona sahiptir. Bu anlamda TEKEL eylemleri analiz edilirken, analiz içerisine dâhil
edilen gazete köĢe yazarı, hem hâkim olan hem de tahakküm altında bulunan kesime ait olduğundan
onların bakıĢları entelektüelin kendisine yönelik de bir sorgulama yaratmıĢ olacaktır.Dolayısıyla,
entelektüel çevreler beĢ ana baĢlık ve kategori altında ele almamız mümkündür. Birinci entelektüel
kategori, yazılı basın organı olarak kabul edilecek olan gazetelerin köĢe yazarlarıdır. Gramsci‘nin
tartıĢmasında gazeteciler, doğrudan yazdıkları ile praksis halinde oldukları için bu anlamda
iĢlevsellikleri ile entelektüel olarak kabul edilebileceklerdir. Bourdieu‘ye göre ise entelektüelin
uzmanlaĢması ile özellikle eleĢtiri ifade ettiği kesimi temsil eder ve medyada görünür olarak belli
konularda söz söyleme hakkına sahip olmaktadırlar. Değerlendirilme yapılırken günlük gazeteler
içerisinden Birgün, Cumhuriyet, Hürriyet ve Zaman gazeteleri seçilmiĢtir. Bu seçim yapılırken, Basın
Ġlan Kurumu rakamlarının gösterdiği satıĢ tirajları ile gazetelerin farklı görüĢlerin tespiti açısından bir
gösterge teĢkil etmeleri nedeniyle seçilmiĢtir. ÇalıĢmada köĢe yazıları incelemeye alınırken, haberler
ve manĢetler inceleme dıĢında tutulmuĢtur. Gazetelerdeki taramalar, özellikle köĢe yazarlarının algıları
üzerine yapıldığından bu çalıĢmada seçilen yazılarda öne çıkan TEKEL eyleminin nasıl bir algı ile
değerlendirildiğidir.
Ġkinci entelektüel kategorisinde, sermaye kesimini temsil eden iĢ adamaları, dernek ve örgüt
üyeleri yer almaktadır. Sermaye sınıfının görüĢlerini ve düĢüncelerini temsil etmesi adına bu kesimin
örgütlü kurumları içerisinden, TÜSĠAD4 ve MÜSĠADele alınmıĢtır. Türkiye‘de sermaye kesimini
önemli temsilcisi olarak seçilen bu örgütlerin toplum içerisinde belli bir kesim entelektüel zihinsel
görüĢü ifade ettikleri düĢünülmektedir. Bu anlamda kendi etkinliklerinin ve güçlerinin de farkında
olan bu örgütlerin söylem ve çalıĢmalarındaki duruĢu, Türkiye‘de entelektüelliğin analizinde etkili
olacaktır5.
4
ÇalıĢmada TÜSĠAD‘ın internet sitesinden yapılan taramalarda TÜSĠAD‘ın basın bültenlerinde, konuĢma
metinlerinde, raporlarında, sunumlarında ve süreli yayınlarından konuya iliĢkin taramalarda bulunulmuĢtur.
Süreli yayınlar içerisinde TÜSĠAD‘ın ManĢet ve GörüĢ dergileri ile Yıllık Ekonomik raporları ve Ankara Daimi
Temsilciliğinin Bülteni ele alınan yayınlardır. Ancak GörüĢ dergisinin sayılarına internet ortamında
ulaĢılamadığından Milli Kütüphane‘de taramalarda bulunulmuĢtur.
5
TÜSĠAD baĢkanın yapmıĢ olduğu aĢağıdaki açıklama bu noktada dikkat çekicidir: "TÜSĠAD Türkiye‘nin en
etkili, entelektüel çizgisi sağlam, bağımsız sivil toplum örgütüdür. TÜSĠAD bir çıkar grubu değil, Türkiye‘nin en
önemli baskı grubudur. Bu yüzdendir ki TÜSĠAD, iktidarlar ve muhalefet tarafından çok tavsiye edilmesine
rağmen yıllardır ―sadece kendi iĢine bakamaz‖. TÜSĠAD rastgele bir dernek değildir. TÜSĠAD konformist bir
dernek de değildir. Neredeyse 40 yılı bulan tarihi içinde, 10 yıllık dönemlerle, Türkiye‘nin gündeminin ne
olması gerektiği hakkında önemli çalıĢmalar yapmıĢ, mücadeleler vermiĢ bir kurumdur. Çoğu zaman öngörülü
analizleri ve önerileri ‗zamanından önce‘ veya ütopik olarak değerlendirmiĢ ama TÜSĠAD tüm bunları
485
Üçüncü entelektüel kategorisi olarak ele alınanlar, yine zihinsel faaliyetleri ile praksis halinde olan
ve iĢlevsellikleri ile sadece zihinsel faaliyet yürütmeyip, entelektüel olarak toplumda görevi olan,
sosyal yapı bakımından okumuĢ, eğitimli orta sınıfının organik entelektüeli sayılabilecek meslek
odalarından ve meslek birliklerinden oluĢmaktadır. ÇalıĢmada seçilen bu grup arasında TMMOB6,
Türk Tabipler Birliği (TTB), TOBB7 yer almaktadır. Bu meslek birliklerinin internet siteleri ile süreli
yayınlarında konuya iliĢkin haberler ve basın açıklamaları veri olarak ele alınmıĢtır. TMMOB8
kurumsal olarak, eylemde oldukça aktif bir role sahip olması bakımından önemli bir kuruluĢtur. Yine
Türk Tabipler Birliği‘nin yayın organlarından, Toplum ve Hekim, Tıp Dünyası, Mesleki Sağlık ve
Güvenlik dergilerinde TEKEL eylemine iliĢkin haberler ile birliğin açıklama ve raporlarının taramaları
yapılmıĢtır.
Türkiye‘deki entelektüel kesimlerin dördüncügrubu içerisinde ise emek kesiminin temsilcisi olarak
iĢçi ve memurların örgütlü kurumları olan sendikalar yer almaktadır. Sosyal ve sınıfsal konum
açısından iĢçi sınıfının organik entelektüeli pozisyonundaki sendikalar ve sendikaların bağlı oldukları
konfederasyonların görüĢlerine bu çerçevede baĢvurulmuĢtur. Buna göre, eylemi gerçekleĢtiren
TEKEL çalıĢanlarının bağlı olduğu Tek Gıda ĠĢ sendikasının merkez örgütlenmesi olan TÜRK-Ġġ‘in
yayını olan Türk-ĠĢ Dergisi ile TÜRK-Ġġ‘in genel baĢkanın konuĢmaları ve haberler
değerlendirilmiĢtir. Bu haberler içerisinde Türk-ĠĢ Genel Merkezi‘nin eylem ile ilgili görüĢ ve
düĢüncelerini bildiren haberler seçilmiĢtir. Eylemi destekleyen diğer sendikaların bağlı olduğu iĢçi
konfederasyonları HAK-Ġġ ve DĠSK örnek olarak alınmıĢtır. Ayrıca memur kesiminin örgütlenmesi
olan, KESK, MEMUR-SEN ve KAMU-SEN‘in yaptığı yayınlar çalıĢmaya dâhil edilmiĢtir. Bu
örgütlenmelerin söylemleri analiz edilirken basın açıklamaları, bildiriler ve konuĢmalar temel
alınmıĢtır.
BeĢinci ve son entelektüel kategori içerisinde ise akademi çevresi yer almaktadır. Özellikle
akademide TEKEL eylemini ele alan bilimsel yazılar, kitap, makale, rapor ve tezler çalıĢmanın
kapsamı içerisindedir. Burada akademisyenlerin yaptığı tartıĢmaların önemi, onların sahip oldukları
bilgi birikimleri ile toplum içerisinde belli bir hiyerarĢik güce sahip olmaları ve Bourdieu‘nün ifadesi
ile ‗homo acedemicus‘a dönüĢmüĢ olmaları dikkat çekici bir husus olarak değerlendirilmiĢtir. Bu
anlamda özellikle bilimsel ve akademik tartıĢmaların yürütülmesinde yapılan tartıĢmalara çalıĢmada
önem atfedilmesi, tezin kendisinin de bir praksis çabası taĢımasından kaynaklanmaktadır. Öte taraftan
çalıĢmada hedeflendiği gibi, literatür taraması sonucunda bir farkındalığı ortaya koyan bu yayınlar,
aynı zamanda Gramsci‘nin bakıĢı ile, iĢi entelekt olan akademisyen entelektüellerin eyleme bakıĢının
sorgulanmasını da sağlamaktadır.
Yukarıda beĢ ana baĢlıkta belirlenen entelektüel kesimlerin, doğrudan konuyu ele alan
yorumlarının ampirik bir incelenmesi yapılmamıĢ, söylemlerin arka planına ve yansımaları
değerlendirilmiĢtir. Bununla birlikte çalıĢmadasınırlandırma yapılmıĢ ve TEKEL eylemlerinin
yaĢandığı süreç olan 2009 Aralık ile 2010 Mayıs arasındaki dönem alınmıĢtır. Eylemcilerin Mart
ayında eylemi sona erdirmelerine karĢılık, daha sonra 26 Mayıs‘ta yeniden iĢ bırakma eylemi
gerçekleĢtirmiĢlerdir. Ayrıca, aynı yıl 1 Mayıs törenlerinin ilk defa yıllardır yapılmayan Taksim
gözealarak her zaman doğru bildiğini kamuoyu ile paylaĢmıĢtır. Bu süre zarfında Türkiye‘nin önüne koyduğu
gündem çok zaman ülkenin yol haritası haline gelmiĢtir" (Boyner, 2010:2).
6
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Tekel eylemine destek veren ve Türkiye‘de etili olan bir
sivil meslek örgütü olması nedeni ile ele alınmıĢtır. TMMOB‘un eyleme iliĢkin konulma ve demeçleri
değerlendirilirken, ―birlik haberleri‖ dergisinin eylem dönemindeki yayınları incelenmiĢtir.
7
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB)‘nin, ―Ekonomik Forum Dergisi‖nin eylem dönemindeki yani 2009
Aralık ile Mayıs 2010 arasındaki yayınları araĢtırma içinde ele alınmıĢtır. Ayrıca birliğin, ekonomik raporları ve
konuĢma metinlerinin de incelemesi yapılmıĢtır. Ancak aynı dönem içerisinde birliğin konuya iliĢkin bir
açıklamasına rastlanmamıĢtır.
8
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği‘nin çalıĢmada, kendi yayını olan Birlik Haberleri‘nin yanı sıra, diğer
basın açıklamaları ve sunumların içeriğinde de TEKEL eylemi konusunda araĢtırmalar yapılmıĢtır. TMMOB‘un
bu alan içerisinde ele alınmasına birliğe kayıtlı diğer odaların eyleme katılma konusundaki etkinliği diğer bir
belirleyicidir. Bunlar arasında Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO), Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) yayınları
yer almıĢtır.
486
meydanında gerçekleĢmiĢ olması da, eylemin bir neticesi olarak değerlendirilebilir. Bütün bu
gerekçelerden ötürü, yapılan yayın taramalarında süreye Mayıs sonu da eklenmiĢtir.
Yönteme iliĢkin bu açıklamalar çerçevesinde çalıĢmanın ana bölümlerini Ģu Ģekilde sıralamak
mümkündür. Ġlk olarak entelektüelin üzerine yapılan tartıĢmalardan kısa bir değerlendirme yapılmıĢtır.
Bu bölümde entelektüelin belirleyici özelliklerinden söz edilecektir. Ġkinci olarak Gramsci ve
Bourdieu'nün siyasal tahayyülleri çerçevesinde entelektüeli nasıl tartıĢtıkları ve hangi kavramlarla ile
açıkladıklarından söz edilecektir. Son olarak TEKEL eylemi sürecinde analiz edilen söylemlerin
değerlendirmesi ve genel bir tasnifinde bulunulacaktır.
2. ENTELEKTÜEL ÜZERĠNE TARTIġMALAR
Entelektüellik üzerinde yapılacak bir çalıĢmada öncelikli sorunların baĢında entelektüelin
tanımlanmasındaki güçlükler gelmektedir. Hem uluslararası hem de ulusal literatürdeki akademik
yayınlarda entelektüel yerine literate, aydın, entelijensiya, enlightment, lightens ve münevver gibi
farklı kavramların kullanıldığına rastlamak mümkündür. Bu yayınların bir kısmında kavramın farklı
ideolojilerdeki yeri ile farklı toplumlardaki yansımaları incelenmiĢtir. Özellikle bazı öne çıkan
yayınlarda entelektüellik eleĢtirel bir gözle ele alınmıĢ ve onun belirleyici özelliklerinin, toplum
içindeki konumunun ve üstlendiği rollerin neler olması gerektiği üzerinde durulmuĢtur9. Entelektüellik
köken olarak Antik Yunan‘a10 kadar dayandıran ve modernite ile birlikte bir isim olarak kullanılmaya
baĢlamıĢtır. Entelektüellerin ortaya çıkıĢı ise Avrupa‘da Ģehirlerin kurulmasına dayandırılmıĢtır. J.L.
Goff (1994), Batılı anlamda entelektüellerin ilk kez bu dönemde ortaya çıktığını söylemektedir. Bir
baĢka çalıĢma ise Rusya‘da entelijensiyanın doğuĢu ile birlikte kavramın ortaya çıkıĢını ele alan Boris
Kagarlitsky‘nin (1992) Düşünen sazlık: 1917‟den günümüze Sovyet Devleti ve Entelektüeller adlı
kitabıdır. Kagarlitsky, entelijensiyanın özellikle Rusya‘da ortaya çıkma sebebini, Rusya‘nın kendine
özgü Ģartlara ve yaĢanan tarihsel dönüĢümüne bağlar. Raymond Aron ise entelijensiyanın kökenlerini
sanayi toplumuna dayandırmaktadır. Aron entelijensiyayı toplumdaki uzmanların içine aldığını belirtir
ve sözcüğün kökenine iliĢkin olarak üniversiteyi bitiren ve esas itibariyle Batı menĢeli kültür
edinmiĢleri iĢaret eder (Aron,1979: 261). Entelektüel ile ilgili bu birbirinden son derece farklı
kavramsal kullanımlara rağmen, onun bir isim olarak belli bir gruba atfen kullanılması, Fransa‘da
Dreyfus Olayı‘ndan sonra baĢlamıĢtır.
Yukarıda ifade edildiği gibi, entelektüel kavramının Dreyfus davasından öncede kullanıldığı
bilinmektedir. Ancak kavram bu olayla birlikte yeni bir boyut kazanarak bir neolojizm içermeye
baĢlamaktadır. Dolayısıyla iktidara karĢı gelenler, kültürel ve politik olarak bu duruĢları ile öncü
olanlar kavramın içini doldurmuĢlardır. Bu haliyle entelektüel kavramının kullanımına hiç kimse karĢı
çıkmamıĢ, hatta kavramın kazandığı yeni anlam oldukça doğru bulunmuĢtur (Özcan, 2006: 46).
Entelektüeller ile entelektüel olmayanları ayıran çizgi hep belirli bir faaliyet tarzına katılma yönünde
verilen kararlarla çizilmektedir (Bauman, 2003: 8).Entelektüel ve entelektüellik kavramlarının
belirlenmesinde sözü geçen güçlükleri ortadan kaldırabilmek, kavramın genel bir tarifinin ve onun
özelliklerinin vurgulanması yoluyla mümkün görünmektedir. Bu nedenle entelektüelin farklılığı
üzerinden yapılan tartıĢmalarda onu diğerlerinden ayırıcı özellikleri üzerinde durularak tanımlamaya
çalıĢılmıĢtır. Entelektüel, öncelikle kitleden farklıdır. Benda için kitleler, sıradan iĢlerle uğraĢır ve
belirli beklentiler dıĢında bir iĢle uğraĢmazlar (2006: 37).Said'e göre ise entelektüeller, geniĢ halk
kesimine seslenen bir aktördür. Entelektüelin meselesi bir bütün olarak kitle toplumu olmadığından
aslında kamuoyunu biçimlendiren, konformistleĢtiren, iktidardaki bir avuç bilmiĢe güvenmeye teĢvik
eden uzman, eĢ-dost grupları, profesyoneller, düzen adamlarının da dahil olduğu kesim
9
Bunlardan bazıları; Michel Foucault‘nun (2005) Entelektüelin Siyasi ĠĢlevi, Louis Bodin (2009) Aydınlar
Zygmunt Bauman (2003) Yasa Koyucular ve Yorumcular, Tom Bottomore‘un (1997) Seçkinler ve Toplum ile
Bernard Henri Levy‘nin (2002) Entelektüellerin Övgüsü eserleridir.
10
Cemil Meriç zihni, fikri manevi alanda ortalama insandan farklılaĢan ve düĢünceleri günümüze taĢınmıĢ ilk
insan tipinin M.Ö. 5. yüzyılda Antik Yunan‘da Sofistlere kadar dayandığını ifade eder. Sofistlerin, devletten
bağımsız yapıları, belirli bir alanla sınırlı olmayan uzmanlıkları, bütün bilgi disiplinleri hakkında bilgi sahibi
olma arayıĢları, gençlere öğretmeye çalıĢtıkları bilgelik dolayısıyla karĢılaĢtıkları güçlükler, onların bugünkü
entelektüel kavramının içeriğini dolduran niteliklerinin pek çoğuna sahip olduklarını göstermektedir (Meriç,
2005: 23).
487
entelektüellerdir (Said, 2004:12). Entelektüel demek, kavram, bilgi ve yasanın üstünlüğü demektir. Bu
entelektüelin içinde olduğu ve onun dıĢında olmasının düĢünülmediği bir durumdur (Lévy, 2002: 75).
Sorgulama, eleĢtiri ve muhaliflik bir yerde entelektüeli yeni bilgilerin peĢinden koĢmaya ve bu süreçte
kendine ve topluma yabancılaĢmaya doğru iter. Bu yabancılaĢmayı, entelektüel için bir gereklilik hatta
zorunluluk olarak görenler de vardır. Foucault‘nun (2005:14) ―Entelektüel sorgulamanın amacı da
zaten insanı kendi kendisinden koparmaktır. Sadece bilgi edinmeyi sağlayıp, sahip olunan bilgi,
sahibinin yolunu kaybetmesini, ĢaĢırmasını sağlamayacaksa, bilgi peĢinde koĢmanın ne anlamı olabilir
ki?‖ sözleri entelektüel yabancılaĢmanın açık bir örneği olarak gösterilebilir. Entelektüel bütün bu
özellikleri nedeniyle sorguladığı, meydan okuduğu, tavır aldığı ve bu yüzden sorun çıkardığı için bir
yerde edimcidir.
Bütün bu değerlendirmeler ile birlikte entelektüeller, toplumda sahip oldukları iĢlevleri ile sıradan
insanlardan farklı olarak, oluĢan her yeni durumlara yönelik düĢünen, sorgulayan, kısacası dünya ile
ilgili dönüĢümleri, kopuĢları, kriz dönemlerine iliĢkin yorumları dile getiren kiĢilerdir. Onlar bu
düĢünceleri sayesinde, dünyaya iliĢkin sıradan ekonomik ve sosyal kaygıların ötesine geçirmiĢ olurlar.
Dolayısıyla entelektüeller, her dönemde ve özellikle de kriz ve değiĢim dönemlerinde bilinç
taşıyıcılığı yapmıĢlardır. Bu bilinç taĢıyıcılığı, entelektüelin genel olarak dünyanın anlamına iliĢkin
fikirlerini ve buna bağlı olarak da kriz döneminin analizini ve krize çözüm önerilerini barındıran yeni
bir düĢünme biçimini ve yeni bir dünya görüĢünü yaymaya çalıĢmıĢlardır (ErĢen, 2006: 206-207).
Entelektüel üzerine onu tanımlama çabası ile birlikte yapılacak tartıĢmaların sonucunda tek bir
sonuca varmak ve onu tek bir gösterge üzerinden tanımlamak yine de mümkün değildir. Bu nedenle
çalıĢma için özellikle entelektüeli sorgulayıcı ve sorumlu kabul eden yaklaĢımlar içerisinden onu
praksis düĢüncesine yakın tanımlayan Gramsci ve Bourdieu'nün kuramsal yaklaĢımı temel alınmıĢtır.
3. GRAMSCĠ VE BOURDĠEU'NÜN DÜġÜNSEL PERSPEKTĠFĠNDEN
ENTELEKTÜELLĠK TARTIġMALARI
Yukarıda genel bir çerçevede sunulan düĢünürlerin yaklaĢımları dıĢında entelektüel ile ilgili
düĢünceleri ile belirleyici olan ve evrensel düzeyde referans noktasına sahip diğer iki isim ise Ģüphesiz
Antonio Gramsci ve Pierre Bourdieu‘dür. Her iki düĢünürün kuramında entelektüeli entelektüel yapan
temel mesele, teori ve pratik arasında kurdukları birlikteliktir. Bu nedenle yukarıda modern
entelektüelin belirleyici özelliği olarak vurgulanan düĢünce ve pratik birlikteliği olarak iĢaret ettiğimiz
praksis kavramı, her iki düĢünürün entelektüel teorisinde yer almaktadır. Antonio Gramsci‘nin
düĢüncelerinin anlatıldığı Hapishane Defterleri (Selections From the Prison Notebooks) isimli eser,
gerek
entelektüel
kavramını
açıklamaya
yönelik
çalıĢmalarda
gerekse
kavramın
MarksizmtartıĢmalarında temel alınmıĢtır. Marksizm‘e getirdiği farklı yorumla birlikte Gramsci,
entelektüelin belirleyici farklılığının, sınıfsal konumundan kaynaklandığını ifade eder. Bu ayrıma göre
egemen sınıf ile ona karĢı duran sınıfların geliĢiminde belirleyici olan, etkinliğin sahibi
entelektüellerdir (Gramsci, 1997: 8-10). Entelektüel, bulunduğu toplumun koĢullarından ve yapısından
etkilenir. Bu etkileĢim sayesinde ise dünyayı yorumlama misyonuna sahip olarak belli yargıları taĢır.
Gramsci, çalıĢmalarında düĢünce dünyasındaki toplumsal projenin gerçekleĢme safhalarını
değerlendirirken, entelektüellere önemli bir rol atfeder. Ancak bunu yaparken entelektüeli sınıftan ya
da sosyal yapılardan asla soyutlanmıĢ bir biçimde düĢünmez. Bu açıdan entelektüelin kendisi, var
olduğu süreçte tarihsel blok‘un oluĢumunda önemli bir iĢleve sahip olacaktır. Entelektüel, iktidar
sahibinin eylemlerini sürekli sorgulayan ve eleĢtiri getiren kiĢi olarak tasarlanmaktadır (Gramsci,
1997: 12). Bunun yanı sıra Gramsci‘ye göre, felsefi düĢünceye sahip ve felsefeye referans veren
herkes entelektüeldir ancak herkes toplum içerisinde entelektüelin gördüğü iĢlevi göremeyecektir.
Dolayısıyla Gramsci entelektüeli iĢlevsel olan ve tarihsel bloğun her aĢamasında örgütlenen, alt
yapıdan üst yapıya kadar belli görevleri olan kiĢi olarak tanımlar. Diğer bir ifadeyle, entelektüelin
kendisini sadece düĢünceleri ile değil; örgütlenme ve toplumsal hayatın içinde yer alma ile de
tanımlaması gerekmektedir. Entelektüellerin görevi, örgütlemek, yönetmek, yönlendirmek ve
eğitmektir. Böylece toplumsal grupların lehine rıza ve zoru örgütleyen entelektüeller, toplumsal düzeni
dönüĢtürebilecektir (Forgacs, 2010: 374, Portelli, 1982: 98). Dolayısıyla, Gramsci entelektüele
yeteneği bakımından değil, toplumdaki iĢlevi bakımından bir değer atfetmektedir.
488
Bu noktada Gramsci entelektüeli ikiye ayırır: Her yeni ilerici sınıfın, yeni toplumsal düzeni
örgütlemek için ihtiyaç duyduğu organik entelektüeller ve geçmiĢten gelen tarihsel, toplumsal koĢullar
ve geleneklerle Ģekillenen geleneksel entelektüeller (Gramsci, 1971: 5). Gramsci, sadece kafa ve kol
emeği ayırımına dayalı klasik bir entelektüel ayrımını eleĢtirirken, organik entelektüele, rıza ve ikna
örgütleyenler olarak, mensubu olduğu sınıfın hegemon gücü haline gelmesine yardımcı olan kiĢilik
olarak görevler verir (Gramsci, 1971: 12). Bir baĢka ifadeyle, organik entelektüel bu iĢlevi yerine
getirir. Bunu yerine getirirken, halkla iç içe olan entelektüel, felsefeyi de teori-pratik birlikteliği gibi
canlı bir mekanizma olarak değerlendirir ve hayatın içine dâhil eder. Entelektüeller bu anlamda
hegemonya yaratım sürecinde, iĢçi sınıfına destek olurlar. Böylelikle aynı zamanda bir kültür de
yaratılmıĢ olunur. Gramsci‘nin bu tartıĢmada üzerinde durduğu, her insan aktivitesinin, minimum
düzeyde de olsa teknik beceri yani yaratıcı düĢünsel aktivite gerektirdiğidir. Dolayısıyla Gramsci, bu
aktiviteyi, yani her insanın geçmiĢ ile bugünü arasındaki sentezi, praksis ile açıklar. Praksis, bireye
çeliĢkiden kurtulmanın doğru yolunu gösterir. Gramsci‘ye göre birey, yapılar tarafından kuĢatılmıĢtır.
Bireyin bundan kurtulması, ancak diğer bireylerle birlikte iĢbirliği yapma yolunu seçmesi ile yani
maddi varlığını sürekli olarak ezen yapıyı kendi lehine değiĢtirebilmesi ile gerçekleĢecektir. Birey
olarak özne, yapısal sınırları aĢamaz, ama sınıf olarak özne, maddi yaĢamı kendi lehine olacak bir
Ģekilde düzenleyebilir. Entelektüel de praksis sürecinde yaĢadığı sınıfsal deneyim ile dünya görüĢünde
değiĢimi ve dönüĢümü halk ile paylaĢacaktır. Aslında entelektüel ile halk arasındaki iliĢki burada
karĢılıklı bir niteliğe sahiptir. Praksis sürecinde, halk ile entelektüel arasındaki iliĢkide kopmalar,
toparlanmalar ve derinleĢmeler aynı zamanda ve birlikte yaĢanır. Gramsci‘de halk reddedilmez ve
ortak duyu yolu ile hegemonya yaratımı sağlanır (Santucci, 2011:152). Bu anlamda Gramsci‘de
entelektüel, Platon ve Hegel çizgisindeki elitist bakıĢtan farklılaĢır.
Pierre Bourdieu de Gramsci gibi entelektüelin birliktelik içinde olmasına dikkat çekerken, cephe
oluĢturmaktan söz eder. Gramsci‘de entelektüel, içinden çıktığı sınıfla veya diğer toplumsal gruplarla
bağ kurmasına karĢılık, Bourdieu‘de kurumun karĢısında konumlanan bir entelektüele vurgu
yapılmaktadır. Entelektüeli sınıfsal olarak ya da bir sınıf ile iliĢkisi ile açıklamayan Bourdieu‘nün
teorisinin merkezinde, sınıfsal iliĢkilerinin hangi stratejilerle yeniden üretildiği yer almaktadır.
Entelektüeller ile ilgili olarak ise onların toplumsal iĢbölümü içerisindeki organik rolüyle, yani bir
dünya algılamasının, kolektif kapsayıcılığı olan kavramların ve en nihayetinde toplumsal uzlaĢının
üretilmesindeki faaliyetleriyle ilgilenmez. Bourdieu‘nün entelektüeller ile ilgili analizi, onun ―alan‖
kuramının bir devamı niteliğindedir. Aynı zamanda Bourdieu düĢüncesinde, entelektüel faaliyetin
tarihsel bağlamını irdelemeye dair bir teorik çabaya rastlanmaz. Bourdieu‘nün bakıĢ açısından
entelektüel alan, entelektüellerin kültürel alan içerisindeki nüfuzlarını azamiye çıkarma hedefindeki
stratejilerini yürüttükleri yerlerdir. DüĢünür hiç bir zaman entelektüellerin elit statüsünü veya sosyal
kültürel otoritelerini seçkinci bir konumda sorgulamaz ve entelektüellerin kendilerini bilginin
üreticileri olarak evrensel bir sorumluluk sahibi olarak görmelerini kabul etmez. Aksine
entelektüelleri, kendilerini toplumsal sorunların temelindeki problemlerden ayrı tutma eğiliminde
oldukları için eleĢtirir. Bourdieu‘ye göre entelektüeller, tüm sosyal olguları ekonomik boyutlarına
indirgeyerek kendilerini tehlikeye atmazlar. Zira entelektüel ikna edici söylemlerde bulunur ve bunun
neticesinde izleyenleri yanıltabilir. ĠĢte bu eylemi ile entelektüel, kültürel sermayeyi elinde tutan kiĢi
olarak aynı zamanda egemen sınıfın egemenliği altındadır.
Bourdieu‘nün kuramsal yaklaĢımının özünü daha çok onun sosyoloji bilimine yaklaĢımında
aramak mümkündür. Ona göre sosyal bilimler, genel anlamda toplumsal yaĢamda neyin, neden ters
gittiğini; hangi düzenin, neye hizmet ettiğini anlatan ve buna rehberlik eden bir alan olmalıdır
(Bourdieu, 2007: 36). Bourdieu, bu anlamda sosyal bilimcilerinde sadece teorik alandaki yazıları ile
değil, bir bilim insanı olarak onları toplumsal sorunların tahlil ve eleĢtirisini yapması gereken kolektif
bireyler olarak kabul eder. Ona göre entelektüellerin hedefi, kendi özerkliklerinin korunması amacıyla
ortak çalıĢmaların içerisinde yer almaktır (Bourdieu, 2007: 36). Böylece popülizmden sıyrılan
entelektüeller, Bourdieu‘ye göre bilimsel eylem ile politik tavır arasında herhangi bir ayrım yapmamıĢ
olacaklardır. Dolayısıyla Bourdieu bu yaklaĢımı ile felsefe ve sosyoloji arasında bir birliktelik sunar ve
teori ile gerçekliğin doğrudan örtüĢebilecek kanallara sahip olduğunun altını çizer.
Gramsci ve Bourdieu‘nün entelektüel kuramları çok farklı zamanlar ve farklı ihtiyaçları
karĢılamak için doğmuĢ olsalar da, her iki düĢünürün bakıĢ açılarında belli ortaklıklar söz konusudur.
489
Gramsci, entelektüeli toplumda var olan iĢlevleri üzerinden tanımlarken, ona diğer insanlar içerisinde
farklı bir konum atfetmez. Özünde yapmak istediği, entelektüeli kafa iĢi ile uğraĢanlar ve kol iĢi ile
uğraĢanlar anlamında bir ayrıma tabi tutmadan irdelemektir. Böylesi bir öngörü temelinde geliĢtirdiği
kuramında herkesi entelektüel olarak açıklarken, entelektüelin iĢlevine vurgu yapar. Benzer Ģekilde
Bourdieu‘nün de bakıĢında entelektüel kolektif olandır. Kolektif olmak ise öncü olmak anlamında
değil, toplumsalın içinde olmak anlamını taĢımaktadır. Bu beklenti ise entelektüele belli bir iĢlev
yüklemektir. Her iki düĢünürün bu bakıĢını birleĢtiren ve pekiĢtiren husus, kuĢkusuz praksis olgusuna
inanmalarıdır.
Hem Gramsci hem de Bourdieu, entelektüelliğe iliĢkin geliĢtirdikleri teorilerinde, kendilerinden
önceki dönemlerdeki entelektüel kiĢiliğin özelliklerine bir eleĢtiri de bulunurlar. Örneğin Bourdieu,
kitle iletiĢim araçlarının taleplerine göre hareket eden ve Fransız entelektüel ortamında geliĢmiĢ medya
yönelimli entelektüelleri eleĢtirmiĢtir. Çünkü ona göre entelektüel, iktidar odaklarının imtiyaz
üretmeye yönelik var olma stratejilerine karĢı, direnme halinde olmalıdır. Özellikle neo-liberal
politikaların kuĢattığı dünyada entelektüeller, ancak birliktelik halinde örgütlenirlerse bundan
kurtulabilirler. Bunun en önemli yaratıcısı ise sosyal bilimlerdir. ĠĢte bu yaklaĢım bile onun kendi
düĢünce yapısındaki teorik kurgusunu nasıl pratik bir yansımaya dönüĢtürebildiğinin göstergesi
gibidir.
Bir diğer ortaklık, iki düĢünürün de kullandığı terminolojinin ve kurdukları yapının
benzerlikleridir. Gramsci (1971), genel görüĢleri ve kullandığı terminoloji açısından Marksizm‘den
beslenmektedir. Bu anlamda onun Bourdieu gibi ikili yapılar üzerinden inĢa ettiği terimlerden bazıları
olan, devlet-sivil toplum, altyapı-üstyapı, birey-sınıf, hegemonya-rıza kavramları temel olarak
Marksizm‘in kullandığı kavramlardır. Ayrıca Gramsci, toplumun yapısı ve buna uygun olarak özneleri
birer yapı taĢı olarak kabul ederek, her bir öznenin devrimci süreci yerine getirmek adına belli görevi
olduğunu vurgular. Entelektüeller bu anlamda devrimci süreci yerine getirmede tarihsel bloğu kuracak
bir itici güç konumundadır. Bir baĢka ifadeyle, Gramsci entelektüellere iliĢki içinde oldukları sınıfla
organik bir birlik olması yönünde bir görev vermektedir.
Bourdieu ise genel ideolojik perspektifi açısından doğrudan Marksizm‘in kavramlarını kullanmaz.
Buna karĢın, sol düĢünceden etkilenmiĢ ve dolaylı olarak bu kavramlara terminolojisinde yer
vermiĢtir. Örneğin praksis kavramı, Bourdieu‘nün eserlerinde kelime olarak yer almasa da, bireyin
kendisini var ettiği bir durumu ifade ettiği görülmektedir. Bu noktada Bourdieu, pratik eylemler
kavramını kullanır (Bourdieu, 2007: 36). Entelektüel ise bu eylemler etrafında toplumsal iĢlevini
yerine getirirken, belli bir yol izlemelidir. Ancak Bourdieu entelektüele Gramsci kadar katı sınırlarla
belirlenmiĢ bir iĢlev ve sorumluluk yüklemez. Bourdieu‘nün öne çıkarttığı husus, entelektüellerin son
tahlilde geldikleri konumlarının düzeni korumaya hizmet ettiğinin altını çizerek, onların var olanı
sorgulamadan kabullenen hallerinin, yani konformist entelektüellerin, eleĢtirisine dayanmaktadır.
KuĢkusuz her iki düĢünürün entelektüel kuramı açısından eleĢtirel yaklaĢımlarının yanı sıra en
önemli benzerlikleri, entelektüele bakıĢta o döneme kadar devam eden çizgiden bir kopuĢu
gerçekleĢtirmiĢ olmalarıdır. Gramsci, getirdiği yeni yaklaĢım ile entelektüele yönelik klasik, elitist
yorumu yıkarakkırılma noktası oluĢturmuĢ ve entelektüelin üst sınıfın üyesi olarak görülmesini
eleĢtirmiĢtir. Gramsci bu anlamda entelektüeli toplumsal açıdan oynadığı roller ile somutlaĢtırmıĢtır.
Bundan böyle entelektüel, sınıf savaĢından uzak bir kategori olarak görülemeyecektir. Bourdieu
tarafından oluĢturulan kırılma noktasına bakıldığında, düĢünürün kendi yaĢadığı döneme kadar gelen
klasik entelektüel yorumlara eleĢtirel yaklaĢarak entelektüeli ayakları üstüne oturttuğu söylenebilir.
Gramsci modellemeci ve Marksist bir teorisyen olarak yeni bir yapının temel unsurlarını belirlerken,
Bourdieu post-yapısalcı bir düĢünür olarak, var olan yapıların ve tartıĢmaların eleĢtirisinde bulunur.
Bu anlamda iki düĢünürün arasındaki farklılık ortaya çıkmıĢ olur. Gramsci‘nin entelektüel kuramı yeni
bir teorinin inĢasına dayanır. Oysa Bourdieu, bu anlamda bir yapı kurma iddiasında bulunmaz.
Antonio Gramsci ve Pierre Bourdieu‘nün düĢünceleri entelektüelin praksis ile iliĢkisi temelinde,
onun siyasal alan içerisinde hareket halinde olmasının yanı sıra entelektüelin kendisini siyasi bir tavır,
bir karĢı duruĢ üzerinden tanımlayabilmesinin analizine olanak sağlamaktadırlar. Entelektüel, siyasal
alan içerisinde hareket halinde olan ve aynı zamanda siyasi tavır ve karĢı duruĢ sergileyen, iktidarı
sorgulayarak eleĢtirel duruĢ sergileyendir. Bu ortamda entelektüelliği, kendi konumlarını güçlendiren
490
yapılardan ve konformizmden sıyrılarak yeni toplumsal hareketler içinde yer alarak düzeni eleĢtiren
bir role dönüĢebilen bir konumda betimlemek, onu gerçek anlamda entelektüel duruĢa ve tarza
yaklaĢtırabileceği kabul edilmektedir. Böylece entelektüeller, Dreyfus Olayı‘nda Emile Zola‘nın
koyduğu tavır gibi, kiĢi olarak bağımsız ve her türlü iktidarın, çıkar grubunun kontrolü veya etkisinden
uzak duracak bir tanıma yaklaĢabilirler. Zira entelektüeli entelektüel yapan olgu ‗bilgisi için ya da
inandığı değer için kendisini feda etme‘ durumunda, daha doğrusu ‗kuram ile pratik arasında kurması
gereken iliĢki‘de berraklaĢabilecektir. Bu anlamda Gramsci ve Bourdieu, entelektüeli tanımlarken,
sadece zihinsel kapasitesi ve sahip olduğu kültürel derinliklerle açıklamaktan kaçındıkları gibi, temel
olgunun, teori ve kuram arasında kurulan birliktelik olduğuna dikkat çekerler. Aynı yaklaĢım
çerçevesinden TEKEL iĢçi eylemlerini de ele aldığımızda bize hem Türkiye‘deki entelektüelin
davranıĢ tarzının, belli sınırlı kavramlarla kullandığını göstermekte hem de entelektüellerin eylem ile
iliĢkili tepkilerini ortaya koymaya yardımcı olmaktadır.
4.TEKEL EYLEMĠ VE ENTELEKTÜEL KESĠMLERĠN DEĞERLENDĠRMELERĠ
TEKEL eylemleri, yaĢandığı dönemde ve sonrasında yapılan analizlerde bir etki alanı olarak her
kesimin dikkatlerini çekmiĢ, baĢlangıcı ve sonu itibariyle gözler önünde açıkça gerçekleĢmiĢtir.
Eylemde praksis bir devrime dönüĢmemiĢtir ancak siyasal bir hareketle kendini göstermiĢtir. Yani bir
iĢçi hareketi olarak baĢlayan eylemler, neticede iĢçilerin kendi farklılıklarını kabul edip,
mücadelelerine devam ettikleri sürece dönüĢmüĢ ve böylece tam bir entelektüel bilinç yaratımı
gerçekleĢmiĢtir.
15 Aralık 2009‘da baĢlayan ve 78 gün süren TEKEL eylemleri, 1 Mart 2010‘da fiilen sona ermiĢ
olsa da, etkileri ve sonuçları ile tartıĢılan bir direniĢ olmuĢtur. 1 Ocak 2010 tarihinde hükümet, 4-C‘de
bazı düzenlemeler yapılacağını ve çalıĢanların haklarının yeniden düzenleneceğini açıklayarak
eylemcilerin evlerine dönmesi çağrısında bulunmuĢtur. Bunu reddeden iĢçiler eylemlerine devam
etmiĢlerdir. Hükümet bundan sonra, 1 ġubat 2010 tarihinde yeniden 4-C‘nin iyileĢtirilmesi yönünde
öneride bulunmuĢtur. Ancak eylem daha da farklı kesimlerden destek alarak devam etmiĢtir. Bu da,
eylemin toplumsal bir hareket olarak etki alanının geniĢliğini gösteren bir örnektir. Ayrıca iĢçilerin,
haklarının savunulması noktasında sendikanın yetersiz kaldığını ifade etmeleri ve bu duruma
gösterdikleri tepki üzerine sendika baĢkanlarının istifası da eylemin belirgin farklı özelliklerinden bir
diğeridir. Eylemin kuĢkusuz en somut etkisi de DanıĢtay‘a açılan 4-C uygulamasının süre iptali
konusundaki davanın sonuçlanmasıdır. Eylemci iĢçiler davanın sonucunu kazanım olarak kabul ederek
1 Mart 2010 da eylemlerine son vermiĢlerdir (Türkmen, 2012: 45,47).
Entelektüel çevreler için ise TEKEL eylemi nesnel gerçekliği ile tartıĢıldığı kadar, öznel bakıĢları
ile de ele almıĢ ve eylemin iktidar, muhalefet, sermaye kesimi, meslek örgütleri, sendikalar ve iĢçi
sınıfındaki yansımalarına bakılmıĢtır. Gramsci, entelektüel kuramında kol gücü/kas gücü ayrımında
bulunurken, entelektüelin kendisini düĢünceleri ile değil, toplumsal alandaki iĢlevi ile gösterdiğini
ifade etmektedir. Ona göre entelektüel, sadece ansiklopedik bilgiye sahip olan değil, kültürü ve
felsefeyi yaygınlaĢtıran kiĢidir. Bu iĢlevini yerine getirirken, siyasal birikimin de hazırlayıcısı o
olacaktır. Bu anlamda zihinsel değil, her türlü çalıĢmanın içerisinde bir entelektüel iĢlev olduğunu
ifade eden Gramsci, praksis düĢüncesine ulaĢır (Gramsci, 1971:12; Santucci, 2011: 32). Gramsci‘ye
göre praksis, düĢünme ve yazma eylemini de içerisinde barındırmaktadır. Bu nedenle entelektüeller,
eylemi ele alarak aynı zamanda onun praksisini de hayata geçirebilmiĢlerdir. DüĢünceleri ile eylemin
geldiği noktayı sorgulayan ve praksis halinde olan bu entelektüeller içerisinde doğrudan eylemde rol
alanlar olmuĢtur. Ancak burada önemli olan husus, eylemin içerisinde doğrudan yer almak olmakla
birlikte, kültürel birikimin sağlanmasıdır. Zira entelektüel bunu gerçekleĢtirirken, düĢünce ve
eyleminde bir ortak hareketlilik yaratmıĢ olacaktır. Bununla birlikte Bourdieu düĢüncesinde praksis,
siyasal olan olarak ele alınmaktadır. Bourdieu için praksis, entelektüelin kendisini yeniden
keĢfetmesini sağlayıcı bir taraf olma halidir (Schnegg, 2007: 52). Entelektüellik ise iki temel unsur
üzerinden kendi varlığını gösterebilmektedir: Ġktidardan bağımsız ve özerk alana sahip olmak yanı sıra
bilimsel birikimini siyasi faaliyetler içinde kullanabilme vasfı (Bourdieu, 1989: 99-103). TEKEL
eylemi, iĢte bu anlamda bireyin kendisini gerçekleĢtirdiği bir alan olduğundan, eylemin farklı
noktalardaki yansımasının ele alınması belirleyicidir. Bu farklı noktaların tercihinde ve
belirlenmesinde ise entelektüellerin konuya bakıĢındaki vurgular öne çıkmaktadır. ÇalıĢmanın bu
491
kısmında temel olarak ele alınan tartıĢmalar, iĢçi sınıfının dönüĢümü, siyasal iktidar eleĢtirisi,
sendikalar, diğer eylemci kesimler ve medya çevresine eylemin etkileri olarak belirlenmiĢtir.
Gramsci ve Bourdieu‘ye göre entelektüellerin kendileri bir sınıf oluĢturamazlar. Bourdieu‘ye göre
bunun sebebi, kültürel alandaki içsel farklılaĢmadan kaynaklanır. Bu anlamda entelektüeller, emek ve
sermaye arasında tercihte bulunurlar (Bourdieu, 1988: 12). Gramsci‘de benzer Ģekilde entelektüel
sınıfları belli bir teĢvikte bulunup yönlendirse bile, ayrı bir sınıf oluĢturabilecek konumda kabul etmez
(1971: 206). Buradan yola çıktığımız da, TEKEL eyleminin süreci boyunca entelektüellerin bir sınıf
olarak hareket ettikleri Ģeklinde bütüncül nitelikte bir yorum yapılması mümkün değildir. Bu nedenle
her bir entelektüel kategorisi için eylemin yansıması farklılaĢacaktır. Hatta bu farklılaĢma, bazen
entelektüellerin kendi meslek grupları içerisinde de gerçekleĢecektir. Özellikle bu bölümde yapılan
değerlendirmelerde üzerinde durulan bu farklılaĢmalar ve farklı bakıĢların hangi düĢünsel arka plan ile
dile geldiğinin söylem analizidir.
4.1. ĠĢçi Sınıfında DönüĢüm ve Sınıf Bilinci Vurgusu
TEKEL eylemine iliĢkin değerlendirmelerin en önemli tartıĢma baĢlıklarından birisi, eylemin
öncelikle iĢçi sınıfındaki ve iĢçilerin bilinç düzeyinde yarattığı dönüĢümdür. Gramsci‘ye göre kitleleri
harekete geçirecek ve onları iktidarın hegemonyasını yıkmaya yönelik karĢı bir hegemonya
oluĢturacak olan Ģey, kitlenin bilinç düzeyidir. Bu bilinç düzeyini sağlayacak olan ise dıĢarıdan
bilincin taĢınması değil, kendilerinin bu bilinci kurabilmeleridir (Cornoy, 2001: 275). Bilince iliĢkin
akademik çevrelerde yapılan değerlendirmelerin bir kısmında, iĢçilerin sınıf bilinci edinme konusunda
eylemin öğreticiliği üzerinden bir dönüĢüme maruz kalmıĢ oldukları ifade edilir. Özellikle, eylemi
bilimsel açıdan ele alan akademisyenler, yürüttükleri alan çalıĢmalarından elde ettikleri bulguları
eylemden beklentileri ile birlikte tartıĢmıĢlardır:
Radikal pedagojik bir süreç olarak eylem, ezilen kesimler için bir meydan okuma
hareketidir ve bu nedenle öğreticidir. Burada egemen sınıfın egemen olan düĢüncelerine karĢı
bir meydan okuma olarak eylem ele alınmıĢtır. Eylemin öğreticiliği sayesinde eylemi
gerçekleĢtiren ve üretim araçlarından yoksun olan iĢçi sınıfının kazanımlar elde etmiĢlerdir. ĠĢçi
sınıfı, eylem ile üretim araçlarının elinde tutan ve bu anlamda entelektüel olarak da baskın olan
egemen ideolojiye karĢı eleĢtirel bir bilinç düzeyine eriĢmiĢ olacaktır (Türkmen, 2012: 119).
Sözü edilen eleĢtirel bilinç, entelektüellerin değerlendirmesine göre, egemenler ile emekçiler
arasında yeni ve gerçek bir kutuplaĢma yaratabilme yeteneği sağlanmasını, bu sayede sınıf hareketinin
yeniden oluĢması ile yeniden siyasallaĢmayı desteklemiĢtir (Bürkev, 2010: 29). Bu nedenle eylemin
iĢçi sınıfında yarattığı artı değerleri ele alan tartıĢmalarda, eylem önemli bir kırılma noktası olarak
görülmüĢtür. TEKEL direniĢini yapı-özne-pratik birlikteliğinde önemli bir alan olarak gören Öngen‘e
göre ise yapısal çeliĢkinin ürünü olan bu eylem, aynı zamanda bu çeliĢkileri daha görünür kılmaktadır.
Böylece her çeliĢki, iĢçilerin eyleminde somutlaĢırken, eĢzamanlı olarak belli bir bilinçlenmeyi de
beraberinde getirmektedir. Süreç devam edecek olursa da, iĢçiler, sınıfsal konumları kadar sınıf
düĢmanlarının kimlikleri ve sorunların gerçek temeli konusunda daha çok bilgileneceklerdir (Öngen,
05.02.2010: Birgün). Tülin Öngen‘in yaklaĢımına benzer bir baĢka değerlendirmeye göre, TEKEL
eylemi ile iĢçilerin sınıf bilincinde değiĢim yaĢanmıĢ ve daha önce duymadıkları, iĢçi sınıfı, sınıf
bilinci gibi kavramlarla tanıĢmıĢlardır. Dolayısıyla, iĢçiler bu süreçte egemen ideolojik söyleme
eleĢtirel bir yaklaĢım geliĢtirerek, kendi sınıfsal konumlarının farkındalığını yükseltmiĢlerdir
(Türkmen, 2012: 120). Eylemin kendisinin iĢçi sınıfındaki değiĢimini, iĢçilerin Ģimdiye kadarki var
oluĢ süreçlerinde önemli bir değiĢim olarak değerlendiren Özbudun‘a göre, uygulanan ekonomi
politikalarına karĢılık sınıf kültürü adına TEKEL eylemi önemli bir dönüm noktasıdır. Bu anlamda
eylem, sınıf bilinci için yeni bir umudun doğmasına hizmet etmektedir (Özbudun, 2010: 115).
Bu açıdan eylemin entelektüel kesimler içerisindeki yansımasını ele alan yaklaĢımlarda, TEKEL
eyleminin, her kesim için bir yeniden sorgulama imkânı sağladığı söylenebilir. Türk Tabipler
Birliği‘nin yayın organlarından birinde, sendikal, örgütsel, akademik ortamlarda yerinde tespitler
yapılmasına rağmen, söylenenlere ve yazılanlara oranla ve onların içeriklerine paralel olan çalıĢmalar
yapılamadığından sınıf mücadelesinin ‗örgütsüzlük‘ engelini aĢamadığı sıklıkla ifade edilmiĢtir (TTB,
2011: 1).
492
Eyleme dıĢarıdan destek sunan meslek örgütleri içerisinde en etkilisi olan TMMOB, TEKEL
eyleminin ülkenin her bölgesinden gelen iĢçileri bir araya getiren bir eylem olmasından dolayı, halkın
tüm sınırlarını ve duvarlarını aĢarak, bütünleĢme sağladığını ifade eder: ―Bu eylem birlik ve beraberlik
adına her kesime örnek olmuĢtur‖ (PektaĢ, 2010: 21). Eylemin bu özelliği, eyleme katılanların, siyasi
partilerin ve iĢçi konfederasyonlarının baĢlangıçta farkına varmadığı bir durum iken, eylemin
devamında destekleyen ve sahiplenenlerin sayısındaki artıĢ ile birlikte öne çıkmıĢtır. Böylece ―sınıf‖
ve ―dayanıĢma‖ kavramlarının söylemlerde daha sık kullanılır olması(TTB, 2011: 1) bir kazanım
olarak ifade edilmiĢtir.
Üniversite içerisindeki entelektüeller için TEKEL eylemi, basit bir hak arama mücadelesi olarak
değil eylem, hem iĢçiler için hem de eyleme destek veren kesimler için öğretilerin olduğu bir sınıfsal
ortaklık alanı olarak yorumlanmıĢtır. Gramsci, organik entelektüel kuramını belirtirken, onun
organikliğinin sınıf ile eĢ zamanlı ortaya çıktığını anlatır ve ona bir iĢlevsellik yükler (1971: 5). Bu
anlamda Gramsci‘nin betimlemesinde organik entelektüel, sınıf içinde öz bilinci açığa çıkartarak belli
bir kapasiteye sahip olarak doğmaktadır. TEKEL eylemi sürecinde de iĢçilerin ve destekçileri, birer
organik entelektüel gibi, eylem ile birlikte birer uzman olarak iĢlevsellik yüklenmiĢ ve yeni sınıfın
toplumsal tipleri olarak kendilerini var etmiĢlerdir (Gramsci, 1985: 21). Borudieu‘nün ifadesiyle, ‗teori
yaparak‘ kendi alanlarına sıkıĢmıĢ entelektüeller, praksisin kuramını yapmaya çalıĢmıĢ ve bir yerde
entelektüel kiĢiliklerini praksis ile birleĢtirebilmiĢlerdir (Bourdieu, 1988: 121).
Bourdieu‘ye göre, akademisyenler içerisinde karĢıtlıklar üzerinden temellenen bir hiyerarĢi
mevcuttur. Söz konusu hiyerarĢi, akademisyenlerin bilimsel anlamda sahip olduklarından dolayı elde
ettikleri ünden kaynaklanan kültürel hiyerarĢidir (Bourdieu, 1988: 4). Eyleme bakıĢlarında da bu
yaklaĢımla iĢçiler ile kendi aralarında oluĢan kültürel hiyerarĢinin izleri vardır. Bununla birlikte
eylemdeki bilinç düzeyini yeterli bulunmadığını da görmekteyiz:―Tekel eylemleri sırasında
yapılamaya çalıĢılan sadece bir sınıf bilincinin inĢası sürecidir. Zaten sınıf bilinci durağan ve hemen
oluĢabilen bir durum değildir. Zamanla Ģekillenecektir. Eylemciler ise bu süreçte sadece biz kimiz
sorusunun cevabını aramıĢlardır‖ (Türkmen, 2012: 120). Aynı duruma iliĢkin karĢı bir bakıĢ ise
eylemin iĢçi sınıfının bilincinde ciddi bir değiĢim yarattığı düĢüncesidir. Eylem üzerine yapılan her
çalıĢmada tartıĢılan bir konu olmasına rağmen, bilinç değiĢiminin boyutları ölçülürken kullanılan
yöntem ve araçlar, araĢtırma ve inceleme çalıĢmaları aĢamasında sınıf bilincinin dönüĢtüğü konusunda
doğru bir bilgi vermeyeceği yönündedir. Bu nedenle konuya iliĢkin araĢtırmaların eksiklikler içerdiği
yapılan akademik çalıĢmalarda sıklıkla ifade edilmektedir: ―Çünkü, iĢçilerin sınıf bilincindeki
değiĢimi sadece oy verme davranıĢlarındaki değiĢimle açıklamak sağlıklı bir yaklaĢım değildir. Bunun
ötesinde, önemli olan iĢçileri algılarındaki, paradigma değiĢimi ve düĢünme süreçlerindeki
farklılaĢmadır‖ (Bulut, 2010: 134). Bu nedenle yapılan bazı tartıĢmalarda bilincin ne olduğu ve nasıl
oluĢtuğu üzerinde durulmuĢtur:
Bilinç hiçbir öznede baĢtan kayıtlı zihinsel bir durum değildir. Bilinci açığa çıkaran,
karĢıtlık kadar ona ait bilginin de soğrulmasıdır. ĠĢçi sınıfı bu konuda baĢtan dezavantajlı
konumdadır. Çünkü burjuvaziden farklı olarak doğuĢtan atomik bir yapıya sahiptir. Onun gibi
mülkiyetten doğan maddi varlık koĢullarına sahip değildir. Sınıfın moleküler bir yapıya
kavuĢması ve bunu koruması, ancak siyasal bilinç ve mücadeleyle olanaklıdır. BaĢka bir deyiĢle
mevzi savaĢının manevra savaĢı katına yükseltilebilmesiyle (Öngen, 05.02.2010:Birgün).
Dikkat çekici baĢka bir husus ise eyleme destek veren meslek örgütlerinin, memur sendikalarının,
akademisyen ve gazetecilerin entelektüel duruĢlarının her ne kadar belirleyici olsa da, eylemi
gerçekleĢtiren iĢçiler yani Gramsci‘nin söylemi ile kol iĢçileri kendiliğinden bir praksis içinde olarak
entelektüel bir davranıĢ geliĢtirmiĢ olmalarıdır. ÇalıĢmanın sonuçlarından biri olarak kabul edilecek
bulgulardan biri de, eylemin bir iĢçi hareketi olarak iĢçilerin bir araya gelip, devrimci bir süreci
dayatacak düzeye yaklaĢamamasında, entelektüellerin Bourdieu‘nün ifade ettiği yapılarla kuĢatılmıĢ
olmaları durumudur. Entelektüeller kendi özerklik alanlarının dıĢında, TEKEL eylemini iĢçi
eylemlerinin politik karakterini öne çıkaran bir öğrenme süreci olarak incelemiĢlerdir11. ĠĢçilerin,
11
Bu konuda TEKEL eylemini konu olan ve çoğunlukla eylem sürecini ele alan çalıĢmalardan bir kısmı
Ģunlardır: Türkmen; 2012, Okay; 2011, Soydan; 2010, Özbudun; 2010, Özuğurlu; 2010.
493
eylem üzerinden sorgulamacı bir eğilime ulaĢmalarının en önemli etkisi, siyasal iktidarın karĢısında
meclis dıĢından bir muhalefet oluĢturmaları ve bu anlamda entelektüel davranıĢ özelliği
gösterebilmeleridir.
4.2. Toplumsal Muhalefetin Ortak Alanı Olarak TEKEL Eylemi Söylemleri:
TEKEL eylemlerinin önemli yansımalarının bir diğeri iktidara karĢı oluĢan memnuniyetsizliğin bir
göstergesi halini alarak bir tür meclis dıĢı muhalefet iĢlevi görmesidir. Entelektüeller eylem üzerinden
iktidarı eleĢtirmiĢ ve aynı zamanda siyasal iktidarın yürüttüğü politikalardaki çeliĢkileri dile
getirmiĢlerdir. Bu anlamda çalıĢmanın alanı içerisindeki sermayenin temsilcisi örgütler, iĢçi ve memur
kesimin sözcüsü sendikalar, meslek örgütleri ve üniversite ile medyanın görünür siyasal aktörlerinin
değerlendirmeleri, iktidara karĢı meclis dıĢı bir muhalefetin simgesi haline gelmiĢ olmalarıdır.
Siyasal iktidarın uygulamalarına karĢı dillendirilen eleĢtirilerin kuvvetlenmesi ve eylemin giderek
bir muhalefet simgesine dönüĢmesi ise ancak eylemin dıĢarıdan destek almaya baĢlaması ve kendi
içerisinde etkisini artırması ile gerçekleĢebilmiĢtir. Eylemi bu anlamda iktidar eleĢtirisi olarak
okuyanlar için, eylem baĢlangıcında olduğundan daha bilinçli bir yere doğru evirilmiĢtir. Entelektüel
kesimlerin söylemlerinin analizinde de ortaya çıkan bulgu, benzer farklılıkların olduğuna iĢaret
etmektedir. Eyleme simgesel bir muhalefetin oluĢması adına önemli bir rol atfedenler, kendi özgürlük
ve eĢitlik talepleri ile eylemci iĢçilerin taleplerini eylem süresince özdeĢleĢtirmiĢ ve TEKEL eylemini
Türkiye‘de güçlü bir muhalefetin sesi olarak kabul etmiĢlerdir. Bu yaklaĢımları, eyleminin kendi
içinde yaĢadığı ve yaĢattığı bir dönüĢümün sonucu olarak değerlendirmek mümkündür.
Toplumsal muhalefetin birleĢtiği alan olan olarak baktığımızda eylemin üç temel nokta üzerinde
doğmuĢ olduğunu söylemek mümkündür. Bunlardan ilki siyasal iktidarın özellikle demokratikleĢme
süreçleri ile iliĢkili geliĢtirdiği muhalefettir. TEKEL eyleminde siyasal iktidarın tavrı, kendi
söylemlerinde sıklıkla vurguladığı demokratikleĢme savunusu ile uyumlu olmadığı için
eleĢtirilmiĢtir.ĠĢçilerin, eylemin baĢında maruz kaldıkları Ģiddetve onun sonrasında karĢılaĢtıkları
muamele bu eleĢtirileri artırmıĢtır. Özellikle eylemi gözlemleyen gazete köĢe yazarlarına göre
hükümetin, anayasa değiĢiklikleri ile Türkiye‘yi demokratikleĢtirmek ve yargıyı tarafsızlaĢtırmak
çabası sürerken, iĢçilere karĢı sert politikalar uygulaması ve onlara karĢı fiziki Ģiddete baĢvurması
çeliĢkili bir tutumdur. Dolayısıyla siyasal iktidarın kendi söylemleri ile derin bir tutarsızlık içinde
olduğu tespitinde bulunulmuĢtur (Türenç, 03.04.2010:Hürriyet). Burada iktidara karĢı oluĢan bu
muhalif duruĢutoplumsal refah düzeyine bir saldırı olarak değerlendiren, hatta bölücülük olarak gören
yaklaĢımlar da olmuĢtur: ―Tekel iĢçilerinin eylemleri hem medyada hem toplumda çok yankı yaptı.
Medyanın bir kısmı ve muhalefet, AKP hükümetini yıpratır umuduyla, direniĢe dört elle sarıldı
(Yayla, 19.02.2010: Zaman)12. Bir baĢka söylemlerde öne çıkan değerlendirme ise baĢta eylemi
gerçekleĢtiren TÜRK-Ġġ olmak üzere, diğer konfederasyonlar 1 Mayıs sürecini TEKEL eyleminin
baĢarısı ve demokratikleĢme adına önemli bir kazanım olarak görmeleridir13.
Diğer bir iktidar eleĢtirisi ise eylemlerde öne çıkan sosyal devlet uygulamalarının aksayan
kısımlarının öne çıkarılmasıdır. Bu söylemler içerisinde öne çıkan eleĢtirilerden biri, devletin
uyguladığı ekonomi politikalarının sonuçlarını önceden ön görebilmesi ve ona uygun sosyal destekler
12
Benzer bir yaklaĢımda Zaman gazetesinde yer alan Tarkan Zengin‘in 18.02.2010 tarihli yazısıdır. Yazının
baĢlığı eylemin eleĢtirel yönünü göstermek açısından önemli bir örnektir: ―Tekel ĠĢçilerinin mücadelesinin
hükümeti deviririz tehdidine evrilmesi‖.
13
―Konfederasyonlarımız, iĢ güvencesi, insanca ve özgürce bir yaĢam için, eĢitlik adalet ve demokrasi için 1
Mayıs‘ta alanlarda olma kararı almıĢtır. Konfederasyonlarımız, 1 Mayıs kutlamalarında ―Taksim Meydanı‖
tartıĢmalarının artık geride bırakılmasını istemekte, bunun yolunun da Taksim Meydanı‘nın
kutlamalaraaçılmasından geçtiğini düĢünmektedir. Konfederasyonlarımız, bu anlayıĢla, 1 Mayıs 2010‘u Ġstanbul
Taksim Meydanı‘nda kutlamaya karar vermiĢtir. Bunun için yetkililer nezdinde gerekli giriĢimlerde
bulunulacaktır‖ (TÜRK-Ġġ, 2010c). Benzer bir Ģekilde DĠSK‘te 1 Mayıs konusunda kendi etkisi olduğunu ifade
eden açıklamalarda bulunmuĢtur: ―2010 1 Mayıs‘ında emeğin ―ekmek, özgürlük ve demokrasi‖ kavgasında bir
kavĢak dönülmüĢtür. Kendi hesabına kim ne Ģekilde değerlendirirse değerlendirsin, DĠSK‘in öncülüğünde
Türkiye iĢçi sınıfı Taksim‘i ―kopara kopara‖ almıĢtır. Türkiye iĢçi sınıfının tarihsel anlamda en güçlü örgütü olan
DĠSK, Taksim‘i yeniden 1 Mayıs Alanı yapabilmenin coĢkusu ve bilinciyle sömürüsüz, baskısız, insanca
yaĢanabilir bir Türkiye yaratma mücadelesini sürdürecektir‖ (Çelebi, 2010c).
494
sağlanmasının gerekli olduğudur. Bu konuda Çandar yazısında Ģöyle ifade etmiĢtir: ―Hükümet etmekte
zaten böyle bir Ģey olmalıdır. Sadece istatistiklerin rasyonelliğine sığınmak değildir. Devletin
nitelikleri arasında sayılan ―sosyal devlet‖ ilkesini hatırlamak gereklidir. 4000 Tekel iĢçisini Ankara
sokaklarında kıĢ aylarında süründürmek yerine ―sosyal programlara kafanızı çalıĢtıramaz mıydınız?‖
(Çandar, 27.01.2010: Hürriyet). Bu anlamda entelektüel kesimlerde, devletin hem somut politikalarını
eleĢtiren yorumlarda bulunmuĢ, hem de iktidarın iĢçilere takındığı tavırları eleĢtirmiĢtir: ―Hükümet
demokratik rejimlerdeki iktidarlar gibi değil, padiĢah yetkileri ile donatılmıĢ bir diktatör edasındadır.
Lütfettiklerime karĢı çıkanlar, ideolojik kavganın peĢinde ektiklerini biçerler… havalarında tehdit
etmektedir‖ (Soner, 29.12.2009: Cumhuriyet). Genel olarak sosyal devlet eleĢtirisi ile birlikte dile
gelen diğer unsur, hukuk devletinin gereğinin de yerine getirilmediğidir. Eylemci iĢçilerin hakları gasp
edilmiĢ bir anlamda hukuksuzluğa maruz kalmıĢlardır. Örneğin, bir değerlendirmede, ―Erdoğan‘ın
kapatılan tütün depolarında çalıĢmak için sözleĢme yaparak kazanılmıĢ haklara sahip olan iĢçilerin
banka hesapların, sözleĢmelerini feshederken kıdem, ihbar, iĢ kaybı tazminatlarının yatırıldığını bir
övünç nedeni gibi yinelemesi, kendisinin sosyal hukuk devletinin alfabesinden habersiz olduğunu
ortaya koyuyor (Birgit, 12.05.2010, Cumhuriyet) Ģeklinde bir eleĢtiri gelmiĢtir.
Eylemin ekonomik temeldeki sorunlardan kaynaklandığını ifade eden görüĢler içinde konuyu
özelleĢtirme politikalarının sonuçları ile açıklayan ve devletin uyguladığı istihdam politikalarının
neticesinde iĢçilerin mağdur kesim olarak gördüğünü ifade eden değerlendirmelerde, siyasal iktidarın
bu alandaki düzenlemelerinin eleĢtirisi yapılmıĢtır. Örneğin, TÜRK-Ġġ‘in süreli yayınları arasındaki
Türk-İş Dergisi‟nde, konfederasyonun genel görüĢlerinin takdimi ile birlikte siyasal gündem
sorunlarının akademik platformda değerlendirildiği araĢtırmalara da yer verilmiĢtir. Bu anlamda
dergide TEKEL eylemini ele alan ve analiz eden yaklaĢımlar mevcuttur. Kamu Personel Rejiminde
Sorunlar baĢlıklı çalıĢmada, konunun devletin yürüttüğü çalıĢmalar ile açıklanarak, kamudaki
hizmetlerin küçültülmesine bağlanmıĢ olduğunu görmekteyiz söylemek mümkündür (TÜRK-Ġġ,
2010b: 33). Bu sayede TÜRK-Ġġ kendi yayın organın da özelleĢtirmelerin sonucunda iĢsiz kalan kamu
kesimi çalıĢanlarının uğradıkları mağduriyeti, TEKEL iĢçilerinin eylemeleri ile yeniden
değerlendirilmiĢ olur. TÜRK-Ġġ‘e göre,iĢçileri ve iĢverenlerin bu durumun sonuçlarından en az
etkilenmesinin sağlamak gerekir. TÜRK-Ġġ süreli yayın organının özel dosya konusu da bu anlamda
toplumsal alandaki yansımaları ile TEKEL Eylemleri ele alınmıĢtır.Sendikaların kendi yayın
organlarında, akademik anlamda eylemin farklı bakıĢ açılarından ele alındığı değerlendirmelere
rastlamak mümkündür. Örneğin TÜRK-Ġġ dergisinde yer alan bir görüĢmede insanların iĢsiz
kalmasının psikolojik olarak ne tür etkileri olabileceğinin tartıĢması yapılmıĢtır14.Yine bu konuda bir
diğer örnek olarak KESK‘in basın açıklamasında ifade ettiği söylemin temel alındığı söylenebilir:
―Tekel iĢçilerinin sorunları AKP‘nin politikalarıyla ilgilidir‖ (KESK, 2009)15. Bununla birlikte örgütlü
çalıĢanların temsil edildiği memur sendikalarından Memur-Sen, eylemin özellikle iktidara karĢı bir
muhalefet olarak algılanmasını eleĢtirmiĢtir ve eyleme dâhil olmalarını sadece hak arama
mücadelesine destek olmak olduğunu vurgulamıĢtır (MEMUR SEN, 2010). Sonuç olarak Bourdieu‘ye
göre, entelektüel farklılaĢmaları belirleyen etken, iktidar ile entelektüel arasındaki mesafedir. Bu
karĢıtlığı belirleyecek olan ise egemene hizmet veren uzmanlar ile bağımsız entelektüeller arasındaki
karĢıtlıktır. Bağımsız entelektüeller kuĢkusuz, özerkliklerinden dolayı siyaset alanına daha rahat
müdahil olabilecekken, angaje /uzman entelektüeller siyaset alanından uzak durmaktadırlar (Bourdieu
akt. Swartz, 2011: 317). Yani bu noktada TEKEL eylemine dâhil olma ya da eyleme duyarsız kalma
haline göre, entelektüeller arasında tabakalaĢma yaĢanmıĢtır. Entelektüeller iktidar ile iliĢkilerinin
uzaklık ve yakınlığına göre, bir entelektüel alan elde etmiĢ ve söylemleri ile kendilerini bu alanlarda
yeniden üretmiĢlerdir.
4.3. TEKEL Eylemi ve Geleneksel Sendikacılık AnlayıĢına Müdahale
TEKEL eylemi Ģimdiye kadarki iĢçi eylemleri içerisinde, mücadele modelli açısından farklılıklar
taĢıyan bir yapıdadır. Türkiye‘deki iĢçi sınıfının 2000‘li yıllarda gerçekleĢtirdiği son iĢçi hareketi olma
14
Bu konuda bkz. TÜRK-Ġġ Dergisi (2010a) Kasım-Aralık 2009/Ocak-ġubat 2010 sayısındaki ilgili yazıya.
Aynı açıklamada eylemin AKP iktidarına karĢı bir mücadeleye dönüĢmesi gerekliliğine vurgu yapılırken,
ancak böyle bir mücadele ile AKP‘nin Türkiye‘yi sermaye için dikensiz gül bahçesine çevirmesinin
engellenebileceği ifade edilir (KESK, 2009).
15
495
özelliği taĢıyan eylem, aĢağıdan yukarıya örgütlenme biçimi ile bir hak mücadelesi olarak, kitlelerin öz
deneyimler edinmelerini sağlamıĢ ve doğrudan demokrasi pratiği geliĢtirilmesi açısından önemli bir
örnek olmuĢtur (Balta, 2010). Bu anlamda karar alma süreçlerine iĢçilerin katılımı onların kitleleri
yönetme yeteneklerinin geliĢimine imkân sağlamıĢ ve bir tür iĢçi demokrasisi örneği sergilenmiĢtir
(Bürkev, 2010: 31). Bu anlamda eylemin bu yönleri ile anlamlı bulan değerlendirmeler,
entelektüellerin söylemlerinde de yer almıĢtır. Demirer‘e göre, iĢçilerin deneyimini bir tür, Ģura
deneyimi olarak açıklamak mümkündür. DönüĢtürücü sınıf olarak iĢçiler, kolektif iradelerini ortaya
koyarak, iĢçi demokrasisinin imkânını ortaya koymuĢlardır. Diğer yandan iĢçi deneyimleri içinde bu
hareketin önemi, iĢçilerin kendi adlarına önemli bir dönüĢüm yaĢamaları ve bundan dolayı eyleme
sessiz kalan kesimlerinde dönüĢümüne olanak sağlamıĢ olmalarıdır (Demirer, 2010: 126).TEKEL
eyleminin bu özelliğini açıklamak için Gramsci‘nin fabrika konseyleri deneyimine baĢvurmak
mümkündür. Gramsci‘ye göre, iĢçiler bir araya gelerek, önce fabrika konseyleri, sonrasında delege
meclisleri ile tüm toplumu yönetecek konumda bir yapılanma gerçekleĢtirecekleridir. Ona göre iĢçi
demokrasisi ancak bu Ģekilde tahsis edilecektir (Gramsci, 1989: 11). Bu noktada eylemin içinde hem
sendika ile kurulan yapısal iliĢkiler hem dıĢarıdan kesimler ile sağlanan birliktelik olarak bir tür iĢçi
demokrasisi deneyimi yaĢanmaya çalıĢılmıĢtır. Bu anlamda eyleme dıĢarıdan destek veren kesimler
için, eylem sıradan bir mücadeleden farklılaĢarak, hem iĢçi sınıfının sendikal mücadelesinde hem de
sendikanın siyaseti belirlemedeki etkisi iĢçi demokrasisi amacı ile önemli bir aĢamadır. TEKEL
söylemlerinde öne çıkan bir diğer özellik, klasik sendika tavrının bu eylemde farklılaĢmıĢ olmasıdır.
Bu anlamda sendikanın görevine ve iĢlevine önemli bir vurgu yapıldığı söylenebilir.Sendikalar
arasında özellikle bu bağlamda, dayanıĢma, birlikte hareket ve birleĢme gibi söylemler öne çıkmıĢtır:
―TEKEL iĢçilerinin mücadelesinin yalnızlaĢtırılmasına müsaade etmeyelim, etmeyeceğiz. TEKEL
iĢçileri ve sendikaları direndikçe DĠSK olarak onları yalnız bırakmayacağız. Hep yanlarında olacağız.
Bu direniĢ, bütün emekçi halka bir mesaj veriyor: Birlik-Mücadele-DayanıĢma‖ (Çelebi, 2010b).
Dolayısıyla farklı iĢçi örgütlenmeleri için TEKEL eyleminin farklılığı ve yarattığı etkiyi yine de
söylemlerinde görmek mümkündür. DĠSK baĢkanı Süleyman Çelebi‘nin yapmıĢ olduğu basın
açıklamasına göre: ―TEKEL direniĢi, iĢçileri, kamu emekçilerini, meslek ve kitle örgütlerini, sivil
toplum kuruluĢlarını birbirine tek yumruk, tek yürek olarak yan yana getiren özelliğiyle sendikal
mücadelede önemli bir iĢlev edinmiĢtir. Emekçileri önümüzdeki günlerde bekleyen yeni saldırılar
karĢısında örnek olan oldukça önemli bir deneyimdir. TEKEL direniĢi toplum vicdanında karĢılığını
bulmuĢ, mücadelenin simgesi olmuĢ, Hükümet yalnız kalmıĢtır‖ (Çelebi, 2010a). Eylem süresince
sendikaların zaman zaman ortak zaman zaman da ayrı olarak geliĢtirdikleri tavırları Gramsci‘nin de
ifade ettiği gibi, sendikaların, bir örgütlenme biçimi olarak, iĢçi sınıfının organik birliğini sağlama
konusunda, sorunlu yapılar olduğunu ortaya koymaktadır. Sendikalar ve sendikalist örgütlenme, iĢçi
sınıfının değiĢik kesimleri arasında ayrıĢmalara neden olabilecek rekabetçi özelliğe sahiplerdir. Bu
nedenle iĢçi sınıfı için her ne kadar uzmanlaĢmıĢ bir örgüt dahi olsalar, iĢçilerin birlikteliğini sağlayıp,
iktidara gelmelerine imkân tanıyacak yeteneğe sahip değillerdir (Gramsci akt, YetiĢ, 1994: 148).
Gramsci‘nin bu yorumundan yola çıkarak eylem sürecinde iĢçilerin bağlı oldukları sendikanın ve
eylemcilere destek veren diğer sendikaların konumunu ve kendi içlerinde yaĢadıkları tartıĢmaları
açıklamak mümkündür. Sendikalar arasında yaĢanan mücadeleyi, Bourdieu‘nün yaklaĢımından ele
almakta mümkündür. Sendika çevresi bir anlamda sendikaların kendi habituslarının oluĢturduğu
bir alan yaratmıĢtır. Bu alan içerisinde, sendikaları temsil eden entelektüel kesimlerin kendi
konumlarını muhafaza etmeye çalıĢanlar ve ona karĢı gelenler olarak çatıĢma halinde olmaları
doğal bir süreçtir. Ancak alan içerisindeki mücadeleler, TEKEL eylemi örneğinde siyasal iktidar
ile ters düĢmemek adına yapılmaktadır. Bu anlamda iĢçilerin kendi sendikası bile bu kaygıyı taĢır.
Bourdiue‘nün ifade ettiği gibi, entelektüelin kendi birikimini kitlelerin yönlendirmesi için
kullandığını ancak amacının kendi alanındaki çatıĢmalardan galip çıkmak olduğunu söylemek
mümkündür. ĠĢte eylemin sonuçlanmasında bu etken belirleyici olmuĢtur.
TEKEL eyleminin bittiği tarih olan, Mart 2010‘da iĢçilerin, eylemlerini sonlandırıp, geldikleri
Ģehirlere geri dönmelerinde belirleyici olan TÜRK-Ġġ konfederasyonunun kararı olmuĢtur. TÜRK-Ġġ,
DanıĢtay‘ın 4-C uygulamasına iliĢkin yürütmeyi durdurma kararını, baĢarı olarak görüp, anlamda
eylemin artık burada sonlandırılması gerektiğini ifade eder. TÜRK-Ġġ Genel BaĢkanı Mustafa
Kumlu‘nun, Anadolu Ajansı‘na yaptığı açıklama bu yöndedir: ―TEKEL iĢçisi kazanmıĢtır. Bu çorbada
496
tuzumuz olduysa ne mutlu bize‖ (Kumlu, 2010a) 16. Bu noktada TÜRK-Ġġ‘in geliĢtirdiği davranıĢı
Gramsci‘nin teorisi ile ele almak mümkündür. Buna göre Gramsci‘nin kavramlaĢtırması ile bir ―pasif
devrim‖ süreci yaĢanmıĢtır. Pasif devrim, egemen sınıfın hegemonyasını sürdürmek, kitlelerin siyasi
ve ekonomik olarak baskı kurmasını önlemek amacıyla, devletin iktidarının sürekli yeniden
düzenlenmesi ve alt sınıflar ile iliĢkisini kurması durumudur. Özellikle kriz anlarında, iktidar
hegemonyasının zayıflaması ihtimaline karĢılık, iktidarın yeniden kurulması durumudur. Böylece
devrimci bir harekete ya da eyleme yönelme durumu, daha ciddi bir kriz oluĢmadan çözülür. Bunu
yaparken, iktidar, siyasal anlamda aĢağıdan gelen taleplerin bir kısmını kabul eder ve egemen olan
sınıfın hegemonyası yeniden kurulur (Gramsci, 1971: 59). TÜRK-Ġġ yönlendiren sendika olarak
iktidar ile pazarlığa oturmuĢ ve elde ettiği kazanımları iĢçi sınıfının baĢarısı olarak görüp, onu
yönlendirmiĢtir. Keza TÜRK-Ġġ ve onunla birlikte hareket eden diğer sendikaların genel grev kararı
almamaları ve 4-C ile ilgili bazı düzenlemeleri kabul ederek iktidarın teklifini kabul etmesini bu
açıdan değerlendirilmiĢtir.
Sendikalara eleĢtirel bakan, entelektüeller için iĢçilerin örgütlenme sorunundan sendikalar
sorumludur, çünkü sendika hiçbir zaman iĢçilerin sendikası olmamıĢtır: " Bu mücadelenin önderi falan
yok. Bu mücadelenin önderleri var, bir sürü var. Yani meselenin kiĢiselleĢtirilmemesi gerekir" (Bulut,
2010: 253). Ancak böyle bir eylemin aynı zamanda iĢçi sınıfının kendi kendisine örgütlenmesi ve bir
güç odağına dönüĢebilmesi ile ilgili önemli bir gösterge olduğuna da vurgu yapılmıĢtır:
Tek baĢına iĢçi bir Ģey ifade etmez, sendikasına sahip çıkan ve sendika bürokrasisini aĢıp
kendisi kararlı bir duruĢ sergiler ise toplum harekete geçirilip, iĢçi sınıfı bilinci alttan üste doğru
sağlanabilir. ĠĢçi sınıfı devrimci değildir, devrimcileĢtirilmemiĢtir ve iĢçi sınıfı örgütlü değildir.
Yenilgilere ve eylemlere rağmen direnç gösterip, sınıf bilincine vardığımız zaman devrim
gerçekleĢecektir. TEKEL eylemine de bu açıdan bakmak gerekir (Kaldıraç, 2010).
Akademide yer alan entelektüeller de iĢçilerin eylemden öğreneceklerinin önemine vurgu
yaparken, eylem ile birlikte, bir karĢı hegemonya oluĢturabilecek kültür yaratımının önemi vurgulanır:
―Eylemler her Ģeyden önce, yaĢayan varlık gibidir. Eylemler, insanların değiĢimi ve dönüĢümünü hızlı
bir Ģekilde gerçekleĢtirmelerine imkân tanır sadece anlatarak değil, iĢçilerin doğrudan eylemi birebir
yaĢayarak görmeleri onlara çok Ģey öğretmektedir. ĠĢçi sınıfı, mücadeleyle bilinçleniyor, mücadele
olmadan, seminerlerle bilinçlenilmez‖ (Bulut, 2010: 258). Eyleme dâhil entelektüellerin akademik
olarak yaptıkları çalıĢmalarında vardıkları sonuçlardan bir diğeri de TEKEL iĢçisinin, böylece
eylemin gücü ile öğrenirken, özellikle iĢçiler arasında baĢta sol örgütler olmak üzere bütün kesimlere
karĢı var olan önyargıların yıkmıĢ olmasıdır: ―ĠĢçi sınıfında ortaya çıkan farklılıklardan biri de TEKEL
mücadelesinin, toplumun tüm kesimlerinde, korkularla yaĢanamayacağını, haklar, özgürlükler,
demokrasi ve iĢçi sınıfının geleceği için, mutlaka sokağa çıkılması gerektiği ve bunun suç olmadığı,
tersine bir hak olduğunun toplumsal kesimlere öğretmesidir‖ (Bulut, 2010: 263)17.Bununla birlikte,
eyleme destek veren akademisyen ya da diğer örgütlenmeler de sendikaların, iĢçi sınıfının birlik olma
ile ilgili yaĢadığı sıkıntıları tartıĢarak, eylemciler ve toplum nezdinde, sendikanın eksikliklerini öne
çıkarmaları toplumsal bilincin ayakta tutmasını sağlayarak toplumsal hafızayı tazelediği söylenebilir.
Bu sayede eylemin belli bir yöne doğru evrimlesin de sendikaların kendi çabaları olduğu kadar,
eyleme ve sendikalara dıĢarıdan bakan entelektüel çevrelerinde destek sağladığı görülmüĢtür.
4.4. TEKEL Eylemi ve ĠĢçi Sınıfı DıĢındakilere Etkisi
Gramsci organik entelektüeli tanımlarken onun, iĢçi, köylü sıradan halkın arasından meydana
geldiğini ve entelektüellerin sıradan insanlardan üst bir konumda olamayacağını ifade eder. Sadece
organik olarak adlandırılan bu entelektüellerin, sıradan halk ile ideolojik dayanıĢma ve pratik eylem
anlamında müttefik olmaları beklenir. Böylece organik entelektüeller, destekledikleri sınıfında
hegemonyasını güçlendirmiĢ olurlar (Roberts, 2004:368; Hawley, 1980: 588). Buna göre TEKEL
eylemine dıĢarından destek veren, yani direniĢ halindeki iĢçiler ile sendikanın dıĢındakilerin
tutumlarının analizi eylem sürecinde Gramsci düĢüncesindeki gibi, entelektüeller ile halk arasında bir
16
Bu karar ile ilgili farklı bir görüĢ için bkz. DĠSK‘in Mayıs 2010 tarihli basın açıklaması (2010).
―Artık o eski iĢçi yok‖, Gürsel Köse (2010) Örgütlenmeden sorumlu Genel BaĢkan DanıĢmanı ile yapılan
röportaj, Tekel DireniĢinin IĢığında Gelenekselden Yeniye ĠĢçi Sınıfı Hareketi içinde. S: 229-259
17
497
ittifakın sağlanıp sağlanmadığını tartıĢma anlamında önemli bir gösterge olacaktır. Bu sayede yeni bir
tarihsel bloğun kurulma olasılığı ve organik entelektüeli nerede arayabileceğimizinse ipuçlarına
ulaĢılacaktır.
Eylem özellikle sosyalist düĢünceye sahip kesimler için yarattığı etki alanı ile sadece iĢçi sınıfının
değil, toplumsal alanda da dönüĢüm yaratmıĢtır. Bu söylemlerde hem iĢçi sınıfının aydınlanması hem
de onlarla ve eylemle iç içe olan kesimlerin aydınlanmasının nasıl gerçekleĢtiği ifade edilmiĢtir:
Bu ülkede iĢçi sınıfı ―elveda proletarya‖ diyenlerin aksine hiçbir yere gitmemiĢti; buradaydı;
bizimleydi. ―Proletarya‖ ona elveda diyenlere elveda derecesine kaya gibi dinçti ve harekete
hazırdı. Binadan ayrılıp, Taksim Meydanı‘na doğru yürürken kendimizi ―aydınlanmıĢ‖
hissediyorduk. Tekel iĢçilerince Kızılay Meydanı‘nda baĢlatılan ve her tülü engele rağmen
yılmadan yükseltilen sınıf mücadelesinin bu ülkenin geleceğine ıĢık tutuğunu birbirimize
söylüyorduk (Öncü, 2010: 4).
Tekel eyleminin iĢçi sınıfı dıĢındaki kesimlerde yaratığı değiĢimin önemine yapılan vurgularda
eylemin birçok kesime ders niteliğinde olduğuna da vurgu yapılmıĢtır: ―TEKEL iĢçilerinin eylemi,
hem emek ve meslek örgütleri için, hem halkımız için önemli dersler içermektedir. TEKEL iĢçilerinin
bu süreçte verdiği mesaj, Türkiye‘nin o çok ihtiyacı olan insan onuruna yakıĢır çalıĢma koĢullarının
hayata geçirilmesidir. Gelinen noktada Hükümet de bu eylemden payına düĢen dersi almalıdır‖
(Kumlu, 2010b).
Bununla birlikte TEKEL eylemi sürecinde özellikle eylemin etkisi, sermaye kesimi için ekonomik
sorunların daha görünür hale dönüĢmüĢ olmasıdır. Bu söylemlerde öne çıkan iĢsizlik sorunudur.
Sermeyenin sözcüsü olan iĢ adamları örgütleri, eylem hakkında doğrudan değerlendirmelerde
bulunmamıĢ dahi olsalar, eylemin böyle bir etkisi olduğunu söylemlerden çıkarmak mümkündür:
Bu tablo içinde, iĢsizlik olgusu hem Türkiye‘de hem dünyada sosyal dengeleri zorlayacak
en önemli meseledir. Önümüzdeki dönemde, doğrudan mevcut iĢsizlerimize yönelik aktif iĢgücü
politikaları geliĢtirmek zorundayız. Zira gelecek yıllarda gerçekleĢecek büyüme iĢsizlik
olgusunu ancak sınırlı olarak kontrol edebilecektir. Bu yönde atılmıĢ olan esnek iĢgücü piyasası
ve aktif iĢgücü politikalarını destekliyoruz. Bu politikaların geliĢmesi yönünde biz de katkı
sağlamaya çalıĢıyoruz (Yalçındağ, 2010: 3).
TÜSĠAD‘ın ülkenin ekonomisine iliĢkin kendi görüĢlerini ifade ettiği konuĢma metinlerinde 2009
yılındaki ekonomik krizin etkileri ve yaĢanan ekonomik anlamdaki daralmanın atlatılması için
yapılabilecek faaliyetlerin tartıĢıldığını görmekteyiz. Sermaye kesimi örgütleri için ülkenin öncelikli
gündemleri arasında istihdam yer almasına karĢın eylemin iĢçi kesimi üzerinde ya da ülkenin sosyal
politikalar anlamında bir etkisi ya da tartıĢmanın yürütülmesi gereksizdir. Bu anlamda TÜSĠAD
BaĢkanı‘nın konuĢmalarında, Kürt meselesi, demokratikleĢme, baĢörtülü öğrenciler, sivilleĢme ve
Ergenekon davası konularında açıklamalar mevcut iken o dönemde baĢta TEKEL olmak üzere iĢçi
kesiminin örgütlü mücadelesi hakkında bir demeçte bulunulmamıĢtır. Bir diğer sermayenin temsilcisi
konumundaki iĢveren örgütü olan MÜSĠAD ise TEKEL eylemlerine doğrudan değinmemiĢ ancak aynı
dönemdeki diğer sorunlarla ilgili açıklamalarda bulunmuĢtur: ―2009 yılı, dünyada son yüzyılın ikinci
en büyük krizi olarak kayıtlara geçti. Kriz ―finansal‖ kökenli olsa da, sonuçları itibariyle reel sektör
daha fazla etkilendi. Dünya üretim ve ticareti keskin bir Ģekilde düĢerken, 30 milyon kiĢi iĢini
kaybetti‖ (MÜSĠAD, 2010a). MUSĠAD‘ın 2009 ve 2010 Almanak olarak yayınlanan raporlarına
bakıldığında da TEKEL eylemini değerlendirilmediğini ancak bu raporlarda, ekonomik tartıĢmaların
yapıldığını söylemek mümkündür. Doğrudan eylemin değerlendirilmediği bu tartıĢma metinlerinde,
dolaylı olarak yaĢanan süreç Ģu ifadeler ile yer alır: ―Bundan sonraki dönem için, ülkemizin ekonomik
anlamda ilerlemesini engelleyebilecek herhangi bir siyasi kaosa, hiçbir kimse, kurum veya kuruluĢ
tarafından sebep olunmamalıdır. Ülkemizin yıllardır sıkıntısını çektiği demokratik yönetime yönelik
müdahale düĢünce ve teĢebbüsler artık zihinlerde yer bulmamalıdır‖ (MÜSĠAD, 2010a)18. Burada
18
MÜSĠAD‘ın siyasi geliĢmeler ile ilgili düĢüncelerini tartıĢmalarla ifade ettiği bir gerçektir. Bunlardan biri de
aynı dönemde MÜSĠAD‘ın eğitim politikaları ile ilgili düĢünceleri olmuĢtur: ―MÜSĠAD, eğitime ideolojik bir
gözle bakmayı doğru bulmamakta ve bu tür bakıĢların ülkemizin birliğine zarar verdiğine ve ilerlemesinin önünü
tıkadığına iĢaret etmektedir. Alınan bu karar, hem sınava girecek olan gençleri hem de ailelerini psikolojik olarak
498
temel kaygı, ülkenin istikrarının bozulmasının yaratacağı etkidir. Ancak MÜSĠAD‘ın söylemlerinden
eylemin gerekçesini sadece ülkede uygulanan özelleĢtirme politikalarına bağlamadığını, aynı zamanda
yaĢanan küresel ekonomik krizin ülke ekonomisini sarsan bir boyutu olduğuna da vurgu yapılmıĢtır 19.
ĠĢ çevresinin eyleme dönük bakıĢını ele alan yazımlarda da hem sanayi kesiminin hem de iĢçilerin
belli ortak noktalarda uzlaĢıya varmaları gerektiğini ifade edilmiĢtir.
TEKEL eylemi sürecinde eyleme destek veren kesimleri ile eylemi önemli olarak kabul etmeyip
kendi dıĢında gerçekleĢen ve hatta kısa süreli bir hak arama mücadelesi olarak kabul eden
entelektüeller arasında Bourdieu‘nün ifadesi ile hâkim olan ve tahakküm altında bırakılanlardan yola
çıkılarak bir farklılaĢmadan söz edilebilir. Hâkim kesimin içinde yer alan entelektüellerde de kendi
içerisinde bir farklılaĢma vardır. Bu anlamda, Bourideu‘ye göre hâkim sınıf içerisinde ama ekonomik
sermayeye sahip entelektüeller içerisinden meslek örgütleri, meslek odaları, birlikler, üst düzey
yönetici ve akademisyenler sermaye olarak daha üstteki sanayicilerle rekabet ederler. Hatta bu
entelektüeller, kültürel kapitalistler olduğu için, onlara hâkim sınıfın tabi kesimi olarak da görebiliriz
(Bourdieu, 1972, :23 akt Swartz 2011: 307). Bu anlamda eylemin destekçilerin tamamı Bourdieu göre
hâkim kesimi oluĢtururlar. Bunlar ekonomik ya da kültürel sermayenin tamamına da sahip oldukları ya
da olmak istedikleri için, hâkim konumdadırlar. Ancak TEKEL eylemi özelinde Bourdieu düĢüncesi
ile çeliĢen durum, eylemi her ne kadar hakim olan kesimler desteklemiĢ ve hatta sürmesine katkı da
sağlamıĢ olsalar da iĢçilerin kendilerinin bir alan yaratarak baĢlamıĢ olmalarıdır. ĠĢçilerin herhangi bir
öndere ihtiyaç duymadan, kendiliğinden bilinç geliĢtirerek baĢladıkları eylemin değeri onların bu
tahakküm
altında
iken
takındıkları
entelektüel
duruĢ
ile
ancak
açıklanabilir.
ĠĢçi kesimi dıĢındaki etkilerinin hissedildiği çevre medyadaki yansımalarıdır. Böylesi bir sosyal
hareketin medyada farklı yer bulması ve bu duruma karĢı eleĢtirel bakıĢ geliĢtiren entelektüellerin
tespitleri de entelektüel praksis için önemli bir bulgudur. Bourdieu‘nün tespitine göre, televizyon ve
gazetelerde, artık haberi en önce verebilme çabasından dolayı, bütün haberciler aynı konuma
gelmiĢlerdir. Bourdieu, bu haberleri belirleyenlerin de entelektüeller olduğunu ifade ederek, bunları
düzene bağlı kesimler olarak tanımlar (2006: 68). Yine Bourdieu‘ye göre, entelektüeller haberin
tarafsız verilmesi için mücadele etmelidir (2006: 69). TEKEL eylemi haberlerinin de farklı medya
organları ve gazetelerde yapılan tartıĢmalarındaki çeliĢkileri ile ele alındığında oldukça belirleyicidir.
Buna karĢılık medya ve basında düzeni bozan ve mücadele eden ya da Borudieu‘nün görüĢü ile
pazarın gücüyle suç ortaklığına giriĢmeyip, iĢbirliğinden kaçanlarda olmuĢtur. Örneğin:
TEKEL iĢçileri eylemde... ĠĢçi aileleri çoluk çocuk Ankara‘ya yürüyorlar... Türbanlı iĢçi
kadınlar konaklama yerlerinde uyuyorlar... Ankara‘da mitingler yapılıyor. Fakat ne ―Yerli
Walesa‖ diye takdim edilen bir önderleri var, ne de haklarında iki satır olsun bahsediliyor...
Hürriyet de susuyor, Vakit de... Yeni ġafak da susuyor, Vatan da... Zaman da esaslı bir Ģekilde
girmiyor konuya, Milliyet de... Neden acaba? Neden? Neden? Neden? (Hakan, 19.01.2010,
Hürriyet).
Bu eleĢtiriler eyleme duyarsızlığın ve görmezden gelmenin iktidara yakın durmak adına yapıldığı
Ģeklindedir.Gazetelerde entelektüel kesimler olarak ifade edebileceğimiz yazarların konuyu
baĢlangıçta çok daha basit bir hak arama ve kısa süreli bir eylem olarak gördükleri ancak zaman
geçtikçe ve eylemin devamlılığı oldukça konuya ilgilerinin arttığını söylemek mümkündür.
Gazetelerin kendi temsil grupları olan sendikalarının da bu konuda bir iĢçi kesiminin hareketine bakıĢı
önemli denilebilir. Gazeteciler Sendikası bu noktada yaptığı basın açıklamasında gazeteleri ve köşe
yazarlarını eleştirir. TEKEL eylemini haklı bulduklarını ve bu konuda eylemin haberlerini yapan
bütün gazete çalışanlarını desteklediklerini ifade ederken aynı dönemde eylemde olan basın
çalışanlarına neden yeterli desteğin verilmediği hususunda eleştiri getirmiştir.
olumsuz yönde etkilemekte ve toplumsal barıĢı zedelemektedir. Bu bakımdan, toplumumuzun her kesiminin
birleĢtiği Türkiye‘nin 100. kuruluĢ yılındaki milli hedeflerine ulaĢmada ihtiyaç duyduğu eğitilmiĢ insan sayısında
önemli bir açık oluĢturacak olan bu adaletsizliğin bir an önce giderilmesi milletimizin en önemli beklentisidir ‖
(MÜSĠAD, 2010b).
19
Bu konuda bkz. MÜSĠAD‘ın kendi hazırladığı 2010 MÜSĠAD Ekonomi Raporundaki sonuçlarda görmek
mümkündür(2010c). Aynı zamanda MÜSĠAD hazırladığı raporunda, önerileri arasında iĢsizliğin azalmasını
sağlayacak kimi uygulamaların önemine dikkat çeker.
499
5.SONUÇ
Toplumsal eylemleri belirleyen etkenlerin baĢında son yıllarda ulus ve sınıf tartıĢmalarından çok,
kültürel kimlik kavgaları ve çevresel hareketlerin öne çıktığını görmekteyiz. Bu hareketler ise daha
çok entelektüel özelliğe sahip orta sınıf mensuplarının tartıĢmaları olduğunu görmekteyiz. James
Petras‘a (1990) göre, iĢçi sınıfı hareketinin zayıfladığı, sermayenin devleti tamamen ele geçirdiği
günümüzün sosyo-politik ortamında entelektüeller, dil ve kültür gibi konularla uğraĢarak, ciddi bir
sınıf savaĢımına hiç bulaĢmadan büyük kavgalar veriyormuĢ görünümünü korumaya çalıĢmaktadırlar.
TEKEL eylemi de, Türkiye‘deki toplumsal hareketler bağlamında etkinliği ve sonuçları bakımından
belli bir sınıfın hareketidir. Bu anlamda bilinen entelektüel teorisinin aksine Gramsci ve Bourdieu‘nün
entelektüeli praksis ile eleĢtiren teorik arka planı TEKEL iĢçi eylemlerinin analizinde de yeni bir bakıĢ
ortaya koyabilmiĢtir. Her iki düĢünürün teorisinin irdelenmesi ve ayrıntılı olarak analiz edilmesi
sonucunda, Gramsci ve Bourdieu düĢüncesinde önemli bir yere sahip olan entelektüelliğin, eleĢtirellik,
taraflılık ve sorgulamacılık özellikleri ile eylem adamlığı ve muhaliflik vurgusu, ön plana çıkmıĢtır.
Bundan yola çıkarak, her iki düĢünür için entelektüelliğin temellerinin ‗praksis felsefesi‘ ile
Ģekillendiğinin, düĢünürlerin metinleri üzerinden kanıtlanması, çalıĢmanın önemli bir sonucudur.
Gramsci‘nin ifade ettiği gibi, her insan sahip olduğu belirli bir zekâ düzeyi ile entelektüeldir,
ancak onun konumunu belirleyen, daha çok toplumsal alanda sahip olduğu iĢlevidir. Bu temelde her
sınıfın kendi organik entelektüellerini yaratmasının ipuçlarının eylemde görmek mümkündür. Hiç
kuĢkusuz eylemin belirleyici özelliği ve Ģimdiye kadar yaĢanan diğer kitlesel eylemlerden farkı,
eylemin kendi içerisinde öğreticiliğinin olmasıdır. Bir diğer ifadeyle, deneyimlerinden öğrenen iĢçi
kesiminin, teorik ve pratik birlikteliği sadece iĢçi kesimi ile sınırlı kalmaz; farklı kesimlerde etkisini
gösterir.
TEKEL eylemi ile ilgili olarak ele alınan entelektüellerin kategorik olarak tasniflemesi yapılırken,
bu kesimlerin her birinin kendi içerisinde homojen bir yapıyı temsil etmedikleri çalıĢmanın bir diğer
sonucudur. Bu anlamda entelektüel kesimlerin her birinin ortak özellikleri olduğu söylenemez. Ancak,
toplumsal alanda belli bir sınıfı temsil etmesi için ele alınan entelektüel çevreler, temsil ettikleri
toplumsal yapı ile bağımlılık içerisindedirler.
Dolayısıyla, özellikle teorik çerçevede üzerinde durulan, entelektüelin, eleĢtirelliği, muhalifliği ve
bağlantısız olma durumunu, TEKEL eyleminde çalıĢmaya dâhil olan entelektüel kesimler içerisinden
sadece belirli bir gruba ait bir özellik olarak atfetmek imkânsızdır. Örneğin, çalıĢmada ele alınan,
meslek odaları ve birlikleri olarak tasniflenen grubun tamamının, eylem ile ilgili söylemlerinin analizi
ile entelektüel özerkliğe sahip olduğunu vurgulamak güçtür. Ancak, entelektüel gruplarının her biri
için çalıĢmanın genel sonucu olarak kabul edebileceğimiz durum, eylem sürecinde yaĢanan değiĢimin
anlamlı olduğudur.
TEKEL iĢçileri ile birlikte hareket eden eylemin içindeki kesimler sahip oldukları kiĢisel
habituslarını, bir mücadele alanı içerisinde sınıfsal habitusa dönüĢtürmeye çabalamıĢlardır. Bu nedenle
eylemle ilgili söylemlerinde kiĢisel habituslarının göstergesi olan, sınıf, iĢçi sınıfı, direniĢ, grev gibi
kavramları kullanarak, eyleme devrimci bir hareket olarak bakmıĢlardır. Bu sayede entelektüeller,
kendilerinde bir dönüĢüm yaratmıĢlar ve toplumsal rollerinin farkındalığına vararak bulundukları
konumu yeniden üretmiĢlerdir. Yani entelektüel kesimler kendilerine yönelik bir ayna tutmuĢlar ve
eyleme bu çerçeveden bakmıĢlardır. Buna karĢılık, sermaye sahibi burjuvazinin temsilcisi olan
kesimlerin söylemlerinde (Örneğin, bir kısım gazete köĢe yazarı, iĢ adamaları dernekleri ve bir kısım
iĢçi ve iĢveren sendikası ile meslek örgütlerinden iktidara yakın söylemde bulunanlar) siyasa iktidar ile
kurdukları organik bağın devam etmesi için eyleme temkinli yaklaĢtıklarını gözlemlemek mümkündür.
Ancak sadece sahip oldukları alan içerisindeki ekonomik sermayenin avantajını kullanarak belli bir
kültürel sermayeye sahip kesimlerin bu noktada entelektüel bir iĢi yerine getirdikleri söylenemez. Bu
anlamda birer kanaat önderi olan ve bilirkiĢi gibi davranarak iktidarın onay merkezine dönüĢen bu
entelektüellerin yaklaĢımının entelektüelliğin praksis özelliği ile örtüĢtürmek imkânsızdır.
Sonuç olarak Gramsci entelektüeli tanımlarken kafa ve kol emeği arasındaki ayrımı ortadan
kaldırmaya çalıĢır.Yani eyleyen/yapan insan ile düĢünen insan bir aradadır ve bireyin kendisinin var
olması, ancak bu ikisinin birleĢimi olan praksis ile mümkündür. Bu nedenle gün gelir sıradan bir iĢçi,
çiftçi ya da memur, sahip olduğu zekâsını toplumsal iĢlevlerde kullanarak entelektüel bir iĢi yerine
500
getirebilecektir. Bu açıdan bakıldığında, TEKEL eyleminde bu tavrın sürdürüldüğünü söylemler
üzerinden belirlemek mümkündür. Özellikle iĢlevsellik açısından entelektüel olmayı tanımlayan
Gramsci‘nin düĢüncesine referansla, eylemi değerlendiren kesimlerden bir örgüt içerisinde yer alan
entelektüeller, toplum içinde öne çıkmıĢtır. ÇalıĢmada bu nedenle meslek örgütleri, sendikalar ve
cemiyetlerin fikirleri ile pratiklerinin daha tutarlı olması beklenebilir. Bir diğer ifade ile bu meslek
örgütlerinin iĢlevi, toplumsal düzenin dönüĢtürücüsü olarak, her alanda etkili olmalarıdır. Gramsci‘nin
kuramında hegemonyanın tesisinde ve yeniden üretilmesinde entelektüeller önemli bir role sahiptir.
Özellikle kriz anlarında, siyasal iktidar, entelektüellerin karĢı hegemonya yaratmasını önlemeye
çalıĢır. KarĢı hegemonyanın yaratılmasında bu anlamda entelektüeller, bir eylem bilinci ile
örgütlenerek, öncü olacaklardır (Gramsci, 1985, s. 38). Gramsci‘de entelektüele yüklenen bu iĢlevleri,
TEKEL eylemi sürecinde de yerine getirecek olanlar, kolektif hareket eden, yapılar içindeki
entelektüeller olmalıdır. Bu entelektüellerden beklenen, bağlı oldukları sınıfın organik entelektüelleri
olarak, eylemi baĢından sonuna kadar tarihsel bloğun kurulmasında bir karĢı hegemonya yaratıcısı
olarak desteklemeleri ve bunu sınıf adına yaptıklarını ifade etmeleridir.Ancak eylemde bu bilinci
taĢıyan örgütlü yapıya pek fazla rastlanmaz. Bu nedenle eylemin asıl organik entelektüelleri, eylemin
baĢlamasında doğrudan etkisi olan, sendikaları, örgütleri ve verdikleri mücadele ile medyayı harekete
geçiren, sıradan kol gücü ile çalıĢan iĢçilerdir. ĠĢçiler, kol gücü ile yaptıkları çalıĢmanın karĢılığını
almak için, kafa gücülerini kullanarak, bir harekette bulunup eylem yapmaya karar vermiĢlerdir. Bu
anlamda, eylemciler birer praksis örneği vermiĢlerdir. Entelektüel kesimlerin eyleme iliĢkin
söylemlerinde ise, onların bu davranıĢı öne çıkardığını, çalıĢmanın sonucunda söylemek yanlıĢ
olacaktır. Eyleme destek veren örgütlü, örgütsüz her kesimden kiĢiler, kendilerini iĢçilerden hiyerarĢik
olarak üstte konumlandırarak, bir tür dıĢarıdan bilinç taĢıyıcılar olarak, kendi konumlarını hatırlatma
savaĢındadırlar.
KAYNAKÇA
Aron, R. (1979). Aydınların Afyonu, (Ġ. Tanju,Çev.). Ġstanbul: Tur.
Balta,
E. (2010). Tekel Direnişi: Sendikal Bürokrasiyi ve Mücadeleyi Genelleştirmek,
http://sdyeniyol.org/index.php/ci-hareketi/275-tekel-direnii-sendikal-buerokrasi-ve
mücadeleyi-genelleĢtirmek-ecehan-balta.
Bauman, Z. (2003).Yasa Koyucular İle Yorumcular. Ġstanbul: Metis Yayınevi.
Benda, J. (2006). Aydınların İhaneti, (C. Soydemir, Çev.). Ġstanbul: Doğu Batı Yayınları.
Bernstein, R.J. (1971). Praxis And Action Contemporary Philosophies Of Human Activity.
Philadelphia: University Of Pennsylvania Press.
Birgit, O. (12.05.2010). Bir Günlük Genel Grev, Cumhuriyet.
Bodin, L. (2009). Aydınlar, (M. Dündar, Çev.). Ġstanbul: Gündoğan Yayınları.
Bottomore, T. B. (1997).Seçkinler Ve Toplum, (E. Mutlu,Çev.).Ankara: GündoğanYayınları.
Bourdieu, P. (1988). Homo Academicus. Cambridge: Polity Press.
Bourdieu, P. (1989). The Corporatism of the universal: the role of intellectuals in the modern World.
Telos, 81 (Fall), 99-110.
Bourdieu, P. (2006). Karşı Ateşler. (H. Yücel. Çev.). Ġstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Bourdieu, P. (2007). Vive La Crisel: Sosyal Bilimde Heterodoksi Ġçin. G. Çeğin, E. Göker, A. Arlı ve
Ü.Tatlıcan(Der.). Ocak Ve Zanaat Pierre Bourdieu Derlemesi, 33-52. Ġstanbul:ĠletiĢim
Yayınları.
Boyner, Ü. (2010). TÜSĠAD Yönetim Kurulu BaĢkanı KonuĢma Metni. TÜSİAD Basın Bülteni – 30
Nisan 2010, http://www.tusiad.org/bilgi-merkezi/basin-odasi/konusmalar/, EriĢim tarihi:
23.05.2011.
Bulut, G. (2010). DireniĢin ―Bilinç‖ ile Ġmtihanı. G.Bulut (Der.). Tekel Direnişinin Işığında
501
Gelenekselden Yeniye İşçi Sınıfı Hareketi, 119-139. Ankara:Notabene Yayınları.
Bürkev, Y. ( 2010). TEKEL DireniĢi: Ne Eskinin Basit Devamı Ne Yeninin Kendisi, G. Bulut (Der.).
Tekel Direnişinin Işığında Gelenekselden Yeniye İşçi Sınıfı Hareketi, 13-46. Ankara:
Notabene Yayınları.
Cornay, M. (2001). Gramsci ve Devlet. ( M.YetiĢ, Çev.). Praksis, 252-77.
Çandar, C. (27.01.2010). Doğrusu – Eğrisi… Hürriyet.
Çelebi, S. (2010a). Kazananlar Hep Mücadele Edenlerdir! Disk Yönetim Kurulu Adına Disk Genel
Başkanı Süleyman Çelebi‟nin, Tekel İşçileriyle Dayanışmak İçin Yapılan 4 Şubat İş Bırakma
Eylemlerine İlişkin Değerlendirmesi04.02.2010 Basın Açıklaması.Ġstanbul: DĠSK Basın
Ajansı.
Çelebi, S. (2010b). DĠSK Genel BaĢkanı Süleyman Çelebi‘nin, ―Sendikal Hak ve Özgürlükler Ġçin
Oturma Eylemi‖nin 7. haftasında yaptığı konuĢma, 10.02.2010, Basın Açıklaması, Ġstanbul:
DĠSK Basın Ajansı.
Çelebi, S. (2010c). DĠSK Genel BaĢkanı Çelebi'den, Gazeteci Ali Sirmen'e 1 Mayıs Yanıtı, Haber /
Duyuru, 05.05.2010,www.disk.org.tr/default.asp.Page=Contents&CatId=20, EriĢim tarihi:
13.04.2011.
Demirer, T. (2010). Yatarak Para Kazananlar‘ın Panzehiri: Tek-El ĠĢçileri, Kaldıraç Yayınevi (Haz.)
Tekel Direnişi Dersleri 2010 Sendikalarımızı Geri Alacağız, 118-127. Ġstanbul: Kaldıraç Yay.
DĠSK. (2010).Genel BaĢkanı Süleyman Çelebi'nin, 4-C Konusunda DanıĢtay‘ın Verdiği Karara ĠliĢkin
Basın Açıklaması.27.05.2010: Haber/Duyuru. Ġstanbul: DĠSK Basın Ajansı.
ErĢen, M. (2006). Entelektüel Laik Mi Olmalıdır?, (Entelektüeller II).Doğu Batı,36. Ankara:Doğu Batı
Yayınları.
Forgacs, D. (2010). Gramsci Kitabı Seçme Yazılar 1916-1935. (Ġ.Yıldız, Çev.). Ġstanbul: Dipnot
Yayınları.
Foucault, M. (2005). Entelektüelin Siyasi İşlevi Seçme Yazılar 1. (I.Ergüden, F. Keskin,Çev.).
Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Furedi, F. (2004). Nereye Gitti Bu Entelektüeller. (A. E. Koç, Çev.).Ankara: BirleĢik Yayınevi
Gramsci, A. (1971). Selection From The Prison Notebooks. (Q. Hoare Ve G.N. Smith, Ed. /Çev.).
London: Lawrence And Wishart.
Gramsci, A. (1985). Aydınlar ve Toplum. (V. Günyol vd. Çev.). Ġstanbul: Alan Yayınları.
Gramsci, A. (1986). Hapishane Defterleri Seçmeler. (K. Somer, Çev.). Ġstanbul: Onur Yayınları.
Gramsci, A. (1989).İtalya‟da İşçi Konseyleri Deneyimi. (Y. Alp, Çev.). Ġstanbul: Belge Yayınları.
Gramsci, A. (1997).Hapishane Defterleri. (Çev. Adnan Cemgil). Ġstanbul: Belge Yayınları.
Hawley J.P. (1980).Antonio Gramsci's Marxism: Class, State And Work.Social Problems, 27, 584600.
Kagarlitski, B. (1992).Düşünen Sazlık 1917'den Günümüze Sovyet Devleti ve Entelektüeller. (O.
Akınhay, Çev.).Ġstanbul: Metis Yayınları.
Kaldıraç Dergisi Değerlendirme, (2010). ĠĢçi Sınıfının Bir Üyesi Olarak ĠĢçi Olmak!, Özgür Bir
Dünya Ġçin Kaldıraç.Tekel Direnişi Dersleri 2010 Sendikalarımızı Geri Alacağız, 107.
Ġstanbul: Kaldıraç Yayınevi.
KESK (2009). KESK Genel BaĢkanı Sami EVREN‘in AKP‘nin Son Günlerde Hak Arayan
Emekçilere KarĢı Tutumu Ġle Ġlgili Basın Açıklaması. 18.12.2009, Basın Açıklaması. Ġstanbul:
KESK Haber Ajansı.
Kumlu,
M.
(2010a).
Tekel
ĠĢçisi
KazanmıĢtır.
Türk-İş
Basın
Bürosu:
502
03.03.2010.www.turkis.org.tr/index.dyn?wapp=78C4F5E0-1F0E-4D50-A787.EriĢim
15.02.2011.
tarihi:
Kumlu, M. (2010b). Türk-ĠĢ Genel BaĢkanı Mustafa Kumlu‘nun Bölge ve Ġl BaĢkanları Seminerinde
Yaptığı KonuĢma. 22.03 2010, Abant.www.turkis.org, EriĢim tarihi:17.03.2011.
Le Goff, J. (1994). Ortaçağda Entelektüeller. (M.A. Kılıçbay, Çev.). Ġstanbul:AyrıntıYayınları
Lévy, B.H. (2002). Entelektüellerin Övgüsü. (H. Gökhan, Çev.). Ġstanbul: GendaĢ Kültür.
MEMUR-SEN. (2010). Tekel ĠĢçilerinin Yanındayız.
www.memursen.org.tr. EriĢim tarihi: 12.07.2012.
04.02.2010.
Basın
Açıklaması.
Meriç, C. (2005).Mağaradakiler. Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları.
Mutman, M. (2006). Yeni Kültür Ve Aydınlar.Doğu Batı. S. 36. Ankara: Doğu Batı Yay.
MÜSĠAD. (2010a). 2010 için 4x4 Reçete. 04.01.2010 Basın Bülteni. Ġstanbul: MÜSĠAD ĠletiĢim
Merkezi Basın Koordinatörlüğü.
MÜSĠAD. (2010b). Eğitime Ġdeolojik Bir Gözle Bakılmamalı.10.02.2010. Basın Bülteni. Ġstanbul:
MÜSĠAD ĠletiĢim Merkezi Basın Koordinatörlüğü.
MÜSĠAD. (2010c). Ekonomi Basını Başarı Ödülleri (EBBÖ) 2009 Sahiplerini Buldu.Ġstanbul:
MÜSĠAD ĠletiĢim Merkezi Basın Koordinatörlüğü.
Okay, A. (2011). Tekel İşçisi Bir Kadının Uyanışı. Ġstanbul: Gerçek Sanat Yayınları.
Öncü, A. (01.02.2010). Tekel ĠĢçilerinden ―Yalnız Olmayan Güzel Ülkemize‖. Birgün.
Öngen, T. (05.02.2010). Fiilden Faile 2. Birgün.
Özbudun, S. (2010). Kızılay‘da Bir ―Hayalet‖ DolaĢıyor, Kaldıraç Yayınevi (Haz.).Tekel Direnişi
Dersleri 2010 Sendikalarımızı Geri Alacağız. 115-117. Ġstanbul: Kaldıraç Yayınevi.
Özcan, Z. (2006).Sosyo-Kültürel Olarak Entelektüeller,(Entelektüeller I).Doğu Batı, 36. Ankara: Doğu
Batı Yayınları.
Özuğurlu, M. (2010). Tekel DireniĢi Sınıflar Mücadelesi Üzerine Anımsamalar, G. Bulut (Der.). Tekel
Direnişinin Işığında Gelenekselden Yeniye İşçi Sınıfı Hareketi, 47-67. Ankara: Notabene
Yayınları.
PektaĢ, R. (2010). Hrant Dink Ölüm Yıldönümünde Anıldı. TMMOB Birlik HaberleriBülteni,130,
Ocak-ġubat. Ankara: Mattek Matbaa Basım Yayın.
Petras, J. (1990). The Metamorphosis of Latin America‘s Intellectuals.Latin American Perspectives,
April, 17/ 2, 102-112.
Portelli, H. (1982). Gramsci ve Tarihsel Blok, (K.SomerÇev.). Ankara: SavaĢ Yayınları.
Roberts, P. (2004). Gramsci, Freire, And Intellectual Life. Critical Notice Symposium, 35/3.
Netherlands: Kluwer Academic Publishers.
Said, E. (2004). Entelektüel Sürgün, Marjinal, Yabancı, (T.BirkanÇev.). Ġstanbul:Ayrıntı Yay.
Santucci, A. (2011). Gramsci‟yi Anlama, (S. SezerÇev.). Ġstanbul: Kalkedon Yayınları.
Schnegg, J. (2007). Praxis Als Erkenntnis-Und Theorieproblem-Die Feuerbachthesen Von Marx Und
Die Theorie Der Praxis Von Bourdieu. H. Müller (Edt.). Die Übergangs-Gesellschaft Des 21.
Jarhunderts Kritik, Analytik, Alternativen. Norderstedt: Bod-Verlag.
Soner, ġ.( 29.12.2009). TaĢlar Yerli Yerine, Cumhuriyet.
Soydan, F. (2010). Tekel ĠĢçisi; Sendika Mafyasının Sonu, Kaldıraç Yayınevi (Haz.).Tekel Direnişi
Dersleri 2010 Sendikalarımızı Geri Alacağız, 104-107. Ġstanbul: Kaldıraç Yayınevi.
Swartz, D. (2011). Kültür Ve İktidar Pierre Bourdieu‟nün Sosyolojisi, (E. Gen, Çev.). Ġstanbul:
ĠletiĢim Yayınları.
503
TavĢancıgil, E. ve Aslan A.E. (2001). Sözel, Yazılı ve Diğer Materyaller İçin: İçerik Analizi Ve
Uygulama Örnekleri. Ġstanbul: Epsilon Yayıncılık.
TDK. bsts / felsefe terimleri sözlüğü(1975) (http://tdkterim.gov.tr/bts/, eriĢim tarihi:22.02.2011)
TTB.
(2011). Editörden, TTB, Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Ocak-ġubat-Mart, Sayı:35,
Ankara: BaĢak Matb.
Türenç, T. ( 03.04.2010). Sayelerinde Tekel ĠĢçisi Tarihe Geçti. Hürriyet.
TÜRK-Ġġ (2009). 32 Yıl Sonra Taksim‘de.Türk-İş, 388, Mart/Nisan 2010. Ankara:Ziraat Matb.
TÜRK-Ġġ. (2010a). TÜRK-İŞ Dergisi, Sayı:387. Ankara: Ziraat Matb.
TÜRK-Ġġ. (2010b). Kamu Personel Rejimi. Türk-İş, Mart-Nisan 2010, Sayı:388. Ankara: Ziraat
Matb.
TÜRK-Ġġ. (2010c). ĠĢçi ve Kamu ÇalıĢanları Konfederasyonlarının 1 Mayıs Ortak
Açıklaması.05.04.2010, Basın Açıklaması.www.sendikal.net/tag/turk-is/. EriĢim Tarihi:
21.05.201.
Türkmen, N. (2012). Eylemden Öğrenmek Tekel Direnişi Ve Sınıf Bilinci, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları.
Vergin, Nur. (2006). Entelektüel Olmak ya da Olmamanın Sosyolojik Belirlemeleri Üzerine Bir
Deneme.Doğu Batı, S.37. Ankara:Doğu Batı Yay.
Yalçındağ, D. A. (2010).
TÜSĠAD 40. Genel Kurul Toplantısı AçılıĢ KonuĢması.
http://www.tusiad.org/bilgi-merkezi/basin-odasi/konusmalar/ EriĢim Tarihi:10.02.2011.
Yayla, A. (19.02.2010). Tekel ĠĢçileri ve Bir Ġstihdam Aygıtı Olarak Devlet, Zaman.
YetiĢ, M. (1994). Antonio Gramsci Ve Ġtalya‘da Fabrika Konseyleri Deneyimi:1919-1920. (Ed. S.
AkĢin vd.).İki Dünya Savaşı Arasında Avrupa Ve Balkanlar: İdeolojiler Ve Uluslararası
Politika, 139-162.Ġstanbul: Aybay Yayınları.
Zengin, T. (18.02.2010). Tekel ĠĢçilerinin mücadelesinin hükümeti deviririz tehdidine evrilmesi,
Zaman.
504
YENĠ TOPLUMSAL HAREKETLER BAĞLAMINDA MEKÂNIN ADĠL PAYLAġIMI
VE “CRĠTĠCAL MASS” HAREKETĠ
Gökhan PĠRLĠ1
ÖZET
1960‘lı yılların öncesinde toplumsal alanda görülen sosyal hareketler ekonomik temelli ve sınıf
tabanına sahip, iĢçileri ve orta sınıfı mobilize eden hareketler olarak tanımlanmaktadır. 1960‘lı ve
1970‘li yıllarda Amerika ve Avrupa‘da ortaya çıkan ―Yeni Sosyal Hareketler‖ ise özerklik, kimlik ve
farklılık taleplerini doğrudan eyleme dayalı olarak ifade eden, katılım ve sivil haklar çerçevesinde
karĢımıza çıkmaktadır.
Kavram olarak kökenini Çin‘de ıĢıksız kavĢaklarda otomobil ve bisikletliler arasındaki geçiĢ
üstünlüğü tartıĢmasından alan ve Türkçe‘de ―kritik çoğunluk‖ anlamına gelen ―Critical Mass‖,
bisikletlilerin mekânda yer alma hakkı üzerinden bir sivil örgütlenme biçimi olarak ortaya
çıkmıĢtır.―Critical Mass‖ bir eylem olarak da kritik çoğunluğa ulaĢmanın kazandırdığı güç ve
görünürlüğü kullanmayı ve bu sayede trafikte yer alma haklarını kentsel mekânın adil kullanımı ve
kentli hakları üzerinden talep eder. Çünkü olgunun geri planında bisikletlilerin kavĢakta bekleyerek
kritik çoğunluğa ulaĢtıklarında kavĢaktan geçebilme hakkına sahip olmaları bulunmaktadır.
Ġlki 1992 yılında San Francisco Ģehrinde gerçekleĢen ―Critical Mass‖, bugün dünyada aralarında
Ġstanbul, Ankara ve Ġzmir‘in de bulunduğu birçok kentte görülen yaygın ve geniĢ katılımlı bir harekete
dönüĢmüĢtür. Bu çalıĢmada, adem-i merkeziyetçi örgütlenme yapısı ile kolektif eylem temelinde
gerçekleĢen―Critical Mass‖, hak kavramının ve mekânın, kapitalist ideolojinin temel dinamiklerine
bağlı olarak insanlar ve kentler aleyhine dönüĢtüğü ve örgütlendiği bir ortamda, kentin daha adil
Ģekilde yeniden üretilmesine dayanan kent hakkı bağlamında bir karĢı duruĢ ve sivil inisiyatif alanına
sahip bir yeni toplumsal hareket olarak irdelenmektedir.
Anahtar Kelimeler: Yeni Toplumsal Hareketler, Kent Hakkı, Critical Mass.
ABSTRACT
The social movements before 1960s were trigged by the economical domains, rooted on class
basis, and were mobilizing the workers and the middle class. ― The New Social Movements‖ of 1960s
and 1970s in Europe and USA, on the other hand, were emerged through demands within autonomy,
identity and variety. They have expressed these demands via direct action and have outlined
participation and civil rights.
―Critical Mass‖, which is a concept driven by the debate of priority between automobiles and
bicycles on crossroads without traffic lights in China, was emerged as a civil organization of cyclists
for their rights of existence in the space. And, Critical Mass as a demonstration, makes use of the
power and visibility gained by achieving the critical majority and claims their rights of existence in
urban traffic through the fair use of urban space and civil rights. Because, on the background of the
concept, there is the fact that cyclists obtain the right of crossing the road when they become the
majority.
Critical Mass has first practiced in San Francisco in 1992, then turned into a wide spread and
participatory movement in several cities of the world including Ġstanbul, Ankara and Ġzmir. This paper
investigates ―Critical Mass‖ as a domain of civil initiate and an opposition within right to the city
which basis on the fair repruduction of the city in an enviroment where the concept of ‗right‘ and
space is transformed and organized against the citizes and the city along with the fundamental
dynamics of capitalist ideology.
Keywords: The New Social Movements, Right To the City, Critical Mass.
1
Yüksek Lisans Öğrencisi, Adnan Menderes Üniversitesi, Sosyoloji Anabilim Dalı,
[email protected].
505
Şayet fiziksel bir devingenlik özgürlüğün önemli bir şartıysa
Gutenberg‟den beri yapılan icatların içinde bisiklet, Marx‟ın
deyimiyle insan olmanın olanaklarını tümüyle gerçekleştiren ve
hiç sakınca barındırmayan tek aletti…”
Eric Hobsbawm (2006:122).
GĠRĠġ
Ġnsan hakları kavramı ortaya çıkıĢından günümüze gelene kadarki süreçte toplumsal geliĢim
süreçleri ile birlikte ĢekillenmiĢtir. Ġnsan hakları kavramının bu Ģekillenme süreci birinci, ikinci ve
üçüncü kuĢak haklar olmak üzere temel olarak üç aĢamadan oluĢan bir sınıflandırma içerisinde
değerlendirilmiĢtir.
Birinci kuĢak haklar olarak adlandırılan haklar, bireyi devletten korumaya yönelik bir iĢleve sahip
olmuĢtur. 1789 Fransız Ġnsan Hakları Bildirgesi‘nden sonra yazılı bir nitelik kazanmaya baĢlayan
birinci kuĢak haklar, kiĢi güvenliği ve özgürlüğünü sağlayan haklardan oluĢmaktadır.
Birinci kuĢak hakların toplumsal refahı yeterince sağlayamaması sonucu ortaya çıktığında ise
ikinci kuĢak haklar ortaya çıkmıĢtır. Daha çok ekonomik ve sosyo-kültürel çerçevede geliĢen, ortaya
çıkıĢında özellikle Sanayi Devrimi ve yarattığı dönüĢümlerin etkili olduğu ikinci kuĢak haklar, sosyal
sınıflar arasında görülen eĢitsizliklere karĢı iĢçi sınıfının yükselen tepkileri ile geliĢmiĢtir. Refah
devletinin geliĢimi ile sağlık, eğitim, konut, sosyal güvenlik ve çalıĢma hakları kalıcı bir niteliğe
kavuĢmuĢtur.
Toplumsal, ekonomik, siyasi, teknolojik geliĢmeler ile bu geliĢmelere bağlı olarak birinci ve ikinci
kuĢak hakların kapsamlarını aĢan düzeyde insan hakları alanında çeĢitlenmeler meydana gelmiĢtir. Bu
durumun sonucunda ortaya çıkan üçüncü kuĢak haklar ya da dayanıĢma hakları denilen haklar, en
temelinde topluluk halinde yaĢamanın ve katılımın getirdiği haklardır. Toplumda yaĢayan birey ve
grupların talep ve katılımları ile oluĢmaları bakımından dayanıĢma hakları olarak adlandırılırlar.
DayanıĢma haklarının bir baĢka özelliği ise sadece devlet etkisiyle gerçekleĢmesi mümkün olmayan
haklar olmasıdır. Bu hakların gerçekleĢmesi için toplumda yaĢayanların çaba ve katılımları gereklidir.
Çevre hakkı, self-determinasyon, barıĢ hakkı, insanlığın ortak varlığından yararlanma hakları gibi
haklar, dayanıĢma haklarını oluĢturmaktadır.
DayanıĢma haklarının içerisinde yer alan çevre hakkı, her bireyin ekolojik dengesi korunmuĢ bir
çevrede yaĢaması ve aynı zamanda bu ekolojik dengenin bozulmaması için çaba göstermesini
içermektedir. Çevre hakkının gerçekleĢtirilmesinde, bireyler kadar devletin de önemli bir sorumluluk
alanı bulunmaktadır (Tekeli, 2011:195).
Çevre hakkı mücadelelerinin yükseliĢe geçtiği dönem olan 1960‘lı ve 1970‘li yıllar aynı zamanda
Yeni Sosyal Hareketler paradigmasının da ortaya çıktığı döneme rastlamaktadır. Rastlantı olmayan bu
durumu, Yeni Sosyal Hareketler paradigması içerisinde çevre mücadelelerinin de önemli bir yeri
olması ile açıklayabilmek mümkündür. Bu bağlamda, çalıĢmada Yeni Sosyal Hareketler
paradigmasının ortaya çıkıĢ ve geliĢim süreci ele alındıktan sonra, 1968 Hareketleri öncesinde ortaya
çıkan kent hakkı kavramının geliĢimi ele alınacak ve mekânın adil paylaĢımı çerçevesinde yeni bir
kentsel toplumsal hareket olarak Critical Mass hareketinin değerlendirmesi yapılacaktır.
1.YENĠ TOPLUMSAL HAREKETLER PARADĠGMASININ ORTAYA ÇIKIġI
1960‘lı ve 1970‘li yıllarda Amerika ve Avrupa‘da ortaya çıkan yeni sosyal hareketlerin görüldüğü
dönemin öncesinde toplumsal alanda görülen sosyal hareketlerin analizinde Klasik Kolektif DavranıĢ
Teorisi hakimdir. Klasik KolektifDavranıĢ Teorisi‘nin sosyal hareket üzerindeki analizi modernleĢme
teorisinden etkilenmekte ve sosyal hareket modernliğin tarihsel sürecinin bir sonucu olarak
görülmektedir.
Önemli kolektif hareket teorisyenlerinden Smelser kolektif davranıĢı, modernleĢme sürecinin
doğurduğu yapısal değiĢimlere tepki olarak ortaya çıkan irrasyonel ve geçici hareketler olarak
506
değerlendirir (Çayır, 1999:14). Dolayısıyla kolektif davranıĢın temel alındığı sosyal hareketler, ortak
inançların bir ifadesi ve yapısal bir krizin sonucu olarak karĢımıza çıkmaktadır.
Ancak, 1968‘de Avrupa ve Amerika‘da ortaya çıkan barıĢ hareketleri, çevrecilik hareketleri, antinükleer hareketler, kadın, lezbiyen ve gey hareketlerinin görülmesiyle birlikte bu klasik anlayıĢ
sorgulanmaya baĢlanmıĢtır. Özerklik, kimlik ve farklılık taleplerini doğrudan eyleme dayalı olarak
ifade eden bu hareketlerin açıklanmasında Amerika‘da ―Kaynak Mobilizasyon‖ paradigması ve
Avrupa‘da ―Yeni Sosyal Hareketler‖ paradigması etkili olmuĢtur.
Yeni Sosyal Hareketler paradigmasında, önemli bir yere sahip olan Alain Touraine‘e göre bu
sosyal hareketler, toplumsal aktörlerin sivil toplumun yapısı üzerindeki mücadelelerinden
doğmaktadır. Touraine‘e göre, çağdaĢ sosyal hareketler yenidir, çünkü mücadelesi post-endüstriyel
toplum tarafından açılan alanda gerçekleĢmektedir. Yeni güç merkezi ve yeni iliĢki biçimleriyle yeni
bir toplum tipi olan post-endüstriyel toplumda mücadele alanı artık devlet değil, sivil toplumdur
(Çayır, 1999:16).
Sivil toplumda ortaya çıkan bu sosyal hareketlerin mücadeleleri, kimliği rahatça ifade edebilme,
katılım ve sivil haklar gibi kavramlar çerçevesinde kültürel alanda karĢımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla
1960‘lı yılların öncesinde görülen, ekonomik temelli tanımlanan, sınıf tabanına sahip eski sosyal
hareketlerden farklılaĢmaktadır. Eski sosyal hareketlerin giriĢimcileri, iĢçileri ve orta sınıfı mobilize
ederken, yeni sosyal hareketler, sınıf kavramını aĢan ırk, toplumsal cinsiyet, etnisite gibi kavramlarla
tanımlanan, kimliklerin ön plana çıktığı gruplardaki aktörlerin kolektif hareketlerine doğru kaymıĢtır.
Kolektif hareketler olarak yeni sosyal hareketler, evrensel konuların ifadesi olan, belirli bir grubun
çıkarı yerine geneli kapsayan ahlakiyet ilkesine bağlı olarak karĢımıza çıkmaktadır. Söz konusu olan
bu hareketlerde, eski sosyal hareketlerden farklı olarak yani sosyo-ekonomik taleplerden çok,
sembolik eylemlere katılma ve de kültürel, kimliksel ve yaĢam tarzlarıyla ilgili konulara daha çok ilgi
duyulmaktadır. Bu nedenle amaçları, devleti ele geçirmekten ziyade, devlete karĢı özerk alanlar
oluĢturmak ve oluĢturulan bu özerkliğin korunmasıdır.
Claus Offe‘un deyimiyle ―eski politik paradigmanın hakim olduğu savaĢ sonrası yıllar, tabii ki
sosyal ve siyasal çatıĢmaların olmadığı yıllar değildi. Fakat o yıllarda ‗çıkarlar‘ dolayısıyla temalar,
aktörler ve çatıĢmanın çözümünün kurumsal araçları hakkında toplum çapında bir uzmanlaĢmanın
tesis edildiği bir dönem söz konusudur. Gündemi meĢgul eden temel konular; bireysel, kolektif gelir
dağılımındaki iyileĢmeler ve toplumsal statülerin hukuksal açıdan korunmasıydı. Baskın kolektif
aktörler, kurumsallaĢmıĢ baskı grupları ve siyasal partilerdi. Toplumsal ve siyasal çatıĢmaların tek
çözüm mekanizması pazarlıklar, parti rekabeti ve temsili hükümet idi‖. (Çorakçı, 2008:57)
Buradan hareketle yeni sosyal hareketlerin, eski sosyal hareketlerden farklılaĢtığı önemli bir diğer
noktanın ise örgütsel yapıları olduğunu söylemek mümkündür. Sınıf tabanlı olarak görülen eski sosyal
hareketler merkezi örgütlenme yapısına sahipken, değer tabanlı yeni sosyal hareketler esnek ve adem-i
merkeziyetçi bir yapıya sahiptir. Aktörlerin yeni sosyal hareketlere katılımı, aktörün iradesi
dahilindedir ve kararlar müzakere yoluyla alınır. Bu sosyal hareketlere katılan aktörler Offe‘a göre
barıĢın, çevrenin ve insan haklarının korunması gibi temalar etrafında bir araya gelen grupların
içerisinde yer alırlar. Bu grupların değerleri merkezi kontrolün karĢısında kiĢisel özerklik ve kimlik
temelinde Ģekillenmektedir ve hareket etme biçimleri ise içsel olarak resmi olmayan ve yatay
farklılaĢmanın görüldüğü iliĢkilerle, dıĢsal olarak da protestoya dayanan taleplerle karĢımıza
çıkmaktadır(Çayır, 1999:67).
Yeni sosyal hareketlerin içerisine dahil edebileceğimiz ―kent hakkı‖na dayalı hareketler de bu
bağlamda ele alınabilmektedir. Ġlk kez Neo-Marksist Fransız düĢünür Henri Lefebvre tarafından ortaya
atılan kent hakkı kavramı, Marksist literatürde kent mekanının ilk kez doğrudan ele alınması
bakımından önemli bir yere sahiptir. Lefebvre‘nin kent hakkı kavramını ele almadan önce Marksist
literatürden baĢlayarak Lefebvre‘nin kent hakkı kavramını ortaya attığı 1967 yılına kadar kentsel
mekanın ele alınıĢına bakmak faydalı olacaktır.
507
2. BĠR MEKÂN OLARAK KENT
Ġnsanlığın ilk yerleĢimlerinden bu yana, kentleri çok geniĢ bir tarihsel çerçevede ele almak ve kent
tanımlamaları yapmak mümkündür. Bu çalıĢmada ise kentin doğrudan bir analiz nesnesi olarak konu
edinildiği dönemlerden baĢlanarak ele alınması amaçlandığından özellikle bu doğrultuda geliĢmelerin
olduğu Sanayi Devrimi sonrası kent analizlerine değinilecektir.
19.yüzyılda, kentin toplumsal faktörler ile birlikte ele alındığı Marx ve Engels‘in çalıĢmaları, aynı
zamanda kent sosyolojisinin tohumlarının atıldığı çalıĢmalar olması bakımından da önem arz eder. Bu
süreçten itibaren kent mekânının doğrudan bir analiz nesnesi olma yolunda geliĢme gösterdiğini
söylemek mümkündür.
Marx‘ın çalıĢmalarında kentin, daha çok kapitalist geliĢme çerçevesinde ele alındığı
görülmektedir. Aslanoğlu (1998:56)‘na göre Marx‘ın çalıĢmalarında kentin feodalizmden kapitalizme
geçiĢte oynadığı özgün rol göz ardı edilmemiĢ fakat kent kendisi bir analiz nesnesi olarak değil,
kapitalizmin geliĢimiyle ilgisi ölçüsünde ele alınmıĢtır. Nitekim ġengül (2001:10) de Marx‘ın
çalıĢmalarında kentin sistematik bir değerlendirme veya kurumsallaĢtırma içerisinde ele alınmadığını,
öte yandan Marksist literatürde ise Engels‘in ―Ġngiltere‘de ĠĢçi Sınıfının Durumu‖ eserinin kapitalist
kent konusunda önemli bir yerinin olduğunu vurgulamaktadır.
Modern anlamda ilk kentbilim okulu olarak tanımlayabileceğimiz Chicago Okulu ise, 1920‘li
yıllarda kentin tam anlamıyla bir analiz nesnesi olarak ele alındığı çalıĢmaları ortaya koymuĢtur. Bu
anlamda Chicago Okulu etrafında toplanan Ekolojist YaklaĢım‘ın temsilcileri de sistemli ve doğrudan
bir kent analizi yapan ve aynı zamanda ilk kent sosyologları olarak kabul edilmektedir. Robert Park‘ın
―Kentsel Ekoloji‖ disiplinini oluĢturarak temellendirdiği oluĢumun diğer önemli isimleri Ernest
Burgess, Roderick McKenzie ve Louis Wirth‘tür.
Chicago Okulu‘nun ortaya koyduğu görüĢlerin çerçevesi, kentleĢmenin birçok boyutunun
görülebileceği hızlı büyüme, yayılma, nüfusun yoğunlaĢması, nüfusun heterojenliği gibi özelliklere
sahip olan Chicago kentini bir laboratuvar gibi incelenmesine dayanmaktadır (Aslanoğlu, 1998:61).
Kent biçimi ile ilgili açıklamalarında doğal süreçler ile bağ kuran bu yaklaĢım, canlıların birbirleri ile
iliĢkilerinin yaĢam çevrelerini belirlemesine benzer biçimde, kentte yaĢayanların da yaĢamlarını
sürdürebilmek için iĢbirliği ya da çatıĢma içinde bulunmalarının kent biçimini belirlediğini öne sürer.
Chicago Okulu‘na göre kent bu Ģekilde, doğal bir biçimde bölgelere ayrılır (Duru ve Alkan, 2002:11).
Chicago Okulu‘nun kent analizlerinin kent ve mekan iliĢkisine getirdiği bu organizmacı yaklaĢım hem
bu alanda önemli bir yere sahip olmuĢ hem de özellikle Neo-Marksist düĢünürler tarafından eleĢtiriye
uğramıĢtır. Çünkü bu durumda kentte görülen eĢitsizlikler, doğal süreçler olarak algılanmakta ve
dolayısıyla kentte görülen bu eĢitsizlik, uyumsuzluk gibi faktörlerin değiĢtirilmesi mümkün olmayan
süreçler olarak ele alındığı görülmektedir.
1960‘lı yıllara gelindiğinde ise, Marksist kuramcıların kent ve mekanı kapitalist birikim süreçleri
çerçevesinde ve doğrudan ele aldıkları görülmektedir. Aynı zamanda ÇağdaĢ Kent Sosyolojisi‘nin
ortaya çıktığı bu yıllar, Marksist kuramın da kent ve mekan konusunda aldığı eleĢtirilere refleks
geliĢtirdiği bir dönem olmuĢtur.
Henri Lefebvre, kapitalizm ve mekân iliĢkisini ayrıntılı biçimde ele alan, kapitalizmin varlığını
sürdürebilmek için mekanı nasıl yeniden ürettiğini inceleyen ilk Marksist düĢünürdür. Analizlerinde,
kapitalist toplumda mekanın nasıl üretildiğine odaklanan Lefebvre, 68 Hareketleri öncesi ortaya attığı
―kent hakkı‖ kavramı ile de aynı zamanda bu hareketin sloganlarının ilham kaynaklarından birisi
olmuĢtur. Bu bağlamda, çalıĢmamızdaki analizin temel dayanak noktası olan kent hakkı
kavramlaĢtırması nedeniyle Henri Lefebvre‘ye ayrı bir parantez açmamız gerekmektedir.
3.HENRĠ LEFEBVRE VE KENT HAKKI
Marx‘ın tanımladığı kapitalist üretim iliĢkileri ve üretim güçleri arasındaki çeliĢkilerin kentsel
mekânda nasıl farklılaĢtığını ortaya koyan Lefebvre, analizlerinde sermayenin mekâna ayrı bir
iĢlevsellik kazandırdığını göz önüne sermektedir. Lefebvre‘ye göre kapitalizm, kentsel mekânı
metaların üretildiği bir yer olmaktan çıkarıp, kentsel mekânın kendisini bir meta haline getirmiĢtir.
Kapitalizm, bu yeni döneminde imalat sanayi, inĢaat ve altyapı gibi faaliyetlere yönelik endüstriler ile
508
yer değiĢtirmiĢ ve böylece mekanın kapitalist üretimi de artık değer üretimi ve kar elde ediminde etkili
olmuĢtur. (Aslanoğlu, 1998:68). ġengül (2001)‘e göre bu durum Marksizm-mekan iliĢkisinde önemli
bir kırılmaya yol açar. Zira Marksist yazında mekân, kapitalist üretimin yapıldığı yer olarak algılanır
iken Lefebvre‘ye göre kapitalizm kent mekânını metalaĢtırmıĢ ve olası krizlerini bu sayede
aĢabilmiĢtir.
Lefebvre, sanayileĢmeden doğan toplumdan kentin bir meta halini aldığı süreci kentsel devrim
olarak açıklamıĢtır. Toplumun bir bütün halinde kentleĢmesi savından yola çıkan Lefebvre,
sanayileĢmeden doğan toplum olarak tanımladığı kent toplumundaki değiĢimleri salt mekansal olarak
değil, tüm yönleriyle ele almıĢtır. Sözgelimi kırın ortasındaki bir yazlık evin, otoyolun ya da
süpermarketin de kentin kır üstündeki hakimiyet göstergeleri olduğunu söyleyen Lefebvre, kent
dokusunun içerisine bu unsurları da katmıĢtır (Lefebvre,2013:7-11).
Henri Lefebvre‘nin kentsel hakları akademik gündeme ve özellikle 68 Hareketleri‘ne verdiği
esinle sokakta dolaĢıma soktuğu kent hakkı kavramlaĢtırması, kent temelli hareketlerin
Ģekillenmesinde önemli bir yere sahip olmuĢtur. Lefebvre, kent hakkı kavramını ilk kez 1967‘de yine
aynı isimli eserinde ortaya atmıĢtır. Kent hakkı kavramı özünde, kentsel mekân ile ilgili alınan
kararlarda, devlet, sermaye gibi güçlerin değil, kent sakinlerinin karar alıcı konumda olmalarını içerir
ancak bununla sınırlı kalmayıp, daha radikal bir biçimde kent sakinlerinin yaĢadıkları mekânı
kullanma, oluĢturma ve değiĢtirmeleri anlamlarını içeren hak olarak Ģekillenir.
Lefebvre kent hakkı bağlamında, kentlilerin yaĢadıkları kent üzerinde doğrudan karar alma
mekanizmaları geliĢtirmelerini ise ―katılım hakkı , iĢgal/tahsis etme/kendine mal etme hakkı‖(Baysal,
2011b:39)üzerinden açıklamıĢtır. Katılım hakkı, kentlilerin karar alma süreçlerinde aktif olarak rol
alması gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Mekânı iĢgal hakkı ise kent hakkının elde edilmesinde
katılımı da içine alan ve kent hakkı mücadelesinin radikal bir görünüm kazandığı kısımdır. Kentte
yaĢayanlar mekânı bizzat iĢgal ederek taleplerini salt dile getirmekten bir adım öteye geçer ve
taleplerini uygulamaya koyarlar. Bu anlamıyla kent hakkı, mekânı fiziki olarak dolduran, kendilerine
tahsis eden kent sakinlerinin metalaĢan ve değiĢim değeriyle öne çıkan mekanın kullanım hakkını mülkiyetten bağımsız olarak- geri kazanmaları anlamına gelir. Kentlilerin katılım ve iĢgal etme hakları
ile birlikte kent ile ilgili mekanizmalarda edilgen konumdan karar alıcı konuma geçmeleri ayrıca
Lefebvre‘nin kent hakkı görüĢünün içerisinde etkin bir vatandaĢlık tanımının da saklı olduğunu
göstermektedir.
Lefebvre, ortaya attığı kent hakkı kavramı ile mekânın kontrolünü devlet, sermaye gibi
unsurlardan alıp bizzat kentte yaĢayanlara aktararak yeni bir kent yapılanmasının fikri temellerini
atmıĢtır. Ayrıca Lefebvre kent hakkını oluĢturan katılım ve iĢgal hakkı kavramlarıyla da kentlerde
hakim sınıf tarafından üretilen sosyal, ekonomik ve politik düzene karĢı koymak için bireylerin
kolektif eylemler oluĢturabilmesine iĢaret etmektedir. Bu doğrultuda kent hakkı, iktidar iliĢkilerini de
dönüĢtüren bir kavram halini alır. ġehir mekânına doğrudan müdahale etmek Ģehri kendinin kılmanın
baĢlangıcını oluĢturur. Çünkü Lefebvre‘ye göre ―hayatı değiĢtirmek aynı zamanda mekânı değiĢtirmek
anlamına gelir‖ (Sadri, 2011b:15).
Lefebvre‘den sonra kent hakkı kavramının en güçlü savunucusu olan David Harvey ise
Lefebvre‘den önemli ölçüde etkilenerek kavramı geliĢtirmiĢtir. Harvey de Lefebvre ile paralel olarak
neoliberal sistemde ortak çıkarları doğrultusunda hareket eden devlet ile sermayenin yarattığı yeni
yönetim mekanizmaları ile artı değeri devlet üzerinden dağıtırken, kentleĢme sürecini de kentlilerin
değil sermaye ve üst gelir gruplarının lehine yönettiği bir mekanizmanın ortaya çıktığını söyler.
(Harvey, 2009). Harvey, Lefebvre‘den farklı olarak kent hakkını eriĢilebilirlik hakkından öte bir
Ģekilde tanımlar. Bunun yanı sıra Harvey, bütüncül bir bakıĢ açısıyla ne tür bir kent istediğimiz
sorusunun ne tür bir toplumsal bağlar, doğa ile iliĢki, yaĢam biçimleri, teknolojiler ve arzulanan estetik
değerler gibi sorulardan ayrılamayacağını belirtir. Ayrıca Harvey, Lefebvre‘den hareketle geliĢtirdiği
kent hakkı kavramının kentlerimizi ve kendimizi yeniden yapma özgürlüğünü içerdiğini ve bu
özgürlüğün de en değerli ve en ihmal edilmiĢ haklarımızdan biri olduğunu ifade ederek (Harvey,
2009), kent hakkını Lefebvre‘den bir adım öteye taĢır.
Harvey (2013:44)‘e göre nasıl bir Ģehir istediğimiz sorusu, nasıl kimseler olmak istediğimiz, ne
gibi toplumsal iliĢkiler arayıĢı içinde olduğumuz, doğayla nasıl bir iliĢkiye değer verdiğimiz, ne tür bir
509
yaĢam tarzı arzuladığımız sorularından ayrı düĢünülemez. Öyleyse Ģehir hakkı, Ģehrin barındırdığı
kaynaklara bireysel ve kolektif eriĢim hakkından çok daha öte bir Ģeydir: ġehri gönlümüze göre
değiĢtirme ve yeniden icat etme hakkıdır bu. Dahası, bireysel değil kolektif bir haktır, çünkü Ģehri
yeniden icat etmek kaçınılmaz olarak kentleĢme süreçleri üzerinde kolektif bir gücün uygulanmasına
bağlıdır. Harvey, insan hakları içerisinde en değerli ama bir o kadar da ihmal edilmiĢ olan kent hakkını
en iyi biçimde nasıl kullanırız sorusuna cevap arar.
Lefebvre gibi Harvey de ĢehirleĢmenin sınıfsal bir olgu olduğunu vurgular. Kapitalizmin ürettiği
artı ürünün emilmesi için ihtiyaç duyduğu Ģehirlerin bu manada mekânsal değiĢimlerin ötesinde hayat
tarzlarında değiĢikliklere sahne olduğunun altını çizen Harvey, sermaye-kent arasındaki bağın altını
çizer. Örneğin Harvey, ABD‘nin banliyöleĢmesinin yaĢam tarzlarında köklü değiĢimlere yol açtığını,
―banliyödeki müstakil evden buzdolabı ve klimaya, evin giriĢine park edilen ikiĢer arabadan petrol
tüketimindeki muazzam artıĢa kadar bütün ürünler artı sermayenin soğurulması için üzerine düĢeni‖
yaptığını belirtir .Ayrıca Harvey, banliyöleĢmenin militarizasyon ile birlikte savaĢ sonrası dönemde
artı sermayenin soğurulmasında kilit bir rol oynadığını, 1960‘larda bunlardan olumsuz etkilenen
kesimin -baĢta siyahlar, azınlık grupları- ayaklandığını ve kentsel kriz ortaya çıktğını da belirtir.
(Harvey 2013:50,51)
Lefebvre ve ardıllarının görüĢlerinden beslenerek toplumsal alanda hayat bulan kent hakkı kavramı
oldukça geniĢ bir yelpazede kendine yer bulmuĢtur. Özellikle Lefebvre‘nin eserini kaleme aldığı 1968
hareketleri döneminde Fordizm'in krizine karĢı bir araya gelen pek çok toplumsal hareket
görülmektedir. Özellikle ABD‘nin Vietnam SavaĢı nedeniyle gençlik muhalefetinin karĢı çıkıĢının
odağında olduğu bu dönemde savaĢ karĢıtlığı tek mücadele alanı olmamıĢtır. Konut hakkı için
yürütülen kira grevleri, banliyöleĢme ile birlikte ortaya çıkan toplumsal ayrıĢmaya verilen tepkiler kent
hakkı bağlamında değerlendirilebilmektedir.
1980 sonrası dönemde neo-liberal politikaların etkisi altına giren dünyada kentsel hareketler de bir
önceki dönemden daha geniĢ bir alanda görülmeye baĢlanmıĢtır. Barınma ve konut hakkı, temiz su
hakkı gibi temel yaĢam alanı olanaklarına dair taleplerin güçlendiği, bunun yanısıra küreselleĢme
karĢıtı hareketlerin de bir baĢka kanadı oluĢturduğu bir döneme girilmiĢtir.
Uzun bir süre Lefebvre‘nin radikal tanımlama çizgisinin dıĢında ağırlıklı olarak barınma hakkı
Ģeklinde kendisine yer bulan kent hakkı, günümüzde daha geniĢ bir kitle tarafından seslendirilir
olmuĢtur. Dünya genelinde birçok kuruluĢ ve topluluk kent hakkı ile ilgili çalıĢmalar yapmıĢtır. 2002
yılında Dünya Sosyal Forumu‘nda hayata geçirilmesi için ilk adımı atılan Dünya Kent Hakkı ġartı‘nın
2005 yılında Porto Alegre‘de gerçekleĢtirilen Dünya Sosyal Forumu‘nda kabul edilmesi bu
çalıĢmaların gerçekleĢtirilen en önemli adımlarından biri olmuĢtur. Bunun yanı sıra bir diğer önemli
adım da Avrupa Kentsel ġartı olmuĢtur. ÇalıĢmalarının temeli 1980-1982 yıllarında Avrupa Konseyi
tarafından düzenlenen ―Kentsel Rönesans Ġçin Avrupa Kampanyası‖ kapsamında baĢlayan Avrupa
Kentsel ġartı ulaĢım, doğa ve çevre, kentlerin fiziki yapıları, konut, kent güvenliği ve suçları,
kentlerde dezavantajlı gruplar, kentlerde spor ve boĢ zamanların değerlendirilmesi, halk katılımı, kent
yönetimi, kent planlaması gibi pek çok ana baĢlık altında oluĢturulmuĢtur. Kent içi ulaĢımda özellikle
özel araçların ağırlığının azaltılması, kent içi dolaĢımda toplu taĢımanın, bisikletin ve yaya olarak
gerçekleĢtirilebilecek çeĢitli alternatiflere yönelen bir anlayıĢın gerçekleĢtirilmesi Ģartın ulaĢım baĢlığı
altında yer alan görüĢler olmuĢtur (Yener ve Arapkirlioğlu, 1996).
Kent hakkı mücadelelerin hareketlendiği 2000‘li yıllar sonrasında en önemli kent hakkı ve ―iĢgal‖
deneyimini oluĢturan hareket ise ―Occupy Wall Street‖ Hareketi olmuĢtur.
4.TÜRKĠYE‟DE KENT HAKKI MÜCADELELERĠ
Türkiye‘de genel olarak konut mücadeleleri etrafında örgütlenmiĢ bulunan kent hakkı
mücadeleleri, 2013 Mayıs ayındaki Taksim Gezi Parkı DireniĢi‘ne kadar Türkiye‘de gerçek manasıyla
tartıĢılma imkanını bulamamıĢtır. Türkiye‘de kent hakkı mücadelesinde bir dönüm noktası olması
bakımından Gezi Parkı DireniĢi‘ne kısaca değinmek yerinde olacaktır.
1943 yılında Cumhuriyet döneminin ilk parkı olarak Lütfi Kırdar‘ın belediye baĢkanlığı
döneminde Ġnönü Gezisi adıyla açılan Taksim Gezi Parkı, 2013 yılında Türkiye tarihinin en önemli
toplumsal mücadelelerinden birine sahne olmuĢtur. Cumhuriyet döneminde, Ģehircilik uzmanı Henri
510
Prost‘un ismini taĢıyan Prost Planı ile, büyük ölçüde harabe haline gelmiĢ Topçu KıĢlası‘nın olduğu
yere yapılmasına karar verilen Gezi Parkı, günümüzde kentin merkezinde kalan ender bir yeĢil alan
olma özelliğini taĢımaktadır.
Topçu KıĢlası‘nın eski yerine tekrar inĢa edilmesini de içerisinde barındıran Taksim YayalaĢtırma
Projesi kapsamında yıkılması planlanan Gezi Parkı‘nın imar izni olmadan yıkılmasına karĢı parkta
kurulan çadırlar ile bir ―iĢgal‖ eylemi olarak baĢlayan Gezi Parkı Protestoları, güvenlik güçlerinin
Ģiddetli müdahaleleri ile birlikte kısa süre içinde Türkiye‘yi etkisi altına alan bir direniĢe dönüĢmüĢtür.
Kent hakkı kavramının Lefebvre‘nin tarif ettiği biçimde radikal bir örneği olan Gezi Parkı
DireniĢi, kentte yaĢayanların mekanı bizzat iĢgal mekanizmasını kullanarak biçimlendirmek
istemesine bir örnektir. Bir Gezi Parkı eylemcisinin sözleri bu durumu özetlemektedir ;
“…demokrasi dediğimiz siyasal alet bize başka bir yol bırakmadı… şairler şiir yazdılar, filmciler
film çektiler, insanlar imza attılar.. hiçbir şey yapamadık. En sonunda bedenen buraya geldik, çünkü
demokraside başka bir yol kalmadı bize..‖ (Youtube, 2013)
5. KENT HAKKI TALEBĠ OLARAK CRĠTĠCAL MASS HAREKETĠ
UlaĢımın apolitik bir konu olarak algılanmasını eleĢtiren Freund ve Martin (1999:177), çağdaĢ
toplumlarda bir yerden bir yere gitmenin otomobilin tekeline girdiği bir dünyada, otomobilin mekânın,
zamanın ve hareketin toplumsal anlamları üzerinde derin politik içerimlerinin mevcut olduğunu
belirtir.
Lefebvre de kent hakkı kavramını geliĢtirdiği ve mekânı toplumsal analizin merkezine alan
Kentsel Devrim isimli eserinde kentin ulaĢım sorunlarına doğrudan temas etmiĢtir. Ona göre ―Sokak
yalnızca bir geçiĢ ve sirkülasyon yeri değildir. Otomobillerin sokakları iĢgal etmesi ve bu sanayinin,
yani otomobil lobisinin baskıları, eski araçları birer pilot objeye, park etmeyi bir obsesyona,
sirkülasyonu öncelikli hedefe çevirmiĢ, sosyal ve kentsel yaĢamı bütünüyle yıkıma uğratmıĢtır.
Otomobil kullanma hak ve yetkilerinin sınırlanmasının gerekeceği gün yaklaĢmaktadır‖ (Lefebvre
2013:22).
Otomobil günlük ulaĢımın her alanına yayılmasının yanı sıra, bizzat varlığıyla ve adına tesis edilen
altyapısıyla günümüzde kentlerin görünümüne damgasını vurduğu bir ortamda (Freund ve Martin,
1996)dünyanın üç yüzü aĢkın Ģehrinde görülen ‗Critical Mass‘ hareketi de gün geçtikçe otomobilin
merkezine oturduğu bir kent tasarımına tepki olarak doğan önemli kentsel hareketlerden biri olma
özelliğini taĢımaktadır. Critical Mass hareketini hem kent üzerindeki hak sahipliğinin iktidar
mekanizmalarından kent sakinlerine kanalize edilmesi yönünde gerçekleĢmesi hem de kentsel
mekandaki güç iliĢkilerini yeniden düzenlemesi bakımından kent hakkı bağlamında değerlendirmek
mümkündür. Nitekim bu çalıĢmanın sorgulama alanlarından biri Critical Mass örneğinin kentlerde
görülen yeni bir kent hakkı mücadelesi bağlamında analiz edilmesidir.
Critical Mass (CM), Türkçe‘de kritik çoğunluk anlamına gelen, dünyanın yaklaĢık üç yüz Ģehrinde
bisiklet ile gerçekleĢtirilen bir harekettir. Kökeni Çin‘de ıĢıksız kavĢaklarda otomobil ve bisikletliler
arasındaki geçiĢ hakkı sorununa dayanır. Bisikletliler karĢıdan karĢıya geçmek için kritik bir
çoğunluğa ulaĢmayı beklemek zorundadır.
Ġlk CM, 25 Eylül 1992‘de San Francisco Ģehrinde gerçekleĢmiĢtir. Daha sonra uluslararası
boyutlara ulaĢarak Kuzey Amerika'da, Avrupa'da, Avusturalya'da, Asya'da ve Latin Amerika
ülkelerinde yapılmaya baĢlanmıĢtır (Vikipedia, 2013). Etkinlik genellikle her ayın son cuma günü
düzenlenmektedir. Türkiye‘de baĢta Ġstanbul, Ġzmir ve Ankara Ģehirlerinde CM hareketinin etkinlikleri
düzenlenmektedir.
ġehrin otomobil merkezli dizaynına karĢı yolların paylaĢılmasını talep eden bisikletli kolektif bir
eylem olma özelliklerini ihtiva eden Critical Mass hareketi aynı zamanda kent hakkı kavramının
birçok özelliğini de bünyesinde barındırmaktadır. CM, otomobil merkezli kent dizaynına bir tepki
olarak ortaya çıkmıĢ ve varolan yolların eĢit imkanlarda kullanımını öneren bir hareket olarak
geliĢmiĢtir. Bir baĢka ifadeyle CM, bisikletlilerin Ģehirde motorlu taĢıtların ulaĢımdaki üstünlüğüne
son verecek oranda ―kritik çoğunluğa‖ sahip olduğunu gösteren bir hareket olarak tanımlanabilir. Bu
511
doğrultuda kritik çoğunluğa ulaĢmanın verdiği görünürlük ve güç ile birlikte bisikletliler trafikte yer
alma haklarını talep ederler.
CM hareketinin de kolektif eylem temelinde gerçekleĢmesinin yanı sıra bu topluluğun iliĢki ağına
da değinmek gerekmektedir. CM hareketine katılan aktörlerin oluĢturduğu iliĢki ağında hiyerarĢik bir
yapılanma söz konusu değildir. Örneğin etkinliğin lideri, örgütleyicisi ya da üyelik sistemi gibi
unsurlar olmamakla birlikte hareketin rotası, etkinliğin yapıldığı gün yola çıkmadan önce harekete
katılan aktörler tarafından belirlenmektedir. CM hareketi sınıf tabanlı bir hareket olma özelliğinden
çok uzaktadır ve harekete katılan aktörler yaĢ, cinsiyet gibi değiĢkenler temelinde birbirinden
farklılıklar göstermektedir. Bu nedenle CM hareketindeki gruplarda heterojen bir yapı söz konusu
olmaktadır. Bu heterojen yapıda yer alan, motorlu olmayan alternatif ulaĢım araçlarını tercih eden bu
aktörler kent hakkı mücadelesine bilfiil katılmaktadırlar. Dolayısıyla kolektif eylem temelinde oluĢan
CM hareketine aktörlerin katılımı ‗kent hakkı‘ üzerinden olmaktadır. Bir baĢka Ģekilde ifade edilirse,
grubun heterojen yapısının temellendiği kent hakkı mücadelesi, aktörleri bir araya getiren en temel
gerekçeyi de oluĢturmaktadır.
Görüldüğü üzere kent hakkı mücadelesinde önemli bir direniĢ alanı olarak ortaya çıkan CM
hareketi ile kent hakkı arasında önemli bir iliĢki bulunmaktadır. ġehrin daha adil Ģekillerde yeniden
üretilmesine dayanan kent hakkı kavramı bağlamında CM hareketi bir örnek teĢkil etmektedir.
Bisikletlilerin kent üzerindeki talep ve arzularını yolları bizzat iĢgal ederek ifade etmeleri Lefebvre‘nin
kent hakkı kavramı içerisinde tanımladığı katılım ve mekanı iĢgal/tahsis/kendine mal etme hakkını
kullandıklarını göstermektedir. Bu nedenle kentlerde görülen, özellikle kent mekanının
düzenlenmesinde kolektif eylem temelinde yeni bir mücadele alanı olarak tanımlanan CM hareketinin,
kent hakkı mücadelesinde mekânın adil paylaĢımı bağlamında incelenmesi ve tartıĢılması bu
araĢtırmanın temel amacını oluĢturmaktadır.
1980 sonrası neo-liberalizmin etkileri ile birlikte değiĢen ve dönüĢen dünyada hiç kuĢkusuz kent
de bu değiĢim ve dönüĢümlerden etkilenmiĢtir. Nitekim neoliberal politikalar her alanda olduğu gibi
yine kentsel mekânda da eĢitsizliklere sebebiyet vermiĢtir. Kentsel mekân ve özellikle kapitalizmin
mekân üzerindeki etkilerine değinen Henri Lefebvre, David Harvey gibi sosyal bilimciler ile birlikte
kapitalizmin dinamiklerinin kent üzerindeki etkileri, kapitalist süreçlerin üretiminde kentin rolü, kent
mekânının tasarlanıĢı ve kent sakinlerinin bu süreçlerdeki rolleri gibi konular da daha yüksek sesle
tartıĢılmaya baĢlanmıĢtır. ÇalıĢmada konu edinilen CM hareketi de yukarıda bahsedilen süreçlerde
kent sakinlerinin kentsel mekân üzerindeki hak ve paylaĢım süreçlerinin görülebileceği bir alanı
oluĢturmaktadır.
KAYNAKÇA
Aslanoğlu, R. A. (2000).Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Bursa: Ezgi Kitabevi, 2. Baskı.
Baysal, U. C. (2011a). " Kent Hakkı: EriĢim Hakkından DeğiĢtirme Hakkına‖ Gökmen Özgür (der.),
Türkiye‟de Hak Temelli Sivil Toplum Örgütleri, Ankara (STGM), ss. 363-379
Baysal, U. C. (2011b) "Kent Hakkı Yeniden Hayat Bulurken", Eğitim Bilim Toplum
Dergisi, c. 9, ss. 31-55.
Çayır, K.(1999).Yeni Sosyal Hareketler, Ed. Kenan Çayır, Ġstanbul: Kaknüs.
Çorakçı, E. (2008).Modern ve Postmodern Kimlikler Bağlamında Yeni Toplumsal Hareketler, Doktora
Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü: Ankara.
Duru, B., Alkan, A. (2002). 20. Yüzyıl Kenti, Ankara: Ġmge.
Freund, P., Martin, G.(1996).Otomobilin Ekolojisi, Ġstanbul: Ayrıntı.
Harvey, D. (2009). ―Kent Hakkı‖, Çev. Meriç Kırmızı, Sendika.org,
Harvey, D. (2013).Asi Şehirler. Ġstanbul: Metis Yayınları.
Hobsbawm, E. (2006).Tuhaf Zamanlar, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayıncılık.
512
Lefebvre, H.(2013). Kentsel Devrim, Ġstanbul: Sel Yayıncılık.
Offe, C.(1999). ―Yeni Sosyal Hareketler: Kurumsal Politikanın Sınırlarının Zorlanması‖, iç.
YeniSosyal Hareketler, (Çev. K. Çayır).,53-79 Ġstanbul: Kaktüs .
Sadri, H. (2011). ―Mekan ve Ġnsan Hakları‖, Mimarlık ve Politika, Dosya No:25, ss. 15-20.
ġengül,
H. T. (2001). ―Sınıf Mücadelesi ve Kent Mekânı‖,
31.tr.wikipedia.org/wiki/Critical_mass[EriĢim tarihi 11.05.2013].
Praksis(2)
ss.9-
YENER, Z., ARAPKĠRLĠOĞLU K. (Çev.) (1996) Avrupa Kentsel Şartı,ĠçiĢleri Bakanlığı Mahalli
Ġdareler Genel Müdürlüğü Yayını: Ankara.
http://www.sendika.org/2013/05/kent-hakki-david-harvey/ [EriĢim tarihi: 31.07.2013].
http://www.youtube.com/watch?v=eX08G_szWCE[EriĢim tarihi 31.07.2013].
513
AMFĠ 12 OTURUMU
TÜKETĠM
BOġ ZAMAN, TÜKETĠM VE ALIġ VERĠġ MERKEZLERĠ
Yrd. Doç. Dr. Aysel GÜNĠNDĠ ERSÖZ1
ÖZET
Günümüz düĢünürleri geleneksel toplumlarda üretimin, modern toplumlarda ise tüketimin baĢat rol
oynadığına inanmaktadırlar. Yine, geleneksel toplumlarda kimlik verili iken, modern toplumlarda
bireyler kendi kimliklerini oluĢturmak zorunda kalmaktadır. Tüketimde bireylerin kimlik oluĢumunda
çok önemli yere sahiptir. Tüketim olgusunun boĢ zaman, kimlik, yabancılaĢma ve sosyalleĢme
kavramları olan bağlantısı tüketimi salt bir ekonomik etkinlik olmaktan çıkararak sosyal ve kültürel
boyuta taĢımaktadır. BoĢ zamanın gittikçe artması ise boĢ zamanların metalaĢması sonucunu
doğurmuĢtur. Günümüz toplumlarında bireylerinin nerdeyse tamamı boĢ zamanlarını alıĢ veriĢ
merkezlerinde kendileri için hazırlanmıĢ paket programları tüketerek geçirmektedirler. AlıĢ veriĢ
merkezlerinden alıĢ veriĢ yapmak ise hem akılcı hem de hedonist özellikler göstermektedir. Özellikle
hedonist özelliği nedeniyle, AVM'ler tüketimciliğin yayılmasına katkıda bulunan en önemli araçlar
haline gelmiĢtir. AlıĢ veriĢ merkezleri; Lüks, Ģatafat, gösteriĢ, vitrinlerinin albenisi, imaj, gösterge,
marka ve sembollerin cazibesi bireyin tüketme davranıĢını etkilemektedir. Tüketimi yönlendiren
kimlik değeri AVM'lerde değiĢim ve kullanım değerinin önüne geçmektedir. Diğer yandan, alıĢ veriĢ
merkezleri yeni bir tür sosyalleĢmenin yaĢandığı ama aynı zamanda yabancılaĢma olgusunu artıran
mekânlardır.
Anahtar Kelimeler: Tüketim, Boş zaman, Alış veriş merkezleri, Kimlik, Yabancılaşma
ABSTRACT
Philosophers of our time believe that production plays a dominant role in traditional societies
while consumption does the same in modern societies. Traditional societies have their own established
identities whereas individuals have to create their own identities. Consumption is of crucial
importance to the creation of identities for individuals. Various factors linked to consumption such as
leisure time, identity, alienation, and socialization; add social, psychological and cultural dimensions
to consumption so that it is not a purely economic activity. Increased free time eventually transformed
into merchandise. Almost all individuals in societies of our time spend their leisure time at shopping
centers by consuming package programs tailored to them. Shopping at shopping centers has both
rationalist and hedonist characteristics. Shopping centers have become the most important tool
contributing to the proliferation of consumption particularly because of its hedonist nature. Shopping
centers influence the individual's consumption behavior through luxury, flamboyance, the allure of
their showcases, image, legends, trademarks, and symbols. Identity concept steering consumption
outweigh change and usage at shopping centers. Meanwhile, shopping centers are places where a new
kind of socialization is witnessed but also alienation is increasingly observed.
Keywords: Consumption, leisure time, shopping center, socialization, identity, alienation
GĠRĠġ
SanayileĢme olgusunun ortaya çıkardığı kitlesel üretim ve buna paralel ortaya çıkan tüketim
olgusu; günümüz dünyasında basit bir meta değiĢiminden çok daha fazla anlamlar yüklenmiĢtir.
Toplumlar tüketim toplumlarına dönüĢürken, tüm dünyaya egemen olan bir tüketim kültürü ortaya
çıkmıĢtır. Tüketim toplumunda ihtiyaç kavramının çok ötesinde arzu ve tutkular doyurulmaya
çalıĢılmaktadır. Arzu ve tutkuların karĢılanabilmesi için yapılan devasa büyüklükteki alıĢ veriĢ
merkezlerinin sayısı her geçen gün hızla artarken, tüketiciler gittikçe bu yerlere daha bağımlı hale
1
Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi,
[email protected]
515
gelmektedirler. Kadın- erkek, yaĢlı- genç, zengin- yoksul, köylü- kentli ayrımı olmak sızın tüm
bireyler boĢ zamanlarını alıĢ veriĢ merkezinde geçirmeye, deyim yerinde ise alıĢ veriĢ merkezinde
yatıp kalkmaya baĢlamıĢlardır. Bu tüketimi salt ekonomik bir olay olarak değil, sosyolojik, psikolojik
ve kültürel boyutları da bulunan çok yönlü bir olgu haline getirmiĢtir. Bu nedenle,sosyolojik düĢünce
içinde hem klasik hem de çağdaĢ kuramcılar tüketim olgusunu çeĢitli boyutları ile tanımlamaya
çalıĢmıĢlardır. Veblenve Simmel gibi klasik dönem düĢünürlerinin çalıĢmaları büyükĢehirlerin
merkezlerinde ilk büyük marketlerin açıldığı yıllarda baĢlamıĢ olmalarına karĢın görüĢleri halen büyük
ölçüde geçerliliğini korumaktadır. Klasik dönem kuramcıları ile çağdaĢ kuramcılardan; Baudrillard,
Bocock, Slater, Featherstone ve Bauman'ın çalıĢmaları sosyolojik düĢüncenin tüketim olgusunu analiz
etmesinin mihenk taĢlarını oluĢturmaktadır.
Simmel (1996:84-85) metropolü para ekonomisinin yuvası olarak görür ve ona göre para
alıĢveriĢinin asıl yaĢama alanı büyük kentlerdir. Çünkü Ģeylerin satın alınabilirliğini, kentler daha
küçük mekânlara oranla daha fazla öne çıkarmaktadır. Simmel'e göre metropollerde yaĢayan
insanlar,metropolhayatının getirdiği yabancılaĢmayla baĢa çıkabilmek için statü, moda etiketleri ya da
bireysel farklılık yaratarak ―sahte bireysellikler‖ gerçekleĢtirmeye çalıĢmaktadırlar. Kendini ifade
etmenin en önemli araçları ise moda ve stildir.Diğer bir klasik dönem kuramcısı olarak Veblen "aylak
sınıfın" kuramında diğerlerinden farklılığını ortaya koymak için tüketim aracılığı ile kendini ifade
etmeye çalıĢan bir burjuva sınıfının varlığından bahsetmektedir. Bu sınıf kendini ―gösteriĢçi tüketim‖
yaparak ifade etmektedir. Böyle bir tüketim içinde ayrıcalıklı kılınan metalar, farklılaĢmanın
belirtisidir. Bu metalar, toplumun aylak sınıfını, diğerlerinden farklı göstermektedir. Aylık sınıfı
oluĢturanlar diğerlerinde olmayan ürünleri elde etmek, kıskandırmak, saygı görmek veya farklılaĢmak
için gösteriĢçi tüketim yapmaktadırlar.
Günümüzde tüketim denildiğinde genellikle akla ilk gelen kentler, dolayısıyla alıĢ veriĢ
merkezleridir. Nüfusun yapısı ve yoğunluğu kentleri tüketim boyutunda daha fazla öne çıkarmaktadır.
Çünkü kentlerin çeĢitli mekânları insanlar arasındaki sosyal iletiĢim ve etkileĢimin geliĢtiği ortamlar
olarak önemlidir. Kentleri sosyologlar için önemli kılan özelliklerden biriside kent ve tüketim araçları
arasındaki iliĢkidir ve burada deneyimlerin, hazzın tüketilmesi ve serbest zaman biçimleri öne
çıkmaktadır.
Bu bildiride; Ankara'nın en büyük AlıĢ veriĢ merkezi olan Ankamall'un "seni sen yapan ne varsa
burada" adlı sloganından yola çıkarak, AVM'ler tüketim, sosyalleĢme, kimlik, yabancılaĢma ve boĢ
zamanlar kavramları çerçevesinde tartıĢılmaktadır.
TÜKETĠM KAVRAMI
Tüketim kavramını tanımlarken ilk akla gelen kuĢkusuz ihtiyaç kavramıdır. Bunun yanı sıra;
savurganlık, harcamak, israf etmek, biriktirmek, tahrip etmek, yok etmek, tatmin olmak ve iletiĢim
kurmak gibi kavramlar da tüketim karĢılığı kullanılabilmektedir.
Tüketimin temel belirleyeni ihtiyaç olduğuna göre öncelikleihtiyacın ne olduğuna bakmak
gerekmektedir. Ġhtiyaç bir kiĢinin birey olarak varlığını, kimliğini sürdürebilmesinde veya toplum
düzeninin devam ettirilmesinde vazgeçilmez olana iĢaret etmektedir. Ġhtiyaçlar genellikle fizyolojik ve
sosyo-kültürel ihtiyaçlar olarak iki grupta ele alınır. Fizyolojik ihtiyaçlar daha yaĢamsal öneme
sahiptir ve fizyolojik ihtiyaçlarını karĢılayan bir birey sosyo-kültürel ihtiyaçlarını karĢılamaya
yönelebilmektedir.
Maslow''un çok bilinen beĢ aĢamalı hiyerarĢik açıklaması getirilen eleĢtirilere karĢın ihtiyaçları
anlamamızda yadsınmaz değeri bulunmaktadır. Maslow hiyerarĢik sınıflamasında birinci aĢamaya;
yeme, içme gibi fizyolojik ihtiyaçları koymuĢtur. Onun hemen altında tehlikelere karĢı korunma, yani
güvenlik ihtiyacı bulunmaktadır. Üçüncü sırada ait olma; sevgi, arkadaĢlık ve benimsenme ihtiyacı
bulunur. Dördüncü sırada onur, ün, bağımsızlık, saygı ve tanınma gibi saygı ihtiyaçları vardır. Son
aĢamada ise kendini aĢma, yaratıcılığı içine alan kendini gerçekleĢtirme ihtiyaçları bulunur. Bu
ihtiyaçlar hiyerarĢik olarak sıralanmıĢtır ve bir önceki ihtiyacın karĢılanması ile bir sonrakine
geçilebilmektedir.
Ġhtiyaçlar "sahte" ve "gerçek" ihtiyaçlar olarak ta gruplandırılabilmektedir. EleĢtirel kuramın
önemli temsilcilerinden Marcuse (1997:67-68), tüketim toplumu ve tüketim kültürünün yığınları,
516
bireyi ―tek boyutlu insana‖ çevirerek tüketime dayalı yaĢam biçimlerine göre davranmaya zorlayan
sahte ihtiyaçlar ürettiğini ileri sürmüĢtür. Ona göre sahte ihtiyaçlar; bireye belli sosyal çıkarlar
tarafından yukarıdan dayatılan ihtiyaçlardır. Gerçek ihtiyaç ise; ihtiyaçların herhangi bir ideolojik
güdümleme içermediğinden emin olabileceğimiz gereksinimlerdir.
Ġhtiyaç ve istek arasındaki zıtlığa vurgu yapan Slater (2012:433) modern dönemde isteklerin öne
çıkarılarak, ihtiyaçların dıĢlandığını ileri sürer. Ġhtiyacın aksine istekler zorunlu değil, insan seçim ve
özgürlük alanının göstergesidir. Ġstekler hayati kabul edilmez, önemsiz, sadece heves, moda, eğlence
ve lüks kabul edilirler. Bu nedenle, istekler, bedenlerin veya kimliklerin yeniden üretilmesinde
bağlayıcı değildir. Yeni, istekler, imajlar veya sosyal yarıĢ aracılığıyla her zaman canlandırılabilir,
genellikle de "doyumsuz" olarak nitelendirilir. Seçkin bir konum ve itibar elde etme giriĢiminde olan
insanlar sürekli yeni istekler yaratmaktadır. Moda sürekli yenilik, sürekli bir açlık ile itibar arayanlara
ve hem de kazanç isteyenlere hizmet verir. Fakat ihtiyaçların aksine, sürekli doyumsuzluk durumunun
bedeli bitmeyen isteklerdir(Slater,2012:443-444).
"Atın atın eski eĢyalarınızı atın, yenisini hemen alın" mantığı ile oluĢan tüketim toplumu,
tüketimin öğrenilmesi toplumu, tüketime toplumsal bir biçimde alıĢtırılma toplumudur. Bu toplumda
yeni üretim güçlerinin ortaya çıkmasıyla ve yüksek verimlilik taĢıyan ekonomik bir sistemin tekelci
yeniden yapılanmasıyla orantılı yeni ve özgül bir toplumsallaĢma tarzıdır bulunmaktadır (Baudrillard,
2004, s.95). Ivan ıllıch (1991:58) "Tüketim Köleliği" adlı eserinde nasıl gereksinim duyulacağının
zaten tüketicilere biçimsel olarak öğretildiğini ve tüketicilerin kararlarının ve eylemlerinin, artık
tatmin konusundaki kiĢisel tecrübenin sonucu olmadığı ve adapte olmak durumundaki tüketicinin,
hissettiği ihtiyacın yerine kendisine öğretilen Ģeyi koymaktan baĢka bir Ģey yapamadığından
bahsetmektedir. Ġnsanlar, nasıl ihtiyaç duyacaklarını öğrenme konusunda elveriĢli birer öğrenci haline
geldikleri, buna hazır oldukları bir kültürün varlığından söz etmektedir. Tüketim toplumunda,
tüketicilerin aktif olarak baĢtan çıkarılma peĢinde olduğunu ileri süren Bauman (1999:36)ise, günümüz
insanının değiĢiklik uğruna, çekici bir Ģeyden ötekine, bir ayartmadan diğerine koĢtuğunu
söylemektedir.
Ġhtiyaçlara sınır getirilememesi ve isteklerin tatmin edilememesi ile ifade edilen tüketim kültürü;
tüketicilerin çoğunun yararcı olmayan statü arama, ilgi uyandırma, yenilik arama Ģeklindeki
özelliklerle ilgi uyandıran ürün ve hizmetleri arzuladıkları ve bunları edinip sergiledikleri bir kültürün
adına karĢılık gelmektedir(Aktaran OdabaĢı, 1999:25). Tüketim kültünde tüketim hedonist bir özellik
gösterir. Bireyleri tüketime yönelten baĢkalarının gözündeki yeridir.
Özetle, tüketim toplumunda bireylerin kimlikleri tüketim tarzları ve seviyelerine göre
Ģekillenmektedir. Tüketim kültürü bir yaĢam biçimi haline getirilmiĢtir. Böylece tüketim kültüründe
bireylere sınırsız ve tatmin edilemez ihtiyaçlar sunularak, tüketiciler sürekli daha fazlasını istemeye ve
arzulamaya yönlendirilmektedir. Bu yolla yeniden üretimin yolu da açılmaktadır ve bu da kapitalist
sistemin varoluĢ amacıdır. Tüketilen ürün ve hizmetler, sosyal görüntünün yaĢam biçiminin ve sosyal
grupların oluĢmasında önemli bir role sahiptir.. Bocock (1997:13) insanların modern tüketim ideolojisi
ile ilgili sosyal ve kültürel uygulamalardan bir defa etkilendikten sonra, izledikleri filmlerde, yazılı
basında ve televizyonlarda sergilenen malları satın almayı, ekonomik güçleri yeterli olmasa bile o
mallara sahip olmayı arzu ettiklerini ileri sürer. Böylece tüketim yalnızca gereksinimlere değil,
sistemin var oluĢunun gerektirdiği ve gittikçe artan bir Ģekilde arzulara dayanan bir olgu haline
gelmektedir.
TÜKETĠM VE KĠMLĠK
Modern yaĢamda, kim olduğumuzu öğrenmeyi, tanımlamayı ve hatırlamayı sahip olduklarımızın
yardımı ile yapabilmekteyiz.Kimlik duygusu artık belirli bir ekonomik sınıfa ve sosyal statü grubuna
üye olmakla veya doğrudan etnik köken veya cinsiyet yoluyla insanlara kazandırılan bir Ģey olarak
düĢünülmemelidir. Gittikçe daha çok sayıda insan kendi kimliğini kendisi oluĢturmak durumunda
kalmaktadır. Bu etkin kimlik oluĢturma süreci içinde tüketim önemli bir rol oynamaktadır (Bocock,
2005:74). Tüketimin kimlik oluĢturmadaki rolü de bireyleri hem yararcı olmayan hem de daha
fazlasını istemeye koĢullandırmaktadır.
517
Tüketim hem kolektif ve hem de bireysel kimlik duygularının sembolik oluĢumunu içeren etkin bir
süreç haline dönüĢmüĢtür.Modern toplumlarda tüketim, ihtiyaçlarının karĢılanmasından daha çok
sosyal statü ve kimlikleri belirleyen bir etkinlik alanı olarak ifade edilmektedir. Bu anlamda tüketim;
―Ġnsanların kendi kimliklerini göstermesi, sosyal gruplara katılmayı gösterme, kaynakları biriktirme,
sosyal farkları gösterme, sosyal etkinliklere katılma ve bunlar gibi pek çok Ģeyi sağlayan bir dizi
uygulamayı kapsamaktadır‖. OdabaĢı'na(68) göre tüketici kendi sosyal rollerini tanımlarken,
iletiĢimde bulunurken ve sosyal rollere göre davranırken, birbirini tamamlayan ürünlerin sembolik
anlamlarından yararlanmaktadır. Bu yönüyle ürünlerin fonksiyonelliği değil, daha çok sembolik
yönünü öne çıkmaktadır.
Sembolik etkileĢimi savunan kuramcılar, benliğin toplumsal etkileĢim içinde oluĢum süreçlerini
incelerler; onlara göre, benlik önceden verili değildir, toplumsal aktörlerin birbirleriyle iliĢkilerinde
birbirlerine verdikleri tepkiler ve birbirlerini algılama biçimleri, etkileĢim ortamlarının kiĢiler
tarafından nasıl tanımlandığı ve bu toplumsal ortamlara atfedilen anlam ve simgeler, toplumsal
kimliklerin oluĢumunda etkilidir(DurakbaĢa, 2002:38-39).
Kabaca sembol kavramı; nesne ya da fikir gibi baĢka bir Ģeyin yerine geçen iĢaretler olarak
kullanılır. Daha baĢka bir deyiĢle, kapsamlı ve geniĢ iĢaretler olarak kabul edilebilir ve herhangi bir
Ģeyi temsil ettiği kadar bir iliĢkiyi de gösterir. ĠĢaretler ise, iletiĢimde kullanılan sözcükler, jestler,
resimler, ürünler ve logolardır (OdabaĢı,1999:59).Bu yönüyle tüketim semboliktir ve kendimiz
hakkında baĢkalarına mesajlar yollarız. Gittiğimiz alıĢ veriĢ merkezi, alıĢ veriĢ yaptığımız mağaza,
aldığımız ürünün üstündeki logo, ürünü koydukları poĢet, AVM'nin büyüklüğü karĢımızdakine mesaj
olarak verilmektedir. Bu tüketimin yararcı özelliğinden çok sembolik önemine iĢaret etmektedir.
Böylece ürünler ve aldığımız hizmetler kendi kimliğimizi oluĢturmanın ve yaratmanın bir yolu haline
gelmektedir.
ToplumsallaĢma sürecinde, tüketiciler bazı sembollerin anlamları üzerinde hem fikir olmayı
öğrenmenin yanında, kendileri de sembolik yorumlar geliĢtirirler. Tüketiciler bu anlamları kimliklerini
vurgulamak, sürdürmek ve yapılandırmak için kullanırlar. Tüketici, sosyal deneyim sürecinde
baĢkalarının tepkilerinden kendi benliğini algılamasını gerçekleĢtirir. BaĢkalarının tepkilerinden
etkilenerek oluĢan benlik aynı zamanda bu yolla zenginleĢmekte ve güçlenmektedir. Bu bireyin sosyal
onay almak için sembolik tüketime yönelmesinin baĢlıca nedenlerinden birisidir(OdabaĢı,1999:63-64).
Ürünler de birer sosyal semboldür ve dolayısıyla bireyin baĢkaları ile olan iletiĢimini sağlar. Bu
ürün sembollerinin kullanılması bireyin hem kendisiyle hem de baĢkalarıyla olan iliĢkilerinde bir
anlam taĢımakta, dolayısıyla bireyin benlik kavramını etkilemektedir. Bocock (2005:59-62) modern
tüketimciliğin, bir semboller dizisinin potansiyel tüketici için anlaĢılır hale gelmesine bağlı olduğunu
ileri sürmüĢtür. Sembolik anlamlar modern tüketiciyi, giysilerini, otomobillerini, disklerini, önceden
kaydedilmiĢ vido kasetlerini ve ev eĢyalarını satın alırken etkiler. Satın alınanlar yalnızca, basit,
doğrudan, faydacı bir kullanımı olan maddi bir nesne değil, bir anlam ileten, o sırada tüketicinin kim
olmayı amaçladığını sergilemek amacıyla kullanacağı nesnelerdir. Tüketim malları, insanların, kimlik
duygularını, tüketim kalıpları içindeki sembollerin kullanımı aracılığıyla oluĢturdukları bir yöntemin
parçalarını oluĢturmaktadır.
Genellikle üç tür benlikten söz edilir.Gerçek benlik "ben kimim " sorusunun cevabıdır ve tüketilen
ürünler ya da hizmetler burada cevabı oluĢturabilir. Ġdeal benlikte; " ne olmak istiyorum" sorusunun
cevabıdır ve kiĢilik özellikleri, sözel beceriler, tutumları ve sosyal algılamaları içerir. Sosyal benlik ise
"ne olarak bilinmek istiyorum" yani ötekilerin bildiği benliktir. Ürünün sembolik sosyal
sınıflandırması, tüketicinin kendisini doğrudan onunla iliĢkilendirmesini, kendi benlik kavramı ile
ürünün anlamının örtüĢmesini sağlamaktadır( OdabaĢı, 1999:59).
Sosyal kimlik, bireylerin kendilerini bir grubun üyesi olarak kategorilendirmesiyle iliĢkili
olduğundanbirey tüketim ürünleri aracılığıyla bir grubunun üyesi olabilmektedir. Sosyal kimlik,
insanlar arası etkileĢim içinde sergilenen bir rol olarak da algılanabilir. Goffmansosyal kimliği, kiĢiler
arası etkileĢimde bir kiĢinin sosyal kategorisini öne çıkararak ve bir sosyal statüye bağlı davranıĢlar
göstererek sunduğu görüntü/yüz olarak kavramlaĢtırır. Goffman‘a göre kiĢinin diğerleriyle iliĢkisinde
ortaya koyduğu rol, onlar tarafından bir imaj olarak algılanır( Aktaran Bilgin,2007:13). Birey için bu
tür bir imaja sahip olmak ve hatta onu devam ettirmek çok önemlidir. Bu nedenle, tüketim sonsuz bir
518
aĢk hikâyesine dönüĢebilir. AlıĢ veriĢ merkezlerinin iĢlevi de bu aĢkın bir ömür boyu sürmesi için
uğraĢmaktadır.
Sonuç olarak söylemek gerekirse tüketim ile "kim olarak algılanmak istediğimiz" arasında
doğrudan bir bağlantı bulunmaktadır. Basit mal ve hizmetlerin değil, gösterge ve sembollerin
tüketildiği bir toplumda insanlar kimlik duygularını satın aldıkları Ģeyler aracılığıyla
oluĢturmaktadırlar Tüketim yapma beklentisi içinde olmak, tüketim eyleminin kendisinden daha
eğlenceli bir duygu haline gelmiĢtir. Ġnsanlar kendi kimliklerini yaratmalarına yardımcı olacağını
düĢündükleri malları tüketerek, olmayı arzu ettikleri varlık gibi olmaya ve kendileriyle ilgili bu imajı,
bu kimliği sürdürmeye çalıĢmaktadırlar (Bocock, 2005:74).
TÜKETĠM VE BOġ ZAMAN
BoĢ zaman ile tüketim arasındaki iliĢkiyi konu edinen tartıĢmalar iki noktada ele alınmaktadır.
Bunlardan birisine göre "boĢ zamanın" 20.yüzyılın baĢından beri artmakta olduğu, diğeri ise, boĢ
zamanların tüketim endüstrisi tarafından istila edilerek metalaĢtırıldığı gerçeğidir. Bu bölümdeki
tartıĢmalar bu iki noktada ilerleyecektir.
Altı temel toplumsal kurumdan birisi olan "boĢ zaman" kurumu insanların dinlenme ve eğlenme
ihtiyaçlarını karĢılamaktadır. Bu kurumun temel iĢlevi; hem bireyin çalıĢarak harcadığı enerjinin
yerine konulmasına hem de bireyin gündelik hayatının tek düzeliğinden çıkmasına katkıda
bulunmaktadır.ÇalıĢmadan farklı veya çalıĢmanın karĢıtı olan boĢ zaman, boĢluk ve etkinlik olan
sosyal zamanın türleri olarak adlandırılır. BoĢ zaman, dıĢ amaçlardan ziyade, iç zevklerin, kendi isteği
için yapılan aktivitelerin toplamı olarak düĢünülür. BoĢ zaman bu yönüyle, eğlenceli, serbest ve özel
tercihtir. BoĢ zaman ―seçme/tercih‖, ―kaçıĢ‖, ―spontanelik‖ ve ―özgürlük‖ anlamlarıyla yakından
iliĢkilidir. Günümüz endüstriyel kapitalist toplumlarında boĢ zaman, görece birey kontrolünden
çıkmıĢ, adeta "ihtiyaçmıĢ" ve zorunluymuĢ gibi katıldığımız bir etkinlik alanı haline gelmiĢtir.Hatta bu
ihtiyacın alıĢ veriĢ merkezlerine gitme orada gezinme, vakit geçirme, eğlenme, alıĢ veriĢ yapma vb.
nerdeyse insanlara dayatılan bir özellik haline gelmiĢtir. Günümüz toplumlarında alıĢ veriĢ
merkezlerine gitmek en önemli boĢ zaman aktivitelerinden birisine dönüĢmüĢtür.
ÇalıĢma/boĢ zaman dikotomisi sosyolojik düĢüncede oldukça farklı görüĢleri barındıran bir alan
olarak görülmektedir. GörüĢlerden birincisi modern toplumda iki farklı yaĢam alanın oluĢtuğu ve
bunların birbirine zıt değerlere sahip olduğu tartıĢmalarıdır. Bu görüĢlere göre çalıĢma ve boĢ zamanın
kendilerine özgü değerleri, etik, kural, davranıĢ kalıbı ve yaĢam biçimi bulunmaktadır. ÇalıĢma
yaĢamının; kuralcı/baskıcı/zorunluluğuna karĢılıkboĢ zaman; özel, bireysel ve serbestlik ile ifade
edilir. Yani boĢ zamanda; zevk, eğlence ve keyfilik vardır. ÇalıĢma ve boĢ zamanın zıt değerlere sahip
olması oldukça sorunlu bir alan olarak görülmektedir. Örneğin Bell, çalıĢma /boĢ zaman etiğinin
birbirinden farklı olmasının çalıĢma etiğinin disiplinli, boyun eğen, uymacı kiĢiliğine karĢın, boĢ
zaman etiğinin; hedonist, aĢırı lakayt, ilkesiz ve tüketici bir kimliğe karĢılık geldiğini ileri sürmüĢtür.
BoĢ zaman eleĢtirel teori tarafından, geri dönüĢümün, iĢ gücünün gerçek eğlencesinin ve iyileĢmesinin
bir zamanı olarak görülmektedir. Sosyolojik tartıĢmalar arasında, insanların daha fazla serbest zamana
sahip olmak ve serbest zaman uğraĢlarını tüketmek için çalıĢtıkları ve yaĢamın temel amacının boĢ
zamanın geniĢletilmesine yönelik olduğunu tartıĢmaları da bulunmaktadır.
BoĢ zamanın geniĢletilmesi ise, boĢ zamanın iktisadi ve politik iktidar aygıtlarının denetimine
girerek, doğal anlamının ötesinde, farklı, ekstrem anlamlar, ideolojik ve politik yeni boyutlar
kazanmasına neden olmuĢtur. BoĢ zamanın içerimindeki farklılaĢmanın/boĢalmanın temelinde ise,
kapitalist sistemin kontrolüne girmiĢ olmasının büyük rolü bulunduğuna dair çoğu sosyal bilimci
arasında tam bir uzlaĢıdan bahsedilebilmektedir.(Aytaç, 2004:117).
ModernleĢme öncesinde aile, çalıĢma, boĢ zaman, üretim ve yeniden üretim birleĢik bir özellik
gösterirken, endüstriyel kapitalizm ile birlikte çalıĢma ve boĢ zaman uzamsal ve zamansal olarak
birbirinden ayrılmıĢtır.Kapitalizm bu süreçte, bir yandan çalıĢmayı yeniden üretmek bir yandan da
anamalcı üretim sürecine dinamizm katmak için boĢ vakti artırma ve bu alanı kendi bağlamı içinde
kârlı kılmaya çalıĢmaktadır. Sonuçta, boĢ vakit alanları, büyük endüstrilerin, holdinglerin, Ģirketlerin
faaliyet gösterdiği dev birekonomi/endüstri haline gelmiĢtir. Bu endüstri, gösteriĢe dayalı tüketimin de
içlerinde bulunduğu, gösteri sanatları, televizyon, oyun, sinema, tiyatro, müzikhol, stadyum, yüzme
519
havuzları, para makineleri, jimnastik salonları, sirk, lunapark, lotarya, kitle konserleri, faĢing ve
karnavallar, kitle turizmi kapsamına almıĢtır. Bu endüstri, ayrıca, seyahat acenteleri, otel ve moteller,
kamp malzemeleri, deniz ve dağ sporları için gerekli malzemenin üretilmesi ve pazarlanmasına kadar
yayılan oldukça geniĢ bir pazarı kapsar. BoĢ zamanın artması, bu alanda pazar payını artırmak isteyen
sektörlerde kıyasıya bir rekabete yol açmıĢtır. BoĢ zaman endüstrileri, bu çerçevede, kapitalist
ekonominin en kârlı ve dinamik alanını oluĢturur(Aytaç,2004:118).
BoĢ zaman alanının kapitalist sistemin bir aracı haline gelmesini "boĢ zamanın metalaĢtırılması"
olarak kavramsallaĢtıran Slater (2012:541) boĢ zamanın tüketim ideolojisi tarafından istila edildiğini,
kapitalizm için bir piyasa görevi gördüğü vurgulamaktadır. Ona göre, boĢ zamanın, yoğun bir Ģekilde
nesneleĢtirilmesi ve bu yüzden daha çok eĢya satmak için ihtiyaçların doyurulması söz konusudur. BoĢ
zaman, farklı kimlik kazanabilen bireyler yoluyla, tüketimin bir formu ve estetik olarak geliĢmiĢtir.
BoĢ zaman aynı zamanda, insanların hayatlarının büyük bölümünde yer alarak, gittikçe artan bir
yönetim gerektiren sosyal yaĢamanın bir parçası haline gelmektedir(Slater, 2012:544).
Kapitalist sistem ile boĢ zaman arasındaki iliĢkiye vurgu yapan Aytaç; (2004:118) değerler,
ideolojiler, yaĢam trendleri, imaj ve göstergelerin kapitalist kullanıma hizmet eden araçlar olduğunu
iddia etmiĢtir.BoĢ zamanın bu yönüyle; ―kendiliğin‖, ―özgürlüğün‖, ―istemli tercihlerin‖, ―doğallığın‖,
―düĢünsel derinliğin‖, ―toplumsal iyiye/erdemliliğe ulaĢmanın‖ zamanı olmaktan çok, kapitalizmin
kutsadığı ve onadığı yaĢam ereklerine ulaĢmanın (―tüketimcilik‖, ―yapay heyecanlar‖, ―kıĢkırtılmıĢ
arzu/istekler‖, ―rekabetçilik‖, ―gösteriĢçi edimler‖, ―statü parlatma‖ vs.) bir aracı haline gelmiĢtir.
Kapitalizm varoluĢsal amacı kâr ve boĢ zamanda tüm iliĢki ve etkileĢim kalıpları da metasal, ticari
bir iĢlem görmektedir. Kapitalizm varlığını garantiye almak için sürekli yeni değer ve ideolojiler
üretmektedir. Bu kendisinin ürettiği değer ve ideolojileri (―hırsı‖, ―arzuyu‖, ―hazzı‖, ―hedonizmi‖,
―prestiji‖, ―seçkinliği‖, ―gözde olmayı‖, ―zindelik‖, ―sağlık‖ ve―güzelliği‖) sürekli kutsayarak kitleyi,
tüketime, rekabete, sınıf atlama, statü parlatma vb. çabalara yöneltmektedir.Spor, fitness/zindelik,
güzellik, incelme vb. idoller, gerçekte bireyin yarıĢmacı bir sürece kendisini kaptırması, bu alandaki
sektörlere iĢlerlik kazandırması ile sonuçlanmaktadır. Sistem ―iletiĢim araçları‖, ―moda‖, ―kamuoyu‖,
―reklamcılık‖, ―propaganda‖ vs. etkili Ģekilde kullanarak, kitlenin zaaf ve zayıf yönleri üzerinden etkili
bir bağımlılaĢtırmaya gitmektedir.Kapitalizm kitlenin boĢ vakit ayrıcalığı üzerinde denetleyici ve
yönlendirici etkisine bir örnek olarak Ankamall alıĢ veriĢ merkezinin "Seni sen yapan ne varsa hepsi
burada" diyerek bireyin kimliğinin oluĢturmasında tüketim baĢat rolü vurgulanmaktadır. BoĢ zamanın,
―münzevi‖, ―tüketici‖, ―edilgin‖, ―uyumcu‖, ―pasifist‖ vb. kullanımının teĢvik edilmesi, bu süreçte
devreye sokulan etkinlik ve enstrümanların genelde kitleyi ―katılımdan‖, ―aktiflikten‖, ―dinamizm‖ ve
―eleĢtirel tavırdan‖ uzaklaĢtırdığı göz önüne alındığında, hegomonik sistem tarafından öne sürülen
ideolojik ve pratik aparatlar ın önemli fonksiyonlar gördüğü sonucuna varmak
mümkündür(Aytaç,2004:121).
Tüketim ve boĢ zaman arasındaki yakın iliĢki diğer dikkat edilmesi gereken konulardan birisidir.
BoĢ zamanın tümüyle tüketim haline geldiğinin, en önemli göstergelerinden birisi insanların sınırsız
harcamalar yaparak, boĢ zamanlarını alıĢ veriĢ merkezlerinde dolaĢarak geçirdikleri, vitrinlerin
albenisine tutulduğu bir dünya da yaĢadığımız gerçeğidir. Yukarıda anlatmaya çalıĢıldığı gibi boĢ
zaman bir meta haline getirilmiĢtir ve pazardan daha fazla pay almak için kıyasıya bir rekabet vardır.
Sonuç olarak kapitalizmin yeniden üretimi için her yol mubahtır. Mal ve hizmetler için "ihtiyaç‖
yaratılmakta ve sonra bu ihtiyacın nasıl karĢılanacağı anlatılmaktadır.
BoĢ zamanlarını alıĢ veriĢ merkezinde değerlendiren bireyler ayakkabı tamirinden, terziye,
çiçekçiden pet shop'a, eczaneden, spor merkezine, bowling salonundan buz pistine mal ve hizmet
zenginliği,bireyin satın alma davranıĢını kolaylaĢtırırken aynı zamanda eğlence de sunmaktadır.
Burada bireyler bir taraftan iĢ hayatının stresinden, modern kent hayatının monotonluğundan, gündelik
iĢlerin karmaĢıklığından çıkarak ve yalnızlıktan kurtularak ―boĢ zaman"ını değerlendirebilmektedir.
Bu durumda ―serbest zaman‖ın tüketimle bağlantılanmasına yani kurumsallaĢmasına katkıda
bulunmaktadırlar.
520
TÜKETĠMĠN AVM'SĠ
Bocock (2005:27) tüketim eylemini büyük Ģehirlerde yaĢayan insanların bir nevi Ģehirle baĢ etme
yöntemi olarak görmek gerektiğini ileri sürer. Ona göre, usanmıĢlık tutumunun gerçek mekânının
kentler olmasının nedeni de buradan gelmektedir.
DüĢünürler, alıĢveriĢ deneyiminin, hem rasyonel (akılcı, planlı satın almayı içeren) hem de
hedonist (haz kaynağı olan ve mutluluk sağlayan) özellikler gösterdiğini ileri sürerler. Satın alma
eyleminin hızlı, basit, eğlendirici olması onu boĢ zaman etkinliğine dönüĢtürmektedir. Ġdeal alıĢveriĢ
kaygısızca yapılandır ve alıĢveriĢ merkezleri bunun için olağanüstü çaba göstermektedir.
Tüketim araçları olarak adlandırılan alıĢveriĢ merkezlerinin tüketimdeki itici rolüne vurgu
yapılmıĢ, buraların bireyleri tüketime yönelttiği hatta zorladığını iddia edilmiĢtir (Ritzer,
2000:14).Diğer yandankentsel alıĢ veriĢte gittikçe baĢat hale gelen, büyük mağazaların ortaya
koydukları teĢhirlerde, hayallerde ve egzotik mahallenin simülasyonlar ve Ģatafatlı gösterilerinde
karnavalesk geleneği unsurlarını teĢvik eden düzenli bir baĢı boĢluk hüküm sürdüğü iddia
edilmiĢtir(Featherstone,2005:52). Kimlik inĢa etmek, kim olduğunuzu bilmek için kim olmadığınızı
bilmeye ihtiyaç duyarsınız ve dıĢlanan ya da belli sınırlarla kısıtlanan malzemeler bir büyülenme ve
cazibe sergilemeye ve arzuları kamçılamaya devam edebilir. "Düzenli baĢıboĢluk" ortamlarının
(karnaval, panayırlar, müzik salonları, gösteriler, sayfiye yerleri ve günümüzde konulu parklar, büyük
mağazalar, turizm) cazibesi buradan kaynaklanır(Featherstone,2005:139).
Kowinski'ye göre ise, insanlar alıĢ veriĢ merkezlerine" tüketim dinlerini" yerine getirmek için
gitmektedirler. AlıĢ veriĢ merkezlerinin geleneksel uygarlıkların din merkezleriyle ortak yanları
bulunduğu ileri sürülmektedir. AlıĢ veriĢ merkezleri, festivallere katılma ve doğayla iliĢki kurma
ihtiyacını karĢılar. Aynı zamanda eğlenmeleri için insanlara sayısız fırsat sunmaktadır. Büyülü olduğu
kadar da akılcılaĢtırılmıĢlardır. Gitgide daha fazla tüketiciyi kendilerine çektikçe, büyüleyicilikleri de
taleple birlikte yeniden üretilmiĢ olur (Ritzer,1999:26-27).
Eğlence, estetik, imaj ve aidiyet gibi unsurlar satın almanın etkili unsuru haline gelirken, alıĢ veriĢ
ile eğlence arasındaki sınırlar muğlâklaĢmakta, hiçbir Ģey satın almadan, vitrinleri seyrederek,
gezinerek, baĢka bir ifadeyle seyirlik tüketim yolu ile alıĢveriĢ bir boĢ zaman deneyimi haline
getirilmektedir. Kapitalist sistemin yeni tüketim araçları olarak AVM'ler modern bireye, gezmek,
dolaĢmak, alıĢveriĢ yapmak ve eğlenmek gibi ihtiyaçlarına paket programlar üretmektedir. Kısacası,
alıĢveriĢ merkezleri içerisinde tüketici, hem rasyonel içerikli alıĢveriĢ yapmakta, hem eğlenmekte, hem
de farklı bir deneyimleri aynı andayaĢayarak sosyalleĢebilmektedir.
Günümüz dünyasında, alıĢ veriĢ merkezleri tüketim mabetleri biçiminde topluma sunulup,
buralardan alıĢveriĢ yapma, tüketme eylemlerinin de bir tören olgusu çerçevesinde gerçekleĢtirilmesi
önerilip beklenmektedir. Hem akılcı hemde hedonist özellikleri bünyesinde barındıran alıĢ veriĢ
merkezlerinin olumlu yönleri ve tüketiciler için alıĢ veriĢ merkezlerini çekici kılan özellikler Ģöyle
özetlenebilmektedir.
AlıĢ veriĢ merkezlerinin yığınları çekebilmesi ve tüketilebilmeleri için, fantastik, sihirli,
büyüleyici ( rüya imgelerinin kaynağı) düzenlemeler sunarlar.Mağazalar müĢterileri büyülemeyi ve
cezbetmeyi hedefler. Bu ortamlarda tüketiciler ya mal alarak ya da bu mallara sahip olmanın nasıl bir
Ģey olduğunu hayal ederek bir çok fantazisini yaĢayabilir(Ritzer,1999:98).
Hedonisttir, sonu olmayan arzular giderilmeye çalıĢılır. AVM'ler bir yandan arzu yaratırken,
bir yandan da bu arzuları ihtiyaçlara dönüĢtürmekte, tüketim heyecanının her daim canlı tutulmasına
katkı sunmaktadır.
AlıĢ veriĢ merkezlerinde insanları merkezin içinde tutmak için çıkıĢ sayısı çoğunlukla
kasten sınırlı tutulur; asansörler koridorların sonuna konularak müĢterilerin tüm koridoru kat etmeye
zorlanır, küçük havuz ve sıralar alıĢveriĢçileri dükkanlara çekecek Ģekilde dikkatle yerleĢtirilir(Aktaran
Ritzer,1999:63).
521
AlıĢ veriĢ merkezleri, iĢleyiĢinin her aĢamasını denetleyen çeĢitli ileri teknolojilerle
denetlenmektedir. Sıcaklık, ıĢıklandırma, gösteriler ve mallar üzerinde sıkı bir denetim uygulanır. AlıĢ
veriĢ merkezlerinin bir örnekliği her yerde olabilecekleri anlamına gelir; çoğunlukla hiç saat
bulunmaz, bakım ve düzenli model yenileme alıĢ veriĢ merkezlerinin yaĢlanmıyormuĢ gibi
görünmelerini sağlar. AlıĢ veriĢ merkezlerinde genel olarak gerçek olmayan bir kusursuzluk
vardır.Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan AVM'lerde dolanmak, birçok mağaza ve ürünle
karĢılaĢılmasına zemin hazırlarken, daha fazla mal ve hizmet görmesi de daha çok satın almasına yol
açar(Ritzer,1999:119).
Ürünler ve bunun yanında hizmetler, bir "gösterge bütünlüğü" oluĢtursun diye bilinçli
olarak biraya getirilmektedir. Birikimin ve bolluğun sentezi olarak değerlendirilmektedir.Bu ürün
bolluğunda, yüzlerce mağaza ve binlerce ürün arasından birisinin mutlaka sizi baĢtan çıkarması
beklenilmektedir.
AlıĢ veriĢ merkezlerinde, eğlence, dinlence, sosyalleĢme süreçlerinden her biri birlikte
yaĢanmaktadır.
AlıĢveriĢ merkezlerinin büyülü ortamının, fiziksel koĢulları, tüketiciler için kolaylık
sağlamaktadır.KıĢın soğuğunda size sıcacık bir büyülü dünya sunarken, yazın kavurucu sıcağında sizi
ılık bir iklime taĢıyabilmektedir.
AlıĢveriĢ, gündelik yaĢamın rutinlerinden kaçıĢ imkânı sunmaktadır ve bu da eğlencenin bir
türünü temsil etmektedir.
Kendini yalnız hisseden bireylerin sosyal iletiĢim kurmasına olanak sağlamaktadır.
Akılcıdırlar. Çünkü yüzlerce mağazanın bulunması fiyat kıyaslaması yapılmasına olanak
sağlar.
Tüketicilere moda, yeni trendler, semboller yanı sıra, promosyonlar, indirimler,
kampanyalar vb. hakkında bilgi sunmaktadırlar.
AlıĢveriĢ merkezleri bireylere kent ortamında gezinme ihtiyacını karĢılamaktadır. AVM'ler
sanki bir kentin sokaklarında yürüyormuĢ hissi vererek gezinti yapmaları için çok daha güvenli, bir
ortam sunmaktadır. Yorulanlar için dinlenme köĢeleri, yapay ağaçlar, iklim, ses ve ısısı ile oldukça
konforludurlar.
SosyalleĢme mekânlarıdır. Ortak ilgiler, insanlar arasındaki iletiĢim ve iliĢkiyi oluĢturmada
çok büyük bir bağdır.Birçok hobi merkezi, bota binme, koleksiyon yapma, ev dekorasyonu gibi ürün
ve hizmetler etrafında kümelenmektedir.
Gençler, akran grupları ve ailenin buluĢma alanı olması açısından alıĢ veriĢ merkezleri
dayanıĢma alanlarıdır (Zorlu,2008:140). Örneğin, müzik marketler, gençlerin uğrak alanlarıdır.
Böylesi mağazalar, akran gruplarının toplandıkları ortak buluĢma alanlarıdır.
AlıĢ veriĢ merkezlerinin baĢta food court alanı olmak üzere kafeler buluĢma ve sohbet
alanlarıdır(Zorlu, 2008:138). Tüketiciler bu diz üstü bilgisayarlarında internette sörf yaparken yemek
katının rahat ortamında saatler geçirebilmektedirler.
Kısaca, AVM'lere gitmek bir boĢ zaman uğraĢısı olarak tüketimi daha da artırmaktadır. Belirli bir
ürünü almak üzere gitmeyen bireyler daha fazla ürün almaya yönelebilmektedirler.AlıĢveriĢe gitme,
belirsiz, savurgan, sözel olarak gezinmeye yönelik bir eylemdir. Sonu açıktır, kesin bir yer ya da
plandan yoksundur. Sadece bakınmayı ve hiçbir Ģey satın almamayı içerebilir. AlıĢveriĢe gitmek, haz
vericidir ve ölçüsüzdür: çok fazla zaman ya da para harcamayı gerektirebilir.AlıĢveriĢ yapmak ise, bir
522
mecburiyeti ya da rutini çağrıĢtırmaktadır. Burada alıĢveriĢ, hem planlı ve hem de sınırlı bir eyleme
gönderme yapmaktadır:tanımlanmıĢ bir nesne söz konusudur, sapma yoktur ya da fazladan bir Ģey
satın alma söz konusu değildir. AlıĢveriĢe gitmek modaya, kıyafetlere, boĢ zamana iĢaret ederken,
alıĢveriĢ yapmak ise, yiyecek alıĢveriĢine ve daha ziyade bir görevin parçasına gönderme yapmaktadır.
TÜKETĠM VE YABANCILAġMA
Kapitalizm temelde, bir birey ile üretim süreci, bu sürecin ürünleri ve diğer insanlar arasına
bariyerler koyan bir yapıdır; sonuçta o bireyin kendisini parçalara ayırmaktadır. YabancılaĢma insanlar
ve ürettikleri arasındaki doğal bağlantının çöküĢünü tanımlamaktadır. Kapitalizmin, az sayıda
kapitalistin üretim sürecine, ürünlere ve kendileri için çalıĢanların emek süresine sahip oldukları iki
sınıflı bir sisteme dönüĢmesi nedeniyle yabancılaĢma meydana gelir. Marx'ın yabancılaĢma
kavramının tanımlayıcı öğeleri; nesneleĢme, uzaklaĢma ve türüne yabancılaĢma (yaratıcı etkinliğin
kaybı)dır(Ritzer,2012:29).
1840'da Marx ondan bahsetmeye baĢladığından beri yabancılaĢmanın azalmak bir yana daha da
derinleĢtiği söylenmektedir. Bu derinleĢmenin sebebi yabancılaĢmanın 1950'lerden beri tüketim ve
tüketimcilik alanına yayılmıĢ olmasıdır(Bocock, 1999:58).
Tüketilen mallar ve deneyimler önceden paketlenmiĢ, düzenlenmiĢ, yaratılmıĢ ve tüketicide
istenen tepkiyi uyandırmak üzere kodlanmıĢtır. Bu Bocock'a göre yabancılaĢma olgusunun yeni bir
boyutudur. Tüketiciler durmaksızın artan paketlenmiĢ deneyimler yüzünden birçok etkinlik sırasında
bir yaratıcılık ve özerklik duygusu yaĢamaktan uzak kalmaktadırlar. Marx için yabancılaĢmamıĢ
etkinliğin tanımlayıcı özelliği insan yaratıcılığı idi. Günümüzde televizyon seyretme, alıĢ veriĢ
merkezine gitme önemli bir boĢ zaman değerlendirme aracıdır. Aktif yaratıcılığın bir çok insanın boĢ
zaman uğraĢlarının dıĢında bırakılması, yabancılaĢmanın artmasına iĢ yerlerinde olduğu kadar tüketim
alanında da derinleĢmesine yol açmıĢtır(Bocock, 1999:59).
Ritzer (1999:137) Marx'ın yabancılaĢmıĢ üretimine, kitlelere dayatılan bir zorunluluk olarak
yabancılaĢmıĢ tüketimi de eklemek gerektiğini söyler.Tüketim dıĢarıdan dayatılır ve insanlar tüketim
sürecinde ya da tüketim aracılığıyla elde ettikleri mal ve hizmetlerde kendilerini ifade edemezler.
"Metanın kendi oluĢturduğu bir dünyada kendini sergilediğini gösteri toplumunun ortaya çıkıĢını
gördüğünü söyler ve insanlar seyirciler olarak bu çağdaĢ gösterilerin bir parçası değildir; tam tersine
onlara yabancılaĢmıĢlardır.Ġnsanlar bu gösterileri seyreder, çünkü onlar için hazırlanmıĢtır, insanlar bu
gösterilerin bütünsel bir parçası değildir.
SONUÇ
Tüketim toplumsal hayatın her döneminde etkinliğini sürdürmesine karĢın, günümüz
toplumlarında daha temel bir rol üstlenmiĢtir. Tüketim olgusunun bu kadar baĢat bir rol üstlenmesinin
temelinde ise bireylerin kimliklerini tüketim aracılığıyla oluĢturması, kim olarak algılanmak istiyorsa
ona göre tüketmeleri bulunmaktadır. Günümüz toplumlarında, en önemli boĢ zaman etkinliği alıĢ veriĢ
merkezlerine gitmek olunca, bu boĢ zaman metalaĢtırılması sonucunu doğurmuĢtur.BoĢ zaman, farklı
kimlik kazanabilen bireyler yoluyla, tüketimin bir formu ve estetik olarak geliĢmiĢtir. Ġnsanların büyük
çoğunluğu; eğlence, alıĢveriĢ, vitrin bakma, gezinti, vakit öldürme, arkadaĢlarla buluĢma vb.
nedenlerle boĢ zamanlarını alıĢveriĢ merkezlerine giderek değerlendirmektedirler. Bu nedenle, alıĢ
veriĢ merkezleri tüketimciliğin yayılmasına katkıda bulunan tüketim araçları haline gelmiĢlerdir.
Doyumsuz arzuların ve tutkuların kaynağı AVM'lerdir.Buralarda, tüketim heyecanı her daim canlı
tutulmaya çalıĢılmaktadır. AlıĢ veriĢ merkezlerinin akılcı ve hedonist özellikleri, yani eğlence ile
tüketimi birleĢtirmesi, tüketiciler için hazırladığı paket programlar hem tüketimi hem de aktif
yaratıcılığı çok ettiği için yabancılaĢma olgusunu artırmaktadır. Ankamall alıĢ veriĢ merkezinin "seni
sen yapan ne varsa hepsi burada" örneğinde olduğu gibi bireyler sloganlarla alıĢ veriĢ merkezlerine
çekilmekte, kimliklerini tüketim ürünleri aracılığıyla kurmaları beklenilmektedir. Bizi biz yapan
özellikleri AVM'lerde aramamız ise, gerçekte kimlik ararken, kimliksiz kalmamıza ve
yabancılaĢmamıza neden olmaktadır.
523
KAYNAKÇA
Aytaç, Ö.(2004).‗‘Kapitalizm ve hegemonya iliĢkileri bağlamında boĢ zaman‘‘. C.Ü sosyal Bilimler
Dergisi Aralık 2004,28,2S.115-138).
Baudrillard, J. (2004).Tüketim toplumu. Ġstanbul: Ayrıntı.
Bauman, Z.(1999).Küreselleşme. A. Yılmaz(Çev.). Ġstanbul: Ayrıntı.
Bilgin,N. (2007). Kimlik inşası. Ġzmir: AĢina.
Bocock, R.(2005).Tüketim.Ġrem Kutluk (Çev.). Ankara: Dost.
DurakbaĢa, A. (2002). "Sosyolojide temel kavramlar", Editör: Ġhsan Sezal, Sosyolojiye GiriĢ, Martı
Yayınları, Ankara.
Featherstone, M. (2005).Postmodernizm ve tüketim kültürü. Mehmet Küçük(Çev.).Ġstanbul:Ayrıntı.
Giddens, A. (2010).Modernite ve bireysel-kimlik. Ümit Tatlıcan(Çev.).Ankara:Say.
Marcuse, H. (1997). Tek boyutlu insan. A. Yardımlı(Çev.). Ġstanbul: Ġdea.
OdabaĢı, Y. (1999). Tüketim kültürü, yetinen toplumun tüketen topluma dönüşümü. Ġstanbul: Sistem.
Ritzer, G. (2000). Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek. ġen Süer Kaya (Çev.).Ġstanbul: Ayrıntı.
Ritzer, G. (2012).Modern Sosyoloji Kuramları. Himmet Hülür )Çev.).,Ankara: De ki.
Simmel, G.(1996). ‗‘Metropol ve Zihinsel YaĢam‘‘.Kent ve Kültürü Sayısı, Çev., Öcal Düzgören,
Cogito, Yıl: 1996, Sayı:8, 81-90.
Slater, D.(2012). Çalışma/Boş zaman. Temel Sosyolojik Dikotomiler. EditörChris Jenks, Çeviri editörü
Ġhsan Çapcıoğlu, Çeviren: Ġlkay ġahin, Ankara: BirleĢik.
Zorlu, A. (2008).Alışveriş Merkezlerini Anlamak. Ankara:Glocal Yayınları.
524
TÜKETĠM VE META FETĠġĠZMĠNĠN TELEVĠZYON ARACILIĞIYLA
ġEKĠLLENDĠRĠLMESĠ: PĠġĠRME ġOVLARI
Emel GÜLER YILMAZ1
ÖZET
Son yıllarda gıda hakkındaki medya söylemlerinin çoğaldığını görüyoruz. Neredeyse tüm dergiler,
gazeteler yemek hakkında ve yemek tarifleri konusunda makaleler ve yazılar sunuyorlar. Buna paralel
olarak yemek kitapları da çoğaldı. Televizyon kanallarının hemen hepsinde yemek programları
mevcut. Medya izleyicinin zihninde, yemek programları aracılığıyla ―tüketim fantezi‖lerini içeren bir
dünya inĢa ediyor. Bu programların izleyicileri yenidünyayı keĢfediyor ve bilinmedik tatların farkına
varıyor.Ġzleyiciyle kurulan bağ sonucunda hayali fanteziler üretilerek,tüketim yoluyla zevk ve
memnuniyet vaat ediliyor. Reklam verenler, yemek programlarına ürün yerleĢtirme tekniğiyle, marka
kimlikleri oluĢturuyorlar. Ġzleyiciye fantastik dünyalar sunularak, arzuları kavramsallaĢtırılıyor. Satın
almaya teĢvik yoluyla toplumun ciddi gıda sorunları göz ardı ediliyor. Güzel bir mutfak için gerekli
malların satın alınması üzerine kurgulanan programlarda,malların kullanımı yoluyla tüketim
kültürünün sürekliliği sağlanıyor. Bir yemeğin içine katılan hammaddelerin, heyecan verici dönüĢümü
sırasında, toplumsal cinsiyet kalıpları yıkılıyor.
Bu çalıĢma ―kullanımlar ve doyumlar‖ kuramı bağlamında, TV de yayınlanan yemek
programlarını incelemektedir. AraĢtırma kapsamında, TV‘de yayınlanan yemek programları, içerik
analiziyöntemi ile incelenecektir. ÇalıĢmada iletiĢim ortamı olarak, sembolik bir inĢa ürünü olan
piĢirme Ģovları; deĢifre edilecek, kodçözümü yapılacak, yorum ve çıkarsamalarda bulunulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Tüketim, Meta Fetişizmi, Kullanımlar ve Doyumlar Teorisi, Yemek
Programları
ABSTRACT
In recent years, we have withnessed proliferation of media discourses on food. Nearly every
periodical, newspaper present articles and news about meals and recipes. Paralel to this, number of
cooking books increased. Also, there are cooking programmes nearly in each television channel.
Media construct a world of ―consumption fantasy‖ in the audience‘s mind via the cooking
programmes. Audiences of these programmes explore this new world and discover the unknown
tastes. As a result of the connection established with audience, imagined fantasies are produced and
pleasure and satisfaction are promised by consumption. Advertisers create brand identities with their
product placement in these cooking programmes. By presenting a fantastic world to audience, their
desires are conceptualized. By encouraging consumption, important societal problems regarding food
are ignored. These programmes are based on purchasing necessary products for a beautiful kitchen.
By this way, contunity of consumption established. Also the gender streotype demolished in the
exciting transformation process of inputs into meal.
This study explores cooking porgrammes in TV with the ―Uses and Gratifications‖ Theory. Within
the context of this study cooking programmes in the TVs will be analysed by content analysis. In this
study, cooking shows as a symbolic constructed product will be decoded and comments and
conclusion will be presented.
Keywords: Consumption, Meta Fetishism, Uses and Gratifications Theory, Cooking Shows.
GĠRĠġ
Sermayenin hâkim rol oynadığı, emek dâhil, eĢya ve hizmet tüketiminin büyük piyasalarda
örgütlendiği ve Ģekillendirildiği ekonomik ve sosyal yapıya―kapitalizm‖ diyoruz (Edgar ve Sedgwick,
1
Yrd.Doç.Dr.,Marmara Üniversitesi, ĠletiĢim Fakültesi, Halkla ĠliĢkiler Bölümü,
[email protected]
525
2007:58).Tüketimin egemen olduğu bu yapıda temel amaç ―insanların daha fazlasını istemelerinin‖
sağlanmasıdır. Bu amaç çerçevesinde, ihtiyaçların yaratılması için de, talep yaratma ve yönlendirme
stratejilerine baĢvurulur. Bu stratejilerin yaratılmasında çeĢitli iletiĢim çalıĢmaları –reklam, halkla
iliĢkiler, tanıtım, sponsorluk, pazarlama vs.- etkili olurken, iĢlemesinde ve yayılmasında baĢta
televizyon ve gazeteler olmak üzere kitle iletiĢim araçları büyük rol oynar (Yanıklar, 2010:29).
Konuya eleĢtirel yaklaĢan düĢünürler, kitle medyasının büyük sermayenin tüketim stratejileri
doğrultusunda oluĢturdukları ―yapay ihtiyaçları‖ ve ―burjuva değerlerini‖ yaydıklarını ve hatta bunları
daha güçsüz ve az geliĢmiĢ ülkelere aĢıladıklarını söylerler. Böylece bu insanların sömürülmeleri
kolaylaĢır, toplumsal bağlar çözülür, kendi toplumlarında gerçekte neler olduğuyla ilgili
bilinçlenmeleri de engellenmiĢ olur. Ortaya çıkan bu yapıyı da Marksist düĢünürler, ―Kültürel
EmperyalizmKuramı‖ ya da diğer bir deyiĢle ―Coca-KolonizasyonKuramı”ile ele alırlar ve bunun
yaratıcısının da Amerika olduğunu savunurlar. Bu yapay ihtiyaçlar ve burjuva değerleri, kitle iletiĢim
araçlarında çekici hale getirilirler ve çizgi filmlerle, filmlerle, televizyon programlarıyla vs. ile sınır
tanımaksızın tüm dünyaya yayılırlar.Örneğin, ġilili Marksistler Ariel Dorfman ve Armond Mattelart
tarafından yazılan How to Real Donald Duck: Imperialist Ideology in the Disney Comic adlı kitapta,
Disney çizgi filmlerinin Amerikan ideolojik ve kültürel egemenliğinin aracı olduğu savunulur (Berger,
2012:70-71). Yine Amerika‘dan tüm dünyaya yayılan ve tüketim kültürü ürünü olan, televizyon
ekranlarındaki yemek piĢirme Ģovlarını da, bu bağlamda ele almak mümkündür.
TÜKETĠM ODAKLI DÜNYA VE TÜKETĠM KÜLTÜRÜ
Tüketim kültürü perspektifindeki kuramcılara göre, kapitalizm sadece bir ekonomik sistem değil,
hemen hemen her Ģeyin tüketime tabi kılındığı bir çeĢit kültürdür (Berger, 2012:70-71). Veblen,
Simmel, Marcuse, Baudrillard, Bauman, Ritzer, Featherstone, Chaney, Bocock vs. gibi pek çok sosyal
teorisyen, modern toplumu, tüketimcilik ve tüketim metaforları üzerinden anlamaya çalıĢmıĢlardır. Bu
çerçeveden bakıldığında bu kültürün egemen olduğu modern toplumda nihai amaç, ―iyi yaĢama‖
ulaĢmak, iyi yaĢama ulaĢmak için de tüketim performansını estetize etmektir (Aytaç, 2006:27). Bu
yapı, sürekli olarak, bireyin denetimi dıĢındaki güçler tarafından belirlenen ihtiyaçlar silsilesi yaratır
ve herkesin tüketici olmasını gerektiren özel bir özgürlüğü zorunlu kılar. Aynı zamanda bütün
deneyim, mal ve hizmetlerin ticarileĢtirilmesi sürecini de kapsar. Bu süreçte herkese ―tüketici rolünü
oynama‖ görevi emredilir (Bauman, 2006:92).Böylece, tüketicilik artık bir ideoloji, üstünlük miti,
hiyerarĢik kıstas, sınıfsal ve statüsel temsil aracı olarak farklı niyetleri gerçekleĢtirmek üzere iĢlev
görür (Aytaç, 2006:28).Tüketicilerdeyenilik ve statü arama ve baĢkalarıyla arasında fark yaratma gibi
amaçlarla, ürün ve hizmetleri tutkuyla arzularlarve onlarıelde etmeye çalıĢırlar. Bu kültür, çağımızın
egemen kültürel biçimini yansıtır ve zevk arayıĢı, meta fetiĢizmi, kullan/at arzusu, alıĢveriĢ bağımlılığı
vs. bu kültürün tipik özellikleridir. Bu kültürde, daha fazla tüketmek ve bu yolla mutluluk üretmek,
bireye adeta görevmiĢ gibi benimsetildiğinden, bireyin bu tüketim baskısından kaçması da mümkün
değildir. Birey için artık tüketimcilikte geri kalmak, mutsuzluğa davetiye çıkarmak demektir (Aytaç,
2006:31-32).
Baudrillard‘a (2010:225) göre, tüketici kimliğiyle tanımlanan birey, bir taraftan iĢlevsel bir kimlik
kazanırken diğer taraftan da rasyonellikten uzaklaĢarak, arzularına teslim olur. Burada iki farklı görüĢ
vardır:Ġlki, kiĢilerin nesneleĢerek özgürlüklerini yitirdikleri, ikincisi ise tüketim sürecinin birçok seçim
hakkı sunduğu ve tüketicinin istediğini seçtiği ve bu seçim hakkının da tüketiciyi özgürleĢtirdiğidir
(Altuntuğ, 2010:115). Ancak ikinci görüĢte, tüketici seçimi kendisinin yaptığını sanırken
yanılmaktadır. Seçtiğini sandığı Ģey, gerçekte kendisine seçtirilen Ģeydir (Baudrillard, 2010:173).
Horkheimer ve Adorno‘un Aydınlanmanın Diyalektiği ve Adorno‘un Kültür Endüstrisi adlı
çalıĢmasında da görüleceği üzere, bu durumda tüketilecek yeni ürünler, insanların ihtiyaçlarından çok,
öncelikle sistemin ihtiyaçları gereği ortaya çıkar (Yanıklar, 2010:30-31).Frankfurt Okulu üyelerinden
Herbert Marcuse da, tüketim kültürünün, bireyleri tüketime dayalı yaĢam tarzlarını satın almaya
zorlayan ―yapay ihtiyaçlar‖ürettiğini ileri sürer (DağtaĢ ve DağtaĢ, 2006:17).Yapay ihtiyaçların sürekli
olarak üretildiği ve tüketicilere dayatıldığı tüketim toplumunda birey, eğer diğerleri gibi tüketmiyorsa,
kendisinin itibarını kaybettiğini hissedeceği yapay bir durum yaratılır (Bauman, 2006:228). Yeni bir
buzdolabıya da daha yeni bir yemek takımı bireye kendisinin sahip olmasının zorunlu olduğu
düĢüncesini dayatır ve aksi takdirde bireyin ―yoksunluk‖ yaĢayacağı tehdidinde bulunur. Bu durum
526
ise, malların ―moda değeri‖ ile iliĢkilendirilebilir. Bauman‘ın (2006:228) belirttiği gibi, birçok tüketim
malı, kullanım değerlerini ya da yararlılıklarını kaybettikleri için değil, moda olmaktan çıktıklarıiçin
gözden düĢerler ve yenileriyle ikame edilirler. O halde bu kültürde statüyü korumak için, piyasanın
sunduğu değiĢimlerin gerisinde kalınmamalıdır.
META VE META FETĠġĠZMĠ
Temel yapıtı olan Kapital‘deKarl Marx, ―meta‖nın ne olduğunu açıklamak için diyalektik yöntem
ile ―meta‖dan ―meta olmayan‖ı türetir. Meta olmayan, bireyin kendisinin ürettiği ve yine kendisinin
tükettiği ürün ya da maldır. Bu mal yalnızca üreticisine fayda sağlar, dolayısıyla yalnızca üreticisi için
bir kullanım değerine sahiptir. Meta ise kullanım değeri yanında bir de değiĢim değerine sahiptir.
Bunun nedeni, metanın, üreticisinin kendi tüketimi için değil, bir diğer ekonomik birimin tüketimi için
üretilmesidir. Meta olmayanın üretimi ile amaç, tüketim ya da kullanım değeri elde etmektir, meta
üretiminin amacı ise değiĢim değeri elde etmektir (Devrim, 2010-2011:245).O halde meta, emeğe
yabancılaĢtırılmıĢ toplumsal bir iliĢki üretimi (Ritzer, 2011:58) olup, zapt edilemez bir güç haline
gelmesi ve insana egemen olması ile―meta fetişizmi‖ kavramı ortaya çıkar. EĢyanın insana itaat etmesi
gerekirken tersine insanın, kendi ürününe itaat eder hale gelmesinin bir ifadesidir. Bir anlamda eĢyaya
köleliktir (Boysoy, otonomdergisi.org).
Meta fetiĢizmi kuramı, kapitalizmin, aldatıcı bir görüntü altında kendi özünü gizlemek suretiyle
kendi kendisini yeniden ürettiğini ileri sürer. EĢyalar kiĢileĢir ve kiĢiler nesneleĢir (Edgar ve
Sedgwick, 2007:75). Wayn‘e (2006:236) göre de, meta fetiĢizmi, hâkim toplumsal iliĢkileri sistematik
olarak meĢrulaĢtıran düĢünceler ve değerlerin, neden etkili olduğunu açıklayan bir kuramdır.
Gerçekte bizler tükettiğimiz metaların dünyasında dolaĢan, atomize edilmiĢ bireyleriz. Bir meta
satın aldığımızda, sadece kendimiz ve meta arasında bir deneyim yaĢamıĢ oluruz. Bu etkileĢimlerin
arkasındaki toplumsal iliĢkileri görmeyiz. Her ekonomik iliĢkiye, meta denilen bir nesne aracılık eder
(http://kapitalism101.wordpress.com).Baudrillard‘a göre tüketim nesnesi, kendi varlığından dolayı
değil, bir gösterge olduğu için meta özelliği gösterir ve bir gösterge olarak meta, sürekli olarak
toplumsal alanı tüketir (Yüksel, v.d, 2013:147). Tüketilen bu toplumsal alanda malların ―yarar iĢlevi‖
yerine ―gösterge iĢlevi‖nin ön plana çıktığını savunan Bauman‘a göre de, tüketim kültüründe,
metaların mübadele değeri ortadan kalkmıĢtır. Bu durumda da alıĢ-satıĢı yapılan, imrenilen, tüketilen
Ģey, göstergelerdir. Benzer Ģekilde Debord‘da, metaların Ģenlikli bir gösterinin aksesuarları haline
geldiklerini ve yaĢamlarımızı büsbütün iĢgal ettiklerini ileri sürer (Aytaç, 2006:31).
Bu durumda kapitalizmin yeni paradigmasının, en mahrem insani duygularımızı bile piyasalaĢtırıp,
metalaĢtırma ve hayatı meta fetiĢizminin sanal dünyasına eklemleme olduğu söylenebilir. ĠletiĢim
devrimiyle beraber oluĢan TV, internet ve cep telefonu gibi sanallıklar meta fetiĢizmi açısından
sınırsız olanaklar doğurmuĢtur (http://krasno.sosyomat.com).Artık modern birey, metalara sahip
olmak, tüketimci hazlar tatmak, ya da vitrinleri, sergileri dolaĢmak için boĢ zamana ihtiyaç duyar.
Serbest zaman, adeta meta tüketim zamanı olarak iĢlev görür. Kapitalizm, varoluĢsal sürekliliği için
kitlelerin daha fazla serbest zamana sahip olmasını talep eder (Aytaç, 2006:35). Bu serbest zamanda
bireylerin birer ―tüketen yığınına‖ dönüĢüp, ―çılgın tüketici davranışı‖ sergilemeleri için de reklama
olan ihtiyaç kaçınılmazdır.
REKLAM VE TÜKETĠM
Kapitalist stratejiler, üretici eğilimlerden çok tüketici eğilimlerin inĢasına odaklanır. Yeni
gereksinmeler ve ihtiyaç maddeleri oluĢturan egemen kurumlar, meta tüketimi için baskı sınırını aĢan
zorlama ve manipülasyon tekniklerini fazlasıyla kullanırlar (Aytaç, 2006:34). Bu tekniklerin baĢında
da reklam gelir. Reklam bireyde istek yaratan uyaranı harekete geçirme iĢlevi görür. Marx ünlü bir
pasajında bu konunun üzerinde durur (Berger, 2012:63):
Her insan bir diğerinde, onu yeni bir kurban olmaya zorlamak, yeni bir bağlılık içine sokmak ve
yeni bir çeşit mutluluğa ve böylece ekonomik yıkıntıya ayartmak için yeni bir ihtiyaç yaratmak üstüne
düşünür. Herkes başkaları üstünde kendi bencil ihtiyaçlarının tatmini için yabancı bir güç tesis etmeye
çalışır.
527
Marksist eleĢtirmenlere göre reklam özelciliği, bencilliği, toplumsal meselelere ilgisizliği ve
toplumsal sorumluluklardan kaçma eğilimini artırır. Ġnsanlara kendilerinin ve içinde yaĢadıkları
toplumunun güya sınıfsız doğası hakkında yanılsamalar verir. Bu eleĢtirmenler, reklamın ayrıca
ahlakdıĢı olduğunu, çünkü reklamcıların insanlara ürünlerini ve hizmetlerini kullandırtmak için her
türlü ahlakdıĢı tekniği kullandıklarını söyler. Bu nedenle bazı ürünleri alamayanların kaygıları artar
(Berger, 2012:65).
Reklam, bir kolektif davranıĢ biçimi olarak moda yaratır, insanlara tarz duygusu verir ve belli bir
imaj yaratmak için ne çeĢit metaların tüketilmesi gerektiği hakkında bilgi verir. Henri Lefebvre gibi
bazı tüketim kültürü kuramcıları, reklamın insanlar üzerinde terör uygulayan ve insanları belli
Ģekillerde davranmaya zorlamak için terörü az ya da çok kullanan, oldukça etkili bir güç olduğunu
iddia eder. Wolfgang Haug da, reklamcıların tüketim kültürünü iĢler halde tutmak için metaları
estetize ettiklerini ve böylece istek yarattıklarını savunur (Berger, 2012:63-64).
Bauman‘a göre, tüketim toplumunda hiçbir zevk ve tüketim nesnesi bireye kalıcı ve geçerli bir
tatmin sözü vermez. Hayali kurulan eĢyalar bir kez elde edildikten sonra yenileri tarafından gözden
düĢürülüp değersizleĢtirilir. Reklâm sektörü bu süreci tümüyle kontrolüne alma yönünde etkili bir
strateji güder (Aytaç, 2006:32-33). Bu durumda reklam sektörü, tüketim üzerine kurguladığı
stratejilerini hedef kitlelerine ulaĢtıracağı kitle iletiĢim araçlarına ihtiyaç duyar. Smythe‘e göre kitle
iletiĢim araçları kapitalist sistemin bir buluĢudur ve izleyicileri kitle halinde üretirler ve reklamcılara
satarlar (Yüksel, v.d, 2013:165).
Özellikle görsel sunumun geniĢ kitleleri daha fazla etki altına aldığı göz önüne alınırsa en popüler
kitle iletiĢim aracı televizyondur.
GÖRSELĠN EN POPÜLER ĠLETĠġĠM ARACI: TELEVĠZYON
Televizyon çeĢitli yayınlarla günlük yaĢamımızın en mahrem alanlarına kadar giriyor. Her Ģeyin
seyirlik bir hal aldığı günümüz medya dünyasında, artık iletiĢim araçlarının klasik bilgilendirme iĢlevi
her geçen gün daha fazla geri plana itiliyor (Cheviron, 2009:186).Televizyon ekranlarından yayılan
iktidar aygıtlarının gücü karĢısında ―birey bilinci‖ sürekli maniple edilir. Bu manipülasyon bireylerin
―seçmeci ilgi‖ yetilerini körelttiğindenbireysel talepler büsbütün üretici siyasanın emrine girer (Aytaç,
2006:34). Henry Rabassiere de, ―In Defense of Television‖ adlı eserinde, ―eğlence ürünlerinin
uyuşturucu bir alışkanlık yarattığını‖ doğrulamaktadır(Rabassiere, akt. Güllüoğlu, 2012:67).
Tüketim etrafında organize olan bu sistemin amacı, bizi ―tüketici‖ yapmanın ötesinde, tüketim
sarmalı içinde tutsak etmek, eğlence ve hazzı fetiĢleĢtirmek, metalara olan bağımlılığımızı artırıp,
köleleĢtirmektir.Daha açık bir ifadeyle, modern toplumda tüketimcilik bizi can evimizden vuruyor ve
büyük bir gösterinin sergilendiği devasa bir alıĢveriĢ kapanına kıstırıyor. Bunu da, bilgisayar,
televizyon, internet ve telefon aracılığıyla, hayatımızın her anında, en mahrem alanlarımıza kadar
girerek baĢarıyor (Aytaç, 2006:47). Bu iletiĢim araçları içerisinde televizyon haber verme, aydınlatma;
eğitme, kültürleĢtirme; eğlendirme, dinlendirme; mal vehizmetlerin tanıtılması; etkileme, inandırma ve
harekete geçirme gibi iĢlevleri nedeniyle tüketim toplumunda son derece önemli bir yere sahiptir
(Aziz,2006:69.
Televizyonda sunulan program türleriyle, izleyiciler açısından son derece çekici ve talep edilen,
sanal bir gerçeklik yaratılır. Talep gören sanal gerçekliğin çekiciliği, sınırsız tüketim zevkini
vermesinden kaynaklanır. Bu sanal gerçeklikte tüketime sunulan ürünler, gerçek iĢlevlerinden çok
sosyal bir iĢlev taĢıyor gibi gözükür ve bir simülasyon içinde gösterilir. Üretilen ürünlerin çeĢitliliği ve
bireye yönelik farklılığı getirmeleri karĢısında, bireyin seçim yapmasıimkânsız hale gelir. Bu nedenle
ürünlerin seçimi, bir yaĢam tarzı haline getirilir ve seçkin bir yaĢam tarzı sürekli vurgulanır (DağtaĢ ve
DağtaĢ, 2006:20). Buraya kadar anlatılanlar, tüketim toplumunda ―televizyonun, bireylere ne yaptığı"
ile ilgilidir. Ancak konunun bir diğer boyutu daha vardır ki, o da ―bireylerin televizyon ile ne
yaptığı‖dır (Lull, 2001:127). Bu durum da izleyiciyi merkeze alan ―kullanımlar ve doyumlar
kuramı”yla ele alınabilir.
528
KULLANIM VE DOYUMLAR KURAMI
Denis McQuail, Elihu Katz ve Wilbur Schramm gibi birçok yazar, medyanın bireylere yaptığını
değil, bireylerin medyaya yaptığını araĢtırmayı amaçlamıĢlardır (Maigret, 2004:105-106).
Elihu Katz‘a göre bireylerin toplumsal ve psikolojik kökenli ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlar
sonucunda bireyler medyadan ve diğer kaynaklardan ihtiyaçlarını gidermek için birtakım beklentilere
girerler ve bu beklentileri doğrultusunda medya içeriklerini kullanırlar ve doyuma ulaĢırlar. Buna göre
medya, izleyicilerin kendi ihtiyaçlarını gidermelerini sağlayan kaynaktır (Yaylagül, 2008:62-63).
McQuail‘ e göre de, bu yaklaĢım izleyicilerin ve tüketicilerin pasif izleyici ve tüketici kimliğine karĢı
koyar ve onlara belli bir düzeyde aktiflik atfeder (McQuail, 1994:246). Diğer bir değiĢle kuram,
iletinin göndericinin niyet ettiği Ģey değil izleyicinin verdiği anlam olduğunu ima eder
(Fiske,2003:195).
Anlatılanları kısaca özetlersek; tüketimin egemen olduğu kapitalist yapı varlığını devam
ettirebilmek için bütün stratejisini ―insanların daha fazlasını istemeleri‖ üzerine kurgular. Bunun için
de ―tüketim odaklı bir dünya‖ inĢa eder. Tüketim odaklı bu dünyada sermaye sahipleri tarafından
―yapay ihtiyaçlar‖ yaratılır ve bireylere bu ihtiyaçlarını gidermeleri, kitle iletiĢim araçları vasıtasıyla
neredeyse dayatılır. Birey bunları tüketmiyorsa kendisini itibarı kaybolmuĢ ve yoksun kalmıĢ hisseder.
Bu durum çeĢitli iletiĢim teknikleri kullanılarak (reklam, halkla iliĢkiler, sponsorluk, tanıtım v.s)
gerçekleĢtirilir ve bunlar içerisinde büyük kitleleri bilinçaltı tahakküm yoluyla ―tüketim yığınına‖
çeviren reklam en etkili olanıdır. Her Ģeyin seyirlik bir hal aldığı günümüz medya dünyasında
reklamın mesajlarını geniĢ kitlelere ulaĢtırmasında, etkileme, inandırma ve harekete geçirme
fonksiyonlarına sahip olması nedeniyle televizyon en etkili ve popüler iletiĢim aracıdır. Televizyon ve
tüketim üzerine yapılan çalıĢmalar ağırlıklı olarak, ―televizyonun bireyler üzerine etkisine‖
odaklanırken, ―kullanımlar ve doyumlar kuramı‖nın yarattığı akımla birlikte ―bireylerin televizyon ile
ne yaptığına”dönük akademik çalıĢmaların yoğunluk kazandığı görülür. Kuram her ne kadar ―medya
artık emirlerine uyulması gereken otoriter bir tanrı değil, izleyicilere açılan bir ortamdır‖ dese ve de
kitle iletiĢim araçları kullanıcılarının ―toplumsal ve psikolojik kökenli ihtiyaçlarını gidermek için
birtakım beklentileri doğrultusunda medya içeriklerini kullanıp doyuma ulaştıklarını‖ söylese de;
kapitalizmin sermaye odakları, medya içeriklerine sızmakta ve izleyicilerin beklentilerine etki edip
tercihlerini Ģekillendirmektedir.
Son yıllarda gıda hakkındaki medya söylemlerinin çoğalması, neredeyse tüm dergilerin,
gazetelerin yemek hakkında ve yemek tarifleri konusunda makaleler ve yazılar sunmaları, televizyon
kanallarının hemen hepsinde yemek programlarının olması, tüketim kültürünün ve meta fetiĢizminin
medya aracılığıyla Ģekillendirilmesine verilebilecek en önemli örnektir. Bu programlarda medya
izleyicinin zihninde, ―tüketim fantezi‖lerini içeren bir dünya inĢa edildiğini görmek mümkündür. Bu
medya içeriğinde, izleyiciler yenidünyayı keĢfediyor ve bilinmedik tatların farkına varıyorlar.
Ġzleyiciyle kurulan bağ sonucunda hayali fanteziler üretilerek, tüketim yoluyla zevk ve memnuniyet
vaat ediliyor. Reklam verenler, yemek programlarına ürün yerleĢtirme tekniğiyle, marka kimlikleri
oluĢturuyorlar. Ġzleyiciye fantastik dünyalar sunularak, arzuları kavramsallaĢtırılırken,satın almaya
teĢvik yoluyla toplumun ciddi gıda sorunları göz ardı ediliyor. Güzel bir mutfak için gerekli malların
satın alınması üzerine kurgulanan programlarda, malların kullanımı yoluyla tüketim kültürünün
sürekliliği sağlanıyor. Bir yemeğin içine katılan hammaddelerin, heyecan verici dönüĢümü sırasında,
toplumsal cinsiyet kalıpları yıkılıyor ve yemek programlarındaki piĢirme Ģovları bir virüs gibi bütün
dünyayı sarıyor.
YEMEK PROGRAMLARININ YÜKSELĠġĠ
Ġngiliz yazar ve gazeteci Steven Poole‘a göre yiyecekler günümüzde seksin, uyuĢturucunun ve
dinin yerini aldı. Kendimizi doyurma içgüdümüz ahlaki değerler, sağlık, yaĢam tarzı ve sınıf bilincinin
göstergesi oldu. Jamie Oliver, Anthony Bourdain, Nigella Lawson gibi yemek Ģefleri yaĢam gurusu
olarak algılanmaya baĢlandı ve yazdıkları kitaplar da yok satıyor ve televizyonda hazırladıklarıyemek
programları da izlenme rekorları kırıyor.Amerika‘da baĢlayan yemek programlarının popülerliği
Türkiye‘yi de sardı (Akgün, http://www.radikal.com.tr).
529
Türkiye yemek programlarıyla 90‘lı yıllarda tanıĢtı veyemek programlarının ilk yıldızı da Gülriz
Sururi olup programı ―A La Luna‖ büyük reyting aldı. Ümit usta‘nın programı da o yıllarda en sık
adından söz ettiren yemek programıydı. O dönemde her kadın programında mutlaka bir yemek bölümü
yer alıyordu. Günümüzde de aynı formatta programlara devam edildiği görülür. Pınar Altuğ, AyĢe
Tüter, Emine S. Beder Türk televizyonlarının ilk mutfak yüzleriydiler ve yayınladıkları kitaplarla
popülerliklerini arttırdılar (Ünyay, http://www.milliyet.com.tr).Yemek programlarının bu kadar ilgi
görmesi sonucunda eli tencereye değmemiĢ olanlar bile yemek programı hazırlamaya ve piĢirme
Ģovları yapmaya baĢladılar ve bu durum bugün de devam ettiğinden, yemek programları tüketim
kültürünün önemli bir enstrümanı olarak kendi gündemini korumaktadır.Formatları farklı olmakla
birlikte, Gazeteci Mehmet YaĢin‘in CNN Türk‘teki programı (yemek-gezi türünde) ―Yol Üstü Lezzet
Durakları‖;Vedat Milor‘unNTV‘deki programı ―Tadı Damağımda‖; Arda Türkmen, Oktay Usta,
Refika Birgül vd hazırladıkları yemek programları, seyirciyi ekranların baĢına çeken yemek Ģovu
örneklerindendir.
Bununla birlikte, farklı mekân ve yemek çeĢitlerinin tanıtıldığı gusto-stil köĢeleri, sınıf ve statü
belirten ürünlerin tanıtıldığı reklamlaĢan haberler yazılı basın alanında yaygınlaĢmaya baĢlarken,
gurme, lifestyle, trend gibi kavramlar da gazetelerdeki köĢe yazıları, televizyon programları, magazin
dergileri ve özellikle de hafta sonu eklerinin içeriklerine yansıdı (DağtaĢ, 2005:126).
YENĠ BĠR SATIN ALMA ALANI OLARAK YEMEK PROGRAMLARI
Kapitalistsistemin iĢleyiĢinin kesintiye uğramaması için pazardaki talebin sürekliyaratılması, canlı
tutulması ve arttırılması gerekir. Bu nedenle, tüketim alanında talep belirlemeye yönelik tüm çabalar,
sistemin sürekliliğine ve yeniden inĢasına hizmet eder. Bunun için tüketim kültürünün etki alanını
geniĢletmeye yönelik reklam stratejileri her geçen gün çeĢitlenerek artmaktadır (TaĢkaya, 2009:108109). Örneğin, ürünlerin markalarına vurgu yapmak için yemek programlarındaki metin içeriğinde su
ısıtıcısına rol vermek ve bunları yemek Ģeflerine kullandırtmak bu stratejilerden birisidir. Reklam bu
durumda Ģekil değiĢtirerek ürünü, yerleĢtirdiği program aracılığıyla yaĢamın bir parçası haline
getirmekte ve ona talep yaratmaktadır. Bu ürüne sahip olma arzusu uyanan tüketici için yeni satın
alma alanı artık yemek programlarıdır. Hayatını daha da kolaylaĢtıracak olan çok fonksiyonlu mutfak
gereciyle ilk karĢılaĢtığı yer burasıdır. Dolayısıyla firmalar için de yemek programları ürün
pazarladıkları yeni satıĢ alanlarıdır.
YEMEK PROGRAMLARININ ĠZLEYĠCĠYE VADETTĠKLERĠ
Berger, (1993:97-103)medyanın sunduğu ve giderilmesine yardımcı olduğu ihtiyaçların bir
listesini oluĢturmuĢtur. Medyanın bu kadar çekici olması ve insanları cezbetmesi de bu ihtiyaçları
karĢılıyor olmasından, hatta bunları bir vaat olarak sunmasındandır. Yemek programlarının izleyiciye
vadettiklerini ve izleyicinin de doyuma ulaĢmak için yemek programlarından beklentilerini de Ģu
Ģekilde sıralamak mümkündür:
Olumlu bir zevkin kaynağı olarak eğlendirme
Yüksek statü tanıdığımız güzelin denenmesi
Deneyimlerin baĢkalarıyla paylaĢılması
Aklına düĢene sahip olmanın vereceği mutluluk
Merakın tatmini ve bilgilendirme
HoĢ vakit geçirme, oyalanma ve rahatlama
Duygu katılımı deneyimi
Taklit edecek modeller bulma
ÖzdeĢlik kazanma
Seçme özgürlüğü
Dünya ve farklı kültürler hakkında bilgi kazanma
530
Hayatın gerçeklerinden kaçıĢ
Yukarıda sıraladığımız vaatler ve izleyicilerin/tüketicilerin beklentileri ―kullanım ve doyumlar
kuramı‖nın bireyi ekran karĢısında daha aktif kılma savına karĢı gerçekte, onu daha fazla
bağımlılaĢtırmaya ve pasifleĢtirmeye yarıyor.
Bu durum, kiĢilikleri ve kimlikleri de söz konusu vaatler ve beklentiler sarmalı içine hapsetmek
anlamına geliyor. Örneğin, mutluluk ve tüketmek iliĢkisi neredeyse sistem tarafından gündelik
yaĢamın bir ideolojisi olarak yeniden kuruluyor ve mutluluğun tüketimle daima devam edeceği
anlayıĢı yerleĢtirilmeye çalıĢılıyor. Bu durum, bizi tüketimin sadık bir neferi olmaya, tüketimciliği en
asli değer olarak içselleĢtirmeye götürüyor. Böylelikle tüketim isteği, daima perçinlenmiĢ oluyor ve
sistemin ―iyi yaĢam‖ ideolojisi geniĢ kitleleri etkisi altına alıyor (Aytaç, 2006:45-46).
PĠġĠRME ġOVLARI
ÇalıĢmanın bu bölümünde çeĢitli televizyon kanallarında, farklı formatlarda, farklı hedef kitlelere
yönelik ancak nihai hedefi ―daha fazla tüketme‖ amacını güden yemek programları saptanarak
incelenmiĢtir.
YaĢamlarını kıt kanaat sürdüren insanlar için bu programlar, kitlesel medyanın tanıttığı, asla
eriĢemeyecekleri, hayalden ibaret sanal bir yaĢam tarzının simgeleridir. Sahte ve idealize edilmiĢ,
varlıklı bir toplum imgesinin sık sık yansıtıldığı yemek programlarında, Amerikan değerlerinin
reklamı yapılmakta ve programlar aracılığıyla da her Türk evine girilmektedir. Böylece bu programlar,
yemek yapmayı ticari hale getirmekte ve tüketme, sahip olma ihtirasını ve dolayısıyla rekabet
dürtüsünü de körüklemektedir.
Konuya farklı bir boyutta bakan uzmanlar isebir mutfağın görüntüsü, sesler, koku, ısı ve elle
yapılan hazırlıklar beĢ duyunun kullanılacağı zengin bir ortam olduğundan birey için en güzel
rehabilitasyon çalıĢması olduğunu öne sürmektedirler (AĢtı, 2007). Aslında bu durumda amaç
televizyondan bir Ģey seyredip yapmak değildir. Ġnsanı rahatlatıyor, kafasını boĢaltıyor, asla yapmasa
bile bir gün yaparmıĢ gibi bir duygu oluĢturuyor olması bu programlara olan talebi arttırmaktadır.
ĠÇERĠK ANALĠZĠ
ÇalıĢmada kullanılan araĢtırma tekniği ―içerik analizi‖dir. Ġçerik analizi toplumsal ya da
toplumbilimsel araĢtırmalarda kullanılan, görgül olarak yapılan, dolaysız ve yaygın bir gözlem
tekniğidir. Bu yöntem toplumbilimlerin hemen her alanında kullanılır. Kitle iletiĢim araçlarının
yaygınlaĢması ile de önem kazanmıĢtır (Aziz, 2010:119).
Ġçerik analizi ile ilgili olarak yapılan tanımlara baktığımızda;
- Stone, Dunphy, Smith, ve Ogilvie‘e göre, ―metnin içerisinde var olan belirli özellikleri
tanımlamak ve bunlardan sonuç çıkarmak için sistematik ve nesnel olarak uygulanan bir araştırma
yöntemidir‖ (Stone vd.1996).
- Carney‘e göre, ―Kanıtlanabilir Bulgular elde etmek için bir “iletişim”e sorular yönelten genel
amaçlı bir teknik…Bu “iletişim” her şey olabilir: Bir roman, bazı resimler, bir film ya da müzikal, bir
nota defteri –teknik, sadece edebi metryallerin analizine değil, benzer tüm şeylere uygulanabilir‖
(Balcı ve Bekiroğlu, 2012:271).
- Weber‘e göre, ―metinden geçerli çıkarımlar yapmak amacıyla birtakım prosedürler kullanan bir
araştırma tekniğidir” (Balcı ve Bekiroğlu, 2012:271).
- Berelson‘a göre, “iletişimin açıklanan içeriğinin yansız, dizgeli, sayısal tanımlarını yapan
araştırma tekniğidir”.George Gerbner‘e göre, içerik analizinin amacı ise, ―görünürde açık olmayan
bir şey hakkında olanaklı, görünür çıkarımlar yapmak‖tır (Güngör ve Binark,1993:126).
- ―Sayılamayanların nicelleştirilmesidir” (Aziz, 2010:121) .
Ġçerik analiz tekniğinin en açık tanımı ise Klaus Krippendorf tarafından yapılmıĢtır. Krippendorf‘a
göre, ―bir mesajın içeriğindeki verilerden yinelenebilir, değerli çıkarımlar yapan bir araştırma
tekniği‖dir (Aziz, 2010:121).
531
Klaus Merten‘e göre de içerik analizi, ―sosyal gerçeğinyazılı/açık içeriklerinin özelliklerinden
içeriğin yazılı/açık olmayan içeriğinözellikleri hakkında çıkarımlar yapmak yoluyla sosyal gerçeği
araştıran yöntem‖ dir (Gökçe, 1994:26). Ġçerik analizi tekniğinin nitel ve nicel olmak üzere iki ayrı
sınıflandırması vardır. Nicel analizde daha çok sayma iĢlemi yapılırken, nitel analizde anlam birimleri
önem kazanır. Bu çalıĢmada da nitel analiz yöntemi uygulanmıĢtır.
Bu çalıĢmada da, Krippendorf ve Merten‘in tanımları göz önüne alınarak, içerik çözümlemesi
tekniği, metin içeriklerinden sosyal gerçeğe yönelik çıkarımlarda bulunmak üzere, televizyon
kanallarında yayınlanan yemek programlarına uygulanmıĢtır.
AMAÇ
ÇalıĢmada ―tüketim ve meta fetiĢizmi, televizyon aracılığıyla nasıl Ģekillendiriliyor?‖ sorusunun
cevabı arandı. Bu bağlamda;
-programlardaki iletiĢim kodları,
- kullanım ve doyumlar kuramı bağlamında izleyicinin konumu,
- stüdyo tasarımları ve renk kullanımları,
- kamera açıları,
- ürün yerleĢtirme ve
- dıĢ mekânın kullanımı konuları analiz edilip, konuyla ilgili yorum ve çıkarsamalarda bulunuldu.
YÖNTEM
AraĢtırmanın evrenini, Türkiye‘de, televizyon kanallarında izlenen, yerli yemek programları
oluĢturmaktadır. Ancak bu evreniçerisinde nitel araĢtırmalarda kullanılan, amaçlı örneklem esasına
göre, ―Refika Ġle Mucize Lezzetler‖, ―Arda‘nın Mutfağı‖, ―Tadı Damağımda‖ ve ―Maceracı‖ adlı
yemek Ģovları örneklem olarak alınmıĢtır.
Amaçlı örneklem, örnekleme seçilen kiĢilerin ya da objelerin araĢtırmacının amaçlarına en uygun
yanıtı verebilecek birey ve objeler arasından seçilmesidir. Seçimde ölçüt, kolaylık yanında, amaca
uygunluk olup, burada araĢtırmacının yetenekleri ve yargıları ön plandadır (Aziz,2010:55).
Bu sebeple araĢtırmanın temelamaçları çerçevesinde,yemek Ģovlarıformatlarına ve bilinilirliklerine
görebelirlenmiĢtir. ―Refika Ġle Mucize Lezzetler‖, ―Arda‘nın Mutfağı‖, ―Tadı Damağımda‖
programları ―ulusal haber kanalı‖ olarak sıfatlandırılan kanallarda yayınlanmakta olup zaman zaman
program öncesi ve sonrasında içerikleriyle yazılı ve görsel medyada haberlere konu olmuĢlardır.
Ayrıca bu programların sunucularının, program tekrarlarını yayınladıkları internet ortamında yer alan
sayfalarının izlenme oranları ve güçlü markaların sponsorolmak için tercih etmelerinedeniyle
araĢtırmada incelemeye alınmıĢlardır. Ancak örneklem seçiminde ―Maceracı‖ adlı program internet
üzerinden eriĢilebilirlik ve sponsorluk dıĢında, yayın formatının farklılığı ve ulusal kanalda
yayınlanması nedeniyle değerlendirmeye alınmıĢtır.
Tablo 1. Çalışmanın Örneklemini Oluşturan Program Bölümleri
Yayınlandığı
Kanal
Yayınlandığı
Gün
Yayın
Saati
Program
Sunucusu
Program
Formatı
Refika Ġle Mucize
Lezzetler
NTV
Pazar
13.30
Refika Birgül
Yemek Ģov
Arda‟nın Mutfağı
CNN TÜRK
Pazar
13.05
Arda Türkmen
Yemek Ģov
Tadı Damağımda
NTV
ÇarĢamba
21.15
Vedat Milor
Gezi Yemek
SAMANYOLU
Cumartesi
09.10
Murat Yen
Gezi Yemek
Program Adı
Maceracı
Analiz Edilen Bölümler
2. Sezon 4. Bölüm
2. Sezon 21. Bölüm
2. Sezon 34. Bölüm
2. Sezon 20. Bölüm
3. Sezon 13. Bölüm
3. Sezon 18. Bölüm
Giritli Lokantası
Gökçeada
Denizli
Erzurum
Manisa
Malatya
532
―Refika Ġle Mucize Lezzetler‖ adlı programın 2. sezonunda yayınlanan 4. 21. ve 34. Bölümleri,
―Arda‘nın Mutfağı‖ adlı programın 2. Sezonunda yayınlanan 20. Bölümü ve 3. Sezonda yayınlanan 13
ve 18. Bölümleri, ―Tadı Damağımda‖ adlı programın Giritli Lokantası, Gökçeada ve Denizli‘de
hazırlanmıĢ bölümleri ve ―Maceracı‖ adlı programın ise Erzurum, Manisa ve Malatya hazırlanan
bölümleri olmak üzere toplam 12 TV programı izlenmiĢ ve içerikleri analiz edilmiĢtir.
KATEGORĠLER
―Refika Ġle Mucize Lezzetler‖ ile ―Arda‘nın Mutfağı‖ adlı programlar stüdyo ortamında çekilmiĢ
olup değerlendirme kategorileri ortaktır. Ġkinci formatta ise ―Tadı Damağımda‖ ve ―Maceracı‖ adlı
programlar gezi-yemek türünde olup ayrı bir ortak kategoride değerlendirilmiĢtir. Kodlama formları
hazırlanırken, tüketim ve meta fetiĢizminin, televizyon aracılığıyla Ģekillendirilmesine temel teĢkil
eden öğelerin neler olduklarıyla ilgili kategoriler belirlenmiĢtir. Bu kategoriler, daha önceyapılmıĢ
benzer çalıĢmalar incelenerek ve araĢtırmanın evrenini oluĢturan yemek ve gezi-yemek programlarının
bölümleri izlenerek yapılan ön araĢtırma sonucunda oluĢturulmuĢtur. Kategorilerle ilgili ayrıntılar
aĢağıdaki Ģekildedir.
533
Web Sayfasına
-Mandalina
roka karıĢımı
yeĢil salata
-KızarmıĢ etin
üzerine sıkılan
mandalina
-Hazır patates cipsleri
-Fırından alınmıĢ
ekmek hamuru
-Mermer havan
-Pizza kürekleri
-Çok fonksiyonlu çelik
bıçak
-Pizza kesme makası
-Siyah yemek takımı,
Ģamdan ve kadehler
-Hazır kavun suyu
-Dondurma kepçesi
-Sıra dıĢı tasarımlı
mutfak malzemeleri
(düz tabaklar v.s)
TV(Program
içeriğine)
Diğer Satın Almaya
TeĢvik Ürünleri
-Pazar
görüntüleri
-Ġstanbul
manzaralı bahçe
görünümlü,
balkon/teras
-Oturma salonu
-Salça alırken
rengine ve tadına
bakın.
-Tulum peyniri,
erken hasat
zeytinyağı, baharat
tohumları, deniz
tuzu, organik
yumurta hakkında
bilgi, tavsiye ve
nerede
bulunabilecekleri
hakkında
bilgilendirme.
AlıĢılmadık Lezzetler
-YerleĢtirilen
ürüne çok yakın
çekim
-Yemek Ģefine
yakın ve orta
uzaklıkta çekim
- Sürekli eylem
yanılsaması
-Yemeklere
yakın çekim
-ġehrin
görüntüsüne
uzak çekim
Tavsiyeler (öğütler)
Kamera Hareketleri ve
Açıları
Stüdyo Tasarımı ve Sık
Kullanılan Renkler
Ġzleyicinin Konumu
- Stüdyoda
izleyici yok.
-Ġzleyici,
görüntüdeki
mutfağın bir
parçası algısı
-Finalde davetliler
-Boğazı gören,
balkon/terasda sebze
yetiĢtirilebilen bir
apartman dairesi
- Sarı, mavi, yeĢik
v.s. canlı renkler.
-Tahta malzemeler
(tahta masa, tahta
tezgâh v.s)
-SıradıĢı mutfak
malzemeleri (düz
tabaklar, plastik
kesiciler, v.s)
DıĢ Mekân Kullanımı
Ana temalar:
-ÇalıĢan
kadın,
-Dostluk,
-Samimiyet
-Mahremiyet
-Emtia
Samimiyet ve CoĢku
Ġfadeleri
Program Konusu ve
Ana temalar
Analiz Edilen Bölüm
2. Sezon 4. Bölüm
Program Adı
Refika Ġle Mucize Lezzetler
Program
konusu: İş
dönüşü
yemekleri
-Yoğun bir iĢ
gününün
ardından evde
coĢkuyla yemek
yapabileceği
hissi için
yüksek enerjili
bir ton
-Finalde
dostlarıyla
samimi duygu
paylaĢımı
(alınan hazzı
gösteren yüz
ifadeleri ile
birlikte
çıkarılan sesler)
-Ġzleyiciyi
alınan hazza
davet
-Kendini açma
-Hız
Ürün YerleĢtirme
-Kahve
Makinası
-Su ısıtıcısı
-Akıllı fırın
534
-Sponsor
firma
logosu ve
figürleri
2. Sezon 34. Bölüm
2. Sezon 21. Bölüm
Program
konusu:
Televizyon
karşısında
yemekler
Ana temalar:
-Dostluk,
-Samimiyet
-Mahremiyet
-Emtia
Program
konusu:
Fırından
meze çıktı
Ana temalar:
-Dostluk,
-Samimiyet
-Mahremiyet
-Emtia
-Yüksek enerjili
bir ton
-Finalde
dostlarıyla
samimi duygu
paylaĢımı
(alınan hazzı
gösteren yüz
ifadeleri ile
birlikte
çıkarılan sesler)
-Ġzleyiciyi
alınan hazza
davet
-Kendini açma
-Hız
-Koklama
-Hız
-Yemek Ģefinin
yüz ifadeleri
-Misafirlerin
yüz ifadeleri
-Samimi
sözcükler:
―öldürücü
dokunuĢ‖
- Stüdyoda
izleyici yok.
-Ġzleyici,
görüntüdeki
mutfağın bir
parçası algısı
-Finalde davetliler
- Stüdyoda
izleyici yok.
-Ġzleyici,
görüntüdeki
mutfağın bir
parçası algısı
-Finalde davetliler
-Boğazı gören,
balkon/terasda sebze
yetiĢtirilebilen bir
apartman dairesi
- Sarı, mavi, yeĢik
v.s. canlı renkler.
-Tahta malzemeler
(tahta masa, tahta
tezgah v.s)
-SıradıĢı mutfak
malzemeleri (düz
tabaklar, plastik
kesiciler, v.s)
-YerleĢtirilen
ürüne çok yakın
çekim
-Yemek Ģefine
yakın ve orta
uzaklıkta çekim
- Sürekli eylem
yanılsaması
-Yemeklere
yakın çekim
-ġehrin
görüntüsüne
uzak çekim
-Boğazı gören,
balkon/terasda sebze
yetiĢtirilebilen bir
apartman dairesi
- Sarı, mavi, yeĢik
v.s. canlı renkler.
-Tahta malzemeler
(tahta masa, tahta
tezgah v.s)
-SıradıĢı mutfak
malzemeleri (düz
tabaklar, plastik
kesiciler, v.s)
-YerleĢtirilen
ürüne çok yakın
çekim
-Yemek Ģefine
yakın ve orta
uzaklıkta çekim
- Sürekli eylem
yanılsaması
-Yemeklere
yakın çekim
-ġehrin
görüntüsüne
uzak çekim
-Pazar yeri
-Ġstanbul
manzaralı bahçe
görünümlü,
balkon/teras
-Ġstanbul
manzaralı bahçe
görünümlü,
balkon/teras
-Toprakaltı ya da
kök sebzelerin
faydaları
-Yeni bahar
öğütülmemiĢ
olmalı…
-Hava almayan cam
kavanozun
gerekliliği
-
-Sarımsağı
kabuklarıyla yemeğe
koymanın faydası
-Kaya tuzu
-Toprakaltı/kök
sebzeler
-Balık, yoğurt,
peynirin bir
arada kullanımı
-Avokado
-Mermer havan
-Avokado
-Fırın kağıdı
-Hava almayan cam
kavanoz
-Kayatuzu
-Pastaneden alınacak
yağlı ekmek ve
ayçiçekli sandviç
ekmeği
-Salata soyucu
-Pastörize adına
―beyaz‖ denen bir tür
peynir
-Sunum tahtası
-Tahta kaĢık
-Ocak
-Akıllı fırın
-Plazma
televizyon
-Küçük
doğrayıcı
-Su ısıtıcısı
-KarıĢtırıcı
-Fıstık, balık,
soya, salça,
zahter ve
turĢunun
birlikte
kullanımı
-Ekmek kesme bıçağı
-Mermer havan
-4 renk tohum
karabiber
-Farklı iĢlevleri olan
bıçaklar
-Tezgah üstü Ģeker
kavanozları
-Suchi kesme bıçağı
-Wok tava ve wok
aparatı
-Çupra
-Sunum tahtası
-KarıĢtırıcı
-Akıllı fırın
-Doğrayıcı
-Kahve
makinası
-Terazi
535
-Sponsor
firma
logosu ve
figürleri
-Sponsor
firma
logosu ve
figürleri
2. Sezon 20. Bölüm
3. Sezon 13. Bölüm
Arda‟nın Mutfağı
Program
konusu:
Ekmek arası
lezzetler
Ana temalar:
-Dostluk,
-Samimiyet
-Emtia
-KeĢfet piĢir,
ye…
Program
konusu:
Bulgurlu
Greyfurtlu
Yerelması,
Kabak
Carpaccio
Ana temalar:
-Dostluk,
-Samimiyet
-Emtia
-KeĢfet piĢir,
ye…
-Kendinden
emin, ne
yaptığını bilen,
kibar ve saygılı
bir duruĢ,
-Finalde
dostlarıyla
samimi duygu
paylaĢımı
(alınan hazzı
gösteren yüz
ifadeleri ile
birlikte
çıkarılan sesler)
-Ġzleyiciyi
alınan hazza
davet
-Kendini açma
-Hız
-Selamlama
-TokalaĢma
-Hal hatır sorma
-Samimiyet
ifadeleri:
*ArkadaĢ
*Göz hakkı
*Son dokunuĢ
- Stüdyoda
izleyici yok.
-Ġzleyici,
görüntüdeki
mutfağın bir
parçası algısı
-Finalde davet
edildiği
mekândaki kiĢiler
izleyici
temsilcileri.
-Doğal görünümlü,
duvarları tuğla
tasarımlı mutfak,
-Duvarda içki
ĢiĢelerinden
yapılmıĢ vitrin,
-Canlı renklerin
uyumu,
-Malzemelere kolay
ulaĢılabilir ve rahat
hareket edilebilir
mutfak dizaynı
- Stüdyoda
izleyici yok.
-Ġzleyici,
görüntüdeki
mutfağın bir
parçası algısı
-Doğal görünümlü,
duvarları tuğla
tasarımlı mutfak,
-Canlı renklerin
uyumu,
-Malzemelere kolay
ulaĢılabilir ve rahat
hareket edilebilir
mutfak dizaynı
-Eller yakın
çekim
-Ürüne yakın
çekim
-YerleĢtirilmiĢ
ürüne yakın
çekim
-Mutfak Ģefine
yakın ve orta
çekim
-Pazar yeri
yakın çekimleri
-Eller yakın
çekim
-Ürüne yakın
çekim
-YerleĢtirilmiĢ
ürüne yakın
çekim
-Mutfak Ģefine
yakın ve orta
çekim
-Davet edilen
arkadaĢ evi
-Etin yumuĢaklığını
ölçmek için
kullanılan 4 parmak
testi
-döküm tavanın
faydaları
-Festo sos
-Pankek
-Parmesan
-Mozerella
peyniri
-YeĢilköy
pazarı
-Sağlıklı kese kağıdı
-Kök sebze
-Küçük mutfak
sırları
-Kabak
Carpaccio
(Çiğ kabak
yemeği)
-Bonfile
-Cabatta ekmeği
-Parmesan
-Mozerella peyniri
-
-Mutfak
robotu
-Cam ürünler
-Cam
ürünler
içinde
yemek
tarifleri
-Döküm tencere
-Cam ürünler
-Fırın küreği
-Su ısıtıcısı
-Çırpıcı
-KarıĢtırıcı
-Akıllı Fırın
-Cam
ürünler
içinde
yemek
tarifleri
536
3. Sezon 18. Bölüm
Program
konusu:
Vanilya ve
çikolatalı
cupcake
Ana temalar:
-Dostluk,
-Samimiyet
-Pastacılık
-Emtia
-KeĢfet piĢir,
ye…
-Samimiyet
ifadeleri:
*Concon
*ArkadaĢ
*Göz hakkı
*Okey
*Bu ne ya!
*Efsane
*ġahane
-Parmaklarını
yalama
-Ağız
Ģapırdatma
- Stüdyoda
izleyici yok.
-Ġzleyici,
görüntüdeki
mutfağın bir
parçası algısı
-Doğal görünümlü,
duvarları tuğla
tasarımlı mutfak,
-Canlı renklerin
uyumu,
-Malzemelere kolay
ulaĢılabilir ve rahat
hareket edilebilir
mutfak dizaynı
-Eller yakın
çekim
-Ürüne yakın
çekim
-YerleĢtirilmiĢ
ürüne yakın
çekim
-Mutfak Ģefine
yakın ve orta
çekim
-Cam ürün satan
ünlü bir
markanın satıĢ
mağazası
-Pastacılıkta ölçü ve
gramajların önemi
-Malzemelerin oda
sıcaklığında
olmasının önemi
-Eros yöntemi
-Pastacılığın püf
noktaları
-Tuz
-Frosting (Pasta
kreması)
-Cam servis tabakları
-Cupcake servis
tabakları
-Vanilya aroması
-Cupcake tepsisi
-ġeker hamuru
-Pasta altı kağıtları
-Gıda boyaları
-Krema sıkma poĢeti
-Pasta süsleri
- Pasta
karıĢtırıcı
-Cam mutfak
eĢyaları
537
-Cam
ürünler
içinde
yemek
tarifleri
BÖLÜMLERĠN DEĞERLENDĠRĠLMESĠ
REFĠKA ĠLE MUCĠZE LEZZETLER
Mutfaklarda mucizeler yaratmayı ve çok özel yemek tarifleri ile izleyicinin mutfakta iĢini
kolaylaĢtırmayı vadeden ―Refika Ġle Mucize Lezzetler‖ yemek programında, hazza dönüĢen bir tada
ulaĢmak, ―iyi malzemelerin kullanılması, keyifli dizayn edilmiĢ bir mutfağın olması ve hazırlanan
yiyeceklerin kendilerine özgün sunumlarının yapılması‖yla mümkündür mesajı verilmektedir. Yemek
Ģefi, cinsiyetçi kalıp yargıların Ģekillendirdiği toplumsal algıya uygun olarak kadındır. Bu algı, sponsor
firmanın yerli ve köklü bir firma olması ile de örtüĢmektedir. Ayrıca toplumsal bellekte, kadının zor
beğenen bir yapısı olduğu ve iyiden anladığına dair algı güçlüdür. Programda kadın- mutfak
eĢleĢtirmesinde sponsor firmanın ürününün kullanılması bu algıyı öncelikli olarak firma lehine
Ģekillendirmekte olup, benzer üretimde bulunan diğer firmalar da bu rüzgardan etkilenmektedir.
Örneğin programdaki yemek Ģefinin kullandığı sponsor firmanın akıllı fırınınınher zamankinden daha
fazla talep ediliyor olması ve bu talebin diğer markalara da transfer olması bunun kanıtıdır (Bilim,
Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, 2013:9).
2. Sezon, 4. Bölüm‟ün adı “iş dönüşü yemekleri”dir. Bölümün ana teması ise, tüm gün dıĢarıda
çalıĢan bir iĢ kadının evde coĢkuyla, severek ve isteyerek yemek yapabileceğidir. Bu hissi verebilmek
ve izleyicinin ilgisini canlı tutabilmekiçin de mutfak Ģefi, program boyunca hareket halinde
olupyüksek enerjili bir ton sergilenmektedir. Oldukça yumuĢak ıĢığın kullanıldığı ve boyalı dekore
edilmiĢ, kurgulanmıĢ mutfakta canlı renklerin uyumu izleyiciyi davetkâr ve ilham vericidir. Mutfak
çekimlerinin yapıldığı daire, Ġstanbul Boğaz‘ını görmekte ve balkon/terasında sebze
yetiĢtirilebilmektedir. Ġzleyiciye, Ģehrin tüm kargaĢasına ve dar alana hapis olmuĢluğuna rağmen
istenirse, toprakla insanın bağının koparılamayacağı mesajı verilmektedir. ĠĢ dönüĢü soluklandığı
evinin salonu kitaplarla donatılmıĢ ama kitap rafında kocaman bir bal kabağı yer alıyor. Aksesuar
olarak ekrana yansıyan bal kabağı, gerçekte ―yemek için yaĢamalı‖ düĢüncesinin bir temsilcisi gibi.
Sunucunun giyimi ve aksesuarları abartıdan uzak ve sade. Abartı ve vurgu program içeriğine
yerleĢtirilmiĢ sponsor ürünlerinde ve yiyecek malzemelerindedir. Yiyeceklere aĢırı yakın çekimler,
kesme, buharda haĢlama, kızartma yöntemiyle, yemek hammaddesinin heyecan verici dönüĢümünü
gözler önüne sergiliyor. Sabit kamera bile izleyiciye sürekli eylem izlenimi veriyor. Stüdyoda izleyici
olmamakla birlikte, görüntüdeki mutfağın bir parçasıdır ve yemek Ģefinin anlatım tarzı, izleyicileri
stüdyoda yaĢananzevki ve heyecanı paylaĢmak üzere davet yüklüdür.
Kavanozlardaki yiyecek malzemeleri yemek Ģefinin hünerli elleri sayesinde mermer havanda bir
araya geliyor. ġef bu iĢlemi, bir eczacının ilaç bileĢimlerini bir araya getirirken gösterdiği dikkat ve
hassasiyeti gösterir gibi ya da bir büyücünün hangi malzemeden ne kadar koyacağına karar vermesi
gibi ustaca gerçekleĢtiriyor. Böylece ceviz, kiĢniĢ, rengârenk karabiber tohumları havanda ahenkle bir
araya geliyor. Bu arada Ģef,izleyiciyle arasında samimi bir sosyal alan yaratıyor ve kurulan bu
samimiyet de yemeğin tadılma aĢamasında izleyiciyle yapılacak yemek fantezisinin ön hazırlığıdır.
Beslenme ve yemek piĢirme için dikkatli tavsiyeler ve öğütler vermekten de geri kalmıyor. Tıpkı
annemiz gibi...―Salça alırken rengine tadına bakın. Erken hasat zeytinyağı kullanın yada organik
yumurta alın‖ gibi. Tabi bunun yanı sıra bu ürünlerin bulunabileceği yerleri ifade etmeyi de ihmal
etmiyor.
Bu arada izleyicide ―sizin de bizim gibi güzel yemekler yapabilmeniz için bazı mutfak gereçlerine
ihtiyacınız var‖ hissi uyandırılıyor. Örneğin, ―yaptığımız yemekten iyi verim elde etmek için şu tip
karıştırıcıya ihtiyacımız var‖ tarzı söylemler bilinçaltında bu algıyı oluĢturuyor. Bunun için de
program içeriğinde gıda maddeleri ve iĢleme ekipmanları oldukça belirgin iĢleniyor. KurgulanmıĢ
mutfaktaki bir dizi mobilya tasarımı, Ģık moda gurme ürünleri ve bunların üretim teknikleri de
izleyicideki bu algıyı güçlendiriyor. Ġzleyicide yaratılan bu algı üretici firmalar için yeni bir satıĢ
tekniğini gündeme getiriyor. Program sponsorluğunu üstlenerek içeriğe (kahve makinası, su ısıtıcısı,
akıllı fırın, plazma tv, doğrayıcı, karıĢtırıcı v.s. gibi.) ürün yerleĢtirmek ve böylece satıĢları arttırmak.
Bunun için de izleyiciye sürekli olarak ―Ġyi bir yeme yapmak istiyorsan bu mutfak aletlerini
kullanmalısın‖ mesajı yineleniyor. Finalde günün yorgunluğu bol köpük yapan kahve makinasında
hazırlanmıĢ kahve içilerek atılırken yapılan yemeklerdeki zafer bu kahveden alınan yudumlarla
kutsanıyor. Elbette program içeriğine yerleĢtirilmiĢ sponsor firma ürünlerinin yanında, satın almaya
teĢvik edilen baĢka ürünlere de vurgu yapılıyor. Örneğin, hemen hemen her programda kullanılan
538
mermer havan, pizza kürekleri, çok fonksiyonlu çelik bıçak, pizza kesme makası, sıra dıĢı yemek
takımları, Ģamdanlar, kadehler, dondurma kepçesi, v.s de farklı sektörleri harekete geçiren bir diğer
ürün pazarlama stratejisi olarak karĢımıza çıkıyor.
―Tv'lerdeki Yemek Programları Zücaciyelerin Yüzünü Güldürüyor‖ baĢlıklı, pek çok haber
sitesinde de yer alan haberler bunu doğrular niteliktedir (http://www.sondakika.com, 2013).
Program içeriğinde, Türk yemek kültüründe alıĢılmadık lezzetlere de yer verilmesi tüketimi
arttıran önemli bir unsurdur. Örneğin,mandalina roka karıĢımı yeĢil salata ya da kızarmıĢ etin üzerine
sıkılan mandalina gibi. Bu konuda izleyiciden gelebilecek herhangi bir tepki de, yemek Ģefinin
ısmarladığı eti getiren kasaba yaptığı yemekten tattırması ve kasabın da “Refika yapar da kötü olur
mu” demesiyle önlenmiĢ oluyor.
Program içeriğinde Web Adreslerine, Facebook ve Twitter sayfalarına sıklıkla yapılan
yönlendirmeler ise tüketim sürecinin program bitiminde de devam etmesi için yapılan önemli
hamlelerdir. Örneğin web sayfasında ―Programda kullanılan havanı nereden alabilirim‖,―taş fırını
nereden bulabilirim‖ türünden sorular (http://www.mucizelezzetler.com, 2013) bu sürecin devam
ettiğinin en önemli göstergeleridir.
Program boyunca gösterilen samimiyet ve coĢku ifadeleri, izleyicinin konumu, stüdyo tasarımı,
kullanılan ıĢık ve renk uyumu, mutfak oyunları ve kamera hareketleri, dıĢ mekânın kullanımı ve Web
Adreslerine, Facebook ve Twitter sayfalarına yönlendirme Ģekli ve amacı, genel format gereği tüm
bölümlerde aynı olup, bu yapının diğer incelediğimiz 2. Sezon,21. Bölüm ve 2. Sezon, 34.
Bölüm‘dede tekrarlandığını görüyoruz.
Genel format içerisinde bölümlerde ele alınan farklılıklar ise Ģunlardır:
2. Sezon, 21. Bölüm‟ün adı“Televizyon karşısında Yemekler”dir. Bölümde yemeğe dair
toplumsal kalıp yargıların yıkılmaya çalıĢıldığını görüyoruz. Bu bölümde mutfak Ģefinin iddiası ―alışık
olmadığınız tatları, alışık olduğunu malzemelerle verebilirsiniz. Hikaye onları nasıl bir araya
getirdiğinizdir‖ Ģeklindedir. Örneğin, bir tarifte balık yoğurt, peynir bir araya getiriliyor. Oysa
toplumsal algı balıkla yoğurdun ya da peynirin etkileĢime gireceği korkusuyla birlikte yenilmemesi
gerektiği yönündedir.
2. Sezon, 34. Bölüm‟ün adı ise “Fırından meze çıktı”dır. Bu bölüm de de yemek Ģefinin yiyecek
malzemeleriyle oyun oynadığına ve bilinmedik tatlara davetiye çıkardığına Ģahit oluyoruz. Bölüm
sonunda izleyiciye, sarımsağın yemeğin içine kabuklarıyla konduğunda lezzeti daha fazla arttırdığı
öğretilirken, fıstık, soya, salça, zahter ve turĢunun balığa verdiği lezzetin hazzı hissettiriliyor.
ARDA‟NIN MUTFAĞI
―Keşfet, Pişir Ye!‖sloganıyla,karizmatik bir erkeğin, kurnazca malların tüketimini teĢvik ettiği
yemek programı olan ―Ardanın Mutfağı‖, izleyiciye tüketim odaklı bir dünya sunarken geleneksel
cinsiyetçi kalıpları da yerle bir ediyor. Her ne kadar kolay bulunabilen, her evde olduğunu iddia ettiği
malzemelerle yemek yaptığını söylese de kullandığı malzemelerin çeĢidi, miktarı ve kalitesi kolay
kolay her eve giremeyecek cinsten. Ancak programda yemek hammaddelerini ahenkle bir araya
getiriĢindeki becerisi ve sunumu, izleyici üzerinde sürekli tüketim yoluyla uyuĢturma etkisi yarattığı
söylenebilir.
2.Sezon, 20 Bölüm‟ün adı “Ekmek Arası Lezzetler” dir. Sandviç yapmak için 2 kilo bonfile etin
kullanılması gerektiğini sıradanlaĢtırarak sunduğu program içeriğinde, yemek Ģefinin sakin, ağırbaĢlı
ve karizmatik olduğu gözlenmektedir. Ekranda kot gömlek, kot pantolon ve hafif kirli ancak bakımlı
sakalıyla geleneksel algının tersine hamur da yoğuran cool erkek figürü mutfakta harikalar
yaratmaktadır.
Program esnasında mutfak olarak dizayn edilmiĢ stüdyoda oldukça yumuĢak ıĢık kullanılmakta ve
ilham verici canlı renklerin uyumuna dikkat edilmektedir. Akıllı fırın üzerine asılı rengârenk havlunun
üzerindeki nazar boncuğu ise programın baĢarısını dile getirmenin simgesel ifadesidir.
539
Bu programda da stüdyoda izleyici yoktur. Bununla birlikte yemek Ģefinin anlatım tarzı ve
stüdyoda yaĢanan zevki ve heyecanı paylaĢmak üzere davetkâr tutumu, izleyiciyi görüntüdeki
mutfağın bir parçası haline getirmektedir.
Program boyunca kamera, yemek Ģefinin usta ellerine yakın çekim yaparken programa
yerleĢtirilen sponsor firma ürünlerine de aynı ilgiyi göstermeyi ihmal etmemektedir. Sandviç yapmak
için cabatta ekmeğine ve bonfilo ete ihtiyaç olduğunu vurgulayan Ģef, sponsor firma ürünü olan
mutfak robotuna olan ihtiyacın da altını çizmektedir. Eti yumuĢatmak için dört parmak testinin nasıl
yapıldığı konusunda izleyiciyi eğittiği programda, Türk mutfak kültüründe yaygın olmayan festo sos,
muhteĢem bir tat için mozerella peyniri ve parmesan peynirinin belki de hiç bilinmeyen tadının
çekiciliği izleyicileri baĢka diyarlara götürmektedir.
Mantarı, soğanı, kabağı ve pastırmayı ahenkle bir araya getirdiği sandviçler sayesinde yemek Ģefi,
arkadaĢlarıyla yaptığı bilgisayar turnuvasında sergilediği olağanüstü yeteneği ile üstünlük ve
farkındalık elde etmektedir. Isırılan yudumların ardından, yüzlerdeki beğeni ifadeleri Ģefin yeteneğinin
onayıdır. Program arasında sponsor firmanın bir ürünün reklamının da yapıldığı ―advertorial kapak‖
bölümünün dıĢında web adresine, Facebook ve Twitter sayfalarına yaptığı yönlendirmeler de reklam
sürecinin programdan sonra da devam ettiğinin bir göstergesidir.
Program boyunca gösterilen karizmatik tavır, samimiyet ve coĢku ifadeleri, izleyicinin konumu,
stüdyo tasarımı, kullanılan ıĢık ve renk uyumu, mutfak oyunları ve kamera hareketleri, dıĢ mekânın
kullanımı ve Web Adreslerine, Facebook ve Twitter sayfalarına yönlendirme Ģekli ve amacı, genel
format gereği tüm bölümlerde aynı olup, bu yapının diğer incelediğimiz 3. Sezon, 13. Bölüm ve 3.
Sezon, 18. Bölüm‘dede bazı küçük ilavelerle tekrarlandığını görüyoruz.
Genel format içerisinde bölümlerde ele alınan farklılıklar ise Ģunlardır:
3.Sezon, 13. Bölüm‟ün adı “Bulgurlu Greyfurtlu Yerelması, Kabak Carpaccio”dur. Yukarıdaki
bölümden farklı olarak dıĢ mekân çekimiYeĢilköy pazarında yapılmıĢtır. Esnafla selamlaĢma,
tokalaĢma, hal hatır sorma ile halkın içinden sıradan mesajı verilmeye çalıĢılırken, yapılan yemeklerle
bu sıradanlığın dıĢına çıkılmıĢ, pek de alıĢık olmadığımız, farklı kültürlerden mutfağımıza gelen çiğ
sebze ile yemek yapma fikrini zihinlere aĢılamıĢtır. Bu arada sağlıklı bir çevre için kese kâğıdı
kullanmanın önemine değinirken, kök sebzeler konusunda izleyiciyi bilgilendirmekte ve kaliteli bir
döküm tencerenin de ekonomik faydaları üzerinde durarak tüketicilerin algılarını bu yöne çevirmeyi
baĢarmaktadır. Elbetteki program boyunca Ģefin, ―arkadaş‖ diye hitap ettiği sponsor firmanın mutfak
malzemelerinin (su ısıtıcısı, akıllı fırın, karıĢtırıcı, doğrayıcı v.s) gerekliliğinin, gerek sözcüklerle
gerekse görüntüyle yapılan vurgulamalarla altı sık sık çizilmektedir.
3.Sezon, 18. Bölüm‟ün adı “Vanilya ve Çikolata Cupcake‖ dir. Bu bölümde de dıĢ çekim
program sponsoru olan, ürettiği cam ürünleriyle çok bilindik bir markanın satıĢ mağazasında
gerçekleĢmektedir. Kameraman eĢliğinde, izleyiciye bütün mağaza gezdiriliyor ve firmanın ürünler
gösteriliyor. Mağazanın tezgâhtarı ürünler hakkında bilgi verirken yemek Ģefine bakmakla beraber
aslında bilgilendirdiği ekranlarının baĢındaki izleyicilerdir. Tezgâhtara cupcake yapmak istediğini ve
bunu için yeni bir ürünlerinin olup olamadığını sorarak, yaratılan yeni satıĢ alanında biraz tiyatro
sahneleyerek izleyicinin dikkatini ürün üzerinde daha fazla yoğunlaĢtırıyor. Ġstediği ürünü bulunca da
―servisleri bununla yaparsanız, bütün gün yapacağınız bütün yemekleri bunlarla sunarsanız, sade
sevgililer gününü değil, her günü acayip güzel yemekler yaparsınız‖ diyerek gerçek amacı ortaya
koyuyor.
Program içeriğinde ise bu defa uzmanlığı pastacılık olan bir konuk yer almakta. NeĢeli ve çok
bilgili tavırlarıyla pasta yapımının püf noktalarını anlatıyor. Pasta yaparken kimyager gibi çalıĢmak
gerektiğinden bahsederken her zaman olduğu gibi sponsor firma ürünü olan karıĢtırıcı alet tezgah
üzerinde ve kamera da yakın çekimde. Az önce izleyicinin kameranın gezdiği mağazada gördüğü cam
mutfak eĢyaları ise bütün cazibeleriyle mutfağın her yanına saçılmıĢlar. Cupcake hamuru karıĢtırıcı
alet tarafından çevrilirken ―Böyle bir arkadaş varsa işimiz beş dakikadabiter‖ denilerek izleyicide bu
alete karĢı bir ihtiyaç yaratılmakta ve bu ürünü almaya teĢvik edilmektedir. Elbette ki bu arada sponsor
firma ürünü dıĢında, böylesi lezzetleri elde etmede olmazsa olmaz malzemeler sıralanmaktadır.
Vanilya aroması, Ģeker hamuru, pasta altı kağıtları, gıda boyaları,cupcake kalıpları ve krema sıkma
540
poĢeti‘nin her yerde bulunan ürünler olduğundan bahsedilerek bu ürünlere ulaĢımının da artık çok
kolay olduğunun atı çizilerek geleneksel mutfaklar için daha önce ihtiyaç olmayan ürünleri ihtiyaç
haline getirmektedirler. Pastayı yaptıktan sonra bayıla bayıla tadına bakmaları, ortaya çıkan lezzeti
―Bu ne ya! Efsane!‖―ġahane olmuĢ‖, gibi nitelendirmelerle ifade etmeleri, ağızlarını Ģapırdatarak,
lezzet ifadesi garip sesler çıkartarak ve parmaklarını yalayarak yemeleri ekran baĢındakileri
izleyicileri, sunucunun yaĢadığı zevki tatmaya ve daha fazla tüketmeye bir davettir.
541
-Eski bir Rum Köyü
olan Tepeköyü ve
bu köyde Ģarap
üretimi yapan bir
Rum asıllı
vatandaĢın restoranı
-Denizli Ģehir
görüntüleri
(travertenler,
termaller v.s)
-Denizli cam,
Kocabay Lokanta
-Yol üstü kokoreççi
-Mesire alanı
-Yöresel köy evi
-Restore edilmiĢ, tarihi bir
Ġstanbul evi
-Giritli bir ailenin iĢletmesi
-Gerçek Girit lezzetlerini
sunmaya çalıĢtıklarını
söylemeleri
-Bembeyaz masalar ve nezih bir
ortam görüntüsü
-Deniz ürünlerini farklı sunmaları
-Ürettikleri Ģarabı sunmaları
-Tarihi güzellikler
-Geleneksel yerel ve bölgesel
Türk mutfağının çekiciliği
-Yiyeceklerin fiyatı ve kalitesi
-ġahsiyetli bir
yer
-Seçkin
-Sıra dıĢı
--Farklı
kültürleri ve
tatları
alabileceğiniz
bir mekan
-Sakin
-Huzurlu
-Bu değerler
gizli kalmamalı
-Program konuğuyla
sunucunun iki eski dost olarak
sohbet eĢliğinde yemek keyfi
-MüĢteri değil misafir
-Dostluk
-Takdir edilme
-HoĢ sohbet
-Misafirperver
-Dostluk
-Sohbet
-Dostluk
-Memnuniyet
-Kamera önünde izleyici yok.
-Kamera önünde izleyici yok.
-Kamera önünde izleyici yok.
-Mekânın içinde ve dıĢında
uzun süreli yakın ve orta
uzaklıkta çekimler.
-Sohbet anında yakın çekim
Tavsiyeler
Kamera Hareketleri
Ġzleyicinin Konumu
Samimiyet ya da
CoĢku Ġfadeleri
Programın Yapıldığı
Yeri Tanımlama
Sözcükleri
Programın Yapıldığı
Yerin Farklılığı
Programın Yapıldığı
Yer/Yerler
Analiz Edilen Bölüm
Denizli
Gökçeada
Giritli Lokantası
Program Adı
Tadı Damağımda
-Cankurtaran (Eski
Ġstanbul)
-Mutlaka
gidilmeli
-Günün farklı saatlerinde eĢsiz
ada çekimleri
-Üzüm bağı çekimleri
-Deniz ürünleri çekimleri
-Ġç mekân çekimleri
-Gidilmeli
-DıĢ mekân çekimlerinde daha
çok geniĢ açıda ve uzak
çekimler
-Yiyeceklere yakın çekimler
-Ġç mekanlar yakın ve orta
uzaklıkta çekimler
-Mutlaka
gidilmeli
542
Erzurum
Manisa
Malatya
Maceracı
-Gelgör restoran
-Altınbulak köyü
-Abdurrahman Gazi
Türbesi
-Yakutiye Medresesi
-Kula ilçesi Akgün
Mahallesi
-Tarihi jeotermal
hamam
-Köy düğünü
-Turgut Özal müzesi
-Arapgir Ġlçesi
-Yazıhan Ġlçesi
-Darende Tohma
Kanyonu
-Akçadağ
Sultansuyu At
YetiĢtirme merkezi
-Arguvan Kızık
köyü
-Erzurum‘a özgü yiyecek ve
içecek kültürü
-Dini ve tarihi yapılar
-Gelenek görenek ve kendine has
kültürel özellikler
-Tarihi ve doğal güzellikleri
-Geleneksel yerel ve bölgesel
Türk mutfağının çekiciliği
-Manisa‘ya gelenek görenekler ve
kültürel özellikler
-Tarihi ve doğal güzellikleri
-Geleneksel yerel ve bölgesel
Türk mutfağının çekiciliği
-Malatya‘nın gelenek görenekler
ve kültürel özellikleri
-EĢsiz
-MuhteĢem
-EĢsiz
-MuhteĢem
-EĢsiz
-MuhteĢem
-Dostluk
-Ġnsanların sıcak yaklaĢımları
-Açık yürekli insan iliĢkileri
-Annem, babam, kardeĢim
Ģeklindeki hitap tarzı
-Kamera önünde
kurgulanmıĢ izleyici
topluluğu olmamakla
beraber, dıĢ çekimleri izleyen
halktan kiĢiler var.
-Halkla yapılan sokak
röportajları
-Tanrı misafiri
-Dostluk
-Sıcak insan iliĢkileri
-Kamera önünde
kurgulanmıĢ izleyici
topluluğu olmamakla
beraber, dıĢ çekimleri izleyen
halktan kiĢiler var.
-Halkla yapılan sokak
röportajları
-Tanrı misafiri
-Dostluk
-Sıcak insan iliĢkileri
-Kamera önünde
kurgulanmıĢ izleyici
topluluğu olmamakla
beraber, dıĢ çekimleri izleyen
halktan kiĢiler var.
-Halkla yapılan sokak
röportajları
-DıĢ mekân çekimlerinde daha
çok geniĢ açıda ve uzak
çekimler
-Yiyeceklere yakın çekimler
-Ġç mekânlarda yakın ve orta
uzaklıkta çekimler
-Dini mekânlarda yavaĢ ve
yakın çekimler
-DıĢ mekân çekimlerinde daha
çok geniĢ açıda ve uzak
çekimler
-Yiyeceklere yakın çekimler
-Ġç mekânlarda yakın ve orta
uzaklıkta çekimler
-DıĢ mekân çekimlerinde daha
çok geniĢ açıda ve uzak
çekimler
-Yiyeceklere yakın çekimler
-Ġç mekânlarda yakın ve orta
uzaklıkta çekimler
-Mutlaka tekrar
tekrar gelinmeli
-Bu güzellikler
yaĢanmalı
-Mutlaka tekrar
tekrar gelinmeli
-Bu güzellikler
yaĢanmalı
-Mutlaka tekrar
tekrar gelinmeli
-Bu güzellikler
yaĢanmalı
543
TADI DAMAĞIMDA
Yemeğin ve Ģarabın eĢleĢtirildiği ―Tadı Damağımda‖ programının gurmesi, bu sezon baĢına kadar
olan programlarında yemek yediği restoranlarda eleĢtiri ya da övgülerde bulunuyor ve bunu da
restoran iĢletmecisinin yüzüne ekran karĢısında, izleyicinin önünde yapıyordu. Bu sezon formatında
bazı değiĢikliklerde bulunmuĢ, konuk ettiği ünlü isimlerle beraber, onların önerdiği bir lokantada
yemek yiyor ve gurmelik dıĢında da konuklarıyla sohbet ediyor. AĢağıda ele aldığımız bölümler ise
her iki formattan örneği içeriyor.
Analiz edilen bölüm adı “Giritli Lokantası”dır. Program gurmenin yayına hazırladığı yeni sezon
formatındadır. Ana tema iki dostun yemek keyfi‘dir. Giritli Lokantası, Ġstanbul‘un tarihi semtlerinden
olan Ahırkapı‘da bulunmaktadır. Tarihi bir Sultanahmet evinin restore edilmesiyle hizmete girmiĢtir.
Giritli bir aile tarafından iĢletilen restoran Girit‘e dair tatları sunma konusunda iddialıdır.
Eski antika eĢyalarla donatılmıĢ mekân, bu programda gurmeyi ve onun yakın dostu olan bir
akademisyen/yazarı konuk ediyor. Program boyunca yiyeceklere, gurmeye ve konuğa yakın çekimler
yapan kamera, restoran içinde geniĢ açılı çekimler gerçekleĢtiriyor. Ġzleyiciyi hem kıskandıran hem de
meraklandıran görüntülerin ardından kamera dıĢ çekimlere yöneliyor ve sokak adına varıncaya kadar
restorana ulaĢım güzergâhını izleyiciye ezberletiyor.
Gurme konuğuyla yaptığı söyleĢide yemeği yaĢam kültürünün bir parçası olarak ele alıyor ve her
eve giren televizyonda her eve giremeyen yiyeceklerden övgüyle bahsediyor. Bu bağlamda entelektüel
bir sohbeti doruğa ulaĢtıran gurme, ―haute cuisine‖ (yüksek mutfak) yorumlarıyla izleyenlere
bilmediği bir kapının aralığından bakabilme imkanı tanıyor.
Halk arasında çok da yaygın olarak tüketilmeyen ahtapotun damak zevkine göre nasıl piĢirilmesi
gerektiğinin derdine düĢen gurme bu sorunun çözümünü Gökçeada‘da bulacak,belkide hayatında hiç
ahtapot yememiĢ ve de yemeyecek olan izleyiciyi de bu derdine ortak edecek ve Gökçeada‘ya
beraberinde sürükleyecektir. Elbette ki bunu da TV aracılığıyla izleyiciye sunduğu fantastik tüketim
odaklı, ulaĢılması imkânsız hayaller sunarak yapacaktır.
Analiz edilen bölüm adı “Gökçeada 125. Bölüm”dür. Ana tema ise,―çorak topraklardaki
bereket‖tir.Bu bölüm, programın ilk formatında hazırlanmıĢtır. Yani gurme eleĢtirilerini ya da
övgülerini restoran iĢletmecisinin karĢısında yapmakta ve bir öğretmen edasıyla verdiği öğütlerin
ardından, o iĢletmenin hizmetini ve ürününü puanlandırarak ödüllendirmekte ya da
cezalandırmaktadır.Belirli bir kriteri olmayan tamamen gurmenin damak zevkine uygun yapılan bu
değerlendirme sonunda övgü alan restoran, izleyicide aynı tadı tatma merakı uyandırmakta, izleyici
için artık orası ilk fırsatta gidilmesi gereken yerler arasına girmektedir.
Deniz, kum, Ģarap görüntüleriyle baĢlayan programda adaya geliĢ güzergâhı ve süresi tüm
ayrıntılarıyla anlatılmaktadır. Kolay ulaĢılabilirliği konusunda ikna edilen izleyiciler daha sonraki
program akıĢında ne yenir? Ne içilir? Nereye gidilir? Konusunda bilgilendirilerek ilgileri ve merakları
anlatılanlar üzerine yoğunlaĢtırılmaktadır. Damakta tat bırakacak lezzetlerin peĢinde olan gurme,
üretilen Ģarapları tadarken ve teknik konularda yetiĢtiricisinden çok daha fazla bilgi aktarırken, kendini
izleyen seyirciye engin bilgi birikimi karĢısında Ģapka çıkarttırmaktadır.
Kadehlerdeki Ģarap çeĢitlerine, dövülmüĢ dibek kahvesine, Panayot ustanın sakızlı kahvesine,
Barba Yorgo‘nun Ģaraplarına ve yemeklerine yakın çekim yapan kamera ile birlikte gurmenin yaptığı
yorumlar izleyicinin merak ve o an Ģehrin karmaĢasından kurtulup orada olma arzularını
kamçılamaktadır.
Gurme için sorun olan, ahtapotundoğru olarak piĢirilememe sorunu adada çözüme ulaĢmıĢtır.
Ancak adanın gizemleri bir programla çözülemeyecek kadar çoktur ve final bölümünü, izleyicinin
merakını bir sonraki programa kadar canlı tutacak Ģekilde, bir anlamda izleyiciyle aynı gün ve saat için
randevulaĢarak sonlandırmaktadır.
Analiz edilen bölüm adı “Tadı Damağımda Denizli”, Ana tema ―Ege‟de yöre yemeklerini
keşfetme‖ olup, bu bölüm de, programın ilk formatında hazırlanmıĢtır. Formatı gereği yukarıda
örneğini çözümlediğimiz program ile yapım ve içerik olarak aynı özellikleri taĢımaktadır.
544
Bu bölümde ise Denizli, travertenler, termaller ile baĢlayan çekici görüntüler, yöresel kebaptan
tatmak üzere Kocabay lokantada düğümlenmektedir. BeĢ yıldızla taçlandırılan kebap görüntülerinin
ardından izleyiciye, Kızılcabölük yol üstünde Bağlı Kokoreççide mola verdirilmektedir.
Ġzleyiciye ―fast food‖ yiyeceklerin alternatifi olarak sunulan kokorecin ardından gurme, Goncalı
Piknik Yeri ve Kızılcabölük‘de bir köy evine konuk olmakta ve burada yöresel tatların hazzını
yaĢarken, izleyiciyi de bu hazza davet etmektedir.
MACERACI
Gezi yemek programlarının en dikkat çekicilerinden biri de Anadolu‘nun farklı güzelliklerini
ekrana getiren ―Maceracı‖dır. Program formatında sunucu kendisine sunulan yemekleri büyük bir
iĢtahla yemekte, yerken çıkardığı seslerle ve yüz ifadeleriyle de hissettiği hazzı izleyicinin hafızasına
kazımaktadır.
Analiz edilen bölümün adı “Maceracı – Erzurum”dur. Ağırlıklı olarakdıĢ mekân çekimleri
yapılan programda tarihi ve doğal güzelliklerin yanında yemek kültürü de izleyiciye sunulmaktadır.
Ramazan ayında Erzurum‘da yapılan çekimlerde ramazan davulcusu mizanseniyle baĢlayan program,
sahurda Ģehrin en ünlü cağ kebapçısında devam etmektedir. Kadayıf dolmasının yapıldığı atölyede
yapılan yakın çekimlerin ardından, gençlerin ramazanda oruç tutmaya özendirildiği Altınbulak
köyünde, köylüler ile yapılan sohbetlerde çekilen görüntülerle izleyicinin dikkati bir noktada
toplanmakta, toplanan dikkat ise Abdurrahman Gazi Türbesi‘nde gerçekleĢtirilen ağır çekimler
eĢliğinde hafif bir dini müzikle ilahi bir coĢkuya dönüĢmektedir. Türbe tarihi, türbe görüntüleri
vehikâyelerinin anlatıldığı bu kısmın ardından, Yakutiye Medresesi‘ne geçilmekte ve kurulan iftar
sofralarına konuk olunmaktadır. Ġftar açma görüntülerinin ardından, Erzurum‘a özgü yerel objelerle
döĢenmiĢ evdeki sıra gecesi ise izleyicinin ilgisini farklı bir boyuta taĢımaktadır.
Program sırasında sunucunun röportaj yaptığı kiĢilerle kurduğu ikili diyaloglar ise zaman zaman
ekran baĢındakileri ĢaĢırtacak hatta kızdıracak kadar sınır tanımaz bir samimiyeti içermektedir.
Analiz edilen bölümün adı “Maceracı – Manisa”dır. Formatı gereği yukarıda örneğini
çözümlediğimiz program ile yapım ve içerik olarak aynı özellikleri taĢımaktadır. Genel Ģehir
görüntüleriyle baĢlayan program, Kula ilçesinde devam etmektedir. Kula‘da, Osmanlıdaki sosyal
hayatın bugünde korunduğunu söyleyen sunucu programa ―Akgün mahallesinden Ak bir yemeğe
doğru‖ göndermesiyle bir eve konuk olarak devam etmektedir. Samimi bir sosyal ortamda mahalle
sakinlerinin yaptığı yerel yemek olan ―kapama‖yı büyük bir hazla, kendini kaybedercesine yiyen
sunucu, bir anlamda izleyicileri de kurulan büyük yer sofrasına davet etmektedir. Programa yerel
kültürle geleneklerin harmanlandığı ―köy düğünü‖yle devam edilmekte, keĢkek, sarma, aĢure,
toparlak/yuvarlak denen düğün yemeklerinin tadı izleyicinin bilinçaltındançağrılmakta ve bu tatları
yeniden hatırlamaları sağlanmaktadır. Bu tatları bilmeyenlere de mutlaka tatmaları gerektiği telkin
edilmektedir.
Program, zeybeklerin gösterisi, geleneksel yerel nikah töreni görüntüleri, geleneksel adetlerden
örnekler (Oyunlar, kına), tarihi jeotermal hamam, peribacaları, Kula, Burgaz Volkanik bölgesi ve yaĢlı
bir Yörük çiftle yapılan röportajın adından son bulmaktadır.
Analiz edilen bölümün adı “Maceracı – Malatya”dır. Formatı gereği yukarıda örneğini
çözümlediğimiz program ile yapım ve içerik olarak aynı özellikleri taĢımaktadır. ġehrin genel
görüntüsü ile baĢlaya program, Malatya‘nın ilgi çeken yerlerinin gezilmesiyle devam etmektedir.
Bunlar arasında önemli bir yere sahip olan ―Turgut Özal Müzesi‖ Türkiye‘nin bir dönemine Ģahit
olmuĢ çeĢitli objeleri barındırdığından, görülmesi gereken yerlerin baĢında gelmekte ve ekran
baĢındaki izleyicilere iĢaret edilmektedir. Bununla birlikte, Arapkir üzüm pekmezi ve pestilinin
çekiciliği izleyicide mutlaka tüketilmesi gerektiği izlenimini yaratmaktadır. Battalgazi‘nin AliĢar
Köyü‘nde yapılan ―kiraz yaprağı köftesi‖ mutlaka tadılması gereken lezzet olarak izleyiciye
sunulurken, Somuncu Baba Türbesi ise mutlaka görülmesi gereken yer olarak vurgulanmaktadır.
Darende Tohma Kanyonu‘nu gezip, Akçadağ Sultansuyu At YetiĢtirme Merkezi‘nde röportaj yapan
sunucu, Arguvan Saz dinletisi ile programı sonlandırmaktadır.
545
ĠÇERĠK ANALĠZĠ BULGULARI
Yukarıda incelenen yemek programlarına yapılan içerik analizi neticesinde elde edilen bulguları Ģu
Ģekilde sıralayabiliriz:
Pazar ekonomisi, yemek kültürü bilgisini, insanların talep ettiği ve takip ettiği bir ticari konu
haline dönüĢmüĢtür.
Televizyon yeni tip üretim ve satın alma alanıdır.
Yemek artık sıradan değil bir konsept içinde sunulan bir tat ve hazdır. Bu nedenledir ki bütün
dünyada olduğu gibi Türkiye‘de de yayınlanan yemek Ģovları sayesinde, artık mutfak
Ģeflerinin starlaĢtığı bir dönemi yaĢıyoruz.
Yemek, tüketim için bir amaç olmaktan çok nihai amaca varmak için bir araçtır.
Yemek programları mekân olarak belli bir formda kendini izleyenlere sunar. Bu aynen tiyatro
benzeri bir sunumdur. Yiyecek o kadar da önemli değildir.
Reklamveren firmalar için yemek programları yeni tanıtım ve satıĢ alanlarıdır. Bu alanda ürün
yerleĢtirme yoluyla marka kimlikleri oluĢturulur.
Yemek programları aracılığıyla geleneksel cinsiyetçi kalıp yargıların yıkıldığına Ģahit
oluyoruz. Tüketim odaklı dünyada ekranda yemek piĢiren karizmatik erkek kurnazca malların
tüketimine teĢvik ediyor. Sunulan içerikte iyi yaĢamın simgesi, ―iyi yemeği‖ yapan ve iyi
yemekten anlayan modern erkek imajı çiziliyor.
UlaĢılamaz, gerçekçi görüntülerle sunulan görsel haz, izleyici üzerinde sürekli tüketim yoluyla
uyuĢturucu etkisi yaratır.
Bilhassa gezi yemek programlarında restoranları tanımlama sözcükleri; zarif, seçkin vs.dir.
Ġzleyici bu ayrıcalığı yaĢamaya ve sunucunun yaĢadığı zevki tatmaya davet edilir.
Gıda, iyi bir hayat için yaĢam sembolüdür.
Ġnsanların vizyonları verilen öğütlerle veyaratılan zevk aracılığıyla geniĢletilir.
Bilgi, eğlence, eğlenceli bilgi ve yemek fantezileriyle gıda tüketmek, hazzın kaynağıdır.
Yaratıcı, zevk düĢkünü bir yaĢam stili vaat edildiğinden, izleyici hayal kurmaya teĢvik edilir.
Verilen tariflerde sağlık etkileri ve ekonomik imkânsızlıklar da göz ardı edilmektedir.
SONUÇ
Günümüzün yoğun yaĢam koĢullarında birey, gereksinimlerini karĢılamak için, toplumsal iliĢkileri
kullanıyorsa da, temelde daha karmaĢık olan bazı psikolojik ve sosyal ihtiyaçlarını -örneğin hoĢ vakit
geçirme, boĢ zamanını değerlendirme, bilgilenme, eğlenme v.s gibi-medyadan gidermeye çalıĢır.
Bunun için de kendisine sunulanlar arasından tercihte bulunur. Bu durum ise kapitalist yapının
sürekliliği için akıl almaz stratejilerin geliĢtirilmesinin uygun zeminidir. Sermaye odaklarının ürettiği
stratejiler, bu ihtiyaçlarla oluĢan kanallardan bireyin algısına sızar. Ona daha fazla ve farklı olanı
tüketmesi için baskı yapar. Bunu da kitle iletiĢim araçları ve çeĢitli iletiĢim teknikleriyle
gerçekleĢtirirler. Görünürde birey kendi tercihlerini belirlediğini zannederken gerçekte kendisine
sunulan tüketim dünyasının esiri olmuĢtur.
Bu durumda medyanın bireye sunduklarının, birey tarafından doğru okunması günümüz ekonomik
sosyal ve siyasal yapısında kaçınılmaz bir gerçekliktir. Bu ona, kapitalist düzenin kendisine biçtiği
rolün ne olduğunu daha iyi kavrama ve anlama olanağı sağlayacaktır. Örneğin yemek programları
sermaye odaklarının nihai amaçlarına ulaĢmalarında bir araç olabildiği gibi, yayınlandığı zamanın
sosyal ve ekonomik gerçekliklerinin üzerini örten, toplumun algısını yönlendiren bir nevi toplumsal
afyon görevi de görebilir.
546
KAYNAKÇA
Akgün,
M.(yayın tarihi bilinmiyor). ―21. Yüzyılın Yükselen FetiĢizmi: Yemek‖,
http://www.radikal.com.tr/
yazarlar/muge_akgun/21_yuzyilin_yukselen_fetisizmi_yemek1103097 (EriĢim: 13.07.2013).
Altuntuğ, N. (2010). ―Geleneksel Tüketim Olgusunun Kırılma Noktası: Yeni Bir Tüketim
Paradigmasına ve Tüketici Kimliğine Doğru‖, iç. Organizasyon ve Yönetim Bilimleri Dergisi,
Cilt 2, Sayı 2, 2010 ISSN: 1309 -8039 (Online).
AĢtı,
N.(2007). ―Yemek PiĢirme Terapisi‖, iç. Medimagazin, 10 Aralık
http://www.medimagazin.com.tr/authors/nesrin-astI/tr-yemek-pisirme-terapisi-72-371407.html
2007,
Aziz, A. (2006).Televizyon ve Radyo Yayıncılığı. Ankara: Turhan.
Aziz, A.(2010).Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri ve Teknikleri. Ġstanbul: Nobel. 5. Basım.
Balcı, ġ.,Bekiroğlu, O. (2012). ―Ġçerikten Anlama Giden Bir Tünel Olarak Ġçerik Çözümlemesi: 2011
Genel Seçimleri‘nde Ak Parti TV Reklamları Üzerine Bir AraĢtırma‖, iç. Görsel Metin
Çözümleme, (ed. Özlem Güllüoğlu), Ankara: Ütopya Yayınları.
Baudrillard, J. (2010).Nesneler Sistemi. Ġstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.
Bauman, Z. (2006).Küreselleşme. Ġstanbul: Ayrıntı, 2. Basım.
Baysoy,
C.(yayın
tarihi
bilinmiyor).
―Meta
FetiĢizmi
ve
Antagonizma‖,
http://www.otonomdergisi.org/emek-ve-de-er-teor-s/makaleler/emek-ve-de-er-teori/meta-fetiizmi-ve-antagonizma, (EriĢim: 12.07.2013).
Berger, A.A. (1993).Kitle İletişiminde Çözümleme Yöntemleri. (ed. Nazmi Ulutak, Aslı Tunç),
EskiĢehir: Anadolu Üniversitesi Basımevi, ss.97-103.
Berger, A. A. (2012).Kültür Eleştirisi.Ġstanbul: Pinhan.
Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı Sanayi Genel Müdürlüğü, Beyaz EĢya Sektörü Raporu, Sektörel
Raporlar ve Analizler Serisi, 2013/1, s.9.
Cheviron, N. T. (2009). ―Haber Yorumundan Seyir ve Gösteriye‖, iç. Metin Çözümlemeleri,(der.
Yasemin G. Ġnceoğlu ve Nebahat A. Çomak), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları.
DağtaĢ, E.,DağtaĢ, B. (2006). ―Tüketim Kültürü, YaĢam Tarzları, BoĢ Zamanlar ve Medya Üzerine Bir
Literatür Taraması‖, iç. Bilim Eğitim Toplum Dergisi, Cilt 4, Sayı: 14.
DağtaĢ,
E. (2005). ―Magazin Eklerinde
ÜniversitesiĠletiĢim Dergisi, 2005/21.
Tüketim
Kültürünün
ĠzdüĢümleri‖,
iç.
Gazi
Devrim, A. (2010-2011). ―Marx‘ın Değer ve Fiyat Teorisi‖, Karl Marx, iç. Doğu Batı DüĢünce
Dergisi, Yıl:14, Sayı:55, Kasım, Aralık, Ocak 2010-2011.
Edgar, A.,Sedgwick, P. (2007). Kültürel Kuramda Anahtar Kavramlar Sözlüğü, (çev. Mesut
KaraĢahan), Ġstanbul: Açılım Kitap.
Fiske, J. (2003).İletişim Çalışmalarına Giriş.Süleyman Ġrvan(Çev.). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Gökçe, O. (1994). İçerik Çözümlemesi. Konya: Selçuk Üniversitesi Yayınları.
Güngör, N.,Binark, F. M. (1993). ―Televizyonda ve Basında Haberler: KarĢılaĢtırmalı Ġçerik
Çözümlemesi‖, iç. Amme Ġdaresi Dergisi,Cilt.26, Sayı.3,Eylül 1993.
Lull, J. (2001). Medya İletişim Kültür. Nazife Güngör (Çev.).Ankara: Vadi Yayınları.
Maigret, E. (2004).Medya ve İletişim Sosyolojisi. Halime Yücel(Çev.).Ġstanbul: ĠletiĢim.
Mcquail, D. (1994).Kitle İletişim Kuramı. Ahmet Haluk Yüksel (Çev.).EskiĢehir: Kibele sanat
Merkezi Yayını, 1.Baskı.
547
Ömer, Aytaç. (2006). ―Tüketimcilik ve MetalaĢma Kıskacında BoĢ Zaman‖, Kocaeli Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı:11, Cilt:1, Yıl:2006, ss.27-53.
Rabasiere, H. (1960). In Defense of Television, Glencoe: Free Press., s.373 den Aktaran: Özlem
Güllüoğlu, ―Bir Kitle ĠletiĢim Aracı Olarak Televizyonun Popüler Kültür Ürünlerini
Benimsetme ve Yayma ĠĢlevi Üzerine Bir Değerlendirme‖, iç. Global Media Journal, Bahar
2012, Yeditepe Üniversitesi.
Ritzer, G. (2011).Sosyoloji Kuramları.Himmet Hülür (Çev.). Ankara: De Ki Basım Yayım.
Stone, P. vd., (1996). The General İnquirer: A Computer Approach To Content Analysis. Cambrige:
MIT Press.
TaĢkaya, M.(2009). ―1980‘lerden 2000‘lere Türk Sinemasında Ürün YerleĢtirme Uygulamalarında
Görülen Nicel DeğiĢim‖, iç. ĠletiĢim Kuram ve AraĢtırma Dergisi, Güz, Sayı:29, ss.108-109.
(103-132)
Ünyay, E. B. (2009).‘'Yemek programlarına ―doyuyoruz‖. http://www.milliyet.com.tr(EriĢim:
20.07.2013).
Wayne, M. (2006).Marksizm ve Medya Araştırmaları.BarıĢ Cesar (Çev.). Ġstanbul: Yordam.
Yanıklar, C. (2010). ―Tüketim Kültürü, Kapitalizm ve Ġnsan Ġhtiyaçları Arasındaki ĠliĢki Üzerine Bir
TartıĢma‖, iç. C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2010, Cilt:34, Sayı:1, (ss.25-32).
Yaylagül,L. (2008). Kitle İletişim Kuramları Egemen ve Eleştirel Yaklaşımlar.Ankara: Dipnot.
Yüksel, E., vd. (2013).İletişim Kuramları. EskiĢehir: Anadolu Üniversitesi Yayını.
Ġnternet Kaynakları
http://kapitalism101.wordpress.com. (2010), ―The Law of Value 2: The Fetishism of Commodities‖, 5
Mayıs
2010,
http://kapitalism101.wordpress.com/2010/05/05/the-law-of-value-2-thefetishism-of-commodities/, (EriĢim: 12.07.2013).
http://krasno.sosyomat.com.
―kapitalizmin
yeni
paradigması
http://krasno.sosyomat.com/blog/3808035, (EriĢim: 12.07.2013).
1-
meta
fetiĢizmi‖,
http://www.mucizelezzetler.com/sss, (EriĢim: 19.08.2013).
http://www.sondakika.com. (2013) ―Tv‘lerdeki Yemek Programları Zücaciyelerin Yüzünü
Güldürüyor‖,
06.01.2013,
http://www.sondakika.com/haber/haber-tv-lerdeki-yemekprogramlari-zucaciyelerin-yuzunu-4226788/ (EriĢim: 19.08.2013).
548
BĠR TURĠZM HAKKI OLARAK SOSYAL TURĠZM VE ENGELLĠLER
Serhat Özgökçeler1
Doğan Bıçkı2
ÖZET
Bu çalıĢmanın temel konusunu sosyal turizm ve engelli turizmi oluĢturmaktadır. Dünyada engelli
bireylerin sosyal turizme katılımının teĢvik edilmesi hususunda uygulamaların ele alınacağı çalıĢmada,
ayrıca Türkiye için de bazı değerlendirmeler yapılacaktır. ÇalıĢmada bazı ülkelerin sosyal ve engelli
turizmi konusunda oldukça baĢarılı olmalarının arka planında, sosyal politikalar geliĢtirmede öncü
ülkeler olduğunun altı çizilmektedir.Günümüzde bu alanda baĢarılı olan ülkelerdeki etkin engelli
turizm faaliyetleri,sadece seyahate katılma durumuyla iliĢkilendirilmemekte; bunun yanında sosyal
politikaların ve temel insan haklarının tamamlayıcısı olarak da ele alınmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Turizm, turizm hakkı, sosyal turizm, engelliler, engelli turizmi
ABSTRACT
Social tourism, and disabled tourism are the main subjects of this study. This current study will
seek to analyze applications supporting participation of people with disabilities to the social tourism in
the world, and also will end with evaluate the situation of Turkey in this context.Some countries
(France, Spain, Belgium, the UK etc.) were choosen as the study subject not only because they are the
most visited tourist destination in the world but also due to their reputation in effective social
policies.Nowadays in these developed countries, development of social and disabled tourism activities
are no more solely a matter of travel participation. Besides this people with disabilities participation to
travelis considered as ―integral part‖ of social policies and humanrights.
Keywords: Tourism, tourism right, social tourism, people withdisabilities, disabled tourism
GĠRĠġ
Günümüzde turistik hareketler, sınıf-farkı gözetilen toplumlarda, imtiyazlı ve satın alma gücü
yüksek olan varlıklı bireylerin, turizm hareketlerine katılmaları Ģeklinde tanımlanan aristokratik
yapıdan sıyrılarak baĢka bir niteliğe geçiĢ yapmıĢtır. Bu yeni evrede anılan hareketler, satın-alma gücü
düĢük olan ―dar gelirli bireyler‖in, çeĢitli kolaylıklarla turizm hareketlerine katılmalarına imkân
vermektedir. Bir diğer anlatımla, bugünün turizm yapısı, bireysel olmaktan çıkıp; kitlesel ve sosyal
turizm olma yolunda ilerlemektedir. Bu noktada ―turizm hakkı‖, kiĢisel geliĢim hakkının somut bir
ifadesi; sosyal turizm ise, bu hakkı uygulama isteği üzerine kuruludur. 1950‘li ve 1960‘lı yıllardan
itibaren hız kazanmaya baĢlayan sosyal turizm, çerçevesi iyi belirlenmiĢ sosyal yöntemler sayesinde,
nüfusun ―düĢük gelirli‖ kesimlerinin turizme iĢtirak etmesinden doğan tüm kavram ve olaylar olarak
tanımlanabilmektedir. Sosyal turizmin kapsamı içerisinde değerlendirilen turizm türleri arasında baĢta
engelliler olmak üzere, gençlik, orta yaş, üçüncü yaş ve öğrenci turizmi sayılabilmektedir. Bu
çalıĢmada sosyal turizm, engelliler açısından bir imkân olarak ele alınmakta ve bu bağlamda engelli
bireylerin topluma entegre olmasında sosyal turizmin önemi vurgulanmaktadır. Ayrıca, engellilerin
sosyal kaynaĢma alıĢkanlığının kazandırılması; sosyal eĢitliğin sağlanması; bunun sosyo-ekonomik
yapı içinde yayılması ve kendileri için yeniden aktif bir yaĢam ortamının tesis edilmesi bu çalıĢmadaki
temel amaçların bir kısmını oluĢturmaktadır.
1
AraĢ. Gör., Uludağ Üniversitesi Ġ.Ġ.B.F., ÇalıĢma Ekonomisi ve Endüstri ĠliĢkileri Bölümü,
[email protected],
[email protected]
2
Doç. Dr., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Ġ.Ġ.B.F., Kamu Yönetimi Bölümü,
[email protected],
[email protected]
549
KAVRAMSAL ÇERÇEVE: TURĠZM VE TURĠZM ÇEġĠTLERĠ
Bir Kavram Olarak Turizm
Sanayi Devrimi ile birlikte çalıĢma hayatı, yapısal olarak hızlı bir dönüĢüm geçirmekte ve yeni
nitelikler kazanmaktadır. Devrim-öncesi sosyal hayat ile çalıĢma hayatındaki etkisi devam feodal
kalıntılar hâkimiyetlerini kaybetmiĢ; iktisadî ve sosyal hayat,kapitalist üretim biçiminin gerektirdiği
vasıfları kazanma doğrultusundahızlı geliĢme evresine girmiĢtir. Özellikle toplumun büyük bir
kesimini meydana getiren çalışanların yeni haklar elde etmesi ve bunları geniĢletme çabası, sosyal
hayat içinde birçok yeni olgunun ortaya çıkmasına neden olmuĢtur. Bu anlamda turizmin de bu dönem
içinde-18. ve 19. yüzyıllarda- ortaya çıktığı tahmin edilmektedir3. Zira bireylerin turizm denebilecek
aktiviteler içine girebilmeleri, ancak belirli koĢulların mevcut olmasıyla mümkün hâle gelebilecektir.
Söz konusu koĢulların baĢındagelen ―boĢ zaman‖ ve ―ekonomik yeterlilik‖, anılan
döneminçıktılarıolma özelliği taĢımaktadır. Böylece geniĢ halk kesimlerinin turizm olgusundan
yararlanmaları da yavaĢ yavaĢ gündeme gelmeye baĢlamıĢtır (Çamur, 1986: 23).
Bir kavram olarak turizmin tanımlanması konusunda yazarların bakıĢ açısına ve anılan kavramın
ele alınıĢ amaçlarına göre farklı tanımlar yapılmıĢtır.Türk Dil Kurumu‘na ait ―Büyük Sözlük‖te
kavram, dinlenme, eğlenme, görme, tanıma vb. amaçlarla yapılan gezi; bir ülkeye veya bir bölgeye
turist çekmek için alınan ekonomik, kültürel, teknik önlemlerin, yapılan çalışmaların tümüolarak
tanımlanmaktadır (TDK,http://www.tdk.gov.tr, 12.08.2013).BirleĢmiĢ Milletler Dünya Turizm
Örgütü‘ne (UNWTO) göre iktisadî ve sosyal bir fenomen olarak değerlendirilen turizm, insanların
devamlı olarak yaşadıkları yerler dışında tüketici olarak iş, merak, din, sağlık, spor, dinlenme-tatil,
eğlence, kültür ya da aile ziyareti, kongre, seminerlere katılmak gibi nedenlerle, bireyselveya toplu
şekilde yaptıkları seyahatlerden ve gittikleri yerde yirmi dört (24) saati aşan veya ülkenin bir
konaklama tesisinde en az bir geceleme süre ile konaklamalarından ortaya çıkan seyahat ve geçici
konaklama hareketlerine verilen addır (UNWTO, http://www2.unwto.org/en/, 12.08.2013).
Bununla birlikte turizm, turistik varlıkların değerinin toplumca daha iyi anlaĢılmasına ve bu sayede
tarihî, doğal ve kültürel değerlere sahip çıkılmasına vesile olan bir unsurdur. Bu zihniyet gelecek
kuĢaklara da aktarılarak, ülkelerin öz-varlıklarının sonsuza dek korunmasına uzanan bir sonuç
doğurabilecektir. Günümüzde her kesimce kabul görmüĢ iktisadî, sosyal, politik, sağlık, kültürel, malî
iĢlevleri olan turizmin önemi aĢağıdaki gibi özetlenebilmektedir (Smith, 1988: 183; Ulucak, 2000: 6):
Millî gelire katkı sağlayan önemli bir faaliyettir;
Ekonomiyi geliştiren bir hizmet sektörüdür;
Milyonlarca insanı ilgilendiren bir üretim ve tüketim olayıdır;
İş ve istihdam kaynağı olma özelliğine sahiptir;
Doğal, kültürel ve sosyal çevreyi korumanın ve geliştirmenin etkili bir aracıdır;
Sağladığı dövizle dış ödemeler dengesini olumlu yönde etkileyen bir endüstridir.
Wang‘ın (2000: 3) iĢaret ettiği ve yukarıda da değinildiği üzere, turizme ait farklı tanımlamalar,
kavramla ilgili farklı amaçların altını çizmede kullanılmakta; bu durum turizm olgusunun dinamik bir
yapıya sahip olmasını beraberinde getirmektedir.
Dünya‟da ve Türkiye‟de Turizm
Uluslararası turist giriĢleri ve turizm gelirleri, 2. Dünya SavaĢı‘nın sona ermesinden sonra,sürekli
olarak bir artıĢ eğilimi göstermiĢtir. Bu artıĢta, ülkelerin refahseviyelerinin yükselmesiyle turizme
ayrılan kaynakların artırılmasının yanı sıra; ülke halkları arasındaki yakınlaşmanın da önemli etkisi
bulunmaktadır (Gülen &Demirci, 2012: 23).
KüreselleĢme olgusu da, turistler dâhil, her türden insanın yer değiĢtirmesiyle sıkı Ģekilde
bağlantılıdır. KüreselleĢme sayesinde çok daha fazla sayıda insan, küresel seyahatle ilgilenmekte;
dünyanın dört bir yanıyla ilgili bilgi sahibi olmakta ve kendini dünyanın bir yerleĢiminden ötekine
3
Wang (2000: 3), turist ve turizm kavramlarının 1500‘lü yıllardan önce kullanılmadığını ve ancak 1700‘lü
yıllardan itibaren anılan kavram(lar)ınliteratürde yer aldığını belirtmektedir. Bu duruma, D. Defoe‘nin 1720
yılında kaleme aldığı A Tour Through the Whole Island of Britain isimli eser örnek gösterilmiĢtir.
550
taĢıyacak çok hızlı ve modern araçlar ellerinin altında bulunmaktadır.Küresel turizmin artmasında çok
etkin rol oynayan diğer bir unsur ise; nispeten düĢük maliyetli ulaĢım ve organize turların mümkün
hâle gelebilmesidir. Bunun sonucu olarak da geçmiĢ dönemlerde dünyanın en ücra ve/veya gidilme
ihtimali olmayan mekânları, artık küresel turizmin bir parçası hâline gelmektedir (Ritzer, 2011: 344).
BirleĢmiĢ Milletler Dünya Turizm Örgütü (UNWTO) verilerine göre uluslararası turizm
hareketleri, yılda ortalama olarak 1950-‗59 döneminde %11,7; 1960-‗69 arasında% 8,3; 1970-‘79
arasında%6; 1980-‗89 arası dönemde %3,9; 2004-‗08 döneminde %9,8 oranında artmıĢtır (Gülen &
Demirci, 2012: 23).Dünya genelinde arızî olarak meydana gelen krizlere rağmen, uluslararası turist
akıĢı sürekli bir artıĢ göstermektedir. ġöyle ki; 1950‘li yıllarda 25 milyon olan uluslararası turist akıĢı,
1980 yılında 278 milyona; 1995 yılında 528 milyona ve nihayet 2012 yılında 1 milyar 35 milyona
ulaĢmıĢtır. UNWTO Tourism Highlights-2013 isimli Rapor‘a göre, 2013 yılı için %3 ilâ %4 oranında
bir artıĢ beklenmektedir. Ayrıca 2030 yılı için,uluslararası seyahat gerçekleĢtiren kiĢi sayısının1 milyar
800 milyon olacağı tahmin edilmektedir.Bu Rapor‘da 2012 yılında Asya ve Pasifik Bölgeleri‘nde
%7‘lik bir artıĢın yaĢandığı ifade edilirken; Orta ve Doğu Avrupa‘da %8; Asya‘nın güney doğusu ile
Kuzey Afrika‘da ise; %9‘luk artıĢınmeydana geldiği belirtilmektedir. Bunun dıĢında Dünya genelinde
2011 yılında elde edilen toplam turizm gelirleri 1 trilyon 42 milyar Amerikan Doları iken; 2012
yılında söz konusu gelirlerde artıĢ yaĢanarak 1 trilyon 75 milyar Amerikan Doları‘na yükselmiĢtir
(UNWTO, http://dtxtq4w60xqpw.cloudfront.net/sites/all/files/pdf/unwto_highlights13_en_hr_0.pdf,
14.08.2013).
Yayımlanan Rapor‘da Avrupa Bölgesi‘nde 2012 yılının genelde eksi rakamlarla geçtiği
görülürken; geliĢmekte olan ülkelerin (Çin gibi) cazibesinin oldukça arttığı, elde ettikleri gelirlere
bakıldığında açıkça ortaya çıkmaktadır. UNWTO‘nun rakamlarında ilk sırayı 126,2 milyar dolarlık
gelirle ABD alırken; bunu sırasıyla İspanya ve Fransa‘nın takip ettiği görülmektedir. ABD bir önceki
yıla göre gelirini yaklaĢık %9 oranındabüyütmeyi baĢarırken; ilk üçte yer alan Ġspanya ve Fransa
düĢüĢle karĢı karĢıya kalmıĢtır (sırasıyla -6,6% ve -1,5%).Ekonomik krizden ağır yara alan ülkelerin
baĢında gelen Ġspanya‘da kötü geçen turizm dönemi sonrası gelir rakamı 2012 yılında bir önceki yıla
göre 4 milyar Dolar düĢüĢ kaydetmiĢ; Fransa‘nın gelirleri ise; 54,5 milyar Dolar seviyesinden 53,7
milyar Dolara gerilemiĢtir. Ortadoğu bölgesinde BirleĢik Arap Emirlikleri‘nin hızlı çıkıĢ yaptığı
görülürken, 31. sırada yer alan bu ülkeyi bölgede 32. sıradaki Mısır ile 35. sıradaki Suudi Arabistan
takip
etmiĢtir
(http://dtxtq4w60xqpw.cloudfront.net/sites/all/files/pdf/unwto_highlights13_en_hr_0.pdf,
10.08.2013).
2012 yılında dünya genelinde dolaĢan 233 milyon turistin 39 milyonunu Asya ve Pasifik ülkeleri
sağlamıĢtır. Afrika, kuzeyindeki ülkelerde meydana gelen siyasî hareketlerin turizmi olumsuz
etkilemesine rağmen; %6‘lık bir büyüme göstermiĢ; Avrupa, 2012 yılında uluslararası dolaĢımda en
çok turist çeken bölge olma özelliğini yine korumuĢtur. Ekonomik durumdaki %3‘lük bir artıĢla oluĢan
pozitif havanın etkisiyle Avrupa‘ya giden turist sayısı 535 milyona uzanmıĢ; Amerika ise toplamda
162 milyon turistle %4 oranında büyümüĢtür (TUYED,http://www.tuyed.org.tr/untwo-duenya-turizmbarometresini-acklad/, 10.08.2013).
Türkiye‘de de turizm, ekonominin olumlu seyrine paralel olarak geliĢmektedir. Türkiye‘de 1980sonrası dönemde, turizm sektöründe önemli atılımlar gerçekleĢtirilmiĢtir. Turizm, ekonomide gözde
sektörlerden biri hâline gelirken; bu geliĢmenin sosyal, kültürel ve iktisadî etkileri önemli boyutlara
ulaĢmıĢtır. 1983 yılından günümüze kadar geçen sürede, Türkiye‘de turizm hem turist sayısı hem de
turizmgelirleri yönünden önemli sayılabilecek artıĢlar göstermiĢtir (Gülen & Demirci, 2012:
24).Ayrıca son yirmi yıllık süre içinde Türkiye‘nin turizm gelirlerindeki iyileĢme, yatırımcıların
dikkatini bu sektöre yöneltmiĢ ve turizm alanında elde edilen gelirler, ihracat yapan diğer sektörlerce
elde edilememiĢtir.
2011 yılı itibariyle, Türkiye dünya turizm pazarından %2,7; Avrupa turizm pazarından ise %5,1
pay alarak dünya sıralamasında turist girişleri açısından 8‘inci; turizm gelirleri açısından 9‘uncu
sırada yer almıĢtır. Bununla birlikte ülkemiz, 2012 yılında Ġngiltere‘yi geçerek Dünya‘da 6. sıraya;
Avrupa‘da ise; 4. sıraya yükselmiĢtir. 2011 yılında 34,7 milyon turist ağırlayan Türkiye, 2012 yılında
%3 büyüyerek 35,7 milyon turist sayısına eriĢmiĢtir.Uluslararası turizm gelirleri bağlamında
551
Türkiye‘ye bakıldığında, 2011 yılında toplam turizm geliri 25 milyar Dolariken; 2012 yılında %0,9
oranında büyüyerek 25,6 milyar dolar olmuĢtur(http://www.saglikturizmi.gov.tr/138-turkiyedeturizm.html,
10.08.2013;
http://dtxtq4w60xqpw.cloudfront.net/sites/all/files/pdf/unwto_highlights13_en_hr_0.pdf, 10.08.2013).
Özetle, gerek sosyal gerekse ekonomik bir fenomen hâline gelen turizm, günümüz dünyasında
önemi giderek artan bir ―alan‖ durumuna gelmektedir. Buna ek olarak, bireylerin bir ―hak‖ olarak
çeĢitli amaçlarla turizm hareketlerine katılacağı ve böylelikle yeni turizm kültürlerinin ve çeĢitlerinin
geliĢeceğini belirtmek mümkündür.
Bir Hak Olarak Turizme Katılım
Turizme katılımın bir ―hak‖olarak değerlendiriliĢinde, en önemli referans noktalarından birisini
―Turizmde
Global
Etik
İlkeler
Bildirgesi‖
oluĢturmaktadır
(http://ethics.unwto.org/sites/all/files/docpdf/turkey.pdf, 14.08.2013).Dünya Turizm Örgütü, 13. Genel
Kurulu‘nu gerçekleĢtirdiği Santiago-ġili‘de, turizmin toplum ve çevreye olumsuz etkilerini azaltmak,
dünya turizminin sorumlu ve sürdürülebilir gelişimini bir dizi ilkeye bağlamak amacıyla, 1 Ekim 1999
tarihinde anılan Bildirge‘yi kabul etmiĢtir. Toplam 10 Bölüm‘den oluĢan bu Bildirge‘ninözellikle 7. ve
8. Bölümleri turizme katılımı bir hak olarak değerlendirmektedir. Buna göre, ―Turizme Katılma
Hakkı‖ baĢlığını taĢıyan 7. Bölüm, dört alt baĢlıktan meydana gelmektedir. Bunlar:
1. Dünyanın sahip olduğu değerler, tüm insanlara açıktır. Yerel ve uluslararası turizm hareketine
katılmak boĢ zaman değerlendirmesinin en iyi Ģekli olarak görülmeli ve her türlüengelleyici
unsur ortadan kaldırılmalıdır;
2. Turizm hareketine katılmak, Ġnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘nde belirtilen dinlenme,
çalıĢma saatlerinin sınırlandırılması ve ücretli izin hakkının bir sonucu olarak
değerlendirilmelidir;
3. Sosyal turizm, özellikle de gruplar hâlinde yapılan turizm, kamu görevlilerinin desteğiyle
geliĢtirilmelidir;
4. Aile, gençlik, öğrenci, üçüncü yaĢ ve engellilerin turizm hareketine katılması kolaylaĢtırılmalı
ve teĢvik edilmelidir.
Ġlgili Bildirge‘nin 8. Bölümü‘nün konusu ise;―Turizm Hareketinde Özgürlük‖tür.Bu bölüm de
kendi içinde beĢ alt baĢlıktan oluĢmaktadır. Bunlar da sırasıyla:
1. Turist, Ġnsan Hakları Evrensel Bildirgesi uyarınca kendi ülkelerinde ya da ülkelerarası seyahat
etme özgürlüğüne sahiptir. Transit geçiĢ, konaklama ve kültürel alanları ziyaret sırasında
gereksiz formalite ve farklı muamele görmemeleri gerekir.
2. Turist, yerel ya da uluslararası iletiĢim kurma, idarî, adlî, sağlık hizmetlerinden yararlanma,
diplomatik kurallar gereği kendi ülkesinin dıĢ temsilcilikleriyle bağlantı kurma haklarına
sahiptir.
3. Turiste, ziyaret ettiği ülkede, kendisiyle ilgili özel bilgilerin gizliliği konusunda güvence
verilmelidir.
4. Sınır geçiĢlerinde uygulanan vize, sağlık, gümrük iĢlemleri, uluslararası anlaĢmalar dikkate
alınarak mümkün olduğunca basitleĢtirilmeli; bu konuda ülkeler arasında ortak bir yöntem
geliĢtirilmelidir. Turizm, sektördeki rekabeti baltalayan vergi ve harçlardan arındırılmalıdır.
5. Turist, uluslararası konvertibiliteye sahip para birimini kullanma hakkına sahip olmalıdır.
Dünyadaki en büyük turizm pazarını oluĢturan Avrupa Birliği (AB), üye ülkeleri ve konumu ile
turist haklarıkonusunda öncü bir rol üstlenerek, bir takım önemli uygulamalarıhayata geçirmeye
çalıĢmaktadır. Bu bağlamda, AB‘nin –turizm- tüketici politikasıiyi bir örnekteĢkil etmekte ve turizm
sektörünü de yakından ilgilendirmektedir.AB, üye ülkeler arasında seyahati teĢvik etmekte ve turizm
alanındahizmet veren kamu ve özel kuruluĢların sunduklarımal ve hizmetleriiyileĢtirmeleri ve turist
haklarına gereken önemi vermeleri için yoğun hukukî düzenlemeler vebilgilendirme
çalıĢmalarıyapmaktadır. Gerekli tedbirlerin alınmamasıdurumunda ise; üye olmayan ülkelere turist
akıĢının olabileceği, Avrupa Komisyonu tarafından belirtilmiĢtir (Çiçek& Özgen, 2001: 145).
552
Bunun yanında, AB tüketici politikasının turizmi etkileyen temel eylem alanlarıikibaĢlık altında
toplanabilmektedir. Bunlar(Ersin, 1997‘den akt. Çiçek& Özgen, 2001: 145-6):
Tüketiciyi Koruma Standartları
Ürün Hakkındaki Bilgilendirme‘dir.
Ayrıca AB bağlamında turist hakları, genel olarak ―tüketici hakları‖kapsamında korumaaltına
alınmaktadır. Bu doğrultuda, AB tarafından doğrudan turist hakları ile ilgili alınan Komisyon
kararlarıda mevcuttur. Bunları Ģu Ģekilde özetlemek mümkündür(Ġçöz vd. 2000‘den akt. Çiçek &
Özgen, 2001: 146):Tüketicinin Bilgilendirilmesi ve Eğitimi;Otellerde Standart Enformasyon
Oluşturulması; Paket Tur Yönergesi (Konsey Karar No: 90/314/EEC); Otellerde Yangın Güvenliği
(Konsey Karar No: 86/666/EEC) ve Engelli Kişilerin Turizm Faaliyetlerinden Yararlanması4.
Türkiye özeline bakıldığında, 1990‘lı yıllara kadar, ―Borçlar Kanunu‖ ve ―Türk Ticaret
Kanunu‖nda yer alan tüketicinin korunması konusundaki hükümler daha sonra 1995 yılında yürürlüğe
giren 4077 sayılı ―Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun‖ ile genel anlamda önemli adımlar
atılmıĢtır. Seyahat acentasının sunduğu hizmetleri bir turizm ürünü, bundan yararlanan kiĢi de tüketici
olarak kabul edildiği için turistin öncelikle tüketiciler için çıkartılmıĢ genel korunma yasalarından
yararlanması gerekmektedir. Tüketicinin korunması ile ilgili temel ilke ve amaçlar, genelde kanun
düzeni ve genel sağlık kurallarına uygunluk; özelde ise tüketicinin çıkarlarıdır. Bu temel ilke ve
amaçlara ulaĢmak için üretilen mal ve hizmetlerin fiyat, kalite, standart doğru ölçü ve tartı, ilan ve
reklamlar, kullanma süresi, ambalaj, garanti ve benzeri çok değiĢik yönlerden denetlenmesi
gerekmektedir.Genel turizm iliĢkisinde turist alıĢveriĢini (hukukî olarak sözleĢmesini) seyahat
acentesiyle yapmakta; tüketici niteliksel ve niceliksel olarak anlaĢtığı ürünün bedelini peĢin ya da
taksitle ödemekte ve acentenin yükümlülüklerini yerine getirmesini beklemektedir (Akay,
http://www.turizmtrend.com/akademi/yayinlar/, 12.08.2013).Bununla birlikte ülkemizde turizm hakkı
noktasında, “Paket Tur Yönergesi”, “Engelli Kişilerin Turizm Faaliyetlerinden Yararlanması”5ve
“Otellerde Yangın Güvenliği” ile ilintili hükümler de yer almaktadır.
Turizm ÇeĢitleri ve Alternatif Turizm
Bilindiği üzere turizm, günümüzdeki en geniĢ, en hızlı geliĢen sanayilerden birisidir. Bu hızlı
büyüme, turizm ürünlerinin ve mekânlarının çeĢitlendirilmesini sağlamaktadır (Sezgin & Karaman,
2008:432). Dünyadaki iktisadî, siyasî, teknolojik geliĢmelere paralel olarak, turizmin ―tüketim
biçimleri‖nde de son dönemlerde önemli değiĢimler gözlenmektedir.Turizm etkinliğine katılan kişi
sayısına bakılarak yapılan sınıflandırma kapsamında üç farklı turizm çeĢidi gündeme gelmektedir.
Bunlar (Erdoğan, 2003):
Bireysel Turizm,
Grup Turizmive
Kitle Turizmi‟dir.
Bireysel turizmde, birey herhangi bir tura veya gruba katılmadan, nereyegideceğini kendisi
plânlayarak kendi baĢına ya da ailesiyle birlikte seyahatini gerçekleĢtirmektedir. Grup turizmi,
birbirini tanıyan bireylerin bir araya gelerek tasarladığı veya bir grup,seyahat acentesi tarafından
4
AB, engelli bireyler için turizm alanında da ―fırsat eĢitliği‖ tesis etmek ve bu bireylerin topluma entegrasyon
sürecini hızlandırmak için baĢlıca engellilik tiplerine göre turizm iĢletmelerinin gerek personel ve gerekse teknik
düzenlemeleri nasıl yapması gerektiğine iliĢkin bir el kitabı yayınlamıĢtır.
5
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 1993 yılında yayımlanan ―Turizm Yatırım ve ĠĢletmeleri Nitelikleri
Yönetmeliği'nde‖ konaklama iĢletmeleri kapsamında engelli turistlerle ilgili düzenlemeler turist haklarının
korunması konularıyla ilgili maddeler yer almaktadır. Engelli turistlerle ilgili düzenlemeler Ģöyle sıralanmıĢtır
(Akay,http://www.turizmtrend.com/akademi/yayinlar/avrupa-birligi-turist-haklari-ile-ilgili-politikalarin-turkturizmine-etkileri-5011.html, 11.08.2013):
Müşteriler tarafından kullanılan tüm mahaller ile açık alanların bedensel engelli misafirler tarafından
da kullanılabilmesini sağlayıcı fiziki düzenlemeler. Bu düzenlemeler özel işaretlerle belirtilir.
Tesis başına en az bir oda olmak üzere, oda sayısının %1‟i oranındaki yatak odası ve banyosunun
bedensel engellilerin kullanımına uygun olarak inşa ve tefriş edilmesi.
553
bireyler bir araya getirilerek yapılan seyahat olarak değerlendirilmektedir. Kitle turizmi ise; bireysel ve
grup turizmini de içeren çeĢitli amaçlarla yapılan seyahatler bütününü anlatmaktadır(Erdoğan, 2003).
Turizmhareketlerindeki yoğunluğun yılın diğer aylarına da taĢınması, dolayısıyla döviz girdilerinin
ve/veya turizmdenelde edilen gelirlerin artırılması, turizm yatırımlarının daha verimli kullanılması ve
bunun gibi turizminbirçok ―olumlu‖ sonuçlarının yansıması alternatif turizm seçeneklerini gündeme
getirmektedir (Oktayer vd., 2007: 129). Alternatif turizm, geleneksel, klâsik kitle turizmi ve Ģehir
turizminin ―olumsuz‖ etkilerini azaltmak amacıyla oluĢturulmuĢ; yeni turistik ürünlerin biraraya
getirilmesiyle meydana gelmiĢ bir turizm çeĢididir (Hacıoğlu & Avcıkurt, 2008: 8).
Akpınar & Bulut‘a (2010: 1577) göre alternatif turizm, doğal kaynak stoklarını koruyarak kaliteli
bir çevre oluĢturmayı ve yöre halkının turizm ile ilgili aktivitelerini kontrol ederek bu yönde ekonomik
fayda sağlamayı amaçlamaktadır. Bu nedenle sürdürülebilir geliĢimin temelleri ile alternatif turizm
kavramları arasında yakın bir iliĢki bulunmaktadır.Alternatif turizmin sınıflandırılmasında, genellikle
ülkenin çekicilik[iĢletmeler, doğal güzellikler, sosyokültürel zenginlikler gibi] özellikleri yanında;
dünya konjonktüründeki moda eğilimlerinin de dikkate alındığı görülmektedir (Çontu, 2006:
12).Ayrıca alternatif turizm faaliyetlerini geliĢtirebilen ülkeler, rakipleri karĢısında güçlü konuma
gelebilmektedirler.
Alternatif turizm faaliyetleri içine, kongre turizmi; golf turizmi; spor turizmi; sosyal turizm; sağlık
turizmi; macera turizmi; kültür turizmi; inanç turizmi; eko-turizm; gençlik turizmi; engelli turizmi;
yaĢlı turizmi; etno-turizm gibi turizm türleri6 girmektedir (Gülen & Demirci, 2012: 34). Bu çalıĢmada
bir turizm çeĢidi olan ―engellilere yönelik sosyal turizm‖konusu ayrıntılı olarak ele
alınacağından,diğer turizm çeĢitleri üzerinde durulmayacaktır.
SOSYAL TURĠZM
Dünya‟da Sosyal Turizm
Bugün bilinen hâliyle sosyal turizm faaliyetlerinin hangi tarihte ortaya çıktığı net olarak
bilin(e)mese de, sosyal turizm kavramı, 20. yüzyılın baĢlarında rakımı yüksek yerlerde, beden
egzersizlerine dayanan tatillerde uzmanlaĢmıĢ kurumlar ya da Ġsviçre ve Fransa‘da yoksul ailelerin
çocukları için kurulan tatil kampları ile baĢlamıĢ olabileceği belirtilmektedir. Resmî makamlar ise;
sosyal turizmin ilk formlarına Ġkinci Dünya SavaĢı‘ndan sonra dâhil olmaya baĢlamıĢtır. Bu katılım,
bazı ülkelerce (BirleĢik Krallık, Hollanda gibi) müdahaleyi tercih etmeyen bir tutum altında
sergilenmiĢ olsa dâhi, sosyal turizm faaliyetlerini organize eden bazı Avrupaülkelerinde (Fransa,
Ġtalya, Portekiz ve Ġspanya gibi) işçi hareketleri ile sıkı bir iliĢki içinde gerçekleĢmiĢtir. Sosyal turizmi
teĢvik etme çabaları özellikle 1950‘li ve 1960‘lı yıllarda hız kazanmaya baĢlamıĢ ve merkezi
Brüksel‘de olan ve bugün hâlen geniĢ-çaplıtanıtım ve temsil iĢleriyle uğraĢan Uluslararası Sosyal
Turizm Örgütü(ISTO) dedâhilbirçokkurum, birlik ve eĢgüdüm sağlayanoluĢum bu dönemlerde ortaya
çıkmıĢtır (http://www.festtravel.com/download/bits_barcelona.pdf, 30.08.2013).
Sosyal turizmin tam olarak ne olduğu konusunda birçok düĢünce olduğundan, kavramı kesin
olarak tanımlamak oldukça güçtür. Hunziker (1951: 1), sosyal turizmin ne olduğuna dair ilk
tanımlamayı yapan kiĢilerden biri olarak literatürde yer almaktadır. Ona göre söz konusu kavram,
―toplum içinde yaĢayan dezavantajlı grupların ya da ekonomik açıdan zayıf kesimlerin turizm
faaliyetine katılımları noktasında ortaya çıkan bir tür fenomen ve/veya iliĢkiler‖dir.Hunziker daha
sonraki yıllarda, anılan kavramın içeriğini bir takım yorumlarla zenginleĢtirerek Ģöyle tanımlamıĢtır
(Hunziker, 1957: 2): ―Özel/moral hizmetlere bağımlı, düĢük gelir sahibi bireylerin katılımları ile
nitelik kazanan özel bir turizm türü‖.
6
Buna ek olarak, tarım turizmi, çiftlik turizmi, kırsal turizm, av turizmi, kuş gözlemciliği turizmi, yat turizmi,
yayla turizmi, dağ ve kayak turizmi, karavan turizmi, ipek yolu ve han-kervansaray turizmi, maç turizmi, gölşelâle turizmi, akarsu sporları turizmi, mağara turizmi, trekking, bitki inceleme turizmi, yamaç-paraşütü turizmi,
triatlon turizmi, paraşütle atlama turizmi, dalış turizmi, bungee-jumping, hava sporları turizmi gibi turizm
türleri alternatif turizm türleri olarak ele alınabilmektedir. Bu konuyla ilgili detaylı okuma yapmak için bkz.
Ritzer (2011: 338-46).
554
Konuyla ilgilenen çeĢitli kurumlar birbirinden farklı metotlar kullansa dahi (içeriğin,beklenen
sonuçların, hedeflerin, düĢüncelerin ve inançların tespit edilmesi gibi)hemen hepsi aynı ilkeye
dayanmaktadırlar: En yoksun kişiler de dâhilherkesin dinlenmeye, rahatlamaya ve günlük, haftalık ve
yıllık olarak işten izinalmaya hakkı vardır. ISTO‘ya göre sosyal turizm,―iyi tanımlanmıĢ sosyal
yöntemler sayesinde nüfusun düĢük gelirli kısımlarınınturizme iĢtirak etmesinden doğan tüm kavram
ve olaylar‖dır.Günümüzde de ISTOmezkûr tanımı, turizmin kalkınma ve dayanıĢmayayaptığı katkıları
da içerecekĢekildegeniĢletme eğilimindedir (http://www.festtravel.com/download/bits_barcelona.pdf,
29.08.2013).
Sosyal turizm, ekonomik yönden zayıf olan kesimlerin bir takım özel önlemler ve kolaylaĢtırıcılar
yolu ile turizm faaliyetlerine katılmalarının sağlanmasından doğan bir turizmtürüdür. Sosyal turizmde
temel ölçüt ―ekonomik güç‖tür. Bu grupta yer alanlar, işçiler; memurlar; emekliler; gençler;
(bedensel)
engelliler;
çiftçiler;
esnaf
ve
zanaatkârlardır
(www.meb.gov.tr/aok/Aok_Kitaplar/AolKitaplar/Turizm_1/5.pdf, 15.07.2013).
Minnaert ve diğerleri (2011: 404) sosyal turizmin tanımlanmasının oldukça güç olduğuna ve
bugünün Avrupası‘nda bu konuyla ilgili olarak ortak bir kavramsal çerçeve çizilemese de genel olarak
dört farklı yorumun yapıldığınaiĢaret etmektedir. Bunlara kısaca değinmek gerekirse (Minnaert vd.,
2011: 404-5):
Sosyal turizm,spesifik bir turizm çeşidi olarak,ekonomik açıdan güçsüz veya dezavantajlı
bireylerin turizm faaliyetlerine katılmalarını teşvik eder (katılım modeli);
ii. Sosyal turizm, ekonomik olarak ya da başka yollarla dışlanmış kesimleri de içine alarak
toplumun tüm kesimlerinin turizme katılımlarını teşvik eder (içer[il]me modeli);
iii. Sosyal turizm, ekonomik açıdan ya da başka yollarla dışlanarak dezavantajlı konuma gelen
bireylere özgü olarak tasarlanmış bir turizm modelidir (adaptasyon modeli);
iv. Sosyal turizm, maddî destekleri içine alarakseyahat ve turizm gibi hak ve
imkânlarıdezavantajlı kesimlere sunar (teşvik modeli).
i.
Günümüzde özellikle Avrupa‘da sosyal turizm ile ilgili yukarıda ele alınan dört model de birlikte
kullanılmaktadır.Fakat bazı ülkelerde, söz konusu modellerden biri, diğerlerininönüne
geçebilmektedir. Mesela Belçika‘da yer alan―Tatile Katılım Merkezi‖ katılım modelini
benimsemektedir. Bu Merkez, düĢük gelirli grupların tatile/turizme katılımlarını artırabilmek içinhem
konaklama tedarikçileri hem de turizm cazibe merkezleri idarecileriyle müzakere etmekte ve sonuçta
vergi/tarife oranlarının düĢürülmesi sağlanmaktadır. Bu müzakere sürecinde, baĢta özel sektör olmak
üzere pekçok kurum ―gönüllülük‖ esası ile hareket etmekte ve ortak hedef ―sosyal sorumluluğun
teĢvik edilmesi‖ olmaktadır. Bu modelin özgün karakteri ise; standart sınırlarının olmasıdır.
Dolayısıyla bu modelde, sosyal turizm kullanıcılarına ―sınırlı bir program‖ çizilmektedir (Minnaert
vd., 2011: 406).
Ġkinci bir model olan içer[il]me modelide standart turizm ürünleri ve hizmetleri üzerine kurulu
olsa da (sadece dezavantajlı kesimleri değil; herkesi kapsar), yalnızca dezavantajlı hedef gruplara
yönelik sınırlı bir programsunmamaktadır.Bu yaklaĢıma örnek olarak Fransa gösterilmektedir.
Burada ―Chéques Vacances‖ ya da ―Tatil/Seyahat Çekleri‖ adı verilen bir uygulama ile içerilme
modeli iĢletilmektedir. Anılan uygulama ile spesifik tüketici kitlelerinin oluĢturulması; Tatil/Seyahat
Çekleri Ulusal Ajansı (ANCV) tarafından ilk kez tatile çıkacaklara yönelik tatil burslarının verilmesi
öngörülmektedir. Buna ek olarak, devlet ve yerel kaynaklardan sosyal turizm tesislerinin yenilenmesi
için bütçe ayrılmaktadır. Bu sistemin temel amaçlarından biri de gelir seviyesi
farklılığınabakılmaksızın toplum içindeki her katmandan bireyin tatil etkinliklerine katılımının
sağlanmasıdır. Ayrıca bu modelin benzerini Macaristan‘da da görmek mümkündür (Minnaert vd.,
2011: 406).
Adaptasyon modeli, dezavantajlarından ötürü tatil aktivitelerine katılmakta sorun yaĢayan sosyal
turizm tüketicileri için bir takım ―özel hükümler‖i uygulamaya koymaktadır.İngiltere‘de kurulan
―Break Hayırseverlik Örgütü‖ söz konusu modeli esas almaktadır. Bu Örgüt, öğrenme güçlüğü çeken
çocuklar ve ailelerinin kısa süreli tatil yapmalarına imkân veren bir yaklaĢıma sahiptir. Break‘in
toplam dört tane merkezi bulunmakta ve bu merkezlerde, alanında uzman özel bakım personelleri
(özellikle fiziksel engelli ve ağır bakım gerektiren engelliler için) istihdam edilmektedir
555
(http://www.break-charity.org/, 31.08.2013).Bumerkezlerde dezavantajlı gruplar için indirimli tatil
kampanyaları tertip edilmektedir. Sosyal turizmden ortaya çıkan maliyetlerin yarısını söz konusu
gruplar; diğer yarısını da Örgüt -yardım toplama yöntemiyle-karĢılamaktadır. Bunun dıĢında bu
modelde farklı hedef gruplarına odaklanan baĢkaprogramlar da yer almaktadır: İngiltere‘de yaĢlılara
yönelik olarak ―YaĢlılar Ġçin Ulusal Ġyilik Fonu‖ (National Benevolent Fund for the Aged); Fransa‘da
uzun-süreli hasta çocuklar için ―Fransa Vakfı‖ (Fondation de France); İngiltere‘de tek-ebeveynli
aileler için ―Tek Ebeveynli Aileler‖ (One Parent Families) ya daBelçika‘da 13-19 yaĢ arasındaki genç
ebeynler için oluĢturulan CRZ-Belgium (Minnaert vd., 2011: 406).
Teşvik modeli ise; yukarıda değinilen üç modelden esaslı bir biçimde ayrılmaktadır. Bu modelde,
―toplumsal fayda‖ temel ilke olarak kabul edilmektedir.Buna göre, turizmin çok yoğun olmadığı
dönemlerde âtıl kalan turistik tesisler/merkezler, cazip kampanyalarla, sosyal turizmtüketicilerine
kullandırılabilmektedir. Böylece hem sosyal turizm tüketicileri için oldukça makul maliyetlerde tatil
imkânı sağlanabilmekte hem de daha önceden yoğun olmayan turizm sezonlarında hizmet akitlerine
son verilmek durumunda olan çalıĢanlar için ―devamlılık‖ arz eden bir istihdam kapısı
oluĢmaktadır(Minnaert vd., 2011: 406-7).Dolayısıyla böylesi bir yaklaĢım, diğer modellerden farklı
olarak gerek ekonomik gerekse toplumsal yarar sağlama noktasında daha ―bütüncül‖ bir yapı ortaya
koymaktadır.
Avrupa Ekonomi ve Sosyal Komitesi‘nin (EESC/CESE–AESK) 14 Eylül 2006 tarihli 429.
oturumunda dört çekimser oya karĢılık, toplam yüz otuz sekiz oyla kabul edilerek yürürlüğe giren
Barcelona Bildirgesi‟nde belirtildiği üzere, AESK‘nin sosyal turizmle ilgili olarak görüĢleri,bütüncül
bir bakıĢ açısı ile teĢvik modeli bağlamında değerlendirilebilmektedir. Zira, Komite‘nin ―Avrupa‘da
Sosyal Turizm‖ baĢlığı altında yer alan görüĢlerinde, öncelikli olarak, sosyal turizm olgusu ayrıntılı bir
Ģekilde tanımlanmakta7 ve bu olgunun turizm hakkından8 bağımsız düĢünülemeyeceği belirtilmektedir.
Sonrasında,Komite‘nin sosyal turizmin esaslarını beĢ (5) madde hâlinde ele aldığı görülmektedir.
Bunlar sırasıyla, çoğunluğun turizmden yararlanmahakkı; sosyal turizminsosyalentegrasyona olan
katkısı;sürdürülebilir turizm yapılarının oluşturulması;istihdam ve ekonomik kalkınmayakatkısı ve
küresel kalkınmaya olan katkısıdır (http://www.festtravel.com/download/bits_barcelona.pdf,
31.08.2013).
TeĢvik modelini dünya genelinde baĢarıyla uygulayan ülkelerin baĢında İspanya gelmektedir.
Burada ―IMSERSO‖olarak adlandırılan Program aracılığıylaĠspanya‘nın kıyı bölgelerindeki turistik
merkezlerdeyoğun turizm sezonu ile sezon-dıĢı dönem arasında kalan dönemlerde engelli ve yaşlı
bireyler içinsosyal hizmetler ve sosyal turizm olanakları sağlanmaktadır.Bu Program‘ın finansmanın
%70‘i sosyal turizm tüketicisi, kalan %30‘luk kısım ise; kamu sektörü tarafından karĢılanmaktadır.
Bununla beraber, 2008-2009 dönemi içinde yaklaĢık 1 milyon katılımcı, kıyı bölgelerindetoplam 300
otelde sosyal turizm faaliyetlerinde yer almıĢ; toplam 79,300 adet iĢ imkânı ortaya çıkmıĢ ve Ġspanyol
Hükûmeti
2009-2010
yılları
için
105
milyon
€
bütçe
ayırmıĢtır
(http://www.imserso.es/imserso_01/index.htm, 01.09.2013).
Avrupa genelinde sosyal turizmde ve yönetiminde çalıĢan çeĢitli organlar da bulunmaktadır.
Bunlar: Ulusal federasyonlar ya da konsorsiyumlar; sosyal turizm veya sosyal turizm ile ilgili
7
Uluslararası Sosyal Turizm Örgütü‘ne (ISTO) göre; sosyal turizm, ―düĢük gelirli nüfusun turizme
katılmasından doğan tüm kavram ve olaylar iyi tanımlanmıĢ sosyal kurallardan kaynaklanmaktadır.‖
Günümüzde ISTO, bu tanımı turizmin kalkınma ve dayanıĢmaya yaptığı katkıları da içerecek Ģekilde
geniĢletmek çabası içindedir. Özetle herkes için sosyal ve sürdürülebilir bir turizmfikri benimsenmektedir.
8
Herkesin günlük,haftalık ve yıllık olarak dinlenme ve kiĢiliğinin her unsurunu ve sosyal bütünleĢmesini
geliĢtirmesini sağlayacak ―boĢ vakit hakkı‖ vardır. ġüphesiz, herkes bu kiĢisel geliĢim hakkını kullanma hakkına
sahiptir. Turizm hakkı, bugenel hakkın somut bir ifadesidir ve sosyal turizm bu hakkın uygulamadaküresel
olarak eriĢilebilirliğini temin etme isteği üzerine kuruludur. Dolayısıyla sosyal turizm, Dünya‘da, Avrupa
genelinde ve özellikle bazı AB üyesi ülkelerdeönemli bir endüstri olan turizmle ilgisiz veya bunun dıĢında
değildir; aksine buevrensel turizme iĢtirak etme, seyahat etme, baĢka bölgeleri ve ülkeleri tanımahakkını ki; bu
turizmin temelini oluĢturur, uygulamanın bir yoludur (http://www.festtravel.com/download/bits_barcelona.pdf,
31.08.2013).
556
faaliyetlere odaklanmış kamu kuruluşları; sosyal turizm, spor ve kültür dernekleri; işbirliğikurumları;
sendikalar ve ortak girişimlerdir.
Türkiye‟de Sosyal Turizm
Türkiye‘desosyal turizm, 1960‘lı yıllarda ücretli yıllık izin hakkının yürürlüğe girmesiyle baĢlasa
da ne yazık ki; turizmin bu türü yeterince geliĢ(e)memiĢtir.Denilebilir ki; salt sosyal turizm özelinde
değil; genel anlamda Türkiye‘de turizm sektörü,uzun yıllardır ―döviz kazandırıcı‖cihetiyle bakılmıĢ ve
aktif dıĢ-turizme ağırlık verilmiĢtir. Bunun en önemli nedeni, ülkenin iktisadî geliĢmiĢlik sorununu
çözememiş olması ve dıĢ borçları ödemede dövize olan gereksinimdir. Ancak günümüzde bu anlayıĢın
terk edilmesi gerekmektedir. Zira yabancı turistağırlıklıturizm piyasasının kırılganlığı bütün çabalara
rağmen devam etmektedir. Bu kırılganlık, özellikle fiyat pazarlıkları konusunda konaklama
iĢletmelerini zorda bırakmakta;―herşey dâhil‖ türünden az gelir getiren turizm türleri öne çıkmaktadır.
Öte taraftan, yalnızca ekonomik önlemlerle iç-turizmin geliĢimi ―sınırlı‖ olacağından, bireylerarasında
seyahat kültürünün yerleĢmesi; ulusal tatil takviminin turizm dönemlerine uygun biçimde
düzenlenmesi; yerli turiste uygun alt veüst yapının desteklenmesi gerekmektedir (Öter, 2006:
10).Türkiye‘de doğal kaynakların fazla oluşu, turizm mevsiminin uzunluğu, kamu kurumlarından
birçoğunun turistik tesislere sahip oluşu ve devletin finansal desteği gibi etmenler (Çamur, 1986: 25),
sosyal turizmin gerçekleĢtirilip yaygınlaĢtırılması noktasında olumlu bir durum ortaya koymaktadır.
Buna karĢılık,ülkemizdeki sosyo-kültürel düzeyin düşüklüğü; turistik tesislerimizin pekçoğunun
sadece ekonomik seviyesi yüksek bireylerin yararlanabileceği nitelikte oluşu; toplumumuzda tatil
yapma alışkanlığının yaygın olmayışı; insanların büyük bir bölümünün tarımsal alanlarda çalışması
ve bundan dolayı yazturizmine katılma fırsatını bulamamaları; ekonomik koşulların yeterli olmaması
nedeniyle turizm yatırımlarına yeterli kaynak ayrılamayışı; ülkemizde sosyal turizmin yalnızca kamu
kampları biçiminde devlet kurumları, bankalar ve sanayi kuruluşları tarafından kendi çalışanlarına
yönelik olarak yoğunlaşmış olmasıda Türkiye‘deki sosyal turizmin önündeki açmazlardan bazılarını
oluĢturmaktadır
(www.meb.gov.tr/aok/Aok_Kitaplar/AolKitaplar/Turizm_1/5.pdf,
29.08.2013).Dolayısıyla, dünyada ve Avrupa‘da olduğu gibi, Türkiye‘de de sosyal turizmin ekonomik,
çevresel ve sosyal açıdan ―sürdürülebilir‖ bir faaliyet alanı olduğu ve bu üç alanda da ihtiyaç duyulan
bir aktivite hâline geldiğiunutulmamalıdır.
SOSYAL TURĠZMĠNBĠR ALANI OLARAK ENGELLĠ TURĠZMĠ
Dünyada ve Türkiye‟de Engelli Gerçeği
BirleĢmiĢ Milletler (BM), dünya nüfusunun yaklaĢık %10 ilâ %12‘sininya da bir baĢka tabirle 600
milyondan fazla bireyin engellikategorisinde yer aldığını tahmin etmektedir.Söz konusu nüfusun
yaklaĢık %80‘i ise;düşük-gelirli ülkelerde ikâmet etmektedir.Engelli bireyler, yoksullar arasında en
çok göze çarpan dezavantajlı kesimlerden biri olmakla birlikte;dünya genelinde yoksulluk sınırı
altında yaĢayanların %82‘sini de yine aynı grup teĢkil etmektedir (Dark & Light Blind Care, 2008: 2).
Engellilik yoksulluğun hem sebebi hem de sonucu olmaktadır. Engelli birey, engelli olmayanlarla aynı
imkânlara sahip olamadığından özellikle eğitim, sağlık, beslenme, teknoloji gibi temel hizmetlere
eriĢememekte; ayrıca emek piyasasına eĢit koĢullarda katılamamakta ve neticede yoksulluk
sarmalından çıkamamaktadır. Bununla birlikte, yoksul olarak dünyaya gelen ya da sonrasında
yoksulluk sarmalında yer alan engelli ya da sonradan engelli olan birey, Ģayet kendisine birtakım
desteklerin sunulamaması durumunda, özellikle engellikle ilgili tıbbî/medikal gereksinimlerini
karĢılamakta zorluk çekebilmektedir.
Türkiye‘de engellilik oldukça önemli bir yer oluĢturan konuların baĢında gelmektedir. Eski ismiyle
BaĢbakanlık Özürlüler Ġdaresi BaĢkanlığı‘nın (Ģu anki ismi Engelli ve YaĢlı Hizmetleri Genel
Müdürlüğü), yine eski ismiyle BaĢbakanlık Devlet Ġstatistik Enstitüsü (Ģu anki ismi Türkiye Ġstatistik
Kurumu) ile müĢtereken 2002‘nin Aralık ayında yapmıĢ olduğu araĢtırma sonuçlarına göre; engelli
olan nüfusun toplam nüfus içindeki oranı % 12,29‘dur. Buna göre ülkemizde 8.431.937 kiĢi engelli
olarak yaĢamlarını sürdürmektedir. Söz konusu %12,29‘luk özürlü oranının % 7,092‘u erkek; %
5,022‘si kadın olarak ifade edilmektedir (www.tuik.gov.tr/IcerikGetir.do?istab_id=14, 11.08.2013).
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bünyesinde yer alan Ulusal Özürlüler Veri Bankası
(ÖZVERİ),30 Mart 2013 tarihinden itibaren, bazı kamu kurum ve kuruluĢlarına herhangi bir sebepten
557
dolayı baĢvurmuĢ engelli bireylerin verilerinin derlenmesi görevini yürütmektedir. Buna göre,
Türkiyede toplam 1.559.222 engelli kiĢi bulunmaktadır. Yine ÖZVERĠ‘de kayıtlı, adresi ve engel
grubu bilgisi bilinen engelli kiĢilerin engel gruplarına göre dağılımlarına bakıldığında, süreğen
hastalıklar ilk sırada yer almaktadır (808.335 kiĢi). Bunu sırasıyla zihinsel, ortopedik, görme, ruhsalduygusalve işitme engelliler izlemektedir(http://www.sgkrehberi.com/haber/11037/, 21.08.2013).
Engellilere Yönelik (Sosyal) Turizm yada Engelsiz Turizm
Dünya genelinde, engelli bireyler önceleri saklanan, unutulan veya alt-sınıf olarak görülen bir
kesimi oluĢturmaktaydı. Ne yazık ki; hâlen engellilere böyle yaklaĢılan toplumların varlığı da bilinen
bir gerçektir. Engelli insanların da engelli olmayanlar gibi istihdam, seyahat, turizm, alışveriş, boş
zaman uğraşları gibi hayatın birçok kesitlerinde yer alabileceği düĢüncesi çok az ilgi görmüĢtür. Bu
nedenle de turizm altyapısını oluĢturan ulaĢım, konaklama ve diğer öğelerin engelli insanlar tarafından
kullanımı oldukça zayıftır (Artar & Karabacakoğlu, 2003).
GeçmiĢten günümüze, seyahat olgusunu engelliler için bir ―hak‖ olarak kabul eden modern
toplumlar ve bu toplumların tüm kesimlerinin bu doğrultuda örgütlenmesi yolunda önemli adımlar da
atılmaktadır. Bu bağlamda, 1981 yılının BM tarafından Uluslararası Engelliler Yılı olarak ilân
edilmesiyle, engellilere yönelik tutumlarda davranıĢlarda önemli ölçüde anlayıĢ değiĢikliği
gözlenmiĢtir. Bu değiĢikliği pekiĢtirmek amacıyla, yine BM tarafından 1983-1992 yılları
Engelliİnsanlar On Yılı olarak belirlenmiĢ; bu dönemde belirginleĢen veEngelli İnsanlara Yönelik
Dünya Eylem Programıile daha da geliĢen anlayıĢ, günümüzde çağdaĢ toplumun vazgeçilmezleri
arasına girmiĢtir. BirleĢmiĢ Milletler Genel Sekreterliği‘nin 1997 yılındaki Dünya Engelliler Günü
nedeniyle verdiği mesajda engellileri, dünyanın ―en büyük azınlığı‖ olarak nitelemiĢtir.Öte yandan
dünyanın en büyük azınlığı olarak nitelenen engelliler, turizm endüstrisi için de dünyanın en büyük
özel pazarı anlamına gelmektedir.Engelliler için yıllardır ihmal edilmiĢ etkili yasal düzenlemelerin bir
çok ülkede (özellikle de geliĢmiĢ ülkelerde) hayata geçirilmesi ve bu yasal düzenlemelerin yavaĢ
yavaĢ etkisini göstermeye baĢlaması eskiye oranla çok daha mobil hâle gelmiĢ; çeĢitli ekonomik ve
sosyal olanaklara kavuĢmuĢ engelliler toplumunu seyahat etmeye giderek daha da yakınlaĢtırmıĢtır.
Ayrıca engelli insanlara eĢlik edecek kiĢiler de dikkate alındığında turizm pazarının boyutları oldukça
büyümektedir. Bu büyümenin nedeni, engelli insana sunulan her turizm olanağının aynı anda bu
insanın eĢine, çocuklarına, ailesine ve arkadaĢlarına da sunulmuĢ olmasındandır (Artar &
Karabacakoğlu, 2003).
ÇeĢitli kaynaklardan edinilen bilgilerde, ABD‘deki engellilerin toplam nüfusunun ise; 50 milyona
yaklaĢtığı ve bu kesimin alım gücünün 175 milyar dolara ulaĢtığı ifade edilmektedir. Ayrıca daha
küresel bir fikir edinebilmek için dünyanın büyüyen ekonomisi Çin‘de 60 milyon (çalıĢabilir durumda
25 milyon) ve Japonya‘da 5 milyon (18 yaĢın üzerinde 3 milyon) engelli bulunduğu
söylenebilmektedir
(http://www.tursab.org.tr/tr/engelsiz-turizm/dunyada-ve-turkiyede-engelsizturizm-pazari_487.html, 01.09.2013).
Avrupa Komisyonu ve desteklediği kurum olan ENAT (European Network forAccessible
Tourism) tarafından yapılan araĢtırmalarda, Avrupa‘da yaĢayan yaklaĢık 37 milyon engelli ve 120
milyon engelli grubuna giren yaĢlı birey bulunmaktadır. Toplam 157 milyon bireyden oluĢan bu
topluluğun %74‘lük kısmı (116 milyon) ―seyahat edebilir bireyler‖ olduğu tahmin edilmektedir.Ancak
söz konusu %74‘lük kesimin sadece %17‘lik kısmı (20 milyon) engelli ve engelli grubuna giren birey
aktif olarak yurtdıĢı tatiline çıkabilmektedir. Bu sebeple ―engelli turizmi‖âtıl turizm pazarınahareket
kazandıracak önemli bir etken olabileceği gibi;sezon yoğunluğunun düĢtüğü aylarda da pazarını
hareketlendirecek
bir
büyüklüğe
sahip
olabilecektir
(http://worldhealthand3rdagetourism.org/PDFs/Ayhan_METIN.pdf, 01.09.2013).
Öter‘in (2006: 6-7)de belirttiği gibi, Fransa‘da iç-turizm desteğinin demografik yapılanması
noktasında engelliler büyük rol oynamaktadır. Tatil desteğinde bu gruba öncelik verme politikası uzun
yıllardır sürmektedir. Karşılama, etkinliklere katılabilme, diğerinsanlarlakaynaşma konularında
uygulamaların iyileĢtirilmesi hedeflenmektedir. 2001 yılında ―Turizm ve Engellilik‖etiketialtında
birkampanya baĢlatılmıĢve 1500‘ün üzerinde tesise, bu etiket verilmiĢtir.Verilen etiket ile engellilerin
gezileri boyunca kullandıkları araç ve tesislerden en yüksek derecede yararlanabilmeleri, bağımsız
558
hareket etmeleri hedeflenmiĢtir. Fransa‘da dört engel türüne (motor, görsel, iĢitsel ve zihinsel) uygun
çözümler araĢtırılmaktadır.
Türkiye‘de geçmiĢten günümüze değin engellilere yönelik sosyal turizm faaliyetlerine iliĢkin
güncel bilgilere ulaĢmak oldukça güçtür; ziraülkemizde sosyal turizmle ilgili geliĢmeler hem yenidir
hem verilerin yakın zamandan itibaren kayıtları tutulabilmektedir.Dolayısıyla Türkiye‘de ―Engelsiz
Turizm‖ noktasında ne yazık ki büyük aĢamalar kaydedilememiĢtir. Bu durumu teyit etmesi açısından
Ģu örnek gösterilebilir.TÜRSAB Ar-Ge‘nin 2008 yılında hazırladığı bir Rapor‘a göre, Turizm
Bakanlığı‘ndan iĢletme belgeli tesislerde 1.176 adet engellilere özel oda bulunmaktadır.O dönemde
Türkiye çapında toplam oda sayısı yaklaĢık 385 bindir. Bununla beraber, engelli derneklerindeki
uzmanlar bu envanterin tümünün engellilerin kullanımına uygun standartlarda olmadığını
belirtmiĢlerdir. Engelliler için yapılmıĢ olduğu ifade edilen ―özel odalar‖da ya da diğer fasilitelerde
bile engellilerin bunları kullanımında problemler çıkabilmektedir. Buna ek olarak, Antalya 605 oda ile
engellilere göre en çok odası bulunan ilimizdir. Bu ilimizi, 159 oda ile Muğla izlemektedir.
Ġstanbul‘un yatak kapasitesi ise;sadece 147‘dir (http://www.tursab.org.tr/tr/engelsiz-turizm/dunyadave-turkiyede-engelsiz-turizm-pazari_487.html, 29.08.2013).
Türkiye‘de engelli bireyler için düzenlenensosyal turizmin yeterince geliĢememesinin belli baĢlı
sebeplerini Ģöyle sıralamak mümkündür:Engellilerin kullanabileceği yeterli toplu ulaşım araçlarının
olmaması; kentin ya da beldenin görülmeye değer yerlerinin, müze ve ören yerlerinin engellilere
uygun şekilde dizayn edilmemesi (engellilerin kullanabileceği WC‟lerin olmaması, rampaların uygun
şekilde yapılmaması gibi); kaldırımların engellilerin kullanabileceği biçimde yapılmaması; engellilere
yönelik serbest park etme imkanları, uygun işaretlendirmelerin bulunmayışı; engellilerin kullanımına
uygun telefon kulübelerinin olmaması; kendi arabasıyla ülkemize giriş yapan konukların sınır
kapılarında işlemlerini kolayca yaptırabilecekleri mekansal düzenlemelerin bulunmayışı nedeniyle
sıkıntı yaşamaları; turistlere de hizmet veren hastane, sağlık ocağı, karakol gibi kamu binalarında
engellilerin bu hizmetler faydalanmasına dönük donanımların yetersizliği; hatta ilk bina girişlerinde
bile sorunun yaşanıyor olması (bu arada düzenlemeler yapılırken engellilerin yalnızca yürüme değil,
görme ve işitme gibi sorunlar yaşıyor olabilecekleri de unutulmamalıdır); sorun yaşayan engellinin
başvurabileceği özel merci ve mekanların bulunmaması.
Ayrıca 21.06.2005 taihinde yürürlüğe giren ―Turizm Tesislerinin Belgelendirilmesine ve
Niteliklerine ĠliĢkin Yönetmelik‖e göre 80 oda ve üzerinde olan oteller ile tatil köylerinde toplam oda
kapasitesinin ancak %1‘i oranında engelli odası bulundurulması yükümlülüğü olduğundan, iĢletmeler
bunu minimum düzeyde tutmakta, bu nedenle 300 odası olan konaklama merkezlerinde bile engelli
odası 3‘ü geçmemektedir. Bu nedenle mevcut olan engelli odası sayısı, grup halinde gelmek isteyen
engelli ziyaretçileri ağırlamaya yetmediğinden, gerek yurtdıĢından, gerekse yurtiçinden gelen bu tip
taleplere olumsuz yanıt verilmek zorunda kalınmaktadır; hâlihazırda mevcut olan engelli odalarının bir
bölümünün ise engellilerin ihtiyaçlarını karĢılayacak düzeyde bulunmadığı tespit edilmiĢtir; bahsi
geçen Yönetmelik‘te odaların yanında, tesislerin giriĢi, genel tuvaletler, yeme-içme ünitesi, mola
noktası, temalı parklar ile eğlence merkezlerinde de bedensel engellilerin kullanımına uygun
düzenlemeler yapılması gerektiği belirtilmiĢse de, iĢletmelerde ya bunlara hiç uyulmamakta, ya da
yeterli düzeyde düzenleme yapılmamıĢ bulunmaktadır.
Görüldüğü üzere, engelsiz turizmin önündeki en önemli handikapların baĢında, engelli birey ve
aileleri içinkolayca erişilebilir turizm merkezlerinin nitelik açısından yetersiz, nicelik açısından ise az
olması gelmektedir. Bunun yanında, diğer sorunlu alanlara iliĢkin tespit ve önerilerise aĢağıda yer
alacaktır.
DEĞERLENDĠRME VE BAZI ÖNERĠLER
Bugünün dünyasında, insanoğlunun değiĢik amaçlarla turizm hareketlerine iĢtirak edeceğini ve
yeni turizm çeĢitlerinin geliĢeceğini söylemek mümkündür. Giderek artan oranda ivme kazanan ve
çeĢitlilik arz eden turizm hareketlerinin, istihdam ve sosyal politika;kalitenin artırılması; teknoloji ve
araştırma-geliştirme; tüketicinin korunması; çevre politikası ve benzeri politikalarla olan derin bir
iliĢkisini söz konusudur.
559
Sosyal turizm, yukarıda anılan politikalardan belki de önemlisi olan ―sosyal politika‖ya bakan
yönü nedeniyle yeni bir turizm fenomeni olarak değerlendirilebilmektedir. Bununla beraber, dünya
turizm pazarında en çok turist çeken destinasyon merkezlerinin aynı zamanda sosyal politikalar
geliĢtirme noktasında da oldukça etkin ve baĢarılı olmaları (Fransa, Ġngiltere, Ġspanya, Belçika gibi)
tesadüf değildir.Aynı zamanda, sosyal turizmin geliĢtirilmesiartık bir seyahate katılma olgusunun
ötesinde;sosyal politikaların ve insan haklarının tamamlayıcı bir unsuruolarakdüĢünülmektedir.
Sosyal turizm, turizmi özel gereksinimleri olan bireyler (engelliler, gençler, yaĢlılar, madde
bağımlıları, tek ebeveynli aileler) için daha ―eriĢilebilir‖ hâle getiren tüm giriĢimleri ihtiva eden; çeĢitli
sektörler, aktiviteler ve gruplar için sosyal ve ekonomik faydalar üreten bir turizm türüdür. Sosyal
turizmin mottolarından birisiherkes için sosyal, sürdürülebilir turizmdir. Bu doğrultuda,sosyal
turizmin temel hedeflerinden biri, vatandaĢların seyahate ulaĢmalarını kolaylaĢtırmak; diğeri ise;
turizmi bir araç konumuna getirerek, bireysel geliĢimi, aile bütünleĢmesini, nesillerarası buluĢma ve
sosyal entegrasyonu sağlamaktır.
Sosyal turizmin ilgilendiği gruplardan birisi engellilerdir. Dünya nüfusunun %10-%12‘lik bir
kesimini (600 milyon) oluĢturan engelliler, sosyal turizm açısında ilgilenilmesi gereken, en büyük
dezavantajlı grupların baĢında gelmektedir.Engelli bireylerin turizmden yararlanma hakkı, sosyal
turizmin baĢat konularından birini oluĢturmaktadır. Turizmin toplum geneline yayılması sayesinde
tatil döneminden yararlanan insan sayısı önemli ölçüde çoğalmıĢ olsa da, engelliler gibi çeĢitli
sebeplerden dolayı tatile eriĢimi olmayan birçok grup hâlâ mevcuttur. Ekonomik yetersizlik, söz
konusu hakkın ―evresel‖ olmasını engelleyen en genel etmen olarak karĢımızda durmaktadır.
Dolayısıyla ―engelsiz turizm‖in sağlıklı Ģekilde gerçekleĢebildiği yerlerin, engellilerin turizmden
yararlanma haklarının da realize edilmiĢ olması gerekmektedir.
Ġktisadî unsurlar yerine sosyal koşullara odaklanan sosyal turizm ve engelli turizmi ekonomik,
sosyal ve çevresel sürdürülebilirlik ilkelerini karĢılayarak turistik yerlerin inĢası ya da onarımında
yardımcı olabilmektedir. DeğiĢik sosyal ve engelli turizm çeĢitlerinin yönetim tarzı, turistik yerlerin ve
alanların sürdürülebilirliğinde önemli bir rol oynamaktadır. Sürdürülebilirlik, esasen insan
faaliyetlerinin çeĢitli unsurları arasında bir denge sağlamaktan ibaretse; sosyal turizm, turizmi
yoksulluktan kurtuluĢ yolu olan bir iktisadî faaliyet alanı olarak gören birçok geliĢmekte olan ülkeler
için de sürdürülebilir kalkınma aracı teĢkil etmektedir.
Engelli turizmi, istihdam ile ekonomik ve küresel kalkınmaya katkı sağlamaktadır. Engellilere
yönelik hizmet sunan turizm Ģirketleri ve organları, faaliyetlerini düzenlerken, ekonomik kriterlerin
ötesine bakmalıdırlar. Kullanılması gereken kriterlerden bir tanesi, birturistik yerin sürdürülebilirligi
için ana faktör olan istikrarlı, yüksek kalitede istihdamının oluĢturulması olmalıdır. Engelli turizmin
özellikle dönemselliğe karĢı mücadeleye katkısı, istihdamda kalite ve istikrar amaçlandığında temel
kriterlerden biri olmalı ve Avrupa engelli turizm modelininayrılmaz kısımlarından birini
oluĢturmaktadır. Ayrıca engelli turizmin yönetiminde kamu-özel sektör ortaklıkları, bu kriteri yerine
getirebilmek için yararlı bir araçve gösterge olabilmektedir.Buna ek olarak, engelli turizminin
geliĢtirilmesi için gereken Ģartlar, bir bölgenin ve orada oturan engellilerin turistik faaliyetleri,
kalkınmayıdestekleyen bir kuvvet olarak görmesini gerektiren koĢullar ile aynıdır. ġöyle ki; yerel
ekonomi ve sosyal istikrar, toplulukların geçimlerini turistikfaaliyetlerden kazanabildigi ölçüde
kuvvetlendirir. Bir çok uluslararası kurumun önerdiği gibi, engellilere yönelik turistik faaliyetler her
türlü savaĢ ve felâket için iyi birpanzehir teĢkil edebilmektedir.
Sosyal turizmin ve dolayısıyla engelli turizminin toplumsal, çevresel ve iktisadî açıdan
sürdürülebilir bir eylem olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla engelli turizmini geliĢtirmek için her üç
temelin de sağlam olması büyük önem arz etmektedir.Bitirirken, dünyada baĢarılı ülke
uygulamalarından hareketle, Türkiye‘de yeni geliĢen bir alan olan sosyal turizm ve engelli turizmi ile
ilgili Ģu tavsiyelerde bulunmak,çalıĢmanın amacınaulaĢması bakımındanbüyük önem taĢımaktadır:
Türkiye ivedilikle Avrupa Sosyal Turizm Plâtformu bünyesinde yer almalı ve buradaki
geliĢmeleri, ülke özelindeki gerçekleri de dikkate alarak, tatbik etmelidir.
560
Türkiyeengelli turizminin, turizm ve sosyal politika ile hedefler paylaĢan önemli bir faaliyet
alanı olduğunu ve tanınmayı, geliĢtirilmeyi, uzmanlaĢmıĢ teknik yardımı, desteği ve teĢviki
hak eden bir aktivite alanı olduğunu göz önünde bulundurmalıdır.
Türkiye, engelli ve sağlık turizmine görece uygun bir ülke olduğunu daha iyi enstrümanlarla
tanıtmalı; bunun için yapılacak giriĢimlerin salt T.V. kanallarına verilen reklamlarla kısıtlı
olmadığını bilmelidir.
Engelliler için sosyal turizm programlarının potansiyel kullanıcılarına verilebilecek en temel
tavsiye, ―hakları‖ olan ama çeĢitli sebeplerden dolayı eriĢememiĢ oldukları turizm gibi bir
aktiviteye katılmalarıdır.
Türkiye‘de engellilerin seyahat hakkının tespit edilmesi veseyahat iĢletmelerinin en yakın
zamanda engelliler pazarına girmesi gerekmektedir.
Engelli turizm içinde önceden belirlenen engelli kiĢilere nakit mali destekler yerine; devlet
güvencesinde nakite yerine geçebilen tatil ya da seyahat çekleri verilmelidir.
Bilindiği üzere 2005 yılında yürülüğe giren Yönetmelik, engelliler açısından yalnızca 80 odası
olan otel ve tatil köylerini kapsamakta; diğer turistik tesisleri kapsam-dıĢında tutmaktadır.
Yönetmelik‘in tüm turizm belgeli iĢletmeleri de içine alacak Ģekilde düzenlenmesi ile
Yönetmelik-dıĢında kalan iĢletmelerin de engellilere hizmet verir hâle gelmesi
sağlanabilecektir. Böylelikle, ülkemize gelen engelli turistlerin hiçbir engele maruz kalmadan
turistik tesislerden yararlanması sağlanmıĢ olacaktır.
Merkezî ve yerel yönetimler tarafından halkın demografik analizlerinin yapılarak, seyahate
çıkmakta zorlananların saptanması gerekir.
Kültür ve Turizm Bakanlığı‘na bağlı AraĢtırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü tarafından otel ve
restoran gibi turistik iĢletmelere, engelli pazarının potansiyeline yönelik bir eğitim çalıĢması
verilmelidir.
Yalnızca engellilere yönelik hizmet vermek amacıyla yapılan iĢletmelere özel yatırım
teĢvikleri verilmelidir. Örneğin bu amaçla kurulacak butik bir otelin, engelsiz konuklara da
hizmet verebilecek kapasiteye sahip olması nedeniyle, boş kalması gibi bir sorunu da
yaĢanmayacaktır.
Bakanlık‘ça yalnızca söz konusu özel pazara yönelik ürünleri kapsayan broĢür, CD gibi tanıtım
materyalleri üretilmelidir. Bu tanıtım materyallerinde, engelsiz turizm alanında ödül alan tesis
ve kuruluĢların iletiĢim bilgilerine yer verilmelidir.
KAYNAKÇA
Akay, B. (y.y.). http://www.turizmtrend.com/akademi/yayinlar/avrupa-birligi-turist-haklari-ile-ilgilipolitikalarin-turk-turizmine-etkileri-5011.html, 11.08.2013.
Akpınar, E., Bulut, Y. (2010). ―Ülkemizde Alternatif Turizm Bir Dalı Olan Ekoturizmi ÇeĢitlerinin
Bölgelere Göre Dağılımı ve Uygulama Alanları‖, III. Ulusal Karadeniz Ormancılık Kongresi,
C: IV, ss: 1575-94.
Artar, Y.,Karabacakoğlu, Ç. (2003). Türkiye‟de Engelliler Turizminin Geliştirilmesine Yönelik
Konaklama Tesislerindeki Altyapı İmkânlarının Araştırılması. Ankara: MPM Yayınları.
Break Charity. http://www.break-charity.org/, 31.08.2013.
Çamur, S. (1986). ―Sosyal Turizm‖, Planlama Dergisi, S: 2, ss: 23-5.
Çiçek, O.,Özgen, I. (2001). ―Avrupa Birliği‘nde Turist Hakları ve Adaylık Sürecinde Türkiye‘deki
Uygulamalar‖, Dokuz Eylül Üniversitesi SBE Dergisi, C: 3, S: 3, ss: 139-53.
561
Çontu, M. (2006). ―Alternatif Turizm ÇeĢitleri Ve Kızılcahamam Termal Turizmi Örneği‖, Abant
Ġzzet Baysal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Turizm ve Otel iĢletmeciliği Anabilim
Dalı, BasılmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Bolu.
Dark &LightBlindCare. (2008). http://www.lightfortheworld.nl/docs/policies-and-papers/disabledpeople-in-tvet.pdf?sfvrsn=8, 22.08.2013.
Erdoğan, N. (2003).Çevre ve (Eko)turizm. Ankara: Pozitif Matbaacılık.
Gülen, K. G. & Demirci, S. (2012). Türkiye‟de Sağlık Turizmi Sektörü. Ġstanbul: ĠTO Yayınları.
Hunziker, W. (1951). Social tourism: Its nature and problems. Geneva: International Tourists Alliance
Scientific Commission.
Hunziker, W. (1957). ―Cio che rimarrebe ancora da dire sul turismo sociale‖, Revue de tourisme, 2,
pp: 52–57.
IMSERSO. http://www.imserso.es/imserso_01/index.htm, 01.09.2013.
MEB. www.meb.gov.tr/aok/Aok_Kitaplar/AolKitaplar/Turizm_1/5.pdf, 15.07.2013.
Minnaert, L. vd. (2011). ―What is social tourism?‖, CurrentIssues in Tourism, Vol: 14, No: 5, pp: 40315.
Oktayer,N. ve diğ. (2007). Türkiye‟de Turizm Ekonomisi.1. Baskı,Ġstanbul: Elma.
Öter, Z. (2006). ―Avrupa Ülkelerinde Ġç Turizme Katılımın Desteklenmesi: Fransa Örneği‖, Süleyman
Demirel Üniversitesi II. Ulusal Eğirdir Turizm Sempozyumu, 9-12 Kasım, Bildiri Kitapçığı,
Eğirdir-Isparta, ss: 41-9.
Ritzer, G. (2011). Küresel Dünya. M. Pekdemir (Çev.). Ġstanbul: Ayrıntı.
Smith, S. L. J. (1988). ―Denning Tourism: A Supply-side View‖, Annals of Tourism Research, Vol:
15, pp: 179-90.
TUYED. http://www.tuyed.org.tr/untwo-duenya-turizm-barometresini-acklad/, 10.08.2013.
TÜĠK. (2002). www.tuik.gov.tr/IcerikGetir.do?istab_id=14, 11.08.2013.
Ulucak, E. M. (2000). ―Turizmin Turistik Yörelerdeki Sosyo-Kültürel YaĢama Etkileri ve Fethiye
Yöresinde Bir Uygulama‖, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Turizm iĢletmeciliği
Eğitimi Anabilim Dalı BasılmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Ankara.
Ġnternet Kaynakları
http://www.festtravel.com/download/bits_barcelona.pdf, 30.08.2013.
http://www.saglikturizmi.gov.tr/138-turkiyede-turizm.html, 10.08.2013.
http://www.sgkrehberi.com/haber/11037/, 21.08.2013.
TDK. http://www.tdk.gov.tr, 12.08.2013.
http://www.tursab.org.tr/tr/engelsiz-turizm/dunyada-ve-turkiyede-engelsiz-turizm-pazari_487.html,
01.09.2013.
UNWTO.http://dtxtq4w60xqpw.cloudfront.net/sites/all/files/pdf/unwto_highlights13_en_hr_0.pdf14.0
8.2013.
UNWTO. http://ethics.unwto.org/sites/all/files/docpdf/turkey.pdf, 14.08.2013.
UNWTO. http://www2.unwto.org/en/, 12.08.2013.
Wang, N. (2000). Tourism and Modernity, Oxford: Pergamon Press.
http://worldhealthand3rdagetourism.org/PDFs/Ayhan_METIN.pdf, 01.09.2013.
562
ÖMERKÖSE OTURUMU
KENT-IV:
MEKANSAL AYRIġMA
563
564
SOSYAL DIġLANMANIN MEKÂNSAL ĠZDÜġÜMÜ:ROMAN MAHALLELERĠ
Duygu ÇUKUR GÖKCE1
ÖZET
Mevcut toplumsal - ideolojik yapı içerisinde dezavantajlı grup olarak konumlanan Romanlar;
sosyal, kültürel, ekonomik ve mekânsal alanda çok boyutlu sosyal dıĢlanma süreçleriyle karĢı
karĢıyadır. Romanlar, düĢük eğitim seviyesi, sınırlı sağlık hizmetleri, iĢsizlik, sosyal güvenceden
yoksunluk, dıĢlanma (örn. iĢ piyasalarından, eğitim kurumlarından, konutlardan, kamusal alandan
dıĢlanma), örgütlenememe, yoksulluk, kötü fiziki yaĢam standartları, kentsel hizmetlere sınırlı eriĢim
gibi çok boyutlu ve birbiriyle doğrudan iliĢkili sorunlar yaĢamaktadır. Romanlar, içe kapalı ve izole bir
yaĢam sürdürerek kimliklerini ve kültürlerini korumaya çabalamaktadır.
Kentin güvenliği ve toplumun refahı açısından tehlikeli olarak nitelendirilen Roman mahalleleri,
kent yaĢamıyla bağlarını yitirmiĢ ve çöküntü alanlarına dönüĢmüĢ durumdadır. Son dönemde rantı
yüksek kent merkezlerindeki Roman mahalleleri, kentsel dönüĢüme konu olmaktadır. Bu projelerle
Romanlar yerlerinden edilmekte, yaĢam biçimi ve alıĢkanlıklarına uygun olmayan tektip projeler
yapılmakta, projeler sosyal içerme önlemlerini kapsamamakta, eğitim, sağlık, istihdam gibi tüm
alanları kapsayıcı nitelikte çok boyutlu ve bütünleĢik ele alınmamakta ve Romanların katılımlarını
yeterince sağlamamaktadır. Böylece sosyal dıĢlanma ve mekansal ayrıĢma derinleĢmekte ve toplumsal
çatıĢma artmaktadır.
Bildiride, Romanların sosyal dıĢlanma süreçleri irdelenecek ve Romanların kültürel
sürekliliklerini, sosyal içermelerini ve sağlıklı bir çevrede yaĢama haklarını gözeten katılımcı, çok
boyutlu ve bütünleĢik bir kentsel dönüĢüm planlamasının çerçevesi oluĢturulmaya çalıĢılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Sosyal dışlanma, mekansal ayrışma, Roman mahalleleri, kentsel dönüşüm
ABSTRACT
Gypsies located as a disadvantaged group in existing social - ideological structure have faced with
processes of multi-dimensional social exclusion in social, cultural, economic and spatial levels.
Gypsies have multi-dimensional and directly related to each other problems such as low level of
education, limited health care, unemployment, lack of social protection, exclusion (eg, exclusion from
job markets, educational institutions, housing, the public sphere), not organizing, poverty, poor
physical living standards, limited access to urban services. Gypsies strive to protect their identity and
culture maintaining an introverted and isolated life.
Gypsy neighborhoods that considered to be hazardous to the safety of the city and prosperity of the
society, have lost the bonds to the life of the city and turned depressed areas. Recently, the Gypsy
neighborhoods in urban centers in regions with high rent, are the subject of urban renewal. In the
models applying urban renewal: Gypsies are displaced, projects do not comply with their cultural
lifestyle and habits, they do not include social inclusion measures, education, health, employment
topics are not dealt within a multi-faceted and integrated method and adequate number of Gypsies do
not participate. Thus, social exclusion and spatial segregation are deepening and social conflicts is
increasing.
In this paper, the processes of Gypsies' social exclusion will be examined and the frame of a multifaceted, participatory and integrated urban renewal planning will be completed that takes Gypsies'
cultural sustainability, social inclusions and their rights to live in a healthy neighborhood into
consideration.
Keywords:Social exclusion, spatial segregation, Gypsy neighborhoods, urban renewal.
1
Yrd.Doç.Dr. , Süleyman Demirel Üniversitesi Mimarlık Fakültesi ġehir ve Bölge Planlama Bölümü,
[email protected]
565
GĠRĠġ
1980 sonrası dönemde benimsenen neo-liberal politikaların etkisiyle ülkemizde ekonomik, sosyal,
kurumsal, siyasal ve mekânsal alanda önemli bir kırılma yaĢanmıĢtır. Uluslararası sermaye
yatırımlarının serbestleĢmesi, gelir dağılımındaki eĢitsizliğin artması, toplumsal sınıflar arasındaki
sosyal, kültürel ve fiziksel iletiĢimin azalması, sosyal, siyasal ve mekansal ayrıĢmanın derinleĢmesi,
kentsel toprağın aĢırı değer kazanması ve paylaĢım sorunu bunun çıktılarıdır.
Tüm karmaĢık ve dinamik yapısıyla toplumsal süreçler kentsel mekanda somutlaĢmaktadır. Söz
konusu dönemde kenti biçimlendiren yeni yasalar, yeni aktörler, dolayısıyla yeni bir planlama sistemi
ve yeni bir kent ortaya çıkmıĢtır. Özellikle 2000‘li yıllarda çıkarılan yasalarla kentsel dönüĢüm için
altyapı oluĢturulmuĢtur. Merkezi idareye (TOKĠ‘ye) planlama, dönüĢüm uygulaması yapma ve proje
üretme konusunda geniĢ yetkiler verilmiĢ; dönüĢümün yerel ayağı olarak belediyelerin rolleri ve
yükümlülükleri tanımlanmıĢ; eski kent parçalarının dönüĢümü olanaklı kılınmıĢtır. Ġlhan Tekeli‘ye
göre, bugün yap-satçıların ve müteahhitlerin yerini yeni aktörler olarak TOKĠ ve kurumsallaĢan büyük
inĢaat Ģirketleri almıĢtır. Kıt bir kaynak olan kentsel toprağın değerinin artmasıyla belirli grupların ya
da kiĢilerin müzakere güçleri artmıĢtır. YaĢanan değiĢim ve dönüĢüm sürecinin mevcut planlama
anlayıĢı ile denetlenemeyeceği anlaĢılmıĢ ve müzakerelere dayalı stratejik mekansal planlama ve
bunun uygulama aracı olarak dönüĢüm projeleri, kentsel tasarım projeleri ön plana çıkarılmıĢtır
(URL1). Böylece planlama anlayıĢı parçacı plana (mevzi imar planı) indirgenmekte, kentler ise
uluslararası emlak piyasasının bir parçası haline gelmekte ve diğer dünya kentleriyle yarıĢması
hedeflenmektedir. Mevcut kentsel dokuda gerçekleĢen dönüĢüm projeleriyle, konut siteleri, alıĢveriĢ
merkezleri, ofis yapıları, rezidanslar vb.inĢa edilmiĢ, yapı yoğunlukları arttırılmıĢ, sıra veya nokta
bloklarla oluĢturulan bir imar düzeni getirilmiĢtir (Görgülü ve Görgülü, 2010).
Bu süreç; yerinden edilme, mülkiyetin el değiĢtirmesi - soylulaĢtırma, bölgesel özelliklerin,
fiziksel ve sosyal dokunun dikkate alınmaması, yeni yaĢam alanlarının sadece toplumun üst ve orta-üst
gelir grubuna sunulması, orta ve orta alt gelir grubunun konut ve barınma hakkının ihmal edilmesi vb.
ile sonuçlanmaktadır (Görgülü ve Görgülü, 2010; Türkün vd., 2010).
2009 yılında ―Planlama ve Mimarlık Alanının Son On Yılı‖nın değerlendirildiği sempozyumdaki
sunumunda Ġlhan Tekeli, son yıllarda ağırlık kazanan bu dönüĢümlerin dört farklı Ģekilde yaĢandığını
belirtmiĢtir:
Gecekondu bölgeleri ya da deprem riski taĢıyan bölgelerdeki dönüĢümler,
Merkezi iĢ alanında hızla ve uzak mesafeye desantralizasyon süreci ve soylulaĢtırma
olgusunun önünü açan dönüĢümler,
Belediye baĢkanları tarafından genellikle ideolojik kaygılarla dayatılan dönüĢümler,
Modernitenin aĢınmasıyla beraber günlük hayatın içine sızan kapalı sitelerin oluĢumuyla
yaratılan dönüĢümler (URL1).
2009 yılında Bayındırlık ve Ġskan Bakanlığı tarafından düzenlenen KentleĢme ġurası‘nın ―Kentsel
DönüĢüm, Konut ve Arsa Politikaları Komisyonu‖ raporunda kentsel dönüĢümle iliĢkili mevcut durum
değerlendirmesi yapılmıĢ ve saptanan sorunların çözümüne yönelik stratejiler geliĢtirilmiĢtir. ġura‘da
bugüne kadar süregelen kentsel dönüĢüm uygulamaları;
planlama sürecinden bağımsız, parçacıl, noktasal olması,
mevcut yasalarda boĢlukların bulunması,
dönüĢümün çoğunlukla toplumun en alt grubunun yaĢadığı alanlarda gerçekleĢmesi,
katılımın genellikle formalite olarak değerlendirilmesi ve katılım sürecinin yönetilememesi,
uygulamaların müteahhitlik mantığıyla sürdürülmesi, bilimsel ölçütlerin dikkate alınmaması,
eriĢilebilir konut seçeneklerinin sınırlı olması,
mekânsal ayrıĢma ve sosyal dıĢlanma riskinin bulunması,
566
sosyal dokunun göz ardı edilmesi, yerinden edilme tehdidi,
TOKĠ uygulamalarının kimliksiz ve niteliksiz çevreler ortaya çıkarması (tek tipleĢmeye yol
açması, yöreye özgü karakteristiği ve geleneksel yaĢam ve mekân biçimlerini göz ardı etmesi),
dönüĢümün genellikle rant alanları yaratması vb. yönlerden eleĢtirilerek süreç, adaletsiz ve
sürdürülemez olarak nitelendirilmektedir.
Ülkemizde önemli büyüklükte olan ve en fazla mağduriyet / dıĢlanma yaĢayan Roman nüfusunun
yaĢadığı mahalleler, kent merkezlerinde rantı yüksek bölgelerde konumlanmaları ve çöküntü alanı
niteliğinde olmaları nedeniyle kentsel dönüĢüme konu olmaktadır. Dezavantajlı bir grup olarak
Romanlar; sosyal, kültürel, ekonomik ve mekansal alanda çok boyutlu sosyal dıĢlanma süreçlerine
maruz kalmaktadır. Ülkemizde uygulandığı Ģekliyle kentsel dönüĢüm projeleri, bu grubun yaĢadığı
mağduriyetlere ek bir boyut oluĢturma riskini taĢımaktadır. Bu nedenle bildiride, ülkemizde farklı
illerdeki Roman mahalleleri özelinde yapılmıĢ alan çalıĢmalarına (örn. Akkan vd., 2011; BaĢaran, vd.,
2011; Ertürk, 2009; Gültekin ve Güzey, 2007; Gültekin, 2009; Güzey, 2009; Kaya ve Zengel, 2005;
Kılınç, 2007; Kolukırık, 2006; Marsh, 2008; Toprak, 2009; Tuna vd., 2006; Türkiye‘de Romanların
Durumu, 2010; Uzun, 2009) dayanılarak, Romanların sosyal dıĢlanmaları ve mekansal ayrıĢmalarının
düzeyi saptanacak ve bu mahallelere yönelik gerçekleĢtirilecek bir kentsel dönüĢüm projesinin
çerçevesi oluĢturulmaya çalıĢılacaktır.
ROMANLARIN SOSYAL DIġLANMA SÜREÇLERĠ
Evrensel ölçekte dezavantajlı bir grup olan Romanlar, dünyada en çok dıĢlanan topluluktur ve
sosyal dıĢlanma süreçleri çok boyutludur. Göçebe yaĢam tarzını benimseyen ve herhangi bir yurtları
olmayan Romanlar, Hindistan‘dan Avrupa‘nın farklı ülkelerine göç etmiĢler ve göç ettikleri her
ülkenin azınlık grubu olarak farklı düzeylerde dıĢlanmalara ve asimilasyonlara maruz kalmıĢlar,
yerleĢik hayata geçmeye zorlanmıĢlardır (Arayıcı, 2008). Özellikle 1924 yılındaki nüfus mübadelesi
sırasında, Bulgaristan ve Yunanistan‘dan gelerek, baĢta Marmara, Ege ve Akdeniz bölgeleri olmak
üzere ülkemiz coğrafyasının her tarafına yayılmıĢlardır. Roman nüfusa, Avrupa‘da maruz bırakılan
sistematik baskı ve yasalardan hiçbiri uygulanmamıĢtır (Kılınç, 2007). Ancak dünyanın çeĢitli
ülkelerinde olduğu gibi, ülkemizde de toplumsal yaĢamda ve mekanda dıĢlanma ve sorunlarla
karĢılaĢmaktadırlar.
Sosyal dıĢlanma; emek piyasasından kopma, eğitim ve sağlık gibi hizmetlere eriĢememe, siyasi,
sosyal ve kültürel yaĢama katılamamayı içeren çok boyutlu eriĢim ve katılım sorunudur. Karar alma
süreçlerine, toplumsal kaynaklara ve hizmetlere eriĢimin zayıf olması durumudur (Akkan vd., 2011).
Romanlara yönelik kalıcı politikalar üretebilmek için sosyal dıĢlanmanın çok boyutlu ve dinamik
yapısını anlamak gerekmektedir.
Genç bir nüfusa sahip olan Romanların ortalama hane halkı büyüklüğü farklılık (3.5, 7.5, 11 gibi )
göstermekle birlikte, genellikle 7 - 8 kiĢi arasında değiĢmektedir. Bir evde birden fazla hane bir arada
yaĢayabilmektedir. Ortalama evlilik yaĢı 15 - 16 civarındadır. Eğitim ile iliĢkileri en kopuk gruplardan
biridir. Eğitim seviyesi ve okullaĢma oranı oldukça düĢüktür. Okulu terk etme oranı yüksektir,
devamsızlık sık yaĢanmaktadır ve üçüncü, dördüncü sınıfa gelmiĢ çocukların hala okuma yazma
bilmedikleri gözlenmektedir. Bunun çeĢitli nedenleri bulunmaktadır. Aile bütçesine katkıda bulunmak
için erken yaĢta çalıĢmak zorunda olmaları, okul masraflarının aile bütçesi tarafından
karĢılanamaması, okuldaki dıĢlanma - ayrımcılık nedeniyle okuldan soğuma, erken yaĢta evlilik,
kızların kardeĢlerine bakma yükümlülüğü, konar-göçer yaĢam (yazları Ģehri Ģehir gezerek bohçacılık,
çobanlık veya seyyar satıcılık yapmaları, kıĢları da mahallede geçirmeleri), müzisyenliğin ağır
basması, vb. etkenler sıralanabilir (Akkan vd., 2011). Mahallerde okuyan bir rol model olmaması bu
durumu pekiĢtirmekte ve aynı okulda bir arada okumaları birbirlerini etkilemelerine neden olmaktadır.
Romanların çoğu, düzenli gelir getirmeyen ve sosyal güvencesiz iĢlerde çalıĢmaktadır ya da
iĢsizdir. SanayileĢme ve makineleĢmenin sonucu, Romanların geleneksel mesleklerinden olan elek
üretimi, demir iĢçiliği, bakır kaplama ve sepet dokuma gibi el sanatlarında ekonomik değer kaybı
yaĢanmıĢtır. DüĢük eğitim düzeyi nedeniyle, iĢ piyasasında tercih edilen herhangi bir meslek için
gerekli yeterliliği elde edememekte ve böylece istihdam ağlarına ve güvenceli iĢlere
eriĢememektedirler. Genellikle marjinal ve mevsimlik iĢlerde (örn. hurdacılık, kağıt ve plastik
567
toplayıcılığı, hamallık, müzisyenlik, temizlik, mevsimlik tarım iĢçiliği vb.) çalıĢmaktadırlar. Tüm
Ģehirlerde niteliksiz, güvencesiz, sağlıksız ve ağır iĢ koĢullarında çalıĢan Romanlar, ekonomik
yaĢamdan dıĢlanmakta, yaĢadıkları kentin en yoksul kesimini oluĢturmakta ve kronik hastalıklar ya da
sağlık sorunları (bronĢit, astım, böbrek hastalıkları, verem vakaları, iĢ kazaları vb.) yaĢamaktadırlar.
Hırsız, tembel, güvenilmez oldukları yönündeki önyargılı yaklaĢım (örn. yaĢadığı mahallenin
ikametgah kağıdında görülmesi) nedeniyle formel istihdam ağlarına eriĢememektedirler. YaĢadıkları
Ģehrin ekonomik olanakları kapsamında örneğin fabrikalarda, turizme dayalı hizmet sektöründe
çalıĢtırılmamaktadırlar. Gelirin daima belirsiz olduğu, geçim stratejilerinin günü kurtarmak üzere inĢa
edildiği bir hayat süren Romanlar, elektrik ve su faturalarını ödeyememekte, çoğu yerde kaçak
kullanmaktadırlar. Büyük bir kısmı Sosyal YardımlaĢma ve DayanıĢma Vakfı, Sosyal Hizmetler
Çocuk Esirgeme Kurumu, Sosyal Güvenlik Kurumu ve belediyelerden ayni ya da nakdi yardım
(kömür yardımı, Ramazan gıda paketi, engellilik yardımı gibi) almaktadır. Romanlar toplumda, sosyal
yardımlara bağımlı bir grup olarak algılanmaktadır.
Sağlıksız beslenme, sağlıksız altyapı, zor hayat koĢulları, yüksek sigara kullanımı, alkol tüketimi
ve bir dereceye kadar uyuĢturucu bağımlılığı sağlık sorunlarına neden olmaktadır. Romanların sağlık
hizmetleri kapsamında en iyi iĢlediğini düĢündükleri mekanizma olan YeĢil Kart uygulaması, Roman
aileleri için önemli bir sağlık güvencesidir. Hastanelere eriĢimleri ise yeterli düzeyde değildir.
Romanlar, 1990‘lardan buyana çeĢitli illerde örgütlenerek yaĢadıkları sorunları siyasi ve sosyal
platformlara taĢımaktadırlar. 2005‘ten itibaren Roman derneklerinin sayısı hızla artmıĢ ve Ege ve
Marmara bölgesi baĢta olmak üzere bölgesel ve ulusal federasyonlar kurulmuĢtur. Ancak siyasi
partiler, meslek kuruluĢları, sendikalar gibi birçok siyasi ve sosyal kurumda Roman temsiliyeti yok
denecek kadar azdır (Akkan vd., 2011; Toprak, 2009).
Ülkemizde her Ģehirdeki Roman mahallesinde aynı düzeyde dıĢlanmıĢlık söz konusu değildir.
Kimi Roman mahallelerinin toplumla iletiĢimi daha güçlü, kiminin daha zayıftır. YaĢadıkları
Ģehirlerde inĢa edilmiĢ Roman algısı, çoğu zaman dıĢlayıcı ve damgalayıcıdır (Kolukırık, 2005).
AĢağılanmakta, küçümsenmekte, potansiyel suçlu görülmekte ve ―buçuk millet‖ olarak
tanımlanmaktadırlar (Aksu, 2003). Toplumda, Romanların formel sistemlerin dıĢında kalmak
istediklerine dair bir inanç vardır. Romanlar arasında da ―yerliler‖ ve ―sonradan gelenler‖ ikiliği
yaĢanmaktadır. Roman grupları arasındaki bu durum, mahalleye geliĢ zamanının, yapılan iĢin ve elde
edilen gelirin farklı olmasıyla iliĢkilidir. Mahalleye ilk yerleĢen ―yerliler‖, mahallenin ―temiz‖
olduğunu ancak ―sonradan gelenler‖ tarafından bozulduğunu iddia etmektedir. Birbirlerine
kızdıklarında toplumdaki dıĢlayıcı dili kullanmakta ve ―onlar Çingene, biz Romanız‖ demektedirler.
Romanlar Türk ve Müslüman kimliği altında Çingene ya da Roman alt-kimliği olarak kimliklerini
tanımlarlar. Toplumda yer edinebilmek için çoğu zaman kimliklerini gizlemekte ve dil, din, hukuk gibi
konularda içinde bulundukları topluma uyum sağlamaktadırlar (Selin, 2003).
Romanların kendi içlerinden biriyle evlenmeleri, toplumun geri kalanıyla ticaret dıĢında hiçbir
iliĢkiye girmemeleri ve içe kapalı, izole bir yaĢam sürdürmeleri; kültürlerini ve kimliklerini koruyup
sürekliliğini sağlamaları, dıĢlanmalara karĢı kendilerini korumaları, güvende hissetmeleri ve sosyal
dayanıĢma nedeniyledir (Kolukırık, 2009).
Özetle Romanlar, yeterince, emek piyasasına, eğitim ve sağlık hizmetlerine eriĢememekte; siyasi,
sosyal ve kültürel yaĢama katılamamaktadır. Anılan sorunlar, birbiriyle iliĢkisi nedeniyle bir kısır
döngü içerisinde sürmektedir. Sosyal dıĢlanma sürecinin önemli bir bileĢeni olan mekânsal ayrıĢma ise
ayrıca değerlendirilmiĢtir.
ROMAN MAHALLELERĠ VE MEKÂNSAL AYRIġMA
Kent sosyolojisi literatüründe ―ayrıĢma‖nın sosyal dıĢlanma süreçleri içerisinde gerçekleĢtiği
belirtilmektedir. Mevcut kentsel düzen mekansal ayrıĢmayı pekiĢtirmekte, diğer bir deyiĢle,
farklılıkları keskinleĢtirmekte ve birbirinden yalıtmakta, toplumsal sınıfların yüz yüze gelmelerine,
bilgi alıĢveriĢinde bulunmalarına, iletiĢimlerine ve kültürel açıdan zenginleĢmelerine olanak
sunmamaktadır. Toplumdaki sosyal ve etnik bölünmelere dayalı ayrımcılık, ―bölünmüĢ‖,
―kutuplaĢmıĢ‖ ya da ―parçalanmıĢ‖ Ģehirlerin oluĢumuna neden olmaktadır.
568
Gültekin (2009), mekansal ayrıĢmayla ilgili literatürde, kentsel mekanda mekansal ayrımın birincil
sebebinin konut eĢitsizliği olduğunun ileri sürüldüğünü ve bunun, sıklıkla ırk ve etnik köken odaklı
analiz edildiğini belirtmiĢtir. Buna göre Marksist yaklaĢım, mekansal ayrımı din, kültür ve etnik
kökenle iliĢkili değil, sınıf kavramı, ekonomi ve toplumdaki daha geniĢ yapısal güçlerle iliĢkili
açıklamaktadır. Konut piyasası ancak bu güçlerin alt kategorilerinden biridir ve ırk temelli ayrımcılık,
yapısal eĢitsizliğin bir formudur. Öte yandan, Neo-Weber yaklaĢım, ―konut sınıfları‖ kavramını
geliĢtirmiĢtir. Konut kıt bir kaynaktır ve farklı gruplar konuta eriĢimin farklı desenlerine sahiptir.
Bireyler güçleriyle konut piyasasındaki iliĢkilerinde bir diğerinden farklıdır. Buna göre, etnik gruplar
ve göçmenler de genel tercihleri ve sınırlamalar nedeniyle belirli mahallelere ve belirli konut tiplerine
bağlıdır. Sonuç olarak her iki yaklaĢım, bireylerin sahip olduğu kaynakların onların konut
piyasasındaki güçlerini belirlediği fikrini benimsemektedir.
Sonraki tartıĢmalar genel hatlarıyla iki grupta toplanabilir: biri, azınlıkların yetersiz konut
koĢullarını dıĢsal faktörlere bağlayan ve ayrıĢmanın dezavantajları üzerine yoğunlaĢan çalıĢmalar;
diğeri, ayrıĢmayı bireysel, kültürel ya da gönüllü tercihlere yani içsel faktörlere dayandıran çalıĢmalar.
Gönüllü toplumsal ve mekansal ayrıĢma aracılığıyla zengin ve yoksul gettolar oluĢmaktadır. Yoksul
gettolar, aynı geçmiĢe sahip insanların kümelenmesiyle oluĢmakta ve çok iyi geliĢmiĢ iç sosyal ağlar
tarafından desteklenmektedir. Sosyal ağlar; grupların kültürlerinin ve kimliklerinin korunmasını
sağlamaktadır (Gültekin, 2009).
Görüldüğü gibi, dıĢlanma süreçleri çok katmanlı ve karmaĢıktır, oluĢum faktörleri farklıdır ve bir
alandaki ayrımcılık diğer alanlarda ayrımcılığa neden olabilir ya da bunun olasılığını arttırabilir
(Gültekin ve Güzey, 2007; Ratcliffe, 1998). Öte yandan, sosyal dıĢlanma, mali kaynaklara ve
barınmaya eriĢimi engellediği için konut alanlarında dıĢlanma ve ayrıĢmaya neden olmaktadır. Kısaca
sosyal dıĢlanma ve mekansal ayrıĢma birbiriyle etkileĢim içindedir.
Etnik bir grup olarak Romanlar yaĢadıkları her Ģehirde mekansal ayrıĢmaya tabidir. Romanlar
kentsel eĢitsizliğin ve kentsel yoksulluğun aĢılmasında bir hayatta kalma stratejisi olarak güçlü sosyal
ağlarla toplumdan izole, içe kapalı bir ―adacık‖ halinde mahallelerinde yaĢamayı tercih etmektedir.
Bu, konut ayrımının hem bir zorunluluk hem de bir gönüllülük sonucunda oluĢtuğunu anlatmaktadır.
Bunun avantaj ve dezavantajları bulunmaktadır. Güven hissetme, yalnızlığı azaltma, kimliklerin
korunması, günlük sorunların çözümü, yardımlaĢma – dayanıĢma, iĢbirliğini kolaylaĢtırma, kültürel
özelliklerin korunup yaĢatılması, birlik – beraberlik gibi avantajlar; grubun toplumla uyumu ve
topluma katılımını engelleme, olumsuz imajı - dıĢlanmayı pekiĢtirme, konut piyasasının sınırlı
seçenekler sunması, iĢsizliği kronik hale getirme, bireyleri enformel sektöre veya yoksulluğa zorlama,
suç ve Ģiddete eğilimi artırma vb. dezavantajlar barındırmaktadır (Gültekin ve Güzey, 2007).
ġehrin güvenliği ve toplumun refahı için ―tehlikeli‖ olarak tanımlanan Roman mahalleleri, suçun
ve her türlü yasa dıĢı aktivitenin merkezi olarak damgalanmakta ve Ģehir yaĢamı ile bağlarını giderek
yitirmektedir. ġehrin geliĢiminde tehdit ve bir müdahale ve dönüĢtürme alanı olarak algılanan bu
mahalleler, altyapı ve ulaĢım sorunları, kötü konut yapıları, yarattıkları illegal ekonomi ile Roman
gettolarına dönüĢmüĢ durumdadır. Kamu yetkilileri ve Ģehrin halkı Roman mahallelerini ―yakınından
bile geçilmemesi gereken‖ suç mahalleleri olarak betimlemektedir (Akkan vd., 2011). Mahalleye
girmek isteyen yabancılara saldırdıkları, para çaldıkları, küfrettikleri, güvenilmez oldukları, kamu
mallarına zarar verdikleri, temiz olmadıkları vb. söylenmektedir. Söz konusu algı, Ģehirle kurulan
iliĢkileri zayıflatmakta, toplumsal yaĢama katılımı zorlaĢtırmaktadır.
Mahallelerde iki – üç alt grup bulunmaktadır. Bu gruplar, sadece sosyal (örn. yarı göçebe yaĢamı
devam ettirenler) ve ekonomik özellikleri ile değil, aynı zamanda konut yapısı ve konut gelenekleri ile
de birbirinden ayrıdırlar. Kimi çadırlarda, kimi barakalarda, kimi de görece daha iyi koĢullardaki
konutlarda yaĢmaktadır. Konutlar genellikle 1, 2 veya 3 katlıdır, büyüklükleri 40 – 100 m2 arasında
değiĢebilmekle birlikte ortalama 40 – 60 m2‘dir. Genellikle ikiden fazla hanenin bir arada yaĢadığı
konutlar ortalama 2 odalıdır, mutfak, banyo ve tuvaletler ortaktır. Mutfak genelde ikamet giriĢindedir
ve mutfağa özel ayrılmıĢ bir alan değildir. Tuvalet ve banyo bahçede yer alabilmektedir. Konutlarda
mahremiyet ve hijyenik koĢullar mevcut değildir. Bahçe ya da avluda at, koyun, tavuk
beslenebilmektedir. Sokak, kahvehane, avlu / bahçe ortak yaĢam alanlarıdır ve yaĢlı, genç, çocuk,
kadın, erkek herkesin zamanının büyük bölümü bu mekanlarda geçmektedir. Sokaklar genelde dardır,
569
çıkmaz sokaklar yer almaktadır. Mahallelerde sosyal altyapı (örn. çocuk park ve oyun alanı, sağlık ve
sosyal hizmet alanları) ve kimi yerlerde teknik altyapı (örn. yol, toplu taĢıma, elektrik, su,
kanalizasyon) ile belediye hizmetlerinin (örn. çöp toplama) yetersiz olduğu görülmektedir.
YaĢadıkları mekan aynı zamanda yaptıkları enformel iĢlerin organizasyonunda büyük bir rol
üstlenmektedir. Kağıt, hurda ve plastik toplayıcılığı ile elde edilen malzemeleri ayrıĢtırdıkları ve geri
dönüĢüm fabrikalarına göndermeden önce beklettikleri bir depo olarak ve at arabacılığı iĢinin
organizasyonunda önemli bir iĢlev görmektedir. Atların bakımı ve yaĢaması için gerekli olan ahırlar
için küçük bir eklenti yapılmaktadır. Bu nedenle Roman yaĢam mekânlarının yalnızca bir barınma
mekanı olarak düĢünülmemesi gerekmektedir. Böyle bir düĢünce, Romanların geçim stratejilerini de
riske atmaktadır.
Romanlar olumsuz konut koĢullarına ek olarak, kamusal alanlardan / mekânlardan dıĢlanmakta,
ayrımcılığa uğramaktadır (Eke ve Kurt, 2009). ġehrin merkezi yerlerine, alıĢveriĢ merkezine, bazı
kamu kurumlarına, lokantaya gidemedikleri, önyargılarla karĢılaĢtıkları belirtilmektedir.
Roman mahallesinde yaĢamak bir gönüllü tercihten öte, yaĢadıkları yoksulluk sebebiyle bir
zorunluluk, seçenek yokluğudur. Yapılan alan araĢtırmalarında olumsuz yaĢam koĢullarına rağmen
çoğunluk, mahallelerinde yaĢamaktan dolayı mutludur ve baĢka yerde yaĢamak istememektedir.
Mahalle dıĢında yaĢamı idame ettirme korkusu yanında, dıĢarıdaki yaĢama duyulan özlem de sıkça
vurgulanmaktadır. Mahalleden çıkmak, topluluk dıĢına çıkmak anlamına da gelmektedir. Eğitim
alabilen, meslek sahibi olabilen az sayıda kiĢi mahalle ile yani Roman topluluğu ile iliĢkilerini
koparabilmektedir. Roman mahalleleri, bir taraftan Romanların Ģehir içinde tutunabilecekleri tek alan,
diğer taraftan da damgalamayı sürekli hissettikleri ve mümkün olduğu ilk anda kurtulmak istedikleri
bir alandır.
Romanların bir Ģehre yerleĢimi ya da o Ģehirde yerleĢik hayata geçiĢleri genellikle Ģöyle bir süreç
izlemiĢtir. Avrupa‘dan göç edip herhangi bir Ģehre yerleĢen Romanlara Ģehir dıĢında bir bölge ayrılmıĢ
ve aileler hiçbir bedel ödemeden tek katlı evlere yerleĢtirilmiĢtir. Geçen yıllar içerisinde, Romanlar
çocuklarının evlenmesi ve ailelerinin büyümesiyle evlerini iki ya da üç kata çıkarmıĢ ya da bahçe alanı
yeterli büyüklükteyse eklentiler yapmıĢtır. Bu mahalleler tapu ve kira ödeme sorununun yaĢandığı
gecekondu tipi yerleĢimlerdir. Ġlk yerleĢen hanelerin ilgili belediye tarafından verilmiĢ, konutlarda
oturma iznini tanımlayan tahsis belgeleri bulunmaktadır. Bu belge, gecekondu affıyla verilen tapu
tahsis belgelerinden farklı olarak kiĢiye sadece arsa üzerinde kurulu binada oturma hakkı vermekte,
bunun dıĢında devretme, satma ve kiralama hakkı vermemektedir. Zaman içerisinde söz konusu
mahallenin Ģehrin geliĢim yönü içerisinde kalmasıyla ya da yakın çevresine çeĢitli yatırımların
yapılmasıyla arsaların piyasa değeri yükselmiĢtir. Böylece mahalle kentsel dönüĢüme konu olmuĢtur
ya da olmaktadır.
Bölgenin suçtan temizlenmesi, barındıkları konutların yaĢanabilecek koĢullarda olmaması, kentsel
dönüĢüm kararının meĢruiyet gereklilikleri olarak sunulmaktadır. Kentsel dönüĢüm projeleriyle
genellikle Ģehir merkezinden uzağa yüksek katlı TOKĠ konutları yapılmakta ve Roman nüfus yerinden
edilerek yaĢam biçimlerine uygun olmayan (apartmanların sokak yaĢamına ve çalıĢtıkları iĢlere uygun
olmaması, sağlıklı kamusal alanın tasarlanmamıĢ olması vb.) bu apartmanlara yerleĢtirilmektedir.
TOKĠ‘ye yerleĢtirmenin çoğu mahallelinin rızasıyla olmadığı ya da bilinçsizce sözleĢme imzalandığı
sıkça söylenmektedir. Birçok kiĢi, imza atmayıp mahalle yıkıldıktan sonra yine mahallede yaĢamaya
devam etmektedir. Hemen hemen çoğu aile ev taksitlerini ödeyememektedir. TOKĠ, sözleĢme
hükümleri gereğince ödeme yapamayan her haneden evleri tahliye etmelerini istemektedir. Henüz
dönüĢümün uygulanmadığı her Roman Mahallesi ise bu süreci belirsizlik ve korkuyla beklemektedir.
Bu haliyle kentsel dönüĢüm projeleri, Romanların mağduriyetlerine ek bir boyut oluĢturma riski
taĢımakta ve mekânsal ayrıĢmayı arttırmaktadır.
SONUÇ VE ÖNERĠLER
Topluma katılım ve kaynaklara eriĢim mekansal pratiklerle doğrudan iliĢkilidir. Romanların söz
konusu çok boyutlu ve birbiriyle doğrudan iliĢkili sosyal dıĢlanma süreçleri; karar alma süreçlerine,
toplumsal kaynaklara ve hizmetlere eriĢimlerini sınırlandırmakta, mekansal ayrıĢmayı
derinleĢtirmektedir. Son dönemde gündemde olan kentsel dönüĢüm projeleri yerinden edilmeye ve
570
farklılıkları göz ardı etmeye neden olduğu için Romanların dıĢlanmalarına bir boyut daha
eklemektedir. Romanların kültürel sürekliliklerini, sosyal içermelerini ve sağlıklı bir çevrede yaĢama
haklarını göz önünde bulundurarak, Romanlara yönelik dıĢlanmanın her boyutu için öneriler
geliĢtirmek ve kentsel dönüĢüm projelerini bu çerçevede bütünleĢik ve sürdürülebilir ele almak
gereklidir.
Roman mahalleleri için planlanan ya da planlanacak kentsel dönüĢüm projeleri, öncelikle katılımı
sağlamalı, yerinden edilmelerini engellemeli, sosyal içermelerini sağlamalı, Romanların kültürel
özellikleri, yaĢam biçimleri ve alıĢkanlıklarına uygun olmalı, eğitim, sağlık, istihdam gibi tüm alanları
kapsayıcı nitelikte çok boyutlu ve bütünleĢik ele alınmalıdır.
Bir kentsel dönüĢümden bahsedildiğinde öncelikle, kentsel dönüĢüme konu olan alanların farklı
özellikler (konumlandığı alan, mülkiyet, yapısal durum, doğal özellikler, arsa değeri, kullanıcı profili
vd.) taĢıması nedeniyle dönüĢüm türlerinin tanımlanması ve kentsel dönüĢüm projelerinin diğer
sektörel politikalar ve üst ölçekli plan kararlarıyla iliĢkilendirilerek planlanması önem arz etmektedir.
Bu nedenle dönüĢüme konu olacak her Roman mahallesi için hangi dönüĢüm türünün uygulanması
gerektiği belirlenmelidir. Kentsel dönüĢüm uygulama alanları ve önceliklerinin bilimsel ve teknik
yöntemlerle belirlenmesine iliĢkin ilkelerin oluĢturulması da diğer bir gerekliliktir (BĠB).
Hak sahiplerinin ve projeyle ilgili diğer tarafların (projelerin uygulanacağı alanda yaĢayan kiracı,
esnaf vb.) da sürece katılımının sağlanması kalıcı, baĢarılı ve sürdürülebilir bir kentsel dönüĢüm için
önkoĢuldur. DönüĢüm kararının verilme süreci toplumsal müzakere süreçleriyle desteklenmeli ve
dönüĢüm projeleri Ģeffaf, hesap verebilir bir planlama yaklaĢımıyla hazırlanmalıdır.
Romanlar için mahallenin barınma alanı olmaktan öte yaĢam alanı olarak korunması ve
savunulması; güvence ortamının korunması ve Roman toplumunun ayakta kalması demektir. Bu
nedenle yerinden iyileĢtirme politikaları ile bu mahalleleri elveriĢli koĢullara sahip yaĢama alanlarına
dönüĢtürmek gereklidir. Bu kapsamda kentsel dönüĢüm projelerinde soylulaĢtırmayı en aza
indirgeyecek ve zorla yerinden etmenin önüne geçecek biçimde ―mahalle eylem planları‖ hazırlanmalı
ve uygulanmalıdır (BĠB).
Kentsel dönüĢüm alanlarındaki hak sahiplerinin yaĢam kültürüne uygun nitelikli proje seçenekleri
sunulması da aynı derecede önemlidir. Romanların yaĢam biçimleri, alıĢkanlıkları ve gereksinimleri
mekan kullanımlarını ve tercihlerini etkilemektedir. Roman kültürü birçok gelenek ve adetleriyle
bölgelere göre farklılık göstermekle birlikte; özgürlüğe düĢkünlük, esneklik, içinde bulunulan anı
yaĢama (bugünü yaĢama), kapalı ve sınırlı alanlardan hoĢlanmama, müziğe ve dansa yatkınlık gibi
bazı ortak özellikler göstermektedir (Kaya ve Zengel, 2005; Southern and James, 2006; Toprak, 2009).
Üst ölçekli planlara uygun kentsel tasarım projeleri ve mimari projeler hazırlanırken, Romanların
özgür, esnek, renkli, müzik ve dansa odaklı, sokak ağırlıklı yaĢam biçimleri göz önünde
bulundurulmalıdır. Projelerde mekanın ―kullanım değeri‖ göz önünde bulundurulmalı, mahalle temelli
yaĢam biçimlerinin devamlılığı gözetilmeli ve ödenebilir bütçeli esnek konut tipolojileri
oluĢturulmalıdır.
Projeler, aynı zamanda, Romanların çok boyutlu ve birbiriyle iliĢkili sorunlarına çözüm
üretmelidir. Yoksul ve genellikle deprem tehdidinin olduğu yerleĢim alanlarında yaĢayan Romanlar
için kentsel dönüĢüm projeleriyle giriĢimciliğe dayalı istihdam fırsatları ve finansman kaynakları
sağlanmalı, fiziki yaĢam koĢulları iyileĢtirilmeli, okulla kurulan iliĢki ve toplumla iletiĢim
güçlendirilmelidir. Örneğin bünyesinde psikolojik destek veya eğitimi teĢvik edici / destekleyici
faaliyetler sunan ―toplum merkezleri‖ tasarlanabilir, kreĢler önerilebilir, okul sadece eğitim kurumu
olmaktan çok, Roman çocukların sosyalleĢebileceği bir alan olarak tasarlanabilir (örn. spor faaliyetleri,
korolar, müzik grupları) (Akkan vd., 2011). Mahallede sanat atölyeleri, okuma evleri tasarlanabilir.
Kentsel hizmetlere eriĢim ve kamusal mekana / yaĢama katılım olanaklı hale getirilebilir. Elbette öneri
politikalar sadece kent plancılarının ehliyet sınırları içinde çözüm üretilebilecek konular değildir.
Geçimlerinin ve hizmetlere eriĢimlerinin garanti altına alınması konusunda ilgili disiplinlere, yerel
yönetimlere ve sivil toplum örgütlerine de görevler düĢmektedir. DönüĢüm projeleri sosyal projelerle
desteklenmeli ve gerektiğinde pozitif ayrımcılık yapılmalıdır.
571
Toplum arasındaki empatiyi sağlamak, etnik farklılıklara toplumların renkli yüzleri ve çeĢitliliği
olarak saygı duymak önemlidir. Roman mahalleri için düĢünülen kentsel dönüĢüm projeleri de sosyal
içermeyi sağlayacak biçimde gerçekleĢtirilmelidir. Toplulukların toplum içinde bütünleĢmesini
vurgulayan 21. yüzyılın yaklaĢımı ve hükümet politikaları, benzersizliği bir potada eritme, kültürel
farklılıkları ortadan kaldırma, kültürel, ekonomik ve mekansal asimilasyona neden olma potansiyeli
taĢımaktadır. Bu nedenle ―toplumsal bütünleĢme‖ yerine, ―sosyal içerme‖ politikaları tanımını
kullanmak amaca daha uygun olacaktır. Böylece ötekileĢtirme aĢılabilecektir.
Kısaca, kentsel dönüĢüm projeleriyle yerel ekonomik kalkınmaya katkıda bulunacak, suç oranını
azaltacak, mekansal ayrıĢmayı engelleyecek, aidiyet duygusunu geliĢtirecek ve toplumsal iletiĢimi
güçlendirecek eriĢilebilir kamusal ve özel mekanlar tasarlanmalıdır.
KAYNAKÇA
Aksu M. (2003). Türkiye‟de Çingene Olmak. Ġstanbul:Ozan Yayıncılık.
Akkan B. E., Deniz, M.B., Ertan M. (2011). Sosyal Dışlanmanın Roman Halleri.Ġstanbul:Punto.
Arayıcı A. (2008). ‗‘Gypsies: the Forgotten People of Turkey‘‘. International Social Science Journal,
59, 193-194, 527-538.
BaĢaran Uysal A., OkumuĢ G., Sakarya Ġ. (2011). ‗‘Determination of the Strategies for the Urban
Rehabilitation in the Romani Settlement (Çanakkale City, Turkey)‘‘. 23rd Enhr Conference
Workshop 16: Minority Ethnic Groups and Housing, Toulouse.
(BĠB) Bayındırlık ve Ġskan Bakanlığı KentleĢme ġurası. (2009). Kentsel DönüĢüm, Konut ve Arsa
Politikaları Komisyonu Raporu.
Eke M. K., Kurt Topuz S. (2009). ‗‘Devlet YurttaĢ ĠliĢkisi Kapsamında Çingene/Roman Kökenli
YurttaĢların YurttaĢlık AlgılayıĢı: Edirne Örneği‘‘. TÜBĠTAK Proje No: 108K382.
Ertürk F. (2009). ‗‘NesliĢah ve Hatice Sultan (Sulukule) Mahalleleri Kentsel DönüĢüm Projesi,
(Yüksek Lisans Tezi)‘‘. ĠTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, Ġstanbul.
Görgülü, Z., Görgülü, T. (2010). Türkiye‘de Planlama ve Mimarlık Alanının Son 10 Yılı. Mimarlık,
352.
http://www.mimarlikdergisi.com/
index.cfm?sayfa=
mimarlik&DergiSayi=366&RecID=2328
Gültekin, T.N., Güzey, Ö. (2007). ‗‘Divided Cities: Social and Residential Segregation a Gypsy
Neighborhood in Menzilahır, Edirne, Turkey‘‘. The Gypsy Lore Society, The Gypsy Lore
Society 2007 Annual Meeting and Congress Manchester, UK.
Gültekin N. (2009). ‗‘The Impact of Social Exclusion in Residential Segregation: A Gypsy
Neighbourhood Fevzi PaĢa in Turkey‘‘. G.U. Journal of Science, 22, 3, 245-256.
Güzey, Ö. (2009). Sulukule‘de Kentsel DönüĢüm: Devlet Eliyle SoylulaĢtırma. Mimarlık, 346 (73-79).
Kaya Ġ, Zengel R. (2005). ‗‘A Marginal Place for the Gypsy Community in a Prosperous City: Ġzmir‘‘.
Turkey, Cities, 22, 2,151–160.
Kılınç Demirvuran G. (2007). ‗‘Kentsel Ölçekte Mekansal AyrıĢma: Edirne Çingene Mahallesi
Örneği, (Yüksek Lisans Tezi)‘‘. Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Ankara.
Kolukırık S. (2005). ‗‘Türk Toplumunda Çingene Ġmgesi ve Önyargısı‘‘. Sosyoloji AraĢtırmaları
Dergisi, 8, 2, 52-71.
Kolukırık S. (2006). ‗‘Sosyolojik Perspektiften Türk(iye) Çingeneleri: Ġzmir Çingeneleri Üzerine Bir
AraĢtırma‘‘. Uluslararası Ġnsan Bilimleri Dergisi, 3, 1, 1-24.
Kolukırık
S.
(2009).
Tarlabaşı
Çingenelerinin
Kimlik
Algısı,
Dünden
Bugüne
572
Çingeneler.Ġstanbul:Ozan.
Marsh A. (2008). ‗‘EĢitsiz VatandaĢlık: Türkiye Çingenelerinin KarĢılaĢtıkları Hak Ġhlalleri‘‘.
Türkiye‘de Romanlar Ayrımcı Uygulamalar ve Hak Mücadelesi, Ġstanbul, 53-107.
Ratcliffe, P. (1998). ‗‘Race, Housing and Social Exclusion‘‘. Housing Studies, vol.13, No.6, 807-818.
Selin C. (2003). ‗‘A Case Study of Gypsy/Roma Identity Construction in Edirne‘‘. (MA Thesis), The
Graduate School of Social Sciences of Middle East Technical University, Ankara.
Southern R., James Z. (2006). ‗‘Final Report: Devon-wide Gypsy and Traveller Housing Needs
Assessment‘‘. Social Research & Regeneration Unit A University of Plymouth Centre of
Expertise.
Toprak Karaman. Z. (2009). ‗‘Participation to the Public Life and Becoming Organized at Local Level
in Romani Settlements in Izmir‘‘. Land Use Policy, 26, 308–321.
Tuna M., Oğuz Z.N., Kolukırık, S. (2006). ‗‘Menemen Çingenelerinin Sosyo-Kültürel Özellikleri:
KazımpaĢa Mahallesi Örneği‘‘. Uluslararası Çingene Sempozyumu, UlaĢılabilir YaĢam
Derneği, Ġstanbul.
Türkiye‘de Romanların Durumu. (2010).Türkiye‘de Çalma ve Ġnsana YakıĢır ĠĢ KoĢulları Sorunları
Raporu.
Türkün A., ġen B., Öktem Ünsal B., Aslan ġ., Yapıcı M. (2010). ‗‘Ġstanbul‘da Eski Kent Merkezi ve
Gecekondu Mahallelerinde Kentsel DönüĢüm ve Sosyo-Mekansal DeğiĢim‘‘. TÜBTAK Proje
No: 108K134.
URL 1: http://www.yenimimar.com/index.php?action=displayArticle&ID=752
Uzun H. (2009). ‗‘Kentsel DönüĢüm Uygulamalarının Kent Özlemi ve Kentlilik Açısından
Değerlendirilmesi: Sulukule-TaĢoluk Örneği‘‘. (Yüksek Lisans Tezi), Kadir Has Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ġstanbul.
573
574
SONUÇ
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyoloji Bölümü ve Sosyoloji Derneği‘nin ev sahipliğinde
gerçekleĢen VII. Uluslararası Katılımlı Ulusal Sosyoloji Kongresi 2-5 Ekim 2013 tarihleri arasında
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi‘nde gerçekleĢtirilmiĢtir. Kongrede
sosyolojinin ilgi alanına girebilecek birçok konu tartıĢılmıĢtır. Atatürk Kültür Merkezinde bulunan A,
B, C, D, olmak üzere 4 salonda ayrıca Edebiyat Fakültesi içerisinde yer alan AMFĠ ve Ömer Köse
Salonlarında birbirinden farklı temalar iĢlenmiĢtir. Ömer Köse salonunda 2, diğer tüm salonlarda 12
oturum gerçekleĢtirilmiĢtir.
Ana teması ―Yeni Toplumsal Yapılanmalar: GeçiĢler, KesiĢmeler, Sapmalar‖ olan kongrede
özellikle akademisyen sosyal bilimcileri ve sosyologları bir araya getirerek güncel, tarihsel ve teorik
bağlamda sosyolojik sorunlar tartıĢılmıĢtır. Kongreye, Türkiye‘deki üniversitelerden akademisyenlerin
yanı sıra yurtdıĢındaki üniversitelerden de katılım olmuĢtur. Bunun yanında farklı kamu kurumlarında
çalıĢan öğretmenler, bağımsız araĢtırmacılar, uzmanlar, gazeteciler de bildirili olarak kongreye katılım
sağlamıĢlardır. Kongre, salt Sosyoloji Bölümlerinin değil diğer bilim dallarından katılımcıların da
destekleriyle gerçekleĢmiĢtir. Bu bilim dallarından bazıları Ģunlardır: Felsefe Grubu Öğretmenliği
Bölümü, Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, Felsefe Grubu Eğitimi, Din Psikolojisi Anabilim
Dalı, Ġngiliz Dili Eğitimi, Sosyal Hizmet Bölümü, Kamu Yönetimi Bölümü, Tarih Bölümü, Müzik
Anabilim Dalı, ÇalıĢma Ekonomisi ve Endüstri ĠliĢkileri Bölümü, ĠnĢaat Mühendisliği Bölümü,
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Enformatik Bölümü, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
Moda Tasarımı Bölümü, Uluslararası ĠliĢkiler Bölümü, Tarım Ekonomisi Bölümü, ĠĢletme Anabilim
Dalı, Kadın ÇalıĢmaları ve Toplumsal Cinsiyet Bölümü, Resim Bölümü, Sosyal Politika Bölümü,
Fotoğraf Bölümü.
Bu bağlamda kongrede, diğer konuların yanı sıra özellikle, gençlik, demokratik açılım süreci, Gezi
Parkı odaklı geliĢmeler, medya ve popüler kültür, sosyal medya, göç, siyaset, LGBT gibi güncel
toplumsal konular sosyolojik açıdan değerlendirilmiĢtir. Kongre süresince Türkiye‘nin önde gelen
sosyologları ve sosyal bilimcilerinin yanı sıra, Helsinki Üniversitesi Sosyoloji Bölümü BaĢkanı Prof.
Dr. Pekka Sulkunen ve Avrupa AraĢtırma Konseyi AraĢtırma Programı Uzmanı Dr. Lionel Thelen de
kongreye çağrılı konuĢmacılar olarak katılmıĢtır.
BaĢbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Prof. Dr. BeĢir Atalay tarafından gerçekleĢtirilen açılıĢ
konferansı ―Açılım Sürecinde Devletin Rolü‖ baĢlığıyla Türkiye‘de son 10 yılda gerçekleĢen
toplumsal ve siyasal geliĢmelerin altını çizerken, süreç içerisinde devletin etkinliği ve gerçekleĢtirilen
düzenlemeler vurgulanmıĢtır. Prof. Dr. BeĢir Atalay‘ın açılıĢ konferansını takip eden ―Çözüm
Sürecinde Kürt Sorunu‖ baĢlıklı panelde de Prof. Dr. Ferhat Kentel, Prof. Dr. Mesut Yeğen, Prof. Dr.
Ahmet Özer ve Prof. Dr. Rüstem Erkan gibi konunun uzmanı sosyal bilimciler bildirilerini
sunmuĢlardır. Toplumumuzu son 30 yıldan fazla süreden beri meĢgul eden ve hatta en ciddi toplumsal
sorunlardan birisi belki de birincisi olan Kürt Sorunu ilk defa bir sosyoloji kongresinde ayrıntılı ve
farklı boyutları ile tartıĢılmıĢtır. Bu anlamda kongrenin böylesine can alıcı bir konuyu olabildiğince
kapsamlı bir Ģekilde tartıĢılma ortamını sağlamıĢ olması dikkate değerdir.
CumhurbaĢkanlığı Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa Ġsen ―Sosyoloji ve Edebiyat‖ paneline
katılarak kongreye destek vermiĢtir. Panelde Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Dekanı Prof. Dr.
Pervin Çapan ve Kadir Has Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman da
sunumlarıyla Edebiyat ve Sosyoloji iliĢkisi üzerinde oldukça değerli katkılar sağlamıĢtır.
Karikatürist Piyale Madra, daha önce yayınlanmıĢ karikatürlerini kongre düzenleme kuruluna
göndererek katkı sağlamıĢtır. Kongre boyunca AKM fuayede dev ekranlara yansıtılan karikatürler,
katılımcıların ilgisini çekmiĢtir.
Kongre katılımcıları 57 oturumda bildirilerini sunarlarken, ―Çözüm Sürecinde Kürt Sorunu‖,
―Sosyoloji ve Edebiyat‖ ve ―Medya‖ panellerinde Türkiye‘nin önde gelen sosyal bilimcileri ve
sosyologları önemli sunumlar gerçekleĢtirdiler. YaklaĢık olarak 500 sosyal bilimcinin katıldığı
kongrede Türkiye‘nin farklı birçok üniversitesinden gelen katılımcılar geniĢ bir yelpazede farklı
konularda sunumlar gerçekleĢtirmiĢ ve benzer alanda çalıĢma yapan bilim insanlarıyla bir araya
gelebilme fırsatını yakalamıĢtır. Özellikle doktora düzeyindeki genç sosyal bilim insanları ve
575
araĢtırmacıların kongreye katılımı oldukça yoğun düzeyde gerçekleĢmiĢtir ve bu durum özellikle
doktora tez süresince araĢtırma yapan genç bilim insanlarının alanın uzman akademisyenleri tarafından
dinlenerek, eleĢtiriler ve katkılarla araĢtırmalarını geliĢtirme imkânı yaratmıĢtır.
Kongre bildirileri yalnızca kent/kentleĢme, göç, aile, toplumsal cinsiyet, kültür, müzik, siyaset,
sınıf iliĢkileri, din, medya, hukuk, toplumsal hareketler gibi toplumsal dünyaya form kazandıran ve
bazen de kanıksanarak görünmezleĢen olay, olgu ve yapılanmaları eleĢtirel bir biçimde tartıĢmamıĢ
aynı zamanda bir bilim ve disiplin olarak sosyoloji üzerine, baĢka bir ifade ile kendi üzerine de
tartıĢmalar yürütmüĢtür. Özellikle sosyal bilimlerde yöntem tartıĢmaları ve sosyolojinin tarih ile
iliĢkisi tartıĢılarak hem sosyal bilimlerin arasındaki iliĢkiselliğe odaklanılmıĢ hem de sosyolojinin
kökeni eskile dayanan tartıĢma konularından olan bilgi, bilim, nesnellik, pozitivizm, hermeneutik gibi
kavram ve konular üzerine tartıĢmalar yürütülmüĢtür.
Kongrenin ilgi çeken diğer tartıĢma odağının ise çevre, kentleĢme ve mekân üzerine olduğu ifade
edilebilir. Kongre süresince Çevre ve Kent üzerine odaklanan oturumlarda, günümüz dünyasının baĢta
gelen sorunlarından olan küresel ısınma, çevre ve doğanın tahribatı ve kentleĢme ve mekâna dair
tartıĢmalara odaklanılmıĢtır. ―Kent: DıĢlanma ve KarĢılaĢmalar‖ oturumu kentsel mekânlarda farklı
kültürlerin karĢılaĢmalarıyla oluĢan sorunlar ve çözüm imkânları üzerinde durulmuĢtur.
Kongrenin en ilgi çeken ve en çok tartıĢılan konularından birisi de toplumsal cinsiyet meselelerine
dair tartıĢmalar olmuĢtur. ―Toplumsal Cinsiyet I: Kadın Yoksulluğu ve ÇalıĢma‖ ―Toplumsal Cinsiyet
II: Erkeklik‖, ― Toplumsal Cinsiyet V: ġiddet‖, ―Toplumsal Cinsiyet III: Ataerkillik‖, ―Toplumsal
Cinsiyet IV: Milliyetçilik ve Cinsiyetçilik‖, ― Toplumsal Cinsiyet VI: Doğu-Batı Arasında‖
oturumlarında milliyetçilik, ücretli emek piyasası, Ģiddet, milliyetçilik, muhafazakarlık ve medya gibi
diğer toplumsal konular ile iliĢkili bir biçimde ve özellikle kadınların toplumsal konumlanıĢlarına
odaklanılan tartıĢmalar yürütülmüĢtür.
Özellikle heteroseksüel olmayan, gey, lezbiyen, biseksüel ve trans bireylerin baĢta eğitim alanı
olmak üzere farklı toplumsal alanlarda yaĢadıkları sorun ve dıĢlamalara odaklanan LGBT oturumu
Türkiye‘de gerçekleĢtirilen sosyoloji kongrelerine oturum düzeyinde ilk kez ele alınan bir tartıĢma
olarak ön plana çıkmıĢ ve kongreye önem kazandırmıĢtır.
Kongrenin en ilgi çeken oturumunun Türkiye gündemini 2013 Haziranından bu güne iĢgal eden ve
hala etkileri sürmekte ve tartıĢılmakta olan Gezi Parkı olaylarını konu edinen ―Gezi Parkı‖ oturumu
olduğunu belirtilebilir. Oturumda bir taraftan Gezi Parkı olaylarının sosyal, ekonomik, kültürel ve
siyasal boyutları tartıĢılırken özelikle gençlik ve demokrasi temalarına değinilmiĢtir. Ayrıca kongre
çerçevesince, toplumsal sınıflar ve eĢitsizlikler, kentsel dönüĢüm çalıĢmaları, medya ve iktidar iliĢkisi
ve sağlık ve eğitim politikalarında yaĢanılan dönüĢümler gibi birçok tema küreselleĢme ve neoliberalizm kavramlarıyla iliĢkili olarak tartıĢılmıĢtır.
VII. Ulusal Sosyoloji Kongresi ayrıca ―Çocuk I: Çocukluk Halleri‖, ―Siyaset I: Siyaset ve
Kimlik‖, ―Bilim ve Yöntem TartıĢmaları‖, ―ÇalıĢma-Emek I: Güvencesizlik‖, ―Kent I: DıĢlanma ve
KarĢılaĢmalar‖, ―ÇalıĢma-Emek II: Yoksulluk ve Ġstihdam‖,―Suç ve Hukuk I: Çocuk ve Gençlik‖,
―Kent III: Mekan ve Kültür‖, ―ÇalıĢma ve Emek III: Ücretli Kadın Emeği‖, ―Suç ve Hukuk II: Suça
BakıĢ‖, ―Etnisite II: Dil, Temsil, Ġdeoloji‖ ve ―Tüketim‖ ―Din IV: Din ve Ötekilik‖ ve ―Kent IV:
Mekânsal AyrıĢma‖ gibi farklı birçok çalıĢma alanını içeren oturumlar gerçekleĢtirilmiĢtir. Bu
oturumlar arasında katılımın yoğun olduğu oturumlar ―ÇalıĢma-Emek II: Yoksulluk ve Ġstihdam‖,
―Suç ve Hukuk I: Çocuk ve Gençlik‖, ―Kent III: Mekan ve Kültür‖, ―Bilim ve Yöntem TartıĢmaları‖
ve ―Din IV: Din ve Ötekilik‖ oturumları olarak dikkat çekmiĢtir.
Ayrıca ―Din IV: Din ve Ötekilik‖ oturumu da neredeyse tamamen dolu bir salonda birçok sosyal
bilim insanını bir araya getirerek katılımın yüksek olduğu diğer bir oturum olmuĢtur. ―Göç I: Göç ve
Kültür ― oturumunda ise yine neredeyse tamamen dolu bir salonda Türkiye‘de Göçmenlik hallerini
tartıĢmaya açarken, ayrıca Avrupa Türklerinin de Göç ve Gündelik Hayat bağlamında gündeme
getirilmesini sağlamıĢ ve özellikle Gündelik Hayat üzerine tartıĢmalarla sosyolojinin Türkiye‘deki bu
yeni çalıĢma alanına dair bilimsel tartıĢmalar ve fikir paylaĢımları sağlanmıĢtır.
―Suç ve Hukuk I: Çocuk ve Gençlik‖ oturumunda sapkınlık ve etiketleme kavramları üzerine
tartıĢma ortamları oluĢurken, etiketleme kavramının yerine Türkçe kökenli ―damgalama‖nın
576
kullanılmasını önerilmesi gibi gelecek çalıĢmalara yön verecek akademik bilgi paylaĢımları
yaratılmıĢtır. Özellikle öğrencilerin yoğun olarak katıldığı ―Bilim ve Yöntem TartıĢmaları‖ oturumu,
sosyal bilimler ile felsefenin iliĢkisinin ve sosyal bilimlerin temelindeki yöntem tartıĢılması, sosyal
bilimcinin ötekiye göre konumlanıĢının etik olarak sorgulanması ve kadın sosyal bilimcilerin
akademideki deneyimlerine dair araĢtırma sonuçlarının aktarılmasıyla zengin ve verimli bir oturum
olarak değerlendirilebilir. Öğrencilerin yoğun katıldığı bir diğer oturum, ―Kent III: Mekan ve Kültür‖,
sanat kavramı ve sanatın iktidarla iliĢkisi üzerine zengin ve verimli bir tartıĢmaya sahne olmuĢ ve
kongrenin sadece bilim insanlarını değil aynı zamanda sosyal bilim okuyan ya da sosyal bilimlere ilgi
duyan öğrencileri ve diğer ilgilileri bir araya getirmesi anlamında önemli katkı sağlamıĢtır.
―Gençlik‖ oturumunda Değişime Ayak Uyduramayan Gençlik ve İntihar: Adıyaman Örneklemi
adlı bildiride, kırsal kesimde yaĢayan gençlerin özellikle 14-18 yaĢ arası lise çağı gençliği araĢtırma
örneklemine alınarak çaresizlik duygusu ve gerginliklerinin sonucunda görülen intihar vakalarının
temelleri anlatılmaya çalıĢılmıĢtır. Ġntihara yönelmede yalnızlık hissiyatının ve toplumsal değiĢimlere
uyum sağlayamamanın gençler üzerinde büyük etkileri olduğu vurgulanmıĢtır. Okullarda Şiddet ve
Suç adlı bildiride ergen suçlarının günümüzde arttığı ve bu suçların genellikle okullarda
yoğunlaĢtığından bahsedilmiĢtir. Ergenlerin Ģiddet, suç ve suçlu kavramlarını nasıl algıladıkları,
tanımladıkları ve toplumda Ģiddetin kaynakları ile ilgili görüĢlerinin ne olduğu istatiksel veriler
ıĢığında analiz edilmiĢtir. Ortaöğretim Öğrencilerinin Şiddet İçeren Bilgisayar Oyunlarına İlgileri
Üzerine Bir Araştırma adlı bildiride Samsun‘da yapılan ortaöğretim okullarındaki alan araĢtırmasının
sonuçlarından yola çıkılarak gençlerin çoğunluğunun bilgisayar oyunu oynadıkları ve bunlarında yine
çoğunluğunun Ģiddet içeren oyunları tercih ettikleri, bu tür oyunlara daha çok Meslek Liseleri
öğrencilerinin yöneldikleri, Ģiddet içeren oyun oynayan öğrencilerin okuma alıĢkanlıklarının daha
düĢük olduğu, internet kafelere daha çok gittikleri, bilgisayar baĢında daha çok zaman geçirdikleri,
geleceğe dönük beklentilerinin daha düĢük olduğu yani kısaca Ģiddet içeren oyunlar gençler üzerinde
bir takım olumsuz etkilere sahip olduğu anlatılmıĢtır. Biyografilerin ve Yapısal Süreçlerin İç
İçeliğinde Biçimlenen Stratejiler: Genç Kadınların Yetiştirme Yurdu Yaşantıları adlı sunum
araĢtırmacının hem katılımlı gözlem yapması hem de genç kadınlarla görüĢmeler gerçekleĢtirmesi
açısından ilgi çeken bir bildiri olmuĢtur. Aynı zamanda yapılan alan araĢtırmasının verilerine
dayanarak, yetiĢtirme yurdu deneyimi olan genç kadınların uyguladıkları her bir kiĢisel idare etme ve
tutunma stratejisinin, aynı zamanda kiĢisel deneyimleri kuĢatan toplumsal eksenlerle ve yapısal
süreçlerle kurulan kaçınılmaz iliĢkiler ağında nasıl Ģekillendiği tartıĢılmıĢtır.
―Toplumsal Cinsiyet‖ oturumunda gerçekleĢtirilen sunumlardan ilgi çeken birisi Lisede Okuyan
Erkek Çocukların “İdeal Erkek” Algısı adlı sunumdur. EskiĢehir ilinde bir lisede 15-17 yaĢ arasındaki
odak görüĢmesi yapılan erkek çocuklara yöneltilen ―ideal erkek‖ var mıdır, varsa nasıl olmalıdır,
kendilerini ―ideal erkek‖ kavramı karĢısında nasıl konumlandırmaktadırlar ve ideal erkek dendiğinde
ilk akıllarına gelen kiĢi kimdir gibi açık-uçlu sorulara verilen cevaplar tartıĢılmıĢtır. Diğeri ise kadına
yönelik Ģiddet uygulayan erkeklerin yaĢamları boyunca toplumsal kurumlarla bağlantılı olarak yaĢam
deneyimlerinin anlaĢılması amacıyla yapılan nitel araĢtırma bulgularının sunulduğu“Erk”ten Erkeğe,
Bebekten Katile adlı bildiri olmuĢtur.
―Medya ÇalıĢmaları‖ oturumunda sunulan Şike: Sahadan Çok Toplumsal Hayatımıza Nasıl
Yansı(tıl)dı? adlı bildiri güncel niteliği açısından öne çıkan bir sunum olmuĢturve 3 Temmuz 2011
tarihinde gerçekleĢtirilen ġike operasyonunun gazeteler üzerinden toplumsal hayata nasıl ve ne Ģekilde
aktarıldığı üzerinde durulmuĢtur. Ayrıca seçilen gazetelerin baĢlıkları söylem analizine tabi tutularak
kanaat önderlerinin Ģike ile ilgili yorumlarından da örnekler verilmiĢtir.
Sığınmacılık ve BütünleĢmenin konu edildiği ―Göç‖ oturumu da ilgi gören bir oturum olmuĢtur.
Oturumda sunulan Başarılı Bir Uydu Kent Örneği Olarak Isparta‟dan Sığınmacılık Sorunun
Görünümleri adlı bildiride geçici sığınma sürecinde sığınmacıların uydu kent adı verilen kentlere
yerleĢtirildiği ve Türkiye‘de 2012 yılı itibariyle toplam 53 uydu kent bulunduğu, Isparta‘nın da
sığınmacıların yerleĢtirildiği uydu kentlerden biri olduğundan bahsedilmiĢtir. Ayrıca örnek
uygulamaları ile ön plana çıkan Isparta‘da yaĢayan sığınmacılara sağlanan olanakların, uygulamaların
ve politikaların neler olduğu ve sığınmacıların durumu tartıĢılmıĢtır. Yine özgün bir nitelik taĢıyan
Tarihi Kent Merkezinde Göç, Yoksulluk ve İstihdam: İstanbul Süleymaniye Bölgesi Bekâr Odalarıadlı
sunumdaerkek göçmenlerin barınma ihtiyaçlarını karĢılayan ve göçmen mekânları olarak kabul edilen
577
bekâr odaları tartıĢılmıĢtır. Ekim 2011-Nisan 2013 tarihleri arasında Ġstanbul Süleymaniye
Bölgesi‘nde bekar odalarında yapılan alan araĢtırmasının bulgularına dayanan ve elde edilen
sonuçların paylaĢılarak metropol kent yaĢamı ve sorunları içinde ‗gölgede kalmıĢ‘ ve ―yok sayılmıĢ‖
yaĢamların aktörleri olan bekar odası ikametçisi durumundaki erkek göçmenlerin göçmenlik halleri,
barınma ve istihdam nitelikleri, yoksullukla baĢ etme stratejileri ve yaĢam pratikleri ele alınmıĢtır.
Sosyoloji İçin Emek Göçünü Yeniden Tanımlamakadlı bildiri ise yeni bir teori ortaya koyması
açısından önemli görülmüĢtür. Bu bildiride emek göçü sosyoloji için yeniden tanımlanmıĢtır ve iĢ ve
sınıf gibi önemli iki sosyolojik kavramı her göçün nihayetinde emek göçü ile iliĢkilendirilebileceği
tezi ileri sürülmüĢtür.
C7 Toplumsal Cinsiyet oturumunda sunulan 2003-2013 Yılları Arasında Ders Kitaplarında
Toplumsal Cinsiyetadlı bildiride 1950‘lerde yapılan bir çalıĢma tekrar ele alarak 2003 yılından
baĢlayarak 2013 yılına ders kitaplarında toplumsal cinsiyet olgusunun nasıl ele alındığı
değerlendirilmiĢtir. Bildiride, bunca zaman sonra bile ders kitaplarında halen cinsiyetçi sözcükler,
cümleler, metinler, resimler, fotoğraflar, karikatürler, grafikler ve sayıların yer aldığından söz etmiĢtir.
Diğer yandan Toplumsal Hafıza Bağlamında Türk Silahlı Kuvvetleri‟nin “Sivil” Kanadı: Subay
Eşleriadlı sunum özgünlüğü noktasında öne çıkan bir konu olmuĢtur. Bu bildiride ordunun etrafında
yer alan kadınların anlatılarından yola çıkarak ―Kemalist milli aile‖ projesinin temel taĢıyıcıları
konumundaki subay eĢlerinin nasıl Kemalist muhafazakârlığın çeperi içinde görev aldıklarını
açıklamaya çalıĢmıĢtır. Ayrıca eĢlerinin benzeri bir rütbe sistemi içinde örgütlenmiĢ ordunun ―sivil‖
kanadını oluĢturan kadınların toplumsal kimliklerini eĢlerinin üniformaları üzerinden nasıl
tanımladıkları tartıĢılmıĢtır.
Kongrenin en dikkat çekici oturumu ilk kez bir ulusal kongre de oturum düzeyinde konu
edinilmesi dolayısıyla ―LGBT‖ oturumu olmuĢtur. Metropoldışı Üniversite Öğrencilerinin Gözünden
Metropolleşen Taşra, Kadın-Erkek İlişkileri ve LGBT Öğrencilerin Örgütlenme Deneyimleriadlı
bildiride LGBT öğrencilerinin deneyimleri anlatılırken “LGBT” ve Akademinin İnşası: İlişkiler,
Tehditler, Fırsatlar adlı sunumdaTürkiye‘de akademiyle LGBT örgütlerinin kurduğu iliĢkinin nasıl
olduğu vurgulanmıĢtır. LGBT Hareket ve Muhalefet Alanı: Gerilimler, İttifaklar, Dönüşümleradlı
bildiride ise heteroseksizm ile yüzleĢen bir muhalefet pratiğinin toplumsal dünyanın dönüĢümünde
taĢıyacağı imkanlar vurgulanmıĢtır. Kutluğ Ataman'ın ―Lola ve Bilidikid‖ filmi üzerinden LGBT
bireylerin sinemadaki temsilini inceleyen LGBT Bireylerin Sinemadaki Temsili Üzerine Bir İnceleme:
Lola ve Bilidikidadlı sunum oturumda yer almıĢtır.
Sonuç olarak sosyal etkinliklerle dört gün süren ve uluslararası katılımlarla da desteklenmiĢ olan
VII. Ulusal Sosyoloji Kongresinin, çok geniĢ bir katılımla ve oldukça geniĢ bir perspektiften, birçok
tarihsel ve güncel sorunun ve konunun tartıĢılmasına olanak sağlaması anlamında baĢarılı geçtiği
söylenebilir. Bunun temel nedeni, birçok gözlemcinin de ifade gibi, bu kongrede, yıllardan beri var
olan ve yaĢamakta olduğumuz ancak görmediğimiz ya da görmezden geldiğimiz Kürt Sorunu gibi bazı
çetrefilli konuların ve Gezi Parkı Olayları ve Kentsel DönüĢüm gibi son derece güncel ve ―sıcak‖
konuların açıkça ve tüm boyutları ile tartıĢılmıĢ olmasıdır.
Prof. Dr. Muammer Tuna
Düzenleme Kurulu BaĢkanı
578
KATILIMCILAR LĠSTESĠ
Prof. Dr. Abdullah KORKMAZ Ġnönü Üniversitesi
Prof. Dr. AbdulreĢitJelil QARLUQ Niğde Üniversitesi
Prof. Dr. Abdurrahman AYHAN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Prof. Dr. Alaattin KARACA Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Prof. Dr. Ali ÇAĞLAR Hacettepe Üniversitesi
Prof. Dr. Ali ERGUR Galatasaray Üniversitesi
Prof. Dr. Ali ERKUL Cumhuriyet Üniversitesi
Prof. Dr. Ali Osman GÜNDOĞAN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Prof. Dr. Ali Rıza ABAY Yalova Üniversitesi
Prof. Dr. Aylin GÖRGÜN BARAN Hacettepe Üniversitesi
Prof. Dr. AyĢe DURAKBAġA Marmara Üniversitesi
Prof. Dr. AyĢe GÜNDÜZ HOġGÖR ODTÜ
Prof. Dr. Aytül KASAPOĞLU Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Bahattin AKġĠT Maltepe Üniversitesi
Prof. Dr. Banu ERGÖÇMEN Hacettepe Üniversitesi
Prof. Dr. BeĢir ATALAY Devlet Bakanı ve BaĢbakan Yardımcısı
Prof. Dr. Birsen GÖKÇE
Prof. Dr. Cemal YALÇIN Cumhuriyet Üniversitesi
Prof. Dr. Dilek CĠNDOĞLU Mardin Artuklu Üniversitesi
Prof. Dr. Doğu ERGĠL Fatih Üniversitesi
Prof. Dr. Duane GILL Oklahoma Devlet Üniversitesi
Prof. Dr. Erdal Tanas KARAGÖL TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE Anadolu Üniversitesi
Prof. Dr. Eren Deniz TOL Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Prof. Dr. Ergün YILDIRIM Yıldız Teknik Üniversitesi
Prof. Dr. Erkan PERġEMBE Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Prof. Dr. Faruk KOCACIK Cumhuriyet Üniversitesi
Prof. Dr. Ferhat KENTEL Ġstanbul ġehir Üniversitesi
Prof. Dr. Fuat KEYMAN Sabancı Üniversitesi
Prof. Dr. Füsun ÜSTEL Galatasaray Üniversitesi
Prof. Dr. Gülsen DEMĠR Adnan Menderes Üniversitesi
Prof. Dr. Hasan Bülent KAHRAMAN Kadir Has Üniversitesi
Prof. Dr. Hatice Nur ERKIZAN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Prof. Dr. Hüseyin GÜL Süleyman Demirel Üniversitesi
Prof. Dr. Hüsniye CANBAY TATAR Ġnönü Üniversitesi
Prof. Dr. Ġhsan SEZAL TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi
Prof. Dr. Ġsmail COġKUN Ġstanbul Üniversitesi
579
Prof. Dr. Ġsmail DOĞAN Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Ġsmail TUFAN Akdeniz Üniversitesi
Prof. Dr. Ġsmet EMRE Bartın Üniversitesi
Prof. Dr. Kayhan DELĠBAġ Adnan Menderes Üniversitesi
Prof. Dr. Korkut TUNA Ġstanbul Ticaret Üniversitesi
Prof. Dr. KurtuluĢ KAYALI Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Mansur HARMANDAR Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Prof. Dr. Mehmet MEDER Pamukkale Üniversitesi
Prof. Dr. Mehmet TEMEL Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Prof. Dr. Memmet RZAYEV Nahçıvan Devlet Üniversitesi
Prof. Dr. Meral ÖZTOPRAK Yeditepe Üniversitesi
Prof. Dr. Mesut YEĞEN Ġstanbul ġehir Üniversitesi
Prof. Dr. Muammer TUNA Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Prof. Dr. Musa TAġDELEN Sakarya Üniversitesi
Prof. Dr. Mustafa AYDIN Konya Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Mustafa ĠSEN CumhurbaĢkanlığı Genel Sekreterliği
Prof. Dr. Nadir SUĞUR Anadolu Üniversitesi
Prof. Dr. Namık AÇIKGÖZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Prof. Dr. Nevin GÜNGÖR ERGAN Hacettepe Üniversitesi
Prof. Dr. Nihat AYCAN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Prof. Dr. Nilay ÇABUK KAYA Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Niyazi USTA Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Prof. Dr. NurĢen ADAK Akdeniz Üniversitesi
Prof. Dr. Ömer AYTAÇ Fırat Üniversitesi
Prof. Dr. Önal SAYIN Ege Üniversitesi
Prof. Dr. Pekka SULKUNEN Helsinki Üniversitesi
Prof. Dr. Pervin ÇAPAN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Prof. Dr. Ruhi KÖSE Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Prof. Dr. Rüstem ERKAN Dicle Üniversitesi
Prof. Dr. Sebahattin ÇEVĠKBAġ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Prof. Dr. Serap SUĞUR Anadolu Üniversitesi
Prof. Dr. Serdar M. Değirmencioğlu Cumhuriyet Üniversitesi
Prof. Dr. Sevda DEMĠRBĠLEK Eylül Üniversitesi
Prof. Dr. Sibel YAMAK Galatasaray Üniversitesi
Prof. Dr. Songül SALLAN GÜL Süleyman Demirel Üniversitesi
Prof. Dr. Veysel BOZKURT Ġstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Yasemin IġIKTAÇ Ġstanbul Üniversitesi
580
Prof. Dr. Yıldız ECEVĠT Ortadoğu Teknik Üniversitesi
Prof. Dr. Zafer CĠRHĠNLĠOĞLU Cumhuriyet Üniversitesi
Doç. Dr. A. Baran DURAL Trakya Üniversitesi
Doç. Dr. Ahmet TALĠMCĠLER Ege Üniversitesi
Doç. Dr. Aylin NAZLI Ege Üniversitesi
Doç. Dr. Bayram ÜNAL Niğde Üniversitesi
Doç. Dr. Betül ALTUNTAġ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Doç. Dr. Birsen ġAHĠN KÜTÜK Hacettepe Üniversitesi
Doç. Dr. Doğan BIÇKI Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Doç. Dr. Dolunay ġENOL Kırıkkale Üniversitesi
Doç. Dr. Eda ÜSTÜNEL Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Doç. Dr. Elvan YALÇINKAYA Niğde Üniversitesi
Doç. Dr. Emre GÖKALP Anadolu Üniversitesi
Doç. Dr. Fatime GÜNEġ Anadolu Üniversitesi
Doç. Dr. Firdevs GÜMÜġOĞLU Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Doç. Dr. Gül ÖZSAN Marmara Üniversitesi
Doç. Dr. H. ġebnem SEÇER Dokuz Eylül Üniversitesi
Doç. Dr. Halime ÜNAL Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Doç. Dr. Hatice ġebnem SEÇER Eylül Üniversitesi
Doç. Dr. Helga RĠTTERSBERGER TILIÇ ODTÜ
Doç. Dr. Ġhsan ÇAPCIOĞLU Ankara Üniversitesi
Doç. Dr. Ġlknur ÖNER Fırat Üniversitesi
Doç. Dr. Ġlknur YÜKSEL KAPTANOĞLU Hacettepe Üniversitesi
Doç. Dr. Ġncilay CANGÖZ Anadolu Üniversitesi
Doç. Dr. Kasım KARAMAN Erciyes Üniversitesi
Doç. Dr. Levent ERASLAN Kırıkkale Üniversitesi
Doç. Dr. Mevlüt ÖZBEN Atatürk Üniversitesi
Doç. Dr. Murat ATAN TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE, Gazi Üniversitesi
Doç. Dr. Musa ġAHĠN Yalova Üniversitesi
Doç. Dr. Mustafa TALAS Niğde Üniversitesi
Doç. Dr. Müge K. DAVRAN Çukurova Üniversitesi
Doç. Dr. Nazmi AVCI Süleyman Demirel Üniversitesi
Doç. Dr. Nihal MAMATOĞLU Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Doç. Dr. Özlem CANKURTARAN ÖNTAġ Hacettepe Üniversitesi
Doç. Dr. Saniye DEDEOĞLU Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Doç. Dr. Serdar SAĞLAM Hacettepe Üniversitesi
Doç. Dr. Sıtkı YILDIZ Kırıkkale Üniversitesi
581
Doç. Dr. Sibel KALAYCIOĞLU ODTÜ
Doç. Dr. ġerife GENĠġ Adnan Menderes Üniversitesi
Doç. Dr. Talip KARAKAYA Dumlupınar Üniversitesi
Doç. Dr. Taner TATAR Ġnönü Üniversitesi
Doç. Dr. Türkan ERDOĞAN Pamukkale Üniversitesi
Doç. Dr. Umut OMAY Ġstanbul Üniversitesi
Doç. Dr. Ünal ġENTÜRK Ġnönü Üniversitesi
Doç. Dr. Yıldız AKPOLAT Atatürk Üniversitesi
Doç. Dr. Yücel CAN Niğde Üniversitesi
Doç. Dr. Zeynep Kıvılcım Ġstanbul Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Adem GüRLER Giresun Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Adem SAĞIR Karabük Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Ali ESGĠN Ġnönü Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Ayça DEMĠR GÜRDAL Bülent Ecevit Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Aylin AKPINAR Marmara Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Aylin Yonca GENÇOĞLU Erciyes Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Aysel GÜNĠNDĠ ERSÖZ Gazi Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. AyĢın K. TURHANOĞLU Anadolu Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. AyĢula KURT Karadeniz Teknik Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Aziz Cumhur KOCALAR Cumhuriyet Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. BarıĢ ĠġÇĠ PEMBECĠ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. BarıĢ SEÇER Dokuz Eylül Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Bekir KOCADAġ Adıyaman Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Bekir KOCADAġ Düzce Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Betül DUMAN Yıldız Teknik Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Beyhan ZABUN Gazi Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Burak Bilgehan ÖZPEK TOBB Ekonomi Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Bülent KARA Niğde Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Bülent ġEN Süleyman Demirel Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Celalettin YANIK Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Cem ERGUN Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Cengiz YANIKLAR Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Cevdet YILMAZ Süleyman Demirel Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. CoĢkun TAġTAN Ağrı Ġbrahim Çeçen Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Çağrı ERYILMAZ Artvin Çoruh Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Didem GÜRSES Yıldız Teknik Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Duygu ÇUKUR GÖKÇE Süleyman Demirel Üniversitesi
582
Yrd. Doç. Dr. Ebru ÇETĠN Ege Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Elif YILMAZ MSGSÜ
Yrd. Doç. Dr. Elife KART Akdeniz Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Emel GÜLER YILMAZ Marmara Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Emin YĠĞĠT Adnan Menderes Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Emre YILDIRIM Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Engin ÖNEN Ege Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Engin SARI Ankara Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Erdal YILDIRIM Tunceli Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Esma ESGĠN GÜNDER Celal Bayar Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Fatih ARSLAN Cumhuriyet Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Fatma ÖZGÜ SERTTAġ TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE Yıldırım Beyazıt Üni.
Yrd. Doç. Dr. Feyyaz KARACA Pamukkale Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Fuat GÜLLÜPINAR Anadolu Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Göknur Bostancı EGE Ege Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Gönül DEMEZ Akdeniz Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Gülhan DEMĠRĠZ Adnan Menderes Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Güney ÇEĞĠN Pamukkale Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Hakan Övünç ONGUR TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Hande ġAHĠN Celal Bayar Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Hasan GÜLER UĢak Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Hasan SANKIR Bülent Ecevit Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Hasan ġEN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Hatem ETE Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Hatice HARMANKAYA Selçuk Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Hatice KARAKUġ Artvin Çoruh Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Ġbrahim MAZMAN Kırıkkale Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Ġdiris DEMĠREL Adnan Menderes Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Kemal DĠL Çankırı Karatekin Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Leyla KAHRAMAN NevĢehir Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Lütfiye BOZDAĞ Ġstanbul Kemerburgaz Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. M. Zeki DUMAN Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Nuri GÜLTEKĠN Gaziantep Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Metin KILIÇ Düzce Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Metin AKSOY
Yrd. Doç. Dr. Mezher YÜKSEL Kırıkkale Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Miki SUZUKĠ HĠM Ondokuz Mayıs Üniversitesi
583
Yrd. Doç. Dr. Murat Cem DEMĠR Tunceli Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Musa ÖZTÜRK Mardin Artuklu Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. N. Aslı ġĠRĠN ÖNER Marmara Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Nadide KARKINER Anadolu Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Nahide KONAK Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Özlem IRMAK BALKIZ Adnan Menderes Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Pelin Önder EROL Ege Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Salih AKKANAT GümüĢhane Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Selin AKYÜZ Zirve Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Sercan GÜRLER Ġstanbul Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Sevda MUTLU Cumhuriyet Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Sezer AYAN Cumhuriyet Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. ġahin DOĞAN Çankırı Karatekin Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Tahir PEKASĠL Mardin Artuklu Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Temmuz GÖNÇ ġAVRAN Anadolu Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Tülay AKKOYUN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. UlaĢ SUNATA BahçeĢehir Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Veda Bilican GÖKKAYA Cumhuriyet Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Yalçın YILMAZ Marmara Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Yılmaz YILDIRIM Afyon Kocatepe Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Yonca ODABAġ Atatürk Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Yücel KARADAġ Gaziantep Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Zafer DURDU Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Zühal GÜLER Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Zülküf KARA Mardin Artuklu Üniversitesi
Dr. Abdülkadir MAHMUTOĞLU Gençlik ve Spor Bakanlığı
Dr. Ahmet TÜMAY TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE
Dr. Ali Rıza AKTAġ Ankara Üniversitesi
Dr. Bülent ÖNGÖREN Muğla Halk Sağlığı Müdürlüğü
Dr. Demet GENCER KASAP Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi
Dr. Deniz Sezgin
Dr. Derya KÖMÜRCÜ Yıldız Teknik Üniversitesi
Dr. Duygu ALPTEKĠN Selçuk Üniversitesi
Dr. Esin CANDAN Dokuz Eylül Üniversitesi
Dr. Funda KARAPEHLĠVAN ġENEL Marmara Üniversitesi
Dr. Füsun KÖKALAN ÇIMRIN Dokuz Eylül Üniversitesi
Dr. GülĢah Kurt Galatasaray Üniversitesi
584
Dr. Günnur ERTONG TÜBĠTAK- BĠLGEM- YTE
Dr. Hatice BAYSAL
Dr. Lionel THELEN European Research Council and Young Researchers (Avrupa AraĢtırma
Konseyi ve Genç AraĢtırmacılar)
Dr. Lülüfer KÖRÜKMEZ Ege Üniversitesi
Dr. Mehmet BOZOK Artvin Çoruh Üniversitesi
Dr. Mehmet BULUT Gençlik ve Spor Bakanlığı
Dr. Meral SALMAN
Dr. Mualla YILDIZ Ankara Üniversitesi
Dr. Murat Kahraman GÜNGÖR TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE
Dr. Necdet SUBAġI
Dr. SavaĢ ÇOBAN Bağımsız AraĢtırmacı - ĠletiĢimci
Dr. Sergender SEZER Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Dr. Serkan SAYGAN Ege Üniversitesi
Dr. Türkan FIRINCI Gazi Üniversitesi
Dr. UĢak Üniversitesi
Dr. Zerrin ARSLAN Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi
Uzm. Psk. Özgür TAN
Okt. Esra VONA KURT Süleyman Demirel Üniversitesi
ArĢ. Gör. Dr. Aysun YARALI AKKAYA Yüzüncü Yıl Üniversitesi
ArĢ. Gör. Dr. Cem ÖZATALAY Galatasaray Üniversitesi
ArĢ. Gör. Dr. Melih ÇOBAN Marmara Üniversitesi
ArĢ. Gör. Dr. Mina FURAT Niğde Üniversitesi
ArĢ. Gör. Dr. Özlem ALTINSU SÖNMEZ Selçuk Üniversitesi
ArĢ. Gör. Dr. Sanem BERKÜN Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
ArĢ. Gör Atik ASLAN MuĢ Alparslan Üniversitesi
ArĢ. Gör Engin ARIKAN Türk-Alman Üniversitesi
ArĢ. Gör. Abdurrahim GÜLER Hacettepe Üniversitesi
ArĢ. Gör. Arzu BOR Selçuk Üniversitesi
ArĢ. Gör. Aslıhan Burcu ÖZTÜRK Hacettepe Üniversitesi
ArĢ. Gör. Aslıhan AKKOÇ Afyon Kocatepe Üniversitesi
ArĢ. Gör. Aykut AYKUTALP Ağrı Ġbrahim Çeçen Üniversitesi
ArĢ. Gör. AyĢe ALĠCAN Süleyman Demirel Üniversitesi
ArĢ. Gör. AyĢe GÖNÜLLÜ ATAKAN Orta Doğu Teknik Üniversitesi
ArĢ. Gör. AyĢe KALAV Akdeniz Üniversitesi
ArĢ. Gör. Bahar BAYSAL Uludağ Üniversitesi
ArĢ. Gör. Bahar USTA Karadeniz Teknik Üniversitesi
585
ArĢ. Gör. Cem Koray OLGUN Hacettepe Üniversitesi
ArĢ. Gör. Betül DURMAZ Anadolu Üniversitesi
ArĢ. Gör. Cihan ERTAN Akdeniz Üniversitesi
ArĢ. Gör. ÇağdaĢ Ümit YAZGAN Anadolu Üniversitesi
ArĢ. Gör. Çağlar ÖZBEK Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ. Gör. Demet BOLAT Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ. Gör. Deniz Ali GÜR Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ. Gör. Deniz AġKIN Anadolu Üniversitesi
ArĢ. Gör. Ebru AÇIK TURĞUTER Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ. Gör. EvĢen ALTUN Dokuz Eylül Üniversitesi
ArĢ. Gör. Emre ÖZCAN BaĢkent Üniversitesi
ArĢ. Gör. Emre YILDIZ
ArĢ. Gör. Ercan GEÇGĠN Ankara Üniversitesi
ArĢ. Gör. Erhan AKARÇAY Anadolu Üniversitesi
ArĢ. Gör. Ezgi KARMAZ Kırıkkale Üniversitesi
ArĢ. Gör. Fatih KAHRAMAN Süleyman Demirel Üniversitesi
ArĢ. Gör. Fatime YALINKILIÇ Fırat Üniversitesi
ArĢ. Gör. Fatma TOSUN Ġstanbul Üniversitesi
ArĢ. Gör. Fazilet DALFĠDAN Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
ArĢ. Gör. Gaye Gökalp YILMAZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ. Gör. Halime ÜNALDI Batman Üniversitesi
ArĢ. Gör. Harun BODUR Erciyes Üniversitesi
ArĢ. Gör. Hatice DURAN OKUR Ġnönü Üniversitesi
ArĢ. Gör. Hıdır APAK Mardin Artuklu Üniversitesi
ArĢ. Gör. Hülya TANOBA Anadolu Üniversitesi
ArĢ. Gör. Ġlker AYSEL Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ. Gör. Ġrem Burcu ÖZKAN Ġstanbul Üniversitesi
ArĢ. Gör. Ġsa ERASLAN Fatih Üniversitesi
ArĢ. Gör. Ġsmail Hakkı YĠĞĠT Fatih Üniversitesi
ArĢ. Gör. Kerem ÖZBEY Artvin Çoruh Üniversitesi
ArĢ. Gör. Latife AKYÜZ Orta Doğu Teknik Üniversitesi
ArĢ. Gör. M. Seyyid YELEK Ġstanbul Üniversitesi
ArĢ. Gör. Dr. Melih ÇOBAN Marmara Üniversitesi
ArĢ. Gör. Meral TĠMURTURKAN Akdeniz Üniversitesi
ArĢ. Gör. Nazar BAL Ankara Üniversitesi
ArĢ. Gör. Nazmi ÇĠÇEK Anadolu Üniversitesi
ArĢ. Gör. Nevin ġAHĠN MALKOÇ Orta Doğu Teknik Üniversitesi
586
ArĢ. Gör. Nihan BOZOK Artvin Çoruh Üniversitesi
ArĢ. Gör. Nurullah GÜNDÜZ Fatih Üniversitesi
ArĢ. Gör. Nurullah GÜNDÜZ Fatih Üniversitesi
ArĢ. Gör. Oğuz Özgür KARADENĠZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ. Gör. Orçun GĠRGĠN Ege Üniversitesi
ArĢ. Gör. Orhan IRK Dokuz Eylül Üniversitesi
ArĢ. Gör. Orse DEMĠREL Kocaeli Üniversitesi
ArĢ. Gör. Osman Vahdet ĠġSEVENLER Ġstanbul Üniversitesi
ArĢ. Gör. Oya ACET Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi
ArĢ. Gör. Ömer KÜÇÜK Balıkesir Üniversitesi
ArĢ. Gör. Özgün TURSUN Zirve Üniversitesi
ArĢ. Gör. Özlem KAHYA Süleyman Demirel Üniversitesi
ArĢ. Gör. Pelin BUDAK Fırat Üniversitesi
ArĢ. Gör. Sedat YAĞCIOĞLU Hacettepe Üniversitesi
ArĢ. Gör. Selcan PEKSAN Ġstanbul Üniversitesi
ArĢ. Gör. Selda GÜZEL Selçuk Üniversitesi
ArĢ. Gör. Sercan KIYAK Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ. Gör. Serdar NERSE Batman Üniversitesi
ArĢ. Gör. Serdar ÜNAL Adnan Menderes Üniversitesi
ArĢ. Gör. Seren Dikel Ġstanbul Üniversitesi
ArĢ. Gör. Serhat ÖZGÖKÇELER Uludağ Üniversitesi
ArĢ. Gör. Sevcan KARCI UĢak Üniversitesi
ArĢ. Gör. Sibel EZGĠN AĞILLI Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
ArĢ. Gör. Sümeyye AYDIN Ondokuz Mayıs Üniversitesi
ArĢ. Gör. Timur DEMĠR Gaziantep Üniversitesi
ArĢ. Gör. Tuba GÜN Anadolu Üniversitesi
ArĢ. Gör. Tuba SÜTLÜOĞLU Anadolu Üniversitesi
ArĢ. Gör. Tuğba METĠN Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
ArĢ. Gör. Umut KOLOġ Ġstanbul Üniversitesi
ArĢ. Gör. Volkan ERTĠT Aksaray Üniversitesi
ArĢ. Gör. Yasemin CEYLAN
ArĢ. Gör. Zeynep KURNAZ Hacettepe Üniversitesi
ArĢ. Gör. Zuhal ÇĠÇEK Pamukkale Üniversitesi
Öğr. Gör. Altun ALTUN Hakkari Üniversitesi
Öğr. Gör. AyĢe DERĠCĠOĞULLARI ERGUN Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi
Öğr. Gör. Dr. Bengül GÜNGÖRMEZ Uludağ Üniversitesi
Öğr. Gör. Dr. Gül AKTAġ Pamukkale Üniversitesi
587
Öğr. Gör. Dr. KurtuluĢ CENGĠZ Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Öğr. Gör. Eser ÖRDEM Çukurova Üniversitesi
Öğr. Gör. Kadir ġAHĠN Karabük Üniversitesi
Öğr. Gör. Mehmet ReĢit SEVĠNÇ Harran Üniversitesi
Öğr. Gör. Memet Devrim KORKMAZ Tunceli Üniversitesi
Öğr. Gör. Mümtaz Levent AKKOL Bozok Üniversitesi
Öğr. Gör. Neslihan DEDEOĞLU Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Öğr. Gör. Polat S. ALPMAN Yalova Üniversitesi
Öğr. Gör. Yasemin YÜCE TAR Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Öğr. Gör. Zehra SEVĠM Siirt Üniversitesi
Abdullah KARATAġ Ankara Üniversitesi
Adem BÖLÜKBAġI Sakarya Üniversitesi
Ahmet ELNUR Akdeniz Üniversitesi
Ahmet Hüsrev ÇELĠK Marmara Üniversitesi
Ahmet ÖZALP Kırıkkale Üniversitesi
Ali BAYRAMOĞLU Yeni ġafak Gazetesi
Ali KELEġ Dokuz Eylül Üniversitesi
Ali ÜNSAL Yahya Turan Anadolu Öğretmen Lisesi
Alper ÇELĠKEL Maltepe Üniversitesi
Alper MUMYAKMAZ Gazi Üniversitesi
Arzu SERT Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü
Aybike DĠNÇ Kırıkkale Üniversitesi
Ayçin ALP Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Aysel TEKGÖZ Fırat Üniversitesi
AyĢe Duygu FENDAL Orta Doğu Teknik Üniversitesi
AyĢe TEKĠN Süleyman Demirel Üniversitesi
AyĢe YÜCEL Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Bahar MERMERTAġ Mardin Artuklu Üniversitesi
Balım Sultan YETKĠN Indiana Üniversitesi
BeĢir AYVAZOĞLU Türk Edebiyatı Dergisi Editörü
Bilge DURUTÜRK Hacettepe Üniversitesi
Canan ġAHĠN Niğde Üniversitesi
Celal ĠNCE Anadolu Üniversitesi
Cemalettin Öcal FĠDANBOY BaĢkent Üniversitesi
Deniz KAN Akdeniz Üniversitesi
DurmuĢ Ali SAĞLIK Konya Cumhuriyet BaĢsavcılığı
Duygu KARADON BahçeĢehir Üniversitesi
588
Ece ERBUĞ Hacettepe Üniversitesi
Emel ERKAN Kocaeli Üniversitesi
Emma SAYGI DOĞRU Hacettepe Üniversitesi
Enver ERCAN Varlık Dergisi Editörü
Ertuğrul ÖZKÖK Hürriyet Gazetesi
Esin KAYA Süleyman Demirel Üniversitesi
Esin ÇINAR Adnan Menderes Üniversitesi
Ezgi YĠĞĠT AkĢehir Cumhuriyet BaĢsavcılığı Denetimli Serbestlik Müdürlüğü
Fatih GÜNAYDIN Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Fatma SOLMAZ Fırat Üniversitesi
Fatma ġAHĠN Niğde Üniversitesi
Fehime YÜKSEL Akdeniz Üniversitesi
Fethi NAS Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Filiz YILMAZ Bingöl Üniversitesi
Funda SÖNMEZ Adnan Menderes Üniversitesi
ġebnem AVġAR KURNAZ Aile ve Sosyal Pol. Bakanlığı
Gökhan PĠRLĠ Adnan Menderes Üniversitesi
Gökhan ġEN Gazi Üniversitesi
Hacer AKICI Ali Akkanat Anadolu Lisesi
Hale ALAN BaĢkent Üniversitesi
Halil Ġbrahim KÖPRÜBAġI Erciyes Üniversitesi
Hasan GÜRBÜZ Mersin Üniversitesi
Hasan KALA Kırıkkale Üniversitesi
Hilal GALĠP Jacobs Üniversitesi
Hülya ÜRÜNDÜ Niğde Üniversitesi
Ġbrahim KEġ Necmettin Erbakan Üniversitesi
Ġsmail ġAHĠN Ankara Üniversitesi
Kamer ÇIRAK Niğde Üniversitesi
Maide GÖK Hacettepe Üniversitesi
Mehmet EMĠN TEKATLI Necmettin Erbakan Üniversitesi
Mehmet Sıdık KILIÇ Yalova Üniversitesi
Merve ÖĞÜTCÜ Dumlupınar Üniversitesi
Muharrem SARIKAYA Habertürk Gazetesi
Mustafa Hakan GÜVENÇER Muğla Valisi
Münevver ARIKAN Mersin Üniversitesi
Nazife ALĠOVA Ankara Üniversitesi
Nur EvĢan NAVRUZ Niğde Üniversitesi
589
Nuri Can AKIN Ankara Üniversitesi
Nuriye ÇELĠK Niğde Üniversitesi
Okan BALDĠL Niğde Üniversitesi
Onur Ali TAġKIN Ankara Üniversitesi
Öner ÖZCAN Ankara Üniversitesi
Özcan ÖZGÜR Muğla Hamle Gazetesi
Özden TENLĠK Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Özge ACAR Adnan Menderes Üniversitesi
Özgür KIRAN Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Özlem AYDOĞMUġ Ege Üniversitesi
Pınar ATLI Karabük Üniversitesi
Piyale MADRA Karikatürist
Rukiye Gül ÇAM Niğde Üniversitesi
Sadettin ELĠBOL Yazar
Saim Can BERĠTAN Marmara Üniversitesi
Samet GÜNEġ Aile ve Sosyal Pol. Bakanlığı
Selda ADĠLLER Ankara Üniversitesi
Sertaç Timur DEMĠR Lanchaster Üniversitesi
Seval AKSOY Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü
Sümeyye TOPTAġ Niğde Üniversitesi
ġenol SIRMA Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Taha AKYOL Hürriyet Gazetesi
Tevfik Orkun DEVELĠ Hacettepe Üniversitesi
Tolga YILMAZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Tuba GÖKTEPE Adnan Menderes Üniversitesi
Uğur GÜNAY YAVUZ Akdeniz Üniversitesi
Uzman Dr. Uğur Zeynep GÜVEN ERCAN Yeditepe Üniversitesi
Uzman Mahmut GÜRSOY Adıyaman Üniversitesi
Uzman Psikolog ÖZGÜR TAN Muğla Halk Sağlığı Müdürlüğü
Ülkü GÜR Anadolu Üniversitesi
Veysel Mehmet ELGĠN Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Vuslat Doğan ERSEN Aile ve Sosyal Politikalar Ġzmir Ġl Müdürlüğü
Yağmur AKGÜN Niğde Üniversitesi
Yasemin ARSLANTÜRK Atatürk Üniversitesi
Yasin DALGIÇ
YeĢim DOĞAN Mardin Artuklu Üniversitesi
Yusuf EKĠNCĠ Gaziantep Üniversitesi
590
Zafer DEMĠRTAġ Niğde Üniversitesi
Zelal KARATAġ Ankara Üniversitesi
Zübeyde DEMĠRCĠOĞLU
591