Academia.eduAcademia.edu

Bir Turizm Hakkı Olarak Sosyal Turizm ve Engelliler

2013

Bu çalışmanın temel konusunu sosyal turizm ve engelli turizmi oluşturmaktadır. Dünyada engelli bireylerin sosyal turizme katılımının teşvik edilmesi hususunda uygulamaların ele alınacağı çalışmada, ayrıca Türkiye için bazı değerlendirmeler yapılacaktır. Çalışmada bazı ülkelerin sosyal ve engelli turizmi konusunda oldukça başarılı olmalarının arka planında, "sosyal politikalar" geliştirmede lider ülkeler olduğunun altı çizilmektedir. Günümüzde bu alanda başarılı olan ülkelerdeki etkin engelli turizm faaliyetleri, sadece seyahate katılma durumuyla ilişkilendirilmemekte; bunun yanında sosyal politikaların ve temel insan haklarının tamamlayıcısı olarak da ele alınmaktadır. ________________________________________________ Social tourism, and disabled tourism are the main subjects of this study. This current study will seek to analyze applications supporting participation of people with disabilities to the social tourism in the world, and also will end with evaluate the situation of Turkey in this context. Some countries (France, Spain, Belgium, the UK etc.) were choosen as the study subject not only because they are the most visited tourist destination in the world but also due to their reputation in effective social policies. Nowadays in these developed countries, development of social and disabled tourism activities are no more solely a matter of travel participation. Besides this people with disabilities participation to travel is considered as “integral part” of social policies and human rights.

ULUSLARARASI KATILIMLI VII. ULUSAL SOSYOLOJĠ KONGRESĠ YENĠ TOPLUMSAL YAPILANMALAR: GEÇĠġLER, KESĠġMELER, SAPMALAR BĠLDĠRĠ KĠTABI I Editör: Prof.Dr. Muammer TUNA Editör Yardımcıları: Yrd.Doç.Dr. Ünal BOZYER ArĢ.Gör. Ebru AÇIK TURĞUTER 2-5 Ekim 2013, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ISBN 978-605-4397-33-4 Telif Hakkı © Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Her hakkı saklıdır. Bildirilerdeki fikir ve görüĢler yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi‘nin izni olmadan çoğaltılamaz ve dağıtılamaz. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi YerleĢkesi 48120 Kötekli MUĞLA Tel: 0252 211 10 00 http://www.mugla.edu.tr CIP Uluslararası Katılımlı 7. Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiriler Kitabı (3 Kitaplık Set) (7. : 2013 : Muğla, Türkiye) Bildiri Kitabı -1, 537 s. Bildiri Kitabı -2, 741 s. Bildiri Kitabı -3, 604 s. Uluslararası Katılımlı 7. Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiriler Kitabı (3 Kitaplık Set) / editör Muammer Tuna ; yardımcı editör Ünal Bozyer-Ebru Açık Turğuter.-Muğla : Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, 2013. Elektronik Kitap. http://www.sosyolojikongresi.org/ekitap ISBN 978-605-4397-33-4 Uluslararası Katılımlı Yedi‘nci Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiriler Kitabı (3 Kitaplık Set). I.Sosyoloji—Kongreler. 1. Tuna, Muammer. 2. Bozyer, Ünal. 3. Açık Turğuter, Ebru YAYIN KURULU Prof.Dr. Muammer Tuna (Editör) Yrd.Doç.Dr. Ünal BOZYER (Editör Yrd.) ArĢ.Gör. Ebru Açık TURĞUTER (EditörYrd.) Doç. Dr. ġinasi ÖZTÜRK Yrd. Doç. Dr. Gökçen ERTUĞRUL Yrd. Doç. Dr. SavaĢ ÇAĞLAYAN Yrd.Doç.Dr. Hasan ġEN Yrd.Doç.Dr. Zafer DURDU ArĢ.Gör.Dr. Sergender SEZER ArĢ.Gör.Dr. Vefa Saygın ÖĞÜTLE ArĢ.Gör. Çağlar ÖZBEK ArĢ.Gör. Gaye Gökalp YILMAZ ArĢ.Gör. Ezgi BURGAN ArĢ.Gör. Demet BOLAT ArĢ.Gör. Oğuz Özgür KARADENĠZ ArĢ.Gör. Sercan KIYAK ArĢ.Gör. Deniz Ali GÜR ArĢ.Gör. Sibel Ezgin AĞILLI I KONGRE ONURSAL BAġKANI Prof.Dr.Mansur HARMANDAR Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Rektörü KONGRE ONUR KURULU Mustafa Hakan GÜVENÇER Muğla Valisi Prof.Dr.Mansur HARMANDAR Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Güven SAK TOBB Ekonomi Ve Teknoloji Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Faruk KOCACIK Cumhuriyet Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Birsen GÖKÇE Sosyoloji Derneği Onursal BaĢkanı Prof. Dr.Ġhsan Sezal Sosyoloji Derneği BaĢkanı Prof.Dr.Pervin Çapan Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı KONGRE DÜZENLEME KURULU BAġKANI Prof.Dr.Muammer Tuna Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyoloji Bölüm BaĢkanı II DÜZENLEME KURULU Prof.Dr.Nilay ÇABUK KAYA Sosyoloji Derneği BaĢkan Yardımcısı Doç.Dr.Sibel KALAYCIOĞLU Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Doç.Dr.Halime ÜNAL Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Yrd.Doç.Dr.Ünal BOZYER Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Yrd.Doç.Dr.Hasan ġEN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Yrd.Doç.Dr.Zafer DURDU Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör.Dr.Sergender SEZER Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör.Dr.Vefa Saygın ÖĞÜTLE Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Zeynep ÖNEN Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa KOÇANCI Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi ArĢ.Gör.Feray ARTAR Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi III BĠLĠM DANIġMA KURULU Prof. Dr. Abdullah KORKMAZ Ġnönü Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet TAġĞIN Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Prof. Dr. Ali ÇAĞLAR Hacettepe Üniversitesi Prof. Dr. Ali ERGUR Galatasaray Üniversitesi Prof. Dr. Aykut TOROS Yeditepe Üniversitesi Prof. Dr. Aylin GÖRGÜN BARAN Hacettepe Üniversitesi Prof. Dr. AyĢe DURAKBAġA Marmara Üniversitesi Prof. Dr. AyĢe SAKTANBER ODTÜ Prof. Dr. Bahattin AKġĠT Maltepe Üniversitesi Prof. Dr. Belma AKġĠT Maltepe Üniversitesi Prof. Dr. Besim Fatih DELLALOĞLU Sakarya Üniversitesi Prof. Dr. Beylü DĠKEÇLĠGĠL Kayseri Erciyes Üniversitesi Prof. Dr. Dilek CĠNDOĞLU Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Erol KAHVECĠ Ġzmir Ekonomi Üniversitesi Prof. Dr. Ferhat KENTEL Ġstanbul ġehir Üniversitesi Prof. Dr. Feridun YILMAZ Uludağ Üniversitesi Prof. Dr. Güliz ERGĠNSOY Okan Üniversitesi Prof. Dr. Ġhsan SEZAL Sosyoloji Derneği BaĢkanı Prof. Dr. Ġsmail COġKUN Ġstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Ġsmail DOĞAN Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Ġsmail TUFAN Akdeniz Üniversitesi Prof. Dr. Korkut TUNA Ġstanbul Ticaret Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet KARAKAġ Afyon Kocatepe Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet MEDER Pamukkale Üniversitesi Prof. Dr. Mesut YEĞEN Ġstanbul ġehir Üniversitesi Prof. Dr. Muammer TUNA Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Prof. Dr. Nadir SUĞUR Anadolu Üniversitesi Prof. Dr. Nilay ÇABUK KAYA Sosyoloji Derneği BaĢkan Yardımcısı Prof. Dr. Nilüfer NARLI BahçeĢehir Üniversitesi Prof. Dr. Niyazi USTA Ondokuz Mayıs Üniversitesi Prof. Dr. Nurgün OKTĠK Maltepe Üniversitesi Prof. Dr. NurĢen ADAK Akdeniz Üniversitesi Prof. Dr. Önal SAYIN Ege Üniversitesi Prof. Dr. Ruhi KÖSE Yüzüncü Yıl Üniversitesi Prof. Dr. Rüstem ERKAN Dicle Üniversitesi Prof. Dr. Sami ġENER Sakarya Üniversitesi Prof. Dr. Serap SUĞUR Anadolu Üniversitesi Prof. Dr. Songül SALLAN GÜL Süleyman Demirel Üniversitesi Prof. Dr. Ümit TATLICAN Adnan Menderes Üniversitesi Prof. Dr. Zafer CĠRHĠNOĞLU Cumhuriyet Üniversitesi IV Doç. Dr. Ahmet Zeki ÜNAL Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi Doç. Dr. Cengiz YILDIZ Bingöl Üniversitesi Doç. Dr. Dilek HATTATOĞLU Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Doç. Dr. Hayati BEġĠRLĠ Gazi Üniversitesi Doç. Dr. Sibel KALAYCIOĞLU Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Doç. Dr. ġeref ULUOCAK Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Doç. Dr. ġinasi ÖZTÜRK Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Doç. Dr. Talip KARAKAYA Dumlupınar Üniversitesi Doç. Dr. Yıldız AKPOLAT Atatürk Üniversitesi Doç. Dr. Yücel CAN Niğde Üniversitesi Doç. Dr. Zafer YENAL Boğaziçi Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Ali ÖZTÜRK Bartın Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Ali Kemal ÖZCAN Tunceli Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Bekir KOCADAġ Adıyaman Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Cem ERGUN Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Cengiz YANIKLAR Rize Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. CoĢkun TAġTAN Ağrı Ġbrahim Çeçen Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Gökçen ERTUĞRUL Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Hasan YAVUZER NevĢehir Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Hatice Yaprak CĠVELEK Ġstanbul Arel Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Ġbrahim KESKĠN MuĢ Alparslan Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. KoĢar HIZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Nur Banu Kavaklı BĠRDAL Ġstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. SavaĢ ÇAĞLAYAN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Selin ÖNEN Beykent Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. ġenay LEYLA KUZU Gaziantep Üniversitesi V KONGRE SEKRETERYASI Yrd.Doç.Dr. Hasan ġEN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Feray ARTAR Sosyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Türkan FIRINCI Sosyoloji Derneği Dr. Günnur ERTONG Sosyoloji Derneği ArĢ.Gör. Çağlar ÖZBEK Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Gaye Gökalp YILMAZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Ezgi BURGAN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Demet BOLAT Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Oğuz Özgür KARADENĠZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Ebru Açık TURĞUTER Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Sercan KIYAK Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Deniz Ali GÜR Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ.Gör. Sibel Ezgin AĞILLI Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ĠLETĠġĠM: 0 (252) 211 16 09-211 16 20-211 14 10 http://www.sosyolojikongresi.org/ e-posta: [email protected] VI ĠÇĠNDEKĠLER ĠÇĠNDEKĠLER ..................................................................................................................................... VII ĠNSAN VE YURTTAġ HAKLARI NASIL TUTARLI KILINABĠLĠR? HANNAH ARENDT VE GĠORGĠO AGAMBEN ÜZERĠNEBĠR OKUMA .................................................................................. 1 AVRUPA BĠRLĠĞĠ VE TÜRKĠYELĠ GÖÇMENLERĠN TRAJEDĠSĠ OLARAK TABAKALI YURTTAġLIK: ALMANYA‘DA EMEK PĠYASASI, EĞĠTĠM VE AĠLE BĠRLEġMELERĠNDEKĠ HAKLAR VE EġĠTSĠZLĠKLER ÜZERĠNE ........................................................................................ 13 SOSYOLOJĠDE YENĠ BĠR ALAN: HAKLAR SOSYOLOJĠSĠ.......................................................... 25 METROPOLDIġI ÜNĠVERSĠTE ÖĞRENCĠLERĠN GÖZÜNDEN METROPOLLEġEN TAġRA, KADIN-ERKEK ĠLĠġKĠLERĠ VE LBGT ÖĞRENCĠLERĠN ÖRGÜTLENME DENEYĠMLERĠ ..... 31 TÜRKĠYE MUHALEFET ALANI VE LGBT HAREKET: GERĠLĠMLER, ĠTTĠFAKLAR, DÖNÜġÜMLER ................................................................................................................................... 49 LGBT BĠREYLERĠN SĠNEMADAKĠ TEMSĠLĠ ÜZERĠNE BĠR ĠNCELEME: LOLA ve BĠLĠDĠKĠD ............................................................................................................................................................... 63 BATIBĠLĠMCĠ VE DOĞUBĠLĠMCĠ SÖYLEMLER ARASINDA ―TÜRK KIZI‖ ............................. 77 ‗SINIR‘DA KADIN OLMAK............................................................................................................... 85 HAKKÂRĠ‘DE YAġAYAN KADINLARIN GELENEKSEL ROL SAHĠPLENMELERĠ ĠLE TOPLUMSAL HAYATA KATILIMLARI ARASINDAKĠ ĠLĠġKĠ .................................................... 93 KÜRESELLEġME VE KIRSAL KADIN EMEĞĠ: RAPANA VENOSA ÜRETĠM ZĠNCĠRĠ ÜZERĠNDEN BĠR VAKA ANALĠZĠ ................................................................................................. 111 KÜRESELLEġME SÜRECĠNDE TOPLUMSAL CĠNSĠYETE DAYALI Ġġ BÖLÜMÜ ................. 121 ULUSÇULUK VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK; TARĠHSEL SOSYOLOJĠK BĠR ANALĠZ ................. 129 TÜRK DEMOKRASĠSĠ AÇISINDAN 2014 YEREL SEÇĠMLERĠNĠN STRATEJĠK ÖNEMĠ ....... 143 ADALET VE KALKINMA PARTĠSĠ‘NĠN TOPLUMSAL KÖKENLERĠ ....................................... 153 TÜRKĠYE VE AB ĠLĠġKĠLERĠNDE SOSYOLOJĠK PERSPEKTĠF ................................................ 163 ĠNSANIN BEDENĠ ÜZERĠNDEKĠ HAKLARI ................................................................................. 173 ĠNSAN HAKLARI BAKIMINDAN YENĠ TÜRK CEZA KANUNUNDA DEĞĠġEN SUÇ SĠSTEMATĠĞĠ ................................................................................................................................... 185 ―HALK PLAJLARA AKIN ETTĠ, VATANDAġ DENĠZE GĠREMĠYOR‖: ..................................... 199 ĠNSAN HAKLARI – VATANDAġ HAKLARI ................................................................................. 199 MĠKRO-ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠLERĠ VE HUKUK ÖZNESĠ .................................................................... 211 HUKUKĠ ġARKĠYATÇILIK: BĠR SÖYLEM OLARAK HUKUK, BĠR ĠNSAN OLARAK ġARKLI ............................................................................................................................................................. 221 SUÇLUNUN SUÇA BAKIġI: SUÇLUYA VE SUÇA ĠÇERDEN BAKIġ ....................................... 235 YARGITAY TARAFINDAN ONANAN MOBBĠNG DAVALARININ ĠÇERĠK ANALĠZĠ ........... 243 DENETĠMLĠ SERBESTLĠK SĠSTEMĠNDE REHABĠLĠTASYON SÜREÇLERĠN ĠNCELENMESĠ ............................................................................................................................................................. 255 EVLĠLĠK DIġI BĠRLĠKTE YAġAMA ÇĠFTLERĠ EVLĠLĠĞE HAZIRLAR MI? ............................. 265 DENĠZLĠ ĠLĠNDE ARTAN BOġANMA ORANLARININ NEDENLERĠNĠN SOSYOLOJĠK ANALĠZĠ ............................................................................................................................................. 275 VII PUAN PROJESĠ: SOSYAL YARDIM YARARLANICILARININ SOSYOLOJĠK ÖZELLĠKLERĠ ............................................................................................................................................................. 293 PUAN PROJESĠ: PROJE DESTEKLERĠ VE GENEL SAĞLIK SĠGORTASI (GSS) MODELLERĠNĠN KAVRAMSAL ÇERÇEVESĠ .............................................................................. 303 SOSYAL YARDIM YARARLANICILARININ BELĠRLENMESĠNE YÖNELĠK PUANLAMA FORMÜLÜ GELĠġTĠRĠLMESĠ (PUAN) PROJESĠ: KAPSAM VE METODOLOJĠ ....................... 311 YAġAM KALĠTESĠ VE BAġARILI YAġLANMA: ANKARA'DA ALT SOSYO-EKONOMĠK STATÜDEKĠ YAġLILAR ÖRNEĞĠ .................................................................................................. 325 STATÜ GÖSTERGESĠ OLARAK BESLENME ............................................................................... 337 TIBBĠ SOSYAL KONTROL: ġĠġMANLIĞIN TIBBĠLEġMESĠ BAĞLAMINDA BEDENLERĠN DENETĠMĠ.......................................................................................................................................... 349 YENĠ BĠR SOSYO-POLĠTĠK MUYHALEFET BĠÇĠMĠ OLARAK GEZĠ PARKI HAREKETĠ ..... 361 GEZĠ PARKI: ―ġEHĠR HAKKI‖ TARTIġMALARI VESOSYOLOJĠNĠN SAVUNULMASI......... 375 MĠDYAT‘TA ETNĠK GRUPLAR ARASI ĠLĠġKĠLER VE AĠDĠYET SORUNU ............................ 385 TÜRKĠYE‘DE CEMEVLERĠ SORUNU ( TUNCELĠ ÖRNEĞĠ ) ..................................................... 399 ―GAVUR‖ ĠZMĠR‘DE DĠNĠ HAYAT ................................................................................................ 405 1980 SONRASI ĠSLAMCILIĞIN DÖNÜġÜMÜ BAĞLAMINDA TÜRKĠYE‘DE ANTĠKAPĠTALĠST MÜSLÜMANLAR ...................................................................................................... 417 TEMSĠLLER VE DIġLAYICI KARAKTERLERĠ: ALEVĠLER ÜZERĠNE BĠR ARAġTIRMA .... 429 TÜRKĠYE‘DE EKONOMĠK SEÇKĠNLERĠN KÜRESELLEġME SÜRECĠNDEKĠ DÖNÜġÜMLERĠ: ĠLĠġKĠ AĞLARI, DEĞERLER, KÜLTÜR GÖSTERGELERĠ ........................... 439 KAHRAMAN GERĠLLA‘NIN BAġINA GELENLER...................................................................... 449 NĠĞDE‘DEKĠ ĠNTĠHAR OLAYLARINA SOSYOLOJĠK BĠR BAKIġ ........................................... 461 AĠLE ĠÇĠ ġĠDDET VE BOġANMA ................................................................................................... 469 ENTELEKTÜELLĠK VE TOPLUMSAL HAREKETLER: TEKEL EYLEMĠ SÜRECĠNDE ENTELEKTÜEL SÖYLEMLERĠN ANALĠZĠ .................................................................................. 483 YENĠ TOPLUMSAL HAREKETLER BAĞLAMINDA MEKÂNIN ADĠL PAYLAġIMI VE ―CRĠTĠCAL MASS‖ HAREKETĠ ...................................................................................................... 505 BOġ ZAMAN, TÜKETĠM VE ALIġ VERĠġ MERKEZLERĠ ........................................................... 515 TÜKETĠM VE META FETĠġĠZMĠNĠN TELEVĠZYON ARACILIĞIYLA ġEKĠLLENDĠRĠLMESĠ: PĠġĠRME ġOVLARI ........................................................................................................................... 525 BĠR TURĠZM HAKKI OLARAK SOSYAL TURĠZM VE ENGELLĠLER ...................................... 549 SOSYAL DIġLANMANIN MEKÂNSAL ĠZDÜġÜMÜ:ROMAN MAHALLELERĠ ...................... 565 SONUÇ ............................................................................................................................................... 575 KATILIMCILAR LĠSTESĠ ................................................................................................................. 579 VIII A9 OTURUMU KÜRESELLEġME-I HAKLAR VE ĠLĠġKĠLER ĠNSAN VE YURTTAġ HAKLARI NASIL TUTARLI KILINABĠLĠR? HANNAH ARENDT VE GĠORGĠO AGAMBEN ÜZERĠNEBĠR OKUMA Salih AKKANAT1 ÖZET 20. yüzyıldan 21. yüzyıla devreden temel sorunlardan biri de ulus-toprak-devlet arasındaki bağın pekiĢmesini ifade eden klasik yurttaĢlık kavrayıĢının hukuki ve siyasi krizidir. Bu sorun, gerek egemen etnik çoğunluğun azınlık kimlikleri karĢısındaki konumu bağlamında gerekse mültecilerin ya da göçmenlerin, özellikle birinci dünyada, yurttaĢlık hukukuna dâhil edilmelerinde yaĢanan güçlükler çerçevesinde ortaya çıkmaktadır. Ulus-devlet egemenliğinin giderek bölgesel bütünleĢme siyasetleriyle sorgulanmaya baĢlandığı bu geçiĢ süreci ile göçmen kampları, sınırlarda yükselen yeni güvenlik duvarları, farklı yurttaĢlık statüleri yoluyla devam eden ayrımcılıklar, asimilasyonu hedefleyen kültür ve eğitim politikaları, yabancı olanın potansiyel tehdit olarak algılandığı güvenlik devleti anlayıĢı bir çeliĢki oluĢturmaktadır. Bu bildiri, bu çeliĢkinin kökenlerine dair siyaset felsefesi içinden bir okuma önermektedir. Anahtar Sözcükler: Mülteci, Yurttaşlık, İnsan Hakları, Arendt, Agamben, Siyasal ABSTRACT One of the main problems inherited from 20th to 21st century is the legal and political crisis of the classical conception of citizenship referred to reinforce the bond between the nation-state-land. This issue arises in thecontext of superiority of the dominant ethnic majority over the minority identities. And also it occurs in the frame work of the citizenship law, especially in the first world, that have difficulty to include refugees or immigrants. This transition process that nation-states over eignty gradually beginning to be questioned in the policies of regionalintegration, is incosistent with immigrant camps, new firewalls risingin borders, discriminations going through different citizenship status,cultural and educational policies aimed at assimilation, security state understanding. This paper proposes a reading of theorigins of this conflictin thecontext of the political philosophy. Keywords: Refugees, Citizenship, Human Rights, Arendt, Agamben, the Political GĠRĠġ 1951 tarihli Mültecilerin Statüsü ile ilgili BirleĢmiĢ Milletler SözleĢmesi‘nde tanımlandığı biçimiyle mülteci, ―ırkı, dini, milliyeti veya belirli bir toplumsal gruba mensubiyeti ya da siyasal görüĢü nedeniyle zulme uğrayacağı yolunda haklı bir korku taĢıyan ve vatandaĢı olduğu ülkenin dıĢında bulunan ve o ülkenin korumasından yararlanamayan ya da aynı korku yüzünden yaralanmak istemeyen‖ kiĢidir(BMMYK, 1997: 51). Dünyada ne kadar göçmen, mülteci veya sığınmacı olduğu tam olarak bilinemese de Uluslararası Göç Örgütü tarafından yayınlanan bir rapora göre 1965-2000 yılları arasında dünyadaki göçmenlerin sayısı 75 milyondan 150 milyona çıkmıĢtır. 2002 yılı itibariyle, BirleĢmiĢ Milletler Nüfus Bölümü‘nün tahminlerine göre, dünya nüfusunun yüzde ikisine tekabül eden 185 milyon insan en az 12 aydır doğduğu ülkelerin sınırlı dıĢında yaĢamaktadır. Yine 1975‘te 2.4 milyon olan küresel mülteci nüfusu, 1985‘te 10.5 milyona ve 1990‘da 14.9 milyona ulaĢmıĢtır. Soğuk SavaĢ‘ın bitimi sonrasında küresel mülteci nüfusu 18.2 milyonla zirveye ulaĢmıĢtır. Bu bildiri, 20. Yüzyılda siyasi ve hukuki açıdan çözüme kavuĢturulamamıĢ ve her geçen yıl daha da önemli bir sorun alanı haline gelen göçmenlik ya da mülteciliğin, egemen yurttaĢlık anlayıĢının içinden bir bakıĢla ele alınmasının açmazlarına iĢaret ederek 21. Yüzyıl için evrensel bir yurttaĢlık düĢüncesinin ihtiyaç duyduğu siyaset biçimine Arendt ve Agamben üzerinden bir açılım sağlayabileceğimize iĢaret ediyor. * Yrd. Doç. Dr., GümüĢhane Üniversitesi, ,Ġktisadi ve Ġdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected] 1 SINIRIN ĠKĠ YAKASI: YURTTAġ VE MÜLTECĠ Agamben, özellikle Birinci Dünya SavaĢı‘ndan sonra yeni kurulan ulus-devletlerle birlikte azınlık statüsüne düĢen veya göçe sürüklenen milyonlarca insanın varlığının, egemen hukuk sistemi ve evrensel insan hakları değerleri açısından yarattığı açmaza dikkat çekmektedir (Deranty, 2004).Ona göre göçmen mültecinin içinde bulunduğu insanlık durumu, hukuki açıdan bir bakıma toplama kampındaki insanın durumuna benzer. Devletin asli yurttaĢlarının sahip olduğu haklara sahip olmadan ikamet eden birinin durumu, hukukun koruması altında olmayan birinin durumu olarak istisna halinde bir yaĢama karĢılık gelir. Ġnsanın, istisna halinde, öldürülebilen ancak öldürülmesi ceza gerektirmeyen bir varlığa yani çıplak hayata dönüĢür (Salter, 2008: 365-380); ve bu durum, günümüzde de kurulmaya devam eden göçmen kampları bağlamında istisnanın norm haline dönüĢtüğünün açık kanıtlarından biridir (Castles veMiller, 2008: 145-146). Çıplak insan, mültecinin Ģahsında, istisnanın artık kural haline geldiğini sergileyen bir anahtar sözcüğe dönüĢmektedir (Balibar, 2008b: 153). Mültecinin sergilediği veya dıĢa vurduğu Ģey, biyosiyasal iktidarın çıplak hayatı, ulusun siyasal bedeninden arındırmasının bir sonucu olarak yurttaĢ kimliğinin dayandığı Ģiddet olgusudur. Agamben, mültecinin ulusun siyasal bedeninden neden dıĢlandığının anlaĢılabilmesi için yurttaĢ kimliğinin egemen iktidara olan bağımlılığının bilinmesi gerektiğini savunur. YurttaĢ, Benjamin‘in deyiĢiyle, modernite bağlamında, ―insanın kutsallığı dogmasının‖ öznesidir (Haverkamp, 2005: 9951003). Bunun anlamı, Aydınlanmadan beri yüceltilen insanın devredilemez ve doğuĢtan gelen temel haklara sahip bir varlık olarak tanımlanmasının bir soyutlama olduğu; bunun ötesinde yurttaĢın, devlet-ulus-toprak/ülke arasındaki bağın hukukileĢtirilmesinin bir ürünü olarak, egemen iktidarın kararıyla iliĢkisinin kurulamamasıdır. Egemenin, egemenlik hakkının (Imperium) temeli, babanın erkek çocuk üzerindeki vitaenecisquepotestas‘ında olduğu gibi, insanın insanlığına karar vermektir. BaĢka bir deyiĢle, yurttaĢ, egemenin öldürebilme hakkının simgesidir. Modern düĢüncede kutsallık atfedilerek siyasal hayata sokulan insan, ―egemen yasaklamaya dâhil olan ilk hayat figürünü sun(ar) ve siyasal boyutun ilk olarak yaratılmasını sağlayan ilk dıĢlamanın hatırasını‖yaĢatır (Agamben, 2001a: 113). Kutsal hayatın, gerek dini gelenekte gerekse eski Roma hukukunda ―kurban edilemeyen fakat öldürülebilen hayat‖ anlamına geldiğine dikkat çeken Agamben (2001a: 112), insanın kutsallığının aĢkın bir gücün dolayımı olmaksızın düĢünülemeyeceğini; bu anlamda kutsallığın, aynı zamanda meĢru olarak öldürme hakkına karĢılık geldiğini belirtir. Bu durumda, kutsallık, ―çıplak hayatın hukuk düzenine dâhil ediliĢinin ilk(el) biçimidir ve homo sacer tabiri, ilk ‗siyasal‘ iliĢkiye benzer bir Ģeyin, yani, egemenin hükmünün/kararının nesnesi olarak içleyici bir dıĢlama içinde iĢleyen çıplak hayatın adıdır. Hayat egemen istisna içinde kaldığı sürece kutsaldır‖ (Agamben, 2001a: 115). Nitekim Agamben, modern demokrasinin temeli sayılan 1679 tarihli habeascorpus fermanına, ―çıplak hayatın siyasetin yeni öznesi olarak kayda geçtiği ilk olay‖ olarak atıf yapar. Aynı Ģekilde, 1215 tarihli Magna Carta‘da kral, tebaasının fiziksel özgürlüğünü garanti ederken çıplak hayata gönderme yapmaktadır. Burada dikkat çekilmesi gereken, modernite bağlamında hakların taĢıyıcısı ve yeni egemen özne olarak ortaya çıkan yurttaĢ kimliğinin oluĢumunun egemen istisnaya olan içkinliğidir. YurttaĢ yurttaĢlığını, bedeninin (Corpus) veya çıplak hayatının hukuksal-siyasal hayatından tecrit edilmesine borçludur (G. Agamben, 2001a: 165). Hukukun geçerli olabilmesi, bir bedeninin olabilmesi; bir bedeni veri almasını, bir beden üzerinden iĢlemesini gerektirir. Modern ulusdevlet, iĢte bu kutupsallığı temel alır; yurttaĢlık hukukunun geçerliliği, yurttaĢın çıplak hayatının üretilmesine ihtiyaç duyduğu gibi mültecinin yabancı bedeninin sürülmesini de zorunlu kılmaktadır (Balibar, 2008c: 90). Agamben‘e göre (2001a: 194), insan ile yurttaĢın, insan hakları ile yurttaĢlık haklarının ayrılması ve kutupsallığı, çıplak hayatın siyasal hayattan dıĢlanmasının zorunlu sonucudur. Agamben, insan hakları bildirgelerinde, egemenliğin temeli olan çıplak hayatın artık devlet siyasetinin hem nesnesi hem de öznesi haline geldiğine dikkat çeker. Ġnsan haklarının taĢıyıcı öznesi olarak tanımlanan yurttaĢın (Marshall, 2006: 8; Bottomore, 2006: 88), egemenlik alanının kuruluĢu için dıĢlanan çıplak hayatı, Ģimdi mültecinin Ģahsında yeniden ortaya çıkmaktadır. Mülteci, egemenliğin temelinde yatan hayat ve hukuk arasındaki Ģiddet iliĢkisini açığa çıkarır; herhangi bir hukuksal-siyasal düzenin hayatın dıĢlanmasına dayalı egemen istisnaya içkinliğini teĢhir eder. Agamben‘e göre (2001a: 176) mülteci, ―doğum-ulus [iliĢkisin]den insan-vatandaĢ iliĢkisine kadar ulus-devletin temel kategorilerini radikal biçimde kuĢku alanına çeken ve böyle yapmakla da, çıplak hayatın (…) ayrı ve istisna sayılmadığı bir 2 siyasetin hizmetine yeni kategoriler sunmanın yolunu (…) açan sınırlı bir kavramdan daha az bir Ģey değildir.‖ ĠNSAN HAKLARININ PARADOKSU Agamben‘in mülteciyi ve mülteci kamplarını hangi anlamda çıplak hayatın istisna sayılmadığı bir yaĢam veya siyaset biçiminin ufkunu oluĢturan bir sosyal kategori ve siyasal özne olarak gördüğü sorusu, Agamben‘in siyasal ontolojisinin ana hatlarını belirlemek bakımından önem taĢır. Ancak buna geçmeden önce, Agamben‘in yeni bir siyasal ve tarihsel bilincin paradigması olarak sunduğu mültecinin Ģahsında, Ģiddeti kurumlaĢtıran kategoriler olarak yurttaĢ ve insan hakları gibi ulus-devletin siyasal-hukuksal düzeniyle yakından bağlantılı kavramların ayrıcalıklı statülerinin sorgulanması özellikle yurttaĢ hakları ve insan hakları eksenli siyaset biçimlerinin açmazlarını göstermek açısından önem taĢımaktadır. Agamben‘in mülteciyi neden ulus-devlet hukukunu krize sokan ve onu aĢma potansiyeli taĢıyan yegâne siyasal özne olarak gördüğü sorusu bu tartıĢma çerçevesinde açıklık kazanmaktadır. Agamben (2009a: 46), Arendt‘in 1943 yılında kaleme aldığı ―Biz, Mülteciler‖ baĢlıklı makalesini ve Totalitarizm‟inKökenleri‘nin ikinci cildinin dokuzuncu bölümü olan ―Ulus-Devletin YıkılıĢı ve Ġnsan Hakları‘nın Sonu‖ baĢlıklı denemesini, ulus-devletin hukuksal-siyasal kategorilerinin açmazlarını teĢhir eden ve mülteciyi, ―gelecek (tocome) bir siyasal toplumun biçim ve sınırlarını görebildiğimiz‖ bir kategori olarak sunan temel baĢvuru kaynakları arasında gösterir. Buna göre, mülteci, hukuk ve haklar düzeninin ontolojik boyutunu görünür kılmanın yanı sıra bugüne kadar siyasal özneyi temsil etmek için baĢvurulan kavramlardan (ulus-devlet hukuku çerçevesinde biçimlenmiĢ veya yapılanmıĢ olmaları nedeniyle) vazgeçilmesine de aracılık etmektedir(Agamben, 2009a: 46). Arendt, Birinci Dünya SavaĢı‘nın bitiminde Avrupa siyasal sistemlerinin daha önce uğraĢmak zorunda kalmadıkları siyasal ve hukuksal bir sorunla yüz yüze geldiklerinden bahseder: ―Hiçbir yere kabul edilmeyen ve hiçbir yerde asimile olamayan göçmen gruplar‖ (Arendt, 2009: 255-256). 1914 SavaĢı, Avrupa‘nın sadece coğrafi ĢekilleniĢi veya toprak paylaĢımı bağlamında değil bu paylaĢım mücadelesinin öncesinde ve sonrasında siyasal düĢüncenin temel topografik mekânı olmaya devam eden ulus-devlet düzeninin dayandığı değerlerin ―gizli yanlarını‖ ortaya sermesi bakımından da bir dönüm noktası oluĢturmuĢtur(Arendt, 2009: 256). Yeni ulus-devletlerin kurulması veya ulusdevletlerin içindeki nüfusun bir bölümünün hukuksal statülerinin yeniden tanımlanması; göçmen, mülteci veya azınlıklar gibi, ―çevrelerindeki dünyanın kurallarının ansızın artık geçerli olmadığını hisseden (…) (kendilerini) giderek istisna bir konumda‖ bulan yeni toplumsal (ya da toplum-dıĢı) kategoriler yaratmıĢtır (Arendt, 2009: 256). Ulus-devlet-toprak arasındaki bağın bir an için kopması ve yeniden kurulmasının sonucu olarak ortaya çıkan bu gruplar, ―anayurtlarından ayrıldıklarında artık yurtsuzdular; devletlerini bıraktıklarında artık devletsizdiler; insan haklarından yoksun bırakıldıklarında artık haksızdılar, yeryüzünün posasıydılar‖(Arendt, 2009: 256). Agamben‘in(2009a: 48) Arendt‘e dayanarak iĢaret ettiği gibi, bu durum, ―saf insan gibi bir Ģey için ulus-devletin siyasal düzeni içinde otonom bir alan olmadığı(nı)‖ gösterir. BaĢka bir sıfatı haiz olmaksızın insanın insanlığının, ulus-devletin yasaları tarafından korunmasının tasavvur edilemez olması, ulus-devlet sisteminin bir gerçeğidir. Arendt, bir devlete üyelikle, ulusa mensubiyetle veya toprağa aidiyetle bağını yitirmiĢ birinin, devredilemez diye düĢünülen insan haklarından ve bu hakları teminat altına alan Ġnsan Hakları Bildirgeleri‘nin yükümlülüklerinden yararlanamaz hale geldiğini gözlemler. Egemen ulus-devlet düzeninin krize girmesiyle birlikte, devletsiz, yurtsuz ve hukuksuz kalan milyonlarca insan, artık ne bir yurttaĢlık hukukunun ne de insan hakları hukukunun öznesidir. Bir diğer ifadeyle, egemen ulus-devletlerden oluĢan bir sistemde, ―kendi ulusal yönetiminden yoksun bir halk (…) insan haklarından da yoksun‖ kalmaktadır (Arendt, 2009: 264). Diğer taraftan, Milletler Cemiyeti, BM Devletlerarası Mültecilik Komitesi (1938) ve BM Uluslararası Mülteciler Örgütü (1946) gibi uluslararası kuruluĢlar, bir devletin hukuki koruması altında bulunmayan ya da yurttaĢlık hukukundan sınırlı olarak yararlanan insanlar karĢısında sorunu aĢmak için bir çözüm bulmak yerine ulus-devlet mantığını yeniden üreten düzenlemeler geliĢtirmekle yetinmektedir. Arendt‘e(2009: 269) göre, devletsiz halkların ortaya çıkıĢı ve insan haklarının evrenselliği ilkesinin uygulamada da çökmesi, ―devletin, yasaların bir aygıtı olmak yerine ulusun aygıtına 3 dönüĢmesi sürecinin tamamlandığını,‖ ―ulusun, devleti fethettiğini‖ gösterir. Arendt(2009: 269) bunun tarihin olumsal bir geliĢimi olarak değil, ulus-devlet yapısının içkin bir sonucu olarak görülmesi gerektiğini söylemekle birlikte, yine de ulus-devletin her zaman ―keyfi yönetime ve despotizme karĢı hukukun egemenliğini temsil‖ ettiğini söyler. Bu nedenle, devletsizlerin ve yurtsuzların ölüme terkedilmesine yol açan hukuki sonucu, ―ulusal çıkar ile yasal kurumlar arasındaki dengenin‖ demagojik tahrik ve gerçekçi olmayan Ģovenist çıkar politikalarının etkisiyle bozulmasına bağlar. Devletlerarasında ortak çıkarlar sözkonusu olduğunda egemenliğin mutlaklaĢması ertelenmiĢ; ancak, çıkarlar arasında dengesizliğin ortaya çıktığı ilk anda, ―sakinlerinden kurtulmasına izin veren (…) yasalar çıkarmamıĢ tek bir ülke bile‖ kalmamıĢtır (Arendt, 2009: 274). Bir devletin otoritesine doğuĢtan üyeliğin tanıdığı doğal yurttaĢlık haklarının korumasından yararlanamayan ve böylece hukuk tarafından terk edilen insanlar, polisin faaliyet alanında kovuĢturulan adli suçlulara dönüĢürler. Arendt, Benjamin‘in tutumuna benzer bir tarzda, polisin mültecilik ve göçmen sorunu bağlamında, hukuktan bağımsız bir mevcudiyet kazanmaya baĢladığına dikkat çeker. Yerel veya evrensel herhangi bir hukukun korumasından muaf tutulan mültecinin varlığı nedeniyle polis, ―Batı Avrupa‘da ilk kez kendi bildiği gibi hareket etme, insanlar üzerinde doğrudan hâkimiyet kurma yetkisine sahip‖ olmuĢtur(Arendt, 2009: 289). Arendt‘e göre, totaliter rejimlerin belirleyici özelliği olan polis iktidarının kurulması, devletsizlerin ve potansiyel devletsizlerin nüfusa oranının artmasıyla paralel bir geliĢme olarak görülebilir. Bir bakıma, hukuk tarafından terk edilen mülteci, ulus-devlet sisteminde yegâne resmi muhatabı olarak polisin kanundan boĢalmasına yol açmaktadır. Ancak, insanın devredilemez haklara sahip bir varlık olarak koyutlanmasının ve ulusal hukukun, insanın indirgenemez haklarını doğal bir veri olarak esas alacağı varsayımının bir soyutlama olduğu gerçeği, ―insanlar siyasi yönetimlerinden yoksun kaldıklarında ve (…) onları koruyacak hiçbir otorite ve onları koruyacak hiçbir kurum kalmadığında‖ ortaya çıkmıĢtır (Arendt, 2009: 296). Bir diğer ifadeyle, ―kalıtımsal özelliklerinin ve soylarının esiri olmaktan kurtulan insanlar toprak/ulus/devlet ittifakının yeni üçlü hapishanesi içine hızla kapatıldıklarında, [insan ve yurttaĢ haklarının özdeĢliği] aksiyomu doğmakta olan gerçekliğini hızla yitirdi ve neredeyse unutuldu; ‗insan hakları‘ ise (…) devletin öznesi, ulusun mensubu ve toprağın meĢru sakini arasında kiĢisel bir birliğin ürünü olarak yeniden tanımlandı‖(Bauman, 2009: 193).Bu açıdan bakıldığında, Arendt(2009: 303)insan haklarının yeniden tanımlanmasına yol açan dönüĢümün, insanın yasalar karĢısında eĢit olarak tanımlanmamıĢ olmasından çok; ―onlar için bir yasanın var olmaması(ndan); ezilmeleri değil, kimsenin onları ezmek istememesi(nden)‖ kaynaklandığını söyler. Ancak Arendt yine de Bildirge‘de ifade edilen temel insan hakları düĢüncesini eleĢtirmekle beraber geçerli ve uygulanabilir bir insan hakları kavramının mümkün olup olmadığını araĢtırır (Çelebi, 2009: 90). Yurdun yitirilmesi ve yeni bir yurt bulmanın imkânsızlığı ile siyasi bir yönetimin korumasının yitirilmesinin açığa çıkardığı paradoks; baĢka bir deyiĢle, insan haklarının yurttaĢ haklarına dayanmaksızın sadece bir soyutlamadan ibaret kalması, Arendt açısından, her Ģeyden önce insanın siyasi varoluĢunu yitirmesinin bir sonucudur. Arendt‘in Aristoteles‘den hareketle söylediği gibi, hukuksal-siyasal alanın oluĢumunu önceleyen konuĢma ve eyleme yetisi ile insanın topluluk içinde yaĢayan siyasal bir varlık olma özelliğinin yitirilmesi, insan haklarının çökmesinin birincil nedenidir. Bu nedenle, Arendt, insan hakkının ulusal bir topluluğa üyelikten önce, ―hiçbir tiranın alamayacağı insanlık durumunun genel bir özelliği olarak‖ siyasal topluluğa üyelik hakkına karĢılık geldiğini belirtir (Arendt, 2009: 305)ve bu hakkı, ―haklara sahip olma hakkı‖ (Arendt, 2009: 304; Hamacher, 2004) olarak adlandırır. Ġnsanın yurdunu, bir siyasi yönetimin veya hukukun korumasını yitirmesi ve giderek insan olma hakkından muaf tutulması, hukukun ontolojik temelini oluĢturan ―haklara sahip olma hakkı‖nın yitirilmesiyle yakından iliĢkilidir. Arendt, böylece, doğal hukuk ve pozitif hukuk gelenekleri tarafından ya soyut hipotetik bir ilkeye ya da ulus-devlet-toprak üçlüsüne bağlanan insan hakkının, haklara sahip olma hakkı yoluyla öncelikle siyasal bir hak olduğunu açıklamaya çalıĢır. Buradan hareketle, hukuksal-siyasal düzen içinde iĢlenen ve doğal veya pozitif hukuk yoluyla kolayca meĢrulaĢtırılabilen insan hakkı ihlallerinin (Reemtsma, 1998: 69), siyasal olanın önceliği ve üstünlüğü üzerinden sorgulandığında, meĢruiyet temellerinin çökeceği varsayılır. 4 Dolayısıyla, Arendt açısından, daha temel olan hakkın, örgütlü bir insan topluluğuna mensup olmaya iliĢkin temel bir hak olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, haklara sahip olma hakkı, ancak ―doğumumuz sırasında tanımlandığımız niteliklerimiz yoluyla değil, (…) edimlerimiz, ifadelerimiz ve düĢüncelerimiz doğrultusunda yargılandığımız politik bir toplulukta hayata geçirilebilir‖ (Benhabip, 2006: 69). Bu nedenle haklara sahip olma hakkı, yukardan atfedilmiĢ yasa ve haklara indirgenebilecek herhangi bir hukuki ilke değildir; tam tersine, ―çoğulluktan kaynaklanan, hakları ve yasaları kuran‖ bir gücü ifade eder (Mutman, 2009: 196). Haklara sahip olma hakkı, hukukiliği mümkün kılan hakların yaratım sürecine, demos‘un doğrudan katılımına gönderme yapar. Yaratım sürecinden soyutlandığında haklar, teknik ve idari bir ödev ve zorunluluk konusu haline gelir (Çelebi, 2009: 92). Arendt‘e göre haklara sahip olma hakkı, insan haklarına olası herhangi bir baĢvurunun temel dayanak noktasıdır. BaĢka bir ifadeyle, insan hakkı, Arendt‘in bakıĢ açısından öncelikle haklara sahip olma hakkına karĢılık gelmektedir. Aynı Ģekilde, haklara sahip olma hakkının teminatı da insanlığın kendisidir. Ancak Arendt (2009: 308), bu tür bir insanlık hakkı düĢüncesinin ―hala egemen devletlerarasında var olan anlaĢmalara göre iĢleyen uluslararası hukukun mevcut sahasını‖ aĢtığını; bu nedenle, ulus-devletin ötesinde var olan bir insanlık alanının henüz açılmadığını söyler. Bununla birlikte Arendt, dikkat çekici bir Ģekilde, ―dünya hükümeti‖ kurulmasının da insan ve yurttaĢ hakları ikilemini çözmek için uygun bir öneri olmadığını düĢünür. Çünkü ona göre dünya hükümeti düĢüncesinde somutlaĢan ve herkesi içine alan kapsayıcı bir iyilik anlayıĢı totaliter devletlerin iyilik anlayıĢıyla benzer yapıdadır. Sekülerizmin sonucu olarak geliĢen araçsal akıl, hakkı ―-için iyi‖ ile özdeĢleyen bir yasa anlayıĢıyla sonuçlanmaktadır. Bu durumda, ―-için iyi‖nin öznesi aile, halk veya en geniĢ sayı olarak insanlık olabilir; ancak bu araçsal iyilik anlayıĢı, ―insanlığın günün birinde bazı parçalarını tasfiye etmenin bir bütün olarak insanlık için hayırlı bir iĢ olacağına tamamen demokratik bir biçimde –yani çoğunluk yoluyla- karar verecek‖ olması ihtimalini dıĢarıda bırakmaz (Arendt, 2009: 309). Eklemek gerekir ki Arendt bu sonucu, insan haklarına bir soyutlama olarak baĢvurulması durumunda karĢımıza çıkacak bir olgu olarak ele almaktadır. Ġnsan haklarına bir soyutlama olarak baĢvurulduğunda öngörülmeyen sonuçların ortaya çıkma ihtimali, seküler insanın dünyayı kendi yapıtı ve tasarımı olarak sahiplenmek istemesinin bir sonucudur. Arendt, uygarlığın geliĢimiyle beraber, insanın kendi üretmediği ve sadece ona verilmiĢ olan gizemli her Ģeye karĢı bir tür hınç beslediğini gözlemler. Ġnsanlar ancak kendi ürettikleri dünyada kendilerini evlerinde hissedeceklerdir. Bu nedenle insan haklarının insanın eylemleriyle müdahil olduğu bir alanda yani siyasal ve kamusal alanda Ģekillenmesi ya da somutluk kazanması gerekir. Bir siyasal topluluğa üyelik hakkından, Arendt‘in deyiĢiyle haklara sahip olma hakkından dıĢlanmıĢ insan, herĢeyden önce kendi yazgısını Ģekillendirme olanağından yoksun kılınmıĢ; baĢka bir ifadeyle, siyasal varoluĢu elinden alınmıĢ biridir. Arendt(2009: 312) insanın bu durumunu, insan yapımı olmayan Ģeylere duyulan nefrete benzetir ve özel alanla iliĢkilendirir. Siyasal alan, ―bu özel alana duyulan derine kök salmıĢ bir kuĢkudan; her birimizin, olduğu gibi, tek, biricik, değiĢtirilemez yaratıldığı gerçeğinde kapsanan tedirgin edici bir mucizesine karĢı derin bir hınçtan‖ doğmuĢtur. Özel alana duyulan hınç, ―salt verilmiĢliğin oluĢturduğu karanlık arka plan(a), yani bizlerin değiĢtirilemez, eĢsiz doğamızdan oluĢan (…) yabancıya‖ duyulan hınçtır (Arendt, 2009: 313). Agamben‘in deyiĢiyle, Bios‘unZoē‘ye düĢmanlığıdır söz konusu olan. Ancak siyasal faaliyetin Arendt‘in öngördüğü gibi sadece birlikte eyleme kapasitesine karĢılık gelen uyumlu bir birlikte varoluĢa değil aynı zamanda dıĢlama pratiklerine kolaylıkla yönelebildiğine değinmek gerekir. Bundan dolayı, ―siyasal eylemin sonucu olan insanlığın belli bir mekânda konumlanmıĢ siyasal topluluklardan farklı olarak insanları benzer biçimde sürgüne göndermeyeceğini(n), yurttaĢlıktan çıkarmayacağını(n)‖herhangi bir garantisi yoktur (Çelebi, 2009: 99). Demokrasinin mülteci sorununda görüldüğü gibi yurttaĢlık kavramının krizine yönelik çözüm noktasında ortaya çıkan yapısal açmazları, siyasetin özünün aynı zamanda topografik bir soruyla iliĢkili olabileceğini göstermektedir. Arendt‘in siyaset düĢüncesinin siyasal olan-toplumsal olan, kamusal alan-özel alan ayrımları çerçevesinde yapılandığı düĢünüldüğünde, bu ayrımlar ile mülteciyi veya yabancıyı dıĢlayan sınırı üreten ayrımlar arasında bir bağlantı olduğunu söylemek gerekir. 5 Nitekim Arendt‘in haklara sahip olma hakkının gerçekleĢeceği verili çerçeve olarak ulus-devleti temel almıĢ olabileceği hatırlatanınca, onun siyasal düĢüncesinin aĢmaya çalıĢtığı paradoksları yeniden üreten bir yapıya sahip olduğu daha iyi anlaĢılır. Bu açıdan örneğin Benhabib (2006a: 7374)Arendt‘de ―halkın egemenliği‖ fikrinin, kendisini egemen olarak tanımlayan ve kendini, kendi kanunlarını yapan politik bir organ olarak yapılandıran bir halkın öz örgütlenmesine ve politik iradesine karĢılık geldiğine dikkat çekerken, Arendt‘in ulus-devleti, uygulamada olmasa bile ilkesel olarak yurttaĢlık haklarını hayata geçirebilecek bir sistem olarak gördüğüne atıf yapar. Benhabib‘e göre (2006a: 75) Kant gibi Arendt‘in düĢüncesi de ―geçici misafirliği [ziyaret hakkını] üyelik hakkına ulaĢtıracak felsefi ve politik son adımı‖ atmadan son bulur. Her ne kadar Arendt, insanlar arasındaki eĢitsizlikleri ve dıĢlanmaları eĢit haklara dayalı bir rejime dönüĢtürmeyi amaçlarken, her cumhuriyetçi anayasa fiilinin ―içerdekiler‖ ve ―dıĢarıdakiler‖ ayrımı yaratması ihtimalinden daha doğrusu açmazından bahsetmiĢ olsa da; ―her birey için öngördüğü evrensel ahlaki hak (bir siyasal topluluğa üyelik hakkına karĢılık gelen haklara sahip olma hakkı), politik ve hukuki olarak o kadar kesin biçimde sınırlandırılmıĢtır ki, dâhil etmeye iliĢkin tüm eylemler kendi dıĢarıda bırakma biçimlerini‖ üretme potansiyeli taĢımaktadır(Benhabib, 2006a: 76). Arendt‘in insan haklarının paradoksuna toplumsal/siyasal, özel/kamusal ayrımları temelinde anlam kazandırmaya çalıĢması, mülteci sorununun kökenini bir siyasal topluluğa üyelik hakkından dıĢlanmaya bağlaması, siyasal alanının kuruluĢunu ontolojik bir kapanma olmaksızın tasavvur edemediğini göstermektedir. Kurucu siyasal güç, Arendt‘in deyiĢiyle haklara sahip olma hakkı, kurulu iktidara dönüĢerek kurumsal bir siyaset düzenine yol açar. Arendt‘in haklara sahip olma hakkının ancak bir siyasal toplulukta yani bir yurttaĢlık düzeninde hayata geçirilebileceğini söylemesi, kurucu siyaset uğrağının kurulu siyaset düzenine dönüĢmesinin zorunluluğuna iĢaret eder. Arendt‘in hukuk düzeninin meĢruiyetini soyut bir normlar düzleminden değil siyasal eylem alanından türetmeyi amaçladığı görülür. Ancak bu durum siyasal olanın, Arendt‘in düĢüncesinde, hukuk ve haklar alanının biçimlendirilmesi amacına yönelik bir tür hukukileĢtirme faaliyetiyle sınırlı tutulduğu anlamına gelir. Dolayısıyla, kurucu iktidarın kurulu iktidar düzenine dönüĢmesinin zorunluluğu, sınır sorununu yeniden üreten bir sonuç doğurur. Siyasallığın kurucu gücü kendi dıĢarısını üretmeksizin, siyasalhukuksal bir mekânı yurt edinmeksizin kendini geçerli kılamaz. JacquesRancière‘de (2005: 98), Benhabib‘inArendt eleĢtirisine yakın bir tutumla, Arendt‘in yaklaĢımının arkhi-politik özelliğinin ulaĢmaya çalıĢtığı sonuçlar açısından bir tutarsızlık yarattığına değinir. Ġnsan haklarının açmazını betimlemek amacıyla Arendt‘in, mülteci veya göçmen statüsündeki insanlar için sorunun, bir yasanın varlığından çok var olmamasından; yasanın onları ezmesinden çok kimsenin onları ezmek istememesinden kaynaklandığına iliĢkin sözlerini hatırlatan Rancière‘e göre (2009: 54) ―bu ifadenin açıkça müstehzi tonunda sıradıĢı bir Ģeyler söz konusudur.‖Rancière açısından Arendt‘in mültecinin statüsünü hukukun ve ezilmenin ötesinde bir durum olarak tasavvur etmesi, mültecinin siyasal öznelliğinin göz ardı edilmesidir. Hukukun dıĢına itilmiĢ olmak siyasetin dıĢına itilmiĢ olmakla eĢanlamlıdır. Oysa Rancière‘e göre siyaset, Arendt‘in nerdeyse siyaset öncesi bir olgu olarak kabul ettiği, kamusal alan-özel alan veya siyasal hayat-toplumsal hayat ayrımlarını belirleyen ―sınıra‖ iliĢkin bir eylemdir. BaĢka bir deyiĢle siyaset, bu ayrımları belirleyen sınırın nereye çizileceğine iliĢkin olarak ―bu sınırı yeniden gündeme getiren bir etkinliktir‖ (2009: 59).Arendt mülteci sorununu, kendi yazgısını Ģekillendirme olanağından yoksun bırakılması anlamında, mültecinin saf verililiğin karanlık arka planı olarak özel alana kapatılmasına bağlarken, siyasetin özünü gözden kaçırmaktadır. Rancière(2009: 59; 2005: 71-93) siyaseti, tam da ―neyin verili olduğu hususunda ya da Ģeyleri verili olarak gördüğümüz çerçeve hakkında bir uyuĢmazlık‖ olarak tanımlar. Ġnsan ve yurttaĢ hakları arasındaki paradoksun çözülmesi, bu nedenle yurttaĢı ve mülteciyi bir birini dıĢlayan iki ayrı kategori olarak değil iki ayrı siyasal özne olarak ele almayı gerektirir. Siyasal özneler, önceden belirlenmiĢ bir sınırın iki yanına sıralanmıĢ topluluklar değil ―daha ziyade içlerine kimlerin dâhil edileceği konusunda bir sorunsal ya da ihtilaf ortaya koyan artık adlardır‖ (Rancière, 2009: 58; Rancière, 2006).Buradan hareketle Rancière (2009:57-58)Arendt‘in insan haklarını iki alternatifi olan bir açmaz olarak betimlediğini söyler: ―ya vatandaĢ hakları insan haklarıdır –halbuki insan hakları siyasallığından arınmıĢ kiĢilerin hakları demektir; bu durumda, bu haklar hiçbir hakkı olmayan insanların hakkıdır, ki bu da bir hiç anlamına gelir- ya da insan hakları vatandaĢ hakları, yani Ģu ya da bu hukuk devletinin vatandaĢı olmak sonucunda haiz olunan haklardır. Bu da insan haklarının 6 zaten hak sahibi insanların hakları olduğu anlamına gelecek ve bir totolojiyle sonuçlanacaktır. Ya hiçbir hakkı olmayan insanların hakları ya da zaten hak sahibi olan insanların hakları.‖ OysaRanciere‘e göre (2009: 58), Arendt‘in siyasal ontolojisinin öngöremediği üçüncü bir alternatif daha vardır: ―Ġnsan hakları, sahip oldukları haklara sahip olmayıp sahip olmadıkları haklara sahip olanların haklarıdır.‖ Böylece, yurttaĢı ve mülteciyi ayıran sınır ne önceden belirlenmiĢ ve sabit bir sınır olarak görülebilir ne de yurttaĢ ve mülteci sabit kategorilerdir. Balibar‘ın dediği gibi, hak, haklara sahip olma isteği doğrultusunda mücadele edenlerin kolayca ihlal edebildiği, ama aynı zamanda mevcut hak kavramının sınırlarıyla da oynadıkları esnek bir zeminde oluĢur. Balibar‘ın(2008e: 66) ―sınırların demokratikleĢtirilmesi‖ olarak adlandırdığı bu durum, ―insan haklarıyla yurttaĢ haklarının, sorumlulukla militan taahhüdün somut bir eklemlenmesini Ģekillendirir.‖ Sınırları demokratikleĢtirmek, ―sınırı insanların hizmetine koymak, kolektif denetimlerine açmak, sınırı onların kendi egemenliklerinin nesnesi kılmak‖ anlamına gelir (Balibar, 2008f: 138). Böylece ulus-devletin en büyük dıĢ politika miti olan ―doğal sınırlar‖ kavrayıĢı ve doğumlulukla yurttaĢlık statüsü arasındaki doğal ontolojik bağ, sınırların olumsallık bağlamına sokulmasıyla birlikte, egemenliğini yitirir. Geleneksel ulus-devlet egemenliğinin sona eriĢinin sonrasında post-ulusal bir egemenliğin baĢlangıcının öncesinde olduğumuzu savunan Balibar‘a göre (2008g: 198), yurttaĢlık hukuku, ―yalnızca bir temel ya da çerçeve değil yeni açılımlara çağrıda bulunan‖ bir politeia [Balibar‘ın ifadesiyle yurttaĢlığın kuruluĢu] sürecinin nesnesidir (2008h: 226). Bu nedenle, ―nesnel bir biçim olarak anayasanın değil‖ ancak yurttaĢlığı kuran öznelliğin bakıĢ açısını yansıtmaktadır (2008h: 226). Arendt siyaseti, kurucu iktidarın gücü üzerinden temellendirmeyi ve demokrasiyi kurucu bir süreç olarak yapılandırmayı amaçlarken antagonist bir Ģema yerine çizgisel bir doğrultuda ilerleyen liberal anayasacılık modelinin hermenötiği içine sıkıĢmıĢtır. Nitekim Arendt‘in(1977) bu sonuca varması, Fransız Devrimi yerine Amerikan Devrimi‘ni kurucu iktidarı temsil edici bir model olarak sunmasıyla da örtüĢür. Negri, Arendt‘in Amerikan Devrimi‘nde gözlemlediği siyasal özgürleĢim deneyiminin ontolojik bir baĢlangıca iĢaret etmekten çok giderek bir iktidarın dolayımına ve üretimine ihtiyaç duyan bir özgürlük mekânı olarak siyasal alanın korunmasıyla iliĢkilenebileceğinin üzerinde durur. Bu nedenle, Arendt‘de kurucu iktidar, ontoloji düzleminden baĢlayarak giderek iletiĢim ve iĢbirliği topluluğunun muhafazakâr düzlemine doğru kaymaktadır (Negri, 1999: 19). Schmitt‘in egemen karar ve cemaat arasında kurduğu iliĢkiye benzer bir iliĢkinin Arendt‘in düĢüncesinde bir potansiyel olarak bulunabileceğini söyleyen Negri (1999: 19), yasanın askıya alınmasındaki (görünüĢte olumsuz) kurucu kararla bu kararın yol açtığı (olumlu) yapı arasındaki içkin bağa atıf yapar: ―Ġlk karar ne kadar olumsuz bir karar gibi görünürse o derece köklü bir dizi temellendirici, yaratıcı, dilsel ve anayasal olanaklar yaratır.‖ Bu açıdan ancak Arendt‘in kurucu iktidar tanımının ontolojik yoğunluğu içinde, gerek Arendt‘in gerekse Schmitt‘in düĢündüğü anlamda, bir topluluk hissi geliĢtirilebilir. Negri (1999: 19), Arendt‘in kurucu iktidar kavramının yoğunluğunun, onu, ontolojik açıdan doğurgan ve toplumsal açıdan da bununla bağlantılı bir temel/yapı‖ önermeye ittiğini söylemeye çalıĢır. Negri‘nin Arendt eleĢtirisi özellikle Agamben‘in insan haklarının açmazını anlama giriĢimine iliĢkin konumunu aydınlatmaya yardımcı olabilir. Agamben‘in hareket noktasının Negri‘nin eleĢtirisine benzer bir temelden kaynaklandığını söylemek mümkündür. Kurucu iktidarın kurulu iktidara, anayasa gücünün anayasama gücüne, çokluğun Bir‘e veya egemenliğe dönüĢme olasılığı mültecinin dıĢlanmasıyla sonuçlanan bir diyalektik üretir. Kurucu iktidar, Negri‘nin tartıĢmasında da görülebileceği gibi, varlığın mekânsal açıdan değil ancak zamansal açıdan inĢası temelinde anlam kazanmaktadır. Arendt, siyaset ve hukuk/hak alanları arasında diyalektik bir iliĢki öngörmüĢ olsa da sınır üzerinden iĢleyen ulus-devlet-toprak arasındaki ontolojik bağı nihai olarak kesen bir siyaset biçimine dayanmamıĢtır. Agamben‘e göre bu sonucu doğuran, Arendt‘in çalıĢmalarının biyosiyasal perspektiften yoksun olmasıdır. Biyosiyaset, zoē‘ninbios‘tan yalıtılması yoluyla iĢler; oysa Arendt‘in siyasal düĢüncesinin özü, tam da zoē ve bios ayrımına dayanır. Arendt‘in kurucu iktidarını kurulu iktidara bağımlı kılan, zoē‟ninbios‘a dönüĢmesinin öngörülmüĢ olmasıdır. Zoē‘nin insanlığı ancak bios içinde sağlanabilmektedir. Ġnsanın siyasal varoluĢ kapasitesine sahip bir varlık olarak tanımlanması aynı zamanda çıplak hayatın olumsuzlanmasını içermektedir. Bu bir dıĢ olmaksızın siyasal alanın 7 kurulamayacağını ifade eder. Bu nedenle biyosiyaset, siyasetin çıplak hayat üzerinden iĢlemesi anlamına geldiği ölçüde Arendt, gerek totalitarizmi gerekse mülteciyi üreten mantığı açıklamakta zorlanmaktadır. Nitekim totaliter devletlerin mutlak tahakküm çabasının bir ürünü olarak gördüğü toplama kampının, ancak uç durumlarda mümkün olabileceğini söylerken; Arendt‘in, modern siyaset düzeninin biyosiyasal niteliğini gözden kaçırdığını söylemek mümkündür. Oysa Agamben(2001a: 159) açısından, mutlak tahakkümü hem meĢru hem de gerekli kılan modern siyaset düzeninin kendisidir. Totalitarizm ve insan hakları sorunu ―çağımızda siyasetin tamamen bir biyosiyasete dönüĢmesinin‖ sonucudur. Bu açıdan ―insan hakları öncelikle çıplak doğal hayatın ulus-devletin hukuki-siyasal düzenine iĢleniminin asli figürünü temsil etmektedir. Bu bağlamda, mülteci, Agamben‘e(2009a: 49) göre, ―devlet/ulus/toprak teslisini menteĢelerinden ayırması itibariyle siyasal tarihimizin marjinal değil temel figürü olarak ele alınmayı hak etmektedir.‖ O halde, Agamben‘in mültecinin kurucu iktidarını nasıl tanımladığı sorusu önem kazanmaktadır. Herhangi bir devlete ve toprağa ait olmamayla tanımlanan mültecinin siyasal öznelliği, çıplak hayatın ―yurttaĢlığa‖ kabul edilmesini nasıl temsil edebilir? Agamben‘e göre, dıĢlama pratiklerine dayanmayan bir birlikte yaĢamın kurulabilmesi mülteciyi, hem epistemolojik hem de ontolojik anlamda merkez almayı gerektirmektedir. Mülteci, modern hukuksal-siyasal düzenin temel aldığı epistemolojinin bir yansıması olduğu gibi dıĢlayıcı olmayan yeni siyaset pratiklerinin öznesidir de. Bu nedenle, insan haklarının paradoksunun çözümü, Agamben‘e göre, yurttaĢlığı göç halinde bir yurttaĢlık olarak yeniden kavramlaĢtırmayı gerektirmektedir. Siyasal topluluk, bir ulus-devletin egemenlik sahasının sınırları içinde geçerliliği olan bir birliktelik olarak değil, ―herkesin bir toplu göç ya da iltica halinde olacağı, egemenlik sınırı olmayan ya da bir kısmı hep bu sınırların dıĢında kalan bir alan‖ olarak görülebilir (Agamben, 2009a: 51). Kurucu ilkesi yurttaĢın ius‘undan (hak) ziyade bireyin refugium‘u (iltica) olan bu alan ―herhangi bir homojen ulusal bölgeyle ya da bu bölgelerin topografik toplamıyla örtüĢen bir durum arz etmeden, bu bölgeler üzerinde delikler oluĢturan ya da bu bölgeleri topolojik olarak Klein ĢiĢesi ya da Möbius Ģeridi gibi içeri ve dıĢarının birbirlerini hem belirlediği hem de belirsiz kıldığı bir tarzda bölümleyen bir etkinlik içerisinde olacaktır‖(Agamben, 2009a: 51). Böylece karĢılıklı olarak egemenlik sınırıyla birbirinden ayrılan ulus-devletlerin yerini, Derrida‘nın(Derrida, 2005) sığınma kentleri önerisinde de karĢılığını bulan, dünya Ģehirleri alacaktır. HERHANGĠ VARLIKLARIN SĠYASETĠ Agamben, Batı siyasetini iĢleten antropolojik makinenin belirleyici özelliğinin, hayatı kendi içinde bölerek anlamlandırmak olduğuna dikkat çeker. Totalitarizm, kamp veya mülteci, hayatı, kendi biçiminden yalıtarak iĢleyen antropolojik makinenin ürünleridir. Ġnsan-hayvan ayrımını AlmanYahudi, yurttaĢ-mülteci ayrımına dönüĢtüren antropolojik makinenin iĢleyiĢini durdurmak ve kendi biçiminden yalıtılamayan bir varoluĢ olarak hayatı mümkün kılmak ―gelmekte olan birlikteliği‖ (ComingCommunity) hedefleyen bir öznellik ve siyasal eylem biçimini gerektirmektedir (Magnuson, 2008: 83). Kendi varlığından baĢka herhangi bir aidiyet biçimine dayanmayan ―herhangi tikelliklerin‖ (WhateverSingularities) birlikte varoluĢ tarzı anlamına gelen ―gelmekte olan birliktelik,‖ Agamben‘e göre, potansiyel ve edimsel ontolojilerinin yeniden düĢünülmesini öngörür. Sadece bu tür bir siyaset biçimi, egemenliğin iĢlemek için gereksinim duyduğu yaĢam biçimini bölen ayrımlara son verme potansiyeline sahiptir (Passavant, 2007). Agamben‘e(2001b: 1) göre, ―gelmekte olan varlık herhangi varlıktır‖ (Thecomingbeing is whateverbeing). Bu cümlede geçen iki terim de Agamben‘in önerdiği siyaset kavramının iki temel öğesini oluĢturur. Egemenliğe dayanmayan ve dıĢlayanı olmayan; dolayısıyla ne varlığını Ģiddete borçlu olan ne de istikrarı için Ģiddete gereksinim duyan yegâne siyasal topluluk biçimi herhangi tikelliklerden oluĢan ―gelmekte olan birlikteliktir.‖ Bu cümledeki ―herhangi‖ (Whatever) ifadesi, ne evrensel ne de bireysel bir varoluĢa atıf yapar (Edkins, 2007: 73).Agamben‘in(2001b: 1) deyiĢiyle, herhangi ―tikellik bilgiyi, bireysel olanın tanımlanamazlığıyla evrensel olanın tasavvur edilemezliği arasında seçim yapmaya zorlayan hatalı ikilemden kurtulmuĢtur.‖ Herhangi tikellik, ―kendi baĢına varlığa‖ (such as it is) iĢaret eder. Bu bağlamda, kendi baĢına varlık olarak herhangi tikellik, onu bir ulusa, toprağa, dine, kimliğe, sınıfa veya cinsiyete (kızıl, Fransız, Müslüman vb.) ait kılan tanımlayıcı özelliklerinden sıyrılmıĢtır. Böylece, herhangi birliktelik, ortak bir kimliği veya siyasal projeyi paylaĢmayan varlıkların birlikte varoluĢu anlamında (Jean-Luc Nancy‘nin ―-ile varoluĢ‖ kavramından farklı olarak) bir birlikte yaĢama iĢaret eder. 8 Bu bağlamda, herhangi varlığın öznesi olduğu siyaset, toplumsal hareketlerde ve kimlik mücadelelerinde karĢımıza çıkan siyaset biçimlerinden temelde farklıdır. Her Ģeyden önce, ―devlete karĢı mücadele ederken toplumsal olanın olumlanmasını‖ içermeyen bir siyaset biçimine dayanır(Agamben, 2001b: 84). Agamben‘e göre, toplumsal hareketler ya belirli taleplerin tanınması çağrısında buluĢurlar ya da açıkça paylaĢılan bir kimlik temelinde bir araya gelirler. Herhangi tikel varlıkların ayırıcı özelliği ise, bu tür bir toplumsal hareketi Ģekillendirebilecek olmamalarıdır. Bunun nedeni, Agamben‘inBadiou‘ya dayanarak söylediği gibi, ―ne savunulması gereken bir kimliğe ne de tanınması için mücadele edilen bir aidiyet iliĢkisine sahip‖olmalarıdır(Agamben, 2001b: 85).Agamben, bu noktaya özellikle dikkat çeker. Çünkü ―devlet son tahlilde her zaman herhangi bir kimlik talebini tanıyabilir –hatta Devletin sınırları içinde bir Devlet kimliğini bile‖(Agamben, 2001b: 85). Bu türden talepler devletin meĢruiyet alanını yeniden üretmesine yardımcı olan; devletin her zaman ihtiyaç duyduğu türden taleplerdir. Egemen iktidarın dayanak noktasını oluĢturan içermedıĢlama pratiklerini sorgulamak ya da onu kesintiye uğratmaya çalıĢmak gibi bir amaç taĢımayan tanınma siyasetleri, devlet tarafından hoĢgörüyle karĢılanırlar. Agamben‘e(2009b: 79-80) göre, ―böyle bir mücadelenin ardından gelecek barıĢ, karĢılıklı kırılgan tanımayı kurumsallaĢtıran bir uzlaĢımdan ibarettir. Böyle bir barıĢ her durumda devletin ve hukukun barıĢıdır.‖ Diğer taraftan, bir devletin, ―herhangi bir kimliği olumlamaksızın bir birlikteliği Ģekillendiren tikel varlıklara, temsil edilebilir herhangi bir aidiyet iliĢkisi olmaksızın birlikte var olmaya çalıĢan insanlara (yalnızca bir varsayım olarak bile)‖ hoĢgörüyle bakması düĢünülemez(Agamben,2001b: 85). Agamben‘in(2001b: 85) deyiĢiyle, ―herhangi varlığın bir kimliği iĢgal etmeksizin kendi baĢına olanaklılığı, devletin üstesinden gelemeyeceği bir tehdittir.‖ Agamben‘in bu sonuca varması, onun hayat ve hukuk arasında kurduğu iliĢkinin bir sonucu olarak görülebilir. Egemen iktidar, varlığını hayatın hukuk alanına sokulmasına borçludur. Bu nedenle devredilemez haklara sahip bir özne olarak yurttaĢın hukuki statüsü ve insanın kutsallığı anlayıĢı, çıplak hayatın egemen iktidar tarafından siyasal-hukuksal düzene dâhil edilerek dıĢlanmasına bağlı olarak ortaya çıkar. Agamben (2001a: 175), yurttaĢ hakları hareketi, insan hakları siyaseti veya insaniyetçilik (Humanitarianism) gibi hak eksenli talep veya tanınma mücadelelerini, insanın kutsallığı varsayımıyla hareket ettikleri ölçüde, egemenle gizli bir dayanıĢma içinde olan eylem biçimleri olarak değerlendirir. ―Son tahlilde, insani(yetçi) örgütler (…) insan hayatını yalnızca çıplak ya da kutsal hayat figüründe kavrayabiliyor ve dolayısıyla da, kendilerine rağmen, aslında karĢı koymaları gereken güçlerle gizli bir dayanıĢma içinde bulunuyorlar‖ (Agamben, 2001a: 175). Hem egemen iktidar hem de ona karĢı mücadele eden gruplar, çıplak hayatı, eylemlerinin öznesi veya nesnesi kılmaktadır. Agamben‘in herhangi varlığın siyasal öznelliğini, toplumsal mücadele veya tanınma siyasetlerinden neden ayırmaya ihtiyaç duyduğu bu çerçevede anlam kazanmaktadır. Bu tür mücadeleler, egemen iktidara benzer Ģekilde, hayat üzerinde ayrımlar yapan veya sınırlar çizen bir siyaset biçimi ekseninde Ģekillenmektedirler. Agamben‘in amacı, egemen iktidarı, istisna hali kararında açığa çıkan zoēve biosayrımının bir yansıması olarak sınırlı bir çerçevede değerlendirmek değildir. Zoē-bios ayrımının egemen iktidara içkin olduğunu göstermek ve bu ayrımın yansıttığı egemenlik mantığının modern siyaset pratiğine hâkim olmasının doğurduğu açmazları sergilemektir. Burada açmaz, egemenliği kuran kurucu iktidar ve egemenlik yerleĢtiğinde oluĢan kurulu iktidar arasında doğan ayrımın aĢılamaması bağlamında ortaya çıkmaktadır. Agamben‘in(2001a: 175) Schmitt‘e dayanarak söylediği gibi, kurucu iktidar ya da anayasama gücü, ―bütün anayasal yasama prosedürlerinden önce gelen ve bunların üstünde olan‖ ve ―hukuksal kurallar düzenine indirgenemeyen ve aynı zamanda da egemen iktidardan teorik olarak farklı olan bir güce‖ iĢaret eder. Bu açıdan bakıldığında gerek egemen iktidar gerekse Sieyes‘denNegri‘ye farklı Ģekillerde karĢımıza çıkan kurucu iktidar, hukuk kurallarını aĢan bir güce karĢılık gelmektedir. Agamben bu bağlamda Ģu soruyu sorar: hukuksal-siyasal düzenin oluĢumundan önce gelen ve meĢruiyetini kendi yaratıcı gücünden alan kurucu iktidar, istisnaya karar vererek hayatı bir belirsizlik mıntıkasında tutan egemen yasaklamanın yapısından ne ölçüde farklıdır? Kurucu iktidar ile egemen iktidar arasında herhangi bir farklılık söz konusu mudur? Agamben‘in(2001a: 63) bu sorulara verdiği cevap olumsuzdur: ―Anayasama gücünün ne anayasal düzenden türeyen ne de kendisini böyle bir anayasal düzen tesis etmekle sınırlayan bir Ģey olmadığı (…) gerçeği anayasama gücünün egemen iktidardan ne anlamda ayrıldığı konusunda bize herhangi bir 9 bilgi sunmuyor (…) egemenliğin yasak-yapısına iliĢkin yaptığımız analiz doğru ise, bu sıfatlar [kurucu iktidara iliĢkin sıfatlar] aslında egemen iktidarda da mevcuttur [bu nedenle] anayasama gücünü egemen güçten ayıracak herhangi bir kriter‖ bulunamaz. Agamben‘e göre bu açmaza neyin yol açtığının anlaĢılabilmesi için kurucu iktidarın ontolojisinin gözden geçirilmesi gerekiyor. Kurucu iktidarın egemen yasaklamanın veya egemen iktidarın yapısıyla ne ölçüde örtüĢtüğü; kurucu iktidarın egemen iktidardan farklılaĢmasının mümkün olup olmadığı soruları bu çerçevede anlam kazanıyor. Agamben‘e(2001a: 63) göre, bu sorunun kökeni, kurucu iktidar ile kurulu iktidar arasındaki ―çözümlenmemiĢ diyalektiğin potansiyel ile edimsel/fiili arasındaki iliĢkinin yeniden eklemlenmesine‖ yol açmıĢ olmasında yatar. Bu nedenle, kurucu iktidar kavramının, ―ontolojik kip kategorilerinin kendi bütünlükleri içinde yeniden düĢünülme‖si gerekir (Agamben, 2001a: 63). Siyasetin, siyaset felsefesi alanından ilk felsefe alanına yani kendi ontolojik konumuna iadesi anlamına gelen bu strateji, kurucu iktidarı egemenliğe bağlayan düğümü çözebilecek olan olabilirlik ile gerçeklik ve olumsallık ile zorunluluk arasındaki iliĢkinin yeniden ele alınmasına iĢaret eder. Agamben‘e(2001a: 63) göre ―egemen yasaktan tamamen kurtulmuĢ bir anayasama gücü tasavvur etmenin tek yolu, potansiyel ile edimsel (actual) arasındaki iliĢkiyi farklı bir biçimde ele almaktan (…) geçiyor. Edimselin önceliği ve bunun potansiyelle olan iliĢkisi üzerine kurulu olan ontolojinin yerine yeni ve tutarlı (…) bir potansiyel ontolojisi ikame edilene dek, egemenliğin çıkmazlarından arındırılmıĢ bir siyaset teorisi, tasavvuru imkânsız bir Ģey olarak kalacaktır.‖ Buna göre, Agamben (1999), Aristoteles‘in Metafizik‘inin Sekizinci Kitabında incelediği potansiyel ile edimsel arasındaki iliĢkiyi egemen yasaklamanın yapısıyla potansiyelin yapısı arasındaki benzerliği aydınlatmak için kullanır. Egemen yasaklamanın ―geçerliliğini artık geçerli olmamayla sürdürmesi‖ gibi potansiyelde ―edimsel bağlamında kendisini tam da sahip olduğu olmama kabiliyetiyle yaĢatıyor‖ (Agamben, 2001a: 66).Agamben açısından egemenliği ve egemen yasaklamayı aĢmak için, potansiyeli edimselle herhangi bir iliĢki içinde olmaksızın düĢünmek gerekir. Bunun için de öncelikle potansiyel ve edimsel arasındaki kategorik ayrım bir kenara bırakılmalı ve hem potansiyel, edimselin bir formu olarak hem de edimsel, potansiyelin bir formu olarak tasavvur edilmelidir. Çünkü Agamben‘e(2009c: 65) göre iktidar her Ģeyden önce ―potansiyelin kendi eyleminden yalıtılması‖ veya ―potansiyelin örgütlenmesi‖ anlamına gelir. Potansiyelin eylemini gerçekleĢtirmek onu edimsel formunda bir dıĢarısı olmadan düĢünmeyi gerektirir. Agamben‘e göre bu, ontoloji ve siyasetin her türlü egemen yasaklama iliĢkisinin ötesinde düĢünülebilmesi için bir zemin oluĢturmaktadır. Agamben(2001a: 63) açısından, kurucu iktidarın, Negri‘nin savunduğu gibi, ―kendisini hiçbir Ģekilde anayasama gücü (kurulu iktidar) içinde tüketmiyor olması yeterli değildir (çünkü) egemen iktidar da, asla edimsel alanına geçmeden, kendisini sonsuz dek idame ettirebilir.‖ Bu nedenle, ―hem egemenlik ilkesinden tamamen kurtulmuĢ bir potansiyel tesisi tasavvur etmek hem de kendisini anayasal güce bağlayan yasağı tamamen kıran bir anayasama gücü tasavvur etmek çok zordur.‖ (Agamben, 2001a: 63). Bu durumda yapılması gereken tek Ģey, ―potansiyelin varoluĢunu, edimsel formundaki –hatta yasaklama uç biçiminde ve olmama potansiyeli olarak, potansiyelin gerçekleĢimi ve tezahürü olarak edimsel biçiminde bile- Varlıkla hiçbir iliĢki kurmadan düĢünmektir‖(Agamben, 2001a: 67). Ancak bu Agamben‘in de kabul ettiği gibi, mantıksal bir sorun olmaktan çok siyasal bir sorundur. Çıplak hayatın artık ne devlet düzeni içinde ne de insan hakları görünümünde dıĢlandığı ve istisna tutulduğu bir siyaset biçimini gerektirir. Agamben, çıplak hayatın öznesi olduğu biyosiyasal bedenin, hayatı biçiminden ayırmanın artık mümkün olmadığı bir varlığa dönüĢmesi anlamında ―yaĢam biçimi‖ (form of life) olarak adlandırır. ―YaĢam biçimi‖, gelmekte olan birlikteliğin herhangi varlığı gibi, ―dil içindeki varlığın aidiyeti dıĢında‖ her türlü aidiyeti ve özdeĢliği reddeder (Agamben, 2001b: 84). YaĢam biçimi ya da herhangi varlıklar, devletin ve egemen iktidarın asıl düĢmanıdır (Agamben, 2001b: 85). Bu bakımdan gelmekte olan birlikteliği öngören siyaset, ―devlet iktidarının ele geçirilmesi veya kontrol altına alınması mücadelesinden çok Devlet ile devlet-olmayan (insanlık) arasındaki bir mücadeledir, herhangi tikeller ile devlet örgütlenmesi arasındaki üstesinden gelinemez bir kopuĢtur (Agamben, 2001b, s. 84). 10 KAYNAKÇA Agamben, G.(1999).―On Potentiality‖.Potentialities: CollectedEssays in Philosophy içinde, çev. D. H. Roazen Stanford: Stanford UniversityPress, ss. 177-185. Agamben, G.(2001a).Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. çev. Ġsmail Türkmen, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları. Agamben, G.(2001b).TheComingCommunity. çev. M. Hardt, Minneapolis: University of Minnesota, Agamben, G.(2009a). ―Biz Mülteciler‖. çev. E. Koyuncu, Tesmeralsekdiz: Toplumsal Araştırmalar ve Sanat Şebekesi, yıl: 3, sayı: 4, Bahar. Agamben, G.(2009b).―BarıĢ Fikri‖.Nesir Fikri içinde, çev. F. Genç, Ġstanbul: Metis Yayınları, Agamben, G.(2009c).―Ġktidar Fikri‖.Nesir Fikri içinde, çev. F. Genç, Ġstanbul: Metis Yayınları Arendt, H. (1977).On Revolution. New York: PenguinBooks Arendt, H. (1978).―We, Refugees‖,TheJew as Pariah: Jewish Identity andPolitics in the Modern Age içinde, der. R. H. Feldman, GrovePress Arendt, H. (2009). ―Ulus-Devletin YıkılıĢı ve Ġnsan Haklarının Sonu‖.Totalitarizmin Kaynakları/2: Emperyalizm içinde, çev. B. S. ġener, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, ss. 255-294. Balibar, E.(2008b).―Bir Zulüm Topografyası Dizini: Global ġiddet Döneminde Medenilik ve YurttaĢlık‖.Biz, Avrupa Halkı: Ulus-aşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları Balibar, E.(2008c). ―Topluluksuz YurttaĢlık‖,.Biz, Avrupa Halkı: Ulusaşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları. Balibar, E.(2008e). ―YurttaĢlık Yasası ya da Irk Ayrımı‖, Biz, Avrupa Halkı: Ulus-aşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları, Balibar, E.(2008f). ―Dünyanın Sınırları Politik Sınırlar‖, Biz, Avrupa Halkı: Ulusaşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları. Balibar, E.(2008g). ―Dertli Avrupa: ĠnĢa Altında Demokrasi‖, Biz, Avrupa Halkı: Ulusaşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları. Balibar, E.(2008h).―Demokratik YurttaĢlık ya da Popüler Egemenlik: Avrupa‘da Anayasal TartıĢmalar Üzerine‖, Biz, Avrupa Halkı: Ulusaşırı Yurttaşlık Üzerine Düşünceler içinde, çev. K. Tunca, Ġzmir: Aralık Yayınları. Bauman, Z. (2009). ―ParçalanmıĢ Birlik‖, Akışkan Aşk içinde, çev. I. Ergüden, Ġstanbul: Versus Yayınları. BMMYK (BirleĢmiĢMilletlerMültecilerYüksekKomiserliği) 1997 DünyaMültecilerininDurumu (1997-1998), Oxford University Press [TürkçeBaskıyıhazırlayan] Ankara: BirleĢmiĢMilletlerMültecilerYüksekKomiserliği Benhabib, S. (2006).―Haklara Sahip Olma Hakkı‘: HannahArendt‘in Ulus-Devletin ÇeliĢkileri Üzerine GörüĢleri‖, Ötekilerin Hakları: Yabancılar, Yerliler, Vatandaşlar içinde, çev. B. Akkıyal, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları Bottomore, T.(2006). ―Kırk Yıl Sonra YurttaĢlık ve Toplumsal Sınıflar‖, Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar içinde, çev. Ayhan Kaya, Ġstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. Castles, S., Miller, M. J. (2008).‗‘Göçler Çağı: Modern Dünya‘da Uluslararası Göç Hareketleri‘‘. çev. B. U. Bal ve Ġ. Akbulut, Ġstanbul: Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Çelebi, A.(2009).―Haklara Sahip Olma Hakkı‘ ya da Siyasal Haklar: Ġnsan Hakları Üzerine Bir Deneme‖, Tesmeralsekdiz: Toplumsal Araştırmalar ve Sanat Şebekesi, yıl: 3, sayı: 4, Bahar Deranty, J.P. (2004). ―Agamben‘s Challenge toNormativeTheories of Modern Rights‖, 11 BorderlandseJournal, v. 3, n. 1. Derrida, J. (2005).―Kozmopolitizm Üzerine‖, Bağışlama ve Kozmopolitizm için, çev. A. Utku ve M. Erkan, Ġstanbul: Birey Yayınları, ss. 15-37. Edkins, J.(2007). ―WhateverPolitics‖, Sovereignityand Life içinde, der. M. Calarco, S. DeCaroli, çev. K. Attel, California, Stanford: Stanford UniversityPress. Hamacher, W.(2004). ―The Right toHaveRights AtlanticQuarterly, 103:2/3, Spring/Summer. (Four-and-a-Half-Remarks)‖, The South Haverkamp, A.(2005). ―Anagrammatics of Violence: TheBenjaminianGround of Homo Sacer‖, CardozaLawReview, v. 26, n. 3, ss. 995-1003. Magnuson, R.(2008). ―JustBarely: Agamben‘s Reading of Bare Life FromBenjamin‘sCritique of Violence”, Strategies of Critique, v. 1, n. 1, Spring. Marshall, T. H.(2006). ―YurttaĢlık ve Toplumsal Sınıflar‖, Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar içinde, çev. Ayhan Kaya, Ġstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. Mutman, M. (2009). ―Ġnsanlığın Kıyısında: Haklar‖, Tesmeralsekdiz: Toplumsal Araştırmalar ve Sanat Şebekesi, yıl: 3, no. 4, Bahar. Nancy, J.L. (2010). ―Ġle-Olmak ve Demokrasi‖, Demokrasinin Doğruluğu içinde, çev. A. KarakıĢ, Ġstanbul: Monokl, ss. 73-96. Negri, A.(1999). Insurgencies: ConstituentPowerandthe Modern State, çev. M. Boscagli, Minnesota: Universityof Minnesota Press. Passavant, P. A. (2007). ―TheContradictoryState of Giorgio Agamben‖, PoliticalTheory, v. 15, n. 2, April, ss. 147-174. Rancière, J. (2005).Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe. çev. H. Hünler, Ġzmir: Aralık Yayınları. Rancière, J. (2006).―Siyaset, ÖzdeĢleĢme, ÖzneleĢme‖, Siyasalın Kıyısında içinde, çev. A. U. Kılıç, Ġstanbul: Metis, ss. 71-81. Rancière, J. (2009). ―Ġnsan Hakları‘nın Öznesi Kimdir?‖, çev. E. Koyuncu, Tesmeralsekdiz: Toplumsal Araştırmalar ve Sanat Şebekesi, yıl. 3, sayı: 4, Bahar. Reemtsma, J. P. (1998). Vahşeti Kavramak: İnsan Zulmünü Açıklama Denemeleri, çev. E. AteĢmen, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları. Salter, M. (2008). ―WhentheExceptionBecomestheRule: Borders, SovereigntyandCitizenship‖, CitizenshipStudies, v. 12, n. 4, August, ss. 365-380. 12 AVRUPA BĠRLĠĞĠ VE TÜRKĠYELĠ GÖÇMENLERĠN TRAJEDĠSĠ OLARAK TABAKALI YURTTAġLIK: ALMANYA‟DA EMEK PĠYASASI, EĞĠTĠM VE AĠLE BĠRLEġMELERĠNDEKĠ HAKLAR VE EġĠTSĠZLĠKLER ÜZERĠNE Fuat GÜLLÜPINAR1 ÖZET Avrupa Birliği ülkelerinde ve Almanya‘da özellikle Türkiyeli göçmenlerin eğitim ve emek piyasasındaki oldukça dezavantajlı pozisyonları, basitçe insan sermayesi eksikliği ve onların entegrasyon süreçlerine olan isteksizlikleri gibi faktörlerle açıklanamayacak kadar karmaĢık ve kitlesel bir durumdur. Bu çalıĢmada, Almanya‘da kurumsal dıĢlama ve ayrımcılık mekanizmalarına temel oluĢturan göçmen ve vatandaĢlık politikaları ve yasaları detaylı olarak analiz edilmektedir. AvrupaBirliğiülkelerindeolduğugibi, Almanya‘da da pratiktehaklaroldukçafarklılaĢtırılmıĢveeĢitsiz olarak dağıtılmaktadır.Bu durum, ayrıcalıklı olmayan üçüncü dünya vatandaĢlarının karĢısında yasal olarak korunan ayrıcalıklı yurttaĢlar ayrımı yaratmıĢtır.Bu ayrıcalıklı yurttaĢlarhiyerarĢikolarakAlman, etnikAlman (Aussiedler), AvrupaBirliğivatandaĢıĢeklindesıralanmaktadır. Bu tabakalı vatandaĢlık sisteminde, hakların uygulanması milliyet, oturum süresi, statüler ve gelir seviyesine göre iĢlemektedir. Bu Ģartlar içinde geldiğiniz ülkenin vatandaĢlık kartı ve kökeniniz önemli hale gelmekte ve fark yaratmaktadır. Almanya‘da vatandaĢlığa kabul koĢulları gibi emek piyasasına eriĢim ve aile birleĢmeleri yasaları, hiyerarĢik olarak sırasıyla Almanlar, Avrupa Birliği vatandaĢları ve üçüncü dünya vatandaĢlarına göre değiĢen, oldukça seçici ve ayrımcı bir Ģekilde uygulanmaktadır. Anahtar Kelimeler:Avrupa Birliği, Türkiyeli Göçmenler, Hiyerarşi, Vatandaşlık, Emek Piyasası, Almanya. ABSTRACT The very disadvantaged position of Turkish migrants with in the context of education and labor market of European Unioan and Germany is massive and quite complex, which could not be simply explained by the factors like their lack of social capital and unwillingness to the integration process. Focused on the thesis of hierarcy of citizenships, the suggestion of the article is to analyze the policies of migration and citizenship, which give rise to the institutional exclusion and discrimination. The rights of citizenship are highly differential and unequal in Germany. This creates the distinction of privileged citizens—Germancitizens, ethnicGermans, Aussiedler, EU, non-EU, privilegednon-EU— are legally enshrined as againstnon-privileged non-EU citizens. In the system of hierarchical citizenship, the practice of rights functions in terms of nationality, residencelength, status, and incomelevel. Among these criteria, the country of origin/citizenship matters and makes a difference. The laws of labor market access, like the other legislation on naturalization, family reunification, educationetc is highly selective and discriminatory in Germany, which hierarchically acquire a different character for Turkish migrants and the third country nationals. Keywords: European Union, Turkish Migrants, Hierarchy, Citizenship, Labor Market, Germany. GĠRĠġ Bu çalıĢma, Avrupa Birliğinde ve Almanya‘da uygulanan göç politikalarının emek piyasası, sosyal yardım ve aile birleĢmeleri açısından ―farklılaĢtırılmıĢ yasal statüler ve göçmen kategorileri‖ ortaya çıkardığını öne sürmektedir. Sonuç olarak, Avrupa Birliği içinde yurttaĢlığın doğasının hala ―ayrımcı,‖ 1 Yrd. Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected] 13 ―dıĢlayıcı,‖ ve ―hiyerarĢik‖ olmaya devam ettiğini söylemek pek de abartılı bir tespit olmayacaktır. Bugün Avrupa‘da ve diğer yerlerde yurttaĢlık, zengin devletleri fakir göçmenlerden koruyan güçlü bir devlet mekanizması haline gelmiĢtir. Abadan-Unat‘a (1992: 404) göre Almanya ve Avrupa‘da iki çeliĢkili yaklaĢım söz konusudur. Birincisi, göçmen bireyler ve çocukları, gerekli nitelikleri taĢıdığında birbirleriyle geniĢ bir toplumsal alanda herkese açık ekonomik rekabet içine özgürce girebilmektedir. Ġkincisi, çoğulcu toplumun bir gereği olarak, toplumsal taleplerin gerçekleĢtirilmesi ve ifadesinde ise farklı kurumların ayrıcalıklı ve dikkatlice bölünmüĢ sosyal ve siyasal alana katıldıklarını gözlemliyoruz. Bu alanlara katılımlar münhasıran büyük ölçüde Avrupalı yurttaĢlara ayrılmıĢtır. Bu durum kültürel engellerin ne denli kuvvetli olduğunu göstermektedir: göçmenler veya yurttaĢlar, taleplerinin önüne dini bir etiket koyduğunda Müslüman kimliklerini muhafaza ediyorlar ve entegre olmamakla ve tek yönlü bir bakıĢa sahip olmakla suçlanıyorlar. Ancak bu noktada, göçmenler ve çocuklarının bir bakıma karĢılaĢtıkları sınırlamalar, engeller ve ayrımcılık sonucunda bu rolü oynamaya zorlanmaktadır denilebilir. Michael Walzer yurttaĢların, yurttaĢ olmayanlar ve yabancılar üzerindeki tahakkümünün, muhtemelen insanlık tarihindeki en barbar despotluk biçimi olarak karĢımıza çıktığını ifade etmektedir (aktaran, Ignatieff, 1987: 402). Lockwood (1996)‘un ortaya attığı ve Morris (1997, 2000, 2001, 2007)‘in geliĢtirdiği ―tabakalı yurttaĢlık‖ (civicstratification) tezi; tüm göçmenlere yönelik olarak özel olarak düzenlenmiĢ yasaların yanında emek piyasası, eğitim, hakkı, sosyal yardım ve aile birleĢmesi açısından farklılaĢtırılmıĢ yasal statülerin ve göçmen kategorilerinin, tabakalaĢmıĢ bir yurttaĢlık hiyerarĢisi yarattığını ileri sürmektedir. Genel olarak II. Dünya savaĢı sonrası Avrupa‘da göçmenlere hakların verilmesi ya da alıkonulması için oluĢturulmuĢ karmaĢık bir yasal statüler sistemi üzerinden göçmenler için farklılaĢtırılmıĢ hakların geniĢletilmesine tanık oluyoruz. Bu tabakalı haklar sisteminde, göç düzenlemeleri/mevzuatı ciddi bir Ģekilde göçmenlerin ve onların çocuklarının geldikleri ülkelerde onların emek piyasası, sosyal yardımlar, kaynaklar, kamusal destek, siyasal hak ve diğer haklara eriĢimlerini reddederek veya sınırlandırarak, fırsatlara ulaĢmasını sınırlandırmakta ve deneyimlerini olumsuz bir biçimde Ģekillendirmektedir. Avrupa Birliği ülkelerinde II. dünya savaĢında bu yana uygulamaya konulan göç politikaları kapsamında göçmenlere sağlanan haklar oldukça farklılaĢtırılmıĢ ve eĢitsizdir. Bu durum, ayrıcalıklı olmayanüçüncüdünyavatandaĢlarınakarĢıyasalolarakkorunan ayrıcalıklı yurttaĢlarayrımıyaratmıĢtır.Bu ayrıcalıklı yurttaĢlarhiyerarĢikolarakAlman, etnikAlman (Aussiedler), AB vatandaĢıĢeklindesıralanmaktadır.Bu tabakalı yurttaĢlık sisteminde, hakların uygulanması milliyet, oturum süresi, statüler ve gelir seviyesine göre iĢlemektedir. Bu Ģartlar içinde geldiğiniz ülkenin yurttaĢlık kartı ve sahip olunan köken herhangi bir hak sahibi olabilmek için bir bariyer olma özelliğini hala korumaktadır. ALMANYA‟DA EĞĠTĠM YOLUYLA BÜTÜNLEġME: AġAĞIYA MI YUKARIYA MI? Almanya‘da eğitim alanında Ģu soruların cevabı oldukça kritiktir: Almanya‘daki eğitim politikaları kültürel çeĢitliliğin tanınması noktasında eĢit fırsatlar sunmakta mıdır? Eğitim ve emek piyasasına ulaĢma diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Almanya‘da da etnik gruplar için hala büyük bir eĢitsizlik ve dıĢlayıcılık unsuru mudur? Okul performanslarını ölçen PISA gibi uluslararası eğitim araĢtırmaları da gösteriyor ki, mevcut hareket alanının en iyi Ģekilde kullanılması konusunda Alman okul sistemi göçmenlere özellikle de Türkiye kökenli olanlara pek de uygun koĢullar sunmamaktadır. Burada ait olunan sosyal grup ve sınıfla yüksek performans elde etme fırsatı arasında sıkı bir bağ görünmektedir. Özellikle göçmen kökenine sahip ailelerin çocuklarında bu daha da bariz bir Ģekilde kendini göstermektedir. Bu öğrencilerin iyi bir metin okuma düzeyi ya da matematik ve fen bilimlerinde yüksek bir seviye yakalama Ģansları, diğer ülkelerdeki benzer çocuklara oranla çok daha düĢüktür. Ekonomik ĠĢbirliği ve Kalkınma TeĢkilatı (OECD) tarafından hazırlatılan WhereImmigrantStudentsSucceed(Göçmen Öğrencilerin Başarılı Oldukları Yerler) baĢlıklı uluslararası mukayese araĢtırmasının sonuçları, bu konuda çok daha somut veriler ortaya koymaktadır. PISA Eğitim AraĢtırması sonuçları ise hayli endiĢe verici boyutlarda. Buna göre ―ikinci kuĢak― olarak adlandırılan, Almanya‘da doğup büyüyen ve göçmen kökenli ailelere mensup çocukların iyi bir eğitim alma Ģansları, birinci kuĢak göçmenlere nazaran çok daha az görünmektedir. Bu ise mevcut deneyim ve beklentilerle çeliĢmektedir: Zira 14 normalde bir insan, göç ettiği ülkede ne kadar uzun süredir yaĢıyorsa, iyi bir eğitim görme Ģansı da bir o kadar yüksektir. Almanya‘da ise bunun tam tersi bir durum söz konusu (Gogolin, 2010). Almanya‘daki Türk göçmenlerin ve onların çocuklarının dıĢlanmıĢlığının ve marjinalleĢmelerinin semptomatik göstergeleri temel olarak, yüksek iĢsizlik ve düĢük eğitim düzeyidir. Türk gençlerinin bu aĢağıya doğru sosyal hareketliliği basitçe onların iĢ piyasasında ve eğitim baĢarısı için gerekli olan sosyo-kültürel sermayeye sahip olmamasıyla açıklanamaz. Almanya‘da Türk gençlerinin eğitim, ekonomi ve sosyal alanlardaki marjinal konumlarının nedeni, onların sahip oldukları sosyal ve kültürel sermayenin yetersizliği, entegre olma konusundaki isteksizlikleri veya yeteneksizlikleri değil, Alman eğitim sisteminin Türkiyeli ve diğer göçmenleri sürekli olarak dıĢlayan ve marjinalleĢtiren yapısal özelliklerinden (eleyici ve seçici olması, tavsiye sisteminin baĢarısızlığı, kurumsal dıĢlayıcılık, kültürlerarası eğitimin eksikliği vb.) kaynaklandığı iddia edilebilir. Genel olarak, eğitimdeki aĢağıya doğru hareketlilik ve eğitimdeki baĢarısızlık konusu göç ve eğitim yazınında hacimli bir yer tutmaktadır. Türk göçmen çocuklarının eğitimdeki baĢarısızlıklarının nedenlerini araĢtıran akademisyenler arasında iki ana yaklaĢım dikkati çekmektedir. Birinci grup teorisyenler daha çok Türk göçmenlerin göç ettikleri Alman toplumuna ―kültürel yabancılıklarına veya kültürel uzaklıklarına‖ (Diefenbach, 2002; Worbs, 2003) dikkat çekerken, ikinci grup teorisyenler ise Alman eğitim sistemindeki eĢitsiz koĢullar ve kurumsal dıĢlayıcılık uygulamaları üzerine vurgu yapmaktadır (Gomolla ve Radtke, 2007). Birinci argüman, genellikle ebeveynlerin düĢük eğitim düzeyi, bilgi eksiklikleri, entegrasyon konusundaki isteksizlik ve yeteneksizlikleri, çocukların okul kariyerlerinde çok önemli olduğu düĢünülen eğitime para ve zaman açısından yeterli yatırımı yapmadıkları üzerinde durmaktadır (Diefenbach, 2002; Worbs, 2003). Bunun yanı sıra, Türk çocuklarının eğitimdeki baĢarısızlıkları, oldukça geleneksel ve Müslüman geçmiĢleriyle iliĢkilendirilmektedir. Bu anlamda, göçmenler içindeki ―en zor‖ entegre olan grubun büyük ölçüde Türk göçmenler olduğu iddia edilmektedir. Bu yüzden bu akademisyenler devamlı olarak yeni gelen göçmenlerin ulusal politikalara entegre olup olamadığını sorgulamaktadırlar (Crul ve Schneider, 2009). Ancak ikinci grup akademisyenlerin içinde bulunan Gomolla ve Radtke (2007: 278-85) ise Almanya‘da sosyal tabakalaĢmaya yol açan Türk göçmenlerine ve çocuklarına karĢı doğrudan ve dolaylı ayrımcılık uygulamalarının devam ettiğini ve bu durumunda sistematik olarak göç geçmiĢi olan çocukların dezavantajlı konumlarını pekiĢtirdiğini ve yeniden ürettiğini iddia etmektedir. Meier‘in (2010) de vurguladığı gibi, Almanya‘da Türk göçmen çocukları ilkokul 4. Sınıftan itibaren sosyal tabakalaĢmayı derinleĢtiren yalıtılmıĢ okul tiplerine yönlendirilmekte ve yönelmektedir. Çünkü bu çocuklara bu yönlendirme yapılmadan önce dil yeteneklerini geliĢtirmeleri için yeterince zaman ve imkân tanınmamaktadır. Türk çocuklarının Alman çocuklar ve diğer göçmen çocuklar karĢısında eğitim alanında daha baĢarısız bir konumda olmalarının çeĢitli varsayımlarla açıklayan önceki araĢtırmalar bu farkları bugüne kadar temel olarak Türk göçmenlerin kendi özellikleri ve yaĢam Ģekillerine dayandırmıĢlardı (Gogolin, 2009: 94). Bir çalıĢmasında HeikeDiefenbach Ģu çıkarsamada bulunmaktadır: Göçmen bir aileden gelen dezavantajlı çocuk ve gençlerin eğitimdeki baĢarısızlıklarının, Alman okullarının beklentileriyle uyuĢmayan kültürel bir gerilikten veya ailelerinin zayıf sosyo-ekonomik koĢullarından kaynaklandığını hiçbir empirik veri doğrulamamaktadır (Diefenbach, 2007; Gogolin, 2009: 94). Almanya‘daki etnik gruplar ve özellikle Türkler bazı Ģehirlerde büyük oranda eğitimin bir disiplin meselesi haline geldiği, yüksek düzeyde öğretmen rotasyonunun olduğu ve daha az kaynakların olduğu mahrumiyet bölgelerinde bulunan okullara devam etmektedirler (Thomson ve Crul, 2007: 1033). Diğer yandan, Türk çocukların eğitimdeki baĢarısızlıklarını sadece bireysel ve ailevi faktörlere odaklanarak açıklayan perspektifler çok sınırlı kalmakta ve okulda, sokakta kurumlardaki uygulamalar, eğitimdeki yapısal sorunlar, seçici ve eleyici eğitim sistemi ve kültürlerarası müfredat eksikliği vb. yapısal faktörleri görmezden gelmektedir. Gomolla ve Radtke (2007), örneğin, kurumsal ayrımcılığın ve okullardaki kurumsal uygulamaların, Almanlar ve göçmenlerin eĢitsiz eğitim baĢarılarında payı olduğunu ortaya 15 koymaktadır. Bu yazarlar, okul tavsiye sisteminin kararlarının önemine vurgu yaparak, bu sistemin göçmen aileden gelen öğrencileri seçerek ve eleyerek onların çoğunu özel eğitim gerektiren ve öğrenme güçlüğü çeken öğrencilerin gittiği Sonderschule gibi ikinci düzey okullara yöneltmektedir. Bu da bilinçli ya da bilinçsiz olarak etnik ayrımcılığa yol açmaktadır. Gomolla ve Radtke‘nin gözlemlerine göre, bu tavsiye kararları (empfhelung), sadece öğrencilerin performansına değil, aynı zamanda öğretmenlerin muhtemel önyargılarına ve bunun yanında bir dizi karmaĢık kurumsal uygulamaların sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bildiğimiz gibi, kurumsal ayrımcılık; etnik ve dini azınlık ve göçmenlerin toplumun çoğunluğu için mevcut olan aynı haklara ve fırsatlara ulaĢmalarını engelleyen, kurumlardaki kural, rutin, yaklaĢım ve davranıĢ kalıplarına iĢaret etmektedir. Bu kurumsal ayrımcılık açıktan veya bilinçsiz bir Ģekilde gerçekleĢebilir. Kurumsal ayrımcılık hem yasal düzenlemelere hem de resmi olmayan sosyal kalıplara dayanmaktadır. Özellikle bazı göçmen grupları doğrudan hedefleyen kurumsal pratikler, yasalar, yönetmelikler tarafsız görünebilir ancak dolaylı etkilere sahiptir. Okuldaki idari uygulamalar (ders aralarında kesinlikle Türkçe konuĢmanın yasaklanması), seçici ve eleyici bir okul sisteminin genel de göçmenleri ama özellikle Türk göçmenleri sürekli olarak dıĢarıda bırakması, öğrencilerin hangi okula devam edeceklerini belirleyen ve öğretmenlerin etkin olduğu tavsiye sisteminin (Empfehlung) Türk çocuklara karĢı adaletli ve eĢit iĢlememesi gibi durumlar kurumsal ayrımcılığın örnekleri sayılabilir. OECD‘nin yaptığı 2003 PĠSA araĢtırması, Türk ikinci kuĢak göçmen çocuklarının Alman çocuklarla kıyaslandığında durumunun vahim olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin, üniversiteye doğrudan geçme Ģansı sağlayan akademik liseler olan Gymnasium‘a yabancı öğrencilerin ancak % 19 devam edebilirken, bu oran Türklerde daha da düĢük seviyelerde kalmaktadır. Almanya‘da göçmen aileden gelen bu çocukların oldukça kötü durumları Alman okul sisteminin hangi okul tipine devam edileceğini belirleyen göreceli olarak erken karar mekanizmasının sonuçları, göçmen aileler üzerinde çok kuvvetli negatif etkilere sahip olmaktadır (PĠSA 2003). Tamamıyla mesleki eğitime hazırlayan okul tipi olan Hauptschule‘ye giden Türk öğrenci sayısı dramatik bir Ģekilde çok yüksektir: Türk öğrenciler % 50 iken Alman öğrenciler % 21 oranında bu okullara devam etmektedir. Bu Türk öğrencilerden ancak yüzden 10‘dan azı Abitur‘a (yükseköğretime kabul için gerekli olan sertifika) ulaĢabilmektedir. Bu oran Almanlarda yaklaĢık yüzde 26 olmaktadır (Schierup, vd. 2006: 159). Ayrıca, göçmen aileden gelen çocukların mesleki eğitime katılım düzeyleri de aynı yaĢtaki Alman öğrencilere (15-16) oranla çok düĢük kalmaktadır: 1999 da % 68 Alman genç mesleki çıraklık eğitimi görürken bu oran genç yabancılar için % 39 seviyesinde kalmaktadır. Ayrıca, genç Türkler tamircilik, kuaförlük ve tezgâhtarlık gibi daha düĢük nitelikli mesleklere kayıt yaptırdığından eğitimlerinin sonunda iĢ fırsatları bulamamaktadırlar. Bu demektir ki Türk çocukları erken yaĢta mesleki eğitime doğru elenmekte ve bunun sonucunda çoğunlukla göçmen ailelerden gelen çocukların çoğunlukta olduğu okullara gitmektedirler. Eğitimin yapısında okul sertifikaları önemli olmakla birlikte, iĢ piyasası açısında mesleki diplomalar ve nitelikler de önemli yer tutmaktadır. Buna rağmen, ilginç olan, Türkler genellikle Almanya‘da mesleki diploma almakta da yetersiz kalmaktadır. Özellikle öğrenme zorluğu çeken çocuklar için tasarlanan Alman Sonderschule okulu temel olarak göçmen çocuklara hizmet etmektedir. Eğer, bu hiçbir özelliği olmayan okullara devam etmiyorsa, Türk öğrencilerin çoğu ikinci derece ve düĢük düzeyli okullara devam etmektedir (Ünver, 2006: 26). Ayrıca, PISA metin okuma testleri de göstermektedir ki, Almanya‘daki ikinci kuĢak göçmen kökenli öğrenciler ve göçmen kökenine sahip olmayan – yani burada doğup büyüyen ailelerin çocukları arasındaki performans uçurumu, birinci kuĢağa nazaran daha da derinleĢmiĢ durumda. Ġngiltere ve Ġsveç gibi göç alan diğer ülkelerdeyse, ikinci kuĢakla kendileri o ülkeye göç eden birinci kuĢak arasındaki fark çok daha az olmaktadır. Bu sonucun pek çok nedeni olmakla birlikte, bunların büyük bir bölümünün aĢılması tek baĢına eğitim sistemine bağlı değildir. Ancak yine de sorunun teĢhis edilmesi çalıĢmalarına eğitim sistemini de dahil etmek yerinde olacaktır. Hareket alanlarının mümkün olan en iyi Ģekilde değerlendirilebilmesi ve Alman eğitim sistemindeki zayıf noktaların keĢfedilmesi için, sınırların ötesine-uyumun eğitim yoluyla tesis edildiği ülkelere bakmak yararlı olabilir (Gogolin, 2010). 16 Bu da demek oluyor ki nitelikli eğitim veya iĢ piyasasına ulaĢmada bireylerin sahip oldukları vatandaĢlık kartının ya da içinden geldikleri toplumun özellikleri hala Almanya‘da ve dolayısıyla Avrupa Birliği‘nde bir bariyer olarak iĢlev görmektedir. Son PĠSA çalıĢmaları Türk çocuklarının marjinal konumlarının devam ettiğini ve göçmen geçmiĢin ve kökenin eğitim ve emek piyasasına ulaĢmada hala önemli bir engel olarak karĢımızda durmakta olduğunu göstermektedir. ALMANYA‟DA YURTTAġLAR ARASINDAKĠ HAKLAR HĠYERARġĠSĠ II. dünya savaĢı sonrası Almanya oldukça yüksek bir göç akınıyla karĢı karĢıya kalmıĢtır. Her ne kadar Alman yetkililer Almanya‘nın bir göç ülkesi olduğu gerçeğini kabul etmeseler de 1945 ertesinde Almanya en büyük göçü alan ülkelerden birisi olmuĢtur: en az Amerika‘nın aldığı kadar –örneğin 1991 ve 1992 yıllarında yıllık 1,5 milyondan az olmayacak Ģekilde- toplamda yaklaĢık 20 milyon göçmeni kabul etmek durumunda kalmıĢtır. Almanya ile kıyaslayacak olursak, aynı dönemde Amerika 16 milyon göçmen almıĢtır (Faist, 1994). Ancak, iki ülke arasındaki en dikkat çekici fark; Almanya resmi olarak kendisini hiçbir Ģekilde göçmen ülke olarak görmezken, Amerika‘nın kendisini klasik göçmen ülkelerden biri olarak kabul etmesidir (Canefe, 1998). Bir zamanlar Batı Almanya olup Ģimdi birleĢmiĢ olan Almanya‘da, göçmen ülkesi olmayı kabul etmemek Alman ulusal politikalarının bir parçasıydı. Almanya‘ya gelen göçmenlerin en geniĢ grubunu 1945 sonrasında 8 milyon kadarı bulan doğu Almanya‘dan gelen ve 1989‘dan itibaren dağılan Sovyetlerden gelen ve sayıları 2 milyonu bulan ―etnik Almanlar‖ oluĢturmaktadır. Almanya‘da geleneksel olarak göçün 3 kaynağı vardı: Eski Alman topraklarından Sovyetlerden ve Doğu Avrupa‘dan sürülen, kovulan veya eskiden orada esir kalan Etnik Almanlar (Aussiedler, Vertriebener, Fluchtling), Akdeniz ülkelerinden gelen misafir iĢçiler (Gastarbeiter), ve iltica edenler(Asylant) (Canefe, 1998: 525). Bildiğimiz üzere, Almanya uzun süre göçmen ülke olduğunu kabul etmek ve buna yönelik politikalar uygulamak konusunda isteksiz davrandı. Almanya‘nın uzun süre göçmen ülke olduğunu kabul etmemesi, hem eğitim, emek piyasası ve yurttaĢlık meselelerinde kurumsal ayrımcı ve dıĢlayıcı politikalar üretmesine hem de Costant vd. (2009)‘nin ―göçmenlerin etnikleĢmesi‖ dediği reaksiyoner göçmen kimliğinin oluĢmasına katkıda bulundu. Bu noktada tabakalı yurttaĢlık tezi, Almanya‘nın entegrasyon ve göçmen politikalarında ―ayrımcı dıĢlayıcılık‖ sisteminin bir örneği olduğunun altını çizmektedir. Resmi olarak ―etnik Almanlar‖ (Aussiedler) olarak tanımlanan insanlar, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği‘nden 1950‘lerden itibaren gelen ve sayıları 4.4 milyonu bulan eski Almanya topraklarındaki Almanlar, esirler ve ailelerinden oluĢan bir gruptur. 1950 ve 1986 yılları arasında yıllık yaklaĢık 20.000 ve 60.000 arası bir etnik Alman göçmenlerinin akıĢı varken, Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte 1990‘da 400.000 kiĢi Almanya‘ya giriĢ yapmıĢtır (Liebig, 2007: 15). Almanya‘da sürekli ikamet edecekler gözüyle bakılan Etnik Almanlar baĢka göçmenlerin hiçbirine sunulmayan faizsiz kredi, çifte yurttaĢlık, özel ev uygulaması, özel dil ve eğitim programı, çalıĢma hakkı, sigortaya katkılardan muaf tutulmaktadır. Katkı koĢulundan muaf tutuldukları için bedava emekliliğe sahip olma, iĢsizlik ve engelli yardımlarından yararlanma hakları da sağlanmıĢ olmaktadır (Sainsbury, 2006: 236). Liebig (2007) Alman olarak bu etnik göçmenlerin, Alman emek piyasasında diğer göçmenlerden çok daha iyi bir pozisyona ve eriĢim imkanlarına sahip olduğunu vurgulamaktadır. Etnik Almanlar yaĢlarına göre değiĢen 2000-3000 Euro arasında entegrasyon destek ücreti almaktadır. En kapsamlı entegrasyon yardımını alan grup Etnik Almanlar olmuĢ ve diğer göçmenler (ör: aile birleĢmesiyle gelen göçmenler) ancak istisnai durumlarda yardım alabilmektedir. 1953‘te çıkarılan Federal Mülteci ve Sürgün Yasasına göre, etnik Almanların bazı sosyal hizmetlere ayrıcalıklı eriĢimi mümkün olmuĢtur. Ancak, 1991-1992 yılları arasında, devlet bazı haklarda (mesleki eğitim ve dil kursları) belli ölçülerde sınırlamalara ve indirimlere yönelmiĢtir. Buna rağmen, etnik Almanların bu statüye bağlı olan ayrıcalıkları diğer göçmen kategorileri karĢısında hala devam etmektedir. Görüldüğü üzere, kan bağı (jussanguinis) ilkesi hala Alman ulusçuluğunun bir temeli olarak iĢlev görmektedir. Ancak Alman kanından geliyorsanız, Alman olarak kabul ediliyorsunuz. Kimyasal olarak Alman kanı diğer kanlardan farklı olmadığına göre, bunun kanıtı sosyal bir kanıt olmak 17 durumundadır: Örneğin Alman aileden doğmuĢ olma veya evlilik kayıtlarını kanıtlayarak Alman topluluğuna ait olma ve Alman dilinin kullanılması yoluyla kültürel olarak Alman kültürüne aidiyetin gösterilmesiyle mümkün olacaktır. BaĢka bir deyiĢle, Almanya bir kültür-ulustur (kulturnation) ve bu durum 1871‘de geç bir ulus devlet olarak ortaya çıkması ve bunun yarattığı travmanın bir sonucudur. Yüzyıllardır Alman ulusu politik olmaktan ziyade kültüreldir (Castles (1995: 206). Castles ve Miller‘e göre, bu özel göçmenler (etnik Almanlar) diğer göçmenlerle kıyaslandığında oldukça ayrıcalıklı koĢullara sahiptir ancak kırsal geçmiĢleri ve çoğunun Almanca‘yı iyi bilmemesi nedeniyle Almanya‘da yaĢadıkları kültürel Ģok nedeniyle emek piyasası ve sosyal uyumlarında ciddi problemler yaĢamaktadır (aktaran, Kivisto, 2002: 165). Alman-doğumlu Türkler (akıcı Almanca konuĢan, Almanya‘da etkin bir Ģekilde eğitim alan ve çalıĢan ancak henüz yurttaĢlık almamıĢ olan) ile çok sayıdaki etnik Almanlar (Almanya‘ya geldiklerinde Alman dilini veya kültürü çok az veya hiç bilmeyen ancak otomatik olarak yurttaĢlık verilen) arasındaki tezatlık çok çarpıcıdır. Bu durumun hem moral hem de ekonomik olarak haklılaĢtırılması gittikçe daha zor hale gelmektedir (Howard, 2008: 43). Almanya‘da 1990‘larda birçok konuda bir çifte standart yaĢandığını ifade etmek mümkündür. Almanca bilgisi yurttaĢlığın zorunlu bir koĢulu iken, resmi dil kursları temel olarak etnik Alman göçmenlere yönelik olarak organize edilmiĢtir. Almanlar 1997 yılında 3 milyon etnik Alman‘ların entegrasyonunun güvence altına alınması için 1.5 milyar dolar harcarken, Türklerin entegrasyonu için ayrılan kaynak etnik Almanlara harcanan bu milyarlarca dolarlık bütçenin yanına bile yaklaĢamamaktadır. Aynı durum Almanca dil kursu için de geçerlidir. Örneğin, 2000 yılında etnik Alman ve Yahudi göçmenlerin Almanca dilini geliĢtirmek amacıyla, Almanca dil kursuna 150 milyon dolar harcanmıĢken, Türkiye‘li topluluk için hiç bir ciddi kaynak ayrılmamıĢtır. Bununla birlikte. yabancılar dairesi genel sekreterliğine göre, sadece bu grupların dil ihtiyaçlarını karĢılamak için yılda 600 milyon dolara ihtiyaç vardır (Mueller, 2006: 429). Günümüzde Almanya‘da yaĢayan Türkiye‘li göçmenler ve çocuklarının toplumsal yaĢamın bütün alanlarında yeterince temsil edilmedikleri açıkça söylenebilir: Örneğin, Türkiye‘li göçmenler parlamentoda orantısız bir Ģekilde çok az temsil edilmektedir. Ġkincisi, bu göçmenler ve hatta onların Almanya‘da doğmuĢ ve eğitim almıĢ yeni kuĢak çocukları ciddi Ģekilde yüksek bir iĢsizlik yaĢamaktadır. Yine Türkiye kökenli bu göçmenler orantısız bir Ģekilde Sosyal Yardımlara bağlı olarak yaĢamaktadırlar. Bütün bunların sonucunda göçmenler Avrupa‘nın hemen her yerinde ırkçılığa ve ayrımcılığa maruz kalmaktadır ki bu durum ikinci ve üçüncü kuĢak göçmen çocuklarının fırsatlara ulaĢmasını ciddi oranlarda engellemektedir. Bu sorunlara ek olarak Türkiye‘li göçmenlerin çocukları eğitim alanında sürekli ve mutlak bir baĢarısızlık sarmalı içindedir. Yine bu sorunla yakından ilgili olarak, Türkiye‘li göçmenlerin diploma denkliğinin hala büyük ölçüde kabul edilmemesi neticesinde bu göçmenlerin yeteneksizleĢtirilmesi (de-skilling) ve değersizleĢtirilmesi (devaluation) onların marjinal konumunu pekiĢtirmektedir. Almanya‘da Türkiye kökenlilere yönelik çifte yurttaĢlık uygulamasının kabul edilmemesi ve vatandaĢlığa geçiĢ koĢullarının ağır Ģartlara bağlanması (Vicdan Testi gibi bazı eyaletlerde uygulamaya konulan aĢağılayıcı tutum bunun bir örneği olmaktadır) temel yurttaĢlık ve insan hakları konusunda problemler yaratmaktadır. Almanlar ve göçmenler arasında söz konusu olan hiyerarĢinin en altında çoğu zaman Türkler ve iltica baĢvurusu yapan göçmenler bulunuyor. Mevcut Alman yasaları Almanya‘da yarım asırdır yaĢayan göçmenlere karĢı belli alanlarda hukuki olarak ayrımcılık içermektedir. Örneğin, AB pasaportu olanlar ve Almanlara uygulanmayan ama sadece yabancılara uygulanan bazı düzenlemeler söz konusudur: Sosyal hizmetlerin kısıtlanması, Sosyal yardım baĢvurusu kabul edilmeyenlerin sınır dıĢı edilme ihtimali, yüksek öğrenime sınırlı eriĢim vb. Sonuç olarak, üçüncü kuĢak bir genç Türk kökenli Alman Türk vatandaĢlığında kalmayı tercih ederse, Almanya‘da ikamet ederken sosyal yardıma baĢvurduğunda teknik olarak sınır dıĢı edilme ihtimali vardır (Mueller, 2006: 429). Almanya‘daki Türkiyeli misafir iĢçiler, siyasi mülteciler ve diğer mülteciler için yurttaĢlık süreci bu kiĢilerin kültürel olarak asimile olduklarını kanıtlamasına bağlıdır. Ayrıca vatandaĢlık süreci, anayasa bilgisi ve üstünlüğünün kabulü, Almanca dilbilgisi, Alman toplumu ve devletine entegrasyona istekli olmak kadar, sosyal yardıma bağımlı olmamak ve önceki vatandaĢlığın bırakılması Ģartına bağlanmıĢtır (Sainsbury 2006: 234). 18 ÜÇÜNCÜ DÜNYA VATANDAġLARI, FARKLILAġTIRILMIġ HAKLAR VE EMEK PĠYASASINDA DIġLAYICI PRATĠKLER Almanya‘nın göçmen yasaları içinde daha ileri bazı hakların kazanılmasının önkoĢulu, belli Ģartların gerçekleĢtirilmesine bağlıdır ve bu Ģartlar uzun süreli güvenli oturum ve sonuç olarak yurttaĢlığın kazanılmasına hizmet etmektedir. Dolayısıyla, örneğin, tam çalıĢma hakkı kiĢinin yalnızca ekonomik olarak kendi kendine yeterliliğini ispatlamıĢ olması Ģartına bağlanmıĢtır ancak eğer sosyal yardım- bu hakka sahip olsa bile- alıyorsa bir üst düzeydeki hakkın verilmesinden yoksun bırakılmaktadır. Bütün bu zorlu süreçler, aslında hakların nasıl muğlak bir doğasının olduğunu ve hakların kullanılmasının bazı Ģartlara bağlandığına ve bunların da göçmenleri kontrol etmeye yaradığına iĢaret etmektedir. Tablo 1: Avrupa Birliğinde VatandaĢların HiyerarĢisi HiyerarĢi Basamakları DolaĢma Serbestliği ve Haklar AB VatandaĢları Avrupa Ekonomik Bölgesi Ülkeleri +Ġsviçre Diğer Avrupa Ülkelerinde tam oturum, ÇalıĢma, DolaĢım ve Sosyal Yardım Hakkı Yüksek Yetenekli AB Üyesi Olmayan Göçmenler Oturum Hakkı, Sınırlı Düzeyde Aile BirleĢmesi, Sosyal Yardım ve Endüstride ÇalıĢma Hakkı Kısa Dönemli AB vatandaĢı Olmayan Göçmenler Bir Ülkede Sınırlı Oturum Hakkı, Ancak Özel Bir ġirket Tarafından Kiralanırsa Sınırlı ÇalıĢma Hakkı Kaçak Göçmenler Özel Durumlar Hariç Nerdeyse Yok Denecek Kadar Sınırlı ÇalıĢma, Oturum, DolaĢım Hakkı, Enformel Sektörün Önemli TaĢıyıcıları Mülteciler Ġmkansız Düzeyde Sınırlı DolaĢım (Büyük Olasılıkla SınırdıĢı Edilme), ÇalıĢma Ġzni Yok, En Alt Düzeyde YaĢayabilecek Kadar Sosyal Yardım Kaynak: (Garner, 2007) 2000 yılındaki Yeni YurttaĢlık Yasası Almanya‘da kalma koĢulunu 15 yıldan 8 yıla ve Alman vatandaĢın eĢi için 3 yıla indirerek vatandaĢlığı biraz kolaylaĢtırdı ve bazı ironik durumları değiĢtirmiĢ oldu. Ancak bununla birlikte Morris (2000: 227) Almanya‘da vatandaĢlığın hala kendini ekonomik olarak idare edebilme/yeterli geliri kazandığını garanti etme Ģartına bağlı olduğunu ve aile birleĢmelerinin de vatandaĢ olmayanlar için belli ağır sayılabilecek Ģatlara bağlandığını vurgulamaktadır. Geçici iĢçilerin haklarındaki kısıtlamalar ve mültecilerin sınıflanmasının da daha detaylı hale getirilmesi hala devam etmektedir. 2000 yılında değiĢtirilen yurttaĢlık yasasıyla birlikte Alman vatandaĢlığının kazanılmasının eskisine oranla kolaylaĢtırılması çok önemli bir geliĢme olmasına rağmen, Alman toplumunun sahip olduğu ve tarihsel köklere dayanan etno-kültürel (ethno-culturalist) yurttaĢlık bakıĢ açısı, toplumdaki kurumsal anlayıĢa hala hâkim görünmektedir. Bu anlayıĢ, vatandaĢlığı, Alman ırkına kan ve akrabalık mensubiyetiyle ölçen bir anlayıĢtır (Canefe, 1998). Örneğin; Almanya‘da özel ve ayrıcalıklı olarak etnik Almanlara sunulan cömert politika ve pratikler vatandaĢlığın ırksal/kültürel yorumuna dayanan açık ayrımcılığın kanıtlarından birisi olarak değerlendirilebilir. Yani, etnik Almanların bütün haklarıyla birlikte vatandaĢ olarak kabulü vatandaĢlığın diğer göçmenler için konulan belli düzeyde geliri olma veya yardım almama Ģartına bağlanan yurttaĢlık meselesini aĢan ırksal olarak bir aitlik meselesi olduğunun açık bir örneğidir. GeçmiĢte, Almanya misafir iĢçi sisteminde, Türkiyeli göçmenler emek piyasasının en altındaydı ve yükselmeleri çok zor olmaktaydı. Bu göçmenlerin nitelikleri çoğu zaman dikkate alınmıyor ve daha 19 çok sıkıcı ve niteliksiz iĢlerde çalıĢtırılıyorlardı. Erkekler için tipik iĢler araba tamirciliği, inĢaat iĢleri, dökümcülük iken, kadınlar için tekstil, giyim, ve aĢçılık gibi iĢlerdi. Hizmet sektöründeki gastronomi, temizlik ve kamudaki niteliksiz iĢler daha çok Türkiyeli göçmenlerin çalıĢtıkları ―göçmen iĢleri‖ olarak karĢımıza çıkıyordu. (Castlesand Miller, 2003: 206). GeçmiĢteki bu sektörel yığılmanın etkilerinin kısmen hala geçerliliğini söylemek mümkün görünmektedir. Günümüzde ise Almanya‘da iĢ piyasasına ulaĢmak aĢamalandırılmıĢ ve bazılarının eriĢim imkanını güvenceye alan sıkı bir kontrol mevcuttur. (Morris, 2003: 90). Miera‘nın (2008) dikkat çektiği gibi Alman emek piyasasının aĢamalı sisteminde sadece Almanlar ve özel çalıĢma izni olan ―ayrıcalıklı yabancılar‖ (etnik Almanlar, EFTA, Avrupa Ekonomik Bölgesi vatandaĢları) emek piyasasında serbestçe çalıĢmaktadırlar. Üçüncü dünya ülkeleri göçmenleri, ancak altı yıllık sürekli yasal oturum izninden sonra veya sürekli yasal oturum iznini alabilirlerse böyle bir serbest çalıĢma iznine sahip olabilmektedir. Ve en önemlisi, üçüncü dünya ülkelerinin vatandaĢları belli bir iĢ için çalıĢma izni alabilmeleri veya iĢe girebilmeleri, Alman vatandaĢlarının ve ayrıcalıklı yabancıların bu iĢlere baĢvurmamalarına bağlıdır. Üçüncü dünya göçmenlerinin iĢe alınmaları ancak bu ayrıcalıklı grupların değerlendirilmesinden sonra mümkün olabilmektedir. Costant ve diğerlerine göre bahsedilen bu ayrımcı koĢullar nedeniyle göçmenler ―etnikleĢen göçmenler‖ haline gelmektedir. ĠĢçi tüketici ve ebeveyn olarak sivil topluma katılan ancak ekonomik kültürel ve siyasal iliĢkilerden dıĢlanan bir kitleye dönüĢmektedir (Costant, vd., 2009). Almanya iĢ piyasası iĢleyiĢinin en önemli özelliği, iĢ piyasasına tam eriĢime izin verilen ayrıcalıklı izin ile AB vatandaĢları ve öncelikli yabancı vatandaĢlara öncelik veren ve diğerlerine sınırlı hak tanıyan sınırlı izin arasındaki ayrımdır. Ġkinci gruptakilere alternatif iĢ için yalnızca 6 haftaya kadar aktif arama yapmasına izin verilir. Bu ayrım gelen iĢçilerin geliĢ koĢullarındaki sınırlı haklarla birlikte daha da ileri boyutlara varmaktadır. Bu durum sadece üçüncü dünyadan gelen ve iĢ piyasasına aĢamalı eriĢimine izin verilen kiĢileri etkilemektedir ve iĢ piyasasında ―farklılaĢtırılmıĢ hakların‖ geniĢlemesine yol açmaktadır (Morris, 2001: 391). Bu koĢulların doğal sonucu olarak Türkiyeli göçmenler uzun süreden beri ciddi bir boyuta ulaĢan kronik iĢsizlikle karĢı karĢıya kalmaktadır. Örneğin sosyal sigorta (iĢ ve emeklilik) Almanya‘da katkıda bulunma üzerine ĢekillenmiĢtir. Bütün Avrupalı olmayan misafir iĢçiler sosyal sigorta (iĢsizlik, yıpranma bedeli, sağlık yardımı ve emeklilik) hakkına sahip olmaktadır. Ancak, misafir iĢçilerin iĢsiz kaldıklarında, iĢsizlik yardımı alıp almayacakları Federal ĠĢçi Bürosunun (BundesanstaltfürArbeit) kararına bağlıdır. Eğer Federal ĠĢçi Bürosu bu kiĢilerin tekrar iĢ bulamayacağı kanısına varırlarsa, onların iĢsizlik yardımı almalarını reddedilebilmektedir (Samers, 1998: 133-134). Ancak üçüncü dünya vatandaĢı olan ve kısıtlı iĢ iznine sahip kiĢiler ve aileleri yeterli iĢ ve gelir imkanına ulaĢmada olağanüstü zor koĢullara sahiptir (Mueller, 2006: 429). Yalnız burada bir istisnadan söz etmek gerekir: FarklılaĢmanın daha ileri bir boyut kazanmasına yol açan bir durum. Avrupa Topluluğu‘yla Türkiye arasında yapılan anlaĢma sayesinde iĢ piyasasında 4 yıl çalıĢmıĢ olan Türklerin oturum hakları korunabiliyor. Bu anlaĢma Almanya‘dan daha çok diğer üçüncü dünya ülke vatandaĢlarını ilgilendiriyor çünkü Almanya zaten onları misafir iĢçi statüsünde kabul etmiĢtir (Morris, 2001: 391). Dahaönemlisi, AlmanyadaüçüncüdünyavatandaĢlarınınsonradangelenaileleriya da eĢleri ülkelerindeki diplomaların denklikleri ve eski sosyal pozisyonları Kabul edilmediği için ciddi bir Ģekilde ―değersizleĢme‖ (devaluation) ve yeteneksizleĢme (de-skilling) süreçlerine maruz kalmaktadır. Yine örneğin etnik Almanlar geldikler iülkenin diploma denklikleri tamamen Kabul edildiği için böyle bir sorun yaĢamamaktadır. BĠR HÜZÜNLÜ AġK HĠKÂYESĠ: AVRUPA BĠRLĠĞĠNDE AĠLE BĠRLEġMELERĠ Genel olarak bakıldığında, hakların potansiyel olarak aĢamalı hale gelmesi, AB vatandaĢlığı, ulusal yurttaĢlık ve üçüncü dünya vatandaĢlığı statülerine göre farklılaĢtırılan değer sistemiyle mümkün olmaktadır. Buna göre, aile birleĢmesine yönelik Avrupa vatandaĢları için aile kavramı olabildiğince geniĢ tutulurken, Avrupa Ekonomik Birliği bölgesinin iĢçilerinin sadece kalacak yer güvencesini sağlaması yeterli görülmektedir (Morris, 2001: 394).Avrupa Birliği aile birleĢmeleri politikası açısından, 1999‘daki Tampere Deklerasyonu‘nda aile birleĢmeleri ekonomik ve sosyal 20 bütünleĢmeyi kolaylaĢtıran bir Ģey olarak görülüyorken, 2003‘deki Direktifte; göçmen aileleri entegrasyona engel ve sosyal devlete büyük bir maliyet olarak görülmeye baĢlanmıĢtır (Kraler, 2010). Almanya‘da Aile BirleĢmesi uygulamaları her göçmen gruba eĢit bir Ģekilde faydalandırılmamaktadır. Tersine, bu uygulamalar sınıf, etnisite, ulus ve cinsiyet faktörlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Göçmenlerin AvrupalılaĢtırılması ve eĢzamanlı olarak AB, EFTA, Ġsviçre vatandaĢları ve aile üyelerinin hareketlilik haklarının geniĢletilmesi süreci bu eĢitsizlikleri yok etmemektedir. Daha ziyade, aile birleĢmesi politikaları Avrupalı göçmenleri Avrupalı olmayan ülkelerden gelen ve daha yoksul göçmenler karĢısında nadide göçmenler haline getirmekte ve sınıf, ırk ve cinsiyet ayrımını pekiĢtirmektedir (Kraler, 2010: 31). Alman vatandaĢları ve iĢçiler Avrupa Ekonomik Bölgesine ait bir ülkeden geliyorsa eĢleri için hemen ve mutlak bir aile birleĢmesi hakkına sahipken, diğerleri bir süreliğine beklemek ve yeterli güvenceli gelire ve yaĢam mekanına sahip olduklarını kanıtlamakla yükümlüdür (FL, Para. 17., Probationarystatus: Befristete Aufenthaltserlaubnis/FL Para. 15; aktaran, Morris, 2000: 230). Örneğin, Almanya‘da Türkiye‘li göçmen halihazırda misafir iĢçi statüsünde sürekli oturum izni almıĢsa ve tüm ailesinin geçimini sağlayabilecek gelire ve yeterli yaĢam alanına (6 yaĢ veya üzerindeki her bir kiĢi için 12 m2 olarak belirlenmiĢ) sahip olduğu takdirde eĢlerinin Almanya‘ya göç etmesine izin verilmektedir. Diğer çok küçük bir grupta ise 1996‘ya kadar geçerli olmak üzere Alman-olmayan ebeveynlerin küçük çocukları ancak 16 yaĢına kadar anavatanlarında Almanya‘ya ailesinin yanına vizesiz olarak ve sürekli oturum izni koĢulundan muaf olarak kabul edilebiliyordu (Green, 2003: 232). Alman vatandaĢı veya Avrupa Ekonomik Bölgesi vatandaĢları veya iĢçilerinin yabancı eĢleri anında özel bir çalıĢma iznine kavuĢmaktadır ancak yabancı göçmenlerin eĢleri genel (sınırlandırılmıĢ) izin için bile en az 1 yıl, tam çalıĢma izni için ise 4 yıl beklemek zorundadır. Ancak, yaĢam mekanı ve yeterli gelir koĢullarını sağlamak oldukça zordur ve bu konularda herhangi bir yetersizlik eĢlerin izninin yenilenmemesi sonucunu da doğurmaktadır. Almanya‘da 15 Temmuz 2007‘de aile birleĢmesiyle ilgili yeni bir değiĢiklik gündeme gelmiĢtir. Bu değiĢikliğe göre, yurtdıĢında olan eĢlerin Almanya‘ya gelmeden vize alabilmesi için temel Almanca‘yı konuĢabilmesi Ģartı getirilmiĢtir. Bununla birlikte, bu değiĢiklik birçok ayrımcı istisnaları da barındırmaktadır. Buna göre, Avrupa Birliği vatandaĢları ve ABD, Kanada, Japonya ve Güney Kore gibi Almanya için vize Ģartı olmayan vatandaĢlar bu uygulamadan muaf tutulmaktadır. Bunun yanında, vasıflı ve profesyonel olan akademisyenlerin eĢleri de bu uygulamadan muaf tutulmaktadır. Bu noktada ġahin ve AltuntaĢ‘ın (2009: 34) ifade ettiği gibi bu istisnaların dıĢında kalan diğer göçmenler dikkate alındığında, bu değiĢikliğin hedef aldığı geriye kalan göçmenler zavallı üçüncü dünya vatandaĢları ve Türkiyeliler olduğu yeterince açıktır. SONUÇ VE ÖNERĠLER Bugün Avrupa‘da ve diğer yerlerde yurttaĢlık, zengin devletleri fakir göçmenlerden koruyan ve toplumsal kapanımın güçlü bir aracı haline gelmektedir. YurttaĢlık aynı zamanda her bir devletin yurttaĢla yabancı arasında meĢru ve ideolojik sınır oluĢturması nedeniyle devletlerin içinde de kapanıma yol açan bir araçtır (Jorgensen, 2008).Sonuç olarak, her devlet belli sorumlulukları olduğu kadar belli hak ve faydaları muhafaza ederek, kendi yurttaĢları ve yabancı oturumu olanlar arasında bir ayrım yapar. Çünkü bazı göçmenlerin göçmen statüsünde kalarak ülkede süresiz olarak kalmalarına izin verilmesi, ancak onları siyasal alanın dıĢında bırakarak ve toplumsal ve ekonomik hayata ise neredeyse yurttaĢlarla benzer koĢullarda katılmalarını sağlayarak söz konusu olmaktadır. Avrupa Birliği ulus-üstü bir kurum olarak çoğunlukla üçüncü dünya göçmenlerinin aleyhine iĢleyen hiyerarĢik bir yapıya sahiptir. Aslında ayrımcılık Avrupa topluluğunun doğasında bulunmaktadır çünkü AB içindeki her ülkeyi açık bir Ģekilde eĢitsiz haklarla bezenmiĢ iki tür yabancı tanımlamaya yöneltmektedir. GeliĢen AB yapıları- özellikle bireysel hareketlilik, sınır kontrolleri, sosyal haklar vb. Konularda- bu eĢitsizlik eğilimlerini/durumunu keskinleĢtirmektedir (Balibar, 1991: 6). Böylece, Avrupa topluluğunun içindekiler ve dıĢındakiler ayrımı, açık veya gizli çatıĢmaların merkezi haline gelmektedir. 21 II. Dünya SavaĢı sonrasında ekonomik ihtiyaçların yarattığı krizlerle ve büyük ölçekli kitlesel göçmen akınıyla karĢılaĢan Avrupa devletleri bu duruma iki Ģekilde karĢılık vermiĢtir. Avrupa devletleri birinci olarak, polisiye ve güvenlik tedbirleri yoluyla ülkelere giriĢlerde göçmenlere sıkı kontrol ve seçme mekanizmaları inĢa etmiĢtir. Ġkinciolarakise, bu ülkeler yasalar yoluyla göçmenlere yönelik olarak hakları farklılaĢtırmıĢ ve tabakalı hale getirmiĢlerdir. Bu noktada, bu iki mekanizma, bugüne kadar Avrupa ülkelerinin göçmen ve entegrasyon politikalarının ana iskeletini oluĢturmaktadır. Sınırlarda veya ülke içerisinde fiziksel kontrol ve bununla iliĢkili pratikler (sınır dıĢı etme, yurttaĢlıktan çıkarma ve tutuklama vb.) hala önemini korumasına rağmen, çağdaĢ dünyada göçmenlerin idaresi; genellikle farklılaĢtırılmıĢ hakların ve farklı göçmen kategorilerin dağıtılması yoluyla sürdürülmektedir. Bu farklılaĢtırılmıĢ hiyerarĢik hakların verilmesi, çeĢitli mekanizmalar yoluyla milliyet, beceri düzeyi, sosyoekonomik durum ve cinsiyet gibi faktörler üzerinden yürütülmektedir. Sonuç olarak, günümüz göç ve entegrasyon politikaları ve idaresi, göçmenlerin kabulü, oturum, çalıĢma, sosyal haklar vb. açılardan farklı statülerin ve iliĢkili haklar grubunun çoğaltılması, birbirinden ayrıĢtırılması ve çeliĢmesini içeren tabakalı yurttaĢlık sistemini ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla, ―tabakalı yurttaĢlık‖ kavramı bazı özel göçmen grupların haklarının geniĢletilmesi veya daraltılmasına yol açan bir sistem olarak değerlendirilebilir. Paradoksal olarak, Almanya`da göçmen ve onların çocuklarının Almanya`da doğup, yetiĢip eğitim almalarına rağmen kurumsal bir ayrımcılığa maruz kalmaları, hala ciddi bir olasılık olarak karĢımızda durmaktadır.BaĢka bir deyiĢle, Almanya‘da doğmuĢ, eğitim almıĢ ve sosyalleĢmiĢ olmasına rağmen, üçüncü kuĢak Türk gençleri farklı ayrımcılık kategorileriyle tanımlanmakta ve bu kuĢak bile entegre olmamak gibi bir suçlamayla karĢılaĢabilmektedir. Hâlbuki bu gençler entegrasyon paradigmasıyla anlaĢılamazlar çünkü göçmen değiller. Bu çalıĢma açısından sorun, üçüncü veya sonraki kuĢakların entegrasyonun gerçekleĢip gerçekleĢmeyeceği değil, bu entegrasyonun Alman toplumunun hangi kesiminde ve hangi ölçüde gerçekleĢeceğidir. Yani, Türk göçmenlerinin çocukları için sorun artık Almanya`da kalmaları ya da Türkiye‘ye dönüp dönmeyecekleri değil, onların kültürler arası yetenekleri ve kimliklerinin güvenli bir Ģekilde yaĢayabileceği alanların nasıl oluĢturulacağı sorunudur. Günümüzde, Türklerle birlikte üçüncü dünya vatandaĢları ve onların çocuklarını sosyal hayatın her alanına katılım hakları ve kaynaklara ulaĢma açılarından Avrupalı vatandaĢlar (etnik Almanlar dahil) ile eĢit hale getirmek göçmen politikalarının ajandalarına alması gereken en acil sorunlardan biridir. Özellikle, göçmenlere aĢağı haklar ve statüler veren bu tabakalı yurttaĢlık sisteminin ortadan kaldırılması göçmenlerin ve onların çocuklarının marjinalleĢmesinin ve dıĢlanmalarını da bir nebze hafifletecektir. Çünkü, bugün Avrupa Birliği ülkelerinde göçmenlerin ve çocuklarının emek piyasasına eriĢim, aile birleĢmeleri, vatandaĢlık alma hakkı vb. bazı haklara ulaĢma konusunda açıktan sınırlılıklara sahip olması, ırk ve kültür gibi kriterler yoluyla değil, yurttaĢlık açısından tarif edilmektedir. Ancak, bu kapsamdaki politikalar daha çok üçüncü dünya uluslarının vatandaĢlarını hedef almaktadır ve onların çalıĢma fırsatlarını ve hizmetlere ulaĢmalarını etkileyecek Ģekilde meĢru haklarından yoksun kalmalarına yol açmaktadır. Özellikle, vize uygulamaları, emek piyasasına ve kaynaklara ulaĢma kısıtları, sınır kontrolleri ve diğer resmi olmayan uygulamalar ve kurumsal tedbirler vb. ister göçmen isterse de vatandaĢ statüsünde olsun üçüncü dünya vatandaĢlarının hak mahrumiyetlerine ve trajedilerine neden olmaya devam etmektedir. 22 KAYNAKÇA Abadan-Unat, N. (1992). ―East-West vs. South-North Migration: EffectsupontheRecruitmentAreas of the 1960s‖, International Migration Review, Vol. 26, No. 2, Special Issue: The New Europe and International Migration (Summer), pp: 401-412 Balibar. E. (1991). ―Es GibtKeinenStaat in Europa: RacismandPolitics in Europe Today,‖ New LeftReview, Cilt: 186 (1), s. 5-19. Brubaker, R.W. (1992).CitizenshipandNationhood in France and Germany (Cambridge, MA, Harvard UniversityPress). Canefe, N. (1998). ―Citizensversuspermanentguests: culturalmemoryandcitizenshiplaws in a reunifed Germany‖, CitizenshipStudies, cilt: 2(3), s. 519–544. Castles, S. (1995). "How Nation-statesRespondtoImmigrationandEthnicDiversity," New Community, cilt: 21(3), s. 293-308. Castles, S.,Miller, M. J. (2003).The Age of Migration: International PopulationMovements in the Modern World (Third edition). Basingstoke: Palgrave-Macmillan. Constant, A. vd., (2009). ―EthnocizingImmigrants,‖Journal of EconomicBehavior&Organization, cilt: 69 (3), s. 274-287. Crul, M, Schneider, J (2009). ―Children of TurkishImmigrants in Germany andtheNetherlands: TheImpact of Differences in VocationalandAcademicTrackingSystems,‖ TeachersCollegeRecordVolume 111, Number 6, June, pp. 1508–1527. Diefenbach, H. (2002).GenderIdeologies, RelativeResources, andtheDivision of Housework in IntimateRelationships: A Test of HymanRodman'sTheory of Resources CulturalContextInternational Journal of ComparativeSociologyFebruary ,43, pp45-64. in Faist, T. (1994). ―Immigration, integrationandtheethnicization of politics: A review of Germanliterature”, EuropeanJournal of PoliticalResearch, cilt. 25,s. 439-459. Garner, S (2007). ―The European Union and Racialization of the Immigration, 1985-2006,‖Race /Ethnicity, vol. 1, no. 1, pp:61-87 Green, S. (2003). ―Legal Status of Turks in Germany‖, Immigrants&Minorities, cilt: 22 (2 & 3), s. 228-246. Gogolin, I (2009). ‗‗Bildungsprache‘- TheImportance of Teaching Language in Every School Subject‖ in ScienceEducationUnlimited: ApproachestoEqualOpportunities in Learning Science, Tajmel T. andStarl K, (eds) (WaxmannVerlagGmbH, Munster) pp. 91-105 Gomolla, M.,Radtke, F. O. (2007). InstiutionelleDiskriminierung: DieHerstellungethnischerDifferenz in der Schule [Institutionaldiscrimination: Theproduction of ethnicdifference in schools]. 2nd ed. Wiesbaden, Germany: VS VerlagfurSozialwissenschaften. Howard, M. M. (2008). ―TheCausesandConsequences of Germany‘s New CitizenshipLaw‖, GermanPolitics, cilt: 7(1), s.41–62. Ignatieff, M. (1987).‖TheMyth of Citizenship‖, Queen`sLawJournal, cilt:12, s. 399-420. Jorgensen, M. B. (2008).NationalandTransnationalIdentities: TurkishOrganisingProcessesand Identity Construction in Denmark, Swedenand Germany, unpublishedphDdissertation http://www.alevi.dk/ENGELSK/MBJ%20afhandling%20alevi%20org.pdf (eriĢim tarihi: 02/02/2010). Kivisto, P. (2002).Multiculturalism in a Global Society (Oxford: Blackwell) Kraler, A. (2010). ―Civic Stratification, Gender and Family Migration Policies in Europe‖, Final Report, International Centre for Migration Policy Development (ICMPD). Liebig, T. (2007). ―TheLabor Market Integration of Immigrants in Germany‖, OECD Social, 23 Employmentand Migration WorkingPapers, No. 47, OECD Publishing. Lockwood, D. (1996). ―Civic Integration and Class Formation Source‖ The British Journal of Sociology, cilt: 47(3), Special IssueforLockwood (Sep.), s. 531-550. Meier, Gabriela S. (2010) ―Two-wayimmersioneducation in Germany: bridgingthelinguisticgap‖, International Journal of BilingualEducationandBilingualism, 13: 4, 419 — 437 Miera, F (2008). ―Country Report on Education: Germany‖, http://emilie.eliamep.gr/wpcontent/uploads/2009/08/edumigrom_backgroundpaper_germany_ educ.pdf (eriĢim tarihi: 11/07/2011). Morris, L. (1997). ―A Cluster of Contradictions: ThePolitics of Migration in theEuropeanUnion‖, Sociology, cilt: 31, s. 241-259. Morris, L. (2000) Rightsandcontrols in themanagement of migration: thecase of Germany, SociologicalReview, cilt: 48(2), s.224-240. Morris, L. (2001). ―StratifiedRightsandThe Management of Migration: Nationaldistinctiveness in Europe‖, EuropeanSocieties, cilt: 3(4), s.387-411. Morris, L. (2002).Managing Migration: CivicStratificationandMigrantsRights, London: Routledge Morris, L.(2003). ―ManagingContradiction: CivicStratificationandMigrants' Rights‖, The International Migration Review, cilt: 37(1), s.74-100 Morris, L. (2007). ―New Labour‘sCommunity of Rights: Welfare, ImmigrationandAsylum‖, Journal of SocialPolicy, cilt: 36(1), s.39–57 Mueller, C. (2006). ―IntegratingTurkishCommunities: PopulationResearchPolicyReview, cilt: 25, s. 419–441. a German Dilemma‖, Sainsbury, D. (2006). ―Immigrants‘ SocialRights in ComparativePerspective: WelfareRegimes, Forms of ImmigrationandImmigrationPolicyRegimes‖,Journal of EuropeanSocialPolicy0958-9287; cilt: 16(3), s.229–244 Samers, M. (1998). ―Immigration, `EthnicMinorities', and `SocialExclusion' in theEuropeanUnion: A Critical Perspective‖, Geoforum, cil:29, s.123-144. Schierup, C, U et al. (2006). Migration, Citizenship, andtheEuropeanWelfareState – A European Dilemma (New York: OUP) ġahin, B., AltuntaĢ, N. (2009). ―BetweenEnlightenedExclusionandConscientiousInclusion: ToleratingtheMuslims in Germany‖, Journal of MuslimMinorityAffairs, cilt: 29(1), s.27-41. Thomson, M., Crul, M. (2007). ―The Second Generation in Europe andthe United States: How is theTransatlanticDebateRelevantforFurtherResearch on theEuropean Second Generation?‖ Journal of Ethnicand Migration Studies,Vol. 33, No. 7, September, pp. 1025 -1041 Ünver, O. C. (2006). ―CurrentDiscussions in theGerman Integration Debate, TheCulturalistVision vs. SocialEquity? Revueeuropéennedesmigrationsinternationales,vol. 22,3, pp. 23-38. Worbs, S. (2003). ―The Second Generation in Germany: Between School andLabor Market‖, International Migration Review, Vol. 37, No. 4, TheFuture of the Second Generation: The Integration of MigrantYouth in SixEuropeanCountries (Winter), 1011-1038. 24 SOSYOLOJĠDE YENĠ BĠR ALAN: HAKLAR SOSYOLOJĠSĠ Funda KARAPEHLĠVAN ġENEL1 ÖZET Haklar sosyolojisi, sosyoloji disiplini içinde yaklaĢık yirmi yıldır geliĢmekte olan yeni bir alandır. Ġnsan hakları bugüne kadar hukuk, siyaset bilimi ve felsefenin bir alanı olarak kabul görmüĢ ve çoğunlukla bu disiplinler altında çalıĢılmıĢ, tartıĢılmıĢtır. Her ne kadar haklar sosyolojisi üzerine yapılan kuramsal, yöntemsel ve ampirik çalıĢmalar, özellikle son on yıl içinde hızla artmıĢ olsa da sosyoloji, haklar konusuna, özellikle evrensel insan hakları düĢüncesine, kısa bir süre öncesine kadar Ģüphe ile yaklaĢmıĢtır. Bu Ģüpheci yaklaĢımdan yola çıkarak, bu bildiride önce haklar sosyolojisinin geliĢmesinin önündeki zorluklar üzerinde durulacaktır. Bu amaçla, insan haklarının normatif ölçütler olarak kavramlaĢtırılıp ampirik olarak çalıĢılmasının sosyologlar için yarattığı güçlüklere dikkat çekilecektir. Sonra da sosyolojinin insan hakları alanına yapabileceği katkılar tartıĢmaya açılacaktır. Sosyolojinin haklarla iliĢkili olarak üzerinde durduğu konulardan biri, normatif insan hakları ilkeleri ve bunların pratikte uygulanması arasındaki farkları göstermektir. Anahtar Kelimeler: haklar sosyolojisi, insan hakları, normatif insan hakları ilkeleri ve pratiği ABSTRACT Sociology of rights, a new field within the sociology disipline, has been developing for the last twenty years. Until now the subject of human rights has been mainly studied and discussed under the disiplines of law, political science and philosophy. Although there has been a recent expansion of academic interest in the theory and practice of Rights within sociology, its approach to rights has remained sceptical until recently. Therefore, a specifically sociological approach to this topic (rather than a legal or political science approach) has yet to develop. This paper aims to contribute to the emerging field of sociology of human rights by drawing the various discussions raised by sociologists especially in the last twenty years. I will try to introduce the difficulties faced by the sociologist because of this sceptical approach and then discuss the possible contributions of a sociology of human rights for the implementation of these rights. Keywords: sociology of human rights, normative human rights principles and practice GĠRĠġ Haklar sosyolojisi, sosyoloji disiplini içinde yaklaĢık yirmi yıldır geliĢmekte olan yeni bir alandır.Ġnsan hakları bugüne kadar hukuk, siyaset bilimi ve felsefenin bir alanı olarak kabul görmüĢ ve çoğunlukla bu disiplinler altında çalıĢılmıĢ, tartıĢılmıĢtır. Her ne kadar haklar sosyolojisi üzerine yapılan kuramsal, yöntemsel ve ampirik çalıĢmalar, özellikle son on yıl içinde hızla artmıĢ olsa da sosyoloji, haklar konusuna, özellikle evrensel insan hakları düĢüncesine, kısa bir süre öncesine kadar Ģüphe ile yaklaĢmıĢtır. Bu bildiride insan hakları sosyolojisi içindeki temel tartıĢmalara ve belli baĢlı yaklaĢımlara değinerek bu tartıĢmaların sürdürülmesine ve geliĢtirilmesine katkıda bulunmayı amaçlıyorum. Bu tartıĢmalardan belli baĢlıları Ģunlardır: Hakların kaynağı üzerine yapılan doğal haklar- pozitif haklar tartıĢması ve temelcilik-toplumsal kurmacılık tartıĢma ekseni; hakları medeni ve siyasal haklar ve ekonomik, kültürel ve sosyal haklar olarak konularına göre ayıran ve bu gruplandırmalardan birine öncelik veren ya da bu hakları birbirine bağımlı ve ayrılmaz gören tartıĢmalar; bu tartıĢma ekseni ile bağlantılı olarak hakları olumlu ve olumsuz olarak ayırıp devletin haklar karĢısındaki konumu üzerine yapılan tartıĢmalar; hakların evrenselliğine karĢı kültürel göreceliğini öne süren tartıĢma ekseni ve özellikle sosyoloji içindeki önemli bir diğer tartıĢma alanı olan, hakların kuramı ve pratiği arasındaki farklara yoğunlaĢan tartıĢmalar. 1 Dr., Marmara Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected]. 25 ĠNSAN HAKLARININ TARĠHSEL GELĠġĠMĠ Tarihsel olarak insan hakları düĢüncesi köklerini doğal haklar hukukunda bulabileceğimiz doğal haklar anlayıĢından doğmuĢtur. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776) ve Fransız Ġnsan ve YurttaĢ Hakları Bildirgesi (1789) temellerini John Locke ve Thomas Paine'nin doğal haklar kuramından almıĢlardır. Evrensel insan hakları söyleminin geliĢim çizgisi, bu söylemin içinden çıktığı toplumsal ve siyasal iliĢkilerin devrilmesinde rol oynadığını göstermektedir (Benton, 1993:100). Ancak doğal haklar düĢüncesi bir yandan eski rejimin yıkılması için gerekçe sağlarken, diğer yandan yeni egemen grupların çıkarlarının meĢrulaĢtırılmasında rol oynamıĢtır (Evans, 1998:4). Doğal haklar düĢüncesine göre, bireylerin belli haklara sahip olması onların yalnızca doğal insanlar olmalarından kaynaklanır. Sadece bu düĢüncenin bile daha sonra ki insan hakları anlayıĢının geliĢmesinde önemli etkisi olmuĢtur. Doğal haklar kuramının en iyi bilenen savunucusu olan John Locke'a göre insanlar doğa tarafından doğuĢtan gelen yaĢam, özgürlük ve mülkiyet haklarıyla donatılmıĢlardır. Bu haklar, insanın kendisine aittir ve devlet tarafından kaldırılıp feshedilemezler (Davidson, 1993:27; Freeman, 1988:4; Heywood, 1992:34). Doğal haklar kuramının amacı bireyleri, özellikle devletin gücünü kötüye kullanmasına karĢı korumaktır. Bu nedenle, doğal haklar öncelikle siyasal iktidar üzerinde bir kontrol mekanizması olarak ileri sürülmüĢlerdir. Bu anlayıĢa göre, insanların doğal haklarına saygı göstermeyen bir hükümet yönetme hakkını kaybedecektir (Jones, 1994:3). Evrensel insan hakları söylemi ondokuzuncu ve yirminci yüzyılın toplumsal ve ekonomik baskılara ve siyasal zorbalıklara karĢı yapılan mücadelelerinde radikal bir rol oynamıĢtır (Benton, 1993:100). Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru iĢçi sınıflarının farklı türde haklar için yaptığı mücadeleler sonucunda, çalıĢma saatlerini kısaltıp çalıĢma koĢullarını iyileĢtiren fabrika yasaları çıkarılmıĢtır. Kamu sağlığı yasaları Ģehirlerin sağlık için en büyük tehditlerden kurtulmalarına olanak sağlamıĢ; sosyal güvence yasalarıyla emeklilik hakkı ve gereksinimi olanlar için hastalık izni hakkı kazanılmıĢtır. Ondokuzuncu yüzyıl aynı zamanda insan haklarının uluslararası boyutta ilk kez korunmaya alınmasının da doğuĢuna tanıklık etmiĢtir. 1885'teki Berlin Konferansı'nda Avrupa devletleri bütün köle ticaretini yasaklamayı kabul etmiĢtir. Birinci Dünya SavaĢı'ndan sonra Britanya, Fransa ve Amerika BirleĢik Devletleri gelecekte ortaya çıkabilecek saldırganlıkları önlemek amacıyla Milletler Cemiyeti'nin kurulması üzerinde uzlaĢmıĢtır. Ancak, savaĢ sonrasının bütün umutları Ġtalya ve Almanya'da faĢizmin yükseliĢi ve Ġkinci Dünya SavaĢı sırasında yaĢanan vahĢet karĢısında kaybolmuĢtur (Freeman, 1988:6-9; Weissbrodt, 1988:1-2). Ġnsan haklarının geliĢiminin bu erken döneminde söylem 'erkek' hakları üzerinde yükselmiĢ; bu da kadınların, çocukların ve bazı erkeklerin insan haklarından dıĢlanması anlamına gelmiĢtir. Ġkinci Dünya SavaĢı sonrası, insan hakları kavramının küresel bir söylem olarak kabul edilmeye baĢlandığı dönem olmuĢtur. Amerika BirleĢik Devletleri, Ġkinci Dünya SavaĢı'ndan ekonomik ve askeri süper güç olarak çıkmıĢ ve BirleĢmiĢ Milletler'in kurulmasında merkezi bir rol oynayarak insan hakları söyleminin yeniden yükseliĢinde etkili olmuĢtur. Anthony Woodiwiss'e göre insan haklarının doğuĢunun uyuĢmayan ama yine de birbirini tamamlayıcı iki yönü vardır: Birincisi T. H. Marshall'ın (1949) sosyal haklar diye adlandırdığı hakların doğuĢudur; ikincisi de faĢizmin yükseliĢi ve faĢizmin insanlığa karĢı iĢlediği suçlara gösterilen geç kalmıĢ nefrettir (2005:80). ÇeĢitli yazarlar insan haklarının tanımı ve doğası hakkında çok farklı görüĢler ve kuramlar geliĢtirmiĢlerdir2. Ancak bu yazarların hemen hemen hepsinin üzerinde anlaĢtığı nokta, insan haklarının Ġkinci Dünya SavaĢı'ndan sonra evrensel bir ilgi alanı haline gelmiĢ olduğudur. KarmaĢık ve giderek geniĢleyen insan hakları sistemi ile BirleĢmiĢ Milletler bu küresel ilginin en önemli göstergesidir. BirleĢmiĢ Milletler, uluslararası insan hakları hukukunun üye ülkelerin temsilcileri tarafından görüĢüldüğü ve üzerinde anlaĢıldığı temel mercidir. BirleĢmiĢ Milletler insan hakları koruma sistemi, çeĢitli unsurlardan oluĢmuĢ karmaĢık bir yapıdır. Bu yapıyı oluĢturan unsurlar arasında yasal olarak bağlıyıcı uluslararası antlaĢmalar, yasal olarak bağlayıcı olmayan deklerasyonlar ve belgeler yanında, özel raportörler, uzmanlar, çalıĢma grupları, komiteler, sözleĢme organları vardır. 2 Farklı insan hakları kuramları üzerine ayrıntılı tartıĢmalar için bkz. Shute and Hurley, 1994; Waldron, 1984; Douzinas, 2000; Freeman, 2002; Falk, Elver and Hajjar, 2007; Galtung, 2013. 26 Bu karmaĢık yapı bütün unsurlarıyla birlikte insan haklarının korunması ve yaĢama geçirilmesi için çeĢitli Ģekillerde faaliyet gösterir (Mertus, 2005:3). ĠNSAN HAKLARI SOSYOLOJĠSĠ Siyaset bilimi, hukuk ve felsefe yakın zamanlara kadar insan hakları çalıĢmalarında hegemonik bir rol oynamıĢtır. Buna karĢılık, sosyolojinin haklar konusunda kısa süre öncesine kadar sessiz kaldığını görüyoruz. Bryan Turner, 1993‘te yayınlanan ve insan hakları sosyolojisinin önünü açan makalesinde insan hakları çözümlemesinin sosyoloji için bir sorun oluĢturmasının nedeninin, sosyolojinin evrensel insan haklarının toplumsal varlığı düĢüncesine Ģüphe ile yaklaĢması olduğunu ileri sürer. Ancak son yirmi yıl içinde artan çalıĢmalar, insan hakları sosyolojisinin yeni bir çalıĢma alanı olarak ortaya çıktığını göstermektedir. Robert Fine'a göre sosyolojinin artan bu ilgisi, insan haklarının toplumsal ve siyasi alanların önemli bir parçası haline gelmesinden kaynaklanmaktadır. Sosyolojinin normatif haklar konusundaki Ģüpheciliğinin kökenleri klasik sosyal kuramcılara kadar gider. Doğal hukukun çöküĢünü ilan edip modern hukuku rasyonelleĢmiĢ bir sistem olarak eleĢtiren Weber; bireysel hakları burjuva ideolojisinin bir parçası olarak gören Marx ve hukuk ve haklara pozitivist bir yaklaĢımı olan Durkheim gibi klasik sosyoloji kuramcılarının mirası insan hakları sosyolojisinin geç geliĢmesinde önemli bir faktör olmuĢtur. Yalnızca insan olunduğu için haklara sahip olma düĢüncesi bu kuramcılara göre felsefi ve hatta daha da kötüsü ideolojik bir soyutlanmadan ibarettir. Durkheim, Marx ve Weber insan haklarının evrensel ve normatif bir temeli olması olasılığına Ģüpheyle yaklaĢmıĢlardır. Onlar hukuk ve ahlakın toplumsal yapıların geliĢmesindeki özel rolü üzerinde durmuĢlardır. Aynı zamanda insan haklarının tarih dıĢına çıkarılmasını ve liberal bireycilikle iliĢkilendirilmesini eleĢtirmiĢ ve insan haklarıyla ilgili tartıĢmaların devletin ve toplumun bu haklardan yararlanılmasını garanti etme kapasitesiyle iliĢkilendirilmesi gerektiğini savunmuĢlardır. 1990'ların baĢında Bryan Turner (1993) ile Malcolm Waters (1996) arasındaki tartıĢma insan haklarının sosyolojik analizinin öncüsü olmuĢtur. Bu tartıĢma iki farklı yaklaĢımın - temelcilik ile toplumsal kurmacılık - örneğini vermesi açısından da önemlidir. Turner sosyolojinin bir disiplin olarak çağdaĢ bir haklar kuramı için gözle görülür bir temeli olmadığını ileri sürer ve bu sorunu haklar için ontolojik bir temel bulmaya çalıĢarak çözmeye uğraĢır. Ona göre sosyoloji, insan hakları analizini insan bedeninin zayıflığı, toplumsal kurumların istikrarsızlığı ve empati düĢüncelerinin bir kombinasyonu üzerine dayandırabilir. Öte yandan Waters (1996:596), Turner'a yanıtında sosyologlar için önemli olanın insan haklarının ve insan hakları kurumlarının nasıl toplumsal olarak kurulduklarını açıklamak olduğunu ileri sürer. Waters'a göre insan haklarının toplumsal kurmacı kuramı, hakların kurumsallaĢmasını politik çıkarlar arasındaki güçler dengesinin bir ürünü olarak görür. Benzeri bir perspektiften Lydia Morris (2006:10), hakların analizi için pratiğe dayalı bir yaklaĢım önerir. Ona göre, sosyoloji hakların ontolojik bir temelini oluĢturmak yerine, hakların pratiğine odaklanmalıdır. Morris (2006:13) hakların sosyolojik çalıĢması içerisinde dört farklı yaklaĢımdan söz edilebileceğini ileri sürer. Bunlar: politik ekonomi yaklaĢımı, statüler, normlar ve kurumlara odaklanan yaklaĢım, hakların anlamına ve yorumuna odaklanan yaklaĢım ve haklar arasındaki çatıĢmalara vurgu yapan yaklaĢımdır. Ben bu yaklaĢımlardan politik ekonomi yaklaĢımını benimsiyorum. Bildirimin bundan sonra ki kısmında bu yaklaĢım üzerinde duracağım. Bu yaklaĢım, toplumsal yaĢamı biçimlendiren politik ve ekonomik iliĢkilerin odak alınarak toplumsal oluĢumun bir bütün olarak anlaĢılmasının gerekliliğini savunur ve insan haklarının analizi için toplum içindeki güç iliĢkilerinin ve yapısal eĢitsizliklerin çözümlenmesinin gerekli olduğunu ileri sürer. Ġkinci Dünya SavaĢı'ndan sonra insan hakları kavramı çerçevesinde ve kuramındaki geniĢlemeye rağmen, insan haklarının formel ve ampirik algılanıĢı arasında önemli bir açık olagelmiĢtir. Formel düzeyde haklar hem geniĢ anlamda tanımlanmıĢ ve evrensel olarak kabul edilmiĢler, hem de ayrılmaz ve birbirine bağlı parçalar olarak görülmüĢlerdir. Ancak ampirik düzeyde insan haklarının çok daha sınırlı ve seçici bir uygulamasıyla karĢılaĢırız. Bir baĢka deyiĢle, haklar kağıt üzerinde kabul edilmelerine rağmen gerçekte bu haklardan faydalanılması çok sınırlı olabilmektedir. Örneğin normatif düzeyde sağlık hakkı, kaynakların kullanıma hazır olduğunu ve adil dağıtıldığını öngörür. Ancak ampirik olarak kaynakların kullanımı ile baĢarılı sağlık politikaları arasındaki iliĢkinin bu kadar 27 basit olmadığını ve ayrıntılı araĢtırmalar gerektirdiğini biliyoruz. Günümüzde sağlık hizmetleri formel olarak herkesin kullanımına açık olsa bile, parası çok olan daha iyi sağlık hizmeti almaktadır. Bu durum eğitim hizmetleri için de geçerlidir. Yani eĢzamanlı olarak hakların hem varlığından hem de yokluğundan söz edebiliriz. Morris'e göre hakların korunması gerektiğinin kabulü ve bu kabulün gerçekleĢmesi arasındaki fark insan haklarını sosyolojik olarak ilginç kılar. Bir diğer deyiĢle, hakların kabulü ve gerçekleĢtirilmesi arasındaki bu fark sosyolojinin ilgi alanını oluĢturur. Benton'a (2006) göre de soyut ve somut haklar arasındaki bu karĢıtlık liberal hak anlayıĢının sosyolojik eleĢtirisinin merkezinde yer alır. Benton'a (1993, 2006) göre, eğer bireyler pratikte hakları kullanmak için gerekli yetenek ve kaynaklardan yoksun iseler, haklar yalnızca soyut ve etkisiz kalırlar. Hakların kabulü ve gerçekleĢmesi arasındaki bu fark insan hakları sosyolojisini hakların daha iyi gerçekleĢebilmesi için önemli kılar. Ġnsan haklarına yalnızca hukuki açıdan yaklaĢılması sosyo-ekonomik ve toplumsal kimliklerin görmezden gelinmesine yol açabilir. Bu nedenle hukukun yukarıdan bakan dar kapsamının dıĢına çıkılıp yasal insan hakları ilkeleri bu hakların sosyolojik analizleriyle desteklenmelidir. Yani hakların liberal-bireyci formülü ve uygulamasının sosyolojik eleĢtirisi bireylerin sahip oldukları yeteneklerin ve kaynakların geniĢletilmesi ve eĢitlenmesi üzerine odaklanmalıdır. Diane Elson (2006:105) bunu 'dönüĢtürücü eĢitlik' olarak adlandırır. DönüĢtürü eĢitlik, Nancy Fraser'ın kavramlaĢtırmaları olan dönüĢtürücü bölüĢüm ve dönüĢtürücü tanımayı içerir. Fraser'ın (1995) bölüĢüm ve tanıma üzerine yaptığı analizler haklardan yararlanmanın önünde engel oluĢturan ekonomik ve kültürel eĢitsizlikler arasındaki etkileĢimi göstermesi bakımından çok önemlidir. SONUÇ Haklar üzerine yapılan sosyolojik çalıĢmalar, eĢit hakların eĢit sonuçlar doğurmadığını ve hakların yasallaĢmasının her zaman ezilenleri güçlendirmediğini göstermiĢtir. Sosyoloji, hukuki normların neden toplumsal gerçekliğe yansımadığını anlamamıza yardım eder. Ġnsan hakları karmaĢık bir olgudur ve yalnızca hukuk ve felsefe merceğinden bakarak anlaĢılamazlar. Sosyoloji insan haklarını tarihsel ve toplumsal bağlamı içine yerleĢtirmeye ve bu koĢullar içinde anlamaya ve anlamlandırmaya çalıĢır. Böylece örneğin insan hakları ihlallerinin neden gerçekleĢtiğini açıklamaya çalıĢır, yasal sistemlerin sınırlılıklarını ortaya koyar. Ġnsan hakları sosyolojisi perspektifinden haklardan yararlanılması hiçbir zaman basitçe hukuki bir dayanaktan ibaret değildir, aynı zamanda iktidarı, maddi kaynakları ve anlamları yaratan ve dağıtan toplumsal yapılara da bağlıdır. Ġnsan hakları sosyolojisi kuram ve pratik arasındaki bu farklılık üzerinde durarak hakların daha iyi gerçekleĢebilmesine katkıda bulunacaktır. Ġnsan hakları normları ideal ve soyut bir toplumsallığı tarif ederken, insan hakları sosyolojisi, insan haklarını hukukun ve felsefenin egemenliğinden alarak insan haklarını güç iliĢkileri, toplumsal, ekonomik, kültürel eĢitsizlikler, tarihsel koĢullar, kültürel farklılıklar, toplumsal mücadeleler çerçevesi içinde ele alır ve böylece Michael Freeman‘ın dediği gibi bu kavramı sıradan insanların gündelik yaĢamlarına ulaĢtırır. KAYNAKÇA Benton, T. (1993).Natural Relations: Ecology, Animal Rights and Social Justice [Doğal ĠliĢkiler: Ekoloji, Hayvan Hakları ve Toplumsal Adalet], London:Verso. Benton, T. (2006). ‗Do we need rights? If so, what sort?‗ [Haklara Ġhtiyacımız Var mı? Varsa, Hangi Haklara?], in L. Morris(ed), Rights: Sociological Perspectives, Abingdon and New York: Routledge, pp.21-36. Davidson, S. (1993).Human Rights [Ġnsan Hakları], Buckingham: Open University Press. Douzinas, C. (2000).The End of Human Rights: Critical Legal Thought at the Turn of the Century [Ġnsan Haklarının Sonu: Yüzyılın Bitiminde EleĢtirel Hukuk DüĢüncesi], Oxford: Hart Publishing. Elson, D. (2006). ‗Women‗s rights are human rights: campaigns and concepts‗ [Kadın Hakları Ġnsan 28 Haklarıdır: Kampanyalar ve Kavramlar], in L. Morris(ed), Rights: Sociological Perspectives, Abingdon and New York: Routledge, 94-110. Evans, T. (1998). ‗Introduction: power, hegemony and the universalization of human rights‗ [GiriĢ: Ġktidar, Hegemonya ve Ġnsan Haklarının Evrenselliği], in T. Evans (ed), Human Rights Fifty Years On, pp.2-23. Falk, R., Elver,H., Hajjar,L. (2007).Human rights: Critical Concepts in Political Science [Ġnsan Hakları: Siyaset Biliminde EleĢtirel Kavramlar], London: Routledge. Freeman, C. (1988).Human Rights [Ġnsan Hakları], London : Batsford. Fraser, N. (1995). ‗From Redistribution to Recognition? Dilemmas of Justice in a Post-Socialist Age‗ [BölüĢümden Tanımaya? Post-sosyalist bir çağda Adaletin Açmazları], New Left Review, I(212)68-93. Heywood, A. (1992).Political Ideologies: An Introduction [Siyasal Ġdeolojiler: Bir GiriĢ], Basingstoke: Macmillan. Jones, P. N. (1994).Rights [Haklar], Basingstoke: Macmillan. Marshall, T. H. (1949). ‗Citizenship and Social Class‗ [YurttaĢlık ve Toplumsal Sınıf], Reprint in Sociology at the Crossroads and other Essays, London: Heinemann, pp.67–127. Mertus, J. A. (2005).The United Nations and Human Rights: A Guide for a New Era [BirleĢmiĢ Milletler ve Ġnsan Hakları: Yeni Bir Çağ için Rehber], Abingdon and New York: Routledge. Morris, L. (2006). ‗Sociology and rights – an emergent field‗ [Sosyoloji ve Haklar – OluĢmakta olan Bir Alan] in L. Morris(ed), Rights: Sociological Perspectives, pp. 1-16. Shute, S.,Hurley,S. (eds) (1993).On Human Rights: the Oxford Amnesty Lectures [Ġnsan Hakları Üzerine: Uluslararası Af Örgütü Dersleri], New York: Basic Books. Turner, B. S. (1993). ‗Outline of the Theory of Human Rights‗ [Ġnsan Hakları Kuramı için Bir Çerçeve], Sociology, 27(3)489-512. Waldron, J. (ed). (1984) Theories of Rights [Hak Kuramları], Oxford: Oxford University Press. Waters, M. (1996). ‗Human Rights and the Universalisation of Interests‗ [Ġnsan Hakları ve Çıkarların EvrenselleĢmesi], Sociology, 30(3) 593-600 Weissbrodt, D. (1988). ‗Human Rights: An Historical Perspective‗ [Ġnsan Hakları: Tarihsel Bir BakıĢ] , in P. Davies (ed), Human Rights, London: Routledge. Woodiwiss, A. (2005).Human Rights [Ġnsan Hakları], Abingdon: Routledge. 29 C9 OTURUMU LGBT 30 METROPOLDIġI ÜNĠVERSĠTE ÖĞRENCĠLERĠN GÖZÜNDEN METROPOLLEġEN TAġRA, KADIN-ERKEK ĠLĠġKĠLERĠ VE LBGT ÖĞRENCĠLERĠN ÖRGÜTLENME DENEYĠMLERĠ Dr. A. Çağlar DENĠZ1 ÖZET Metropol kente üniversite eğitimi almaya gelen öğrenciler, metropolde geçirdikleri yıllara paralel olarak cinsellik üzerinden kurulan iliĢkileri taĢradakinden ―daha geniĢ‖ ve ―daha anlayıĢlı‖ bir Ģekilde değerlendirmektedirler. Bu noktada taĢranın -özellikle cinsellik algısı ve deneyimi bağlamında- hem yeni kurulan üniversiteler hem de hızla yaygınlaĢan ve daha çok eriĢilebilir hale gelen kitle iletiĢim araçları sayesinde gittikçe metropolleĢtiği görülmektedir. MetropoldıĢı üniversite öğrencileri kadınerkek iliĢkilerinde taĢra ve metropol değer yargıları ve tutumları arasında melez bir tavır almaktadırlar. Bu öğrenciler aslında taĢranın da, tüketim alıĢkanlıkları ve cinselliğe dair algı ve tutumlar açısından metropolleĢtiğinden dem vurmaktadırlar. MetropoldıĢı öğrenciler ilk kez karĢılaĢtıkları toplumsal gruplardan bahsederken, en fazla zikrettikleri toplumsal grup LBGT bireyler olmaktadır. Bu karĢılaĢma kent mekanlarında veya üniversite içerisinde olabilmektedir. Ġstanbul, Boğaziçi ve Ġstanbul Bilgi üniversitelerinde örgütlenen2 LBGT öğrenciler, görünür olma noktasında metropol kentin diğer mekanlarına göre daha az sıkıntı yaĢamamaktadırlar. LGBT örgütlerinin anti-kapitalist söylem ve eylemlere katılımları, sosyalist dünya görüĢünden insanların onlara dair daha ılımlı fikirler serdetmesine sebep olmaktadır. Üniversitelerde okutulan müfredat eĢcinselliğe değinip değinmemesi, öğrencilerin bu konuda yeterli akademik bilgiyi alıp alamamaları açısından önem arz etmektedir. Muhafazakar hayat görüĢüne sahip olan öğrenciler arasında Gülen Cemaatine mensup olanlar ve kendilerini modern-muhafazakar olarak tanımlayanlar, LGBT bireylere karĢı daha hoĢgörülü bir söylem geliĢtirmektedirler. Anahtar Kelimeler: Metropolleşme, Üniversite Öğrencileri, Metropolleşen Taşra, LGBT Öğrenci Örgütlenmeleri, Homofobi. ABSTRACT Students who come to metropolcity to pursue university education, in paralel to the years that they spend in metropol city, perceive relations particularly in thecontext of sexuality as wider and openminded. In this regard, the provinces become metropolitanized thanks to newly established universities and mass communication means. No-metropolitan students try to develop hybrid manner between provincial values and metropolitan values regarding female-malerelations. In fact, these students accept that provinces become metropolitanized in terms of perceptions of sexuality and consumptionhabits. Non-metropolitan students, when they talk about the community groups that they face for the first time, mentions much about LGBT people. This encounter may occur in urban spaces and universities. The LBGT student swho organize themselves in Istanbul, Boğaziçi andIstanbul Bilgi Universities easily appear and become visibile in contrast to other spaces of metropolcity. LGBT organzations obtain sympathy from socialist worldview when they participate anti-capitalist discourse and actions. Whether University curriculums refer to homosexuality or not is very important in obtaning sufficient academic knowledge about it. Among those who have conservative worldview Gulen movement followers and modern conservatives develop moderate discourses toward LGBT people. Keywords: Metropolitanization, college students, metropolitanized province, LBGT student organizations, homophobia 1 ArĢ. Gör, UĢak Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected]; [email protected] . 2 Ġstanbul Üniversitesinde Radar Topluluğu, Boğaziçi Üniversitesinde Lubunya Kulübü ve Ġstanbul Bilgi Üniversitesinde GökkuĢağı Kulübü. 31 GĠRĠġ Metropol kent, taĢradan gelen metropoldıĢı öğrencilere daha önce karĢılaĢmadıkları sosyal gruplarla karĢılaĢma imkanı vermektedir. Metropol kente üniversitede okumak üzere gelen taĢralı öğrencilerin –metinde metropoldıĢı öğrenciler olarak geçecektir- cinselliğe dair görüĢleri hazırlanan yarı yapılandırılmıĢ bir mülakat metni çerçevesinde araĢtırılmıĢtır. Nitel bir araĢtırma kapsamında 3 90 kiĢiyle görüĢülerek, metropolleĢen taĢra, kadın-erkek iliĢkileri ve LGBT bireylerin üniversite çevresinde örgütlenme deneyimleri özelde metropoldıĢı öğrencilerin gözünden, genelde ise üniversite gençliğinin bütünü zaviyesinden incelenmeye çalıĢılmıĢtır. MetropoldıĢı öğrencilerin kadın erkek iliĢkileri ve eĢcinselliğe bakıĢları, metropolleĢme süreçleriyle doğru orantılı olarak değiĢime uğramaktadır. Bu öğrenciler, memleketlerine/taĢraya tüketim alıĢkanlıkları ve cinselliğe dair algı ve tutumlar üzerinden bir kez daha baktıklarında taĢranın metropolleĢtiğini ifade etmektedirler. Bu çalıĢmada metropoldıĢı öğrencilerin anlatımları çerçevesinde öncelikle taĢranın nasıl metropolleĢtiğine ve bu öğrencilerin kadın-erkek iliĢkilerine bakıĢlarındaki farklılaĢmalara ve LGBT öğrencilerin örgütlenme deneyimlerinin kendilerini ne ölçüde etkilediğine değinilecektir. Bu bağlamda, metropolde üniversite eğitimi alan LGBT öğrencilerin kampüs içinde kurdukları örgütlenmeler çerçevesinde nasıl özneleĢtikleri ve nesneleĢtikleri ele alınacaktır. ÇalıĢma çerçevesinde gerçekleĢtirilen mülakatlara göre, birinci sınıfa baĢlayan pek çok öğrencinin olumsuz ifadelerle nitelediği eĢcinsellik olgusuna, diğer sınıflarda okuyan öğrencilerin yaklaĢımı daha hoĢgörülüdür. Bu durumun bir sebebi metropol kentte eĢcinsellerin kendi örgütlenmeleri ve kurumlarıyla –dernekler, kafeler, barlar vs.- var olmaları ise, diğer sebebi örneklemdeki öğrencilerin okuduğu üniversitelerde eĢcinsel örgütlenmelerin yer almasıdır. MetropoldıĢı gençlerin metropolleĢme sürecinde farklı cinsel yönelimlere sahip kiĢilerle deneyimledikleri mekan kesiĢmeleri bu gençleri daha kapsayıcı bir söyleme sevk etmektedir. Foucault, kiĢiyi sınıflandıran, onu kiĢiliğiyle iĢaretleyen, onu kimliğine bağlayan, baĢkalarının ve onun kendisinde kabul edeceği hakikat kanununu ona dayatan ve tüm bunları yaparak gündelik hayata kendini doğrudan uygulayan bir iktidar Ģeklini4 ayırt etmektedir. Bu iktidar Ģekli, bireyleri özne (subject) yapmaktadır. ‗Özne‘ kelimesinin, kontrol ve bağımlılık yoluyla baĢka birine tabi ve kendi kimliğine bir vicdan ve öz-bilgi yoluyla bağlanmıĢ olmak üzere iki anlamı vardır. Her iki anlam da iktidarın boyun eğdiren ve tabi kılan türünü akla getirmektedir.Ġnsanları özneye dönüĢtüren üç ayrı nesneleĢtirme modu olduğunu ileri süren Foucault, bunları Ģu Ģekilde sıralar: 1- Kendilerine bilim statüsü vermek Mesela konuĢan özne, genel gramer, filoloji ya da için çabalayan inceleme modları; dilbiliminde; üretken özne, emek harcayan özne iktisat ve servet analizinde; sırf yaĢıyor olma durumu doğa tarihi veya biyolojide nesneleĢir. 2- Özne kendi içinde veya Mesela deli ile akıllı, hasta ile sağlıklı ya da suçlu baĢkalarından ‗bölücü pratikler‘de ile ‗iyi çocuklar‘ gibi. bölünme sürecinde nesneleĢir. 3-Bir insan kendini bir özneye Mesela, cinsellik alanı ele alınırsa, insanlar dönüĢtürür. kendilerini ‗cinsellik‘ özneleri olarak nasıl kabul ettiklerini gösteren cinsellik kaynağı. FOUCAULT‟YA GÖRE ĠNSANI ÖZNEYE DÖNÜġTÜREN NESNELEġTĠRME MODLARI 5 Foucault‘nun insanın kendini özneye dönüĢtürme süreci olarak son nesneleĢtirme türü, metropolde üniversiteye yeni baĢlayan metropoldıĢı öğrencilerin kendilerini bir üniversite öğrencisine ya da bir metropol kentlisine dönüĢtürme sürecini de açıklayabilmektedir. Çünkü, bu öğrenciler kendileri ile metropol kentli ve üniversiteli kimliğine sahip olmuĢ öğrenciler arasındaki bölücü pratiklerin de farkındadır. Kendilerini özneleĢtirme sürecinde bu bölücü pratikleri aĢma veya kendi lehlerine bu 3Bu çalıĢma, yazarın 2013 yılında kabul edilen Doktora tezi verilerinden faydalanılarak hazırlanmıĢtır. 4MichelFoucault, TheSubjectandPower, Critical Inquiry, c.8, sayı:4 (Yaz, 1982), Chicago, TheUniversity of Chicago Press, 1982, s. 781. 5Foucault, A. e., s.777 -778. 32 pratikleri içselleĢtirme kaygısında olabilirler. Bu pratikler, bazen bizzat metropol veya üniversite yönetimi tarafından yazılı bir mod olarak verilmektedir. Tüm bu süreçlerde genel olarak metropoldıĢı lise öğrencisi metropollü bir üniversite öğrencisi haline evrilerek, özel olarak ise dini, etnik, ideolojik ve cinsel bir kimlik içinde özneleĢerek nesneleĢmektedir. Üniversite ve metropolünmetropoldıĢı öğrenciye uyguladığı iktidar Ģekli, onu iĢaretlemekte ve ona yeni bir kimlik dayatmaktadır. Öğrencinin gündelik hayatını hedef alarak, onu kontrol ve bağımlılık yoluyla kendine tabi kılarken kendi kimliğine bağlanmasına da sebep olmaktadır. Böylece metropol kentte üniversite eğitimi alan metropoldıĢı öğrenciler dini, ideolojik, etnik, cinsel vs. bir kimliğin öznesi olarak nesneleĢmekte ve özneleĢerek nesneleĢen bu gençler yarı Ģeffaf akran kabilelere bölünmektedir. Kabile kavramı, çalıĢma içerisinde ZygmuntBauman‘ın kullandığı anlamda ele alınmıĢtır. Bauman, bireyin bir gruba özgü elbiseler giyerek, gruba özgü plakları satın alarak, gruba özgü müziği dinleyerek, gruba özgü televizyon programlarını ve filmleri izleyerek ve tartıĢarak, odasının duvarlarını gruba özgü süslerle bezeyerek, akĢamlarını gruba özgü tarzlarda ve gruba özgü yerlerde geçirerek vb. gibi iĢaretleri yaparak yani kabileye özgü eĢyaları edinerek ve sergileyerek ―kabileye katılabileceğini‖6 belirtmektedir. Kabileler –ya da Baumann‘ın yanlıĢ anlaĢılmaktan kaçındığı tabirle yeni kabileler- öz olarak hayat tarzlarıdır. Neredeyse tüketim tarzlarından baĢka bir Ģey değildir ve bu kabilelere giriĢ çıkıĢları piyasa belirlemektedir.7Baumann‘a göre postmodernizm yeni-kabileciliği yaratmaktadır. Yeni kabileler, estetik cemaatler olarak da görülebilmektedirler. Doğal cemaatlerden daha kolay terkedilebilirler. Ġçsel özlerden ziyade, görünümlerde, yeni sembollerde ortaya çıkarlar. Bir siyasi programa sahip olmayan gençlik kültürleri bu Ģekilde ortaya çıkmaktadır. Bir aidiyetin iĢareti olan semboller, artık toplumsal durumdan daha ziyade önemlidir. Bu durum, semboller aracılığıyla bilinçli olarak toplumsal durumun gizlenmesine kadar gidebilir.8 Richter, her ne kadar örnek olarak siyasi programa sahip olmayan gençlik kültürlerini verse de, siyasi programa sahip olan gençlik kültürlerinin de Baumann‘ın değindiği tarzda yeni kabile olarak değerlendirilebileceği çalıĢma esnasında görülmüĢtür. Bu bağlamda siyasi bir programa dahil olsun ya da olmasın, metropol üniversite kampüslerinde LGBT öğrencilerin yarı Ģeffaf bir kabileye tekabül ettiği tespit edilmiĢtir. Örneklem içerisinde yer alan gençlerin cinsellik üzerinden geliĢen iliĢkiler hakkındaki genel tutumu özgürlükçü olarak nitelenebilir. MetropoldıĢı öğrenciler, cinselliğin özgürce yaĢanması gerektiğini ifade etmekle beraber, bu konudaki aleniyetten ise rahatsızlık duymaktadırlar. Özellikle dini semboller taĢıyan kadınların cinselliğini aleni bir Ģekilde yaĢaması hoĢ karĢılanmamaktadır. Bu bağlamda metropoldıĢı öğrencilerin metropol ortamında tampon mekanizmalar çerçevesinde açıklanabilecek tepkiler geliĢtirdiği görülmektedir. Tampon mekanizmalar kavramını 9, Mübeccel Belik Kıray 1962 yılında Ereğli‘deki ağır sanayi hamlesinin bölgeyi nasıl etkilediğini ve bölgenin yerlileri ile iĢ imkanları için bölgeye göç edenlerin yeni toplumsal Ģartlara hangi süreçler içerisinde uyum sağladıklarınıaraĢtırarak tampon mekanizmalar kavramını ortaya atmıĢtır. Bu kavramla, sosyal değiĢmenin bunalımsız olmasını sağlayan, çözülmenin önüne geçen ve her iki sosyal yapıya da ait olmayan bu yeni beliren kurumlar, iliĢkiler, değerler ve fonksiyonları ifade etmeye çalıĢmıĢtır. Tampon mekanizmalar kavramı, Harootunian‘ınarayerdelikkavramsallaĢtırmasıyla benzeĢen yönlere sahiptir, ama amaçsal olarak aralarında farklar vardır. ―Gündelik hayat, sanayi kapitalizminin ortaya çıkması ve yayılmasına ve yine kapitalizmin, oluĢturulduğu her yerde benzer koĢullar oluĢturma eğilimine iĢaret eden, yaĢanmıĢ gerçekliğin deneyimine karĢılık gelmektedir. Gündelik hayatları farklı kılan daha yıpratıcı ve yıkıcı eĢitsizlikleri maskeleyen melezliğin gerçekleĢmesi yani ―arayerdelik‖, melezleĢtirilen ögelerin 6ZygmuntBauman, Sosyolojik DüĢünmek, çev. Abdullah Yılmaz, 7. bs., Ġstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2010, s. 228. 7Bauman, A.e., s.229. 8Rudolf Richter, Sosyolojik Paradigmalar, çev. Necmeddin Doğan, Ġstanbul, Küre Yayınları, 2012, s. 237. 9Mübeccel B. Kıray, Ereğli: Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası, 3. bs., Ġstanbul, Bağlam Yayınları, 2000, s. 20; 141. 33 karıĢımını gizliyor ve böylece hem sömürgeleĢtirilmiĢ hem de sömürgeleĢtirilmemiĢ gündeliklerin eĢitsizlik deneyimleri arasındaki pürüzleri giderme iĢlevi görüyor.‖10 Arayerdelik, mevcut eĢitsizlikleri maskelemeye çalıĢan mekanizmaları ifade etmeye çalıĢırken, tampon mekanizmalar eĢitsizlikleri aĢmaya yönelik üretilen çözümler bütünü olarak değerlendirilebilir.Ereğli‘deki orta hızlı sosyal değiĢmeyi anlamlandırmak için Kıray‘ın ortaya attığı tampon mekanizmalar kavramı, pekala üniversite öğrencilerinin metropolleĢirken karĢılaĢtıkları bazı iliĢki düzeylerini de anlamlandırmak için kullanılabilir. Fakat metropol kentin ortamında üniversite öğrencileri, sadece orta halli bir değiĢimi deneyimlememektedirler, aynı anda hem yavaĢ hem de hızlı değiĢimlere adaptasyon sağlamak durumunda kalmaktadırlar. Bu bağlamda yeniden yorumlama ve isyan mekanizmalarını da metropolleĢen üniversite gençleri için denge koruyucu mekanizmalar olarak değerlendirilebilmek mümkündür. Çünkü onlar sosyal değiĢimin en keskin türlerinden birine maruz kalmaktadırlar ve bu değiĢim özne varlığa değiĢik hızlarda aynı anda etki etmektedir. METROPOLLEġEN TAġRA VE KADIN-ERKEK ĠLĠġKĠLERĠNE BAKIġTAKĠ DEĞĠġĠM MetropoldıĢı öğrenciler, metropoldeki tüketim alıĢkanlıkları ve ahlaki kriterlerin taĢradakilerle giderek benzeĢtiğini ifade etmektedirler. Bu durumun bir sebebi üreticilerin reklam ve bayilik yoluyla taĢraya inmeleri, diğeriyse geleneksel olmayan tüketim kalıplarının taĢraya açılan üniversitelerin öğrencilerinin eliyle yaygınlaĢması ve sıradanlaĢtırılmasıdır. Mesela ĠÜ‘den Hale, memleketi Bingöl‘de sokağa çıkarken eĢofman giymenin nasıl „normalleştiğini‟ anlatmaktadır. Üç-dört yıl önce Ģehir çapında konuĢulacak bir mevzu haline gelebilecek bu olay, bugün itibariyle çok da ilgi çekmeyecek bir hal almıĢtır. Hale, son üç yılda Bingöl‘de üniversitenin de etkisiyle kıyafet, saç kesimi vs. bakımından „farklı tipler‟ görmeye baĢlamıĢtır. BÜ‘den Nihal de, Hale ile benzer tespitlerde bulunmaktadır. ―Benim ailem ilçede yaĢıyor. Çok küçük bir yer ama oraya açılan üniversite birimleri oradaki sosyal yaĢamı bile değiĢtirdi. Kız ve erkek öğrencilerin el ele dolaĢmasından, ilçe gençleri de feyz aldılar. Ama tabi ki, kız erkek iliĢkileri açısından yine de çok rahat bir yer değil. Çünkü herkes birbirini tanıyor. Fakat burada kimse kimseyi tanımıyor ve bunun verdiği rahatlıkla insanlar daha rahat davranabiliyorlar.‖ (Nihal, BÜ, Rehberlik ve Psikolojik DanıĢmanlık, 1) Liseye ilk baĢladığı dönemlerde memleketinin en iĢlek caddesinde dekolteli kadın görmediğini söyleyen ĠÜ‘den Emin artık bu tür durumları kendi memleketinde bile kanıksadığını ve Ģehrindeki bu değiĢimin kendisini üzdüğünü ve kızdırdığını ifade etmektedir. Emin, memleketi Konya‘ya devletin ve özel sektörün yeni üniversiteler açmasını, memleketine karĢı planlı bir ahlak bozma operasyonu olduğunu düĢünmektedir. Emin‘e göre mesela özel üniversitelere, elit tabakanın çocuklarının geleceğini ve mesela bunlar mini etek giydiklerinde oluĢacak mahalle baskısını takmayacaklarını, özgürlüğü merkeze alan bir tavır geliĢtireceklerini bu yüzden de yaĢadığı Ģehirdeki dinsel görünümlerin erozyona uğrayacağını düĢünmektedir. Kendi özgürlüğüne düĢkünlüğünden dolayı kaldığı dini cemaatten birkaç kez çıkarılan ve kendi ifadesiyle cemaat içerisinde „bölgeden bölgeye sürülen‟ Emin‘in baĢkalarının özgürlükleri söz konusu olduğunda taĢradan getirdiği kültürel kodları bu denli öne çıkarması ilginçtir. TaĢrada üniversite okumaya gelen öğrencilerin bir tür „değişim/dönüşüm faili‟yahut ‗hız belirleyicileri‟11 olarak çalıĢmaları, sadece bazı muhafazakarmetropoldıĢı üniversite gençleri arasında değil, kamuoyu önünde de tartıĢılan bir husus haline gelmektedir. Bu bağlamda, YeĢilay Mardin ġube BaĢkanı Lütfü Günlüoğlu gazetelere yazılı bir açıklama yaparak, Artuklu Üniversitesi‘nde okuyan ve kent dıĢından gelen öğrencilerin, kente ahlaksızlık getirdiğini ve kentteki manevi çöküntüyü hızlandırdığını savunmuĢtur. Mardin‘de, gün geçtikçe hızlanan ahlaki çöküntünün ve manevi huzursuzluğun, herkesi derinden etkilemeye 10 Harry Harootunian, Tarihin Huzursuzluğu: Modernlik, Kültürel Pratik ve Gündelik Hayat Sorunu, çev. Mehmet Evren Dinçer, Ġstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayını, 2006, s. 67. 11 Hız belirleyicileri (pacesetters) kavramı, akademik tartıĢmalarda her ne kadar yüksek prestijli üniversitelere içkin olarak gündeme gelse de, bizim çalıĢmamızda da yeni açılan üniversitelerin mezun ve öğrencilerinin de kendi toplumlarında kültürel değiĢimin öncü grubu ve hız belirleyicileri oldukları görülmüĢtür. KrĢ.: David Yankelovich, New Rules Searchingfor Self Fulfillment in a World TurnedUpsideDown, New York, Random House, 1981, s.33. 34 baĢladığını öne süren Günlüoğlu‘nun, bir an önce tedbir alınmasını istediği açıklaması gazetelere yansıdığı kadarıyla Ģöyledir:12 "Ġlimize üniversite kararı çıktığı zaman küçük- büyük hepimiz çok sevindik. Artık çocuklarımız kendi memleketlerinde okuyabileceklerdi, ya da yakın illerden Mardin‘e öğrenci gelecek, Mardin her yönden geliĢecekti. Gerçekten de böyle oldu. Mardin her geçen gün geliĢmeye baĢladı. Öyle bir geliĢti ki, bu geliĢme beraberinde birçok ahlaksızlığı da getirdi. Artık kız-erkek gençlerimiz özgürlük ve medeniyet adına el ele, kol kola, sarmaĢ dolaĢ, uluorta gezmeye, gün ortasında herkesin önünde hayasızca seviĢmeye baĢladılar. BüyükĢehirler Ankara, Ġstanbul ve Ġzmir ‘deki gençler arasındaki hayasızlıkmanzaraları Mardin‘de de sık sık görülmeye baĢlandı. Önce el ele, sonra sarılarak, sonra da dudak dudağa öpüĢerek fiili zinaya doğru gidiliyor. Derhal bu ahlaksız davranıĢların önüne geçilmelidir. Bu kendini bilmez kiĢiler her yerde uyarılmalıdır." Görüldüğü üzere taĢradaki bir STK temsilcisi, Ģehirlerine açılan üniversiteye gelen öğrencilerin, metropol kente ait yaĢam tarzına dair ögeleri yaĢamaya çalıĢtıkları için –kendine göre hayasızlık manzaralarını- uyarı yapmak ihtiyacı duymuĢtur. MetropoldıĢı öğrencilerden ĠÜ‘den Emin de yukarıda geçtiği üzere, benzer kaygıları dillendirmektedir. Örneklem dahilindeki öğrencilerle yapılan mülakatlar sonucu; Türkiye‘nin hemen her tarafında ahlaki kriterlerin, tüketim kalıpları vemetalarının, daha geniĢ bir söylem içerisinde hayat tarzlarının kamusal alanda kullanımlarının gittikçe farklılaĢtığı ve metropol kentteki sınırlara doğru geniĢlediği ileri sürülebilir.MetropoldıĢı üniversite gençliğinin metropolleĢme sürecinde cinselliğe dair görüĢleri büyük oranda değiĢmekte/dönüĢmektedir. Bu bağlamda metropoldıĢı öğrencilerin içlerinde taĢıdıkları taĢranın da metropolleĢtiği iddia edilebilir. Bu süreç çeĢitli beklenti, teĢvik ve engellenmeler sarmalında üretilmektedir. Mesela metropoldıĢı gençlerin akademik olmayan beklentilerinden birinin, üniversite ortamında daha rahat flört edebilmek olduğu söylenilebilir. ĠÜ‘den Elif, üniversiteye gelen öğrencilerin kendilerine daha önce öğretilenler sebebiyle, üniversite ortamını bir tür ―aranma‖ ortamına çevirdiklerini düĢünmektedir: ―Ġnsanlara cinselliklerini tanıdıkları dönemlerde, onlara ilköğretimde bunu yaĢamayın, lisede bunu yaĢamayın, üniversitede zaten yaĢınızda uygun olucak hem de daha bilinçli insanları bulacaksınız, orda yaĢarsınız deniliyor. Öğretmenler, aileler, çevremizdeki insanlar bunu söylüyor. Üniversiteye gelince de insanlar, afedersiniz ipi salınmıĢ köpekler gibi, fıldır fıldır aranıyor.‖ (Elif, ĠÜ, Maliye, 1) Metropol kentte üniversite okuyan bir öğrencinin birileriyle çıkması yakın çevresi tarafından da beklenir olmuĢtur. BÜ‘den Ozan yoğun aktivizmi içerisinde kız arkadaĢ edinmediğini belirterek, bu durumu ailesine anlatamadığını söylemektedir: ―Ben diyorum ki; benim kız arkadaĢım olmadı anne diyorum. Oğlum bak bizi kandırıyorsun falan filan. Çünkü benim arkadaĢlarım var burada, onların ailelerinden görüyorlar. Hatta onların aileleri biraz daha mütedeyyin, onların çocuklarının yaptıklarını görünce bizimkiler de bizim çocuk da yapabilir yani, o da genç falan filan diyorlar. Ama inandıramıyorum yani, o derece yani.‖ (Ozan, BÜ, Ġktisat, 1) Ozan mülakatın devamında bu algının nedeni olarak, flörtün reklam panolarından televizyon dizilerine kadar görünür hale getirilerek özellikle gençlere kendini dayatmasını dile getirmektedir. Yani, bir simülark flört kendisini medya araçları yoluyla bir hakikat olarak sunmaktadır. Böylece yaĢam ve medya birbiri içinde yeniden erimektedir.13 Bu nedenle, metropoldıĢı öğrencilerin baĢta ailesi olmak üzere yakın çevresi, onun metropol kentte mutlaka bir iliĢki edindiğini düĢünmekte, öğrenci böyle bir iliĢkisi/flörtü olmadığını söylediğinde ise ona inanmamaktadır. Simülakr haline getirilen muhayyel bir iliĢki/flört, kendini bir hakikat olarak gündelik hayata dayatmaktadır. Muhafazakar değer yargılarını hayatına hakim kılmaya çalıĢtığını ifade edenĠÜ‘den Hale üniversiteli bir gencin cinselliği yaĢaması konusunda özgür olması gerektiğini düĢünmektedir. Ama 12 Üniversiteyle BaĢlayan GeliĢme Ġlimize Ahlaksızlık Getirdi, Radikal Gazetesi, 30.10.2012. Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, çev. Oğuz Adanır, 6. bs., Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2011, s. 56. 13 35 bahsi geçen değer yargıları sebebiyle, kendisi bu konuda daha dikkatli olmaktadır. Ona göre baĢında taĢıdığı baĢörtüsü, bu noktada kendisine yükümlülükler yüklemektedir. Hale, kampüste öpüĢen bir çift gördüğünde kızın baĢı açıksa rahatsızlık duymayacağını buna karĢın baĢı kapalıysa rahatsız olacağını belirtmektedir. Bu durumunu „dar kafalılık‟ olarak nitelendirse de, kendisi için yaĢanan gerçekliğin böyle olduğunu söylemektedir. Hale, öpüĢen çiftin erkeğinin herhangi bir dini sembol taĢıması halinde –mesela sünnete uygun biçimde kesilmiĢ sakalı olması, vb.- herhangi bir rahatsızlık duymayacağını da ayrıca ifade etmektedir. Hale‘nin, kiĢisel tercihinin ona yüklediği sorumluluğu kendine benzer olanlarla paylaĢarak ya da paylaĢmayı isteyerek azaltma yönünde bir taktik14 geliĢtirdiği söylenebilir. Kıray‘cı anlamda ahlaki tamponmekanizmalarını iĢler hale getiren Hale‘ye göre kadın özellikle de baĢörtülü kadın ―daha ahlaklı olmak‖ zorundadır. BÜ‘den Ozan da, Hale gibi düĢünmektedir. Ona göre, üniversiteli öğrenciye cinselliğe dair dıĢarıdan herhangi bir kod dayatılmamalı ama öğrencinin kendine dair sınırları da bulunmalıdır. ―Eğer cinselliğe dair bir kural varsa o insanın içinde olmalıdır. Bu vicdan oluyor sanırım. Ölçü olarak ahlak kurallarını kabul etmiyorum bu mevzuda. Eğer kiĢinin gönlü rahatsa istediğini yapmalı. Cinsellik aynı zamanda bir insanın en zayıf olduğu anıdır. Hiç tanımadığın biriyle iliĢkiye girmeyi çok yanlıĢ karĢılıyorum. Ġnsanın kendini nasıl bu denli açabildiğini merak ediyorum. Aslında bir iliĢkide bedeninden daha önemli Ģeyler paylaĢıyorsun, duygularını mesela.‖ (Ufuk, ĠÜ, Matematik, 1) Bazen metropol kente yapılan bir ziyaret dahi insanların daha serbest hareket etmelerine sebep olabilmektedir. Hale‘nin kuzeni imam nikahlı niĢanlısıyla kendisini ziyarete geldiklerinde, Ġstanbul‘da ele ele tutuĢarak gezmiĢlerdir. Hale, onları kendisinin yanında el ele tutuĢarak gezmelerine çok ĢaĢırdığını ifade etmektedir. Metropolde yaĢamanın, insanın üzerindeki sosyal baskıları azaltıcı etkisi bu örnekte de görülmektedir. ĠBÜ‘den Derya da, Hale‘den çok farklı bir hayat görüĢü ve tarzına sahip olmasına rağmen cinsellik konusunda aynı fikirdedirler. Derya da, insanların cinselliğe dair sınırları olmaması gerektiğini düĢünmektedir. Fakat diğer bazı metropoldıĢı öğrenciler nikah öncesi cinselliğe hoĢ bakmamaktadırlar. BÜ‘den Cansu, cinselliğin yaĢanmasını evlilik akdine bağlayarak, bazı muhafazakar gençler arasında ailelerinden habersiz yapılan dini nikah uygulamasını eleĢtirmektedir. ―Helal daire kafidir, keyfe kafidir. Ama aileye söylemeden kıyılan dini nikahı, nikahlanmak olarak görmemek lazım. Ama evlenebilir mi insan evet evlenebilir. Abimin kaldığı yurtta, ‗evlenmek isteyene sponsor oluruz‘ demiĢler mesela.‖ (Cansu, BÜ, Psikoloji, 1) Kendisini dindar ve muhafazakar olarak tanımlayan Zahit, dini nikahlı beraberliklere karĢı çıkmaktadır: ―Ġnsan yeryüzüne indirilmiĢ, iradesi ve beyni olan bir halifedir. Cinsellik olmalı, insan kendini son sınıfa kadar bağlayamaz. Ama bir sistem dahilinde, nikahlı bir beraberlik yaĢamalı insan. Dini olarak bile değil, isterse resmi nikah yapsın. Ama bir gün orda, diğer gün burda olmak hayvansallıktır, insanı Haviyelere (Cehennem tabakası, AÇD) götürür. Sadece dini nikahlı beraberlikleri erkeklere güvenmediğim için uygun bulmuyorum. Bir kadını kullanıp, sonra boĢayıp gitmeye yol açıyor çünkü bu zamanda sadece dini nikah yapmak.‖ (Zahit, ĠÜ, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği, 2) ĠÜ‘den Emin, Ġstanbul‘un ortamının kendisini her an günaha sevk edebilecek bir yapıda olduğunu düĢünmektedir: ―Ġstanbul‘da her ne kadar bir doygunluğa eriĢmiĢ olsak da, sokakta gördüğüm kadınların bazısından çok etkileniyorum. Böyle durumlarda, günah iĢlediğimi düĢünüyorum. Tövbe edip, Allah‘tan helalini istiyorum. Nefsimin o düĢüklüğü göstermemesini istiyorum. Yani birinden etkilenip de, ona kendimi kaptırmamaya azmediyorum.‖(Emin, ĠÜ, Ġlahiyat, 3) 14 Taktik kavramı Michel De Certeau‘nun kullandığı anlamda kullanılmaktadır. De Certeau‘ya göre taktik, erk sahip olanların stratejisine karĢı, zayıfın sanatıdır. Taktik, stratejinin mekanında açtığı çatlakları son derece hassas ve özenli kullanmak durumunda kalmakta, adeta buralarda kaçak avlanmaktadır. KrĢ.:Michel De Certeau,Gündelik Hayatın KeĢfi –I: Eylem, Uygulama, Üretim Sanatları, çev. Lale Arslan Özcan, Ankara, Dost Yayınları, 1990, s. 114. 36 Ragıp, metropoldıĢı öğrencilerin içlerinde kaldıkları dini cemaatlerin okudukları fakültede nasıl davranmaları gerektiğine iliĢkin bazı kuralları koyduğunu belirtmektedir: ―Cemaat Ġstanbul‘da yaĢama dair bazı Ģeyler söylüyor. Ġstiklal caddesine fazla çıkmayın, eğlence yerlerinde gezmeyin derler. Kız arkadaĢlarınızla muhabbet dahi etmeyin derler. Not alıĢveriĢine bile olumlu bakmıyorlar. Belki de haklılar, meĢguliyet veriyor çünkü. Geçenlerde Hüdayi cemaatinden bir arkadaĢla konuĢuyordum. Onun kız arkadaĢı var, tabiki kendi cemaatinden gizliyor. Çünkü hiçbir cemaat böyle bir Ģeye izin vermez. O arkadaĢım bana, eskiden haftada iki kitap okurken artık bir kitabı bile bitiremediğini söyledi. Öyleyse telefonla daha az konuĢup, daha az mesajlaĢmalısın dedim.‖ (Ragıp, ĠÜ, Ġlahiyat, 3) Ragıp‘ın söylemlerinde de görüldüğü üzere, metropoldıĢı öğrenciler kendilerine dayatılan hususlarla baĢa çıkmanın bir yolu olarak bu hususları mantığa büründürülebilmektedirler. ĠÜ‘nün Ġlahiyat Fakültesinin tamamı ile Eğitim Fakültesine bağlı Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği bölümlerinde eğitim ve dinlenmeye ayrılmıĢ kamusal mekanlar -sınıflar, amfiler, kantinler vs.-, cinsiyet bazında ikiye ayrılarak haremlik ve selamlık kullanılmaktadır. Bu duruma istisna teĢkil edebilecek De Certeau‘cu anlamdaki ‗kullanım‘lar –eylem,uygulama ve üretme tarzları-15, üniversite hocaları tarafından direkt olarak ‗düzeltilmekte‘dir. ―Haremlik selamlık olarak oturuyoruz. Bu da kendi içerisinde bir rahatlık sağlıyor. Cemaatte kalan arkadaĢlar genelde bizlerle ve diğer arkadaĢlarla fazla muhatap olmazlar. Sınıf içerisinde hocaların da, bir erkekle bir kız öğrencinin ortalamanın üstünde samimiyet geliĢtirmesini gerek bakıĢlarıyla bazen de sözleriyle tenkit ettiğini anlayabiliyor ve görebiliyoruz. Bu ayrımı hocalar da destekliyor yani. Toplumun da kriterleri var tabi, dinle alakadar olduğunuzda dikkat etmeniz gereken ölçüler oluyor. BaĢörtüsüz bir arkadaĢımız var, hocalar bu konuda da memnuniyetsizliklerini ortaya koyabiliyorlar. ArkadaĢlarımız arasında bir sıkıntı oluĢturmuyor ama bu durum. Aslında erkek ve kızların bu kadar ayrı olması ne kadar iyi bilmiyorum. Az önce lavaboda bir konuĢma geçti. Kızların karĢı cinsi tanımamaları kendilerini saçma sapan bir korkuyla örmelerine sebep oluyor. Tanımanın bir ölçüsü olmalı, bunu dindar kesim hep atlıyor. Sonra bir Ģeyle karĢılaĢtığı zaman kadınlar daha saçma tepkiler veriyor. KarĢı cinsi tanımayı bastırdığı için, tanıması gerektiği zaman da saçmalayabiliyor. Daha uç noktaya gidebiliyor. Anormal durumlar var tabi, bu durum normal değil. Erkek arkadaĢ ders notu istiyor mesela, kız o durumda bile saçma sapan tepki verebiliyor, böyle durumlar da oldu. Kız hiç konuĢmadan sadece notları uzatıyor falan.‖ (Nejla, ĠÜ, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği, 2) ĠÜ DKAB bölümünde okuyan Nejla, bölümündeki bu uygulamanın ne kadar sağlıklı olduğuna dair fikir jimnastiği yaparken, ĠÜ Ġlahiyat Fakültesi‘nde okuyan Emin, kadın- erkek iliĢkileri konusunda okuduğu fakültede var olan mekansal ayrımı dahi yeterli görmemektedir; ―Kantinde kızların kendilerini erkeklere göstermeye çalıĢmasını, erkeklerin kızlara yaranmak için artist artist dolaĢmalarını görmüĢsünüzdür‖ dediğinde, mülakatçı kendi gözleminin kızların ve erkeklerin birbirinden ayrı masalarda oturmak durumunda kaldığı bir kantin olduğunu söylemiĢtir. Emin sözlerine Ģöyle devam etmiĢtir; ―Öyle baktığınız zaman ikisi de ayrı duruyor değil mi, peki bunların gözleri yok mu? Kız oturmuĢ orda mal gibi erkeğe bakıyor, erkek oturmuĢ mal gibi baĢka bir kıza bakıyor. Kantinde herkes birbirini kesiyor. Ġlahiyatta bu daha çok, ben insanları izlemeyi severim.‖ (Emin, ĠÜ, Ġlahiyat, 3) Emin, kantinde „kız ve erkeklerin birbirini kesmesi‘nin Ġlahiyat Fakültesi‘nde daha çok olduğunu ifade ettikten sonra, üniversitedeki diğer fakültelerde okuyan öğrenciler hakkındaki fikirlerini Ģu Ģekilde dillendirmektedir: ―Ġlahiyat hariç diğer üniversitelerde kızlı erkekli tanıĢıklıklar okul ortamında eğlencelere dönüĢüyor. DıĢarıda beraber gezmeye baĢlıyorlar. Daha sonra Taksimde bara gidiyorlar, hatta daha sonra en çirkef hallerine kadar gidiyor iĢ. Çirkef hallerden kastım, iĢin cinsellik boyutu. 15 De Certeau, Age, s. 104-105. 37 Ġstanbul‘un bu hallerine kapılmamak lazım. Daha ilerisini söyleyeyim, bazı bölümlerde üniversite okuyup da bakire olarak çıkan kız oranı %15-20 arasında. Bunları bize iĢin içindeki büyüklerimiz anlatıyor, biz de takip edebiliyoruz. Ben Gülen cemaatinin evlerinden geliyorum, daha farklı kiĢilerle muhatap oluyorum. Üniversite ortamının nasıl olduğunu pek çok kiĢiye sordum. Geçen sene, bahar Ģenliğine de gittim. Feridun Düzağaç‘ın konseri vardı. Kızlı erkekli herkes bir köĢede aĢk hayatı yaĢıyorlardı, konser bahane, gecenin karanlığı, ağaçlar, yeĢillik, zaten kimsenin umurunda değil, herkes seviĢmenin derdindeydi. Gençliği bu hale getirdiler. Bu bence çürümüĢlüğün ötesinde. Çoğu Ģehir dıĢından gelmeydi, biz buraya eğitim için gönderiliyoruz. Sadece Ġstanbul‘a gelip, Taksim‘e çıkılmaz mı, bara gidilmez mi, Bebek‘te gezilmez mi, Boğaz‘da o yapılmaz mı, sahil kenarında sevgilinle oturulmaz mı, Yıldız parkında sevgiliyle gezilmez mi diye fanteziler üretiliyor. Millet de hayatı sadece o yönde düĢünüyor, oysa buraya geliĢ amacını, eğitimini bir kenara bırakıyor.‖(Emin, ĠÜ, Ġlahiyat, 3) Cinsiyet bazında ayrımcılığın doğal ve dini olduğunu savunan Emin‘in verdiği örnek ilginçtir. Memleketi olan Konya‘da Ģehrin ana pazarı iĢlevini gören Kapu Cami civarının otuz yıl öncesine kadar „Erkek Mahremi‟ sayıldığını, bir kadının buraya asla giremediğini, buradan geçmek isteyen kadınlara kezzap atıldığını söylemiĢtir. Bu olayı canlı Ģahitlerinden duyduğunu ifade eden Emin, kadınlara erkeklerin arasına girdiği için kezzap atılmasını takdirle anlatmaktadır. Emin‘in Ģikayet ettiği hususlardan birisi, memleketinde kurulan üniversitenin etrafında geliĢen mahallelerin, „kızların ve erkeklerin cirit attığı, gezip oynadığı birer harabeye dönüşmesi‟ dir. BÜ‘den Erdal, gençlerin cinsel hayatına dair sınırları aĢmaları ve insanların cinselliklerini özgürce yaĢamaları gerektiğini savunmaktadır. Erdal mülakatın baĢka bir yerinde ise evleneceği kiĢinin bekaretinin kendisi için önemli olduğunu söylemektedir. Özgürlükçü bir ahlak söylemiyle klasik ahlak anlayıĢının arasında kalan Erdal, bu tutumunun fazla yozlaĢmaya bir tepki olduğunu belirtmektedir. Erdal bu Ģekilde, ahlak görüĢ ve tutumuna dair her ne kadar çeliĢik tepkiler geliĢtirse de, metropolleĢme sürecini bunalımsız olarak atlatmasını sağlayacak bir tür tampon mekanizma çerçevesinde hareket etmektedir. Benzer bir mekanizma özellikle metropoldıĢı kadın öğrenciler tarafından farklı bir çerçevede geliĢtirilmektedir. Mesela BÜ‘den Çiğdem kadının cinselliğe bakıĢının erkekten farklı olduğunu vurgulayarak, Ģunları söylemektedir: ―Bir kadın cinselliğini yaĢarken sevilmeyi, değer verilmeyi ister. Saygı duyulduğunu hissetmeyi ister. KarĢısındaki erkeğin sadece bir ihtiyacını giderdiğini değil onla böylesine özel, böylesine güzel ikisine de mutluluk veren bir Ģeyi yaĢıyor olmasının farkında olunmasını istiyor. Bir kadın bunun dıĢında bir cinsellik yaĢıyorsa, bu durumun onun kadınlık duygularına zarar verdiğini düĢünüyorum. Kadının doğasına aykırı bir durum bu.‖ (Çiğdem, BÜ, Fen Bilgisi Öğretmenliği, 1) ĠÜ‘den Eda, kadın bedeninin metalaĢtırılmasına karĢı olduğunu belirttikten sonra metropollü bir sevgili edindiğini fakat kendisini bu iliĢkiyle tanımlamadığı için hayatının merkezine sevgilisini koymadığını söylemektedir. Eda‘nın kendisini tanımladığı Ģeyin sosyalist ideoloji olduğu daha önce alıntılanmıĢtır: ―Üniversitede daha özgürlükçü bir ortam olduğu için, burada yaĢayan insanların da cinselliği daha özgür yaĢadıklarını düĢünüyorum. Bunun özel olduğu durumlar olmalıdır. Kadın bedeninin metalaĢtırıldığı, basitleĢtirildiği, alaçık edildiği bir ortam olmaması gerekiyor bence. Tam tersine kadınların bu konuda daha bilinçli olmaları gerekiyor. Ġstanbullu bir sevgilim oldu. Hayatımın merkezine koymadım onu. O hayatıma geldikten sonra ben o iliĢkiyi yaĢamaya baĢladım. Hayatımı güzelleĢtirir, hayatıma renk katar, birbirini sevmek çok güzel duygulardır. Ama kendimi onunla var etmiyorum sonuçta.‖ (Eda, ĠÜ, Sosyoloji, 3) Çiğdem ve Eda‘nın sözleri tekrar gözden geçirildiğinde, kadının özgürlükçü ahlak söylemlerinden daha olumsuz etkilenen taraf olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu durum, bir yandan serbest iliĢkiyi savunan ama evleneceği zaman bakire bir eĢ almak istediğini söyleyen Erdal‘ın ahlak çeliĢkisinde de kendine yer bulmaktadır. MetropoldıĢı öğrenciler her ne kadar cinselliği herkesin istediği gibi yaĢaması gerektiğini söylemini dile getirseler de, metropol kente göre daha kapalı bir kültürel yapıyı iĢaretleyen taĢradan tevarüs ettikleri ahlak anlayıĢını içten içe korumaktadırlar. 38 Metropol kentte üniversite okumaya baĢlayan metropoldıĢı öğrencilerin partner bulma ihtiyacı medya yoluyla bir simülakr olarak belirlenmektedir. Metropolde üniversite okuyan bir gencin sevgilisinin olmaması, baĢta öğrencilerin ailelerine inandırıcı gelmemektedir. Merkezinde dini eğitimin bulunduğu fakülte ve bölümler de, cinselliğe dayalı keskin bir ayrım sınıfta, kantinde ve hayatın hemen her alanında görülmekte ve bu ayrım üniversite hocaları tarafından desteklenmektedir. MetropoldıĢı üniversite öğrencileri, üniversite öğrencilerinin flörtlerinde kadın tarafının daha kırılgan olduğunu ve dini nikah gibi bazı uygulamaların özellikle kadını mağdur ettiğini düĢünmektedir. KiĢilerin bağlı olduğu dini ve ideolojik gruplar, onların kadın-erkek iliĢkilerine bakıĢlarını da Ģekillendirmektedir. MetropoldıĢı öğrencilerin serbest kadın-erkek iliĢkilerini söylem olarak kabul etseler de, taĢradan getirdikleri ahlak anlayıĢı icabı daha evlilik aĢamasında daha geleneksel bir tutum sergileyecekleri öngörülebilmektedir. Ġdeolojik gruplara mensup bazımetropoldıĢı öğrenciler, flörtlerini grup bağlılıklarına tercih etmemektedirler. ÜNĠVERSĠTE ÖĞRENCĠLERĠN BAKIġLARINDAKĠ DEĞĠġĠMLER LGBT BĠREYLER VE AKRANLARINA Metropol kent, metropoldıĢı öğrencilere daha önce karĢılaĢmadıkları sosyal gruplarla karĢılaĢma imkanı da vermektedir. MetropoldıĢı öğrenciler ilk kez karĢılaĢtıkları toplumsal gruplardan bahsederken, en fazla zikrettikleri toplumsal grup LBGT bireyler olmaktadır. LGBT birey ve akranlarla karĢılaĢma kent mekanlarında veya üniversite içerisinde olmaktadır. Metropol kent ortamında salınan LGBT bireylerin taĢra çevresine göre daha görünür olması ve örneklem dahilindeki üniversitelerde yer alan LGBT öğrenci örgütlenmeleri, metropoldıĢı öğrencilerin bu karĢılaĢmalarını kolaylaĢtırmakta ve genelleĢtirmektedir.Mesela, ĠÜ‘den Yasin, Ġstanbul‘a geldiğinde garipsediği tek grubun travestiler olduğunu söylemektedir. Yasin, onları da bir süre sonra normal karĢıladığını, insanın kendini böyle hissedebileceğini düĢündüğünü belirtmektedir. BÜ‘den Ozan da, pek çok metropoldıĢı öğrenci gibi, daha önce iletiĢime geçmediği farklı gruplarla nasıl bir iletiĢim içerisinde olduğu sorusuna eĢcinsel öğrencilerle olan tanıĢmasını örnek vermektedir. Boğaziçi Toplum Gönüllüleri Kulübü, Sosyal Hizmetler Kulübü ve Lubunya Kulübü‘nün ortaklaĢa gerçekleĢtirdiği ‗YaĢayan Kütüphane‘ projesinde görev alan Ozan, LBGT örgütlerinden birinin Taksim‘deki merkezine bu dönemde ziyarette bulunduğunu da anlatmaktadır. Ozan bu deneyimi hakkında Ģunları söylemektedir: ―Çok farklıydı. Yani Ģöyle bir baktım, normalde iki kiĢiyken dalga geçtiğim insanları gördüm. Ama mesela Ģunu demedim; evet, gördüm onları, çok normal bir ĢeymiĢ demedim. Ama onların mesela çok dıĢarı itilmiĢliklerinden dolayı, çok yanlıĢ davranıĢlar edinmeye baĢladıklarını fark ettim. Hani yanlıĢ davranıĢları oluğunu gördüm. Ama aslında bir kısmının da yine çok iyi olduğunu gördüm. Yani onların da aslında normal insanlar gibi kötüye gidenlerinin de, iyiye gidenlerinin de olduğunu, sadece bir görüĢlerinin farklı olduğunu gördüm. Ve gerçekten de bu durum, benim lezbiyenlik veya gaylik hakkındaki düĢüncelerimi değiĢtirmedi ama bu insanlara karĢı bakıĢımı değiĢtirdi. Genel olarak o konsepte karĢı hiçbir değiĢiklik olmadı bende. ĠĢte normalleĢtirmedim o durumu. Ama o insanları normalleĢtirebildim. Yani, gerçekten o insanlarla normal bir Ģekilde yaĢamayı normalleĢtirebildim yani.‖ (Ozan, BÜ, Ġktisat, 1) Örneklem dahilindeki her üç üniversitede de örgütlenen LBGT öğrenciler, bu üniversitelerinde görünür olma noktasında pek fazla sıkıntı yaĢamamaktadırlar. Ozan, eĢcinselliğe bakıĢının BÜ bünyesinde faaliyet gösteren Lubunya kulübüyle kurduğu iliĢki sonrası değiĢtiğini Ģöyle anlatmaktadır. ―EĢcinsellik konusunu araĢtırdım. Nasıl, kimler ne demiĢ falan. Yani hala geçerli bir kaynağa ulaĢamadım. Çok farklı görüĢler var. Benim gördüğüm Ģey Ģu ki: Tam olarak genetik olarak böyle bir hani öyle farklı yönelimlere kayanların hepsi genetik olarak bir Ģeyleri yok yani öyle bir nasıl diyeyim duruĢları yok yani. Çevresel belki farklı sebeplerden ötürü onlara doğru bir yöneliĢ var birçoğunda. Ama yani bunlar sıkıntı yaratacak bir durum değil yani. O insanla iliĢkileri açısından sıkıntı yaratacak bir durum değil, öyle bir düĢüncem var. Tabi Lubunya‘nın etkisi çok büyük yani bunda. Etkisi gerçekten büyük yani.‖ (Ozan, BÜ, Ġktisat, 1) 39 Üniversite öğrencileri çetrefilli teorik tartıĢmaların olduğu alanlarda bilgi edinemedikleri durumlarda, hayatın realitesi içerisinden bilgi devĢirmeye çalıĢmaktadırlar. Ozan, bir gün LGBT bireylerin toplantısına giderken, diğer gün cemaatin toplantısına gitmesini Ġstanbul‘da yaĢamanın bir gereği olarak gördüğünü, bu durumun artık kendisi için normalleĢtiğini ifade etmektedir. MetropoldıĢı bireyler, metropolün farklılık ve hatta zıtlıkların yan yana yer almasını normalleĢtirdiğini, bu normalleĢmeye ayak uydurdukları sürece kendilerinin de metropolleĢtiğini düĢünmektedirler. Bu durum Goffman‘ındramaturjik toplum anlayıĢıyla büyük ölçüde benzeĢmektedir. Nitekim Goffman‘a göre toplum, belirli toplumsal karakteristiklere sahip herhangi bir bireyin, bu duruma uygun bir paralellik içinde, diğerlerinden kendisine değer vermelerini ve davranıĢlarının buna göre olmasını beklemesinin ahlaki hakkı olduğu temeli üzerine organize olmuĢtur.16 Bu bağlamda metropoldıĢı öğrenciler, eĢcinselliğin doğal bir yönelim olduğunu idrak etmenin bir tür metropollü davranıĢı olduğunu düĢünmektedirler. Mesela ĠÜ‘den Hasan, eĢcinselliğin doğal bir yönelim olduğunu düĢündüğünü, insanların cinsel yönelimlerinin henüz çocukken belli olduğuna inandığını ifade etmektedir. ĠÜ‘den Nejla da, eĢcinselliğin doğuĢtan gelen bir yönelim olduğunu, tedavi edilmesi gereken bir hastalık olmadığını düĢünmektedir. ĠBÜ‘den Serkan ise yaptığı araĢtırmalar sonucunda biseksüelliğin insanın doğal hali olduğuna inandığını ama dini kurallar ve pazar ekonomisinin yarattığı ve dayattığı simülasyonlar neticesinde heteroseksüel olmayı tercih ettiğini belirtmektedir. ―Ġnsanın ilk doğduğunda biseksüel eğilimlere sahip olduğuna inanıyorum. Dini kuralların ya da insanların birbirinden öğrendiği iliĢki Ģekillerinin olmadığı ilk dönemlerde böyle takılmıĢ olabilir insanlar. Bu Ģu anda benim tercihim değil, ama doğal olan buysa ve doğal olanı yaĢasaydık daha mutlu da olabilirdim, bilemiyorum. Ama yani Ģimdi, estetik algısı da yapay olarak değiĢen biĢey. Reklamlarda ya da pornografide aklıma yerleĢtirilen bir kadın figürü var. Kadın bedeni bende heyecan yaratmaya baĢlıyor, böylece. Ben bu durumdan memnunum, ama memnun olmayanlar da var.‖ (Serkan, ĠBÜ, Uluslararası ĠliĢkiler, 4) ĠÜ‘den Ufuk da insanın doğal halinin biseksüellik olduğunu, eĢcinselliğin de bir yönelim olduğunu ifade etmektedir: ―EĢcinsellik konusunu Ġstanbul‘a geldikten sonra düĢünmeye baĢladım. Okuldaki Radar grubuyla tanıĢtım, eĢcinsel arkadaĢlarım da oldu. Bence her insanın doğal hali biseksüellik. KiĢi daha sonra kadın-erkek cinselliğini ya da eĢcinselliği seçiyor. EĢcinselliğin de bu noktada doğal bir yönelim olduğunu düĢünüyorum.‖ (Ufuk, ĠÜ, Matematik, 1) EĢcinsellerle ilk kez metropolde karĢılaĢan ve onlarla arkadaĢ da olan BÜ‘den BaĢak‘ın eĢcinselliğe dair görüĢleri Ģöyledir: ―EĢcinselliğin bir hastalık değil de genetik bir Ģey olduğunu düĢünüyorum. Bu insanlar iĢte ben farklı doğdum, böyle doğdum, diyorlar. Ama Ģöyle bir Ģey düĢünüyorum, hani bu kendi benim fikrim, bence insanların böyle bir yöne eğilmesinin sebebi birinci olarak aile hayatı. Tanıdığım bütün gayler, lezbiyenler kesinlikle normal bir aile hayatı yaĢamamıĢlar. AraĢtırmalara göre özellikle anne-baba ayrı ya da baba aldatmıĢ veya çok küçükken tacize maruz kalmıĢ, istismara uğramıĢ çocuklarda böyle bir yönelim söz konusu. EĢcinselliğin bunlarla beraber açığa çıkan bir Ģey olduğunu düĢünüyorum.Bence eĢcinsellik doğal bir durum değil. Dinimizde de zaten onun Ģeyi var. Hani bu konuda öyle çok derine inemiyorum çünkü çok bir bilgim de yok dediğim gibi. Hani eĢcinselliğin temek sebebi ne olabilir, hani bu insanlar nasıl bir duygu içerisinde böyle bir Ģeye ihtiyaç duyuyorlar, ya da gerçekten eĢcinsellik önceden beri de var mıydı bilemiyorum maalesef. Aslında üniversitede eĢcinsel bir kulübün bulunması, onlara karĢı bakıĢımı daha hoĢgörülü, daha yumuĢak hale getirdi. Ama eĢcinsel arkadaĢlarımla eĢcinselliği hiç tartıĢmadık mesela. Bu tarz Ģeyleri konuĢmadık, hani niye böyle bir duygu içerisindesin gibi Ģeyleri. Çünkü böyle Ģeyler konuĢtuğum zaman hani eĢarbımın da yarattığı bir kalkan sebebiyle artık bir duvar örüyorlar.‖ (BaĢak, BÜ, Okulöncesi Öğretmenliği, 2) 16 ErvingGoffman, The Presentation of Self in Everyday Life, Edinburgh, University of Edinburgh SocialScienceResearch Center, 1956, s. 6. 40 Muhafazakar bir dünya görüĢüne sahip olan ve bunu baĢörtüsü kullanarak görünür hale getiren BaĢak, eĢcinselliğin bir hastalık olduğunu düĢünmediğini ama sağlıksız aile hayatı ya da taciz olaylarının bir sonucu olduğunu düĢündüğünü belirtmektedir. EĢcinsel arkadaĢ edinen BaĢak, okulunda eĢcinsel bir örgütlenmenin varlığının kendi düĢüncelerinde bir yumuĢama yarattığını, artık onlara karĢı daha hoĢgörülü olduğunu söylemektedir. Fakat yine de, onlarla eĢcinsellikle ilgili konuĢmaktan imtina etmektedir. BaĢörtüsünün yarattığı kalkan sebebiyle bu tür konuları konuĢurken kendiyle ötekiler arasında duvar örüldüğünü düĢünmektedir. ĠÜ‘den Elif ise, bir zamanlar eĢcinselliğin doğal olduğunu düĢündüğünü, ama okuduğu çok-satan romanların da etkisiyle artık böyle düĢünmeyi bıraktığını ifade etmektedir: ―Lise döneminde eĢcinselliğin doğuĢtan gelen bir yönelim olduğunu, onların tercihlerinin olduğunu, öyle hissettiklerini ve zorlanmamaları gerektiğini savunuyordum. Ama okuduğum bazı polisiye romanların –Jean ChristopheGrange, TessGarretsen‘ın kitapları vs.- da etkisiyle, küçüklükte yaĢanan bazı sorunların eĢcinselliği tetikleyebileceğini, insanların bu yüzden bu tercihi yapmak zorunda kaldıklarını düĢünmeye baĢladım.‖ (Elif, ĠÜ, Maliye, 1) ĠÜ‘den Hayrettin ise, eĢcinsellik konusundaki fikirlerini Gülen cemaatinden edindiği kültüre dayandırmaktadır: ―EĢcinsellik hakkında tam bilgim olmamakla beraber Fethullah Gülen‘in vaazında dinlemiĢtim. Böyle yumuĢak huylu insanlar, doğuĢtan gelen böyle bir Ģey var. Ama sadece doğuĢtan gelen bir Ģey değil, sonradan çevreden görme ilgi duymaya baĢlama bir de potansiyelin varsa tam denk geliyor. Potansiyelle etrafta gördüğün Ģeyler hani birbirine uyuyorsa, mesela benim içimde vardır misal olarak ama ortam müsait olmadığı için dıĢarı yansıtamıyorum gibi. Yani kurallardan dolayı ya da aĢırı bir mahalle baskısı falan diyorlar.Bu insanlara kızsan bir türlü,kızmasam bir türlü. Yani böyle değiĢik bir ikilem, o da bir zikzak olabilir benim için. Dinim buna kesinlikle izin vermiyor yani.Hani onlara kızılması benim zoruma gidiyor. Onlara bir baskı yapılması zoruma gidiyor. Ama o tarz Ģeylerin olması da beni üzüyor hani dini açıdan. Öyle bir ikilem var yani.‖ (Hayrettin, ĠÜ, Siyasal Bilgiler ve Uluslararası ĠliĢkiler, 2) Hayrettin, Ġslam dininin eĢcinsel eylemleri yasakladığını düĢünmekle beraber, eĢcinsellere yönelen bir baskının kendisinin „zoruna gittiğini‟ belirtmektedir. Hayrettin, metropol kentin hayat tarzına kattığı pek çok yeni durumun yanı sıra,eĢcinsellik konusunda da zikzaklı görüĢler serdetmektedir. Goffman benzer türden tavır alıĢları inkar-inanç döngüsü halinde ele almıĢtır. KiĢinin (oyuncunun/ icracının) toplum içindeki davranıĢlarını performans olarak niteleyen Goffman‘a göre, performansa karĢı içtenlik ve alaycılık bazen aynı kiĢide, zamana ve Ģartlara göre yer değiĢtirebilir. Mesela baĢlangıçta ‗fiziki cezalandırmadan kaçındığı için‘ ordunun kurallarına uyan acemi asker, daha sonraları ‗kurumu ayıplanmasın‘ ya da ‗subaylar ve diğer askerler ona saygı göstersin‘ diye bu kurallara uyan biri haline gelebilir. Halka dini bir huĢu veren mesleklerin çömezleri genelde tersi yönde bir döngüyü takip ederler.17Muhtemeldir ki, Hayrettin de kendisine dayatılan bir metropolleĢme normunu dini öğretilerle bağdaĢtıramamakta ama bir yandan da bu normu içselleĢtireceği bir ortamda yol almaktadır. Her ikisi de muhafazakar dünya görüĢüne sahip olmalarına rağmen, BaĢak eĢcinselliği anormal bir durum olarak nitelerken, uzun yıllar Gülen cemaatinde kalmıĢ olan Hayrettin eĢcinselliğin doğuĢtan gelen bir yönelim olduğunu düĢünmektedir. Muhafazakar öğrenciler arasında eĢcinselliğe bakıĢta görülen ayrıĢma, Ġlahiyat Fakültesi öğrencileri arasında da görülmektedir. Aktivist bir Ġslam anlayıĢına bağlı olan Özgür-Der‘in evlerinde kalan Semra eĢcinselliği hastalık olarak nitelerken, Gülen cemaatinde kalan Bahar‘a göre ise eĢcinsellik bir yönelimdir. Gülen cemaatinde kalan ĠÜ‘den Yasin‘e göre de eĢcinsellik bir hastalık değil, yönelimdir. Metropol ve üniversite mekanlarında eĢcinsellerin görünürlüğünün artması, Yasin‘in eĢcinselliğe bakıĢını daha hoĢgörülü hale getirmiĢtir. Yasin bu konuda Ģöyle demektedir: ―Onları gördükçe, demek ki böyle de olunabilirmiĢ, demek kolay oldu. Lisedeyken görseydim, iĢin sonu kavgaya kadar giderdi. Hiçbir Ģey yapmasaydım yanlarından geçerken onlara bir Ģeyler söylerdim.‖ (Yasin, ĠÜ, Coğrafya, 1) 17 Goffman, A. e., s. 12. 41 Yasin‘le aynı cemaatte kalan ĠBÜ‘den Meral‘e göre de, eĢcinsellik doğuĢtan gelen bir yönelimdir. Üniversiteyi ilk geldiği dönemde Gülen cemaatinde kalan BÜ öğrencisi olan Faruk‘a göre de, eĢcinsellik bir yönelimdir. Gülen cemaatinde kalan bir diğer öğrenci olan Ragıp da, eĢcinselliği yönelim olarak gördüğünü ama geçmiĢ öğrendiklerinden ötürü onlara kızmaktan kendini alamadığını ifade etmektedir: ―EĢcinsellik hastalık değil, bence yönelim. Ama yolda onları gördüğümde ister istemez kızıyorum. Sanırım, onlardan tiksinmeyi bir Ģekilde öğrenmiĢim.‖(Ragıp, ĠÜ, Ġlahiyat, 3) Liseden itibaren Gülen cemaatinin içerisinde olan ve üniversiteye ilk geldiği zamanlarda da aynı cemaatin yurtlarında kalan BÜ‘den Faruk‘un diğer metropoldıĢı öğrencilerden farklı olarak kendisine açılmıĢ eĢcinsel bir akrabası bulunmaktadır: ―Okula ilk geldiğimde etkilendim. Oryantasyon programı vardı, ilk masa Lubunya kulübündeydi. Muhabbet ediyorlardı, gülüyorlar, eğleniyorlardı. Ġlk defa bazı insanların kendilerini bu kadar rahat ifade ettiğini gördüm, etkilendim bundan hoĢuma gitti. Çünkü, lisedeyken kuzenim bana eĢcinsel olduğunu açıklamıĢtı. O zaman çok ĢaĢırmıĢtım. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilememiĢtim. Yeryüzünde böyle bir konumda insanların var olabileceği aklıma gelmezdi. Birisi gay olabilirdi ama bu kuzenim olmamalıydı. Onu yalnız bırakamazdım, ona kuru teselli sözleri de söylemezdim. Onu anlamasam da, ki anlayamayacaktım, yardımcı olmaya çalıĢtım.‖ (Faruk, BÜ, Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Öğretmenliği, Hazırlık) Faruk‘un yaĢadığı ĢaĢkınlık ve kabullenme sürecini, kendisi de eĢcinsel bir öğrenci olan Burak daha genel olarak Ģöyle ifade etmektedir: ―KiĢisel deneyimlerime dayanarak Ģunu söyleyebilirim; birçok homofobik insan, yakın arkadaĢlarından birinin gay olduğunu öğrendiğinde ikilemde kalıyor. Ya homofobik olmaya devam edip arkadaĢıyla iliĢkisini bitirmesi gerekiyor, ya da arkadaĢıyla iliĢkisini sürdürüp homofobisine son vermesi gerekiyor. Bu durumda insanların pek çoğu arkadaĢlarını seçiyorlar. Bu anlamda eĢcinsellerin görünürlüğü, homofobiyi yenmektedir.‖(Burak, ĠBÜ, Psikoloji, 1) BÜ‘den Faruk ve ĠBÜ‘den Burak‘ın da bahsettikleri gibi, kendi yakınlarından birinin LGBT bireyi olduğunu öğrenmek, kiĢiyi tercihler yapmaya zorlandığı zorlu bir sürece yönlendirmektedir. Metropol üniversite ortamlarında daha rahat salınan LGBT bedenler, kurdukları örgütlenmeler vasıtasıyla akranlarının kendi varoluĢlarına iliĢkin önyargılarını kırmalarına yardımcı olmaktadırlar. Fakat bu tek baĢına yeterli olmamakta, kiĢilerin içinde yer aldıkları örgütlenmelerin/yarı Ģeffaf kabilelerin konu hakkındaki görüĢleri ve metropol üniversitelerinin müfredat programları da, bahsi geçen kabulleniĢ ve normalleĢtirme sürecini zorlaĢtırıcı yahut kolaylaĢtırıcı birer rol oynamaktadır. METROPOL ÜNĠVERSĠTELERĠ EĞĠTĠM MÜFREDATLARI VE HOMOFOBĠNĠN YENĠDEN ÜRETĠLME SÜRECĠ Alandan elde edilen verilere göre, homofobinin yenilgisi sadece LGBT bireylerin görünürlüğünün artmasına bağlı değildir. Aynı zamanda metropol üniversite müfredatının toplumsal cinsiyet ve LGBT literatürünü içerme ve dıĢlama dereceleri de, metropoldıĢı üniversite öğrencilerinin homofobik olup olmama durumlarını belirleyen bir etken olarak gözükmektedir. Kendisini modern-muhafazakar olarak tanımlayan ĠBÜ‘den Neriman, eĢcinselliği bir hastalık olarak değil, bir yönelim olarak gördüğünü belirtmektedir. Neriman, ―Bana tuhaf gelmiyor yani, aslında eğitimimden dolayı böyle düĢünmeye baĢladım‖ diyerek, Ġ. Bilgi Üniversitesi‘nde okuduğu Sosyoloji bölümünde gördüğü derslerin bu konudaki fikirlerini değiĢtirdiğini ifade etmektedir. Diğer bir baĢörtülü genç olan BÜ‘den ġermin de, eğitim aldığı ortamın eĢcinsellere bakıĢını değiĢtirdiğini ifade etmektedir. ―Artık eĢcinselliğin bir yönelim olduğunu düĢünüyorum. EĢcinsel insanların dıĢlanma gerekçeleri gibi kötü olmadığını gördüm. Gayet arkadaĢ canlısı, hoĢsohbet insanlar. Sadece farklı oldukları için ayrımcılığa uğramalarından hiç hazzetmiyorum.‖(ġermin, BÜ, Okulöncesi Öğretmenliği, 3) ĠÜ CerrahpaĢa Tıp Fakültesinde okuyan bir grup metropollü ve metropoldıĢı üniversite öğrencileriyle yapılan odak grup görüĢmesinde, kendini muhafazakar hayat tarzına bağlı hissettiğini 42 söyleyen Alpaslan, karĢı cinsle iliĢkilerin duygusallıktan öte geçmemesi gerektiğini düĢündüğünü ifade etmektedir. ġu anda bir sevgilisi olduğunu ve sevgilisiyle ilgili sorunlarını kız arkadaĢlarıyla konuĢabildiğini söylemektedir. Ġstanbul‘a ilk geldiği dönemlerde kimseye ―merhaba‖ bile diyemediğini daha önce ifade eden Alpaslan, kendisini karĢı cinsten arkadaĢlarıyla rahatça konuĢabilecek kadar metropolleĢmiĢtir. Doktor adayı olan Alpaslan, eĢcinselliğin patolojik ve tedavi edilmesi gereken, kabul edilemez bir durum olduğunu söylediğinde, arkadaĢları literatürde böyle bir hastalığının bulunmadığını hatırlatmıĢlardır. Alpaslan fikrinde ısrar edince, Makedonyalı sınıf arkadaĢı Alper, ―EĢcinsellik bir yönelimdir, homofobi tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır‖ cevabını vermiĢtir. GörüĢme esnasında iki sınıf arkadaĢı arasında baĢlayan tartıĢma metropoldıĢı öğrencilerin aynı konuda birbirinden farklı fikirlere sahip olmalarının farklı hayat tarzları ve ideolojik görüĢleriyle nasıl uyum içinde olduğunu da göstermiĢtir. Alpaslan kendisini katı muhafazakarlıktan sosyal muhafazakarlık diye tanımladığı daha ılımlı bir muhafazakarlığa geçen bir genç olarak tanımlarken, Alper kendisini, üniversitesinde ve Ġstanbul‘da LGBT örgütlerine gönüllü katkı veren bir aktivist olarak nitelemektedir. TartıĢmaya dahil olan Ahmet, Alper‘e eĢcinselliği ifade etmek için kullanılan yönelim kelimesinin doğuĢtan getirilen bir özelliğe atıf olup olmadığını sormuĢtur. Dilara ise bu dürtüsel bir olay diyerek tartıĢmaya katılmıĢtır. Alpaslan, eĢcinselliğin toplumun sağlığını bozacak bir Ģey olduğunu, dolayısıyla tedavi edilmesi gerektiğini tekrar etmiĢtir. Dilara, ‗Belki homofobikler sağlıksızdır‘ diyerek tartıĢmayı ĢiddetlendirmiĢtir. Bunun üzerine Alpaslan, ―aslında kendi çıkıĢ noktasının eĢcinselliğin günah olduğuna dair algısı olduğunu, Allah‘ın insanı bir erkekle bir kadından yarattığını, eĢcinsellik normal olacak olsaydı Allah‘ın insanı tek bir cinsten olarak yaratacağını ama bunu yapmadığını‖ söylemiĢtir. Alper bu sözlere mukabil olarak Ģunları söylemiĢtir: ―ġunu demek isterim ki günah ya da değil o ayrı mesele de. Mesela hani Müslüman olduğu halde alkol için insanlar da var ve biz o insanların alkol içmesine karıĢmıyoruz. Çünkü o Allah‘la kul arasında bir olay. Ben erkeksem ve bu günahsa ben karĢımda ki erkeği seviyorsam bu üçüncü kiĢiyi ilgilendirmez. Bu benimle Allah‘ım arasında bir olaydır yani. Bunun toplum için hani bu yasaktır bu günahtır o yüzden yapamazsın demek doğru değil‖ (Alper, ĠÜ, Tıp, 4) Tayfun, Alper‘e ―dediğinin doğru olduğunu ama bunun yaygınlaĢmasının ve ortalık yerde olmasının topluma zarar vereceğini‖ söylediğinde, Dilara ―eĢcinselliğin toplumda zaten yaygın olduğunu‖ ifade etmiĢtir. Alpaslan Ģöyle diyerek kendi adına tartıĢmayı sonlandırmıĢtır. ―Ben açıkçası her türlü tasvip etmiyorum ve onaylamıyorum bu tür olayları. Dediğim gibi hem dini inançlarımdan dolayı hem toplumun genel psikolojik ve fiziksel sağlığı açısından. Kesinlikle olmaması gereken bir Ģey.‖ (Alpaslan, ĠÜ, Tıp, 4) Alper ise Alpaslan‘ın sözlerine cevap olarak Ģunları söylemiĢtir: ―Tasvip etmemene ve onaylamamana saygı duyarım. Kimse bunu tasvip etmek veya onaylamak zorunda değil. Ne bileyim benim bir kızla, herhangi biriyle iliĢkim olur. DıĢarıdan insanlar bunu tasvip etmeyebilir. Bu normal bir Ģey buna kimse bir Ģey diyemez. Bu senin kendi görüĢün düĢüncen. Ama hani sen tasvip etmiyorsun diye buna patolojik demek ne kadar doğru‖. (Alper, ĠÜ, Tıp, 4) Tıp Fakültesi öğrencileri arasında yapılan bu odak grup görüĢmesinin çözümlemelerinden de görüleceği üzere, doktor adayı olan öğrenciler dahi eĢcinselliğin bir hastalık olup olmadığına dair akademik bir bilgiyle teçhiz edilmemektedir. Bu durum baĢta Tıp sahası olmak üzere tüm eğitim sistemi için ciddi bir eksikliktir. Çünkü bilginin olmadığı yerde, önkabuller ve önyargılar gençlerin karar mekanizmalarını tetiklemektedir. Gençler, hayat tarzlarına ve ideolojik konumlanıĢlarına göre fikir sahibi olmakta ve bu fikirleri bir tartıĢmada kullanırken argümanlarını ortaya koymakta zorlanmaktadırlar. Bu duruma bir baĢka örnek olarak BÜ‘den Çiğdem‘in konuyla ilgili görüĢleri verilebilir. Çiğdem de, ĠÜ‘den Alpaslan‘la aynı paralelde düĢünmektedir. Çiğdem mülakatın yapıldığı zamana kadar ki en ciddi iliĢkisini biseksüel olduğunu kendisine söyleyen bir erkekle yaĢadığını, onun biseksüelliğiyle bir sorunu olmadığını söylemiĢtir. Fakat Çiğdem bir süre sonra sevgilisinin gay olduğunu ve kendisini birkaç erkekle aldattığını öğrenmiĢtir. Bu tecrübesi en yakın arkadaĢlarının da gay olduğunu ifade eden Çiğdem‘in zihin dünyasında homofobiyi yeniden üretmesine sebep olmuĢtur: 43 ―EĢcinselliği artık kıyamet alameti olarak görüyorum. Kur‘an‘ın lanetlediği bir Ģey olduğunu düĢünüyorum. En iyi arkadaĢlarım eĢcinsel ama bunların yaptıklarının lanetlenmiĢ olduğunun farkında olmaları lazım. Bence ya tedavi yolu bulmalılar ya da cinsel faaliyette bulunmamalılar. Onlarla konuĢtum aslında ama bana hep Allah bizi böyle yarattı deyip kestirip atıyorlar. Onlara eleĢtirilerimi Ģaka falan sanıyorlar, ciddiye almıyorlar beni. Her Ģeyi geçtim, sürekli cinsel iliĢkiye girmeleri bile bence yollarının yanlıĢlığını gösteriyor. Ama ben kimseyi yargılayamam.‖ (Çiğdem, BÜ, Fen Bilgisi Öğretmenliği, 1) BÜ Psikoloji öğrencisi Seda, eĢcinselliğin doğuĢtan geldiğini ama düzeltilmesi gereken bir Ģey olduğunu düĢünmektedir. Bu esnada yan masada oturan bir arkadaĢı baĢörtülü olmasını kastederek Seda‘ya, ―Bir zamanlar Ġstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı da baĢörtülüleri rehabilite etmek için ikna odaları kurmuĢtu, senin o kadından baskıcı zihniyet bağlamında farkın ne?‖ diye sormuĢtur. Seda bu soruyu, ―BaĢörtüsü yasağını kullar getirdi, o yüzden bir özgürlük ihlalidir; oysa eĢcinsellik yasağını Allah getiriyor, kiĢiyi yaratan onun ne hissettiğini bildiğine göre bu bir imtihandır ve düzeltilmesi gerekir‖ diye cevaplamıĢtır. ArkadaĢı, ―Sen psikoloji okuyorsun, eĢcinselliğin psikiyatrik hastalıklar arasından çıkardığını biliyorsun, buna rağmen neden eĢcinsellikten bahsederken bir hastalıktan bahseder gibi konuĢuyorsun‖ deyince; Seda, ―Bu durumu hangi mantığın hastalık olmaktan çıkardığını biliyoruz, ben onları küçümsemiyorum ve benim önüme de eĢcinsel bir birey gelecek iĢ hayatımda muhtemelen. Onları anlamaya da çalıĢıyorum, bunun bir imtihan olduğunu ve tedavi edilmesi gerektiğini düĢünüyorum. Benim inancım bu ve bunu değiĢtiremem, onlara yardım etmem gerekir diye düĢünüyorum ―diye karĢılık vermiĢtir. Süleymancı cemaatinin yurtlarında kalan ĠÜ‘den Abdüssamet de, ‗aklı baĢında bir insanın eĢcinselliği tercih etmesi bence akıl almaz bir Ģey‘ diyerek bu konudaki tepkisini dile getirmektedir.Abdüssamet konunun bir tercih meselesi olduğu noktasında ısrarlıdır. Metropol üniversite ders ortamında iĢlenen müfredat özellikle muhafazakar öğrenciler arasında büyük oranda tabu olarak durmakta olan LGBT varoluĢuna dair ideolojinin geriletilmesine katkı sunsa da, metropoldıĢı öğrenciler arasında dolaĢıma sokulan homofobinin müfredattan kaynaklanmayan sebepleri de bulunmaktadır. METROPOL ÜNĠVERSĠTE ORTAMINDA SĠYASET VE LGBT ÖRGÜTLENMELERĠ Metropol üniversite ortamı, kendi içinde üretilen siyaset tarzları ve ülke gündeminden taĢan siyasi atmosferden büyük ölçüde etkilenmektedir. LGBT örgütlenmelerin de bir tür yarı Ģeffaf akran kabilesine dönüĢmüĢ olduğundan bahsedilmiĢti. Bu bağlamda LGBT örgütlerinin anti-kapitalist söylem ve eylemlere katılımları, sosyalist dünya görüĢünden insanların onlara dair daha ılımlı fikirler serdetmesine sebep olmaktadır. Mesela ĠÜ‘den Eda, eĢcinselliği bir yönelim olarak gördüğünü ve okuldaki LGBT örgütlenmesinin daha aktif çalıĢması gerektiğini ifade etmektedir: ―EĢcinsellik bir yönelim tabiki, ben kesinlikle hastalık olarak görmüyorum, görenlerle de Ģiddetle tartıĢıyorum. Hatta kadın tartıĢmalarına da katılıyorum kadın ve erkek olarak iki tane cins var ama yedi tane yönelim var tartıĢması var. EĢcinsellik de bir yönelimdir. Bu insanların hayatlarını özgürce yaĢayabilmeleri gerekiyor bence. Radar grubundaki insanlarla tanıĢıyorum. Çok aktif olabilseler güzel bir Ģey olur. Görünür olmaları, eĢcinselliği de insanların gözünde normalleĢtirir.‖ (Eda, ĠÜ, Sosyoloji, 3) Kendisini politik bir Kürt aktivisti olarak tanımlayan ve bunu simgesel olarak da ifade eden – saçındaki örgü tokasında bile sarı, kırmızı, yeĢil renkleri kullanmaktadır- BÜ‘den Hebun, taraftarı bulunduğu parti olan BDP‘nin eĢcinsellerin kimliğini savunan meclisteki tek parti olduğunu ifade etmektedir. Hebun, gerek parti çalıĢmaları gerekse özel hayatında sık sık LGBT bireylerle birlikte çalıĢtıklarını ve bundan da gayet memnun olduğunu anlatmaktadır. Hebun, bazı LGBT bireylerin BDP eksenli siyaset tarafından massedilmesini ise Ģöyle dile getirmektedir: ―Hazırlıktayken en yakın arkadaĢım bana aĢık olmuĢtu. O da sosyalist gelenekten geliyordu. Ben ona biraz zaman tanıyalım birbirimize, duygusal bir iliĢkiye baĢladıktan sonra ayrılıp birbirimize düĢman olmayalım. Bir süre sonra o arkadaĢımız, önce eĢcinsel olduğunu sonra transseksüel olduğunu açıkladı. Hala çok iyi arkadaĢız. Zaten kendisini sosyalist olarak tanımlardı Ģimdilerde ise siyasal duruĢu yüzünden Kürtçü olarak bilinir. Bu biraz da benim sayemdedir yani.‖(Hebun, BÜ, Ġngiliz Dili ve Edebiyatı, 2) 44 Sosyalist grup ve partilerin LGBT dostu söylemleri LBGT bireylerle aralarında geçirgen bir sosyal tabaka oluĢturmaktadır. Fakat LBGT örgütlerinin bu geçirgen tabakanın etkisiyle yükselttikleri sosyalist söylemleri bazı eĢcinsel bireylerin bu örgütlerde örgütlenmesinin önünde bir engel oluĢturmaktadır. Bunlardan birisi de ĠBÜ‘den Burak‘tır. ĠBÜ, Burak‘ın ikinci üniversitesidir. Ortadoğu Teknik Üniversitesi‘nde okuduğu Mühendislik bölümünü, kendisini orda mutlu hissetmediği için bırakan Burak, Ġstanbul‘da daha geniĢ ve kendisine daha çok hitap eden bir arkadaĢ çevresi edindiğini söylemektedir. Okulundaki LBGT bireylerin kulüpleĢme çabalarına fiili olarak destek veren ve eĢcinsel bir birey olduğunu ifade eden Burak, aktivist olmadığının altını özellikle çizmektedir. LGBT örgütlerinin sosyalist örgütlerle savunacakları ortak Ģeyin ne olduğunu anlayamadığını belirten Burak, kendisini aynı zamanda iyi bir kapitalist olarak tanımlamaktadır. Burak, LGBT bireylerinin özgürlüklerini parayla kazanacaklarını savunmaktadır. Burak, bir eĢcinsel olarak Ġstanbul‘un gece hayatına kolay alıĢtığını, çünkü harcayacak parası olduğunu ifade etmektedir. Burak eğlenebilme üzerinden kurguladığı özgürlük söylemini maddi durumunun iyi olmasına bağlamaktadır. Burak‘la aynı üniversitede okuyan bir diğer LGBT metropoldıĢı öğrenci Özcan ise, cinsel kimliğinin kendisini nasıl politize ettiğini Ģöyle açıklamaktadır: ―Ġstanbul‘da nefes alabileceğim dernekler veya mekanlar var. En azından varoluĢumu gizlemediğim, suçluluk psikolojisiyle yaĢamadığım bir arkadaĢ çevrem var. Ama bu alan çok dar aslında, bu alanı deĢmek zorunda kalıyorum. Bu da ister istemez beni politik hale getiriyor. Mesela, bir ortamda kız arkadaĢın var mı diye bir soru geldiğinde, direkt olarak heteroseksüel olduğun ön kabulüyle yola çıkılıyor. Ben, hayır ben eĢcinselim dediğimde, aslında politik bir Ģey yapmıĢ oluyorum.‖ (Özcan, ĠBÜ, Medya ve ĠletiĢim Sistemleri, 4) Özcan, Türkiye‘de siyaset kurumunun bir cenahının eĢcinselliği bir hastalık ya da sapkınlık gibi gösteren açıklamalarından ötürü tedirgin olduğunu, kendisini ikinci sınıf bir vatandaĢ gibi hissettiğini ve bu yüzden ülkeyi terk etmeyi düĢündüğünü belirtmektedir: ―EĢcinsellik bir yönelimdir, bu arada bu benim fikrim değil. Ġyi niyetli olsa bile insanlar sürekli sana soru soruyorlar çünkü seni anlamaya çalıĢıyorlar ama bu da yorucu bir Ģey bir yerden sonra. 1973 yılında Amerikan Psikiyatri Birliği, 1993 yılında da Dünya Sağlık Örgütü eĢcinselliği hastalık listesinden çıkardı. Aile Bakanı‘nın, dünyanın geldiği noktadan bu kadar bihaber bir Ģekilde, eĢcinsellik hastalıktır diyebilmesi18 beni çok ĢaĢırtmıĢtı. Sağlık bakanı arkasından böyle bir hastalık yok19 dedi, mesela ama çok etkili olmadı LGBT bireyler üzerinde bu. Aliye Kavaf‘ın dediklerine nazaran, Sağlık Bakanı‘nın sözleri çok zayıf kaldı, daha güçlü bir çıkıĢ yapmalıydı belki. Sanırım bu da parti içinde ayrılık var diye görünmesin diyeydi galiba. Hatta en son Ankara BüyükĢehir Belediye BaĢkanı Melih Gökçek bir Ģey söyledi20. Bir yandan ĠçiĢleri Bakanı, ‗Pkk üzerinden içinde eĢcinseller de var, ne kadar iğrenç bir yer falan‘21 dedi. 18 07.03.2010 tarihinde Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf eĢcinselliğin tedavi edilmesi gereken biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inandığını söylemiĢtir. Bakan Kavaf‘ın bu sözleri, baĢta kabine arkadaĢı olan Sağlık Bakanı olmak üzere geniĢ kesimlerden pek çok eleĢtiri almıĢtır. Bkz. Devletin Bakanından EĢcinsellik Yorumu,http://blog.milliyet.com.tr/devletin-bakanindan-escinsellik-yorumu/Blog/?BlogNo=232920 , (Çevrimiçi), 26.08.2012. 19 Sağlık eski Bakanı Recep Akdağ, eĢcinselliğin yaĢananlarca zor bir Ģey olduğunu söyleyerek toplumu insaflı olmaya çağırmıĢtır. Bkz. Toplum Sana Söylüyorum, Bakan Kavaf Sen Anla, Radikal Gazetesi, 09.03.2010. 20 02.04.2012 tarihinde Ankara BüyükĢehir Belediye BaĢkanı Melih Gökçek, Sunucu Okan Bayülgen‘in kendisine sorduğu soru üzerine, ‗Her toplumun kendisine göre ahlaki değerleri vardır. Türk toplumun Avrupa‘daki gay kültürüyle bir arada olmamız, bunu tasvip etmemiz mümkün değil. Bizim yetiĢme, ahlak, anlayıĢ tarzımız biraz değiĢik. ĠnĢallah Türkiye‘de gay olmamalı ve olmayacak‘ diye yanıtlamıĢtır. Bkz. Okan Bayülgen‟den Melih Gökçek‟e Gay Sorusu, http://www.youtube.com/watch?v=PhrojSySwVA , (Çevrimiçi), 26.08.2012. 21 ĠçiĢleri eski Bakanı Ġdris Naim ġahin, PKK‘nın ne denli kötü bir ortama sahip olduğunu anlatmaya çalıĢırken, ‗Domuz etinden ZerdüĢtlüğe kadar, bilmem hangi ulustan, kardeĢlikten, çok özür dilerim eĢcinselliğe kadar, her türlü namussuzluğun, ahlaksızlığın, gayri insani durumun olduğu bir ortam‘ ifadelerini kullanmıĢtır. Bkz. ĠçiĢleri Bakanı‟ndan Yeni Terör Tarifleri, Radikal Gazetesi, 26.12.2012. 45 Ama mesela Modacı Cemil Ġpekçi de açık bir gay ve hükümeti açıkça destekliyor22 insanlar AK Parti‘de eĢcinseller var ne kadar kötü bir yer mi demeliler yani bu mantıkla. EĢcinseller her yerde var. Bu lafları duyunca kendimi ikinci sınıf vatandaĢ gibi hissediyorum. Bu yüzden yurtdıĢına gitmeyi düĢünüyorum. Bir gün eĢcinsel olduğum için, suçlu ilan edilip hapislere atılabilirim diye düĢünüyorum.‖ (Özcan, ĠBÜ, Medya ve ĠletiĢim Sistemleri, 4) EĢcinsel varoluĢu dıĢlayıcı siyaset söylemi, bu varoluĢa sahip bireylerin vatanı terk etmeyi düĢünmelerine sebep olduğu Özcan‘ın yukarıda alıntılanan ifadelerinde açığa çıkmaktadır. Bu noktada eĢcinsellerin kendi varoluĢlarını kabul eden siyasi figürlerle daha yakın iliĢki kurmaları anlamlı hale gelmektedir. Yine de metropol kent ortamındaki blok halinde bir siyaset türüne angaje olmadıkları, değiĢik sebeplerle farklı siyasi merkezlerle de yakınlaĢtıkları görülmektedir. Mesela, sermayenin serbest dolaĢımını savunduğu için kendisini kapitalist olarak gören, ya da TBMM‘de eĢcinsel haklarını savunduğunu düĢündüğü için BDP ile beraber hareket ettiğinden ötürü Kürtçü olarak damgalanan metropoldıĢı LGBT öğrenciler de bulunmaktadır. SONUÇ MetropoldıĢı öğrencilerin kadın erkek iliĢkilerine dair geliĢtirdikleri tavır ve tutumları, metropolleĢme süreci içerisinde değiĢik melezlikler halinde belirmektedir. MetropoldıĢı öğrenciler, kadın-erkek iliĢkilerine dair taĢradan getirdikleri ve metropolden aldıkları arasında melez tavır ve tutumlar geliĢtirmiĢlerdir. Bu melezlikleri, Harootunian‘ınarayerdelik kavramından ziyade, Kıray‘ın tampon mekanizmaları çerçevesinde değerlendirmek mümkün görünmektedir.MetropoldıĢı öğrenciler, metropol üniversite ortamının medya yoluyla muhayyel flört mekanı olarak simüle edildiğini ifade etmektedirler. Bu noktada özellikle muhafazakar görüĢlü öğrenciler, muhafazakar değer ve tutumlarının kendilerine yüklediği sorumlulukları, ‗kendilerine benzer olanlara paylaĢtırma taktiği‘ ile çekilebilir hale getirmeye çalıĢmaktadır. Mesela, baĢörtülü kız öğrenciler kendilerine benzer giyim kuĢam Ģeklini seçen diğer akranlarından ‗daha ahlaklı olmalarını‘ beklemektedirler. Dini nikahlı beraberlikler genellikle hoĢ karĢılanmamaktadır. Dini ağırlıklı eğitim veren fakülte ve bölümlerde, cinsiyete dayalı mekânsal ayrım katı bir Ģekilde uygulanmakta ve aksine olabilecek –De Certeau‘cu manada- kullanımlar bizzat üniversite hocaları eliyle düzeltilmektedir. Özellikle sosyalist gruplara mensup kız öğrenciler, hayat merkezlerinin flörtlerinden ziyade ideolojileri olduğunu ifade etmektedirler. MetropoldıĢı öğrenciler, gerek medyanın yaratıp dayattığı simülasyonlarla gerekse de buralara da üniversite açılmasıyla taĢranın da tüketim alıĢkanlıkları ve cinselliğe bakıĢ açısından metropolleĢme eğilimine girdiğini ifade etmektedirler. Bu bağlamda taĢrada kurulan üniversiteler ve buralarda eğitim gören öğrenciler, –Yankelovich‘in tanımladığı Ģekliyle- birer hız belirleyici olarak ortaya çıkmaktadır. MetropoldıĢı üniversite öğrencileri, birinci sınıfa geldiklerinde LGBT bireyler hakkında genel itibariyle olumsuz kanaatlere sahiptir. Üniversitelerin bünyesinde yer alan LGBT örgütlenmelerinin yarattığı kamusal görünürlük ve metropol kentin pek çok mekanında karĢılaĢma gibi sebepler dolayısıyla LGBT olmayan bireylerde, LGBT bireyleri tanıma merakı doğmaktadır. Edinilen arkadaĢlıklar, genel itibariyle LGBT bireylerin kendini anlatmalarına fırsat tanımakta ve sonuçta metropoldıĢı öğrencilerin büyük bir bölümü eĢcinselliğin doğal bir yönelim olduğu kanaatine varmaktadır. Metropol kent üniversitelerinde eğitim gören LGBT öğrenciler, akranlarının din, etnisite, siyaset ve tüketim alıĢkanlıkları üzerinden oluĢturdukları yarı Ģeffaf akran kabilelerine –Bauman‘ın iĢaret ettiği üzre- benzer bir Ģekilde, cinsellik üzerinden kabileleĢmektedirler. Bu noktada metropol kentte yaĢayan LBGT bireyler ve metropol kent üniversitelerinde örgütlenen LGBT akranlar, metropoldıĢı öğrenciler için bir tür karĢılaĢma nesnesi haline gelmekte, ayrıca LGBT bedenler kültürel, ahlaki, dini veya ideolojik sebeplerle toplumsal kabulün veya toplumsal reddin özneleri olmaktadır. Muhafazakar hayat görüĢüne sahip olan öğrenciler, Gülen cemaatine mensup olanlar hariç, LGBT bireylere karĢı hoĢgörülü bir söylem geliĢtirmemektedirler. Gülen cemaatine mensup öğrencilerin 22 Cemil Ġpekçi‘nin BaĢbakan‘ı öven sözleri için, bkz. Cemil Ġpekçi‟den BaĢbakan‟a Övgüler, Star Gazetesi, 16 Eylül 2008. 46 çoğu ise, eĢcinselliğin doğuĢtan gelen bir yönelim olduğunu fakat eĢcinsellerin eĢcinsel aktivitede bulunmasının günah olduğunu düĢünmektedir. Genel olarak, LGBT bireylere bakıĢtaki değiĢimin metropoldıĢı öğrencilerin metropolleĢmesi sürecinde önemli göstergelerden birini oluĢturduğu söylenebilir. EĢcinselliğin doğal bir yönelim olduğuna dair söylem –psikiyatrik verilerin de bu durumu desteklemesi sayesinde- metropoldıĢı öğrencilerin metropolleĢmesi esnasında katıldıkları ve sindirdikleri bir söylem olmaktadır. Bu noktada üniversite ders müfredatlarının toplumsal cinsiyet ve LGBT konularını içerip içermemesinin, örneklem üzerinde homofobik tutumlara dair anlamlı farklılaĢmalar oluĢturduğu gözlemlenmiĢtir. LGBT öğrenciler genel olarak sol siyasi ögelerle ortak eylemliliklere giriĢirken, cinsel kimliklerinin de kendilerini politize olmaya zorladığını ifade etmektedirler. Bazı metropoldıĢı LBGT bireyler, özellikle siyasilerin açıklamaları dolayısıyla ayrımcılığa uğradıklarını düĢündüklerini belirtmektedirler. KAYNAKÇA Baudrillard, J.(2011).Simülakrlar ve Simülasyon. çev. Oğuz Adanır, 6. bs., Ankara: Doğu Batı. Bauman, Z.(2010).Sosyolojik Düşünmek. çev. Abdullah Yılmaz, 7. bs., Ġstanbul:Ayrıntı. De Certeau, M.(1990).Gündelik Hayatın Keşfi –I: Eylem, Uygulama, Üretim Sanatları. çev. Lale Arslan Özcan, Ankara, Dost. Foucault, M.(1982).‗'TheSubjectandPower, Critical Inquiry‘‘. c.8, sayı:4 (Yaz, 1982), Chicago, TheUniversity of Chicago Press. Goffman, E.(1956).‗‘The Presentation of Self in Everyday Life, Edinburgh‘‘. University of Edinburgh SocialScienceResearch Center, 1956. Harootunian, H.(200).Tarihin Huzursuzluğu: Modernlik, Kültürel Pratik ve Gündelik Hayat Sorunu. çev. Mehmet Evren Dinçer, Ġstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayını, 2006. Kıray, M. B.(2000). Ereğli: Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası. 3. bs., Ġstanbul: Bağlam. Richter, R.(2012). Sosyolojik Paradigmalar, çev. Necmeddin Doğan, Ġstanbul: Küre. Yankelovich, D.(1981). New Rules Searchingfor Self Fulfillment in a World TurnedUpsideDown, New York, Random House. Diğer Kaynaklar Cemil Ġpekçi‘den BaĢbakan‘a Övgüler, Star Gazetesi, 16 Eylül 2008. Devletin Bakanından EĢcinsellik Yorumu,http://blog.milliyet.com.tr/devletin-bakanindan-escinsellikyorumu/Blog/?BlogNo=232920 , (Çevrimiçi), 26.08.2012. ĠçiĢleri Bakanı‘ndan Yeni Terör Tarifleri, Radikal Gazetesi, 26.12.2012. Okan Bayülgen‘den Melih Gökçek‘e Gay Sorusu, http://www.youtube.com/watch?v=PhrojSySwVA , (Çevrimiçi), 26.08.2012. Toplum Sana Söylüyorum, Bakan Kavaf Sen Anla, Radikal Gazetesi, 09.03.2010. Üniversiteyle BaĢlayan GeliĢme Ġlimize Ahlaksızlık Getirdi, Radikal Gazetesi, 30.10.2012. 47 48 TÜRKĠYE MUHALEFET ALANI VE LGBT HAREKET: GERĠLĠMLER, ĠTTĠFAKLAR, DÖNÜġÜMLER1 Demet BOLAT2 ÖZET YaĢadığımız dünya, birbirine indirgenemeyecek, ancak birbiriyle iliĢkili olarak iĢleyen tarihsel sistemler zemininde Ģekillenir. Fakat bu tarihsel sistemler, toplumsal dünyada ―doğallık‖ mistifikasyonu yoluyla aşkınsal bir statüye yerleĢtirilerek çoğu kez ebedi zamanuzay ile okunur. Heteroseksüel cinsel yönelimin ―insanlık kuralı‖ olarak varsayılması ve cinselliğin norm eksenini oluĢturması, bir tür ebedi zamanuzay okumasıdır. Oysa Wallerstein, heteroseksizm gibi tarihsel/toplumsal sistemlerin tarihsel süreçlerde farklı nitelikler kazandıklarını, çatallanma anları yaĢadıklarını ve bir nihayetlerinin olduğunu görebilmemizi sağlayacak üç tür – yapısal, döngüsel/ideolojik, çevirimsel- zamanuzay okuması önerir. Heteroseksizmin izini bu üç zamanuzay zemininde sürerken Foucault‘un cinsel rejim okuması ve Butler‘ın queer kuramı yol açıcı olmaktadır. Heteroseksizm farklı toplumsal formasyonlarda olduğu gibi Bourdieu‘nun ―konumlanıĢlar arası iliĢki ağı konfigürasyonu‖ olarak tariflediği farklı alanlarda da çeĢitli biçimlerde deneyimlenir ve iĢler. Bu çalıĢmada Türkiye muhalefet alanı olarak iĢaret edeceğim toplumsal uzamın 90‘lı yılların baĢlarından beri bir eyleyicisi olan LGBT hareketin alan ile kurduğu iliĢkilere odaklanarak muhalefet alanında heteroseksizmin izini sürmeye çalıĢacağım. Muhalefet alanında heteroseksüel cinsel rejim nasıl iĢler? LGBT hareket bu cinsel rejimle hangi iliĢkilerle karĢılaĢır? Bu bağlamda alanın diğer eyleyicileriyle kurulan iliĢkilerin niteliği nedir? ÇalıĢma bu sorular ile birlikte, heteroseksizm ile yüzleĢen bir muhalefet pratiğinin toplumsal dünyanın dönüĢümünde taĢıyacağı imkanları odağına almaktadır. Anahtar Kelimeler: heteroseksizm, cinsel rejim, muhalefet alanı ABSTRACT The world in which we live is shaped on thre ground of historical systems that could not be reduced to each other but function in an interrelated mood. But these historical systems are usually perceived to have a transcandental status through the mistification of "naturalness" and read with an eternal time-space. Heterosexual orientation being assumed as "the rule of humanity" and constituting the normative axis of sexuality is a type of eternal time-space reading. Though Wallerstein suggests three types of time-space reading -structural, circular/ideological, cyclical which could help us see that historical/social systems such as heterosexualism gain different characteristics, face moments of furcation and have an end throughout the historical process. Foucault's reading of gender regime and Butler's theory of queer are helpful for tracing heterosexualism on these three grounds of time-space. Heterosexualism, as in several social formations, is experienced and functions in various ways in several fields which Bourdieu defines as "configuration of inter-position web of relation." The LGBT movement is one of the actuators of the social space to which I am going refer as the field of opposition in Turkey since the 1990s. In this study, I am going to trace heterosexualism in the field of opposition by focusing the ways the LGBT movement establishes relationship with the field. How does the heterosexual gender regime function in the field of opposition? In what kind of relations does the LGBT movement encounters with this gender regime? In this context, what are the characteristics 1 Bu makale ―Türkiye Muhalefet Alanı ve Heteroseksizm: Muhalefet Alanında Heteroseksüel Olmamak‖ baĢlıklı yüksek lisans tez çalıĢmamın bazı bölümleri ile birlikte tez çalıĢmasından yola çıkarak oluĢturduğum bazı tartıĢmaları içermektedir. Bu hatırlatma vesilesi ile hem tez çalıĢmama hem de bu dolayımla okuduğunuz makaleye katkısı ve emeği için danıĢman hocam Doç. Dr. Dilek Hattatoğlu‘na teĢekkür ederim. 2 AraĢ. Gör., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected] 49 of the relation established with the other actuators of the field? This study focuses the potentials of the practice of opposition which faces heterosexualism for the transformation of the social sphere. Key Words: heterosexism/heterosexualism, gender regime, field of opposition GĠRĠġ ―Heteroseksüellik tam olarak nedir ve hangi nedenlerden kaynaklanır?‖3 Bir gey- lezbiyen örgütünün afiĢinde sorulan bu soru, aslında heteroseksüel cinselliğin varlığına hiçbir bahane aranmayan, araĢtırılmayan ―sessiz bir norm‖ olarak kabul edilmesine getirilen eleĢtiridir. Heteroseksüel olmayan cinsel yönelimlerin4 ve ikili toplumsal cinsiyet sistemine uymayan cinsel kimliklerin nedenleri araĢtırılarak onların ―normal‖ olmadıkları ima edilir. Toplumsal yaĢamın heteroseksüel norm zemininde örgütlenmesine rağmen heteroseksüellik ―özel alan içinde yaĢantılanan bir pratik‖ olarak okunur. Dolayısıyla cinselliğin heteroseksüel biçimi rutin ve görünmezdir. Wallerstein (2005:34) tarihsel/toplumsal sistemlerin oluĢturduğu –aynı zamanda onların devamlılığını da sağlayan- sömürü, dıĢlama, baskı gibi iliĢkilerin ve normların devamlılığını tam da bu görünmezleĢtirme ve doğallaĢtırmanın sağladığını söyler. Ona göre sosyal bilimin bu sistemlerin ―ebedi ve ezeli doğallıklar‖ olarak okumasına karĢı durarak, onların yapısal olduklarını, belirli döngüler ile iĢlediklerini, tarih ve akıĢ içinde farklılaĢtıklarını gösterme sorumluluğu vardır. Scott ve Jakson (2012:165) ise aynı düĢünsel izleği takip ederek heteroseksüelliği sorgulamanın sosyolojik bir giriĢim olduğunu belirtirler. Yazarlara göre sosyoloji, norm dıĢı olan ile birlikte normatif olanı da odağına almayı ve sorgulamayı dert etmelidir. Bu sorgulama hem ―norm‖ ile ―norm dıĢı‖ olan arasındaki bağlantıları görmeyi hem de ―kanıksanmıĢ doğallıkları‖ bozmayı beraberinde getirir. Bu düĢünüĢ biçimi bizi toplumsal dünyayı Ģekillendiren baskı, ezilme, dıĢlanma ve sömürü iliĢkilerinin tarihsel ve toplumsal olduklarına ve dolayısıyla onları dönüĢtürme ve sonlandırma imkanımızın varlığına götürür. Buradan hareketle bu makalede birçok cinsel yönelim ve arzudan yalnızca biri olan heteroseksüelliğe odaklanacak tartıĢmanın, esasen heteroseksüelliği cinselliğin norm ekseni olarak kuran heteroseksizme, onun iĢleyiĢ biçimlerine ve mücadele imkanlarına dair olacağını söyleyebiliriz. Ancak heteroseksizmi bir ―soyutlama‖ olarak okumanın ötesine geçerek yaĢantılardaki ve iliĢkilerdeki iĢleyiĢ biçimlerini görebilmek için içinde yaĢadığımız toplumsal alanlara odaklanmak gerekir. Bu çalıĢmada, Türkiye‘de heteroseksizme ve bununla güçlü bağlantıları olan homofobi ve transfobiye karĢı sistematik olarak mücadele eden LGBT hareketin de eyleyicisi olduğu Türkiye muhalefet alanının heteroseksizmle iliĢkisinde odaklanılacak bir tartıĢma yürütmeye çalıĢacağım. TartıĢma boyunca heteroseksizm ile Türkiye muhalefet alanının bu günkü yapısı ve nitelikleri arasındaki iliĢkiyi anlayabilmek için LGBT hareketin Türkiye seyrine ve hareketin muhalefet alanıyla ve alanın diğer eyleyicileriyle kurduğu iliĢkilere dair bir incelemeye yer vereceğim. TartıĢmanın temel eksenlerini, heteroseksizm Türkiye muhalefet alanında nasıl iĢler, LGBT hareketin alanda kurduğu mücadele ve ittifak iliĢkileri nelerdir, bu iliĢkiler alanı nasıl dönüĢtürmüĢtür ve bu dönüĢüm hangi tartıĢmaları beraberinde getirir gibi sorular eĢliğinde kurmaya çalıĢacağım. Cinsiyetli Bedenler ve Zorunlu Heteroseksüellik Beden insanın doğayla, tarihle, kültürle, toplumla iliĢkilendiği en dolaysız araçtır. Bir bedene sahip olmak ya da ontolojik olarak var olmak öncelikle doğa ile iliĢki içinde olmayı gerektirir. Ancak bütün vücut sıvıları, organları, barındırdığı sistemleri ve sınırlılıkları ile biyolojik bir varlık olan beden üzerindeki tanımlar ve anlamlandırmalar, tarih içinde, kültür ve ideoloji dolayımıyla sürekli değiĢim halindedir, bu da bedeni aynı anda toplumsal ve epistemolojik bir varlığa dönüĢtürür. Ġnsan, bedeni üzerinde birçok anlam ve kimlik taĢır. Tam da bu nedenle beden bazen direniĢin mekanı olsa da 3 AfiĢ baĢlığını Savran‘dan alıntıladım (2009:242). Heteroseksüel cinsel yönelimin meĢruiyetini biyolojizm ile sağlamasına benzer Ģekilde eĢcinselliğin de ‗normal‘ olduğunun ispatlamak üzere zaman zaman ‗eĢcinsel geni‘ gibi biyolojist öneriler olmuĢtur (Barid:2004:98-107, Acar –Savran: 2009:245-251). Ben burada bir yandan biyolojist bir açıklamaya saplanmamak fakat bir yandan da kiĢinin içten gelen duygusal ve erotik yönelimini muğlaklaĢtıran ‗cinsel tercih‘ kavramını da kullanmamak için cinsel yönelim kavramını kullanmayı uygun buluyorum. 4 50 üzerine disiplin ve iktidar yolu ile giydirilen kimlikler nedeniyle bazı ezilme, sömürü ya da baskı biçimlerinin ezilen tarafı olmaktadır. ĠĢte bu noktada ―ben kimlik kategorilerini değiĢmez ayak bağları olarak sayar ve onları ortaya çıkması kaçınılmaz dert yuvaları olarak kavrar hatta öyle lanse ederim‖ diyen Butler‘a katılmamak mümkün gözükmez (2007:5-6). Özellikle de bu kategoriler doğum anından itibaren bedene perçinlenen ve hayatın geriye kalanının yaĢantılanmasının temel zeminlerinden birini oluĢturan ikili (toplumsal) cinsiyet kimliği kategorileri olduğu zaman. Ġlk kez Anne Oakley (1987) tarafından kullanılan toplumsal cinsiyet (gender) kavramındaki ―toplumsal‖ tamlayanı, ―eril‖ ve ―diĢil‖ olarak kategorilenen biyolojik bedenleri doğrudan toplumsal uzama yerleĢtiren düĢüncenin aksine ―kadın‖ ve ―erkek‖ kimliklerinin doğal değil siyasal, kültürel ve tarihsel olduğunu vurgular. ―Toplumsal cinsiyet, kadınlar ve erkeklere iliĢkin uygun rollerin tamamen toplumsal olarak üretildiğini ifade eden ―kültürel inĢalar‖a iĢaret etmenin bir yoludur.‖ (Scott; 2007:11) Böylece ―aĢkın bir yasa‖nın belirlediği ―eril‖ ve ―diĢil‖ bedenin yerini tarihsellik içinde kavranabilecek olan ―kadın‖ ve ―erkek‖ toplumsal cinsiyetli bedenler alır. Kavram aynı zamanda kadın ve erkek arasında iliĢkisel bir analize imkan vererek iktidar iliĢkilerin taraflarını görmemizi sağlar (Scott 2007, Delphy 2005). Fakat kavrama cinsiyet/toplumsal cinsiyet ikiciliği hala içkindir. BaĢka deyiĢle bu kavramsallaĢtırma ―doğal‖ olan ile ―toplumsal‖ olanı birbirinden tamamen kopuk bir Ģekilde kavrama tehlikesi barındırır, ―evrensel bir biyolojik öz‖ varsayımına dayanır. Peki, cinsiyetin kendisi nedir, cinsiyeti hormonlarla ya da kromozomlarla mı ölçeriz? Butler (2010:52-55) toplumsal cinsiyetin anatomik bedene iĢlediği ve bedenlerin ―kültürel yasaların edilgin alıcıları‖ olduğu fikrini eleĢtirir. Öte yandan toplumsal cinsiyet bedenden bağımsızca iradi bir biçimde seçilen bir durum da değildir. Yani beden, ne kültür ile dıĢarıdan ilintili bir araç ne de edilgen bir ortamdır. Tam tersi bedenin kendisi bir inĢadır. BaĢka deyiĢle beden kültür ve söylemsellik öncesi anatomik bir varoluĢ değil, kültürel süreçlerin ve söylemsel pratiklerin içinde kurulur. ―Toplumsal cinsiyet iĢaretinden önce bedenlerin imlenebilir bir varoluĢları olduğu söylenemez‖ (Butler;2010:54). BaĢka deyiĢle beden basitçe ―anatomik‖ ya da ―biyolojik‖ bir varlık değil toplumsal bir varlıktır ve baĢta penis ve vulva olmak üzere bedenin tüm parçaları anlam yüklüdür, beden zaten-hep toplumsal olarak cinsiyetlidir. Butler ―cinsiyetli öznenin‖ söylemsel süreçler ve kültürel pratikler tarafından 5 çağırıldığını söyler. Toplumsal cinsiyetin aslında bir özü ifĢa edeceği beklentisi özneyi çağırır ve bu yolla üretir (2010:20). ―Özne, kimliğin idrak edilebilir bir Ģekilde ortaya çıkmasını yönlendiren belli kurallara bağlı söylemlerin bir sonucudur‖ (2010:237). Hakiki bir cinsiyete neden ihtiyaç vardır ya da cinsiyetli bedenler ne iş görür? ―Cinsiyet gerçekte cinselliğin dıĢavurumlarını taĢıyan kök salma noktası mıdır; yoksa tarihsel olarak cinsellik tertibatının içinde oluĢmuĢ karmaĢık bir düĢünce midir?‖ (Foucault;2010:112). Foucault, özellikle 19. yüzyıldan itibaren cinsiyetin imi cinsel organın, ya erkeği tanımlayan, dolayısıyla kadında eksik olan ya da kadını tanımlayan ve onu üreme işlevine göre düzenleyen Ģey olarak yorumlanıĢından söz eder. Bedenleri cinsel organa göre eril ve diĢil olarak ayırmak, Butler‘ın anlatımıyla heteroseksüel matrisin ilk ayağını oluĢturur: Eril ve diĢil bedenler ile toplumsal cinsiyet ve cinsel arzu arasında nedensel bir bağ kurulur. Eril ve diĢil bedenlerin anatomik olarak uyumlu olduğu, dolayısıyla cinsel pratiğin bu iki beden arasında gerçekleĢmesi gerektiği iddiası ile üremeye yönelik, heteroseksüel cinsellik dayatılır. (Butler;2010:66,73-74) Heteroseksizm ―kadın‖ ve ―erkek‖ arasındaki cinselliğin varsayılan normalliği üzerine kurularak ―sapığın‖ ―normalin‖ ya da ―erotiğin‖ ne olduğunu tanımlar, cinsellik biçimlerini sınırlandırır. Scott ve Jackson‘a (2012:145,161) göre heteroseksizm bir sosyal yaĢam alanı olarak cinsellik ile temel bir toplumsal bölünme olan toplumsal cinsiyet kavramlarının kesiĢimindeki bir kavramdır. Toplumsal cinsiyet heteroseksizme zemin sağlarken heteroseksizm tarafından yeniden üretilir. Dolayısıyla ―kadın‖ ve ―erkek‖ kategorileri heteroseksüel ekonominin (Wittig, 2009) ihtiyacını karĢılayan siyasi ve ekonomik kategoriler olarak karĢımıza çıkar. Cinselliğe dair bu dayatma ―zorunlu heteroseksüellik‖ düzenidir. Adrienne Rich özellikle lezbiyen kadınları odak aldığı çalıĢmasında, kadınların elbette heteroseksüel de olabileceğini belirtir. Fakat zaten kadınlara ekonomik, politik, kültürel ve ideolojik propagandayla heteroseksüellik dayatılmaktadır. Zorunlu heteroseksüellik erkeklerin kadınlar üzerinde güç kullanmasını ve onları çeĢitli alanlarda kontrol altında tutmalarını sağlar (1996:141). Bu dayatma özellikle Foucault‘un biyo-iktidar çağı dediği ve 5 Burada Althusser‘den yola çıkan ideoloji ve özne tartıĢmasına referans vardır. 51 kapitalizmin kurumsallaĢtığı dönem olan 19. Yüzyılda son formunu kazanan ve yaygınlaĢan modern 6 tek eĢli heteroseksüel aileler yoluyla sistematik olarak iĢler. ―Kadın‖ ve ―erkek‖ten oluĢan heteroseksüel aile bu temel bölünme üzerinde iĢleyen hetero-cinselliği ve patriyarkal iktidar iliĢkilerini iĢlettiği gibi yeni kuĢakların ―heteroseksüel insan‖lar olarak yetiĢmesinin zeminini de oluĢturmaktadır. Foucault 18. yüzyıldan itibaren cinselliğe iliĢkin yeni bir bilgi tertibatının oluĢturulduğundan bahseder. Bu tertibat hem cinsel kimliğinin oluĢumunu hem de ―normal‖ bir psikoseksüel geliĢim çizgisinin tanımlanmasını ve cinsel kimlikle ―uyumlu‖ ve ―uyumsuz‖ davranıĢ biçimlerinin belirlenmesini odağına alarak cinselliği ―us‖ alanına çeker. Öyle ki heteroseksüel ve homoseksüel (eĢcinsel) kelimeleri ikili karĢıtlık olarak oluĢturulmuĢ ve kullanılmaya baĢlanmıĢtır. (2010:21-33). Bu dönemde psikanaliz bilimi, özellikle Freud‘un Oedipus Kompleksi kuramı, bu konuda dair ana akım bir bilgi türü oluĢturmuĢtur. Ferud‘un cinsel kimlik kuramının odağında ensest tabusu yer alır. Erkek bebek anneye ve kız bebek babaya duyduğu arzudan ensest tabusu nedeniyle vazgeçer. Bu vazgeçiĢ sevgi nesnesinin yitimine sebep olur. Freud kiĢinin sevgi nesnesini yitirdiğinde yitirilen ötekiyi ―ben‖in içine kattığını ve ötekinin niteliğini içselleĢtirdiğini, cinsel kimliğin bu yolla kurulduğunu söyler (1996:11-34). Fakat Butler, Freud‘un tanımladığı birincil biseksüel döneme dikkat çeker: oğlan çocuğu birincil biseksüellik döneminde hem anneye hem de babaya cinsel arzu duyuyorken nasıl olmuĢtur da Oedipal dönemde anneye karĢı olan yatkınlık korunmuĢtur? Öte yandan baba ile özdeĢleĢme de yitik bir aĢkın sonucu değil annenin reddi sonucu oluĢur. Butler burada çocukta ortaya çıkan ve onu anneden vazgeçiren ―hadım edilme‖ korkusunun aslında heteroseksüel kültürdeki erkek eĢcinsellikle birlikte anılan ―diĢileĢme‖ korkusu olduğunu söyler. Yani çocuk aslında iki cinsel nesne değil, eril ve diĢil olmak üzere iki cinsel yatkınlık arasında seçim yapmıĢtır.(2010:125) ―Dolayısıyla yatkınlıklar aslında ruhun birincil cinsel olguları değil kültürün dayattığı bir yasanın üretilmiĢ etkileridir.‖ Butler‘a göre cinsel kimlik özdeĢleĢmesinde ensest tabusunu da önceleyen bir eşcinsellik tabusu vardır. ―Odipal drama adım atan kız çocuğu ve oğlan çocuğu onları münferid cinsel yönlere yatkın kılan yasaklara zaten çoktan maruz kalmıĢlardır‖ (2010:130-31) Freud‘un cinsel kimlik kuramı anatomik cinsiyeti kaçınılmaz olarak toplumsal cinsiyete ve heteroseksüel arzuya bağlar. Biyolojik cinsiyetle ―uyuĢmayan‖ cinsel yönelimler ise psikoseksüel geliĢim bozukluğu olarak ―nesne seçimi ile ilgili sapkınlıklar‖ altında listelenir.7 Arzu heteronormatif bir toplumsal uzamda Ģekillenir, yönetilir. Connell, insanlar arası duygusal iliĢki ve arzu örüntüsünü örgütleyen kateksis yapısının cinsel farklılığı bir ön koĢul olarak sunduğunu söyler. Bu anlamda arzu toplumsal bir örüntüdür ve ortak bir yasaklama ve tahrik etme sistemidir (1998:156-57). Fakat bu fikir bizi ―orada bir yerlerde, saf, aĢkınsal‖ bir arzunun bulunduğu ve sonradan yasaklandığı ve baskı altına alındığı düĢüncesine götürürse yanılmıĢ oluruz. Zira Foucault iktidar iliĢkisinin zaten arzunun bulunduğu her yerde olduğunu, daha doğrusu iktidarın devreye sonradan giren bir dinamik olmadığını söyler. Bu anlamda iktidar iliĢkisi dışında arzuyu aramak boĢunadır. Çünkü zaten yasa‘dan önce gelen bir arzu yoktur. Ġktidar hem arzuyu hem de onun dayandığı eksikliği kurarak cinselliği biçimlendirir. (2010:64). Fakat iktidarın yalnızca baskı, sansür ve yasak yoluyla iĢlemediğini yeniden hatırlarsak, iktidarın normu oluĢtururken ―ötekini‖, söylem düzenini oluĢtururken ―suskunluğu‖ da ürettiğini tekrar belirtebiliriz. Yani iktidar hem ―normal‖ arzu ve cinselliği hem de ―sapkın‖ olanı içine alacak bir cinsel rejim oluĢturması nedeniyle üretken/pozitif özelliktedir. Dolayısıyla ―norm‖ olanın sınırı çizilirken Butler‘in (2008:156) ―kurucu öteki‖ olarak adlandırdığı kenar cinsellikler de iĢaretlenir. Türkiye Muhalefet Alanı Bu makalede ―Türkiye muhalefet alanı‖ olarak adlandırılan toplumsal uzam Fransız sosyolog Pierre Bourdieu‘nün alan kuramı‘ndan hareketle tarif edilmektedir. Fakat Bourdieu‘nun alan kuramını 6 Örneğin Gittins‘e göre kız ve erkek çocukları arasındaki ayrımlar modern toplumlarda daha da katılaĢmıĢtır. Örneğin Viktoryen Dönem‘de çocukların saf ve aseksüel olduğu düĢüncesiyle her iki cinsiyetten çocuğun da ergenlik dönemine dek, bir yanıyla cinsiyet ayrımını üreterek, kız çocuğu gibi giydirildiğini söyler. Buna karĢın çağdaĢ toplumda bebeklerin kıyafetleri doğumdan itibaren cinsiyete göre ayrıĢtırılır (2011:137-38). Ancak bu noktada Barrett (1995:193) tek tek her bir ailenin ―modern aile‖ tanımına birebir uymadığını, dolayısıyla ―ailelerden‖ değil yaratılan ―aile ideolojisinden‖ bahsedilmesi gerektiğini söyleyerek, modern aile formunun geniĢ toplumsal kesimlere uygulanabilmesinin ideolojik kanallarına dikkat çeker 7 Bkz: Freud S. (2011). Cinsiyet Üzerine. Avni ÖneĢ (çev). Ġstanbul: Say Yayınları 52 anlamak için ilk olarak habitus nosyonu ile baĢlamak gerekir. Habitus kavramı sosyal bilimlerdeki nesnelci-öznelci ya da yapısalcı-inĢacı olarak adlandırılan ikili karĢıtlıkları aĢmak için oluĢturulan bir kavramsal hamledir. Bourdieu (2003:111) bu kavramı kullanmadaki niyetini ―hem eyleyiciyi feda etmeden özne felsefesinden kaçınmak, hem de yapının eyleyici üzerinde ve onun aracılığıyla yarattığı etkileri hesaba katmaktan vazgeçmeden yapı felsefesinden kaçınmak‖ olarak tarifler. Bourdieu bir yandan nesnel yapıların faillerin iradesinden bağımsız olarak var olduğunu ve onların pratiklerini yönlendirip kısıtladığını göz önünde bulundururken diğer yandan da bu nesnel yapıların toplumsal bir yaratılıĢının var olduğundan bahseder (2012a:350). Bu bakımdan habitus kavramı faillilerin dıĢında bulunan yapısal sistemler ile faillerin seçim, eylem ve yatkınlıkları arasında bir dolayım kurma imkanı sunar. Habitus failin dıĢsal yapıları doğallaĢtırmasına ve onları içselleĢtirmesine iĢaret eder. Fail, habitusun dolayımıyla kadın –erkek, doğru yanlıĢ, iyi- kötü, zengin-fakir, insan-hayvan gibi birçok ikili karĢıtlığı içselleĢtirir, bu karĢıtlıklara uygun eğilimleri pratik eder. Dolayısıyla eyleyicilerin ―biricik‖ pratikleri de aslında kolektiftir. ―Habitus toplumsallaĢmıĢ bir öznelliktir‖ (Bourdieu;2003:116). Habitus nosyonunu yalnızca tarihsel sistemler tarafından üretilen ve onları yeniden üreten, çıkıĢsız bir kavram olarak okuyarak bu sistemlerin de sonsuz olduğu sonucuna varmak Wallerstein‘ın (2005a:36) nesnel sistemlerdeki dönüĢümü ve bu sistemlerin tamamen değiĢimini örttüğü için eleĢtirdiği ebedi zamanuzay ‘ı kullanma hatasına düĢmek olur. Oysa bu istemleri yapısal zamanuzay ve döngüsel-ideolojik zamanuzay ile okumak ―sistem içinde neler olduğunu, niçin olduğunu ve ne zaman olduğunu gösterir‖ (Wallerstein;2005a:44). Döngüsel zamanuzayı analiz edebilmek bize Wallerstein‘ın ―çatallanma anı‖ olarak adlandırdığı anları/fırsatları fark etme Ģansı verir. Bu an, nadir olarak gerçekleĢen dönüşümsel zamanuzay anıdır. Çatallanma anında sistemin ritimleri iĢlemez hale gelir ve kaostan yeni bir yapı çıkar (Wallerstein;2005a:44). Ancak ne yapısal sistemlerin ritmik döngüsel kalıplarının iĢlemesi (habitus dolayımıyla, yani toplumsal faillerin de katkısıyla) ne de dönüĢümü gerçekleĢtirecek çatallanma anları toplumsal mekanların dıĢında gerçekleĢmektedir. Bu durum bizi nihayet alan nosyonuna getirir. Habitusun çıkıĢsız döngüleri tekrar eden bir kavram olmadığını, Bourdieu‘nün (2003:125) deyimiyle ―kader‖ olmadığını anlamamız için alan nosyonuna ihtiyacımız vardır. Bourdieu (2003:81) alan kavramını ―konumlar arası nesnel bağıntılar ağı‖ olarak tarifler. Dolayısıyla alan nosyonu ile düĢünmek ilişkisel düĢünmeyi gerektirir. Türkiye muhalefet alanı da farklı habitusların içkin olduğu konumlanıĢlar arası iliĢkilerden oluĢan toplumsal mekandır. Yani bu alan bir tür noktalar toplamı değil bu noktaların anlamlı bağıntısıdır. Bu nedenle muhalefet alanındaki her bir konumlanıĢ, ancak diğerleri ile birlikte tanımlanabilir. Zira hiçbir konumlanıĢ kendiliğinden bir töz halinde, steril bir biçimde var olamaz. ―Alanlar öyle sistemlerdir ki her tekil unsur (kurum, örgüt, grup ya da birey) kendi ayırt edici niteliğini, diğer bütün unsurlarla olan iliĢkisinden devĢirir‖ (Swartz; 2011:175). Ancak bu iliĢkilerin niteliği, ittifak ve dayanıĢma iliĢkileri olabileceği gibi (uzun ya da kısa vadeli olarak birlikte tavır almak gibi) çoğu zaman mücadele iliĢkileri olarak düĢünülmelidir. Zira alanlarda bazı konumlar egemenken bazıları tabi konumlardır. Bu nedenle alanlar iktidar ve direniĢi bir arada barındırır. Bourdieu (2003: 89) alanı, güç iliĢkilerinin ve bu iliĢkileri değiĢtirme mücadelesinin yeri olarak tarifler. Alanın bu tanımı alanda karĢılaĢan habitusların ve dolayısıyla bizzat alanın yapısının (sınırlarının, niteliklerinin, kurallarının) değiĢebileceğine iĢaret eder. BaĢka deyiĢle alanın değiĢim motoru mücadele içeren iliĢkilerdir. Fakat değiĢimler kolay değil, sancılıdır, çünkü habituslar değiĢime direnç gösterir. Swartz‘a göre habitusun yeniden üretime devam edemeyeceği ve değiĢeceği koĢullar kendisini oluĢturan nesnel koĢulların farklılaĢmasıyla mümkün olur (2011:160). Esasen bu durum Wallerstein‘ın ―çatallanma anı‖ dediği durumdur ve bu duruma ancak farklı habituslara sahip olanların politik mücadelesi sonucu gelinir. Alandaki mücadele, güç iliĢkilerinin ve bu iliĢkilere özel sermaye biçimlerinin dağılımının değiĢmesi ya da sürdürülmesi için verilen mücadeledir (Vandenberghe;2012:412). Bourdieu sermaye nosyonunu8, alanda hem mücadele silahı hem de uğruna mücadele edilen, sahibine iktidar ve nüfus sağlayan Ģey olarak tanımlar (2003:82). 8 Bourdieu‘a göre sermaye çalıĢılan evren içinde sahiplerine kuvvet, iktidar ve kar getiren özelliklerdir. Bourdieu sermaye türlerini temel olarak, ekonomik sermaye, kültürel ya da enformasyonel sermaye, sahip olunan iliĢki ağları olarak sosyal sermaye ve simgesel sermaye olarak gruplar (2012:370). 53 Alanları kuran iliĢki ağlarına özgü sermaye(ler) vardır ve egemen ve tabi konumlar alanda dolaĢımda olan sermayenin dağılımı bağlamında oluĢurlar. Zira sermaye alanın iĢleyiĢi, düzenlilikleri, sınırları, kuralları ve bunlardan kaynaklanan faydalar üzerinde iktidar sağlar (Bourdieu; 2003:86). Muhalefet alanı olarak tanımladığımız alanda da konumlanıĢları ve konumlar arası iliĢkilerin niteliğini, alanın kendine özgü sermayeleri (kitlesel aktivist ve sempatizan grubuna sahip olmak, alanın eskisi/kurucusu olmak, aynı zamanda alanı anlamlı kılan ―mücadele‖de bedel ödemiĢ olmak vb. gibi) belirlemektedir. Peki muhalefet alanı olarak adlandırdığımız uzam nerede baĢlar, nerede biter ya da ampirik bir alanın sınırları nasıl çizilir? Zira ―muhalefet” adlandırması tek baĢına hiçbir anlam ifade etmez. Bu tanım Türkiye topraklarında o denli kalabalık bir eyleyici toplamına iĢaret eder ki, bu çalıĢma için hiçbir harita çıkartamaz. Bu nedenle çalıĢmada muhalefet alanı denilen uzamdan ne kastedildiğini, yani onun sınırlarını tartıĢmaya ihtiyaç vardır. Bourdieu ampirik çalıĢmada alanın inĢasının karar vererek gerçekleĢemeyeceğini söyler (2003:85). BaĢka deyiĢle alan, aynı isimle çağırılsalar bile, çeĢitli eyleyicilerin rastgele/keyfi toplamı olamaz. Bir eyleyici kümesinin alan oluĢturduğunu söyleyebilmek için, egemen ya da tabi konumda da olsalar, ortak bir varsayımı paylaĢıyor olmaları gerekir: ―Mücadele alanının mücadele edilmeye değer olduğu varsayımını‖ (Swartz; 2011:177). BaĢka bir ifadeyle alanı oluĢturan, yani eyleyicileri iliĢki ağı kurmaya zorlayan Ģey illusio‘dur. Ġllusio bir alanda oynana oyunun değerli olduğuna dair inanç (doxa) ve kabuldür ve her alan bir illusio tipini gerektirir (Swartz; 2011:178). Ġllusio bir anlamıyla oyuna yapılan yatırımdır, alandaki eyleyici (oyuncu), oynanan oyunda kaybedilesi ya da kazanılası bir Ģey gördüğü için o alanın içindedir. Bourdieu illusio‘yu taraf olmak, oyundaki mevcut hedeflere kendini vermek olarak tanımlar, ancak bu hedefler sadece onu tanıyanlar için önemlidir, ―onların tersine, o oyuna girmeyenler açısından gereksiz Ģeyler gibi görünen ve onu kayıtsız bırakan hedefler uğruna ölmeye hazır olanlar için mevcuttur‖ (1995:150). Dolayısıyla alana, alanın hedef, inanç ve varsayımlarına inanmayan, böylece alanı ve oyunu anlamsız bulan bir toplumsal fail halihazırda bu alanın dıĢında kalır. ―Bir alan, alanın etkisinin görüldüğü mekan olarak düĢünülebilir … alanın sınırları alanın etkilerinin bittiği noktada son bulur‖ (Bourdieu; 2003:85). Ancak kendimize bir pay bırakarak ve yine Bourdieu‘ye dayanarak toplumsal dünyada bu etkinin sınırlarının keskin çizgiler Ģeklinde olmayacağını belirtmek gerekir. Bu hayali düzlemler bir tarafta daha belirginken bazen bulanık hale gelebilir. (Bourdieu:2012b:379). Buna rağmen geldiğimiz noktada, çalıĢmada önerilen muhalefet alanının sınırlarını çizen ve eyleyicilerinin kendisini kaptırdığı bir ortak inanç, bir oyun olduğunu, ancak bu oyunun hedefleri ve kurallarına inanan, bunun etkisi altında olan eyleyicilerin, bu çalıĢmada önerilen alanının eyleyicileri olarak tanımlandığını söyleyebiliriz. Bu çalıĢmanın alanını, yani muhalefet alanını ortaya çıkaran ve eyleyicilerinin etkisi altında olduğu ortak inancı, biraz cesaretle, ―baĢka türlü bir dünyanın mümkün‖ olduğuna ve ―bunun için mücadele etmenin anlamlı‖ olduğuna duyulan inanç olarak tarifleyebiliriz. Tarifimizi açmak için, alana ismini veren muhalefet ediminin ―neye karĢı (muhalefet)‖ olarak gerçekleĢtirildiğini anlamaya ihtiyaç vardır. Kapitalizm, patriyarka, ırkçılık ve milliyetçilik ve heteroseksizm gibi baĢat ezme ve sömürü sistemleri insanlar arasında hiyerarĢi iliĢkileri kurar. Wallerstein toplumda gücün ve imtiyazın dağılımında bu hiyerarĢik basamaklandırmanın etkili olduğunu söyler. Bu sistemlerin yarattığı ırkçılık, cinsiyetçilik gibi negatif normlar insanlar arasındaki hiyerarĢiyi, ezenlerin olduğu kadar ezilenlerin gözünde de meĢrulaĢtırmaktadır (2005b:69-70). BaĢka bir değiĢle bu tarihsel sistemleri iĢleten sömürü, ezme, dıĢlama ve baskı mekanizmaları, yaĢamın ―doğal‖ hatta bazen ―olması gereken hali‖ olarak karĢımıza çıkmaktadır. Ancak bu sistemler birbirlerinden bağımsız, ―ayrı dünyalarda‖ iĢlemezler. Tam tersi çoğu kez iç içe ve birbirlerine dayanarak var olurlar. Örneğin Wallerstein (2007:45-50) kapitalizmin ırkçılık ve cinsiyetçilik sayesinde bir kısım insanı (kadınlar ve aĢağı ırktan olduğu düĢünülen insanlar), sistem içinde ancak sistemin en alt tabakası olarak tuttuğunu ve bu iki negatif norm sayesinde ucuz emek gücünü karĢıladığını söyler. Yine Balibar‘a göre, farklı tabiyet iliĢkilerinin tabi tarafı olanların (kadınlar, aĢağı ırklar, ―sapıklar‖) benzer söylem ve tutumlara maruz kaldıklarından çok birbirine bağlı ve birbirini tamamlayan dıĢlama ve tahakküm iliĢkilerinin oluĢturduğu yapıdan söz etmek gerekir (2007:66-67). Kastettiğimiz muhalefet edimi de tarihsel olarak oluĢmuĢ ve içinde yaĢadığımız, birbiri ile iliĢkili, mevcut ezilme, baskı ve sömürü iliĢkilerine karĢı gerçekleĢir. Dolayısıyla Türkiye muhalefet alanın sınırını çizen illusio, her ne kadar alanın kendisi de bu iliĢkilerden azade değilse de, bu toplumsal iliĢkilerin, ezilen ve sömürülen tarafların lehinde iyileĢtirilmesi, değiĢtirilmesi ya da tamamen yok edilmesi gerekliliğine duyulan ortak inançtır. Bu 54 inanç alanımızı kuran eyleyicileri iliĢkisel konumlanıĢlarla bir araya getirilir ve alanımız bu yolla kurulur. LGBT Hareket ve Muhalefet Alanı: Mücadeleler, Ġttifaklar ve DönüĢümler Bourdieu‘ye göre alanlar bir oyunu, o oyunun kurallarını ve alanda geçerli sermaye biçimlerini içerirler. Alanın sınırı, içerisi ve dıĢarısı, dolayısıyla içerdiği ve dıĢladığı eyleyiciler, bu kurallara uygun olarak belirlenirler. ―Bir alana giriĢ hakkını meĢrulaĢtıran Ģey belirli bir özellikler konfigürasyonuna sahip olmaktır‖ (Boudieu & Wacquant: 2003:93). Bu anlamda alanın sınırları konusu sürekli bir mücadele zeminidir. 80‘lerin ikinci yarısından sonra, Türkiye muhalefet alanı da benzer mücadelelere tanık olduğunu görürüz. Zira 80‘ler ve 90‘lar boyunca muhalefet alanında yeni toplumsal hareketler olarak adlandırılan eyleyicilerin alana girmek ve alanın geleneksel kodlarını değiĢtirmek için mücadele ettiğini söyleyebiliriz. Sözümüzü çalıĢma odağına çekerek bu baĢlık boyunca LGBT hareketin alanla iliĢkilenmesi ve alanın dönüĢüm dinamiklerine odaklanılacağını ve ―Türkiye Muhalefet Alanı ve Heteroseksizm: Muhalefet Alanında Heteroseksüel Olmamak‖ baĢlıklı çalıĢmanın bazı ampirik bulgularından9 da faydalanılacağını belirtelim. LGBT hareket 90‘lı yılların baĢlarına kadar muhalefet alanında müstakil örgütlenmeler olarak görülmese de alanda öne çıkan bazı eyleyicilerin izi sürüldüğünde hareketin ilk belirtileri görülebilir. Bu eyleyicilerden biri Ġbrahim Eren‘dir. Türkiye ĠĢçi Partisi (TĠP) üyesi Eren 70‘li yılların sonunda Ġzmir‘de Ġzmir Çevre Derneği‘ni kurmuĢ, buradaki G/L (gey/lezbiyen) kiĢilerin iletiĢim kurduğu ve dayanıĢtığı bir ortam oluĢturmuĢtur. Ancak Eren‘in 12 Eylül Darbesi nedeniyle yurt dıĢına çımasıyla çalıĢma kesintiye uğramıĢtır (Kurbanoğlu:2011:229). 12 Eylül‘ü yalnızca sol, sosyalist düĢünceleri ve bu düĢünceler etrafında örgütlenen yapıları bastırılıp milliyetçi ve serbest piyasacı düĢüncelerin yaygınlaĢtırılması olarak değil, aynı zamanda heteroseksist bir cinsel rejimin pekiĢmesi olarak da okuyabiliriz. Zira Ġzmir LGBT Derneği Siyah Pembe Üçken tarafından hazırlanan ―80‘lerde Lubunya Olmak‖ çalıĢmasında yer alan tanıklıklar, 12 Eylül sonrasında, trans ve eĢcinsel insanların, kendi tercihlerinin de ötesinde çoğu kez zorunlu olarak yaptıkları seks iĢçiliği, dansözlük, Ģarkıcılık gibi mesleklerde çalıĢmaları dahi bir tür ayrıcalık haline geldiğini ve engellendiğini gösterir. Darbe ile birlikte bu insanların yalnızca çalıĢmaları değil, kamusal alanlarda görülmeleri bile polis ve asker tarafından uygulanan farklı Ģiddet türleriyle engellenmiĢ, farklı Ģehirlere sürgünler yoluyla L/G/B/T10 kiĢiler arasındaki tanıĢıklık ve dayanıĢma iliĢkileri dağıtılmıĢtır. L/G/B/T insanların, özellikle trans bireylerin kendilerine yönelik devlet kaynaklı baskılara ve Ģiddete karĢı protesto ve hak arama eylemleri bu bireylerin muhalefet alanı ile tekrar iliĢkilenmelerini sağlamıĢtır. 1987‘de Sevda Yılmaz‘ın11 sözcülüğünü yaptığı bir grup gey ve trans kiĢi kendilerine yönelik baskı nedeniyle açlık grevine baĢlamıĢ, bu sırada Türkiye‘ye dönen Ġbrahim Eren‘in giriĢimiyle kurulan Radikal Demokratik YeĢil Parti (RDYP) ile dayanıĢma iliĢkisi geliĢtirmiĢlerdir (Yıldız:2007a:48). 1885-86 yıllarında kurulan RDYP muhalefet alanının yeni eyleyicileri ile bir araya gelmiĢ, özellikle gey ve trans kiĢiler büyük ölçüde ön plana çıkmıĢ ve partinin yayın organı YeĢil BarıĢ dergisinin orta sayfası ―Gay Liberasyon‖ baĢlığı ile çıkmıĢtır. (Eren:2004:83-84). Türkiye muhalefet alanı 1990‘ların baĢlarına dek, birkaç geçici birliktelik ve kiĢisel çabalar dıĢında, L/G/B/T kiĢilerin oluĢturduğu, sistematik olarak L/G/B/T kiĢilerin haklarını savunan ve heteroseksizme karĢı mücadele eden bağımsız LGBT örgütleriyle tanıĢmamıĢtır. Yıldız (2007b:46) Türkiye‘de ilk eĢcinsel derneğinin GökkuĢağı ‘92 grubu olduğunu söyler. Ancak bu grup tüzük 9 ÇalıĢmanın bulguları kendisini gey, lezbiyen, biseksüel, trans ya da queer olarak tarifleyen ve Türkiye muhalefet alanında örgütlenme deneyimi olan 21 kiĢi ile yapılan derinlemesine görüĢmeler sonucu elde edilmiĢtir. 10 Metin boyunca lezbiyen, gey, biseksüel ve trans kişilerden bahsederken, kelimelerin baĢ harflerinden oluĢan bu kısaltmayı da kullanacağım. Fakat bu kullanımın yaygın biçimi (LGBT kiĢiler/bireyler) yerine, harfleri slaĢ iĢareti ile ayırmayı, bahsedilen kiĢilerin aynı anda örneğin ―hem lezbiyen hem gey‖ olmayacağını göz önünde bulundurmanın bir yolu olarak seçtim. Bu kullanım biçiminden bir diğer muradım ise lezbiyen, gey, biseksüel ve trans olma hallerinin her birinin özgünlüğüne dikkat çekmek. 11 Bugün trans kadın olan Sevda Yılmaz, 1987 yılında kendisini gey olarak niteliyordu ve Ali Kemal Yılmaz adını kullanıyordu, dolayısıyla farklı kaynaklarda bu isimle de karĢılaĢmaktayız. 55 tartıĢmaları sonucu kısa sürede dağılmıĢtır. Fakat hemen ardından bir grup eĢcinsel ve trans kiĢi ―Cinsel Özgürlük Etkinlikleri‖ adıyla onur haftası çalıĢması yapmaya giriĢmiĢ, ancak bu giriĢim Ġstanbul Valiliği‘nin ―genel ahlaka aykırı‖ bularak izin vermemesi sonucu baĢarısız olmuĢtur. Yine de bu çalıĢmayı birlikte yürüten grup Ġstanbul‘da 11 Nisan 1993 tarihinde Lambda‘yı kurmuĢlardır. Öte yandan bir grup gey ve lezbiyen tarafından 90‘lı yılların baĢlarından itibaren ev sohbetleri olarak sürdürülen toplantılar sonucu 1994 yılında Ankara‘da Kaos GL kurulmuĢtur. Dernek 20 Eylül 1994 yılında yine Kaos GL adıyla ilk yayınını da çıkartmıĢtır. 90‘ların ikinci yarısı Türkiye‘de eĢcinsel hareketin giderek kalabalıklaĢtığı, çeĢitlendiği, yaygınlaĢtığı ve artık geri dönülemez biçimde alanda yer edindiği yıllardır. Lezbiyen kadınlar, kadın ve erkek eĢcinsellerin bir arada bulunduğu örgütlerden özerk bağımsız olarak Venüs‘ün Kız KardeĢleri (1995) ve Sappho‘nun Kızları (1998) isimleriyle örgütlenmiĢlerdir. Yine aynı yıllar üniversitelerdeki LGBT örgütlenmeleriyle LGBT mücadelesinin giderek Anadolu‘ya da yayıldığı dönemlerdir. EskiĢehir‘de Bilinçli EĢcinseller Topluluğu (1995), Erzurum‘da Lambda Erzurum (1996), Bursa‘da Spartaküs (1997), Ġzmir‘de Biz GL (1997), çeĢitli üniversitelerde öğrenci toplulukları aracılığıyla örgütlenmeyi amaçlayan LeGaTo (1996) ve trans kadınların örgütlendiği Gacı (1997) bu dönemde kurulan oluĢumlardır (Yıldız;2007b:47). Ġçinde bulunduğumuz dönemde ise kitleselliği, görünürlüğü ve tutarlı politik tutumuyla LGBT hareketin muhalefet alanının önemli bir eyleyicisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum, çalıĢmanın bulgularında alanın heteroseksizm, homofobi ve transfobi bağlamında değiĢimin ve alanda antiheteroseksist mücadelenin simgesel değerinin yükseliĢinin önemli bir dinamiği olarak karĢımıza çıkmaktadır. ÇalıĢmaya katılan görüĢmecilerin çoğu LGBT hareketin alanda olmak, alanı dönüĢtürmek ve burada meĢruiyet kazanmak için gösterdiği çaba ve ısrar alanın diğer eyleyicilerini de etkilediğine iĢaret etmektedir. GörüĢmeciler alandaki siyasetin LGBT hareketin alana girmesi, kendisini (bazen dayatarak) ifade edecek siyasi araçlar yaratması ve diğer eyleyicilerle temas kurması ile birlikte dönüĢtüğü görüĢünü öne çıkarmıĢlardır. LGBT örgütleri, kendisi baĢlı baĢına tarihsel bir ezilme ve dıĢlanma sistemi olan heteroseksizmle mücadele ettikleri ve L/G/B/T insanların insan hakkını savundukları için, ―muhalefet alanı‖nın hali hazırda eyleyicisidirler. Zaten, Türkiye‘de LGBT hareketlerinin hemen hemen hepsi muhalefet alanına girmeye talip, muhalefet alanını bir parçası, bir eyleyicisi olma iddiasıyla yola çıkmıĢlardır. Örneğin Lambda‘nın ilkelerini belirlediği metinde ilk olarak karĢımıza kendilerini farklı ezilme, baskı ve ayrımcılık biçimleriyle mücadele ekseninde tanımlayan aĢağıdaki paragraf çıkar: Lambdaistanbul‘da lezbiyen, gey, biseksüel ve translar arası dayanıĢma örgütlemek, transfobi, homofobi ve bifobiyle mücadele etmek için bir araya gelmiĢ olsak da, sadece cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılıkların değil, din, dil, ırk, milliyet, cinsiyet, tür, vatandaĢlık, yaĢ, kabiliyet, vb. temelli her türlü baskı ve ayrımcılığın karĢısında duruyoruz.12 Benzer biçimde Kaos GL ilk sayısında, içinde yaĢadığımız toplumun yalnızca seksist değil aynı zamanda heteroseksist olduğu ve erkek egemen kapitalist bir düzende yaĢadığımız tahlili ile yola koyulmuĢ, heteroseksüel erkek egemen ideolojinin kapitalist sistem ile pekiĢtirildiğini savunmuĢtur (Kaos GL: 1994:1-3). Yine derginin ilk sayısında yer alan ―EĢcinsellik, Sosyalizm, AnarĢizm‖ metni13 Türkiye muhalefet alanını homofobi ile ilgili olarak eleĢtirip, SSCB‘nde Lenin ve Stalin dönemlerini eĢcinsellerin durumu açısından karĢılaĢtırmaktadır. Bu durum her ne kadar alanı eleĢtiren bir durumu yansıtsa da eleĢtiri aslında alanın muhatap alınması ya da Bourdieu‘cü anlamda alanda oynan “oyun”un önemsenmesi olarak da okunabilir. LGBT hareketinin alanın diğer eyleyicileriyle iliĢkilendiği bir diğer nokta ise 1 Mayıs ĠĢçi Bayramı kutlamalarıdır. Kaos GL 2001 yılında, Lambdaistanbul grubu ise 2002 yılında 1 Mayıs alanlarında ilk defa yerlerini almıĢlardır. Kaos GL yayınladığı ilk 1 Mayıs bildirisinde14 solu, eĢcinselleri ve L/G/B/T bireylerin sorunlarını görmezden geldikleri ve eĢcinselliği egemen ahlak anlayıĢıyla yargıladıkları için eleĢtirmiĢ, solu bu ―ikiyüzlü ahlak anlayıĢından‖ kurtularak heteroseksizm ve kapitalizme karĢı birlikte mücadeleye çağırmıĢtır. LGBT hareket 1 Mayıs gibi 12 http://www.lambdaistanbul.org/s/hakkinda/ilkelerimiz/ (EriĢim Tarihi: 14.04.2013) Gay‘e Efendisiz (1994). ―EĢcinsellik, Sosyalizm, AnarĢizm‖ Kaos GL. 12-13. Sayı:1 14 http://www.kaosgldernegi.org/etkinlikdetay.php?id=7281 (EriĢim Tarihi:15.04.2013) 13 56 tarihsel olarak muhalefet alanıyla iliĢkilendirilen bir günde yapılan etkinliğe katılarak hem politik konumlanıĢını beyan etmiĢ hem de alana girmenin adımlarını sıklaĢtırmıĢtır. AraĢtırmaya katılan birçok görüĢmeci LGBT hareketin 1 Mayısta alanda kabul gören ve simgesel değeri olan sloganları (da) attığına anlatılarında yer verilmiĢtir. Fakat bu durumu yalnızca LGBT hareketin alanda bazı eyleyicileri esas alarak, onların gözünde ―kabul görmek‖ için uyguladığı bir strateji olarak okuyamayız. Zira LGBT hareketin hem birçok aktivistinin toplumsal iktidar iliĢkilerinin ―tabi‖ konumlanıĢlarında olduklarını hem de hareketin odağındaki heteroseksizmin, homofobinin ve transfobinin diğer ezilme ve baskı biçimleri ile beraber iĢlediğini sürekli vurguladığını belirtmeliyiz. LGBT hareketin heteroseksizm, homofobi ve transfobi ile diğer ezilme biçimlerine köprü atan onlarca beyanından sonuncusunun 20. Onur YürüyüĢü‘nün basın metni15 olduğunu belirtelim. 2013 Hazira‘ında, Türkiye‘de daha fazla demokrasi, hak ve özgürlük talepleriyle, onlarca Ģehri kapsayan bir halk direniĢine tanık olduk. Gezi DireniĢi olarak andığımız bu halk hareketinde de yerini alan LGBT hareketler 2013 yılı Onur Haftası‘nın temasını ―DireniĢ‖ olarak belirlediler. Onur yürüyüĢü sonunda okunan basın metninde ise Gezi DireniĢi‘ne katılan bütün kesimlerle LGBT hareketinin taleplerinin ve mücadelelerinin çakıĢtığını, zira heteroseksizm, homofobi ve transfobinin ahlakçılık, cinsiyetçilik, milliyetçilik gibi ideolojilerden beslendiğini vurguladılar, diğer ezilenler ile bağlarını somutlaĢtırdılar. Basın metnini, ―kalbimizde devletsiz, sınırsız, sınıfsız, cinsiyetsiz bir dünyanın hayali var. Bu hayali gerçekleĢtirmeden hiç bir yere gitmiyoruz, sonuna kadar direneceğiz‖ cümleleriyle sonlandırarak kendi mücadele pratiklerinin ve gelecek tahayyüllerinin alanla ve diğer eyleyicilerle bağlarını vurguladılar. LGBT hareketin diğer eyleyicilerle teorik/politik ve pratik olarak kurmaya çalıĢtığı bu bağlar, hareketin alanda kabul görmesinin ve alanın dönüĢümünün de önemli bir dinamiği olarak karĢımıza çıkmaktadır. Alanların yekpare bütünler olmadıklarını ve farklı konumlanıĢları barındırdıklarını daha önce de tartıĢmıĢtık. Türkiye muhalefet alanı da heteroseksizm, homofobi ve transfobi bağlamında farklı konumlanıĢlara ve tavır alıĢmalara sahne olmuĢtur. Özsel ve sabit olmadıklarını akılda tutarak alanda üç farklı konumlanıĢın öne çıktığından bahsedebiliriz. Ġlk olarak açıkça homofobik, transfobik beyanlarından yola çıkarak ―homofobik/transfobik‖ olarak adlandırabileceğimiz konumlanıĢla LGBT hareketin iliĢkilerini incelediğimizde öne çıkan tartıĢmalardan birinin ĠĢçi Partisi Genel BaĢkanı Doğu Perinçek‘in 3-6 ġubat 1999 tarihleri arasında Cumhuriyet Gazetesi‘nde yayımlanan ―EĢcinsellik ve 16 YabancılaĢma‖ baĢlıklı metni olduğunu fark ederiz. Perinçek (2000:57-62) insanda var olan ―üreme içgüdüsünü‖ referans alarak kadın ve erkek arasındaki cinselliğin doğal ve olması gereken cinsellik biçimi olduğunu savunur. EĢcinsellik ise (metin boyunca erkek eĢcinselliğini esas alır) ―çürüyen kapitalizmin yarattığı kültürel ve toplumsal durum‖un doğayı zorlaması ve biyolojik eşe yabancılaĢmanın bir ürünüdür. (2000:37-48). Perinçek‘in eleĢtirisi yalnızca eĢcinselliğe değil, eĢcinsel örgütlenmelerin ―arı‖ muhalefet alanında yer ediniyor olmasınadır da. Zira 12 Eylül sonrasında ortaya çıkan bu örgütlenmelerin etkisiyle yeni sol, ―sınıf mücadelesini aĢağılayarak, eĢcinsel, travesti, fahiĢe, lümpen gibi sınıf dıĢı unsurların‖ hak ve özgürlüklerini savunur olmuĢtur (Perinçek;2000:43-44). LGBT örgütleri ―EĢcinsel Sivil Toplum Örgütlerinden Doğu Perinçek'e Yanıt‖ baĢlıklı metin ile gecikmeden tepki ve cevap vermiĢlerdir.17 LGBT örgütleri metinde yalnızca Perinçek‘i değil, genel olarak muhalefet alanına yönelik eleĢtirilerini dile getirmiĢlerdir. EĢcinselliğin farklı toplumlarda ve toplumun bütün kesimlerinde görülebilecek bir varoluĢ hali olduğunu, dolayısıyla yoksul ve emekçi kesimlerde de eĢcinsel insanların bulunabileceğini belirtmiĢler, ancak solu L/G/B/T bireylerin sendika, parti ve derneklerde varlık göstermesini engellediği ve L/G/B/T bireyleri buralardan dıĢladığı gerekçesiyle eleĢtirmiĢlerdir. LGBT hareketin muhalefet alanı ile iliĢkilenme tarihini betimlerken bahsedilmesi gereken bir diğer önemli uğrak ise, birçok hareket ve örgütün bir araya gelerek oluĢturduğu, yaĢadıkları sağlık sorunları nedeniyle cezaevinde kalamayacak devrimci tutsakların serbest bırakılması için mücadele eden Hasta Tutsaklara Özgürlük Platformu‘nda (HTÖP) yaĢanılan tartıĢmalardır. TartıĢma YürüyüĢ Dergisi‘nin, 15 http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=14414 (EriĢim Tarihi: 13.07.2013) Metin aynı isimle ancak geniĢletilmiĢ haliyle 2000 yılında Kaynak Yayınları tarafından basılmıĢtır. Referanslar bu baskıya aittir. 17 http://www.ibnistan.net/kosmos/eshtoplumsalharSKL.html (EriĢim Tarihi:15.042013) 16 57 platformun yapacağı bir basın açıklamasında, platformun bileĢeni olan LGBT örgütlerinin diğer örgütler ile beraber imzacı olmasına ve karar alma mekanizmasında yer almasına karĢı çıkmasıyla baĢlamıĢtır. Bu tartıĢma farklı alandaki tavır alıĢları görebilmek açısından önemlidir. Zira platformda 18 LGBT hareketlerin imzacı olmalarının engellenmesi üzerine bazı hareketler platformdan çekilme 19 kararı alırlarken bazıları platformda kalmaya devam etmiĢtir. Ancak platformda kalan her hareket de aynı tavrı sergilememiĢ, örneğin ODAK dergisi platformda kalmasına rağmen süreci yayınladığı 20 21 metin aracılığıyla eleĢtirmiĢtir. Bazı örgütlenmeler ise sonradan özeleĢtiri vermiĢlerdir. Yine platformdan ayrılan ya da platformda hiç yer almammıĢ olan bazı hareketler eleĢtiri yazıları yayımlamıĢlardır.22 Ancak YürüyüĢ Dergisi tartıĢmalara dair ―Direnemeyen Çürüyor‖ balıklı bir yazı23 yayımlayarak eĢcinselliği ―sapkınlık, kapitalizmin yarattığı bir yozlaĢma‖ olarak tariflemiĢ ve tartıĢmanın özününü ―kendilerine "LGBTT" adını veren bir cinsel sapkınlık grubunun devrimcilere dayatılması‖ olarak belirtmiĢtir. Bu metne karĢılık LGBT Hakları Platformu24 ve Kaos GL25 birer metin yayımlayarak solun, ezilen, katledilen ve dıĢlanan LGBT bireyleri göz ardı etmesini eleĢtirmiĢ, LGBT örgütlerin karar mekanizmasında olma, imzacı olma taleplerinde somutlanan görünürlük ve diğer bileĢenlerle eĢitlik taleplerinin sorun yaratmasını kapitalist erkek egemen sistemin tavrının soldaki yansıması olarak okumuĢlardır. Alan çalıĢması boyunca bütün görüĢmecilerin, anahtar kiĢilerin ve çalıĢma ile ilgili diğer sohbet ettiğim kiĢilerin Hasta Tutsaklara Özgürlük Platformu‘nda yaĢanılan tartıĢmalar andıklarını söyleyebilirim. Fakat bu anmalar, hızla değiĢen ve akan alan için bir parça geçmiĢte kalan ―bir olayı‖ yeniden yeniden tartıĢmak için gerçekleĢmedi. Zaten bu bakıĢ, Wallerstein‘in (2005:13) eleĢtirdiği episodik-jeopolitik zamanuzay okuması olurdu. Aksine yaĢanılanlar bir olay değil, alanda heteroseksizmin iĢleyiĢ mekanizmalarını ve döngülerini belirginleĢtiren ve bunları takip edebilmemizi sağlayan bir süreç olarak okunmalıdır. Zira ―Direnemeyen Çürüyor‖ metninin na-heteroseksüelliğe dair argümanları alanda heteroseksizmin ve homo/trans/bifobinin iĢletilmesinde ve meĢrulaĢtırılmasında yaygın olarak kullanılmaktadır. Hatta çoğu kez anti-heteroseksist politik hat oluĢturulmamasının ve bu konuda ―suskun‖ kalınmasının meĢruluğunu sağlamakta olduğunu görürüz. Yapılan ampirik çalıĢmanın verileri ıĢığında bu ―suskun‖ konumlanıĢ biraz daha yakından incelendiğinde, heteroseksizm, homofobi ve transfobi sorunlarına dair suskunluğun iki temel argümanlarla meĢrulaĢtırıldığını görürüz: Ġlk argüman ―kapitalizm L/G/B/T kiĢileri ‗pembe sermayenin‘ tüketicisi olarak kullanır‖ biçiminde karĢımıza çıkmakta. Fakat bu argümanın L/G/B/T kiĢilere dair önyargıları içeren stereotipileri yeniden ürettiği gibi, heteroseksüel ve L/G/B/T tüketicilerin tüketim pratikleri ile kapitalizmin devamı arasındaki niteliksel farkı da açıklamaktan uzak olduğunu görüyoruz. ―Suskunluğu‖ meĢrulaĢtıran diğer argüman ise ―halkımız (L/G/B/T kimliklere ya da heteroseksizmle mücadeleye) hazır değil‖ biçiminde formüle edilebilir. Bu argüman ―seslenilen/ulaĢılmaya çalıĢılan halk‖ın heteroseksüel olduğunu var sayıyor. Bu varsayım ise örtük 18 EHP, SFK, SDP, EKD, AMARGĠ, SP, ĠHD Ġstanbul ġubesi, DĠP, Ġstanbul Ahali, DÖH, Anti-Kapitalistler, Halkevleri, ESP, Çağrı Merkezi ÇalıĢanları, ÖDP, ÇAĞRI 19 ÇHD, Devrimci Hareket, Devrimci 78‘liler, Emek Ve Özgürlük Cephesi, Emekli-Sen Ġstanbul ġubeleri, EMEP, Erol Zavar‘a YaĢama Hakkı Koordinasyonu, Halk Cephesi, Kaldıraç, KESK ġubeler Platformu, Köz, Odak, ÖMP, Partizan, PEN, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Ġstanbul ġubeler Platformu, TAYAD, Tecrite KarĢı Sanatçılar, TUYAB, UĠD-DER, Ürün Sosyalist Dergi, Ġvme Dergisi, TKP, DHF (Ancak bu örgütlerden bazıları ilerleyen tarihlerde farklı sebeplerle platformdan ayrılmıĢlardır.) 20 http://gomanweb.org/GOMANWEB2/2010_Klasoru/Eylul/16Eylul/politik.htm (EriĢim Tarihi: 16.04.2013) 21 http://yenidemokratkadin.net/index.php/guncel-haberler/103-kadin-sorununda-ant-reformzmfemnzm-maskelsosyal-ovenzm-1-.html (EriĢim Tarihi: 16.042013) 22 Bazı örnekler için bkz: http://www.toplumsalesitlik.org/tr/perspektif/escinsellik-sinavindan-kalan-devrimcilik vehttp://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1186995487&news_code=1263381531&year=2010 &month=01&day=13#.UW0HeaKeNSM ve http://istanbul.indymedia.org/tr/news/2010/01/261317.php ve http://www.yarinlar.net/sayi-26-mart-2010/devrimcilerin-cinsiyetcilikten-kacari-yokmu.html?tmpl=component&type=raw 23 http://www.yuruyus.com/www/turkish/news.php?h_newsid=6881 (EriĢim Tarihi: 16.04.2013) 24 http://istanbul.indymedia.org/tr/news/2010/01/261300.php (EriĢim Tarihi: 16.04.2013) 25 http://www.kaosgldergi.com/sayfa.php?id=377 (EriĢim Tarihi: 16.04.2013) 58 olarak L/G/B/T kiĢilerin ―yoksul ve ezilen‖ geniĢ toplumsal kesimler içinde/arasında olamayacağını, bu kiĢilerin ―marjinal‖ ―zengin‖ ya da ―azınlık‖ olduğu düĢüncesini içeriyor. Kısacası bu iki argüman alanda örtük ve bahanelendirilmiş homofobi ve transfobinin iĢlediğini gösteriyor. Buna rağmen birçok görüĢmeci alanda yaĢanılan mücadele iliĢkilerinin olumlu okumalarını yapmıĢtır. Zira bu süreç hem alanda kurulan ittifakların ve simgesel mücadelelerin görünmesini sağlamıĢtır, hem de buradaki mücadele iliĢkileri alanın gündemine, heteroseksizm, homofobi ve transfobiye dair bir tartıĢmayı sokarak eyleyicileri bu konuda somut politik tavırlar almaya çağırmıĢtır. Kısaca bu ve benzeri mücadele iliĢkileri alanın dönüĢümünün temel dinamiklerinden biri olarak karĢımıza çıkmaktadır. Öte yandan içinde bulunduğumuz dönemde alanın birçok eyleyicisinin26 program, tüzük ve temel metinlerinde heteroseksizmle mücadeleyi ana eksenlerinden birisi olarak tanımladıklarını görürüz. 1996 yılında kurulan Özgürlük ve DayanıĢma Partisi (ÖDP) bu sürecin ilk örneklerindendir. ÖDP süreci esasen alanın eski sahiplerinin yeni eyleyiciler –ve LGBT hareket ile- ilk ittifak ve dayanıĢma çabası olarak da okunabilir. Zira ÖDP‘nin ilk genel baĢkanı Ufuk Uras ÖDP‘yi hayatın her alanının eĢ anlı dönüĢümünü hedefleyen ve dolayısıyla feministleri, çevrecileri, L/G/B/T bireyler ve antimilitaristleri de içeren bir parti olarak tariflemiĢtir (Uras ve Laçiner: 1996:21). ÖDP sürecinde öne çıkan isimlerden birisi transseksüel kadın olan Demet Demir 15 yıl boyunca ÖDP içinde siyaset yaptığını, bu süreçte belediye meclis adayı, milletvekili adayı olduğunu ve Beyoğlu Ġlçe Yönetimi‘nde çalıĢtığını belirtir (Demir:2012:135-36). Fakat çalıĢmaya katılan pek çok görüĢmeci, sol/sosyalist ve sınıf eksenli hareketlerin heteroseksizm, homofobi ve transfobiye karĢı politik hat geliĢtirme ve LGBT hareketlerle ittifak iliĢkileri kurma konusunda henüz çaba göstermeye baĢladıklarını, bunun önemli nedenlerinden birinin ise bazı sosyalist ülkelerde LGBT haklarına yönelik geliĢmelerin örnek alınması olduğunu belirtmiĢlerdir. LGBT hareket ile diğer eyleyiciler arasında kurulan ittifak iliĢkileri alanın dönüĢümünün önemli bir parçası ve dinamiği olarak karĢımıza çıkıyor. Hareketin en güçlü ittifak iliĢkilerini alanın yeni eyleyicileri olan yeni toplumsal hareketlerle kurduğunu görmekteyiz ve çalıĢmada bu konumlanıĢa “yandaş” konumlanış olarak isim verdik. ÇalıĢmada bu bağlamda, özellikle feminist hareketler, Kürt Hareketi, anarĢist hareketler ve anti-militarist hareketlerle olan iliĢkiler sürekliliği ile öne çıkmıĢ ve belirginleĢmiĢtir. ÇalıĢmaya katılan birçok görüĢmeci LGBT hareketin alana giriĢinden beri özellikle anarĢist hareket ile tutarlı bir ittifak iliĢkisi kurduklarına değinmiĢlerdir. Öte yandan patriyarka ile heteroseksizm arasındaki yakın analitik iliĢki ve birçok kurum ve pratikte gözlemlenebilecek ampirik çakıĢmalar, feminist hareket ile LGBT hareketin çoğu kez birlikte hareket etmesini ya da sürekli bir dirsek temasını beraberinde getirmiĢtir. Yine neredeyse bütün görüĢmeciler LGBT hareketin bütün eylem, etkinlik ya da mücadele süreçlerinde Kürt Hareketi ile –özellikle Sebahat Tuncel ismi öne çıkmaktadır- dayanıĢma iliĢkisi kurduğunu belirtmiĢlerdir. Kürt Hareketi‘nin özgün yanı, alanın diğer eyleyicilerinden farklı olarak devletin yasama organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nde (TBMM) söz sahibi oluĢudur. GörüĢmeciler, Kürt Hareketi‘nin, L/G/B/T kiĢilerin anayasal hak ve özgürlükleri meselesini ve LGBT hareketin nefret suçları yasası gibi devletten taleplerini yasama organına taĢınmasını ve burada bu taleplerin tartıĢılmasını sağlamasını vurgulayarak, ittifakın bu özgün yanına da değinmiĢlerdir. Fakat LGBT hareketin alanda kurduğu ittifak iliĢkilerinin sabit ve gerilimsiz olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Zira görüĢmeciler LGBT hareketin ittifaklarına dikkat çekerken aynı zamanda örneğin Kürt Hareketi‘nin muhafazakar tabanı ve aktivistleri ile olan/olası gerilimlere ya da feminist hareketle LGBT hareket arasında özellikle son yıllarda ―feminizmin öznesi kimdir‖ olarak formüle edilen soru etrafında yaĢanan tartıĢmalara birer ―gerilim noktası” olarak dikkat çekmekteler. ÇalıĢmada, muhalefet alanında birçok eyleyicinin heteroseksizmi gündemine almasının ve LGBT hareketlerle iliĢki kurmasının bir diğer dinamiği olarak AKP Hükümeti‘nin bazen doğrudan normatif hukuk yasalarını bazense gelenek, ahlak, namus, aile değerleri gibi vurgularla normatif olmayan toplumsal kuralları muhafazakarlaĢtırmaya yönelik politikalar üretmesi öne çıkmıĢtır. Bu 26 Bazı örnekler için bkz :Emekçi Hareket Partisi Program ve Tüzük, sayfa:118-123, http://ekmekveozgurluk.net/temel-metinler/i-konferans-kararlari/heteroseksizme-karsi-mucadele-lgbtlereozgurluk/#.UW2sbKKePe0 (EriĢim Tarihi: 16.04.2013), http://yesillervesolgelecek.org/belgeler/kuruluskongresi-sonuc-bildirgesi/ (EriĢim Tarihi: 16.04.2013) 59 muhafazakarlaĢmadan en çok etkilenen kesimler ise kadınlar ve na-heteroseksüel kiĢiler olmuĢtur. GörüĢmeciler, alandaki eyleyicilerin, cinsellik üzerindeki artan baskı ve muhafazakarlaĢma sonucu artan nefret suçlarına ve cinayetlerine sesiz ve duyarsız kalamayarak ve heteroseksizm, homofobi ve transfobiyi dert edindiklerini ve yükselen muhafazakarlığa karĢı daha güçlü bir mücadele hattı oluĢturmak için LGBT hareketin taleplerini sahiplendiklerini belirtmiĢlerdir. Son olarak muhalefet alanında anti-heteroseksist dilin, tavır alıĢların ve konumlanıĢların simgesel değerinin yükselmesinin en önemli dinamiklerinden biri olarak alanda farklı hareketlerde örgütlü L/G/B/T kiĢilerin kendi bulundukları örgütlenmede kurdukları mücadele ve dayanıĢma iliĢkilerine değinmek istiyorum. ÇalıĢmaya katılan birçok görüĢmeci L/G/B/T kiĢilerin bulundukları örgütlenmelerde ―açıldıklarında‖27 ya da fark edildiklerinde farklı biçimlere bürünen homofobik/transfobik tavırlarla karĢılaĢtıklarını belirttiler. Ancak birçok görüĢmeci bulundukları örgütlenmelerin politikasında anti-heteroksist bir mücadele hattı oluĢturmak için atölye çalıĢmaları, dergi yazıları, paneller gibi çalıĢmalarını anlattılar. Öte yandan görüĢmeciler L/G/B/T kiĢilerin örgütlenmeleri ile LGBT hareket arasında ittifaklar kurmaya çalıĢtığını kaydetti. Yine pek çok L/G/B/T kiĢinin bulundukları örgütlenmelerde homofobik/transfobik dil ve söylemlere müdahale ederek dilsel habitusu değiĢtirmek için mücadele ettiğini söyleyebiliriz. Alanın DönüĢümü ve Yeni TartıĢmalar Yukarıda LGBT hareketin muhalefet alanı ile kurduğu farklı niteliklerdeki iliĢkilerle birlikte alanın heteroseksizm, homofobi ve transfobi bağlamında dönüĢümünü tartıĢmaya çalıĢtık. Bütün bu mücadele ve ittifak iliĢkilerinin anti-homofobik/transfobik politik söylemlerin ve pratiklerin alandaki simgesel değerlerinin arttırdığını söyleyebiliriz. Fakat alanın dönüĢmekte olan bu yeni hali bizi yeni tartıĢmalarla karĢılaĢtırıyor. Öncelikle çalıĢmaya katılan birçok görüĢmeci, anti-heteroseksist politikaların alandaki simgesel değerinin artmasıyla birçok eyleyicinin bu yönde politika geliĢtirdiğini belirtmiĢtir, fakat bu noktada bazı eleĢtirel gözlemler ve düĢünceler de belirginleĢmektedir. GörüĢmeciler, örgütlenmelerin bu politikaları ―politik olarak doğru olan‖ ya da ―demokrat olmanın bir gereği‖ olarak düĢündüklerine ve ana akım politikalarına bir ek olarak gördüklerine iĢaret etmekteler. BaĢka bir deyiĢle her ne kadar söylemsel ve programatik olarak heteroseksizmi, kapitalizm, patriyarka, ırkçılık gibi, toplumsal iliĢkilerin niteliğini oluĢturan temel sitemlerin yanına kaydetseler de, teori ile pratik arasında bir boĢluğun olduğunu, bu alanlara dair politika üretilirken bir tür ―hiyerarĢi‖ kurulduğunu anlıyoruz. Örgütlenmelerin bu tavrı, bir tür “ezilmeler hiyerarşisi” ve bununla bağlantılı olarak ―asli ve tali politika‖ ikiciliği zemininde sürdürülüyor. Bu kavrayıĢın önemli yansımalarından birini tartıĢmak için ―havalecilik‖ adlandırmasını kullanabiliriz. Bu adlandırma ile örgütlenmelerdeki homofobi, transfobi ve heteroseksizme dair çalıĢmaların L/G/B/T kiĢilere havale edilmesi, bu çalıĢmaların sürekli onlardan beklenmesi durumunu tarifleyebiliriz. Heteroseksizm ile mücadele ekseninde yürütülen çalıĢmaları sürekli olarak örgütlenmedeki L/G/B/T kiĢilerin yürütmesini bekleyen “havaleci akıl” ile heteroseksizmi tali bulan aklın birlikte iĢlediğini söyleyebiliriz. Bu akıl, heteroseksizmi ―Büyük Politika‖nın konusu saymadığı ölçüde, heteroseksizme karĢı politikayı L/G/B/T kiĢilerin yürütmesini bekleyerek, bu kiĢileri örtük bir biçimde ―siyasetin kıyısına‖ atıyor. ÇalıĢmada alanın dönüĢümü ile birlikte karĢımıza çıkan diğer bir adlandırma ise ―numunecilik‖ oldu. Esasen numunecilik anlayıĢının bize gösterdiği Ģey, alanda kimin “kurucu ve esas” kimin “renk veren bir eklenti” olarak düĢünüldüğüdür. DüĢünceyi biraz açtığımızda, numuneciliğin dayandığı bu ayrımın da temelinde, norm olanı ve olmayanı tayin eden heteroseksizmin olduğunu görürüz. ―Numune‖ olarak görülenin L/G/B/T kiĢiler oluĢu hem diğer herkesin heteroseksüel olduğunun varsayıldığına hem de heteroseksüel kiĢilerin örgütün asıl sahibi olduğu düĢüncesine iĢaret eder. Öte yandan numunecilik norm olanın, norm dıĢı olana verdiği bir “avans”, bir “hoşgörü” halidir ya da Bourdieu‘nün kavramıyla ―simgesel inkar”dır (2003:138-39). Numuneci anlayıĢ hareketin asıl sahibi 27 ―Açıklık-kapalılık‖ terimleri, kiĢinin heteroseksüel olmayan cinsel yöneliminin baĢka insanlar tarafından bilinmesi ya da bilinmemesi halini tariflemek için kullanılır. 60 olan heteroseksüel ile renk olarak eklenen L/G/B/T kiĢi arasındaki tarihsel olarak kurulan iktidar iliĢkisinin paranteze alınmasını ve heteroseksizmin simgesel inkarını beraberinde getirir. Daha açık bir ifade ile L/G/B/T kiĢileri ―numune olarak bulundurma‖ tavrı, alanda heteroseksüel ve na-heteroseksüel kiĢilerin eĢit koĢullarda bulunduğu yanılsamasını yaratmakta iĢ görür. Alanın dönüĢümüyle karĢılaĢtığımız bir diğer tartıĢma ise ―susturulmuĢ homo/transfobi‖ tartıĢmasıdır. GörüĢmeciler, alanın değiĢmesiyle, özellikle ―yandaĢ‖ konumlanıĢtaki örgütlenmelerin zemininin ve yapısının halihazırda açık bir homofobik/transfobik mekanizmanın iĢleyiĢi ya da bu tarz pratiklerin geliĢtirilmesi önünde bir engel olduğuna iĢaret etmiĢlerdir. Ancak bu durumda pek çok görüĢmeci homofobik ve transfobik söylem ve pratiklerin susturulmuş ve örtük bir biçimde iĢleyerek devam ettiğini belirtmekteler. Daha açık bir ifade ile benimsenen anti-heteroseksist politik hat örgütlü kiĢiler tarafından içselleĢtirilmediğinde homofobi ve transfobi sessiz ve örtük söylemler ile yeniden üretilebilmektedir. Bu çalıĢma boyunca ―Türkiye muhalefet alanında heteroseksizm nasıl iĢler‖ sorusunun izini sürdük. Bu sorunun muradı, heteroseksizmin alandaki döngülerini ve iĢleme mekanizmalarını sorunsallaĢtırarak anlaĢılır kılmaktı. Bu sorunsallaĢtırma ile açığa çıkacak bilginin ise bize, muhalefet alanında heteroseksizme karĢı hangi direniĢ ve mücadele pratiklerinin örülebileceğini, dayanıĢma iliĢkilerinin nasıl güçlendirileceğini ve nihayet alanın dönüĢümünün mümkün yollarını göstermesini umduk. Bu bilgi Türkiye muhalefet alanı için olduğu kadar sosyal bilimler için de önemli. Zira çalıĢmanın baĢında tartıĢmaya çalıĢtığımız gibi heteroseksizm yaĢadığımız toplumsal dünyaya form kazandıran temel bir tarihsel yapılanma. Dolayısıyla heteroseksizmi diğer toplumsal/tarihsel sistemler ile birlikte düĢünmek sosyal bilimler için önemli bir kör noktanın aydınlatılması imkanını da barındırmakta. KAYNAKÇA Bourdieu P. & Wacquant L. (2003). Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar. N. Ökten (çev). Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları Bourdieu P. (1995). ―Çıkar Gütmeyen Bir Edim Olabilir mi?‖ Pratik Nedenler. H. Tufan (çev). 145171. Ġstanbul: Kesit Yayıncılık Bourdieu P. (2012a) . ―Toplumsal Uzay ve Sembolik Ġktidar‖. Tözcülüğün Tasfiyesi. I. Ergüden (çev). 349-366.Ankara: Notabene Yayıncılık Bourdieu P. (2012b) . ―Sosyal Sınıfı Yapan Nedir: Grupların Kuramsal ve Pratik Varlığı Üzerine‖. Tözcülüğün Tasfiyesi. E. Göker (çev). 367-384. Ankara: Notabene Yayıncılık Butler J. (2007). Taklit ve Toplumsal Cinsiyete Karşı Durma. O.Akınhay (çev). Ġstanbul Agora Kitaplığı. Butler J. (2008). ―Dikkatli Bir Okuma Ġçin‖. Çatışan Feminizmler. F. Sezer (çev). 138-156. Ġstanbul: Metis Yayıncılık Butler J. (2010). Cinsiyet Belası. B. Ertür (çev). Ġstanbul: Metis Yayınları Connell R. W. (1998). Toplumsal Cinsiyet ve İktidar. C.Soydemir (çev). Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları Delphy C. (2005). ―Rethinking Sex and Gender‖. Gender. Stevi Jackson & Sue Scott(der). 51-59. New York: Roudledge Demir D. (2012). 80‟lerde Lubunya Olmak. 123-150. Ġzmir: Siyah Pembe Üçken Tarihi Dizisi. Foucault M. (2010). Cinselliğin Tarihi. H. U. Tanrıöver (çev). Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları Freud S. (1996). Totem ve Tabu. S. Sel (çev). Ġstanbul: Sosyal Yayınlar Kaos GL (1994). ―Var Olan Durum ve EĢcinsellik‖ Kaos GL. 1-3. Sayı:1 Kurbanoğlu E. (2011). ―Türkiye‘deki LGBTT Hareketinin Tarihi‖. Anti-Homofobi Kitabı 3. 229-257. Ankara: Ayrıntı Basımevi 61 Laçiner Ö ve Uras U. (1996). ―Somut Sorunlar Üzerine Politika Yapıyoruz‖ Birikim. 18-27. Sayı:92 Perinçek D. (2000). Eşcinsellik ve Yabancılaşma. Ġstanbul: Kaynak Yayınları Rich A. (1996). ―Compulsory Heterosexuality and Lesbian Existence‖. Feminism and Sexuality. 130144. Edinburgh: Edinburgh University Press Scott S. & Jackson S (2012a). ―Heteroseksüellik Hala Zorunlu Mu‖. Cinselliği Kuramsallaştırmak. S. Sezerli(çev). 143-191. Ankara: Notabene Yayınları Swartz D. (2011). Kültür Ve İktidar. E. Gen (çev). Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları Vandenberghe F. (2012). ―Gerçek ĠliĢkiseldir: Pierre Bourdieu‘nun Yapısalcılığının Epistomolojik Bir Analizi‖. Tözcülüğün Tasfiyesi. Ü. Tatlıcan (çev). 385-435. Ankara: Notabene Yayıncılık Wallerstein I. (2005). ―Bilginin Temeli Olarak Zamanuzay‖. Yeni Bir Sosyal Bilim İçin. E. Abadoğlu (çev). 34-56. Ġstanbul: Aram Yayıncılık Wallerstein I.(2007). ―Kapitalizmin Ġdeolojik Gerilimleri: Irkçılık Ve Cinsiyetçilik KarĢısında Evrenselcilik‖. Irk Ulus Sınıf. N. Ökten (çev). 41-50. Ġstanbul: Metis Yayıncılık Wittig M. (2009). ―Kadın Doğulmaz‖. Cogito. Ç. Akanyıldız- ġ. Öztürk (çev). Sayı:58, 193-201 Yıldız D.(2007a). ―Türkiye Tarihinde EĢcinselliğin Ġzinde-1‖. Kaos GL. 48-51.Sayı:92 Yıldız D.(2007b). ―Türkiye Tarihinde EĢcinselliğin Ġzinde-2‖. Kaos GL. 46-49.Sayı:93 62 LGBT BĠREYLERĠN SĠNEMADAKĠ TEMSĠLĠ ÜZERĠNE BĠR ĠNCELEME: LOLA VE BĠLĠDĠKĠD Ayçin Alp1 ÖZET Toplumlarda ―biyolojik cinsiyet‖ kavramı kadın ve erkek cinsiyetlerini tanımlamak için kullanılmıĢtır. Ġkili bir sisteme iĢaret eden bu durumda heteronormatif normlar baz alınarak, LGBT (lezbiyen-gey-biseksüel-trans) bireyler dezavantajlı grup olarak görülmekte ve normun dıĢına itilmektedirler. Heteronormatif toplum modelinde LGBT bireyler, ―sapkın‖, ―sapık‖, ―hastalıklı‖ gibi birçok önyargılı ifadelerle nitelendirilmektedirler. Bu yapıda ―öteki‖ olarak etiketlenen LGBT bireylerin kamusal alandan soyutlanmalarıyla birlikte durum yaĢam ve hak ihlallerine kadar gidebilmektedir. LGBT bireyler için toplumda farkındalık yaratabilmek ve sorunlara çözüm aramak adına iĢlev gören kuruluĢların, sivil toplum örgütlerinin, bağımsız inisiyatiflerin yanı sıra sanatçılar da büyük çaba harcamıĢlardır. Özellikle sinemanın, görülmeyen ya da göz ardı edilen toplumsal gerçeklikleri izleyiciye gösterme ve toplumsal zeminde bilinç yükseltme/farkındalık yaratma gibi iĢlevleri, sinemanın hem görsel hem de iĢitsel olması nedeniyle topluma daha hızlı ulaĢmasına neden olmuĢtur. Sinemada LGBT bireyleri konu alan birçok filmden bahsedebilmek mümkündür. Kutluğ Ataman‘ın yönetmenliğini yaptığı ―Lola ve Bilidikid‖ filmi, Almanya‘ya göç etmiĢ Türkiyeli ailelerin sorunlarını irdelerken, diyasporada LGBT birey olmanın temsilini de göstermesi bakımından önemlidir. Bu çalıĢma, Kutluğ Ataman'ın ―Lola ve Bilidikid‖ filmi üzerinden LGBT bireylerin sinemadaki temsilini incelemeyi amaçlamaktadır. Anahtar Kelimeler: LGBT, heteronormativite, kimlik, sinema. GIRIġ Sinema ve sosyoloji arasındaki iliĢki özellikle 1980 sonrasında dönüĢen dünyada hem dünya genelinde hem de Türkiye'de sıklıkla tartıĢma konusu haline gelmiĢtir. Toplumsal olarak kurulan gerçekliğin sinemada temsil biçiminde yansıması, birçok bilimsel disiplinin de çalıĢma konusu olmuĢtur. ĠletiĢimciler, medya uzmanları, sosyologlar ve hatta siyaset bilimciler görsel bir metin olarak sinemanın toplumsal gerçeklikle kurduğu iliĢki üzerine yoğunlaĢmıĢlardır. Bu çalıĢma da sinema ve sosyoloji arasındaki iliĢkiyi inceledikten sonra, LGBT bireylerin sinemadaki temsilini incelemek üzerine kurulmuĢtur. Buradaki tartıĢmadan Türkiye sinemasındaki LGBT temsilleri irdelenmiĢ ve Türkiye'li bir yönetmen olan Kutluğ Ataman'ın Lola ve Bilidikid isimli sinema filmi üzerinden bir analiz yapılmıĢtır. LGBT bireylerin görsel alandaki yansımaları gerek medyada gerekse sanatsal bir ifade biçimi olarak sinemada, genel olarak mağduriyetler ve sorunlar bütünü Ģeklinde verilmektedir. Ancak sanatsal iĢlerin asıl amacı, bundan sonra ötekileĢtirilen kimliğin bütün gerçeklikler gibi kendi gerçekliğini yansıtmasına ifade olanağı sağlamak olmalıdır. Çünkü sanat gerçeği yansıtır, varlık nedeni daima değiĢebilir ama bu sanata asla zarar vermez. Sanatla insan dünyayı tanır ve dünyayı değiĢtirebilme gücü bulur (Yamaner, 2009:141). LGBT bireylerin toplumsal olarak konumlanıĢları, maruz kaldıkları baskı ve Ģiddet, cinsel yönelim ve kimlikleri üzerinden uygulanan gerek toplumsal gerekse devlet baskısı, çalıĢma hayatındaki karĢılaĢılan zorluklar, yabancı bir ülkede göçmen olarak varolmanın zorlukları gibi konular sinema aracılığıyla dolaylı bir Ģekilde izleyici kitlesiyle paylaĢılmaktadır. Sinemanın taĢıyıcı bir rol üstlenmesiyle, LGBT bireylerin 'cinsel hakları, rahat para kazanma istekleri, seks konusunda özgürlük kazanabilmeleri ve topluma katılma istekleri' seyirciye anlatılmaya çalıĢılmaktadır (Selek, 2011:185). Bununla beraber sinemanın asıl iĢlevi de, bütün bu mağduriyetler gerçekliğinin verilmesinin ve 1 Yüksek Lisans Öğrencisi,.Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyoloji Anabilim Dalı.. 63 mağduriyetlerin önlenmesi için kamuoyunda farkındalık yaratmanın yanında aynı zamanda LGBT bireylerin en doğal halleriyle herkes gibi sürdürdükleri yaĢam mücadelelerini sürdürmek olmalıdır. Özellikle, varolamaya çalıĢan LGBT sinemasında bu gerçekliklerin temsiliyeti konusu toplumun yönlendirilmesi açısından da önemli olmakla birlikte, hem Türkiye'de hem de Avrupa ve Amerikan sinemasında eĢcinselliğin dolaylı ya da doğrudan ele alındığı filmleri tarihsel bir perspektiften incelemek, LGBT bireylerin sinemada nasıl konumlandırıldıklarıyla ilgili öndeyilerde bulunulmasına olanak tanıyacaktır. BIRI BIZI ANLATIYOR... 1800'lerin baĢından itibaren, yazının ve hareketin bütünleĢmesiyle birlikte sinematografi, sinema filmlerine özgü bir sanat formu olarak kullanılmıĢtır. Tıpkı bir uçağın çalıĢma disiplinine benzeyen sinematografi, uçak gibi hareket olanağını sağlayabilen ve mekanlar arasında hareketi mümkün kılan bir donanıma sahiptir. Öyle ki bir zamanlar günün koĢullarında uçabilme kavramı bir rüya niteliğindeyken, uçabilmek önemini yitirmiĢ ve git gide sinema rüyalar üretebilecek bir yapıya sahip olmuĢtur (Diken ve Laustsen, 2011:19). Bir bakıma rüya fabrikası olarak da görülebilen sinema görsel sanatlar içinde yer alıp görme duyusuna hitap ederek, aynı Ģiirde veya müzikte iĢitme duyusuna hitap edildiği gibi; sanatın, dünyanın anlaĢılması adına duyuları rehabilite etme amacına hizmet etmektedir (Farago, 2011:21). Fakat elbette ki bir sinema filmi sadece bizi eğlendirmek ya da dikkatimizi dağıtmak adına yapılan bir sanatsal faaliyet değildir. 'Bir bakıma sinema, bir tür toplumsal bilinçdışı işlevi görür: Toplumsal incelemenin nesnesini yorumlar, türetir, yerinden eder ve eğip büker. Sinema yalnızca toplum üzerine bir fikir sunmaz, resmettiği toplumun ayrılmaz bir parçasıdır. Gelgelelim sinema yalnızca bir dış gerçekliği yansıtmaz/eğip bükmez, aynı zamanda toplumsal yaşamın önüne muazzam bir olanaklar evreni serer. Bu bakımdan sinema çoğu zaman, değişen toplumsal biçimlerle yapılan bir deney niteliği taşır.' (Diken ve Laustsen, 2011:24) Bu bağlamda sinema toplumsal tarihe katkıda bulunarak, yaratılan eserlerle birlikte toplumsal yaĢamın temsillerini ortaya koymaktadır. Çoğu zaman bir sinema filminin temelleri kurmaca üzerine oluĢturulsa da bunu Aragon'nun 'doğru yalan söylemek' anlayıĢı bağlamında düĢünebilmek mümkündür. Öyle ki tıpkı Zizek'in değindiği gibi filmler yalan söylerken bile toplumsal yapımızın canevindeki yalanı anlatmaktadırlar (Diken ve Laustsen, 2011:15). Bu perspektif içerisinde, sinema sanatı görüntüden çıkmakta ve aynı zamanda gerçeği ortaya koymak için baĢka bir dünya yaratmaktadır (Farago, 2011:27). Bu yaratılan dünya öyledir ki, karanlık bir oda içerisinde gerçekliğin, bir bakıma kurmaca ve fantazilerle birlikte alegorik bir biçimde perdeye yansıtılmasını mümkün kılmaktadır. Bu kurmaca ve fantaziler de mutlaka gerçekliğin içinden geçmektedir. Fantazinin gerçeklikten kaçmaya yarayan bir yanılsama olmadığını söyleyen Zizek, bunları toplumsal yaĢamın asıl temelleri olarak nitelendirmektedir. Bu doğrultuda Zizek film sanatının en büyük baĢarısını, gerçekliği kurmaca anlatı içerisinde yeniden yaratarak ve aklımızı çelerek, kurmacayı gerçek gibi algılamamızı sağlamasına değil; aksine, gerçekliğin kendisinin kurmaca yanını fark etmemizi, gerçekliğin kendisini bir kurmaca gibi deneyimlememizi sağlamasına bağlamaktadır. Ki Morin de bu gerçekliğin ve kurmacanın iki zıt alan olmadığını ve insanın uyanıkken bile etrafının imgeler bulutuyla çevrili olduğunu betimlemiĢtir. Bu bağlamda sosyal teori ve film arasındaki iliĢki de kurmaca ile kurmaca olmayan, temsil ile gerçeklik arasındaki iliĢki kadar belirsizdir. Burada Diken ve Laustsen, Filmlerin sorgulanmasıyla birlikte toplumsal geçeklik ve kurmaca arasındaki ikili karĢıtlığın ötesine geçilmeye çalıĢarak, ortaya koydukları 'sosyo-kurmaca' kavramsallaĢtırılması ile birlikte sinemasal bir toplumsal teori uygulamıĢlardır. Bu Ģekilde soyut teoriler vasıtasıyla toplumsal olguların betimlenmesi ve incelenmesi yerine toplumsal olaylar olarak filmleri alegori aracılığıyla incelenmesine olanak sağlanmaktadır (Diken ve Laustsen, 2011:34). Özellikle filmlerin bu bağlamda incelenmesi kurmaca baĢlığı altında kimi gizil kalıplar ve ideolojilerin yorumlarının yapılması olanak sağlamaktadır. Filmlerde gösterilen toplumsal olaylar genellikle temellerinde bir ideoloji oluĢturularak, yönetmenin fikri doğrultusunda Ģekillendirilmektedirler. Sinema ideolojilerin üretimi için eĢsiz bir zemine sahip olmasıyla birlikte, kimi zaman egemen ideolojiye destek vererek pekiĢtirilen temsillerle gerçeği üretirken, kimi zaman da alternatif temsiller yaratabilmektedir. Bu bağlamda toplumsal gerçeklikte ortaya çıkan durumların temsil biçimi ile de ilgilenen Sinema Sosyolojisi, sinemanın çoğu 64 zaman toplumda baskın olan egemen ideolojilerinin doğrultusunda temsillerin Ģekillendiğinin bilincindedir. Bundan ötürü de bir filmin ne kadar doğruyu söylediği, gerçekliği ne denli temsil ettiği sorunları ortaya çıkmakta ve seyirciye yanlıĢ direktifler verilmektedir. Sadece yönetmenin ideolojisi doğrultusunda sabit ve pasif olarak perdeye kilitlenen seyircinin filmdeki temsiller ve gerçekler arasındaki iliĢkiye eleĢtirel Ģekilde yaklaĢabilmesi kimi zaman mümkün olmadan dogma bir Ģekilde kabulleniĢi söz konusu olarak, bu da toplumda önyargıların oluĢması ya da kalıpyargıların pekiĢtirilmesi adına olumsuz sonuçlara neden olabilmektedir. Özellikle bu gerçeklik ve temsiliyet konusunda önemli rol oynayan kimi senaristler, karakter yaratımları sırasında güldürü ögelerinin oluĢturulması ya da ticari kaygıların ağır basması sebebiyle, toplumda yanlıĢ bir algı oluĢturduklarını ve gerçekliği temsil etmeyen kodlar aktardıklarını fark etmemektedirler. Bu yüzden öncelikle temsiliyeti söz konusu olan kimliklerin (cinsel, etnik vb.) tanımlanması önem taĢımakta ve kavramların yüzeysel olunmadan gerçekçi bir Ģekilde literatür taramasının yapılarak ele alınması ve senaryoların bu çerçevede yazılması topluma ayna tutan nitelikte, gerçekçi filmlerin yapılmasına olanak sağlayacaktır. LGBT + IQ LGBT kavramı lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireyleri temsil eden genel bir ifadedir. Daha öncesinde travesti ve transeksüellerin ayrı kategorilerde ele alınması sonucu LGBTT olarak da yer alabilen kavrama I (interseks) ve Q (queer)'da eklenerek interseksüel ve kendilerini queer olarak betimleyen bireyler de dahil olmuĢlardır. Homoseksüellik, 'homosexuality' teriminin bire bir çevirisi olmakla birlikte, kadın veya erkek bir bireyin erotik, cinsel ve duygusal açıdan kendi cinsine yönelik olma durumudur. Lezbiyen, hemcinsine yönelik olmayı kadınlar üzerinden tanımlayan bir terim iken; gey, hemcinsine yönelik olma durumunu erkekler üzerinden tanımlamaktadır2. Biseksüel ise; erotik, cinsel ve duygusal yönelimleri hem erkeğe hem de kadına olan bireylerdir. Transeksüellik kavramı ise hem kadını hem de erkeği temsil eden bir terim olup; daha çok ruhsal eğilimler için belirleyicidir. KiĢinin davranıĢlarından çok iç dünyasında kendisini karĢı cinsten biri gibi görmesi ve hissetmesidir. Bu yüzden transseksüel bireyleri dıĢ görüĢünüĢleri ile belirlemek söz konusu olmamaktadır. Interseksüellik kavramı ise anatomik özellikler yoluyla betimlenmiĢ ve ISNA (Intersex Society of North America) 'nın yapmıĢ olduğu tanım itibariyle; seksüel anatomisi tipik kadın ya da erkek tanımlarına uymayan bireyler olarak açıklanmıĢtır. Örneğin bir insan dıĢardan kadın gibi gözükür iken, seksüel anatomisi itibariyle çokça erkek özelliklerini taĢıyabilmektedir.3 Yani bir bakıma çift cinsiyete sahip olarak nitelendirilebilecek olan bu bireyler interseksüel olarak adlandırılmaktadırlar. Queer ise, Türkçe'de garip, tuhaf, yamuk gibi olumsuz nitelikler taĢıyan bir kelime olmakla birlikte politik ve teorik meselelerde kullanılması 1990'larda baĢlamıĢtır. Özellikle New York'ta kurulan 'Queer Nation' adlı aktivist grupla birlikte özellikle akademik alan da dahil olmak üzere yapılan faaliyetlerle birlikte kavram somutlaĢmıĢtır (Stevens, 2011:112). Queer kuramının merkezinde de ‗acayip‘, ‗tuhaf‘, ‗yamuk‘, ‗anormal‘, ‗iğrenç‘, ‗aĢağılık‘ olana; normatif alanın dıĢında kalana; bu alanın dıĢında bırakılana; normu ihlal edene bir gönderme ve bu 'kötüyü', 'anormali' yeniden anlamlandırma imkanı yatmaktadır (Yardımcı ve Güçlü 2013:17). Zaten özellikle Queer Nation da kelimenin tüm bu olumsuz değer yüklenerek, aĢağılamak ve ötekileĢtirmek adına kullanılmakta olan Queer kavramını bilinçli ve stratejik olarak sahiplenmiĢtir. Çünkü burada Queer bireylerin asıl amacı, toplumsal normların geçerli gördüğü heteroseksist bir yapı içerisinde 'öteki' olarak kalmayı kabul etmeleri ve bunu kimi zaman teatral biçimde de gösterebilmeleridir. Özellikle örneklerinin Onur YürüyüĢü ya da Gezi Parkı Eylem'lerinde de görüldüğü gibi, pankartlarda 'Velev ki ibneyim!' tarzında söylemler yer almıĢtır. Türkçe'de kadın, erkek ve eĢ cinsel dıĢında kalan bu gey, lezbiyen, biseksüel, travesti, transseksüel gibi kavramların yaygın olarak kullanılmaması ve anlamlarının bilinmesinde dahi tereddütte kalınması da bu kavramların toplumsal ve kültürel bilincin dıĢında bırakıldığını da göstermektedir. Heidegger'in 'dil varlığın evidir' sözünden yola çıkılırsa, kavramların kendisinin var olup, dilde var olamaması toplumsal ve kültürel bilinçte de görünmezliğe mahkum olduğuna iĢaret etmektedir (Ġri, 2011:213). 2 3 http://www.kaosgldernegi.org/belge.php?id=sozluk (EriĢim Tarihi: 12.06.2013) http://www.isna.org/faq/what_is_intersex (EriĢim Tarihi: 04.07.2013) 65 Feminist teorinin de uzun yıllardır vurguladığı gibi dil erkektir. Dilin erkek olduğunun en temel kanıtlarından biri, erkeklerin yüzlerce, binlerce yıl boyunca insan ve erkek kavramlarını eĢanlamlı kullanmıĢ olmalarıdır (Somay, 2007:89). Aynı zamanda yoğun bir tahakkümü de içeren bu örnek, erkek egemen dünyada erkekler tarafından kurulan dil'in bundan böyle erkek ve heteroseksüel olduğunu da belirtmemize yol açacaktır. KuĢku uyandıran bu dil kalıpları yerleĢik düz cinsel kimliği (ya da heteroseksizmi) olumladığı gibi, farklı olanın yadırganmasında da bir anormallik olmadığı kibirli duruĢunu bir yanılsama ya da savunma mekanizması olarak getirecektir (Eradan, 2011: 129). Heteroseksist dil, erkek egemen toplumda, LGBT bireyleri, bireylerin kurduğu dili ve hatta onun çok öncesinde kategorilerin kendisini bile yok sayma eğilimi içerisindedir. Örneğin queer kelimesinin Türkçe'de bir karĢılığının olmaması buna örnek olarak gösterilebilir. Bir kelimenin bir dildeki yokluğu, o dilde yaĢayanların o kelimenin neleri iĢaret edebileceği konusunda henüz bir uzlaĢmaya varmadıklarının, belki yeterince konuĢmadıklarının ya da yeterince açık olmadıklarının bir göstergesidir. Bu durum bir dilde yaĢayanların henüz var edemedikleri o kelimenin iĢaret edebileceği anlama ihtityacı olduklarının görmezden gelinmesine, zaman zaman inkarına, bastırılmasına yol açmaktadır. Queer gibi ithal kelimeler boĢluğu doldurabilir belki ama yaĢanan dilin çağrıĢımlardan kaynaklanan gücünden ve etkisinden yoksun olacaktır (Ergül, 2013:383-384). Öyle ki bu görünmezlik, LGBTIQ bireylerin çeĢitli aktivist hareketler ve kurulan sivil toplum örgütleri ile varlıklarını göstermeye ve kanıtlamaya çalıĢmalarıyla aĢılmaya çalıĢılmaktadır. Özellikle toplumda farkındalık yaratma amacı güden bu kuruluĢlar, LGBTIQ bireylerin her alanda karĢılaĢtıkları Ģiddeti, baskıyı, ayrımcılığı ortadan kaldırmaya yönelik politika üretmektedirler. 29 Haziran 1969 yılında New York'da meydana gelen Stonewall Ayaklanması birleĢik LGBT hareketinin temsili niteliğinde olmuĢtur (Yılmaz, 1998:254; Baird, 2004:25). Bu bağlamda LGBT bireylerin asıl amaçları, yaratılması hedeflenen farkındalıkla birlikte olası nefret söylemlerinin ve suçlarının önüne geçebilmek ve toplumun homofobi ve transfobi duygularını en aza indirebilmektir. Hetoreseksist bir yapılanma içerisinde, heteroseksüelliğe vurgu yapan her Ģey olağan ve sıradan kabul edilirken, bunların dıĢında kalanlara karĢı homofobi ve transfobi gibi fobiler oluĢmuĢtur. Psikoloji kaynaklarında fobi, herhangi bir durum, nesne, aktivite, insan veya hayvana karĢı duyulan, irrasyonel, dayanılmaz, engellenemez ve devamlı bir korku olarak tanımlanmaktadır. Homofobinin ilk kavramsallaĢtırıldığı yıllarda bireysel süreçler üzerine vurgu yapılırken; günümüzde homofobi kavramı belirli bir sosyal kültürel bağlam içerisinde, kurumlar ve sosyal geleneklerle iliĢkili olarak ele alınması gereken, politik bir alanda oluĢan gruplararası bir süreç olarak görülmekte ve önyargılı fikirler ile ayrımcı tutumları kapsamaktadır (Szymanski ve Chung; Göregenli‘den akt: Öztürk ve Kındap 2011:164). EĢcinsellere yönelik ayrımcılık, önyargı ve Ģiddet ise fobinin bir türü olan homofobi kavramı ile açıklanmaktadır. Fakat homofobi, kiĢisel bir korku ve irrasyonel bir inanç olmanın çok ötesinde kültür ve anlam sistemleriyle, kurumlar ve sosyal geleneklerle iliĢkili olarak ele alınması gereken politik bir alanda oluĢan, gruplar arası bir sürece iĢaret etmektedir. Homofobi, daha bireysel (kiĢilik, benlik algısı, biliĢsel yapılar vb.) süreçlerin de etkilediği, eĢcinsellerin ve biseksüellerin bir dıĢ grup olarak kavramsallaĢtırılması sonucunda oluĢan ve belirli stereotiplerin eĢlik ettiği bir gruplar arası iliĢki ideolojisi olarak görülebilmektedir. Transfobi kavramı ise, travesti ve transseksüellere yönelik yargı ve nefreti temsil etmektedir. Biyolojik cinsiyetinden dolayı kendinden beklenen seksüel ve toplumsal rollere uymayarak cinsiyet değiĢtiren bireylere karĢı bir tür kaygı veya korku ifadesidir4. Kalıpyargılar ve bu bağlamda oluĢan önyargılar, heteronormativ bir toplumda daha kolay vuku bulmakta ve bu Ģekilde homofobi ve transfobi duygularını da pekiĢtirmektedir. Normal ve tek cinsel yönelim olarak heteroseksüelliğin algılanıĢı ve toplumsal kural ve değerler içerisinde sadece kadın ve erkek olarak iki kimlikten bahsedilmesi, 'öteki'lerin yaĢama alanını daraltmakta ve varlıkları dahi fobik bir hal almaktadır. Toplumsal baskınlık kuramında toplumlarda bir ya da birkaç grup tıpkı heteroseksist gruplar gibi baskın olup, diğerlerine göre daha dominant bir halde olmakta ve bu grup kendi meĢruiyetini sağlamak için meĢrulaĢtırıcı ideolojiler kullanmaktadırlar. Bu ideolojiler ile baskın olan heteroseksist grup, kendi eylemlerinin normal olduğunu ve bunların dıĢında kalanlarının normdan saptığını ortaya koymaktadır (Çayır, 2010:47). 4 http://www.kaosgldernegi.org/belge.php?id=sozluk(EriĢim Tarihi: 12.06.2013) 66 Egemen ideoloji olarak heteroseksist bir yapıya sahip olan toplumların sineması da yine toplumsal geçerliliği olan normlar etrafında Ģekillendirilmekte ve toplumun yadırgamayacağı tarzda filmler yapılmaktadır. Öyle ki heteroseksist bir yapı içerisinde LGBT'nin görünürlülük ihtimali azalmakla birlikte, homofobinin ve transfobinin pekiĢtirilmesine yönelik filmler üretilmektedir. Asıl gerçek temsillerle toplumsal durumları ele alan filmlerse hak ettikleri değerleri bulamamakla birlikte çoğu zaman senaristleri ve yönetmenleri de zor durumda bırakarak ülkelerinin dıĢında, senaryolarının daha kabul edilir yerlerde filme dönüĢtüğünü görebilmekteyiz. Yine de 20.yy sinemasının, 19.yy sineması kadar sancılı olmaması ve sinemada daha özgür metinler, bağımsız sanatçılar tarafından üretilmektedir. Bu süreç ne kadar yavaĢ da iĢlese, eĢcinsel sinemanın geliĢebilmesi ve temsiliyet sorununun aĢılabilmesi adına hem Dünya sinemasında hem de Türkiye'de ümit verici filmler yapılmıĢ ve yapılmaktadır. Tıpkı 20. yy'a adım atarken, Lola ve Bilidikid gibi... BEYAZ PERDEDE LGBT: AVRUPA VE AMERIKAN SINEMASI‟NDAN ÖRNEKLER EĢcinselliğin ilk temsiliyeti Amerikan sinemasında Türkiye'nin aksine erkek eĢcinselliğinin gösterimiyle baĢlamıĢtır (Öğüt ve Deniz, 2012:68). Sinemanın doğuĢundan itibaren Hollywood eĢcinselliğe hep yer vermiĢ fakat dönem dönem homosekesüllik kavramına yüklenen anlamlar ve bunların sinemadaki temsiliyetinde farklılıklar görülmüĢtür. Çünkü özellikle 1930'lu ve 40'lı yıllar süresince eĢcinsellik; acınacak, gülünecek hatta korkulacak bir Ģekilde gösterilmiĢ ve yapılan filmlerde homofobik söylemlere de gizil ya da açık Ģekilde yer verilmiĢtir. Bunun ilk ilkel denemesi Amerikan sinemasında 1895 yapımı bir Thomas Edison filmi olan The Gay Brothers olmuĢtur.Filmde iki erkek dans ederken üçüncü bir erkeğinde keman çalması, tam anlamıyla bir LGBT temsiliyeti söz konusu olmasa da ilk adımlardan biri niteliğindedir.Öyle ki filmde eĢcinsellik bir güldürü unsuru olarak yer almıĢtır. 1920'lerin sonu ile 30'lar arasında ise lezbiyenlik kavramına yer verilerek, 1929 yapımı olan Pandora's Box adlı ilk lezbiyen temalı filmi çekilmiĢtir. Fakat 30'ların ortalarında Hollywood, Hays Yönetmeliği'nin kararı ile kendi filmlerini sansürlemeye karar vermiĢtir. Bu durum her ne kadar homoseksüel temsilin tamamiyle ortadan kaldırılmasına neden olamamıĢ sadece yönetmenlerin eĢcinsel imalarını daha da gizlemek zorunda bırakmıĢtır. Durum 1950'lerde daha da vahim hale gelerek yükselen 'erillik' ile birlikte, geylere duyulan öfke daha da artmıĢtır (Davies, 2010:23-27). 60'lara gelindiğinde ise sinemada özellikle eĢcinseller korkulması gereken kötü karakterli, baĢlarına kötü Ģeyler gelmiĢ acınası ya da hiç olmadı intihara meyilli insanlar olarak betimlenmiĢtir. ABD ve Britanya'da 1961-1967 yılları arasında çekile 32 filmde eĢcinsel karakterlerin 13'ü intihar etmekte, 18 eĢcinsel de filmlerdeki baĢka karakterler tarafından öldürülmektedirler (Ulusay, 2011:3). Yapılan bu yanlıĢ temsiliyetlere rağmen ilk defa 60'ların sinemasında bu kadar fazla eĢcinsel bireylere yer verilmiĢ fakat özgürleĢmeye baĢlayan bireylere rağmen sinema eĢcinselleri özgürleĢtirememiĢ; Hollywood, 60'larda sınırlılık çerçevesinde, eĢcinselliğin olumsuzlanarak temsilini öngörmüĢtür (Benshoff ve Griffin, 2004:8). Eylül, 1961'de, Amerikan Sinema Filmleri Derneği, Yapım Yönetmeliği'nin yeniden düzenlendiğini ilan etmiştir: Düzenleme, 'dönemimizin kültür, ahlak ve değerlerini korumak kaydıyla' diyordu, 'eşcinsellik ve diğer cinsel sapkınlıklar özenli, sağduyulu ve sınırlı biçimde ele alınabilir.' (Davies, 2010:68-69). 60'ların ortalarında ise birçok oyuncu, yazar ve yapımcı New York'un Batı Yakası'nda yeraltı filmleri yapmaya yönelmiĢlerdir. Böylece 1963 yılında queer sinemasında en önemli yere sahip, avangart tarzda Kenneth Anger'in Scorpio Rising, Jack Smith'in Flaming Creatures ve Barbara Rubin'in Christmas on Earth adlı üç film çekilmiĢtir. Cinsel Devrim'in de yaĢandığı bu dönemde özellikle Andy Warhol da birçok yapıt ortaya çıkarmıĢtır (Davies, 2010:70-71). Bu yıllara kadar sinemanın özgürleĢtiremediği eĢcinsel bireyler 1969'daki Stonewall Ġsyanı ile birlikte, varlıklarını kabul ettirmeye baĢlayarak medyanın da desteği ile birlikte kendilerine sergilenen tavırlarda değiĢiklikler de meydana gelmiĢtir. Böylece yavaĢ yavaĢ sinemada da olumlu eĢcinsel karakter imgelerine yer verilerek bir bakıma farkındalık yaratılmaya baĢlanmıĢtır. Mart Crowley'in tam da aktivist eĢinsel hareket ile aynı döneme denk gelen The Boys in the Band adlı filmde Amerika'lılara, erkek eĢcinsellerin verdikleri mücadeleler anlatılmaya çalıĢılmıĢtır (Davies, 2010:9497). Özellikle Amerika'da aktivistelerin verdikleri müadelelerle birlikte, Amerikan Psikiyatri Kurumu'nun 1974'te eĢcinselliğin hastalık olmadığını beyan etmesi bir dönüm noktası sayılmıĢtır (Benshoff ve Griffin, 2004:4) . Böylece eĢcinselliğin sinemadaki temsiliyeti sorunu da aĢılırken 67 80'lerde eĢcinselliğe yönelik güçlü bir tepki de AIDS salgınıyla birlikte gelmiĢtir. Ġngiltere'de de tabloid basını eĢcinselleri virüs taĢıyıcı olarak betimlemiĢ ve Thatcher hükümeti de insanları bilinçlendirmek ve hastalığın gerçeklerini açıklamak yerine, belediye meclislerinin eĢcinsellikle ilgili materyelleri desteklemesini yasaklayan 28. Madde'yi oylamaya sunmuĢtur. Fakat yine de Avrupa'da durum bu Ģekilde lanse edilirken 80'lerin en iyi eĢcinselliği temsil eden filmlerini Hollywood'un aksine Avrupa yapmıĢtır. Özellikle My Beautiful Laundrette adlı filmde Ġngiliz sinemasında gey erkekler sisteme, sosyal adalete, orta sınıf ahlakına meydan okuduğu bir tarihsel sürece girmiĢtir. 80'lerin ortalarında Amerika'da ise bağımsız filmlerle aynı döneme denk gelen bir 'AIDS sineması' ortaya çıkmıĢ ve burada birçok duygusallığı sömüren sahnelere yer verilerek, eĢcinseller birer kurban niteliğinde yer almıĢlardır (Davies, 2010:138-142). Bu bağlamda Hok ve Leung Amerika'daki bu Bağımsız Sinema'nın Hollywood tarafından metalaĢtırıldığını savunmuĢlardır (Hok ve Leung, 2004: 157). 90'lara gelindiğinde ise bir bakıma 80'lerin AIDS kuĢağına cevaben travesti takıntısı oluĢmuĢ, LGBT bireyler sinemada komedi unsuru haline getirilerek metalaĢtırılmıĢlardır. B. Ruby Rich, 90'larda yapılan filmlerin 'yeni queer sinema'yı meydana getirdiğini ve özellikle The Hours and Times (Christopher Munch, 1991), Swoon (Tom Kalin, 1991), The Living End (Gregg Araki, 1992) ve R.S.V.P (Laurie Lynd, 1992) adlı bu dört filmin San Fransisco Gey ve Lezbiyen Film Festivali'nde gey ve lezbiyen sineması için bir dönüm noktası niteliğinde olduğunu belirtmiĢtir (Rich, 1995:164). 2000'lerde ise eĢcinsel sinema kendi görünürlüğünü sağlayarak büyük baĢarılar elde etmiĢtir. Hollywood'un baĢını çektiği 'queer yılı' ile 5 Mart 2006 yılı tarihe 'EĢcinsel Oscar'ları' olarak geçmiĢtir. Altın Küre Ödülleri'nde de Brokeback adlı filme dört ve altı ödül de gey ve transseksüel karakterlere gitmiĢtir (Davies, 2010:254-255). L, G, B YA DA T GÖRDÜM SANKĠ? : TÜRK SĠNEMASI‟NDAN ÖRNEKLER Toplumsal normlar doğrultusunda Ģekillenen heteroseksist yapı, tahakkümünü sinema gibi görsel metinler üzerinde de kurmuĢtur. Bundan ötürüdür ki sinemanın tarihi 1800'lere dayanmasına rağmen, yapılan filmlerin niteliği ve konuları incelendiğinde LGBT bireyler çoğu zaman üstü kapalı biçimde gösterilmiĢ ve varlıkları ancak Türk yapımı filmlerde 1960'lardan sonra söz konusu olmuĢtur. Fakat ilk olarak Türkiye'de homoseksüelliğe az da olsa atıfta bulunulmuĢ ve 1962 yapımı olan 'Ver Elini Ġstanbul' adlı film gösterime girmiĢtir. Aydın Arakon'un yönetemenliğini ve Atilla Ġlhan'ın takma ad kullanarak Ali Kaptanoğlu ismi ile yazdığı senaryoda ilk defa bir sahnede iki kadının 'masumane' öpüĢmesi yer almıĢtır. Bunun yanı sıra Ġki Gemi Yanyana, Harem'de Dört Kadın gibi filmlerde 60'lı yıllarda kadın eĢcinselliğine yer verilmiĢtir5. Fakat eĢcinsellik teması doğrudan iĢlenmemiĢ sadece 'masumane' öpüĢmelerden ibaret kalmıĢtır. Öyle ki bu bahsi geçen üç filmde de hikayelerin doğrudan 'farklı' cinsel kimlikler üzerinden kurulu olmayıĢından bu filmler eĢcinselliğin ele alınıĢı bakımından bir ilk özelliği taĢımamaktadırlar. 1974-79 yılları arasında ise seks furyası ile birlikte, sinemada kadının cinselliği ve eĢcinselliği cinsel giderim ve sömürü aracı olarak kullanılmaya baĢlanmıĢtır. Özellikle erkek seyircilere yönelik gösterimleri yapılan bu filmlerde ticari kaygılar güdülerek, kimi zaman kadınların öpüĢme sahnelerine yer verilmiĢtir. Genel itibariyle 80'lerden sonra çekilen filmlerde de tam olarak lezbiyen kimliği ele alınmamıĢ; lezbiyen olmak, erkekler tarafından mağdur edilen kadınların hemcinsine yaklaĢtığı gibi anlatımlarla, erkek dolayımlı bir biçimde yapılmıĢtır. Atıf Yılmaz'ın 92'de yönetmenliğini üstlendiği DüĢ Gezginleri adlı filmde (1994'te Uluslararası Torino Gey ve Lezbiyen Film Festivali'ne katılan ilk Türk filmi) lezbiyenlik, yine erkekler tarafından mağdur edilen kadınlar arasında geçen bir birliktelik olarak lanse edilmiĢtir (Öğüt ve ZeliĢ: 2012:68-70). 80'lerde darbe sinemada da etkisini göstermiĢ ve sinemaya çeĢitli yaptırımlar uygulamıĢtır. Beddua isimli Bülent Ersoy'un cinsiyet değiĢtirmeden önce yer aldığı 1980 yapımı film ilk erkek eĢcinsellik temalı film olmuĢtur. Fakat öyle ki filmde çocukluğunda tecavüze uğrayan ve sonrasında bunun üstesinden gelemeyerek cinsiyet değiĢtiren bir kiĢiye yer verilmiĢ ve bu durum duygu, hissediĢ ya da yönelimden ziyade tecavüz olayıyla bağdaĢtırılmıĢtır. Tekrardan 1981 yılında Yüz Karası adlı Orhan Aksoy'un yönettiği ve Ersoy'un oynadığı filmde darbenin de kurduğu tahakküm ile birlikte tıpkı Beddua'da olduğu gibi eĢcinselliğin nedenleri çocukken tecavüze uğramak, bebeklerle oynamak gibi 5 http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=6036 (EriĢim Tarihi: 04.08.2013) 68 eylemlere indirgenmiĢtir. Bu filmde özellikle eĢcinsellik sapıklık/sapkınlık olarak gösterilmiĢ ve filmin sonunda Ersoy tekrardan erkek olarak cinsiyetini değiĢtirerek bir bakıma af dilemiĢtir. Yine aynı Ģekilde Eser Zorlu'nun yönetmenliğindeki Kadir Ġnanır'ın yer aldığı Acılar PaylaĢılmaz adlı filmde de, eĢcinsel bir oğlu olan babanın onu bu yoldan vazgeçirmeye çalıĢması ve bu durumun babasız geçen yıllara bağlanması durumu Ersoy'un filmleriyle benzerlikler taĢımaktadır. Türk sinema tarihinde yer alan bir diğer grup da transseksüel ve travestilerdir. Sinema tarihinde erkek rolünü üstlenen ilk kadın oyuncu olan Francesca Bertini, bir Ġtalyan filmi olan Histoire D'un Pierrot'ta yer almıĢtır. Türkiye'de ise ilk olarak 1923'te Muhsin Ertuğrul'un yönettiği Leblebici Horhor adlı filmde travestiler yer almıĢtır. Fakat burada da tıpkı eĢcinselliğin temsiliyetinin tam olarak söz konusu olamadığı gibi travestiler üzerinden yazılan senaryolar da temsiliyet konusunda sorunludur (Özgüç, 2000:53). Öyle ki travestilik komedi türü filmlerde ortaya çıkarak, zorlu aĢamaları geçmek için kılık değiĢtiren kadın ya da erkeklerin hikayeleri anlatılmaktadır. Özellikle erkekler için bu geçici kadın olma durumu kısa süreli olmakta ve sonuçta tekrardan erkek kimliğine bürünmektedirler. Türk filmlerinde daha çok 1959 sonrası transvestizim, erkekleĢmiĢ kadın tipleri ile süregelmiĢtir. Adeta bir moda haline gelmeye baĢlayan bu akım ilk olarak Neriman Köksal'ın baĢrolünü oynadığı Fosforlu Cevriye ile baĢlamıĢtır. Sonrasında ise ġoför Nebahat'te Sezer Sezin, Aslan Yavrusu'nda Leyla Sayar, Gece KuĢu'nda Belgin Doruk ve Belalı Torun'da Fatma Girik gibi isimlerin maskülenleĢtiği görülmektedir. Yine tıpkı homoseksüel iliĢkilerin perdeye yansımasında ilk olarak lezbiyenliğin ele alınması gibi, travesti rollerinde de ilk olarak kadın tiplemeleri gösterilmiĢ ve erkekler ancak yaklaĢık 41 yıl sonra sinemada yerini almıĢtır. 1964 yılında yönetmenliğini Hulki Soner'in yaptığı, Sadri AlıĢık ve Ġzzet Günay'ın baĢrolde yer aldığı Fıstık Gibi MaĢallah adlı filmde temel ögeler transvestizim üzerine kurulmuĢtur fakat yine zor durumda kalmalarından ötürü kılık değiĢtiren erkek tiplemelerine yer verilmiĢtir ve sonuçta yine bu oyuncular filmde erkek kimliklerine geri dönmüĢlerdir (Özgüç, 2000:54). Böylece travesti olma durumu sadece geçici bir durum haline getirilmiĢ ve travestiliğin 'ötekileĢtirilmesi' algısı izleyicide pekiĢtirilmiĢ ve bu filmlerin travesti kimliğini iĢleyiĢ tarzının amacı sadece seyirciyi 'güldürmek' olmuĢtur. 1993'lere gelindiğinde ise, öncesinde yüzeysel ve ana tema olarak ele alınmayan eĢcinsellik ilk defa irdelenmeye baĢlanmıĢtır. Atıf Yılmaz'ın filmi olan Gece, Melek ve Bizim Çocuklar, her ne kadar eĢcinselliği bir yan tema ve 'normal' dıĢı insanlar olarak ele alsa da eĢcinsellik önceki filmlere göre daha cesur olarak ele alınmıĢtır. 93'e kadar hem eĢcinsellerin hem de travestilerin komedi unsuru olarak görülmeleri bir kenara bırakılarak hayatın gerçekliği olarak ele alınmıĢtır. Özellikle 90'larda bağımsız sinemanın da ortaya çıkıĢının etkisiyle sinemacıların konulara bakıĢ açıları da değiĢmiĢ ve eĢcinsellik 'dostluk' üzerinden anlatılmıĢtır (belki de toplumdan gelebilecek olası tepkilere karĢı). Örneğin 97 yapımı olan Ferhan Özpetek'in Hamam adlı filminde gey kimliği dostluk kavramı üzerinden ele alınmıĢtır. Yine aynı Ģekilde Özpetek'in Cahil Periler, Serseri Mayınlar, Bir Ömür Yetmez gibi filmleri de dostluk kavramı ile ele almıĢtır. KAOS GL dergisinin LGBT temalı filmlerden seçtikleri 100 sinema filminin arasında beĢ Türkiye'li yönetmenin filmine yer verilmiĢtir. Bunlar; DüĢ Gezginleri (Atıf Yılmaz, 1992), Ġki Genç Kız (Kutluğ Ataman, 2004), Lola ve Bilidikid (Kutluğ Ataman, 1999), Cahil Periler (Ferzan Özpetek, 2001) ve Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (Atıf Yılmaz, 1993) olarak sıralanmaktadır (Safoğlu, 2008a:74-77). Burada üzerinde durulması gereken bir konu, yönetmenlerden Kutluğ Ataman ve Ferzan Özpetek'in Türkiye dıĢında yaĢayan yönetmenler olmasıdır. Dolayısıyla hem sinema filmi için sahip oldukları sermayeyi Türkiye dıĢından sağlamaları, mekansal olarak çoğu zaman Türkiye dıĢındaki ülkeleri kullamaları, sinema filmi gösterimlerinin Türkiye dıĢındaki ülkelerde gerçekleĢmesi bu filmlerinin yansıttıkları gerçekliğin yeniden kurulması açısından önemlidir. Bu filmlerin yanı sıra Türk Sineması'nın en önemli eĢcinsel filmlerinden biri de Zenne'dir. 2008 yılında Ahmet Yıldız'ı eĢcinsel olmasıyla, toplumsal normlara uygun davranmamasından ötürü babasının öldürmesini konu edinen bu film Yıldız'ın arkadaĢları olan M. Caner Alper ve Mehmet Binay tarafından 2011 yılında vizyona girmiĢtir. Filmde bu nefret suçunun ele alınmasının yanı sıra TSK'nın (Türk Silahlı Kuvvetleri) da eĢcinselliğe bakıĢ açısı da tüm gerçekliğiyle gösterilmiĢtir. Bu Ģekilde temsil sorununun olmadığı, birinci ağızdan yaĢam hikayelerinin, LGBT evlat sahibi olan ebeveynler tarafından anlatıldığı, Can Candan'ın yönetmenliğini üstlendiği, 2013 yapımı 'Benim Çocuğum' adlı uzun metraj belgeseldir. Bu film ile birlikte; LISTAG (LGBTT Aileleri Ġstanbul Grubu) 69 Derneği'ne bağlı aktivist olan bu ebeveynler yaĢadıkları süreçleri, zorlukları açıkça dile getirerek toplumda farkındalık yaratabilmek adına, geniĢ bir kitleye ulaĢmaya çalıĢmıĢlardır. 2000'ler öncesi genel olarak her ne kadar istisnalar olsa da, LGBT temsilinin Türk sinemasında topluma gerçekler gösterilerek değil, ya ticari kaygılar güdülerek tamamiyle cinselliğin sömürüsü ya da güldürü ögesi olarak ya da 'dostluk' kavramı üzerinden ele alındığını görmekteyiz. Öyle ki bu durum toplumun gerçeğini yansıtan ve tüm dönemlerin bir bakıma aynası niteliğinde olan sinema, LGBT bireyler için tam anlamıyla amacına ulaĢamamıĢtır. Amacına ulaĢamamasının yanı sıra amacından da saptırılıp güldürü ögesi olmaları ve çoğu zaman sapkın/sapık, anormal tiplemeleriyle ele alınmaları toplumda homofobi ve transfobinin de pekiĢmesine neden olabilmektedir. SĠNEMANIN STONEWALL'U: LOLA VE BĠLDĠKĠD 1880'ler, sinema endüstrisinin oluĢmaya baĢladığı yıllar olarak kabul görmektedir. Bu yıllardan itibaren günümüze gelinceye kadar eĢcinsel sinema örneklerine sıkça rastlanmamaktadır. Eldeki bazı örnekler de kimliği ya da yönelimi gerçekliğin dıĢında bir temsil olarak sunmuĢtur. Kimi zaman LGBT bireylerin temsili hastalıklı, sapık/sapkın Ģeklinde kimi zaman da toplumdan gelebilecek olası tepkilere karĢın üstü kapalı bir Ģekilde ima edilmeye çalıĢılmıĢtır. Fakat öyle ki çoğu zaman da sinemanın birer güldürü ögesi haline gelmeleri ya da cinselliklerinin aĢağılanması söz konusu olmuĢtur. Durum böyleyken gerçeği tüm Ģeffaflığıyla gösteren filmler tıpkı Lola ve Bildikid'de olduğu gibi eĢcinsel sinema tarihinde önemli bir yere sahiplerdir. Lola ve Bilidikid 1961 Ġstanbul doğumlu olan Kutluğ Ataman tarafından Berlin'de çekilmiĢtir. Filmde Ataman popüler bir oyuncu kadrosu oluĢturmak yerine, Osman rolündeki Hasan Ali Mete, Bilidikid rolündeki Erdal Yıldız ve Murat rolündeki Baki Davrak haricindeki diğer oyuncular Almanya'da yaĢayan ve profesyonel meslekleri oyunculuk olmayan Türkler'den oluĢturmuĢtur. Filmi Ataman ilk olarak Türkiye'de çekmek istemesine rağmen, sponsor bulamamasından dolayı Almanya'da bir takım fon yardımlarıyla birlikte çekilmiĢtir. Bunun yanı sıra Ataman'ın filmi Berlin'de çekmiĢ olması tesadüf değildir. Öyle ki Karl Heinrich Ulrichs'in Ağustos 1867'de Münih'teki Alman Hukukçular Kongresi'nde eĢcinsel haklarını savunan konuĢması, Almanya'daki eĢcinsel özgürleĢme hareketinin baĢlangıcı kabul edilmiĢtir. Ayrıca, yine Berlin'de gey seksolog Marcus Hirschfeld'in Cinsel Bilimler Enstitüsü'nü kurması fakat kütüphanesindeki 12 bin kitap, 35 bin fotoğraf ve sayısız el yazması, 6 Mayıs 1933'te Nazi öğrenciler tarafından yok edilmiĢtir (Baird, 2004:27-28). Almanya ve özellikle Berlin bu bağlamda eĢcinsel hareketin doğduğu ve geliĢtiği önemli merkezlerden biri kabul edilmektedir. Dolayısıyla yönetmenin film için seçtiği ülke ve Ģehir tercihi bir tesadüf olmaktan çıkıp, bilinçli bir tercih haline dönüĢmüĢtür. Berlin Film Festivali'nin Panorama Bölümünü açan film, Ataman'ın deyimiyle 1998 zamanı Türkiye'sine göre erken bir film niteliğindeydi. Çünkü filmde cinsel ve ırksal kimlikle ilgili önyargıları, 'Almancı Türkler' bağlamında ele almıĢ, iĢin içine eĢcinsellik teması da girince halkın gündüz sinemasında, 'yanlıĢ' anlaĢılmaya sebebiyet verebilecek filmleri arasına girmiĢtir. Oysa ki film sonrasında Turin, Oslo ve Ġstanbul'da (Ataman Mithat Alam ile söyleĢisinde bunun eĢcinsellerin desteğiyle olduğunu belirtiyor, Alam, 2009:14) ödüller almasının yanında, New York'un The New Festivali'nde En Ġyi Film Ödülünü kazanmıĢtır. Film tek bir toplumsal olay veya olguyu ele almak yerine toplumun birçok gerçeğini seyirciye yansıtmıĢ, Türklerin Almanya'ya göç serüvenini ve Almanya'da yaĢayan Türkler'in yaĢam zorluklarını, etnik ve cinsel kimlikleriyle ve veya yönelimleriyle toplumdan izole edilen bireyleri, nefret söylemlerini ve suçlarını ve toplumsal sınıf gibi birçok kavramı ele almıĢtır. Ġlk defa hem eĢcinsel sinemaya Türk bir yönetmenin gerçek temsillere yer vererek cinsel kimlikleri ele alması, hem de bunun yanı sıra cinsel devrimin en sancılı yaĢanan yerlerden biri olan Berlin'de ele alınan bir dönem filmi olması bakımından önemlidir. GÖÇ... Almanya'da 1950'li yılların sonuna doğru çoğu Türkiye'den olmak üzere Yunanistan, Portekiz, Ġspanya ve Yugoslavya'dan yaklaĢık olarak iki milyon iĢçi alımı yapılmıĢtır. II. Dünya SavaĢı'ndan sonra geliĢen Alman endüstrisinin iĢ gücü açlığı ile, Türkiye'deki gizli ve açık iĢsizliğin baskıları birleĢince, 1960'ların hemen baĢında Türkiye'den büyük çapta bir iĢ gücü ihracı, Federal Almanya'ya 70 doğru geniĢ bir göç hareketine dönüĢmüĢtür (Turan 1997:13). Ekonomik zorluklar ya da diğer baĢka sebeplerlerden ötürü yapılan bu göçler, Türkiye'den giden birçok insanın, kültür farklılığı nedeniyle yeni bir topluma ve onların kültürlerine entegre olamamalarından dolayı göçmenler kimi zorluklara maruz kalmıĢlardır. Öyle ki entegrasyon, toplumsal bir yapıda varolan etnik, sosyal ve azınlık grupların o ülkedeki tüm olanaklara eĢit olarak eriĢebilmesini ve ortada herhangi bir çatıĢma olmaksızın yaĢayabilmelerini öngörmektedir. Elbette bir bakıma bu entegrasyon sürecinin de zorlaĢması, bireylerin köklerinin bulunduğu ülke ile sınırlı da olsa iliĢkilerini sürdürüyor oluĢuna ve bu Ģekilde bağlı olduğu ülkeye aidiyetini kaybetmemesinden kaynaklanmaktadır (Tuna ve Özbek, 2012:47). Türklerin özellikle bu aidiyetinden ötürü de Alman toplumuna entegrasyonu zorlaĢmıĢ ve çoğu Alman tarafından toplumdan izole edebilmek adına Türkleri 'öteki'leĢtirmiĢlerdir. Bu durum Almanya'da yaĢayan Türklerin bir bakıma birlik olma bilinci ile birlikte birbirlerine yakın yerlerde yaĢamalarını öngörerek Türk mahallelerinin oluĢmasına sebep olmuĢtur. Bir yere bağlı yerleĢme ve organizasyon Ģeklini de alarak cemaat mantığına dönüĢen bu mahallerde komĢuluk prensibi de önemli bir yapı iĢaretidir. Böylece komĢuluk birinci planda akrabalık bağlarına değil ikametgah yakınlığına bağlı olan ve bunun neticesinde ortaya çıkan değerlere dayanmaktadır(Gezgin, 2013:185). Her ne kadar Türkler kendi özel alanları içerisinde Türkiye'deki aidiyetleri doğrultusunda hareket edip, yaĢam stillerini yine bu aidiyetlik doğrultusunda Ģekillendirseler de, Almanların dominant olduğu kamusal alanda Türklerin dinsel, dilsel ve ırksal farkları gözetilmekte ve vasıfsız iĢçi olarak çalıĢmaları da, onları 'ikinci sınıf' insan yerine koyarak, Türkler üzerinde tahakküm kurmaya çalıĢmalarının ve bu bağlamda asimilasyon politikalarının izlenmesinin önüne geçilememiĢtir. Özellikle 2010 yılında Türkçenin Almanya'nın çeĢitli yerlerinde kullanımının yasaklanmaya baĢlaması, Türkçe derslerinin zorunlu ve kredili ders grubundan çıkarılması ve kimi yerlerde kaldırılması, Türklerin tepkisine neden olan bir asimilasyon politikası haline gelmiĢtir. Oysa ki Esser daha homojen bir toplumun oluĢabilmesi adına, göçmenlerin vergilerini ödedikleri ve yasalara uygun davrandıkları sürece sistem entegrasyonunun gerçekleĢmesinin ve bunun için de yeni üyelerin dil bilmeleri ya da içinde bulundukları kültür ya da gruplara uyum sağlamaları zorunlu olmadığını belirtmektedir (2000: 56-66). Fakat kiĢilerin buna zorunlu olmamalarına rağmen, hali hazırda olan sistem göçmenlerin yaĢamlarını sürdürebilmeleri, çocuklarını okutabilmeleri gibi ihtiyaçlardan ötürü bireylerin Alman toplumuna uyum sağlamasını öngörmektedir. Öyle ki bu bağlamda 'Yabancıların korkusu, AB ülkelerinde farklı vurgularla uygulanmaya çalıĢılan 'integration-bütünleĢme'nin zorla dayatılan asimilasyona dönüĢmesidir.' (Abadan-Unat‘dan akt: Tuna ve Özbek, 2012:42). O GERÇEK SAÇIN MI? Stuart Hall çalıĢmalarında temsil ve öteki kavramlarına önem vererek; temsili, dil ve kültür arasındaki iliĢkiyi incelemiĢtir. 'Temsil, dili kullanarak anlamlı bir Ģey söylemek ya da diğer insanlara dünyayı anlamlı bir biçimde sunmaktır.' diyen 'Hall sonrasında temsilin, anlamın üretildiği ve bir kültüre ait üyeler arasında paylaĢıldığı sürecin önemli bir parçası olduğunu ve dilin kullanımını, iĢaretlerin ve imgelerin Ģeyleri temsil etmesini ya da yerine kullanılmasını içerdiğini eklemektedir.' (Hall akt: Kırel S. 2010:364-65). Bu bağlamda filmde Ataman'ın önemle vurguladığı ve filmin yanı sıra Peruk Takan Kadınlar adlı kitabında da yer verdiği peruk filmde anlam üreten bir temsil niteliğindedir. Ġlk olarak filmde Lola'nın sahneye çıkıĢı ile birlikte görülen peruğa film süresince birçok kez rastlanmaktadır. Peruk kullanım amaçları düĢünüldüğünde; kiĢinin kendi kimliğini gizlediği, kimi zaman bir perde gibi arkasına saklanabileceği, kimi zaman zorunluluktan dolayı yada dini inançlar adına kullanılan bir aksesuar olarak görülebilmektedir. Zaten peruk demek (insan saçından yapılmıĢ olanlar) bir bakıma, Lola'nın travesti kimliği adına kullandığı bir aksesuar olarak ele alındığında, bir baĢkasının DNA'sını taĢımak ve kendi kimliğinin dıĢında baĢka bir kimliğe bürünmek anlamlarına gelebilmektedir. Öyle ki Lola tavırları, konuĢması, tarzı, giyiniĢi ve özellikle de peruğu ile birlikte kamusal alanda kendini ait hisettiği yer ile özdeĢleĢtirerek ve kendi istediği kimliği yaratarak; baskıcı ve otoriter toplum yapısında maruz kalan saldırı altındaki kimliğini değiĢtirmek ve yeniden inĢa etmek için savunmadadır (Baykal, 2008:44). Peruk bu bağlamda filmde Lola'nın cinsel kimliğini ve heteronormativiteye bir baĢkaldırıĢını temsil etmektedir. Lola özellikle kimliğini ailesine açıklamak ve homoseksüelliğini bastırmaya çalıĢan abisinin kendisine tecavüzünü de onun yüzüne vurmak istediğinde, kırmızı peruğunu takıp onların 71 karĢısına çıkmaktadır. Bunun yanı sıra baĢka bir sahnede de homofobik olan ve her seferinde Lola'ya karĢı nefret söylemlerinde bulunan Alman gençlerden biri, 'Getirin o Türk'ün peruğunu bana..!' diyerek peruğun temsiliyetinin yanı sıra simgesel olarak da bir anlam yüklendiğini göstermektedir. Ataerkil sistem bu denli değerli kılınırken, hakim erkeklik kodları dıĢındaki bir bireyin, 'yüce' erkeklikten vazgeçip efemine bir hale dönüĢmesi 'utanç verici', 'küçük düĢürücüdür' ya da olmaktadır. Bu yüzden toplumda lezbiyen ya da biseksüel olan bireylere karĢı verilen tepkiler, bir lezbiyen bireyin vazgeçtiği bir erkeklik kimliği olamamasından ya da bir biseksüelin en azından yarı da olsa erkek olarak nitelendirilmesinden dolayı, gey ya da transseksüel bireylere verilen kadar nefret içerikli olmamaktadır. Heteroseksit analyıĢa göre evrensel olarak cisniyetli olan insanlar, genel olarak ötekini arzularlar ve döllemek için aynı zamanda genel olarak arzuladıkları bu ötekine bağımlıdırlar. Hemcinsine karĢı özel ilgi rastlantısal bir olaydır ve kuralı bozmayan bir tür istisnadır. Dolayısıyla geleneksel toplumlarda evlililik konumu ve çocuk sahibi olma olgusu bireyi kadın ya da erkek yapar. Yani erkek ve kadın yalnızca doğuĢtan gelen özelliklerle değil, aile olmaları olgusuyla da tanımlanmıĢtır (Agacinski, 1998:79-81). Öyle ki Bili filmde her ne kadar gey olsa da, tipik Türk maço erkeği rolüyle Lola'nın cinsiyetini değiĢtirmesini isteyerek geleneksel aile yapısına vurgu yapılmakta ve onunla Türkiye'de evlenip 'evinin kadını' rolüne sokmak istemektedir. Çünkü kamusal alanda bir tanıdığıyla denk geldiğinde Lola'nın kimliğinden utanmakta ve söylemlerinde aktif tarafın kendisi olmasından ötürü, kendisini 'ibne' olarak nitelendirmemektedir. Filmde bu Ģekilde Bili'yi homosekesül kimliğini gizlemeye çalıĢan ve gizli homofobik olarak görürken, Lola'nın abisi rolündeki Osman'ı da gizli bir homoseksüel ve kardeĢini öldürecek kadar uç bir homofobik karakter olduğunu görebilmekteyiz. Yine Bili ile benzer bir Ģekilde Ġskender'in de Friedrich ile iliĢkisinde homosekesülliğini yadsıdığını ve Friedrich'i 'ibne' olarak adlandırarak yine ataerkil söylemler üretmektedir. Ġskender'in Friedrich ile iliĢkisinde Ataman sosyal sınıf ve statü kavramına da gönderme yapmaktadır. Özellikle Friedrich'in annesi Ute ile iliĢkisi hakkında konuĢmasında; kadın, oğlunun cinsel yönelimi hakkında yorum yapmak yerine onun iliĢkide bulunduğu Ġskender'in sosyal statüsüne eleĢtiride bulunmaktadır. Burada önemle Ataman'ın vurgulamak istediği, bir Türk ailesinde evden kovulma ve evlatlıktan ret hatta sonunda kardeĢ katliyle noktalanan bir kimlik açıklama durumunun, Avrupalı bir ailede daha rahat bir Ģekilde konuĢulabildiğidir. CINSIYETINIZ?: KADIN (K), ERKEK (E) Berlin 1900'lü yılların baĢında eĢcinseller adına dünyada en fazla hak ve özgürlüklere sahip olan Ģehirdi. Fakat Alman Ceza Kanunu'na, içeriğinde erkekler arası cinsel iliĢkinin yasaklanması bulunan 175. Madde'nin eklenmesiyle birlikte durum değiĢmeye baĢlamıĢ, cinsel özgürlükler kısıtlanmaya baĢlamıĢtır. Özellikle Adolf Hitler'in baĢa gelmesiyle cinsel kimlikler adına yapılan birçok bilimsel faaliyetler durdurulmuĢ, açılan eĢcinsel barlar, gece klüpleri kapatılmıĢ ve Naziler Almanya'da eĢcinsellere karĢı terör kampanyası baĢlatmıĢtı (Wolf, 2012: 55). 1933 yılında genelde Yahudi soykırımı olarak bilinen Holokost Katliamı'nda, baĢta Nazi Hükümeti içinde yer alan eĢcinseller öldürülmüĢ, 1933-45 yılları arasında 100.000'e yakın eĢcinsel tutuklanmıĢ ve 50.000'i resmen hüküm giymiĢtir. Bunlardan birçoğu da Naziler tarafından takılan pembe üçgenle (daha sonra gey özgürleĢmesinin sembolü haline geldi), toplama kamplarına götürülerek Avrupa mahkemesi Hükümlerince kısırlaĢtırılmıĢ ve zulüm görmüĢlerdir. 94'te 175. Madde'nin feshiyle birlikte 2001 yılında medeni birliktelik resmileĢtirilmiĢtir6.Bu Ģekilde karanlık bir geçmiĢe sahip olan Almanya'da ve özellikle Berlin'de Ataman'ın eĢcinsellik kavramını ele alması buranın tarihiyle ilintilidir. Film 1999 Berlin'inini aldığından ötürü tam da bir geçiĢ evresinden bahsetmektedir. Fakat bu beĢ yıllık zaman zarfı içinde insanlardaki homofobi duygusu yıkılamamıĢ ve filmde de özellikle buna yer verilmiĢtir. Lola her ne kadar Türkiye'ye göre daha uygun bir ortamda kimliğinin inĢası için çabalasa da, hem sahip olduğu etnik hem de eĢcinsel kimliğinden ötürü öldürülmüĢ gibi gösterilmiĢ fakat filmin sonunda homofobik abisi tarafından öldürüldüğü ortaya çıkmıĢtır. Filmde homofobik homoseksüel rolünde Osman'ın haricinde bir de Alman genç grubu içerisinde yer alan Lola'nın tacizcilerinden bir genç de yer almaktadır. Bu genç de her ne kadar Lola'nın kardeĢi Murat'ı tuzağa düĢürmeye çalıĢıyor gibi olsa da onun da eĢcinsine ilgi duyduğu gösterilmektedir. Fakat bu çocuğun içinde bulunduğu 6 http://www.dw.de/e%C5%9Fcinsel-evlilik-10-ya%C5%9F%C4%B1nda/a-15278792 (EriĢim Tarihi: 12.07.2013) 72 sosyal çevre ve toplumsal normlar onun bu duygularını bastırmasını ve içgüdüleriyle hareket etmesine olanak sağlamadan toplumsal cinsiyeti doğrultusunda ve normlara uygun bir birey olarak yaĢamasını öngörmektedir. Filmde olayların yaĢandığı mekanların da kimi temsiliyetlere sahip olduğunu görebilmekteyiz. Irkçılık yapan ve homofobik, transfobik olan Alman gençlerin Murat'ı ırkçı, homofobik ve transfobik içerikli olan nefret söylemleriyle birlikte dövdükleri mekan olarak, faĢizmin yükseliĢte olduğu 1936 yılında inĢa edilen Olimpiyat Stadyumu'nda olduğu görülmektedir. Ayrıca filmin son sahnesinde yer verilen Siegesaule anıtın, LGBT bireylerin 'çarka' çıktıkları Tiergarten'ın yanında olması, bunun yanı sıra Magnus Hirschfeld'in Seksoloji Enstitüsü'nün de ilk burada kurulmuĢ olması Ataman'ın mekan seçimlerinde temsiliyetinin ne kadar güçlü olduğunun ve Berlin'de giderek geliĢen bir gey kültürünün varlığının da bir göstergesidir (Safoğlu, 2008b:46-47; Baird, 2004:63). SONUÇ YERINE: LEZBIYEN (L), GEY (G), BISEKSÜEL (B), TRANSSEKSÜEL (T), TRAVESTI (T), INTERSEKSÜEL (I), QUEER (Q) Günlük yaĢamımızda hiç farkında olmadan bir anket sorusunun dahi cinsel kimlik yerine toplumsal cinsiyete yönelik bir dayatmada bulunduğunu pek düĢünmeyiz. Fakat bu gibi küçük kodlar dahi bireyin sahip olduğu cinsel kimliğini açıklamasına olanak tanımamakla birlikte üzerinde tahakküm kurarak, iki Ģık arasına bireyi sıkıĢtırabilmektedir. Toplumun algısının ikili bir yapıya sahip biyolojik cinsiyet etrafında Ģekillenmesiyle, dilde LGBT bireylerin varlığı sorunsalı, bir metin olarak sinemada da temsil ve gerçeklik arasında uyuĢmazlığın çıkmasına neden olmuĢtur. Dönem dönem toplumda yaĢanan değiĢim ve dönüĢümlerle farklılaĢan yapı, elbette ki ayna niteliğinde olan sinemanın anlatım diline de yansımıĢtır. LGBT bireyleri konu alan çalıĢmaların yapılması; sonuçta hastalık, sapıklık ya da sapkınlık olmadığının ortaya çıkmasıyla birlikte özellikle 90'larda bağımsız sinemanın filizlenmesiyle LGBT karakterlerin temsilinde de dönüĢümler yaĢanmıĢtır. Hem Türkiye'de hem de Avrupa ve Amerikan sinemasında benzer süreçler yaĢanmıĢ, 1969 Stonewall Ayaklanması ile birlikte LGBT bireylerin direniĢleri de olumlu yönde etkiler yaratmaya baĢlamıĢtır. Kamusal alanda var olduklarını ve LGBT gerçeğinin olduğunu topluma göstermek adına sinemada gerçeğin temsili önemli bir nokta olmuĢtur. Öyle ki yönetmenin ideolojisi ve düĢünceleri çerçevesinde Ģekillenen bir senaryo, seyirciyi gösterilene ve söylenene inandırmayı amaçlamaktadır. Queer sinema bağlamında bunu düĢündüğümüzde LGBT bireylere yönelik önyargının oluĢmasını veya kalıpyargıların pekiĢmesini ya da tam aksine farkındalık yaratılarak toplumun heteronormatif duvarlarının yıkılmasını sağlayacaktır. Lola ve Bilidikid'de olduğu gibi gerçekliğin dıĢına çıkmayan temsiller; her ne kadar dönemsel Ģartlara uygunluk sağlayamasa da, sonraki yıllarda dahi olsa hem sanatsal değerini koruyabilmekte hem de sosyolojik açıdan birçok kavramı konu edinmesiyle analizinin yapılmasına olanak tanımaktadır. Özellikle Almanya'da Türk diasporası bağlamında LGBT kimliğini ele alan Ataman'ın Berlin'i seçmesi de bir tesadüf olmamıĢtır. Filmde hem göçmen hem de eĢcinsel kimliğinin sentezinin yapılarak peruk anlam üreten bir sembol haline gelerek heteronormativitenin kodlarına meydan okumakta hem Ataman'ın Peruk Takan Kadınlar kitabında hem de Lola ve Bildikid'de bir cinsel kimlik göstergesi, temsili olarak ele alınmıĢtır. Filmde göçmen kimlikleriyle toplumdan dinsel, dilsel ve ırksal farklılıklarından ötürü 'öteki'leĢtirilerek izole edilen Türkler, vasıfsız iĢlerde yer almakta ve cinsel kimliklerini para kazanmak adına kullanmak zorunda kalmaktadırlar. Cinselliklerini kamusal alanda yer alan ücra tuvaletlerde ya da bir gece klubünde illegal Ģekilde satarak hayatlarını devam ettirmektedirler. Bu bağlamda film LGBT Türk göçmenlerini tüm gerçekliğiyle, ne Ģekilde eğlence sektörü içinde metalaĢtırıldıklarını ele almaktadır. Homofobinin, homoseksüel bireylerde de var olabileceğini ve heteroseksist bir topluma aidetlerinden ötürü, 'erkeklik' kavramı baz alınarak söylemlerde bulundukları görülmektedir. Öyle ki Bili Lola'nın cinsiyet ameliyatı geçirerek kadın olmasını ve Türk toplum siteminin gerektirdiği üzere heteronormativitenin gerektirdiği gibi 'evinin kadını' olmasını ve bu Ģekilde de kendisini 'ibne' olarak nitelendirilmesinden kurtulacaktır. Yani toplumdaki cinsiyet kalıplarını değiĢtirememesinden ötürü partnerini ikili cinsiyet kalıpları içine sokmaya çalıĢmaktadır. 73 Transgender kimliğinden ötürü filmin sonunda homofobik abisi tarafından öldürülen Lola, çoğu zaman üstü kapatılan, kaza süsü verilen ya da kayıtlara iĢlenmeyen nefret suçlarına maruz kalan 'öteki'lerin temsilidir. Filmin toplumsal gerçeği sınıf, cinsiyet, özne, kimlik gibi temsillerle yeniden üretmesi onu nasıl bir söylemin bir parçası haline getirdiği, seyirciye sunulan göstergeler çerçevesinde önemlidir. Topluma katıksız doğruların gösterilmesi, iktidar mekanizmasına maruz kalmadan tahakküm altına alınmamıĢ özgür bir platformda yaratılan filmlerin varlığı ile sinema asıl iĢlevini yerine getirecektir. Ancak bu Ģekilde LGBT bireylerin doğru temsillerle, birer güldürü ögesi haline getirilmeden ve metalaĢtırılmadan, 'Onlar da burada, tam da bizim yanımızda ve tıpkı bizler gibi!' gerçeği fikrine inandıracak 'gündüz filmleri' yapılabilecektir. KAYNAKÇA Agacinski, S. (1998). Cinsiyetler Siyaseti çev. İ. Yerguz, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. M. (2009). 'Kutluğ Ataman: Esas Oyuncu Atmosferdir', http://www.mafm.boun.edu.tr/files/63_KutluğAtaman.pdf, EriĢim tarihi: 04.08.2013. Alam, Ataman, K. (2001). Peruk Takan Kadınlar. Ġstanbul: Metis Yayınları. Avcı, P. (2013). 'Teslimiyet ve Türk Sinemasında Farklı Cinsel http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=6036, (EriĢim Tarihi: 04.08.2013). YaĢantılar 1', Baird, V. (2004). Cinsel ÇeĢitlilik-Yönelimler Politikalar Haklar ve Ġhalaller, Ġstanbul: Metis Yayınları. Baykal, E. (2008). 'BeĢinci Karenin Gösterdiği: Öznelden Toplumsal Kimliğin Portresine', Kutluğ Ataman: Sen Zaten Kendini Anlat!.Ġstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Benshoff H. ve Griffin S. (2004). 'General Introduction: Queer Cinema, Film Reader', Queer Cinema: The Film Reader, NY: Routledge. Çayır, K. (2010). 'Ayrımcılığın Sosyolojisi ve Türkiye Toplumu', Nefret Suçları ve Nefret Söylemi. Ġstanbul: Yeni Beyoğlu Matbaası. http://nefretsoylemi.org/rapor/nefretsoylemi_min.pdf EriĢim Tarihi: 01.06.2013. Davies, S. P. (2010). Eşcinsel Sineması Tarihi: Sinemada Görünür Olmak. çev. A. Toprak, Ġstanbul: Kalkedon Yayınları. Diken, B. ve Laustsen C. B. (2011). Filmlerle Sosyoloji. çev. S. Ertekin, Ġstanbul: Metis Yayınları. DW, (2011). ―EĢcinsel Evlilik 10 YaĢında‖ http://www.dw.de/e%C5%9Fcinsel-evlilik-10ya%C5%9F%C4%B1nda/a-15278792, (EriĢim Tarihi: 12.07.2013). Eredam, Y. (2011). 'Cennet mekan Panopticon: Dünya Sinemasında LGBT Bellek Örüntüleri, KliĢeleri & Homofobinin Beslenme Çantası', Heterseksizme KarĢı GökkuĢağı Antihomofobi 3 Bildiri Kitabı, Ankara: Ayrıntı Basımevi. Ergül, S. (2013) 'BoĢluğu Dolduran BoĢalma Sesleri: Acconci ve Queer Sanat?', Queer Tahayyül (383400) içinde, der. S. Yardımcı, Ö. Güçlü, Ġstanbul: Sel Yayınları. Farago, F. (2011).Sanat.çev. Ö. Doğan, Ankara: Doğubatı Yayınları. Gezgin, M. F. (2013) 'Cemaat-Cemiyet Ayrımı ve Ferdinand Tönnies', http://www.journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/iktisatsosyoloji/article/download/6356/5880, EriĢim Tarihi: 22.07.2013. Göregenli, M. (2003) 'Bir Gruplararası ĠliĢkisi Ġdeolojisi Olarak Homofobi ve Homofobik ġemalar', Lezbiyen ve Geylerin Sorunları ve Toplumsal BarıĢ Ġçin Çözüm ArayıĢları Sempozyumu, (142-148) içinde, Ankara:Ayrıntı Basımevi. Hok, H., Leung, S. (2004). 'New Queer Cinema and Third Cinema', New Queer Cinema: A Critical 74 Reader, der. Michele Aaron, ABD: Rutgers University Press. Intersex Society of North America-ISNA (2013).http://www.isna.org/faq/what_is_intersex, (EriĢim Tarihi: 04.07.2013). Ġri, M. (2011). Sinema Araştırmaları: Kuramlar, Kavramlar, Yaklaşımlar. Ġstanbul: Derin Yayınları. KAOS GL, http://www.kaosgldernegi.org/belge.php?id=sozluk (EriĢim Tarihi: 12.06.2013). Öğüt, H., Z. Deniz (2012) 'GeçmiĢten Günümüze Türkiye Sinemasında LGBT Temsilleri', 20. LGBT Onur Haftası Bildiri Kitabı-BELLEK, Ġstanbul. Öztürk, P., Kındap Y. (2011). 'Lezbiyenlerde ve Biseksüel Kadınlarda ĠçselleĢtirilmiĢ Homofobi, Benlik Saygısı ve Yalnızlık Düzeylerinin Ġncelenmesi', Heteroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 (164). Ankara: Ayrıntı Basımevi. Özgüç, A. (2000). Türk Sinemasında Cinselliğin Tarihi. Ġstanbul: Parantez Yayınları. Rich, B.R. (1995). Homo Pomo: The New Queer Cinema, ed. Pam Cook ve Philip Dodd Londra: Scarlet Press. Safoğlu, A. (2008a). 'Ortalığa (S)açılmıĢ 100 Film', KAOS GL Dergi, Mayıs Haziran, Sayı 100. Safoğlu, A. (2008b). 'Zamir MeloĢ'un Gölgesindekiler', KAOS GL Dergi, Kasım Aralık, Sayı 103. Selek, P. (2011). Maskeler Süvariler Gacılar. Ankara: Ayizi Kitap. Somay, B. (2007). BirĢeyler Eksik-AĢk, Cinsellik ve Hayat Hakkında Bilmek Ġstemediğiniz ġeyler, Ġstanbul: Metis Yayınları. Stevens, H. (2011). Gey ve Lezbiyen Yazını çev. K. Tanrıyar.Ġstanbul: Sel Yayıncılık. Szymanski, D. M. ve Chung, Y. B. (2001). ‗The Lesbian Internalized Homophobia Scale: A rational/ theoretical approach‘, Journal of Homosexuality, 41(2). TekeĢ, K. (2013). 'Türkiye Sinemasının Onur YürüyüĢü', http://www.bianet.org/biamag/sanat/148062turkiye-sinemasinin-onur-yuruyusu?bia_source=rss, (EriĢim Tarihi: 30.06.2013). Tuna, M. ve Özbek, Ç. (2012). Yerlileşen Yabancılar: Güney Ege Bölegsi'nde Göç, Yurttaşlık ve Kimliğin Dönüşümü. Ankara: Detay Yayıncılık. Ulusay, N. (2011). 'Yeni Queer Sinema: Öncesi ve Sonrası', Fe Dergi 3, Sayı 1. Wolf, S. (2012).Cinsellik ve Sosyalizm: LGBT Özgürleşmesinin Tarihi, Politikası ve Teorisi. Çev. K. Tanrıyar, Ġstanbul: Sel Yayınları. Yamaner, G. (2009) 'Sanatta Homofobik ve Cinsiyetçi Dil ve Göstergelerin Kurulumu', Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma Bildiri Kitabı, Ankara: Ayrıntı Basımevi. Yardımcı S. ve Güçlü Ö. (2013). GiriĢ: Queer Tahayyül, Queer Tahayyül (17-27) içinde, der. S. Yardımcı, Ö. Güçlü, Ġstanbul: Sel Yayınları. Yılmaz, A. (1998). Erkek ve Kadında Eşcinsellik. Ġstanbul: Özgür Yayınları. 75 D9 OTURUMU TOPLUMSAL CĠNSĠYET-VI: “DOĞU”-“BATI” ARASINDA 76 BATIBĠLĠMCĠ VE DOĞUBĠLĠMCĠ SÖYLEMLER ARASINDA “TÜRK KIZI” Aylin AKPINAR1 ÖZET 2000‘li yılların baĢlarından itibaren sosyal medyada farklı platformların yanı sıra, yüksek eğitimli ve orta sınıf gençlerin entelektüel tartıĢma platformu olan ―ekĢi sözlük‖‘ de toplumumuzdaki kızlık‖/‖kadınlık‖ sorgulanmaktadır. Toplumumuzdaki cinselliğe iliĢkin tabuları da sorgulamaya çalıĢan eril dil, gerek doğubilimci, gerekse batıbilimci söylemlerin içerdiği çeliĢkileri de taĢıdığı için, üretilen ―Türk Kızı‖ kalıp yargısı da bir dizi çeliĢkili simge üzerinden kurgulanmaktadır. Eril dil cinsellik alanında özgürleĢmeye çalıĢan ama Batılı hemcinsleri gibi olamayan ―Türk Kızı‖nı eleĢtirmektedir. Bu eleĢtiri ağırlıklı olarak doğubilimci söylem bağlamında yapılmaktadır: Türk kızı ne kadar istese de Batılı hemcinsleriyle yarıĢamaz, çünkü ―genetik‖ olarak Batılı hemcinsleri ondan daha üstün beden yapısına ve güzelliğe sahiptir. Cinselliğe bakıĢ açısı da sorgulanan ―Türk Kızı‖ yeterince özgüven sahibi olmadığı, kendisini geliĢtirmediği ve insiyatif almadığı için eleĢtirilir. Bu noktada batıbilimci söylem devreye girer ve bu kez de ―Türk Kızı‖ Batılı hemcinsleri gibi özgürlük ve eĢitlik talep etmekle, edepsiz olmakla ve Batılı erkeklerin yanında daha rahat hareket etmekle suçlanır. Anahtar Kelimeler Türk Kızı, Kezban Tipi Türk Kızı, Eril Dil, Doğubilimci Söylem, Batıbilimci Söylem, Toplumsal Cinsiyet Rejimi. ABSTRACT Since the beginning of milennium, Turkish femininity has been questioned in various platforms of the cyber world. The sourtimes.org which is a platform of the middle class and educated young Turkish women and especially young Turkish men is only one of them. The dominant masculine voice of the sourtimes.org has been trying to challenge the taboo subject of sexuality. While accomplishing this task a ―Turkish Girl‖ stereotype is created within the context of orientalist and occidentalist discourses. The masculine voice has been criticizing the ―Turkish Girl‖ who is not able to emancipate claiming that the Turkish girl cannot compete with the ―Western Girl‖ as she is superior to the Turkish girl in terms of body image & beauty. Approaching the subject matter from the occidentalist discourse Turkish Girl is criticized again because she yearns for equality and freedom like the Western Girl and feels more at ease withWestern men. Keywords Turkish Girl, Kezban Type Turkish Girl, Masculine Voice, Orientalist Discourse, Occidentalist Discourse, Gender Regime. GĠRĠġ 2013 yılında, eğitim ortalaması yüksek, genç yaĢta erkek yazarların çoğunluğu oluĢturduğu EkĢi Sözlük mecrasında ―Türk Kızı‖ üzerine 2001 yılında baĢlatılan polemik devam etmektedir. Bu polemikte erkek öznelerin hâkimiyetinin yanı sıra eril dilin hâkimiyeti de sürmektedir. Polemiğe katılan bazı kadın öznelerin kendi hemcinslerini ―ötekileĢtirmeleri‖söz konusudur. Bu ötekileĢtirme ―Kezban Tipi Türk Kızı‖ adı altında ortaya çıkmaktadır. EkĢi Sözlük yazarı ve ―nesnel‖ olmaya çalıĢan bazı erkek öznelerin yanı sıra, bazı kadın öznelerin eril dil tahakkümünün Ģiddetini azaltmak için, kendilerini ―Türk Kızı‖‘nın davranıĢlarının arkasında yatan sosyo-kültürel nedenleri açıklamak zorunda hissettiği gözlenmektedir. Bu metinde, EkĢi Sözlük‘te egemen olan eril dil tarafından ―Türk Kızı‖ kalıp yargısı oluĢturulurken, farkında olunmadan nasıl Doğubilimci (ġarkiyatçı/Oryantalist) ve Batıbilimci (Garbiyatçı/Oksidentalist) söylemlerin etkisi altında kalındığına dikkat çekilmek istenmektedir. Bu söylem biçimleriyle iliĢki içerisinde ―Türk Kızı‖ kalıp yargısını oluĢturan eril dilin eleĢtirilmesi hedeflenmiĢtir. Burada mercek altına alınan eril dilin Türk kızlarıyla olan iliĢkisini 1 Yrd. Doç. Dr. Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü 77 anlatırken kullandığı ifade biçimleri ve kurgudur. Ġnternet ortamında sıklıkla kullanılan argo kelimeler ve semboller özgün bir iletiĢim ortamı oluĢturmaktadır. Günümüzde gençler kendilerini ifade edebilmek için yoğun olarak interneti kullanmaktadır. Dolayısıyla internette günlük bir konuĢma dili kullanılmaktadır. EkĢi Sözlük yazarlarının ―Türk Kızı‖ hakkında yazdıkları onların gözünden 2000‘li yıllarda Türkiye‘de yaĢayan kızlar hakkındaki yorumları olarak kabul edilebilir. Eril dil tarafından kurgulanan ―Türk Kızı‖ hangi Türk kızlarını temsil etmektedir? Eril dil nasıl bir ―Türk Kızı‖ tahayyül etmektedir? ERĠL DĠLĠN DOMĠNANTLIĞI Eril dilin dominantlığı ―Türk Kızı‖‘na giyim tavsiyelerinde bulunması kadar, Türk Kızı‘nın beden özelliklerinin yanı sıra, davranıĢ kalıplarını da yargılamasından anlaĢılmaktadır. Bu durum karĢısında EkĢi Sözlük‘te yer alan diĢi dil savunmaya geçebilmekte; ―aslında haksızsınız ama bu sosyokültürel ortam bizi bu hale getiriyor‖ diyebilmekte ve zaman, zaman çaresizliğini ortaya koyabilmektedir. Eril dil Türk toplumunda var olan ataerkil toplumsal cinsiyet rejimini eleĢtirmek yerine, nadiren çuvaldızı kendisine batırmakta, diĢi dil ise karĢı cinse kendi davranıĢlarını açıklayabilmek adına daha detaylı bir sosyo-kültürel analize girebilmektedir. Sözlük‘te kurgulanan Türk Kızı‘nı ―eleĢtirmek yerine kolaysa dönüĢtürün‖ diyen ve nadir de olsa, kendini açığa çıkaran eril ses dahi, böyle bir dönüĢüm için, Türk erkeğinin de kendisini dönüĢtürmesi gerektiğinin altını kolayca çizememektedir. KEZBAN TĠPĠ TÜRK KIZI SÖYLEMĠ ―Kezban tipi Türk kızı‖ söylemi, orta sınıf beyaz erkek ve kadın öznelerin metropollerin çeperlerinde yaĢayan ama sosyokültürel nimetlerden faydalanamayan ya da faydalanma kapasitesi olmadığı için kendisini geliĢtiremediği düĢünülen kadın öznenin ötekileĢtirilmesini içerir. GeliĢtirilen bu söylemde orta sınıf kentsoylu genç erkek ve kadın öznelerin ittifakı mevcut gibi gözükse de, ―kezban‖ deyimi eril dil tarafından genelleĢtirilip bütün Türk kızları için kullanılmaya baĢlandığı andan itibaren, Sözlük‘te yazan kadın özne, erkek özneyle sosyal sınıf ittifakı yapılamayacağının farkına varır. Toplumsal, tarihsel bellekte ―Kezban‖ Türk toplumunun kırsal kesimlerinden kopup Ģehre göç etmiĢ ve Ģehirde kendisine yer edinmeye çalıĢan kadın için kullanıla gelen bir ad olmuĢtur. ―Kezban‖ Muazzez Tahsin Berkand‘ın yazdığı pembe romanlardan birisidir. Ġlk kez 1968 yılında sinemaya uyarlanmasıyla birlikte gündeme gelmiĢtir. Konusu, annesi ölünce köyden babası tarafından Ģehre getirilen ama yaĢadığı kentsoylu aile tarafından dıĢlanan ve aĢağılanan kızın hayatıdır. Daha sonra Kezban Paris‘te ve Kezban Roma‘da filmleri çekilmiĢ ve aynı konu benzer bir Ģekilde, bu kez Batı‘da Kezban‘ın tutunabilmek için sarf ettiği gayretleri konu edinmiĢtir. Bu gayret daha ziyade kadının dıĢ görünümünü değiĢtirmek için sarf ettiği çaba olarak vurgulanmıĢtır. Bu yorumda ―Batı‖‘yı kentsoylu ve üstün olarak mutlaklaĢtıran bir Batıbilimci söylem gizlidir. ―Batıbilimci‖ söylem sadece ―Doğu‖ ve ―Batı‖ karĢılaĢtırmaları bağlamında gündeme gelmez. ―Batı‖ diye adlandırılan homojenimajın kendisi de sorunludur. Örneğin, Batı modernitesinin içerdiği tüm imajlar söz konusu olduğunda, anakronik olarak kurgulanan köy yaĢamı, köylüler,Balkanlılar, Ġrlandalılar ve hatta Yunanlılar ―Batı‖ hiyerarĢisinin içerisine tam anlamıyla alınmamaktadır (Nadel-Klein, 2003, s.113). Buradaki temel nosyon, ―gerçek‖ anlamda Batılı olabilmek için yerel adetlerden, hısım-akrabalık bağlarından ve adeta yerel bağların tümünden kurtulmak gereğidir. Köyün temsiliher zaman olumsuz olmasa da, bazen romantik kararsızlıklara söz konusu olsa da, geçmiĢ ya da geçmekte olan bir yaĢama iĢaret eder. Önemli olan kırsal yaĢantının modernite ile birlikte eĢ zamanlı olarak yaĢanamayacağına olan inançtır. Gerçek anlamda Batılı insan kozmopolitandır. ―Batılı‖ imajı kültürel anakronizm ile karĢıtlık kurularak kurgulanır (Chakrabarty, 1992). Batı kimliğinin temel unsuru olan ―ilerleme‖ kavramı teknolojik geliĢmeyi motor güç sayar. Batılı toplum ya da Batılı insan kaderini kendi eline almıĢ insandır. Bu bağlamda Batıbilimci söylem (oksidentalist) ―gerçek Batı‖ imajını mutlaklaĢtırır. Kentli, burjuva, kozmopolitan değerleri ön plana çıkararak ―Batı‖yı kurgularken, Doğubilimci (oryantalist) kriterler kullanır ve Batılı olmayan toplumları zamandan ve mekândan soyutlayarak değiĢmez öteki ilan eder (Said, 1978). ―Türk Kızı‖ ya da ―Kezban tipi Türk Kızı‖ hakkında eril dilin yaptığı genellemeler temelde üç nokta altında özetlenebilir: 1. ―Özgür Batılı Kadın‖ ile ―Özgüveni eksik Doğulu Kadın‖ arasındaki sıkıĢmıĢlık; 78 2. ―Bekâretini KaybetmiĢ Batılı Kadın‖ ile ―Bakire Doğulu Kadın‖ arasındaki sıkıĢmıĢlık; 3. Türk dizilerinde rastlanabilen platonik aĢka dayanan kadim ―Leyla ile Mecnun‖ kültürünün etkisindeki Doğulu Kadın Tipi ile Amerikan dizilerindeyer aldığı söylenen, ―flört eden ve erkeği baĢtan çıkaran‖ Batılı Kadın Tipiarasındaki sıkıĢmıĢlık. EkĢi Sözlük‘te, kısmen kendini açığa vuran Doğubilimci (ġarkiyatçı) söylem Türk Kızı‘nın Leyla ile Mecnun‘un aĢkı gibi ömür boyu sürecek saf bir aĢk peĢinde koĢtuğunu söyler. Bu aĢk daha ziyade Doğu‘nun maneviyata dayanan aĢkıdır ve Türk Kızı‘nın Batılı kızlar gibi olamayacağının altı çizilir. Türk Kızı ―Orta Doğu Ailesi‖ içinde sayılır. Öte yandan, EkĢi Sözlük‘te gizliden gizliye de olsa yer alan Batıbilimci (Garbiyatçı) söylem‘e göre Türk Kızı da ―Batılı‖ gibi materyalisttir; maddiyata önem verir; tutku ve aĢktan uzaktır ve iliĢkilerinde çıkar hesabı yapar. Hatta, 1980‘ler sonrasında Türk Kızı‘nda ―edep‖ kalmadığının altı çizilir. Sözlük‘te yer alan eril dilin resmettiği ―Türk Kızı‖ nın metaforik anlamda ―Batılı‖ ve ―Batılı olmayan‖ kimliklerin karĢılıklı olarak kurgulanmasına yardım eden bir özelliği vardır. Tıpkı oryantalist modernleĢme paradigmasında olduğu gibi, eril söylem zaman, zaman Türk Kızı‘nı tanımlarken ―görüntü Avrupa Kızı, kafa Türk Kızı‖ demektedir. Bundan kastedilen, Türk kızının Batılı hemcinsleri gibi modern giysiler giyse de, makyaj yapsa da, görüntüde modernleĢtiği; aslında özgüven sahibi olmadığı, bireyleĢemediği ve cinsel özgürlüğünü kazanamadığıdır. Bu kurgunun çeliĢkili olması önemli değildir. Bir yandan ―Türk Kızı‖ bireyleĢemediği, özgürleĢemediği, çocuk-kadın olarak kaldığı için eleĢtirilir. Çünkü, Türk Kızı ―üniversite mezunu olsa da çalıĢmaz‖; ―bilgisayardan anlamaz‖; ―kollarındaki kılları almaz‖; ―ağzı kokar‖; ―saçı uzundur‖ (aklı kısadır demek isteniyor); ―boyu kısadır‖; ―giyinmesini bilmez‖; ―nazlıdır‖; ―trip atmaya bayılır‖; ―çalıĢmadan erkeğin sırtından geçinmek ister‖. Öte yandan, bekâret üzerine yalan söylediği için eleĢtirilir ve evlilik öncesi flört ettiğinde ―hafif kadın‖ olarak damgalanır. Sözlük‘te yer alan ―Türk Kızı‖ kurgusu, özellikle ―Rus Kızı‖ ile zıtlaĢtırılarak gerçekleĢtirilir ve bu karĢılaĢtırmada Türk Kızı aĢağılanırken, Rus Kızı yüceltilir. Türk Kızı aĢktan da uzak durmaya davet edilir. Bu çeliĢkili gibi gözüken durum sadece ―Türk Kızı‖ için geçerli değildir. Kadın bedeni ve imajı üzerinden kültürel kimlik çatıĢmaları tarihin her döneminde ve her kültürde gerçekleĢmiĢtir. Örneğin, ―Ġrlandalı Kız‖ kalıp yargısı, 1920‘lerde postkolonyal Güney Ġrlanda Devleti‘nin oluĢumunda tezat değer yargıları bağlamında gündeme gelmiĢtir. Katolik kilisesi ve milliyetçi Ġrlanda ―modern kız‖ ya da ―serbest davranıĢlı genç kadın‖ söylemini özgürleĢmeye çalıĢan Ġrlandalı kadını eleĢtirmek için kullanmıĢtır. 1920‘lerde Ġngiliz medyasından ve Holywood filmlerinden etkilenen Ġrlandalı kadın imajı kurgulanmıĢ ve ―serbest davranıĢlı genç kadın‖ (flapper) aĢağılanarak milliyetçi proje gerçekleĢtirmeye çalıĢılmıĢtır (Ryan, 2002, s.38-39). DOĞUBĠLĠMCĠ (ġARKĠYATÇI) VE BATIBĠLĠMCĠ (GARBĠYATÇI) SÖYLEMLER ARASINDA Doğulu ya da Batılı gibi iki farklı kolektif özne kavrayıĢı sorunludur ve gerçekten uzaktır. Ama özellikle kadın imajı ve bedeni üzerinden kültürel farklılıkların kurgulanması Rönesans‘tan yirminci yüzyıla kadar süregelen bir olgu olmuĢtur (Chatterjee, 1986; Nira-Yuval Davis, 1997; Ryan, 2002; Yeğenoğlu, 1998). Belki de bu yüzden Sözlük‘te egemen olan eril dil de kendi kurgusunu ―gerçek‖ gibi sunmaya çalıĢmaktadır. Oryantalist söylem epistemolojik düalizm üzerine oturur. Oryantalist bilgi üretimi ötekinin kurgulanması bağlamında geliĢir. Varlığını merkeze koyan ―Batılı‖ özne, kendisini tanımlayabilmek için ―Doğulu‖‘yu kurgular. Turner Ģöyle demektedir (2002),Oryantalizm gerçekçi Batılı ve tembel Doğulu arasındaki zıtlık etrafında organize edilen bir karakter tipolojisi oluĢturmuĢtur. Oryantalizmin görevi,Doğu‘nun sonsuz karmaĢıklığını belli tipler, karakterler ve kurumlar haline dönüĢtürmektir (s.45). Yukarıda yer alan örneğe benzer bir biçimde, Sözlük‘te açığa çıkan DoğubilimcibakıĢ açısı ve belki de farkında olmadan bu söylemden hareket eden eril dil, Türk toplumundaki ataerkil cinsiyet rejimine dayanan hiyerarĢiyi, ―Türk Kızı‖ kurgusu ile yeniden üretmektedir. Buna bağlı olarak, hegemonik eril dil kendisini hiyerarĢinin tepesinde, kozmopolitan, üstün, rasyonel, nasıl davranılması gerektiğini bilen, ―Türk Kızı‖‘nı ise, ezik, yerel bağlarından kurtulamayan, aklını çalıĢtıramayan, nasıl davranılması gerektiğini bilemeyen kiĢi olarak kurgulamaktadır. Eril dile göre ―Türk Kızı‖ ―kolay kadın‖ olmamak ve ―zor kadın‖ olmak arasında bocalarken ―Kezban‖ a dönüĢmekte, yani, nasıl 79 davranması gerektiğini bilememektedir. Eril dil kentte yaĢayan bu kızın adabı muaĢeret kurallarını dahi bilmediğine iĢaret etmektedir. Örneğin, nasıl davranılacağını bilmeyen bu kız yol veren erkeğe teĢekkür etmez. Eril dil, Türk erkeğinin, yabancı dil bilmese de, birçok milletten kızla anlaĢabildiğini öne sürer. Bu durumun bir açıklaması olması gerekir: Türk kızı kötü niyetli ve komplekslidir, her zaman onaylanma ihtiyacı duymaktadır. Arlı‘nın (2004) altını çizdiği gibi Doğubilimci söylem (Oryantalist), ―toplumsal bireylere sabitlenmiĢ dünya fotoğrafları sunmaktadır‖ (s.10). Ayrıca, tüm eleĢtirel okumalara rağmen, oryantalizmin ötekileĢtirici söylemi devam etmektedir. Arlı‘ya (2004, s.12) göre, Batıbilimci (Oksidentalist) söylemin içeriğinde ise kültürel ve teknolojik geliĢmeler temele alınarak tanımlanan ―benzersiz Batı‖ imajı yer almaktadır. Öte yandan, oksidentalist söylem oryantalist söylemin asimetrisi olarak tanımlanamaz. Çünkü, oryantalist söylem Batı-dıĢı toplum incelemeleri yapan bir akademi içinde geliĢmiĢtir. Ama oksidentalist söylem oryantalizm eleĢtirilerinden ortaya çıkmıĢ olan Batı imajına dayanmaktadır ve daha ziyade bir ―savunma hali‖ olarak anlaĢılabilir (ibid, s.73). Sözlük‘te göze çarpan Batıbilimci söylem ―Batı‖‘nın Türk toplumunda yaratmıĢ olduğu tahripkar etkilere odaklanmaktadır. Örneğin, 1980‘lerden itibaren Türk toplumunda yozlaĢmaların baĢladığından dem vurulmaktadır. 1980‘ler öncesinde doğmuĢ ve yetiĢmiĢ olan kadınların ―ruhen güzel‖ olduğu söylenirken, 1980‘ler sonrasında doğanların ―edepsiz‖ olduğu vurgulanmaktadır. Kimileri de ―Türk Kızı‖ nın futbola olan ilgisini gereksiz bulmaktadır. Futbol eskiden erkek habitus‘u içinde yer alırken, Türk kadınlarının futbola karĢı artan ilgisi erkek alanına yapılmıĢ bir müdahale olarak algılanabilmektedir. Bu düĢünceye göre ―erkek adam‖ futbol takımı tutar. Toplumumuzda erkek oyunu olarak kabul edilen futbolun taraftarları da erkek olmalıdır. Demez (2005, s.228), BeĢiktaĢlı taraftarların statlarda açtıkları ―erkek adam renkli takım tutmaz‖ ifadesine dikkatimizi çekmekte; bu temsille renkleri siyah beyaz olan BeĢiktaĢ kulübünün ne kadar ―erkek‖ bir takım olduğuna yapılan vurguya iĢaret etmektedir.Sözlükte ―Türk Kızı‖ ve ―Türk Erkeği‖ni yetiĢtirenlerin ―Türk Anası‖ ve ―Türk Babası‖ olduğu da dile getirilir. Türk Anası kızına erkeği sevmeyi öğretemediği için suçlanır. Türk Anası kızına kadınsılığı da öğretememiĢ; ona sadece kendisini çocuklarına adayan anne rolünü öğretmiĢtir. Türk Anası, kızının zengin bir koca bulmasını istemekte ve bu yüzden kızına, ara sıra, er ya da geç evlenmesi gerekeceğini hatırlatmaktadır. Türk Babası ise babalık yapmayı ―eve ekmek getirmek‖ olarak algılamakta ve geri kalan zamanlarda da maç izlemektedir. Böyle ana ve babanın yetiĢtirdiği ―Türk Kızı‖ ister istemez eksiklik duygusuna sahip olacaktır. Bu noktada anne ve baba adaylarına tavsiyeler devreye girer. Kızlarına ve oğullarına karĢı cinsi sevmeyi öğretmeleri gerekmektedir. ―Türk Kızı‖ kadar ―Türk Erkeği‖ de sevgisizlikten yakınmaktadır. Sözlükte hemcinslerine tavsiyede bulunan eril dil, Türk erkeklerinin er ya da geç Türk kızlarıyla evleneceklerini söylerken bile, yapacaksınız bu hatayı, bundan kaçıĢ yok der gibidir. Ayrıca, ―biraz yüksek eğitim gördü mü havasından geçilmeyen‖ ―Türk Kızı‖nın ―yabancı erkeklere kul köle‖ olduğundan Ģikayet edilmektedir. O zaman, genç eğitimli Türk erkeğinin arayıp da Türk kızında bulamadığı ama Batılı kızda bulduğu nedir? Batılı kızın cinsel özgürlüğüdür. Batı‘da cinsellik tabu olmadığı için Batılı kızın özgüven sahibi olduğu düĢünülür. ―Türk Kızı‖ cinsel özgürlüğü adına adım atmadığı için suçlanır. Genç kız özgürleĢmektedir; ama henüz yeterli adımları atamamıĢtır. Belki de eğitimli genç Türk erkeklerininTürk kızlarında aradığı özgürlük son kertede bir fantezidir. Çünkü geleneksel olarak, cinselliğe dayanan aĢk gündelik hayatın normal rutinlerini tehdit eden irrasyonel bir durumdur ve kültürel bir risktir (Turner & Rojek, 2001, s.134). Öte yandan, modernite ile birlikte karĢı cinsle olan yakın iliĢkilerde aranan erotizm, cinsel tatmin ve duygusal yakınlık arzusu kiĢisel mutluluğun belirleyicisi durumuna gelmiĢtir (Giddens, 1992, s.30). Oysa, Batılı kadın cinsel özgürleĢmeyle etkisiz hale getirilmektedir. Çünkü, cinsel özgürleĢmeyle kadın tüketilmekte, seksilik ve güzellik kadın için temel nitelikler olarak belirmektedir (Baudrillard, 1997, s.167). Baudrillard‘a (1997, s.155) göre insanlık cinsel özgürleĢme peĢinde koĢarken beden yeniden keĢfedilmiĢ ve bir arzu ve tüketim nesnesi haline getirilmiĢtir. Dolayısıyla, EkĢi Sözlük‘te ―Türk Kızı‖ tanımlanırken büyük oranda beden özelliklerine gönderme yapılması tesadüfî değildir. Türk kızları ―genelde boyu 1.57 cm olan bir ırk‖, yani kısa boylu olarak tanımlanır. Üstelik basenleri çok geniĢ olan bu kızın karbonhidrat ile beslenmesi ve az hareket etmesi eleĢtiri konusu olur. Osmanlı tarihinin son dönemlerine ve 80 Cumhuriyet tarihinin ilk dönemlerine göz attığımızda, ilerlemeci söylemden yararlanan kadınların yüksek öğrenim görmeye baĢladıklarını ve milliyetçi harekete destek verdiklerini görürüz. 1918 – 1919 yıllarında, Avrupa‘da baĢlayan birinci dalga feminist hareket sırasında yayımlanan ―Türk Kadını‖ dergisinde zamanın ruhuna uygun olarak milliyetçi ve erkek egemen bir söylem göze çarpar. Bu dergide ağırlıklı olarak yer bulan eril dil, kadınların birey olarak ortaya çıkmalarıyla değil, ―toplumsal ahlakı fazlaca zorlamayan kadınlar yaratmak‖ ile ilgilidir (Mahir-Metinsoy, 2010, s.XXVI). Milliyetçi-modernist erkekler tarafından çıkarılan, ağırlıklı olarak erkeklerin kadınlarla birlikte yazdıkları bu dergide Türk kadınının önce Türk, sonra kadın olduğu vurgulanır. Eğitimli kadınların yabancı etkilere açık olması bir tehdit olarak algılanır. Türk kadınlarının aynı toplumda yaĢayan ve ticaret yapan Levantenlere benzememeleri; özellikle modaya olan düĢkünlükleri ve ön kabul olarak düĢünülen ―iffetsizlikleri‖ nedeniyle Fransız kadınlara da benzememeleri gerektiği üstünde durulur. Buna karĢılık, Alman kadını tutumlu ve ev hanımı olması dolayısıyla Türk kadınına örnek gösterilir (Mahir-Metinsoy, 2010, s. XXVIII). Dergide yazan Türk erkeklerinin Türk kadınına haksızlık yaptığını düĢünen kadın yazarlar daha az sayıda da olsa vardır. ―Evli Barklı Hanımlar‖ adı altında kaleme aldığı makalesinde ġükûfe Nihâl Hanım devamlı surette Türk kadınlarını eleĢtiren, Alman kadınlarını onlardan üstün gören eril dile Ģöyle cevap verir (Talay-KeĢoğlu, 2005), Evvelâ Almanya gibi bizden birkaç asır ileriye gitmiş bir milletle kendimizi mukayese etmek için her iki milletin birbirine diğer husûsatta da ne derece yakın ve uzak olduğunu araştırmalıyız. Bakalım Türk medeniyeti, Türk harsı bugün Almanya‟daki kadar kat‟î, metin adımlarla ilerleyebilmiş mi? … Bilhâssa her Türk erkeği bir Alman kadar ciddî, vazîfeşinâs, zevcesine hürmetkâr mı?... (s.139). Aynı dergide ―Gençler Aradıklarını Niçin Bulamıyorlar?‖ baĢlıklı bir yazıda görücü usulü evlilik eleĢtirilir; gençlerin aile toplantılarında birbirlerini görüp tanıdıktan sonra evlenmeleri tavsiye edilir. Dönemine göre ileri sayılabilecek bu görüĢlere rağmen, kadınların özgürlüğü ve hareket sınırları aile kurumunun bekası ile belirlenmiĢtir. Aynı dergide yazan bazı kadınlar bile, ―cinsel hayattaki serbestliğin önceki dönemlere kıyasla artmasını, kadınların eĢlerini seçmek için aktif olmaya baĢlamalarını‖ eleĢtirir, bu gibi davranıĢları ―erkekleĢme‖ olarak niteler (s. XXXII). Yine aynı dergi kadınlara giyim kuĢamları konusunda, kıyafetlerde cilt renklerine uyum için hangi renkleri seçmeleri gerektiği hususunda tavsiyelerde bulunur (Talay-KeĢoğlu, 2005, s.5). Dönemin adı geçen sosyologlarından ve Türk Kadını Dergisinin yazarlarından Edhem Nejâd‘ın ―Ev Sâhibesi Olursam Ne Yapacağım‖ baĢlığı ile kaleme aldığı yazıda Türk kadınlarına Ģu tavsiyesi güzel bir örnektir (TalayKeĢoğlu, 2005): Ben ev hanımı olduktan sonra da dâimâ süslü olmak istiyorum. Maamâfîh şuna da kaniyim ki ev sâhibesi hanıma sâde, ağır, kibâr, nezîh tuvalet yakışır… Viyana‟nın, Paris‟in sokak ve şantan tuvaletinin bir aile tuvaleti olmasını hiçbir vakit muvâfık görmem (s.145). Kısacası, Türk kadını eğitimli, bakımlı, tutumlu, ideal anne ve eĢ olmak durumundadır. Ne var ki, Türk Kadını dergisinde alt sınıftan kadınların savaĢ koĢullarında nasıl ayakta kaldıklarına yer verilmemiĢtir. Türk Kadını dergisi kadınların özgüleĢme taleplerine orta-üst sınıf kadınların bakıĢ açısıyla yaklaĢmıĢtır.Daha ziyade orta sınıf gençlerin sanal ortamda buluĢma mecralarından olan EkĢi Sözlük‘te de, benzer bir biçimde, Türk kızına tavsiyelerde bulunan eril dil sayesinde cinsellik, güzellik, beden temalarının ön plana çıktığı bir yazıĢma sürdürülür. Türk kızı giyinmesini bilmediği için eleĢtirilir. KarĢı cinsle iletiĢim kurmada zorluklar çıkardığı için eleĢtirilir. Ne var ki Cumhuriyet tarihinin ilk dönemlerinden farklı olarak, 2000‘li yıllarda daha fazla cinsel özgürlüğünü eline alması beklenen Türk kızı, ne istediğini bilmez tavrı yüzünden, mahalle baskısını Ģikâyet ettiği için eleĢtirilir. Zaman, zaman kendisini belli eden diĢi dil bütün bu suçlama ve eleĢtirilere savunma psikolojisi içinde cevap verir. Türk kızı zor durumdadır. Çünkü eril dil bir yandan, ―evlenirsek karım, evimin direği olacaksın, ben sana dokunamam‖ demektedir. Öte yandan, aynı erkek ―çok nazlanma, cinsellik 81 olmadan iliĢki olmaz‖ demektedir. Bir üçüncüsü ve en kötüsü, Türk kızına tecavüz ettikten sonra dahi,―sen zaten bakire değildin ki‖ diyebilmektedir. YazıĢmada yer alan kadın öznelerin yanı sıra, bazı erkek özneler Türk kızına fazla yüklenildiğinin ve ortaya çıkan çeliĢkilerin farkındadır. Onlara göre Türk erkeği neyse, Türk kızı da odur. Türk kızından hem ―hanım kız‖ olması, hem de iliĢkilerde insiyatif alması beklenecekse, Türk erkeğinden de hem nazik, hem de giriĢken olması beklenecektir. Belirsizlik o duruma gelmiĢtir ki, kadın erkek eĢitliği adına, artık erkekler toplu taĢıtlarda kadına yer vermemektedir. KARġILIKLI BELĠRLENEN “TÜRK KIZI” VE “TÜRK ERKEĞĠ” ĠMGELERĠ Demez (2005), ―Kabadayıdan Sanal Delikanlıya DeğiĢen Erkek Ġmgesi‖ adlı çalıĢmasında erkek imgesini konu edinen bir araĢtırmanın kadına tersten bakıĢ anlamına geleceğini söyler. Çünkü, ―…birinin konumu diğerinin duruĢuna göre belirlenir‖ (Demez, 2005, s.20). Bu çalıĢmada, genellikle üniversite mezunu olan ve profesyonel iĢlerde çalıĢan erkeklerin dayanıĢma için oluĢturdukları erkek adam.com sitesindeki yazıĢmalar baĢka sanal sitelerin yanı sıra analiz edilmiĢtir. Bu sitede yazıĢan erkekler ―kadına bağımlı erkekler olarak değil, kendine yeten bireyler olarak yaĢamak istediklerini…‖ ifade etmektedir (Demez, 2005, s.189). Bu erkeklere göre, ―erkek çocuk yetiĢtirilme sürecinde yaĢamasını sürdürmesini sağlayan günlük iĢleri bile yapmaktan alıkonmakta, kendine yetmesi engellenerek, önce annesine sonra karısına bağımlı duruma getirilmektedir‖ (Demez, 2005, s.191). Geleneksel rollerinden Ģikayet eden bu erkekler, kadınların Ģefkat ve sevgi beklediklerini söylediklerini, ama gerçek yaĢamda bu davranıĢların tersini sergileyen maço davranıĢlı erkeklerle birlikte olmayı tercih ettiklerini dile getirmektedir. Demez (2005, s.195) bu cümleyi Ģöyle yorumlamaktadır: ―… erkekler maço olmak istemezler ama kadınlar onları bu yola iterek, kendilerini de erkekleri de içsel çatıĢmalara sürüklüyorlar‖. EkĢi Sözlükte de Türk erkeğinin aslında kültürel kodlar yüzünden mağdur durumda olduğunun altı çizilir. Sözlükteki eril dile göre, ―Türk Kızı‖ bir yandan özgür olduğunu ilan eder; öte yandan ise hesabı erkeğin ödemesini bekler. Erkek kadınını rahat ettirmeli görüĢündedir. Erkeğinin arabalı olmasını bekleyen ―Türk Kızı‖ bir yandan da erkeğinden sertlik bekler. Genç Türk erkeğinin baĢka bir Ģikayeti de Türk kızının iliĢki kurmada inisiyatifi sürekli erkeğin almasını beklemesidir. Connel‘a (1998, s.249) göre, hegemonik erkeklik ile kadınların beklentilerinin uyuĢması söz konusudur. Kadınlar farkında olmadan alıĢık oldukları ataerkil değerleri koruyabilmekte, ya da yeniden üretebilmektedir. Kadınlar erkekler gibi rekabete giremez ve seçilmeyi bekler.Genç Türk erkeği bir taraftan ―özgürce‖ cinsel tatmin ve Ģefkat duygularını paylaĢacağı ideal kızı ararken, öbür taraftan günün birinde annesinin tasvip edeceği bir Türk Kızı ile evleneceğinin de beklentisi içindedir. Gane, evliliğin tutkuyu dizginleme iĢlevini yerine getirerek erkeği huzursuzluktan kurtardığını dile getirmektedir. Evlilik erkeklerin zihinlerinin dağılmaması ve düzenli bir yaĢam için gereklidir (Gane‘den aktaran Demez, s.105). Dolayısıyla evlilik ve aile her iki cins için mutluluk kaynağı olmanın ötesinde özellikle erkek için gerekli bir kurumdur. Kandiyoti (1998, s. 109-110) Türk toplumunda kadın erkek iliĢkileri bağlamında bir çifte söylemin geçerli olduğuna vurgu yapar. ġöyle ki, korumacı ve kontrolcü geleneksel erkeklik modernleĢmeci paradigma tarafından kadının ezilmiĢliği olarak algılanır. Aynı zamanda da ―popüler söylem‖ erkekliğe atfedilen bu değerleri idealize eder. Kandiyoti‘ye göre Türk toplumunda hegemonik erkeklik bu çifte söylem tarafından belirlenmektedir. Yumul‘a (2000, s. 42) göre, bu çifte söylemin bir tarafı eksik kaldığı zaman Türk toplumundaki hegemonik erkeklik kırılganlaĢmaya baĢlamaktadır. Yumul Türk toplumunda ―dıĢı Batılı, içi Doğulu‖ ya da ―melez erkek‖ idealinin hâkim olduğuna vurgu yapar. Örneğin, bu erkek kadının dıĢarıda çalıĢmasını kabul eder ama ev içinde karısına yardım etmez. Özbay (2013, s.188) ise, ―Türkiye‘de Hegemonik Erkekliği Aramak‖ adlı makalesinde Türkiye‘de hegemonik erkekliği tespit etmenin değil, ―farklı erkekliklerin hangi doğrultularda yaygınlaĢtığını ya da kuvvet kazandığını anlamaya çalıĢmanın‖ daha yerinde bir sosyolojik uğraĢ olacağından bahseder. SON SÖZ YERĠNE: ERĠL DĠLĠN KURDUĞU SEMBOLĠK ĠKTĠDAR Erkekliğin kurduğu iktidar biçimleri üzerine az tartıĢılmıĢtır. Oysa erkeklik, farklı ortamlarda, kadınlığı kontrol ederek, disipline ederek, terbiye ederek ve eğiterek iktidarını kalıcı kılmaya çalıĢmaktadır. Bu makalede, Osmanlının son dönemlerinden bu yana, doğubilimci ve batıbilimci söylemlerin etkisinde ve günümüzde sanal ortamda ―Türk Kızı‖ ya da ―Türk Kadını‖ nın nasıl olması gerektiği üzerine bitmez tükenmez tartıĢmalar içinde olan eril dilin hâkimiyetine dikkat çekilmiĢtir. 82 EkĢi Sözlük‘te eğitimli, orta sınıf gençler arasında yer alan tartıĢma, eril dilin diĢi cins üzerinde nasıl sembolik bir iktidar kurmaya çalıĢtığına örnek olarak analiz edilmeye çalıĢılmıĢtır. Sanal ortamda konuĢma dili, özellikle erkekler arasında, argo kullanımını da içermektedir. Dolayısıyla, bu mecrada tartıĢılırken zaman, zaman aĢağılanan diĢi cins imgesi üzerinden sembolik bir Ģiddet üretilmektedir. Sözlükte tartıĢan erkek öznelerin ve bazı kadın öznelerin farkında olmadan ürettikleri sembolik Ģiddet, toplumda erkek iktidarını pekiĢtirmekte dolaylı da olsa rol oynamaktadır. ―Türk Kızı‖, ya da ―Türk Erkeği‖ deyimleri diĢi ve eril cinsi homojenleĢtirici bir iĢlev gördüğü için sorunludur.―Türk Kızı‖‘nın ‗ötekisi‘ ‗Batılı Kız‘ olagelmiĢtir. Bu bağlamda ataerkil cinsiyet rejimi iktidarını doğubilimci söylemi kullanarak yeniden üretegelmiĢtir. Buna karĢılık Türk erkeği nadiren sorgulanmıĢ ve ―Batılı Erkek‖ Türk erkeğinin ötekisi olarak düĢünülmemiĢtir. Batıbilimci söylem, Batı imajının kentsoylu özelliğini mutlaklaĢtırarak, Doğubilimci söylemin homojen ―Doğu‖ imajını kurgulamasına yardımcı olmuĢtur. Dolayısıyla, Doğubilimci söylem, Batıbilimci söylem ve hegemonik eril dil iç içe geçerek, ―Türk Kızı‖ imajı üzerinden bir ötekileĢtirme gerçekleĢtirmekte ve diĢi cinsin erkek cinsinden daha aĢağıda konumlanmasına ve değersizleĢtirilmesine neden olmaktadır. KAYNAKÇA Arlı, A. (2004). Oryantalizm Oksidentalizm ve ġerif Mardin, Ġstanbul: Küre. Baudrillard, J. (1997). Tüketim Toplumu. Hazal Deliceçaylı, Ferda Keskin (Çev.). Ġstanbul: Ayrıntı. Chakrabarty, D. (1992). The Death of History? Historical Consciousness and the Capitalism. Public Culture: 4/2, 47-66. Culture of Late Chatterjee, P. (1986). Nationalist Thought and the Colonial World: A Derivative London: Zed Books. Discourse, Connel, R. W. (1998). Toplumsal Cinsiyet ve Ġktidar, Cem Soydemir (Çev.). Ġstanbul: Ayrıntı. Demez, G. (2005). Kabadayıdan Sanal Delikanlıya DeğiĢen Erkek Ġmgesi, Ġstanbul: Babil. Giddens, A. (1992). The Transformation of Intimacy. Sexuality, Love and Eroticism in Modern Societies, Cambridge: Polity. Kandiyoti, D. (1998). Modernin Cinsiyeti: Türk ModernleĢmesi AraĢtırmalarında Eksik Boyutlar. Türkiye‘de ModernleĢme ve Ulusal Kimlik, (derl.) Sibel Bozdoğan ve ReĢat Kasaba, Ġstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Mahir-Metinsoy, E. (2010). Kadın Tarihi AraĢtırmaları Açısından Türk Kadını Dergisi. Türk Kadını (1918-1919), (hazırl.) Birsen Talay KeĢoğlu ve Mustafa KeĢoğlu, Ġstanbul: Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı. Nadel-Klein, J. (2003). Occidentalism as a Cottage Industry: Representing the Autochthonous ‗Other‘in British and Irish Rural Studies. Occidentalism. Images of the West, (ed.) James G. Carrier, Oxford: Clarendon Press. Nira-Yuval, D. (1997). Gender & Nation, London: Sage. Özbay, C. (2013). Türkiye‘de Hegemonik Erkekliği Aramak. Doğu Batı. Toplumsal Cinsiyet, 63, 185-204. Ryan, L. (2002). Flappers & Shawls: The Female Embodiment of Irish National Identity in the 1920s. Women as Sites of Culture. Women‘s Roles in Cultural Formation from the Renaissance to the Twentieth Century, (ed.) Susan Shifrin, Aldershot: Ashgate. Said, E. (1978). Orientalism, New York: Vintage Boks. Talay-KeĢoğlu, B.ve KeĢoğlu, M. (2010). Türk Kadını (1918 – 1919), Ġstanbul: Kadın Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi. Eserleri Turner, B. S. & Rojek, C. (2001). Society & Culture. Principles of Scarcity & Solidarity, London: Sage. 83 Turner, B. S. (2002). Oryantalizm, Globalizm ve Postmodernizm, Ġbrahim Kapaklıkaya (Çev.). Ġstanbul: Anka Yayınları. 84 „SINIR‟DA KADIN OLMAK Latife AKYÜZ1 ÖZET Bu çalıĢmada, sınır bölgelerinde, sınır ekonomisiyle ortaya çıkan yeni toplumsal dinamiklerin bu bölgelerde yaĢayan kadınlar tarafından nasıl deneyimlendiği ve bu kadınların yaĢamlarında ne tür farklılıklar yarattığı Türkiye-Gürcistan sınırındaki Hopa ilçesi örneği üzerinden değerlendirilecektir. ÇalıĢmanın temel argümanı, sınır bölgelerinin kendine özgü ekonomik faaliyet biçimlerine sahip olduğu – kaçakçılık ya da sınırötesinden gelen kadınlar üzerinden ortaya çıkan eğlence sektörü gibive bu ekonominin etkilerinin en açık biçimiyle etnik grupların ve toplumsal cinsiyet gruplarının grup içi ve gruplararası iliĢkilerinde izlenebileceğidir. Bu çalıĢma, 2007-2011 yılları arasında Hopa merkez, Sarp sınır köyü ve KemalpaĢa ilçesinde yapılmıĢ 52 kaydedilmiĢ ve sayısız kayıt altına alınmamıĢ derinlemesine mülakata, odak grup görüĢmelerine ve görüĢmecinin gözlemlerine dayanmaktadır. ÇalıĢmada hem yerel kadınların hem de sınırın diğer tarafından gelen göçmen kadınların deneyimleri kendi anlatıları üzerinden ve sınır çalıĢmaları içerisindeki toplumsal cinsiyet tartıĢmaları ıĢığında analiz edilecektir. Sınır ekonomisinin toplumsal cinsiyet ve etnik gruplarla kesiĢme noktaları ve bu kesiĢme noktalarında ortaya çıkan yeni eĢitsizlikler tartıĢılacaktır. Anahtar Kelimeler: Sınır, Sınır Ekonomisi, Toplumsal Cinsiyet, Etnik Grup ABSTRACT In thisstudy, how the new Dynamics that appear with the border economy experienced by women wholive in theseregions and what kind of differences are occured in their daily life with this economywill be explained. Main argument of this study is that border regions have economic activities unique to themselves- smuggling, entretainment sector based on sex worker come from other side of border-and this economy reflects itself in the intra-group and intergroup relations of ethnic groups and gender.This research is based upon 52 recorded (voice recording and note taking) and countless unrecorded interviews that were conducted at different times between the years 2007-2011, at central Hopa, the border village of Sarp and the district of Kemalpasa and the observations of the interviewer. In this study, both the experiences of local women and the migrant women coming from otherside of the border will be analyzed with the irnarratives and in the light of gender discussions in border studies. Then ewin equalities that appear with the intersection of gender and ethnicity with border economy will also be analyzed. Keywords: Border, Border Economy, Gender, Ethnic Groups GĠRĠġ Sınırların bir akademik disiplin içerisinde tartıĢılmaya baĢlanması Birinci Dünya SavaĢı‘nı izleyen yıllara denk gelmektedir. Genellikle politik coğrafyacılar tarafından ve ulus-devlet tartıĢmaları ve egemenlik, ulusal kimlik, vatandaĢlık gibi kavramlar üzerinden devam eden tartıĢmalar son 30 yılda yeni boyutlar kazanmıĢtır. Sovyetler Birliği‘nin dağılıp, ikili dünya düzeninin sona ermesiyle ortaya çıkan yeni devletler sınırların ideolojik ve kültürel boyutlarını tartıĢmaya açmıĢtır. Avrupa Birliği‘nin geniĢleme politikaları ve yeni devletlerin vatandaĢlarının kültürel entegrasyonu gibi konular gündeme oturmuĢtur. Sınır bölgeleri artık sadece ulus-devletlerin egemenlik alanlarını belirleyen çizgiler değil, kültürlerin karĢılaĢtığı, çatıĢtığı, sosyal ve kültürel kimliklerin yeniden kurulduğu yaĢayan mekânlar olarak ele alınmaya baĢlanmıĢ ve kültür, kimlik, yer/mekân gibi kavramlar sınırdaki görünüĢleriyle tartıĢmaya açılmıĢtır.Türkiye-Gürcistan sınırının geçiĢlere yeniden açılması da bu politik geliĢmelerin bir sonucudur. 1 ArĢ.Gör., ODTÜ, Sosyoloji Bölümü, [email protected]. 85 TÜRKĠYE-GÜRCĠSTAN SINIRI Hopa ve çevresi tarih boyunca hep sınır savaĢlarına maruz kalmıĢ bir bölgedir. Son olarak 1921 yılında imzalanan Kars AntlaĢması ile Hopa Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliğinin sınırı iken, SSCB`nin dağılma sürecinin ardından 1991 yılında Gürcistan`ın bağımsızlığını ilan etmesiyle de Türkiye-Gürcistan sınırı haline gelmiĢtir. 1937-1988 yılları arasında tüm geçiĢlere kapatılmıĢ olan bu sınır, 1988 yılında tüm dünyayı etkisi altına alan neoliberalism dalgasının bir sonucu olarak yeniden araç ve yolcu geçiĢine açılmıĢtır. Bu çalıĢmada, 1988 yılında sınırın yeniden açılmasından sonraki süreçte yaĢananlara odaklanılmıĢtır. Türkiye-Gürcistan sınırı hem bölgedenin politik arenasında meydana gelen geliĢmelerin ve hem de sınır bölgelerinin kendine özgü yaĢamının izlenebileceği bir yer olmuĢ ve 1921 yılında sınırın çizilmesinden günümüze kadar olan süreçteki politik ve sosyal geliĢmeleri ve değiĢimleri yansıtmıĢtır. Sarp Sınır Kapısı Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan "Uluslararası Kara TaĢımacılığı AnlaĢması" gereğince 31.08.1988 tarihinde trafiğe açılmıĢtır. Bu sınır sadece iki ülke arasına çizilmiĢ bir sınır değil, aynı zamanda iki farklı ekonomik ve ideolojik düzen arasına çizilmiĢ bir sınırdır. 1988 yılında sınırın yeniden açılması, sınırın her iki tarafında da o güne kadar görülmemiĢ bir hareketliliğe yol açmıĢtır. Ġnsanlar çeĢitli nedenlerle ve ençok da ellerinde varolan eĢyaları satmak üzere sınırı aĢıp Hopa`ya gelmiĢ ve Rus pazarları ve bavul ticaretiyle baĢlayıp, eğlence sektörünün doğusuna kadar sürecek yeni ekonomik yaĢam hem Hopalılar hem de sınırın diğer tarafından gelenler için baĢlamıĢtır.Sınırın diğer tarafında yaĢanan dönüĢümün de bir göstergesi olarak açılan bu kapı onlar için aynı zamanda kapitalizme açılan kapı olmuĢtur. Bağımsızlığını yeni ilan etmiĢ yoksul bir ülkenin vatandaĢları, altüst olmuĢ bir ekonomik ortamın neden olduğu yoksulluktan kurtulma yolunu sınırın bu tarafına geçip, elinde ne var ne yoksa satmakta bulmuĢ ve Hopa‘dan Trabzon‘a uzanan Rus pazarları böylece ortaya çıkmıĢtır. Çok kültürlü ve çok etnikli bir yapıya sahip olan Hopa‘da ekonomik, kültürel ve sosyal yaĢamda en etkili ve en fazla nüfusa sahip olan iki grup vardır. Bunlar Lazlar ve HemĢinlerdir. Bu çalıĢmada bu nedenle bu iki grup değerlendirilmiĢtir. Bu çalıĢmanın temel argümanı, sınır bölgelerinin kendine özgü ekonomik faaliyetlere sahip olduğu ve bu ekonominin kendini en çok etnik grupların ve toplumsal cinsiyet gruplarınıngrupiçi ve gruplararası iliĢkilerinde yansıttığıdır. Yukarıda bahsettiğimiz iki etnik grubun sınır ekonomisiyle ortaya çıkan süreçleri nasıl deneyimledikleri bu çalıĢmada ele alınmamıĢ, kadınların deneyimleri tartıĢılmıĢtır. Ancak kısaca söylemek gerekirse, bu gruplar arasında varolan kültürel sınırlar devam etmekle kalmamıĢ, sınırın yarattığı yeni sosyal ve ekonomik dinamikler, bu iki grup arasında yeni ötekileĢtirme söylemleri ortaya çıkarmıĢtır. Etnik grupların birbirleriyle olan iliĢkilerinde yaĢanan bu durum, toplumsal cinsiyet gruplarının iliĢkilerinde de benzer bir biçimde karĢımıza çıkmaktadır. Toplumsal cinsiyet iliĢkilerindeki dinamikler çok boyutlu, çok katmanlı ve birbirleriyle içiçe geçmiĢ bir iliĢki yapısı ortaya çıkarmıĢtır. SINIR‟DA KADIN Hopa‘da sınırın yarattığı kaotik süreçleri en fazla hissedenler kadınlar olmuĢtur. Burada hem yerelHopa‘lı kadından, hem de sınırın diğer tarafından çalıĢmak ya da yerleĢmek üzere Hopa‘ya gelen göçmen kadından bahsetmek gerekmektedir. Bu kadınların süreci deneyimleme biçimleri elbette ki birbirinden farklı olmuĢtur. Ancak en temelde hepsi için ortak olan ve Ģiddet, ezilmiĢlik ve yoksayılma üzerine kurulmuĢ bir yaĢam ortaya çıkmıĢtır. Hem yerel kadının hem de göçmen kadının hayatını belirleyen Ģey ‗eğlence sektörü‘ olmuĢtur. Seks iĢçisi olarak gelen göçmen kadın, bu sektörün temel bileĢeni iken ve sektörün yarattığı sömürü ve eĢitsizlikten doğrudan etkilenirken, yerel kadın kocasının eğlence sektörüne giriĢi ve ‗öteki‘ kadınla iliĢki kurma biçimi üzerinden etkilenmektedir. Yerel kadının kocasıyla, ailesiyle ve çocuklarıyla kurduğu iliĢkileri ve sosyal yaĢamdaki statüsü yeniden belirlenirken, göçmen kadının daha somut bir biçimde ‗bedeni ve can güvenliği‘ sözkonusu olmaktadır. Özellikle sınırın ilk açıldığı zamanlarda, henüz bir sektöre dönüĢmemiĢken, sınırın diğer tarafından seks iĢçisi olarak gelen kadınlara karĢı Ģiddet, dağa kaldırma, para vermeden cinsel sömürü aracı olarak kullanma olayları yaĢanmıĢtır. Dövülme, tecavüze uğrama vakaları da ortaya çıkmıĢtır. Daha sonra ise kuralların konduğu, kadınların görece daha güvenli ortamlarda (oteller gibi) 86 çalıĢtırıldığı bir sektöre dönüĢmüĢtür. Bu kadınlar, üzerinden para kazanılabilir bir meta haline gelmiĢtir. FuhuĢ, izbe evlerden, kötü otellerden daha sistematik iĢleyen bir sektöre dönüĢmüĢtür. Sınır ekonomisine dahil olma biçimleri yereldeki kadınla, dıĢarıdan gelen ‗göçmen‘ kadın için çok farklı bir yol izlemektedir. DıĢarıdan gelen kadın bu ekonominin ‗belkemiği‘ olurken, Hopa‘lı kadın bu ekonomiye dahil olamadığı gibi, bunun tüm etkilerini kendi yaĢamında, eĢiyle, ailesiyle ya da çocuklarıyla olan iliĢkilerinde deneyimlemektedir. Özellikle daha önce köyde yaĢamıĢ, köy yaĢamında söz sahibi olan ve aile ekonomisinde önemli bir rol oynayan kadınlar, Ģehir merkezine göç ettikten sonra, ailedeki söz haklarını büyük oranda yitirmiĢlerdir. Ekonomik iliĢkilerde atıl duruma düĢen kadınlar, ev içinde de sadece evislerini yapan, çocuklara bakan ve kocasının eve para getirmesini bekleyen bir konuma gerilemiĢlerdir. Çay üretimine ve köydeki diğer üretimlere bağlı olan aile ekonomisi, sınırın açılmasından sonra bu niteliğini kaybedip sınır ekonomisine bağlı hale gelmiĢtir. Dolayısıyla kadının çay üretimindeki emeği açığa çıkmıĢ ama sınır ekonomisine de dahil olamamıĢtır. Kandioti (1988:7)‘ye göre kadının statüsünün üretime katkısı üzerinden değiĢtiğini iddia etmek basit bir ekonomist yaklaĢımdır ve Türkiye‘de kadının ailedeki yerini belirleyen temel etmenler doğurganlık, yaĢ, taze gelin olmak ya da kaynana olmak gibi ekonomi dıĢı etmenlerdir. Bu aile iliĢkilerinin ekonomiden bağımsız olduğu anlamına gelmemektedir ona göre ama bu ekonominin yerel yapılarla etkileĢimi gözardı edilmemelidir. Ancak bu ‗basit ekonomist‘ yaklaĢım bizim örneğimizde kadının ailedeki yerinin belirlenmesinde temel etmen olmuĢtur. Hopa‘lı kadın sınır ekonomisinin yarattığı ekonomik faaliyetlere katılamadığı ve topladığı az miktardaki çayın ekonomik değeri olmadığı için hem eĢiyle olan iliĢkisinde hem de geniĢ aileyle devam eden iliĢkisinde varolan söz hakkını kaybetmiĢtir. Hopa‘da sınırın açılmasından sonra ortaya çıkan bu yeni sosyal dinamiklere kadınların uyum sağlama yollarını anlamak ve ortaya çıkan yeni mağduriyetleri değerlendirmek için yine Kandiyoti‘nin ‗ataerkil pazarlık‘ kavramına bakmakta yarar vardır. Kandiyoti‘ye (1988:13) göre, Bütün egemenlik sistemlerinde olduğu gibi erkek egemenlik sistemlerinin de hem koruyucu hem de baskıcı öğeleri vardır ve her sistem içinde kadınların da kendi güç ve özerklik kaynakları mevcuttur. Dolayısıyla onları eziyormuĢ gibi görünen sistemlere kadınlar da erkekler kadar bağlı olabilir. Ancak ―ataerkil pazarlık‖lar birtakım karĢılıklı beklentilerin yerine getirileceği varsayımına dayanır ve bu beklentilerin niteliği toplumdan topluma değiĢebilir. Evlerine hapsedilen Hopa‘lı kadınların pazarlığı ise, kocasının evini geçindirecek parayı kazanmasına karĢılık, sınır ekonomisinin yarattığı herhangi bir ticaret biçimine girmesine gözyummak ve bunun sonuçlarını kabullenmek olmuĢtur. Karadeniz Bölgesindeki kırsal dönüĢüm,Kandiyoti‘nin dediği gibi erkekler arasındaki tabakalaĢmayı derinleĢtirmiĢ, sınırın açılmasıyla farklı bir boyut kazanan bu değiĢim süreci aynı zamanda kadınla erkek arasında varolan eĢitsizlikleri de derinleĢtirmiĢtir. Kadının varoluĢu erkeğin sınır ticaretinin yarattığı koĢullara dahil olma biçimine göre Ģekillenmeye baĢlamıĢtır. Kırsal yaĢamında üretim sürecine katılarak ya da bu sürecin tamamını yüklenerek elde ettiği söz hakkından da Ģehirde evlere mahkûm edilerek mahrum bırakılmıĢtır. Geleneksel, toprağa dayalı ataerkil sistemin çözülüĢü, Kandiyoti‘ye göre (2011:50) her ne kadar kadınları özgürleĢtirici bir potansiyele sahip olsa da, bu sadece bir potansiyel olarak kalmakta, ―kadınlar geleneksel uğraĢılarından kopup boĢ zaman sahibi olmaya baĢladıklarında, üretken üyeler olarak topluma girmektense, gösteriĢçi tüketim yoluyla erkekler için bir ‗prestij simgesine‖ dönüĢmektedirler. Üstelik bizim örneğimizdeki gibi, sınırın diğer tarafından gelen ‗bakımlı, güzel giyimli, genç‘ kadınların seksiĢçisi olarak ortamda bulunduğu durumda iĢler zorlaĢmakta eĢitsiz bir rekabet ortamı ortaya çıkmaktadır. Bu ortamda erkeği için bir ‗prestij simgesi‘ haline gelebilmek neredeyse imkansız olmaktadır. Kadınlığını bu göçmen kadınlara göre yeniden tanımlamak ve buna göre kurmak zorunda kalmaktadır. Ya daha güzel giyinerek, daha güzel görünerek, kocasının cinsel ihtiyaçlarına daha fazla cevap vererek kocasını evde tutmak ya da kocasını baĢka kadınlarla paylaĢmaya razı olmak zorundadır. Bugün Hopa‘daki kadınlara dayatılan durum budur. Kadınlar kocasının sınır ticaretinden kazandığı paraya mahkûm duruma gelmiĢ, eve getirilen bu paraya karĢılık 87 çoğunlukla ‗kadınlıklarından‘ vazgeçmiĢlerdir. Kandiyoti (2011:126) ‗sınıf, kast ve etnik kökene bağlı olarak çeĢitlilik sergileyebilen herhangi bir verili toplumda, kadınların hayat stratejilerini içinde bulundukları sistemden kaynaklanan bir dizi somut zorunluluk çerçevesinde kurduklarını ileri sürmüĢ ve bunlara ataerkil pazarlık terimini yakıĢtırmıĢtır. Ona göre ataerkil pazarlık; Ġki cinsiyetin de uzlaĢtığı ve rıza gösterdiği ama bununla birlikte karĢı koyulabilen, yeniden tanımlanabilen ve gözden geçirilebilen cinsiyet iliĢkilerini düzenleyen bir kurallar dizisinin varlığına iĢaret eder. Bu ataerkil pazarlıklar, hem kadınların öznelliklerini hem de farklı bağlamlarda toplumsal cinsiyet ideolojisinin niteliğini saptamakta güçlü bir etki yaparlar. Aynı zamanda kadınların aktif ya da pasif direniĢinin hem gerçek hem de potansiyel biçimlerini etkilerler. En önemlisi, ataerkil pazarlıklar tarih dıĢı ya da sabit değildirler; toplumsal cinsiyet iliĢkilerinin yeniden müzakeresi ya da mücadele için yeni alanlar açan tarihsel dönüĢümlere açıktırlar. Kadınların değiĢen ataerkil iliĢkiler içerisinde ‗pasif direniĢi bu ataerkil pazarlık çerçevesinde kendi paylarını istemek biçimini alır: ‗itaat, uyumluluk ve erkek onurunun aslında kendi saygın davranıĢlarına bağlı olduğunun onaylanması karĢılığında korunma ve güvence‘ (Kandiyoti; 2011:139). Kalaycıoğlu ve Tılıç (1988:235), ev hizmetinde çalıĢan kadınlar üzerine yaptıkları araĢtırmalarında, kadının iĢ yaĢamındaki durumunu ele alırken sadece kapitalizm ya da ataerkillik gibi egemenlik iliĢkileri içerisinde değerlendirmenin çoğunlukla kadını bir birey olarak yok saymaya neden olduğunu söylemektedirler. Bir birey olarak kadın Kalaycıoğlu ve Tılıç‘a göre, [T]üm ideolojik etkileri kendi potasında yoğurup, olayları, iliĢkileri ve ortamı kendi koĢullarına uygun ve kendini daha mutlu kılacak stratejiler saptamasıdır. Üstelik bu, bireyin her gün, her an sürekli yaĢadığı bir meĢrulaĢtırma sürecidir. Bu meĢrulaĢtırma süreci, kadının aile ve toplum içindeki konumunun belirlenmesindeki ana etkendir. Her gün kocasının baĢka bir kadınla birlikte olduğunu bilerek yaĢamak ve bunu kabullenmek için Hopa‘lı kadının da bir meĢrulaĢtırmaya ihtiyacı vardır. Bunu kimi zaman görmezden gelerek yaparken, kimi zaman da bildiği halde çocukları için kaldığını söyleyerek meĢrulaĢtırmaktadırlar. Bu söylemler, kadının sınırdaki ekonomik yaĢamın ortaya çıkardığı koĢullarla baĢetme yöntemi, ataerkiyle yaptığı bir pazarlıktır. Bir taraftan köyden kente göç ederek köydeki birçok ağır iĢten kurtulmuĢ, ekonomik olarak daha iyi koĢullarda yaĢamaya baĢlamıĢtır ancak bunun için kadınlığından vazgeçip, çoğu zaman sadece bir anne olarak hanede varlığını devam ettirmek zorunda kalmıĢtır. Erman‘ın (1998:211)‘ın da belirttiği gibi köyden kente göç, köy kadınları için arzulanan, büyük beklentiler içeren, daha iyi, daha rahat bir yaĢantı vaadini taĢıyan bir olgudur. Kent bu kadınlar için; [K]ocasının aile ve akrabalarının baskısından uzaklaĢabileceği, çocukları ve kocasından oluĢan kendi ailesini kurabileceği, köyün ağır iĢlerinden, hem evde hem tarlada ‗köle‘ gibi çalıĢmaktan kurtulabileceği, kocanın ‗kazak‘lığının yumuĢayabileceği, ayrıca çocuklarının eğitim olanaklarına kavuĢacakları, ailenin kentin sağlık ve diğer hizmetlerinden yararlanabileceği bir ortamdır. Köyden ilçe merkezine göç eden HemĢinli kadınlar da kayınvalideleri ve kayınbabalarıyla birlikte yaĢamak zorunda oldukları, hem çay bahçesinde hem tarlada çalıĢıp hem de eviçi iĢleri yapmak zorunda kaldıkları bir köy yaĢamından kurtulmuĢlardır. Ancak büyük Ģehre değil, ilçe merkezine göçmüĢ olmak mekân kullanımlarını kısıtlamıĢ, üstüne bir de sınır ilçesinde olmanın yarattığı ve yukarıda bahsettiğimiz sorunlarla da baĢetmek zorunda kalmıĢlardır. Belki de merkezde karĢılaĢtıkları bu sorunlar nedeniyle, görüĢme yaptığım kadınlar köy yaĢamına duydukları özlemi sıklıkla dile getirmiĢlerdir. Sınırdaki ekonomik yaĢamın ortaya çıkardığı yeni yaĢam dinamiklerini tartıĢırken, HemĢinli kadınlarla Laz kadınların süreci deneyimleme biçimlerindeki farklılıklara da değinmek gerekmektedir. Çünkü sınırla beraber köyden Ģehir merkezine göç etme durumu HemĢinli kadınlar için söz konusu olmuĢtur. Eğitim almamıĢ, hayatı boyunca da sadece çay ve tarla iĢlerinde çalıĢmıĢ HemĢinli kadınların karĢısına merkezde kendilerine göre daha eğitimli, ‗Ģehirli‘, onların söyleyiĢiyle ―sosyete‖ Laz kadını çıkmıĢtır. Üstelik buna bir de, sınırın diğer tarafından gelen kadınlar eklenince bu 88 hiyerarĢide HemĢinli kadın en altta kalmıĢtır. EĢlerinin sınır ticaretinden daha fazla para kazanması, aile ekonomisinin düzelmiĢ olması onların sosyal yapıda en altta olma durumunu çok da değiĢtirmemiĢtir. Sınırla birlikte ortaya çıkan ve Hopa`ya ve daha doğrusu Karadeniz sahiline genellenebilecek bir gerçeklik de, kadının içine düĢtüğü bu durumun, tuttuğunu koparan, güçlü ve söz sahibi Karadeniz kadını anlayıĢının yıkılmıĢ olmasıdır. Elbette ki sınırdan önce kadınlar çok rahat koĢullarda, evin içinde kocalarıyla eĢit bir iliĢki sürdürmemiĢlerdir ancak kadınların üretim sürecinde yer almaları onlara bazı durumlarda söz hakkı sağlamıĢtır. Sınırın açılması kadın için zaten çok az olan bu alanı da ellerinden almıĢtır. Bugün, çalıĢma olanaklarının olmaması, topladıkları çayın da ekonomik olarak bir getirisinin kalmamıĢ olması bu kadınları evlere hapsetmiĢtir. Laz ve HemĢinli kadınların sınır ekonomisiyle iliĢkisi ve bu ekonominin ortaya çıkardığı dinamiklerden etkilenmesi dolaylı bir biçimde, kocalarının bu ekonomiye giriĢ biçimine bağlı olarak Ģekillenmektedir. Bu etkilenme biçimleri, Laz ya da HemĢinli olmaya yani etnik kimliğine ve kocasının bu ekonomik iliĢkilere hangi biçimde girdiğine bağlı olarak değiĢmektedir. Laz kadınlar, bu ekonomik iliĢkilerin sonuçlarından daha farklı bir biçimde etkilenmiĢtir. Çünkü Laz erkekler toprak sahibi olmaları avantajını kullanarak büyük otel sahibi olmuĢ ya da zaten dükkân sahibi oldukları için esnaflık yapmaya devam etmiĢlerdir. Gümrük Ģirketlerini HemĢinliler kurmuĢ ya da tır sahibi HemĢinliler olmuĢken, Lazlar Esnaf ve Sanatkârlar Odası baĢkanlığı ya da Ticaret ve Sanayi Odası BaĢkanlığı yapmıĢlardır, yani resmi kurumlarda, daha ‗temiz‘ iĢlerde çalıĢmıĢlardır. Dolayısıyla sınırın diğer tarafına yapılan küçük ölçekli ticaretle, Ģoförlükle ya da eğlence sektöründeki gene küçük ölçekli iĢlerle uğraĢmamıĢlardır. FuhuĢ için bu mekânları iĢleten olmamıĢ, dolayısıyla da Laz kadınlar bu sektörlerden sistematik bir biçimde değil, daha çok kocalarının seks iĢçileriyle kurduğu bireysel iliĢkiler üzerinden etkilenmiĢlerdir. Oysa HemĢinli kadınlar için süreç tam tersine bir biçimde iĢlemiĢtir. Üstelik HemĢinli kadının sadece çekirdek ailesi değil, geniĢ ailesi yakın akrabaları da bunlardan etkilenmiĢtir. Çünkü HemĢinli erkekler, sınırın açılmasından önce de yaptıkları Ģoförlük mesleğini sınırın açılmasından sonra daha da arttırmıĢ, aile ve akraba yardımlarıyla kamyonlarını tır‘a çevirerek iĢin sadece çalıĢanı değil sahibi haline de gelmiĢtir. Ayrıca Hopa merkezdeki daha küçük mekânlarda bar, lokanta, küçük otel sahipliği yaparak eğlence sektörünün tüm alanlarında kendini var etmiĢtir. Sınırın diğer tarafındaki kadınlarla hem sınırın diğer tarafında hem de Hopa‘da iliĢki kurmuĢ ve HemĢinli kadın bu kadınlarla kurulan iliĢkilerin etkilerine sürekli olarak maruz kalmıĢtır. Sınır ilk açıldığı zamanlarda yükselen boĢanma oranları zaman içerisinde düĢüĢe geçmiĢtir. Kadınlar ‗yuvalarını bozmamak‘, ‗çocuklarını bırakmamak‘ için kocalarını terk etmediklerini söyleseler de, bir yandan da kocalarının sınır ekonomisi üzerinden sağladığı ekonomik kazançla daha rahat hayatlar elde etmiĢlerdir. Kandiyoti (1988)‘nin ataerkil pazarlık olarak tanımladığı ve yukarıda ele aldığımız bu durum, HemĢinli kadının sınır ekonomisinin yarattığı bu iliĢkiler içerisinde kendi durumunu meĢrulaĢtırma biçimidir. HemĢinli ve Laz kadının arasındaki iliĢkilerde ortaya çıkan bu ayrım, göçmen kadınla karĢı karĢıya kalındığında, bu kez her ikisi içinde ortak bir durum, bir rekabet ortamı yaratmaktadır. DıĢarıdan gelen kadın her ikisinin ortak ―öteki‖si olmaktadır. Bakımlı, güzel ve eĢlerinin kolayca ulaĢabildikleri göçmen kadınlarla kamusal alanda biraraya gelmemelerine rağmen, kocalarının bu kadınlarla kurduğu iliĢkiler ve erkeklerin bu kadınlara dair anlatıları üzerinden bir karĢılaĢma gerçekleĢmektedir. ġöyle ki, hem HemĢinli hem de Laz erkekler için, eğitimli, kültürlü, konuĢmayı bilen, bir görüĢmecinin dediği Ģekliyle ‗insan ömrünü uzatan‘ bu kadınların gelmesi kendi kadınlarını da değiĢime zorlamaktadır. Daha önce ‗yiyip, içip, çocuk doğurup ĢiĢmanlayan‘ Karadeniz kadınları erkeklerini kaptırmamak için kendilerine ‗çeki-düzen‘ vermek zorunda kalmıĢlardır bu erkeklerin söylemlerine göre. Bu kadar eĢitsiz bir rekabet ortamı, ataerkil sistemin kadınlara yüklediği sorunlara ve atfettiği sorumluluklara yenilerini eklemiĢtir. Üstelik köyden Ģehir merkezine yakın zamanda göç etmiĢ ve eğitimsiz bıraktırılmıĢ HemĢinli kadınlar için bu eĢitsizlikler katmerlenmiĢtir. ġehir merkezine göç ettikten sonra çalıĢma yaĢamında yer bulamayan, köyle iliĢkisi de asgari düzeye inen HemĢinli kadınlar için evlerinde oturup ‗kocalarını beklemek‘, gün düzenlemek ve rutin eviĢlerini yapmak dıĢında bir yaĢam alanı kalmamıĢtır. Laz kadınlar için ise hep Ģehirde yaĢamıĢ olmaktan, eğitimli olmaktan ve dolayısıyla iĢ yaĢamında daha fazla Ģansa sahip olmaktan kaynaklı bir avantaj ortaya çıkmıĢtır fakat Hopa`nın istihdam koĢulları düĢünüldüğünde bunun çok da büyük bir avantaj olmadığını gözden kaçırmamak gerekmektedir. 89 Yerel kadın için haksız rekabeti yaratan, bu hikâyenin ‗kötü karakteri‘ olarak görülecek göçmen kadının hikâyesi ise bir baĢka sömürü ve mağduriyet öyküsüdür. Sınırın yarattığı ekonomik ortama farklı biçimlerde katılan bu kadınlar da küresel ekonominin ve ataerkinin kurbanı olmuĢlardır. Sınırın açıldığı zamandan günümüze kadar geçen sürede, sınırı geçip gelen ve sınırdaki ekonomik yaĢama dahil olan dört farklı göçmen kadın tipinden bahsetmek mümkündür. Bunlar; bavul ticareti için gelen kadınlar, evlenip yerleĢen kadınlar, seks iĢçisi kadınlar ve temizlik, yaĢlı ve çocuk bakımı gibi eviçi iĢlerde çalıĢmak üzere gelen kadınlardır. Sınır ilk açıldığı zamanlarda bavul ticareti olarak adlandırılan ve çoğunlukla da günübirlik yapılan ticaret için sınırı geçen ve elindeki ürünleri satıp ülkesine dönen kadınlar hem `satıcı` hem de `alıcı olarak Hopa`daki ekonomik yaĢama katılmıĢlardır. Bu kadınlar çoğunlukla aileleriyle beraber ve evlerindeki eĢyaları satmak üzere gelmeye baĢlamıĢ, daha sonra ise Karadeniz sahilinden Ġstanbul Laleli`ye doğru kayan bavul ticaretinin bir parçası olarak devam etmiĢlerdir. Sınırın diğer tarafından gelen kadının Hopa‘daki günlük yaĢama entegre olabilmesinin en önemli araçlarından birinin evlilik olduğu söylenebilir. Sınır açıldıktan sonra evlenerek sınırın bu tarafına yerleĢenlere, hem sahte evlilik yapıp vatandaĢlık alanları hem de gerçekten evlenip gelenleri dahil etmek gerekmektedir. Hopa`da sahte evlilik yapıp Türk vatandaĢlığını alanların birçoğu Hopa`da kalamayip çalıĢmak üzere daha büyük Ģehirlere gitmiĢlerdir. Nüfus müdürünün verdiği bilgiye göre, sınırın diğer tarafından evlilik yapıp gelenlerin sayısı 2004 ten sonra düĢüĢe geçmiĢtir. Çünkü, 2004 yılına kadar, evlilik yapanlar bir günde Türk vatandaĢlığına geçebilmiĢlerdir. Bu nedenle o dönemde paravan evlilikler çok olduğunu belirten nüfus müdürü, bugün ise vatandaĢ olabilmek için 3 yıl ikametgah zorunluluğu bulunduğunu ve vatandaĢlık iĢlemlerinin zorlaĢtırıldığını belirtmiĢtir. Bu nedenle sınırın diğer tarafından gelen kadınlarla evlenme oranı düĢmüĢ gibi görünmektedir. Ancak bu noktada insanların genelde resmi evlilik yapmadan, nikahsız bir biçimde birlikte yaĢadıklarını da belirtmek gerekmektedir. Sınırın diğer tarafından gelen ve evlenip yerleĢen bu kadınlar için sürecin farklı zorlukları vardır. Evlenip geldikleri ailelerdeki özellikle yaĢlı aile üyeler isimlerini değiĢtiriğ, Türkçe isim koyarak onları sahiplenmeye ya da topluma kabul ettirmeye çalıĢmıĢlardır. Ayrıca bu kadınların kendilerini aileye ve topluma kabul ettirebilmek için din değiĢtirdikleri de bilinmektedir. Son dönemlerde sıklıkla bahsedilen bir baĢka durum ise, temizlik, yaĢlı ve çocuk bakımı için sınırı geçen kadınlar olgusudur. Hopa‘da artık yaygın bir biçimde evlerde çocuk ya da yaĢlı bakımı için gelip çalıĢan ve çoğu zaman da yatılı olarak kalan Gürcü kadınlara rastlamak mümkündür. Kimileri çocukları için müzik dersleri aldırırken, birçoğu da temizlik ve yaĢlı bakımı için bu kadınları evlerine almakta ve bu kadınların birçoğu bu evlerde yatılı olarak kalmaktadır. Bu durum, göçmen kadınlara karĢı algıların yumuĢamasını sağlayan bir ortam yaratmıĢ aynı zamanda. Sınırın diğer tarafından gelen kadınlar, Hopa‘lı kadınlar için artık ―yabancı‖ değildir ve onları evlerinde yatıracak kadar güvenmektedirler. Oysa, sınırın diğer tarafından gelen ‗yabancı‘yla kurulan bu iliĢki, daha önce de bahsettiğimiz gibi yüzyıllardır birarada yaĢayan Laz ve HemĢinli kadınlar arasında kurulamamıĢtır. Dünyadaki baĢka sınırlar ve bu sınırlardaki kadınlar tartıĢılırken daha çok eğlence sektörüne girmiĢ ve seks iĢçisi olarak çalıĢan kadınlar konu edilmektedir. Hopa içinde durum çok farklı değildir. Bugün, Hopa‘da yaĢayan kadınlarla, sınırın diğer tarafından gelen seks iĢçisi kadınların kamusal alanda karĢılaĢma ihtimalleri oldukça düĢüktür. Çünkü kurallar içerisinde, belli mekanlarda, belli sokaklarda ve akĢam belli bir saatten sonra yapılan bir ticaret sözkonusudur artık. Seks iĢçisi kadınların gittiği kuaförlere yerli kadınlar gitmemekte, mümkün olduğunca aynı dükkanlardan alıĢveriĢ yapmamaktadırlar. Her ne kadar yerel kadınlar seks iĢçisi bu kadınlarla iletiĢim kurmasa da, onlara karĢı bir nefret söylemi de yoktur. Burada seks iĢçisi bu kadınlara yönelik yaklaĢımda sol söylemle bir eklemlenme gözlemlenebilir. Bu kadınlar genel olarak çok da ―kötü‖ algılanmamaktadır. Hemen herkeste ―onlar da insan‖, ―öbür tarafta yoksulluk çok, mecburen bu iĢi yapıyorlar‖ gibi ortak bir söylem bulunmaktadır. Yerel kadın eve hapsolduğu için ve dıĢarıdan gelen kadında yukarıda da belirttiğimiz gibi otellerde hapsolduğu için bu kadınların karĢılaĢma ve iliĢki kurma olasılıkları oldukça düĢük olmaktadır. Ancak yerli kadınlar ailesindeki erkeklerin (eĢinin, babasının, ya da oğlunun) bu kadınlarla kurduğu iliĢkilerin etkilerini günlük yaĢamlarının her alanında deneyimlemektedirler. 90 Özgen, (2006) Iğdır‘da, sınırın diğer tarafından gelen kadınlara dair söylemler üzerinden ―kadın bedeni üzerinden ötekileĢtirilen ve ötekileĢtiren millet‖ tartıĢması yapmaktadır. Iğdır örneğinde Kürtler bu kadınların Türk olduğunu, Türkler ise Kürt olduğunu iddia ederek milliyet üzerinden yeni ötekileĢtirme söylemleri yaratmaktadırlar. Bizim örneğimizde de sınırın diğer tarafından gelen bu kadınlar üzerinden derinleĢtirilen bir ayrımcılık vardır. Bu etnisite ile toplumsal cinsiyetinkesiĢtiği bir diğer nokta olmuĢtur aynı zamanda. Sınırın diğer tarafından gelen bu kadınlar ‗öteki‘, bu kadınlara giden ya da bu kadınların çalıĢtığı mekânları iĢleten de bir kez daha dıĢlanması gereken HemĢinliler olmuĢtur. SONUÇ YERĠNE Sarp sınır kapısının 1988 yılında insan ve araç trafiğine yeniden açılması ile baĢlayan süreç, Hopa‘da özellikle kadınların günlük yaĢam deneyimlerinde derin etkiler bırakmıĢtır. Sınır hem köyden kente göç eden HemĢinli kadının, hem Hopa merkezde yerleĢik olan Laz kadının ve hem de sınırın diğer tarafından gelen göçmen kadının hayatında yeni deneyimler yaratmıĢtır. Hiç kimse ne tamamen kaybetmiĢ ne de kazanmıĢtır. Kadınlar, çocukları ya da ailesinin bütünlüğünü devam ettirmek için feda ettiği Ģeyler karĢısında özellikle yaĢamlarını kolaylaĢtıracak maddi kazançlar elde etmiĢ, sınır ekonomisinin yarattığı ekonomik olanaklardan eĢi üzerinden de olsa kadınlar da yararlanmıĢlardır. Buna karĢılık toplumsal yaĢamlarında yeni kısıtlamalara ve statü kayıplarına maruz kalmıĢlardır. Bütün kadın görüĢmecilerin dile getirdiği bu mağduriyetler ve maruz kaldıkları eĢitsizlikler konusunda bireysel bir takım müdahaleler dıĢında bir çözüm arayıĢı da yoktur. Hopa`da sınır ekonomisinin toplumsal cinsiyetle kesiĢtiği noktada kadınlar için yeni eĢitsizlikler ortaya çıkmıĢtır. Farklı etnik kimliğe sahip olsa da, dıĢarıdan gelen kadın karĢısında ortak bir küçümsenmeye ve aĢağılanmaya maruz kalan Laz ve HemĢinli kadın, buna rağmen birbirine yaklaĢmamıĢ, birbirlerinin ―ötekisi‖ olmaya ve hatta bu yeni ortama uygun yeni ötekileĢtirme söylemleri geliĢtirmeye devam etmiĢlerdir. Yerel kadın eğlence sektörünün yarattığı ortamda eve hapsolurken, dıĢarıdan gelen kadın aynı sektörün bir nesnesi, bedeni üzerinden pazarlık yapılan bir metası haline dönüĢmüĢ, o da otellere hapsolmuĢtur. Çay toplayan, tarla-bahçe iĢlerini yapan, çocuklara bakıp, bütün ev iĢlerini yüklenen Hopa‘lı kadınlar, geçmiĢte geniĢ aile içerisinde yine de daha fazla saygı görüyorken, bugün sarf ettikleri emek ‗görünmez‘ hale gelmiĢtir. Üstelik maddi durumu iyi olan ailelerde yaĢlı ve çocuk bakımı, ev temizliği gibi iĢler için Gürcü kadınların çalıĢtırılıyor olması –eğer bir de koca dıĢarıda baĢka kadınlarla birlikte oluyorsa- kadının evde ‗anlamsız bir nesne‘ye dönüĢmesine neden olmuĢtur. Üstelik sınırın diğer tarafından gelen bakımlı, genç, cilveli ve kocalarının her an ulaĢabileceği seks iĢçileriyle rekabet etmek zorunda kalmıĢlardır. Hem eviĢleri yapmak, çocuklara bakmak, çay toplamak vb. yüzyıllardır üzerlerine yapıĢmıĢ kadınlık görevlerini devam ettirmek, hem de güzelleĢmek, bakımlı olmak ve kocalarını memnun edip evde tutmaya çalıĢmak zorunda kalmıĢlardır. Bu kadar haksız bir rekabet ortamının bu kadar kolay kabullenilmesi acıklı bir durumdur. Üstelik bunun yarattığı sosyo-psikolojik etkilerin kadınlar ve çocuklar için çok daha derin sonuçlar doğuracağı da açıktır. Sınırın ilk açıldığı zamanlarda, çok net rakamlara ulaĢmak mümkün olmasa da, boĢanma oranlarında çok ciddi bir artıĢ meydana geldiği bilinmektedir. Sınırın diğer tarafından gelen kadınlarla bu tarafta yapılan evlilikler ya da sınırın diğer tarafında yapılan evlilikler, evlilik dıĢı çocuklar herkesin dile getirdiği ve bugün neredeyse kanıksanmıĢ bir durumdur. Bugün boĢanma oranlarında düĢüĢ olsa da aile içindeki iliĢkilerde yaĢanan çözülmeler devam etmektedir. Türkiye‘de son yıllarda artan bir biçimde kadınların eĢleri, sevgilileri ya da eski eĢleri tarafından öldürüldüğü haberleri yapılmaktadır. Sayıları tespit edilemeyecek kadar çok kadın ise yine aynı kiĢiler tarafından Ģiddete uğramaktadır. Can güvenliğinin bulunmayıĢının yanında, kadınların mağduriyetlerin bir baĢka boyutu ise, ataerkil sistemin kapitalist sistemle kesiĢtiği noktada ortaya çıkan ve kadının yaĢamın ekonomik, sosyal ve kültürel her alanında ezilmesiyle, yok sayılmasıyla ve kamusal alandan dıĢlanmasıyla sonuçlanan günlük yaĢam deneyimleridir. Bu çalıĢmaya inceleme konusu olan sınır bölgeleri de kendilerine özgü yaĢam koĢulları nedeniyle bu bölgelerde yaĢayan hem yerel hem de göçmen kadınların bu mağduriyetleri fazlasıyla yaĢadıkları yerlerdir. Bu bölgelerdeki göçmen kadınların ekonomik yaĢamda baĢat bir rol oynaması (bavul ticareti ya da seks iĢçiliği yaparak), göçmen kadınların bu varoluĢ biçimlerinin yerel kadınların hemen bütün yaĢam pratiklerini 91 etkilemesi ve kapitalizmin ataerkiyle kesiĢtiği noktada kadın olmaktan kaynaklı yaĢanan mağduriyetlerin kolayca izlenebilmesine olanak yaratmıĢtır. Sınır bölgesinde kadın olmak, Türkiye‘nin herhangi bir yerinde kadın olmaktan daha farklı zorlukları barındırmaktadır. Sonuç itibariyle, bir tarafta evlerine hapsedilmiĢ yerel kadınların, diğer tarafta ise otellere hapsedilmiĢ göçmen kadınların olduğu ve Ģekil değiĢtirmiĢ olsa bile herbiri için erkeklere bağımlı yaĢamın devam ettiği bir ortam yaratmıĢtır, sınır ekonomisinin ortaya çıkardığı eğlence sektörü. Ancak buradan sınırın sadece dezavantajlar yarattığı sonucunu çıkarmak doğru olmayacaktır. Bu çalıĢma göstermiĢtir ki, sınır, varolduğu bölgelerde, bu bölgelerde yaĢayan insanlar için avantajlar ve dezavantajlar yaratmaktadır. Bu bölgede yaĢayanlar ne sadece mağdurdur ne de sadece yararlanıcıdır(beneficiar). Aynı sınır kapısı zaman zaman olanaklar yaratıp, kimi zaman da büyük olumsuzluklara ve olanaksızlıklara neden olabilmektedir. Sınırın yarattığı bu olanaklardan faydalanma ya da olumsuzluklardan zarar görme durumunda kiĢinin cinsiyeti, ya da etnik kimliği önemli olmaktadır. KAYNAKLAR Erman, T. (1998). Kadınların bakıĢ açısından köyden kente göç ve kentteki yaĢam. In. AyĢe Berktay Hacımirzaoğlu (Ed). 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler. Türkiye ĠĢ Bankası Yayınları. Kalaycıoğlu, S. &Rittersberger, H. (1998). ĠĢ iliĢkilerine kadınca bir bakıĢ: Ev hizmetinde çalıĢan kadınlar. In. AyĢe Berktay Hacımirzaoğlu (Ed). 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler. Türkiye ĠĢ Bankası Yayınları. Kandiyoti, D. (1988). BargainingwithPatriarchy. GenderandSociety, Vol. 2, No. 3, Special IssuetoHonorJessie Bernard. pp.274-290. Kandiyoti, D. (2011) Cariyeler, bacılar, yurttaĢlar: kimlikler ve toplumsal dönüĢümler. ĠST: Metis Yayınları. Özgen, N. (2006). Öteki‘nin kadını: Beden ve milliyetçi politikalar. Toplumbilim, 19, 125-137. 92 HAKKÂRĠ‟DE YAġAYAN KADINLARIN GELENEKSEL ROL SAHĠPLENMELERĠ ĠLE TOPLUMSAL HAYATA KATILIMLARI ARASINDAKĠ ĠLĠġKĠ Tuğba METĠN1 ÖZET Toplumsal cinsiyet, sosyalizasyon süreciyle elde edilen ve bireylerin bu bağlamda içselleĢtirdiği davranıĢ örüntülerini içerir. Bu çerçevede, bu makalenin ana savı kadınların toplumsal hayata katılsalar bile toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin içselleĢtirmeleri fazla etkilenmemektedir. Pierre Bourdieu‘nun kuramsal yaklaĢımından, habitus ve sosyal sermaye kavramından hareketle çalıĢma sonucunda, kadınların sosyal sermayesi artıkça, geleneksel kadın ve erkek rollerine iliĢkin tutumlarının fazla değiĢmediği sonucuna ulaĢılmıĢtır. Bu argüman, Hakkâri‘de yaĢayan 15 yaĢ ve üzeri kadınlar üzerine yapılan bir araĢtırma temelinde tartıĢılacaktır. Kadınların geleneksel cinsiyet rollerine bakıĢ açısı ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ve ―erkek ailenin reisidir‖argümanlarına yaklaĢımları ile ölçülecektir. Toplumsal hayata katılım ise eğitim, çalıĢma, kursa gitme, boĢ zamanlarında derneklerde çalıĢma, değiĢkenleri ile analiz edilecektir. Nicel bir çalıĢma olan araĢtırmanın örneklemini, evreninin %1,5 temsili ile 1177 kadın katılımcı oluĢturmuĢ ve anket ile veriler toplanmıĢtır. Bulgulardan hareketle araĢtırmanın en önemli politik çıkarımı kadınların sosyal hayata katılımına yönelik politikalar geliĢtirmek önemli olsada, içselleĢtirilmiĢ toplumsal cinsiyet rollerinin değiĢimi için daha uzun vadeli toplum mühendisliğine ihtiyaç duyulduğudur. Anahtar Kelimeler: Toplumsal cinsiyet, sosyal hayata katılım, ataerkil cinsiyet rolleri, ataerkil ideoloji, sosyal sermaye ABSTRACT Gender is gained via socialization and involves the behaviors that people internalize in this concept. From this point of view, this article‘s main argument is that although women have roles in social life, their internalization of these roles by means of gender is not affected. With reference to Pierre Bourdieus‘ habitués and social capital terms in his theoretical approach, it is concluded that whilst women get more social capital, their attitudes towards gender roles do not change so much. This conclusion will be discussed on the base of a research on women above 15 in Hakkari. Women‘s attitudes to traditional gender roles will be analyzed around their approaches to the arguments ―Woman must obey her husband all the time.‖ and ―Man is the head of the household.‖ Participation in social life will be analyzed around the variables education, working conditions, attending a course and spending free time in an association. The sample of the research constitutes 1177 women, which represents %1.5 of the population and the data is collected with questionnaire used in quantitative research technique. The most obvious political implication of our findings is that while it is important to develop some politics related with the women‘s participation in social life, there is a need for social engineering in the long term to change internalized gender roles. Keywords: Gender, participation in social life, patriarchal gender roles, patriarchal ideology, social capital. 1 ArĢ.Gör.,Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi, Fen- Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected] 93 GĠRĠġ “…Batılı Kadınlar için Kadın işi annelerin çocuk doğurmaları, evlerine ve ailelerine bakmaları, gönüllü işler ve el işleri yapmaları anlamına geliyordu. Erkek işi ise babaların evin dışında işlerde çalışmaları, para kazanmaları, ailede, toplumda ve ülkede baskın konumda olmaları demekti…” H.R. Bell; Erkek işi/ Kadın İşi, Psilon Yayınları, İstanbul, s. 18 Biyolojik farklılıkları açıklayan bir kavram olan cinsiyet, kadın ve erkek olarak iki ayrı cinsi ifade etmektedir. Batı‘da cinsiyet (seks) kavramından ayrı olan, feminist yazın literatürde önemli bir yere sahip olan ―gender‖ kavramı ise kültürel ve sosyo-psikolojik olanın farklılığını belirtmek için kullanılmaktadır (BaĢak, 2010; Mottier, 2002). Bireylerin toplumsal cinsiyeti ise sosyalizasyon sürecinde elde edilmiĢtir. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet toplum tarafından kurgulanmıĢ, kadın ve erkek için farklı rol tahsisi içermektedir. Kadının evine (özel alan) ait olması gerektiği, erkeğin ise dıĢ dünya (kamusal alan) ile iliĢkisi olması gerektiği düĢüncesi yüzyıllardan beri toplumlara egemen olan bir anlayıĢtır. Fakat toplumların geçirdiği değiĢim ve dönüĢümler toplumsal hayatın tüm alanlarında olduğu gibi toplumsal cinsiyet alanını da etkilemiĢtir. Bu değiĢimlerden en önemlisi kuĢkusuz sanayileĢmedir. SanayileĢmeden önce üretim aileler tarafından kendi üretimleri için yapılırken endüstri devrimiyle baĢlayan süreçte iĢ yerleri, ev ve aileden ayrılarak üretim bunların dıĢındaki organizasyonlarla gerçekleĢmeye baĢlamıĢtır (Kapız, 2003): Bu noktadan itibaren iki ayrı alan olarak ele alınmaya baĢlayan iĢ yeri ve ev, kadın ve erkeğin etkinlik göstereceği alanlar olarak ayrılmıĢtır. Aydınlanmacı Liberal Feminizm özel alan ve kamusal alan ayrımına Ģiddetle karĢı çıkarak kadın ve erkeğin eĢit haklara sahip olması gerektiğini savunmuĢtur. Kadınların erkeklerden ontolojik olarak farklı olmadığını, farklılığın toplumsal olarak inĢa edildiğini belirterek, kadınların erkekler gibi eğitim almasının, demokratik haklara (oy verme) ve hukuki haklara (boĢanma, mülk edinme vb.) sahip olmasının kadınları özgürleĢtireceğini belirtmiĢlerdir Böylece kadın gelenekselliğin hurafelerinden kurtularak özgürleĢecektir (Donovan, 2010:45).Yani kadınlar ve erkekler arasındaki toplumsal alandaki eĢitsizliklerin ortadan kaldırılması kadınların içselleĢtirdiği rolleri de etkileyerek onların erkekler ile aynı konumda olmasını sağlayacaktı (Connell, 1998:60). Günümüzde kadınların elde ettiği hukuki ve demokratik haklar ve buna bağlı olarak kamusal alanda etkinlik göstermeye baĢlaması geleneksel ataerkil düzen içerisindeki konumlarını değiĢtirmeye yetmemiĢtir. Oysa cinsiyet eĢitsizliğin kökenini daha farklı yerlerden aramak gereklidir. Kadın ve erkeğe iliĢkin geleneksel roller yeniden ve yeniden kurgulanmaktadır. Günümüzde yapılan tartıĢmalar özel alan ile iliĢkilendirilen kadının kamusal alanda daha fazla yer almasıyla geleneksel rolleri konusundaki tartıĢmaları beraberinde getirmiĢtir. Aile iliĢkilerinin eĢitsiz yapısı, bir yandan toplumsal ve siyasal uzantılara sahip iken öte yandan bunları yeniden üreten bir özellik gösterir (Bora ve Üstün, 2005:13).. Bu bağlamda araĢtırmanın konusunu Hakkâri‘de yaĢayan kadınların toplumsal hayata katılım dinamiklerinin geleneksel rol sahiplenmelerine etkisidir. Kadınların geleneksel rol sahiplenmeleri hususunda birtakım etkenlerin olduğu açıktır. Bu bağlamda bu araĢtırmanın problemi bu dinamiklerin neler olduğudur. AraĢtırmanın amacı ise toplumsal hayata katılım dinamikleri bakımından kadınların geleneksel rol sahiplenmelerinin ne Ģekilde etkilendiğinin tespitidir. 1. KURAMSAL YAKLAġIM: ERKEK EGEMEN YAPININ TOPLUMSAL YENĠDEN ÜRETĠMĠ Kadın ve erkek arasındaki toplumsal olarak kurgulanan suni eĢitsizliğe karĢı duran bir ideoloji olan feminizm, bu eĢitsizliğin kökenlerini sorgular. Bu araĢtırmanın konusu olan Hakkâri‘de yaĢayan kadınların geleneksel rol sahiplenmeleri ile toplumsal hayat katılımları arasındaki iliĢkinin kuramsal yaklaĢımını oluĢturan Bourdieu‘nun kuramına geçmeden önce kendisinden önce Feminist kuram literatüründe bu konuyla ilgili yapılan tartıĢmalara bakılacaktır. 94 Kadın ve erkek arasındaki eĢitliği sağlamaya yönelik bir ideoloji olan feminizmin ilk dalgasında Aydınlanmacı Liberal feministler, kadının özel alan ile sınırlandırılmasına karĢı çıkarak, toplumsal dönüĢümün kadının öncelikle eğitim alması gerektiğine özellikle vurgu yapmıĢlardır. Daha sonrasında ise oy verme hakkı ve piyasada erkekler ile birlikte eĢit konumda olmak gibi (eĢit iĢe eĢit ücret) hak taleplerinde bulunmuĢlardır (AltınbaĢ, 2006). Erkek ve kadın arasında toplumsal olarak kurgulanan eĢitsizliğe karĢı çıkan bir ideoloji olan feminizmin eĢit haklar mücadelesinin bu ilk dalgasında kadınlar kamusal alanda büyük mücadelelerin sonucunda önemli kazanımlar elde etmelerine rağmen cinsiyet ayrımcılığını özsel olarak değiĢtirmekte baĢarısız olunmuĢtur (Karadağ ve Sabancılar, 2012). 1968‘li yıllara kadar süren Birinci Dalga Feminizm bundan sonra yerini ikinci dalga feminizme bırakmıĢtır (Özsöz, 2008). Ġkinci dalga feminizm ile birlikte sorgulanmaya baĢlanan toplumsal cinsiyet rolleri ve buna bağlı olarak ortaya çıkan iĢ bölümü, kamusal alan ve özel alan kavramları ile liberal demokrasi anlayıĢına getirilen eleĢtiriler bu akımın temel karakteristiğini oluĢturmaktadır (Morsünbül). ModernleĢme projesinin bir bileĢeni olarak ortaya çıkan Birinci Dalga Kadın Hareketini Yaraman (2008) kadını erkekleĢtirme projesi olarak adlandırmıĢ, bunun da ikinci dalganın çıkıĢ noktası olduğunu belirtmiĢtir. Kadının ikincil konumda olmasının varoluĢsal nedenlerini ele alan Simone de Beaviour ikinci dalga kadın hareketinin en etkili ismidir. VaroluĢsal bakıĢ açısını feminist hareket ile sentezleyerek toplumsal olarak kurgulanan kadın-erkek eĢitsizliğine açıklama getirmeye çalıĢmıĢtır. ―Kadın doğulmaz, kadın olunur‖ sözü 1970‘lerden itibaren bu konuda yapılan feminist çalıĢmaların anahtar kavramı olan biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet ayrımını en iyi açıklayan söz olarak Feminist literatürde yerini almıĢtır (Gezgin, 2012). Ġnsan hakları bakımından erkeklerle eĢit düzeyde sağlanmaya çalıĢılan biçimsel eĢitlik erkek egemenliğini yalnızca yasalarla sınırlamıĢ, özsel olarak ise erkek egemenliği devam etmiĢtir (Yaraman, 2010). Modernliğin eleĢtirisi noktasından hareketle baĢlayan ikinci dalga kadın hareketi ile birlikte ataerkilliğin yeniden üretimiyle ilgili tartıĢmalar yavaĢ yavaĢ sosyal bilimler literatüründe yer almaya baĢlamıĢtır. Bunlardan en önemlisi Bourdieu‘nun ―Masculen Dominatin‖ (2001) ve Connell‘ın ―Toplumsal Cinsiyet ve Ġktidar‖ (1998) adlı çalıĢmalarıdır. Her ikisi de ataerkil yapının gündelik yaĢam içerisinde nasıl kurgulandığını ve kadınların üzerinde hegomonik bir etki yaratarak kadınların bunu nasıl içselleĢtirdiklerini ele almaktadır. Feminist teorideki tartıĢmalarının ekseninin ataerkil sistem, sınıfsal konum ve sosyalizasyon süreci gibi etkenlerin toplumsal yapı içerisinde kadınları baskı altına altığı ve ezdiği görüĢünden toplumsal cinsiyet kimliğinin değiĢim ve dönüĢümüne kayması Bourdieu‘nun kuramının feminist teori içerisinde etkinliğini arttırmıĢtır (Mcnay, 2000, akt.Öztimur, 2010:589). Feminist teori tartıĢmalarında önemli bir yere sahip olan Bourdieu‘nun ―Habitus‖, ―alan‖ ve ―sermaye‖ (sosyal, kültürel, ekonomik ve simgesel), ―simgesel Ģiddet‖ kavramları toplumsal cinsiyet iliĢkilerinin analizinde kilit kavramlardır (Mcnay,1999; Ashall, 2004). Ayrıca kullandığı oyun metaforu Bourdieu‘nun faillerin (aktif ve eyleyen olarak) toplumsal hayata nasıl ve ne Ģekilde katıldıklarını anlamaya olanak tanır. Fakat Bourdieu için faillerin eylemleri ne sadece toplumsal olarak sınırları çizilmiĢtir ne de eyleyenlerin tamamen özgür iradesine bırakılmıĢtır (Öztimur, 2010:585). ĠĢte bu noktada kadınların, toplumsal cinsiyet rollerini içselleĢtirerek sistemin yeniden üretimine katkıda bulunmaları noktası önem kazanmaktadır. Dolayısıyla bu araĢtırmanın ana savı olan kadınların toplumsal hayata katılım dinamikleri bakımından (eğitim, çalıĢma durumu, kursa girme ve dernekte çalıĢma gibi) avantajlı konumda olsalar dahi içselleĢtirilmiĢ toplumsal cinsiyet rollerinden dolayı erkek egemen yapının hegemonik baskısından kurtulamamaktadırlar. Pierre Bourdie‘nun toplumsal cinsiyet düzenine iliĢkin kuramsal yaklaĢımına geçmeden önce kullandığı temel kavramlara göz atmak gerekir. Bourdieu habitus, sermaye ve alan kavramlarını kullanarak hem toplumsal iliĢki kalıplarını ortaya koymak hem de bireylerin algılarını araĢtıran ―inĢa‖cı bir bakıĢ açısı sağlama çabası içerisindedir (Wacquant, 2007:61). Bourdie‘nun terminolojisinde alan kavramı oyun metaforu ile benzerlik kurularak açıklanır. Yani eyleyenlerin (faiillerin) farklı sermaye türlerini kullanarak (ekonomik, toplumsal, kültürel ve simgesel) farklı alanlarda, o alanın kurallarına uygun olarak birbirleriyle mücadele ettikleri yerdir. Bourdieu bu anlamda alanı Ģu Ģekilde tanımlar: 95 Çözümleyici açıdan alan, konumlar arasındaki nesnel bağıntıların konfigürasyonu ya da ağı olarak tanımlanabilir. Bu konumlar, varoluĢları ve kendilerini iĢgal edenlere, eyleyicilere ya da kurumlara dayattıkları belirlenimler açısından, farklı iktidar (ya da sermaye) türlerinin dağılım yapısındaki mevcut potansiyel durumlarıyla (situs), ayrıca diğer konumlara nesnel bağıntılarıyla (tahakküm, itaat, benzeĢme vb.) nesnel olarak tanımlanır. Söz konusu iktidar (ya da sermaye) türlerine sahip olmak, alanda elde edilebilecek özgül faydalara eriĢimi belirler. (Bourdieu ve Wacquant, 2007: 81) Bir duygu olarak ele alınan habitus ise failin kim olduğu, dünyada nasıl var olduğunu, karakteristik eylemler setini anlatır (Calhoun, 2010: 103). Bu anlamda habitus alan tarafından yapılandırılarak, bedenleĢmiĢ toplumsallık olarak nitelendirilir (Bourdieu ve Wacquant, 2007:118). Kurumlar ve benden arasında bir kesiĢim noktası olan habitus, bireyin salt biyolojik varlık olmanın ötesine geçirerek sosyo-kültürel düzene uyum sağlamasına olanak tanır (Calhoun, 2010:104). Yani oyuna katılmak için habitus önemlidir. Çünkü oyunlar belli kurallara uymayı gerektirir. Habitus fail için dıĢsal toplumsal yapıların içselleĢtirilmesiyle ortaya çıkmaktadır (Tatlıcan ve Çeğin, 2010:315). Habitus Bourdieu‘nun bir anlamda terminolojisinde farklılıkları üreten ve dolayısıyla eĢitsizliklere neden olan bir faktör olarak karĢımıza çıkmaktadır (Öztimur,2010:586). Bourdieu, toplumda cinsiyetler arası eĢitsizliği de yine bu kavramla açıklamaya çalıĢır. Pierre Bourdieu (2001) erkek egemenliğinin toplumsal olarak yeniden üretimini ―MasculenDomination‖ adlı eserinde incelemiĢtir. Alan, habitus, simgesel Ģiddet ve simgesel iktidar kavramları kullanarak kadınların toplumsal cinsiyet rollerini nasıl içselleĢtirerek ataerkil sistemi yeniden inĢa ettiklerini açıklar. Cezayir kabilelerinde yaptığı etnografik çalıĢmaların bulgularını içeren bu çalıĢmada Bourdieu toplumsal cinsiyetin nasıl inĢa edildiğini Ģu Ģekilde açıklar: Bu düzen bir yandan zaman ile mekânın toplumsal örgütlenmesinde ve cinsler arası iĢbölümünde ifade edildiği Ģekliyle toplumsal yapılar, diğer yandan bedenlerde, zihinlerde kazılı biliĢsel yapılar arasında kurulan neredeyse kusursuz ve doğrudan uyum sayesinde son derece doğal kabul edilir. Aslında ezilenler yani kadınlar, toplumsal ve doğal dünyanın her nesnesine, özellikle içinde yer aldıkları tahakküm bağlantısına, aslında bu bağıntının gerçekleĢtiği kiĢilere, üzerinde düĢünülmeyen düĢünce Ģemaları uygularlar. Söz konusu Ģemalar bu iktidar bağıntısının kelime çiftleri halinde (yukarı/ aĢağısı, büyük/ küçük, dıĢarısı/içerisi, düz/eğik vb.) içselleĢtirmesinin ürünüdür, dolayısıyla onları bu bağıntıyı tahakküm edenlerin bakıĢ açısından, yani doğalmıĢ gibi kurmaya yöneltir. (Bourdieu ve Wacquant, 2007:171) PatriarĢinin yani erkek egemen sistemin kadını baskı altına alıĢına dair literatürde farklı kuramsal yaklaĢımlar bulunmaktadır. Örneğin Walby (1989)‘nin toplumsal yapının bir sistemi olarak tanımladığı patriarĢi yani ataerkillik, erkeğin baskın ve egemen olduğu, bu yolla kadını sömürdüğü bir sistemdir. Walby ataerkilliği özel ve kamusal olarak ikiye ayırarak sistemin toplumsal yapının geniĢ bir kısmını kapsadığını belirtir. Kadınlar ise kendilerini ezen ve sömüren sisteme uyum sağlamak zorundadır. Bourdieu‘nun feminist teoride ilgi uyandırmasının nedeni ise ―eyleme‖ kavramının toplumsal cinsiyet kimliğinin değiĢme ve dönüĢme sürecinde etkisini ele almasıyla alakalıdır (Öztimur, 2010:589). Salt toplumsal belirlenimlere sahip eylemlerde bulunmayan faillerin strateji geliĢtirme potansiyelleri bulunmaktadır (Öztimur, 2010:587). Bunun için Kandiyoti (2011) kadınların var olan uyum ve direniĢ stratejilerini, ―ataerkil pazarlık‖ kavramını kullanarak açıklamaya çalıĢmıĢtır. Erkek egemenlik sisteminin baskıcı öğeleri olmasına rağmen kadınların da güç kaynakları mevcuttur, bu yüzden aslında kadınları eziyor gibi görünen bu sisteme kadınlar da erkekler kadar bağlıdır. .Kurallarını erkeklerin belirlediği bu sistemde kadınlar yer alabilmek için bu kuralları benimseyerek bir takım davranıĢlarda bulunmaktadır (Demren, 2003). Öyleyse kadınlar sistemin yeniden inĢasında aktif rol oynarlar. Sosyal ve kültürel sermaye, erkek ve kadının davranıĢlarını, kararlarını ve tutumlarını belirleyen bir alan olan toplumsal cinsiyet habitusunu oluĢturur (Ashall, 2004). Eril tahakküm kadınlar tarafından toplumsal düzenin doğal bir parçası olarak kabul edilir. Bourdieu tahhaküm çözümlemesinde önemli 96 bir nosyon olan Simgesel Ģiddeti Ģu Ģekilde açıklar: ―Eyleyiciler, kendilerini belirleyeni yapılandırdıkları kadar kendilerini belirleyenin etkililiğini üretmeye katkıda bulunan eyleyicilerdir‖. Kadınların kendi habituslarında meĢrulaĢtırarak içselleĢtirdikleri ve yeniden ürettikleri bu durumu, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü olarak Bourdieu ―sembolik Ģiddet‖ olarak kavramsallaĢtırır (aktaran, Öztimur, 2010). Erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü ve kadınların bunu içselleĢtirmeleri noktasında Connell‘ın ―hegomonik erkeklik‖ kavramına değinmek gerekir. Connell Bourdieu‘nun kavramlarından yola çıkarak toplumsal cinsiyet eĢitsizliğini açıklamaya çalıĢır. Connell (1998:172)‘a göre bir ailenin toplumsal cinsiyet rejimi Ģu üç yapı tarafından belirlenir: duygusal iliĢkiler, ücret ve mesleğin belirlediği iktidar, iktidarın belirlediği iĢbölümü. Bu durumda Hegomonik erkeklik ortaya çıkmaktadır. Hegemonik erkeklik kavramı Connell‘ın çalıĢmalarında sıkça rastlanılan bir kavramdır. Gramsci‘nin Ġtalya‘daki sınıf iliĢkileri analizinde var olan toplumsal üstünlüğü belirtmek için kullandığı hegemonya kavramı Connell‘ın toplumsal cinsiyet analizinde erkeğin kadına üstünlüğünü açıklamak için kullanılmıĢtır (Connell, 1998:247). Connell hegemonik erkeklik ve ön plana çıkarılan kadınlık arasındaki uyumun, ―erkeğin kadın üzerindeki egemenliği kurumsal bir hale getiren pratiklerden kaynaklandığını‖ belirtir (1998:251). Yani toplumsal cinsiyet iliĢkileri günlük yaĢamda kültürel pratikler vasıtasıyla yaratılmaktadır. Sonuçta ise kadınların bunları içselleĢtirmesiyle meĢru hale gelmektedir. Connell gibi Bourdieu da patriarĢik toplumsal cinsiyet düzenin belli kadınlık ve erkekliği bireylere dayattığını savunur. Ġktidar iliĢkilerinin oluĢtuğu ve yeniden üretildiği alan olarak gündelik yaĢam Bourdieu‘nun kuramsal analizinde önemli bir yere sahiptir (Öztimur, 2010:584). Connell (1998)‗ın da belirttiği gibi toplumsal cinsiyetin kurumsallaĢması, yeniden üretim aracılığı ile döngüsel pratikler tarafından biçimlendirilmesine bağlıdır. Cinsiyet farkları her bir cins için ―habitus‖ alanı yaratarak bir sistem oluĢturur ve ortaya çıkan ―eril tahakküm‖ cinsiyete dayalı bir iĢbölümü olarak toplumsal yaĢamda tezahür eder (Sancar, 2011:190). Yani habitus toplumsal farklıkları ve eĢitsizliği toplumsal yaĢamda ortaya çıkaran bir etkendir (Öztimur, 2010). Kadınları sınırlayan cinsiyetçi habituslar, onların ev içi roller ve edilgin davranıĢ kalıplarını benimsemeleri sonucunu ortaya çıkarır. Böylece ataerkil sistem kendini yeniden üreterek varlığını sürdürür (Yaraman, 2008). Bu araĢtırmada da geleneksel toplumlarda yaygın bir görüĢ olan ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ ve ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumları Hakkâri özelinde ele alınacaktır. Kadınları sınırlayan bu cinsiyetçi habitusların kadınların toplumsal hayata katılım dinamiklerinden nasıl etkilendiği ortaya konulmaya çalıĢılacaktır. 2. LĠTERATÜR TARAMASI Günümüzde toplumsal cinsiyet eĢitliğinin sağlanması amacıyla Dünyada ülkelerin resmi politikası haline gelen atılımlar söz konusudur. Toplumsal cinsiyet eĢitsizliğinin erkekleri de olumsuz yönde etkilediği yaklaĢımından hareketle Avusturya ve Finlandiya gibi ülkeler tarafından devlete bağlı birimler ve konseyler oluĢturulmuĢtur (Sayer, 2011). Bu politikaların hedefi toplumsal cinsiyet eĢitliğine erkeklerin de katılmasını sağlayarak bir değiĢim ve dönüĢüm sağlamak hedeflenmektedir. Türkiye‘de ise kadınların toplumsal fırsatlardan erkekle ile eĢit biçimde yararlanmasının sağlanması ve kadının insan haklarının korunmasına yönelik olarak Toplumsal Cinsiyet EĢitliği Ulusal Eylem Planı (2008-2012) yürürlüğe girmiĢtir. Ulusal bir mekanizma olarak baĢbakanlığa bağlı olarak kurulan Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından yürütülen projede kadınların eğitim, sağlık ve istihdam gibi alanlarda fırsat eĢitliğini sağlamaya yönelik farklı kurum, kuruluĢ ve üniversitelerle iĢbirliği çerçevesinde çalıĢmalar yürütülmeye baĢlanmıĢtır (KSGM, 2009). Türkiye‘de toplumsal cinsiyet eĢitliğine dair mevcut duruma bakıldığında ise, dünya genelinde yapılan araĢtırmalarda Türkiye‘nin toplumsal cinsiyet eĢitliği bakımından oldukça geri sıralarda olduğu görülmektedir. UNDP (BirleĢmiĢ Milletler Kalkınma Programı)‘nın her yıl yayınladığı ülkelerin Toplumsal Cinsiyet EĢitliği Endeksine göre Türkiye 148 ülke ve bölge arasında 68. Sırada yer almaktadır. UNDP‘nin 2013‘teki Toplumsal Cinsiyet EĢitliği Endeksi raporuna göre, Türkiye yaĢayan kadınların baĢta eğitim olmak üzere, siyasi katılım, mecliste kadın temsili, iĢ hayatına katılım konularında oldukça geri sıralardadır (UNDP, 2013). Görüldüğü toplumsal cinsiyet eĢitliğine dair kamusal alanda kadınlara erkeklerle aynı fırsat eĢitliğinin sağlanması, köklü bir toplumsal değiĢim ve 97 dönüĢüm için yeterli değildir. Bundan dolayı bu sorunun temeline inen araĢtırmalara daha fazla ihtiyaç olduğu görülmektedir. Toplumsal cinsiyet düzeninde cinsiyetler arası iĢbölümü kadının rolünü ev içinde (özel alanda) tanımlarken, erkeğin rolünü dıĢarıda, ailesini geçindirmek ile tanımlanmıĢtır. Böylece evi geçindirme erkeğin görev alanı içerisine alınmıĢtır. Kadınların aile reisi yani evi geçindirdiği durumlar genellikle erkek reisin olmadığı durumlarda söz konusudur ( Dedeoğlu, 2000). AĢağıda toplumsal cinsiyet rollerinin kadınlar tarafından içselleĢtirilmesi ve buna eğitim, istihdam ve bir sivil toplum kuruluĢunda çalıĢma gibi toplumsal hayata katılım dinamiklerinin etkisinin incelendiği çalıĢmalar ele alınmıĢtır. Kadının ev içi rol ve sorumluluklarında eğitimin değiĢime yol açtığını belirten araĢtırmalar bulunmaktadır. Ersoy (2009) tarafından Malatya ilinde 288 kadın ile yapılan araĢtırmanın bulgularına göre ―erkeğin üstün olması ve evde sözünün geçmesi‖ tutumuna, kadınların eğitim seviyesi arttıkça karĢı bir tavır takındıkları tespit edilmiĢtir. Katılımcılar içerisinde okuma-yazma bilen fakat okul bitirmemiĢ kadınların %33,3‘ü bu düĢünceye karĢı iken, yüksekokul mezunu kadınların ise %89,4‘ü bu düĢünceye karĢı çıkmıĢtır. Öte yandan Günindi-Ersöz (2012) eğitim seviyesinin artmasının toplumsal cinsiyet ile ilgili tutumları değiĢtirmeyeceğine iĢaret etmiĢtir. Gazi üniversitesinde öğrenim gören 837 kadın ve erkek öğrenci ile gerçekleĢtirilen çalıĢmada, toplumsal cinsiyet ile ilgili tutumların yer aldığı sorular öğrencilere öncelikle birinci sınıfta, daha sonrasında dördüncü sınıfa geldiklerinde yöneltilmiĢtir.ÇalıĢmanın bulguları göstermiĢtir ki öğrenciler dördüncü sınıfta belirttikleri görüĢ ile birinci sınıfta belirttikleri görüĢ arasında anlamlı bir farklılık bulunmamaktadır. Günindi-Ersöz (2012) bu durumu mevcut eğitim sisteminin parçası olduğu sosyal yapı tarafından belirlenmesine bağlar. Var olan toplumsal iliĢki ve pratikleri meĢruiyet kazandıran eğitim sonuç olarak bağlı bulundukları toplumun niteliğini taĢırlar (Ökten, 2009) Günay ve Bener (2011) tarafından kadınların toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde aile içi yaĢamı algılama biçimlerini belirlemek amacıyla, Ankara‘da oturan toplam 575 evli kadınla anket çalıĢması yapılmıĢtır. Yapılan çalıĢmanın bulgularına göre öğrenim ve çalıĢma durumu ile ―ailenin geçimini sağlamak erkeğin sorumluluğudur‖ tutumu arasında anlamlı bir iliĢki tespit edilmiĢtir. Buna göre kadınların ailede temel sosyal ve ekonomik faaliyet alanlarını toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde değerlendirmedikleri tespit edilmiĢtir. Dolayısıyla kadınların öğrenim düzeyinin artması ve herhangi bir iĢte çalıĢması geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini değiĢtirmektedir. Yine Bener ve Günay (2012) tarafından Karabük Üniversitesinde okuyan öğrencilerin toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin tutumlarının incelendiği çalıĢmada öğrencilere ―aile reisi erkektir‖ önermesi sunulmuĢtur. Sonuç olarak kız öğrencilerin öğrenim düzeyi yükseldikçe evlilik ve aile yaĢamına iliĢkin tutumlarının geleneksel bakıĢ açısından uzaklaĢtığı, fakat kız öğrencilerin erkek öğrencilere göre evlilik ve aile yaĢamına yönelik olarak daha gelenekselci bir tutum içerisinde oldukları tespit edilmiĢtir. Yani kadınlar Bourdieu‘nun toplumsal cinsiyet düzenine kuramsal yaklaĢımıyla, eril tahakküm gücünü egemenlik altına aldığı kadınların, bu durumu kendi rızalarıyla fakat bilinçsiz bir Ģekilde kabullenmelerinden alır (Öztimur, 2010:595). Yaraman (2010)‘ın ataerkil düzeni değiĢtirmek ve kadının özgürlüğü için çalıĢan kadın aktivistlerle yaptığı çalıĢmanın bulguları ise oldukça dikkat çekicidir. GörüĢülen kadınların kamusal alanda varlık göstermelerine ve kadınlar için mücadele etmelerine karĢın ev içindeki rollerden öncelikle kendilerini sorumlu görmeleri bir çeliĢki yaratmaktadır. Yaraman (2010)‘a göre geleneksel ataerkil yapı kendini yeniden üreterek etkinliğini sürdürmekte ve ―toplumsal erkekcilik‖in oluĢmasına neden olmaktadır. Alican (2007) tarafından kamu memur sendikalarında yönetici olarak görev yapan kadınlarla ilgili yapılan çalıĢma da yine kadınların kamusal alan aktif olarak katılsalar bile toplumsal cinsiyet rollerini içselleĢtirdiklerini ortaya koymaktadır. ÇalıĢma sonucunda kadınların toplumsal cinsiyet rollerinin iĢ ve yöneticilikten daha önce geldiği sonucuna ulaĢılmıĢtır. Yine Gupta ve diğ. (2009) tarafından yapılan, sosyal olarak inĢa edilen toplumsal cinsiyetçiliğin, erkek ve kadınların giriĢimcilik niyetleri üzerindeki etkisini inceleyen bir çalıĢma yapılmıĢtır. Bu çalıĢma sonucunda kadınların giriĢimcilik niyetlerinin yüksek olmasına, erkeklerle aynı deneyim ve eğitim düzeyine sahip olmalarına rağmen basmakalıp toplum cinsiyet yargıları nedeniyle giriĢimcilik niyetlerinin olumsuz etkilendiği sonucuna ulaĢılmıĢtır. Çünkü kadınlar tarafından giriĢimcilik erkek egemen bir özellik olarak algılanmaktadır. 98 Güneydoğu Anadolu Bölgesinin toplumsal cinsiyet yapısına genel itibariyle bakıldığında kadın cinselliği ve bedeni üzerine bölgenin sosyokültürel yapısına göre Ģekillenen bir anlayıĢın olduğu söylenebilir (Ökten, 2009). Hassapour (2005:307)‘a göre kadın cinselliğini kontrol etme hakkı aile, aĢiret, cemaat, modern devlet ve milletin erkek üyelerine verilmektedir. Bölgede yapılmıĢ çalıĢmalara bakıldığında toplumsal cinsiyet düzenine iliĢkin çarpıcı sonuçlara ulaĢılmıĢtır. Bayram vd. (1998) yılında yapılan bir çalıĢmanın bulgularına göre kadınların üretime katılsa bile ev içi konumlarında bir değiĢmenin yaĢanmadığını göstermektedir. Hane halkı reislerinin %80‘i eĢini ev hanımı olarak tanımlar iken, yalnızca 17,8‘lik bir kısmı eĢini tarım iĢçisi olarak tanımlamıĢtır. Oysa kadınlar tarımsal üretiminin ve hayvan bakımının her alanında aktif bir Ģekilde yer almaktadır (akt. Ökten, 2009). Kahraman (2010) tarafından kadınların toplumsal cinsiyet eĢitsizliğine yönelik tutumlarını belirlemek amacıyla yapılan anket çalıĢmasında ―evlilikte kadın-erkek iliĢkisi nasıl olmalıdır‖ sorusu yöneltilmiĢtir. Katılımcıların %71,1‘i ―kadın ve erkek eĢittir, bütün iĢler eĢit olarak yapılmalıdır‖ yanıtını verirken, katılımcıların %13,5‘i ―erkek ailenin reisidir, bu yüzden karar verici odur‖ yanıtını vermiĢlerdir. Yapılan çalıĢmalara genel olarak bakıldığında eğitim düzeyi, istihdam durumu baĢta olmak üzere sosyal hayata katılım dinamikleri göz önüne alındığında kadınların toplumsal cinsiyet rollerine dair içselleĢtirmelerinde önemli bir değiĢiklik yaratmadığı söylenebilir. 3. ARAġTIRMANIN YÖNTEMĠ 3.1. Evren ve Örneklem AraĢtırmanın evrenini Hakkâri merkez ve Hakkâri‘nin bütün ilçelerinde yaĢayan 15 yaĢ ve üzeri kadınlar oluĢturmaktadır. TUĠK (2011) adrese dayalı nüfus kayıt sistemi veri tabanından elde edilen verilerden hareketle 2011 yılında 15 yaĢ ve üzeri kadınların sayısı tespit edilmiĢtir. Buna göre Hakkâri‘de yaĢayan 15 yaĢ ve üzeri kadınların sayısı 76.876‘dır. Örneklem büyüklüğü ise % 1.5 temsil oranı ile 1.223 kiĢi olarak belirlenmiĢtir. Ancak verilerin SPSS‘e giriĢi sırasında, verilen cevapların Ģüpheli olduğu düĢünülen 45 anket değerlendirmeye alınmamıĢtır. Örneklem sayısı sonuç itibariyle 1.177 olmuĢtur. %1,5 örneklem temsiliyeti toplam nüfus içerisindeki yaĢ gruplarının, ilçelerin ve mahallelerin toplam nüfus içerisindeki oranları da göz önünde bulundurularak sağlanmıĢtır. Örneklem seçimi yapılırken Katmanlı Örnekleme Tekniği kullanılmıĢtır. Katmanlı Örnekleme Tekniğinde nüfus alt nüfuslara (katmanlara) bölünür (Neuman, 2012:327). Bunun için evren yaĢ grubuna göre 15-24, 25-34, 35 yaĢ ve üzeri olmak üzere üç ayrı tabakaya ayrılarak yaĢ grupları arasında eĢit temsiliyet sağlanmaya çalıĢılmıĢtır. Neuman (2012:351)‘ın araĢtırma yapılacak evrenin toplam nüfusuna göre örneklem belirlerken önerdiği örneklem büyüklüğü temel alınarak %1,5 temsil oranı kabul edilmiĢtir (Örneğin nüfusu 100.000 olan bir yer için örneklem büyüklüğü %1,2 temsil oranı ile 1.173 kiĢi). Bu aĢamadan sonra Hakkâri Merkez, Çukurca, ġemdinli ve Yüksekova ilçe ve mahallerini toplam nüfusu Hakkâri Nüfus Müdürlüğü‘nden alınarak örneklem dağılımı yapılmıĢtır. Bu dağılımlar yapılırken ilçenin toplam nüfus içerisindeki oranına bakılarak, her ilçe için örneklem sayısı belirlenmiĢtir. Yine aynı Ģekilde her ilçedeki mahallenin de o ilçenin toplam nüfusa oranı göz önüne alınarak araĢtırmaya dâhil olacak örneklemi belirlenmiĢtir. 3.2. Veri Toplama ve Analiz Teknikleri AraĢtırma niceliksel araĢtırma metodu olan anket çalıĢmasına dayanmaktadır. Kadınların toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin tutumlarını ortaya koymak amacıyla katılımcılara ―Erkek ailenin reisidir‖ ve ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ önermelerine iliĢkin tutumları sorulmuĢtur. Yanıtlar ―Katılıyorum‖, ―Bilmiyorum‖ ve ―Katılmıyorum‖ Ģeklinde sunulmuĢtur. 99 Sosyo-demografik sorular ve toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin sorulardan oluĢan anket formuyla toplanan verilerin analizi SPSS 16.0(StaticalPackageForSocialScience) paket programı kullanılarak yapılmıĢtır. AraĢtırmanın hem betimleyici hem de değiĢkenler arasındaki iliĢkinin anlamlılığını test etmek amacıyla Ki Kare (Chi-Kare) testi uygulanmıĢtır. Yapılan analizlerden elde edilen bulguların güvenilirlik düzeyi % 95 olarak alınmıĢ, % 5‘lik hata payı ile test edilmiĢtir. 3.3. Varsayım Ve Hipotezler Bu araĢtırmanın temel varsayımı toplumsal bir kurum olarak ailenin kadın ve erkek rollerinin inĢa edildiği ve yeniden üretildiği en önemli alan olmasıdır. Geleneksel toplumlarda kadının yeri özel alan ile sınırlandırılırken erkeğin yeri kamusal alanda tanımlanmıĢtır. Bu çalıĢmada kadınların toplumsal yaĢama katılımları eğitim, çalıĢma, kursa gitme, boĢ zamanlarında derneklerde çalıĢma Ģeklinde operasyonelleĢtirilmiĢtir. Bu bağlamda araĢtırmanın hipotezleri Ģunlardır:  ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına kadınların tutumu eğitim düzeyine göre farklılık göstermektedir.  ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına kadınların tutumu çalıĢma durumuna göre farklılık göstermektedir.  ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına kadınların tutumu kursa gitme durumuna göre farklılık göstermektedir.  ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına kadınların tutumu dernekte çalıĢma durumlarına göre farklılık göstermektedir.  ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumu eğitim düzeyine göre farklılık göstermektedir.  ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumu çalıĢma durumuna göre farklılık göstermektedir.  ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumu kursa gitme durumuna göre farklılık göstermektedir.  ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına kadınların tutumu dernekte çalıĢma durumlarına göre farklılık göstermektedir. 4. BULGULAR AraĢtırmanın bulguları katılımcıların sosyo-demografik özelliklerinin ele alındığı bölüm ve ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ ve ―erkek ailenin reisidir‖ argümanlarına verilen cevapların betimsel ve istatistiksel analizlerinin ele alındığı bölüm olmak üzere iki bölümde sunulmuĢtur. 4.1. Katılımcıların Sosyo-Demografik Özellikleri Bu çalıĢmada katılımcıların Sosyo-demografik özellikleri olarak yaĢ, eğitim durumu, medeni durum ve çalıĢma durumu ele alınmıĢtır. Tablo.1: Katılımcıların YaĢı Katılımcıların YaĢı 15-24 25-34 35 yaĢ ve üzeri TOPLAM Sayı 417 325 435 1177 Yüzde %35,4 %27,6 %37 %100 100 Katılımcıların yaĢ dağılımlarına bakıldığında 15-24 yaĢ arası katılımcılar örneklemin %35,4‘ünü, 25-34 yaĢ arası katılımcılar % 27,6‘sını, 35 yaĢ ve üzeri katılımcılar ise % 37‘sini oluĢturmaktadır. Görüldüğü gibi yaĢ grupları arasında hemen hemen dengeli bir dağılım söz konusudur. Tablo.2: Katılımcıların Eğitim Düzeyi Katılımcıların Eğitim Düzeyi Hiç eğitim almamıĢ olanlar Ġlkokul ve ortaokul mezunu olanlar Lise ve üzeri eğitim almıĢ olanlar TOPLAM Kayıp veri:14 Sayı 479 Yüzde %41,2 409 %35,2 275 %23,6 1163 %100 Katılımcıların eğitim durumlarına göre dağılımlarına bakıldığında hiç eğitim almamıĢ olanların oranı % 41,2, ilkokul ve ortaokul mezunu olanların oranı % 35,2, lise ve üzeri eğitim almıĢ olanların oranı ise % 23,6‘dır. Görüldüğü gibi örneklemi oluĢturan katılımcıların büyük bir bölümü hiçbir eğitim almamıĢ olanlardan oluĢmaktadır. Tablo.3: Katılımcıların Medeni Durumu Medeni durum Bekar Resmi nikahla evli Dini nikahla evli BoĢanmıĢ/dul TOPLAM Kayıp veri:5 Sayı 440 623 58 51 1172 Yüzde %38 %53 %5 %4 1172 (%100) Tablo.3‘den katılımcıların medeni durumlarına göre dağılımlarına bakıldığında bekâr olanlar örneklemin % 38‘ini, resmi nikâh ile evli olanların % 53‘ünü, dini nikâhlı olanların % 5‘ini, boĢanmıĢ/dul olanların ise % 4‘ünü oluĢturduğunu görülmektedir. Tablo:4: Katılımcıların Ġstihdam Durumu Ġstihdama katılanlar Ġstihdam dıĢı olanlar TOPLAM Kayıp veri3 Yüzde %8 % 92 1174 (% 100) Tablo.4‘e bakıldığında katılımcıların % 92‘sinin istihdam dıĢı, yalnızca % 8‘inin ise istihdama katıldığı görülmektedir. 4.2. “Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz” Argümanına ĠliĢkin Tutumlar AraĢtırmanın bulgularına ait bu bölümde kadınların ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına iliĢkin tutumlarınıneğitim düzeyi, çalıĢma durumu, kursa gitme ve dernekte çalıĢma durumlarına göre farklılaĢıp farklılaĢmadığı ele alınmıĢtır. Tablo.5: Eğitim düzeyine göre katılımcıların “Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz” argümanına iliĢkin tutumları Kadın kocasının sözünden dıĢarı Hiç eğitim almamıĢ olanlar Ġlkokul ve ortaokul mezunu Lise ve üzeri eğitim almıĢ 101 çıkmaz Kayıp veri:22 Katılıyorum Bilmiyorum Katılmıyorum TOPLAM 2 x =1.223 df=4 olanlar % 85,5 % 68,6 % 2,5 % 4,2 % 12 % 27,2 % 100 (475) % 100 (408) p=0,000 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001 olanlar % 47,4 % 8,5 % 44,1 % 100 (272) Tablo.5‘e bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ düĢüncesinin kadınların eğitim düzeyine göre anlamlı düzeyde (P<0.001) farklılaĢtığı görülmüĢtür. Katılımcılar içerisinde hiç eğitim alamamıĢ olanların %85,5‘i bu görüĢe katıldığını belirtirken, ilkokul ve ortaokul mezunu olanların %68,6‘sı, lise ve üzeri eğitim almıĢ olanların % 47,4‘ü bu görüĢe katıldığını belirtmiĢtir. Ersoy (2009)‘un Malatya ilinde yaptığı çalıĢmada da eğitim düzeyinin artmasının ―erkeğin sözünün geçmesi‖ tutumuna karĢı bir tavra yol açtığı sonucuna ulaĢılmıĢtır. Dolayısıyla eğitim düzeyi yükseldikçe kadınların toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin içselleĢtirmeleri azaldığı söylenebilir. Tablo.6: ÇalıĢma durumlarına göre katılımcıların “Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz” argümanına iliĢkin tutumları Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz Herhangi bir iĢte Herhangi bir iĢte çalıĢanlar çalıĢmayanlar % 53,3 % 72,1 Katılıyorum % 3,3 % 4,7 Bilmiyorum % 43,5 % 23,2 Katılmıyorum % 100 (92) % 100 (1073) TOPLAM Kayıp veri:11 x2=19.101 df=4 p=0,001 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001 Tablo.6‘ya bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ düĢüncesinin kadınların çalıĢma durumlarına göre anlamlı düzeyde (P<0.005) farklılaĢtığı görülmüĢtür. Katılımcıların çalıĢma durumlarına göre ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ argümanına iliĢkin görüĢlerine bakıldığında herhangi bir iĢte çalıĢanların %53,3‘ü, herhangi bir iĢte çalıĢanların % 72,1‘i bu görüĢe katıldığını belirtmiĢtir. Tablo.7: Kursa gitme durumlarına göre katılımcıların “Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz” argümanına iliĢkin tutumları Kadın kocasının sözünden dıĢarı Katılıyorum çıkmaz Bilmiyorum Katılmıyorum TOPLAM Kayıp veri: 9 x2=27.861 df=2 Kursa gidenler Kursa gitmeyenler % 60,2 % 74 % 3,4 % 4,9 % 36,4 % 21,1 % 100 (294) % 100 (874) p=0,000Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001 Tablo.7‘ye bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ düĢüncesinin kadınların kursa gitme durumlarına göre anlamlı düzeyde (P<0.001) farklılaĢtığı görülmüĢtür. Katılımcılar içerisinde kursa gidenlerin %60,2‘si, kursa gitmeyenlerin ise %74‘ü bu argümana katıldığını belirtmiĢtir. Bu bağlamda kadınların kursa gitmesinin toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin içselleĢtirmelerini fazla etkilemediği sonucuna ulaĢılabilir. Tablo.8: Dernekte çalıĢma durumlarına göre katılımcıların “Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz” argümanına iliĢkin tutumları Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz Katılıyorum Bilmiyorum Katılmıyorum Derneklerde çalıĢanlar % 45,2 % 3,2 % 51,6 Derneklerde çalıĢmayanlar % 71,2 % 4,6 % 24,2 102 Kayıp veri:9 TOPLAM x =12.141 df=2 2 % 100 (31) %100 (1137) p=0,002 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001 Tablo.8‘e bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ düĢüncesinin kadınların dernekte çalıĢma durumlarına göre anlamlı düzeyde (P<0.005) farklılaĢtığı görülmüĢtür. Katılımcılar içerisinde derneklerde çalıĢanların % 45,2‘si bu görüĢe katıldığını belirtirken, derneklerde çalıĢmayanların %71,2‘si katıldığını belirtmiĢtir. 4.3. “Erkek ailenin reisidir” Argümanına ĠliĢkin Tutumlar AraĢtırmanın bulgularına ait bu bölümde kadınların ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına iliĢkin tutumlarınıneğitim düzeyi, çalıĢma durumu, kursa gitme ve dernekte çalıĢma durumlarına göre farklılaĢıp farklılaĢmadığı ele alınmıĢtır. Tablo.9: Eğitim durumuna göre katılımcıların “Erkek ailenin reisidir” argümanına iliĢkin tutumları Erkek reisidir Hiç eğitim Ġlkokul ve Lise ve almamıĢ olanlar ortaokul mezunu üzeri eğitim olanlar almıĢ olanlar ailenin Katılıyorum Bilmiyorum Katılmıyorum TOPLAM Kayıp veri:29 x2=82.517 % 92,6 % 1,7 % 5,7 % 100 (476) df=4 % 83,7 % 2,7 % 13,5 % 100 (476) % 66,9 %6 % 27,1 % 100 (266) p=0,000 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001 Tablo.9‘a bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin kadınların eğitim durumlarına göre anlamlı düzeyde (P<0.001) farklılaĢtığı tespit edilmiĢtir. Katılımcılar içerisinde hiç eğitim almamıĢ olanların %92,6‘sı, ilkokul mezunu olanların %83,7‘si, lise ve üzeri eğitim almıĢ olanların %66,9‘u katılıyorum yanıtı vermiĢtir. Eğitim durumuna göre katılımcıların ―argümanına iliĢkin görüĢlerine bakıldığında (bkz. Tablo-5) katılımcıların bu konuda daha esnek oldukları göze çarpmaktadır.‖ kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ sözüne, örneğin lise ve üzeri eğitim almıĢ olanların % 47,4‘ü katılıyorum yanıtı verirken, söz konusu erkeğe iliĢkin bir yargı olduğunda ― erkek ailenin reisidir‖ sözüne Lise ve üzeri eğitim almıĢ olanların % 66,9‘u katılıyorum yanıtını vermiĢtir. Söz konusu kadına iliĢkin bir tutum olduğunda kadınların daha esnek bir tutum izledikleri görülürken, söz konusu erkeğe iliĢkin bir yargı olduğunda ise kadınların daha katı bir tutum takındıkları görülmektedir. Erkeklere ve kadınlara iliĢkin kültürel tutumların bedenselleĢtirilmesi, erkek bedenlerinin erkeksileĢtirilmesi, kadın bedenlerinin ise kadınsılaĢtırılması vasıtasıyla gerçekleĢtirilir . Böylece bu ikili farklılaĢtırma kadınlar ve erkeler arasında farklı eğilimler yaratır (Bourdieu, Wacquant, 2007:172). Erkeğin evin reisi olması durumu, erkekliğin toplumsal olarak temel bileĢeni olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Tablo.10: ÇalıĢma durumuna göre katılımcıların “Erkek ailenin reisidir” argümanına iliĢkin tutumları Erkek ailenin reisidir Katılıyorum Bilmiyorum Katılmıyorum Herhangi bir iĢte çalıĢanlar % 76,1 % 1,1 % 22,7 Herhangi bir iĢte çalıĢmayanlar % 84,2 % 3,3 % 12,5 103 Kayıp veri:18 TOPLAM x =8.394 df=4 2 p=0,078 % 100 (88) % 100 (1070) Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001 Tablo.10‘a bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin kadınların çalıĢma durumlarına göre anlamlı düzeyde (P>0.005) farklılaĢmadığı tespit edilmiĢtir. Katılımcılar içerinde herhangi bir iĢte çalıĢanların %76,1‘i, herhangi bir iĢte çalıĢmayanların ise % 84,2‘si katılıyorum yanıtını verdiği görülmektedir. ÇalıĢma durumuna göre katılımcıların çalıĢma durumuna göre ―Kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ argümanına iliĢkin görüĢlerinin ele alındığı Tablo.6‘ya bakıldığında kadınların ―Erkek ailenin reisidir‖ önermesine göre daha esnek oldukları görülmektedir. Örneğin herhangi bir iĢte çalıĢanların % 53‘ü ―kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ sözüne katıldıklarını belirtirken, herhangi bir iĢte çalıĢanları % 76,1‘i ―erkek ailenin reisidir‖ sözüne katıldıklarını belirtmiĢlerdir. Görüldüğü gibi çalıĢan kadınlar ev bütçesine katkıda bulunmalarına rağmen büyük çoğunluğu erkeği ailenin reisi olarak kabul etmektedir. Simon De Beauvoir (1981:16)‘in ifadesiyle erkeğin, ekonomik olarak ailenin baĢında olması ailenin toplumdaki temsilcisi olması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla erkeğe biçilen bu rolü kadınların bu denli benimsemesi aile ve erkek arasındaki diyalektik iliĢkiden kaynaklanmaktadır. Tablo.11: Kursa gitme durumuna göre katılımcıların “Erkek ailenin reisidir” argümanına iliĢkin tutumları Katılıyorum Bilmiyorum Katılmıyorum TOPLAM 2 Kayıp veri: 16 x =8.687 df=2 Erkek ailenin reisidir Kursa gidenler Kursa gitmeyenler % 78,1 % 85,4 % 3,8 % 2,9 % 18,2 % 11,7 % 100 (292) % 100 (869) p=0,013 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001 Tablo.11‘e bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin kadınların kursa gitme durumlarına göre anlamlı düzeyde (P>0.005) farklılaĢmadığı tespit edilmiĢtir. Katılımcılar içerisinde kursa gidenlerin %78,1‘i, kursa gitmeyenlerin ise %85,4‘ü katılıyorum yanıtını verdiği görülmektedir. Yine kursa gitme durumuyla ilgili soru olan ―Kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ argümanına iliĢkin görüĢlerinin ele alındığı Tablo.7 ile karĢılaĢtırıldığında ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanına yaklaĢımlarında daha katı bir tutum izledikleri görülmektedir. ―Kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ argümanına kursa giden kadınların % 60‘ı katılıyorum yanıtını verirken, söz konusu ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanı olduğunda bu oran % 78,1‘e çıkmaktadır. Tablo.12: Dernekte çalıĢma durumuna göre katılımcıların “Erkek ailenin reisidir” argümanına iliĢkin tutumları Katılıyorum Erkek ailenin Bilmiyorum reisidir Katılmıyorum TOPLAM Kayıp veri: 16 x2=4.301 df=2 Derneklerde çalıĢanlar Derneklerde çalıĢmayanlar % 70 % 84 % 6,7 %3 % 23,3 % 13 % 100 (30) % 100 (1131) p=0,116 Not: *p<.05, **p<.0, ***p<.001 Tablo.12‘ye bakıldığında yapılan chi-kare testi sonucunda ―erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin kadınların dernekte çalıĢma durumlarına göre anlamlı düzeyde (P>0.005) farklılaĢmadığı tespit edilmiĢtir. Katılımcılar içerisinde derneklerde çalıĢanların % 70‘i, derneklerde çalıĢmayanların ise % 84‘ü katılıyorum yanıtı verdikleri görülmektedir. Önemli bir sosyal hayata katılım dinamiği olan dernekte çalıĢma durumu söz konusu olduğunda bile kadınların toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin tutumlarında önemli bir değiĢim olmadığı görülmektedir. Tablo.8‘deki dernekte çalıĢma durumuna göre ―kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ argümanına iliĢkin tutumlarıyla ―erkek ailenin reisidir‖ 104 argümanına iliĢkin tutumları kıyaslandığında, erkeğin rolüne iliĢkin tutumlarının yine daha katı olduğu görülmektedir. Dernekten çalıĢan kadınların % 45,2‘si ―kadın kocasının sözünden çıkmaz‖ argümanına katıldığını belirtirken, söz konusu ―Erkek ailenin reisidir‖ argümanı olduğunda bu oran %70‘e çıkmaktadır. Kadınların toplumca kendilerine tanımlanan rol ve tutumlarında, eğitim düzeyi, çalıĢma durumu, kursa gitme ve derneklerde çalıĢma gibi sosyal hayata katılım dinamiklerinin etkisiyle biraz daha değiĢebilir olduğu görülmektedir. Fakat erkeğe iliĢkin toplumca biçilen rol ve tutumlarda daha katı değer yargılarına sahiptirler. SONUÇ: Hakkâri‘de yaĢayan kadınların geleneksel rollere iliĢkin tutumları ile sosyal hayata katılımları arasındaki iliĢkinin incelendiği bu çalıĢmada Ģu sonuçlara ulaĢılmıĢtır: ―Kadın kocasının sözünden dıĢarı çıkmaz‖ düĢüncesinin kadınların eğitim, çalıĢma, kursa gitme ve boĢ zamanlarda derneklerde çalıĢma durumuna göre farklılık gösterdiği tespit edilmiĢtir. Kadınların eğitim düzeyinin yüksek olması, çalıĢma hayatına katılması, kursa gitmesi, derneklerde çalıĢması gibi dinamiklerin toplumsal cinsiyet rollerine iliĢkin içselleĢtirmelerini azalttığı sonucuna ulaĢılmıĢtır. ―Erkek ailenin reisidir‖ düĢüncesinin kadınların eğitim düzeyine göre farklılık gösterdiği, fakat çalıĢma, kursa gitme ve boĢ zamanlarda derneklerde çalıĢma durumlarına göre farklılık göstermediği tespit edilmiĢtir. Öte yandan araĢtırma bulgularına göre kadına dair ataerkil yargıların erkeğin rolüne dair ataerki yargılarla kıyaslandığında daha esnek ve değiĢime açık olduğunu gözlenmektedir. Bu durumu Yaraman (2010) çalıĢmasında Ģu Ģekilde açıklar: Ataerkil kültürel kodlar erkeğe ait değerlerin yüceltilmesinden oluĢur ve tabii ki böylece cinsiyetler arasında bir hiyerarĢi yaratır. Erkeğe atfedilmiĢ tüm özelliklerin olumlandığı, kadına atfedilmiĢ tüm özelliklerin olumsuzladığı yahut kadının erkeğe tabiiyetini meĢrulaĢtırdığı kültürel atmosferdir söz konusu olan. Bu anlamda kadının erkeğe bağımlılığının olağan kabul edildiği ataerkil yapıda erkeğe ait değerlerin yüceltilmesi Bourdieu‘nun kavramsallaĢtırdığı ―eril tahakküm‖ hâkimiyetini cinsiyetler arası farklılıktan aldığı söylenebilir. Kadınlar ise bu hâkimiyeti olağan aynı zamanda zorunluluk hissetmeden fakat bilinçsiz bir biçimde kabul ederler (Öztimur, 2010:595). Kadının eğitim düzeyi, çalıĢma durumu, dernekte çalıĢması veya kursa gitmesi yani sosyal sermayesinin kültürel sermayesi ile iliĢkisi bu anlamda toplumsal alanda erkekler eĢit konumda olma bakımından bir avantaj sağlamamaktadır. Bourdieu‘nun alan kavramını hatırlanacak olursa, faillerin farklı sermaye türlerini kullanarak (ekonomik, toplumsal, kültürel ve simgesel) farklı alanlarda mücadele etmeleri olarak tanımlanmıĢtı (Bourdieu ve Wacquant, 2010,103). Bu anlamda bakıldığında Hakkâri‘de yaĢayan kadınların sosyal sermayesi ve kültürel sermayesinin toplumsal alanda erkekler ile eĢit konumda olmasında bir etkisinin olmadığı hatta kültürel sermayesinin bu eĢitliğin sağlanmasına ket vurucu bir nitelik gösterdiği görülmektedir. Kadınların içselleĢtirdiği toplumsal cinsiyet rollerinin zorlama ile değil Connell‘ın ifadesiyle hegomonik olduğu söylenebilir. Connell‘a göre erkeklerin kadınlar üzerindeki hâkimiyetihegomoniktir, yani zora ve güce dayanmaz, bunun yolu da kültürel dinamikler vasıtasıyla sağlanır (aktaran, BaĢak, 2010). Toplumun en küçük birimi olan aile içerisinde pratikler ile yeniden üretilen ataerkil yapının uzantılarını kadınlar diğer bütün toplumsal yapılarda yansımalarını deneyimlemektedir. Erkeklerin ev içi alandan, kamusal alandaki tüm karar alma mekanizmalarına kadar hegomonik gücü ataerkil yapının yeniden üretimini sağlamaktadır. Kadınlar da Bourdieu (2001)‘un kavramsallaĢtırdığı ―sembolik Ģiddet‖i kendi habituslarında içselleĢtirerek sistemin devamlılığını sağlamaktadırlar. Erkeğin kadın üzerindeki hegomonik gücünün yeniden üretiminde, ataerkil yapının yansıması olan eğitim sistemi (Arslan, 2000; Helvacıoğlu, 2006; GüneĢ-Ayata ve Acar, 2012), karar alma mekanizmalarındaki erkek egemen yapı (Alican, 2007;ġentürk, 2012), medya (özellikle reklamlar ve diziler) (Timisi, 1997; Mora, 2005) gibi toplumsal yapılar önemli bir yere sahiptir. Bu yapıların hemen 105 hemen her alanına sinmiĢ olan cinsiyetçilik sistemin devamlılığını sürdürülmesine katkıda bulunmaktadır. Bu anlamda bakıldığında erkeğin rolünü belirleyen ve bunun üzerinden kadını kısıtlayan yargılarla savaĢmak daha zor gibi görünmektedir. Ama baĢlangıç olarak kadın rollerinin değiĢimine yönelik politikalar geliĢtirmek anlamlı olabilecektir. Özellikle Hakkâri ili özelinde kadınların toplusal alanda eĢitliğini sağlamaya yönelik eğitim, istihdam ve sosyal hayata katılıma yönelik atılımların gerçekleĢtirilmesi gerek bölge özeli gerekse ülke için önemli bir husustur. Fakat yukarıda tartıĢılan içselleĢtirilmiĢ rollere bakıldığında bunun kendi baĢına yeterli olmadığını görülmektedir. Bunun için ise uzun vadeli bir toplum mühendisliğine ihtiyaç duyulmaktadır. Kadınların politika üretme ve karar alma sürecine tam katılımının sağlanması toplumsal cinsiyet eĢitliğinin sağlanmasına yönelik atılacak en önemli adımdır. KAYNAKÇA Alican, A. (2007). Kamu Memur Sendikalarında ÇalıĢan Yönetici Kadınlar. Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta. AltınbaĢ, D. (2006). Feminist TartıĢmalarda Liberal Feminizm. Kadın AraĢtırmaları Dergisi syf: 2152, sayı:9. Arslan, ġ. A. (2000). Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik. BaĢbakanlık. Ashall, W. (2004). Masculine Domination: Investing in Gender. Studies in Social and Political Thought, 21-39, http://musicdoc.org.uk/cspt/documents/issue9-2.pdf alanından eriĢim 23.07.2013. BaĢak, S. (2010). Cinsiyet Rolleri FaklılaĢması ve Toplumsal Cinsiyet EĢitsizliği. Kamuda Sosyal Politika Dergisi, yıl:4, sayı/no:12. Beauvoir, S. De (1981). Kadın Evlilik Çağı. (Çev.) B. Onaran, Payel Yayınları, Ġstanbul. Bener, Ö, Günay, G. (2012). Gençlerin Evlilik ve Aile YaĢamına ĠliĢkin Tutumları. Karabük Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, cilt:2, sayı:1. Bora, A. ve Üstün, Ġ. (2005). Sıcak Aile Ortamı: DemokratikleĢme Sürecinde Kadın ve Erkekler. Tesev Yayınları, Ġstanbul. Bourdieu, P. (2001).Masculen Domination. Stanford University Press Bourdieu, P, Wacquant, L.J.D. (2007). DüĢünümsel Bir Antropoloji Ġçin Cevaplar. (çev) Nazlı Ökten, ĠletiĢim Yayınları, Ankara. Calhoun, C. (2010). Bourdieu Sosyolojisinin Ana Hatları. Ocak ve Zanaat: Pierre Bourdieu Derlemesi içinde syf: 77-131, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul Connell, R.W. (1998), Toplumsal Cinsiyet ve Ġktidar.çev: C.Soydemir, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul. Dedeoğlu, S. (2000). Türkiye‘de Toplumsal Cinsiyet Rolleri Açısından Türkiye‘de Aile ve Kadın ve Emeği. Toplum ve Bilim Dergisi, sayı:86, syf: 139-171. Demren, Ç. (2003). Erkeklik, Ataerkillik ve Ġktidar ĠliĢkileri. Toplumsal Cinsiyet, Sağlık ve Kadın. Donovan, J. (2010). Feminist Teori: Amerikan Feminizminin Entelektüel Kökenleri. çev: A.Bora, M. Gevrek ve F.Sayılan, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul. Ersoy, E. (2009). Cinsiyet Kültürü Ġçerisinde Kadın ve Erkek Kimliği: Malatya Örneği. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt:19, sayı:2, sayfa:209-230. Ersöz, A. G. (2012). The Role of University Education in The Determination of Gender Perception: The Case of Gazi University. Procedia-Social and Behavioral Sciences , 401-408. Gezgin, E. (2012). Simone De Beauvoır‘da Ġkinci Cins ve AĢkınlık Kavramı. Sosyoloji Notları Dergisi, 39-47. 106 Gupta, V. K. , Turban D.,Vasti, A. ve Sikdar A. (2009). The Role of Gender Stereotypes in Perceptions of Entrepreneurs and Intentions to Become and Entrepreneur. Entrepreneurship Theory and Practice, vol.33 (2), pp: 397-417. Günay, G. & Bener, Ö. (2011). Kadınların Toplumsal Cinsiyet Rolleri Çerçevesinde Aile Ġçi YaĢamı Algılama Biçimleri. Türkiye Sosyal AraĢtırmalar Dergisi, (3), 157-171. GüneĢ-Ayata, A.,Acar F. (2012). Disiplin, BaĢarı ve Ġktidar: Türk Ortaöğretiminde Toplumsal Cinsiyet ve Sınıfın Yeniden Üretimi. D. Kandiyoti ve A.Saktanber (ed.). Kültür Fragmanları içinde 101-123, Metis Yayınları: Ġstanbul. Hassanpour, A. (2005). Kürt Dilinde Ataerkilliğin (Yeniden) Üretilmesi. Devletsiz Ulusun Kadınları: Kürt Kadını Üzerine AraĢtırmalar içinde:307-356, Avesta Yayınları, Ġstanbul. Helvacıoğlu, F. (1996). Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik, 1928-1995 (Vol. 179), Kaynak Yayınlar. Kahraman, D.S. (2010). Kadınların Toplumsal Cinsiyet EĢitsizliğine Yönelik GörüĢlerinin Belirlenmesi. Dokuz Eylül Üniversitesi HemĢirelik Yüksekokulu Elektronik Dergisi, (3) 1, 3035. Kandiyoti, D. (2011). Cariyeler, Bacılar, YurttaĢlar: Kimlikler ve Toplumsal DönüĢümler. Ġstanbul: Metis Yayınları. Kapız, Serap S. (2002), ―ĠĢ ve Aile YaĢamı Dengesi ve Dengeye Yönelik Yeni Bir YaklaĢım: Sınır Teorisi‖, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, cilt:4, sayı:3. Karadağ, A., Sabancılar, S. (2012). Toplumsal Cinsiyet‖ten ―Çoklu-KesiĢen Farklılıklar‖a KüreselleĢme ve Kadın. Turgut Özal Uluslararası Ekonomi ve Siyaset Kongresi-II: Küresel DeğiĢim ve DemokratikleĢme, 90-101. KSGM (2009). Toplumsal Cinsiyet EĢitliği Ulusal Eylem Planı. TC. BaĢbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Ankara. Mcnay, L. (1999). Gender, Habitus an The Field: Pierre Bourdieu and the Limits of Reflexivity. http://tcs.sagepub.com/content/16/1/95 alanından erişim: 19.07.2013 Mora, N. (2006). Kitle iletiĢim Araçlarında Yeniden Üretilen Cinsiyetçilik ve Toplumda Yansıması. International Journal of Human Science , 2(1). Morsünbül, B. C. Toplumsal Cinsiyet Rolleri ve Feminist Etik: Kramer Kramer‘e KarĢı Filminin Özen Etiği (Care Ethic) Bağlamında Ġncelenmesi. http://eviciadalet.org/attachments/article/84/%C3%96zen%20Eti%C4%9FiKramer%20Kramer'e%20Kar %C5%9F%C4%B1%20Bilgen%20Cennet%20Mors%C3%BCnb%C3%BCl.pdf alanından eriĢim: 21.07.2013. Mottier, V. (2002). Masculen Domination: Gender and Power in Bourdieu‘ Writings.http://fty.sagepub.com/content/3/3/345.short alanından eriĢim: 23.07.2013 Neuman, W.L. (2012). Toplumsal AraĢtırma Yöntemleri: Nitel ve Nicel YaklaĢımlar. çev: Sedef Özge, Yayınodası Toplumbilim Dizisi, Ġstanbul. Ökten, ġ. (2009). Toplumsal Cinsiyet ve Ġktidar: Güneydoğu Anadolu Bölgesinin Toplumsal Cinsiyet Düzeni. Uluslar arası Sosyal AraĢtırmalar Dergisi, sayı 2/8, syf: 302-312. Özsöz, C. (2008). Kültürel Feminist Teori ve Feminist Teorilere GiriĢ. Sosyoloji Notları Dergisi, 5156. Öztimur, N. (2010), ―Feminist Teoride Pierre Bourdieu TartıĢmaları‖, Ocak ve Zanaat: Pieerre Bourieu Derlemesi içinde:581-605, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul. Sancar, S. (2011). Erkeklik:Ġmkansız Ġktidar: Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler. Metis Yayınları, Ġstanbul Sayer, H. (2011). Toplumsal Cinsiyet EĢitliğine Erkeklerin Katılımı. Uzmanlık Tezi Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Ankara. 107 ġentürk, Ġ. (2012). Üniversitede Kadın Olmak: Akademik Örgütte Toplumsal Cinsiyet Sorunu: Nitel Bir ÇalıĢma. Kadın/Woman, cilt:13, sayı:2, 13-46. Tatlıcan, Ü. ve Çeğin, G. (2010),‖Bourdieu ve Giddens: Habitus veya Yapının Ġkiliği‖, Ocak ve Zanaat: Pierre Bourdieu Derlemesi içinde syf: 303-367, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul. Timisi, N. (1997). Medyada Cinsiyetçilik. TC BaĢbakanlık Kadının Sorunları ve Statüsü Genel Müdürlüğü, Ankara. TUĠK (2011),http://rapor.tuik.gov.tr/reports/rwservlet?adnksdb2&ENVID=adnksdb2Env&report=wa _turkiye_il_yasgr.RDF&p_il1=30&p_kod=2&p_yil=2011&p_dil=1&desformat=html UNDP (2013), 21.07.2013 http://www.undp.org.tr/Gozlem3.aspx?WebSayfaNo=4946alanından eriĢim: Wacquant, L. (2007). Pierre Bourdieu: Hayatı, Eserleri ve Entelektüel GeliĢimi. Ocak ve Zanaat: Pierre Bourdieu Derlemesi içinde (53-77) der. (G. Çeğin ve diğ.). ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul. Walby, S. (1989). Theorising Patriarchy.http://soc.sagepub.com/content/23/2/213 alanından eriĢim 20.07.2013. Yaraman, A. (2008). Yanılsamanın Neresindeyiz? ĠçselleĢtirilmiĢ Cinsellikten Farkındalığa. KüreselleĢme, DemokratikleĢme ve Türkiye Uluslararası Sempozyumu Bildiri Kitabı, Gazi Kitabevi, Ankara. Yaraman, A. (2010). Modern Ataerkil ToplumsallaĢma: ―Erkeksi‖, ―Erkekçi‖ Kadınlar , F. ÇobanDöĢkaya (Ed.) 21. Yüzyılın EĢiğinde Kadınlar, DeğiĢim ve Güçlenme, Dokuz Eylül Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayını, Ġzmir, syf: 257-265. 108 AMFĠ 9 OTURUMU ÇALIġMA-EMEK-III: ÜCRETLĠ KADIN EMEĞĠ 109 110 KÜRESELLEġME VE KIRSAL KADIN EMEĞĠ: RAPANA VENOSA ÜRETĠM ZĠNCĠRĠ ÜZERĠNDEN BĠR VAKA ANALĠZĠ AyĢe GÜNDÜZ HOġGÖR1 Miki SUZUKĠ HĠM2 ÖZET Karadeniz Bölgesi‘nde kırsal alanda yaĢayan yoksul kadınlar tarım ve hayvancılık dıĢı üretim faaliyetlerine de katılır. DıĢarıya ağ ören balıkçı eĢleri olduğu gibi zaman zaman eĢleriyle balığa çıkan kadınlar da vardır. Bölgede ayrıca kadınlar balık temizleme ve paketleme gibi üretim faaliyetleri yapan firmalarda istihdam edilir. Rapana Venosa (deniz salyangozu) üretiminde kadınların çalıĢması da benzer bir istihdam alanını oluĢturur. 1940‘larda Doğu Asya (Japonya) sularından tankerlerin altında Karadeniz‘ e girdiği tahmin edilen Rapana Venosa deniz dibinde midyelerin üstünü kapatarak, Karadeniz‘de özgün balık türünde azalma yarattığı ve ekolojik dengeyi bozduğu varsayımıyla ―istilacı tür‖ sınıflamasında yer alır. 1980‘lerden sonra küresel yeni dünya düzeninde ihracat temelli ürünlerin çeĢitlenmesi ve ülkeler arası ortak üretim alanların yaratılmasıyla, Rapana Venosa‘ nın Japonya, Kore ve Çin‘e ihracatı baĢladı. Böylece bu özgün Vaka ekolojik yaklaĢımla kırsal kalkınma yaklaĢımını buluĢturdu. Bu yaklaĢım Rapana Venosa‟nın ihracat ürünü olması Karadeniz üzerindeki ekolojik baskıyı azalttığını ve aynı zamanda yoksul balıkçılara ve kırsal kadına istihdam alanı yarattığını varsayar. Bu yaklaĢımdan hareketle çalıĢma Türkiye ve Japonya arasında yer alan Rapana Venosaküresel üretim zincirini ve bu zincirde kırsal kadının konumunu araĢtırmaktadır. AraĢtırma iki aĢamada yürütülmüĢtür. Birinci aĢamada Samsun kırsalında yer alan Rapana Venosa üretim iĢletmelerinde Karaağaç ve Ayvancık köylerinden gelen kırsal kadınların sosyo-ekonomik konumları iĢletme sahipleri, çalıĢan kadınlar ve yetkililerle derinlemesine yapılan yüz yüze mülakatlarla irdelenmiĢtir.3 Ġkinci aĢama ise Tokyo‘da 2012 yazında gerçekleĢtirilmiĢtir. Bu aĢamada Japonya‘daki üretim zincirine yönelik veriler elde edilmiĢ ve üretim zincirindeki kadın emeğinin payı irdelenmiĢtir. . AraĢtırma bulguları küresel Rapana Venosa üretiminin kayıtlı ekonomik bir sektör olmadığını yansıtmaktadır. Ayrıca bu esnek üretim zinciri ucuz kırsal kadın emeğine dayanmasına rağmen, bu emekte esnek ve görünmezdir. ABSTRACT In Black Sea rural areas, there are women who participate in non-agricultural production. While there are fishers‘ wives who wave fishing nets for market, some women go out to sea for fishing with their husbands. Some women are employed in seafood-processing factories.RapanaVenosa (whelks) productionis also a sector where rural women are employed. RapanaVenosa, which arrivedin the Black Seafrom Far East Asian seas by ballast water in the 1940s, arecategorised as a ―marine invader.‖They are considered to be endangering native species by consuming large numbers of mussels and other bivalves and threatening the Black Sea‘s ecological balance.In the context of the diversification of export-oriented products and the globalisation of production since the 1980s, RapanaVenosa began to be exported to Japan, Korea and China. This specific ―case‖ is thus a crossroad of ecology and rural development. These two approaches assume that the exportation of RapanaVenosa reduces their ecological pressure in the Black Sea and create employment opportunities for poor rural women. Our study explores the global production chain of RapanaVenosa between Japan and Turkey and rural women‘s position in this process. The research was conducted in two phases. In the first phase, women workers‘ socio-economic statuses were investigated through in-depth interviews with owners, managers and women workers of the factories in KaraağaçandAyvacık villages in Samsun. A research in the second phase was conducted in summer 2012 in Tokyo. Data regarding the RapanaVenosa production chain in Japan were collected in this research. Research findings show that the global 1 Prof. Dr., Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected] Yrd.Doç.Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected] 3 AraĢtırma AB 7. Çerçeve Programı KnowSEAS projesi kapsamında yürütülmüĢtür. 2 111 RapanaVenosa production bears many characteristics of informal economy. The flexible production chain relies on rural women‘s cheap labour which is flexible and invisible. Keywords: Globalisation, Rural Women‟s Labour, Black Sea, Japan, RapanaVenosa GĠRĠġ Türkiye‘de kırsal kadın iĢgücünün önemli bir bölümünü oluĢturur. Kadınlar tarım ve hayvancılık gibi tarımsal üretim faaliyetlerine katılıyor.AraĢtırmalar, özellikle son yarı yüzyılda erkeklerin köy dıĢı emek göçüne katılmalarından ötürü geride kalan kırsal kadınların iĢ yüklerinin arttığını yansıtıyor. Yine de kırsal ekonomide kadın emeği değerin altında yansımakta ve görünmez emek ―ücretsiz aile iĢçisi‖ olarak sınıflandırılıyor ve kadınların ekonomik kaynaklara sınırlı eriĢimleri devam ediyor. Son yıllarda tarım faaliyetlerinin yanı sıra kırsal kadın emeği küresel üretim süreçlerine de katılıyor. Benzer biçimde Karadeniz bölgesinde deniz ürünleri iĢletmelerinde, özellikle hamsi ve deniz salyangozu (Rapana Venosa) üretiminde, köylerden kadınlar istihdam ediliyor. Kırsal kadının tarım dıĢı ekonomiye katılımı yeni istihdam biçimini ve kırsal ekonomide, sosyal yaĢamda bazı değiĢiklikleri de iĢaret ediyor. Ancak, Türkiye‘de kırsal kalkınma yazınında cinsiyete dayalı iĢ bölümü üzerine önemli araĢtırmalar bulunmasına rağmen; yine de kırsal kadının tarım dıĢı ekonomik iĢgücüne ücretli katılmasının üzerine yeterli çalıĢmaya rastlamıyoruz. ĠĢte bu boĢluktan hareketle, mevcut çalıĢma ücretli kırsal kadın emeğinin yerel ve küresel boyutta durumunu araĢtırmayı hedefliyor. ÇalıĢmada Karadeniz Bölgesi‘nde kırsal alanda yaĢayan yoksul kadınların tarım ve hayvancılık dıĢı üretim faaliyetlerinden biri olan Rapana Venosa (deniz salyangozu) küresel üretiminde istihdam deneyimleri, bunun toplumsal yansımalarını ve küresel emek zinciri irdeleniyor. KAVRAMSAL ÇERÇEVE 1950‘ ler den itibaren süregelen kırsal dönüĢüm küresel ekonomiye, tarımda makineleĢmeyi ve kırdan kente göçü içerdi. Kırsal kadın ise ne yazık ki bu sürecin oldukça dıĢında kalmıĢtır. AraĢtırmalar arazinin, modern tarım teknoloji kullanımının, piyasa ve paraya ulaĢımının erkekler tarafından kontrol edildiğini yansıtıyor (Morvaridi 1993; Sirman 1995; Ertürk 1995). Ancak, 1970‘lerden itibaren yeni uluslararası iĢbölümünün etkisiyle kalkınmakta olan ülkelerdeki kadınlar bu sürece katılmaya baĢladı.. Karadeniz Bölgesi‘ndeki kırsal kadında bu küresel emek sürecin parçası oldu (Gündüz HoĢgör, 2011). 1990‘lardan itibaren dondurulmuĢ deniz salyangozu Karadeniz Bölgesi‘nden Doğu Asya‘ya ihraç ediliyor. 1940‘larda Doğu Asya (Japonya) sularından tankerlerin altında Karadeniz‘ e girdiği tahmin edilen Rapana Venosadeniz dibinde midyelerin üstünü kapatarak, Karadeniz‘de özgün balık türünde azalma yarattığı ve ekolojik dengeyi bozduğu varsayımıyla ―istilacı tür‖ sınıflamasında yer aldı. 1980‘lerden sonra küresel yenidünya düzeninde ihracat temelli ürünlerin çeĢitlenmesi ve ülkelerarası ortak üretim alanların yaratılmasıyla, Rapana Venosa‘ nın Japonya, Kore ve Çin‘e ihracatı baĢladı. Böylece bu özgün Vaka ekolojik yaklaĢımla kırsal kalkınma yaklaĢımını buluĢturdu. Bu yaklaĢım RapanaVenosa‟nın ihracat ürünü olması Karadeniz üzerindeki ekolojik baskıyı azalttığını ve aynı zamanda yoksul kırsal kadına istihdam alanı yarattığını varsaydı. Deniz salyangozu Türkiye‘de tüketilmiyor ve Bu canlı türüne Doğu Asya denizlerinde az miktarda olmakla birlikte hala rastlanıyor. Yine de, deniz salyangozu Karadeniz bölgesinde toplanması ve kırsal kadın tarafından ayıklanıp, paketlenip ve dondurulmuĢ gıda olarak Doğu Asya‘ya ihraç edilmesinde kırsal kadının ucuz ve esnek emeği önemli katkı sağlıyor (Gündüz HoĢgör ve Suzuki Him, 2012). Türkiye‘de kırsal kadın iĢgücünün önemli bir bölümünü oluĢturur. Hane içi emeğin yanı sıra tarım ve hayvancılıkla ilgili faaliyetleri yürütür. Özellikle 1970‘ lerden itibaren kırsal alandan erkeklerin kentlerde çalıĢma nedeniyle göç etmeleri kırsal alanda geride kalan kadınların yükünü arttırdı. (Azmaz 1984; Incirlioğlu 1993). Fakat, tüm bu ağır çalıĢmaya rağmen kırsal alanda kadın emeği hala görünmez; kadınların kaynaklara ulaĢımları sınırlıdır. Son otuz yılda ĢehirleĢme ve tarım sektörünün gerilemesinden ötürü hem kadın hem de erkeklerin iĢgücüne katılım oranları azaldı (Gündüz-HoĢgör 2011). Yine de iĢgücüne katılan her iki kadından birisi kırsal alanda ücretli aile iĢçisi konumunda 112 istihdam ediliyor (Gündüz-HoĢgör and Smits 2008). Yani, kırsal kadının tarım dıĢı ücretli iĢi geleneksel olarak henüz bilinmemekte ve kırsal ekonomi ve sosyal yaĢamda değiĢim iĢaret etmektedir. Toplumsal cinsiyete dayalı iĢbölümüyle ilgili önemli bir yazın bulunmasına rağmen, kırsal kadının ücretli tarım dıĢı faaliyetlerinde çalıĢması nadir araĢtırma konusu oluĢturmaktadır. Kadının ücretli iĢgücüne katılması ve güçlenmesi kalkınma ve toplumsal cinsiyet yazınında önemli konular arasında yer alır. Bugün kadın iĢgücü ve kadının güçlenmesi arasındaki iliĢki hakkında bildiklerimiz karmaĢıklık ve çeliĢkileri içerir. Kalkınma kuramında kadın konusu üzerinde üç yaklaĢımdan bahsetmek mümkündür: Kalkınmada Kadın Yaklaşımı (Women in Develpment, WID); Kalkınma ve Kadın Yaklaşımı (Women and Development, WAD); ve Toplumsal Cinsiyet ve Kalkınma (Gender and Development, GAD) YaklaĢımı. Kalkınmada Kadın yaklaĢımı (WID) ModernleĢme Teorisine dayanır. Bu yaklaĢım kadının görünmez ancak anlamlı katkısının altını çizer. Kadınların daha etkin biçimde ekonomiye katılmalarını vurgular. Kadınların düĢük toplumsal statülerini geleneksel kültürel değerlere bağlar. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet eĢitsizliğinin modernleĢme ile ortadan kalkacağını varsayar. Kalkınma ve Kadın yaklaĢımı (WAD) ise Marksist-Feminist kurama dayanır ve kadınların gelir getirici faaliyetlere katılmalarıyla toplumsal cinsiyete dayalı eĢitsizliğin giderilebileceğini vurgular. Bu kuram ise kadınların ücretli iĢgücüne katılmalarının hem evde (yeniden üretim sürecinde) hem de dıĢarıda (üretim sürecinde) çalıĢmalarından ötürü ―ikili bir yük‖ oluĢturacağı gerçeğini göz ardı eder (Boserup, 1970). Toplumsal Cinsiyet ve Kalkınma yaklaĢımı (GAD) ise sosyalist-feminist kurama dayanarak cinsiyete dayalı ev içi ve ev dıĢı eĢitsiz iĢbölümünün altını çizer. Sadece kadınların ev dıĢındaki ücretli iĢgücüne katılmalarının yeterli olmadığını; aynı zamanda erkeklerinde ev içi iĢleri üstlenmelerinin gerekliliğini öne sürer (Gündüz-HoĢgör 2001). Yalnız kadınların ücretli iĢgücüne katılmalarıyla toplumsal cinsiyete dayalı eĢitsizlik giderilememektedir. Yine de bu durum geleneksel sosyal yapıda bazı değiĢimleri beraberinde getirir. Bu değiĢimlerin kadınların hayata yansıma biçimi sosyal ve kültürel içeriklere göre farklılık gösterir. Tüm bu nedenlerden ötürü araĢtırmalar aracılığıyla derlenecek yeni bilgi önemlidir. ĠĢte bu çalıĢma böyle bir amaca yönelik tasarlanmıĢtır. YÖNTEM Bu araĢtırma kırsal kadının deniz ürünleri iĢletmelerinde ücretli olarak çalıĢmasının kadının statüsü üzerine etkisini ve küresel değer içerisindeki yerini araĢtırmayı hedeflemektedir. AraĢtırmanın iki hedefi vardır. Ġlk hedefi, deniz ürünleri iĢletmelerinde kırsal kadınların ücretli çalıĢma koĢulları (çalıĢma saatleri, ücretler, çalıĢma koĢulları, sosyal güvenlik, kadınların çalıĢmalarına yönelik algıları ve zor olan çalıĢma koĢullarıyla baĢa çıkma stratejileri) irdelemektir. Ġkinci hedefi ise kadın emeğine dayalı ürünün küresel değer zinciri incelemektedir. Bu bir ―vaka‖ inceleme çalıĢmasıdır. Bu çalıĢmanın bulguları genellenemez, ancak kırsal kadının ücretli çalıĢması hakkında geçerli yeni bilgi sunar. AraĢtırma üç alanda yürütüldü; Sinop-Karaağaç köyü, Samsun/ÇarĢamba-Ayvacık köyü ve Tokyo/Japonya. Sinop-Karaağaç ve Samsun-Ayvacık köylerindeki deniz ürünleri fabrikasında çalıĢan 31 kadınla ve 3 fabrika yöneticisiyle yüz yüze görüĢmelerle yürütülen çalıĢmada araĢtırmanın ilk sorunsalı incelendi. Bu aĢamada kadınların geldikleri köyler ayrıca ziyaret edildi ve daha önce çalıĢan bazı kadınlarla da görüĢmeler gerçekleĢtirildi. Kadınların görüĢmelere dahil olmasında kartopu örneklem yöntemi kullanıldı. Yani kadın iĢçiler rastgele seçilmedi. Ancak, görüĢmelerde iĢ deneyimi farklarını anlayabilmek için farklı yaĢ grubundan kadınlar örnekleme dâhil edildi. Makalede bu veriler ile alanda derinlemesine mülakatlara dayanarak elde edilen bulgular karĢılaĢtırılarak sunulacaktır. Ġkinci aĢamada ise bu bulgulara Japonya‘da ki alan çalıĢması mülakat sonuçları eklenecektir. Böylece, Türkiye‘de kırsalından derinlemesine görüĢmelerden elde edilen nitel bulgular Tokyo pazarına yönelik Japonya‘da elde edilen bulgularla eklemlenerek ve karĢılaĢtırılarak analiz edilecektir. Karaağaç Köyü Samsun-Sinop yolu üzerinde Dikmen ilçe sınırı içerisinde yer alır. Köyün ortalama hane büyüklüğü 4-5 arasındadır; köy ortalama 2000 nüfusa sahiptir. Köyden Ġstanbul, Samsun gibi büyük kentlere göç etmiĢ haneler vardır; bazı hanelerin ise Almanya‘ya iĢçi olarak gitmiĢ 113 yakınları bulunmaktadır. Köydeki kadınlar temel tarım üretimi olarak fındık ve buğday üretimine katılmaktadır. Deniz Ürünleri fabrikası Sinop-Durağan ilçe sınırında dağın yamacındadır. Fabrikada yukarı dağ köylerinden gelen iĢçi kadınlarda istihdam edilmektedir. Bu kadınlar göreceli olarak daha yoksul hanelerden gelen kadınlardır (Gündüz-HoĢgör, 2000). Ayvacık-ÇarĢamba fabrikası ise Samsun ile Ordu arasında yer almakta ve köyün altyapısı ve konumu Karaağaç-Sinop köyünden göreceli olarak daha iyi konumdadır. Ġki yerleĢkede de kadınlar özel minibüslerle fabrikalara taĢınmaktadır. Özel ulaĢım köylerin Muhtarları tarafından organize edilmektedir; örneğin Ģoförler muhtarın ailesinden biri ya da akrabasıdır. Muhtarlar bir biçimde ―aracı‖ konumunda fabrikaya kadın iĢçi bulma ve taĢıma fonksiyonunu yürütmektedir. Bu durum özellikle fabrika sahibi (iĢveren) ile iĢçinin ―güvenliği‖ açısından önemlidir. Kadınların kolay iĢ bulmalarını sağlamakla birlikte, aynı zamanda onların üzerinde sosyal baskı ve kontrol yaratabilmektedir. Örneğin, bazı kadınlar iĢveren ya da muhtarın yanında konuĢmaktan çekinmiĢ ve araĢtırmaya katılmayı ret etmiĢtir. Özellikle mülakatların ses kayıtlarının alınmasında zorluk yaĢanmıĢtır. GörüĢmeler yarım saat ile 3 saat arasında değiĢmiĢtir. AraĢtırmanın yöntem açısından bir diğer önemli boyutu ise etnografik saha çalıĢması içermesidir. Örneğin, kadınlar fabrikada çalıĢırlarken yapılan iĢin her aĢaması gözlenmiĢ; çalıĢma koĢulları (sıcaklık, kötü koku vs.) bizzat deneyimlenmiĢtir. BULGULAR AĢağıdaki bölümde temel bulguları üç bölümde tartıĢacağız. Ġlk bölümde, Karadeniz Bölgesi kırsalındaki deniz ürünleri fabrikalarında çalıĢan kadınların deneyimleri sunacağız. Ġkinci kısımda ise bu ürünün Türkiye-Japonya değer zinciri aktaracağız. Böylece kadın emeğinin küresel üretimdeki yerinin tartıĢmamız mümkün olacaktır. a) Rapana Venosa KüreselÜretim Zincirinde Karadeniz Kırsal Kadınının Ġstihdamı ÇalıĢma KoĢulları Kırsal kadının tarım dıĢında deniz ürünleri fabrikalarında çalıĢma nedeninin baĢında para kazanmak ve yoksullukla mücadele etmek yer almaktadır. Karaağaç-Sinop köyünde yaklaĢık 80 kadın çalıĢırken, Ayvacık-Samsun üretiminde ortalama 100 kadın istihdam edilmektedir (Tablo 1). GörüĢmelerde, geçmiĢte bu fabrikada çalıĢan kadınların sayısının 250‘e ulaĢtığı belirtilmiĢtir. Kadınların yaĢ dağılımları değiĢmekle birlikte birçoğu genç ve bekârdır. Bazıları iĢletmelerde 1012 yaĢlarında çalıĢmaya baĢladıklarını iletmiĢtir ki bu durum geçmiĢte ―çocuk iĢçi‖ çalıĢtırıldığını yansıtmaktadır. Günümüzde fabrikalarda çalıĢan kız çocuklarına nadir rastlanmaktadır. ÇalıĢan kadınların çoğunluğu okul terk ya da ilkokul mezunudur. Rapana VenasaiĢlenmesi son derece zor koĢullarda gerçekleĢmekte, monoton, tekrara dayalı rutin iĢ gerektirmektedir. Örneğin, 100 derece üzerinde olan suya kabuklu Rapana bırakılmakta; haĢlananmıĢ Rapanalar üretim bandının üzerine dökülmekte ve kadınlar tarafından kabukları tek tek ayıklanmaktadır.. Bu iĢ ortalama 8 saat sürmekte ve bazen gece vardiyası gerekmektedir. Bir yöneticiye göre bu iĢe kadınların alınması ―erkeklerin bu kadar uzun süre ayakta, sıkılmadan, böyle rutin bir işi yapamamalarından‖ kaynaklanmaktadır. Ayrıca, yöneticiye göre ―kadınların küçük parmakları küçük Rapanaları kabuklarından ayırmak için daha uygundur‖. 114 Tablo 1: Sinop, Karaağaç Köyü ve Samsun, Ayvacık Köyü Kadın Ġstihdamı ÇalışanKadınSa yısı YaşDağılımı EğitimDurumu Ne üretiyorlar ÇalışmaSaatleri ÇalışmaOrtamı Ücretler SosyalGüvenlik Algı Coping Strategies Bust with KaraağaçKöyüĠĢletmesi 80-90 kadın; yoksuldağköylerinden AyvacıkKöyüĠĢletmesi 100 kadınyakınköylerden 15 – 60 arası ; Çoğunluğugençbekarkadınlar Bazısı 12 yıldırçalıĢıyor GeçmiĢte- çocukiĢgücü Ġlkokulterkya da mezun Rapana (Japonya, Kore) / DondurulmuĢ hamsi 07:00- 17:00; Gerekirsegecevardiyası Ayda 20 günçalıĢma ġirketservislerleköylerdeniĢyerinetaĢınmayısa ğlıyorve öğleyemeği veriyor Aracılar: muhtarlar ĠĢsözleĢmesiyok YöneticitarafındaniĢyerikamerlarlaizleniyor. ÜretimbandınınetrafındaayaktaçalıĢma Monoton, tekraradayalı, ―kirli‖ iĢ Ortalamagünde150 kg rapanatemizleniyor Banyo/duĢvaramakadınlarkullanmıyor 1 kg baĢına 2 TL (gündeortalma 20- 35 TL) Kazançaileyeveriliyorya da kendiihtiyaçlarıiçinharcanıyor BireyselçalıĢma/ Rekabetcokfazla Kollektifhareket yok ancakkazançgöreceliolarakyüksek Sosyalgüvenlikyok Sağlık: yeĢil kart Kötükoku- stigma Yoksulluk Evlilikiçin ―iyi‖ adaydeğil Sağlıklıdeğil Evlenme- iĢibırakma KöydıĢındanbiriyleevlenme Kenteya da uluslarası GÖÇ 18-30 arasıbekarkadınlar Bazısı 10 yıldırçalıĢıyoGeçmiĢteçocukiĢgücü Ġlkokulmezunuveyaüstü DondurulmuĢ hamsi (Yerli pazar, AB) Rapana (olursa) 08:00- 18:00; Gerekirsegecevardiyası 10.5 ay boyuncaayda 20 günçalıĢma ġirketservislerleköylerdeiĢyerinetaĢınmayısa ğlıyorve / öğleyemeğiveriyor Aracılar: muhtarlar ĠĢsözleĢmesiyok They are watched from manager‘s room Bazısıayakta; bazısıoturuyor Monoton, tekraradayalı, ―kirli‖ iĢ Bilgiyok Banyo/duĢvaramakadınlarkullanmıyor Günlükortalama15 TL Ödemelerylıkyapılıyor Kendiihtiyaçlarıiçinya da çeyizparasıolarakbiriktirme Grup çalıĢması/Rekabetaz Kollektifhareketvar; kaznaçdüĢük Yarısosyalgüvenlik Sağlık: yeĢil kart Kötükoku Göreceyoksulluk Evlilikiçin ―iyi‖ adaydeğil Sağlıklıdeğil Evlenme- iĢibırakma Göreceliyükseközgüven GiriĢimcilik-kendiiĢinikurma Karağaç-Sinop fabrikasında kadınlar 07:00-17:00 arasında çalıĢırken; Ayvancık-Samsun‘da iĢe bir saat geç baĢlamakta ve bir saat geç paydos etmektedir (08:00-18:00). Ancak, bu bitiĢ saatleri esneklik içermektedir. Rapana üretimi olmadığı durumlarda iki üretim alanında da hamsi ayıklanmakta ve iĢlenmektedir. Rapana üretiminde kadınlar daha çok tek ve zamana karĢı adeta yarıĢır gibi çalıĢmakta ve temizledikleri miktar kadar ücret almaktadır. Hamsi üretiminde ise kolektif çalıĢmaları mümkündür. Bu durumu kadın iĢçiler iĢverenlerle yaptıkları pazarlıklar sonucunda elde etmiĢtir. Grup olarak çalıĢan kadınlar, aldıkları iĢi grup olarak bitirmekte, ancak sabit ücret almaktadır. Bir diğer ifadeyle, bu üretimde kadınlar Karaağaç iĢletmesiyle karĢılaĢtırıldığında az kazanmakta ancak kolektif ve daha sağlıklı konumda çalıĢmaktadır. Yukarıda belirtildiği üzere, kadınlar fabrikalara özel otobüslerle getirilmektedir. Kadınların çalıĢma talepleri önce Muhtarlara iletilmekte; muhtarlar yöneticilerle bağlantıya geçmekte ve iĢ talebini bildirmektedir. Muhtarın onaylamadığı durumda kadın iĢçinin istihdam edilmesi mümkün olamamaktadır. 115 Ġki fabrikada da kadınlar montaj bandında seri üretim Ģeklinde çalıĢmaktadır. ÇalıĢtıkları odalar kameralarla yöneticiler tarafından gözetlenmektedir. Bu durum Foucault‘un ―panoptikan‖ kavramını hatırlatmaktadır; öyle ki gözetleyen (yönetici) kadınları haberleri olmadıkları her an gözetleyebilmektedir.. AraĢtırma sırasında kadınlar durumdan son derece rahatsız oldukları ve üzerlerinde güçlü kontrol yaratıldığını belirtmiĢtir. Örneğin, gözetlenme korkusundan ötürü iĢ yaparken birbirleriyle konuĢmamaktadırlar; konuĢmaları yöneticinin odasındaki kameralardan TV ekranına yansıdığı durumda sözlü olarak tüm odanın duyacağı Ģekilde uyarılmaktadırlar. Kadınlar adeta ―robot‖ gibi çalıĢıyor olmaktan yakınmakta ve eğer uyarıldıkları davranıĢ devam ederse iĢten çıkartılma korkusu yaĢadıklarını ifade etmiĢlerdir. Böylece kadın iĢçilerin örgütlü hareketi engellemektedir. Kadınların kameralarla gözetlenmelerinin bir diğer ilginç olumsuz etkisi daha vardır. Ġki fabrikada iyi koĢullarda -iĢten önce ve sonra kullanılabilecekleri - banyolar bulunmaktadır; ancak kadınlar bu imkânları kullanmamaktadır. Oysa fabrikalardaki ağır ―koku‖ bir sonraki bölümde tartıĢacağım gibi kadınlar açısından son derece rahatsız edici ve toplumsal sitigma yaratan bir durumdur. Buna rağmen kadınlar iĢ sonrası yıkanmadan fabrikalardan ayrılmayı tercih etmektedir. AraĢtırma sırasında bu durumun nedenini çalıĢan bir kadın çarpıcı biçimde yanıtlamıĢtır: “.. orada da kamera olmadığı nerden bilebiliriz ki !..‖ Ücretler Ġki iĢletmede ücretler açısından da farklar vardır. Karaağaç-Sinop‘da kadınlar tek çalıĢmakta ve kilo baĢına 2 TL ücret almaktadır. Bir günde en az 10 en fazla 15 kg. Rapana temizleyebilmekte; ortalama 20 TL ile 30 TL (10-20 euro) arasında günlük kazanç elde edebilmektedirler. ÇalıĢma ortamı oldukça rekabetçi bir yapıya sahip olduğundan kadınlar arasında dayanıĢma bulunmamaktadır. Ayvacık-Samsun ĠĢletmesinde ise kadın iĢçiler iĢverenle pazarlık etmiĢ ve günlük 15 TL ücrette anlaĢmıĢtır. AntlaĢmanın koĢulu günlük iĢi bitirmektir. Bunun için kadınlar gruplara ayrılmakta ve iĢ bitine kadar hep birlikte çalıĢmaktadır. ĠĢi yavaĢlatan kadın iĢçide diğerleriyle birlikte aynı saatte iĢyerinden ayrılabileceği için iĢ yavaĢlatmayı tercih etmemektedir. Kadınların Karaağaç-Sinop iĢletmesinden daha düĢük ücret almalarına rağmen bu yöntemi daha fazla benimsedikleri gözlenmiĢtir. Böylece, kollektif çalıĢabilmekte, hasta olan zor durumu bulunan kadınlar korunabilmekte, daha da önemlisi kadınlar sosyalleĢebilmektedir. Bu bir biçimde zor çalıĢma koĢullarıyla baĢa çıkma stratejisidir. Ġki iĢletmede de ulaĢım ve öğlen yemekleri iĢverene aittir. Kadınlar aylık ortalama 450 TL (300 Euro) kazanmaktadır. Ailenin yapısına bağlı olarak kadınlar kazançlarını kendilerine harcadıklarını belirtmiĢtir; genç kadınlar için ise temel amaç ―çeyiz‖ parası biriktirmek ve evlenirken aileye yük olmamaktır. Ancak, bazı mülakatlardan gerektiği durumda genç kadınların kazançlarını ailenin ihtiyacına harcadıkları anlaĢılmaktadır. Örneğin; “İşletmede 13 yaşında çalışmaya başladım. Şimdi 21 yaşındayım. İşte önce eti kabuğundan ayırırız, bağırsaklarını temizleriz, yıkarız. Sonra kızlar büyüklüklerine göre sınıflandırırlar.. Fabrikada çalıştığım zamanlar evişi yapmam. Genellikle sabah 08:00 de geliriz, akşam 6‟ya kadar çalışırız. Geçmişde gece vardiyası yaptığımızda oldu. Vardiya zamanı genellikle sabah saat 05:00‟e kadar çalışırdık.. Bazen aynı gün öğlene kadarda devam ederdik. Şimdilerde geceleri çalışmıyoruz zira Rapana tutamıyorlar miktarı azaldı. Yeterince iş olmuyor..Ortalama günlük 15 TL kazanıyorum. Kendi ihtiyaçlarımı karşılıyorum. Geçmişte kazancımı aileme verirdim ama. Önce, mobilya aldık, sonra bu evi yaptık. Bütün kız kardeşlerim benim gibi çalışırdı. Babam şoför, annem evde ya da fındığa gider. Ama artık çalışmak istemiyorum, hastalandım, geceleri rüyamda hep o böcekleri görüyorum, uyuyamıyorum..” Sosyal Güvenlik Kadınların Rapana üretiminde istihdam edilmeleri Kadın ve Kalkınma (WAD) yaklaĢımının Sömürü savıyla açıklanabilir. Bu kadınlar istihdam piyasasında birçok engelle karĢılaĢmakta, çok düĢük ücretlerle istihdam edilmektedirler. Kadınların kolektif hareketlere katılımları da zayıftır. ÇalıĢan kadınların sosyal güvenceleri, sigortaları yoktur. Ücretler asgari ücretin altındadır. ĠĢgücü 116 esnektir; iĢe alınmaları iĢten çıkartılmaları esnektir. Tüm bu özellikler kadınların emek piyasasında sömürüldüklerini yansıtmaktadır. Kadınların Çalışmalarına Yönelik Algıları Deniz salyangozu iĢletmelerinde çalıĢan kadınlar son 12 yıldır çalıĢmalarına rağmen, yaptıkları iĢe hala bir ―değer‖ atfetmemektedirler. ĠĢe girerken kontrat imzalanmamakta ve ücretler geçici gündelikler üzerinden hesaplanmaktadır. Kadınların kendilerinin çalıĢmalarına yönelik algılarıda benzerlik içermektedir: ―çalıĢıyoruz çünkü yoksuluz..‖ Kadınlar evlilik açısından da ―Ģanslarının‖ az olduğunu düĢünmekte ve ilginç bulgu olarakta bu durumu Rapana ve/veya hamsi üretim Ģirketlerinde çalıĢtıkları için ―kötü kokmalarına‖ bağlamaktadırlar. ―Balık‖ gibi koktukları için ―iĢletme çalıĢanı‖ olarak sınıflandırıldıklarını; bu nedenle çevrelerindeki erkeklerin evlenmek için kendilerini tercih etmediklerine inanmaktadırlar. Koku bir tür sosyal dıĢlanma ve olumsuz etiketleme (sitigma) yaratmaktadır. Bununla ilgili bir diğer inanıĢ ise çok uzun saatler ve zor koĢullarda çalıĢtıkları için sağlık problemlerinin olması, bu nedenden ötürü de kadınların ―iyi‖ gelin adayı olmadıkları doğrultusundadır. Genellikle, göç kadınların kırsal istihdamdan çıkmaları –kendi ifadeleriyle ―kurtulmaları‖ için bir araçtır. Nitekim Ġstatistikler Batı Karadeniz Bölgesinde kır nüfusunun 1990‘da 12.6 % iken 2000‘lerde oranın 10.4% düĢtüğünü yansıtmaktadır (Dünya Bankası, 2007). Rapor aynı zamanda göç eden kadınların göç etmeyen kadınlardan ortalama olarak daha genç olduğunu vurgulamaktadır ; bir diğer ifadeyle evlenerek göç eden kadınlar daha genç kadınlardır. Benzer biçimde balık üretim iĢletmelerinde çalıĢan kadınlarında en büyük beklentileri/hayalleri ―kentten biriyle evlenmek ve göç etmektir. b) Rapana Venosa KüreselÜretim Zinciri AraĢtırmamızın ikinci bölümünde yukarıda sözü geçen kırsal kadınların önemli ölçüde üretimde yer aldığı Rapana Venasa üretim zincirini tartıĢacağız. Ġhracata dayalı bu üretim biçimi birçok ülkenin katılımıyla yürümektedir. Türkiye‘den ihraç edilen ürünün pazarını Doğu Asya ülkeleri; özellikle de Japonya, Kore ve Çin oluĢturmaktadır. Türkiye‘nin yanı sıra Bulgaristan‘da benzer biçimde üretimin ―arz‖ boyutunda yer almaktadır. Bu ülkede de Türkiye‘de olduğu gibi yoksul balıkçı erkekler avlanmada, ürünün iĢlenmesinde ise yoksul kadın emekçiler yer almaktadır (Knudsen ve Koçak, 2011). Ancak, konu hakkında yürütülmüĢ araĢtırmalarda pazarın ―talep‖ boyutu yeterince irdelenmemiĢtir. Rapana Venasa tüketiciye ulaĢana kadar hangi aĢamalardan geçmektedir? Ve üretim zincirinin diğer aĢamaları nasıldır? Diğer önemli soruda Rapana Venosa tüketimine yönelik talepte nasıl değiĢimler yaĢanmaktadır? Tablo 2 Türkiye‘den ve Bulgaristan‘dan Japonya‘ya ihraç edilen dondurulmuĢ kabuklu deniz ürünlerinin istatistiklerini yansıtmaktadır. Bu tabloya göre Türkiye‘den ihracat 1990 yılında baĢlamıĢ; 1997 yılında itibaren önemli bir artıĢ yaĢanmıĢtır. Ancak 2011 yılında ihracat oldukça gerilemiĢtir. Rapana Japonca‘da Akanishi olarak adlandırılmaktadır. . Rapana‘nın Japonya‘da Aichi Bölgesi dıĢında tüketimi yaygın değildir. Sadece yakalamıĢ ve denemiĢ olanlar Rapana‘yı tanımaktadır. Ancak, Rapana bazı durumlarda sahte olarak iĢlenmiĢ Sazae salyangozu (Turbo cornutus) yerine satılmaktadır. Sazae daha değerli ve daha pahalı bir deniz salyangoz türüdür. Görüntüsü Rapana‘ya benzemekte ve ikisinin arasındaki tat farkını ayırt etmek- özellikle soya sosu ile piĢirildiği durumlarda- pekte mümkün değildir. Japonya‘da Rapana sahte Sazae olarak pazar bulmaktadır. Hatta market ilanlarında Rapana ―Japon Sazae fiyatının beşte biri kadar ucuz olduğu‖ yer almaktadır. Özetle, Rapana ucuz restoranlarda, tavernalarda ve iĢlenmiĢ gıda fabrikalarında satılmaktadır. Yalnız, 2000 yılında tüketicilerin Ģikayeti üzerine Fair Trade CommissionRapana ürünlerine Sazae adını kullanmamak için üreticileri uyarımıĢtır. Bunun ardından Rapananın satıĢ için pazar daralmıĢ ve üreticer zorlanmıĢtır. 117 Tablo 2: Türkiye‟den ve Bulgaristan‟dan Japonya‟ya Ġhraç Edilen DondurulmuĢ Kabuklu Deniz Ürünleri Yıllar Türkiye (kg) Türkiye (US/kg) 1990 1150,394 1997 2,046,251 5.2 1999 2,092,435 4.4 2001 957,359 3.7 2003 1,261,314 3.4 2005 776,715 4.7 2007 743,054 6.6 2011 212,956 Kaynak: Japonya Balık Üretim Ġstatistikleri: Ġhracat Bulgaristan (kg) 0 381,567 714,006 786,160 541,912 851,005 615,416 525,527 Bulgaristan (US/kg) 5.4 4.8 4.1 3.4 4.9 6.5 - Rapana Venesa Türkiye‘de avlanma ile tüketiciye ulaĢma aĢamasında ortalama 12 el değiĢtirmektedir (ġekil 1). Aracılar balıkçılardan ortalama kilo baĢına 0.78 Euro‘yasatın aldıkları Rapana‘yı yukarıda detaylı tartıĢtığımız kırsal kadın iĢçilerin çalıĢtıkları iĢletmeler satmaktadır. Avlanma ve aracıların tamamı erkeklerden oluĢurken, özellikle kabuklarından Rapana‘nın çıkartılması ve pazara iĢlenmiĢ olarak sunulması kadınlar tarafından yapılmaktadır. Bu iĢletmelerde yöneticiler ve Rapanayı kaynatanlar yine erkeklerdir. Sektörde toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü vardır. Fabrikalarda iĢlenmiĢ Rapana‘nın kilogramı 5 Euro dan Japonya‘ya satılmaktadır. Japonya‘ya ihraç edilen Rapana ilk önce ―ihracatçıların‖, ardından ―dağıtıcıların‖ (distribütörler) eline geçmektedir. Dağıtıcılar Rapana‘yı internet üzerinden pazara sunabildikleri gibi gıda üreticilerine de satabilmektedir. Her iki durumda müĢteriye kilosu 19 Eurodan ulaĢmaktadır. Taverna, lokanta ya da süpermarketlerde deniz ürünleri salatasının 90 gramı ise 2.87 avrodan satılmaktadır. Bu ürünün 1 kilogramı ise 31.9 Euro‘ya ulaĢmaktadır. Özetle, avlandığında kilosu 0.78 Euro olan Rapana‘nın Japonya‘da ki son market değeri 19 Euroya (yaklaĢık 20 katına) ulaĢmaktadır. Üretim zincirinde kadın emeğinin değeri ise çok düĢüktür (1kg/2TL (1.4 Euro). Tablo 2‘nin yansıttığı üzere ürünün pazarı, üretimi gibi son derece esnektir. Özellikle Japonya‘ya ihraç edilen ucuz hayvansal gıdanın etkisiyle deniz ürünlerinin tüketimi azalmaktadır. Yine de Japonya‘nın pazar olmaktan çıkması durumunda bile Çin ya da Kore gibi yeni pazarların bulunması söz konusu olabilmektedir. SONUÇ AraĢtırmada Rapana Venasa küresel üretimin zincirinde ücretli çalıĢan kırsal kadının yeri inceledik. Bulgular kırsal alanda tarım dıĢı ücretli çalıĢmanın kadınların güçlenmelerine etkisinin zayıf olduğunu yansıtıyor. Ücretli emeğin hem kadınların kendileri hem de aile bireyleri tarafından ikincil ve geçici bir zorunluluk olarak algılanması üzerinden kadınların esas rollerinin ―eĢ ve anne olma‖, ―ev kadınlığı‖ ve ―ücretsiz aile iĢçisi‖ olarak devam ettiğini görüyoruz. Yani kadınların hanehalkı bütçesine yaptıkları katkı yine görünmez emek biçiminde tahayyül ediyor. Kadınların ücretli iĢgücüne katılmaları hem kendileri hem de aileleri tarafından geçici, ikincil ve önemsiz olarak algılanmalarının yanı sıra bu durum küresel üretime de yansıyor. Son derece zor ve ağır Ģartlarda sosyal güvenceden yoksun çalıĢan kadınlara 1kg. Rapana pazar değerinin sadece % 7 ‗si ( 1.4/19=0.07 euro) ödeniyor. Bu durum Kadın ve Kalkınma (WAD) yaklaĢımının Sömürü varsayımıyla örtüĢüyor. Kadınlar iĢ piyasasında birçok engelle karĢılaĢıyor, asgari ücretin altında düĢük ücretlerle istihdam ediliyor; kolektif davranmaları zayıf. ÇalıĢan kadınların sosyal güvenceleri, sigortaları bulunmuyor. Özetle, Sömürü yaklaĢımının öne sürdüğü gibi Rapana üretiminde kadın iĢgücü esnek ve tüm bu özellikler kadınların emek piyasasında sömürüldüklerini yansıtıyor. 118 Ayrıca, araĢtırma bulguları kırsal alanda ücretli çalıĢmanın kadınların güçlenmelerine etkisinin zayıf olduğunu vurguluyor. Ücretli emeğin hem kadınların kendileri hem de aile bireyleri tarafından ikincil ve geçici bir zorunluluk olarak algılanabileceğini varsayımı üzerinden, kadınların hanehalkı bütçesine yaptıkları katkı yine görünmez emek biçiminde karĢımıza çıkıyor. ġekil 1: Türkiye‟den Japonya‟ya Rapana Venosa Üretim Zinciri TÜRKĠYE ÜRETĠCĠLER ĠĢletme sahipleri, yöneticiler BALIKCILAR YEREL ARACILAR Erkek ĠĢçiler (Kaynama Sorumluları) € 0.78/kg Kadın ĠĢçiler (Ayıklama, sıralama, paketleme) € 5/kg ĠHRACATCILAR GIDA ÜRETĠCĠLERĠ DAĞITICILAR JAPONYA INTERNET DAĞITICILARI € 19/kg PERAKENDECĠ SÜPERMARKET INTERNET SATIġI TAVERNA RESTORAN SOKAK TEZGAHI TÜKETĠCĠ DENĠZÜRÜN SALATASI€ 2.87 /pk (90 g) 119 KAYNAKÇA Azmaz, A.(1984). Migration and Reintegration in Rural Turkey: The Role of Women Behind, Gottingen: Heredot GmbH. Boserup, E.(1970). Women‘s Role in Development, London: Earthscan. Ertürk, Y.(1995). ‗Rural Women and Modernization in South-eastern Anatolia‘ in S. Tekeli (ed.) Women in Modern Turkish Society: A Reader, London and New Jersey: Zed Books, pp. 141152. Gündüz HoĢgör, A. (teslimedilmiĢ) ―Rural Women Employment in RapanaVenosa Production in Western Black Sea Coast, Turkey‖. Gündüz HoĢgör, A.(2012). ―KaradenizBölgesiKalkınmaPolitikalarındanYansımalar: RapanaVenosaÜretimindeKırsalKadınınRolü‖. 7. BölgeselKalkınmaveYönetiĢimSempozyumu: KırsalKalkınmaveYönetiĢim. TEPAV.13-14 Aralık 2012.Ankara. Gündüz-HoĢgör, A.(2011). ‗Kalkınma ve Kırsal Kadının DeğiĢen Toplumsal Konumu: Türkiye Deneyimi Üzerinden Karadeniz Bölgesindeki Ġki Vaka‘nın Analizi‘, S. Sancar (Der.) BirKaçArpaBoyu ...: 21. Yüzyıla Girerken Türkiye‘de Feminist ÇalıĢmalar, Ġstanbul: KoçÜniversitesiYayınları, pp. 219-248. Gündüz Hosgör, A.(2010). ―Gender, Globalization and Fisheries Management: Rural Women Employment in Rapana Production in the Black Sea; Turkey.‖Poster Presentation.Knowseas EU 7th Framework Project 1st. Annual Scientific Meeting. Spain. Gündüz HoĢgör A., Him,M.S.( 2012). ―Commodity Chain of Rapana Venosa from Turkey to Japan‖. Poster Presentation. Knowseas EU 7th Framework Project 4th.Annual Scientific Meeting. 27 November-2 December 2012. Spain. Gündüz-HoĢgör, A.,Smits,J.(2008). ―Variation in Labor Market Participation of Married Women in Turkey‖, Women‘s Studies International Forum 31:2:104-17. Ġncirlioğlu, E. O.(1993). ‗Marriage, Gender Relations and Rural Transformation inCentral Anatolia‘ in P. Stirling (ed.) Culture and Economy: Changes in Turkish Villages, Cambridgeshire: The Ethoen Press, pp.113-125. Morvaridi, B.(1993). ‗Gender and Household Resource Management in Agriculture: Cash Crops in Kars‘ in P. Stirling (ed.) Culture and Economy: Changes in Turkish Villages, Cambridgeshire: The Ethoen Press, pp. 80-94. Sirman, N.(1995). ‗Friend or Foe? Forging Alliances with Other Women in a Village of Western Turkey‘ in S. Tekeli (ed.) Women in Modern Turkish Society: A Reader, London and New Jersey: Zed Books, pp. 199-218. 120 KÜRESELLEġME SÜRECĠNDE TOPLUMSAL CĠNSĠYETE DAYALI Ġġ BÖLÜMÜ Ahmet ELNUR1 ÖZET KüreselleĢmenin bir sonucu olarak, ülke ekonomileri dünya çapındaki sermaye, mal ve hizmetlerin hareketliliğinden doğrudan etkilenmektedir. Ülke ekonomileri söz konusu hareketlilikten olumlu etkilenseler bile ekonomik ürünün bölgelere, sınıflara, etnik gruplara ve toplumsal cinsiyete göre dağılımı eĢit olarak gerçekleĢmemektedir. Küresel ekonomi, yaĢlıların, yoksulların, engellilerin, kadınların ve farklı etnik grupların temsilcilerinin ―görünmez‖ kılınmasına neden olmaktadır. Özellikle 1990‘lı yıllardaki ekonomik krizlerden sonra küresel ekonominin olmazsa olmazları arasında yerini almıĢ olan enformel iĢ gücü sürekli olarak görünmezlikle karĢı karĢıya kalmaktadır. Enformel ekonomide çalıĢanların çoğunluğunu oluĢturan kadınlar istikrarsız ve güvencesiz çalıĢma koĢullarını zorunlu olarak kabul etmek durumunda kalmaktadırlar. Kadınların seks iĢçisi olarak çalıĢtırılmak üzere seks ticaretinin bir nesnesi olarak alınıp satılması, bir ülkeden baĢka ülkeye götürülmesi seks endüstrisinin küreselleĢmesi Ģeklinde tezahür etmektedir. Her Ģeyin piyasaya açılarak alınıp satılan bir meta haline geldiği kapitalist küresel ekonomide seks endüstrisinin boyutları sürekli geniĢlemektedir. ÇalıĢmada küreselleĢme ve toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü kavramlarına değinildikten sonra; küreselleĢme sürecinin toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün oluĢmasındaki ve Ģekillenmesindeki rolü enformel sektör, seks endüstrisi özelinde incelenmiĢ, bu sürecin erkek egemen sistemin bir ürünü olarak sürekli toplumsal cinsiyet düzenine göre kodlandığı saptanmıĢtır. Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, toplumsal cinsiyet, kadın emeği, iş bölümü, enformel sektör ABSTRACT As a result of globalisation, national economies are directly affected by the flow of capital, goods and services around the world. Even though national economies might be positively affected by this flow, economic resources aren‘t distributed evenly among regions, social classes, ethnic groups and gender. The global economy causes the elderly, the poor, the disabled, women and representatives of different ethnic groups to remain "invisible". Especially after the economic crises in the 1990s informal labour became one of the sine qua non of the global economy, but is constantly overlooked. Women constitute the majority in the informal economy and often have no choice than to accept unstable and precarious working conditions. The trafficking of women as sex workers, corresponding to a commodity of this trade, can be seen as a manifestation of the globalisation of the sex industry. The size of the sex industry is continuously expanding in a global capitalist economy where everything has become a commodity that can be bought and sold on the market. After describing the concepts of globalisation and gender division of labour in the study, the role of the globalisation process in the formation and shaping of gender division of labour was analysed within the context of the informal sector and the sex industry. As a product of the male-dominated system, this process is continuously being encoded according to the gender order. Keywords: Globalisation, gender, women‟s labour, division of labour, informal sector 1 Yüksek Lisans Öğrencisi, Akdeniz Üniversitesi, Kadın ÇalıĢmaları ve Toplumsal Cinsiyet Anabilim Dalı, [email protected] 121 GĠRĠġ Son on yıllarda dünyayı kuĢatan küreselleĢme süreçlerinin sürekli tartıĢılmasına rağmen bu olguyu ve etkilerini tam olarak açıklayan tek bir kavram oluĢturulamamaktadır. Genellikle küreselleĢmeyi açıklama yolunda merkezi ekonomik güçlerin ve yeni iletiĢim teknolojilerinin sunduğu olanaklar sayesinde herkes için seçim çeĢitliliği fırsatlarının oluĢturulduğu ifade edilmektedir. KüreselleĢme süreci yeni fırsatlar sunmakla beraber yeni sorunlara da neden olmaktadır. ÇalıĢma kapsamında küreselleĢme sürecinin toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün oluĢmasındaki ve Ģekillenmesindeki rolü incelenmiĢ, söz konusu sürecin ataerkil ideolojinin etkisi altında kaldığı ortaya konulmaya çalıĢılmıĢtır. Birinci bölümde, küreselleĢme süreciyle ilgili genel bir çerçeve çizilmiĢtir. Ġkinci bölümde, toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü kavramına kısaca değinildikten sonra; çalıĢmanın üçüncü ve son bölümünde, küreselleĢme sürecinde toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü incelenmiĢ, ataerkil sistemin bu süreç üzerindeki etkisi vurgulanmıĢtır. 1. KÜRESELLEġME KüreselleĢme; ulaĢım, haberleĢme ve bilgi iĢlem teknolojisindeki geliĢmeler sonucunda, toplumsal ve kültürel düzlemler üzerinde, mekansal uzaklıklardan kaynaklanan farklılıkların ortadan kalktığı toplumsal bir süreçtir (EĢkinat, 1998: 7). KüreselleĢme; farklı ulusal ekonomilerin bileĢimi anlamına gelen uluslararası ekonomiden tek tip kurallar tarafından yönetilen bir ―gezegensel piyasa ekonomisine‖ geçiĢtir (De Benoist, 1998: 171). KüreselleĢme, kapitalizmin geliĢmesinde bir aĢama, sözcük olarak dünyanın bütünleĢmiĢ tek bir pazar haline gelmesini ifade etmektedir (Kansu, 1996: 11). Bu bağlamda, küreselleĢme olarak adlandırılan kapitalizmin yeniden yapılanma sürecini doğuran temel paradigmaları Ģöyle belirlenebilir;  GeliĢmiĢ ülkelerde yatırım maliyetlerinin sürekli olarak artması, buna bağlı olarak karlılığın düĢmesi,  GeliĢmiĢ ülkelerde pazarın doyumu sebebiyle yeni pazar oluĢumlarının zorunlu hale gelmesi,  GeliĢmiĢ ülkelerde yığılan sermayenin riski dağıtmak istemesi,  Kitle iletiĢim araçlarında ve ulaĢım alanında baĢ döndürücü geliĢmelerin yaĢanması,  GeliĢmiĢ ülkelerin sanayi yatırımları sonucunda oluĢan çevre sorunlarına duyarlılığı nedeniyle bu yatırım alanlarının az geliĢmiĢ ülkelere kaydırma gerekliliğinin doğması,  Uluslararası sermayenin ülkeleri kontrol etmede temel faktör olmaya baĢlaması,  Teknolojik buluĢlar ve eldeki eski teknolojilerin değerlendirilmesi amacıyla az geliĢmiĢ ülkelere pazarlanmasının istenmesidir (IĢıldak, 2003: 9-10). Özellikle son çeyrek yüzyılda daha fazla kullanılmaya baĢlanan bir kavram olmasına rağmen küreselleĢmenin kökenlerinin Christopher Columbus‘un yeni kıtayı bulduğu ve Ġlk Avrupa Sömüreciliği‘nin baĢladığı 15.yüzyıla kadar uzandığını ifade etmek daha doğru bir yaklaĢım olmaktadır. Yayılmacılık ve sömürgecilikle baĢlayan, daha sonra dünyadaki ticari, ekonomik iliĢkilerin Avrupa merkezli olarak yeniden düzenlenmesi ve sosyal kurumların, normların, değerlerin yeni toplumlara göçünün gerçekleĢtirildiği süreç küreselleĢmenin temellerini oluĢturmaktadır. KüreselleĢmenin neoliberalizm doğrultusunda gerçekleĢmesiyle sosyal refah devleti fikri gölgede kalmaktadır. Rekabetin, karlılığın, makro ekonomik göstergelerin korunmasının devletin öncelikli görevleri haline gelmesiyle beraber, devlet ve piyasa, siyaset ve ekonomi arasında iliĢkiler yeniden tanımlanmaktadır. Devlet bütçesi konsolidasyonunun birincil ekonomik ve politik hedef olarak belirlenmesi vatandaĢların refahının görmezden gelinmesi sonucunu doğurmaktadır. Üretim, ticaret, yatırım faaliyetlerinin sermayenin karlılığına endeksli olarak yapıldığı parasal ekonomi tüketim malları üreten ekonominin yerini almaktadır. Sauer‘e göre küresel yeniden yapılanma sürecinde sosyal politikalar, çevrenin korunması, kültür gibi siyasetin ―yumuĢak‖ alanları güç kaybetmekteyken, finans, güvenlik gibi ―sert‖ alanları ise daha fazla güç kazanmaktadır (Scharenberg, Schmidtke, 2003: 106). 122 KüreselleĢme sürecinde yeni piyasa riske, rekabete hazır iktisadi insan (homo economicus) üzerine kurulmakta ve sürdürürlüğünü sağlamaktadır. Ekonomik büyüme, sermaye hareketlerinin inanılmaz boyutlarda bir geliĢme gösterdiği günümüzde aynı geliĢmeyi gösterememektedir. Ekonomik büyüme gerçekleĢse bile iktisadi ürünlerin toplumun tüm kesimlerine eĢit Ģekilde dağıtılması sağlanamamaktadır. YaĢlılar, yoksullar, engelliler, kadınlar ve farklı etnik grupların temsilcileri küresel ekonomi tarafından ―görünmez‖ kılınmaktadır ve artık yoksullukla mücadele devletin öncelikli hedefleri arasında yer almamaktadır. Toplumsal çeliĢkiler ve eĢitsizliklerin giderilmesi için makro ekonomik göstergelerin düzeltilmesi gerekmektedir. KüreselleĢme sürecinden etkilenen ve sayısı her geçen gün artmakta olan insanların eĢit güç pozisyonlarına sahip olmadıkları için küreselleĢmenin olumlu veya olumsuz etkilerini kontrol etmeleri imkansız hale gelmektedir. Ulus devletlerin sınırlarının ötesinde geliĢen yeni toplumsal iliĢkilerin Ģekillenmesini sağlayan çok yönlü süreç küreselleĢmenin günümüzde gelinen aĢamasını göstermektedir. Bu sürecin temelinde neoliberalizmin ekonomik, siyasal olarak kurumsallaĢması ve serbest ticaret doktrininin uygulanması yatmaktadır. Doğal olarak, kadın ve erkekler de mikro ekonominin aktif aktörleri olarak söz konusu geliĢmelerden doğrudan etkilenmektedir. Bu etkilenme süreci toplumsal cinsiyet sisteminden beslenmekte olan toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü çerçevesinde gerçekleĢmektedir. 2. TOPLUMSAL CĠNSĠYETE DAYALI Ġġ BÖLÜMÜ ToplumsallaĢma sürecinde öğrenilmekte olan kadınlık ve erkeklik rolleri bireyler tarafından içselleĢtirilerek davranıĢ haline getirilmektedir. Toplum tarafından kadın ve erkek arasındaki keskin ayrım üzerine sürekli yeniden üretilen bu roller toplumsal cinsiyet sistemini oluĢturmaktadır. Toplumu oluĢturan tüm bireylerin kendilerine atfedilen toplumsal cinsiyet rollerine uymaları beklenmektedir, aksi takdirde toplum tarafından dıĢlanma tehlikesiyle karĢı karĢıya kalmaları kaçınılmaz hale gelmektedir. Kitle iletiĢim araçlarının yaygınlaĢmasıyla toplumsal cinsiyet düzeninin küreselleĢmesi gerçekleĢmektedir. KüreselleĢmeyle beraber değiĢen dünya düzeninde etkin rol oynayan ABD ve Avrupa ülkelerinin toplumsal cinsiyet değerlerinin diğer coğrafi bölgelere aktarılması medya aracılığıyla gerçekleĢmektedir. Otoriter erkeklik, cinsel açıdan çekici kadınlık gibi Batı‘ya özgü tanımlamaların yayılmasıyla söz konusu erkeklik ve kadınlık kalıpları küresel standart haline gelmektedir. Pop yıldızları, sinema yıldızları gibi ünlü kadınlardan 90-60-90 ölçülerini sağlamaları, aynı anda elbiselerinin de cinsel açıdan çekicilik doğrultusunda seçilmesi beklenmektedir. Küresel medya, etnik ve kültürel gelenekleri tamamen farklı olan Batı dıĢı toplumlardaki kadınların ve erkeklerin bu ―güzellik standartlarını‖ benimsemesini sağlamaktadır. Doğumdan itibaren öğrenilmekte olan toplumsal cinsiyet rolleri yaĢamın tüm alanlarında olduğu gibi, çalıĢma hayatının düzenlemesinde de doğrudan etkili olmaktadır. Kadınların ve erkeklerin hangi meslekleri icra edecekleri veya edemeyecekleri kiĢisel tercihlerine, yeteneklerine göre değil, toplumsal olarak kurgulanmıĢ cinsiyet düzenine göre belirlenmektedir. Toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü, bireylerin çalıĢma hayatının kendilerinden bağımsız olarak toplumsal cinsiyet kalıplarıyla düzenlenmesini ifade etmektedir. Kadınlar ve erkekler üretim çalıĢmalarında bulunsalar da toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü varlığını korumaktadır. Erkekler daha nitelikli ve yüksek ücretli iĢlerde çalıĢmaktayken kadınların üretim faaliyetleri genel olarak evde yaptıkları iĢlerin uzantısı doğrultusunda gerçekleĢmektedir. Kadınların tarım sektöründe çalıĢması ev iĢlerinin bir uzantısı olarak görüldüğü için ekonomik hesaplara yansıtılmamaktadır. Erkeklerin istihdamına daha çok önem ve öncelik verilmektedir, çünkü ataerkil ideolojiye göre, erkek ekmeği kazanan asli unsur ve ev halkının reisi olarak görülmektedir (Bhasin, 2003a: 28). Dolayısıyla kadınların iĢe alınması ve çalıĢması tamamen önemsizmiĢ gibi sürekli ikinci plana atılmakta veya hiç düĢünülmemektedir. Kadınların çalıĢma hayatında temsili toplumsal cinsiyet bağlamında kendilerine atfedilen duygusallık, sakinlik, etkileyicilik, sabırlılık gibi özellikler doğrultusunda gerçekleĢmektedir. Evde güç ve denetim sahibi olan erkekler ise dıĢarıda da bu özelliklerin gerekli olduğu ifade edilen mesleklerle temsil edilmektedirler. 123 Toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün yeteneklerin de toplumsal cinsiyete göre taksim edilmesine neden olduğunu belirten Bhasin‘e göre (2003b: 28), erkekler ve kadınlar, kız ve erkek çocuklar, yalnızca kendi toplumsal cinsiyetlerine uygun olduğu varsayılan becerileri öğrenmekte ve bu konularda uzmanlaĢmaktadırlar. Kadın ve erkeklerde yaratılan farklı beceri ve yetenekler aynı anda toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün de temelini oluĢturmaktadır. Toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünün aynı zamanda emeğin ücretlendirilmesi konusunda da eĢitsizliklere yol açtığı, kadınların ve erkeklerin emeklerinin eĢit ücretlendirilmediği gözlemlenmektedir. Toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümünde kadınlara ve erkeklere tahsis edilen görevlerin, aynı zamanda kaynaklar ve emek ürünleri üzerinde emir, kumanda yetkisinin sonucunda, erkekler toprak, teknoloji, ürün satıĢından elde edilen nakit ya da kredi üzerinde denetime sahip olmak, kadınlar ise sadece geçimlerini sağlayabilmek için üretim sürecinde yer almaktadırlar. KüreselleĢme süreci doğrultusunda yaĢanan ekonomik geliĢmeler kadınların iĢ gücüne katılımı oranlarını doğrudan etkilemektedir. 1980‘lerin ortasından itibaren birçok ülkede yaĢanan ekonomik kriz, kadınların iĢ gücüne katılımını büyük oranda artırdığında, ―iĢ gücünün feminizasyonu‖ süreci yaĢanmıĢtır. Kadınların bu kriz döneminde iĢ gücüne katılımının nedeni; sermayenin herhangi bir sosyal güvenceden yoksun, sınıf bilinci taĢımayan ucuz emeğe gereksinim duymuĢ olmasıdır (Ecevit, 1997:41). Kadınların ucuz iĢ gücü olarak kullanılması, devletin sermaye odaklı politika ve uygulama tercihlerinin sürdürülebilirliği için toplumsal cinsiyetin bir kaynak konumunda olduğunu göstermektedir. 3. KÜRESELLEġME SÜRECĠNDE TOPLUMSAL CĠNSĠYETE DAYALI Ġġ BÖLÜMÜ Küresel ekonomik düzenin sonucunda yoksulluğun artıĢı ve yoksulluğun feminizasyonu karĢımıza çıkmaktadır. Dünya nüfusunun yarıdan fazlasını ve çalıĢan nüfusun üçte birini oluĢturan kadınlar; dünya gelirinin onda birine, yeryüzü malvarlığının ise sadece yüzde birine sahiptirler. Kadının toplumsal statüsü ile doğrudan ilgili olan bu durum, kadınların her alandaki insan haklarından erkeklerle eĢit ölçüde yararlanmalarını engellemektedir. (Vefikuluçay ve diğerleri, 2007: 32). Toplumsal cinsiyet politikaları ve küresel toplumsal cinsiyet düzeni uluslararası iliĢkiler, uluslararası ticaret, küresel piyasalar gibi alanlarda yeniden, ama eski prensipler doğrultusunda inĢa edilmekte, böylece toplumsal cinsiyet tarafsızlığının varlığı neoliberal ekonomide sadece görünüĢte kalmaktadır. Küresel sistemin egemen kurumları ekonomik ve siyasi giriĢimciler olan erkekler tarafından yönetilmektedir. Connell‘ın (2000: 52) ―ulus aĢırı iĢ erkekliği‖ olarak ifade ettiği bu yeni hegemonik erkeklik için benmerkezcilik, baĢkalarına karĢı sorumluluk duygusunun azalması veya tamamen kaybolması, iĢ hayatı ve cinsel iliĢkilerde daha az sadakat gösterme eğiliminin oluĢması, tüketime düĢkünlüğün daha fazla artmasıyla kadınların da tüketim nesnesi olarak görülmesi söz konusu olmaktadır. Sermaye ve finansın küreselleĢmesi cinsiyet ve ırksal farklılıklara dayalı bir yapı üzerinde inĢa edilmektedir. Wallerstein‘a göre kapitalizmin iki temel özelliğinden birincisi, artı değeri artırmak için ücretli emekle çalıĢanların çoğalmasıdır. Buna bağlı olarak ikinci özelliği ise emek gücünün değerini azaltmak için ücretli emek arasında yapısal bir takım tabakalaĢmalar oluĢturmaktır. Bu anlamda cinsiyetçilik, ırk ayrımcılığı türünden ayrımlar kapitalizmin lehine olarak tabakalaĢmıĢ ve farklılaĢmıĢ bir ücretli emek yaratmaktadır. KüreselleĢme sürecinde yeniden yapılanan kapitalizm bir taraftan bütün insanların ücretli emeğe katılımını sağlarken, diğer taraftan emek gücü arasında ırkçı, cinsiyetçi vb. ayrımlar üretmektedir (akt., CoĢkun, 2006: 74). Ġhracata dayalı küreselleĢme politikaları iĢ gücü piyasalarında yarı zamanlı, geçici, enformel istihdam olarak ifade edilen standart dıĢı istihdam biçimlerinin yaygınlaĢmasını sağlamaktadır. 1970‘li yıllardan itibaren dünya haritası üzerinde ucuz iĢ gücü olan ülkelerde ortaya çıkmaya baĢlayan ―dünya pazarı fabrikaları‖nda ağırlıklı olarak kadınlar istihdam edilmektedir. Asya, Afrika ve Latin Amerika‘nın ihracata yönelik bölgelerindeki bu fabrikalarda iĢçilik maliyetleri daha az olduğu için kadınların erkeklere tercih edilmesi erkeklerin iĢsizliğinin artmasına ve kadınların da hak ettikleri ücretlerin çok altında çalıĢmasına neden olmaktadır. Ailelerinin geçimini sağlamak için düĢük maaĢlarla ihracata yönelik üretimde yer almaları, kadınların toplumdaki geleneksel konumlarında kayda değer bir değiĢimle sonuçlanamamaktadır. 124 Birçok geliĢmekte olan ülkenin hükümeti yabancı sermaye ve özellikle çok uluslu Ģirketlerin ilgisini çekmek için çalıĢma standartlarını belirlerken Uluslararası ÇalıĢma Örgütü (ILO) sözleĢmelerini doğrudan ihlal etmektedir. Kadınlar ataerkil toplum tarafından kendilerine aĢılanan güçsüzlük, itaatkârlık gibi geleneksel özelliklere paralel olarak iĢ gücü piyasasında ücret ayrımcılığına uğramaktadır. KüreselleĢen ekonomide kadınların uğradığı bu ayrımcılık genellikle evin geçimini sağlayan kiĢinin erkek olması, kadının ise böyle bir görevi bulunmadığı, ev bütçesine çok az katkıda bulunmasının da yeterli olabileceği düĢüncesiyle açıklanmaya çalıĢılmaktadır. II. Dünya SavaĢı sonrasında fordizmin sunduğu aile modeline göre de tam gün çalıĢan erkekten kazandığı para ile ailenin tüm geçimini sağlanması beklenirken, kadından ise ücretsiz olarak ev emeğini icra etmesi ve ailenin devamlılığının sağlanması için çocuk doğurması beklenmektedir. ÇalıĢan orta sınıf kadınların kendilerinin ücretsiz yaptıkları ev iĢleri için hizmetçi bulmaları durumunda söz konusu iĢler ücretli hale gelmektedir. Ev içi emek ihtiyacı genellikle Güneydoğu Asya veya eski Sovyetler Birliği kökenli kadınlar tarafından karĢılanmaktadır. Bu uluslararası iĢ bölümü sürecini ―küresel bakım zinciri‖ olarak kavramsallaĢtıran Ehrenrich ve Hochschild‘e göre, yeniden üretim emeğinin uluslar arası iĢ bölümü sayesinde ‗batılı‘ ülkelerde kadınlar daha kolay Ģekilde ücretli emeğe baĢlayabilmektedir. Çünkü ücretli emeğe giren kadınlar, kendi bakım emeklerini gidermek için baĢka kadınların emeğini satın almaktadırlar (akt., Özer, 2010: 20). Bakıcı veya hizmetçi çalıĢtırmaya maddi olarak gücü yetmeyen kadınların ise ev içindeki sorumlulukları tam gün çalıĢmalarını engellemekte ve onları yarı zamanları iĢlerde çalıĢmaya mecbur bırakmaktadır. Güneydoğu Asya'daki ―dünya pazarı fabrikaları‖nda kadınlar iĢe alınmadan önce kendileriyle 5 yıl boyunca evlenmelerini yasaklayan ve süre bitiminde uzatma haklarının bulunmadığı özel sözleĢmeler yapılmaktadır (Truong, 1999: 148). Kadın iĢçiler zorunlu gebelik testi, zorunlu doğum kontrolü, hatta kısırlaĢtırma gibi insan hakları ihlalleriyle karĢılaĢmaktadır. Kadınların ucuz iĢçi olarak çalıĢtırıldığı dünya pazarında iĢyerinde cinsel taciz ve Ģiddet bir yapısal özellik olarak karĢımıza çıkmaktadır. Zor Ģartlarda, uzun saatler boyunca, izinsiz çalıĢılan birkaç yılın sonunda kadınların güç ve sağlık kaybına uğraması onların iĢlerine son verilmesi ve yerlerine daha genç kadınların iĢe alınmasıyla sonuçlanmaktadır. Truong‘a göre (1999: 158) Güneydoğu Asya'da ekonomilerin hızla büyümesinin arkasında yatan asıl neden toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü sürecidir. Kadınlar sadece fabrikalarda değil, aynı anda yazılım geliĢtirme gibi alanlarda çalıĢan çok uluslu Ģirketlerde de ayrımcılığa uğramaktadır. Hindistan, Latin Amerika, Doğu Avrupa‘da söz konusu teknolojik alanlarda çalıĢmak için kadınlar erkeklerle aynı eğitim ve beceri düzeyinde olmalarına rağmen düĢük vasıflı iĢlerin %70‘ini, erkekler ise yüksek vasıflı iĢlerin %80‘ini yerine getirmektedir. ILO‘nun 2005 ve 2012 verilerine göre, dünya genelinde seks iĢçiliği, eğlence, ev hizmetleri, tarım, inĢaat gibi çeĢitli sektörlerde yer alan zorla çalıĢtırılma mağduru sayısı 12,3 milyondan 20,9 milyona yükselmiĢtir. Zorla çalıĢtırılanların %55‘ini oluĢturan kadınların %98‘inin seks amaçlı insan ticareti mağduru olduğu belirtilmektedir (www.state.gov/documents/ organization/192587.pdf). Uluslararası örgüt ve giriĢimler tarafından yönetilen seks amaçlı kadın ticareti, boyutlarının her geçen gün artmasıyla küresel ekonominin hızlı büyüyen sektörlerinden biri haline gelmektedir. Güneydoğu Asya ülkelerinde erkek egemenliği, kadınları daha farklı pratiklerle ezebilmekte ve özellikle kız çocuklarından evi geçindirmeleri beklenebilmektedir. Kadınlar göç ederek seks iĢçiliği veya ev hizmetlerinde çalıĢarak ailenin geçimini üstlenmektedir. Göç veren Asya ülkelerinin hükümetleri de kadınların göç akımlarının geliĢtirilmesinde aktif bir rol üstlenmektedirler. Sovyet Sisteminin çöküĢü ortamında yaĢanan ekonomik ve sosyal buhranla baĢlayan kadınların Batı Avrupa, Türkiye ve bazı Orta Doğu ülkelerine göçü her geçen gün artarak devam etmektedir (UlutaĢ ve Kalfa, 2009: 14). Göç ettikten sonra seks iĢçiliğinde çalıĢtırılan kadınların bedenlerinin tüketim kültürünün bir nesnesi haline gelmesiyle küresel seks endüstrisi oluĢmaktadır. Ülkelerinden çeĢitli vaatlerle kandırılarak baĢka ülkelere götürülen kadınların doğrudan seks iĢçiliğine zorlanması, pornografi ve seks turizmiyle küresel seks endüstrisinin sürekliliğini sağlanmaktadır. Hedef ülkelerde yoğun sömürü koĢullarında çalıĢtırılan kadınlar, çok çeĢitli sorunlar yaĢamaktadırlar. Büyük oranda ekonomik kaygılarla göç ettikleri hedef ülkelerde borç batağına sürüklenerek çoğu zaman kazançlarının tümüne el konmakta, yaĢadıklarından ötürü psikolojik ve fiziksel rahatsızlıklar geçirmektedirler. Ülkelerine geri dönebilseler bile, bu kez de seks sektöründe çalıĢmıĢ oldukları için damgalanmaktadırlar (Kalfa, 2008: 182). Seks sektöründe çalıĢmıĢ oldukları öğrenilen kadınlar toplum tarafından dıĢlanarak, 125 aĢağılanarak, ayrımcılığa maruz kalarak adeta aforoz edilmektedirler. Ülkelerinde toplum tarafından kabul edilmemeleri onları tekrar göç etmeye mecbur edebilmektedir. Özellikle kriz dönemlerinde küresel ekonominin ayrılmaz parçası haline gelmiĢ olan enformel sektörde ürün ve hizmetlerin üretimi devlet denetimi, vergilendirme ve sosyal güvence olmaksızın gerçekleĢtirilmektedir. ĠĢgücü maliyetlerinin azaltılması amacıyla ağırlıklı olarak kadınlardan yararlanılan enformel sektörde kriz dönemlerinde de öncelikle kadınların iĢlerine son verilmektedir. ĠĢe girme konusunda erkeklere öncelik tanınması ve kadınların genellikle yarı zamanlı iĢlerde çalıĢtırılması toplumsal cinsiyete dayalı küresel ekonominin sürekliliğini sağlamaktadır. SONUÇ ÇalıĢma kapsamında ele alınan küreselleĢme sürecinin ataerkil ideolojinin Ģekillendirdiği toplumsal cinsiyetle karĢılıklı etkileĢim halinde olduğu görülmektedir. KüreselleĢme süreci sadece kadın ve erkekleri farklı Ģekilde etkilemekle kalmamakta, aynı zamanda toplumsal cinsiyet düzeni üzerinden gerçekleĢmektedir. Küresel toplumsal cinsiyet düzeni erkeklere ayrıcalık tanıdığı için ataerkil nitelik taĢımaktadır. Ataerkil sistem; kamusal ve özel alan ayrımıyla kadınların sosyoekonomik bağlamda faaliyetlerini, emek, ücret, mülkiyet, kültürel ve cinsel haklarını geleneksel toplumsal cinsiyet kimliklerine göre belirlemektedir. Aynı zamanda, küreselleĢme karĢıtı direniĢ sırasında oluĢan, yerelleĢme olarak ifade edilen milli, dinsel, etnik köktenciliğin de geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri, iktidar ve denetim biçimlerini onayladığı görülmektedir. Yerel ataerkil elit sınıfı tarafından milliyetçilik temelinde yeni kimlik oluĢturulmaya çalıĢıldığında kadın bedeni annelik ve cinsel paklık söylemleri için bir sembol olarak kullanılmaktadır. Wichterich‘in (2004: 14) de ifade ettiği gibi, cinsiyetler arasındaki haksızlıklar göz ardı edilerek ―bir baĢka dünya‖ mümkün değildir ve olmayacaktır. KüreselleĢmenin sadece bir ekonomik determinizme indirgenmemesi, karanlıkta kalan insani yüzünün ortaya çıkarılması gerekmektedir. Küresel boyutta toplumsal cinsiyet eĢitliğinin sağlanmasına yönelik yasal düzenlemelerin yapılmasına ve uygulanmasına önem verilmelidir. Türkiye‘nin son 6 yılda 105.sıradan 124.sıraya gerilediği Cinsiyet EĢitsizliği Endeksi‘nden (www3.weforum.org/docs/WEF_GenderGap_Report_2012.pdf) sadece küresel ekonomik forumlarda bahsedilmemeli, aynı anda söz konusu endeksteki durumu iyileĢtirmek üzere ekonomik revizyonlar gerçekleĢtirilmelidir. Yaptırımcı önlemler alınmadığı takdirde toplumsal cinsiyete dayalı iĢ bölümü sürekli yeniden üretilerek varlığını sürdürecektir. KAYNAKÇA Bhasin, K. (2003a). Ataerkil Sistem.(Çev.). AyĢe CoĢkun. Ġstanbul: Kadav. Bhasin, K. (2003b). Toplumsal Cinsiyet, Bize Yüklenen Roller.(Çev.). AyĢe CoĢkun. Ġstanbul: Kadav. Connell, R. (2000). The Men and the Boys. Berkeley: University of California Press. CoĢkun, M. K. (2006). ‗‘Süreklilik ve KopuĢ Teorileri Bağlamında Türkiye‘de Eski ve Yeni Toplumsal Hareketler‘‘. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 61 (1): 68-102 De Benoist, A. (1998). ‗‘KüreselleĢmenin Gerçek Yüzü‘‘. Doğudan Batıdan Uluslararası Konferanlar Dizisi III, Ġstanbul: Ġstanbul BüyükĢehir Belediyesi Yayınları. Ecevit, Y. (1997). ‗‘KüreselleĢme, Yapısal Uyum ve Kadın Emeğinin Kullanımında DeğiĢmeler‘‘. Küresel Pazar Açısından Kadın Emeğinde ve İstihdamında Değişmeler: Türkiye Örneği,(Der: Ferhunde Özbay), Ġstanbul: Ġnsan Kaynağını GeliĢtirme Vakfı. EĢkinat, R. (1998). ‗‘Küreselleşme ve Türkiye Ekonomisine Etkisi‟‟. EskiĢehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, No:1036 IĢıldak, D. (2003). Küreselleşme ve Ulus Devlet Boyutunda Türkiye, Ankara: Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi. Kalfa, A. (2008). Eski Doğu Bloku Ülkeleri Kaynaklı İnsan Ticareti ve Fuhuş Sektöründe Çalışan Kadınlar, Ankara: Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü YayımlanmamıĢ Yüksek 126 Lisans Tezi. Kansu, I. (1996). Emperyalizmin Yeni Masalı Küreselleşme, Ankara: Kamu ĠĢletmeciliğini GeliĢtirme Merkezi Vakfı Özer, E. N. (2010). Türkiye‘de İnsan Ticareti Mağdurları Üzerine Bir Araştırma, Ankara: Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi. Scharenberg, A., Schmidtke, O. (2003). Das Ende der Politik? Globalisierung und der Strukturwandel des Politischen, Münster: Westfaelisches Dampfboot Truong, T.D. (1999). The Underbelly of the Tiger: Gender and the Demystification of the Asian Miracle, Review of International Political Economy, 6 (2): 133-165 UlutaĢ, Ç. U.,Kalfa, A. (2009). Göçün kadınlaĢması ve göçmen kadınların örgütlenme deneyimleri, Fe Dergi, 1 (2): 13-28 Vefikuluçay, D., Demirel, S., TaĢkın, L., Eroğlu, K. (2007). Kafkas Üniversitesi Son Sınıf Öğrencilerinin Toplumsal Cinsiyet Rollerine İlişkin Bakış Açıları. Hacettepe Üniversitesi HemĢirelik Yüksekokulu Dergisi, 14 (2): 26-38. Wichterich, C. (2004). Küreselleştirilen Kadın: Eşitsizliğin Geleceğinden Raporlar (Çev: Tunç Tayanç, Füsün Tayanç), Ankara: Türk Sosyal Bilimler Derneği, http://www.state.gov/documents/organization/192587.pdf EriĢim Tarihi: 30.07.2013, EriĢim Saati: 17:00. http://www3.weforum.org/docs/WEF_GenderGap_Report_2012.pdf EriĢim Tarihi: 30.07.2013, EriĢim Saati: 17:00. 127 B10 OTURUMU KÜRESELLEġME-II: KAMUSAL-ÖZEL ALAN VE ĠLĠġKĠLER 128 ULUSÇULUK VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK; TARĠHSEL SOSYOLOJĠK BĠR ANALĠZ Ahmet ÖZALP1 ÖZET Ulusçuluğun toplum hayatında önemli bir yer edinmeye baĢlaması ile ulusçuluk toplumları siyasi, ekonomik, sosyal ve daha birçok yönden etkilemiĢtir. Çok uzun süreçlerle ifade edilemeyecek bu süreç daha sonralarında ise küreselleĢme ve sanayileĢmenin etkisi ile toplumları etkileyecek, yerini çokkültürlülüğe bırakacaktır. Toplumlar, içerilerindeki farklılıkları fark etmeye baĢlaması ile onları psikolojik yönden de etkileyecek birbirleri ile etkileĢimlerini arttıracak ve bu farklılıkların sonucunda ortaya çıkacak sorunları da çözmeye çalıĢacaklardır. Ġmparatorlukların yıkılıp yerlerine ulus devletlerinin kurulması, ulusçuluk fikrinin oluĢmaya baĢlaması daha sonrasında bunun tekrar yerini çokkültürcülüğe bırakmaya baĢlaması makalenin konusunu oluĢturacaktır. ÇalıĢma, belgeleme yöntemi ile yapılmıĢ, tarihsel örnekler verilerek kavramlar yorumlanmaya çalıĢılmıĢtır. Önceleri çalıĢmada ulusçululuk, milliyetçilik, çokkültürcülüğün tanımı daha sonrasında ise bu kavramların toplum hayatında tarihsel olarak hangi süreçlerle yer edinmeye baĢlaması incelenmiĢtir. ÇalıĢmada Avrupa Birliği örnekleminden de yararlanılmıĢtır. Birliğin bu süreci nasıl yaĢadığı ve bu süreçte yaptığı bazı düzenlemeler incelenmiĢtir. ÇalıĢmada esas amaç bu kavramsal süreçleri Tarihsel Sosyolojik açından inceleyerek günümüz sürecini açıklamaya çalıĢmaktır. Anahtar Sözcükler: Ulusçuluk, Çokkültürlülük, Küreselleşme, Sanayileşme ABSTRACT With the start of obtaining an important place in social life, nationalism has influenced societies in many ways such as political, economical andso on. This process, which cannot be defined as very long, will affect societies by means of industrilization and globalization and leave its place to multiculturalism. When the societies realize the differences among them, they will try to solve the problems that will affect them psychologically, rise the transmission with each other and appear from these differences. The theme of the essay is the collapse of empires and coming of the national states instead of them, developing the idea of nationalism and then appearing of the multiculturalism. This study is done bymeans of documentationmethodandhistoricalexamplesaregivenandconceptsaretriedto be interpreted. First, the definition of nationalism and multiculturalism is given, and then it is tried to be investigated in which process these concepts take place in social life as historically. In the study, it is also benefited from the sample of European Union. How the union lived this process and some arrangements which were made in this process are also investigated. The main aim of the study is to explain the process of today by means of studying these conceptual processes in terms of history and sociology. Keywords: Nationalism, Multiculturalism, Globalisation, Industrilization I. GĠRĠġ Yüzeysel olarak incelendiğinde ulus ve millet kavramları eĢ değer olarak görülür. Oysa ki: Ulus, ―Aynı devlet içersinde barınan insanları iĢaret ederken millet, ― Bir devlet içerisinde olsun ya da olmasın, ortak bir dine inanan olan, aynı bir dili konuĢan ve ortak bir tarihe sahip olarak etki altında olmayan politik bir unsur olarak bir arada hayatlarını idame ettirmeyi isteyen insan topluluğu anlamında kullanılır. Üzerinde kesin bir fikir birliğine varılamamıĢ bir kavram olan ulus, genel olarak Fransız ihtilalinin bir sebebi olmaktan daha çok bir sonucu olmuĢtur. Gellner, modern toplumların kültürel benzerlik ihtiyacının ulus kavramının ortaya çıkmasına neden olduğunu ve milliyetçiliklerin de tarım toplumundan, endüstri toplumuna geçiĢte kültürel uyumunu sağlayan modern bir kurgu 1 Doktora Öğrencisi, Kırıkkale Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Bölümü, [email protected] 129 olduğunu savunmaktadır.Gellner‘de, modern ulus, modern devletle birlikte var olan tarihsel bir kategori ve siyasal ve sosyolojik örgütlenme biçimi‘ olarak kabul edilmektedir (Gellner, 1998:9-12). Hobsbawn, modern ulus içinde olmak üzere çoğu Ģeyin, uygun ve genelde çok yakın zamanlı göstergeler ve bunlara uydurulmuĢ söylemlerle ‘‘ulusal tarih‟ iliĢkilendirildiği için, geleneğin icadına gerekli dikkat gösterilmeden ulus olgusunun üzerinde hakkıyla durulamayacağını söylemektedir (Hobsbawn, 2005:17-18). Semantik mana yönünden incelendiğinde ise, ―ulus‖un Arapça kaynaklı ―millet‖ sözcüğünden geldiği genel olarak kabul edilmekle birlikte, kelimenin etimolojisi hakkında daha değiĢik düĢüncelerde bulunmaktadır. Bernard Lewis, millet kelimesinin Aramice‘den geldiğini ve ―bir söz‖ anlamına gelen ―milla‖ kökenine kadar gittiğini belirtmekte ve ―bir kutsal kitabı kabul eden insan topluluğunu kavramını karĢıladığını söylemektedir. Kökenbilimindeki dinsel anlam doğrultusunda millet kelimesi daha çok aynı dine inanan insan topluluklarını ifade ederken, Moğolca kökenden gelen ve ―nation‖ sözcüğünü karĢılamak için kullanılan ―ulus‖ kelimesi anlam olarak daha çok, değiĢik bir etnik topluluğu belirtmektedir. Ulus olmanın, oluĢturmanın bilinci ve dünya toplumlarının, ulus öncesi toplumsal yapılardan ulus olma seviyesine ulaĢma sürecinin hem bir ürünü hem de kuramsal aracı olarak tanımlanabilecek olan ―milliyetçilik‖ ise bir terim olarak ilk defa 1774 yılında Johann GottfriedHerders tarafından ortaya atılmıĢtır (Karyelioğlu, 2012:143-144). Çokkültürlülük; Ġlk kez Avrupa‘da ortaya çıkan ve niyeti; etnik, kültürel ve dilsel farklılıkları aynı kazan içerisinde eriterek tek bir tarih, dil ve kültüre dayalı bir ulus yaratmak olan ulus-devlet projesi ile karĢı karĢıya kalmıĢtır. Çokkültürlülük olarak ifade edilen manzume bazen de çokkültürcülük olarak isimlendirilmiĢ ve bu karĢı gelme, özü itibariyle toplumda her türlü tekdüzelik, birlik ve ortaklığı bozan ―farklılaĢma‖ karvamının altını çizmektedir. Özellik olarak farklı olmakla birlikte Avrupa‘da farklılaĢtırma olgusu en az üç temelden beslenmektedir. Ġlk temel, var oluĢ tarihleri Avrupa‘daki toplumların tarihi kadar eski olan ve halen de önemli oranda varlığını devam ettiren yerli azınlıklardır (Canatan, 2009:83). AlainTouraine, günümüzde kültürel değerlerin toplumsal ya da politik\siyasal değerler üzerinde yükselen bir önceliği olduğunu ve büyük çatıĢmalar, yüksek tercihler, yüksek karĢıtlıkların büyük kültürel sorunlar düzeyinde kendini gösterdiğini belirtir. Çokkültürlülük de bu artmakta olan kültürel sorunların önemli parçasını değerlendirip inceleme yapmaya ve cevap vermeye çalıĢırken kullanılan ve yaygınlaĢan kavramlardan biridir. Avrupa'da ve çeviriler yoluyla da Türkiye'de, çokkültürlülük kavramı çevresinde geliĢen edebiyat giderek artmaktadır. Her yeni uğraĢ ve çalıĢma da kavramın ve çalıĢma alanının kapsamının ne olduğuna dair farklı ve güncel ifadeler getirmektedir. Parekh ise kitabında çokkültürlüğü, kültürel farklılıklara olanak tanıyan ve onu koruyan bir siyasal kuramın ana unsuru olarak kavramsallaĢtırma uğraĢındadır. Parekh, çokkültürlülüğü tek baĢına çeĢitlilik ve kimlikle ilgili değil, kültürle iç içe geçmiĢ ve ondan faydalanan çeĢitlilik ve kimliklerle, yani bir grup insanın kendilerini ve dünyayı anlamakta, kiĢisel ve birlikte yaĢamlarını idame ettirmekte kullandıkları yöntemler bütünüyle ilgili olarak kavramaktadır. Aslında ifade edilmeye çalıĢılan ve vurgulanan yer, kiĢisel yönelimlerden beslenen değil, kültürden kaynaklanan çeĢitliliklerin çokkültürlülükle alakalı olduğudur (Sarı, 2003:168). Çokkültürlülük kelimesi ilk olarak okul müfredatları etrafındaki karĢıtlıklarıyla ilgili olarak kullanan Amerika‘da ulusal beraberlik isteğinin ve temelindeki çeĢitliliği de ortaya koymak için ortaya kullanılmıĢtır. Günümüzde çokkültürlülük daha geniĢ bir anlamıyla ayrımcılığın ve ötekileĢtirmenin olmadığı, hiçbir kültürel kaynağın öbüründen daha farklı ve üstün olmadığı ve ulusal kimliğin dünyanın farklı yerlerinden gelen kültürel temaların karmaĢık bir birlikteliği sonucunda meydana geldiği, daha iyi bir Amerika‘nın sözlük karĢılığı olmuĢtur. Fakat çokkültürlülük konusunda sosyalist yönetimlerin konumu ise tam karĢılığının ifade edilmesi zordur. Doytcheva (2009:141)‘ya göre, çokkültürlülük bir realite ya da hayata geçirilecek bir yöntem olmaktan çok, bir heves, bir aldatmacadır. Bu, kültürel sömürünün eski zenginliğin yerine koyduğu modernite ile bezenmiĢ bir boĢluk kültüründen ibarettir. Ayrıca bazı Avrupa ülkelerinde de çokkültürlülük ne geniĢ bir kitleye hitap ediyor ne de olumlu karĢılanıyor. Çokkültürlülük çok zaman, demokrasi geleneğine yabancı, toplulukçu ve farklılaĢtırıcı bir geniĢ görüĢlülüğe sahip bir Anglosakson keĢfi olarak görülüyor (Yıldırım, 2011:240). 130 ULUSÇULUK, ULUS-DEVLET VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜĞÜN TARĠHSEL GELĠġĠM SÜRECĠ Fransız Devriminden hemen önce ve sonra oluĢan ulusçuluk, burjuva grubunun üstünlüğü, aristokrasiden alıp ulus‘a devretme kendi yönetimini sistemleĢtirme sürecinin fikirlerini ve görüĢlerini yansıtır. Önceki toplum yapılarında böyle bir durumdan söz etmek olanaksızdır.Modern ulusçuluk fikrinin geliĢimi Fransa, Ġngiltere ve Almanya gibi köklü tarihleri olan devletlere çok Ģey borçludur. Fransa ve Ġngiltere‘de geliĢen ulus fikri, ulusal krallıkların doğuĢuyla birlikte bulunan topraklar üzerindeki insanların beraber olmalarını sağlamıĢtır. Ancak, ulusçuluk Fransız kökenli ulusçuluk olarak adlandırılmıĢtır (Aksoy vd, 2010:32). Ulus, Orta Çağ‘ın sonu ve Yeni Çağ‘ın baĢlangıcı ile Avrupa‘da ortaya çıkmaya baĢlayan, üretim iliĢkileri sisteminin parçası olan bir yapı. Bir mal biriktirme ve üretim iliĢkileri sisteminin değiĢme sürecine iĢaret eden ulus, kapitalizm ile aynı tarihlerde geliĢen bir oluĢum. Üretimin küçük ölçekten büyük alana yayılması, bu anlamda yeni toplumsal etkileĢimlerin ve kurumların kurulmasında temel oluĢturan ulus, kiĢilerin özgürleĢtirilmesinin yolunu açtı. Önemli üç Ģart vardır. Bu üç Ģart (toprak birliği, dil birliği, ekonomik fayda birliği), bir toplumun bir ulus haline dönüĢmesi için yeterli olmuyordu. Ulus olarak birleĢmiĢ insanların, ulus bütünlüğünü korumak için aynı toplumsal ruh yapısını ve aynı kültürel özellikleri taĢımaları da gerekiyordu. Bu ise, ortak bir tarih bilincine ulaĢarak ve ortak bir tarih yeniden temellendirilmesine doğru yönelerek, ortak bir gelecek ve kader ortaklığı etrafında bir araya gelerek, ―tarihsel‖ ve ―ahlaksal‖ yakınlığı oluĢturmak sayesinde olacaktı. Bu yakınlık daha da ileriye taĢındı ve hukuktan eğitime uzanan geniĢ bir çerçevede de kültürel, ruhsal ve manevi birliktelik sağlanmıĢ oldu. UluslaĢma süreci, Sanayi Devrimi ile birlikte kapitalizmin geliĢmesine paralel olarak gerçekleĢmeye devam etti. MüĢterekler ve ortak bir geçmiĢ ve gelecek etrafında bir halk bir araya gelerek devletlerini oluĢturamaya baĢladı (Habernas, 2002:7-8). Ulus-devletin, ulus egemenliği etrafında tanımına dair tarihsel süreç 12. yüzyıla kadar dayanmakla beraber, Westfalya AntlaĢması‘nın konuya iliĢkin tarihi bir dönüm noktası olduğu kabul edilmektedir. 1648'de imzalanan Westfalya AntlaĢması, ulus devletin uluslararası düzende ön plana çıkması ve kendi sınırları içinde ne kadar büyük bir güce sahip olduğuna iĢaret etmesi bakımından bu durumun daha farklı bir boyuta taĢınmasıdır. Westfalya modeline göre, devletler, devletlerarası hukukta ‗‘eĢit yapılar‘‘ olarak yer alan siyasi aktörlerdir (Cebeci, 2008:25). Çokkültürlülüğün ne olduğu, özünde ne tür tartıĢmalar eĢliğinde gündeme geldiği öncelikle kavramsal bir analizi gerekli kılar. Dünyada çokkültürlülük kavramı ilk olarak 1957‘de Ġsviçre‘de kullanılsa da, 1960‘ların sonunda günümüzde herkes tarafından kabul edilen anlamını Kanada‘da buldu. Kavram seri bir Ģekilde diğer Ġngilizce konuĢan ülkelere yayıldı ve bu ülkelerde tartıĢılmaya baĢladı. Dolayısıyla modern manada çokkültürlülük, Kuzey Amerika menĢeli bir kavramdır. ABD ve Kanada‘da farklı bir dili konuĢan ve kendilerine ait olduğuna inandıkları topraklarda yaĢayan insanlar, kültürel kimliklerinin tanınmasını istemiĢlerdir. Çokkültürlülük kavramı bu tanınma isteğine bir cevap olarak ortaya çıktığı söylenebilir (Özensel, 2012:59). KurtuluĢu modernizmde bulan düĢünce, 1960'lı yıllara kadar tartıĢılmaz etkinliğini sürdürmüĢtür. 1960'lı yıllar ile birlikte hızlı bir Ģekilde artan küresel Batı hegemonyasının dünya ülkeleri arasında yarattığı siyasal\politik ve ekonomik farklar, zengin ve fakir ülkeler arasında açılan uçurum ile modernizmin en çok eleĢtiriye açıldığı ve görünüĢte bütün kültürlere saygıyı, temelinde ise "ötekileri"kendi hallerine terk etmeyi ifade eden postmodernist kuramların geliĢtiği yıllardır. BaĢka bir yönden bakıldığında ise bu durum yine modernizm temelinde, Batı medeniyetlerinin mega ifadesine karĢı artan tepkinin asıl sebebi, dıĢarıda bıraktığıyla da görünmez olarak Ģekillendirdiği Ģeyler konusunda bilinçlenmenin artması örneği gösterilerek eleĢtirilebilir. Her ne kadar imparatorluklar bunu fark edip bir kültür etrafında diğer kültürlerin varlıklarını korumalarına imkân oluĢturan kendi yapılarını devam ettirseler de modern çağ için imparatorluk tarzı bir kültürel çoğulculuk anlayıĢından bahsetmek olanaklı ve kaynaksal değildir. Modern zamanların bir politika olarak çokkültürlülük uygulamasına ilk olarak Kanada‘da rastlarız (Temizkan, 2008:2). KüreselleĢme, Ulus-Devlet ve Çokkültürlülük KüreselleĢme, dünya düzeyinde ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel birliktelik, fikirlerin, düĢüncelerin, uygulamaların, teknolojilerin global düzeyde kullanılması, para dolaĢımının 131 globalleĢmesi, ulus-devlet sınırlarını aĢan yeni iliĢki ve etkileĢim biçimlerinin meydana gelmesi, uzamın yakınlaĢması, dünyanın küçülmesi, sınırsız rekabet, serbest ticaret\dolaĢım, pazarın dünya ölçeğinde geniĢlemesi ve milli sınırların dıĢına çıkması, kısaca dünyanın tek sınır veya pazar haline gelmesidir (Balay, 2004:63). Sosyo-politikten siyasete, kültüre değiĢimi anlamlandırmak için kullanılan geniĢ ve önemli geçiĢleri olan bu ifade hakkında oldukça değiĢik yorumlamalar yapılmıĢ değiĢik boyutları ön plana çıkarılmıĢtır. Balay (2004:64)‘ın yaptığı araĢtırmaya göre 1960‘ta M. McLuhan‟ın, ―Global Köy‖ deyimi ilk kez ―ĠletiĢimde Patlamalar‖ adlı kitabında literatüre girmiĢ ve tüm dünyada kullanılır hale gelmiĢ, küreselleĢme konusu tartıĢılır olmuĢtur. Yenidünya düzenini ifade eden küreselleĢme, mal, hizmet, sermaye, teknoloji ve iĢ gücünün dünya çapındaki gücünü ve yaygınlığını artması sürecidir. Bu zaman içerisinde ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi alanlarda oluĢan bazı ortak değerlerin tüm dünyaya egemen olması söz konusudur. KüreselleĢme boyutları açısından incelendiğinde üç kategoriye ayrılır. Bunları sıralamak gerekirse; ekonomik, siyasal ve kültürel boyutlar olmak üzere. Ekonomik açıdan küreselleĢme; Modern açıklamada globalleĢmeyi ortaya çıkaran etmenlerden baĢta geleni çok kültürlü ve milletli Ģirketlerdir. Çok uluslu Ģirketlerin oluĢumu ve geliĢimi ile süreç içerisinde ulusal ekonomik planlamalar yerini çoğunlukla uluslar arası ya da küresel planlamalara bırakmıĢtır. Birden çok uluslu Ģirketlerin geliĢim sürecinde, sadece endüstrileĢmiĢ ülkelere bir yönelim ile karĢılaĢılmamıĢ, aynı zamanda geliĢmiĢ ülkelerden geliĢmekte olan ülkelere doğru da bir yabancı sermaye giriĢi ve bu yabancı sermayenin de çokuluslu belirginliği de oldukça yüksek seviyelerde olmuĢtur. Tarihsel Sosyolojik bir bağlamda değerlendirecek olursak; özellikle 1960–1980 zaman aralığında, geliĢmekte olan ülkelerin, uyguladıkları sanayileĢme politikalarıyla birlikte, çok uluslu Ģirket olarak tanımlanabilecek bu yabancı sermayeyi çekebilmek için önemi mevzuat düzenlemelerine yöneldikleri görülmüĢtür (Balkanlı, 2002:15). Özellikle sayısal olarak incelemek istersek 1980 ve 1990 yılları arası çokuluslu Ģirketler dikkate değer olacaktır. Tağraf (2002:38)‘ınyaptığı araĢtırmada belirttiği üzere küreselleĢme süreci ile eĢdeğer bir süreçte dünyada çokuluslu Ģirketlerin sayısı ve aktifliğinde büyük artıĢlar meydana geldi. Bu tür Ģirketlerin dünyadaki toplam sayısı 37.000‘e yükseldi. Çokuluslu Ģirketlerin dünyanın çeĢitli ülkelerindeki merkez ya da temsilciliklerinin sayısı 450.000‘e kadar yükselmiĢtir. Bankalar ve mali kuruluĢlar hariç, çokuluslu en büyük 100 Ģirketin varlıkları 1,8 trilyon dolara, yıllık satıĢları ise 2,5 trilyon dolara ulaĢmaktadır. 1996 yılında gerçekleĢen bu satıĢlar, Çin, Hindistan, Güney Kore, Malezya, Singapur ve Filipinler‘ in gayri safi milli hâsılaları toplamını aĢmaktaydı. Siyasal anlamda küreselleĢme ise; demokrasi küresel bir ahlaki değer olarak daha çok ön plana gelmektedir. Ekonomik noktada özgürlükçü ekonomik düzen, siyasi alanda ise demokrasiye dayalı bir politik yöntem tüm dünyada kabul görmektedir. Özgürlükçü Demokrasi adı verilen, yeni bir politik ve ekonomik düzen dünyada hızla yayılmaktadır (Bayraç, 2003:47). Diğer bir Ģekilde ifade edilmek gerekirse, siyasal anlamda küreselleĢme devlet ve onun alt yapıları arasındaki iliĢki ve oynanacak rollerin tekrardan yeni bir hal alması gerekmekte, ulus devletin önünde milletler ya da ulus devletler üstü yapılarla birlikte, sivil topluma yönelik üstünlük kullanımında demokratikleĢme yönünde bir yükseliĢ sağlamaktadır. 1950‘lerin baĢından beridir ekonomik ve sosyal birlikteliğini olumlu bir Ģekle getiren Avrupa Birliği‘nin bugün konfedere bir birleĢik Avrupa yaratma çabası, siyasal küreselleĢmenin ulus devletlerin tek baĢına yaratamayacakları bir süreç olduğunu, içinde bir takım bölgeselleĢme ve birlik içerisinde bir bloklaĢma, ulus üstü uyum çabalarını da içerdiğinin en çarpıcı örneğidir. Siyasal globalizasyon ulus devlet içinde bir benzeĢme ekseninde bir temsil mekanizması varsayılması sebebi ile zaten kendini zor ifade eden demokrasi anlayıĢının daha katılımcı bir yapıya dönüĢmesini de sağlamaktadır (Demirel, 2006:108). KüreselleĢmenin kültürel boyutuna bakılınca aslında en önemli noktası da toplum yaĢamı için bunu oluĢturacaktır. Kültürel boyut toplumsal değiĢme ve yönelime sebep olacaktır. Uzun süreçlerin ürünü olan toplumsal değiĢme küreselleĢmenin de kültürel yayılmacı etkisi ile kendini gösterir. Tarihsel Sosyolojik bir noktadan baktığımızda Mahiroğulları (2005:1277)‘nın yaptığı bu konudaki önemli araĢtırmada Endüstri Devrimi‘nin meydana gelmesine sebep olan veya bu devrime etkisini göstermemiĢ batı ülkeleri, devrimin kendilerine yararlandırdığı çoğu avantajlar nedeniyle ekonomik ve 132 sosyal ilerlemelerini sonuca ulaĢtırarak dünya ekonomisini ve siyasetini yeniden Ģekillendirmeye baĢlamıĢlardır. Bu noktadaki ülkeler, baĢlangıçta sanayilerinin hammadde ihtiyaçlarını karĢılama, ürettikleri iç tüketim fazlası mallara yeni yerler arama ve siyasi anlamda yeni geliĢim sahaları geniĢletme adına sömürge faaliyetlerine yönelmiĢ; ulusal duruĢ sergileyemeyen kimi ülkeleri çeĢitli noktalarda kendilerine bağımlı kılabilmiĢlerdir. Batılı güç (power) kapitalleri, daha sömürgeleĢtirme sürecinde, bu tip ülkelerde hegemonyalarını sürekli etki halinde tutabilmek için, 19. yüzyılın baĢlarından itibaren misyonerleri kullanarak kendi kültürlerini ve dini yaĢantılarını bunlara ahlaki değerleri de ekleyebiliriz, sömürge ülke halkına zorla ya da istem yolunu da izlemiĢlerdir. Misyonerler, sahipleri oldukları ülkeler adına bulundukları ülke insanlarına özellikle kendi kültürlerini tanıtmak ve yaymak, dolayısıyla bu ülkelerde kendi dillerini konuĢan, kendileri gibi düĢünen taraftarlar oluĢturmak tarzında faaliyetlerde bulunmuĢlardır. Bununla birlikte, kültürel küreselleĢme, sömürgecilikle yeni bir ivme ve hareket kazanmıĢ; misyonerlik faaliyetlerinin içinde önemli bir yer tutarak, insanlarla kurulan yüz yüze iliĢkilerle 19. yüzyılda kısmen de olsa ilerleme kat etmiĢ; 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yöntem değiĢtirerek hızını olağanüstü bir boyutta artırma fırsatı bulmuĢtur (Mahiroğulları, 2005:1278). KüreselleĢme aslında bir yönüyle hiç yeni bir Ģey değil; aslında ilk ortaya çıkıĢı Rönesans‘taki coğrafi keĢiflere ve dünyanın her yanının tanımasına kadar uzanıyor. Olgunun ilk adımı bu; ikinci adımı Birinci Sanayi Devrimi‘nden, üçüncü adımı Ġkinci Sanayi Devrimi‘nden geçiyor. Yukarıdaki analiz gösteriyor ki; bilimsel buluĢların getirdiği küreselleĢme sermayenin küreselleĢmesinin baĢlıca kaynağı ya da dayanağı değildir. Bu ikinciyi yaratan baskılar ayrıdır. Tabii ki, teknolojik geliĢmelerin haberleĢme-ulaĢtırma alanında kazandığı ivme, sıcak paranın hareketini hızlandırıyor, kolaylaĢtırıyor. Ancak aynı teknolojik imkânlar 1850‘lerden 1. Dünya SavaĢı‘na kadar geçen zamanda sermayeyi küreselleĢtirirken, 1970‘li yılların ortasına kadar uzanan süreçte çok daha geniĢ teknolojik araçlar denetimli ekonomiyle birlikte yaĢanmıĢtı. Ekonomide ulus-devletin gücünü yok etme düzeyine varan özelleĢtirme baskılarını ‗sanki dıĢarıdan verili teknolojideki geliĢmelerin sonucu diye dayatmak; kavram kargaĢası yaratmak olarak ya da sanal gerçekliğe uyum olarak da düĢünülebilir (Kaymakçı, 2007:4). KüreselleĢme sürecinde kapitalizmin bugünkü boyutu, ulus-devleti, ekonominin ilerlemesi ve büyümesi için uygun bir ölçek olmaktan uzak kalmıĢtır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında hâkim olan soğuk savaĢ ulus-devleti yıkılmaktan korurken, 1990‘larla birlikte soğuk savaĢın sona ermesi, ulus-devletin temellerini sarsan bir diğer sebep olmuĢtur. Sovyetler Birliği‘nin dağılması ile ABD‘nin tek güç haline gelmesi, küreselleĢmenin temel siyasi ilerlemesini anlatmakta; doğal olarak da egemen siyasi aktör ulus-devleti tamamen yok etmiĢ olmasa da, büyük oranda değiĢime uğratmaktadır. Bu geliĢmeyle birlikte otoritesi sarsılan devletin, etkin ve sınırlı bir yapıya kavuĢturulması üzerine tartıĢmalar artmıĢtır. Bu anlamda küreselleĢme, ulus devletin potansiyel öneminin ve bağımsızlığının büyük ölçüde azaldığı bir görüngü olarak ortaya çıkmıĢtır. KüreselleĢmeyle birlikte klasik sınırların ortadan kalkması, çok uluslu Ģirketler, bölgesel bütünleĢmeler, özel sektördeki kuruluĢlar gibi yeni küresel ve bölgesel aktörlerin ortaya çıkıĢını da sağlamıĢtır (Cebeci, 2008:27). KüreselleĢme sürecinde ulus–devletlerde yıpranma ve yenileĢme birçok farklı alanda oluĢmasına rağmen en çok da egemenlik, idari yapılanma, kimlik ve ulusta yaĢanmıĢtır. Bu yıpranma ve yenileĢmenin sıklıkla görüldüğü alan ulus-devletlerin egemenlik meselesidir. Ulusal sınırların bazı alanlarda sembol haline dönüĢmesi ve küreselleĢmenin iktidar erimesini hızlandırıĢı ile egemenlik anlayıĢı değiĢmiĢ, ulus– devleti tartıĢma konusu haline getiren baĢlıca etmenlerden birini ortaya çıkarmıĢtır. KüreselleĢme ile bütün ülkelerin egemenlik alanlarında bir daralma olmuĢ, küresel bir topluluğun varlığı ve uluslararası hukukun kurumsal bir yapı halini alması ile yaĢanılan bağımlı ekonomik süreçler bu daralma için uygun koĢulları hazırlamıĢtır. Yani küreselleĢme sürecine ulus-devletin yıpranma süreci de denilmesi gayet uygun düĢer (Sayın, 2009:3). Kültürel, ekonomik ve politik etkilerin bir bileĢkesi tarafından yönlendirilen karmaĢık bir süreç olan küreselleĢme yeni bir uluslararası güç ve sistem oluĢturur ve özellikle geliĢmiĢ ülkelerde sürekli değiĢmekte olan bir süreçtir. KüreselleĢme kavramını bir bütün olarak ele alındığımızda çağdaĢ politika zemininden daha fazla anlamı, toplumun kurumsal yapısını ifade ettiğini ve toplumun kurumsal yapısını değiĢtirdiğini fark ederiz. Bir baĢka deyiĢle içinde bulunduğumuz küreselleĢme süreci zamansal ve mekânsal bir yapıya, kendi içinde bir cogitoyu barındıran evrenselci bir yapıya karĢılık bulur. Bu bağlamda modern döneme ait olan ve modernite içinde siyasetin zamansal ve mekânsal kurulmuĢluğunu ifade eden ―ulusal ve alansal boyutun‖ sorunlu bir özellik kazanması sorusunu akıllara getirmektedir. Çünkü küreselleĢme ile birlikte, ulus devlet 133 denilince düĢünülen merkezci ekonomik yapıyı kırılmakta ve liberalizmle yenilenen toplumlardaki kimlik anlayıĢının oluĢumunda zorunlu etken görevi görmektedir (Eken, 2006:261). KÜLTÜREL ÇEġĠTLĠLĠK BAĞLAMINDA ÇOKKÜLTÜRLÜ ULUS DEVLET VE TÜRKĠYE‟DE ETNĠK YAPI Katı gruplandırılmıĢ bir yaklaĢım içinde, farklılıkları içerisinde kabul etmeyen, benzerleĢmiĢ ve tam olarak bütünleĢmiĢ bir küresel kültürden söz etmek oldukça zor hatta imkânsızdır. Ancak kültürü, sürekli değiĢmekte olan, çok değiĢkenli ve süreçlere tabi bir olgu olarak anlamlandırırsak, kültürün küreselleĢmesinden söz etmek mümkündür. Ulus-devletler arasındaki süregelen iliĢkiler Ģekillerinin ötesinde dünyanın değiĢik yerlerinde yaĢayan gruplar, gruplar ve kiĢiler arasında farklı Ģekillerde artarak geliĢen iliĢkiler ve etkileĢim, var olan kültürleri durağan bir yapı içinde tutmayı adeta olanaksız kılmıĢ ve bu çok çeĢitli ve farklı süreç içinde ―üçüncü kültürler‖ denebilecek analizler oluĢmaya baĢlamıĢtır. Bu bakıĢ açısına uygun olarak değiĢik kültürleri tüm Ģekilleri birlikte yeryüzünden silen ve yalnızca Batı kaynaklı bir batı kültürünün mutlak egemenliği anlamında bir küresel kültürden söz etmek tam anlamı ile olanaklı değildir. Dolayısıyla kültürün küreselleĢmesi önermesi zorunlu olarak otantik kültürlerin yok olmasını gerektirmemektedir (Nezihoğlu, 2006:20). Kongar (1997:1)‘ın bu konuda söyledikleri dikkate alındığında; kiĢilerin kültürel kimlikleri, onlar üzerinde bağlayıcı olduğu oranda kiĢisel haklarını ve özgürlük alanlarını daraltmakta, ama benzer Ģekilde bir kimlik iĢlevini de yerine getirmektedir. Kültürel kimlik ile bireysel özgürlük arasında, bireyin tutum ve davranıĢlarının farklılıklarına izin verilen hareket alanının geniĢliği bakımından karĢıt bir korelatif iliĢki söz konusudur. Bir baĢka yolla ifade etmek gerekirse, katı bir kültürel kimlik, bireyin, ait olduğu kültürel kimlik bakımından yapması beklenen inanç ve davranıĢları büyük ölçüde kendisine baskı ile kabul ettirir ve böylece "kiĢisel hak alanı" önemli ölçüde daralmıĢ olur. Bunun yanında ona göre yumuĢak bir kültürel kimlik, bireyin inanç ve davranıĢlarına daha az etki ettiği için, onun "kiĢisel hak alanı" daha geniĢ bir çerçeveye taĢır. Burada, bir kültürel kimliğin "savunucu (militanı)" kimliğine bürünen birey, kendisini öteki kültürel kimlik sahiplerinden ayırmak için kendisinden farklı inanç ve davranıĢları önemli ölçüde olumsuzlama çabası içine de girer ve böylece toplumsal etkileĢimi önemli ölçüde zedeleyici bir oluĢum ortaya çıkar. Buna karĢılık, yumuĢak bir kültürel kimliği savunan birey, aynı toplum içinde yaĢadığı öteki kimlik sahiplerine de hoĢgörü ile bakma eğilimindedir. Böylece yumuĢak kültürel kimlik hem o kimlik sahibi olan bireyin özgürlük alanını daraltmaz, hem de öteki kimlik sahipleriyle bir arada yaĢama dürtüsünü kısıtlamadığı için, toplumsal etkileĢim miktarı kısıtlanmamıĢ, dolayısıyla toplumun iĢleyiĢi bozulmamıĢ olur (Kongar, 1997:2). Canatan‘ın yaptığı araĢtırmadan bazı istatistikler verildiğinde Avrupa örneğinde göçün neden olduğu kültürel çeĢitlilikte; Resmi istatistiklere göre Avrupa‘da en az 21 milyon göçmen yaĢamaktadır. Göçmen nüfusun dörtte üçü Almanya (7.343.591), Fransa (3.596.600), Ġngiltere (2.281.000), Ġsviçre (1.406.630) ve Ġtayla (1.116.394) olmak üzere belli Avrupa ülkesinde yoğunlaĢmıĢ durumdadır. Yoksulluğun ve bu yolla aile birleĢimlerinin devam ettiği düĢünülürse bu yoğunluğun çok daha üst seviyelere çıkıp artacaktır. Göçmen ailelerin sahip olduğu çocuk sayılarının o ülkelerde verilen destekler yüzünden daha fazla olduğu düĢünülürse bu sayı Avrupalı ailelerden daha yüksek seyretmektedir. Avrupa‘da çokkültürlülüğü artıran saydığımız sebeplerin dıĢında da bir göç yolu vardır, bu da Avrupa Birliği çerçevesinde serbest dolaĢımın ürünü olan iç göçtür. 1990 yıllardan bu yana çoğu Avrupa ülkesine yönelik iç göç giderek artmıĢtır. Bugünkü koĢullar itibariyle her yıl Avrupa içinden kaynaklanan göç oranı, dıĢarıdan gelen göç oranının çok üstündedir. Sözgelimi 1999 yılında toplam göç içinde iç göç oranları yüzde 33,2 (Ġngiltere) ile yüzde 97,9 (Slovenya) arasında değiĢmektedir. Her halükârda iç göç oranı, Avrupa dıĢından kaynaklanan göç oranının kat kat üzerinde seyretmektedir (Canatan, 2009:81). Burada ifade edilmesi gereken unsur UNESCO‘nun Ulus devletler içinde ve diğer devletler içinde aldığı kültürel çeĢitliliği korumak için kararlar vardır. UNESCO tarafından kültürel çeĢitliliğe ve kültürel hakların kullanılmasına iliĢkin olarak kabul edilen uluslararası belgelerin hükümlerine ve özellikle 2001 tarihli Kültürel ÇeĢitlilik Evrensel Bildirisi‘ne atıfta bulunarak, 20 Ekim 2005 yılında anlaĢmayı kabul etmiĢtir. Bu maddeler sıralanırsa (DKP, 2006:32) ; 1. Ġnsan Haklarına ve Temel Özgürlüklere Saygı Ġlkesi 134 2. Egemenlik Ġlkesi 3. Bütün Kültürler için EĢit Ġtibar ve Saygı Ġlkesi 4. Uluslararası DayanıĢma ve ĠĢbirliği Ġlkesi 5. Kalkınmanın Ekonomik ve Kültürel Yönlerinin Tamamlayıcılığı Ġlkesi 6. Sürdürülebilir Kalkınma Ġlkesi 7. Hakkaniyete Uygun EriĢim Ġlkesi 8. Açıklık ve Denge Ġlkesi 9. Uygulama Alanı Önemle belirtilmesi gereken nokta Ülkemizde toplumsal yapı çeĢitliliği üzerinde Konda araĢtırma Ģirketi tarafından 2006 da yapılmıĢ ‗‘Biz Kimiz‘‘ adlı önemli bir anket çalıĢmasının tablosal verilerine bakarsak;kiĢilerin etnik kimliklerine dair soru Ģu Ģekildeydi: ―Hepimiz Türk vatandaĢıyız, ama değiĢik kökenlerden yörelerden olabiliriz; siz kendinizi, kimliğinizi ne olarak biliyorsunuz veya hissediyorsunuz?‖ AraĢtırmada kendi bildiğimiz veya yaygın kullanılan adlandırmalar yerine, halkın kendini nasıl bildiğini, nasıl tanıtmak istediğini tespit etmeye önem verdik. Bunun için, kimliğe dair sorduğumuz sorularda seçenek sunmadık ve herhangi bir yönlendirme yapmadık. Anketörlerden kiĢilerin kendi verdikleri ilk cevabı anket formlarına yazmalarını istedik. Denekler bu soruya 100‘ün üzerinde farklı cevap verdi. Daha sonra bu cevapların benzerliklerini ve sıklıklarını inceleyerek belli gruplar oluĢturduk. Tablo 1 de araĢtırmaya katılan deneklerin illere göre dağılımı verilmiĢ ayrıca aĢağıda yer alan Tablo 2‘de ise deneklerin cevaplarına göre oluĢturulan kimlik grupları ve bu gruplardaki kimliklerin söylenme oranları yüzde olarak yer almaktadır (Konda, 2006:2). Tablo-1: Deneklerin Ġkamet Ettikleri Ġllere Göre Sayıları (Konda, 2006: 4) Bu araĢtırmada büyük iller dikkate alınmıĢ, veriler dikkate alındığında genel bir yorum yapılmak gerekirse AraĢtırma sonuçlarına göre Türkler‘in yüzde 57,6′sı gelin veya eĢ olarak, yüzde 53,5′i iĢ ortağı olarak, yüzde 47,4′ü komĢu olarak bir Kürt‘ü istemiyor. Buna karĢılık Kürtler‘in de yüzde 26,4′ü gelin veya eĢ olarak, yüzde 24,8′i iĢ ortağı olarak, yüzde 22,1′i komĢu olarak bir Türk‘ü istemiyor. 2006′daki araĢtırmada Kürt ve Zaza olduğunu söyleyenlerin nüfus içindeki oranı yüzde 15,7′yle 11 milyon 445 bin iken, bu sayı 2010′da yüzde 18,3′e çıkarak 13 milyon 261 bine ulaĢtı. Sadece Kürt kimliğini söyleyenlerin oranı 2006′da yüzde 13,4′ken, dört yılda bu oran sadece yüzde 1,3 arttı. Zaza kimliğinde artıĢ ise, 1,4. Aynı Ģekilde, kendi kimliğini Türk olarak tanımlayanların oranı 2006′da yüzde 76.7 iken, bu oran 2010′da yüzde 78.1 çıktı. Türk, Kürt ve Zaza kimliklerindeki artıĢın, ‗diğer kimliklerle tanımlamadaki azalıĢında etkili olduğu görüldü. Kürtlerin dağılımı, Güneydoğu‘da yüzde 27, Doğuanadolu‘da yüzde 39, Ġstanbul‘da yüzde 18′ken, tüm Karadeniz‘de sadece yüzde 0,3 oranında kalması dikkat çekti. Tüm Türkiye nüfusu içinde Türkler yüzde 73,6 ile 53 milyon 377 bin, 135 Kürtler ve Zazalar yüzde 18,3 ile 13 milyon 261 bin, diğer etnik grupların toplamı ise yüzde 8,2 ile 5 milyon 915 bin. Türk-Kürt arasında akrabalık iliĢkisi olanlar da 3 milyon 500 bin dolayındadır (Konda, 2006:17). Tablo-2: Denekler Tarafından Belirtilen Kimliklere Göre YetiĢkinlerde Etnik Kimlik Dağılımı (Konda, 2006:14) Bu araĢtırma toplamda 53,224 örneklem üzerinde yapılmıĢtır. AraĢtırmada dikkate değer unsur Türk Ulus devleti içerisinde kendini Türk olarak ifade eden kesimin yüzde 81,33 bir değer ifade etmesidir. Bunun hemen arkasından yüzde 9,02 lik bir oranla kürt nüfusu gelmektedir. Görüldüğü gibi Türkiye‘de de etnik çeĢitlilik fazladır. Ulus Devletin DönüĢümü ve Çokkültürlü Avrupa Birliği Örneği BaĢlangıcında Avrupa‘daki toplulukları ve sonra da tüm dünyayı etkisi altına alan ulusçuluk hareketlerinin ilk ortaya çıkıĢ noktası olarak 1789 Fransız Ġhtilali kabul edilmektedir. Ulusçuluk gibi dinsel bağnazlık ve yobazlık da daha Ortaçağ‘da, yine Avrupa‘da ortaya çıkmıĢtır. Ayrıca insan hakları özellikle de kadın ve çocuk hakları ihlalleri ve bu ihlallere karĢı mücadeleler de yine bu kıtada, özellikle de Sanayi Devriminin yaĢandığı zamanlarda Ġngiltere‘de sık olarak yaĢanmıĢtır. Sonuçta bütün bu ve benzeri sorunlar sebebi ile 20. yüzyılın ortalarına kadar çatıĢma ve savaĢların en yoğun yaĢandığı yer Avrupa kıtası olmuĢtur. 18. yüzyıl ile baĢlayan küreselleĢmenin geliĢimi döneminde küreselleĢme sürecinin hızlanmasının en önemli etkenini de Avrupa Ģiddeti oluĢturmuĢtur. Çünkü ekonomik kazanç ve siyasal güç elde etme amacıyla baĢlayan sömürgecilik yarıĢı sırasında gidilen topraklarda yaĢayan yerli halk ile Avrupalı halklar eĢdeğer insanlar olarak görülmemiĢtir (Gürkaynak, 2011:6).Avrupa ülkelerindeki çeĢitliliği, doğal olarak ulusal azınlıklar ve göçmenlerle sınırlamak doğru değildir. Avrupa, Reformlardan günümüze kadar gelen süreçte dini bakımdan büyük bir çeĢitlilik sergilemiĢtir. Uzun bir süre boyunca kendi aralarında kavgalı olan Katolik ve Protestan gruplar, ancak geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren yakınlaĢmaya baĢlamıĢ ve ekümenik diye tarif edilen bir hareket ortaya çıkmıĢtır. Ġkinci Dünya SavaĢı‘nda yaĢanan derin acılar sonunda azalmaya ve dostluğa dönüĢmeye baĢlamıĢtır. Ġkinci Dünya SavaĢı‘ndan bu yana devam eden göçlerle birlikte var olan dini çeĢitliliğe farklı bir boyut daha eklenmiĢtir. Bu sayede Avrupa, daha önceleri kendi içinde mevcut olmadığı için yüz yüze iliĢki kuramadığı Ġslam, Hinduizm, Budizm gibi dinlerle yüz yüze iliĢkiler kurmaya ve aynı topraklarda yaĢamaya baĢlamıĢtır. Temelleri ve özellikleri ne olursa olsun 136 bugün Avrupa‘da çokkültürlü ve çokdinli bir toplumsal yapı oluĢmuĢtur (Canatan, 2009:81-82). Bütün bunlar ile beraber çokkültürlü yapıya bir alternatif olarak bir üst kimlik oluĢturma zorunluluğu hissetmiĢtir. Avrupa Birliği, farklı ulus devletler, farklı kültür, din ve dillerden oluĢmuĢ bir mozaik olarak bütün toplum projelerinde ve çeĢitli zirvelerin sonunda yayınladığı bildirgelerinde bir yandan kültürel çoğulculuğun önemi üzerinde dururken diğer yandan da ortak bir Avrupa kimliği yaratma çabası içine girmiĢtir. Bu çeliĢkili durumu, bir baĢka deyiĢle, farklı kültürlerin üstünde bir ortak üst Avrupa kimliği oluĢturma çabasını Avrupa‘nın köklerindeki kutsal Roma-Grek kültürünün yeniden hayata geçirilmesi olarak açıklamıĢtır (Tekinalp, 2005:78). Ayrıca çokkültürcülük tartıĢmaların özüne bakıldığında bu olgunun aslında yirminci yüzyılın içinde ortaya çıkan büyük göç dalgaları ve çöken sömürge imparatorluklarının kalıntıları sayılabilecek büyük etnik çeĢitlilikle temelden ilgili olduğu görülmektedir. Bu bağlamda Avrupa‘nın dünyanın geri kalanı üzerinde kurmuĢ olduğu kolonyalist hegemonyanın sona ermesi ve bunun sonucunda sömürgelerin özgürlüklerini kazanması, sömürge halklarının yerel ve azınlık kültürlerine fikir bildirme Ģansı veren süreçlerin iĢlemesini kolaylaĢtırmıĢtır. Böylelikle, 18 ve 19. yüzyıl Avrupa‘sının akıl ve ilerleme için sürdürdüğü mücadele olan evrensellik fikri önemini yitirirken toplum artık beraberliğini de kaybetme sürecine girmiĢtir (ġan, 2006:77). Devlet–toplum–birey arasındaki iliĢki ve görevlerin yeniden düzenlenmesini gerektirmekte, ulus devlet karĢısında uluslar üstü düzenlerle beraber, sivil topluma yönelik üstünlük kullanımında demokratikleĢme çizgisinde bir ilerleme sağlamaktadır. 1950‘lerden itibaren ekonomik birleĢmenin farklı adımlarını baĢarıyla tamamlayan Avrupa Birliği‘nin bugün geleneksel ve kurumsal federatif bir birleĢik Avrupa yaratma uğraĢı, siyasal küreselleĢmenin ulus devletlerin tek baĢına yaratamayacakları bir süreç olduğunu, içinde bir takım bölgeselleĢme ve ulus üstü bütünleĢme çabalarını da içerdiğinin en iyi örneğidir. Siyasal küreselleĢme ulus devlet içinde dengelenme çizgisinde bir temsil mekanizması öngörülmesi nedeniyle zaten kendini ifade etmekte zorlanan demokrasi anlayıĢının daha katılımcı bir renge bürünmesini de sağlamaktadır (Yalçınkaya vd, 2012:5). Avrupa Birliği içerisinde çokkültürlü yapı kendisini etnik azınlıklar Ģeklinde göstermektedir. Yoğun göçler, ekonomik sıkıntılar, savaĢlar gibi nedenlerden dolayı Avrupa sürekli göç almakta ve azınlık problemleri ile uğraĢmaktadır. Örnek olarak Fransa bu süreçte, 59 milyon nüfusa sahip olan Fransa‘da göçmenlerle birlikte çoğunluktan farklı yaklaĢık 10 milyon kiĢi yaĢamasına rağmen, ülke içerisinde resmen azınlık olarak kabul edilmiĢ bir grup bulunmamaktadır. Tablo–3 Fransa‟da YaĢayan Etnik Gruplar (BaĢbilen, 2008:48) Etnik Grup Alsaslılar (Almanca) Basklar Brötanlar Çingeneler Katalanlar Korsikalılar Hollandalılar Oksitanlar Lüksemburg dil azınlığı (Lorenler) Türk Sayıları 1.600.000 260.000 4.300.000 310.000 200.000 350.000-400.000 80.000 500.000 30.000-40.000 500000-600000 Fransa‘da kültürel ve etnik çeĢitliliklerin kabulü konusundaki karĢılıklı tartılmalar 1980‘li yıllarda ortaya çıkmıĢtır. Geleneksel bakıĢ açısına sahip olanlar, laik devlete destek vererek ve savunarak, çokkültürlülük yönünde siyasal uygulamaların uygulanmasına karĢı çıkmıĢlardır. Bununla birlikte, azınlık kültürlerinin tamamen olmasa da var kabulünü savunan modern bir çokkültürlü demokrasi anlayıĢı da meydana gelmiĢtir. Yine aynı dönemde Ġslami kesimin oluĢturduğu azınlık devlete ve cumhuriyete yönelik tehlike olarak görülmesi, pek çok fikrin tekrardan gözden geçirilmesine neden olmuĢtur. Fransız Devrimi‘nden kalma özgürlük, eĢitlik, kardeĢlik teması tekrardan tartıĢılmaya ve 137 1980‘lerin sonunda cumhuriyetçi uyum modelinin krizinden bahsedilmiĢ ve çokkültürlü toplumdan uzaklaĢılma politikaları izlenmeye baĢlanmıĢtır. (BaĢbilen, 2008:49). Avrupa Birliği içerisinde konuĢulan diller dikkate alındığında dillerin sadece o devlete ait coğrafya içerisinde konuĢulmadığı, bir ülke de dahi birden çok dilin resmi dil olarak kullanıldığı gözlemlenmektedir. Yirmi dört resmî dil ile birlikte, Avrupa Birliği sınırlarında yaklaĢık elli milyon kiĢi tarafından ortalama 150 yerel dil ve azınlık dili konuĢulmaktadır. Bunlar arasında, yalnızca Ġspanya'da konuĢulmakta olan bölgesel dillerden Baskça, Katalanca ve Galiçyaca ile Avrupa Birliği vatandaĢları birliğin resmî kurumlarına baĢvuruda bulunabilirler (Wikipedia, 2013:2). Avrupa Birliği kısmen de olsa özel programlarla azınlık dillerini ya da yerel dilleri desteklese de grupların dil haklarını korumak üye devletlerin kendi sorumluluğundadır. Birçok yerel dilin yanında, dünyanın pek çok ülkesinden Avrupa'ya gelmiĢ göçmen bireylerce konuĢulan bir o kadar da azınlık dili vardır. Türkçe, Magrib Arapçası, Rusça, Urduca, Bengalce, Hintçe, Tamilce, Ukraynca ve çeĢitli Balkan dilleri Avrupa Birliği'nin pek çok noktasında konuĢulur. Bu göçmen gruplar genelde hem kendi dillerini hem de içinde bulundukları ülkenin resmî dilini konuĢan çok dilli kiĢilerdir. Göçmen dilleri henüz Avrupa Birliği içinde ya da üye ülkelerden herhangi birinde resmî bir statüye sahip değildir. Ancak Avrupa Birliği'nin YaĢam Boyu Öğrenme Projesi dâhilinde 2007 yılından itibaren özel destek görebilirler. Türkçe Kıbrıs'ta, Lüksemburgça Lüksemburg'da resmî dil statüsünde olmasına karĢın bu ülkelerde, birliğin mevcut dillerinden en birisinin zaten resmî dil olmasından dolayı (Lüksemburg'da Fransızca, Almanca, Kıbrıs'ta Yunanca) bu diller Avrupa Birliği dilleri içine alınmamıĢtır (EuropeanCommission, 2004:30). Tüm veriler dikkate alındığında, Tablo-4 Avrupa Birliği‟nde Kültürel ÇeĢitliliğin Ülkelere Göre Dağılımı (Wollf, 2010: 2) Bu sonuç incelendiğinde Avrupa‘da en yüksek derecede kültürel çeĢitlilik Bosna ve Hersek‘te görülmektedir. Bosna içerisinde birden çok kültürel çeĢitliliğin yaĢandığı ve bu ülkede bir bütünü oluĢturan üç etnik gruba ev sahipliği yapmaktadır: BoĢnaklar, Sırplar ve Hırvatlar. Ġngilizce'de ve daha birçok dilde etnik kimlik göz önünde tutulmadan tüm Bosna-Hersek halkına Bosnalı denir. Ancak Türkçe'de tarihten gelen yakınlıktan dolayı Bosnalı denildiği anda BoĢnaklar yani Bosnalı Müslümanlar terimi kastedilir. Ayrıca ülkede Bosnalı veya Hersekli olmak da ayrı etnik kimliği vurgulamak için kullanılır. Sonrasında ise Letonya, Sırbistan ve Ġsviçre gelmektedir. Bu ülkedeki azınlıkların durumu ayrı bir araĢtırma konusu olarak da göze çarpmaktadır. 138 SONUÇ Tüm dünyada sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiĢ sürecinin temel taĢlarından biri olan küreselleĢme kavramı ekonomik, siyasal ve çokkültürelkavramların tüm altyapılarıyla iç içe geçmiĢ görüngünün önde giden kavramlarından birini oluĢturmaktadır. Günümüzde sıkça kullanılmaya baĢlanan bu kavram, etkilerini hayatın her noktasında hissettirmektedir. On sekizinci yüzyılda baĢ gösteren ulus devlet olgusu, kendisinden önceki siyasi ve toplumsal yapılanmaların üzerinde yükseldikçe iktidar yapısında merkezileĢme, kültürde standartlaĢma, hukukta eĢitleme ve ekonomide bütünleĢme sürecine girerek bireylerden talep ettiği sadakat alanında da geniĢleme meydana gelmiĢtir. Bu bağlamda devlet, nüfuz etme (kurumsallaĢmanın artıĢı), standartlaĢma (ulusal kimliğin oluĢumu), katılma (siyasal sosyalleĢme ile politik yurttaĢlığın inĢası), kaynakların yeniden dağılımı (sosyal yurttaĢlığın geliĢimi) gibi unsurlarla kiĢileri yurttaĢa dönüĢtürmüĢtür. Ulus kavramı, eĢit grupsal kimlikler üretmiĢ ve bu kimlikleri kiĢiselleĢtirmiĢtir, yani her milletin karakteristik özelliklerinden söz etmeyi mümkün kılmıĢtır (Yalçınkaya, 2012:11). Ulus-devlet kendi sınırları içerisinde baĢka bir egemenlik kabul etmemektedir. KüreselleĢme ile birlikte ise sözü geçen kavramların gerek anlamında gerekse pratik olarak temsil ettikleri değerlerde önemli dönüĢümler meydana gelmiĢtir (Cebeci, 2008:35). Bu dönüĢümden en önemlisi de çokkültürlü ulus-devlet yapısıdır. Çünkü ModernleĢme ve KüreselleĢme ulus-devlet yapısını etkilemiĢ, bu yapıyı yok etmese de yıpratmıĢtır. Ayrıca bunun yanında Çokkültürlülük, birkaç istisna dıĢında bütün toplumlar için bir tarihsel antropolojik gerçekliktir. Zaten Çokkültürcülük ideolojisi kültürleri bölümlere ayırma eğilimindedir. Bunun yanı sıra, kültürleri etnik gruplara bağlı, kendi içinde tutarlı, birleĢik ve yapısal bütünlükler olarak kabul eder. Çokkültürcülük, kültür kavramını bir etnik grubun mülkiyeti olarak tözselleĢtirerek, kültürleri bağımsız birimler olarak ĢeyleĢtirme ve farklılıkları aĢırı vurgulama riskini taĢır (Çelik, 2008:330). Sonuç olarak Fransız Devriminden günümüze temel siyasi aktör olan ulus-devlet, halen varlığını koruyor olsa da, temelini oluĢturan birçok dayanağını kaybetmiĢ, genel anlamdaki egemenlik yetkisini büyük oranda yitirmiĢ ve küreselleĢmenin devleti olma yönünde önemli bir değiĢime uğramıĢtır (Cebeci, 2008:36). Ayrıca Avrupa Birliği‘nde çokkültürlü yapı coğrafi keĢiflerin etkisi ile de baĢlaması, hammadde, dıĢarının zenginliği Avrupa Birliğinin tarihinden önce bir akın olarak da gözlenmektedir. Avrupa‘nın devrimlerle geliĢmeye baĢlaması dıĢarıdan göç almasına sebep olmuĢ, buna da en büyük etkiyi sanayi inkilabı yapmıĢtır. Avrupa sınırları içerisinde yaĢayan etnik unsurlar sınırları çoğu ülkeye göre küçük olan Avrupa ülkeleri içerisinde farklı dilleri konuĢmakta, farklı folklora sahip olmaktadırlar. Bu da geçmiĢten gelen bir Avrupa yabancı sorununu oluĢturmaktadır. Her ne kadar Avrupa Birliği yabancı sorunları konusunda bazı giriĢimlerde bulunup düzenlemeler yapsa da Avrupa‘da meydana gelen yabancı düĢmanlığı bu yapılanları gölgelemektedir. Son dönemde Fransa‘nın Romen göçmenleri sınır dıĢı etmesi de söylediklerimize dayanaktır. Ancak küreselleĢme süreci içerisinde sınırların daha da ortadan kalkması ile çokkültürlülük daha da artarak devam edecek yerele hapis olan kültürel mozaikler görülmesi muhtemel olacaktır. KAYNAKÇA Aksoy, N. D., ArslantaĢ, H. A. (2010). ‗‘Ulus, Ulusçuluk ve Ulus-Devlet‘‘. Türklük Bilimi AraĢtırmaları Dergisi, Sayı: 28, ss: 31-39. Balay, R. (2004). ‗‘KüreselleĢme, Bilgi Toplumu ve Eğitim‘‘. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, Yıl: 2004, Cilt: 37, Sayı: 2, ss: 61-82 Balkanlı, A. O. (2002). ‗‘Küresel Ekonominin Belirleyici Faktörleri Üzerine‘‘. Uludağ Üniversitesi, Ġktisadi Ġdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 21(1), ss: 13-26. BaĢbilen, P. (2008). ‗‘Avrupa Birliği‘nin Etnik Ve Dini Kimliklere YaklaĢımı: Güneydoğu Anadolu Bölgesi Örneği‘‘. YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara Bayraç, H. N. (2003). ‗‘Yeni Ekonomi‘nin Toplumsal, Ekonomik ve Teknolojik Boyutları‘‘. Sosyal Bilimler Dergisi, 4(1).ss :41-62 139 Canatan, K. (2009).‘‘ Avrupa Toplumlarında Çokkültürlülük: Sosyolojik Bir YaklaĢım‘‘. Uluslararası Sosyal AraĢtırmalar Dergisi, Sayı 2/6, ss:81-87 Cebeci, K. (2008). ‗‘KüreselleĢme Bağlamında Ulus-Devletin Egemenlik Gücünün DönüĢümü‘‘. SayıĢtay Dergisi, Sayı:71. ss:23-39 Çelik, H. (2008). ‗‘Çokkültürlülük ve Türkiye‘deki Görünümü‘‘. U.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl: 9, Sayı: 15, ss: 319-332 Demirel, D. (2006). ‗‘Küresel Eksende Devletin Yeni Kimliği:―Etkin Devlet‖, SayıĢtay Dergisi, (60), ss:105-128. Devlet Planlama TeĢkilatı MüsteĢarlığı Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), Kültür ve Özel Ġhtisas Komisyonu Raporu, http://plan9.dpt.gov.tr/oik48_48kultur.pdf, EriĢim tarihi: 10.06.2013 Doytcheva, M. (2009).Çokkültürlülük. (Çev.). Tuba Akıncılar OnmuĢ. Ġstanbul:ĠletiĢim Eken, H.(2006). ‗‘KüreselleĢme ve Ulus Devlet‘‘. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 16, ss: 243-263 EuropeanComission (2004). EuropeansandTheirLanguages, http://ec.europa.eu/public_opinion archives/ebs/ebs_243_sum_en.pdf (EriĢim Tarihi: 02.03.2013) Gellner, E. (1992). Uluslar ve Ulusçuluk. (Çev.). BüĢra Ersanlı vd.Ġstanbul:Ġnsan Gürkaynak,M. (2011). ‗‘Avrupa Birliği‘nin Ulusçuluk ve BütünleĢme Paradoksu‘‘. SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık 2011, Sayı:24, ss:1-12 Habermas, J. (2002). Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti. (Çev.) Medeni BeyaztaĢ, Ġstanbul:BakıĢ. Hobsbawn, E. J. (2005). Geleneğin İcadı. (Çev.), M. Murat ġahin. Ġstanbul:Agora. Karlelioğlu, S. (2012), ‗‘ Ulus Devlet ve Milliyetçiliğin Tarihsel Dayanakları ve KüreselleĢmenin Ulus Devlet ve Milliyetçilik Üzerindeki Etkileri‘‘, ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar, Ocak, 5(1), ss:143-144 Kaymakçı, O. (2007). Küreselleşme ve Ulus Devlet. Bursa: Ekin. Konda AraĢtırma ve DanıĢmanlık, (2006). Toplumsal Yapı AraĢtırması, Biz Kimiz Raporu, http://www.konda.com.tr/tr/raporlar/2006_09_KONDA_Toplumsal_Yapi.pdf, EriĢim Tarihi: 10.06.2013 Kongar, E. (1997). ‗‘KüreselleĢme ve Kültürel Farklılıklar Çerçevesinde Ulusal Kültür‘‘. Ġnternet Kaynağı; http://www.kongar.org/makaleler/mak_ku.php, (EriĢim: 10.06.2013) Mahiroğlları,A. (2010). ‗‘KüreselleĢmenin Kültürel Değerler Üzerine Etkisi‘‘. Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, (50). ss:1275-1288 Nezihoğlu, H. (2006). ‗‘KüreselleĢme ve Kültür‘‘. AlatooAcademicStudies, Sayı:1, Cilt:1. ss:18-23 Özensel, E. (2012).‘‘ Çokkültürlülük Uygulaması Olarak Kanada Çokkültürlülüğü‘‘. Akademik Ġncelemeler Dergisi, Cilt:7, Sayı:1, ss:55-70 Sarı, E. (2003).‘‘ Çokkültürlülüğü Yeniden DüĢünmek‘‘. Ġlim AraĢtırmaları Dergisi, Sayı: 1(1), ss:167-172 ġan, M. K. (2006). ‗‘Farklılık ve Çokkültürlülük Siyasetleri Üstüne Bir Deneme‘‘. Milel ve Nihal Kültür AraĢtırmaları Dergisi, Yıl :3, Sayı : 1-2: ss: 70-117 Sayın, Y.(2009). ‗‘Ulus ve Ulus Devlet‘‘. http://yusufsayin.com/makaleler/ulusveulusdevlet.pdf (EriĢim: 16.01.2013) Tağraf, H. (2002). ‗‘KüreselleĢme Süreci ve Çokuluslu ĠĢletmelerin KüreselleĢme Sürecine Etkisi‘‘. CÜ Ġktisadi ve Ġdari Bilimler Dergisi, Cilt, 3, 2.Ss: 33-47 140 Tekinalp, ġ. (2005). ‗‘KüreselleĢen Dünyanın Bunalımı: Çokkültürlülük‘‘. Ġstanbul Kültür Üniversitesi Dergisi, Sayı:1 ss:75-87 Temizkan, Ö. (2009). ‗‘Modern Toplumda Çokkültürlülük‘‘. http://www.academia.edu/1744248/Modern_Toplumda_Cokkulturluluk, (EriĢim: 15.01.2013). Wolff, S. (2010). EthnicMinorities in Europe: The Basic Facts, Centrefor International Crisis Management andConflictResolutionUniversity of Nottingham, England, Ġnternet Kaynağı: http://www.stefanwolff.com/files/min-eu.pdf, (EriĢim: 12.06.2013) Yalçınkaya, M. H., Cılbant,Ç.,Yalçınkaya,N. (2012). ‗‘ KüreselleĢme Ġle Yeniden ġekillenen UlusDevlet AnlayıĢı‘‘, International Journal of EconomicandAdministrativeStudies, Year:4 Number: 8, pp:1-26, Yıldırım, T. (2011). Kitap Tanıtm ve Değerlendirmeleri, Hitit Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt. 10, Sayı: 19, ss: 239-242 141 C10 OTURUMU SĠYASET-II: TÜRKĠYE 142 TÜRK DEMOKRASĠSĠ AÇISINDAN 2014 YEREL SEÇĠMLERĠNĠN STRATEJĠK ÖNEMĠ Meral S. ÖZTOPRAK1 ÖZET Burada, demokrasilerde, muhalefetin ‗olmazsa olmazlığı‘ ön kabulünden hareketle, 2002 sonrası Türk siyasetinde, AKP‘nin kesintisiz onbir yıllık tek parti iktidarı karĢısındaki muhalefetin durumu ele alınacaktır. Bunun için öncelikle siyasetin değiĢen doğası, genel seçimlerden farklı olarak yerel seçimlerde oy verme saiklerinin - sunulan hizmet ve adayların kim olduğu ile daha yakından ilgili olması gibi- özgün yanları, 2002 sonrası seçim sonuçları ve değiĢen BüyükĢehir Yasası üzerinde durulacaktır. ÇalıĢmamızda yürüteceğimiz analizlere dayanarak, yapılan her seçimde oylarını artırmıĢ, nihayetinde seçmenin yarısının oylarını almayı baĢarmıĢ bulunan AKP karĢısında, ana muhalefet CHP baĢta olmak üzere, diğer muhalefet partilerinin 2014 yerel seçimlerinde baĢarı ön koĢulları değerlendirilecek, muhalefet partilerinin siyasal kimliklerini muhafaza ederek yapacakları seçim iĢbirliğinin, Türk demokrasisinde iktidar-muhalefet dengeleri bakımından stratejik önemine vurgu yapılacaktır. Anahtar Kelimeler: Türkiye‟de Demokrasi, Yerel seçimler, Muhalefet, AKP, stratejik uzlaşma ABSTRACT Here, by moving from the idea of ― opposition is the 'sine qua non' part" of democracy‖,the status of the opposition will be discussed againist - the eleven years uninterrupted one-party rule- of AKP, in Turkish politics after 2002. For this, it will be referred to the changing nature of politics, the specific reasons of voting in local elections unlike general elections, the results of the elections held after 2002 and changing Metropolitan Law. Based on the analysis, in the sake of democracy, preconditions for success of the opposition parties to be held in 2014 local elections will be evaluated and highlighted the strategic importance of cooperation among the opposition parties with their own identity. Keywords:Democracy in Turkey, local elections, opposition parties,strategic consensus, AK TEMSĠLĠ DEMOKRASĠDEN KATILIMCI DEMOKRASĠYE Demokrasi, pek çok tanımı yanında ―muhalefetin barıĢçı yollarla iktidara gelebilme Ģansının olduğu‖ bir yönetim biçimi olarak da tarif edilebilir. Modern toplumda insanların siyasal yaĢama doğrudan katılabilmelerinin olanaksızlığının bir sonucu olarak doğan temsili demokrasi, esasen ulusal karakterlidir. Ancak, 80‘li yıllardan itibaren giderek artan bir hızla yükselen küreselleĢme süreciyle toplumlar daha karmaĢık bir hale gelmiĢtir. KüreselleĢme, ulus kavramını yeniden üretirken kimlik/farklılık kavramlarını vatandaĢ kavramının önüne geçirmekte, siyasal yapıları değiĢtirmekte ve dönüĢtürmektedir. …EvrenselleĢmeyle yerelleĢmenin eĢ zamanlı olarak yaĢandığı, ―ulusal ölçekte yaĢananları anlamak için …yerleĢik modern-geleneksel ayrımının yetersiz kaldığı bu ortamda yeni anlamlandırma araçlarına gereksinim duyuldğu görülmektedir (CoĢar, 2002-03:114). 1 Yeditepe Üniversitesi, ĠĠBF, Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi 143 Özellikle 90‘lardan itibaren (sivil toplum örgütleri, yeni sosyal hareketler, yerel vatandaĢlık inisiyatifleri…gibi), siyasal aktörlerin sayısı artarken siyasetin ekseni vatandaĢlık, sağ ve sol gibi ideolojik kalıpların dıĢına çıkmıĢ/taĢmıĢ görünmekte, yerel yönetimler demokratik süreçlerde önem kazanmaktadır. Siyasetin bu değiĢimi, sosyal bir olgu olarak ―kimlik‖lerin öne çıkmasını ve buna bağlı olarak da―ötekileĢtirme‖yi tetiklemiĢtir. Ancak, modern toplumun gerçekliğinden doğmuĢ bulunan temsili demokrasinin, küreselleĢme ve modern-ötesi toplumların gereksinimleriyle uyumsuzluğu temsil krizlerine yol açarken, geliĢmekte olan çoğulcu/katılımcı demokrasinin inĢa süreci, Canovan‘ın ifadesiyle, ‗her biri eyleyebilen ve yeni bir Ģey baĢlatabilen çoğul insanlar arasında gerçekleĢtiği‘ özgürlükçü düĢünce çıkıĢ noktası alındığında, demokrasinin güncel gereklerine uygun esneklik ve siyasal fırsatları da getirebilir (CoĢar, 2002-03:114). Modern demokrasilerde siyasal temsil kavramı açısından en önemli kurum hiç kuĢkusuz parlamentolardır. Parlamentolar açısından temsili ortaya çıkaran durum ise milletvekillerinin belirlendiği genel seçimlerdir. Bu nedenle parlamentonun temsil niteliği büyük oranda anayasal düzen ve ona bağlı olarak oluĢturulan seçim kanunları ile yakından ilgilidir. Ülkemizde bilindiği üzere temsil krizi tartıĢmalarına neden olan önemli konu, ülke genelinde uygulanan % 10 barajıdır. Anayasanın 67. maddesinin 5. fıkrası ise seçim kanunlarının, ―temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaĢtıracak biçimde‖ düzenleneceğini öngörmektedir. Bu oranın demokratik temsili ciddi bir biçimde zedelediğini düĢünenlerin yanında ―siyasi istikrar‖ veya ―ülke bütünlüğü‖ gibi gerekçelerle barajdan yana olanlar da vardır. Sonuç olarak, uygulanmakta olan % 10 barajı Türkiye‘deki parlamento kompozisyonunu ve dolayısıyla hükümetlerin nasıl teĢekkül edeceğini belirleyici olması bakımından önemli bir tartıĢma konusudur (Tekin-Çiftçi,2006) . Anayasa hükmü dayanak alınarak uygulanan ülke barajı çok sayıda partinin ve dolayısıyla bu partileri destekleyen vatandaĢların ekonomik, siyasal, kültürel vb. taleplerinin parlamentoda temsil edilmesine engel teĢkil etmekte, seçim barajının olmadığı yerel seçimler de bu bakımdan çok daha önem kazanmaktadır. TÜRK DEMOKRASĠSĠNĠN GERĠLĠMLERĠ Türk demokrasisinin, temel gerilimlerinden biri, laiklik ve irtica gerilimidir. Cumhuriyet‘in baĢlangıcından itibaren varolan bu kutuplar arasındaki mücadele, Cumhuriyetin dini temelli bir tehdit algısını sürekli kılmıĢ, çok partili yaĢama geçiĢle de 1950-60 arasındaki Demokrat Parti (DP) iktidarında, iktidar partisi ile Cumhuriyetin kurucu elitlerinin muhalefetteki partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) arasındaki mücadelenin temelini oluĢturmuĢtur‖ (Çarkoğlu-Toprak,2006). Çok partili dönemden sonra, merkez sağ partilerin dine siyaseten yakın durmalarını saymazsak, ilk kez –daha- açık biçimde islam referanslı bir parti olarak kurulan Necmettin Erbakan liderliğindeki Milli Nizam Partisi (MNP), 1970‘de Anayasa Mahkemesi‘nin faaliyetlerini laikliğe aykırı bulması üzerine kapatılmıĢtır. Kapatılan MNP'nin kadroları, daha sonra MNP gibi Milli GörüĢ çizgisinde Millî Selamet Partisi (MSP) adıyla bir parti kurmuĢlardır. MSP, 14 Ekim 1973 seçimlerinde 1.2 milyon oy alarak, %11'lik bu oyla kazandığı 48 milletvekiliyle meclise girmiĢ, Senato seçimleri sonucunda ise 3 senatörlük elde etmiĢtir. MSP, 1974‘de CHP-MSP koalisyonunda ve daha sonra 1.ve 2. Milliyetçi Cephe hükümetlerinde yer almıĢ bir partidir. 70‗li yıllarda MSP olarak koalisyon hükümetlerinde iktidar ortağı olan Milli GörüĢ çizgisi, 1980 darbesinden sonraki süreçte yine Erbakan liderliğinde, Refah Partisi (RP) etrafında örgütlenmiĢ ve 1994 Genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkmıĢtır. ―Seçmenlerin tercihlerinde yükselen Milli GörüĢ geleneği ülkede siyasal Ġslamın yeniden tehdit olarak algılanması sürecine hız katmıĢtır. 1970‘li yıllarda marjinal bir kesimden destek bulan MSP‘nin devamı niteliğindeki RP, etkin bir parti örgütlenmesiyle, kentli alt sınıflar gözünde çekiciliğini kaybetmiĢ sol hareketin bıraktığı boĢluğu doldurmuĢtur. Geleneksel olarak küçük Anadolu çevre cemaatlerinden destek bulan bu hareket, kentlileĢen seçmen tabanı ile birlikte merkez sermayesine karĢı geliĢen bir çevre sermaye kesiminden de destek bulmuĢ ve Ġslami imgelerle muhafazakar bir ahlaki çerçeve etrafında birleĢmiĢ görünen bir ―karĢı elit‖i ortaya çıkarmıĢtır‖ (Çarkoğlu144 Toprak,2006). ―KarĢı elit‖ Gramscian perspektifle okunucak olursa, Milli GörüĢ Hareketinin iktidarın parçası olmaktan, iktidar olma pozisyonuna yol aldığı süreçte önemli bir olgudur. Nitekim, 1995 seçiminin ardından kurulan koalisyon hükümetinde büyük ortak olarak yer alan RP‘nin icraatları süresince ülkede siyasi kutuplaĢma ciddi Ģekilde artmıĢtır. Bu kutuplaĢma sonunda ülkeyi ―28 ġubat‖ sürecine sürüklemiĢ, Anayasa Mahkemesince kapatılan RP yerine kurulan Fazilet Partisi (FP) de kapatılınca hareket ikiye bölünerek, Milli GörüĢ etrafında birleĢmiĢ kadrolar Saadet Partisinde kalırken, ―yenilikçiler‖ diye adlandırılan kadrolarla kurulan AKP 2002 seçimlerinde tek baĢına iktidara gelmiĢtir. AKP‘nin Genel Seçimlerde gösterdiği baĢarı, bir yandan yeni bir sentezin (muhafazakarlık ve demokratlık) sonucu gibi dururken, diğer yandan, Türk siyasetinde baĢarısız olanların (Çiller, Yılmaz gibi) tasfiye olmasıyla yeni bir ―merkez‖ inĢası olmaktan ibaret yüzeysel bir yenilik olarak da okunup okunamayacağı da yanıtını zamanın vereceği bir ikilem olmuĢtur (CoĢar, 2002-03:103). Liderlerinin ―muhafazakar demokrat‖ olarak tanımladığı AKP, Ġslami geleneklere bağlı, bu bağlamda muhafazakar değerleri savunan, ekonomi politikaları bakımından Batı‘yı esas alan ve küresel ekonomiyle uyumlu bir parti olarak, 2002, 2007 ve 2011 Genel Seçimlerinde her seçimde oylarını artırarak (%34.28-%34.43-%46.66) iktidarda kalmıĢtır. Temel gerilim açısından bakarsak (laiklik-irtica), 2002 Seçimlerinden sonra, Erdoğan‘ın ―Milli GörüĢ gömleğini çıkarıp çıkarmadığı‖ konusundaki tereddütler ve laiklikle ilgili endiĢeler,-baĢta CHP‘lilerde- olmak üzere yükselmiĢtir. Ancak, 2007 ve özellikle de 2011 seçimlerinden sonra genel olarak muhalefetin laiklik kaygısının üstüne, hegemonik bir tek parti yönetimiyle demokrasinin yitirilmekte olduğu endiĢesi gündeme yerleĢmiĢtir. 2004 VE 2009 YEREL SEÇĠMLERĠNDEN 2014 YEREL SEÇĠMLERĠNE Gezi olayları, muhalefet yelpazesinin yalnızc a geniĢliğini, çeĢitliliğini, siyasal partilerin de dıĢında kalan muhalefet unsurlarını değil, hepsinden önemlisi, partili partisiz, politik, apolitik... farklı toplum kesimlerinin kendi kimlikleriyle var olarak ortak bir hedefe demokratik bir talebe- doğru bir araya gelebilme yeteneğini ortaya koydu. Bu yazının amacı (Gezi DireniĢinde de görünürlük) kazanan muhalefetin nicel ve nitel kapsamını dikkate alarak, AKP‘nin katıldığı -genelden çok- yerel seçim sonuçlarının okunması ve ―Arap Baharı‖ diye adlandırılan -sivil itaatsizlik ya da direnme hakkı olarak okunmaya elveriĢli görünengeliĢmelerden çıkarılacak derslerle Türkiye‘de muhalefetin gücünü demokratik sürece dahil edebilme olanak ve olasılıklarını tartıĢmaya açmaktır. Modern toplumun, iktidar partisi, muhalefet partisi, vatandaĢlık gibi... özneleri ve temsili demokrasi kurallarıyla, yazının baĢında kavramsallaĢtırılan ‗muhalefetin barıĢçı yollarla iktidara gelebilme Ģansının olduğu bir rejim‘ biçimindeki demokrasi tanımının iĢlemesi olanağı mümkün görünmemektedir. Ġktidarın el değiĢtirebilecek olma olasılığını; modern ötesi toplumun çoğulculuk anlayıĢı çerçevesinde, yerel yönetimlerin çağdaĢ demokrasi bakımından kazandığı önem, baraj engelinin burada sözkonusu olmaması ve genel seçimlerde parti etkisi öndeyken yerel seçimlerde aday etkisinin genel seçimlerden daha önemli olması gibi etkenleri bir arada düĢünmek demokratik dengeler bakımından sağlam bir güvence olarak görünmektedir. 2014 Yerel Seçimlerinde, ana muhalefet partisi ve diğer muhalefet partilerinin seçim öncesi varacakları bir uzlaĢmayla, hangi partiden olursa olsun tabanın benimsemekte zorlanmayacağı adaylarla seçimlerde ‗ aday ve parti etkisini‘ optimalize ederek, her yörede belli ortak adayları desteklemeleri tek parti hegemonyası tehdine yönelik bir demokratik refleks olarak düĢünülebilir. Yerel seçimlerde ‗aday etkisi‘ nin önemi konusunda yapılan bir çalıĢmada 2009‘da yapılan yerel yönetim seçimlerinde belediyelerin yüzde 40‘ında adayların, yüzde 60‘ında ise partilerin etkisinin öne çıktığına iĢaret edilmektedir (Tüzün, 19 Ağustos 2013). Demokrasilerde alınan oy, meĢruiyetin temeli olmakla birlikte, seçim sisteminden kaynaklanan nedenler, alınan oyların temsil yeteneğini zaafiyete uğratabilmektedir. Özellikle günümüzde yükselen bir değer olan çoğulculuğa olanak tanımayan, çoğunlukçu sistemlerde, alınan oyla temsil gücü arasında doğrusal bir iliĢki olmayabilmektedir. Eğer meĢruiyet verilen oylar da aranacaksa, dıĢarda kalan oyların temsil gücü kazanmasının yol ve yöntemleri aranmalıdır. Zaten çoğulculuk etiği de bunu gerektirir. 145 2004 ve 2009 yerel seçimlerine bu çerçeveden baktığımızda, parçalı olmakla birlikte muhalefetteki oyların, AKP‘nin oylarından daha fazla olduğu görülecektir. Bu bir bakıma, demokrasi için duyulan endiĢeleri gereksiz kılarken, muhalefetin ortak bir seçim stratejisinin önemini de ortaya koymaktadır. Tablo 1 2004 Belediye BaĢkanlığı Seçim Sonuçları Kayıtlı Seçmen Sayısı: 34.017.424 Partiler 1.AKP 2.CHP 3.DYP 4.MHP 5.ANAP 6.SHP 7.SP 8.BAGIMSIZ 9.DSP 10.GENÇ PARTĠ 11.BBP 12.YTP 13.ÖDP 14.BTP 15.DP 16.ĠP 17.EMEP 18.TKP 19.MP 20.AYDINLIK TP 21.LDP Toplam Oy Kullanan Seçmen sayısı:25.066.859 Belediye BaĢkanlığı Sayısı 1750 467 388 247 100 64 63 52 30 13 10 5 2 1 1 0 0 0 0 0 0 3.193 Katılım Oranı: %73.26 Alınan Geçerli Oy Sayısı 9.674.306 4.988.427 2.268.599 2.441.190 712.439 1.129.049 1.148.920 249.422 468.777 581.891 150.429 53.963 24.711 77.146 3.624 27.475 25.963 24.321 11.991 10.989 395 24.074.027 Oy Oranı (%) 40.18 20.72 9.42 10.14 2.95 4.69 4.77 1.03 1.94 2.41 0.62 0.22 0.10 0.32 0.01 0.11 0.10 0.10 0.05 0.04 0.00 100.0 2004 Yerel Seçimlerine, Bağımsızlar ve 20 siyasal parti katılmıĢtır. Tablo1‘de görülen ve YSK‘nın WEB sayfasından elde edilen verilere göre, 2004 Belediye BaĢkanlığı Seçimlerinde, %73.26 oranında katılım ve 24.074.027 oyla, toplam 3.193 Belediye baĢkanı seçilmiĢtir. AKP‘nin kazandığı belediye baĢkanlığı sayısı 1.750‘dir. Tablo 22004 Belediye Meclisi Seçim Sonuçları Kayıtlı Seçmen Sayısı: 34.213.138 Oy Kullanan Seçmen sayısı:25.067.950 Katılım Oranı: %73.27 Partiler 1.AKP 2.CHP 3.DYP 4.MHP 5.ANAP 6.SHP 7.SP 8.BAGIMSIZ 9.DSP 10.GENÇ PARTĠ 11.BBP Alınan Geçerli Oy Sayısı 9.635.145 4.912.313 2.286.020 2.500.000 682.264 1.204.431 1.111.017 39.968 484.555 607.847 179.090 Seçilen Üye Sayısı Seçilen Üye Oranı (%) 16.637 5.631 4.747 3.401 1.105 1.067 961 17 385 183 215 48.25 16.33 13.76 9.86 3.20 3.09 2.78 0.049 1.11 0.53 0.62 146 12.YTP 13.ÖDP 14.BTP 15.DP 16.ĠP 17.EMEP 18.TKP 19.MP 20.AYDINLIK TP 21.LDP Toplam 56.912 29.269 66.582 3.742 33.770 28.011 12.139 12.223 7.366 391 23.893.656 48 21 23 11 5 13 0 3 0 4 34.477 0.13 0.06 0.06 0.03 0.01 0.03 0.05 0.00 0.00 0.01 100.00 Tablo 32004 Ġl Genel Meclisi Üyelikleri Seçim Sonuçları Kayıtlı Seçmen Sayısı: 43.552.931 Partiler 1.AKP 2.CHP 3.DYP 4.MHP 5.ANAP 6.SHP 7.SP 8.BAGIMSIZ 9.DSP 10.GENÇ PARTĠ 11.BBP 12.YTP 13.ÖDP 14.BTP 15.DP 16.ĠP 17.EMEP 18.TKP 19.MP 20.AYDINLIK TP 21.LDP Toplam Oy Kullanan Seçmen sayısı:33.211.457 Alınan Geçerli Oy Sayısı 13.477.287 5.882.810 3.216.213 3.372.249 807.761 1.662.280 1.297.681 234.443 683.266 839.856 374.125 79.584 12.379 154.495 7.837 79.774 18.685 85.178 8.711 3.872 0 32.268.496 Katılım Oranı: %76.25 Seçilen Üye Sayısı Seçilen Üye Oranı (%) 2.276 392 156 178 26 129 19 9 9 4 7 0 0 0 2 0 1 0 0 0 0 3.208 70.94 12.21 4.86 5.54 0.81 4.02 0.59 0.28 0.28 0.12 0.21 0.0 0.0 0.0 0.06 0.0 0.03 0.0 0.0 0.0 0.0 100.0 Belediye Meclisi seçimlerinde katılım oranı %73.27, geçerli oy sayısı 23.893.656‘dır.Seçilen toplam üye sayısı 34.477 ve AKP‘nin kazandığı üyelik 16.637‘dir. Ġl Genel Meclisi üyelikleri için katılım oranı %76.25, geçerli oy sayısı ise 32.268.496‘dır. Seçilen toplam üye sayısı 3.208 ve AKP‘nin kazandığı üyelik 2.276‘dır. 147 Tablo 4 2009 Belediye BaĢkanlığı Seçim Sonuçları Kayıtlı Seçmen Sayısı: 39.717.580 Partiler 1.AKP 2.CHP 3.MHP 4.DP 5.SP 6.DSP 7.BAGIMSIZ 8.BBP 9.ANAP 10.BTP(Bağımsız Türkiye Partisi) 11.ÖDP 12.DTP(Demokratik Toplum Partisi) 13.EMEP 14.TKP 15.LDP 16.HAK-PAR 17.MP 18.ĠP 19.BDP(BarıĢ ve Demokrasi Partisi) 20.HYP Toplam Oy Kullanan Seçmen sayısı: 33.430742 Katılım Oranı: %87 Belediye BaĢkanlığı Sayısı 1442 503 483 148 80 60 45 20 16 4 4 96 4 0 0 0 0 0 0 0 2903 Alınan Geçerli Oy Sayısı Oy Oranı (%) 12.449.187 7.960562 5.315.180 1.164858 1.729.182 925.575 239.849 384.483 196.049 101.090 21.745 1.661.117 15.298 28.101 8.608 5.670 5.772 867 151 8.192 32.221.536 38.64 24.70 16.50 3.62 5.37 2.87 0.74 1.19 0.61 0.31 0.07 5.16 0.05 0.09 0.03 0.02 0.02 0 0 0.03 100.0 2009 Yerel Seçimlerine, Bağımsızlar ve 19 siyasal parti katılmıĢtır. Tablo 4‘de görülen verilere göre, 2009 Belediye BaĢkanlığı Seçimlerinde %87oranında katılımla ve 32.221.536 oyla, toplam 2903 Belediye baĢkanı seçilmiĢtir. AKP‘nin kazandığı belediye baĢkanlığı sayısı 1.442‘‘dir (Tablo 4). Tablo 5 2009 Belediye Meclisi Seçim Sonuçları Kayıtlı Seçmen Sayısı: 39.787.986 Oy Kullanan Seçmen sayısı:33.447.257 Katılım Oranı: %84.06 Partiler 1.AKP 2.CHP 3.MHP 4.DP 5.SP 6.DSP 7.BAGIMSIZ 8.BBP 9.ANAP 10.BTP(Bağımsız Türkiye Partisi) 11.ÖDP 12.DTP(Demokratik Toplum Partisi) Alınan Geçerli Oy Sayısı 12.237.325 7.966.710 5.336.695 1.181.074 1.807.745 945.722 43.633 508.055 202.976 82.848 25.557 Kazanılan Üyelik Sayısı 14.732 6.125 6005 1.843 1.081 774 14 294 240 45 35 1.687.773 1169 Kazanılan Üyelik Oranı (%) 45.48 18.91 18.54 5.69 3.34 2.39 0.04 0.91 0.74 0.14 0.11 3.61 148 13.EMEP 14.TKP 15.LDP 16.HAK-PAR 17.MP 18.ĠP 19.BDP(BarıĢ ve Demokrasi Partisi) 20.HYP Toplam 21.100 3.409 2.451 4.618 6.685 2.258 23 2 1 0 2 3 0.07 0.01 0.00 0.00 0.01 0.01 203 0 0.00 5.566 32.072.363 4 32.392 0.01 100.00 Tablo 6 2009 Ġl Genel Meclisi Üyelikleri Seçim Sonuçları Kayıtlı Seçmen Sayısı: 48.049.446 Partiler 1.AKP 2.CHP 3.MHP 4.DP 5.SP 6.DSP 7.BAGIMSIZ 8.BBP 9.ANAP 10.BTP 11.ÖDP 12.DTP 13.EMEP 14.TKP 15.LDP 16.HAK-PAR 17.MP 18.ĠP 19.BDP 20.HYP Toplam Oy Kullanan Seçmen sayısı: Alınan Geçerli Oy Sayısı 15.353.553 9.229.936 6.386.279 1.536.847 2.079.701 1.139.878 172.279 943.765 304.361 167.986 67984 2.277.777 48.939 85.507 2285 29.392 41.818 114.243 36 172.279 39.988.763 Katılım Oranı:%85.33 Kazanılan Üyelik Sayısı Kazanılan Üyelik Oranı (%) 1.889 612 414 45 29 26 7 18 4 1 0 235 1 0 0 0 0 0 0 0 3.281 57.57 18.65 12.62 1.37 0.88 0.79 0.21 0.55 0.12 0.03 0.00 7.16 0.03 0.00 0.00 0.00 0.00 0.00 0.00 0.00 100.0 Tablo 7 2004 ve 2009 Yerel SeçimlerindeAKP ve Diğer Partilerin Aldıkları Oyların KarĢılaĢtırılması 2004 2009 Bld .Mec. Ġl.Gnl. Mec. Bld. BĢk. Bld .Mec. Üyeliği Üyeliği Üyeliği Toplam Geçerli Oy 24.074.027 23.893.656 32.268.496 32.221.536 32.072.363 Bld. BĢk. AKP Diğer Oyların Top. 9.674.306 9.635.145 13.477.287 (% 40.18) (%48.25) (%70.94) 14.399.721 14.258.511 18.791.209 12.449.187 12.237.325 (%38.64) (%45.48) 19.772.349 19.835.325 Ġl.Gnl. Mec. Üyeliği 39.988.763 15.353.553 (%57.57) 24.635.210 149 AKP 2004‘de Belediye BaĢkanlığı seçimlerinde %40.18, Belediye Meclisi seçimlerinde %48.25 ve Ġl Genel Meclisi Seçimlerinde ise %70.94 oranında oy almıĢtır. 2009 Yerel Seçimlerinde AKP‘nin Belediye BaĢkanlığı için aldığı oy oranı %38.64, Belediye Meclisi seçimlerinde %45.48 ve Ġl Genel Meclisi Seçimlerinde ise %57.57 oranında oy almıĢtır. AKP‘nin, 2002, 2007 ve 2011 genel seçimlerinde aldığı oyların eğilimi ile (seçmen sayılarındaki artıĢın etkisini dıĢarda bırakarak) 2004 ve 2009 yerel seçimlerinde aldığı oyların eğilimi oranlar üzerinden karĢılaĢtırıldığında, genel seçimlerdeki artıĢın aksine yerel seçimlerde (belediye baĢkanlığı, belediye meclis üyeliği ve ilgenel meclisi üyeliği seçimlerinin hepsinde) oyların düĢme eğilimi görülmektedir.Bir baĢka nokta, 2009 yerel seçimlerine katılım oranı 2004 seçimlerinden yüksek iken, AKP‘nin aldığı oylar düĢmüĢtür. Ancak, 12 Kasım 2012‘de TBMM‘den geçip, 6 Aralık 2013‘de Resmi Gazete‘de yayınlanan ve 30 Mart 2014 Yerel Yönetim Seçimleriyle yürürlüğe girecek olan 6360 sayılı BüyükĢehir Yasası ile oluĢturulan yeni BüyükĢehirler, kır ve kentiyle bir bütün olarak Belediye tarafından yönetilebilme özelliği kazanıyorlar. Yeni BüyükĢehir Yasası, nüfusu 750 bin ve üzeri olan illere BüyükĢehir statüsü kazandırmaktadır.Bu yasayla, BüyükĢehir Belediyelerinin il mülki sınırlarına uzanan yapısıyla köyler ve belde belediyeleri kaldırılıp, mahalleye dönüĢtürülerek belediye sınırları içerisine katılmıĢtır. Bu durum, ilin geneli için olduğu gibi, ilin tüm ilçeleri için de geçerlidir. BüyükĢehirlere bağlı ilçe belediyeleri de ilçe sınırlarının tamamına yönelik hizmet verecek yerinden yönetim birimlerine dönüĢmüĢ oluyor. Köyler mahalleye dönüĢürken, en küçük mahalle nüfusunun 500‟den az olamayacağı da hükme bağlanıyor. Böylece, hem büyükĢehir, hem de ilçelerin seçilmiĢ Belediye BaĢkanları, artık sadece kentsel alanlarda yaĢayanların değil, il ya da ilçede yaĢayanların tamamının Belediye BaĢkanları oluyorlar. Aynı süreçte alınan bir baĢka kararla, Ġl Özel Ġdareleri kaldırılarak, bu idarelerin yetkileri Valiliğe devri sözkonusu. Ayrıca ilin merkezi devlet yönetimiyle bağlantısını kurma, koordinasyon sağlama ve süreci izleme göreviyle illerde Valiye bağlı Yatırım İzleme ve Koordinasyon Kurulları oluĢturulmaktadır. Bu kurulların yönetmeliğini hazırlama görevi ise ĠçiĢleri Bakanlığı‘na veriliyor. Böylece, BüyükĢehir niteliği kazanmıĢ ilin yönetimi için seçilmiĢ bir BüyükĢehir Belediye BaĢkanı ve bir de iktidar adına yatırımları hem izlemek, hem de koordinasyonunu sağlamak üzere atanmıĢ Valisi olmuĢ oluyor (Sezgin Tüzün,bianet,5 Ağustos 2013). Bu yeni yasanın getirdiği köklü değiĢiklik nedeniyle önceki yerel seçimlerle 2014 Yerel seçimlerinin karĢılaĢtırılmasının sağlıklı olmayacağı açıkça görülmektedir. Yasaya göre, 30 ilde yapılacak yerel yönetim –belediye baĢkanlığı, belediye meclis üyeliği-seçimlerinde, tüm ilin seçmenleri kır-kent ayırımı olmadan oy kullanacaktır. Bu da 2014 yerel seçimlerinde 2009 belediye seçimlerine göre önemli oranda seçmen artıĢıyla karĢılaĢılacağını ortaya koyuyor. Türkiye‘deki kayıtlı her dört seçmenden üçü 2014 yerel yönetim seçimlerinde BüyükĢehir seçmenlerini oluĢturacak.Bu seçmenlerin de yarısına yakın kısmı, yeni BüyükĢehir statüsü gereği, BüyükĢehir seçmeni olmuĢ eski kır seçmenleri ve ilçe Belediye BaĢkanlığı için oy kullanmıĢ kent seçmenlerinden oluĢuyor. Dolayısıyla 2009-2014 Belediye BaĢkanlığı seçimleri –hem büyükĢehir hem de ilçeler için- kapsamları bağlamında karĢılaĢtırılabilir seçimler olma özelliklerini yitirmiĢ oluyorlar. Belediye sınırlarının ilçenin kent merkezinden ilçenin ilçenin mülki sınırlarına taĢınması durumunda karĢılaĢtırma için kullanılabilecek tek veri, ilçe Ġl genel Meclisi seçim sonuçları olabiliyor. Bu sonuçlar AKP ve diğer partilerin kazandıkları Belediye BaĢkanlığı sayıları açısından karĢılaĢtırmalı olarak irdelenecek olursa: 1. AKP 508 ilçenin 250‘sinde Belediye BaĢkanlığı kazanmıĢken, seçim ilçe sınırlarını kapsar biçimde geniĢletildiğinde ve Ġl genel Meclisi seçimlerinde AKP‘nin birinci olduğu ilçeler gözönüne alınarak yeni dağılım hesaplandığında AKP 97 ilçede daha Belediye BaĢkanlığı kazanabilecek konuma gelmiĢ oluyor. 150 2. Diğer partiler ve bağımsızlar 258 Belediye BaĢkanlığı kazanabilmiĢken, seçim kapsamı ilçenin tamamına dönüĢtüğünde ortaya çıkan ilçenin birinci partisinin AKP dıĢında bir parti olması durumunda kazanılabilen Belediye BaĢkanlığı sayısı 161‘e geriliyor (Sezgin Tüzün, Bianet,5 Ağustos 2013). Yeni BüyükĢehir yasasının yönetsel bakımdan değerlendirilmesini bir yana bırakırsak, 2014 Yerel Seçimlerinde siyasal bakımdan iktidar partisinin elini güçlendireceği görülüyor. SONUÇ Türkiye‘de demokrasinin meĢruiyetini çoğunlukçulukta bulan anlayıĢtan, zamanın ruhuna uygun bir katılımcı/çoğulcu anlayıĢa evrilmesi, güçlü bir iktidarın karĢısında güçlü bir muhalefetin varlığını gerektirir. 2000‘li yıllardaki Türk siyasetinin anahtar sözcüklerinden birinin ―istikrar‖ olmasının, her ne kadar 90‘lı yılların siyasal istikrarsızlığına dönük bir toplumsal refleks yanı da olsa, temsilde adaletin siyasal istikrar uğruna görmezden gelinmesi demokrasi bakımından bir tehdittir. Bu tehdit, muhalefet unsurlarının konumlarının farkındalığı ve Gramsci‘nin hegemonya kuramından ilhamla, kendilerini ―toplumsal nesne değil‖, ―toplumsal özne‖ olarak görmeleriyle berteraf edilebilir. Burada, öncelikle, bu durumun pratik karĢılığı olarak, iktidarda olanların benimsemeye daha fazla yatkın olduğu ―en fazla oy alanın meĢruluğu‖nun radikal eleĢtirisi bir yana, kendi mantığı içindeki çeliĢkisi dikkat çekicidir. Demokrasiyi ―en fazla oy‖ mantığına indirgediğimizde, iktidarın aldığından daha fazla oy/daha fazla irade dıĢarıda ise, bunun nedenleri (temsili demokrasi, seçim sistemi, seçim barajı, siyasal partiler yasası...vs. ) ve daha da önemlisi, verili koĢullardaki pratik olanaklar üzerinde düĢünmekte yarar olmalıdır. Çünkü, demokrasilerde, kurumsal düzenlemelerden ötede, nihai olarak iktidarın gücünü dengeleyen muhalefettir. (Ayrıca, ―kiĢisel olan siyasaldır‖ anlayıĢıyla bakılsa bile her siyasal yapılanmanın temsili fiilen olanaklı değildir. Bu anlamda mesele pratik çözüm arayıĢları bir yana, yukarıda da ifade edilebildiği gibi, muhalif bir düĢüncenin iktidara gelebilme Ģansının/yollarının açık olmasıdır). Türkiye‘de muhalefet partilerinin durumu (2004 ve 2009 yerel seçimlerine katılan partilere baktığımızda) parçalı olması, ideolojik farklılıkları ve seçim barajı gibi kısıtlarının olması ve böylece parlamentoda temsil Ģansları olmamasının yanında, iktidarın hegemonik gücünün artmasını kolaylayan, hatta bir bakıma destekleyen bir olgu görünümündedir. Aralarında ideolojik uzlaĢı olasılığı son derece zayıf, hatta olanaksız görünen bu partilerin, ―demokratik varoluĢ refleksi‖yle ve ―kendi kimlikleri‖ ile iktidara karĢı bir yerel seçim iĢbirliği yapabilmeleri olasılığı görece daha kuvvetlidir. Nitekim ĠĢçi Partisi‘nin Milli Merkez yaklaĢımı benzer bir arayıĢın sonucudur. Ancak, ―yerel seçimler için stratejik ve demokratik uzlaĢı‖ nın ikna yeteneği, kendileri (milli merkez gibi) baĢlı baĢına bir ideolojik duruĢ ya da tercihin tezahürü olan kavramsallaĢtırmalardan daha güçlü görünmektedir. Burada siyasal partilerin ve tabanlarının ideolojik kaygılarını azaltabilecek bir baĢka konu, böyle bir iĢbirliğinin liderliğini kimin yaptığıyla da yakından ilgili görülebilir. Bu nedenle, seçim iĢbirliğine liderlik yapacak partinin ideolojik kimliğinden daha önde durması gereken siyasal pozisyonudur ki, bu da liderlik rolü için ana muhalefet partisini iĢaret eder. Son olarak, Yeni BüyükĢehir Yasası‘nın olumlu ve olumsuz eleĢtirileri mümkün olmakla birlikte, özellikle zamanlama açısından pratik bir okuması iktidar partisinin katıldığı yerel seçimlerdeki oylarının düĢüĢ eğilimini tersine çevirme gayretinin bir sonucu olduğudur denilebilir. Bu ise, demokrasi için seçim iĢbirliğinin önemini artırmaktadır. KAYNAKÇA Besley,T.,Coate,S. (1988).Sources of in a Representative Democracy: A Dynamic Analysis,The American Economic Review, Vol.88,No.1(Mar.), 139-156 Çarkoğlu,A.,Toprak,B.(2006).Değişen Türkiye‟de Din, Toplum ve Siyaset, TESEV Yayınları. CoĢar, S. (2002).Türkiye Bağlamında Yeni Siyaset:Yeni Bir Siyasal Etiğe Doğru, Doğu-Batı Dergisi, Yeni Devlet Yeni Siyaset, 03,s.103-115 151 Tekin,Y.,Çiftçi,S.(2006).Temsil Krizi Tartışmalarına Bir Katkı: 22. Dönem TBMM‟nde Yapılan Bir Alan Araştırmasının Sonuçları Işığında Türk Siyasal Yaşamında Demokratik Temsil İlkesinin Görünümü, SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ ĠKTĠSADĠ VE ĠDARĠ BĠLĠMLER FAKÜLTESĠ DERGĠSĠ, Sayı: 11, 69-90, (2006). Tüzün,S.(2013).Yeni Düzenlemelerin Yerel Yönetim Seçimlerine Etkileri, www.bianet.org/05 Ağustos 2013 Tüzün,S.(2013). Belediye Başkanlığı Seçimlerinde Aday Etkisi, www.bianet.org www.ysk.gov.tr 152 ADALET VE KALKINMA PARTĠSĠ‟NĠN TOPLUMSAL KÖKENLERĠ Mezher YÜKSEL1 ÖZET Bu çalıĢma 2002 yılından beridir Türkiye‘de iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisinin (AKParti) toplumsal kökenleri ile ilgilenmektedir. Bu amaçla üç dönem üst üste parti saflarında parlamentoya seçilmiĢ olan yetmiĢ üç milletvekilinin doğum yeri, cinsiyeti, eğitim durumu gibi özellikleri ile seçilmeden önce yaptıkları iĢlere ve mesleki özgeçmiĢlerine iliĢkin verilerden hareketleAKPartinin toplumsal niteliği ortaya konulmaktadır. Diğer bir ifade ile, on yılı aĢkın bir süredir siyasal alanda egemen aktörler olarak yer alan bu yeni seçkinlerin toplumsal kökenlerine, sahip oldukları sosyo-kültürel sermayelerine ve sınıfsal aidiyetlerine iliĢkin sosyolojik bir analiz yapılmaktadır. ÇalıĢmanın AKParti döneminde uygulanagelen temel politikaları açıklama ve anlama çabalarına ve Türkiye‘de genel olarak siyasal alanın daha özelde ise parlamenter seçkinlerin geçirdiği değiĢimi tarihsel bir bağlam içerisinde değerlendirmek amacıyla yapılacak araĢtırmalara katkıda bulunması da hedeflenmektedir. Anahtar Kavramlar: Adalet ve Kalkınma Partisi, siyaset, parlamenter seçkinler. ABSTRACT This study is about the social origins of the deputies of the Justice and Development Party (JDP) that has been in power in Turkey since 2002. In this research I attempt to demonstrate social characteristics of the JDP with a specific attention to the 73 Members of Parliament, who have been elected as MPs for the three periods that the JDP has been in power. I will focus on the following demographic characteristics of these 73 MPs: place of birth, gender, and educational status along side their previous jobs and Professional backgrounds before they were elected to the Parliament. In other words, with particular attention to their social origins, socio-cultural capital and social class, I attempt a sociological analysis of these new elites that have been holding political power in Turkey forover a decade. This study is an original contribution to the field in tworespects. First, it helps us beter understand and explain the policies that have been put into effect by the JDP. Secondly, this researchs hed slight on the historical contextualization of the political sphere in Turkey in general and the change that Turkish parliamentary elites have undergone throughout the Republican history, in particular. Keywords: Justice and Development Party (JDP), politics, parlamentarian elites. ADALET VE KALKINMA PARTĠSĠ‟NĠN TOPLUMSAL KÖKENLERĠ Türkiye‘de 2002 yılında yapılan genel seçimler sonunda Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) yüzde otuz beĢ oy alarak iktidara geldi. Daha sonra yapılan iki genel seçimi de kazandı ve çok partili dönemde ülkeyi en uzun süre yöneten parti oldu2.Partinin kurucu ve ileri gelenleri partilerini muhafazakar-demokrat bir kitle partisi olarak tanımlamakta3, daha önce Demokrat Parti (DP) veAnavatan Partisi (ANAP)ile temsil edilen merkez sağ siyasal geleneğin temsilcisi olduğunu vurgulamaktadırlar. Öte yandan partinin güçlü bir milli görüĢ mirasına sahip olduğu da bilinmektedir. 1 Yrd. Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,[email protected] AKParti oy oranınıönce 2007 yılında % 47‘ye daha sonra 2011 yılında ise % 50‘ye çıkardı ve 1950-1960 arasında iktidarda olan DP‘yi geride bırakarak çok partili dönemde en uzun süre ülkeyi yöneten parti oldu (TÜĠK: 2012). 3 Bu konuda kapsamlı ve içeriden bir çalıĢma için aynı zamanda baĢbakanın danıĢmanlığını da yapan Ankara milletvekili Yalçın Akdoğan‘ın (2004) Muhafazakar Demokrasi isimli çalıĢmasına bakılabilir. 2 153 DeğiĢtiklerini belirtseler de4 baĢta partinin kurucu baĢkanı ve baĢbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere partinin önde gelen üyelerinin önemli bir kısmı milli görüĢ geleneği içerisinde yer almıĢ, aktif siyaset yapmıĢ kimselerdir5. Merkez sağ gelenek ile milli görüĢ siyasal tecrübesini bir araya getiren AK Partinin toplumsal kökenleri bu çalıĢmanın konusunu oluĢturmaktadır. Diğer bir ifade ile partinin öne çıkan sosyal özelliklerinin neler olduğu, ne tür bir beĢeri ve kültürel sermayeye sahip olduğu ve hangi sınıfsal dinamiklerden beslendiği gibi sorular bu çalıĢmanın cevabını aradığı sorulardır. Bu amaçlapartinin üç dönem üst üste parlamentoya seçilmiĢ olan yetmiĢ üç üyesinin doğum yeri, cinsiyet, eğitim gibi özellikleri ile seçilmeden önce yaptıkları iĢlere ve mesleki özgeçmiĢlerine iliĢkin veriler kullanılarak partinin toplumsal kökenlerine dair bir tartıĢma yürütülmektedir6. Ak Parti sözcüleri ve temsilcilerinin sıklıkla kullandıkları argümanlardan bir tanesi Türkiye partisi olduklarıdır. Bu argüman özellikle seçimlerin ardında elde ettikleri baĢarıyı vurgulamak, rakip siyasi partilerden daha geniĢ bir toplumsal ve bölgesel desteğe sahip olduklarını belirtmek üzere kullanılan bir argümandır. Seçim sonuçları göz önüne alındığında bu argümanın doğru ve haklı olduğu görülür. Örneğin 2011 yılında yapılan son genel seçimlerde aldığı yüzde elli oy oranı ile sadece Türkiye genelinde değil aynı zamanda bölgeler bazında da birinci olmuĢtur. Öte yandan çalıĢmamıza konu olan üyelerin doğum yeri verileri incelendiğinde AK Partinin Karadeniz ve Ġç Anadolu Bölgeleri tabanlı bir parti olduğu görülmektedir. YetmiĢ üç vekilden yirmi bir tanesi Karadeniz, on yedi tanesi ise Ġç Anadolu Bölgesi doğumludur. Diğer bir ifade ile yüzde elliden fazlası iki bölgedendir. Buna karĢılık Ege Bölgesi doğumlu vekillerin oranı yaklaĢık olarak yüzde yedi Marmara ve Güney Doğu Anadolu Bölgelerinde doğmuĢ olanların oranı ise yaklaĢık yüzde sekizerdir. Geriye kalan diğer iki bölgede, Doğu Anadolu ve Akdeniz, ise bu oranlar sırasıyla yüzde on iki ve on birdir. Doğum yeri bakımından dikkat çeken bir diğer nokta Trabzon ve Kayseri doğumluların yüksek temsil edilme oranıdır. BeĢer milletvekili ile en fazla temsil edilen bu iki il, Ege Bölgesi ile aynı sayıda Marmara ve Güney Doğu Anadolu Bölgeleridoğumlu (6) olanlara ise yakın sayıda üyeye sahiptirler. Kurucu-önde gelen kadrolarının belli bir bölge ile sınırlı olması bakımından AK Parti ile Demokrat Parti arasında önemli bir benzerlik söz konusudur. 1950-1960 arasında kurulan Demokrat parti kabinelerinde yer alan vekillerin doğum yerlerine baktığımızda Ege Bölgesi doğumluların oranı yüzde otuz üç Marmara Bölgesinde doğmuĢ olanların oranının ise yüzde yirmi dokuz olduğunu görüyoruz. Mekânsal-bölgesel dağılımdan daha çarpıcı olanı üyelerin cinsiyetlere göre dağılımıdır. Bu itibarıyla bakıldığında kadın vekil sayısının ve temsil oranının oldukça düĢük olduğu görülmektedir. YetmiĢ üç milletvekilinden sadece üç tanesi kadındır. Esasen kadınların genel olarak siyasette daha özelde ise parlamentoda düĢük oranda temsil edilmesi AK Partiye özgü bir durum olmayıp Türkiye genelinde gözlenen bir durumdur. Örneğin çok partili dönemin ilk elli yılı ortalaması yüzde ikinin altındadır (TÜĠK: 2012:5). Bu durum 2000‘lerden sonra değiĢmeye baĢlamıĢ ve önce 2007 yılında yüzde dokuza daha sonra 2011 yılında ise yüzde on dörtün üzerine çıkmıĢtır. AB üyesi ülke değerleri7 ile karĢılaĢtırıldığında bu oranların da çok düĢük kaldığı görülmektedir. Siyasal temsildeki bu erkek egemen tabloda 2000 sonrası dönemde ortaya çıkan değiĢimde AK Partinin önemli katkısı vardır. 2002-2011 arası dönemde yapılan üç genel seçim sonunda meclise giren 4 DeğiĢtikleri yönündeki açıklamalar zaman içinde azalmıĢ olsa da iktidarlarının ilk iki döneminde milli görüş gömleğini çıkardık Ģeklinde özetlenen bir Ģekilde basında sıklıkla yer alıyordu. 5 2007 yılında cumhurbaĢkanı seçilmesi üzerine parti ile yasal bağları kopmuĢ olsa da bugün parti tabanında saygı ve kabul gören Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi ilk defa milli görüĢ çatısı altında siyasete atılanlar ve Cemil Çiçek ve Abdülkadir Aksu gibi siyasete ANAP‘ta baĢlamıĢ ancak daha sonra milli görüĢ partilerine geçmiĢ olanlar buna bir kaç örnektir. 6 Milletvekillerine ait burada yer veriler için Ģu kaynaklar kullanıldı; TBMM: 2010 ve 2012. 7 AB üyesi ülkelerdeki oranlar yüzde yirmi ile kırk beĢ arasında değiĢmektedir. Özellikle kuzey Avrupa ülkelerinde yüzde kırklar düzeyinde olup en yüksek temsil oranına sahip ülke yüzde kırk beĢ ile Ġsveç‘tir (TÜĠK: 2012: 5). 154 toplam yüz elli üç kadın milletvekilinden seksen dokuzu AK Partilidir. Bu sayı 1950-1995 arası kırk beĢ yıllık dönemde oluĢan on iki parlamentoda görev alan kadın milletvekili toplamından daha fazladır. Kadınların parlamentoda temsili meselesinde AK Partinin katkısı sayı ve oran ile sınırlı değildir. Daha önceki çok partili parlamentolarda görev alan kadın milletvekillerinin büyük bölümü metropol kentleri temsilen seçiliyorken AK Parti ile birlikte bir çok taĢra kentini temsilen ilk defa kadın vekil parlamentoya girmeye baĢlamıĢtır. Ağrı, Aksaray, Denizli, Gaziantep, Mardin ve Van gibi illerde cumhuriyet tarihinde,Erzurum, Konya, Malatya, Trabzongibi illerde ise çok partili döneme geçildikten sonra ilk defa kadın milletvekili seçilmiĢtir. TaĢra kentlerinin kadın milletvekilleri tarafından temsil edilmesi esasen tek-parti dönemi siyasal pratiğidir. Örneğin 1935 seçimlerinde cumhuriyetin ilk kadın milletvekilleri olarak parlamentoya giren on sekiz kadın üyeden on beĢ tanesi Ġstanbul, Ankara ve Ġzmir dıĢında kalan kentleri temsil etmek üzere seçilmiĢlerdir. Bu kentler Edirne‘den Erzurum‘a, Afyon‘dan Diyarbakır‘a, Balıkesir‘den Sivas‘a Türkiye‘nin değiĢik bölgelerinden illerdir (TÜĠK: 2012: XI). AK Partinin kadınların siyasal yaĢama daha fazla dahil edilmesi yönündeki siyaseti milli görüĢ geleneğinin 1990‘lardaki tecrübesinden izler taĢımaktadır. Söz konusu tecrübe büyük ölçüde siyasal propaganda çalıĢmalarında kadın üyelerinin aktif görev alması ve bunun için gerekli olan kadın örgütlenmesi ile sınırlı idi. Diğer bir ifade ile bu pratik kadınların parti yönetiminde veya yerel ve ulusal meclislerde görev almasından ziyade yerel ve genel seçim süreçlerinde propaganda faaliyetlerinde yer almasını içermekteydi. Erdoğan‘ın partili kadınların örgütlenmesine özel bir önem verdiği ve RP Ġstanbul il baĢkanlığı döneminde otuz iki ilçede kadın kolları kurduğu belirtilmektedir (Besli ve Özbay: 2010: 66). Kadınların siyasal yaĢama daha fazla katılımı yönündeki bu tutum ve buna bağlı olarak partide ve parlamentoda artan kadın varlığı cinsiyet eĢitliği kapsamında kadınlar lehine önemli yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesini sağlamıĢtır. Bir kısmı AB uyum sürecinin gereği olarak yapılmıĢ olsa da baĢta ceza ve çalıĢma yasaları olmak üzere çeĢitli yasalarda yapılan düzenlemeler ile kadınlar lehine önemli değiĢiklikler gerçekleĢtirilmiĢtir. Daha önce aile ve toplum düzenine karĢı suç olarak kabul edilen cinsel suçların bireye yönelik suçlar kapsamına alınması, bekaret kontrolünün yargı kararına bağlanması, evlilik içi tecavüz ve cinsel tacizin yasa kapsamına alınması, evlilikte mal rejimi kadının lehine değiĢtirilmesi, çalıĢma yasasında eĢit iĢe eĢit ücret ilkesi getirilmesi bunlardan bazılarıdır. (AK Partinin kadın politikası hakkında genel bir değerlendirme için bakınız; Bora: 2012). Eğitim düzeyleri ve Türkçe dıĢında bildikleri dil gibi verilerden hareketle milletvekillerinin entelektüel birikimleri ve kültürel sermayelerine iliĢkin bir değerlendirmeyapmak mümkündür. Söz konusu veriler milletvekillerinin siyasal kimlikleri ve siyasi yelpazedeki konumları hakkında doğrudan bir fikir vermese de özellikle kültürel coğrafyadaki yerleri ve kültürel beslenme kaynakları hakkında fikir verebilecek önemli bir göstergedir. Bu çerçevede eğitim durumlarına bakıldığında iki milletvekili iki diplomaya sahip olmak üzere yetmiĢ iki vekilin üniversite mezunu olduğu görülmektedir. Bunlardan on altısı yüksek lisans on üçü ise doktora derecesine sahiptir. Üniversite mezunlarının bitirdikleri bölümlere göre dağılımları Tablo 1‘de verilmiĢtir. Tablo 1‘de de görüldüğü üzereyirmi dört milletvekili ile hukuk fakültesi mezunlarıilk sırada gelmektedir. Ġkinci sırada bulunan mimarlık-mühendislik fakültesi mezunlarını iktisat, iĢletme, maliye ve ekonomi bölümü mezunları takip etmektedir.Siyasal bilgiler, ilahiyat, eğitim ve tıp fakültelerinden derece almıĢ olan vekillerin oranı yüzde onun altındadır. Diğer grubunda yer alan dört milletvekiliise insan kaynakları, kimya, Türk dili ve edebiyatı ile veterinerlik bölümlerinden mezun olmuĢlardır. 155 Tablo 1: Milletvekillerinin bitirdikleri fakülte veya bölümlere göre dağılımı Bitirilen bölüm veya fakülte Hukuk Fakültesi Mühendislik &Mimarlık Fakültesi Ġktisadi Ġlimler (Ġktisat & ĠĢletme & Maliye & Ekonomi) Siyasal Bilgiler & Kamu Yönetimi & Uluslararası ĠliĢkiler Ġlahiyat Fakültesi Eğitim Fakültesi Tıp & DiĢ Hekimliği Fakülteleri Diğer Toplam KiĢi 24 14 12 7 6 4 3 4 74* % 32,4 18,9 16,2 9,5 8,1 5,4 4,1 5,4 100,0 Kaynak: TBMM 2010 kullanılarak oluĢturuldu * Üniversite mezunlarının sayısı 72 olmakla birlikte iki milletvekili iki üniversite derecesine sahip olduklarından değerlendirme 74 üzerinden yapıldı. Milletvekillerinin sadece yüksek eğitim düzeyine sahip olmadığı aynı zamanda yüksek yabancı dil bilgisine de sahip oldukları anlaĢılmaktadır. Bu itibarlabakıldığında altmıĢ üçünün Türkçe dıĢında en az bir dil bildiği, baĢka bir dil bilmeyenlerin sayısının ise on olduğu görülmektedir. Diğer bir ifade ile yüzde seksen altısı en az bir farklı dil bilmektedir. Bunlardan en büyük grubu oluĢturan ve sadece bir dil bilenlerin sayısı kırk dört iken iki dil bilenler on beĢ, üç dil bilenlerin sayısı ise dörttür. Bilinen dillerin dağılımına bakıldığında ilk sırada Ġngilizce olduğu görülmektedir. Elli bir milletvekili Ġngilizce bildiğini beyan etmiĢtir. Diğer bir ifade ile milletvekillerinin yüzde yetmiĢi Ġngilizce bilmektedir. Ġkinci sırada on üç kiĢi ile Arapça bilenler gelmektedir. Onları on bir kiĢi ile Fransızca ve sekiz kiĢi ile Almanca bilenler takip etmektedir. Birer milletvekili ise Farsça, Japonca ve Abhazca bilmektedir. Türkçe dıĢında bilinen dillere iliĢkin verilerin ortaya koyduğu bir kaç husus vardır. Birincisi Arapça bilenlerin sayısının yüksekliğidir. Ġlahiyat fakültesi mezunu vekil sayısının altı olduğu göz önüne alındığında önemli oranda milletvekilinin özel bir ilgi ile Arapça öğrendikleri anlaĢılmaktadır. Öte yandan bu oranın AK Parti ortalamasından düĢük olduğunu belirtmek gerekir. Ġkinci husus genel olarak yerel diller daha özelde ise Kürtçe konusundaki bilgisizliktir. Örneğin aralarında kabinede görev alan bazı üyelerin de bulunduğu bazı vekiller Kürtçe bilmelerine rağmen bunu beyan etmemiĢlerdir. Son olarak milletvekillerinin yüzde seksen beĢten fazlası en az bir yabancı dil bilmesine karĢılık bilinen dillerin büyük kısmı batı dilleri olup çeĢitlilik bakımından zayıftır. Ak Partinin toplumsal kökenlerini açıklamak üzere baĢvurulabilecek en önemli araçlardan bir tanesi milletvekillerinin mesleklerine ve seçilmeden önce yaptıkları iĢlere iliĢkin verilerdir. Söz konusu verilerde öne çıkan hususları tartıĢmaya geçmeden önce genel görünümüne kısaca bakmakta fayda vardır. Tablo 2‘de de görüldüğü üzere ilk sırada hukukçular gelmektedir. Esasen hukuk fakültesi mezunu sayısı yirmi dört olmakla birlikte iki tanesi hukuk dıĢında mesleğe mensup olduklarını beyan etmiĢlerdir. Ġkinci sıradaki mühendis ve mimarları iktisatçı, iĢletmeci, ekonomist ve maliyecilerden oluĢan meslek grubu takip etmektedir. Daha sonra sırasıyla eğitimci, mülki amir, sanayici & tüccar, özel sektörde yönetici ve doktor & diĢ hekimi gibi mesleklere mensup milletvekillerinin toplam içindeki payı yaklaĢık yüzde yirmi beĢtir. Son olarak diğer grubunda yer alan ve sosyolog, siyaset bilimci, veteriner ve kimyager gibi farklı mesleklere mensup milletvekillerinin toplamı beĢtir. 156 Tablo 2: Meslekleri itibariyle milletvekillerinin sayısı ve oranı KiĢi 22 14 10 7 5 4 3 3 5 73 Meslek Hukukçu Mühendis &Mimar Ġktisatçı & ĠĢletmeci &Ekonomist & Maliyeci Eğitimci Mülki Amir Sanayici &Tüccar Özel Sektörde Yönetici Doktor &DiĢ Hekimi Diğer Toplam % 30,1 19,2 13,7 9,6 6,8 5,5 4,1 4,1 6,8 100,0 Kaynak: TBMM 2010 kullanılarak oluĢturuldu Tablo 3 milletvekillerinin seçilmeden hemen önce yaptıkları iĢlere göre dağılımı vermektedir. Eğitim ve meslek bilgisi verileri ile de uyumlu olarak ilk sırada avukatlık gelmektedir.Ġkinci sırada müteĢebbis olarak tarif edebileceğimiz ve ticaret, sanayi ve müteahhitlikle iĢtigal edenler bulunmaktadır. Mülki amir, genel müdür, müsteĢar gibi kamuda üst düzey yöneticilik yapanların sayısı ise ondur.YaklaĢık tamamı üniversitede öğretim üyeliği olmak üzere on milletvekili seçilmeden önce eğitim-öğretim alanında görev yapmıĢtır. Yedi milletvekili en son yaptığı iĢ olarak yerel yöneticilik altı tanesi ise özel sektörde yöneticilik Ģeklinde beyanda bulunmuĢtur. Doktor, gazeteci ve mali müĢavir olarak hayatını idame ettirenlerin toplamı altıdır. Tablo 3: Seçilmeden önce yaptıkları son iĢ itibariyle milletvekillerinin sayısı ve oranı En Son Yapılan ĠĢ Avukatlık Sanayi & Ticaret &Müteahhitlik Kamuda Yöneticilik Eğitimci Yerel Yönetici Özel Sektörde Yöneticilik Gazeteci Doktor Mali MüĢavir Diğer Toplam KiĢi % 18 13 10 10 7 6 2 2 2 3 73 24,7 17,8 13,7 13,7 9,6 8,2 2,7 2,7 2,7 4,1 100,0 Kaynak: TBMM 2010 kullanılarak oluĢturuldu Eğitim düzeyleri, mesleki geçmiĢleri ve seçilmeden önce yaptıkları iĢler birlikte ele aldığında bir kaç husus öne çıkmaktadır. Ġlki ve belki de en dikkat çekici olanı milletvekillerinin yaklaĢık üçte birinin hukuk eğitimi almıĢ, hukuk mesleğini icra etmiĢ olmasıdır. Bu oran sadece AK Partigrup ortalamasının değil aynı zamanda parlamento ortalamasının üstündedir. Parlamentoda veya herhangi bir siyasi partide hukukçuların, özellikle de avukatlarıngörece yüksek oranda temsil edilmelerinde bu meslek grubunun sahip olduğu çeĢitli mesleki avantajların rolü kuĢkusuz vardır. Benzer biçimde parlamenter bir hukuk devletinde yasama organında hukuk bilgisi ve tecrübesine sahip üyelerin görece yüksek oranda temsil edilmesi beklenebilir bir durumdur. Diğer bir ifade ile bir tür hukuk üretme 157 faaliyeti olan yasama faaliyetininhukuk bilgisine sahip üyelertarafından gerçekleĢtirilmesinde yadırganacak bir durum yoktur. Öte yandangerek TBMM‘deki vekillerin mesleki kompozisyonunda zaman içinde yaĢanan ve 1980‘lerden sonra hukukçuların payında düĢüĢ Ģeklinde meydana gelen değiĢimler gerekse 2002-2011 arası dönemde AK Parti gruplarındaki hukukçu üye oranlarında yaĢanan düzenli artıĢ8 ile birlikte ele alındığında partinin çekirdek kadrosundayüksek oranda hukukçuya yer verilmesinibir tür savunma refleksi veya tedbir olarak okumak mümkündür. Bilindiği gibi milli görüĢ geleneğine bağlı siyasi partilerin bir çoğuAnayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıĢtır. Dahası 2007 yılında iktidarda bulunduğu dönemde AK Parti de kapatılma talebiyle Anayasa mahkemesinde yargılanmıĢ ve bir oy farkla faaliyetlerine devam etmesine karar verilmiĢti. Ġkinci dikkat çekici husus partinin sınıfsal niteliği ile ilgilidir. YetmiĢ üç vekilden on üç tanesi seçilmeden önce yaptıkları son iĢ olarak sanayi, ticaret ve müteahhitlik faaliyetini beyan etmiĢtir. Son iĢ ile sınırlamadan baktığımızda bu sayının on sekize çıktığını görüyoruz. Son iĢ olarak altı, genel toplamda ise on bir milletvekili özel sektörde yöneticilik yapmıĢtır. Kısacası yaklaĢık otuz milletvekili daha önce ya kendi iĢinin patronu olmuĢ veya özel sektörde yöneticilik yapmıĢtır. Bu üyelerin meslek örgütü üyeliklerine baktığımızda dört tanesinin Müstakil Sanayici ve ĠĢadamları Derneği‘ne(MÜSĠAD) üye olduğunu görüyoruz.9MüteĢebbis veya özel sektörde yöneticilik yapmıĢ üyelerin sadece parti içinde değil aynı zamanda hükümette de etkili olduğunu ve altı tanesinin kabinede görev aldığını görüyoruz. Öte yandan iĢçi sınıfının temsili açısından bakıldığında hiç iĢçi olmadığı ancak bir üyenin seçilmeden önce sendikacılık yaptığı görülmektedir10. Özel sektörde profesyonel yöneticilik yapmıĢ olanlar ile ticaret ve sanayi ile uğraĢanların neredeyse tamamı Anadolu sermayesi denilen görece küçük ve orta büyüklükteki iĢletmelerdir. Bu bakımdan da Milli görüĢ geleneğinden izler taĢır. Özellikle bu geleneğin gerek 1970‘lerde siyasal partileĢme sürecinde olsun gerekse 1990‘larda iktidara giden yükseliĢinde olsun Anadolu sermayesi olarak tanımlanan bu küçük ve orta ölçekli sermayenin rolü önemlidir11. Üçüncü bir nokta partinin sosyal özellikleri ve toplumsal kökenlerinden ziyade egemen siyaset paradigmasındaki değiĢime iliĢkindir. Tablo 1 ve tablo 2‘de de görüldüğü üzere üçüncü büyük grubu iktisat, iĢletme, ekonomi ve maliyeden oluĢan iktisadi ilimler kökenliler oluĢturmaktadır. Bu durum özellikle 1980 sonrası TBMM‘nin mesleki kompozisyonunda görülen değiĢme eğilimi ile de paralel olup siyaset algısında yaĢanan bir kırılmaya ve yükselen yeni siyaset algısına iĢaret etmektedir. 19501980 arası dönemde yüzde otuzlar düzeyinde seyreden hukuk kökenli üyelerin oranında 1980 sonrasında anlamlı düĢüĢ yaĢanırken buna karĢılık iktisadi ilimler kökenli üyelerin oranında dikkat çekici bir artıĢ yaĢanmıĢtır. Bu değiĢimde baĢka etkenlerin de rolü kuĢkusuz vardır ancak bu değiĢim esasen siyaset algısında ve siyasete bakıĢta yaĢanan bir kırılmaya iĢaret etmektedir. Yeni algıda devlet bir Ģirket, siyaset ise Ģirket idaresidir.Neo liberal ekonomi politikalar ile uyumlu olarak devletin küçüldüğü, iĢlevlerinin yeniden tanımlandığı bu dönemde devlet bir tür iĢletmeye, siyaset ise söz konusu iĢletme veya Ģirketi idare etme, yüksek verimlilik ve kar ile yönetme sanatına evrilmiĢtir. Bir tür governmenttanmanegementa evrilmedurumu olarak tanımlamak mümkündür. 8 2002 seçimlerinde AK Parti üyesi olarak parlamentoya girenler arasında hukukçu oranı % 17 iken sonraki iki seçim sonunda bu oranlar artarak % 19 ve % 21‘e çıkmıĢtır. 9 AK Parti saflarında parlamentoya giren MÜSĠAD üyesi sayısının çok daha fazla olduğunu belirtmek gerekir. 2002‘de 23 olan MÜSĠAD kökenli AK Partili vekil sayısı 2007‘de 30, 2011 yılında ise 23 olarak gerçekleĢmiĢtir (Yankaya: 2012:37). Diğer bir ifade ile AK Parti milletvekillerinin yüzde yediden fazlası MÜSĠAD üyesidir. 10 Manisa milletvekili Hüseyin Tanrıverdi, seçilmeden önce Hak-ĠĢ Konfederasyonunda genel baĢkan yardımcısı olarak görev yapıyordu. 11 Özellikle Milli Selamet Partisinin (MSP) ortaya çıkmasında Anadolu sermayesinin rolü ve MSP ile bu sermaye grubu arasındaki etkileĢimin sosyolojik bir analizi için bkz: Sarıbay: 1985. 158 Milletvekillerinin mesleki dağılımında ortaya çıkan dördüncü önemli husus mühendis kökenlilerin payıdır. Üyelerin yaklaĢık yüzde yirmisi mimarlık-mühendislik eğitimi almıĢ ve bu meslek grubuna mensuptur. Esasen mühendis kökenlilerin Türkiye siyasetinde oran olarak değil belki ama etki olarak önemli olmaya baĢlamaları 1960‘lardan sonradır. Bu dönem aynı zamanda ekonomide yapısal değiĢimlerin yaĢandığı, kentleĢmenin hızlandığı, nüfus hareketlerinin arttığı, toplumun sosyal ve kültürel yapısında önemli değiĢimlerin meydana geldiği bir dönemdir. Bu süreç genel olarak toplumdaki ihtiyaç ve beklentilerin farklılaĢmasını,daha özelde siyasetten beklentiyi etkilemiĢ ve siyasal seçkinlerin kompozisyonunda önemli değiĢimleri beraberinde getirmiĢtir. Bu sürecin en önemli sonucu ise mühendis siyasetçilerin yükseliĢi olmuĢtur.Bu itibarla AK Partinin bu geleneği sürdürdüğü anlaĢılmaktadır. Mühendis kökenlilerin partide yüksek oranda temsil edilmesi cumhuriyet tarihi boyunca çeĢitli düzeylerde tezahür edegelen sosyal mühendislik olarak siyaset olgusunu gündeme getirmektedir. Gerek milletvekillerinin mesleki kompozisyonuna gerekse iktidarı boyunca ortaya koyduğu çeĢitli uygulamalara baktığımızda AK Partinin sosyal mühendislik olarak siyaset geleneğini sürdürdüğünü söylemek mümkündür. Bununla birlikte AK Parti,geleneksel sosyal mühendislik tavrının salt yukarıdan emretme, yönetme usulünden farklı olarak, alttan gelen muhafazakar müdahaleci taleplerle üstten gelen otoriter müdahale ve özlemlerin eklemlendiği, çoğunlukçu bir görünüm alan bir sosyal mühendislik örneğini temsil ediyor(Ġnsel: 2010: 21). YetmiĢ üç vekilin önemli bir kısmı daha önce yerel veya ulusal düzeyde aktif siyasetin içinde yer almıĢtır. Yerel yönetimlerde belediye baĢkanı, meclis üyesi veya üst düzey yönetici olarak görev yapanların sayısı on altıdır. Diğer bir ifade ile yerel siyaset deneyimine sahip olanların oranı yüzde yirmi ikidir. Bunların arasında en dikkat çekici olanı baĢbakan Erdoğan‘dır. Bilindiği üzere Erdoğan 1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi adayı olarak Ġstanbul BüyükĢehir Belediye baĢkanlığı seçimini kazanmıĢ ve dört yıl kenti yönetmiĢti. Belediye baĢkanlığı dönemde Erdoğan‘ın ekibinde yer alan bir çok kimse AK Partinin iktidara gelmesinden sonra kabine, parlamento veya partide önemli görevlerde bulunmuĢlardır.12Öte yandan on dört milletvekilinin ise daha önce merkez sağ partilerde (ANAP ve DYP) veya milli görüĢ saflarında (RP ve FP) parlamento deneyiminde sahip olduğunu görüyoruz. Gerek yerel gerekse ulusal düzeyde daha önce aktif siyasette yer alanların kompozisyonu AK Partinin siyasi yelpazedeki pozisyonu ile uyumlu bir tablo ortaya koymaktadır. Milletvekillerinin özgeçmiĢlerine baktığımızda önemli bölümünün seçilmeden önce sivil toplum faaliyetleri içinde aktif olarak yer aldığını görüyoruz13.Yirmi dörttanesi çeĢitli vakıf ve derneklerde üyelik veya yöneticilik yapmıĢlardır. Bu dernek ve vakıfların arasında birlik vakfı14 ve mazlum-der15 gibi etkili ve bilinen kuruluĢların yanı sıra faaliyet alanları belli bir bölge (il kültür ve yardımlaĢma derneği) veya belli bir meslek grubu ile sınırlı olan kuruluĢlar da yer almaktadır. Sivil toplum deneyiminin genel olarak devlet toplum iliĢkilerinin yeniden düzenlenmesi daha özelde ise bireysel hak ve özgürlüklerin tanımlanması sürecinde önemli katkısı olmuĢtur. AK Parti iktidarının özellikle ilk döneminde hayata geçirilen çeĢitli reformlar ile devlet toplum iliĢkilerinin bireyin lehine yeniden tanımlandığını, bireysel hak ve özgürlüklerin geniĢletilerek yasal güvence altına alındığını görüyoruz. BaĢta AB üyelik süreci olmak üzere çeĢitli iç ve dıĢ faktörlerin yanı sıra sivil toplum tecrübesinin de bu süreçte etkili olduğunu belirtmek mümkündür. 12 AK Parti kabinelerinin en uzun süre görev yapan üyelerinden ulaĢtırma, denizcilik ve haberleĢme bakanı Binali Yıldırım ile bir dönem içiĢleri bakanlığı yapmıĢ olan Ġdris Naim ġahin bunlardan sadece iki tanesidir. 13 Türkiye‘de milli görüĢ geleneği özelinde Ġslamcılık hareketinin iktidar ile sonuçlanan serüveninde sivil toplum deneyiminin yeri ve rolü bağlamında örnek bir çalıĢma için bakınız Tuğal: 2011. 14 Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) genel baĢkanlığı ve Refah-Yol hükümetinde kültür bakanlığı da yapmıĢ olan Ġsmail Kahraman tarafından 1985 yılında kurulan Birlik Vakfı‘nın kurucuları arasında Recep Tayyip Erdoğan, Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Ömer Dinçer, Ali CoĢkun gibi isimler vardır. Vakıf eğitim ve kültür faaliyetlerini desteklemek üzere kurulmuĢ olsa da aktif siyaset ile yakından ilgili olmuĢtur. Türkiye‘nin farklı illerinde bulunan ondan fazla Ģubesi ile faaliyetlerini devam ettirmekte olan vakıf hakkında daha fazla bilgi için bakınız; http://birlikvakfi.org.tr/index.php 15 Kısa adı Mazlum-der olan ĠnsanHakları ve Mazlumlar için DayanıĢma Derneği 1991 yılında aralarında gazeteci, yazar, iĢ adamı ve avukatların bulunduğu farklı mesleklere mensup bir grup tarafından kurulmuĢ olup ana faaliyet alanı insan haklarıdır. Dernek hakkında daha fazla bilgi için bakınız; http://www.mazlumder.org/ 159 Sivil toplum deneyiminin siyaset algısı, siyasete yüklenen anlam ve siyaset yapma amacı gibi hususlarda da yansımaları olmuĢtur. Millete hizmet, milletin hizmetkarı, halka hizmet-hakka hizmet gibi deyim ve tabirler partinin egemen siyasal söyleminin kurucu unsurları olarak öne çıkmaktadır16. Bu söylemde siyaset toplum yararına, gönüllülük esasına millete hizmet etmektir. Siyaset yapma ile sivil toplum faaliyeti yürütme arasındaki paralelliği mümkün kılan ve ikisine de benzer amacı yükleyen aynı kültürdür. Sivil toplum deneyimi ve geçmiĢi Ak Partinin siyaset yapma biçimine ve siyaset pratiğine de yansımıĢtır. Sivil toplum faaliyeti büyük ölçüdeyoksullukla mücadele, kırılgan ve dıĢlanma riski altındaki gruplar ile dayanıĢma ve yardım faaliyetleri olarak gerçekleĢtirilmiĢtir. Sivil toplum faaliyeti bir anlamıyla neo-liberal ekonomik düzende devletin ihmal ettiği veya yetiĢemediği ekonomik ve sosyal nitelikli kamu görev ve sorumluluklarının yerine getirilmesi olarak gerçekleĢti veya bu türden faaliyetler yürüten STK‘lar daha fazla bilinir ve etkili oldu. Bunda 1980‘lerin sonlarında baĢlayan ve 1990‘lar boyunca derinleĢerek devam eden ekonomik krizlerin ve buna bağlı olarak ortaya çıkan yoksulluk ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin rolü büyüktür. Bu tecrübenin gerek ulusal gerekse yerel yönetim düzeyinde AK Partinin icraatları ile politikalarında etkili olduğu anlaĢılmaktadır17. Ak Partili belediyelerin icraatları arasında sosyal yardım faaliyetlerinin önemli bir yeri vardır. Ulusal düzeyde de benzer sosyal politikalar takip edilmektedir. Bu çerçevede en yaygın ve sürekli uygulama yoksullukla mücadeleye iliĢkindir. Örneğin sosyal transferler için 2002 yılında bütçeden ayrılan pay GSYH‘nin %0,3‘ü iken bu oran 2012 yılına gelindiğinde % 1,43‘e çıkmıĢtır. Sosyal transferlerin yoksullukla mücadelede sürdürülebilir kalıcı bir araç olup olmadığı ayrı bir tartıĢmanın konusudur. Ancak söz konusu dönemde yoksulluk verilerinde önemli iyileĢmeler yaĢanmıĢ ve 2002 yılında % 1,35 olan gıda yoksulluğu 2009 yılında % 0,48‘e gerilemiĢ aynı dönemde % 27 olan gıda ve gıda dıĢı yoksulluk oranı ise % 18‘e düĢmüĢtür. Bununla paralel olarak günlük 4.3 doların altında yaĢayanların oranında da ciddi iyileĢmeler sağlanmıĢ ve 2002 yılında %30 olan bu oran 2011 yılında %3‘e düĢmüĢtür (SYDGM: 2012: 5). SONUÇ Buraya kadar yapılan tartıĢmalar kısaca değerlendirildiğinde bir kaç hususun ön plana çıktığı görülmektedir.Genel seçim sonuçlarının ortaya koyduğunun aksine AK Parti bölgesel bir partidir. Karadeniz ve Ġç Anadolu Bölgeleri doğumlu olanların belirgin bir üstünlüğü vardır. Kadınların objektif olarak düĢük sübjektif olarak ise yüksek oranda temsil edildiği bir partidir. BaĢta AB ülkeleri olmak üzere geliĢmiĢ demokratik ülkelerdeki oranlar ile karĢılaĢtırıldığında kadın temsil oranının çok düĢük ancak cumhuriyet tarihi boyunca gözlenen oranlar ile karĢılaĢtırıldığında ise oldukça yüksek olduğu görülmektedir. Zengin bir entelektüel birikim ve kültürel sermayeye sahiptir. ÇalıĢmamıza konu olan üyelerin neredeyse tamamı üniversite mezunu, yaklaĢık yarısı ise yüksek lisans ve doktora derecelerine sahiptir. Önemli bir kısmı akademik tecrübeyesahip ve yüzde doksana yakını ise en az bir yabancı dil bilmektedir. Öne çıkan önemli hususlardan bir tanesi de AK Partinin sahip olduğu sivil toplum deneyimi ve sivil toplum ile kurduğu güçlü bağdır. Bir diğer deneyim yerel ve ulusal düzeyde siyaset deneyimidir. Üyelerin önemli bir kısmı daha önce merkez sağ veya milli görüĢ temsilcisi partilerde yerel veya ulusal düzeyde aktif siyaset yapmıĢlardır. Sınıfsal karakteri itibariyle bakıldığında AK Partinin küçük ve orta ölçekli Anadolu burjuvazisini temsil ettiği görülmektedir. Son olarak,milletvekillerinin mesleki kompozisyonuna bakıldığında özellikle hukuk, mühendis ve iktisadi bilimler kökenli vekillerin yüksek oranda temsil edildiği görülmektedir. Bu itibarlabaĢta 1980 sonrası olmak üzere cumhuriyet tarihinin çeĢitli dönemlerinde ortaya çıkan değiĢimler ve gözlenen çeĢitli eğilimler ile süreklilikler arz etmektedir. KAYNAKÇA Akdoğan, Y. (2004). AK Parti ve Muhafazakar Demokrasi. Ġstanbul: Alfa Yayınları. 16 Milleti kutsayan ve yüksek düzeyde popülizm içeren bu söylemin DP‘den baĢlayarak hemen hemen bütün sağ partiler tarafından kullanıldığını, AKP‘ye has olmadığını, belirtmek gerekir. 17 AK Parti dönemi sosyal politikalarını yoksullukla mücadele ekseninde tartıĢan değerli bir çalıĢma için bakınız Buğra: 2011. 160 Besli, Hüseyin ve Ömer Özbay 2010 Bir Liderin DoğuĢu: Recep Tayip Erdoğan, Ġstanbul: Meydan Yayıncılık. Bora, A.( 2012). ―AKP ve Kadınlar: Fıtratları Yettiğince‖, Birikim, Sayı: 283, ss. 58-61. Buğra, A.( 2011).Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye‟de Sosyal Politika. Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları. Ġnsel, A.(2012). ―Güven Tesisinden Özgüven Patlamasına‖, Birikim, Sayı: 283, ss. 15-22. Sarıbay, A. Y.( 1985). Türkiye‟de Modernleşme ve Din Parti Politikası: MSP Örnek Olayı.Ġstanbul: Alan Yayıncılık. Sosyal YardımlaĢma ve DayanıĢma Genel Müdürlüğü (SYDGM) 20122012 Sosyal Yardım Ġstatistikleri Bülteni, Ankara: SYDGM. TBMM 2010 TBMM Albümü 1920-2010, 3. Cilt 1983-2010, Ankara: TBMM. TBMM 2012 24. Dönem TBMM Albümü, Ankara: TBMM. Tuğal, C.(2011).Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi. Ġstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları. TÜĠK (2012). Milletvekili Genel Seçimleri 1923-2011, Ankara: TÜĠK. Yankaya, D.( 2012). ―28 ġubat, Ġslami burjuvazinin iktidarı yolunda bir milat‖, Birikim, Sayı: 278279, ss. 29-45 Elektronik Kaynaklar: http://birlikvakfi.org.tr/index.php http://www.mazlumder.org/ 161 162 TÜRKĠYE VE AB ĠLĠġKĠLERĠNDE SOSYOLOJĠK PERSPEKTĠF Türkan FIRINCI1 ÖZET Türkiye'de son yıllarda, özellikle de 2005 yılında tam üyelik müzakerelerinin baĢlamasıyla birlikte, Türkiye-AB iliĢkilerini konu edinen çalıĢmalarda niceliksel bir artıĢın olduğu gözlenmiĢtir. Bu çalıĢmaların büyük bir bölümü konuyu AvrupalılaĢma ekseninde incelemeye baĢlamıĢ ya da Türkiye'nin üyeliğine engel teĢkil eden problem alanları çerçevesinde değerlendirme eğiliminde olmuĢlardır. Bu makale sosyal bilimler alanı kapsamında Türkiye-AB iliĢkilerini konu edinen araĢtırmaları öncelikle odak temaları bakımından sınıflandırmakta ve son dönem çalıĢmaların metodolojik yaklaĢımına yönelik getirilen eleĢtirileri tanıtmaktadır. Sonuç bölümünde ise Türkiye-AB iliĢkilerini anlamada sosyolojik yöntem ve analizin önemi tartıĢılmaktadır. Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, Türkiye, Avrupalılaşma, Tarihsel Sosyoloji. ABSTRACT Recently in Turkey after the full membership negotiations has started in 2005 in particular, it is observed that the number of the Turkey & EU relations themed studies increased dramatically. Most of these studies followed a trend to debatethe affairs focusing on Europeanization and/or to discuss the obstacles towards Turkey's accession to the EU.This paper aims to classify suchstudies of social sciences in terms of their focal themes and also tointroduce the critical view on their methodological approach. As for the conclusion the importance of sociological method and analysis on Turkey & EU relations is also debated. Keywords: European Union, Turkey, Europeanization, Historical Sociology. SOSYAL BĠLĠMLERĠN POPÜLER KONUSU OLARAK TÜRKĠYE VE AVRUPA BĠRLĠĞĠ ĠLĠġKĠLERĠ Türkiye'de özellikle de son yıllarda en önemli gündem baĢlıklarından biri haline gelen Türkiye'nin AB'ye üyeliği konusunda çok sayıda araĢtırma bulunmaktadır. Konunun popüler yapısı bu çalıĢmalara olan ilgiyi daha da arttırmıĢtır. Türkiye‘nin AET‘ye 1959‘daki ilk üyelik baĢvurusundan günümüze uzanan yarım asırlık tarihsel kesitte gelinen son nokta, AB‘nin 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye için baĢlattığı katılım müzakereleri sürecidir. Müzakerelerin, diğer aday ülkelerinkinden farklı olacağı, Türkiye‘yi zorlu bir sürecin beklediği AB yetkili makamlarınca sık sık belirtilmekte, bu husus ayrıca, AB Komisyonu tarafından hazırlanan raporlarda da açıkça ortaya konulmaktadır. Bu durum konuyu sürekli olarak gündemde tutmaktadır. Sadece Türkiye Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) kütüphanesi veritabanı baz alındığında AB'yi kendi disiplinleri çerçevesinde konu edinen tezlerin sayısının (19892012 yılları arasında) 2350 civarında olduğu görülmektedir. KuĢkusuz ki bu tezlerin tamamını incelemek ve değerlendirmek mümkün olmamaktadır. Fakat dar kapsamı ile sosyoloji bilimini, geniĢ olarak ise sosyal bilim disiplinlerinin ilgi alanında olan bazı tezler gözden geçirilerek bu bölümde tanıtılmaktadır. ÇalıĢmanın ikinci bölümünde ise bu çalıĢmaların sosyolojik yaklaĢımdan yoksunluğu gösterilmekle birlikte özellikle de AvrupalılaĢma kavramı çerçevesinde ayrıca metodolojik zayıflıkları da yansıtılmaktadır. Sonuç bölümünde ise Türkiye-AB iliĢkilerindeki sosyolojik yaklaĢımın önemi tartıĢılmaktadır. Sosyoloji disiplini kapsamındaki güncel çalıĢmalardan örneğin Öztürk'ün (2011) AB'nin tarihsel geliĢim sürecinde kültür politikalarını incelediği ve gelinen noktada bunların aday bir ülke olarak Türkiye üzerindeki etkilerini değerlendirdiği yüksek lisans çalıĢmasında, AB'nin "çeĢitlilik içerisinde birlik" vurgusu sonuç bölümünde Türkiye açısından değerlendirilmektedir. 1 Dr. Türkan FIRINCI, Gazi Üniversitesi,Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Felsefe Grubu Öğretmenliği Bölümü, [email protected] 163 Tamer'in (2009) Türkiye'nin AB'ye adaylık sürecinde sivil toplum kuruluĢlarını incelediği doktora çalıĢmasında, 1999 Helsinki Zirvesi sonrasında AB'ye üyelik konusunda rolü artan STK'ların süreci destekleyici ya da karĢıt söylemi ön planda tutan oluĢumlar olarak AB'nin sivil toplum politikalarından nasıl etkilendikleri yönünde kapsamlı bir değerlendirme yer almaktadır. Bu çerçevede AB fonlarından yararlanan STK'ların rolü de tartıĢılmaktadır. Bu konuda Öksüz'ün (2008) doktora çalıĢması da dikkati çekmektedir: Türkiye'nin AB üyeliği sürecinde resmi söylem karĢısında bir sivil toplum söylemi geliĢtiremediğini savunan bu tezde eleĢtirel bir bakıĢ açısıyla demokratikleĢme sürecinin sağlıksız bir biçimde AB'ye üyelik Ģartına indirgenmiĢ olduğu, geniĢ bir toplumsal uzlaĢı ve sivil kültür geliĢmeksizin Türkiye'de gerçek bir demokratikleĢmenin mümkün olamayacağı savunulmaktadır. Sosyal bilimler alanı bütünüyle kapsam olarak alındığında ise son yıllarda AB ile Türkiye iliĢkilerini konu alan bilimsel çalıĢmaların odağında çoğunlukla AB‘nin üyelik kriterlerinin yer almakta olduğu, ya da Türkiye‘nin adaylığına engel teĢkil eden zorluklar (din, kültür, kimlik, nüfus, Kıbrıs sorunu vb.) referans alınarak değerlendirmeler yapıldığı gözlenmektedir. Bu türden çalıĢmalar arasında örneğin Onat (2008), BM kararları nezdinde AB'nin Kıbrıs sorununun çözümündeki etkisini değerlendirdiği yüksek lisans çalıĢmasında, AB'nin bu konuda vaat ettiği sözleri yerine getirmemiĢ olduğu sonucuna varmaktadır. Akyüz (2008) ise Kıbrıs'ı Türkiye- AB iliĢkilerine etkisini konu yapmakta ve sorunun yorumlanmasında farklı politik duruĢları ortaya koymaktadır. Sonuç olarak ise Kıbrıs sorununun Türkiye‘nin AB müzakere sürecini çıkmaza soktuğu, ayrıca adanın konumu itibariyle küresel ve bölgesel güçlerin etkinlik kurmak istediği bir merkez konumunda olmasının ise sorunun çözümsüzlüğünü pekiĢtirdiğini vurgulamaktadır. Yurdigül (2007), Avrupa Birliği‘ne uyum sürecinde ulusal kimlik olgusu ve ulusal kimliğin televizyon haberlerinde sunumu konulu doktora tezinde, kimliğinin oluĢum süreci ve Avrupa Birliği‘ne uyum sürecinde ulusal kimlik olgusunu tartıĢmaya açmaktadır. Bu çalıĢmada anlatı bilim yöntemi ve görüĢme metodundan faydalanıldığı görülmektedir. AB bütçesi ve Türkiye‘nin üyeliğinin Birlik bütçesine olası etkilerini inceleyen GümüĢay (2005), Türkiye‘nin AB bütçesine etkilerini, olumsuz ve olumlu yönleri ile 2004‘e kadarki gerçekleĢmelerle irdelemekte, sonuç olarak ise Türkiye'nin AB'ye üyeliğinin korkulanın aksine çok da büyük bir yük getirmeyeceğini ileri sürmektedir. Ġzlendiği gibi bu eksende yapılan AB çalıĢmaları genellikle fonksiyonalist bir yaklaĢıma sahip bulunmaktadır. Yine son 5 yılda yapılan yüksek lisans ve doktora tezleri incelendiğinde bu çalıĢmaların da çoğunlukla AB ile Türkiye iliĢkilerinde din, eğitim, ekonomi, kültür ya da sosyal politika gibi tekil bir boyuta odaklandıkları gözlenmiĢtir. Örneğin Yıldırım (2007), Türk eğitim sisteminin AB eğitim politikalarına uyumunu konu edinen yüksek lisans çalıĢmasında; Genel Eğitim, Mesleki ve Teknik Eğitim, Yüksek Öğretim Özel Eğitim, Özel Öğretim ve Yaygın Eğitim alanlarında yapılan çalıĢmaları ortaya koyarak analiz etmekte, sonuç olarak ise AB politikalarının Türk Eğitim Sistemi'ne olumlu katkılar sağladığını ileri sürmektedir. Nacar ise (2008), AB'ye giriĢ sürecinde olan Türkiye‘nin sosyal politikasını incelediği doktora çalıĢmasında, son yıllarda bu alanda yapılan reformları ve özellikle risk gruplarının en baĢında gelen özürlülerin konumunu, sorunlarını incelemekte ve özürlülerin sosyal politika çerçevesinde sorunlarına çözüm önerileri üzerinde durmaktadır. KuĢkusuz ki Avrupa entegrasyonunu ve kurumsal reformunu ele alarak Türkiye ve AB iliĢkilerini çok dar bir kesitte inceleyen bu çalıĢmalar büyük bir öneme ve değere sahiptirler. Yine de sosyal bilimlerin geniĢ perspektifi çerçevesinde Türkiye‘nin AB‘ye üyeliğini ekonomik büyüme, kalkınma, dıĢ siyaset gibi konularla değerlendiren çalıĢmaların sayısı özellikle de siyaset bilimi ve uluslararası iliĢkiler alanlarında artmaktadır. Buna karĢılık sosyoloji disiplini temelinde konuyla ilgili tarihsel perspektifi merkeze alan araĢtırmaların sayıca daha az olduğu gözlenmekte. Bunlardan örneğin Sever (2009) yüksek lisans çalıĢmasında Türkiye‘nin GB‘ye üyeliğini konu edinerek yaptığı tarihsel değerlendirmede Türkiye‘nin kısa ve orta vadede AB‘ye üyeliğinin mümkün olmadığı sonucuna varmaktadır. 164 Bir diğer tarihsel çalıĢmada Özdemir (2007), Türkiye'deki AB karĢıtı düĢüncenin geliĢimini konu edindiği yüksek lisans tezinde, GB sonrası dönemi incelemekte ve Türk insanının AB sürecine daha çok ülkenin bölünüp parçalanması, kuruluĢ felsefesine aykırı düĢecek ve AB tarafından dayatılan değiĢiklik taleplerinin ağır maliyetlerinin olacağı yönünde karĢıt düĢünce geliĢtirdiği sonucuna varmaktadır. Yiğit (2006) tarihsel bir perspektifle AB kurumlarındaki değiĢimi odağa alarak geniĢleme sürecinde Türkiye‘nin AB ile iliĢkilerini çözümlemeye çalıĢmıĢtır. Bu çalıĢmada geniĢleme sürecinde AB kurumlarının değiĢimi de irdelenerek Türkiye‘nin tam üyeliği neticesinde olası sorunlara yönelik öngörüler de ortaya konmaktadır. Dikkati çeken bir diğer tarihsel çalıĢma ise Kılıç‘ın (2006) Türkiye-AB siyasi iliĢkilerinin tarihsel geliĢimini ele aldığı ve kronolojik bir derleme sunan çalıĢmasıdır. Müzakere sürecinin anlaĢılması ve izlenmesi gereken siyasi strateji konusunda önerilere yer veren bu çalıĢma tarih bağlamında siyasi geliĢim aĢamaları incelenmektedir. Uluslararası literatüre bakıldığında ise Visier (2009) Türkiye‘nin AB'ye adaylığı ile ilgili araĢtırmaların yapısında genellikle Türkiye-AB iliĢkilerinin kurumsal tarihinin açıklamasının verildiğini aktarmaktadır. Birçok araĢtırma ise Türkiye‘nin durumunu yasal, jeopolitik, makroekonomik ya da makro-politik datayı kullanmak suretiyle değerlendirme yolunu tercih etmektedir. Son yıllarda özellikle de AB geniĢlemesi konulu araĢtırmalarda da tarihsel kurumsalcı yaklaĢıma doğru bir değiĢim olduğu görülmüĢtür. Bu nedenle literatürde AB çalıĢmalarının tarihsel sosyoloji bağlamında ele alındığı; AB kurumlarının liderlik ve bilgi gibi çeĢitli durum ve kaynaklara bağlı olarak politika üretme sürecinde etkili bir unsur olarak görülmeye baĢlandığı gözlenmektedir (Bulmer, 1994; Pierson, 1996; Beach, 2005). AB‘nin kurumsallaĢması konusunda yürütülen tarihsel-sosyolojik çalıĢmalar arasında Avrupa entegrasyonu, kurumsal reform ya da kurumsal yapılar gibi konular üzerine odaklanan çalıĢmalar olduğu gibi (Annett, 2010; Sarıgil, 2009; Jenson & Merand, 2010; Liorakapi, 2007; Kıratlı, 2008); demokratikleĢme, AvrupalılaĢma ya da Avrupa kimliği gibi konuları odağına alan çalıĢmaların da sıklıkla yapılmıĢ olduğu dikkati çekmektedir (Yıldız, 2008; Vassallo, 2006; Özcan, 2010; Kubicek, 2009; Baban & Keyman, 2008; Müftüler Bac, 2005; Erdoğan, 2006). Yukarıda örnekleri verilen çalıĢmalar çerçevesinde Türkiye-AB iliĢkilerine yönelik araĢtırmalargenel hatlarıyla konuları bakımından sınıflandırılarak TABLO 2'de gösterilmiĢtir. TABLO 2: Türkiye-AB ĠliĢkilerini Konu Edinen AraĢtırmalar AraĢtırma Konuları AB‘nin üyelik kriterlerini temele alan çalıĢmalar Türkiye‘nin adaylığına engel teĢkil eden zorluklar bakımından değerlendiren çalıĢmalar Türkiye-AB iliĢkilerinin kurumsal tarihini veren çalıĢmalar. Türkiye‘nin durumunu yasal, jeopolitik, makroekonomik ya da makro-politik datayı kullanmak suretiyle değerlendiren çalıĢmalar AB geniĢlemesi perspektifi ile yapılan çalıĢmalar Avrupa entegrasyonunu, kurumsal reformları ya da kurumsal yapıları odağa alan çalıĢmalar Odak Tema Örnekleri Kopenhag Kriterleri, AB Müktesebatı vb. Din, kültür, kimlik, nüfus, Kıbrıs sorunu vb. Ġktisadi, kültürel, siyasi iliĢkiler vb. DıĢ Politika, Ekonomik Büyüme, Ġnsan Hakları vb. AvrupalılaĢma, Avrupa Kimliği, DemokratikleĢme vb. Ekonomi, eğitim, sağlık, hukuk, kültür, din vb. kurumlar. Kaynak: (Fırıncı, 2013: 28). 165 Türkiye-AB iliĢkileri konusu popüler niteliği ve karmaĢık yapısı nedeniyle çok sayıda araĢtırmacının ilgi odağı olmayı sürdürmektedir. Bu nedenle tüm bu araĢtırmaların gerek konuları gerekse yöntemleri bakımından bir arada değerlendirilmesi gün geçtikçe zorlaĢmaktadır. Türkiye-AB iliĢkilerinin kurumsal tarihini veren bütüncül araĢtırmaların önemi bu bakımdan büyüktür. AVRUPA ÇALIġMALARI VE METODOLOJĠK UNSURLAR Türkiye-AB iliĢkilerinin uzun bir tarihsel geçmiĢi bulunmaktadır. 1963 tarihli Ankara AntlaĢması'ndan günümüze kadar olan süreçte Avrupa kamuoyunun ve politik elitlerin Türkiye'nin katılımına iliĢkin görüĢleri farklılaĢmıĢtır: Bir yönüyle Türkiye'nin üyeliğinin sağlayacağı ekonomik faydalar olumlu algılanırken, AB'nin kendisinin ekonomik bir proje olmayı aĢarak politik bir birlik haline gelmiĢ olması karĢılıklı iliĢkiler açısından bir paradoksa neden olmaktadır. Bu durum iliĢkileri karmaĢık hale getirmekte ve konuyla ilgili akademik araĢtırmaları da metodolojileri bakımından çeĢitlendirmektedir. Bu bölümdedaha önce konuları bakımından sınıflandırdığımız Türkiye-AB iliĢkilerini inceleyen araĢtırmaların metodolojik geliĢiminden söz edilmekle birlikte sosyolojik perspektifin yokluğundan kaynaklanan metodolojik eksikliklerine değinilmektedir. Avrupa çalıĢmalarında uzun süre sosyolojik perspektifin ihmal edildiğini belirten Visier (2009: 2), Orta ve Doğu Avrupa'da yapılan analizlerindaha çok dıĢ politikaya bakılarak Avrupa geniĢlemesi (üye ülkelerin politik aksiyonu, üye ülkelerin politik aksiyonu, AB'nin politik aksiyonu konusunda) ya da aday ülkelerin kendi iç dinamiklerine odaklandığını tespit etmektedir. 2000'li yılların baĢına kadar olan süreçte Türkiye'de ise "Avrupa BütünleĢmesi" konusunda sınırlı sayıda çalıĢma olduğunu tespit eden Bac (2003), bu durumu siyaset biliminin epistemolojik ve metodolojik olarak Türkiye'de felsefeye yakın durması ve Türkiye'deki araĢtırmaların temelde iç politikaya, politik teoriye, demokratik bütünleĢmeye ve Ġslam'ın politikadaki rolüne odaklanmasıyla açıklamaktadır. Ayrıca, literatüre bakıldığında Türkiye-AB tarihsel iliĢkilerinin Türkiye'nin Avrupalı kimliği ve BatılılaĢma ile iliĢkileri nezdinde de sıklıkla incelendiği görülmektedir (Onis, 1999; Arıkan, 2006; Fırıncı, 2013).Bu çalıĢmaların Türkiye-AB iliĢkilerini genellikle statik olarak ve uluslararası bağlamıyla ele almakta olduğu tespitini yapmak mümkündür.AraĢtırmalar çoğunlukla iç politika değiĢkeninde kesin bir analiz faktörü kullanılarak yapılmaktadır. Bu analiz faktörü ise esasında ya bağımsız baĢka bir değiĢkenin ya da dıĢ politikayı etkileyen yapısal datanın bakıĢ açısını yansıtmaktadır (Visier, 2009). BaĢka bir deyiĢle yapısal-fonksiyonalist yaklaĢımın bu tür araĢtırmalarda hakim olduğu görülmekte. 90'ların sonu itibarıyla Türkiye-AB iliĢkilerinin analizi daha karmaĢık hale gelmiĢtir. Bazı araĢtırmaların öncelikle dıĢ ve iç politika arasındaki karĢılıklı dinamik iliĢkilere vurguda bulundukları, ikincil olarak ise AB ve Türkiye'nin dıĢ politikası çerçevesinde alınan aksiyonun - aralarındaki görüĢ farklılığını ortaya koymak ve iliĢkilerdeki karĢıtlığı vurgulamak suretiyle - dinamik karaktere dikkati çektikleri görülmüĢtür. Metodolojik olarak bu türden analizler tarihsel sosyolojik yaklaĢımı benimsemekte ve çoğunlukla politik süreç analizi gerçekleĢtirmektedirler (Fırıncı, 2013). Süreç analizi; sosyal etkileĢimlerin birbirine zaman ve mekânda nasıl etki ettiklerini araĢtırır. Zaman ve mekânı ek birer değiĢken olarak ele almak yerine, yer-zaman bağlantısının sosyal süreçleri belirlediğini varsayar ve bu sosyal süreçler yer ve zamanda kendi konumlarında farklı birer iĢlev olarak etki ederler (Tilly, 2001: 6754).Ġzlendiği gibi bu yaklaĢımda politik bir olay ya da olgunun (bu durumda Türkiye-AB iliĢkilerinde) nerede ve ne zaman meydana geldiği büyük bir önem kazanmaktadır. Böylece zamanlama konusundaki dikkatli bir analizle iliĢkilere etki eden alternatif açıklayıcı faktörler ve AB'nin etkisini ayırt etmek mümkün olabilmektedir (Haverland, 2006). 1999 Helsinki Zirvesi sonrasında Türkiye'nin adaylığının resmileĢmesini takiben AvrupalılaĢma çalıĢmalarında bir artıĢ olduğu da gözlenmiĢtir (Buhari, 2009). 2000'lerde AvrupalılaĢma kavramını kimi durumlarda kullanmaya dahi gerek duymadan kavramın anlamı ile örtüĢen çok sayıda çalıĢma yayınlanmıĢtır (Onis ve Türem 2002; Çarkoğlu ve Rubin, 2003). AvrupalılaĢma kavramı, Avrupa entegrasyonuyla ilgili çalıĢmaların odağını oluĢturmaktadır. AvrupalılaĢmanın esasen ne olduğuyla ilgili, özellikle de 90'lardan sonra ortaya çıkan büyük bir tartıĢma olmasına rağmen, genel olarak literatürde iç politik sistemin Avrupa tarafından etkilendiği durumlarda "AvrupalılaĢmak" tan söz edilmektedir. Bu nedenle AvrupalılaĢma özünde Avrupa 166 entegrasyonu nedeniyle oluĢan iç değiĢim olarak tanımlanabilir (Vink, 2002). Bu değiĢimler üye ülkelerde daha açık izlenebilse de aday ülkeler için de gözlenebilirdir (Moga, 2010). Bu farklılıklara referansla Featherstone (2003, 3-4), AvrupalılaĢmayı aktörleri ve kurumları, fikir ve çıkarları farklı Ģekillerde etkileyen yapısal değiĢim süreci olarak makro düzeyde yapısal değiĢime; daha dar bir tanımlamayla ise AB politikalarının etkisine iĢaret etmesi bakımından iki farklı yönüne dikkati çekmektedir. AvrupalılaĢmanın geniĢ ve dar tanımından hareketle, kavramın salt AB müktesebatının (Acquis Communautaire) üye/aday ülke tarafından benimsenmesi ve ulusal düzeyde karĢılaĢılan değiĢiklikler anlamında değil, geniĢ anlamda Avrupa değerlerinin, politika ve kurumlarının benimsenmesi gerektiği yönünde yaklaĢımlar da vardır. Bu durumda AvrupalılaĢma, kimlikler ve kurumlar arasındaki etkileĢimi de kapsadığından, sürecin salt politik değil kültürel ve sosyal bir perspektiften de incelenmesi gerektiği savunulmaktadır. Örneğin "Bazı siyaset yapıcılara göre AvrupalılaĢma ancak AB'ye aday olma ile gerçekleĢir. Bu yüzden de ‗Avrupa Birliği=AB‘lileĢme‘ olarak gündeme gelmektedir" (Keyman, 2005). Keyman'a göre (2005) ise AvrupalılaĢma demek Avrupa değerler sisteminin yaratılması demektir. Bu da Avrupa‘nın küresel bir aktör olarak demokratikleĢme ve ekonomik kalkınmayı dünyaya yaygınlaĢtırması, Avrupa‘nın kendi içinde çok kültürlü bir yapıya sahip olması, yani bir Avrupa değerler sisteminin oluĢturulması anlamına gelmektedir. Söz konusu bu araĢtırmalardaAvrupalılaĢma kavramına yönelik en belirgin özelliklerden birisi; ilgiyi uluslar-üstü kurumsal düzenden (AB) alarak Avrupa'nın kuruluĢundaki iç dönüĢümlere yönlendirmesidir. AvrupalılaĢma, uluslararası değiĢimlerin iç politika düzeyine etkisini vurgulayarak uluslararası yaklaĢımın merkezindeki perspektifiadeta tersine çevirmektedir. Böylece AvrupalılaĢma çalıĢmaları AB'nin Türkiye üzerindeki harekete geçirici etkisini ön plana çıkarmaktadır denebilir. Yine de AvrupalılaĢma yaklaĢımını benimseyen bu çalıĢmaların birçok eksikliği bulunmaktadır (Kahraman, 2000; Kaliber, 2008; Ozcan, 2008; Visier, 2009). EleĢtirel bir değerlendirme yapan Buhari (2009: 96-100) bu bağlamda 4 temel sınırlılık tespit etmektedir: 1. Bu çalıĢmalar AvrupalılaĢma sürecini AB'den Türkiye'ye basit ve doğrudan bir politika transferi olarak görerek tavandan-tabana yaklaĢımını (top-down approach) benimsemektedir. Bu yaklaĢım AB modellerini, Türkiye ile AB ya da IMF, World Bank gibi diğer uluslararası kuruluĢlarla arasındaki karĢılıklı etkileĢimi görmezden gelmektedir. Bu nedenle AB'leĢme ile AvrupalılaĢma arasındaki önemli ayrım da yapılamamaktadır. 2. AvrupalılaĢma çalıĢmalarının çoğu politika adaptasyonu ve politikaları uygulamaya koyma arasındaki ayrımı görmezden gelmektedir. Öyle ki Türkiye'nin formel olarak adapte ettiği bazı reformları niçin pratikte uygulayamadığını ve bu konuda yapılan tartıĢmaları yok saymaktadır. Örneğin sivil-asker iliĢkileri, kültürel haklar, dini haklar ve azınlık hakları gibi konularda çalıĢan akademisyenler bu problemle karĢı karĢıya kalmaktadırlar. 3. AB'nin dıĢ iliĢkileri, geniĢleme dalgaları gibi AB içerisindeki geliĢmelerden büyük oranda etkileniyor olsa da literatüre bakıldığında Avrupa entegrasyonundaki iç dinamiklerin Türkiye-AB iliĢkilerine etkisini gözardı etmektedir. Gerçekten de AB'ni iç dinamikleri, bunlar açık bir biçimde engelleyici bir unsur haline gelmedikleri sürece Türkiye'nin AvrupalılaĢması konusunda yapılan analizlerin dıĢında bırakılmaktadır. 4. En önemlisi, Türkiye-AB iliĢkileri bağlamında akademisyenlerce uzlaĢılan bir AvrupalılaĢma tanımı bulunmamaktadır. Türkiye'nin AvrupalılaĢması konusunda literatürde üç ana eğilim vardır: a) Bir terim olarak Türkiye'nin kısa vadeli iç ekonomik çıkarları karĢısında bir araç olarak AvrupalılaĢma; b) Atatürk'ün muasır medeniyetler seviyesine ulaĢma ülküsü olarak tanımladığı modernleĢme projesinin bir parçası olarak AvrupalılaĢma; c) Kimlik inĢa etme süreci olarak ya da Türkiye'yi Batılı/Avrupalı bir ülke haline getirecek olan BatılılaĢma süreci olarak AvrupalılaĢma. 167 Tüm bu yaklaĢımlar genel olarak Türkiye-AB iliĢkilerini küresel kültürel çevreden ayrı tutma eğilimindedir. Bu bağlamda, "Avrupalılık" modelleri sorgulanmaksızın Türkiye ile iliĢkilerde referans olarak alınmaktadır. AvrupalılaĢma çalıĢmalarının büyük bir bölümünde pozitivist metodolojinin benimsenmekte olduğu görülebilir. AB'nin aday ülke üzerindeki etkisini bağımsız değiĢken olarak tanımlayan ve çoğunlukla da örnek olay olarak yapılan bu çalıĢmalarda aday ülkede gerçekleĢen iç değiĢim ise bağımlı değiĢken olarak ele alınmaktadır. Buradaki en büyük eleĢtiri bağımsız değiĢkenin, yani AB'nin aday üzerindeki etkisinin hemen her durumda mevcut olduğu örneklerin inceleme konusu edilmesidir (Haverland, 2006). Fakat böyle bir metodolojik kurguda AB'nin aday ülke üzerindeki etkisini, mevcut olan iç veya küresel etkilerden ayırt etmek neredeyse imkansız hale gelmektedir (Buhari, 2009:113). KuĢkusuz ki bu yöndeki eleĢtiriler Türkiye-AB iliĢkilerini analiz etmede sosyolojik perspektifin önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. SONUÇ YERĠNE Türkiye-AB iliĢkileri konusunda yapılan çalıĢmaların hem konuları hem de metodolojileri bakımından gittikçe çeĢitlenip karmaĢıklaĢtığı, buna karĢılık iliĢkilerin dinamik yapısı nedeniyle konunun sosyal bilimler alanındaki popülerliğini korumaya devam ettiği gösterilmiĢtir. Buna karĢılık Türkiye-AB iliĢkilerine sosyolojik perspektif ile bakmanın çoğu zaman ihmal edildiği vurgulanmıĢtır. Türkiye ile AB politik iliĢkilerinin analizinde tarihsel sosyolojik yaklaĢım bu bakımdan önemlidir. Tarihsel sosyoloji kısaca; toplumların nasıl olduğunu ve nasıl değiĢtiğini, geçmiĢlerini (tarihlerini) araĢtırarak bulmaya çalıĢan disiplin olarak tanımlanmaktadır. Yapılan bir baĢka tanımda ise tarihsel sosyoloji; zaman ve tarihsel süreç içerisinde sürekli olarak yapılanan bir Ģey olarak, bir taraftan kiĢisel eylem ve tecrübe ile diğer taraftan sosyal organizasyon arasındaki iliĢkiyi anlama giriĢimi olarak görülmektedir. Bir diğer yorumunda ise tarihsel sosyolojiyi "genel anlamıyla sosyal süreçleri zaman ve mekânda ortaya koymak" olarak tanımlamak da mümkündür (Hobden, 1998: 21). Tüm politik analizler büyük ölçüde tarihsel bağlama önem verirler. Çünkü politik analizler; a) olgunun temellerine ve zaman-mekân kapsamındaki koĢullarına dayanırlar, b) politik süreçlerin bazı özellikleri insanların gözleminin dıĢında meydana gelirler ve bu durum tarihsel yeniden yapılandırmayı gerekli kılar, c) politik süreçler tarihle belirlenen yerel kültürleri içerirler, d) politik süreçler zaman içinde değiĢen dıĢ faktörlerin etkisi altındadırlar (komĢu ülkeler vb.) ve e) güzergâhabağlılık politik süreçleri etkiler (Goodin &Tilly, 2006). Yukarıdaki ilkeler araĢtırma konusuna, yani Türkiye-AB iliĢkilerine uygulandığında da tarihselsosyolojik yaklaĢımın politik süreçlerin analizi konusundaki elveriĢliliği daha iyi görülebilir. Böylece sosyolojik perspektifin konuya uygulanıĢında aĢağıdaki hususlar dikkati çekmektedir. Türkiye ile AB arasındaki iliĢkiler: a) Ġçinde bulunulan tarihsel koĢulların etkisi altındadır. Örneğin AET'ye ilk baĢvurunun yapıldığı yıllarda Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi, kültürel ve iktisadi yapısı dıĢ siyasetini de belirlemiĢ ve böyle bir kararın verilmesinde etkili olmuĢtur. b) Türkiye-AB iliĢkilerini etkileyen iç ve dıĢ faktörlerin yanında gözlem konusu edilemeyen önemli olaylar, politik yönelimler ya da kararlar, politik aktörler ya da gizli güçler gibi ikincil faktörler de etkilemektedir. Örneğin müzakere sürecinde alınan kararların en önemli etkilerinin bir süreliğine gecikmiĢ olabileceği, dolayısıyla öngörülemediği halde sürecin büyük ölçüde bundan etkileneceği düĢünülebilir. c) Siyasi partiler, sivil toplum ve medya organları yerel kültürler olarak politik iliĢkileri etkilemektedir. d) Ġçinde bulunulan uluslararası sistem ve uluslararası politik iklimdeki değiĢimler, örneğin Ġkinci Dünya SavaĢı'nın etkileri ya da Soğuk SavaĢ'ın bitmiĢ olması vb. olaylar politik süreçleri etkileyen dıĢ faktörlerdendir. 168 e) Türkiye'nin 1963 yılında imzaladığı Ankara AntlaĢması ile AB'ye adaylık sürecini hukuken baĢlatmıĢ ve bugün hala 60'lı yıllarda verilen bu kararın etkisiyle Türkiye üyelik güzergâhında AB ile iliĢkilerini sürdürmektedir. Sosyolojik perspektif kendine has problem alanlarıyla çoğu zaman yeni politik alanlara bakmayı da gerektirmektedir. Pasif olarak sadece AB'nin kurallarını ve yönergelerini temele almak yerine, karĢılıklı olarak sosyal ve politik aktörlerin de rollerine bakmak Türkiye-AB iliĢkilerini anlama ve açıklamada önem kazanmaktadır. Özellikle de Türkiye'nin adaylığı konusunda bireysel ve kollektif aktörlerin düĢünce ve eylemlerinin kurumsal düzeydeki etkileri vearalarındaki etkileĢime bakılarak Avrupa politik sistemindeki dönüĢümlere de ıĢık tutulabilir. KAYNAKÇA Akyüz, E. A. (2008). ‗‘BirleĢmiĢ Milletler ve Avrupa Birliği Kararlarında Kıbrıs sorunu ve bu sorunun Türkiye- Avrupa Birliği iliĢkilerine etkisi (2000‘den günümüze)‘‘. YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası ĠliĢkiler Ana Bilim Dalı, Ankara. Annet, I. (2010). ‗‘Historical Institutionalism as a Regional Integration Theory: an Outline of Theory and Methodology‘‘. Paper prepared for the Fifth Pan-European Conference on EU Politics, 23-26 June, Porto-Portugal. Arıkan, H. (2006). ‗‘Turkey and the EU: An Awkward Candidate for EU Membership‘‘.England and USA: Ashgate Publishing Limited. Baban, F., Keyman, F. (2008). ‗‘Turkey and Postnational Europe: Challenges for Cosmopolitan Political Community‘‘. European Journal of Social Theory 11(1), 107–124. Bac, M. M. (2003).‘‘ Turkish political science and European Integration‘‘. Jounal of European Public Policy, (10) 4, 655-663. Bac, M. M. (2005). ‗‘Turkey‘s Political Reforms and the Impact of the European Union‘‘. South Europen Sociaty & Politics. 10 (1). 16-30. Beach, D. (2005). ‗‘The Dynamics of European Integration: Why and When EU Institutions Matter?‘‘. Palgrave: Basingstoke. Buhari, D. (2009). ‗‘Turkey-EU Relations: The Limitations of Europeanisation Studies‘‘. The Turkish Yearbook of International Relations. (40), 91-121. Bulmer, S. (1994). T‘‘he Governance of the European Union: A New Institutionalist Approach‘‘. Journal of Public Policy. (13), 351-380. Çarkoğlu, A., Bary, R. (Eds) (2003).‘‘ Turkey and the European Union, Domestic Politics‘‘. Economic Integration and International Dynamics, London, Frank Cass. Erdoğan, B. (2006). ‗‘Compliance with EU Democratic Conditionality; Turkey and the Political Criteria of EU‘‘. Paper Submitted for ECPR-Standing Group on the European Union Third Pan-European Conference on EU Politics, 21-23 September 2006, Istanbul, Turkey. Featherstone, K. (2003). ‗‘Introduction: In the Name of Europe, The Politics of Europeanization‘‘. Kevin Featherstone & Claudio Radaelli (Eds.), Oxford University Press. Fırıncı, T. (2013). ‗‘Türkiye ile Avrupa Birliği ĠliĢkilerinin Tarihsel GeliĢimi ve Bugünkü Durumu. YayınlanmamıĢ Doktora Tezi‘.Gazi ÜniversitesiEğitim Bilimler Enstitüsü-Felsefe Grubu Öğretmenliği Anabilim Dalı, Ankara. Garcia, L. B. (2011). ‗‘European Political Elites‘ Discourses on the Accession of Turkey to the EU: Discussing Europe through Turkish Spectacles‘‘. European Perspectives – Journal on European Perspectives of the Western Balkans, Vol. 3, 2 (5), 53-73. Goodin, R. E., Tilly, C. (Eds). (2006). The Oxford Handbook of Contextual Political Analysis. Oxford: Oxford University Press. 169 GümüĢay, A. (2005). ‗‘Avrupa Birliği Bütçesi ve Türkiye‘nin Üyeliğinin Birlik Bütçesine Olası Etkileri‘‘. YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ġktisat Anabilim Dalı, EskiĢehir. Haverland, M. (2006). ‗‘Does the EU Cause Domestic Developments? Improving Case Selection in Europeanisation Research‘‘.West European Politics, 29 (1), 134–146. Hobden, S. (1998). International Relations and Historical Sociology: Breaking Down Boundaries. London & New York:Routledge. Jenson, J.,Merand, F. (2010). Sociology, Institutionalism and the European Union. Comperative European Politics, (8), 74-92. Kahraman, E. (2000). Rethinking Turkey-European Union Relations in the light of Enlargement, Turkish Studies, 1 (1), 1–20. Kaliber, A. (2008). Reassessing Europeanisation as a Quest for a New Paradigm of Modernity: The Arduous Case of Turkey, Paper presented at the annual meeting of the ISA's 49th Annual Convention, Bridging Multiple Divides, Hilton San Francisco, San Francisco, CA, USA, 26 March 2008. <http://www.allacademic.com/meta/p254652_index.html>. Keyman, F. (2005). Avrupa‘nın Geleceği, Türkiye‘nin Üyeliği. Etkinlikler-Voyvoda Caddesi Toplantıları 2005-2006. Osmanlı Bankası Müzesi. <http://www.obmuze.com/2008/metin_1008.asp> Kılıç, M. (2006). Türkiye-Avrupa Birliği Siyasi İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi (1951-2005). Ankara: Ankara Üniversitesi. Kıratlı, O. S. (2008). ‗‘Path Dependency Dynamics of Turkish-EU Relations‘‘. Paper presented at the annual meeting of the MPSA Annual National Conference, Palmer House Hotel, Hilton, Chicago, IL, April 03, 2008. Kubicek, P. (2009). ‗‘The European Union, European Identity, and Political Cleavages in Turkey‘‘. Paper presented at the EUSA 11th Biennial International Conference. Lıarokapı, M. C. (2007). ‗‘The Model of Path-Dependency and the Political Analysis of the EU Policy-Process‘‘. Political Perspectives, EPTU (2) 6, 1-32. Moga, T. L. (2010). ‗‘Connecting the Enlargement Process with the Europeanization Theory (the Case of Turkey)‘‘. CES Working Papers, II, (1). Center for Europen Studies: Alexandru Ioan Cuza University of IaĢi. Nacar, M. (2008). ‗‘Avrupa Birliğine GiriĢ Sürecinde Türkiye'nin Sosyal Politikası, Özürlülerin Konumu Sorunları ve Rehabilitasyonu‘‘.YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Ġstanbul ÜniversitesiSosyal Bilimler Enstitüsü-Avrupa Birliği Anabilim Dalı, Ġstanbul. Onat, A. E. (2008). ‗‘The Role of the European Union in the Solution of the Cyprus Dispute in the Light of the United-Nations- Led Settlement Efforts‘‘. Unpublished Master‘s Thesis. Department of International Relations. Ankara: Bilkent University. Önis,Z. (1999). ‗‘Turkey, Europe, and Paradoxes of Identity: Perspectives on the International Context of Democratization‘‘. Mediterranean Quarterly 10(3), 107-136. Önis,Z. ,Türem, U. (2002). ‗‘Entrepreneurs Democracy and Citizenship in Turkey‘‘. Comparative Politics, (35) 4, 439-456. Öksüz, O. (2008). ‗‘Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne Üyelik Sürecinde Resmi Söylem KarĢısında Sivil Toplum Söylemi: 1990 Sonrasına EleĢtirel BakıĢ‘‘. YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Ege Üniversitesi - Sosyal Bilimler Enstitüsü - Genel Gazetecilik Anabilim Dalı, Ankara. Özcan, M. (2008). ‗‘Harmonizing Foreign Policy: Turkey‘‘. the EU and the Middle East, Ashgate, Burlington, VT. Özcan, S. (2010). ‗‘Historical Evolution of the Europeanization Process of Turkey‘‘. Portuguese 170 Journal of International Relations. Spring/Summer, 33-40. Özdemir, A. U. (2007). ‗‘Türkiye'de Avrupa Birliği KarĢıtı DüĢüncenin GeliĢimi- Gümrük Birliği AntlaĢması Sonrası‘‘. YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi. Hacettepe ÜniversitesiAtatürk Ġlkeleri ve Ġnkılap Tarihi Enstitüsü, Ankara. Öztürk, G. (2011).‘‘ Avrupa Birliği Politikaları ve Türkiye'ye Etkileri. YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi‘‘. Atılım ÜniversitesiSosyal Bilimler Enstitüsü, Avrupa Birliği Anabilim Dalı, Ankara. Pierson, P. (1996). ‗‘The Path to European Integration: A Historical Institutionalist Analysis‘‘. Comparative Political Studies, 29(2), 123–63. Sarıgil, Z. (2009).‘‘ Paths are What Actors Make of Them‘‘.Critical Policy Studies, 3 (1), 121-140. Sever, Y. (2009). ‗‘Tarihsel Süreçte Türkiye Avrupa Birliği ĠliĢkileri‘‘. Yüksek Lisans Tezi. Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi. Tamer, G. M. (2009). ‗‘Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne Adaylık Sürecinde Sivil Toplum KuruluĢlarının Rolü‘‘. YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Hacettepe Üniversitesi - Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, Ankara. Tilly, C. (2001). ‗‘Historical Sociology. International Encyclopedia of the Behavioral and Social Sciences‘‘. Amsterdam: Elsevier. Vol. 10, 6753-6757. Vassalo, F. (2006). ‗‘EU‘s Commitment to Democracy, Turkey Accepts the Chellenge‘‘. Paper prepared for the Panel: Challenges of Future Enlargement, Jean Monnet Conference Europe‘s Democratic Challenges – EU Solutions?, School of International Studies, University of Trento, Italy. June 30 – July 1, 2006. Vınk, M. (2002). ‗‘What is Europeanization? And Other Questions on a New Research Agenda?‘‘ Paper for the Second YEN Research Meeting on Europeanisation, Milan: University of Bocconi. Visier, C. (2009).‘‘Turkey and The European Union: The Sociology of Engaged Actors and of their Contribution to the Candidacy Issue‘‘. European Journal of Turkish Studies, (9), Web:<http://ejts.revues.org/index3910.html> (2010, 2 Kasım). Yıldırım, Y. (2007). ‗‘Türk Eğitim Sisteminin Avrupa Birliği Eğitim Politikalarına Uyumu‘‘. YayımlanmamıĢ Yükseklisans Tezi.Fırat Üniversitesi - Sosyal Bilimler Enstitüsü - Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı. Elazığ. Yıldız, T. (2008). ‗‘European Sequentialism and Path Dependancy Lessons from Turkey‘‘. Paper presented at the 49th annual convention of the International Studies Association (ISA), Mar26-29, San Francisco. Yurdigül, Y. (2007). ‗‘Avrupa Birliği'ne Uyum Sürecinde Ulusal Kimlik Olgusu ve Ulusal Kimliğin Televizyon Haberlerinde Sunumu‘‘. YayımlanmamıĢ Doktora Tezi. Ġstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü - Radyo Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı, Ġstanbul. 171 D 10 OTURUMU PANEL: HUKUK 172 ĠNSANIN BEDENĠ ÜZERĠNDEKĠ HAKLARI Yasemin IġIKTAÇ1 ÖZET YaĢadığımız yüzyıl biyo-teknoloji yüzyılı olarak da isimlendirilmektedir. Birçok yeni teknik buluĢ tıp etiği alanındaki tartıĢmaların hukuk alanında yer bulmasına neden olmuĢtur. Biyo-teknoloji eli ile insan doğasının dönüĢtürülmesinden baĢlayarak, ilkecilik (principalism), özerkliğe saygı ilkesi, yarar ilkesi, zarar vermeme ilkesi ve adalet ilkeleri üzerinden oluĢan tartıĢmaların hukukun normatif alanında gerçekleĢme biçimleri üzerinde durulması bir zorunluluk halini almıĢtır. Hayatın baĢlangıcı, kürtaj, klonlama, gen analizi ve genetik müdahale, genetik mühendislik, yaĢamın patentlenmesi ile organ nakli, ötenazi ile ölümün bir hukuk kavramı olarak yeniden tanımlanmasının sosyal yaĢamda ortaya çıkarttığı son derece önemli etkiler vardır. Tüm bu baĢlıklarla birlikte tıbbi kaynakların dağıtımında hak ve adaletin korunması, etik kurullar ve etik kurallar ile biyo-teknolojinin hukuken düzenleme zorunlulukları üzerinde de durulmalıdır. Uluslararası hukuk açısından da Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından Ġnsan Hakları ve Ġnsan Haysiyetinin Korunması SözleĢmesi baĢta olmak üzere hukuki profilin değiĢen koĢullar açısından uygunluğunun sosyolojik olarak da ortaya konulması gerekmektedir. Anahtar Kelimeler: Sosyal Gereksinim, Hukuki Profil, Biyo-Teknoloji, Gen Analizi, Yaşamın Patentlenmesi, Adalet İlkesi, Etik Kurullar ABSTRACT The century in which we live in is named as century of bio-technology. Many new technical inventions have caused controversies in the field of medical ethics take place in legal field. Starting from the transformation of human nature by the hand of biotechnology,the elaboration ofdebates constructed upon principlism, principle of respect for autonomy, benefit principle, no harm principle and justice principle about forms of realization in law‘s normative field has become a necessity. Redefinition of the inception of life, abortion, cloning, gene analysis and genetic intervention, genetic engineering, patenting life and organ transplant, euthanasia, and death as a legal concept has utmost importance that has bring out in social life. Apart from all these issues, the protection of rights and justice in distribution of medical resources, ethical boards and ethical rules via necessities of legal regulation of bio-technology should also be elaborated. In perspective of international law, Convention for the Protection of Human Rights and Dignity of the Human Being with regard to the Application of Biology and Medicine: Convention on Human Rights and Biomedicine being in the first place, suitability of legal profile with regards to shifting circumstances should be elaborated sociologically. Keywords: Social Need, Legal Profile, Bio Technology, Gene Analysis, Patenting Life, Justice Principle, Ethical Rules I. BEDEN OLARAK ĠNSAN Ġnsanın bedeni üzerindeki haklarını öncelikle insanın ontolojik tanımı ile iliĢkisi üzerinden ele almak gerekir. Tarihsel olarak ve teolojik açıklama Ģemalarında insan, beden ve ruh düalizmi üstünden tanımlanmaktadır. Bu klasik ayrım esas alındığında insanın bedeni ile iliĢkisi fiziksel, sosyo-kültürel ve simgesel düzeyde incelenebilir. Tarihsel perspektif klasik ayrımın günümüzde de süren etkisine rağmen beden-insan iliĢkisinin son derece farklı düzeylerde ele alınabileceğini göstermektedir. Makalede düĢünce geliĢimi açısından sadece ana hatları ile ele alınmıĢ olan bu perspektif, insanın bedeni ile olan iliĢkisine antropolojik giriĢ içinde kullanılmıĢtır. 1 Prof. Dr., Ġstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi, [email protected] 173 Ġnsanın bedeni üzerindeki hakları beden algısı ve bedenin bir ―Ģey‖ olarak nitelendirilmesini de olanaklı kılar. ĠĢte bu olanak aynı zamanda bedenin bir eĢya, daha doğrusu mülkiyete konu olan Ģey ya da kiĢilik haklarının konusu olarak hukuksal nesneye dönüĢmesini sonuçlar. Fetüs, beden parçaları, ölü beden üzerinde haklar, organ ve doku nakline iliĢkin tartıĢmalar da bu alana dâhil edilir ve teknolojik geliĢmelerin bir gereği olarak hukuksal açıdan çözülmesi gereken sorunlara dönüĢür. Beden üzerindeki hakların kiĢilik hakları olarak korunması günümüzdeki hukuksal profildir. Ancak kiĢilik hakları ve mülkiyet haklarına iliĢkin koruma günümüz biyotıp geliĢimleri karĢısında yetersiz kalmıĢtır. Hukuk, bu alandaki korumayı mülkiyet ve kiĢilik hakkı olarak bir arada ele alıp durumun özelliklerinin örf ve adetler üstünden takdir edilmesi aracılığıyla çözüm bulmaya çalıĢmak yöntemine kitlenmiĢ görünüyor. Ġnsanın bedeni ile olan iliĢkisi klasik insan tanımının iki boyutta oluĢu ile iliĢkilidir; beden ve ruh. Ġnsanın bedeni ile olan iliĢkisinde Platon‘dan beri devam eden düalist anlayıĢın izlerini görebiliriz. Platon ―Beden ruhun mezarıdır.‖ diyordu. Ama bu dünyada dolanan beden olmazsa ruhu kim yelpazeleyecek? Platon, ruh-beden karĢıtlığında ruhu iĢaret eder ancak Antik Yunan kültürü, bedensel görünüĢü ve bedenin olanaklarını da yüceltmiĢtir. Yunan tanrıları aynı zamanda mükemmel insan ve estetiğinin de temsilcileridir. Güzellik hedonizmle birlikte bir hedef bir varıĢ noktası haline gelmiĢtir. Antik Yunan‘ın beden – ruh düalizmi yüzlerce yıl hatta günümüzde bile önemli bir metafor olarak iĢlev görmektedir. Bu metafor Platon eliyle ruha bir yol açma olanağına çevrilmiĢtir, oysa nesne olarak beden ve bedensel baĢarı gündelik yaĢamda statü oluĢturur, yani bütünsel olarak bakıldığında Antik Yunan bu düalizmi çözememiĢtir. Ortaçağ‘da insan – beden iliĢkisi aĢağılama, çilecilik ve bedensel zevklerden uzaklaĢmanın yüceltildiği bir dönemdir. Bakım ve temizlik bir çeĢit tanrıdan uzaklaĢma ve rehavet olarak görülmüĢtür. Ortaçağ‘a gelindiğinde, Hıristiyan öğretisinin insan vücudunun kutsallığı ve zarar vermeyi yasaklayan tutumu ironik bir Ģekilde kan akıtmadan vücut bütünlüğünü bozmanın dehĢetli yollarını bulan engizisyon mahkemesi uygulamalarına dönüĢmüĢtür. Rönesans bedenin yeniden keĢfidir. Logos yeniden yükselmiĢtir. BaĢta Leonardo da Vinci, Boticelli, Michaelangelo, Titian ve Raphael olmak üzere sanatçıların yaptığı eserler insan güzelliğine bir iltifattır. Güzellik aynı zamanda ruhsal iyiliğin bir iĢareti düzeyine de çıkarılmıĢtır. Sonrasında Descartes‘in insanı bir makine olarak tarif eden görüĢü ile onu kökten eleĢtiren Spinoza beden-insan iliĢkisi açısından önemli dönüm noktalarıdır. Antik Yunan‘da izlerini bulacağımız beden-ruh düalizminin anlam dünyamızda yarattığı çerçeveyi merkeze alarak soruna yaklaĢmak doğru olacaktır. Hem teolojik gelenek hem de rasyonalizmde ruhun öncelenmesi bugünün dünyasında Descartes‘in ünlü ―düĢünüyorum o halde varım‖ sözü ile bir noktaya bağlanmıĢtır. Rasyonel birey bedenden soyutlanır, çünkü beden edilgen ve ikincildir. Bu ontolojik kabul insana iliĢkin açıklamaların merkezine yerleĢmiĢtir. Aydınlanma çağında insanın kendi bedeni üzerindeki hakkı mülkiyet hakkıdır. Örneğin Locke bu konuyu açıkça vurgular (Locke, 1952: 17 vd). Bedenin, kol gücünün ve emeğin bir mübadele aracı olarak mülkiyete konu olması hususunu asıl Marx vurgulamıĢtır. Kapitalist dönem iĢçiyi metalaĢtırılır.19. yüzyıl beden-insan iliĢkisi bağlamında son derece ilginç bir yüzyıldır. Bir yanda Marx‘ın insanı makinenin bir ekine çeviren kapitalist anlayıĢı reddeden yaklaĢımı diğer yandan insanı varoluĢsal sistematik içinde hayvanla aynı sınıflandırma içinde tanımlayan Darwinci tutumlar, diğer yanda ise Nietszche‘nin kiĢinin beden ve ruhtan oluĢtuğunu söylemesini çocukluk olarak değerlendiren yaklaĢımı vardır. Nietszche de Böyle Buyurdu Zerdüşt ‘da ruhu bedende olan bir Ģeyin adı olarak tanımlar. Nietszche‘de insanı belirleyen akıl değil bedendir, bu ilginç bir evirtmedir (Harris, 1996: 56 vd). Beden – insan iliĢkisi açısından odak değiĢtiren bir baĢka önemli düĢünür ise Freud‘dur. Özellikle histeri ile ilgili yaptığı çalıĢmalarda psikolojik olguların fiziksel olgulara dönüĢtürülebileceğini göstermiĢtir. Yani beden ve akıl birdir. Akıldaki sorun çözülünce beden de yeniden düzene girebilir. Beden, toplum iliĢkisi açısından Foucault çağdaĢ, önemli bir açılım ortaya koymuĢtur. Bedenin kullanımı ve beden pratikleri üzerinden toplumsal sistem analizi Foucault‘nun baĢlıca konularındandır. Bedenin tarihsel olarak üretilmiĢ olan bilgi ve iktidar iliĢkilerinin bir sonucu olarak tezahür ettiği tezi, çalıĢmalarının ―bedenlerin tarihi‖ olarak isimlendirilmeye kadar götürülmesine olanak tanır. Öyle ki güç iliĢkileri bağlamı üzerinde yaptığı soybilim analizleri bedenlerin sorgulanmasıdır. Bedenin cinsellik açısından tanımını ―baskı‖ ya da ―yasak‖ kavramı ile iliĢkilendirmez. Ona göre beden-toplum iliĢkisi iktidar kavramı ile açıklanabilir bu sonuca vardığı Cinselliğin Tarihi etkileyici bir örnektir (Foucault, 2010: 174 81 vd). Foucault‘nun iktidarın soy kütüksel analizi bedenlerin sosyal olarak inĢa edilmesidir. Çünkü beden iliĢkilerinin tarihsel koĢullarında Ģekillenen bir üründür. Bir baĢka önemli açılım Derrida‘nın bedenin söylem tarafından inĢa edildiği belirten yaklaĢımdır. Derrida bedenin bir metin olduğunu ve okuyucularca inĢa edildiğini belirtir. Aslında bu tutumun bedeni bütünüyle özünden koparttığını, organizma oluĢunu göz ardı ettiğini de bir eleĢtiri olarak ekleyebiliriz (Csordas, 1990: 7 vd). Bu noktadan sonrasında konuyu birkaç yönü ile birlikte ele alan teorilerin etkinlik kazandığını söyleyebiliriz, tipik örnek fenomenolojik yaklaĢımlardır. Fenomenoloji bedensel indirgemeciliğe karĢıdır. Ġnsanların dünyaya dair algılarından söz ederken bedensellik bir perspektif verir. Beden bir olasılıklar dizinidir. Beden iki biçimde ele alınabilir: ilki objektif amaçsal beden (körper) diğeri ise sübjektif canlı beden (leib). Bu ayrımın fenomonolojik olarak bedenin nitelenmesine imkân verdiği kabul edilmektedir. Bedenin bir temsil olarak ele alınmasında yaĢayan bedenin fenomenolojisinin yapılması gereği bu görüĢü ĢekillendirilmiĢtir. Alman felsefi geleneği felsefi antropoloji ile bedenin kavramsallaĢtırılması olanaklarını değerlendirmiĢtir. Beden, biyolojik sabitlikler içinde materyal, kültürel değiĢime açık bir Ģey olarak tanımlanmaktadır. Tüm bu açıklamaları bir sistematik içinde göstermek istersek beden teorilerini;  Kökenci Ontoloji  Naturalistik Teoriler  Tercih Teorileri  Söylem Teorileri  Sosyal ĠnĢacı Epistemoloji  Fenomonolojik Beden Teorileri, olarak sınıflandırabiliriz (Harris, 1996: 66).2 Günümüz beden – insan iliĢkisini bir milat olarak Ġkinci Dünya SavaĢı deneyimi ile birlikte okumak gerekir. Ġkinci dünya savaĢı ile ortaya çıkan ırkçı deneyim adeta insanın bedeni ile sınanmasıdır. Sonucu insanın insanlıktan çıkması, bir kabuğa dönüĢmesidir. Ġnsanın kaybettiği kötü bir sınavdır bu büyük savaĢ. Günümüzde ise tüm bu tarihsel deneyimlerin tortusu ve tüketim toplumunun genel kabulleri insanlığı bir bedenler imparatorluğuna çevirmiĢtir (Csordas, 1990: 17 vd). Birçok yönden insan, tasarlanabilen plastik ve biyonik bir objeye dönüĢtürülebilmiĢtir. Kalp pili, kalça kemiği, elektronik göz ve kulak, polimer damar, yapay deri vb. uygulamalar son derece kolay ulaĢılabilir olanaklara dönüĢmüĢtür. ―Ġnsan inĢa edilebilir bir Ģeydir.‖ Gerçekten öyle midir? Biyotıp geliĢmeleri nedeniyle konu tıp-hukuk iliĢkisi üzerinden tartıĢılmaktadır. Hukuki açıdan imkânlar ve sınırlar giderek belirginleĢmektedir, örneğin canlı organizmaların kendisinin üzerinde patent tesisi kabul edilmemektedir. DNA keĢfedileli elli yıllık süre geçmiĢtir. DNA‘nın keĢfinden sonra 2003 yılında Ġnsan Genom Projesi ile insanın gen haritasının çıkarılması içinde bulunduğumuz yüzyılın ―biyo-teknoloji‖ çağı olarak isimlendirilmesinin en haklı gerekçelerinden birisi sayılabilir. Burada ortaya çıkan geliĢmeyi salt bir bilimsel buluĢ olarak değil sosyal, politik ve ekonomik hatta hukuki bir etki olarak ele alıp değerlendirmek gerekir. Biyo-teknolojik ürünler ve bunların patentlenmesi ile ilgili en yoğun çabalar ABD‘de gerçekleĢmiĢtir. Özellikle Bayh-Dole Yasası 1980 yılından itibaren bilimsel araĢtırma sahalarının hızla ticarileĢmesine neden olmuĢtur. Bu geliĢme ile birlikte genetik materyal bütünlüğünü ifade eden Genom terimi de yerleĢik hale gelmiĢtir. Genom projesinin bir baĢka yönü de bir insanın gen haritasının çizilmesinin yanında DNA dizilimlerinin belirlenmesine imkân sağlayan SNP (Single Nucleotide Polymorphism) haritalarının oluĢturulabilmesidir. SNP haritaları özellikle büyük ilaç firmaları için son derece stratejik öneme sahiptir. Böylece farklı bir yönü ile yeniden insan, mülkiyete konu olan bir ―Ģey‖ biçimine büründürülebilmiĢtir. Tarihsel olarak kölelik, insan ticareti, fuhuĢ, pornografi, organ kaçakçılığı vb. 2 Daha farklı sınıflandırmalar yapılmakla birlikte bu çalıĢmada tarihsel dönüm noktaları olarak iĢaretlenen tutumlardan yola çıkıldığında bu sınıflandırma uygun sayılabilir. 175 konular da bu bağlamda ele alınabilir. Günümüzde ise hukuksal alan farklılaĢmıĢtır, beden üzerindeki hakların Genom projesi çerçevesinde ve SNP açısından tartıĢıldığını söyleyebiliriz, ancak kanunun giderek karmaĢıklaĢması hukuksal açıdan pek çok yeni sorunun daha ortaya çıkacağını göstermektedir. II. BEDENLĠ BENLĠK VE BEDENLĠLEġME Kültür taĢıyıcısı sıfatıyla beden, toplumun etkin ve önemli bir sembolüdür. Antropoloji bedenin bu yanını en fazla irdeleyen çalıĢma alanıdır. Çünkü farklı sosyal kültürel sistemler bedenin görünür olmasını sağladığı gibi onu ―Ģey‖leĢtirmektedir de. Bedeni bu biçimde algılayan teoriler edilgen beden teorileri olarak isimlendirilmiĢtir.3 Antropolojik bu açılımların özellikle bedenle iliĢki açısından tıp alanında doğrudan yansımaları vardır (Douglas, 2005: 17 vd). Tam bu noktada acaba temel bilimsel bir çalıĢma alanı olan tıp insan bedenini ne Ģekilde algılamaktadır? Biyolojik sınıflandırmada hayvan ile bedensel benzerliğin esas alındığını, anatomik incelemede ise cinsiyetçi bir bakıĢla fizyolojik farklılıklara odaklanan kadın-erkek ayrımı üstünden sistematik çalıĢmaların yapıldığını görüyoruz (Bourdieu, 2004: 35 vd). Bu uygulama alanı olarak tıp, bedene bilimsel bulgu sağlayan ve müdahale edilebilir bir nesne olanak bakmaktadır. Tıpkı, siyaset ve din alanında olduğu gibi tıp alanında da akıl-beden ayrımı geçerlidir. Ancak doğa genel bir perspektiften bakıldığında sosyal bilimlerin, eylem ya da faillik iliĢkisini açıklayamaya yönelik teorileri farklılaĢmaktadır: bu teorilerde baĢlangıçta bu ayrımı esas almakla birlikte bir oluĢ olarak yaĢamın beden-akıl düalizmini aĢan bir Ģekilde kavranması noktasına ulaĢmaya çalıĢmaktadırlar. Tam da konuyu ele alıĢ biçimimiz açısından iki yeni interdisipliner alana iĢaret etmek gerekir. Bedenin irdelenmesinde interdisipliner çalıĢma alanları medikal antropoloji ve medikal sosyoloji belirsizlik yaratan konuların çözümü için genel kabulleri sorgulamaktadır. Her iki alanın da önemli kavramları alarak ―embodied self (bedenli benlik)‖ ve ―embodiment (bedenlileĢme)‖ kavramlarıdır (Turner, 1992: 17-38). Bu kavramlar aracılığı ile fenomonolojik bir tutum alınıp örneğin bedensel bütünlük veya hastalık gibi hallere iliĢkin salt araçsal beden açısından bir değerlendirme yapmanın uygun olmadığını ―bedenli benliğin‖ tüm boyutlarının dikkate alınması gereği üzerinde durulur. Kültür bağlamında hastalık veya rahatsızlık tarifinin değiĢmesi bedenlileĢme kavramını gerektirmiĢtir. BedenlileĢme ile acı, hastalık veya rahatsızlığın toplumsal bağlam içindeki bir duygu olarak anlaĢılması sağlanmaktadır (Turner, 1992: 87). Bireyin amaçlı eyleminin anlaĢılabilmesinde akli tutumu kadar bedensel hal ve duygularının anlaĢılmasının da gerekli olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle uzman medikal söylem bedeni anatomik cinsiyet özellikleri açısından ayrıĢtırır. Foucault‘nun biyo-iktidar kavramı ile bedensel varoluĢu yapılandıran farklı fizyolojik ve biyolojik nedensellikler ve bedenleĢmiĢ varoluĢun anlamı birlikte konumlandırılmıĢtır. Heteroseksüel hegemonya, tıbbi-hukuksal dispositif, bedeni tektipleĢtirir, bunu zorunlu bir sınıflandırma öğesi olarak sunar ve düzenler. Thomas Csordas geliĢtirdiği ―bedenlileĢme‖ kavramı antropolojinin bütünsel yaklaĢımı ile paraleldir. Böylece insanın hem doğası hem etkileĢim aracı hem de etkileyen olarak bedeninin tarifini geniĢletilmiĢtir. Çünkü bir beden sadece doğanın bir olgusu olarak kabul edilemez. En geniĢ anlamda insan olmak hem acı ve hastalığı hem de yabancılaĢmayı deneyimleyebilen bir beden olmaktır (Csordas, 1990: 16). Bu sonuç bedenin antropolojik açıdan da kültürün üstüne iĢlediği bir hammadde olmayıp orijinal ve kökensel olarak kültür alanına katılımı da içerir. Beden kültür öncesi bir katman olarak ele 3 En önemli temsilcilerinden birisi Mary Douglas‘dır. Douglas toplumsal sınırların bedensel sınırlara dönüĢtüğünü belirtilmektedir. Douglas‘da beden bir temsildir.Ancak bu görüĢ bedeni sadece edilgen bir bütünlük olarak ele aldığı için haklı olarak eleĢtirilmektedir. Bir baĢka önemli açılım Pierre Bourdieu‘nün habitus kavramından yola çıkan yaklaĢımıdır. Daha çok sınıfsal serim açısından bedenin fonksiyonuna vurgu yapan bu çalıĢma bireyin kültürel göstergeleri sunuĢ yeri olarak da bedenin önemini vurgular. Feminizm ise konuyu bambaĢka bir boyuttan tartıĢarak kadın bedeni kavramına yönelik kültürel giydirmeleri silmeye çalıĢmaktadır. 176 alınamaz. Bedenli olmak tarihselliğe de bir göndermedir. Bu nedenle söylemsel olarak oluĢan bedenler ya da antropolojide sıkça karĢımıza çıkan sembolik beden analizlerinin ötesine bir beden anlayıĢı günümüzde merkeze alınmalıdır. Klasik beden yaklaĢımlarının ruh-beden, akıl-duygu ayrımları ile yaratılan karĢıtlıklar yerine bütünleĢtirici ve yeni bir bakıĢ açısıyla kavranan bedenden yola çıkarak konumuzun baĢlığını oluĢturan ―Ġnsanın bedeni üzerinde hakları var mıdır?‖, ―Beden hak konusu olabilir mi?‖ sorularının cevaplandırılması gerekir. Bu sorular hem hukuk hem de tıbbın konusudur. Sonuç olarak bedensel olanla – ruhsal olan ayrımı yerine kültür ve söylemin bir ürünü olan tek taraflı bakıĢ açılarının yerine bedene dair baĢta fenomenoloji olmak üzere pek çok farklı paradigma bir arada değerlendirmek daha verimli olacaktır (Csordas, 1990: 31 vd). Bu beden anlayıĢının hukuk açısından güncel sorunlarla ilgili ne tür bir imkân sunabileceğine de bakmak gerekecektir. III. HUKUKUN KONUSU OLARAK BEDEN Ġnsanın bedeni üzerindeki hakları, tarihsel perspektif paralelinde değiĢecek hukukun konusu olmaya devam etmektedir. Bu baĢlık altında, insanın bedeni üzerindeki haklarının niteliğine geçmeden önce bu hakkın konusu olma açısından total beden üzerindeki haklar, beden parçaları, beden eklentileri, bedenden üretilen Ģeyler ve ölü beden üzerindeki hakların kapsamının da belirlenmesi gerekir. Bu baĢlıkların ayrıĢtırılması özellikle biyotıp alanındaki geliĢmelerin burada sözü edilen baĢlıklar nedeniyle yeniden gözden geçirilmesine ihtiyacından kaynaklanır. Her bir ayrıĢtırılmıĢ hak alanı, mülkiyet hakkı ve kiĢilik hakkının konusu olma açısından ele alınabilir. Mülkiyet hakkı bağlamında konu ele alındığında tartıĢma, eĢya kavramından baĢlatılır. Oysa eĢya, insanın dıĢında kalandır. Ġnsan, hukukun nesnesi değil, öznesidir. Ġnsanlar, hakkın sahibi olabilirler ancak konusu olamazlar. ġey, eĢya, mal birbiri yerine kullanılan kavramlardır. EĢya kavramının unsurları olarak cismanilik, sınırların belirli olması unsuru, üzerinde hâkimiyet kurmaya elveriĢli olma, kiĢi dıĢılık sayılmaktadır.4 EĢya olma açısından beden üzerindeki hakların, bedenden bütünlüğü bozmaksızın ayrılabilecek parçalar ile ölü beden, vücut atıkları ve benzeri gibi öğeler açısından pratik bir çözüm olarak halen iĢlevini koruduğundan söz edebiliriz. Bulunan bu çözüme rağmen yeni geliĢmeler nedeniyle halen çok sayıda hukuksal sorun bulunmaktadır. Örneğin vücut atıkları veya ameliyatla çıkarılmıĢ beden parçaları üzerinde yapılacak tıbbi araĢtırmaların yarattığı artı değerde, araĢtırma yapanın fikri hakkı ile parçanın sahibinin hakları yarıĢtığında, hukuk soruyu nasıl cevaplandıracaktır? Mülkiyet hakkına oranla, bugünkü insan hakları anlayıĢı açısından kiĢilik hakkı olarak beden üzerindeki hak daha öne çıkmıĢ görünmektedir. Bu durumda, mülkiyet hakkına oranla öne çıkan kiĢilik hakkı ile beden üzerindeki haklar açısından iliĢki kurmak gerekir. Dilbilim bakımından kiĢi kelimesi Latince persona kelimesinin karĢılığıdır, persona tiyatroda aktörün oyunda taktığı maskenin de adıdır. Bu metaforik gönderme hukuksal anlamla da iliĢkilendirilebilir. Bireyin hukuk sahnesinde oynadığı rol kiĢiliğidir. Hukuk kiĢisi, haklara sahip olabilen, borç altına girebilen olarak tanımlanır. KiĢi ve kiĢilik kavramlarının iliĢkisine de bakmak gerekir. KiĢilik, gerçek kiĢileri doğumlarından ölümlerine kadar ayrılmaz bir biçimde sahip oldukları hukuksal değerlerin bütünüdür. KiĢilik kavramı kiĢi kavramını da kapsar. Litaratürde birbirinin yerine kullanılmakla birlikte kiĢilik kavramı dar anlamda değil geniĢ anlamda ele alınmalıdır. KiĢiler hukuku; eĢitlik, özgürlük kiĢiliğe saygı ve kiĢiliğin korunması ilkelerini içerir. Özgürlük ve eĢitlik insan haklarının parçası olarak uluslararası hukuk ve kamu hukukunu kurucu profilini oluĢturur. KiĢiliğe saygı ve kiĢiliğin korunması ilkesi ile kiĢi hem dıĢarıdan hem de kiĢinin kendisinden 4 ―Günümüzde kölelik söz konusu olmadığı için baĢka bir insan üzerinde de ayni hak düĢünülemez. Bu sebeple insan vücudu hukuken eĢya kavramının dıĢında sayılmaktadır. 4 EĢya aynı zamanda sınırları belirlenmiĢ olandır. Bir varlığın eĢya sayılabilmesi için üzerinde ayrıca hâkimiyet kurulabiliyor olması gerekir, bu özellikle maddi varlığı olan sınırları belli olma özellikleri açısından bedenin eĢya oluĢu ile ilgili tartıĢmaları güçlendirir. Üzerinde hâkimiyet kurulabilmesi özelliği biri fiili hâkimiyet diğeri de hukuki hâkimiyet olarak ayrıĢtırılabilecek iki baĢlık açısından değerlendirilir. Fiili hâkimiyet biraz olanak sorunudur. Örneğin güneĢin hâkimiyeti Ģu anda söz konusu değil ancak ay üzerinde hâkimiyet kurulabilmiĢtir.‖ Daha detaylı bilgi için bkz. (Dursun, 2012:2430) 177 gelebilecek hukuka aykırı saldırılara karĢı korunur. Öyle ki bu koruma aĢırı fedakârlık hallerini de engeller (CMK 23. ve 24. madde) (Helvacı, 2006: 4 vd). Konumuz açısından özellikle bu hüküm kiĢinin bedeni üzerindeki hakları değerlendirmede baĢlıca ilkedir. KiĢilik hakkının konusu, kiĢiliği oluĢturan değerlerin tümü üzerindeki haktır. KiĢilik hakkının birden fazla bir hak mı olduğu yoksa genel bir hak olarak kabulün gerekip gerekmediği hususu doktrinde tartıĢılmıĢ ancak özellikle Medeni Yasanın 24. maddesinde geçen ―kiĢilik hakkı‖ ifadesi de göz önünde bulundurulduğunda genel bir hak olarak kabulü baskın görüĢ olmuĢtur. GeliĢen teknoloji ve artan ihtiyaçlar göz önünde tutulduğunda nelerin kiĢilik hakkında dâhil olabileceği hususunun takdiri bu genel kiĢilik hakkı kavramının yargıç tarafından ve gerektiğinde örf ve adet hukukuna iliĢkin durumu da göz önünde tutularak doldurulmalıdır. KiĢilik hakkı, haklara iliĢkin nitelendirmeler içinde mutlak, Ģahıs varlığına ve kiĢiye sıkı sıkıya bağlı, ölümle sona erip mirasçılarına geçmeyen bir haktır; icra takibine konu olmaz, zaman aĢımına uğramaz ve hak düĢürücü süreye tabi değildir (Helvacı, 2006: 76 vd). Sonuç olarak; günümüz hukuku içinde ve özel olarak insan hakları bağlamı içinde kiĢinin vücudu üzerindeki hakları mülkiyet hakkı ile değil, kiĢilik hakları ile ilgilidir ve bu kapsam içinde değerlendirilmelidir. Hukukumuz açısından Anayasanın 17. maddesinde yer alan kiĢinin maddi ve manevi varlığına dokunulamayacağı maddesi ise Medeni Yasamızın 23. maddesinde yer alan kiĢilik haklarının vazgeçilmezliği ile birlikte değerlendirilmelidir. Bu düzenlemeler doğrultusunda insanın kendi vücudu, sağlığı ve özgürlüğüne yönelik saldırı, kiĢinin kendisi veya yabancı birisi tarafından yapılsa da hukuken korunmaz. KiĢinin temel hakkı sağlıklı yaĢama hakkıdır. YaĢam hakkı kiĢinin fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü koruyabilmesidir. YaĢam hakkı kiĢilik hakkını oluĢturan en temel değerdir. Anayasamızın 17. maddesinin de koruduğu budur. YaĢam hakkına herkes eĢit olarak sahiptir. Bu hak üzerinde hiçbir Ģekilde tasarruf edilemez. Bir kiĢinin hayatına baĢkası ve hatta kendisinin de son verme hakkı yoktur. KiĢinin rızası hukuka aykırılık unsurunu ortadan kaldırmaz. Tam da bu gerekçe ile Türk hukuku açısından ötenazi kabul edilemez. Hayat hakkının uzantısı vücut bütünlüğüdür. Bunun ilk korunma biçimini AĠHS‘de yer alan 5. maddedeki iĢkence yasağı ile iliĢkilendirebiliriz. Anayasanın 17. maddesinde yer alan tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dıĢında, kiĢi vücudunun bütünlüğüne dokunulamaz, rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz. Aynı ilkenin Hasta Hakları Yönetmeliği 5. maddesi ile de desteklendiğini görüyoruz. Tıbbi zorunluluklar ve kanunlarda yazılı haller dıĢında rızası olmaksızın kiĢinin vücut bütünlüğüne ve diğer kiĢilik haklarına dokunulmaz; ayrıca Türk Ceza Kanunu 90. madde, insan üzerinde deney yapmayı da cezalandırmaktadır. Vücut bütünlüğü kadar psikolojik bütünlük de hukuksal koruma altındadır. Hukuken insan bedeni, kendi bütünlüğü içinde korunduğu gibi beden parçaları üzerindeki haklar bakımından da özel olarak korunmaktadır. Vücudun parçaları üzerindeki haklar ise vücudun doğal ve yapay parçaları üzerinden ayrı ayrı değerlendirilir. Protez, peruk, saç, tırnak vb. parçalar ile kan, diĢ, tümör, plasenta, ameliyatla çıkarılan parçalar, sperm ve yumurtanın hukuki niteliği tartıĢmalıdır. Bir görüĢ vücuda zarar vermeksizin ayrılabilir olan Ģeylerin eĢya sayılabileceği yönündedir. AyrılmıĢ olan Ģeyin mülkiyeti konusu ise bizim hukukumuz açısından Medeni Kanun 685. madde ―Bir Ģeyin maliki, onun ürünlerine de malik olur‖ bir çerçeve oluĢturmaktadır. Bedenin eĢya olarak nitelendirilebilmesi durumu özellikle kiĢi dıĢılık unsuru açısından değerlendirilmelidir. KiĢinin bedensel ya da manevi bütünlüğü ile bağlantı kurularak bir varlığın eĢya sayılamayacağı sonucuna varılabiliyor (Helvacı, 2006: 30). Ayrıca embriyo veya vücut parçalarının eĢya sayılıp sayılmayacağı hususu çok kolay cevaplandırılamamaktadır.5 5 Bir Ģeyin eĢya sayılması için ekonomik değerinin olması gerektiği konusundaki görüĢler eĢyayı mal ile özdeĢ saymakta ve malı da ihtiyaçları karĢılayan tüm araçlar biçiminde geniĢletmektedirler. Ġktisat bilimi açısından mal ve hizmetlerin ihtiyaçları karĢılama özelliği olan fayda belirleyici olmaktadır. Konu açısından üzerinde durulması gereken bir diğer kavram da ―değer‖dir. Değer; mal ve hizmetlere verilen önemdir. Değer bir Ģeyi elde etmek için katlanılan fedakârlık oranı ile ölçülür. Bir malın değerli olabilmesi için hem bir ihtiyacı karĢılaması hem de miktarının ihtiyaçlara oranla az olması gerekir. Bir baĢka açıdan eĢya hukuki iĢlemlere konu olabilen 178 Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi‘nin biyoetik sözleĢmesinin hazırlanmasına dair 1160 (1991) sayılı tavsiye kararı doğrultusunda hazırlanan ―Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından Ġnsan Hakları ve Ġnsanın Haysiyetinin Korunması SözleĢmesi, Ġnsan Hakları ve Biyotıp SözleĢmesi‖ Avrupa Konseyi‘nde 4 Nisan 1997 tarihinde imzaya açılmıĢtır. TBMM 3 Aralık 2003 tarih ve 5013 sayılı kanun ile sözleĢmenin onaylanmasını uygun bulmuĢtur. Böylece Anayasanın 90. maddesi uyarınca sözleĢme iç hukukun parçası haline gelmiĢtir. Bu sözleĢme kısaca Avrupa Biyotıp SözleĢmesi (Bundan sonra ABS) olarak isimlendirilmektedir; on dört bölümden oluĢmaktadır. Temel konular olarak;  - Rıza  - Özel yaĢam ve bilgilendirme hakkı  - Bilimsel araĢtırma  - Embriyo araĢtırmaları  - Ġnsan genomu  - Organ ve doku nakli  - Ticari kazanç ve insan vücudundan alınmıĢ parçalar üzerinde tasarruftur. BaĢlıklar aynı zamanda hangi konularda en fazla sorun olduğuna da iĢaret etmektedir. Belirlenen bu konularla ilgili olarak sözleĢme yol gösterici ilkeler olarak;  - Ġnsan önceliği  - Sağlık hizmetlerinden adil Ģekilde yararlanma  - Mesleki standartlar benimsediğini belirtmiĢtir. SözleĢmenin temel amacı 1. madde içinde insan onuru ile insan kimliğinin korunması ve ayrım gözetmeksizin herkesin vücut bütünlüğü ile diğer temel hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasıdır. Biyotıp uygulamaları bu ilkeye uygun olmak zorundadır. Ġnsan önceliğinden, insanın menfaat ve refahının bilim veya toplumun menfaatlerinden üstün tutulacağı (ABS 2. madde) sağlık hizmetlerinden adil biçimde yararlanmada, sağlığa duyulan ihtiyaç ve kaynakların göz önünde tutulacağı (ABS 3. Madde) düzenlenmiĢtir. Bu ilkenin anlaĢılması açısından sağlık hizmetinin ne olduğu da tanımlanmalıdır. Sağlık hizmeti; sağlık ile ilgili iĢ görme ya da hastalık veya sakatlığın olmaması ve bedenen, ruhen, sosyal yönden tam bir iyilik halinin sağlanması amacıyla yapılan iĢlemlerdir. Sağlık sadece hastalık ve maluliyetin yokluğu olmayıp bedenen, ruhen ve sosyal bakımdan tam bir iyilik halidir.6 ABS‘nin 28. maddesi ―Kamuya Açık TartıĢma‖ baĢlığını taĢımaktadır ve yukarıda verdiğimiz sağlık hizmeti tanımı da göz önünde tutularak ele alındığında Ģu sonuçlar önemlidir: Maddede, ―Bu sözleĢmenin tarafları, biyoloji ve tıp alanının geliĢmelerin doğurduğu temel sorunların, özellikle ilgili tıbbi sosyal, ekonomik, ahlaki ve hukuki yargılamaların ıĢığında, uygun Ģekilde kamusal tartıĢmaya konu olmasını ve bunların muhtemel uygulamalarının, uygun istiĢarelere konu olmasını sağlayacaklardır‖ ifadesi ile açıkça kamuoyu bilgilendirme ve sınırlar açısından geniĢ katılımlı tartıĢmalara duyulan ihtiyaca iĢaret etmektedir. varlıkların adıdır. EĢya kavramı zamana göre değiĢir ancak yine de nelerin eĢya sayılabileceği hususu toplumların hukuk düzenlerine kalmıĢtır. Tüm gerekçeler bir yana eĢya kavramının hukuksal bir kavram olduğu tartıĢmasızdır. Ayrıca zaman içinde eĢya kavramının geniĢlemekte olduğu da bir gerçektir. 6 Aynı husus Sağlık Hizmetlerinin SosyalleĢtirilmesi Hakkında Kanun‘un 2. maddesinde de yer almaktadır. Ayrıca bkz. (Bayraktar, 1972: 17 vd). 179 Bu uygulama tıbbi meslek kuralları açısından da sınırlamaya tabidir; ABS 4. madde ―AraĢtırma dâhil, sağlık alanında herhangi bir müdahalenin, ilgili mesleki yükümlülükler ve standartlara uygun olarak yapılması gerekir.‖ TartıĢmalarda ana eksenin kabul edilen hukuki standartları esas alan ancak kiĢi hakları bakımından daha ileriye götürücü bir uygulama için zemin kurulması sağlanmaya çalıĢılmaktadır. Çünkü insan bedeni üzerindeki hakları açısından da ABS temel düzenlemedir. SözleĢmenin rızaya iliĢkin 5, 6, 7, 8, 9, 10 ve 22. maddeleri özellikle ―aydınlatılmıĢ hastanın rızası‖nı düzenler. Bu uluslararası düzenlemenin bizim iç hukukumuz açısından bir uyum sorunu yaratmadığını görmekteyiz. Örneğin Türk hukukunda 1219 sayılı Tababet ġuabatı Sanatların Tarzı Ġcrası Hakkında Kanunun 70. maddesi ile de hastanın rızasının alınmaması suç olarak tanımlanmıĢtır (Kataoğlu, 2006: 170-171). Ayrıca sözleĢmenin 5. maddesindeki düzenlemeye paralel olarak ilgili kiĢinin rızasını her zaman geri alınabileceğini de hükme bağlamıĢtır. Ayrıca Medeni Kanunu‘nun 23. maddesinde 1990 yılında yapılan değiĢiklik eklenen fıkrasına göre; ―Ġnsan kökenli biyolojik maddelerin alınması, aĢılanması ve nakli vericinin yazılı rızası ile mümkündür. Ancak biyolojik madde verme borcu altına girmiĢ olandan edimini yerine getirmesi istenemez, maddi ve manevi tazminat isteminde bulunamaz. Medeni Kanunun 24. Maddesinde kiĢilik haklarına yönelik her saldırının hukuka aykırı sayılacağı ilkesini vurgulandıktan sonra, 2. fıkrada 1988 ve 2001 tarihinde değiĢtirilmiĢtir. Buna göre kiĢilik haklarına yönelik saldırı üç halde hukuka uygun sayılabilir: 1 – KiĢilik hakkı zedelenen kimsenin rızası 2 – Daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar 3 - Kanunun verdiği yetkinin kullanılması KiĢinin sağlığı ve beden bütünlüğü üzerindeki hakları, mutlak ve sınırsız bir hak değildir. KiĢinin rızası, kiĢilik hakkından bütünüyle vazgeçmesi veya devredebilmesi ya da aĢırı sınırlamaya yol açmaz. Örneğin estetik operasyonlar açısından kiĢinin rızası kimliğin değiĢtirilmesine, farklılaĢmaya yol açabilecek biçimde kullanımlar açısından tartıĢılmıĢtır. Bu tür operasyonlarda kriter yapılan değiĢikliğin kiĢinin beden ve ruh sağlığına bir katkı sayılıp sayılamayacağı üzerinden tartıĢılmaktadır. Aynı Ģekilde organ ve dokuların para ile alınıp satılması hususu da kanun, genel ahlak ve adaba ve kamu düzenine aykırıdır. Aynı Ģekilde cinsiyet değiĢtirme ameliyatlarında bu açıdan tartıĢılmaktadır. Bu tür tartıĢmalı konularda müdahalenin ―tedavi amacı‖ ile yapılmıĢ olması temel gerekçelerden birisidir. Günümüzde bu gerekçenin ―üstün amaç‖ Ģekline dönüĢmüĢ ve özel ya da kamu yararı düĢüncesi ile yapılan tıbbi müdahale hukuka uygun kabul edilebilmektedir. Ayrıca rızanın kapsamı konusu da kiĢinin bedeni üzerindeki hakları açısından değerlendirilmelidir. Rıza hangi konuya iliĢkin ise, doktorun müdahalesi de bu konuda gerçekleĢtirilmelidir. Hasta Hakları Yönetmeliği 31. madde rızanın tıbbi müdahalenin gerektirdiği tıbbi iĢlemleri kapsadığını belirtmiĢtir. Rıza, tıbbi müdahaleden önce alınacaktır. Bazen rızaya ek özel korumalar da oluĢturulmuĢtur. Örneğin Hasta Hakları Yönetmeliği deneme, araĢtırma ve eğitim amaçlı tıbbi müdahaleye konu edilmesi için kendi rızası yanında Sağlık Bakanlığı‘nın onayı da aranacaktır. Ayrıca gönüllü olarak tedaviyi kabul eden kiĢinin rızası ortaya çıkacak tıbbi uygulamalarla ilgili yasal düzenlemeler ile korunan sınırın aĢılması halleri araĢtırma personelinin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz (HHY 32. madde). Hasta Hakları Yönetmeliği 36. madde ile de bir ilaç veya tenkibinin üretimi veya satıĢı için gerekli izin ve ruhsat alınmıĢ olsa dahi sadece araĢtırma amaçlı olarak hasta üzerinde kullanılması halleri de özel olarak düzenlenmiĢtir. Bu durumda ancak hastanın izni ile alınabilir ayrıca 1993 tarih ve 21480 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Ġlaç ve Tıbbi Müstahzar AraĢtırmaları Hakkında Yönetmeliğinde konuya iliĢkin birçok detaylı koruyucu hüküm yer almaktadır. Ġnsanın bedeni üzerindeki hakları organ ve dokularının bağıĢı, alınması nakli konuları açısından da tartıĢılır. 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması, AĢılanması ve Nakli Hakkında Kanun ve 180 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu konuyu düzenlemektedir. Her iki yasa açısından da canlı ve ölüden organ ve doku nakli ayrımı yapılmaktadır. Organ ve doku nakli tıbbi müdahaledir ve bu çerçevede yürütülmelidir. Ġnsanın bedeni üzerindeki hakları konusunu bir baĢka açıdan daha tartıĢabiliriz. Özellikle teknolojik geliĢmelerle ortaya çıkan gen analizleri ve kiĢinin DNA yapısına iliĢkin bilgilerin bir iktisadi değere haiz olması ile bu bilgilerin korunması hususlarının kiĢilik hakları açısından tartıĢmalıdır. Teknolojik geliĢme gen bankası uygulamaları, verilerin korunması ve veri madenciliği (datamining) kavramları açısından tartıĢılmaktadır. Verilerin korunmasın Ģu hususa dikkat etmek gerekir. Veri korunmasından verinin iliĢkili olduğu kiĢinin ―kiĢilik haklarının korunması‖ anlaĢılmalıdır (Yıldırım, 2007: 383). Buradaki korunma anayasal bağlamda ―biliĢimsel geleceğini bizzat belirleme hakkı‖ olarak tanımlanmaktadır. KiĢilik haklarının para ile ölçülemeyeceği fikri değiĢmiĢtir. Alman Anayasa Mahkemesi‘nin bir kararında kiĢiliğin, serbestçe tasarruf edebilmesine, depolayabilmesine, dağıtması ve yaymasına bağlı olduğu değerlendirmesini yapmaktadır (Yıldırım, 2007: 384). Bu değerlendirme mülkiyet hakkı ile bağlantısı koparılmıĢ olan kiĢi hakları alanının yeni baĢtan değerlendirilmesi anlamına gelebilir. Gen analizi yapımı tıbbi bir müdahale sayıldığı için bu müdahalenin yapılması için kiĢinin aydınlatılmıĢ rızasının alınması gerekir. Yukarıdaki görüĢten farklı olarak vücuttan ayrılabilen parça olarak değerlendirilen ―gen‖in sahipsiz eĢya statüsünde değerlendirildiği görüĢler ile iĢlevsel bağı esas olan iki ayrı görüĢ vardır. Örnek olarak vücuttan kopan parçalar, kiĢiye kendi kanının verilmesi, deri, kemik ve doku nakli parçaları, yumurta ve sperm vb. Ģeyler iĢlevsel bağlılığını sürdürür. Çözüm için hem mülkiyet hem de kiĢilik hakları kapsamında konuyu ele alan yeni ve karma bir yaklaĢım daha vardır. Bu görüĢ ana argüman olarak teamüller ve yerleĢik anlayıĢ üzerinde durmaktadır. Yani vücuttan ayrılan parça hem eĢya hem de kiĢilik haklarına konu olabilecektir. Saç, diĢ vb. Ģeylerle vücuttan alınan böbreğin hukuki statüsü böylece ayrıĢtırılabilecektir. Örneğin berberde saçını kestiren talep etmiyor ise teamül, onların berber tarafından değerlendirilebileceğidir (Dursun, 2012: 140 vd). Günümüzde vücuda yapısal bir zarar vermeksizin alınabilen parçalar için daha serbest bir alan söz konusu iken vücut bütünlüğünü bozucu transplantasyonlar için halen pek çok hukuksal kaydın tutulduğu ve ticarete konu olma hususlarının yasaklı olduğunu da tespit ediyoruz. Bu görüĢün bir baĢka önemli avantajı da, beden parçaları üzerinde giderek artan biyotıp uygulamalarına olanak sağlamada yaratacağı kolaylıktır. Ayrıca hem mülkiyet hem de kiĢilik hakkına iliĢkin korumaların vücut parçaları ile ilgili olarak kullanılması imkânı sağlanır. Ancak vücuttan ayrılan parça daha sonra baĢka birisine veya kiĢiye yeniden nakledilecekse ilgili parçanın eĢya niteliğini kazanmadığını kabul etmek gerekir. Parçanın kullanım amacı nitelendirmede önem taĢır. Vücut parçalarının da tıpkı vücut bütünü gibi kiĢilik hakları kapsamında değerlendiren görüĢ, eĢya sayılma hususunu reddetmektedir. Ancak bu görüĢ ortaya çıkabilecek çok sayıda hukuki belirsizliğin çözülebilmesi ile ilgili bir çözüm de sunamamaktadır. Türkiye‘de genel olarak bu görüĢ kabul edilmektedir. Vücut bütünlüğünün bozulması açısından organ ve doku nakli teknolojik geliĢmeler göz önünde tutulduğunda önemli ve tartıĢmalı bir alandır. Organ ve doku nakli kiĢiye sağlık kazandırmak için ―üstün bir amaç uğruna‖ yapılabilir. Yasa iĢlemin amacını açık ve tartıĢmasız bir biçimde belirlemiĢtir. 2238 sayılı Organ Nakli Yasası (ONY); Tedavi, teĢhis ve bilimsel amaçla organ ve doku alınması saklanması, aĢılanmasını vb. hususları düzenlemiĢtir. Buna göre; Ana ilke bedel veya baĢkaca bir çıkar karĢılığı organ ve doku alınması ve satılmasını yasaklı olduğudur (ONY 3. madde). Organ ve doku alımına iliĢkin reklam yapmak yasaktır. Eğer organ ve dokusu alınacak kiĢinin hayatı için bir tehlike varsa bu tıbbi iĢlem yapılmaz. Organ veya doku verecek kiĢinin 18 yaĢını doldurmuĢ olması ve ayırt etme gücü sahibi olması da gerekir. Yani akıl hastası, zekâ geriliği olanlardan ve çocuklardan organ ve doku alınamaz. Eğer organ veya doku ölüden alınacak ise sağlığında izin vermiĢ olması veya yakınlarınca bu tür bir iĢlemin yapılabileceği hususunun yazılı 181 olarak beyan edilmesi gerekir. Bu kuralın istisnası afet halleri veya trafik kazalarıdır. Bu olağanüstü hallerde izin aranmaksızın kiĢinin organları alınabilir. Alınan parçaların o bireyin isteğine aykırı olarak kullanılması kiĢilik hakkı ihlali doğurur. Sadece eĢya hukuku kurallarıyla, tek yönlü bir koruma yeterli değildir (Cain, 2000: 474). Konunun hukuksal açıdan tartıĢıldığı 1988 tarihli Amerikan hukuk yargılamasına yansıyan ünlü Moore v. Regents of University California davası üzerinde durabiliriz7. Dalak ameliyatı yapılan Moore iyileĢtikten sonra uzun süre kontrol amacı ile hastaneye çağrılır. Bu sürecin çok uzadığını düĢünerek doku örneklerinin akıbetini sorguladığında kendi tedavisini yapan Dr. Golde‘nin doku üzerinde yaptığı araĢtırmanın bir hücre dizini (cellline) haline getirilerek patentlenmek üzere yüksek ücretle bir ilaç firmasına satmıĢ olduğunu öğrenir. Bu bilgi üzerine kan ve doku parçalarının mülkiyetinin kendisine ait olduğu iddiası ile dava açar. Amerikan mahkemesi dokularla ilgili mülkiyet hakkının hastanede olduğu yönünde bir karar vermiĢtir. Çünkü hücre dizini ile ilgili teknik çalıĢma hastane olanakları ile ve akademik çalıĢma ile gerçekleĢtirilmiĢtir. Mahkeme gerekçesini sözleĢme hukukuna aykırılık açısından değerlendirerek bu husustaki aykırılığı tazminat konusu yapmıĢtır. Doktor ile hasta arasındaki tedavi dolayısı ile oluĢturulan sözleĢmeye aykırı olarak yapılan araĢtırmanın hastaya söylenmemesi ancak bir tazminat konusu yapılabilir. Kararın hukuksal dayanağı ise vücuttan ayrılan parçaların eĢya niteliğinde olduğudur. Hasta, mülkiyet hakkına iliĢkin saklı hakkını hastaneye devredilebilir (Ayan, 1991: 49 vd). Dokunun kendisi değil doku üzerinden bilimsel araĢtırma ile oluĢturulan dizin mali açıdan kıymetlidir. Bu nedenle hekimin ürettiği formül üzerindeki hakkı da göz ardı edilemez. Konunun bir baĢka tartıĢılma biçimi ise genetik verilerle ilgilidir. Genetik verilerin önemi biyotıp geliĢmeleri nedeniyle son derece güncel bir hale gelmesidir. Genetik verilerle ilgili tartıĢma için hukuki açıdan yukarıda değindiğimiz Moore davası iyi bir örnektir. Bu olayda; kiĢilik hakları mülkiyet hakkı ve fikri mülkiyet hakları yarıĢması ortaya çıkmaktadır. Genetik veriler ve embriyoya iliĢkin sorunlar da benzer özellikler göstermektedir. Embriyonun hakları mülkiyet yani eĢya oluĢ üzerinden yapılamaz, nihayetinde bir hak sahipliği söz konusu olmasa da embriyo bir insan modelidir. Anne ve babanın embriyo ile olan iliĢkisini kiĢilik hakkı kapsamında ele alabiliriz. Ancak kiĢi olmaya iliĢkin yasal koĢullar ―tam ve sağlam doğma‖ koĢulu ile ilgilidir. Bu durumda embriyo olsa olsa ―kiĢi adayı‖ sıfatındadır (Dursun, 2012: 155 vd). Çünkü anne rahmine düĢüldüğü andan baĢlayacak süreç tam ve sağlam doğma koĢuluna bağlanmıĢtır. Bu durumda embriyonun sperm ve yumurta olarak birleĢtiği an (tüpte veya baĢka usulde) kiĢi adaylığını baĢlatır. Embriyonun dondurularak saklanması, ticari amaçla kullanılması, çocuk sahibi olma amacı dıĢında örneğin tıbbi araĢtırmalar için kullanılmasına iliĢkin sorunlar da hukuksal açıdan önem taĢımaktadır.8 Kural olarak embriyonun geleceğini belirtme hakkı eĢlerindir. Bu belirlenim de embriyonun kiĢilik hakları çerçevesinde korunduğunu göstermektedir. Embriyo, cenin, cenin parçaları ve kök hücre vücuttan ayrılmıĢ organlardan farklıdır. Çünkü embriyo vücut bulabilir bir bütünlüktür. Ceninden alınan kök hücreler biyomedikal uygulamalar açısından ufuk açıcıdır, bunların tıbbi araĢtırmaya konu olması hususundaki aĢırı tutuculuk insanlığın geleceği açısından zorluk da doğurabilir. ġimdiye kadarki açıklamalar beden, beden parçaları ve nihayetinde embriyoya iliĢkin konular açısından beden üzerindeki hakların ele alınmasıdır. Acaba aynı tartıĢmaları ölmüĢ beden açısından yaptığımızda ne tür hukuksal problemlerle karĢılaĢabiliriz? Cesedin hukuki niteliği de eĢya sayılıp sayılmayacağı üzerinden tartıĢılmaktadır. Ölüm ile kiĢilik sona erdiği için kiĢilik hakları açısından konunun değerlendirilmesi güçtür. Bu tartıĢmanın önemli bir noktası da ―ölüm anı‖ kavramıdır. Özellikle organ nakli ve tıbbi müdahale açısından ölüm anı da önem taĢımaktadır. Türk hukuku açısından hukuki çerçeve 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun‘dur. Yasa, tıbbi ölüm halinden 11. maddede ―bilimin ülkede ulaĢtığı düzeydeki kuralları ve 7 249 Cal Rptr. 494 (Court of Appeals; 1990, 271 Cal Rptr 146. (California Supreme Court), Kararın değerlendirilmesi ile ilgili bkz. (Harris, 1996:78vd). 8 Konunun hukuki çerçevesi Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezleri Yönetmeliğidir (son hali 11 Ocak 1998 değiĢikliğidir Resmi Gazete 23227) 182 yöntemleri uygulanması‖nda bahsetmektedir. Hukuksal açıdan biyolojik ölüm ve beyin ölümü arasında bir ayrım gözetilmektedir. Tıbbi açıdan geri dönüĢümün olmadığı nokta beyin ölümüdür. Cesedin bir insandan arta kalan oluĢundan hareket eden kiĢilik bakiyesi teorisi cesedin hukuki niteliğini yasal düzenlemelerle de desteklemektedir. Mezara saldırının, cesede yapılacak muamelelerin hukuki düzenlemeye konu olmasını bu hususa bağlamaktadır. Bir diğer görüĢ ise cesedi kendisine has bir varlık olarak sayan görüĢtür. Bu görüĢ özellikle yakınlarının cesetle iliĢkisi üzerinden hukuki değerlendirme yapmaktadır. Türk hukuku açısından ölünün yakınlarının ceset üzerinde sınırlı tasarruf hakkı vardır. 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun‘un 14. Madde özel bir düzenleme ile kaza, doğal afetler sonucu ölenlerin yanında herhangi bir yakını yoksa doku ve organları alınabiliyorsa rıza aranmaksızın organ veya dokuları nakledilebilir. Bu düzenlemenin gerekçesi tıbbi zorunluluk ve ivedilik halleridir. Yasanın düzenlemesi kural olarak kiĢinin ölmeden önceki beyanları veya yakınlarının iznini öncelemektir. Yasa 15. madde ile de ceset parçaları üzerindeki her türlü tasarrufun ahlaka, kamu düzenine, kanunun emredici hükümlerine ve kiĢilik haklarına aykırı bir biçimde iĢlem yapılamayacağıdır. Ceset üzerinde ölenin yakınlarının mülkiyete benzer mutlak bir hakları olduğu kabul edilir. Örf ve adetlerde bunların bulunmadığı durumlarda hâkim, ceset üzerindeki hakkın içeriğini belirler. Diğer yandan ölen kimsenin vücut parçaları üzerinde ölüm sonrası tasarruf durumu daha belirsizdir. Ölenin vasiyet aracılığı ile bedeni üzerindeki tasarrufu imkân dâhilindedir veya yetkilendirdiği kiĢiler bu imkânı kullanabilir. Bazen de ölü beden, eĢya olarak değerlendirilmektedir (Ataay, 1996: 25 vd). Örneğin Mısır mumyalarının veya eski mumyaların ticarete konu olabilmesi bu açıdan ele alınabilir. Ancak ölü beden ve parçaları hususundaki hukuksal tartıĢmaların daha çok yerel hukuklar ve örf ve adet hukuku çerçevesinde değerlendirilmekte olduğunu da ekleyelim. Bir baĢka husus ise anatomi bilgisi açısından tıp fakültelerinin ihtiyaç duyduğu ölü bedenlerle ilgilidir. Bu tür bedenler de daha çok kimsesiz olanlardan temin edilmektedir. Bunun istisnası kiĢinin yaĢarken bu tür incelemeler için cesedini tıp fakültelerine veya tıbbi araĢtırma enstitülerine bağıĢlamasıdır. Bu tür irade açıklamaları da kiĢilik hakkı çerçevesinde ele alınır (Ataay, 1996: 26 vd). Sonuç olarak kiĢinin bedeni üzerindeki hakları konusu bedenin tümü ile ilgili haklar açısından tedavi amaçlı yapılan müdahalelerde ―açık rıza‖ ilkesi çerçevesi ile sınırlı tutulmuĢtur. Uluslararası belgeler ile iĢ hukuk uygulamaları açısından bir paralellik vardır. Koruma genel anlamda ―kiĢilik hakları‖ çerçevesinde ele alınan özüne dokunulamaz haklar kategorisi içindedir. Bedenin parçaları üzerindeki haklar da vücuda zarar vermeksizin ayrılabilen veya tıbbi müdahaleyi zorunlu kılan parçalar ayrımı üzerinden değerlendirilmektedir. Genetik ve embriyoya iliĢkin hususların da bu paragrafta ele alınan konu ile paralelliği açıktır. Ceset üstünde haklar ise artık açıkça bir kiĢilik hakkından bahsedilemeyeceği için kiĢinin yaĢarken yaptığı irade beyanları veya yasada sayılan yakınlarının tasarrufları çerçevesinde değerlendirilmektedir. Konunun sosyoloji kongresi çerçevesinde ele alınma sebepleri burada tartıĢılan pek çok hukuksal konunun değiĢen yaĢam koĢulları nedeniyle düzenleme esaslarında yaĢanan büyük farklılaĢmaya iĢaret etmek içindir. AraĢtırmanın baĢında iĢaret etmiĢ olduğumuz antropolojik giriĢte ipuçlarını bulabileceğimiz beden-ruh farklılaĢması günümüzde artık klasik ayrımdan farklı olarak ―bedenlileĢme‖ ve ―bedenli benlik‖ nitelendirmeleri üzerinden okunmaktadır. Bu farklılaĢma hukukun klasik anlamda koruma alanı içine almıĢ olduğu ―kiĢilik hakları çerçevesinde koruma‖nın yetersizliğinin açık ifadesini oluĢturmaktadır. Tarihsel olarak mülkiyet hakkı üzerinden değerlendirilen kiĢinin bedeni üzerindeki hakları modern zamanlarda kiĢilik hakları koruması altında ĢekillenmiĢken değiĢen biyotıp beden, beden parçaları, embriyo ve ölü beden üzerindeki hakların yeni bir hukuksal refleksle korunmasını gerekli kılmaktadır. 183 Hukukun, mülkiyet hakkı, kiĢilik hakkı ve mülkiyet hakkı konusundaki çeĢitli hükümlerle korumaya çalıĢtığı ―kiĢinin bedeni üzerindeki hakları‖ konusu geliĢen teknoloji ile birlikte giderek geniĢleyerek ve yeni düzenlemeleri talep edecek bir alan olmaya aday gözükmektedir. KAYNAKÇA Ataay, A. (1996). ―Vücut (Beden) ve Ceset Üzerindeki Hak‖, Mukayeseli Hukuk Araştırmaları Dergisi, No: 20, s.25-28. Ayan, M. (1991).Tıbbi Müdahalelerden Doğan Hukuki Sorumluluk, Ankara: Kazancı Yayınları. Bayraktar, K. (1972).Hekimin Tedavi Nedeniyle Cezai Sorumluluğu, Ġstanbul: Sermet Matbaası. Bourdieu, P. (2004).Pratik Nedenler çev. Hülya Tanrıöven, Ġstanbul: Hil Yayınları. Cain, A. S. P. (2000). ―Property Rights in Human Biological Materials: Studies in Species Production and Biomedical Technology‖, Arizona Journal of International and Comparative Law, Cilt: 17, No: 2. Csordas, T. J. (1990). ―Embodiment as a Paradigm for Anthropology‖, Ethos, Cilt: 18, No: 1, s.5-47. Douglas, M. (2005).Saflık ve Tehlike, çev. Z. Ayhan, Ankara: Metis Yayınları. Dursun, S. A. (2012).Eşya Kavramı, Ġstanbul, On Ġki Levya Yayıncılık. Foucault, M. (2010).Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Tanrıöven, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları. Helvacı, S. (2006).Gerçek Kişiler, Ġstanbul: Arıkan Basım Evi. Harris, J. W. (1996). ―Who Owns My Body‖, Oxford Journal of Legal Studies, Cilt: 16, No: 1, s.5584. Kataoğlu, T. (2006). ―Türk Hukukunun Bir Parçası Olarak Avrupa Konseyi Ġnsan Hakları ve Biyotıp SözleĢmesi‖, AÜHFD, Cilt: 55, No: 1, s.157-193. Locke, J. (1952).Second Treatise of Government, New York: Liberal Art Press. Turner, B. (1992).Regulating Bodies: Essays in Medical Sociology, London: Routledge. Yıldırım, M. F. (2007). ―Gen Analizleri ve KiĢilik Haklarının Korunması‖, EÜHFD, Cilt: 11, No: 3-4, s.383-402. 184 ĠNSAN HAKLARI BAKIMINDAN YENĠ TÜRK CEZA KANUNUNDA DEĞĠġEN SUÇ SĠSTEMATĠĞĠ 1 Seren DĠKEL2 ÖZET Suç ve cezanın olmadığı bir toplum düĢünülemez. Suç toplumun gerçeğidir. Neyin suç olduğu kanunlar aracılığıyla ―hukuk‖ tarafından belirlenir. Hukuk düzeni, suç karĢısında diğer toplumsal kontrol araçlarından sonra en son çare olarak cezaya baĢvurur. Toplumsal düzenin sağlıklı bir Ģekilde devamının sağlanabilmesi için devletten suçun soruĢturulma, yargılanma ve cezanın infazı aĢamalarında ―adaleti‖ gerçekleĢtirmesi beklenmektedir. Bunun nedeni bütün bu aĢamalarda, insan hak ve özgürlüklerine zorunlu olarak bir müdahalenin söz konusu olmasıdır. Bu müdahaleler keyfi olamaz. Suç ve cezalar, belirli bir sistemle düzenlenirler. Suçları sistematik bir Ģekilde sınıflandırmayı amaçlayan bir kanundan suçların hukuki konusunu temel alarak normun yorumlanmasını sağlaması beklenmektedir. Bu çalıĢmada yeni Türk Ceza Kanununun eski Türk Ceza Kanunuyla karĢılaĢtırılarak suç sistematiğini meydana getiren suçlar ve gerekçeleri incelenip konu bağlamında yeni Türk Ceza Kanununda değiĢen suç sistematiğinin kanunun hedefindeki özellikle kiĢi hak ve özgürlüklerindeki değiĢime ne Ģekilde etki ettiğinin incelenmesi amaçlanmaktadır. ÇalıĢmanın odak noktası, ceza hukukunun temel görevi olarak suç sistematiğiyle suç ve cezanın esaslarının insan hakları bağlamında belirlenip ilan edilmesini sağlama yöntemlerinin analizidir. Bu makale suç politikasını temsil edecek Ģekilde kanunlarda belirli bir sistemle düzenlenen Eski ve Yeni Türk Ceza Kanunun suç sistematiklerini incelemektedir. Anahtar sözcükler:Suç sistematiği, suç politikası, TCK. ABSTRACT It‘s impossible to imagine a society without crime and punishment. Crime is a reality of the society. ―Jurisprudence‖ determines what is a crime in terms of laws. Legal system appeals to punishment as a final corrective choice after depleting all other social control means against crime. It‘s expected that the State will fulfill ―the justice‖ through all the phases of investigation, trial and enforcement of the retribution in order to secure the perpetuity of the social order in a reliable manner. This is crucial because an unavoidable intervention to human rights and freedom is required during all these phases. The so-called interventions may not be arbitrary. Crime and punishment are organized according to a specific system. It‘s expected that a law whose purpose is the systematic classification of crime, should construe the norm by taking the legal aspect of the crime as basis. In this paper, the New Turkish Penal Law has been compared to the Old Turkish Penal Law, analysing offenses that constitute the crime systematic and their justifications, as well as the effect of the New Turkish Penal Law with its altered crime systematic on the personal rights and freedom, which are the main aim of the changes. The focus of the study is the analysis of the methods aiming to establish and proclaim guidelines about crime and punishment as well as crime systematic as the main duty of the penal law within the context of human rights. The article examines crime systematics of 1 765 sayılı TCK‘na hâkim olan düĢünce Tabii hukuk düĢüncesidir. Dolayısıyla, suçların tasnifi suçun hukuki konusu düĢüncesine göre belirlenmiĢtir. 1930 Ġtalyan Ceza Kanununun etkisinde kalmakla beraber döneminde ―fert devlet içindir‖ düĢüncesine sadık kalmayan 765 sayılı TCK ―devlet fert içindir‖ düĢüncesiyle ―hürriyet aleyhine iĢlenen cürümler‖ kategorisine yer vermiĢtir. Ġkinci Dünya SavaĢından sonra giderek karmaĢıklaĢan toplumsal yapılar ve insan haklarının üstün bir değer olarak kabulü ve teknolojik geliĢmeler 765 sayılı TCK‘da köklü değiĢikler yapılması gereğini doğurmuĢtur. Yeni toplumsal geliĢmelere karĢı yetersiz kalmasından dolayı kanun, yürürlükten kalkıncaya kadar çeĢitli değiĢikliklere uğramıĢ, hukuki konusu göz ardı edilerek yeni suç kategorileri eklenmiĢtir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu‘nun ilk maddesinde belirlenen amacı, kiĢi hak ve özgürlüklerini, kamu düzenini ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barıĢını korumak ve suç iĢlenmesini önlemektedir. 2 ArĢ.Gör.; Çukurova Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı. 185 the Old and New Turkish Penal Laws, which have been organized according to a specific legal system in a way to represent the crime policy. Keywords: Crime systematic, crime policy, Turkish Penal Law. GĠRĠġ Suçun olmadığı bir toplum düĢüncesi ütopiktir. Dolayısıyla, suç ve ceza toplumun gerçeği ve insanın yazgısıdır (Hafızoğulları ve Özen, 2012: ix). Hukuka aykırı bir fiilin suç haline gelmesinin temelinde suçun hukuki konusu, ihlal edilen toplumsal ya da beĢeri bir varlık alanının bulunması gerekmektedir. Suçun bir ihlal fiili olmasından hareketle, suç hukuki bir değer veya menfaati ihlal etmektedir (Hafızoğulları ve Güngör, 2007: 22). Dolayısıyla, suçla ihlal edilen, ceza ile korunarak hukukilik kazanan beĢeri değer veya menfaat, suçun hukuki konusunu oluĢturmaktadır (Hafızoğulları ve Güngör, 2007: 23). Suç, hukuk düzeninin en son çare olarak ceza ile koruduğu hukuki değerlerin ihlal edilmesidir ve ceza ile misilleme sağlanmıĢ olur (Dannecker, 2006a: 358). Ancak, burada her toplumsal değerin değil ancak Anayasa ile hukuki değer ve menfaat niteliği kazanmıĢ olan koruma altına alınan toplumsal-beĢeri değerlerin suç sayılarak cezalandırılması söz konusudur (Hafızoğulları ve Güngör, 2007: 22). Buradaki amaç kiĢisel yararı korumak olduğu kadar sosyal düzenin devamını da sağlamaktır. Hukuku gerçekleĢtirmede genel amacın kamu yararının sağlanması olduğu noktasından hareketle, devlet suçu ve suçluyu cezalandırarak kamu yararını telafi etmiĢ olur. Toplumsal düzenin devamı için devletten suçların önlenmesi, iĢlendiğinde soruĢturulması, sanıkların adil bir Ģekilde yargılanması ve suçlu bulunarak mahkûm edilenlerin cezasının infazı beklenmektedir (Sözüer, 2013:7). Bütün bu aĢamalarda ise, insan hak ve özgürlüklerine zorunlu olarak bir müdahale söz konusudur (Sözüer, 2013:7). Ancak, tarihi geliĢim ve insanlığın kazanımları sonucunda kanun koyucunun geliĢi güzel her hangi bir davranıĢı suç haline getiremeyeceği sonucu bugün ulaĢılan hukuk devletinin baĢlıca niteliğidir. Devlet, keyfi cezalandırma yapamaz. Kanunilik ilkesi gereği kanunsuz suç ve ceza olamayacağı için özgürlükleri yakından etkileyen ceza hukukuna iliĢkin suçun ve cezalandırılmanın esaslarının insan hakları bağlamında belirlenip ilan edilmesi gerekir. Genelde hukuk normları ve özelde ceza hukuku normları bazı ihtiyaçlara göre inĢa edilir. Toplumsal ihtiyaçların giderilmesi de hukukun baĢlıca boyutlarından biridir ve bu ihtiyaçların çağdaĢ dünyada insan hakları perspektifine aykırı olmaması gerekmektedir. Toplumların üst yapısını oluĢturan hukukun toplumsal ihtiyaçlar doğrultusuna değiĢimi gerekmektedir. Dolayısıyla, hukukun koruduğu toplumsal değerler de mutlak değiĢmez bir yapı sergilemezler, toplumun evrimiyle birlikte değiĢir ve Ģekillenirler (Hafızoğulları ve Güngör, 2007:25). Yukarıda da belirttiğimiz gibi hukuki değerlerin kaynağı öncelikle anayasadır. Ancak, ceza hukuku anayasa hukukunun uygulaması, ceza muhakemesi ise anayasanın sismografı olma nitelikleri açısından hukuki değerlerin korunması ve düzenin sağlanmasında çok önemlidirler(Sözüer, 2013: 8). Türk Ceza Kanununun amacı; kiĢi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barıĢını korumak, suç iĢlenmesini önlemektir. Bu amacın gerçekleĢtirilmesi için ceza sorumluluğunun temel esasları, suçlar, ceza ve güvenlik tedbirleri kanunda, normatif bir çerçeve Ģeklinde düzenlenmiĢtir. Öte yandan, muhakeme süreci neticesinde hükmedilen ceza hukuku yaptırımları yanında soruĢturma ve kovuĢturma sürecindeki iĢlem ve tedbirlerle de kiĢi hak ve özgürlüklerine müdahaleler söz konusudur (Sözüer, 2013: 7). Bu anlamda, Ceza hukuku, kiĢi hak ve özgürlüklerine diğer hukuk dallarından çok daha ağır nitelikte müdahalelerde bulunmaktadır (Sözüer, 2013:7). Dolayısıyla neyin suç ve neyin kanuna aykırılık olduğu Türk Ceza Kanunu aracılığıyla ―hukuk” tarafından belirlenir. Bu belirlenim 765 sayılı Eski Türk Ceza Kanunundan farklı olarak 5237 sayılı Ceza Kanunu‘nda; Uluslararası Suçlar, KiĢilere KarĢı Suçlar, Topluma KarĢı Suçlar, Millet ve Devlete Suçlar Ģeklinde bir sistematikle düzenlenmiĢtir. 186 Bu düzenleniĢin sebebi ise değiĢen toplumsal yapıların suç sistematiğinin sosyal düzeni sağlamada toplumsal süreç içinde ve kültürel temelde, özellikle insan hak ve özgürlükleri bağlamında yeniden formüle etmeyi gerekli hale getirmesidir (BektaĢ, R., 2009:670). 1.SUÇ SĠSTEMATĠĞĠ NEDĠR? Devletin görevi olarak kiĢi hak ve özgürlüklerinin korunmasında kanun koyucunun öncelikle yapması gereken suç politikasını oluĢtururken temel ilkeleri dikkate almaktır (Sözüer, 2013:11). Bu temel ilkeler 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu için, kanunilik, örf ve âdete göre cezalandırma yasağı, belirlilik ilkesi, kıyas yasağı ve geçmiĢe yürüme yasağını kapsayan hukuk devleti ilkesi, kusur ve insanilik ilkeleri olarak kabul edilmektedir (Sözüer, 2013:14). Doktrinde ceza hukuku dogmatiği ve suç politikası anlamında da kullanılan suç sistematiği ceza kanunun fihristi ve künyesidir. Ayrıca, dar anlamdaki ceza hukuku bilimine dâhildir (Sözüer, 2013:8). Suç sistematiği sadece çeşitlilik gösteren suç tiplerini gruplar ve alt gruplar halinde toplamak suretiyle onlara hâkimiyet sağlamak şeklindeki dogmatik ve didaktik yararlar yönünden değil aynı zamanda suç tiplerinin bilinmesi ve bunların esasının ve ilgili oldukları normların değer ve işlevlerinin belirlenmesini gerekli kıldığı için de önem taşır (Özar, 2006:99). Suçların hangi hak ve değere yönelik iĢlenmiĢ olduğu sorusunun cevaplarının gruplandırılması ceza kanunun sistematiğini meydana getirmektedir (Özar ,2006:101). Suç politikası kavramı, politik düzenleme alanına suçluluğu değil, bilakis onun kontrolünü gizler. Suç politikası, ceza hukukunun müdahalesinin nasıl ve ne üzerine olup olmayacağına karar verirken temel kategorileri hukuki konuya göre yapan esaslı kontrol politikasıdır (DemirbaĢ, 2012:18). Suç politikasından, toplumun ve her bir bireyin korunmasına, suçlulukla mücadeleye ve suçluluğun engellenmesine yönelmiĢ tüm devlet tedbirlerinin bütünü anlaĢılır (DemirbaĢ, 2012:18). Suç politikasının sorduğu soru ceza hukukunun toplumu en adil Ģekilde nasıl koruyabildiği ve suçun gerçekleĢmesine uygun olarak vatandaĢların hakkını gereksiz Ģekilde sınırlamamak adına suç tiplerinin özelliklerinin doğru olarak nasıl sıralanacağıdır ve bu anlamda suç sistematiğinin kendisini de meydana getirir (Dannecher, 2006a:78). Dolayısıyla kanunun sistematiği kanunun yorumlamayı sağlayan ve kanun koyucunun suç politikasını ve stratejisini gösterebilen bir araçtır (Özar, 2006:100). Ceza yorumcusu ve uygulayıcısı ceza kanunundaki bir maddenin düzenlenme amacının ne olduğuna ve nasıl değerlendirileceğine suç sistematiğindeki kategorisine göre tespit edebilecektir (Özar, 2006: 99). Dolayısıyla, Eski ve Yeni ceza kanunlarındaki suç sistematiğinin temeli korunan hakların sınıflandırılmasına dayanmaktadır (Özar,2006: 101). Ceza hukuku biliminin çekirdeği olarak ceza hukuku dogmatiği, yürürlükteki hukukun uygulanmasını da içerir (Dannecher, 2006a:71). ―Ceza hukuku dogmatiği bu değerlendirme sistemi içinde, eşit davranmanın ve hukuksal güvenliğin, kısaca hukukun tasavvur edilebilirliği ve hukuksal ilkeler altında olayların kesin içtimaı vasıtasıyla, maddi vakıalarla katı bağlılığın güvenceye alınmasını içermektedir.‖ (Dannecher, 2006a:72). Ceza hukuku dogmatiği, ceza hukukunun tarihine, hukuk felsefesine ve hatta Avrupa Konseyi‘nin, BirleĢmiĢ Milletler‘in çok sayıdaki uluslararası sözleĢmesi karĢısında giderek büyük bir anlam kazanan karĢılaĢtırmalı hukuka hizmet etmektedir (Dannecher, 2006a:72). Suç politikası, suçun nedenlerini oluĢturup saptamakta ve suç gerçekliğine tekabül etmek için suç tiplerinin unsurlarının nasıl doğru biçimde oluĢturulması gerektiğini tartıĢmaktadır (Dannecher, 2006a:76). Ayrıca, ceza hukukunda kullanılan yaptırımların etkilerini saptamak ve vatandaĢın özgürlük alanını gerekli olandan daha fazla kısıtlamamak için ceza hukukunun alanının geniĢletilmesi açısından kanun koyucunun sınırlarının ne olduğunu saptamayı da denemektedir (Dannecher, 2006a:76). Ceza hukukunun reformu, suçla mücadelede düzenin sağlanması ve gerçekleĢtirilmesini kapsayan suç politikasının ve suçlulukla mücadele düzenlemelerinin gerçekleĢmesini kapsayan suç siyasetinin konusudur (Dannecher, 2006b:371). Burada Avrupa ülkelerinin çoğunun ceza kanunlarında bulunan modern ceza hukukunun temelini oluĢturan genel hükümlerin kural ve ilkeleri üzerindeki çalıĢmaların önemi ortaya çıkar (Dannecher, 2006b:372). Bu bağlamda anayasal ve insan haklarına iliĢkin ilkelerin bağlantısı ve Avrupa çapındaki mutabakat ve bunlarla uyum sağlayabilen prensipler en önemli gerekliliklerdir (Dannecher, 2006b:372). Bir diğer gereklilik olarak ise, olası düzenleme modellerinin tam ve sadece hesaplanmıĢ istisnalarla, en az ihlale olanak verecek Ģekilde yapılmasıdır (Dannecher, 187 2006b:374). Bu noktada hukuku düzenleyen ve kaçınılmaz olan yapıların varlığının mevcudiyeti sorusu önem taĢımaktadır (Dannecher, 2006b:373). Ceza kurumunun uluslararası anlamı çerçevesinde uyum sağlayacak ortak noktalar yaratılması, düĢünce biçimleri ve alıĢkanlıkların yenilenmesi gerekmektedir (Dannecher, 2006b:373). Hukuk sistemi yalnızca birbiriyle maddi iliĢkisi bulunmayan yargı kararlarının bütününden oluĢsaydı, ceza hukuku dogmatiğinin bir anlamı olmazdı ve hukuk kurallarının yapılanması, yenilenmesi ve sistemleĢtirilmesini gerektiren bir disipline ihtiyaç duyulmazdı (Dannecher, 2006b:373). Ancak hukuk dogmatiği, çeliĢkisiz bir hukuk sistematiğini gerekli kılan ve yargı kararlarının kurallara bağlanması için düzenlemiĢtir. Bunun nedeni, yapısal devamlılığa ihtiyaç duyan hukuk düzenleri için ceza hukuku dogmatiğine olan kesin ihtiyaçtır. Yapısal devamlılığa ilişkin kurallar sisteminin hedeflenmesi, inşa edici, yenileştirici ve sistematize edici fonksiyonlarının dikkate alınmasını zorunlu kılarak, keyfilik ve hukuk karşıtlığını engellemiş olur (Dannecher, 2006a:76). 2. CEZA HUKUKU ĠÇĠN SUÇ SĠSTEMATĠĞĠNĠN ÖNEMĠ Suçu ve cezayı ortadan kaldırmak mümkün değildir. Bunun anlaĢılmasıyla cezalandırmanın amacı üzerine düĢünsel faaliyetler artmıĢ, geçmiĢten günümüze kadar ulaĢmıĢlardır. Kant, Hegel ve E.Brunner‘ın teorisi adalet duygusu zedelenen toplumun tepkisi olan intikamı uygun görmeyerek, adalet duygusunun yeniden kazanılması kavramını kullanırken, Hobbes, Beccaria, Bentham, Schopenhauer ve Feuerbach cezanın amacını çıkarların korunmasında görmüĢlerdir (Dannecher, 2006b:358). Bu bağlamda, Ceza hukuku teorilerine baktığımızda cezalandırmanın amaçlarına iliĢkin çeĢitli yaklaĢımlara rastlarız. Bunları genel olarak, cezayı mutlak bir amaç olarak suç sayılan eylem için verilmiĢ bir karĢılık olarak gören mutlak ceza yaklaĢımı, cezayı suçları önleyici, ıslah edici bir yöntem olarak gören faydacı yaklaĢım ve bu iki yaklaĢımı birlikte değerlendiren karma yaklaĢım olarak özetleyebiliriz (Sururi AktaĢ, 2009:1-24). Cezanın amacı, kendisi ile belirlenen iradeyle birlikte toplumsal olarak toplumun varlığına, sürekliliğine iliĢkin koĢulların güvencesine yöneliktir (Hafızoğulları ve Özen, 2012:3). Ancak bu amacın günümüzde toplumun ilerlemesi, geliĢmesi koĢullarının güvence altına alınmasını da sağlayabilmesi önemlidir (Hafızoğulları ve Özen, 2012:3). Güvence altına alınacak ortak yaĢam, toplumda insan hayatı, ortaklaĢa yaĢamak ve birlikte var olmak olgularını içermektedir (Hafızoğulları ve Özen, 2012:4) Ceza hukuku açısından beĢeri davranıĢın normu olarak, Kanun bildirme ve belirtme niteliğinden çok yaptırma, emretme niteliğine sahiptir. Emretmenin dildeki ifadesi ise normatif önermelerdir (Hafızoğulları ve Özen, 2012:4). Dolayısıyla, normatif bir önerme olarak kanunun temel niteliği ihlal edilebilir olmasıdır (Hafızoğulları ve Özen, 2013:21). Bunun nedeni ihlalsiz suçun olmayıĢı, diğer bir deyiĢle her suçun kural olarak bir değer ya da menfaatin ihlalini gerektirmesidir (Hafızoğulları ve Özen, 2012:22). Ceza Hukuku toplumsal kurumlar arasında önemli bir yere sahiptir. Ülke içi barıĢı ve değerlerin adil paylaĢımına iliĢkin güvenceyi sağlamasıyla beraber sosyal hukuk devletinin temelinde yer alan bireyin özgürlüğü için de gerekli koĢulları sağlamaktadır (Roxin, 2006:55). Modern Ceza Hukukunun kurucusu sayılan Hugo Grotiou‘a göre, ceza hukuku düzenli ortak yaĢam için bir ihtiyaçtır. Ġnsanlar varoluĢları gereği değiĢim, ortak yaĢam ve güvene ihtiyaç duyarlar (Roxin, 2006:56). Dolayısıyla, ceza hukuku bu ihtiyaçları barıĢ ve düzen içerisinde sağlamak için gerekli toplumsal kontrol sistemleri arasında temel bir öneme sahiptir (Roxin, 2006:78). Bunun nedeni ise ceza hukukunun ana konusunun topluma uymayan davranıĢları önlemek oluĢudur (Dannecher, 2006b:356). Ceza hukukunun kötüye kullanımlarını engellemek ve ceza hukukunun kiĢi hak ve özgürlüklerin güvencesi olmasını sağlamak amacıyla, demokratik hukuk toplumlarında evrensel nitelikli ilkeler oluĢturulmuĢtur (Sözüer, 2013:10). Winfried Hassamer‘e göre ceza hukuku, kültüre kuvvetli Ģekilde bağlı olan ve bu nedenle kültürler arasında hareket etmesi mümkün olmayan bir hukuk alanıdır (Sözüer, 2013:11). Örneğin suçu belirlerken kendi emir ve yasaklarının bağlayıcılığından hareket ederek diğer kültürlerden gelen yabancılardan bu emir ve yasaklar hakkında bilgi sahibi olmalarını bekler (Dannecher, 2006b:353355). Ceza hukuku biliminin bakıĢ açısının ne olduğu sorusuna verilecek cevap, cezanın amacıyla iliĢkilendirilmiĢ olarak ulusal veya uluslararası ceza hukuku dogmatiğine kadar uzanır (Dannecher, 2006a:76). 188 Buradan hareketle, ceza hukukunun görevi, sosyo-kültürel ve tarihsel açıdan geleneksel özelliklere dayanan Birlik hukukunun ulusal sınırlarını oluĢturmaktadır diyebiliriz. Ayrıca, topluluk yararına yorum yoluyla ulusal ceza hukuku açısından topluluk hukukuna iliĢkin önkoĢulları dikkate almak da ceza hukuku dogmatiğinin ödevidir (Dannecher, 2006a:76). 3. ESKĠ VE YENĠ TÜRK CEZA KANUNLARINDAKĠ SUÇ SĠSTEMATĠKLERĠNĠN KARġILAġTIRILMASI Türk Hukuk Düzeni ―temel norm‖ ya da bir ―kurucu iktidar iĢlemi‖ niteliği taĢıyan Anayasanın ilk üç maddesinin koyduğu ―demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti‖ ilkelerinin oluĢturduğu etiksiyasi düzene aykırı olamaz (Hafızoğulları ve Özen, 2012:7). Temelinde 1889 tarihli Ġtalyan Ceza Kanunu yatan, kaynağı Aydınlanma dönemi ceza kanunları olan (Hafızoğulları ve Özen, 2013:8) 1926 yılında yürürlüğe giren ve 60 defadan fazla değiĢikliğe uğrayan (Roxin ve Ġsfen, 2006:277) ancak her defasında omurgası korunan Hafızoğulları ve Özen, 2013:8).765 Sayılı Mülga Türk Ceza Kanunundaki suç sistematiği on kategori Ģeklinde tasnif edilmiĢtir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:9). Bunlar; Devletin ġahsiyetine KarĢı Cürümlerdir, Hürriyet Aleyhinde ĠĢlenen Cürümlerdir, Devlet Ġdaresi Aleyhinde ĠĢlenen Cürümler, Adliye Aleyhinde Cürümler, Ammenin Nizamı Aleyhine ĠĢlenen Cürümler, Ammenin Ġtimadı Aleyhinde Cürümler, Ammenin Selameti Aleyhinde Cürümler, Adabı Umumiye ve Nizamı Aile Aleyhinde Cürümler, ġahıslara KarĢı Cürümler, Mal Aleyhinde Cürümler Ģeklinde sıralanmıĢtır. En son Babı oluĢturan ―biliĢim alanında suçlar‖ ise bağımsız bir suç kategorisi olarak kanuna sonradan eklenmiĢtir (Artuk, Gökcen ve Yenidünya, 1998: 37-629). Ayrıca kanunda kabahatler cürümlere paralel olarak tasnif edilmiĢtir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:8). 765 sayılı TCK‘na hâkim olan düĢünce Tabii hukuk düĢüncesidir. Dolayısıyla, suçların tasnifi, suçun hukuki konusu düĢüncesine göre belirlenmiĢtir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:8). 1930 Ġtalyan Ceza Kanununun etkisinde kalmakla beraber döneminde ―fert devlet içindir‖ düĢüncesine sadık kalmayan 765 sayılı TCK ―devlet fert içindir‖ düĢüncesiyle ―hürriyet aleyhine iĢlenen cürümler‖ kategorisine yer vermiĢtir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:9). Ġkinci Dünya SavaĢı‘ndan sonra giderek karmaĢıklaĢan toplumsal yapılar ve insan haklarının üstün bir değer olarak kabulü ve teknolojik geliĢmeler 765 sayılı TCK‘da köklü değiĢikler yapılması gereğini doğurmuĢtur. Yeni toplumsal geliĢmelere karĢı yetersiz kalmasından dolayı kanun, yürürlükten kalkıncaya kadar çeĢitli değiĢikliklere uğramıĢ, hukuki konusu göz ardı edilerek yeni suç kategorileri eklenmiĢtir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:9). 765 sayılı Türk Ceza Kanununda belirlenmeyen amaç maddesinden faklı olarak 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu‘nun ilk maddesinde belirlenen amacı, kiĢi hak ve özgürlüklerini, kamu düzenini ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barıĢını korumak ve suç iĢlenmesini önlemektedir (Roxin ve Ġsfen, 2006:277). Yeni Türk Ceza Kanunu, suçları ―özel hükümler‖ adı altında dört kısımda tasnif etmiĢtir (Hafızoğulları ve Özen,2013:8). Özel hükümler kısmında; Uluslararası Suçlar; soykırım ve insanlığa karĢı suçlar, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti suçları olarak belirtilmiĢtir. KiĢilere karĢı suçlar ise; hayata karĢı suçlar, vücut dokunulmazlığına karĢı suçlar, iĢkence ve eziyet suçu, koruma gözetim, yardım veya bildirim yükümlülüğünün ihmali, çocuk düĢürtme, düĢürme veya kısırlaĢtırılma suçları, cinsel dokunulmazlığa karĢı suçlar, hürriyete karĢı suçlar, Ģerefe karĢı suçlar, özel hayata ve hayatın gizli alanına karĢı suçlar, malvarlığına karĢı, suçlar Ģeklinde sıralanmıĢtır (Özbek, Kanbur, Bacaksız v.d., 2010:9). Yeni Ceza Kanununun üçüncü kısmın da ise topluma karĢı suçlar yer almaktadır. Bu kısmın bölümleri, genel tehlike yaratan suçlar, çevreye 189 karĢı suçlar, kamunun sağlığına karĢı suçlar, kamu güvenine karĢı suçlar, kamu barıĢına karĢı suçlar, ulaĢım araçlarına veya sabit platformlara karĢı suçlar, genel ahlaka karĢı suçlar, aile düzenine karĢı suçlar, ekonomi, sanayi ve ticarete iliĢkin, biliĢim alanına iliĢkin suçlar Ģeklindedir. Bir diğer kısım olan millete ve devlete karĢı suçlar ise kamu idaresinin güvenilirliğine ve iĢleyiĢine karĢı, adliyeye karĢı, devletin egemenlik alametlerine ve organlarının saygınlığına karĢı, devletin güvenliğine karĢı, anayasal düzene ve bu düzenin iĢleyiĢine karĢı, milli savunmaya karĢı, devlet sırlarına karĢı suçlar ve casusluk, yabancı devletlerle olan iliĢkilere karĢı suçları içermektedir (Ġzzet Özgenç, 2005:775-1128). 765 sayılı mülga TCK ile 5237 sayılı TCK‘daki suç sistematiğinde insan hakları bağlamında öne çıkan bazı maddelerin karĢılaĢtırılması aĢağıdaki tabloda belirtilmiĢtir. 5237 SAYILI TÜRK CEZA KANUNU 5237 sayılı Vücut dokunulmazlığına karĢı iĢlenen suçlar için ağır cezalar öngörülmüĢtür (m. 86, 87, 88, 89). 765 SAYILI TÜRK CEZA KANUNU 765 sayılı Kanun üzerindeki eleĢtirilerden birisi de, insanın vücut bütünlüğünün, mala göre daha az korunduğu hususu idi. Bu tespit doğrultusunda Kanunda, vücut dokunulmazlığına karĢı iĢlenen suçlar bakımından, mala karĢı iĢlenen suçlara göre daha fazla cezalar öngörülmüĢtür. Madde 2. (1) Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz. Kanunda yazılı cezalardan ve güvenlik tedbirlerinden baĢka bir ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunamaz. (2) Ġdarenin düzenleyici iĢlemleriyle suç ve ceza konulamaz. (3) Kanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin uygulanmasında kıyas yapılamaz. Suç ve ceza içeren hükümler, kıyasa yol açacak biçimde geniĢ yorumlanamaz. Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma Madde 53. KiĢi, kasten iĢlemiĢ olduğu suçtan dolayı hapis cezasına mahkûmiyetin kanuni sonucu olarak; Sürekli, süreli veya geçici bir kamu görevinin üstlenilmesinden; bu kapsamda, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliğinden veya Devlet, il, belediye, köy veya bunların denetim ve gözetimi altında bulunan kurum ve kuruluĢlarca verilen, atamaya veya seçime tâbi bütün memuriyet ve hizmetlerde istihdam edilmekten, Seçme ve seçilme ehliyetinden ve diğer siyasî hakları kullanmaktan, Velayet hakkından; vesayet veya kayyımlığa ait bir hizmette bulunmaktan, Vakıf, dernek, sendika, Ģirket, kooperatif ve siyasî parti tüzel kiĢiliklerinin yöneticisi veya denetçisi olmaktan, Bir kamu kurumunun veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluĢunun iznine tâbi bir meslek veya sanatı, kendi sorumluluğu altında serbest meslek erbabı veya tacir Madde 1 – Kanunun sarih olarak suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilmez. Kanunda yazılı cezalardan baĢka bir ceza ile de kimse cezalandırılamaz. Suçlar; cürüm veya kabahattir. Madde20 – Hidematı ammeden memnuiyet cezası müebbet veya muvakkattir. Müebbeden Hidamatı ammeden memnuiyet: 1-Devairi intihabiyede müntehip veya müntehap olmaktan ve sair bilcümle hukuku siyasiyeden, 2- Büyük Millet Meclisi azalığından ve intihaba tabi olan veya devlet ve vilayet ve Belediye ve köy tarafından veya bunların teftiĢ ve murakabesi altında bulunan müessesat canibinden tevcih kılınan bilcümle memuriyet ve hizmetlerden, 3-Devletçe veya salahiyettar ilmi encümenlerce tevcih olunan rütbe ve unvan ve niĢan ve madalyalardan. 4- Bundan evvelki bentlerde beyan edilen niĢan, rütbe, unvan, sıfat, hizmet ve memuriyetlerden birinin bahĢettiği maaĢlı veya fahri her türlü hukuktan, 190 olarak icra etmekten, Yoksun bırakılır. KiĢi, iĢlemiĢ bulunduğu suç dolayısıyla mahkûm olduğu hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar bu hakları kullanamaz. Mahkûm olduğu hapis cezası ertelenen veya koĢullu salıverilen hükümlünün kendi altsoyu üzerindeki velayet, vesayet ve kayyımlık yetkileri açısından yukarıdaki fıkralar hükümleri uygulanmaz. Mahkûm olduğu hapis cezası ertelenen hükümlü hakkında birinci fıkranın (e) bendinde söz konusu edilen hak yoksunluğunun uygulanmamasına karar verilebilir. Kısa süreli hapis cezası ertelenmiĢ veya fiili iĢlediği sırada onsekiz yaĢını doldurmamıĢ olan kiĢiler hakkında birinci fıkra hükmü uygulanmaz. Birinci fıkrada sayılan hak ve yetkilerden birinin kötüye kullanılması suretiyle iĢlenen suçlar dolayısıyla hapis cezasına mahkûmiyet hâlinde, ayrıca, cezanın infazından sonra iĢlemek üzere, hükmolunan cezanın yarısından bir katına kadar bu hak ve yetkinin kullanılmasının yasaklanmasına karar verilir. Bu hak ve yetkilerden birinin kötüye kullanılması suretiyle iĢlenen suçlar dolayısıyla sadece adlî para cezasına mahkûmiyet hâlinde, hükümde belirtilen gün sayısının yarısından bir katına kadar bu hak ve yetkinin kullanılmasının yasaklanmasına karar verilir. Hükmün kesinleĢmesiyle icraya konan yasaklama ile ilgili süre, adlî para cezasının tamamen infazından itibaren iĢlemeye baĢlar. (6) Belli bir meslek veya sanatın ya da trafik düzeninin gerektirdiği dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla iĢlenen taksirli suçtan mahkûmiyet hâlinde, üç aydan az ve üç yıldan fazla olmamak üzere, bu meslek veya sanatın icrasının yasaklanmasına ya da sürücü belgesinin geri alınmasına karar verilebilir. Yasaklama ve geri alma hükmün kesinleĢmesiyle yürürlüğe girer ve süre, cezanın tümüyle infazından itibaren iĢlemeye baĢlar. 5- Mahküm olan kimsenin kanunu medeni hükmünce kendi füruu üzerinde haiz olduğu velayet hakkı müstesna olmak üzere velayet ve vesayete müteallik bir hizmette bulunmaktan, 6- Bundan evvelki bentlerde beyan edilen her türlü hakları, unvanları, rütbeleri, niĢanları, sıfatları, hizmet ve memuriyetleri ihraz ehliyetinden, Mahrumiyet hususlarıdır. Geçici olarak kamu hizmetlerinden yasaklanma cezası, hükümlünün, üç aydan üç yıla kadar yukarıda gösterilen siyasi haklar, hizmet, memuriyet, sıfat,rütbe ve niĢandan ve bunları ceza süresi içinde yeniden elde etmek ehliyetinden mahrumiyetidir. Hidematı ammeden memnuiyet cezasının bu hizmetlerden bazılarına hasr edildiği hallerle muayyen bir meslek veya sanatın icrasına Ģamil olduğu halleri kanun tayin eder. Madde 25 – Muayyen bir meslek ve sanatın tatili icrası üç günden iki seneye kadardır. Madde 33 – BeĢ seneden ziyade ağır hapis cezasına mahküm olanlar ceza müdetleri zarfında mahcuriyeti kanuniye halinde bulundurulur. Ve emvalinin idaresinde mahcurlar hakkındaki kanunu medeni ahkamı tatbik olunur. BeĢ seneden ziyade ağır hapse mahküm olan Ģahsın ceza müddeti zarfında babalık hakkından ve kocalık sıfatının bahĢettiği kanuni haklardan mahrumiyetinede hüküm verilebilir. Madde 34 – Bir cürüm ile katiyen mahkümiyet; kanunen siyasi bir hizmete intihap olunabilmek kabiliyetini selbettiği veya memuryetten mahrumyeti müstelzim olduğu takdirde azalık ve memuriyetin zevalinide mucip olur. Madde 35 – Kanunun tayin ettiği ahvalden maada resmi sıfatı veya icrası ait olduğu daireden verilecek ruhsatname ve Ģehadetname gibi vesikaya muhtaç olan bir meslek ve sanatı suistimal suretiyle iĢlenen cürüm 191 Hak yoksunlukları Madde 17. (1)Yukarıdaki maddelerde açıklanan hâllerde mahkeme, yabancı mahkemelerden verilen ve Türk hukuk düzenine aykırı düĢmeyen hükmün, Türk kanunlarına göre bir haktan yoksunluğu gerektirmesi hâlinde, Cumhuriyet savcısının istemi üzerine Türk kanunlarındaki sonuçlarının geçerli olmasına karar verir. ve kabahatlere müteallik hükümler mahkümun mahküm olduğu müddete veya cezayı nakdinin ademi tediyesinden dolayı ne miktar hapis cezası verilmek lazımgelirse o miktara muadil olacak ve yirminci ve yirmi beĢinci maddelerde muayyen müddetlerin azami hadlerini geçmiyecek bir müddetle muvakkaten hidematı ammeden memnuiyetini veya meslek ve sanatının tatilini dahi istilzam eder. Sair meslek ve sanatlar hakkında tatili icabettiren ahvali kanun tayin eder. Madde 41–Hidematı ammeden memnuiyet, veya muayyen bir meslek ve sanatın tatili cezası, gıyaben verilen kararlara müteallik ahkamı kanuniye müstesna olmak üzere, hükmün katileĢdiği tarihten baĢlar. Eğer hidematı ammeden memnuiyet veya bir meslek ve sanatın tatili ve sair ehliyetsizlik cezası Ģahsi hürriyeti tahdit eden diğer bir cezaya bağlı olur veya bir ceza mahkümiyetinin neticesi bulunursa asıl cezanın icrası müddetince devam etmekle beraber hüküm ilamında veya kanunda tayin edilen müddet ancak cezanın ikmal edildiği veya sakit olduğu günden baĢlar. Madde8– Bundan evvelki maddelerde beyan olunan ahvalde ecnebi mahkemeden verilen ve Türk kanunlarına muvafık bulunan hüküm Türk kanununca gerek asli ve gerek fer'i olarak hidematı ammeden memnuiyeti veya sair güna iskatı ehliyeti mucip bir cezayı mutazammın olduğu takdirde müddei umuminin talebi üzerine ecnebi memlekette hüküm olunan mahrumiyet ve iskatı ehliyet cezaları netayicinin Türkiye‘de dahi cari olacağına mahkeme karar verebilir. Müddei umuminin talebi üzerine mahkemece bir muamele yapılmazdan evvel mahkum dahi ecnebi mahkemesinden verilen hükmün Türkiye mahkemesince yeniden 192 Kast Madde 21. Suçun oluĢması kastın varlığına bağlıdır. Kast, suçun kanunî tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleĢtirilmesidir. (2)KiĢinin, suçun kanunî tanımındaki unsurların gerçekleĢebileceğini öngörmesine rağmen, fiili iĢlemesi hâlinde olası kast vardır. Bu hâlde, ağırlaĢtırılmıĢ müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda müebbet hapis cezasına, müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda yirmi yıldan yirmi beĢ yıla kadar hapis cezasına hükmolunur; diğer suçlarda ise temel ceza üçte birden yarısına kadar indirilir. Cezalar Madde 45. Suç karĢılığında uygulanan yaptırım olarak cezalar, hapis ve adlî para cezalarıdır. Mahsup Madde 63. (1) Hüküm kesinleĢmeden önce gerçekleĢen ve Ģahsî hürriyeti sınırlama sonucunu doğuran bütün hâller nedeniyle geçirilmiĢ süreler, hükmolunan hapis cezasından indirilir. Adlî para cezasına hükmedilmesi durumunda, bir gün yüz Türk Lirası sayılmak üzere, bu cezadan indirim yapılır. Takdiri indirim nedenleri Madde 62. Fail yararına cezayı hafifletecek takdiri nedenlerin varlığı hâlinde, ağırlaĢtırılmıĢ müebbet hapis cezası yerine, müebbet hapis; müebbet hapis cezası yerine, yirmibeĢ yıl hapis cezası verilir. Diğer cezaların altıda tetkikini talep etmek hakkını haizdir. Madde 45 – Cürümde kasdin bulunmaması cezayı kaldırır. Failin bir Ģeyi yapmasının veya yapmamasının neticesi olan bir fiilden dolayı kanunun o fiile ceza tertip ettiği ahval müstesnadır. Kabahatlerde kasit sabit olmasa bile herkes kendi fiil veya ihmalinden mesuldür. Failin öngördüğü neticeyi istememesine rağmen neticenin meydana gelmesi halinde bilinçli taksir vardır; bu halde ceza üçte bir oranında artırılır. Madde 11 – Cürümlere mahsus cezalar Ģunlardır: 1 – (Ġdam cezası 14.07.2004 gün, 5218A S.K. ile yürürlükten kaldırılmıĢtır.), 2 - Ağır hapis, 3 - Hapis, 4 – ( Sürgün cezası 647 SK. nun geçici 2. md. Ġle yürürlükten kaldırılmıĢtır.) 5 - Ağır cezayı nakdi, 6 - Hidematı ammeden memnuiyet. Kabahatler için mevzu cezalar Ģunlardır: 1 - Hafif hapis, 2 - Hafif cezayı nakdi, 3 - Muayyen bir meslek ve sanatın tatili icrası. Bu kanunda Ģahsi hürriyeti tahdit eden cezalar tabirinden ağır hapis, hapis, sürgün ve hafif hapis cezaları murad olunur. Madde 40 – Hüküm katiyet kesbetmeden evvel vuku bulan mevkufiyet ceza mahkûmiyetlerinden indirilir. Eğer cezayı nakdi tertip olunmuĢ ise tenzil, 19 uncu maddede gösterilen hesaba göre yapılır. Madde 59 – Kanuni tahfif sebeplerinden ayrı olarak mahkemece her ne zaman fail lehine cezayı hafifletecek takdiri sebepler kabul edilirse idam cezası yerine müebbet ağır hapis ve müebbet ağır hapis yerine 30 sene ağır hapis cezası hükmolunur. 193 birine kadarı indirilir. (2)Takdiri indirim nedeni olarak, failin geçmiĢi, sosyal iliĢkileri, fiilden sonraki ve yargılama sürecindeki davranıĢları, cezanın failin geleceği üzerindeki olası etkileri gibi hususlar göz önünde bulundurulabilir. Takdiri indirim nedenleri kararda gösterilir. Diğer cezalar altıda birden olmamak üzere indirilir. Ceza zamanaĢımı ve hak yoksunlukları Madde 69. (1) Cezaya bağlı olan veya hükümde belirtilen hak yoksunluklarının süresi ceza zamanaĢımı doluncaya kadar devam eder. Madde 115 – Amme hizmetlerinden muvakkat memnuiyet yahut diğer bir ıskatı ehliyet cezası veya bir meslek ve sanatın tatili icrası sair cezalara zam ve ilave edildiği veyahut bir hüküm neticesi olduğu takdirde ıskatı ehliyet ve tatili meslek ve sanat cezaları, onlar için muayyen olan müddetin iki misline muadil bir müddet geçmedikçe sakıt olmazlar ve iĢbu müruru zaman aslı mücazatın sakıt olduğu tarihten itibaren cereyana baĢlar. Madde 183 – Kanunda yazılı hallerin haricinde bir kimsenin üzerini aramak için emir veren yahut bizzat arayan memur altı aya kadar hapis olunur. Haksız arama Madde 120. (1) Hukuka aykırı olarak bir kimsenin üstünü veya eĢyasını arayan kamu görevlisine üç aydan bir yıla kadar hapis cezası verilir. Göçmen kaçakçılığı Madde 79. Doğrudan doğruya veya dolaylı olarak maddî menfaat elde etmek maksadıyla, yasal olmayan yollardan; Bir yabancıyı ülkeye sokan veya ülkede kalmasına imkân sağlayan, Türk vatandaĢı veya yabancının yurt dıĢına çıkmasına imkân sağlayan, KiĢi, üç yıldan sekiz yıla kadar hapis ve onbin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır. Bu suçun bir örgütün faaliyeti çerçevesinde iĢlenmesi hâlinde, verilecek cezalar yarı oranında artırılır. (3) Bu suçun bir tüzel kiĢinin faaliyeti çerçevesinde iĢlenmesi hâlinde, tüzel kiĢi hakkında bunlara özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunur. fazla Madde 201/a – Doğrudan doğruya veya dolaylı olarak maddî menfaat elde etmek maksadıyla, yabancı bir devlet tâbiiyetinde bulunan veya vatansız olan veya Türkiye‘de sürekli olarak oturmasına yetkili mercilerce izin verilmemiĢ bulunan kimselerin Türkiye‘ye yasal olmayan yollardan girmelerini veya ülkede kalmalarını, bu kiĢilerin veya Türk vatandaĢlarının yasal olmayan yollardan ülke dıĢına çıkmalarını sağlamaya göçmen kaçakçılığı denilir. Göçmen kaçakçılığı suçunun faillerine veya böyle bir suça iĢtirak etmeksizin, daha önce ülkeye sokulmuĢ veya girmiĢ kaçak göçmenleri, maddî menfaat elde etmek maksadıyla, yasal olmayan yollarla ülkeden çıkaranlara, yasal koĢullara uymaksızın ülkede kalmalarını olanaklı kılanlara, bu maksatla sahte kimlik veya seyahat belgelerini hazırlayanlara veya temin edenlere ya da bu suçlara teĢebbüs edenlere, fiilleri baĢka bir suç oluĢtursa bile ayrıca iki yıldan beĢ yıla kadar ağır hapis ve bir milyar liradan az olmamak üzere ağır para cezası verilir; suçun iĢlenmesinde kullanılan taĢıtlar ve bu fiil nedeniyle elde 194 Ġnsan ticareti Madde 80. Zorla çalıĢtırmak veya hizmet ettirmek, esarete veya benzerî uygulamalara tâbi kılmak, vücut organlarının verilmesini sağlamak maksadıyla tehdit, baskı, cebir veya Ģiddet uygulamak, nüfuzu kötüye kullanmak, kandırmak veya kiĢiler üzerindeki denetim olanaklarından veya çaresizliklerinden yararlanarak rızalarını elde etmek suretiyle kiĢileri tedarik eden, kaçıran, bir yerden baĢka bir yere götüren veya sevk eden, barındıran kimseye sekiz yıldan oniki yıla kadar hapis ve onbin güne kadar adlî para cezası verilir. Birinci fıkrada belirtilen amaçlarla giriĢilen ve suçu oluĢturan fiiller var olduğu takdirde, mağdurun rızası geçersizdir. Onsekiz yaĢını doldurmamıĢ olanların birinci fıkrada belirtilen maksatlarla tedarik edilmeleri, kaçırılmaları, bir yerden diğer bir yere götürülmeleri veya sevk edilmeleri veya barındırılmaları hâllerinde suça ait araç fiillerden hiçbirine baĢvurulmuĢ olmasa da faile birinci fıkrada belirtilen cezalar verilir. (4) Bu suçlardan dolayı tüzel kiĢiler hakkında da güvenlik tedbirine hükmolunur. ĠĢkence Madde 94. Bir kiĢiye karĢı insan onuruyla bağdaĢmayan ve bedensel veya ruhsal yönden acı çekmesine, algılama veya irade yeteneğinin etkilenmesine, aĢağılanmasına yol açacak davranıĢları gerçekleĢtiren kamu görevlisi hakkında üç yıldan oniki yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Suçun; Çocuğa, beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kiĢiye ya da gebe kadına karĢı, Avukata veya diğer kamu görevlisine karĢı görevi dolayısıyla, ĠĢlenmesi hâlinde, sekiz yıldan onbeĢ yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Fiilin cinsel yönden taciz Ģeklinde gerçekleĢmesi hâlinde, on yıldan onbeĢ yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Bu suçun iĢleniĢine iĢtirak eden diğer kiĢiler de kamu görevlisi gibi cezalandırılır. (5) Bu suçun ihmali davranıĢla iĢlenmesi hâlinde, verilecek cezada bu nedenle indirim yapılmaz. edilen maddî menfaatler müsadere edilir. Madde 201/b – Zorla çalıĢtırmak veya hizmet ettirmek, esarete veya benzeri uygulamalara tâbi kılmak, vücut organlarının verilmesini sağlamak maksadıyla, tehdit, baskı, cebir veya Ģiddet uygulamak, nüfuzu kötüye kullanmak, kandırmak veya kiĢiler üzerindeki denetim olanaklarından veya çaresizliklerinden yararlanarak rızalarını elde etmek suretiyle kiĢileri tedarik eden, kaçıran, bir yerden baĢka bir yere götüren veya sevk eden, barındıran kimseye beĢ yıldan on yıla kadar ağır hapis ve bir milyar liradan az olmamak üzere ağır para cezası verilir. Birinci fıkrada belirtilen amaçlarla giriĢilen ve suçu oluĢturan eylemler var olduğu takdirde, mağdurun rızası yok sayılır. Onsekiz yaĢını doldurmamıĢ çocukların birinci fıkrada belirtilen maksatlarla tedarik edilmeleri, kaçırılmaları, bir yerden diğer bir yere götürülmeleri veya sevk edilmeleri veya barındırılmaları hâllerinde suça ait araç fiillerden hiçbirisine baĢvurulmuĢ olmasa da faile birinci fıkrada belirtilen cezalar verilir. Madde 243 – Mahkemeler ve meclisler reis ve azalarından ve sair hükümet memurlarından biri maznun bulunan kimselerin cürümlerini söyletmek için iĢkence eder yahut zalimane veya gayri-insani veya haysiyet kırıcı muamelelere baĢvurursa beĢ seneye kadar ağır hapis ve müebbeden veya muvakkaten memuriyetten mahrumiyet cezası ile mahküm olur. Fiil neticesinde ölüm vukua gelirse 452 nci, sair hallerde 456 ncı maddeye göre tertip olunacak ceza üçte birden yarıya kadar artırılır. 195 Eski ve yeni kanun arasındaki farklılıklar burada ortaya konulandan çok daha fazla olmakla birlikte değerlendirmemiz konumuz kapsamındakileri içermektedir. 4. SONUÇ 5237 sayılı Kanunla 765 sayılı Türk Ceza Kanununun sistematik yapısı tamamen değiĢtirilerek, Yeni Türk Ceza Kanunu, eskisinden farklı olarak yalnız hükümleri bakımından değil sistematiği bakımından da ―insan merkezli‖ bir kanun halini almıĢtır (Roxin ve Ġsfen, 2006:280). 765 sayılı Kanunun sistematiğinde, öncelikle Devletin Ģahsiyetine karĢı suçlar düzenlenmiĢken; 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda bireye verilen önemi vurgulamak amacıyla, insanlığa karĢı suçlar ve kiĢilere karĢı suçlar, özel hükümler arasında, öncelikle düzenlenmiĢtir (Sözüer, 2013:10). 5237 sayılı Kanunla, 765 sayılı Kanunda yer alan yaptırım sistematiği de önemli değiĢiklikler uğramıĢtır. 19. yüzyıl ceza hukuku anlayıĢı kaldırılmıĢ, yaptırımlar, ceza ve güvenlik tedbiri olarak belirlenmiĢtir (Roxin ve Ġsfen, 2006:277). Suçlar arasındaki ―cürüm‖ ve ―kabahat‖ ayırımı terk edildiği için, hürriyeti bağlayıcı ceza açısından kabul edilen ―hapis‖ ve ―hafif hapis‖ ayırımı da kaldırılmıĢtır. Böylece, temel ceza olarak, hapis cezası benimsenmiĢtir (Sözüer, 2013:17). 5237 sayılı Kanunla birey ön plâna çıkarılmıĢtır. KiĢinin hayatı, vücut bütünlüğü, cinsel dokunulmazlığı, konut dokunulmazlığı, haberleĢme hürriyeti, fikir ve düĢünce hürriyeti ve bunu ifade edebilme imkânı sağlanmıĢtır (Sözüer, 2013:24). Bireyin sahip bulunduğu hukukî değerlerle, hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınması, kanun koyucunun amaç maddesinin gerekçesinde belirttiği Ģekliyle oluĢturulmuĢtur. Bireyin bir hukuk toplumunda yaĢama hakkının gereği olarak, kamu düzeni ve güvenliğinin korunması ile suç iĢlenmesinin önlenmesi, Kanunun temel amaçları arasında sayılmıĢtır (Sözüer, 2013:7-26). Eski Kanunda ayrı bir kısmı oluĢturan hürriyete karĢı suçlar, 5237 sayılı kanunda Ģahsa karĢı suçlar baĢlığı altında düzenlenmiĢtir. Oysa 765 sayılı kanun ―hürriyet‖ olgusunu baĢlı baĢına bir değer olarak kabul ederek bu doğrultuda bu değerin çeĢitli görünüm biçimlerine göre hukuki konu saptamıĢtır. Yeni kanunda ise ―hürriyet‖ kiĢiye yönelik olduğu için kiĢisel bir değer olarak kabul edilerek, mağdurun rızasının fiili meĢru hale getirip getiremeyeceği sorunun ortaya çıkarmıĢtır. (Özar, 2006:107). Uluslararası antlaĢmalarda yer alan düzenlemeler göz önünde bulundurularak, kadınlar ve çocuklarla ilgili çocukların pornografik ürünlerde kullanılması, fuhuĢa konu edilmesi fiilleri Kanunda suç olarak hükme bağlanmıĢ, çocukların pornografik ürünlerde kullanılması, fuhuĢa konu edilmesi fiilleri için ceza öngörülmüĢtür (Roxin ve Ġsfen, 2006:277). Kast, doğrudan kast ve olası kast olarak; taksir ise, taksir ve bilinçli taksir olarak ikiye ayrılmıĢ ve bunlara iliĢkin hükümlere yer verilmiĢtir. Gönüllü vazgeçme, soykırım ve insanlığa karĢı suçlar, yeniden düzenlenmiĢ ve töre saikıyla insan öldürme, nitelikli insan öldürme suçu olarak kabul edilmiĢtir. Ġnsan üzerinde deney, organ ve doku ticareti, ayırımcılık, kiĢiler arasındaki konuĢmaların dinlenmesi ve kayda alınması suç haline getirilmiĢtir. KiĢisel verilerin kayda alınması, ele geçirilmesi ayrı bir suç olarak kabul edilmiĢtir (Roxin ve Ġsfen, 2006:277-291). ġartla salıverme, para cezasının infazı, hapis cezalarının özel infaz Ģekilleri gibi doğrudan infaz hukukunu ilgilendiren hükümlere yer verilmemiĢ, bunlar Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin Ġnfazı Hakkında Kanunda düzenlenmiĢtir (Roxin ve Ġsfen, 2006:282). 5237 sayılı TCK, suçun hukuki konusu ve suçla ihlal edilen ceza ile korunan hukuki değer veya menfaatin omurgasını oluĢturduğu 765 sayılı TCK‘dan farklılık göstermektedir (Hafızoğulları ve Özen, 2013:10). 5237 sayılı TCK‘un getirdiği yeniliklerden biri de yeni suçlara yer vermesidir. Öte yandan Yeni TCK Mülga TCK‘un birçok maddede tanımladığı fiilleri tek bir maddede toplamıĢtır (Hafızoğulları ve Özen, 2013:11). Yeni TCK‘un suç ve kabahat ayrımını yaparak, Mülga TCK‘na göre hürriyet alanını geniĢlettiği söylenebilir. Cumhuriyetin baĢlangıcı dönemindeki Ceza Hukuku reformunun amacı yeni kurulan cumhuriyet rejimi anlayıĢını ―yukarıdan aĢağıya‖ doğru topluma hâkim kılmakken, 2004‘te baĢlayan Türk Ceza Hukuku reformunun amacı ise ―aĢağıdan yukarıya‖ doğru birey özgürlüklerini güçlendirmek ve güvenceye almak olarak nitelendirebilir (Sözüer, 2013:22). 196 Bu amaçla hareket edilerek oluĢturulan 2005 Türk Ceza Hukuku Reformunda öne çıkan hususlar ise ölüm cezasının kaldırılması, iĢkence uygulamalarına son verilmeye yönelik düzenlemeler, kolluk kuvvetlerinin silah kullanma yetkisinin sınırlandırılması, halkı kin ve düĢmanlığa tahrik veya aĢağılama suçu gibi ifade özgürlüğü için sorun yaratan suçların yeniden kaleme alınması, terör örgütü gibi muğlâk ifadelerin cebir, tehdit gibi yöntemleri kullanarak suç iĢleyen ―silahlı örgütler‖ olarak belirlenmesi, vücut dokunulmazlığı, cinsel dokunulmazlık ve özel hayatın dokunulmazlığına karĢı suçlarda hukuki değerlerin bireyin dokunulmazlığı anlayıĢına uygun Ģekilde düzenlenmesi Ģekilde sıralanabilir (Sözüer, 2013:23). Ancak, amaç belirlemesinin tatmin edici olmadığı eleĢtirilerinden baĢlamak üzere doktrinde 5237 sayılı TCK‘un yeterli düzenlemeleri sağlayamadığına dair görüĢler de mevcuttur. Bunun nedeni, geniĢ tutulmuĢ bazı kavramların diğer belirsiz kavramlarla örtülmeye çalıĢılmasıdır. Oysaki vatandaşların barış içinde ve güvenli olarak beraber yaşamaları için kaçınılmaz olan kişinin ve toplumun hukuki değerlerini, bunları daha hafif başka hukuki ve sosyal-politik tedbirlerle korumanın mümkün olmadığı durumlarda korumaktır Ģeklinde belirtilen bir amacın görece daha yerinde olacağına yönelik düĢünceler vardır (Roxin ve Ġsfen, 2006:277). Öte yandan, eski TCK‘da suçların tasnifinde esas alınan suçun hukuki konusu düĢüncesinin göz ardı edilmesi, suçların genel tasnifinin kendi içinde tutarsız olduğuna dair, Anayasa ve AĠHS ile mutlak insan hakkı sayılan siyasi hürriyetler, din ve vicdan hürriyetine karĢı suçların baĢka suçlar arasına serpiĢtirilmiĢ olması, kanunun dilinin Türk dilinin bugün geldiği noktayı yansıtamıyor oluĢu, kanunun özel hükümleri kısmındaki suç tanımlarında eksikliklerin bulunması, 765 sayılı kanundaki suçların çoğunu bir araya toplaması ve suçların sayısını arttırarak kiĢilerin hürriyet alanını daralttığına dair eleĢtiriler yer almaktadır (Hafızoğulları, Özen, 2013:2-28). KAYNAKÇA AktaĢ S. (2009). Cezalandırmanın Amacı Üzerine. Erzincan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. XIII, S. 1–2, 1-24. Artuk, M., Gökcen A.,Yenidünya, C. (1998). Ceza Hukuku Özel Hükümler. Ankara: Seçkin. BektaĢ, R. (Ekim 2009). Türkiye‘de Suç Politikalarının Epistemolojik-Hukuki Temeli Üzerine Bir AraĢtırma. 6. Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiri Kitabı. 698-716. Dannecker, G. (2006). Ceza Hukukunun Avrupa Hukuk Kültürüne Katkısı, Suç Politikası, (P.Bacaksız, Çev. ) , (ss.353-374). Ankara: Seçkin. Dannecher, G. (2006). Ceza Hukuku Biliminin BakıĢ Açıları. Suç Politikası, (Y. Ünver, Çev.) (ss. 7182) Ankara: Seçkin. DemirbaĢ, T. (2012). Kriminoloji. (4.bs.) Ankara: Seçkin. Hafızoğulları, Z.,Güngör D. (2007). Türk Ceza Hukukunda Suçların Tasnifi. TBB Dergisi. Sayı 69, 21-50. Hafızoğulları, Z., Özen, M. (2013).Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler Kişilere Karşı Suçlar. (3.bs) Ankara: Us-a Yayıncılık. Hafızoğulları, Z.,Özen, M. (2012). Türk Ceza Hukuku Genel Hükümle. (5.bs) Ankara: Us-a Yayıncılık. Özar S. (2006). Türk Ceza Kanunun Sistematiğine ĠliĢkin Kritik Noktalar. Ankara Barosu Dergisi Sayı 3. 97-114. Özbek, V., Kanbur, M., Bacaksız P. v.d. (2010). Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler. Ankara: Seçkin. Özgenç Ġ. (2005). Türk Ceza Kanunu Gazi Şerhi Genel Hükümler. (2.bs) Ankara: Seçkin. Roxin C. (2006). Ceza Hukukunun bir Geleceği Var mıdır? Suç Politikası, (Y. Ünver, Çev.) (ss.55-70) Ankara: Seçkin. Roxin C., Ġsfen O. (2006). Yeni Türk Ceza Kanunu‘nun Genel Hükümleri, Suç Politikası, (O. Ġsfen 197 Çev.),( ss.277-293), Ankara: Seçkin. Sözüer, A. (2013). Türk Ceza Hukuku Reformu Mevzuatı, Ġstanbul: Alfa Basım. 198 “HALK PLAJLARA AKIN ETTĠ, VATANDAġ DENĠZE GĠREMĠYOR”: ĠNSAN HAKLARI – VATANDAġ HAKLARI Ġrem Burcu ÖZKAN1 ÖZET Fransız Devrimi sonrası filizlenen ulus devlet ve milliyetçilik düĢüncelerinin oluĢturduğu ve bu kavramlarla organik bağ içinde ortaya çıkan vatandaĢlık, küreselleĢme çağı olarak adlandırılan günümüz dünyasında adından sıkça söz edilen ve üzerinde önemle durulan bir kavram olmaya devam etmektedir. Bunun yanında uluslararası hukukun aktörleri olan hükümetler arası örgütler ile bu örgütlerin üye devletleri eliyle hazırlanan ve iç hukuklarda yürürlüğe konulan belgelerle ―insan hakları‖ alanının birçok alt baĢlığı evrenselleĢtirilmekte ve ihlaller çeĢitli mekanizmalar yoluyla tespit ve tazmin edilmektedir. Bu noktada; bir siyasi topluluğa üyelikten kaynaklanan ―vatandaĢlık hakları‖ ile evrensel olarak insanlığın üyesi olmaktan kaynaklanan ―insan hakları‖ arasındaki iliĢki, üzerinde durulmaya değer bir husus olarak karĢımıza çıkmaktadır. Konuya dair araĢtırma; eĢitlik ve özgürlük üzerinden yürütülen tartıĢmalar, vatansızların çalıĢma konusu bağlamındaki durumu ve küreselleĢme koĢullarında konuyla ilgili tartıĢmaların geldiği noktanın tespit edilmeye çalıĢılması ile sınırlandırılmıĢtır. ÇalıĢmanın konusuna iĢaret etmesi itibariyle 1949-1957 yılları arasında Ġstanbul Valiliği yapmıĢ olan Fahrettin Kerim Gökay‘ın medyaya yansıyan ünlü cümlesi baĢlık olarak kullanılmıĢtır. Anahtar Kelimeler: Vatandaşlık, insan hakları, haklara sahip olma hakkı, vatansızlık, tikellik, evrensellik. ABSTRACT The notion of citizenship, which has an organic bond with nation-state and nationalism that began to develop after the French Revolution, still continues to be a notion that being discussed and being elaborated in today which is called the age of globalization. Besides, through the documents which are prepared by the Inter-Governmental Organizations and their member states and brought into force in domestic law; many subtitles of ―human rights‖ are being universalized and the violations are being detected and compensated by variety of mechanisms. At this point, the relationship between ―rights of citizens‖ which arise from the membership of a political community and ―human rights‖ which have its source in the membership of humanity becomes a point to worth examining. This research content is limited its content with the discussions on equality and liberty, the state of statelessness and the point that these discussions arrived at the condition of globalization. In the respect of indicating the research subject, a well-known statement of a former governor of Istanbul(1949-1957) named Fahrettin Kerim Gökay, is being used as the title. Keywords: Citizenship, human rights, right to have rights, statelessness, particularism, universalism. I- TĠKEL VATANDAġ VE EVRENSEL ĠNSAN Ġnsan hakları ile vatandaĢlığın bir arada değerlendirilmesi karĢımıza iki soru üzerinden farklı teorik yaklaĢımlar çıkarır: bunlar ―insanın‖ ne olduğuna ve insan ile devlet arasındaki iliĢkinin algılanıĢına iliĢkindir. Dina Kiwan, bireye ve birey-devlet iliĢkisine dair farklı anlayıĢlar üzerinden, vatandaĢlığı, 1 AraĢ. Gör., Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı, [email protected]. 199 kavramın tarihsel geliĢimini takip eden beĢ temel kategori içinde değerlendirir. Bunlar; ahlaki, hukuki, kozmopolit, kimlik temelli ve katılım temelli vatandaĢlık kategorileridir (Kiwan, 2005: 38). VatandaĢlığın ahlaka iliĢkin kategorisinin izlerini Antik Yunan‘a ve ―adil toplum‖ ile ―adil birey‖ arasında sıkı bir iliĢki olduğunu öne süren ve ahlaki eğitimin devletin en önemli iĢlevi olduğunu ifade eden Platon‘a değin sürebilmekteyiz. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Platon‘un vatandaĢı, devlete karĢı hakları olan bir birey olarak değil, doğası gereği sosyal olan insan tabiatını kastederek ele almasıdır. Zira Platon‘a göre devlet için en iyi olan, onun vatandaĢları için de en iyi olacaktır. VatandaĢlığın ahlaki inĢasına iliĢkin güncel formülasyonların da vatandaĢlık ve ―değer‖ üzerinden Ģekillendiğini söylemek mümkündür. Bu bakımdan Platon‘un kavramsallaĢtırmasına yakın durmakla beraber bugün farklı olan husus, insan mefhumunun siyasi doğasına bugün artık merkezi önem addedilmemesidir. Bugün değerler bağlamında üzerinde durulan en önemli hususlardan biri çok kültürlü toplumlarda ―paylaĢılan değerler‖ bakımından bir formülleĢtirmeye gitme çabasıdır (Kiwan, 2005: 39) . VatandaĢlığı, onun hukuki yönünü vurgulayarak ele alan ilk vatandaĢlık anlayıĢını Roma‘da bulmak mümkündür. Roma vatandaĢlığında tam teĢekküllü vatandaĢın haiz olduğu altı ayrıcalık bulunur. Bunların dördü kamusal alana iliĢkin olup (askerlik hizmeti, mecliste oy hakkı, memuriyete seçilebilme ve uyuĢmazlığı yargı önüne götürebilme) diğer ikisi özel hayata iliĢkindir (yabancı ile evlenme ve diğer Roma vatandaĢlarıyla ticaret yapabilme). Birey, öncelikli olarak bu haklar ve ödevler bileĢeninden ibaret olarak anlaĢılır ve bu noktada bireyin hak ve ödevleri ile vatandaĢın hak ve ödevleri üst üste biner. Roma vatandaĢlık anlayıĢının hukuki yönü oldukça ağır basmasına rağmen Antik Yunan‘da görülen devlete sadakat ve değer mefhumları da önemini yitirmez. VatandaĢlığın ve devletin modern liberal anlamı genel itibariyle on yedinci yüzyıl Avrupa‘sında tezahür etmeye baĢlamıĢ, devletin egemenliği ve ―yabancı‖nın tarifi hususları üzerine eğilmeye değer görülmüĢtür. Liberalizm teriminin anlamı da zaman içinde seçme özgürlüğü düĢüncesi ve bireylerin sahip oldukları doğal haklarla birlikte özgür ve eĢit olmaları ile birlikte anılmaya baĢlanmıĢtır. Bireyin hakları üzerindeki bu vurgu aslında vatandaĢlığın hukuki kavrayıĢına denk düĢmektedir. (Kiwan, 2005: 40) Thomas Hobbes ve John Locke‘un egemen devlet anlayıĢlarında da görebildiğimiz üzere, modern Avrupa liberalizminin düsturu, devletin, kendi çıkarlarını en iyi kendileri tayin edecek olan vatandaĢlarının hak ve özgürlüklerini korumak adına var olduğudur. (Kiwan, 2005: 40) Bu bağlamda Fransız vatandaĢlığının yapısını incelemek faydalı olacaktır. Fransa‘da vatandaĢlığın formülü, insan haklarının devletten kaynaklanması ve insan haklarına belli bir siyasi toplumun üyesi olma üzerinden sahip olma, dolayısıyla ―Fransız olma‖ üzerinden oluĢmuĢtur. Ġnsan haklarının sahip olunan uyrukluktan kaynaklandığı bu anlayıĢ, bu bağlamda, insanlık ailesini evrensel olarak kucaklayan insan hakları mefhumuna açık bir karĢıtlık oluĢturmaktadır (Shafir ve Brysk, 2006: 278; Kiwan, 2005: 47). Aidiyet üzerinden değerlendirilen vatandaĢlığı incelediğimizde karĢımıza, katılım boyutuna olduğu kadar ―aidiyet‖ yönüne de önemli vurgular yapan komüniteryan teoriler çıkar.Bu teoriler liberalizmin insan konseptine eleĢtiri getirerek insanın ―bir bağlam içinde‖ ele alınması gerektiğine iĢaret etmiĢtir. Komüniteryanizmle sıkı sıkıya iliĢkilendirilen düĢünürlerden Alasdair McIntyre liberalizmin insan konseptinin bireyin bir topluluğa aidiyetini ciddiye almadığını söyler. McIntyre, Rawls için bizim ıssız bir adaya düĢen ve herkesin birbirine yabancı olduğu bir grup birey olduğumuzu ifade eder (Kiwan, 2005: 41). Günümüzde etnik aidiyetin vatandaĢlık tanımında açıkça yer aldığı bir örnek olarak Alman vatandaĢlığı gösterilmektedir. Aidiyet ve kültürün merkeze alındığı vatandaĢlık anlayıĢında, insan haklarının üzerinde yükseldiği evrenselliğin tam tersine tikellik bir gereksinim olarak ortaya çıkar, dolayısıyla insan haklarının vatandaĢlığın bu konseptine de bir temel oluĢturamayacağı belirtilir(Brubaker, 2009: 106-113; Kiwan, 2005: 47). VatandaĢlığın katılım boyutunu ele aldığımızda karĢımıza çıkacak en önemli isimlerden biri ―Toplum SözleĢmesi‖ eseriyle aktif katılım üzerinde ziyadesiyle durmuĢ olan düĢünür Jean Jacques Rousseau olacaktır. Katılımcı demokrasi ve tüm vatandaĢların aktif katılımı düĢüncesinin savunucularından olan Rousseau, Hobbes ve Locke‘un aksine, genel iradenin ifadesi olduğunu söylediği yasaların, bireyin özgürlüğünü geniĢlettiğini ifade eder (Kiwan, 2005: 42). Rousseau için özgürlük ve değer karĢılıklı iliĢki içindedir; insan ancak sivil toplumda özgür olur ve değer üretebilir(Rousseau, 2008: 71-72). Ġnsanın doğa durumundaki vaziyetinin ―özgür‖den ziyade ―bağımsız‖ olduğunu belirten Rousseau, doğa durumundaki bu bağımsız kiĢilerin ahlaki varlıklar 200 olmadığını, özgürlüğün ise ancak ahlaki varlıklarca tecrübe edilebileceğini öne sürer. Sivil toplum, insana kapasitesini artırması için gerekli olan ortamı sağlar ve ancak o zaman insanın ahlaki varlığından ve sivil topluma aktif katılım yoluyla insanlığını gerçekleĢtiren insandan söz edebiliriz (Kiwan, 2005: 42, Rousseau, 2008: 71-72). VatandaĢlığın katılım boyutuyla ele alındığı anlayıĢ için, aktif katılımın sağlanabileceği bir siyasi toplumun gerekliliği oldukça açıktır, dolayısıyla herhangi bir siyasi topluluğa atıf yapmayan insan hakları kavramının bu vatandaĢlık anlayıĢını temellendirebileceği sonucuna varmak pek mümkün gözükmemektedir (Kiwan, 2005: 47). Son olarak, vatandaĢlığın kozmopolit kavramsallaĢtırmasını, Stoacıların, site devletlerinin güçsüzleĢtiği ve önlerinde kozmopolit bir dünya imparatorluğu olan Roma Ġmparatorluğu‘nun yükseldiği dönemde ortaya attıkları ―evrensel akıl‖ fikrine kadar götürmemiz mümkündür. Stoacılar herkeste var olduğunu ileri sürdükleri bu evrensel akıl sayesinde herkesin eĢit olduğunu söylemektedir ve buradan hareketle vatandaĢlık için, insanlık ailesinin tüm fertlerinin geliĢtirebilecekleri bu ―akıl‖ tek gereklilik olarak ortaya çıkmıĢtır. Özellikle 1990‘lardan itibaren liberal ve komüniteryan teorilere tepki olarak çok çeĢitli evrensel yahut kozmopolit vatandaĢlık teorileri ortaya atılmıĢtır. Genel olarak ulusal-aĢırı (transnational) ve ulus-ötesi (postnational) olarak kategorize edilen bu vatandaĢlık teorileri içinde küresel vatandaĢlık, çoklu vatandaĢlık, diaspora vatandaĢlığı, kültürel vatandaĢlık gibi bir çok alt kategori barındırmaktadır. Bu alt baĢlıkların her biri birbiriyle çatıĢma içinde görünse dahi aslında tümü ―ulus-üstü‖ ve ―ulus-altı‖ kimlikleri güçlendirmekte ve ulus düzeyindeki kimliği ise zayıflatmaktadır (Kiwan, 2005: 44).Buna karĢılık, ulusal aidiyetin görece zayıfladığı bu anlayıĢta dahi bir siyasi toplum atfının mevcut olduğuna dair görüĢler mevcuttur. Buna göre, buradaki fark bu siyasi topluluğun ulusal düzeyde olmayabileceği noktasındadır. Kiwan, evrenselliğe doğrudan göndermede bulunan ―küresel vatandaĢlık‖ anlayıĢının dahi insan hakları mefhumuyla birebir örtüĢmeyeceği görüĢünü savunur. (Kiwan, 2005: 48) VatandaĢlığa dair kozmopolit ve küreselleĢmeci yaklaĢımlar çalıĢmanın üçüncü bölümünde daha ayrıntılı incelenecek ve konuya iliĢkin farklı görüĢler dile getirilecektir. Dina Kiwan, insan haklarının vatandaĢlık için teorik temel oluĢturabilmesinin -vatandaĢlığın nasıl kavramsallaĢtırıldığından bağımsız olarak -mümkün olmadığını ileri sürer. Zira insan hakları söylemi evrensel -tümel- bir çerçeveye atıfta bulunurken vatandaĢlığın daha kısmi -tikel- bir yapıda olması bunu sonuçlar. Ġnsan hakları, vatandaĢlıktan kavramsal olarak farklıdır, bu ikisini aynı potada eritmek kavramsal olarak tutarsızlık oluĢturmanın dıĢında siyasi topluma aidiyeti sağlayan karĢılıklı iliĢkinin ihmal edilmesi hasebiyle tekil olarak vatandaĢın siyasi toplum bağlamında aktif katılımının önünü tıkayabilecektir. (Kiwan, 2005: 37-38)VatandaĢlığın pratikteki karĢılığı bir siyasi toplum içinde kendine yer bulurken insan hakları söylemi bireyin etik açıdan kavramsallaĢtırılmasına dayanan ortak bir insanlık tasarımına atıfta bulunur. Ki bu atıf bireyin bir siyasi toplumla iliĢkisine ve politik kavramsallaĢtırılmasına dayanan vatandaĢlık haklarıyla tezat oluĢturacaktır (Kiwan, 2005: 37). Tikellik-evrensellik bahsini noktaladıktan sonra üzerinde duracağımız ikinci husus eĢitlik ve özgürlük arası iliĢki üzerinden insan hakları ile vatandaĢlık arasındaki gerilimi anlamaya çalıĢmak olacaktır. Bugün, insan hakları söylemi kiĢi güvenliğinden kendi kaderini tayin hakkına kadar geniĢ bir yelpazeyi ifade ederken, vatandaĢlık hakları söyleminden oldukça farklı bir yerde var olmaya devam etmektedir. VatandaĢlık hakları söyleminin kendisi ise politik alanın -ekoloji gibi- yeni alanlara doğru geniĢletilmesi gibi çabalarla, kolektif müzakere ve karar alma süreçleri gibi klasik politika alanlarını yeniden canlandırma arasında bocalamaktadır. Dolayısıyla Balibar, 1789 devriminin formüle ettiği ―Ġnsan ve YurttaĢ hakları‖ denkliğini sürdürmenin zorluğuna iĢaret eder. Bunun yanı sıra insan ve vatandaĢ arasında değiĢmez bir eĢitlik güdülmesinin, ―her Ģey politiktir ve politika her Ģeydir‖ düsturunun yarattığı bir totalitarizme yol açtığına dair neredeyse evrensel bir kabul olduğu hususuna iĢaret edilmektedir. (Balibar, 1994: 40) Balibar, 1789 devrimi ve sonrasında ortaya çıkan, kadınların, iĢçilerin ve sömürge halklarının haklarına iliĢkin söylemlerin vatandaĢlıkla birleĢtirildiğinin Ģüphe götürmez olduğunu ifade eder. Fakat Ģüphe ettiği nokta; bunun klasik doğal hakların devamı olarak görülmesidir (Balibar, 1994: 40). Geleneksel ve yarı resmi yorum on yedi maddelik bildirinin içeriğinin insanın hakları (evrensel, devredilmez, herhangi bir kurumdan bağımsız olarak var olan, varsayımsal) ile vatandaĢ hakları 201 (pozitif, kurumsal, sınırlı ve fakat etkin) arasındaki ayrım olduğunu dile getirir. Lakin Balibar, bu bağlamda bildiri tekrar okunduğunda ―insan hakları‖ ile ―vatandaĢ hakları‖ içerikleri arasında herhangi bir fark olmadığının ve aslında birebir aynı olduklarının görüleceğini ileri sürer. Bu savını desteklerken, bildirinin ―doğal ve zamanaĢımı ile kaybedilmeyen‖ hakları sıralayan ikinci maddesinde yer alan hakların hukuki güvenceye bağlanacağının bildirinin geri kalanından anlaĢılabildiğini öne sürer. (Balibar, 1994: 40)Madde metni Ģöyledir; Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi Madde 2 Her siyasal toplumun amacı, insanın doğal ve zamanaşımı ile kaybedilmeyen haklarını korumaktır. Bu haklar; özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnme hakkıdır2. Balibar burada ―eĢitliğin‖ yokluğunun baĢta rahatsız edebileceğini fakat madde metninin, bildirinin ilk maddesi ile birlikte okunduğunda problemin giderileceğini ifade eder. Bildirinin ilk maddesinin konumuzu ilgilendiren ifadesi Ģöyledir: Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi Madde 1 İnsanlar, haklar yönünden özgür ve eşit doğar ve yaşarlar. (…)3 Bu madde, yalnızca ikinci maddede eĢitlikten bahsedilmemesini telafi etmeyecek, aynı zamanda eĢitliği bir ilke yahut hak olarak diğer her Ģeyi birbirine bağlayan bir pozisyona taĢıyacaktır. (Balibar, 1994: 45) Dikkat etmek gereken baĢka bir nokta, Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi‘ndeki eĢitliğin, ―zoon politikon”unyeniden uyanıĢı değil ve fakatbir sonuç ve özgürlüğün bir özelliği olmasıdır. (Balibar, 1994: 46) Özgürlüğün eĢitlikle eĢ tutulmasının arka planında özcü bir yaklaĢımdan ziyade tarihsel de facto koĢulların yarattığı deneysel durumların olduğunu söyleyen Balibar, iki kavramın içeriğinde ―olan‖ ve ―olmayan‖ hususların ortaklığına dikkat çeker. Daha açık bir ifadeyle özgürlük ve eĢitlik tamamen aynı hususlarla çatıĢma yahut karĢıtlık halindedir. Zira tarihte özgürlüğü baskılayıp kısıtlayan ve fakat eĢitliğe engel oluĢturmayan –veya tam tersi- bir durum mevcut değildir. Balibar, bu görüĢüne iki ayrı cepheden itiraz gelebileceğini ifade eder. Kapitalizm savunucusu cepheden gelebilecek itiraz; toplu iĢ sözleĢmeleriyle gerçekleĢtirilmek istenen eĢitliğin pratikte özgürlüğün kısıtlanması sonucunu doğurduğu görüĢüdür. Sosyalist rejimlerin itirazı ise; kamusal özgürlüklerin bastırılmasının, ayrıcalıklar üreten toplum yapısının ve eĢitsizliklerin pekiĢtirilmesinin önüne geçeceği üzerinden olacaktır. Fakat Balibar burada önemli olan noktanın, bireysel özgürlüklerin ortak kullanımı için yetecek düzeyde eĢitlik ile bireylerin kolektif eĢitliğini sağlamaya yarayacak ölçüde özgürlük olduğunu dile getirir. (Balibar, 1994: 48) Peki, bu iki prensipten birine öncelik verilmesinin altında yatan motif ne olabilir? Tambakaki, insan hakları yahut vatandaĢlık prensiplerinden birinin yahut diğerinin öncelenmesinin tamamen kiĢinin demokratik siyasetten ne anladığı üzerinden Ģekillendiğini iddia eder. Buna göre eğer kiĢi demokratik siyaseti, siyasi katılım ile yasal olarak kodifiye edilmiĢ hakları bağdaĢtıracak bir dizi aĢama olarak, rasyonel ve prosedürel kavramlarla algılıyorsa insan haklarını öncelemesi kaçınılmaz olacaktır. Buna karĢılık demokratik siyaset, muhalefet ve çekiĢmenin merkezi rol oynadığı bir değerler 2 Declaration of Human And Civic Rights of 26 August 1789, Article 2: “The aim of every political association is the preservation of the natural and imprescriptible rights of Man. These rights are Liberty, Property, Safety andResistance to Oppression.” Çevrimiçi eriĢim: http://www.conseil-constitutionnel.fr/conseil constitutionnel/root/bank_mm/anglais/cst2.pdf. EriĢim tarihi: 23.07.2013. Çeviri yazara aittir. 3 Declaration of Human And Civic Rights of 26 August 1789, Article first:“Men are born and remain free and equal in rights. Social distinctions may bebased only on considerations of the common good.” Çevrimiçi eriĢim:http://www.conseil-constitutionnel.fr/conseil-constitutionnel/root/bank_mm/anglais/cst2.pdf. EriĢim tarihi: 23.07.2013. Çeviri yazara aittir. 202 sistemi yahut yaĢam tarzı olarak çekiĢmeci (agonistic) bağlamda ele alındığında tercih vatandaĢlığın yeniden biçimlendirilmesi olarak karĢımıza çıkacaktır. (Tambakaki, 2010: 134) Bu ayrımı netleĢtirmek adına Chantal Mouffe‘un ―çekiĢmeci çoğulculuk‖4(agonistic pluralism) olarak adlandırdığı demokrasi modelini incelememizin faydalı olacağı fikrindeyiz. Mouffe, katılımcı demokrasiye (deliberative democracy) bir alternatif olarak sunduğu modeli ―çekiĢmeci çoğulculuk‖ olarak isimlendirir. Mouffe‘a göre politika, sosyal gerginliği (antagonism) yatıĢtırma ve muhalefeti törpüleme iĢlevlerini icra eder. Zira burada önem atfedilen soru, hiçbir dıĢlama oluĢturmadan, rasyonel bir konsensüse nasıl varılacağı değildir; nitekim Mouffe bunun imkânsız olduğunu ileri sürer. Politikanın bu bağlamda üzerinde durduğu husus, çatıĢma ve çeĢitlilik bağlamında ―onlar‖ı tespit ederek, ―biz‖i yaratmak ve bu sayede birliği sağlamaktır. Demokratik siyasetin bu anlamda yeniliği ―onlar‖ ve ―biz‖ ayrıĢmasını aĢmak değil ve fakat bu mevzubahis ayrımı çoğulcu demokrasi ile bağdaĢabilecek Ģekilde oluĢturmaktır. (Mouffe, 1999: 754-745) Mouffe‘un çekiĢmeci çoğulculuk kavramıyla ileri sürdüğü merkezi argüman, demokratik siyasetin temel görevinin tüm insan iliĢkilerinde doğası gereği var olan ―hiddet‖i (passion) ortadan kaldırmak yahut tamamen kiĢilerin özel alanına sürgün edip hapsetmek değil ve fakat bu hiddeti demokratik amaçları desteklemeye yönelik olarak harekete geçirmek olduğudur. Zira bu ―çekiĢmeli karĢılaĢmalar‖ demokrasiyi tehlikeye düĢürmek bir yana, onun varlığının bir koĢuludur. (Mouffe, 1999: 756) Mouffe, çoğulcu politikalar için, sistem teorisinden ödünç aldığını söylediği ―karma oyun‖5(mixed-game) kavramını kullanır. Bununla kastettiği, çoğulcu politikaların bir yönden uyuma dayalı iken, diğer yönden çatıĢma içermesi; bir baĢka deyiĢle liberal çoğulcuların büyük kısmının iddia ettiği gibi -kül halinde- iĢbirliğinden oluĢmamasıdır. (Mouffe, 1999: 756) VatandaĢlık ve insan hakları arasındaki iliĢkiyi incelemeye devam ettiğimiz bu noktada karĢımıza çarpıcı bir sorun çıkar: KiĢinin vatandaĢlık haklarından mahrum kaldığı devletsizlik durumunda insan haklarına olan eriĢimi ve bu haklardan yararlanabilmesi sekteye uğrayacak mıdır? Bu konunun ele alınmasında Hannah Arendt‘in “haklara sahip olma hakkı” kavramsallaĢtırması merkeze alınacaktır. II- VATANSIZLIK VE HAKLARA SAHĠP OLMA HAKKI VatandaĢlık ve insan hakları konusunu mercek altına aldığımızda karĢımıza çıkan bir diğer husus, vatandaĢlığın, insan haklarına sahip olmaya yahut yirminci yüzyılın en önemli siyasi düĢünürlerinden biri olan Hannah Arendt‘in deyimiyle ―haklara sahip olma hakkına‖ eriĢim bakımından bir ön koĢul olup olmadığıdır. Ġnsan haklarının ―devredilemez‖, baĢka yasalara ya da haklara indirgenemez ve onlardan çıkarsanamaz olduğu söylemi dolayısıyla bu hakların yerleĢmesi için hiçbir otoriteye baĢvurulmamıĢ; bütün yasalar ona dayandığından insan haklarını korumak için özel bir yasanın gerekmediği varsayılmıĢtır. (Arendt, 2011: 294) Devredilmez insan hakları varsayımında baĢtan beri var olan paradoks hiçbir yerde varolmayan ―soyut‖ bir insanın göz önünde bulundurulmuĢ olmasıdır. Kabul Ģöyledir: Eğer geri kalmıĢ bir topluluğun insan hakları yoksa bunun nedeni henüz bir bütün olarak uygarlık evresine, halkın ve ulusun egemenliği evresine ulaĢamamıĢ olmalarından kaynaklanır. Dolayısıyla bütün insan hakları sorunsalı ulusal özgürleĢme problemiyle iç içe geçmiĢ ve kiĢinin kendi halkının özgürleĢmiĢ egemenliğinin insan haklarını temin edebileceği varsayılmıĢtır. Özellikle Fransız Devrimi sonrası döneme hâkim olan, insanlığı bir uluslar ailesi olarak kavrama eğilimi ile insanın imgesini yavaĢ yavaĢ bireyden halka doğru dönüĢtürmüĢtür. (Arendt, 2011: 295) Ġnsan hakları, bütün siyasi yönetimlerden bağımsız olduğu varsayıldığı için ―devredilmez‖ olarak tanımlanmaktadır. Lakin insanlar siyasi yönetimlerinden yoksun kaldıklarında ve asgari haklarına geri çekilmeleri gerektiğinde, onları koruyacak hiçbir otorite ve onları garanti altına alacak hiçbir kurum kalmadığı görülecektir. (Arendt, 2011: 296) 4 Çeviri yazara aittir. 5 Çeviri yazara aittir. 203 Ġnsan hakları kavramının on dokuzuncu yüzyıl siyasi düĢüncesi tarafından pek fazla dikkate alınmaması ve yirminci yüzyılda dahi hiçbir liberal yahut radikal partinin programlarına almamalarının nedenini Arendt Ģu Ģekilde açıklar(Arendt, 2011: 298): Farklı ülkelerde yurttaĢların değiĢen haklarının, yurttaĢlıktan ve milliyetten bağımsız olduğu varsayılan insan haklarını, elle tutulur somut yasalar Ģeklinde cisimleĢtirdiği varsayılmaktaydı. Burada kabul; bütün insanların bir tür siyasi topluluğun yurttaĢı olduğu idi. Fakat hiçbir devletin yurttaĢı olmayan insanlar ortaya çıktığında devredilmez olduğu varsayılan insan haklarının uygulanabilir olmadığı görüldü. Arendt‘e göre yurttaĢlık haklarından ayırt edilen genel insan haklarının gerçekten neler olduğunu güvenle tanımlayabilecek kimse bulunmamakta ve aslında kimse insan haklarını yitirdiğinde aslında hangi hakları yitirmiĢ olduğunu bilir gibi görünmemektedir. (Arendt, 2011: 298-299) Bu hususla ilgili Edmund Burke, insan haklarının bir soyutlama olduğunu söyleyerek kiĢinin devredilmez insan hakları yerine ―Ġngiliz hakları‖ndan bahsetmenin daha doğru olduğunu, zira sahip olduğumuz hakların ulusun içinden doğduğunu öne sürer. (Arendt, 2011: 309) Ulusal statü kaybının ve dolayısıyla düĢülen ―uyruksuzluk‖ halinin tüm hakların yitimi ile eĢdeğer olduğu görüĢü uyarınca; hiçbir devletin uyruğunda bulunmayan bu kiĢilerin mahrum kaldıkları yalnızca vatandaĢlık hakları değil her nevi insan hakkıdır. Arendt‘e göre burjuva devrimleri ve ardından hazırlanan insan hakları bildirgelerince içi sarih biçimde doldurulmayan insan hakları ile vatandaĢlık hakları güçlü bir biçimde birbiri üzerine binmektedir. VatandaĢlıkla ilgili herhangi bir ön Ģart barındırmayan uluslararası insan hakları belgelerinin ifade ettiğinin aksine ulusal haklardan mahrumiyet insan haklarının tümünden mahrum olmayı sonuçlamaktadır. (Benhabib, 2006: 60) Bu fikri destekleyen Arendt‘e göre eĢitlik varoluĢumuza içkin olmayıp adalet ilkesince yön verilmiĢ bir insani örgütlenmenin sonucu olarak tezahür eder. Zira eĢit olarak doğmaz, karĢılıklı olarak eĢit haklara sahip olduğumuzkararına güvenen bir grubun üyeleri olarak eĢit hale geliriz. Arendt bu varsayımın siyasi yaĢamımızın olmazsa olmaz bir kabulü olduğunu dile getirir: ―…Çünkü insan eĢitleriyle, yalnızca eĢitleriyle birlikte müĢterek bir dünyada eyleyebilir, onu değiĢtirebilir, kurabilir.‖ (Arendt, 2011: 312-313) Bu bağlamda ulusal haklarından mahrum kalan birey bir devletin yurttaĢı olmanın sağladığı ―farklılıkların o muazzam eĢitlemesinden yoksundur‖, artık üyesi olduğu tek topluluk -tıpkı bir hayvanın hayvanlar âlemi ile olan aidiyet iliĢkisine benzer biçimde- insan ırkıdır. (Arendt, 2011: 314) Peki, bu minvalde bir devletin uyruğu olmakla ilgili sorun yaĢayan kiĢilerin durumu ne olacaktır? Mevzubahis grupları ulus devletin eylemleri doğrultusunda yaratılan ―özel insan kategorileri‖ olarak betimleyen Benhabib bu kategorilere dâhil ettiği alt grupları tek tek ele almıĢtır: ―KiĢi zulüm gördüğünde, sınır dıĢı edildiğinde ve vatanı olan topraklardan sürüldüğünde mülteci konumuna gelir. Ġktidardaki politik çoğunluk, belli grupların sözde homojen halka dâhil olmadıklarını ilan ettiği takdirde kiĢi azınlık haline gelir. KiĢinin Ģimdiye dek koruması altında bulunduğu devlet bu korumayı kaldırdığı ve ayrıca sunduğu evrakları hükümsüz kıldığı takdirde kiĢi uyruksuz bir yaĢam sürecektir.‖ Bu üç kategori topluluğun kendilerine bir yer sunmaya gönüllü bir devlet bulamadıkları sürece ise ―yersiz-yurtsuz‖ kalacaklarını ifade eder. (Benhabib, 2006: 65) Azınlıklar aslında devletsiz değildirler; özel anlaĢmalar ve garantiler biçiminde ek korumaya ihtiyaçları olmakla birlikte, hukuki olarak belli bir siyasi bünyeye mensupturlar. Kendi dilini konuĢmak ve kendi kültürel toplumsal muhitinde oturmak gibi hakları tehlikede olup, harici bir yapı tarafından isteksizce korunur. Buna karĢılık ikamet ve çalıĢma gibi haklara dokunulmamaktadır. ―Olgusal bakımdan daha direngen ve sonuçları açısından çok daha uzun erimli‖ olan devletsizlik ise çağdaĢ tarihin en yeni kitlesel görünümüdür. Devletsizler sorunu Birinci Dünya SavaĢı sonrası belirginleĢmeye baĢlamıĢtır. SavaĢtan önce BirleĢik Devletler ve bazı baĢka devletlerde uyrukluğa kabul edilen kiĢinin, uyruğuna girdiği ülkeye samimi bir bağlılık göstermekten vazgeçtiği durumlarda uyrukluğun feshi mümkün kılınmıĢtır. Bu fesih ile uyruktan çıkarılan kiĢi devletsiz olur. SavaĢ sırasında da bazı Avrupa devletleri yasalarında uyrukluğa alma iĢleminin feshini olanaklı kılacak değiĢikliklere gitmiĢlerdir. Birinci Dünya SavaĢı sonrası devletler hiçbir muhalefete hoĢgörü göstermeyecek ve farklı görüĢlere sahip insanlara barınak olmaktansa yurttaĢlarını yitirmeyi yeğleyebilecek bir yapıya bürünmüĢlerdir. (Arendt, 2011: 273) 204 Kitlesel ölçekte ulusal haklardan yoksun bırakma politikası o dönem için yeni ve daha önce görülmemiĢ bir tutum olmuĢtur. Fakat Doğu ve Güney Avrupa‘da azınlıkların ortaya çıkması ve devletsiz halkların Orta ve Batı Avrupa‘ya sürülmesiyle savaĢ sonrası ulusal haklardan yoksun bırakma, totaliter politikaların güçlü bir silahı haline gelmiĢtir. Avrupalı ulus devletlerin, ulusal olarak temin edilmiĢ haklarını yitirmiĢ olan kimselerin insan haklarını garanti etmedeki baĢarısızlığı açıkça gözlenebilmiĢtir. (Arendt, 2011: 258) ―Ġnsan hakları ibaresi bütün taraflar –mazlumlar, zalimler ve onları seyredenler- için, umutsuz bir idealizmin ya da eblehçe beceriksiz bir ikiyüzlülüğün kanıtı haline geldi.‖(Arendt, 2011: 259) Arendt‘in ve Benhabib‘in üzerinde durduğu üzere Avrupa‘da iki savaĢ arası dönemde vuku bulan vatandaĢlıktan çıkarma uygulamaları Milletler Cemiyeti‘nin uyruksuz kalan kiĢiler üzerindeki himayesinin geniĢlemesi sonucunu doğurmuĢtur. 1950 tarihli Ġnsan Hakları Evrensel Bildirisi madde 14, sığınma hakkını temel insan hakları arasında sıralamıĢtır. Buna göre: İnsan Hakları Evrensel Bildirisi “Madde 14: (1) Herkes, zulümden kurtulmak için başka ülkelerden sığınma(iltica) talep etme ve sığınmacı (mülteci) muamelesi görme hakkına sahiptir. (2) Bu hak, gerçekten siyasal nitelikli olmayan suçlara ya da Birleşmiş Milletler amaçlarına ve ilkelerine aykırı eylemlere dayanan kovuşturmalar durumunda, ileri sürülemez.” (Gemalmaz, 2010: 10) Buna karĢılık, sığınma hakkının bir insan hakkı olarak ele alınması, devletlere sığınma imkânı sunma yükümlülüğü bakımından gerçek bir yükümlülük tesis edememiĢtir. (Benhabib, 2006: 79)Cemiyetin anlaĢmalarını yorumlayan bazı devlet adamları daha da açık sözlü bir tavırla; bir ülkenin yasalarının, farklı bir milliyete aidiyette ayak direyen, yani asimile edilemez nitelikteki kiĢilerden sorumlu olamayacağını iddia etmiĢlerdir. Böylelikle, devletin yasaların bir aygıtı olmaktan çıkıp ―ulusun aygıtına‖ dönüĢmesi sürecinin tamamlandığını itiraf etmiĢ olurlar; öte yandan devletsiz halkların ortaya çıkması bunu pratikte de kanıtlayacak fırsatı tanımıĢtır. ―Ulusun devleti fethetmesi ve ulusal çıkarın yasalar karĢısında önceliği, Hitler‘in ‗hak, Alman halkı için iyi olan Ģeydir‘ demesinden uzun süre önce gerçekleĢmiĢtir.‖ (Arendt, 2011: 268-269) Arendt, konuyu kaleme aldığı dönemde bir milyon ―kabul edilmiĢ‖ devletsiz kiĢinin varlığına karĢılık on milyonu aĢkın de facto devletsiz olduğunu dile getirir. Görece zararsız olarak görülen de jure devletsizlerin durumuna iliĢkin zaman zaman uluslararası konferanslar düzenlenmekte ve konu masaya yatırılmakta olup mülteci sorunuyla özdeĢ olan devletsiz kitleyle ilgili bir adım atılmamaktadır. Arendt‘in ifade ettiği üzere Ġkinci Dünya SavaĢı öncesi yalnızca totaliter yahut yarı totaliter diktatörlükler ulusal haklardan yoksun bırakma silahını doğuĢtan yurttaĢlarına karĢı kullanırlarken, sonraki dönemde BirleĢik Devletler gibi özgür demokrasilerde dahi doğma büyüme Amerikalı komünistleri yurttaĢlıktan mahrum etmeyi düĢündüğü noktaya gelinmiĢtir. (Arendt, 2011: 276) Uyruğa alma uygulaması tek tek kiĢiler için ve istisnai olarak çalıĢtırılmaktaydı. Uyrukluk baĢvurusu kitlesel bir görünüme kavuĢtuğunda bütün bu süreç çöküĢe geçmiĢtir. Bu yeni durumun neden olduğu panik ve gelen yeni kitlenin onlarla aynı kökene sahip olup baĢka ülkelerin yurttaĢı olmuĢ kiĢilerin olagelmiĢ durumunu değiĢtirmesi üzerine devletler önceden uyruklarına aldıkları kiĢileri de uyrukluktan çıkarmaya baĢlamıĢlardır. (Arendt, 2011: 284) Devletsiz yani hak-sız kiĢilerin ulus devletler içerisindeki varlığı ―ölümcül bir hastalığın tohumlarını taĢımaktaydı‖. Zira yasalar karĢısındaki eĢitlik ilkesi bir kez bozulduğunda ulus devletin varlığını sürdürmesi sıkıntıya düĢer. Bu tasarlanmıĢ eĢitlik olmazsa ulus çözülerek ayrıcalıklı ve ayrıcalıksız bireylerden oluĢmuĢ bir kitleye dönüĢecektir. Herkes için eĢit olmayan yasalar ulus devletlerin tam da doğasıyla çeliĢecek bir biçimde haklar ve ayrıcalıklar halini alacaktır. (Arendt, 2011: 293)Modern ulus devlet, hukukun egemenliğini tüm vatandaĢ ve vatandaĢ olmayanlar için icra etmekten, ulusun hukuku hukuksal çerçevede araç haline getirdiği ve ―kanunsuz bir ayrımcılığa dönüĢtürdüğü‖ bir hale evirilecektir. Bu sürecin sonucu olarak ulus devletler ―istenmeyen azınlıklar‖ üzerinde toplu bir vatandaĢlıktan ihraç politikasına gitmiĢ ve bu da ulus devletler ailesinin dıĢında ve 205 herhangi bir uyrukluğu haiz olmayan insan toplulukları oluĢmasını sonuçlamıĢtır. (Benhabib, 2006: 64) Ġltica hakkının devletin uluslararası haklarıyla çeliĢtiği düĢünüldüğünden ne anayasalarda, ne uluslararası anlaĢmalarda sözü edilmekte, BirleĢmiĢ Milletler SözleĢmesi‘nde dahi fazla üzerinde durulmamaktaydı. Bu haseple Arendt‘e göre iltica hakkı Ġnsan Hakları ile aynı yazgıyı paylaĢmaktaydı. Ġnsan Hakları da -en azından Arendt‘in eserini kaleme aldığı dönem itibariyle- yasa haline gelememiĢ, ancak olağan yasal kurumların yeterli olmadığı tekil ve ayrıksı durumlarda bir baĢvuru olanağı olarak muğlâk bir varlık kazanmıĢtır. (Arendt, 2011: 277) YurttaĢını ihraç etme hakkının egemenlik hakkı olduğunu ileri süren devlet, devletsizleri yasa dıĢı doğalarından ötürü, yasa dıĢı eylemlerde bulunmaya zorlar. (Arendt, 2011: 282)Oturma ve iltica hakkı bulunmayan devletsiz kiĢi Ģüphe yok ki yasaları sürekli çiğneyecektir. Arendt bu noktada ―uygar ülkelere özgü bütün değerler hiyerarĢisini tersyüz eden‖ bir hususa dikkat çeker: Devletsiz kiĢi yasanın durumunu düzenlemediği bir aykırılık teĢkil ettiğinden ancak yasada öngörülmüĢ bir normu çiğneyerek, yani suç iĢleme suretiyle kendini normalleĢtirebilecektir. (Arendt, 2011: 287) YurttaĢlığın kaybı,bir diğer yandan, kiĢileri yalnızca yasaların korumasından değil, aynı zamanda yerleĢmiĢ ve resmen tanınmıĢ bir kimlikten de yoksun bırakır. Ulusal haklarını elinden alan ülkeden bir doğum kâğıdı almak için gösterilen çabanın ne kadar hummalı olduğu bunun pratikteki görünümüdür (Arendt, 2011: 288). Hak-sızların ilk yitirdikleri Ģey yurtlarıdır ve aslında burada yeni olan husus yurdun yitirilmesi değil, yeni bir yurt bulmanın olanaksızlığıdır. Artık devletsizlerin ciddi denetim ve kısıtlara maruz kalmadan gidebilecekleri bir yer, bir ülke, bir toprak parçası kalmamıĢ ve kendilerini uluslar ailesinden dıĢlanmıĢ halde bulmuĢlardır. Ġkinci kayıpları ise; siyasi yönetimin korumasından mahrum kalmalarıdır. Bu mahrumiyet yalnızca kendi ülkelerinde değil bütün ülkelerde yasal konumlarını kaybetme anlamına gelmektedir. Uluslararası anlaĢmaların kurduğu ağ sayesinde bir ülkenin vatandaĢı dünyanın neresinde olursa olsun yasal statüsünü beraberinde götürebilmekte iken, bu ağın dıĢında kalmıĢ olanların kendilerini tamamen yasa dıĢı bir alanda buldukları bir baĢka gerçekliktir (Arendt, 2011: 300). III – KÜRESELLEġME ÇAĞINDA VATANDAġLIK VE ĠNSAN HAKLARI Ġnsan haklarının kendi düĢünsel ilhamı olmasına rağmen yararlanıcılarını çok uzun süre vatandaĢlıkla bağlantılı olarak tanımlamıĢtır. Birinci Dünya SavaĢı sonrası ve faĢizm döneminde görülen azınlık haklarının korunması hususundaki baĢarısızlıktan çıkarılan dersler ve 1990‘lardaki küreselleĢme dalgasının teĢviki, BirleĢmiĢ Milletler ve sivil toplum örgütlerini insan haklarını bağlarından kurtarmaya çalıĢmaya itmiĢtir. Küresel insan hakları otonomi ve önem kazandıkça, esasında ulusal vatandaĢlığın bir parçası olarak görülen sosyal ve ekonomik haklar yönünde de geniĢlemeye baĢlamıĢtır. (Shafir ve Brysk, 2006: 283) Bu minvalde, çıkıĢ noktası olarak daha evrensel ve fakat ―medeni haklarla‖ kısıtlı olarak ele alınan insan hakları alanında ―ulus-aĢırı‖ çalıĢmalarda bulunan araĢtırmacılar, T. H. Marshall‘ın 1949 tarihinde yayınlanan ―VatandaĢlık ve Toplumsal Sınıflar‖ eserinde vatandaĢlığın medeni ve siyasi haklar boyutunun yanı sıra belirttiği sosyal ve ekonomik boyutunu da insan hakları alanına dâhil edecek Ģekilde bir yeniden yapılandırma çalıĢması yürütmektedirler. Benzer Ģekilde önceleri vatandaĢlık ile iliĢkilendirilmiĢ olan kimlik ve kültürel hak talepleri de bugün insan hakları Ģemsiyesi altına alınmaya çalıĢılmaktadır. (Shafir ve Brysk, 2006: 275) Siyasi egemenliğin yerinin değiĢmesine bağlı olarak vatandaĢlığın konumunda meydana gelen değiĢiklikler ana hatlarıyla siteden Roma Ġmparatorluğu‘na, Orta Çağ Ģehirlerine ve oradan da ulusdevlete doğru gerçekleĢmiĢtir. Ulus-devlet egemenliğinin çeĢitli açılardan sorgulanmaya açıldığı günümüzde vatandaĢlığın anlamının bu bağlamda yeni bir değiĢikliğe daha maruz kaldığı gözlemlenebilmektedir. DeğiĢim sonucu meydana gelen yahut gelecek yeni anlamı ulus-ötesi yahut küresel vatandaĢlık biçimde okuyan yazarlar bulunmaktadır. Ġkinci değiĢme alanı olarak var olan vatandaĢlık haklarının yeni grupları, daha açık ifade etmek gerekirse iĢçileri, azınlıkları, göçmenleri ve yerlileri içerecek biçimde geniĢlemesi ifade edilmektedir. Konumuzu daha çok ilgilendiren üçüncü ve son değiĢim ise yeni hakların yahut baĢka bir ifadeyle yeni kuĢak hakların kavramın kapsamına dâhil 206 edilmesiyle gerçekleĢtiği iddia edilen değiĢimdir. Mevzubahis yeni haklar, hali hazırda var olan haklara sahip olmayı ve bunların kullanımını daha etkin kılmakta ve öncesinde hukuki yahut toplumsal bariyerlerle grupları birbirinden ayıran duvarların yıkılmasına ön ayak olmaktadır. Bu haseple, vatandaĢlığın yaĢadığı her geniĢlemenin onu daha kuvvetli ve zengin kıldığı ileri sürülür. (Shafir ve Brysk, 2006: 277) VatandaĢlık haklarının içeriğinde vuku bulan geniĢlemeye ilk dikkat çeken düĢünürlerden T. H. Marshall, vatandaĢlık haklarını Ġngiltere‘de birbirini izleyen üç dönemde etkili olduğunu varsaydığı üç ayrı katmana ayırır: medeni, siyasal ve sosyal haklar. (Kymlicka, 2008: 188) Bunlardan medeni haklar, bireyin özgürlüğü için gerekli görülen ve On sekizinci Yüzyılda ortaya çıkan hak demetini, siyasal haklar On dokuzuncu Yüzyılın bireye temsil edilme, oy kullanma ve siyasi iktidarın kullanımına katılma haklarını bahĢeden hakları ifade eder. Yirminci Yüzyılda ortaya çıkan ve Marshall‘ın deyimiyle medeni kiĢinin toplumda geçerli görülen standartlarda yaĢamasına olanak sağlayacak sosyal haklarla sosyal vatandaĢlık kavramı ortaya çıkmıĢtır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta sosyal vatandaĢlığı Marshall‘ın tanımladığı Ģekliyle, daha açık ifadeyle ortak bir medeniyet standardında yaĢamaya hak olarak tanımlamanın, bu kavramı ―sosyal yardımlaĢma‖ ile karıĢtırma tehlikesini barındırmasıdır. Zira sosyal yardımlaĢma, dezavantajlı bireyleri korunmaya ihtiyacı olanlar Ģeklinde bir kenara ayırmayı öngörürken, sosyal vatandaĢlık, hakları siyasi toplumun tüm vatandaĢlarını barındıracak Ģekilde geniĢletmeyi gerektirir. (Shafir ve Brysk, 2006: 278-279) Bu noktada vatandaĢlık geleneğindeki bir ayrıĢmadan bahsetmek yerinde olacaktır. TartıĢmanın bir tarafı, hakların bu mevzubahis geniĢlemesini -baĢka bir ifadeyle önceleri yalnızca üst-sınıflara özgü olduğu düĢünülen hakların toplumun diğer kesimlerine yaygınlaĢtırılmasını- olumlu bir gözlükle okuyarak demokratikleĢme sürecinin olmazsa olmazı olarak değerlendirirken, özellikle Iris Young ve Will Kymlicka gibi bazı düĢünürler, vatandaĢlığın yeni toplulukların karakter özelliklerini Ģemsiyesi altında toplayamadığını ve ―ayrıcalıklardan‖ ―haklara‖ geçiĢ aĢamasının henüz tamamlanamadığını ileri sürerler. Bu ikinci grup düĢünürün nihai amaçları vatandaĢlığı kül halinde ortadan kaldırmak değil ve fakat haklarından mahrum edilmiĢ bu yeni grupların vatandaĢlık hakları bağlamına oturtulması ve dolayısıyla ―geleneğin‖ geliĢtirilmesidir. (Shafir ve Brysk, 2006: 279) Bu vatandaĢlık anlayıĢı bizi Iris Young‘ın, Marshall‘ın medeni, siyasi ve sosyal haklar Ģeklindeki üçlü hak katmanına bir dördüncü hak olarak ―kültürel haklar‖ın eklemleneceği ―farklılaĢtırılmıĢ vatandaĢlık‖ (differentiated citizenship) vatandaĢlık kavramsallaĢtırmasına götürecektir. (Young, 1989: 258) FarklılaĢtırılmıĢ vatandaĢlık anlayıĢının vatandaĢlık kuramı içerisinde radikal bir geliĢmeyi ifade ettiğini söylemek yanlıĢ olmaz. Hâkim vatandaĢlık anlayıĢından bakıldığında, farklılaĢtırılmıĢ vatandaĢlık kuramının vatandaĢlık fikrini kavramsal bir çeliĢkiye sürükleyeceği yargısına varılmaktadır. Klasik vatandaĢlık kuramını destekleyenler, vatandaĢlığın tanım itibariyle insanlara kanun önünde eĢit haklara sahip bireyler olarak davranma mesafesinde bulunduğunu, dolayısıyla vatandaĢlığın herhangi bir alt grup üyeliğinden türetilen hak ve talepler temelinde örgütlenmesi fikrinin vatandaĢlığın özüyle ters düĢeceğini vurgularlar. (Kymlicka, 2008: 208) Ġnsan haklarının ortaya çıkıĢı her ne kadar ulus devletin yükseliĢiyle paralel olsa da bugün ulusaĢırı ve küresel düzeyde de ekonomik, kültürel, siyasi ve hukuki çerçeveler oluĢturulmaya çalıĢılmaktadır. Ġnsan haklarının ulus-ötesi mevcudiyeti de var olan hakların yeni gruplara geniĢlemesi manasına gelmektedir. Peki, insan haklarındaki bu geniĢleme vatandaĢlık geleneğini nasıl etkilemektedir? Bu bağlamda insan hakları söyleminin geniĢleyen tarafının özellikle üç hak üzerinde yükseldiği iĢaret edilmektedir. Bunlar; sağlık hakları, ―hak bazlı kalkınma‖ (rights-based development) ve kimlik haklarıdır. Ġkinci ve üçüncü kuĢak olarak adlandırılan bu hakların (sosyal - ekonomik ve kültürel yahut halkların hakları) geliĢimi vatandaĢlık geleneğindeki geniĢlemeyle oldukça paraleldir ve ikisi de küreselleĢme ile üretilen yeni toplumsal tutumu ve ulus-aĢırı hareketliliği yansıtır. (Shafir ve Brysk, 2006: 280) Bu mevzubahis haklardan konumuz bağlamında önem teĢkil edeceğini düĢündüğümüz sağlık hakkı ve kimlik hakları üzerinde durmayı tercih etmekteyiz. BirleĢmiĢ Milletler Dünya Sağlık Örgütü‘nün 1998‘de bir insan hakkı olarak tanıdığı ―sağlık hakkı‖ bulunduğu kuĢak bakımından karma bir yapı sergilemektedir. Zira iĢaret ettiği haklardan bazıları bireyin tıbbi müdahaleyi reddetme hakkı yahut savaĢ esnasında iĢgalci bir gücün sivillerin ve 207 mahpusların tıbbi bakımına izin verme yükümlülüğü gibi birinci kuĢak hakları iĢaret ettiği gibi, olabilecek en yüksek tıbbi bakım ve kaynaklardan yararlanma gibi bazı haklar da ikinci kuĢak sosyal haklara göndermede bulunur. Bunların yanı sıra, sağlık hizmetleri ile ilgili kararların belirlenme aĢamalarına kolektif katılım ve bilgi alma gibi haklar ise üçüncü kuĢak haklar olan halkların haklarına iĢaret etmektedir. (Shafir ve Brysk, 2006: 281) Ġnsan haklarının yenilendiği alanlardan bir diğeri kimlik hakları alanıdır. Mevzubahis hakların mensubu olduğu üçüncü kuĢak hakların bireylere mi yoksa kolektif bir özneye mi yönelik olduğu hususunda bir belirsizlik söz konusudur. Bu hakların en geniĢ yankı bulduğu alt baĢlık olan yerli haklarının yerel ve ulusal otoritelere mi yoksa uluslararası mercilere mi yöneltileceği de ayrıca tartıĢılan bir husus olmaya devam etmektedir. Sözü edilen haklar hem ulusal yasama organlarının oluĢturdukları metinlerde hem de ―BirleĢmiĢ Milletler Yerli Halkların Hakları Bildirisi‖ (United Nations‟ Declaration of the Rights of Indigenous Peoples) gibi uluslararası belgelerde artarak tanınmaya baĢlanmıĢtır. (Shafir ve Brysk, 2006: 282) Kimlik haklarının bazı noktaları azınlık hakları ile benzerlik taĢımakla beraber tam teçhizatlı bir kolektif kültürel haktan bahsedebilmemiz için, toprak hakkı (land right) yahut iki dilli eğitim gibi hususları da kuĢatacak Ģekilde çerçevenin yeniden inĢası gerekecektir. Bu hakların ulusal düzeydeki görünümünün yeni ortaya çıkacak -küresel vatandaĢlık olarak anılan- vatandaĢlık rejimini Ģekillendirme ve hızlandırma rolü üstleneceği iddia edilmektedir. (Shafir ve Brysk, 2006: 283) Ġki hak geleneğinin ayrımlarının en açık biçimde görüldüğü noktalar; toplumsal dayanıĢma ve yaptırım alanları olup, mevzubahis bu iki alan, siyasi hakları temin edecek küresel insan hakları ile sıkı iliĢki içindedir. Bu iki farklılık noktasını incelemenin yerinde olacağı kanısındayız. (Shafir ve Brysk, 2006: 283) VatandaĢlık haklarından medeni haklara iliĢkin olanlar, negatif haklardan, siyasi haklar, eriĢilebilirliği sağlayan haklardan (enabling rights) oluĢmaktayken sosyal vatandaĢlığa iliĢkin haklar pozitif haklarla bağlantılıdır. Sosyal vatandaĢlık ancak karĢılıklı sorumluluğun, yeniden dağıtımın ve dağıtıcı adaletin var olduğu toplumlarda gerçekleĢebilmektedir. Sağlık sigortası, emeklilik hakları, zorunlu eğitim, iĢsizlik hakları ve ücretli izin gibi sosyal vatandaĢlık hakları, ortak bir fondan yapılacak ödemelerle her bireyin topluluğun eĢit birer vatandaĢı olarak belli bir yaĢam standardını yakalamasını öngörür. Dolayısıyla sosyal haklar bakımından bir tehlike doğduğunda yahut tümden kayıpları halinde toplumsal dayanıĢmanın bir temeli olarak hizmet edecek –ulus devlet gibi- bir topluluğa ihtiyaç vardır. (Shafir ve Brysk, 2006: 283-284) Bu bağlamda vatandaĢlığın ayırıcı noktası vatandaĢların bağlılığıyla oluĢmuĢ bir topluluk fikrinden kaynaklanır. Aralarında etnik farklılıklar olsa dahi, ait oldukları siyasi topluluğa katılım ve onun kurumlarıyla tanımlanıyor olmalarıyla vatandaĢ olunmaktadır. Peki, küresel dayanıĢma için bu ne ifade edecektir? Bu husus bizi komüniteryan ekolün toplumsal bağlar, aidiyet ve eğitimin, dayanıĢma sağlayabilecek bir topluluğu yaratmada baĢat gereksinimler olduğu yönündeki iddiasına götürecektir. Hali hazırda böyle bir toplumsal dayanıĢmayı bulabildiğimiz ulus-aĢırı tek örnek Avrupa Birliği‘nde karĢımıza çıkar. Bunun arkasındaki nedenlerden biri Batı Avrupa devletlerinin yarattığı ortak kültürün uzun bir tarihsel arka planı olması ve Avrupa Birliği‘nin ulus-üstü vatandaĢlık deneyimidir. (Shafir ve Brysk, 2006: 284) Avrupa Birliği‘nin bu noktadaki önemi yalnızca toplumsal dayanıĢma üzerinden değil ve fakat vatandaĢlıkla insan hakları arasında ki bir fark olarak olduğunu ileri sürdüğümüz diğer bir husus olan yaptırım konusunda yarattığı farklılıktır. Birlik bünyesinde bölgesel insan hakları hususunda yargı yetkisi ve etkin bir yaptırım kapasitesi bulunmaktadır. Avrupa Birliği doğrudan etkiye yönelik prensipler benimsemiĢtir; buna göre Birliğin yasal metinleri ulusal mahkemelerce –ulusal parlamentodan bir karar çıkmasından bağımsız olarak- uygulanmak durumundadır. Bu da Birliğin yasalarıyla ulusal hukukun çatıĢması halinde doğrudan Birlik hukukunun öncelikli olması sonucunu doğurur. Bu ölçüde bir yaptırım kapasitesi diğer bölgesel yahut uluslararası örgütler için söz konusu değildir. Bu durum, insan haklarının uygulanmasındaki etkinlik bakımından bir zayıflık teĢkil etmektedir. Buna karĢın vatandaĢlık hakları teorik olarak devlet kurumlarınca güvence altına alınmıĢ durumdadır ve yaptırım gücü daha yüksektir. (Shafir ve Brysk, 2006: 284-285) 208 Bu hususların ıĢığında vatandaĢlık ve insan hakları arasındaki kritik ayrımın vatandaĢlığın toplumsal dayanıĢma ve yaptırım kapasitesi alanlarında daha güçlü bir temel oluĢturması noktalarında olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Bu iki önemli farka bağlı olarak bir üçüncü fark daha kendisine ifade bulur: oy kullanma hakkı ve seçilme için aday olabilme hakkını da içeren siyasi haklar alanı. Siyasi haklar ―eriĢilebilirliği sağlayan‖ haklar olarak, haklarından mahrum kalmıĢ kiĢileri bu mevzubahis haklara kavuĢturma yönünde çok kilit bir önemi haizdir. Küresel insan hakları, küresel düzeyde bir politik hak içermez, ulusal düzeyde gerçekleĢtirilenler de vatandaĢların siyasi haklarından baĢka bir Ģey değildir. (Shafir ve Brysk, 2006: 285) VatandaĢlık hakları kümülatif ve görece sağlam yapıda olup, ulus-devletin yaptırım kapasitelerinden yararlanmaya devam etmektedir. Bir diğer yandan ulusal topluluğun sınırlarına ulaĢtığında, evrenselliğinin sınırları da açıkça ortaya çıkar. VatandaĢlık, içinde bulunduğu siyasi birimi yeniden yapılandırmadan onun dıĢındakilere eriĢmesi mümkün değildir. Ġnsan hakları perspektifinden bakıldığında, vatandaĢlık diğer herkesten siyasi sınırlarla ayrılan içeridekiler tarafından yararlanılan ayrıcalıklar gibi görünmektedir. Zira vatandaĢ, sınırlandırılmıĢ ve dıĢlayıcı bir siyasi topluluğa,ortak bir tarih ve beklenen bir gelecek algısı ile bağlıdır. (Nash, 2009: 1067) Ġnsan haklarının ise evrensel olma bakımından potansiyeli vardır; ancak, tutarlı ve etkin bir yaptırım mekanizması bulunmamakta ve ayrıca toplumsal ve özellikle siyasi boyutları hala tartıĢılmaktadır. (Shafir ve Brysk, 2006: 285) Dolayısıyla insan haklarının geniĢlemesi, tekil devletlerin vatandaĢlarının siyasi haklarına bağlı olarak devam edecektir. Ne vatandaĢlık ne de yaptırım için hala en iyi araç olan ulus-devlet arkada bırakılamayacaktır. Küresel insan haklarının hayata geçebileceği en uygun ortam, bölgesel yahut kozmopolit bir vatandaĢlık için toplumsal bir kuruluĢun varlığıyla mümkün olabilir. KüreselleĢme çağında insan haklarının etkinliği, vatandaĢlığa dönüĢmelerine bağlı olarak devam edecek, bu da kendi dayanıĢması, kurumları ve güvenliği ile toplumsal adaleti sağlamaya yetecek kapasiteye sahip bir küresel siyasi topluluğun üyeliği ihtiyacına iĢaret etmektedir. (Shafir ve Brysk, 2006: 285) KAYNAKÇA Arendt, H. (2011). Totalitarizmin Kaynakları-2: Emperyalizm. çev. Bahadır Sina ġener, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları. Balibar, E. (1994). “Rights of Man and Rights of Citizen: The Modern Dialectic of Equality and Freedom”, Masses, Classes, Ideas: Studies on Politics and Philosophy Before and After Marx, çev. James Swenson, New York: Routledge, s. 39-59. Benhabib, S. (2006). Ötekilerin Hakları: Yabancılar, Yerliler, Vatandaşlar. çev. Berna Akkıyal, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları. Brubaker, R. (2009). Fransa ve Almanya‟da Vatandaşlık ve Ulus Ruhu. çev. Vahide Pekel, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. Gemalmaz, M. S. (2010). Ulusalüstü İnsan Hakları Hukuku Belgeleri, II. Cilt: Uluslararası Sistemler. Ġstanbul: Legal Yayınevi. Kymlıcka, W. (2008). “Vatandaşlığın Dönüşü: Vatandaşlık Kuramındaki Yeni Çalışmalar Üzerine Bir Değerlendirme”, çev. Can Cemgil, VatandaĢlığın DönüĢümü: Üyelikten Haklara, ed. AyĢe Kadıoğlu, Ġstanbul: Metis Yayınları, s. 185-217. Kıwan, D. (2005). “Human Rights and Citizenship: an Unjustifiable Conflation?”, Journal of Philosophy of Education, Cilt: 29, Sayı: 1, s. 38-50. Mouffe, C. (1999). ―Deliberative Democracy or Agonistic Pluralism?‖, Social Research, Cilt: 66, Sayı: 3. Nash, K. (2009) “Between Citizenship and Human Rights”, Sociology, Cilt: 43, Sayı: 6, s. 1067-1083. Rousseau,J.J. (2008). Toplum SözleĢmesi, çev. Ġsmail Yerguz, Ġstanbul: Say Yayınları. Shafır, G., Brysk, A. (2006). “The Globalization of Rights: From Citizenship to Human Rights”, Citizenship Studies, Cilt: 10, Sayı: 3, s. 275-287. 209 Tambakaki, P. (2010). Human Rights or Citizenship?, Abdingdon-Oxon: Birkbeck Law Press. Young, I. M. (1989). “Polity and Group Difference: A Critique of the Ideal of Universal Citizenship”, Ethics, Cilt: 99, Sayı: 2, s. 250-274. 210 MĠKRO-ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠLERĠ VE HUKUK ÖZNESĠ Umut KOLOġ1 ÖZET Hukuksal özne, yani kiĢi ile ilgili bu makalede yapılmaya çalıĢılan, kiĢinin hukuk sosyolojisi bakımından ele alınması, baĢka deyiĢle, hukuksal öznenin toplumsal iliĢki örüntülerindekapladığı yerin ortaya konmasıdır. Konunun tamamını tüketmenin imkânsız olduğu böylesi bir çalıĢma, ancak birtakım temel konulara değinerek ve bunlarla ilgili fikir yürütülerek gerçekleĢtirilebilir. Bu temel konular, kiĢi kavramından genel olarak anlaĢılanın ne olduğu ve kiĢinin toplumsal bir artalanda varlık buluĢunun yanı sıra bu toplumsal artalanın, söz konusu olan modern toplumlar ise, rasyonelliği öne alan bir konumda olduğu, modern toplumların hukukunun da rasyonel olduğu ve bu hukuka uymanın kendisinin rasyonel kabul edildiği biçiminde kısaca ifade edilebilir. Bu rasyonaliteye uyulmaması, ondan sapılması hâlinde ise rasyonelleĢtirici pratikler devreye girecektir. Anahtar Kelimeler: Hukuk Sosyolojisi, Kişi, Hukuksal Özne, Rasyonalite, İdeoloji, Söylem ABSTRACT The subject of this article related to legal subject or the person is to deal with person in the context of sociology of law, in other words, to propound the basis of legal subject within the patterns of social relations. The article will not be able to clear up the matter throughly but concerns some of the basic issues and give opinions about them. These basic issues can briefly be expressedthrough the concept of person and the meanings it may have, its relations to social background, rationality of modern social formation and modern law, and lastly, rationality of legal subject that supposed to obey the law rationally. And rationalizing practiceswill be enforced when the person is out of the rational boundries. Keywords: Sociology of Law, Person, Legal Subject, Rationality, Ideology, Discourse I.KĠġĠ YA DA HUKUK ÖZNESĠ: KAVRAM VE TOPLUMSAL KARġILIĞA DAĠR YAPISAL AÇILIMLAR Hukuksal kiĢilik ile ilgili olarak zor olan, Smith‘in deyiĢiyle, onu gizemli kılan sürekli eğilimi açıklamaktır (Smith, 1928:284). Bu gizemin ortadan kaldırılabilmesi, onun toplumsal gerçeklikte tuttuğu yerin, daha açık ifadesiyle sosyolojik artalanının ortaya konması suretiyle gerçekleĢtirilebilir. Hukuksal kiĢilik, hukuksal muamelelerde bulunmanın önkoĢulu ise ve hukuken kiĢi hukuksal iliĢkilerde taraf olabilen kiĢiye göndermede bulunuyorsa (Smith, 1928:295) öncelikle bu kavram açımlanmalı ardından bunun toplumsal karĢılığına bakılmalıdır. Hukuksal bir kiĢiliğe sahip olmak, en genel ifadesiyle, haklara ve yükümlülüklere sahip bir özne olmak demektir ve hukuksal kiĢiliğe dair en tatmin edici tanımlama, hukuksal kiĢiliğin hukuksal iliĢkilerde bulunma kapasitesi olduğu biçiminde gerçekleĢtirilendir (Smith, 1928:283; Weber, 1978:706). Holland, kiĢinin genellikle bir hakkın öznesi ya da taĢıyıcısı diye tanımlandığını ancak bu tanımlamanın yükümlülükleri dıĢta bıraktığı ölçüde dar kaldığını, kiĢi dendiğinde hakların olduğu kadar yükümlülüklerin de öznesini anlamak gerektiğini belirttiğinde (Holland, 1908:90) subject kelimesinin iki anlamlılığına yapılan vurguyu da belirtmiĢ olmaktadır. Zira subject bir yandan vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlı olan diğer yandan denetim ve bağımlılık yoluyla baĢkasına tabi olan anlamlarına gelmektedir (Foucault, 2005b:63) ve bu itibarla kendine bağlı olması bakımından haklara, baĢkasına tabi olması bakımından yükümlülüklere tabi olmayı ifade etmektedir. 1 AraĢ. Gör., Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı; [email protected] 211 Roma Hukukundaki kullanımına bakılacak olduğunda kiĢi bir status sahibi olandır; bir insan hukuksal olarak hak ve yükümlülüklere sahip olduğunda kiĢi olur ve Romalı hukukçuların deyiĢiyle hukuksal edimde bulunma kapasitesi maskesi yani persona2takmıĢ olur (Holland, 1908:90). Holland‘ın Digesta‘dan aktardığı kadarıyla yaĢayan bir insan olmak ve devlet tarafından bir kiĢi olarak tanınmıĢ olmak kiĢi olmayı sağlamaktadır (Holland, 1908:91-93). Roma toplumunda kölelik gibi ―statü‖lerin toplumsal yapıdaki yeri akılda tutulduğunda kiĢi olabilmenin biyolojik olarak insan olan herkese bahĢedilmemiĢ olduğu ifade edilebilecektir. Günümüzün modern hukuk sistemleri bağlamına geldiğimizde ise temelde yer alanın insanın kiĢilik değerlerinin korunması olduğu ifade edilebilir; zira kiĢiliğin en yetkin konumuna kavuĢması modern dönemlerin eseridir (Gürkan, 1995:39). Burada söz konusu olan, kiĢinin hak ve yükümlülüklerinin evrensel görülen ilkelerle örülü oluĢudur. Bu ilkeleri genel olarak eĢitlik, özgürlük, kiĢiliğe saygı ve kiĢiliğin korunması, kiĢiliğin sosyal karakteri ve belirlilik olarak ifade etmek mümkündür (Özsunay, 1979:5-6). Burada ister istemez birtakım ideolojik örüntülere ve onların felsefi temellerine değinmek lazım gelecektir. Zira bilindiği üzere ideolojiler, bilimsel göndermelere sahip olabilmekle beraber bilimsel olmayan, evrensel iddiaları haiz inĢâi giriĢimlerdir. Bu noktada modern toplumsal formasyonda hukuksal özne dogmatiğine değinilmesi faydalı olabilir. Wallerstein‘e göre modernitenin aydınlanma düĢüncesi geleneksel toplumların Tanrı anlayıĢını bir adım öteye taĢıyarak herkesin doğuĢtan sahip olduğu insan haklarını türetmiĢtir (Wallerstein, 2000:41) ve bu türetmenin hukuksal ifadesi de modern toplumsal formasyonun kiĢisidir. Bu noktaya daha sonra geri döneceğimizi ifade ederek, kiĢi konusuna iliĢkin temel yaklaĢımları sınıflandırma giriĢimlerine yer vermek uygun görünmektedir. Naffine, kiĢi kategorisine iliĢkin üç ayrı yaklaĢım olduğunu ifade etmektedir. Bunlardan ilkinde, kimi analitik hukukçulara göre kiĢi salt hukuksal bir artefact olarak karĢımıza çıkmaktadır ve kiĢiye dair metafizik ön kabullere dayanılmamaktadır (Naffine, 2003:349-350). Bu görüĢ çerçevesinde kiĢilik, hukuksal hakları haiz olmak ve hukuksal iliĢkilerde bulunmak bakımından biçimsel bir kapasiteden fazlası değildir; ahlâki göndermeleri yoktur ve metafizik iddialara dayanmaz (Naffine, 2003:350); hukuksal kiĢi salt bir soyutlamadır, bir oluĢ değildir (Naffine, 2003:353). Dolayısıyla hukuksal iliĢkiler yoksa kiĢilik de yoktur (Naffine, 2003:353). Ġkinci görüĢ penceresinden hukukun kiĢisi doğal bir karakterdedir; öyleyse artefact oluĢtan söz edilemez (Naffine, 2003:349). Burada kiĢiliğin dar bir kavramsal alana sıkıĢtırılmasından kaçınılır ve onun hem hukuksal hem de ahlâki bir temele sahip olduğu düĢünülür; hukuksal kiĢi her zaman ve kaçınılmaz olarak kendisini ahlâken değerli kılan ve hukukun saygı göstermek zorunda olduğu özsel bir insanlığa sahiptir (Naffine, 2003:350). Bu bakımdan, kiĢi olunması için rasyo ya da bilincin varlığı zorunlu değildir, insan olmak yeterlidir (Naffine, 2003:361).3 KiĢi kategorisine iliĢkin üçüncü yaklaĢımda hukuksal kiĢi, klasik toplumsal sözleĢme yaklaĢımlarında görülen, rasyonel ve bu yüzden sorumlu olan insan hukuk aktörü ya da öznesidir ve birinci görüĢün aksine hukuksal iliĢkilerden bağımsız ve ahlâki bir varlık söz konusudur (Naffine, 2003:362-364). Ġkinci görüĢten farklı olarak ise rasyonellik kiĢi olmak bakımından zorunludur (Naffine, 2003:365). YaklaĢımlardan son ikisi birbirleriyle geçiĢimli niteliktedirler. Ġlk yaklaĢım ise daha pozitivist bir eksende yer almaktadır. Burada ek olarak, Supiot‘nun antropolojik montaj olarak deyimlediği yaklaĢımına da değinme imkânımız olacaktır. 2 Persona‘ya iliĢkin Gürkan‘ın ifadeleri açıklayıcı olabilecektir: ―KiĢi diye dilimize çevrilen bu sözcüğün türetildiği ‗persona‘nın ilk anlamı eski Yunan ve Roma aktörlerin sahnede temsil ettikleri roller için kullandıkları ‗maske‘dir. Böylece yaĢlı bir adamı tasvir eden maske bir yandan yaĢlı bir insanı temsil ederken, bir yandan da yaĢlı adamın tüm dünyası demek olan sahnede oynadığı rolü, yaĢlı adam rolünü temsil etmektedir. Daha sonra maskeyi değil, sahnede karakteri ifade edilen kimseyi ya da karakteri oynayan oyuncuyu ifade eder oldu. Bir süre sonra da ‗beden‘ olarak algılanmağa baĢladı‖ (Gürkan, 1995: 42). 3 Bu yaklaĢıma aynı zamanda biçimci eĢitlik anlayıĢına yönelen bir doğal hukuk anlayıĢının eĢlik ettiğini ifade etmek hatalı olmayacaktır. Zira biçimci eĢitliğin salt aritmetik bir eĢitlik olduğu oysa bunun doğal olarak var olan bir adalet içeriği ile desteklenmesi gerektiği savunulmuĢtur (IĢıktaç, 2004b: 136). 212 Supiot‘ya göre bir insanın homojuridicus kılınması, ondaki sembolik ve biyolojik boyutları birleĢtirmenin Batılı tarzıdır (Supiot, 2008:11). Bir doğa olgusu olmayan hukuk öznesi buna rağmen artefact‘tır, yani insanı sadece biyolojik bir varlığa indirgemeyen, onun etini ve ruhunu bir bütün kabul eden bir idealleĢtirme, bir tasarımdır (Supiot, 2008:12). Yukarıda Foucault‘ya atıfla göstermeye çalıĢtığımız özne vurgusu Supiot‘da da kendini gösterir; zira ona göre hukuksal kiĢilik bir yandan bağlı bir yandan özerk, bir yandan beden bir yandan ruh olarak insanı ele alır ki, bu boyutların hukuksal kiĢilik içinde birleĢtirilmesine antropolojik bir montaj denebilir (Supiot, 2008:50-51). Supiot‘nun görüĢlerinin önemi artefact terminolojisini, Naffine‘in kullanımıyla, analitik hukukçuların tekelinde kalmaktan azade kılmasından kaynaklanmakla tükenmeyip aynı zamanda inĢâi boyut ile bedene yaptığı vurgu bakımından olgusal boyutu bir araya getirdiği için de vurgulanmalıdır. Gelinen bu aĢamada ise Wallerstein‘a geri dönmek gerekmektedir. Wallerstein‘ın belirlemesi, ilk yaklaĢımın artefact oluĢa yaptığı vurgu ile diğer yaklaĢımların bu artefact niteliğin içini doldurur görünen ideolojik içeriklendirme çabalarını modern toplumsal formasyon içinde değerlendirmeye iliĢkin Pašukanis okumasını anlamlandırmamıza da yardımcı olabilecektir. Wallerstein evrenselciliği bir ideoloji olarak nitelendirir ve sonsuz sermaye arayıĢında evrenselci bir ideolojinin savunulmasının ve uygulanmasının aslî bir unsuru olduğunu düĢünmektedir. Dolayısıyla evrenselcilik, kapitalist dünya ekonomisine ve kapitalist dünya ekonomisi içinde ortaya çıkan davranıĢ, norm ve pratikler anlamında moderniteye uygun bir ideolojidir. Zira kapitalist sistemin, sistem dıĢına atmanın anlamsız görüneceği bütün emek gücüne ihtiyacı vardır (Wallerstein, 2000:44). Ona göre malları, sermayeyi ya da emeği pazarlanabilir olmaktan alıkoyan ne varsa metaların pazar içindeki akıĢına ket vuran, onu kısıtlayan bir özellikte olduklarından istenmeyen hâlleri oluĢturur (Wallerstein, 2000:42). Bu açıklamalar ile birlikte değerlendirdiğimizde, eğer ortada bir artefact oluĢ varsa bunun nedenlerine iliĢkin ipuçlarının modern toplumsal formasyon içinde aranması gerektiği anlaĢılmaktadır. Bu nokta kiĢi kavramından anlaĢılanın ne olduğuna ilave bir Ģeyler söylemenin ve kiĢinin yani hukuk öznesinin varlık buluĢunun modern toplumsal formasyondaki karĢılığına bakmanın gerekliliğini düĢündürmektedir. ġimdiye kadar yapılan açıklamalar ıĢığında denebilir ki, ―olması gereken‖ düĢüncesinin toplumsal yaĢamın yapısallığı içinde bir oluĢumu vardır ve toplumsal norm kategorileri bu ―olması gereken‖lik içinde anlaĢılmalıdır. Olması gereken anlayıĢı bir düĢünce sistemi olarak kurulmadan önce, insanların bilinçli tercihlerine dayanmaksızın bir oluĢum göstermektedir. Burada hukuka da yol açılmaktadır; zira hukuk da bir kural bilimi olarak anlaĢılabilir yani o da bir ―olması gereken‖e bağlı olmak bakımından normatiftir (Can, 2003:24). Geldiğimiz bu nokta, hukukun kendisinin de toplumsal yapı içinde ve kendiliğinden oluĢup oluĢmadığına iliĢkin bir soruĢturmayı haklı göstermektedir. Öncelikle ifade edilmesi gereken, hukukun kendiliğinden oluĢup oluĢmadığının soruĢturulmasının zorunlu olarak doğal hukukçu bir yaklaĢıma götürmeyeceği ya da yasama faaliyeti ve yargı pratiklerini, yani inĢâi zemini zorunlu olarak dıĢlamaya yol açmayacağı hususudur. Burada yapılmaya çalıĢılanın hukuku ve onun kiĢisini sosyolojik olarak ele almak olduğunu belirtmekte yarar gördüğümü tekrar ifade etmeliyim. Bu noktada Evgeny B.Pašukanis‘in yaklaĢımının yardımcı olabileceğini sanıyorum. Pašukanis‘in (1891-1937) hukuka yaklaĢımının esasını döneminin Marksist hukuk kuramcılarının anlayıĢlarına yönelen bir eleĢtirinin oluĢturduğu belirtilmelidir. Ona göre hukuk (dolayısıyla hukuk öznesi yani kiĢi) salt ideolojik bir kurgu olmaktan ötede bir muhtevaya sahiptir. Hukukun altyapı iliĢkilerinin üstyapısal ve kurgusal bir ifadesi olduğu biçimindeki klasik Marksist yaklaĢımın ötesine geçmeye dair bir giriĢimi Pašukanis‘in çabalarında yine Marksizm içinden gelen bir biçimde görmek mümkündür. Pašukanis hukukun kendisini bir toplumsal iliĢki olarak görür ve toplumsal iliĢkilerin hukuksal biçim aldığından bahseder (Pašukanis, 2002:74-75). Pašukanis‘e göre hukukun bilinçli temellere dayanmayan altyapısal bir temeli vardır; zira hukuk bir düĢünce sistemi olarak değil ama üretim iliĢkilerinin baskılaması ile ve insanların bilinçli tercihlerine dayanmadan meydana gelen bir iliĢkiler sistemi olarak gerçek bir tarihe sahiptir (Pašukanis, 2002:64). Hukuku bir kurallar yığını olarak aldığımızda, onu doğuran iliĢkilerin kuralları öncelediği vurgulanmalıdır (Pašukanis, 2002:85). Pašukanis çok net biçimde Ģunları ifade eder (Pašukanis, 2002:85-86): 213 ―Hukuk kuralının kendisi yani mantıksal içeriği doğrudan doğruya var olan iliĢkilerden kaynaklanır‖ ―Kural hukuksal iliĢkiyi doğurmaz; hukuksal iliĢki temelindeki toplumsal iliĢkiyle kuralı doğurur.‖ Dolayısıyla, toplumsal gerçeklik ile hukuksal gerçeklik arasındaki mesafe sanıldığı kadar uzak olmak zorunda değildir. Can‘ın deyiĢiyle toplumsal gerçekliğin içindeki olgular, günlük gereksinimler ve duygusal tepkiler gibi süreçlerden geçerek birtakım hukuksal değerlere dönüĢmektedirler ve bu noktada ―olan‖dan ―olması gereken‖e bir geçiĢim yaĢanmaktadır (Can, 2003:70-71). Hukuk için ifade edilenlerin onun temel kavramlarından olan kiĢi için de ortaya konması mümkündür. Denebilir ki, kapitalist toplumun hukuksal öznesi ―hukukçuların düĢünce düzleminde yaratılmadan önce toplumsal yaĢamın süjesi olarak kültür tarafından oluĢturulmuĢtur‖ (Özcan, 2011:110). Hukuk bir kiĢilik ideali ortaya koymaktadır ancak bu kiĢilik ideali, olağan koĢullarda, toplumda zaten var olan toplumsal kiĢilik tipiyle uyumlu olma eğilimindedir ve kiĢi toplumdaki kültür aracılığıyla algılanan toplumsal kiĢilik olduktan sonra hukukun bu kiĢiliği tanımlaması veya yeniden biçimlendirmesi ile hukuksal kiĢilik hâline gelmektedir (Özcan, 2011:122). Hukuk ile yapılanın toplumsal artalanda oluĢan bu kiĢiliğin korunması çabası olduğu da düĢünülmelidir. Pašukanis toplumda zaten var olan toplumsal kiĢiliğin, modern toplumsal formasyonda yani kapitalizm koĢullarında mülk ve özel çıkar sahibi, iktisadi öznede somut varlığını bulduğunu ifade etmektedir (Pašukanis, 2002:77). Ona göre hukuksal kiĢi yani hukuk öznesi hukuk kuralı dıĢında, toplumsal iliĢkilerde vardır ve maddi dayanağını yasanın yaratmadığı ve fakat hazır bulduğu iktisadi öznede bulmaktadır (Pašukanis, 2002:88-91). Harvard ekibi hukukta kiĢi metaforunun kullanımının iĢlevini belirtirken bunun salt bir metafor olmaktan çıktığını ve ağır ihtilaflı sosyal meselelere dair sorunların ifade edilmesi için bir zemin, bir depo oluĢtan bahsettiklerinde (Harvard, 2001:1766) aynı sosyolojik zemin üzerinde yer almaktadırlar. Pašukanis ise borçlu ile alacaklı arasındaki iliĢkinin devletin koyduğu yasalar tarafından yaratılmadığını, zaten toplumda bunun nesnel bir karĢılığının olduğunu belirttiğinde bu durumu somutlaĢtırmaktadır (Pašukanis, 2002:87). Burada hukukun toplumsal yaĢam bakımından bir girdi oluĢu ihmal ediliyor değildir. Posner hukukun toplumsal denge durumlarına iliĢkin, ilki davranıĢsal olan ve hukukun insanların davranıĢlarına etki etmesiyle açıklanan ve ikincisi hermenötik olan ve insanların sahip oldukları inanıĢları değiĢimlemesiyle açıklanan iki etkisinin bulunduğunu ifade ettiğinde, bu girdi oluĢa değinmektedir (Posner, 2002:33). Ancak hukukun toplumsal yapıyı değiĢimlemeye dair giriĢimlerinin örneğin bir hukuk devriminin yapıldığı olağanüstü dönemler için daha çok açıklayıcılığa sahip olduğunu düĢündüğümüzü ifade etmekte yarar vardır. O hâlde sorun, bir toplumsal norm kategorisi olarak hukukun nesnelliğine iliĢkin noktada düğümlenmektedir. Bu konuya iliĢkin sosyolojik bir tahlilin hukukun kendiliğinden geliĢimi ve yasakoyucunun faaliyetlerinin anlaĢılması bakımından gerçekleĢtirilebileceğini düĢünüyorum. Buradaki duraklar ilk adım ile ilgili olarak yine Pašukanis, ikinci adım ile ilgili olarak ise Searle olacaktır. Yukarıdaki açıklamalar hukuk ve toplumsal karĢılık ile ilgili önemli olduğunu düĢündüğüm açılımlara göndermede bulunmaktadır. Gerek sosyolojik anlamda bireyin, gerek hukuk sosyolojisi anlamında kiĢinin oluĢumunun izlerinin bu artalanda sürülmesi, hukukun nesnelliğine iliĢkin yürütülecek tartıĢmaya da zemin hazırlamaktadır. Modern toplumsal formasyonun kapitalist niteliği, bu nesnellik arayıĢlarını da kapitalist iliĢki örüntülerinde aramaya yol açmaktadır. Pašukanis‘in açıklamaları bu izlekte görünmektedir. Ona göre hukuksal iliĢkiler, her durumda, doğrudan doğruya insanlar arasındaki üretim iliĢkileri tarafından yaratılmaktadırlar (Pašukanis, 2002:95). Hukukun kiĢisi de kapitalist mübadele iliĢkilerinde tüm olası taleplerin taĢıyıcısı ve hedefi olmak bakımından toplumdaki üretim iliĢkilerine denk düĢen temel hukuksal birim olarak karĢımıza çıkmaktadır (Pašukanis, 2002:98). Zira tüm hukuksal iliĢkiler özneler arasındadır ve özne yani kiĢi hukuk kuramının en küçük, basit ve bölünemez unsurudur (Pašukanis, 2002:109). Özne kategorisi nesneler üzerinde pazarda özgürce tasarruf edebiliyor olmanın en iyi ifadesi olarak karĢımıza çıkmaktadır (Pašukanis, 2002:110). Bu bakımdan hukuk öznesi de toplumsal iliĢkilerin saf bir ürünü olarak görünür (Pašukanis, 2002:114). Bu anlamda hukukun kendisinin nesnel varlığına iliĢkin bir saptama yapılacak olduğunda denebilir ki, bunun saptanabilmesi için hukuk kuralının içeriğini bilmek yeterli 214 olmayıp o kuralın toplumsal iliĢkilerde gerçekleĢip gerçekleĢmediği bilinmelidir (Pašukanis, 2002:85). Pašukanis‘in hukukun kendisini bir toplumsal iliĢki olarak gördüğünü hatırda tuttuğumuzda, burada belirttiklerimizi de bu görüĢe eklemeyerek toplumsal iliĢkilerin nesnel olarak ele alınabilmesi ölçüsünde hukukun ve hukuk öznesinin de nesnel bir ele alıĢa konu olabileceğini zira onların da sosyolojik anlamda bir nesnelliğe sahip olduğunu ifade etmenin hatalı olmayacağını düĢünüyorum. Ġkinci adım ise yasakoyucunun faaliyetinin nesnelliğinin olup olmadığına iliĢkindir. Burada kilit kavram Searle‘ün ―kurumsal olgu‖ diyerek adlandırdığı belirlemede ifadesini bulmaktadır. Searle‘e göre olgular kaba olgular ve kurumsal olgular olmak üzere ayrılabilir. Kaba olgular ya da fiziksel evren insan tarafından yaratılmaya ihtiyaç duymadan varlık bulmuĢlardır. Kurumsal olgular ise insanın inĢâi faaliyeti neticesinde ortaya konanlardır (Searle, 2005:147 vd). Bu ayrımlaĢtırma ise kurumsal olguların toplumsal yapıda karĢılık bulduklarına dair belirlemeye engel değildir. Searle kurumsal bir olgu olan mülkiyet hakkından söz ederken, mülkiyet haklarının hukuki olarak yaratılmasının, tipik olarak satma ve satın alma edimlerini gerektirdiğinden bahsettiğinde (Searle, 2005:148) toplumsal iliĢkilere göndermede bulunmuĢ olur. Ona göre kurumsal olgular insan uylaĢımıyla var olurlar (Searle, 2005:152). Burada kolektif kabullerin rol oynadığından bahseden Searle, mülkiyet hakkının toplumun çoğunluğu ya da tamamı tarafından reddedildiği momentlerde mülkiyet hakkının da sona ereceğine iĢaret ettiğinde toplumun yeterli sayıdaki üyesinin kabulünü kurumsal olguların süregiden varoluĢlarının sırrı olarak sunmuĢ olur (Searle, 2005:149). Searle‘ün yaklaĢımının önemi hem olan ile olması gereken arasındaki uçurumu ortadan kaldırmasından (Özcan, 2008:316) hem de kendi ifadesiyle kurumsal olguların, ki hukuk da buna örnektir, fiziksel evrenin yani kaba olguların bir parçası olduğunu göstermesinden ileri gelmektedir; zira ona göre toplumsal, kurumsal ve zihinsel gerçeklik tek bir fiziksel gerçeklik içinde yer almaktadır (Searle, 2005:153). ÇalıĢmamın birinci bölümünün sonunda toparlama maksadıyla belirtmem gerekir ki, hukukun öznesi yani kiĢi modern toplumsal formasyonu karakterize eden kapitalist iliĢki örüntüleri içinde ortaya çıkmıĢtır. Hukuk sosyolojisi bağlamında kiĢinin ele alınması, sosyoloji bağlamında bireyin oluĢumuyla baĢlayan ve kapitalist iliĢki örüntülerini hesaba katarak iktisadi özne zemininde temsillenen bir toplumsal artalana sahiptir. ―KiĢi‖nin nesneleĢmesi, onun materyalize ediliĢiyle mümkün olur. II.RASYONALĠTEDEN HUKUKUN RASYONELLĠĞĠNE WEBERYAN BĠR AÇILIM KiĢi kavramı açımlanıp onun toplumsal karĢılığına göz atıldıktan sonra, baĢka bir deyiĢle, kiĢinin sosyolojisine giriĢin ardından bu kiĢiye atfedilen en önemli niteliklerden biri olan rasyonalite meselesine de bakmakta fayda görüyorum. Burada özellikle sosyoloji cephesinden rasyonel olanın bir takibine giriĢecek ve ardından bu rasyonalitenin hukuk alanında nasıl ifade bulduğuna dair Weber‘den beslenerek birtakım belirlemeler yapmaya çalıĢacağım. Hukukun rasyonalitesine iliĢkin önemli belirlemeleri Weber‘in çalıĢmalarında bulmak mümkündür. Buna iliĢkin değerlendirmelerine girmeden önce Weber‘in ekonomi hukuk iliĢkisine dair saptamalarına kısaca da olsa yer verilebilir. Weber‘e göre ekonomik faktörler hukuk üzerinde doğrudan olmayan bir etkide bulunmuĢlardır. Bu etki sadece Ģu derecededir: ekonomik davranıĢın piyasa ekonomisi ya da sözleĢme serbestisi gibi olgular üzerinde temellenen belirli rasyonalizasyonları ve hukuk tarafından çözülmesi beklenen menfaat uzlaĢmazlıklarının artması, hukukun sistemleĢtirilmesine etkide bulunmuĢlardır (Weber, 1978:655). Dolayısıyla ekonomik çıkarlar hukuku doğrudan yaratmamıĢtır (Weber, 2012:18). Ancak bu saptamaları, Weber‘in modern Batı toplumlarında kapitalizm hukuk iliĢkisini göz ardı ettiği anlamına gelmemelidir. Weber‘e göre modern Batı toplumsal düzeninin en önemli iki parçasından biri rasyonel yapıdaki hukuktur ve rasyonel hukuk hesaplanabilir olan hukuktur (Weber, 2012:17) ve kapitalizmin gereksinimi hesaplanabilir bir hukuktur (Torun, 2003:96). Rasyonel amaçlara ulaĢabilmek için toplumsal yapıda tanımlanmıĢ ve kurumsallaĢmıĢ alt sistemlere ihtiyaç vardır (Özcan, 2011:120) ve Weber‘e göre rasyonel biçimde nitelendirilmiĢ, dile gelmiĢ olan anayasalara, yasalara ve hukuka bağlı siyasal örgütlenme olarak devlete modern Batı toplumları dıĢında rastlanmamıĢtır (Weber, 2012:8). Weber‘in hukuk sosyolojisi yaklaĢımında modern Batı toplumlarında görüldüğü hâliyle çağdaĢ hukuk düĢüncesi iki ana kategoriye ayrılmaktadır: Hukuk yapma ve hukuk bulma. Bunlardan hukuk yapma ile anlaĢılan hukukçuların düĢüncesinde rasyonel hukuk kuralları olarak varsayılan genel 215 normların kurulması iken hukuk bulma ile anlaĢılan bu kuralların somut olgulara uygulanmasıdır (Weber, 1978:653). Weber hukukun rasyonelliği ile ilgili görüĢlerinde rasyonel ya da irrasyonel olma, Ģekli bakımdan ve maddi bakımdan ele alınabileceğini belirtir. ġekli bakımdan rasyonellik – irrasyonellik meselesine dair söylenebileceklerin ilki, gerek hukuk yapımında gerek hukuk bulmada rasyonel araçlara değil ama örneğin kehanetlere ya da vahye baĢvurulursa Ģeklen irrasyonalitenin gündeme geleceğine iliĢkindir (Weber, 1978:656). Dolayısıyla denebilir ki, gerek usul hukukunda gerek maddi hukukta karar genel ve ortak bir norma göre tespit ediliyor ve bunlara göndermede bulunuluyorsa Ģeklen rasyonalite söz konusudur (Topçuoğlu, 1964:245). Maddi bakımdan rasyonellik – irrasyonellik ayrımı ise hukuki kararın ahlâki, duygusal ya da siyasal temellere dayandırılması hâlinde irrasyonelliğin ortaya çıkması, aksi hâlde ise rasyonellikten söz edilmesiyle belirlenmektedir (Weber, 1978:565). BaĢka deyiĢle, bir hukuki uyuĢmazlık vukuunda bu ihtilafa hukuku uygulayacak kimseler uyuĢmazlığın ya da aykırılığın yarattığı duygusal tepkilerle bir karara varıyorlarsa orada irrasyonel bir hukuki süreç gündeme gelmiĢ olacaktır (Topçuoğlu, 1964:243). Görüleceği gibi, Ģekli bakımdan rasyonellik hukuk yapma ve hukuku bulmada, maddi bakımdan rasyonellik ise uyuĢmazlığı çözecek kararı vermede dikkate alınmaktadır. Hukuk yapmada ve bulmada rasyonel araçlar olarak kabul edilen genel ve ortak bir usûl belirlendiğinde Ģeklen rasyonalite, hukuki uyuĢmazlığı çözen kararın verilmesinde duygusallıklara ve ahlâki nedenler gibi göreli noktalara değil de genel bir kurala göndermede bulunulduğunda ise madden rasyonalite tesis edilmiĢ olacaktır (Topçuoğlu, 1964:243244). Belirtilmelidir ki, irrasyonel oluĢ adil olmayan ya da kötü bir anlamı ifade etmemekte ama hukuki prosedürlerde genel kural olarak kabul edilemeyecek ve bu anlamda hukuka yabancı unsurlara göndermede bulunma anlamına gelmektedir (Topçuoğlu, 1964:245). Bu açıklamalar alt alta getirilip toplandığında modern toplumsal formasyonun kapitalist iliĢki örüntüleri bakımından ratio‘nun nasıl anlaĢıldığını ve haiz olduğu önemi görmek ve buna ek olarak modern hukukun bu rasyodan aldığı paya Weber‘den hareketle iĢaret etmek imkânımızın olduğunu ifade edebiliriz. Özellikle kapitalizmin hesaplanabilir olma anlamında rasyonel bir hukuka ihtiyaç duyması ve modern Batı toplumlarının bu hukuka ve hukuksal örgütlenmeye sahip bir siyasal sisteme sahip olmaları Weber‘in karĢı konamaz katkısını ortaya sermektedir. Weber kapitalizmin gerektirdiği hukukun rasyonel niteliğini gerek hukuk yapma ve bulmada gerekse hukuki kararı vermede nasıl anlaĢılabileceklerini de vurgulayarak göstermiĢtir. Ancak hukukun rasyonelliğinin belirlenmesi yeterli değildir. ÇalıĢmanın amacı hukuk öznesinin bir analizinin yapılması oldukça, bu rasyonaliteyle kiĢinin iliĢkisini kurmak da zorunlu hâle gelmektedir. Dahası ve belki de öncesinde, hukuk öznesinin rasyonalitesini ortaya koymalıyız. Sırada bu konuyla ilgili hususların aktarılması vardır. III.MĠKRO-ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠLERĠ VE RASYONEL HUKUK ÖZNESĠ: FOUCAULT ETKĠSĠ ÇalıĢma bağlamında, burada Foucault etkisi diyeceğim yenilik ise, bu iki ismin Devlet konusundaki ve Althusser‘in bilime dair kabullerinin bir tür eleĢtirisi olarak anlaĢılabilir. Önce bilim alanından baĢlayalım. Michel Foucault‘nun (1926-1984) genel çalıĢmasının merkezi kavramlarından biri ―söylem‖dir. Foucault, söylemi, aynı oluĢum sisteminden kaynaklanan, aynı söylemsel oluĢuma bağlı olan sözcelerin toplamı olarak tanımlar (Foucault, 1999: 139,152). Söylem kavramını kullanan Foucault, ideolojiyi neden tercih etmediğini de açıklamaktadır. Foucault ideoloji nosyonundan yararlanmanın üç nedenden ötürü kendisi için uygun görünmediğini ifade eder. Buna göre ilk sebep, ideolojinin, hakikat olduğu varsayılan baĢka bir Ģeyle potansiyel olarak da olsa daima bir karĢıtlık içinde konumlandırılmasıyken ikinci sebep, ideoloji nosyonunun kaçınılmaz biçimde ve hep bir tür özneye göndermede bulunmasının yarattığı sakıncadır; son olarak ideolojinin, onun altyapısı, maddesi ya da ekonomik belirlenimi gibi iĢlevler bakımından hep ikincil bir pozisyonda yer almasının yarattığı bir kullanıĢsızlık söz konusudur (Foucault, 1980: 118). Ġdeolojiyi bu Ģekilde kullanıĢsız ya da ―sakıncalı‖ bulan Foucault‘nun analizinin merkezine söylemi alması, Althusser‘i hatırlayalım, ideoloji eleĢtirisinin ardından elde kalan bilimi -ki Foucault‘ya göre söylemsel pratikler hakikat iddiası taĢıyan psikoloji, kriminoloji vs. gibi bilimsel araĢtırma alanlarına göndermede bulunmaktadır (Keskin, 2005: 16)eleĢtiriden ―mahrum bırakmama‖ gibi bir kaygıyla tasarlanmıĢ olabilir. Ġdeolojinin kullanıĢsız oluĢunu 216 açıklarken belirttiği, ideolojilerin hakikat olduğu varsayılan baĢka bir Ģeyle daima karĢıtlık içinde olduğu saptaması ve üçüncü neden olarak sunduğu ikincillik hususu, böylesi bir akıl yürütmeyi mümkün kılmaktadır. Foucault söylemin, söylemsel oluĢum denen kurucu kategori içinde oluĢtuğunu, söylemsel oluĢumun ise söylemi oluĢturan sözcelerin dağılma ve bölünme ilkesi olduğunu ifade etmektedir (Foucault, 1999: 139). Söylemsel oluĢum, sözcelerin çatlaksız, çeliĢkisiz ve bir iç keyfilik olmaksızın tarihsel birlikler olarak kurulmalarına iĢaret etmektedir (Foucault, 1999: 148). Eagleton‘ın ifadesiyle söylemsel oluĢumlar, bir kurallar kümesi olarak, toplumsal yaĢam içindeki belirli bir konumdan söylenebilecek ve söylenmek zorunda olan Ģeyleri belirlerler (Eagleton, 2011: 257). Foucault da bu kuralları, söylemin düzenini sağlayan içsel usûller ve dıĢlama usûllerinin bir dökümünü sunmaktadır (Foucault, 1987: 23-41). Söylemsel oluĢumların, iktidar pratikleriyle iliĢkileri bakımından arz ettikleri bir özellik ise bunların zorunlu olarak Devlet iktidarına göndermede bulunmuyor oluĢlarıdır. Foucault iktidarı bir iliĢkiler kümesi olarak ele alır ve iktidar tanımının unsurları iliĢki olma, eylem üzerinde eylem olma ve davranıĢları yönlendirme olarak sıralanabilir (KoloĢ, 2012: 118-121). Foucault‘nun analizi bakımından iktidarın en önemli özelliklerinden ikisi ise onun merkezsizliği ve aĢağıdan yukarıya oluĢudur. Ġktidarın merkezsizliği ile anlatılmak istenen, onun sayısız noktadan çıkması, eĢitsiz ve hareketli iliĢkiler içinde iĢlemesidir (Foucault, 2010: 72). Ġktidarın aĢağıdan yukarıya oluĢu ise Devlet‘i iktidarın merkezi üssü olarak almak ve toplumdaki iktidar iliĢkilerinin Devlet tarafından belirlendiğini varsaymak biçiminde anlaĢılabilecek olan yukarıdan aĢağıya oluĢun bir eleĢtirisidir. Foucault‘ya göre iktidar iliĢkileri aĢağıdadır; daha doğru bir ifadeyle, kendilerine ait bir yörüngeleri ve teknolojileri vardır ve bunlar bir üst-belirleyenin sultasında değildir (Foucault, 2003: 44). Somut bir örnek ise aileden hareketle sunulur ve Foucault‘ya göre ailede var olan iktidar iliĢkileri yukarıya biçim vermektedir (Foucault, 2010: 73). Burada bu iki Foucault verisini birleĢtirmek uygun görünüyor. Ancak öncesinde belirtilmelidir ki, Foucault‘da analiz edildiği hâliyle iktidarın en önemli özelliği özneyi (Foucault, 2005b: 63) ve hakikati üretmesi (Foucault, 1980: 133) anlamında pozitif oluĢudur. Eğer öyleyse, özne merkezsiz iktidar iliĢkileri içinde üretilmekte ve yeniden üretilmektedir. Bu aynı zamanda, özneyi kuranın Devlet merkezli, yukarıdan aĢağıya bir mekanizma olmadığını da söylemektir. Özne, onu kuran iktidar pratiklerinin ürettiği hakikatlerle birlikte bir tarihe sahiptir. Dolayısıyla, özneyi kuran ideolojilerden değil ama hakikat iddialı söylemsel pratiklerden ve onların dispositifler altında bir arada bulundukları söylemsel olmayan pratikler olarak iktidar mekanizmalarının iĢleyiĢinden söz etmek gerekir ve bu mekanizmalar da her zaman ve zorunlu olarak Devlet‘e göndermede bulunmazlar. Foucault‘nun soybilim çalıĢmaları itibariyle iktidarın kurumsal ortaya çıkıĢı bakımından üç spesifik alan üzerinde yoğunlaĢtığını ifade edebiliriz. Bu alanlar aynı zamanda bireylere birtakım öznellik gömleklerinin giydirildiği özellikledirler. Tımarhanelerde akıl hastalığı, hapishanelerde tehlikelilik ve hastanelerde anormallik üzerinden bir öznellik yükletilmesi söz konusudur. Böylece bireyler, akıl hastası-normal, tehlikeli-uysal, sağlıklı-anormal ve cinsellik dispositifi itibariyle sapkınsapkın olmayan gibi kategorilerde tanımlanırlar4.Foucault‘ya göre, modern epistemenin temel öznellik kipleri bunlardır. Öyleyse, gelinen noktada, Foucault‘da hukuk öznesinin nasıl ele alındığına bakılabilir. Foucault hukuk ve sujet iliĢkisini, önemsediği Hobbes ve toplum sözleĢmesi bağlamında ele alır. Hobbes‘un doğa durumunda eĢit ve özgür olduklarını varsaydığı özneler hukuksal bir bağıt olan toplum sözleĢmesini yaparak ve sözleĢme ile iktidarlarını bir egemene devrederek Leviathan‘ı oluĢtururlar. Bu kurgu sujet‘nin çift anlamlılığına imkân sunar niteliktedir. Öyle ki, konu hukuk olduğunda sujet hem uyruk hem de özne olarak anlaĢılacaktır. Foucault söz konusu iktidarın hukuksal-söylemsel analiz modeli olduğunda bir ―uyruk – özne dikotomisi‖ üzerinden gitmektedir. Hukuksal sujet, bir yandan, Foucault‘ya göre Batı‘da iktidarın anlaĢılıĢını sürekli biçimde hukuksal kılan monarĢik konsept bakımından, üzerilerinde kullanılabilecek en uç hakkın ölüm olduğu uyruklardır. Söz konusu olan hükümran – uyruk iliĢkisidir ve uyruk 4 Bu kurumlar ve kurumlardaki iktidar pratikleri için bkz (KoloĢ, 2012: 195-224). 217 hükümrana, onun hukukuna itaat eder bir pozisyondadır. Ancak sujet‘nin hükümranlığı meĢrû kılan bir boyutu da vardır. Ġnsanlar özgür, eĢit ve doğaları itibariyle hak sahibi olarak nitelendirilmeleriyle, yaptıkları tercihler de bu özgürlüğün ve eĢitliğin neticesi olarak telâkki edilecektir. Foucault‘nun hukuksal-söylemsel iktidar modelinde yani iktidarın hukuksal terimlerle ve hukuk ekseninde analiz edildiğinde öznenin doğal olarakya da doğası gereği hak ve imkânlara sahip kiĢi olarak anlaĢıldığını ifade etmesi (Foucault, 2003: 55) bu tip bir okumaya imkân sağlamaktadır. Hukuksal-söylemsel iktidar modelinde iktidarın muhatabının sadece üzerilerinde fiziksel kuvvetin, zorun kullanıldığı uyruklar olmadığı belirlemesi, çoklukla doğal hak ve ilkel iktidarlara sahip, sonrasında ise iktidarlarını devreden, toplum sözleĢmesi tasarımına uygun ve böylece hukuku devletin ideal oluĢumunda iktidarın temel bir belirtisi kılan öznelerin varlığı ile (Foucault, 2003: 271) tamamlanmaktadır. Ben buna uyruk – hukuksal özne dikotomisi demeyi tercih ediyorum. Ancak Foucault, modern epistemede iktidarın hukuksal-söylemsel iktidar modeli ile analiz edilmesinin uygun olmadığı kanaatindedir. Ona göre bu dönemde iktidar hukuksal terimlerle değil, dönemi karakterize eden biyo-iktidar perspektifiyle analiz edilmelidir. Foucault‘ya göre özne meselesi, biyo-iktidar denen ve modern çağın antropolojik epistemesine uygun biçimde insanların yaĢamlarını ve bir tür olarak onları dikkate alan kesitte baĢkalaĢıma uğramıĢtır. Yukarıda ifade etmeye çalıĢtığım üzere, modern çağın tipik öznellikleri genel olarak normal-anormal ikiliği üzerinden giydirilen gömleklerle bireyleri özne kılmaktadır. Foucault‘ya göre biyo-iktidarda iktidarın muhatabı hukuksal öznedense yaĢamsal bir türdür (Foucault, 2010: 105). Zira biyo-iktidar ile söz konusu olan artık yasa karĢısındaki öznelerden çok canlı varlıklar, yani hayattır (Lemke, 2013: 56). Ġnsana bir tür olarak yaklaĢmak, hukuksal-söylemsel iktidar modelindeki uyruk – hukuksal özne dikotomisi niteliğinin değiĢmesi ve yeni bir tür öznenin kurulması olarak okunmaktadır (Rajan, 2012: 27). Buradaki sorun, Foucault‘ya göre modern epistemede hukuksal öznenin akıbetinin ne olduğudur. Ona göre modern toplumlarda bireyler bir yasayı ihlâl ettiklerinde cezaya mahkûm edilecek ve cezaları infaz edilecek hukuksal özneler olarak kabul edilmeye devam ederler (Foucault, 2007: 261). Ancak, bu faillerin mahkeme önüne yargılanmak üzere gelmeleri, Foucault‘ya göre, hukuksal özne kılığına bürünme olarak anlaĢılmalıdır. Örneğin livatadan ötürü yargı önüne gelen bir fail görüntü itibariyle bir hukuk öznesi olarak orada bulunmaktayken artık bu, bir hukuk öznesi kılığında gelmek olarak anlaĢılmalıdır. Zira bu özne artık, aslında normalleĢtirici zihniyetin kurduğu türlerin göndermede bulunduğu davranıĢların öznesi olarak yani bir tür-özne olarak yargı önüne gelir (Foucault, 2010: 39-40). Burada ek olarak vurgulanması gereken bir husus da, Foucault‘nun hukuk pratiklerine atfettiği öneme dairdir. Foucault‘nun hukuk pratiklerine iliĢkin vurgusu son derece açık ve belirgindir (Foucault, 2005a: 166): ―Tarihsel analizi yeni öznellik biçimlerinin ortaya çıkıĢını konumlandırmayı sağlayan toplumsal pratiklerin veya daha kesin olarak yargı pratiklerinin en önemli pratikler olduğu kanısındayım.‖ Böylece görülmektedir ki, bireyin ne olduğunun belirlenmesinin ya da diğer bir ifadeyle onu akıl hastası, tehlikeli, sapkın ya da anormal olarak daha önceden belirlenmiĢ öznellik kiplerinin içine sokulmasının ve böylece o öznellik kiplerinin göndermede bulunduğu davranıĢ kalıplarının o kiĢiye olumlu ya da olumsuz yönde giydirilerek sayılan öznelliklerin biri ya da birkaçı ile donatılmasının en önemli yollarından biri hukuk pratikleri olmaktadır (KoloĢ, 2012: 331-332). ÇalıĢma bakımından belirtilmesi gereken husus ise, söylemsel pratikler ile ortaya çıkan normların söylemsel olmayan pratikler ile bireylerin yontulmasında kullanılmasının bir rasyonalitenin, yönetimsel rasyonalite olarak da anılabilecek yönetimselliğin (governmentality) bir stratejisi olduğudur. Burada bahsedilen, aynı zamanda, rasyonel bireyin kurulmasıdır da. Zira modern toplumsal formasyon ve onu karakterize eden kapitalist iliĢki örüntüleri, Weber‘den hatırlayalım, hep bir rasyonalite izleğindedir. Bu rasyodan sapanlar kapatılarak, disipline edilerek, tedavi edilerek tekrar raya oturtulmaya çalıĢır. 218 ÇalıĢmanın bütünü ile birlikte düĢünerek toparlanacak olursa, Foucault‘da modern toplumsal formasyonda bireyin rasyonel oluĢunu sağlamanın önemli yollarından biri, yine rasyonel bir oluĢum olduğu varsayılan hukuk pratiklerinin iĢleyiĢidir. Bu rasyonalite, iktidar iliĢkilerinin Foucault‘daki hâliyle mikro ölçekliliği ve yerelliklerde bulunup her yerden geldiği düĢünüldüğünde, mikro alanlarda dolaĢımda olan bir özelliktedir. Ġktidarın aĢağıdan yukarılığını dikkate aldığımızda, hukukun da mikro alanlardaki bu rasyonaliteyi öncelikle taĢıyan sonra ise sağlayan bir boyutunun olduğunu görebilmekteyiz. Kısa ve net biçimde ifade etmek gerekirse, modern toplumsal formasyonda kiĢinin ve hukukun rasyonel olduğu, rasyonel kiĢinin yine rasyonel olan hukuka uyması gerektiği, uymadığında ise bu rasyoya uyacak vaziyete getirildiği hususu Weber ve Foucault‘yu birlikte okumanın bir sonucu olarak saptanabilir. KAYNAKÇA Can, C. (2003). Hukuk Sosyolojisinin Antropolojik Temelleri ve Genel GeliĢim Çizgisi2. bs., Ankara: Seçkin Yayıncılık. Eagleton, T. (2011). Ġdeoloji 3. bs., çev. Muttalip Özcan, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınevi. Foucault, M. (1980).―Truth and Power‖, iç. Power/Knowledge: Selected Interviews and Other Writings 1972-1977, çev. Colin Gordon, Leo Marshall, John Mepham, Kate Soper, (ed. Colin Gordon), New York: Pantheon Books, s.109-134. Foucault, M. (1987). Söylemin Düzeni, çev. Turhan Ilgaz, Ġstanbul: Hil Yayın. Foucault, M. (1999). Bilginin Arkeolojisi, çev. Veli Urhan, Ġstanbul: Birey Yayıncılık. Foucault, M. (2003). Toplumu Savunmak Gerekir 3. bs., çev. ġehsuvar AktaĢ, Ġstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Foucault, M. (2005a). ―Hakikat ve Hukuksal Biçimler‖, çev. IĢık Ergüden, iç. Seçme Yazılar:3 Büyük Kapatılma 2. bs., (yay. haz. Ferda Keskin), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.163-279. Foucault, M. (2005b). ―Özne ve Ġktidar‖, çev. Osman Akınhay, iç. Seçme Yazılar:2 Özne ve Ġktidar2. bs., (yay. haz. Ferda Keskin), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.57-82. Foucault, M. (2007). ―Cezalandırmak Neye Diyoruz?‖, çev. IĢık Ergüden, iç. Seçme Yazılar:4 Ġktidarın Gözü2. bs., (yay. haz. Ferda Keskin), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.250-263. Foucault, M. (2010). Bilme Ġstenci – Cinselliğin Tarihi Birinci Kitap 3. bs., çev. Hülya Uğur Tanrıöver, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları. Gürkan, Ü. (1995). ―KiĢilik Kavramının Evrimi‖, Prof. Dr. Hamide Topçuoğlu‘na Armağan, Ankara: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No: 498, s.39-54. ―What We Talk About When We Talk About Persons: The Language of A Legal Fiction‖, Harvard Law Review, Cilt: 114, No: 6, s.1745-1768. (Metinde Harvard, 2001 olarak geçmektedir) Holland, T. E. (1908). The Elements of Jurisprudence10. bs., New York, London: Oxford University Press. IĢıktaç, Y. (2004b). ―Yaratıcı DüĢüncenin Cinsiyeti Var Mıdır?‖, iç. Hukuk Yazıları, Ankara: Yetkin Yayınları, s.127-142. Keskin, F. (2005). ―Büyük Kapatılma‖, iç. Seçme Yazılar 3: Büyük Kapatılma 2. bs., (yay. haz. Ferda Keskin), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.11-20. KoloĢ, U. (2012). Michel Foucault‘nun Ġktidar Analizinde Hukukun Yerinin Belirlenmesi, YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Ġstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ġstanbul. Lemke, T. (2013). Biyopolitika. çev. Utku Özmakas, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları. Naffine, N. (2003). ―Who Are Law‘s Persons? From Cheshire Cats to Responsible Subjects‖, The 219 Modern Law Review, Cilt: 66, No: 3, s.346-367. Özcan, M. T. (2008). Modern Toplum ve Hukuk Devleti, Ġstanbul: On Ġki Levha Yayıncılık. Özcan, M. T. (2011) Hukuk Sosyolojisine GiriĢ 4. bs., Ġstanbul: On Ġki Levha Yayıncılık. Özsunay, E. (1979). Gerçek KiĢilerin Hukukî Durumu 4. bs., Ġstanbul: Ġstanbul Üniversitesi Yayınları No: 2610 Paśukanis, E. B. (2002). Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm,çev. Onur Karahanoğulları, Ġstanbul: Birikim Yayınları. Posner, E. A. (2002). Law and Social Norms 2. bs., Cambridge, Massachusetts, London: Harvard University Press. Rajan, K. S. (2012). Biyokapital: Genom-Sonrası Hayatın KuruluĢu, çev. AyĢe Deniz Temiz, Ġstanbul: Metis Yayınları. Searle, J. R. (2005). Toplumsal Gerçekliğin ĠnĢâsı, çev. Muhittin Macit, Ferruh Özpilavcı, Ġstanbul: Litera Yayıncılık. Smith, B. (1928). ―Legal Personality‖ The Yale Law Journal, Cilt: 37, No: 3, s.283-299. Supiot, A. (2008). Homo Juridicus: Hukukun Antropolojik ĠĢlevi Üzerine Bir Deneme, çev. Bige Açımız Ünal, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. Topçuoğlu, H. (1964). ―Max Weber‘e Göre Hukukî DüĢüncenin Kategorileri ve Yeni Hukuk Normlarının TeĢekkül Tarzları‖, Ord. Prof. Dr. Ernst E. Hirsch‘e Armağan, Ankara: Ankara Üniversitesi Yayınları No: 197, s.199-260. Torun, Ġ. (2003). Max Weber‘de Ġktisadi GeliĢme DüĢüncesi, Ġstanbul: OkumuĢ Adam Yayınları. Wallerstein, I. (2000). ―Kapitalizmin Ġdeolojik Gerilimleri: Irkçılık ve Cinsiyetçilik KarĢısında Evrenselcilik‖, iç. Irk Ulus Sınıf: Belirsiz Kimlikler 3. bs., çev. Nazlı Ökten, Ġstanbul: Metis Yayınları. Weber, M. (1978). Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology, (ed. Guenther Roth, Claus Wittich), Berkeley, Los Angeles, London: University of California Press. Weber, M. (2012). Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu 2. bs., çev. Emir Aktan, Ankara: Alter Yayıncılık. 220 HUKUKĠ ġARKĠYATÇILIK: BĠR SÖYLEM OLARAK HUKUK, BĠR ĠNSAN OLARAK ġARKLI Sercan Gürler 1 Vahdet ĠĢsevenler2 ÖZET Bu makalenin amacı hukuki şarkiyatçılık tartıĢmalarına Türkçe literatürde bir giriĢ yapmaktır. Söz konusu tartıĢmaların merkezinde yer alan Edward Said‘in Şarkiyatçılık eseri bu makalenin de temelini oluĢturur. Said, bu eserinde Ģarkiyatçılığı anlamada Foucault‘nun kullandığı söylem kavramına baĢvurduğunu ve Ģarkiyatçılığın ancak bir söylem olarak incelendiği takdirde anlaĢılabileceğini belirtmiĢtir. Dolayısıyla makalede Foucault‘nun düĢüncesinde söylem kavramının ne‘liğine ve bu kavrama imkân tanıyan ontolojik ve epistemolojik argümanlara da değinilmiĢtir. ġarkiyatçılık ile birlikte ele alınması gereken diğer bir disiplin de post-kolonyal çalıĢmalardır. Post-kolonyal çalıĢmalar, Ģarkiyatçılığın‗öteki‘ söyleminin izlerini Batı sömürgecilik tarihinde sürer. Edebi metinler baĢta olmak üzere bilimsel ve felsefi literatür aracılığıyla bu söylemin nasıl yeniden üretildiğini araĢtırır. Hukuk da bu süreçte önemli bir role sahiptir. Bir yandan sömürgeleĢtirme sürecini meĢrulaĢtırır, diğer yandan sömürgeleĢtirilen toplumların kontrol edilmesini kolaylaĢtırır. Bu ikili iĢlevini yerine getirirken belirli bir insan kavramına dayanan bir söylem inĢa eder ve bu söylem aracılığıyla batı dıĢı toplumların hukuk sistemlerini ve insan anlayıĢlarını yargılar. Anahtar Kelimeler: söylem, hukuki söylem, şarkiyatçılık, hukuki şarkiyatçılık , kolonyalizm, postkolonyalizm 1. ġARKĠYATÇILIK NEDĠR? Edward Said‘e göre Ģarkiyatçılığın birkaç anlamından bahsedilebilir. Birincisi ġark hakkında yazan, ders veren, araĢtırma yapan kiĢinin eylemiyken; ikincisi ġark ile Garp arasındaki ontolojik ve epistemolojik farka dayanan düĢünme biçimidir. Nihayette varılan üçüncü bir anlam ise ġark‘la uğraĢan bir Batı biçemidir. Burada yapılan ġark‘la, onu betimleyerek, hakkında saptamalar yaparak, onu öğreterek, oraya yerleĢerek ve onu yöneterek meĢgul olmaktır (Said, 1999:12-13).Belki de Ģarkiyatçılığın bu doğası yüzünden, Said onun ancak bir söylem olarak tahlil edildiği takdirde anlaĢılabileceğini söylemiĢtir ve söylemden ne anladığını ise Foucault‘nun Bilginin Arkeolojisi ve Hapishanenin DoğuĢu eserlerinde ortaya koyduğu ile sınırlamıĢtır (Said, 1999:13). Bu, araĢtırmacıya Foucault‘nun söylem ile ifade ettiğinin ne‘liğini anlama yükümlülüğü getirmektedir. Diğer bir yanıyla da bu, Foucault‘nun söylem söylemine eklenen Said‘in ġarkiyatçılık söyleminin bize ne anlattığını ve ne anlatmadığını keĢfetme yükümlülüğüdür. 1.2. Foucault‟nun Söylemi Nedir? Foucault her ne kadar nevi Ģahsına münhasır bir karakter olsa ve bu yüzden birden fazla Foucault varmıĢ gibi bir iz bıraksa da çalıĢma alanlarının tıpkı Ģarkiyatçılık külliyatı gibi birden fazla disiplini içerdiği konusu su götürmezdir ve bu geniĢ yelpazede bir düĢünce dizgeleri tarihçisi olarak, düĢünceyi kısıtlayan kuralları ortaya koymak gayretinde bulunmuĢtur (Gutting, 2010:15-57). Hapishanenin DoğuĢu, Deliliğin Tarihi, Cinselliğin Tarihi gibi eserler bu minval üzere yazılmıĢtır. Said‘e ve diğerlerine araĢtırmalarında kullanabilecekleri bir araç olarak söylem konseptini bu macerada bırakmıĢtır. Bilginin Arkeolojisi ve Söylemin Düzeni eserlerinde ise söylem ayrıca gündemde olsa da açık ve sınırları belli bir söylem tanımı arayanlar hayal kırıklığına uğrayacaktır. Foucault kendisi için ¨Bana kim olduğumu sormayınız ve aynı kalacağımı söylemeyiniz.¨ (Foucault, 2011:29) derken de, söylem gibi kavramları kullanırken de Nietzsche‘ye sadık kalmıĢ, 1 Yrd. Doç. Dr.; Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı, [email protected] 2 ArĢ. Gör., Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı, [email protected] 221 filozof mizacını reddetmiĢtir. O mizaç ki Nietzsche‘ye göre açık ve sınırları belli olan değiĢmeyen kavramlarla yaĢamı mumyalaĢtırmıĢ, oluĢa karĢı çıkmıĢtır ve tarih anlayıĢındaki bu eksiklikten dolayı elinden canlı hiçbir Ģey kurtulamamıĢtır (Nietzsche, 2009:29). Yine de Foucault, yolda da düzse bir kervana sahiptir, bugün söylem derken yarın baĢka bir Ģey dememiĢ, sadakatini hep bitmemiĢ ve değiĢmeye hazır tanımcıklarla sürdürmüĢtür. Foucault Söylemin Düzeni adlı çalıĢmasında söylemin, ilk durumda yazı, ikincisinde okuma, üçüncüsünde değiĢ tokuĢ olan bir oyundan fazlası olmadığını belirtmiĢtir (Foucault, 2001:27). Bilginin Arkeolojisi adlı çalıĢmasında ise söylemsel oluĢumlar ve söylem birlikleri baĢlığı altında siyaset ekonomisi, tıp, psikopatoloji gibi birlikleri, ifadeler bütünü olarak anmıĢtır ve baĢlangıç itibariyle bir ve aynı nesneye yönelmiĢ olan ifadelerin bir birlik oluĢturduğu hipotezini ortaya koymuĢtur. Fakat bu nesne, örneğin psikopatoloji için akıl hastalığı, baĢka söylemsel birlikler tarafından oluĢturulagelmiĢtir ve muhtemeldir ki psikopatoloji, sözü bu söylemsel birliklerden ödünç almıĢtır. Dahası melankoli veya nevroz gibi bir nesneler çokluğu durumu mevcuttur ve bu söylemler, bu nesneleri ödünç alır lakin onlarla, onları oluĢturarak meĢgul olurlar. ġu hâlde ¨söylemler birliği tek bir ufkun oluĢmasına dayanmayan, verili bir dönemde nesnelerin ortaya çıkıĢını mümkün kılan kurallar oyunu¨ olarak görünür. Foucault, ikinci hipotezini ifadelerin art arda geliĢ biçimleri ve tipleri olarak ortaya koyar fakat tıbbi söylemin içeriğinin sadece algının kaydına dayanan betimsel ifadelerden değil ahlâki tercihler, tedaviyle ilgili kararlar, yönetmelikler, öğretim modelleri gibi dile getirmelerden oluĢtuğunu belirtir. Buradan bize çıkan sonuç söylemin sadece ifadelerden oluĢmadığı, oyunun aynı zamanda birbirinin yerini alıĢ olduğu, dahası kavramlarda ve temalarda bitmiĢlik ve kesintisiz bir süreklilikten ziyade oluĢun, kopuĢun yer değiĢtirmenin söz konu olduğudur. Foucault, nihayetinde nesneler, ifade biçimi, kavramlar, tematik seçimler adını verdiği dağılım öğelerinin oluĢum kurallarına bağlandığı söylemsel oluĢumu tarif eder (Foucault, 2011: 44-53). ¨Böylece bir dıĢ görünüĢ ya da form olarak değil; fakat bir pratiğe içkin ve kendi özelliği içinde onu tanımlayan kurallar bütünü keĢfedilmiĢ olur¨ (Foucault, 2011:62). ġu hâlde söylem sadece söz değil çeĢitli düzeylerde iktidar ile iliĢki kuran düĢünme ve eyleme kalıbı denilebilecek bir pratiktir (Küçükalp, 2003: 273). Foucault‘nun söylemine dair bu kısa anekdottan sonra Said‘in bu aracı nasıl kullandığına geçebiliriz. Bunu yaparken Said‘in eserindeki iddialarını seçip çıkaracağız yoksa bu iddiaların ispatlarına baĢvurmayacağız, aksi ġarkiyatçılık eserini baĢtan yazmak olurdu. 1.3. Nesne Olarak ġark ve ġarklı Said‘e göre ġarkiyatçılık ilk bakıĢta Doğu‘nun bilinir kılınmasıdır ve eserinin ġarklıyı Bilmek baĢlıklı birinci bölümünde çoğunlukla Ġngiltere-Mısır hattı özelinde ama genel olarak imparatorluksömürge iliĢkisi üzerinde durmuĢtur. Buradaki dayanakları da çoğunlukla Avam Kamarası üyesi Arthur James Balfour‘un ve Ġngiltere‘nin Mısır temsilcisi Lord Cromer‘in açıklamalarıdır. Bu açıklamalarda genel olarak verilen mesaj ise Ģu Ģekildedir: Biz (Batı/Ġngiltere) Ģarklıyı biliyoruz; buna onların kendilerini yönetememeleri de dahildir ve biz kendimizi de biliyoruz buna bizim yönetmekteki becerimiz de dahildir. Bilgilerimizin doğruluğunu gerçekleĢtirdiğimiz iĢgal ispatlamıĢtır (Said, 1999:42-44). ġarklı, aklın önderliği anlamındaki rasyonellikten yoksundur; bu rasyonellik en iyisidir ve biz de bu iĢte en iyisiyiz (Said, 1999:48,49). Bu Ģartlar altında ¨makûl olan¨ ġark‘ın bizim yönetimimiz altında olmasıdır. Uzuvlarından merkeze bilgi, insan kaynağı ve maddi zenginliğin aktarıldığı bir makine olan Ġngiliz Ġmparatorluğu‘nun ġark‘taki etkinliği bu Ģekilde meĢru zemine yerleĢtirilir (Said, 1999:54). Burada ilk olarak dikkatimize, ifadelerin sahibinin, akademisyenler veya genel olarak bilgi üretiminin hizmetinde olanlar değil siyasiler olduğu sunulmaktadır. Said, yönetilmeye muhtaç Ģarklı imgesinin akademik anlamca da beslendiğini, yani nesnel bilgi perdesinin imgelemle yaratılmıĢ anlamı ve politik motivasyonları örttüğünü belirtmiĢtir (Said, 1999:12). Ġkincisi bu durum, Foucaultcu söylem tarifinin, söylemin sadece ifadelerden ve ifadelerin de sadece nesnesini betimlemeye yönelik ifadelerden ibaret olmadığı uyarısı ile örtüĢür. Dikkat çekici bir husus da bilginin nesnelliğinin veya doğruluğunun ispatının pratikte oluĢudur; denilmektedir ki: yönetebildiğimize göre dediğimiz doğrudur. Üçüncüsü, ifadeleri aktüel bir Ģarka yönelimde bulunurken nesnesinden hiçbir zaman değiĢmeyen, sabit bir cisimmiĢ gibi bahsetmektedir. Özetle bilme ediminin altında oluĢturma, yani 222 tanımlama, temsil etme, yönetme edimleri gizlidir. Politik olarak tarafsız olanların masum bir okuması değil, yönetme güdüsü ile yapılan bir yorumlama söz konusudur (Sayid, 2006:68). 1.3.1. ġarkiyatçılığın Sabit ġarkı Said, Abdel-Malek‘in meĢhur çalıĢmasından alıntılayarak, ġarkiyatçılığın nesnesi olan Ģarklının söz gelimi homo Arabicus‘un, homo Africanus‘un, Antik Yunan‘dan bu yana gelen Avrupalıdan, yani normal insandan baĢka olarak betimlendiğini belirtmiĢtir. O kendisi ile olan iliĢkisinde dahi edilgen olan, baĢkası tarafından tanımlanmıĢ sabitlenmiĢ olandır (Said, 1999:107,108). Örnek olarak; Renan, Sami dillerine dair bilimsel ġark filolojisi alanındaki görüĢlerinde, bu dilin yaĢamadığından hareketle Samilerin canlı olmadığını, kendini yaĢatabilecek durumda olmadığını savlar. Bu karĢılaĢtırmada Hint-Avrupa organik, Sami ise inorganiktir ve Said‘e göre ġarkiyatçılık incelemelerindeki tekrar eden bir yöntem olarak karĢılaĢtırmacılık, varlıksal eĢitsizliğin eĢanlamlısıdır (Said, 1999:153,161). ‗Batı‘nın bir tarihi vardır; ama Ġslâm hanedanlar arasındaki salınımlardan ibarettir. Batı rasyoneldir, Ġslâm dogmatiktir. Batı‘da demokrasi vardır; Ġslâm despotiktir‘ gibi (Sayid, 2006:69). Burada Ġslâm Ģarkiyatçılık özelinde toplanan ötekilerden biridir. Tanımlanırken sabit bir bilme nesnesi olarak kabul edilmesi bir yana, bilenden farklı olmasını sağlayan kendine özgü özellikleri göz ardı edilmek suretiyle açıklanır; ne olduğundan ziyade ne olmadığı izaha konu edilir (Keyman, 2006:121). Said burada araĢtırmanın hem yöntemine, hem de temel varsayımına itiraz etmektedir. Zira aslında olan biten, sabit bir Ģarkın anlamını ortaya çıkarmak değil bilakis bir Ģarklı oluĢturmaktır. Said‘e göre ġarkiyatçı, araĢtırmasında her ne kadar sabit bir Ģark varsayımını kullansa da Garp için ġark, bir ikame hatta yeraltı benliğidir ve ne ġark, ne de Garp statik değildir; bu ikisi birbirini destekleyerek var eder (Said, 1999:13-14). Ġnalcık da çeĢitli örneklerle oryantalist Barthold ve Köprülü‘nün Ģahitliğinde bu tespite katılır (Ġnalcık, 2011:24). 1.3.2. ġarkiyatçılık Temsil Sahnesinde OluĢturulan ġark ve ġarklı Said, Foucult‘nun ¨...kelimeler ve Ģeyler arasında görünüĢte çok kuvvetli olan bağın gevĢediği ve söylemsel uygulamaya özgü olan bir kurallar bütününün ortaya çıktığını, açık örnekler üzerinde gösterme¨ (Foucault, 2011:65) isteğine paralel olarak ġarkiyatçılığın nesnesine olan uygunluk ile değil, söylem içi tutarlılık ile yükseldiğini belirtmiĢtir (Said, 1999:14). Burada söz konusu söylemler nesneyi iĢaret eden değil oluĢturan uygulamalardır (Foucault, 2011:65) lakin bu pratik, nesnel bilgi iddiası altında saklanmaktadır. Said‘e göre, ¨ġarkiyatçının ġark‘ı, ġark‘ın kendisi değil ġarklaĢtırılmıĢ ġark‘tır. Kesintisiz bir bilgi ve iktidar kemeri Avrupalı ya da Batılı devlet adamı ile Batılı ġarkiyatçıları birbirine bağlar; ġark‘ın içinde bulunduğu sahneyi çevreleyen de bu kemerdir¨(Said, 1999:114).Said‘e göre bunun farkında olmayan Ģarkiyatçı, ¨ġark‘ı varlığı Batı için sergilenmekle kalmayan, zaman ile mekanda sabitlenmiĢ de olan bir Ģey gibi görür¨.(Said, 1999:119).Üstelik bu ısrar dünya savaĢlarının ve devrimlerin yaĢandığı bir vakitte ortaya konur, yani söz konusu olan, değiĢen Batının karĢısındaki sabit Doğu imgesidir. Ġnsani değerlerin ortadan kalktığı bu ânı, Said yöntem sorunlarına eğilen düĢünsel yollar önerme vakti olarak da değerlendirir (Said, 1999:120). Burada Ģark ve Ģarklı birlikte dönüĢtürülür; uzak, anlaĢılmaz Ģark bilinir kılınırken aslında Ģarkiyatçı tarafından oluĢturulan bir sahnede temsil edilir. Said, temsil düĢüncesinin tiyatro kökenli bir düĢünce olduğunu belirtmiĢtir: ¨ġark, tüm Doğu‘nun sınırlandığı bir sahnedir. Rolleri türedikleri geniĢ bütünü temsil etmek olan simalar çıkar bu sahneye. Dolayısı ile ġark, tanıdık Avrupa dünyasının ötesindeki bitimsiz bir yayılım gibi değil, daha çok kapalı bir alan, Avrupa‘ya eklenmiĢ bir tiyatro sahnesi gibi görülür¨ (Said, 1999:72). Bir Ģarklı bu sahnede kendisine ancak uygun bir rol kapabilirse yer açabilir. Örneğin Hz. Muhammed Ġslâm dininin peygamberi değil, Muhammetçilik adı verilen bir sapkınlığın yaratıcısıdır (Said, 1999:75). Bu imgelemde olduğu gibi genel olarak ġark, ġarklaĢtırılır. Batının temsil teknikleri ile oluĢan ġarkiyatçılık söyleminde doğrular değil temsiller vardır (Said, 1999:31). ġarkiyatçı, nesnesine karĢı keyfiyken Ģarklı olduğu yerden temsil sahnesinden dıĢlandığını hisseder, bir anlamda ona, ne olmadığı telkin edilir. Peki bu nasıl mümkündür veya Şarkiyatçılık bu sunumda bize ne anlatır? 223 Burada Said yine Foucault‘nun söylem tarifine paralel bir izahat verir. O hâlde evveliyetle Foucault‘a baĢvurmak gerekir. Foucault‘a göre söylemlerin kendi kendilerini denetledikleri usullerden bahsetmek mümkündür. Burada Foucault yorumdan, yazardan ve disiplin ilkesinden bahseder. Yazar anlam birliği ve tutarlılık, yorum ise yeniden üretim iĢlevini görür (Foucault, 2001:16-18). Disiplin ilkesi ise söylemler için doğru çizgi olarak ifade edilebilecek ancak belli kavramların, nesnelerin, kabul edilmiĢ kuramsal ufukların içinde konuĢma imkânına iĢaret eder (Foucault, 2001:20,21). Bunlara paralel olarak Said de ġarkiyatçılığın temelde bir yorumlama iliĢkisi olduğunu ifade eder. Uzak bir uygarlığı nesne edinerek ona dair olan muğlaklığı giderme iĢlevini üstlenir Ģarkiyatçı. AraĢtırmacılar, seyyahlar, ozanlar yazdıkları ile bir ġark özü oluĢturmuĢtur (Said, 1999:233,234). Said, bilgiye dayalı olsun, imgelem ürünü olsun yazıların hiçbirinin özgür bir üretim olmadığını; toplum, gelenek, dünyevi koĢullar, yönetimler vs. tarafından sınırlandığını ve belirlendiğini, netice itibariyle bu üretimlerin beklenenden çok daha alt düzeyde bir nesnel doğruluğa sahip olduğunu belirtir (Said, 1999:214). ġarkiyatçılıkta faal olan ortak bir düĢünce ve yöntem geleneğine ilaveten ġarkiyatçıların siyasal düzlemde de birbirlerine bağlı olduğu tespitini yapar. Bu yazarlar aynı zamanda sömürgelerde siyasi görev sahibidirler (Said, 1999:222). 1.4. ġarkiyatçılık ve Bilme Meselesi Said bize birden fazla Ģarkiyatçının, Ģark hakkındaki bir ve aynı rüyayı tekrar ve tekrar her gece görerek, dahası birbirlerine anlatarak bu rüyayı gerçekliğe aktardığını söylemektedir. Tuhaf bir Ģekilde Ģarklının gururunu okĢayan Şarkiyatçılık adındaki eleĢtiri, aslında birçok Ģarklı okurunun kendisinden beklediğinin aksine Ģarktan bahsetmek veya onu savunmak gibi bir gündeme sahip değildir. Eser, Ģarkiyatçılık araĢtırmaları özelinde özcülük karĢıtı bir programa sahiptir (Said, 1999:346,348). Ardında batı bilmesine karĢı yöneltilmiĢ bir eleĢtiri vardır. Bu anlamda öncelikle batının kendi meselesidir. Sorun ġarkiyatçılık özelinde Ģarkın ve Ģarklının bilinmesi gibi duruyor olabilir lakin sosyal bilimlerin (!) tarihinde benzer vakıalar olagelmiĢtir. Ġyi veya güzelin araĢtırılmasının felsefecilere bırakıldığı ânın, doğa bilimlerinin değerden bağımsız olduğu iddiasına haklılık kazandırması ve bu ayrıĢmanın orta yerinde filizlenen lakin rüĢtünü hep doğa bilimlerine yakınlığı ile ispata uğraĢan sosyal bilimler ve tarih çalıĢmalarının, en basitinden milliyetçi duyguların pekiĢtirilmesinde gördüğü hizmet bilinmektedir (Wallerstein, 2011:19-23). Bilimlerin değerden bağımsızlığı hep tartıĢılagelmiĢ lakin büyüyüp geliĢmesi politik ve ekonomik motivasyonlar ve pratik etkileri münasebetiyle desteklenmiĢtir. Antropoloji ve Ģarkiyatçılık, bu doğrultuda merkez ülkelerin çevre ülkelerindeki mevcudiyetlerine verdikleri destekler doğrultusunda var olmuĢ ve serpilmiĢlerdir. ġarkiyatçı, antropologdan nesnesini sabit kabul etmesi ve araĢtırmasını daha ziyade sahada değil kütüphanede yapması ile ayrılmıĢtır (Wallerstein, 2011:27). ġarkiyatçılık geleneği ile hesaplaĢmak Modernite ile hesaplaĢmaktır çünkü modern bilimin ontolojik, epistemolojik temelleri ve dönemin politik argümanları bu söylemden beslenir. Nesnel doğrulara ulaĢmanın yolu olarak modern bilim ilerledikçe gerçeklik haritasını daha görünür kılar; burada insan aklı bir özne olarak merkezi konumdadır. Lakin her ne kadar bu insan, evrensel bir özne olarak sunulsa da ilerlemenin bir aĢamasında görünür hâle gelmiĢ olan aydınlanmıĢ insandır. Bu insan yeryüzü sahnesine Avrupa‘da çıkmıĢtır lakin yeryüzünde ilerleyecek ve aydınlığı ġark gibi yeryüzünün en karanlık, ücra köĢelerine de götürecek ve hem gerçekliğin kesin bir kavranıĢını sunacak, hem de tüm diğerlerini aydınlatacaktır. Gelgelelim bu söylemin meyvelerini ilk toplayan da, ilk mağduru da esas itibariyle Avrupa olmuĢ, II. Dünya SavaĢı sonrası Avrupa bu söylem ile hesaplaĢmak durumuna gelmiĢtir. ġarkiyatçılığın ġark ile Garp arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrımlara dayalı düĢünme biçimindeki ikinci anlamının, ġarkiyatçılık eserini yazarken Said‘in Michel Foucault‘un söylem fikrinden hareketle ortaya koymasını hatırlayalım. Nihayetinde Foucault tüm diğer Avrupalı düĢünürler gibi eleĢtirirken dahi belirli bir gelenek içerisinde konumlanır. Bunu sözgelimi kendisinin Nietzsche‘den etkilendiğini belirttiği yerlerde, Kant‘ı, Spinoza‘yı, Hegel‘i açıkça hedef hâline getirdiği yerlerde, nitekim incelemesini yönelttiği coğrafya ve zaman kesiti itibariyle eserlerinin bütününde görmek mümkündür. Bu takdirde Said‘in ġarkiyatçılık savına dair bir araĢtırma, doğallıkla (Batılı) ontolojik ve epistemolojik argümanların değerlendirmesini gerektirecektir. 224 Söyleme anlam katanın tutarlılık olması, ġarkiyatçılığın geçerliliğini ġarktan almaması bu doğrultuda anlamlıdır zira bu tespite imkân tanıyan doğruların söylem içi oluĢu, baĢka bir ifadeyle söylemler arasında mukayeseye imkân tanıyacak tek aklın ve bunun içinde yaĢayacağı ontolojik savların reddidir. Söylemin nesnesini umursamamasına imkân tanıyan da onun pratik etkinliğidir. Burada Said‘in daha önce ifade ettiğini hatırlamak gerekir: ġark yönetilmelidir, Garp yönetmeyi bilir, tüm bu önermeler doğrudur çünkü ispatı gerçekleĢtirilen iĢgallerdir. Bu yüzden bilgiden değil iktidarbilgiden bahsedilir; mevzu bahis olan, bilmeye önce gelen arzuyu gerçekleĢtirebilmektir, ‗yapabilmektir‘. Bu durum bizi büyük anlatılar sorunu ile yüzleĢmeye zorlar: Evrensel değerler var mıdır, varsa nasıl bilinebilir, mevcut iktidar sahipleri bu değerleri temsil ve icra ediyorlar mıdır? Evrensel değerlerin yokluğu yönünde verilecek köktenci bir cevaba yönelmek mümkün ol(a)mamaktadır zira bu cevap kendisinin evrenselliğini temellendirmekte sorun yaĢayacağı gibi meĢruiyet sorunu da olduğu gibi bırakacaktır (Wallerstein, 2010:50,57). Bu sorular ve cevapları -çalıĢmanın sınırları ötesinde- tartıĢılmaya devam ediyor lakin tespit edebildiğimiz kadarıyla ġarkiyatçılık özelinde hararetlenen tartıĢma (bu büyük soruları zaman zaman askıya alarak) ikiye ayrılmaktadır: Bir yanıĢarkiyatçılıktan diğer alanlara ilerlemekte, diğer yanı ise kendini ĢarklaĢtırma [self-orientalism] olarak ifade edilen Ģarkın kendi kendisine yaptığı Ģarkiyatçılık pratiği yönünde gitmektedir. Diğer bir ifade ile bir yanda Ģarklının Ģarkı modernleĢtirme çalıĢması diğer yanda ise Ģark/Ģarklı yerine çevre/güney/kadın/madun ve benzerini gündeme alan ‗post‘ çalıĢmalar. Yukarıda sosyal bilimler ve tarih alanında yapılan çalıĢmaların Avrupa‘da milliyetçi duyguların pekiĢmesinde rol oynadığına değinilmiĢti. Paralel bir süreç olarak Ģarkiyatçılık çalıĢmaları da yerli liderlerin ve entelektüellerin iradesi ile söz konusu coğrafyalarda modern-ulus devletlerin veya toplumların modernleĢmesinin destekçisi olmuĢtur (Bezci, 2012:141). Hukukun ĢarkiyatçılaĢması da bu bağlamda anlamlıdır: yerli liderlerin ve elitlerin batılı değerleri içselleĢtirmesi, tek ulus, tek dil, tek din Ģeklinde özetlenebilecek kültürel hakim özün oluĢturulması, ilerleme için ulus-devlet sisteminin zaruriliğine duyulan inanca kani olunması ve bunun icrası kapsamında batıdan yasa ithali (Bezci, 2012:155). Yasalar ithal değerlere dayalı yeni bir toplumun inĢası için ithal edilmiĢtir. ġarklı, doğulu olmayı kabul etmiĢ, geçmiĢinin üzerine beyaz bir perde çekmiĢ, merkezden yükselen büyük anlatıların gölgesini takip edip, taĢırmamaya özen göstererek perdesini boyamaya koyulmuĢtur. Kendini ĢarklaĢtırmanın tespitine yönelik çalıĢmalar ġarkiyatçılık sonrasının bir yanıdır. ġarkiyatçılık eleĢtirisi ilk bakıĢta yukarıda ifade edildiği üzere bir iç eleĢtirinin devamı Ģeklindedir. Kendini ĢarklaĢtırma ise Ģarkın kendine yönelttiği bir iç eleĢtiri konumundadır ve devam eden eleĢtirinin bir cüzüdür. Said‘in de ifade ettiği üzere ġarkiyatçılık, sömürgecilik sonrası çalıĢmaların ġark özelinde tatbik edilmiĢ bir öncülüdür (Said, 1999:364). O kadar ki önde gelen sömürgecilik sonrası kuramcıları, Şarkiyatçılık‟ısömürgecilik sonrası çalıĢmalarının kurucu kitabı olarak sunar (Young, 2006:55). Said‘e göre de ―modern ġarkiyatçılığın hem emperyalizm hem de sömürgeciliğin bir veçhesi olduğunu söylemek, su götürmez bir gerçeği dile getirmektir‖ (Said, 1999:133). ¨Siyah ya da kadın araĢtırmaları gibi alanlarda, masumluk ya da suçluluğa, bilimsel yansızlık ya da baskı grubu nüfuzuna iliĢkin soruların ortaya atılmasını sağlar ġarkiyatçılık¨ (Said, 1999:107). Bu anlamda nesnesini baĢka türlü seçmiĢ bilimler için de bir baĢlangıçtır. ġarkiyatçılığın ne olduğuna iliĢkin bu anlatılanlardan sonra çalıĢmanın ana temasını oluĢturan hukuki Ģarkiyatçılığa geçilebilir. 2. HUKUKĠ ġARKĠYATÇILIK Edward Said‘in de belirttiği gibi hukukçuluk mesleği ġarkiyatçılık açısından simgesel bir anlam taĢır (Said, 1999:88). Buna rağmen hukukun Ģarkiyatçılık tarihinde oynadığı rol, ne Said‘in kendisi tarafından doğrudan inceleme konusu yapılmıĢ, ne de ġarkiyatçılık hakkındaki sonraki çalıĢmalarda hukukun önemi üzerinde durulmuĢtur. Diğer bir deyiĢle hukuk, ġarkiyatçılık tarihinin olduğu kadar sömürgecilik tarihinin de unutulan bir parçasıdır (Strawson, 2001:663). Buna karĢılık son yıllarda yürütülen pek çok araĢtırma, bu araĢtırmaların sonucundan hareketle yazılan bir dizi makale, hukuk ile ġarkiyatçılık ve sömürgecilik arasındaki iliĢkinin niteliğini ortaya 225 koyan hayli ilginç kuramsal yaklaĢımların geliĢtirilmesine ön ayak olmuĢtur. Böylece hukukun sömürgecilik tarihindeki rolü ve ġarkiyatçılık açısından taĢıdığı anlamın yeniden tartıĢılması mümkün hâle gelmiĢtir. Hukukun sömürgecilik tarihi açısından taĢıdığı anlamın yeniden tartıĢılmaya açılması ve dolayısıyla hukuki Ģarkiyatçılık olarak isimlendirilebilecek yeni bir araĢtırma alanının ortaya çıkmasında, özellikle 1990‘lı yıllardan itibaren geliĢme gösteren sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının katkısı göz ardı edilemez. Sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının hukuki Ģarkiyatçılık tartıĢmalarına getirdiği en önemli yenilik, tartıĢmanın öncelikle ―öteki‖ kavramı merkeze alınarak yürütülmeye baĢlanmasıdır. ―Öteki‖ kavramının tartıĢmaya girmesi ise hukuki özne sorununun gündeme gelmesi demektir. Nitekim çalıĢmanın bu bölümünde de hukuki Ģarkiyatçılık konusu ve somut tarihi örnekler üzerinden ve hukuki özne sorunu bağlamında ele alınacaktır. 2.1. Sömürgecilik Sonrası AraĢtırmaları [Postcolonialism] ve Hukuki ġarkiyatçılık Sömürgecilik sonrakı araĢtırmaları, günümüzde Batı‘nın ―öteki‖ ile iliĢkisinin niteliğini eleĢtirel bir bakıĢla ele almayı amaçlayan temel yaklaĢımlardan biridir. Bu iliĢkinin en görünen kısmını ise hukuk oluĢturur (Fitzpatrick and Eve Darian-Smith, 1999:4). Dolayısıyla sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının hukuka kayıtsız kalması düĢünülemez. Nitekim diğer alanlardaki kadar geliĢmiĢ olmasa da hukuka yönelik sömürgecilik sonrası araĢtırmalar, hukuki söylemin doğasını anlamada hukukçulara önemli yöntemsel imkânlar sunmaktadır (Roy, 2008:315). ―Sömürgecilik sonrası‖ terimi çok farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Uluslararası hukukta daha çok olumlu bir anlama sahiptir. Terimin Ġngilizce karĢılığındaki "post" ifadesi, Avrupa'nın hukuk tarafından desteklenmiĢ sömürgeciliğinin sona erdiğini ima eder. Bu anlamda olumlu bir içeriğe sahiptir; sömürgeleĢtirilmiĢ toplumların kendi kaderini tayin hakkının, daha eĢitlikçi bir dünyanın, Üçüncü Dünya ülkelerinin daha özgür olabileceği bir dünyanın kurulmasına yol açacağı umuduna iĢaret eder. Buna karĢılık 1980'lerden itibaren terim daha çok eleĢtirel bir anlamda kullanılmaya baĢlamıĢtır. Zira daha adil bir dünyanın gerçekleĢme ihtimalinin zannedildiğinden daha düĢük olduğunu farkeden kimi düĢünürler, bunun nedenlerini sorgulama ihtiyacı duymuĢtur (Otto, 2000:vii). Terimin bu eleĢtirel anlamı, disiplinlerarası bir alanda çalıĢmayı gerektirir. Bu çalıĢmalar, Avrupa'nın modernite anlayıĢının diğer kültürler üzerindeki güçlü hegemonyasını incelemekte ve evrensel bilgi iddiasını eleĢtirmektedir (Otto, 2000:vii). Sömürgecilik sonrası araĢtırmaları, hukukun sömürgecilik tarihinde oynadığı medenileĢtirici rolünü veya sömürgeleĢtirilen toplumların modernleĢtirilmesinde bir araç olarak kullanılmasını eleĢtiriye açar (Fitzpatrick and Eve Darian-Smith, 1999:4). SömürgeleĢtirme sürecinde hukukun nasıl kullanıldığına odaklanan sömürgecilik sonrası hukuk incelemeleri, iktidar iliĢkileri aracılığıyla sömürgeci kanunların çok çeĢitli kültürel çevrelerde zorla uygulanmasının doğurduğu sonuçlar üzerinde durur. Bu yönüyle sömürgecilik sonrası incelemeleri geçmiĢe dönük bir araĢtırma Ģekli gibi görünebilir. Fakat sömürge döneminde çıkarılan kanunların ve sömürgeci devletlerin hukuk anlayıĢlarının günümüzde dünyanın farklı bölgelerini sömürmede hâlâ kullanıldığını, sömürge döneminin ideolojik etkilerinin devam ettiğini göstermesi açısından aslında bugün için de geçerlidir (Roy, 2008:319). Sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının, hukuki Ģarkiyatçılık tartıĢmalarına katkısı, ―modern/geleneksel‖ ve ―Batı/Doğu‖ gibi kategorilerin nasıl birbirini karĢılıklı inĢa ettiğini göstermedeki baĢarısıdır. Dolayısıyla örneğin Hindistan ve Çin gibi ülkelerin hukuktan yoksun olduğu iddiası, bu ülkelerdeki hukuk sistemlerinin aslında Batı hukuk sisteminin özelliklerine sahip olduğu gösterilmek suretiyle değil, Batı hukuk düĢüncesinin nasıl diğer kültürleri dıĢarıda tutacak Ģekilde oluĢturulduğu incelenmek suretiyle ele alınmalıdır. Nitekim sömürgecilik sonrası araĢtırmalarının hukuki Ģarkiyatçılık tartıĢmaları açısından farkı da burada ortaya çıkar (Ruskolo, 2002-2003:194, dipnot 59). 226 2.2. Hukuki ġarkiyatçılık Nedir? Öncelikle hukuki Ģarkiyatçılığın, Said‘in tanımından hareketle ġark‘ın olduğu kadar Batı‘nın da hukukun retoriği aracılığıyla üretilme Ģekillerini ifade edecek Ģekilde kullanılması gerektiği belirtilmelidir. Dolayısıyla buradaki anlamıyla hukuki Ģarkiyatçılık, zaman zaman bu konudaki literatürde görüldüğü Ģekliyle Ġngiliz sömürge yönetiminin Burma‘da uyguladığı hukuk sistemine iĢaret etmediği gibi, Avustralya‘da Aborjinlerin hukuku hakkındaki tartıĢmalarda eleĢtiri amaçlı kullanılan ―Asya Hukuku‖ anlamına da gelmez (Ruskolo, 2002-2003:193, dipnot 58). Hukuki Ģarkiyatçılığı inceleyen herhangi bir kuramsal çalıĢmanın öncelikle metinlerden hareket etmesi gerekir. Bu bağlamda üzerinde durulması gereken Ģüphesiz doğrudan teknik hukuk metinleri olduğu kadar, çeĢitli filozof, düĢünür veya bilim insanlarının eserlerinde yer alan hukuk hakkındaki düĢüncelerdir. Fakat bu metin yığınının hukuki Ģarkiyatçılık açısından taĢıdığı önemin daha iyi anlaĢılabilmesi için hukuka dair belirli bir bakıĢ açısını kabul etmek gerekir. Bu anlamda hukuk, salt kanun veya benzeri yazılı kurallardan oluĢan normatif bir sistem olarak görülemez. Hukuk sosyolojisinin temel varsayımlarından birine uygun olacak Ģekilde devletin koyduğu kurallardan çok daha fazlasına iĢaret eden bir toplumsal denetim sistemi olarak anlaĢılmalıdır. Hukuki Ģarkiyatçılığı anlamak için hukukun, iĢlevsel kuramlar tarafından yapılan izahıyla yetinilemez. Sadece toplumda gördüğü iĢlevin merkeze alınarak incelenmesi hukukun, aynı zamanda içinde yaĢadığımız toplumu ve dolayısıyla kendimizi inĢa ettiği gerçeğini görmezden gelmeye yol açar. Hâlbuki hukuk, toplumun üzerini örten bir örtü gibidir. Hukuk üreten kurumlar, düzen ve düzensizlik, erdem ve erdemsizlik, makûliyet ve delilik gibi kavramların nasıl tanımlanacağını da göterir bize. Nitekim Gordon‘un da belirttiği üzere bir hukuk sisteminin gücü, kurallarını ihlâl edenleri cezalandırmaktan çok, bir takım imgeler aracılığıyla tasvir ettiği dünyanın akıl sahibi bir kiĢinin yaĢamak isteyeceği tek dünya olduğu konusunda insanları ikna etmesinden kaynaklanır (Gordon, 1984:109). ĠĢte hukuki Ģarkiyatçılığı anlamak için hukukun bu inĢai özelliğini dikkate almak gerekir. 2.3. Hukuki ġarkiyatçılığın Tarihi Örnekleri Bu baĢlık altında fiilen hukuk dünyasının içerisinde yer almayan veya meslekten hukukçu olmayan filozof veya bilim insanlarındansa kendisi hukukçu olan veya bir Ģekilde hukukla fiilen uğraĢan, dolayısıyla sömürgeci iktidar iliĢkilerinin üretilmesinde bizzat rol alan Batılı siyasetçi veya hukukçuların metinleri incelenecektir. Üzerinde durulacak bu metinlerin ilki Ġngiliz hukukçu, filolog, mütercim, edebiyatçı William Jones‘un Hint kanunlarını Ġngilizce‘ye çevirip derlediği kitabıyken, diğeri yine bir Ġngiliz hukukçu Frederick Goadby‘ın sömürge dönemi Mısırı ve Filistini‘nde hukuk okullarında okutulmak üzere yazdığı hukuka giriĢ kitabıdır. 2.3.1. William Jones ve Manu Kanunları 18. yy.‘ın sonlarında Kalküta‘da sulh mahkemesi hakimliği görevini üstlenen Jones‘un önemi, Hint hukuk külliyatını Ġngilizce‘ye çevirmesidir. Jones‘un bu çeviri teĢebbüsü, Hint toplumunun önemli bir yansıması olarak bu hukuk türünü anlamak ve Common Law ile ortak yönlerini ortaya çıkarmaktır (Haldar, 2008:285). 18. yy. boyunca Hindistan alt kıtasının önemli bir kısmı Ġngiliz Doğu Hindistan ġirketi‘nin hakimiyeti altındadır. Bu yüzyılda Bengal‘in kurucusu Ġngiliz devlet adamı Warren Hastings‘in (17321818) önderliğinde Hindistan‘ın dini, dili, kültürü ve hukuku hakkında akademik çalıĢmalar baĢlatılmıĢtır. Bu çalıĢmaların amacı, bir yandan Hindistan‘a ilgi duyan Ġngilizleri bilgilendirmek ve yerli halkın gönlünü kazanmakken, diğer yandan bu toprakların geçmisine iliĢkin egzotik bilgi toplama arzusudur. Bu arzu, ülkenin uzaklığı ve geçmiĢinin yüceliğine, kültürü, dini ve hukukuna yönelik bir saplantıyı da beraberinde getirmiĢtir. Üstelik bu geçmiĢ, Hristiyanlık‘tan ve Common Law geleneğinden de eskiye uzanır. Hatta medeniyetin beĢiğinin Hindistan olduğu bile söylenebilir (Haldar, 2008: 286). Dikkat edilirse daha baĢtan Hint kültürüne yönelik aĢırı bir beğeni ve merakın, bu ülke hakkındaki Ģarkiyatçı çalıĢmaların temelinde yer alan saiği oluĢturduğu görülmektedir. ĠĢte Jones da bir yandan Hindistan‘da sulh hukuk mahkemesi görevini yürütmüĢ, diğer yandan da akademik çalıĢmalara katılmıĢtır. Hindistan‘daki hukuki yapı hakkında bu dönemde yürütülen 227 tartıĢmalarda Hastings, Hintliler‘in kendi yasalarıyla yönetilmesinden yanadır. Fakat o dönemde Hindistan‘da görevli Ġngiliz akademisyenlerinden Sanskritçe‘yi bilen olmadığından bu önerinin hayata geçirilmesi göründüğünden daha da zor olmuĢtur. Dolayısıyla ilk yapılması gereken iĢ Hindistan‘ın Manu Kanunları‘nı Sanskritçe‘den Ġngilizce‘ye çevirmek olmalıdır. ĠĢte Jones da bu iĢi üstlenenlerin baĢında gelmektedir. Jones bu amacını gerçekleĢtirmek için önce Bengal Asya Derneği‘ni (Asiatic Society of Bengal) kurmuĢtur. Bu dernekteki faaliyetleriyle birlikte üstlendiği sulh mahkemesi hakimliği sırasındaki çalıĢmaları, kendisine bazı tarihçiler tarafından Ģarkiyatçılığın mutlak kurucusu ünvanı verilmesine dahi yol açmıĢtır. Jones‘un bir Ģarkiyatçı hukukçu olarak buradaki faaliyetleri ―[y]önetmek ve öğrenmek, sonra da ġark‘ı Garb‘la karĢılaĢtırmak‖ Ģeklinde özetlenebilir. Böylece Jones‘un ―daima yasalaĢtırmaya, ġark‘ın sonsuz çeĢitliliğini kuralların, betilerin, törelerin, yapıtların ‗tam bir özeti‘ne boyun eğdirmeye yönelen karĢı konmaz bir itkiyle‖ hareket ettiği söylenebilir (Said, 1999:88). Jones‘un buradaki hedeflerine bakarak erken dönem ġarkiyatçılık‘ın Said‘in de ısrarla söylediği gibi, sömürgeciliğin yerleĢmesine katkıda bulunduğu ileri sürülebilir. Bu açıdan bilginin, anlama ve ardından kontrol etme amaçlı kullanıldığı görülmektedir. Fakat unutulmamalıdır ki tarihte görülen diğer emperyalist devletlerde de bilgi bu amaçla kullanılmıĢtır. ġarkiyatçılığın, bu yeni tip Batılı sömürgecilik ve emperyalizm açısından farkı, bilginin bir arzu ve zevk nesnesi olmasıdır. Üstelik burada bilmenin, araĢtırmanın kendisinden ziyade bilinen ve araĢtırılan nesnenin, yani ġark‘ın bilinmesinin ve araĢtırılmasının verdiği bir zevkten bahsetmek gerekir. Nitekim Jones ve diğer Ģarkiyatçıların Hindistan‘da gördükleri muhteĢem bir doğa ve kökü Batı medeniyetinden de eskilere uzanan bir tarihtir. ―Doğa‖ ve ―tarih‖, en azından Hindistan söz konusu olduğunda Batılılar için ―yücelik‖ kategorisine tekabül eder. ĠĢte bu ―yüce‖dir ki önce idrak edilmeli, ardından denetin altına alınmalıdır. Diğer bir deyiĢle ġark‘ın Batı‘ya göre aĢırı kabul edilen unsurları bir yandan ―yüce‖leĢtirilmeli, diğer yandan da Batı‘nın (Ġngiliz örneğinde Ġngiltere‘nin) kendi otoritesini meĢrulaĢtırmak için kullanılmalıdır. Böylece ġark‘ın sömürgeleĢtirilmesi de mümkün hâle gelecektir (Haldar, 2008:289, 290, 291, 292). ġarkiyatçılığın hukuk alanındaki görümünü yukarıda da belirtildiği gibi ―yüce‖ kavramı etrafında belirli bir hukuk öznesi inĢa etme çabasıdır. ―YüceleĢtirme‖, aĢırı zevkin daha denetlenebilir, toplumsal açıdan kabul edilebilir bir hâle getirilme sürecidir. Bu da kaçınılmaz olarak yasaklamayı ve dolayısıyla hukuku gündeme getirir (Haldar, 2008:292). Jones‘un Hint kanun külliyatı Manu‘yu Ġngilizce‘ye tercüme etme giriĢimi de bu yüceleĢtirme sürecinin bir parçasıdır. Jones, Hindistan‘dan yazdığı bir mektupta yüce kavramının bütün bir Hint hukuka hakim olduğunu, dolayısıyla yerli ve evrensel hukuku araĢtırmaktan daha zevkli ve asil bir faaliyetin olmadığını söyler. Dikkat edilirse burada araĢtırmanın, bizatihi kendisinden ziyade, araĢtırılan Ģey, bu bağlamda Hint hukuku bir arzu nesnesidir. Fakat söz konusu olan herhangi bir metin değil, hukuk metnidir; uygulanabilme kabiliyeti vardır. Dolayısıyla burada ġarkiyatçılık‘ın Ģu özelliği açıkça görülmektedir: Metnin kendisi, bilgi nesnesi olarak inĢa edilir, fakat aynı zamanda ―Hintli‖ kategorisi de yaratılmıĢ olur ki bu, hukukun öznesidir (Haldar, 2008:293). Her ne kadar tamamlanamamıĢsa da Jones‘un bu tercüme giriĢimi, 1794‘te The Institutes of Hindu Law: or, the Ordinances of Menu ismiyle yayınlanmıĢtır. Aynı zamanda dini bir metin de olan bu kutsal hukuk külliyatı, Hindistan tarihi açısından çok önem taĢıyan Manu isimli peygamber benzeri bir figürün, yarı tanrı Bhrigu tarafından kendisine gönderilen kuralları uymaları için insanlara tebliğ etmesiyle ortaya çıkmıĢtır. Brahma‘nın oğlu, ilk insan Manu tarafından zamanın baĢlangıcında ilan edilen bu kanunlar, sadece en eski değil, en kutsal hukuk kurallarıdır da. Bu yönüyle Solomon‘un veya Likurgos‘un kanunlarından bile daha eskidir. ĠĢte Jones‘un yücelik atfettiği özelliği de bu kanunların, herhangi bir insan tarafından kaleme alınmamıĢ, bir yarı tanrı tarafından bir insan aracılığıyla insanlara indirilmiĢ olmasıdır (Haldar, 2008:293). Burada bir nokta dikkat çeker: 17. yy.‘dan beri Ġngiliz mahkemelerinin kabul ettiği, ―Eğer bir Hristiyan kral, inançsız bir krallığı fethederse o krallığın kanunları hükümsüz olur.‖ ilkesine rağmen Jones, Hindistan‘ın dini nitelikli bu kutsal kanunlarına hukuki otorite atfetmektedir (Haldar, 2008:295). Common Law geleneğinden farklı bu tutumun çeĢitli sebepleri vardır. Bu sebeplerin 228 incelenmesi hukuki Ģarkiyatçılığın özellikle de ―yüce‖ kavramı etrafındaki iĢleyiĢ mantığını göstermesi açısından önemlidir. Yerli Hint kanunlarının tercüme edilmesini isteyenler öncelikle Hindistan‘daki diğer Ġngiliz hakimlerdir. Zira böylece Sanskritçe öğrenmek zorunda kalmadan ve kendilerine tercümanlık yapan Hintli aracılara muhtaç olmadan mahkemelerde daha kolay karar verebileceklerdir. Görüldüğü üzere Jones‘un Manu kanunlarını tercüme etmesinin öncelikle pratik bir amacı vardır (Haldar, 2008:294). Fakat bu tercüme faaliyetinin Ģarkiyatçılık açısından önemi baĢkadır. Jones‘a göre özgürlüğe dayalı Ġngiliz hukuk sisteminin, bu kavrama pek de aĢina olmayan, Jones‘un ifadesiyle Ġngilizler‘inkine tamamen ters ve değiĢtirilmesi zor alıĢkanlıklara sahip bir topluma zorla uygulanması, tiranlıktır. Özgürlüğün ruhunda, özgürlük fikrine dayalı bir sistemin ve bu kurumlarının baĢka kültürlere zorla kabul ettirilmesi bulunmaz. Fakat burada Ģöyle bir paradoks vardır: Her ne kadar Hintlilere kendi kanunları uygulanacak olsa bile bu kanunların nasıl ve kimler tarafından uygulanacağı gibi konular yine Ġngiliz hukuku tarafından belirlenecektir. Bir yandan Hint hukukunun özerk varlığı devam edecektir, diğer yandan bu özerk varlığın nasıl hareket edeceği bir dıĢ otorite tarafından belirlenecektir. O dıĢ otoritenin mekânı da Ģüphesiz Londra‘dır. Üstelik bu otoritenin de üstünde Britanya Ġmparatorluğu vardır (Haldar, 2008, 296-297). Jones‘un buradaki düĢünceleri aslında Emperyal otoritenin gizli amaçlarını açığa vurmaktadır. Nitekim Jones‘un kendisi de bunu kabul eder: ―Hintliler medeni özgürlüğe sahip değildir; bunun düĢüncesi bile çok azında vardır; bunlar da [özgürlüğün] gerçekleĢmesini istemez. […] Mutlak bir güç tarafından yönetilmelidirler‖ (Jones, 1970:558‘den aktaran Haldar, 2008:297). Sonuç itibariyle Ġngiliz sömürgesi altındayken Hindistan‘da Hint kanunlarının uygulanmasını Jones‘un uygun bulması, milletler ile kanunlarının birbirinden ayrılmaz bir iliĢki içerisinde olduğu varsayımından kaynaklanır. Yani hukuk aracılığıyla baĢka bir milleti, ötekileĢtirme sürecidir bu aslında. Hintliler, Hintlidir ve öyle kalmaldır. Dolayısıyla Hint kanunlarıyla yönetilmelidirler. Bir Hintli‘yi Hintli yapan özelliklerden birisi de hukuk sistemidir (Haldar, 2008:298). Belirlibir kültüre ait kutsal bir metni baĢka bir dile çevirmek, aslında o metni her türlü manipülasyona açık hâle getirmektir. ġarkiyatçılık bağlamında düĢünüldüğünde bir Sanskritçe kutsal metnin Ġngilizce‘ye çevrilmesi beraberinde bir takım güçlüklerin ve engellerin de ortaya çıkmasına yol açar. Zira Sanskritçe bir metin, Ġngilizce‘ye çevrilemeyecek bir takım kelimeler barındırdığı gibi, Ġngilizce düĢünme imkânı olmayan anlamlar da içerir. Diğer bir deyiĢle her türlü çeviri faaliyeti, aslında özgün metnin hakiki anlamını tartıĢma konusu hâline getirmeye sebep olur. Çeviri faaliyetinin bizatihi kendisi, bir takım yanlıĢ anlamalardan, muğlaklaĢtırmalardan oluĢan çözülmesi zor sorunları da beraberinde getirir. Hele bu metin, bir hukuk metniyse iĢler daha da karıĢır. Yukarıdaki örneğe bakılacak olursa Sanskritçe bir hukuk metnini, mahkemelerde uygulanmak üzere Ġngilizce‘ye çevirmek, bu metnin, Ġngiliz hukuk sisteminin dilinden baĢka bir dilde, yani kendi dilinde konuĢma imkânını ortadan kaldırır. Hint veya baĢka bir kültürün hukukuna ait bir metnin Ġngilizce‘ye çevrilmesi demek, aslında bu hukuk sistemlerinin Ġngiliz adalet anlayıĢına uydurulması anlamına gelir. Diğer bir deyiĢle bu kültürlere ait hukuk metinleri, Avrupa hukuk sistemleri için geçerli kabul edilen ve âdeta bir olgu gibi görülen ölçütlere uygunsa ancak meĢruiyet kazanır. Dolayısıyla hukuki Ģarkiyatçılık, bu alana ait literatürün çeĢitliliğini ve farklılığını inkâr eder, görmezden gelir (Haldar, 2008:297). Hukuki Ģarkiyatçılığın Hint hukuku bağlamında ikinci bir yönü daha vardır. Burada ilkinden farklı olarak Hint hukuku, farklılaĢtırılmamakta, ötekinin hukuku Ģeklinde görülmemekte, aksine Ġngiliz hukuku ile Hint hukuku arasındaki benzerlikler öne çıkarılmaktadır. Hint hukukunun eskiliğine dikkat çeken Jones, Ġngiliz Common Law geleneğinin de eskiliğini vurgulamakta, böylece bu iki hukuk sistemi da dahil, Roma hukuku gibi diğer köklü hukuk geleneklerinin aslında aynı kökten geldiğini, bütün hukuk sistemlerinin temelinde aslında evrensel bir hukukun bulunduğunu ileri sürer (Haldar, 2008:298). Bu noktada ―yüce‖ kavramı devreye girer. Tıpkı diğer 18. yy. Common Law kuramcıları gibi Jones da Common Law geleneğinin eskiliğini yücelik niteliğiyle açıklar; iĢte Common Law ile eskilik 229 bakımından ortak özelliklere sahip olmakla Hint hukuku da yücelikle tanımlanmayı hak eder (Haldar, 2008:299). Hint hukukunun eskiliğine yücelik özelliği atfeden ve bu yönüyle Ġngiliz hukuku ile arasındaki benzerliğe dikkat çeken ve nihayet iki hukuk sisteminde benzer düzenlemelere iĢaret etmek suretiyle evrensel bir hukukun varlığını kabul eden bu bakıĢ açısı, ―eski veya yabancı hukuk, Ġngiliz hukukunun kurumlarını önce açıklamak daha sonra da meĢrulaĢtırmak için kullanılması‖nı amaçlar (Boorstin, 1996:44‘den aktaran Haldar, 2008:300). Burada Hint hukukunun yabancı veya öteki niteliğine karĢı herhangi bir olumsuz değerlendirme yoktur. ―Yabancı‖dan kastedilen sadece ―eski‖dir. ―Eski‖ ise Hint, Roma ve Common Law sistemlerinin bilinmeyen bir tarihte aslında bir bütün oluĢturduğunu, hatta bir ve aynı Ģey olduğunu anlatır (Haldar, 2008:301). Bu evrensel hukuk düĢüncesinin Ġmparatorluk için faydalı bir takım sonuçları vardır. Evrensel hukuk, evrensel anlamda uygulanma imkânı bulur. Yani bütün insanlığa uygulanabilir. Bu noktada hukuk tarihi açısından ilginç bir benzerlik kurulur. Hint hukukunun, Roma hukuku ile benzerlikler taĢıdığı düĢünüldüğünden, nasıl ki Ortaçağ ve sonrasında Pandekt hukukunun metinleri aracılığıyla Roma hukukunun otoritesinin devam ettirilmesi sağlandıysa Manu‘nun kanunları da Ġngiliz emperyalizmi açısından Pandekt hukukunun Roma devletinin emperyazimi için oynadığı rolü oynayabilir; Common Law‘un otoritesinin Hindistan‘da devam etmesini sağlayabilir (Haldar, 2008:301). Hukuki Ģarkiyatçılığın üçüncü özelliği ise Hint hukukuna atfedilen yücelik ile iktidar arasında kurulan iliĢkide görülür. ―Yüce‖, kaçınılmaz olarak ―güç‖ ile iliĢkilendirilir. Buradaki güç Ģüphesiz her türlü iktidarı da içerir. Dolayısıyla Britanya Ġmparatorluğu açısından bakılırsa ―yüce‖ üzerinde kurulacak kontrol ve denetim mekanizması doğal olarak iktidar üzerinde de hakimiyet kurmayı sağlayacaktır (Haldar, 2008:301). Jones‘un da aralarında bulunduğu romantik ġarkiyatçılar‘a göre ―yüce‖, gözlerden uzakta bir yerlerdedir. Karanlık, karmaĢa, bilinemezlik ve Ģiddet gibi imgeler romantiklerin ilgisin çekmiĢtir. Dolayısıyla Doğu‘nun semboli niteliğindeki despot da adaletini bu Ģekilde gözden uzakta, karanklıklar ve karmaĢa içerisinde yerine getirir. Despotun gücü bu anlamda mutlak ve korku vericidir. Dolayısıyla eğer despotun korku saçan, Ģiddet içeren uygulamalarının tarihi, ―yüce‖ kisvesi altıda ortaya konursa hukuk, despotun gücünü devralabilir ve yerine geçebilir. Diğer bir deyiĢle ―yücelik‖ atfedilerek hukukileĢtirildiği zaman despotun aĢırılıkları kontrol altına alınıp, toplumsal açıdan daha kolay kabul edilecek bir hâle getirilebilir. Böylece Britanya Ġmparatorluğu açısından daha kullanıĢlı ve elveriĢli bir araca dönüĢtürülebilir (Haldar, 2008:302-303). Jones‘un Manu kanunlarını tercüme çabası ilk bakıĢta, meraklı, hırslı ve gayretli bir hukukçunun Doğu Hindistan ġirketi‘nin Hindistan‘daki Ġngiliz mahkemeleride iĢlerini çabuklaĢtırmak için giriĢtiği tamamen pratik amaçlara matuf bir faaliyet gibi görünmektedir. Fakat bu tür bir faaliyetin anlamı çok daha derindir. Hint kanunlarına atfedilen ―yücelik‖ niteliği, yani hukukun yüceleĢtirilmesi, muhatabının sömürgeleĢtirilmesine zemin hazırlayan bir imkân doğurmuĢtur. ―Yüce‖ kategorisi, insanın diĢilikten veya biçimsizlikten uzaklaĢıp aklın alanına girmesini sağlar. Fakat bu süreç aynı zamanda Avrupa merkezciliğin bir baĢka yüzünü de açığa çıkarır. Manu kanunlarının çevrilmesi, Hint açısından alternatif bir hukuk tarihi yazma çabası değildir. Hukukun özü olarak kabul edilecek bir köken arayıĢı ve hukuki öznenin gizemini çözme anlamına gelir. Burada peĢine düĢünlen Ģey, evrensel bir özne fikridir; devlete veya monarka değil de hakimlerin aracılığında evrensel bir fenomen olarak hukuka boyun eğen bir öznedir bu. ġarklı aĢrılığa dair romantik fantazinin yaptığı iĢte bu evrensel hukukun yerleĢmesi için gerekli kuramsal zemini kurmaktır. Bu çaba, korkunç bir aĢırılğın hukuki evrenselliğin temel varsayımlarından biri olarak yeniden inĢa etme arzusunu ortaya koyar. Hint hukuku ile Common Law arasındaki benzerliklerin altını çizmek, herkesin hukuk öznesi olduğu evrensel bir hukukun planını oluĢturmaktır. 18. yy.‘la birlikte ġarka ait aĢırılıklar, hukukun belirlediği bir hukuki öznenin ortaya çıkmasını sağlayan bir sürece dönüĢtürülmüĢtür (Haldar, 2008:307-308). 230 2.3.2. Frederick Goadby ve Hukuka GiriĢ Kitabı Sömürgeci geçmiĢin en önemli unsurlarından birisi de hukuk ders kitaplarıdır. Bu kitaplar, sömürgeci devletlerin hukukçuları ve resmi görevlilerinin kendi hukuk kültürlerini nasıl gördüğünü ve bu kültürü sömürgeleĢtirilen toplumlara nasıl aktardığını gösteren önemli kayıtlardır. Üstelik bu aktarma iĢleminin izleri sömürgecilik sonrası dönemde dahi görülür (Strawson, 2001:663). SömürgeleĢtirilen toplumlardaki hukuk okulları ve bu okullarda okutulan kitaplar aracılığıyla Ġngiliz hukuk anlayıĢı sömürge toplumlarının zihninde yerleĢtirilmiĢtir (Strawson, 2001:664). ĠĢte Ġngiliz hukukçu Frederick Goadby‘ın sömürge döneminde Mısır ve Filistin hukuk fakültelerinde Mısırlı ve Filistinli öğrencilere Batı hukuk sistemini tanıtmak amacıyla kaleme aldığı Introduction to the Study of Law: A Handbook for the use of Egyptian Students (1910) isimli ders kitabı da bu geçmiĢin bariz örneklerindendir Frederick Goadby, 1906‘dan 1920‘ye kadar Kahire‘de hukuk okulunda ders vermiĢ, daha sonra Filinstin‘e giderek Kudüs‘te devlet hukuk okulunu kurmuĢtur. Filistin‘deyken ayrıca Ġngiliz Sömürge yönetimi adına Hukuk ÇalıĢmaları Direktörlüğü görevini sürdürmüĢtür. Kahire‘deyken verdiği dersler Introduction to the Study of Law isimli kitabında biraraya getirilmiĢ, bu kitap ilk kez 1910‘da basılmıĢ, 1914‘te ikinci, 1921‘de de üçüncü baskıyı yapmıĢtır (Strawson, 2001:664, 665). Her ne kadar bugün hâlâ Filistin ve Ġsrail‘de pozitif hukuk sistemi içerisinde Ġngiliz hukukunun izleri görülse de Ģarkiyatçılık açısından asıl üzerinde durulması gereken husus, bu tür pozitif kurallar değil, Ġngiliz hukuk düĢüncesinin genel anlamda etkisinin ne oranda devap ettiğidir (Strawson, 2001:664). Goadby‘ın Mısır‘a hukuk fakültesinde ders vermek üzere görevlendirilmesinin temelinde de o dönemde Fransız hukuk sisteminin etkisi altındaki Mısır‘da hukuk öğrencilerinin ve hukukçuların Ġngiliz hukuku hakkındaki kanaatlerini olumlu yönde etkileme amacı yer alır (Strawson, 2001:664). Goadby‘ın kitabı, karĢılaĢtırmalı hukuk perspektifinden yazılan ve hukuk öğrencilerine Ġngiliz hukukunun temel özelliklerini tanıtmayı amaçlayan bir ders kitabı niteliğindedir. Kitap, bir giriĢ ve on dört bölümden oluĢmaktadır. Metnin ilk bölümleri hukukun doğası, hak ve adalet, hukukun kaynakları, yasama faaliyeti, yorum faaliyeti, hukukun tasnifi gibi temel hukuk kavramlarına ayrılmıĢtır. Diğer bölümleri ise daha çok pozitif hukuk konularını içermektedir (Strawson, 2001:665). Metnin asıl ilgi çekici yönü yazılıĢ tarzıdır. Bir kısım açıklamalar büyük harfle, diğerleri ise küçük harfle yazılmıĢtır. Bu farklılığı Goadby, metnin iki ayrı öğrenci kitlesine yönelik yazıldığını söyleyerek izah etmiĢtir. Küçük harfle yazılı kısımlar hukuk hakkında daha derinlemesine düĢünmek isteyen, hukukun felsefi yönleriyle ilgilenen öğrencilere yöneliktir. Buna karĢılık büyük harfle yazılan kısımlar, pratik meselelerle uğraĢmayı tercih eden öğrenciler için yazılmıĢtır. Fakat Goadby‘ın asıl görüĢlerini açığa vuran kısımlar iĢte bu küçük harfle yazılanlardır (Strawson, 2008:665). Örneğin haklarla ilgili açıklamalarında öğrencilerin geneline hitap eden büyük harfli kısımda pozitivist bir tutum benimseyen Goadby, devletin tanıdığı hukuki haklar ile ahlâki hakları birbirinden ayırmaktadır. Fakat kadınların oy hakkına değindiği küçük harfli kısımda söyledikleri, sömürge iliĢkisi söz konusu olduğunda bambaĢka bir anlama kavuĢur: Nasıl ki kadınlar, ancak devlet tarafından tanınmakla hak sahibi oluyorsa sömürgelerde yaĢayan insanların durumu da aynıdır. Diğer bir deyiĢle Mısır ve Filistin‘de görüldüğü Ģekliyle sömürgeci devletin sağladığı koĢullar içerisinde ancak haklar ortaya çıkar. Varılan bu sonuç da aslında Ģu anlama gelir: Ġngiliz devleti tarafından tanınmadığı sürece Mısırlıların veya Filistinlilerin bağımsızlık ve kendi kaderini tayin talebi, hak kabul edilemez (Starwson, 2001:666). Goadby‘a göre Ġslâm hukukunun en katı uygulandığı ülkelerde dahi hukukun alanı hayli sınırlıdır. Bunun sebebini Goadby, Batılı devletlerin Doğulu devletlere gösterdiği tepkiyle açıklar. Nitekim hukuk sistemini ve devlet mekanizmasını Avrupa standartlarına uygun hâle getirmek isteyen ―daha ileri‖ Ġslâm ülkeleri, ġeriat‘ın bazı bölümlerinin yerine Avrupa hukuk sistemini ikame etme yoluna gitmiĢtir. Goadby, bu ülkelere Türkiye ve Mısır‘ı örnek gösterir (Strawson, 2001:668). Dikkat edilecek olursa Goadby‘ın burada Batı ile Doğu arasındaki iliĢki biçimini veri olarak aldığı, sömürge meselesini ve buna bağlı ortaya çıkan iktidar iliĢkisini görmezden geldiği farkedilir. Bu bağlamda Avrupai standartlar modernliğin göstergesi kabul edilir. Diğerlerine nispetle daha ileri Ġslâm ülkeleri, bu standartlara uygunlukla tanımlanır (Starwson, 2001:668). 231 ĠĢte Goadby‘ın kitabı da hukuk öğrencilerinin bu sömürge düzeniyle tanıĢmasına aracılık etmiĢtir. Goadby, Mısır ve Filistin gibi müslüman bir ülkedeki hukuk öğrencilerini Ġslâm hukukunu yeni bir bakıĢla ele almaya davet eder. Bu arada kendi hukuk kültürlerine sömürgeci hukuk kültürünün bakıĢ açısıyla yaklaĢmalarını sağlar. Böylece bir sömürgeci söylem olarak Ġngiliz hukuk anlatısının yazılmasına da katkıda bulunur (Strawson, 2001:668-669). O dönemde ne Mısır‘da ne de Filistin‘de Ġngiliz hukuku doğrudan uygulanmaktadır. Bunun farkında olan Goadby, öğrencilere hukukun pratik gayesi dıĢında da bir takım gayeleri olabileceğini göstermeye çalıĢır. Hukukun bu yönünü anlayabilmek için hukuk tarihini öğrenmelerini tavsiye eder. Bu yönüyle hukuk, tıpkı diğer toplum bilimleri gibi insan davranıĢlarını belirli amaçlar doğrultusunda düzenleme faaliyeti olarak görülebilir. Fakat bu açıklamalardan hemen sonra Goadby, bir hatırlatmada bulunur. Buna göre toplumdaki ilerleme, toplumsal davranıĢı düzenleyen kurallarda da sürekli bir değiĢimi gerektirir. Dolayısıyla barbar bir millet için uygun olan kurallar, medeni bir toplum için uygun değildir (Strawson, 2001:669). Goadby‘ın bu düĢüncelerinde bariz bir Ģarkiyatçılık vardır. Bu Ģarkiyatçı bakıĢ açısı, hukuku medeniyetin göstergesi kabul eder. Hukuk kurallarının niteliği, uygulandığı toplumun medeniyet ölçüsünü de gösterir veya tersten söylemek gerekirse bir toplum ne kadar medeniyse hukuku da o kadar geliĢmiĢtir. Fakat burada medeniyetin ölçüsünü sömürgeleĢtiren devlet koymaktadır. Zira öğrencilerini, kendisiyle birlikte hukuk tarihini öğrenmeye davet ettiğinde Goadby, aslında sadece Batı hukukunun tarihi geliĢiminden bahsetmektedir. Öğrencilere bu hikâyenin bir parçası olmayı salık verir. SömürgeleĢtirilen toplumları bu hikâye ile tanıĢtıran ise Batılı hukukçulardır. SömürgeleĢtirilen toplumlar karĢısındaki bu konumu Batı hukuk sisteminin kendisini belirli bir tarihi geliĢimin zirvesi kabul ettiği anlamına gelir. Dolayısıyla Batılı hukukçuların daha aĢağı hukuk kültürlerinde yaĢayanları eğitme sorumluluğu vardır (Strawson, 2001:669-670). Kültürel açıdan daha aĢağıda yer alan toplumları hukuk aracılığıyla eğitme faaliyeti, Ģüphesiz o toplumların kendi yararı için değildir. Daha önce despotik bir yönetime sahip bu tür toplumlar, Ġngiliz hukukuyla tanıĢtırıldıktan sonra egemen ve bağımsız birer devlet hâline gelmiĢ, meĢruti krallık, parlamenter sistem vb. kavramları öğrenmiĢtir. Dolayısıyla Ġngiltere‘nin bu topraklardaki varlığı, iĢte bu tür kavramları tanıtmakla izah edilebilir. Böylece örneğin Mısır‘ın, Hindistan ile Ġngiltere arasında gerçekleĢecek her türlü alıĢ-veriĢ için uygun bir zemin sağlayacağı umulur. Dolayısıyla istikrarlı, huzurlu ve iyi yönetilmesi gerekir (Strawson, 2001:670,671). SömürgeleĢtirilen toplumların hukuk sisteminin yenilenmesi, sömürgeci devletin bu toplumları modernleĢtirme projesinin bir ürünüdür. Bu modernleĢtirme projesi aracılığıyla o toplumların hukukçuları, hakimleri ve diğer resmi görevlilerinin medeniyet seviyesi yükselmiĢ olur. Goadby‘ın metni de iĢte bu sürece katkı sağlamıĢtır (Strawson, 2001:671). Sonuç itibariyle Goadby‘ın, medeniyet ile hukuk arasında sıkı bir iliĢki kurduğu görülmektedir. Avrupa hukukunun kabulü bir ilerlemedir, baĢarısıysa bağımsız bir düĢünce okulunun kurulmasına bağlıdır. Fakat bu tür bir düĢünce okulu, sadece Batı etkisiyle kurulamaz; milli kültüre adapte edilmelidir. Bununla birlikte bu süreç, genel moderleĢme hareketine katkı sağlayacak nitelikte bir hukuk sisteminde yenileĢmeyi gerektirir. Bu tür bir plan ve projenin temelinde sömürgeci hukuki anlatı yatar. Bu anlatı aynı zamanda entelektüel bağlamda sömürgeleĢtirilen hukuk sistemini de yeniden düzenler. Fakat bu tür bir proje ancak sömürgeleĢtirilen toplumun kendi hukukçuları, hukuk öğrencileri, hukuk hocaları ve yöneticilerin katkısıyla gerçekleĢtirilebilir (Starwson, 2001:676). KAYNAKÇA Bezci,B, Çiftçi,Y.(2012). ¨Self Oryantalizm: Ġçimizdeki Modernite Ve/Veya ĠçselleĢtirdiğimiz ModernleĢme¨, Akademik Ġncelemeler Dergisi, Cilt:7, Sayı:1, s. 139-166. Fitzpatrick, P., Darian Smith,E.(1999). ―Laws of the Postcolonial: An Insistent Introduction‖, in Laws of the Postcolonial, (der. Eve Darian-Smith, Peter Fitzpatrick), Ann Arbor, The University of Michigan Press, pp. 1-15. Foucault,M.(2001).Ders Özetleri. Çev.: Selahattin Hilav, 5. Baskı, Ġstanbul, Yapı Kredi Yayınları. 232 Foucault,M.(2011).Bilginin Arkeolojisi. Yay. Haz.: Ġlkay Özkürapli, Çev.: Veli Urhan, Ġstanbul, Ayrıntı Yayınları. Gordon, R. W.(1984). ―Critical Legal Histories‖, Stanford Law Review, Vol. 36, pp. 57-125. Gutting G. (2010).Foucault. Çev.: Hakan Gür, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları. Haldar, P.(2008). ―The Sublime Codes of Manu: Law and Eighteenth Century Orientalism‖, German Law Journal, Vol. 9, pp. 285-308. Ġnalcık, H.(2011). ¨Hermenötik, Oryantalizm, Türkoloji¨, Doğu-Batı: Oryantalizm I, 3. Baskı, Yıl: 5, Sayı:20, s. 13-39. Keyman, E. F. (2007). ¨Edward Said ve Bir Modern te EleĢt r s Olarak Oryantal zm¨, Uluslararası Oryantal zm Sempozyumu, Ġstanbul, Ġstanbul BüyükĢeh r Beled yes Kültürel ve Sosyal ĠĢler Daire BaĢkanlığı Kültür Müdürlüğü Yayınları, s. 119-130. Küçükalp, K. (2003).¨Edward W. Said‘in ġarkiyatçılık DüĢüncesinin Felsefî Arkaplanı¨, Uludağ Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 12, Sayı:1, s. 269-278. Loomba, A.(2000).Kolonyalizm Postkolonyalizm.(Çev.). Mehmet Küçük, Ġstanbul, Ayrıntı Yayınları. Nietzsche, F.(2009).Putların Alacakaranlığı(Çev.). Ġsmet Zeki Eyüboğlu, 3. Baskı, Ġstanbul, Say Yayınları. Otto, D.(2000). ―Postcolonialism and Law?‖, Third World Legal Studies, Vol. 15, s. vii-xviii. Roy, A.(2008). ―Postcolonial Theory and Law: A Critical Introduction‖, Adelaide Law Review, Vol. 29, pp. 315-357. Ruskola, T.(2002-2003). ―Legal Orientalism‖, Michigan Law Review, Vol. 101, pp. 179-234. Said, E.(1999).Şarkiyatçılık (Batı‟nın Şark Anlayışları).(Çev.). Berna Ülner, Ġstanbul, Metis Yayınları. Sayıd, S.(2007). ¨Oryantalizmden Sonra¨, Çev.: Hakan Çapur, Uluslararası Oryantal zm Sempozyumu, Ġstanbul, Ġstanbul BüyükĢeh r Beled yes Kültürel ve Sosyal ĠĢler Da re BaĢkanlığı Kültür Müdürlüğü Yayınları, s. 65-78. Strawson, J.(1999). ―Islamic Law and English Texts‖, in Laws of the Postcolonial, Eve Darian-Smith, Peter Fitzpatrick (eds.), Ann Arbor, The University of Michigan Press, pp. 109-126. Strawson, J.(2001). ―Orientalism and Legal Education in the Middle East: Reading Frederic Goadby‘s Introduction to the Study of Law‖, Legal Studies, Vol. 21, pp. 663-678. Young, R. J. C. (2007). ¨Edward Sa d‘ n Postkolonyal Kararsızlığı¨ Uluslararası Oryantal zm Sempozyumu, Ġstanbul, Ġstanbul BüyükĢeh r Beled yes Külturel ve Sosyal ĠĢler Da re BaĢkanlığı Kültür Müdurlüğu Yayınları, s. 55-64. Wallerstein, I.(2010). Gücün Retoriği Avrupa Evrenselciliği, Çev.: Aziz Ufuk Kılıç, Ġstanbul, bgst Yayınları. Wallerstein, I.(2011). Dünya Sistemleri Analizi, Çev.: Ender Adaoğlu, Nuri Ersoy, 2. Basım, Ġstanbul, bgst Yayınları. 233 AMFĠ 10 OTURUMU SUÇ VE HUKUK-II: SUÇA BAKIġ 234 SUÇLUNUN SUÇA BAKIġI: SUÇLUYA VE SUÇA ĠÇERDEN BAKIġ Doç. Dr. Yıldız AKPOLAT1 Yasemin ARSLANTÜRK2 ÖZET Suç günümüzde ülke, toplum, ırk fark etmeksizin her toplumda görülen ve toplum içerisinde sorunsallaĢan bir konu haline gelmiĢtir. Suç olgusu aslında tarihin ilk yıllarından beri süregelmektedir. Ancak günümüzde suç kavramı giderek artan bir öneme sahip olmuĢtur. Buradan yola çıkarak oluĢturulan çalıĢmada suç ve nedenleri araĢtırılmaya çalıĢılmıĢtır. Bunu yaparken de hükümlülerin demografik bilgilerinin yanı sıra, kiĢinin kendisi ve ailesinin sosyo-ekonomik durumu, kiĢinin aile ve arkadaĢ çevresi ile iliĢkileri, iĢlenen suç/suçlar hakkındaki düĢünceleri, yaĢadığı yerin suçlu hakkındaki tutumunu ortaya çıkarmaya yönelik olarak görüĢmeler gerçekleĢtirilmiĢtir. AraĢtırma uygulamalı olarak yapılmıĢtır. Erzurum kapalı ve açık cezaevlerine gidilerek hükümlülerle yüz yüze görüĢmeler gerçekleĢtirilmiĢ ve anket uygulanmıĢtır. Anket, açık uçlu ve çoktan seçmeli olarak hazırlanan toplam 57 soru içermektedir. Erzurum açık ve kapalı cezaevinde bulunan toplam 1250 mahkum ve tutukludan 372‘sine survey tekniği kullanılarak gerçekleĢtirilmiĢ olan çalıĢmamızda, Türkiye‘de giderek artan suç iĢleme oranının Erzurum baz alınarak, kiĢileri suça iten nedenleri araĢtırarak çözüm önerilerinde bulunulması ve suç oranlarının azalmasına katkı sağlamak amaç edilmiĢtir. Anahtar Kelimeler: Suç, Suçluluk, Sosyoloji ABSTRACT Nowadays, crime the country, society, in every society regardless of race has become an issue in the community that have problems. In fact the history of crime has been going on since the early years. However, todaytheconcept of crime has been a growing importance. This study investigated crime and causes of criminal behavior. As well as demographicdata of detainees, socio-economicstatus of thefamily of the person and the person's family and circle of friends with relations, thoughts about the crimes which make them, people lived who is guilty of the earth were interviewed in order to reveal its position about guilty person. Theresearchwasconducted as practical. Erzurum closed and open the prisons visited and conducted interviews and surveys applied to prisoners. The survey was prepared as an open-ended and multiplechoice question includes a total of 57. In this study was carried out using survey techniques. Survey was applied to 372 from 1250 convicts. InTurkiye, crime rates have been increasing day by day.So, this study was done for find the factors that lead people to commit a crime and reduce crimerates. Keywords: Crime, Criminality, Sociology GĠRĠġ Suç, insanoğlunun ilk tarihinden günümüze dek sürekli var olan bir sorundur. Toplum, doğa ve birey üçlüsü arasında sürekli ve sayısız bir iliĢki vardır. Bireyler birbirleriyle iliĢkide bulunarak grupları gruplar da toplumları oluĢtururlar. Toplumlar sürekli değiĢen canlı beraberliklerdir. Toplumdaki bireyler de bu değiĢimden etkilenirler ve bazen toplumdaki değiĢme hızı ile bireyin değiĢme hızı her zaman aynı değildir. Dolayısıyla aradaki dengesizlik çeĢitli sorunların doğmasına neden olabilir (Sümer, 2006: 88). 1 2 Doç.Dr. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi, Atatürk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü 235 Suç, evrensel bir olgudur (Ġçli, 1993:7). Ancak suç olgusu, toplumdan topluma ve zamandan zamana değiĢiklik göstermektedir. Suç tanımı toplumların içinde bulundukları zaman diliminin toplumsal özelliklerine bağlı olarak Ģekillenebilir. Son yıllarda suç olgusu hukuk alanının yanı sıra sosyolojinin de ilgi odağı haline gelmiĢtir. Türkiye‘de suç sosyolojisi yavaĢ yavaĢ geliĢmeye baĢlamıĢ ve sosyologların bu alana ilgisi artmıĢtır (Ġçli, 1993: 1). AraĢtırma Erzurum ilini kapsamaktadır. AraĢtırma suç ve nedenleri üzerinde yoğunlaĢarak suça neden olan etkenleri araĢtırmak amaç edinilmiĢ ve bu doğrultuda da Erzurum ilindeki kapalı ve açık cezaevlerindeki kiĢilerle görüĢme yapılmıĢtır. Türkiye‘de suç üzerine yapılan sosyolojik araĢtırmaların kısıtlı olması bu araĢtırmayı önemli kılmaktadır. KAVRAMSAL ÇERÇEVE Suç, genelde bireyin içinde yaĢadığı toplum tarafından onaylanmayan davranıĢ biçimidir(Sümer, 2006: 89).Suç, topluma zarar verdiği ya da tehlikeli olduğu kanun koyucu tarafından kabul edilen ve belirtilen eylem, davranıĢ, tavır ve harekettir. Tarihsel süreç içinde incelendiğinde her dönemde topluma zarar verdiği ya da tehlikeli olduğu kabul edilen davranıĢlara kanun koyucuları tarafından ceza yaptırımı uygulandığı görülmektedir (Dönmezer, akt.: Tülin Ġçli 1993: 7). Karl Menninger, ―suç herkesi cezbeden bir çekimdir‖ demektedir. Lombroso‘ya göre suç; ölüm, doğum gibi doğal bir olaydır (Sümer, Osman, 2006: 90).Durkheim‘a göre de ―suç kolektif bilincin kuvvetli ve belirmiĢ tutumlarını ihlal eden fiillerdir‖. Znaniecky, ―suç, kiĢinin kendisini mensubu saydığı grupta, varlığı toplum dayanıĢması ile çeliĢki gösteren fiildir‖ demektedir. Taft‘a göre de, topluma zarar veren hareketler ya örf ve adetlerce belirlenmiĢtir ya da grup içinde egemenliği elinde tutanlar, diğer kiĢilerin tavır ve hareketlerini uydurmaları için modelleri, örnekleri ve bu suretle moral kuralların tespit ederler; bu kurallara uyanlara sosyal itibar verir, bunları ihlal edenlere söz konusu mevkii reddederler. Stanciu ise suçu ―sosyal toplumun çoğunluğu tarafından tehlikeli sayılan ihmal ya da icra niteliğinde hareketler‖ olarak tanımlamaktadır (akt.: Dönmezer, Sulhi, 1984: 58-60). Gordon Marshall da kiĢisel alanı aĢıp kamusal alana giren ve yasak olan kural ya da yasaları çiğneyen, buna bağlı olarak meĢru cezaların ya da yaptırımların uygulandığı ve kamusal bir otoritenin(devlet ya da yerel bir kuruluĢ) müdahalesini gerektiren fiillerin suç sayıldığını, belirtmektedir (Marshall, çev.: Osman Akınhay-Derya Kömürcü, 1999: 702). Suç ile ilgili Ģunları söyleyebiliriz:  Evrensel bir olgudur.  Tarihsel sürecin her döneminde görüldüğü gibi, insan yaĢamı sürdüğü sürece de var olacaktır.  Zaman ve mekân boyutunda biçim değiĢikliği gösterir.  Hangi davranıĢların suç olduğuna iliĢkin davranıĢlar görecelidir.  Sosyal bir olgudur.  Ġnsan-doğa ve insan-insan iliĢkileri doğrultusunda ortaya çıkan bir olgudur.  Suç, düĢünce ile baĢlasa da eylem ile sonuçlanır.  Toplumun düzenini bozduğundan ve birden çok kiĢiyi etkilediğinden eylemsel bir süreçtir (Sümer, 2006: 89). SUÇ TÜRLERĠ Tülin Ġçli suçların faillerin amaçlarına, suç iĢleme nedenlerine ve toplum tarafından suça karĢı gösterilen tepkinin Ģiddetine göre sınıflandırılabileceğini ifade etmektedir (Ġçli, 1993: 7-8). Kriminolog Bonger ise suçları ekonomik suçlar, cinsel suçlar, politik suçlar ve diğer tür suçlar olmak üzere sınıflamıĢtır. Suç türleri en kapsamlı olarak ise Türk Ceza Kanununda belirtilmiĢtir.26.9.2004 tarih, 5237 sayılı Yeni Türk Ceza Kanunu‘nda suç tasnifi: 236 1. Uluslar Arası Suçlar 2. KiĢilere KarĢı Suçlar 3. Topluma KarĢı Suçlar 4. Millete ve Devlete KarĢı suçlar ve Son Hükümler (Üresinler, 2005: 81-88). TCK‘nunda suç türleri bu dört ana baĢlık çerçevesinde oluĢturulmuĢtur. Bu çalıĢmada ise suç türleri; Ģahsa karĢı suçlar, mala karĢı suçlar, topluma karĢı suçlar, devlete karĢı suçlar ve diğer suç türleri olarak kategorilendirilmiĢtir. ÖRNEKLEMĠN ÖZELLĠKLERĠ AraĢtırma sonucunda hükümlülerin cinsiyete göre dağılımına bakıldığında erkek hükümlülerin kadın hükümlülere oranı on kat daha fazladır (%88,7 erkek, % 8,6 kadın). Ġçli, Türkiye genelinde yapmıĢ olduğu çalıĢmasında da erkek suçluluk oranının fazla olduğunu belirterek, her yerde erkek suçlu oranları, kadın suçlu oranlarından yüksek olduğunu ifade etmiĢtir. Örneklemin yaĢ aralığı25-34 kategorisinde toplanmıĢtır.Örneklemin büyük çoğunluğunu evli(%54,3), yetiĢkin erkek oluĢturmaktadır.Örneklemin %31,2‘si daha önce cezaevine girmeye neden olan suç türünün mala karĢı iĢlenen suç olduğunu ifade etmiĢtir. Örneklemin cezaevine girmelerine neden olan suç türü en fazla %41,9 ile topluma karĢı iĢlenen suç olmuĢtur.%87,1 TC vatandaĢıdır. %46,5 Hanefi, %41,4 ġafi mezhebine mensuptur.Örneklemimizi oluĢturan hükümlüler genellikle ilkokul mezunudur ve 372 kiĢiden 235‘i eğitimlerini yarıda bıraktıklarını belirtmiĢlerdir ve buna bağlı olarak da yarıdan fazlasının mesleği serbest meslektir. Hükümlülerin çoğunun ilkokul mezunu olması akla eğitim seviyesi ile suç arasında bir bağlantı olup olmadığını getirmektedir. ÇalıĢmamızda çeĢitli koĢullar bir araya geldiğinden dolayıeğitim seviyesi düĢük, ekonomik gelir düzeyi düĢük- eğitim seviyesinin de düĢük olması, bir bilinçlilik algısının yetersiz olması suça sebebiyet verebilir. Ayrıca çalıĢmada her ne kadar serbest meslek diye adlandırsak da hükümlülerin çoğunun gündelik iĢçi olduklarını görmekteyiz. Dolayısıyla bu durum meslekte düzensizliği ve bu da beraberinde düzensiz bir sosyal yaĢamı getirir. Ayrıca bu kiĢilerin mesleki uzmanlaĢmalarının da olmadığını söylemek mümkündür. Mesleki uzmanlaĢması olmayan kiĢilerin de yaĢam biçimi düzensizdir. Dolayısıyla düzensiz bir iĢ, düzensiz bir yaĢam kiĢiyi suça itebilir. Ġçli de çalıĢmasında mesleğin önemli olduğu konusuna vurgu yapmıĢtır. Hükümlülerin büyük çoğunluğunun kalabalık bir aileden geldiği sonucuna ulaĢılmıĢtır. GörüĢülen hükümlülerin %45,4‘ü yedi ve daha fazla kardeĢe sahip olduklarını belirtmiĢlerdir ve kendileri de kalabalık bir aile kurmayı tercih etmiĢlerdir. Kalabalık bir aile içerisinde yaĢamak beraberinde aile içerisinde ekonomik sıkıntıları da getirebilir. Mülk sahipliği durumuna bakıldığında da hükümlülerin büyük çoğunluğunun herhangi bir mülk türüne sahip olmadığı(%80,4) sonucuna ulaĢılmıĢtır. Bu durum karĢısında da eğitim seviyesi ve ekonomik durumu düĢük olan kiĢilerin suça eğiliminin daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. ÇalıĢmamızda daha önce cezaevine girdiklerini belirtenlerin oranı azımsanmayacak kadar fazladır. Örneklemimizin %34,1‘i daha önce de cezaevine girdiğini belirtmiĢtir. Bu durum da bizlere kiĢilerin cezaevinden çıktıktan sonra kiĢileri tekrar suça iten nedenlerin olduğunu göstermektedir.Örneklemin %55,6‘sı kendileri cezaevindeyken ailelerine kendi ailesinin veya akrabalarının baktığını belirtmiĢtir. Örneklemin %34,4‘ü cezaevine girmeden önce serbest meslekte çalıĢtığını belirtmiĢtir. Yukarıda da belirtildiği üzere serbest meslek olarak daha çok gündelik iĢçi olduklarını belirtmiĢlerdir. %32,5‘i ise herhangi bir iĢ kolunda çalıĢmadığını belirtmiĢtir.Örneklemin en fazla %51,9 ile sigaraya karĢı bir alıĢkanlığı olduğu, %15,1‘inin ise alkol, sigara, uyuĢturucu gibi maddelerden herhangi ikisine karĢı alıĢkanlığı olduğu görülmektedir.ÇalıĢmamızda suç iĢlemeye neden olan ekonomik faktörler %21,5 ile ikinci sırada yer almaktadır. ÇalıĢmamızda kiĢi(ler)yi suça iten en önemli neden olarak kiĢinin karĢısındaki kiĢinin kendisini suç iĢlemeye tahrik ettiği, önce karĢı tarafın baĢlattığını ve karĢı tarafın iĢlenen suç konusunda durumu hak ettiği ve bu nedenle suç iĢlediklerini belirttikleri görülmektedir. 237 Birden fazla defa cezaevine girenlerin cezaevinden çıktıktan sonra yaĢadıkları sıkıntılar en fazla %28,3 ile sosyal uyum problemi iken; cezaevinden çıktıktan sonra herhangi bir sorun yaĢamayarak çevreye sosyal uyum sağlayanların oranı ise %25,2‘dir.%53,2‘si sivil hayatta yaĢadıkları sıkıntıların kendilerini tekrar suça itmeyeceğini belirtmiĢtir.Suç nedeni olarak ise % 40,3‘ü karĢı tarafın baĢlattığını ifade ederken, %21,5‘i maddi nedenlerin etkisi olduğunu belirtmiĢtir. Sosyal çevrenin etkisi diyenler ise %17,7‘dir.%62,6‘sinin yaĢadığı-doğup büyüdüğüçevreden memnundur.Örneklemin %47,8‘i iĢlediği suç hakkında piĢmanlık duymaktadır. Suç hakkında kayıtsız olanlar toplamda %15,6 oranında iken, suçtan dolayı kendini mutlu hissedenlerin oranı ise %2,2‘dir. Örneklemin suç eyleminden etkilenmiĢ insanlar hakkındaki düĢünceleri: %25,8‘i insanların mağdur olduğunu, %19,9 insanların mağdur olmadığını belirtmiĢtir.Örneklemin %43,5‘i suç eylemini gerçekleĢtirirken kayıtsızlık yaĢamıĢtır. Örneklemin piĢmanlık ve korku, endiĢe gibi durumlar yaĢaması toplam içerisinde %15,1 oranındadır.Örneklemin %56,5‘i gerçekleĢtirdiği eylemin suç olduğunu düĢünürken, %40,9‘u gerçekleĢtirdiği eylemin suç olduğunu düĢünmemektedir. KARġILAġTIRMA TABLOLARINA DAYALI VERĠLERĠN YORUMU Suç ve nedenleri üzerine detaylı bir sonuç çıkarabilmek adına anket sorularından oluĢan bağımlı ve bağımsız değiĢkenler belirlenerek bir sonuç tablosu çıkarılmıĢtır. Bu tabloda cinsiyet, mezhep, etnik yapı, yaĢ, eğitim durumu, medeni hal, meslek, doğum yeri, gelinen il(bölge), mülk sahipliği olmak üzere toplamda on değiĢken bağımsız değiĢken olarak belirlenerek, suç ve nedenleri üzerinde etkili olanlar belirlenmeye çalıĢılmıĢtır. Yirmi dört soru ise bağımlı değiĢken olarak ele alınmıĢtır.OluĢturulan bu tabloda hangi bağımsız değiĢkenin en çok etkili olduğu sonucuna ulaĢılmaya çalıĢılmıĢtır.Yukarıda saydığımız değiĢkenlerden yaĢ toplamda 13 bağımlı değiĢkeni belirlemiĢtir. Medeni hal 10, mezhep 8, cinsiyet 8 bağımlı değiĢkene etki etmiĢtir. Meslek 7, etnik yapı, eğitim durumu, gelinen bölge(il) ve mülk sahipliği 6, doğum yeri 5 değiĢkene etki etmiĢtir.Suç türleri açısından bakıldığında çalıĢmada suç türlerinin cinsiyete göre bir farklılık göstermediği ortaya çıkmıĢtır. Eğitim durumu göz önüne alındığında eğitimlilik oranı artırıldığında suç iĢleme oranının da azalacağı beklenmektedir. Yapılan bu araĢtırmada ortaokul ve ilkokul mezunlarının örneklemin büyük bir kısmını içerdiğini söyleyebiliriz. Ancak üniversite ve üstü olarak kategorilendirdiğimiz grup da azımsanmayacak ölçüdedir(%12,6). Bu grupta yer alan hükümlülerin de en çok iĢledikleri suç türleri sırasıyla topluma karĢı iĢlenen suçlar(%46,8), Ģahsa karĢı iĢlenen suçlar(25,5), mala karĢı iĢlenen suçlardır(%12,8). Yapılan görüĢmeler sonucunda hükümlülerin uyruğa bağlı olarak cezaevine girmeye neden olan suç türü arasında anlamlı bir iliĢki ortaya çıkmıĢtır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaĢı olan hükümlülerde gruplandırdığımız suç türleri arasında dağılım söz konusu iken bu durum yabancılarda farklılaĢmıĢtır. Yabancı uyruklu hükümlülerin cezaevine girmesine neden olan suç türünün %93,3 oranında topluma karĢı iĢlenen suçlar(uyuĢturucu-kaçakçılığı, kullanımı ve kuryeciliği-, cinsel istismar, taciz ve fuhuĢ) olduğu sonucuna ulaĢılmıĢtır. Yapılan görüĢmelerde yabancılar, Türk Ceza Kanununda yer alan cezaları bilmediklerini ve suç olduğunu bilselerdi bu duruma düĢmeyeceklerini ifade etmiĢlerdir. Yine görüĢmelerde elde edilen verilere göre, yabancı uyrukluların daha çok uyuĢturucu kuryeciliğinden dolayı cezaevine girdikleri sonucuna ulaĢılmıĢtır. Suç iĢlenen yerleĢim yeri araĢtırılmaya çalıĢıldığında arada belirgin bir farklılık olmadığı(Erzurum ili %46, Erzurum ili dıĢı %53,2) sonucuna ulaĢılmıĢtır.Elde edilen bulgulara göre hükümlülerin eğitim seviyeleri arttıkça cezaevinin hükümlülere mesleki eğitim vermesini isteme oranı da artmaktadır. Okuma yazması olmayanların %20,5‘i mesleki eğitim almak isterken üniversite ve üstü kategorisinde mesleki eğitim almak isteyenlerin oranı %42,6‘dır.Yine eğitim durumuna bağlı olarak hükümlülerin cezaevinde sanat dalında eğitim alma isteğinin değiĢtiği sonucuna ulaĢılmıĢtır. Eğitim seviyesi arttıkça cezaevinde herhangi bir sanat dalında eğitim alma isteği de artmaktadır.KiĢilerin eğitim durumu ile kiĢinin tekrar suça iten faktörler arasında yer alma durumu arasında anlamlı bir iliĢki olmadığı sonucuna ulaĢılmıĢtır. Ancak cezaevlerinde yapılan görüĢmelerde kiĢileri tekrar suça iten nedenin eğitim durumu değil de ekonomik durumu olduğu görülmektedir.KiĢilerin eğitim seviyesi arttıkça buna bağlı olarak iyi bir sosyal çevrede yaĢama da artmaktadır. Okuma yazması olmayanlardan üniversite ve üstü eğitim durumuna sahip olanlara doğru gidildikçe kiĢilerin giderek daha iyi bir sosyal çevrede yaĢadıkları gözlemlenmiĢtir. Eğitim seviyesiyle birlikte sosyo-kültürel seviyesinin de 238 değiĢebileceği göz önüne alınırsa bu sonuç beklenebilir. Özellikle de arkadaĢ ve iĢ ortamında eğitim seviyesinin etkili olduğunu söylenebilir.GörüĢme yapılan hükümlülerin çoğu geldikleri bölgenin Doğu Anadolu Bölgesi olduğunu ifade etmiĢlerdir(%54,6). Gelinen il ile daha önce cezaevine girme durumu karĢılaĢtırıldığında doğu Anadolu bölgesinden gelenlerin %69,5‘i daha önce cezaevine girmediklerini belirtmiĢlerdir. KarĢımıza çıkan tabloyu bölgeler olarak değil de Türkiye‘nin doğusu-batısı Ģeklinde okuyacak olursak batı diye adlandırdığımız bölgelerde(Marmara Bölgesi, Ege Bölgesi, Akdeniz Bölgesi, Ġç Anadolu ve Karadeniz Bölgesinin belirli kısımları) suça eğilimin daha fazla olduğu ve bu nedenden ötürü de cezaevinde bulunan kiĢilerin birden fazla defa cezaevinde bulunmuĢ oldukları sonucuna varılmaktadır. Bunun nedeni, batı diye adlandırdığımız bölgelerimizin doğu bölgelerimize göre nüfusunun daha fazla olduğu ve yaĢam koĢullarının da bilindiği üzere batıda giderek zorlaĢması kiĢileri yeniden suça iten faktörler arasında olabilir.ÇalıĢmadan elde edilen veriler doğrultusunda kiĢilerin düzensiz bir yaĢamının olması, yani herhangi bir iĢte çalıĢıyor olmaması, çalıĢsa bile sürekli bir iĢin olmaması gibi durumların kiĢileri suça ittiği yargısını doğurmuĢtur. Çünkü düzensiz bir iĢ hayatına dolayısıyla da düzensiz bir gelire sahip olduklarını ifade edebiliriz. Düzenli bir iĢ yaĢamının getirdiği sorumluluk ve yine düzenli bir iĢin getirmiĢ olduğu düzenli bir gelirin kiĢileri suçtan alıkoyacağı düĢüncesi yapılan çalıĢmada ortaya konmuĢtur. Yine düzenli bir iĢ hayatına sahip bireylerin uğraĢı olduğu için kiĢi suç eğilimine yönelmemektedir.Bu duruma paralel olarak aile yaĢamındaki düzenliliğin de kiĢileri suçtan uzak tutacağı görüĢü hâkim olmuĢtur. Elde ettiğimiz verilere göre boĢanan ya da ayrı yaĢayan kiĢilerin daha önce cezaevine girme oranları oldukça yüksek çıkmıĢtır. Bunun nedeni aile kavramının yitirilmesiyle birlikte herhangi bir kiĢiye karĢı sorumluluğun olmaması gösterilebilir. AraĢtırmamızda evlilik oranının yüksek çıkması ĢaĢırtıcı gibi görünmektedir. Ancak aile dayanıĢması, Merton‘un iĢlevsel bozukluğuna neden olabilir ve bu durum da suça neden olabilir. Aileye bakma yükümlülüğünün geleneksel aile yapısında babada olduğu bilinmektedir. Her ne kadar aile reisliği kavramı kanunda kalkmıĢ olsa da bu durum geleneksel olarak devam ettirilmektedir. Aileye bakmakla yükümlü ―baba‖, ―erkek‖in iĢsiz kalma durumu da ―baba‖yı suça meyledebilir. Ayrıca geleneksel toplumda akrabalık iliĢkilerine sıkı sıkıya bağlılık aileye karĢı sorumluluğu baĢkasına devredebileceğine olan güvenç de iĢsizlikle birleĢince suç iĢlemeye meyil artıyor gibi görünmektedir. Cinsiyet ile annenin mesleği arasında anlamlı bir iliĢki yoktur. Cinsiyet fark etmeksizin hükümlülerin büyük çoğunluğunun annesinin çalıĢmadığı görülmektedir. Türk toplumunun aile yapısına bakıldığında, özellikle de geleneksel aile yaĢantısında kadınların çalıĢ(tırıl)madığı bilinmektedir, dolayısıyla annelerin çalıĢmama nedeni bu duruma da bağlanabilir.Cinsiyet fark etmeksizin hükümlüler, cezaevinden eğitime devam edemediklerini ifade etmiĢlerdir. Görüldüğü gibi cinsiyet ile kardeĢ sayısı değiĢkenleri arasındaki korelasyon katsayısı bize bir iliĢki olmadığını göstermektedir. Tablodan anlaĢılacağı üzere kiĢilerin kardeĢ sayıları Ģu an Türkiye‘deki ortalama bir ailenin sahip olduğu çocuk sayısından fazla çıkmıĢtır. KardeĢ sayısının yüksek olması eğer kiĢilerin maddi durumu da yetersiz ise kiĢileri mala karĢı suç iĢlemeye yöneltebilir. Cinsiyet ile daha önce cezaevine girme durumu arasında anlamlı bir farklılık ortaya çıkmıĢtır. Erkeklerin daha önce cezaevinde bulunma oranları kadınlara göre daha fazladır. Bunun nedeni ise psikolojide öne sürülen erkeklerin daha saldırgan tutumlar sergilemesi olabilir. Ayrıca gerçekleĢtirilmiĢ olan bu çalıĢmada kadın hükümlülerin erkek hükümlülere göre sayılarının oldukça düĢük olması da sonucun böyle çıkmasının bir nedeni olabilir. Hükümlülerin %57,3‘ü ikametinin il merkezi olduğunu belirtmiĢtir. Bu durumda il merkezinde ikamet edenlerin sayısının çokluğu nedeniyle suç iĢleme oranının da il merkezlerinde daha fazla olması beklenmektedir. Cinsiyete bağlı olarak göç etme nedeni araĢtırılmaya çalıĢıldığında erkek hükümlülerin %60,9‘u ekonomik nedenlerden dolayı göç ettiklerini belirtirken kadınlarda aynı değiĢkenin yüzdesi oldukça düĢük çıkmıĢtır(%9,1). Erkeklerde güvenlik nedeniyle göç ekonomik nedenden sonra gelmektedir. Kadınlarda ise göç etme nedeni en çok %27,3 ile evliliktir; bunu sırasıyla %18,2 ile eğitim ve güvenlik takip eder. 239 Cinsiyet fark etmeksizin hükümlülerin yarıdan fazlası kendileri cezaevindeyken geride kalanlara(aileye) bakımı sağlayanların yine ailelerinin ya da akrabalarının olduğunu belirmiĢlerdir. Bu doğrultuda KiĢi suç iĢlemiĢ olsa da buradan akrabalık iliĢkilerinin korumacı bir biçimde devam ettiğini söylemek mümkün. Görüldüğü üzere cinsiyet ile suç iĢlenen yerleĢim yeri arasında anlamlı bir iliĢki vardır. Erkeklerin %49,1‘i suç eylemini Erzurum il sınırları içerisinde gerçekleĢtirmiĢken, %50,6‘sı ise suç eylemini Erzurum ili dıĢında gerçekleĢtirmiĢtir. Erkeklerde iki grup arasında, yani Erzurum ili-Erzurum dıĢı arasında, pek farklılık olmadığı görülmektedir. Kadınların ise %78,1‘i suç eylemini Erzurum ili dıĢında gerçekleĢtirmiĢken, suç eylemini Erzurum ili içerisinde gerçekleĢtirenlerin oranı ise %18,8‘dir. Kadınların Erzurum ili sınırları dıĢında suç iĢleme oranı erkeklere göre daha yüksek çıkmıĢtır. Bunun nedeni kadınların genellikle Ġran‘dan Türkiye‘ye geldiklerinde(özellikle Ağrı ilinde) uyuĢturucu ile yakalanmaları olabilir. Cinsiyet ile cezaevinde iken alınmak istenen mesleki eğitim türü arasında anlamlı bir farklılık vardır. Erkek hükümlülerin %57,5‘i diğer kategorisi içerisine aldığımız ne olursa olsun fark etmez ama yeter ki bir faaliyet olsun demiĢlerdir. Kadınların %77,8‘i ise kültürel, sanatsal ve sportif alanda eğitim almak istediklerini ifade etmiĢlerdir. GörüĢmelerde kadınların yeni Ģeyler öğrenme istekleri dikkat çekerken; erkeklerde sadece zaman geçmesi açısından bir eğitim istenildiği ya da değiĢiklik amacı ile eğitim alınmak istenildiği gözlemlenmiĢtir. Cinsiyet ile cezaeviyle ilgili eleĢtiri, öneri, görüĢ arasında anlamlı bir farklılık bulunmaktadır. Kadınların büyük bölümü(%53,1) cezaevindeki yaĢam koĢullarının/idarenin iyi olduğunu ifade ederken, erkeklerin çoğu ise yaĢam koĢullarının kötü/idarenin ilgisiz olduğunu belirtmiĢlerdir. Kadınlar cezaevi hakkında erkeklere göre daha olumlu tutum sergilemektedirler. Cinsiyet ile cezaevinden çıkınca(birkaç defa cezaevine girenler için) yaĢanan sorunlar arasında anlamlı bir farklılık yoktur. Kadınların %66,7‘si sosyal uyum problemi yaĢarken %33,3‘ü cezaevinden çıkınca sosyal yaĢama adapte olduklarını ve sosyal uyum konusunda herhangi bir sıkıntı yaĢamadıklarını dile getirmiĢlerdir. Erkeklerin ise %26,1‘i sosyal uyum problemi yaĢadıklarını, %25,2‘si de herhangi bir sosyal uyum problemi yaĢamadıklarını belirtmiĢlerdir. Cinsiyet ile sivil hayatta yaĢanan sıkıntıların suça eğilim yaratma durumu arasında anlamlı bir iliĢki yoktur. Erkeklerin %27‘si, kadınların ise %34,4‘ü sivil hayatta yaĢanan sıkıntıların kendilerini tekrar suç iĢlemeye itebileceğini ifade etmiĢlerdir. Cinsiyet ile suça iten nedenler hakkındaki düĢünceler arasında anlamlı bir farklılık yoktur. Erkeklerin %41,8‘i suça iten nedenler hakkında karĢı tarafın bunu istediğini, baĢlattığını(tabloda diğer kategorisi olarak adlandırılan gruplandırma) belirtmiĢlerdir. Kadınların da %28,1‘i bu kategori içerisinde yer almaktadır. Ayrıca kadınların %31,2‘si suça iten nedenin sosyal çevre olduğunu ifade etmiĢlerdir. Ancak bu noktada bir çeliĢki karĢımıza çıkmaktadır. Kadın hükümlüler %31 oranında suçu sosyal çevrenin etkisiyle iĢlemiĢken kadın hükümlülerin yalnızca %15‘i sosyal çevrelerinin kötü olduğunu ifade etmiĢtir. Her ne kadar kendilerini suça iten bir çevre olsa da sosyal çevrelerini kötü görmemektedirler. Bu durum karĢısında da kiĢinin yaĢadığı çevrede suçun normalleĢtiğini söylemek mümkün. Suç bu çevrede normalleĢtiğinden dolayı da kiĢi yaĢadığı çevreden Ģikayetçi değildir. Cinsiyet ile sosyal çevre hakkındaki düĢünceler arasında anlamlı bir farklılık olmadığı görülmektedir. Erkeklerin %65‘2‘si kadınların ise %43,8‘i sosyal çevrelerinin(arkadaĢ, aile ve iĢ çevresi) iyi olduklarını belirtmektedirler. Hükümlülerin çoğu yaĢadıkları sosyal çevreden memnundur. Cinsiyet ile suç eylemini gerçekleĢtirirken hissedilenler arasında anlamlı bir farklılık söz konusudur. Erkeklerin kadınlara göre suçu iĢlerken daha kayıtsız kaldıkları görülmektedir. Yine kadınların erkeklere göre suç iĢlerken korku, endiĢe içinde oldukları ve piĢmanlık duydukları görülmektedir. Kadınların erkeklere göre suç iĢlerken daha fazla mutluluk hissettikleri saptanmıĢtır. Bunun nedeni hakkında Ģunu da eklemek gerekir: Yapılan yüz yüze görüĢmelerde suç iĢlerken mutlu olan kadınların genellikle tecavüzcüsünü öldürdüğü sonucuna ulaĢılmıĢtır. Kadın hükümlüler de böylelikle namuslarını temizlediklerinden dolayı kendilerini bu suçu iĢlerken mutlu hissettiklerini belirtmiĢlerdir. 240 YaĢ ile daha önce cezaevine girmeye neden olan suç türü arasında anlamlı bir farklılık olduğu yukarıdaki tablolardan görülmektedir. 15-18 yaĢ aralığında olanların büyük çoğunluğunun mala karĢı suç iĢledikleri, 19-21 yaĢ aralığındakilerin yine diğer suç türlerine oranla daha çok mala karĢı suç iĢledikleri, yine 22-24 ve 25-34 yaĢ aralığındakilerin de en çok mala karĢı suç iĢledikleri görülmektedir. 35-44 yaĢ aralığında bulunanların ise daha çok Ģahsa karĢı suç iĢledikleri sonucuna ulaĢılmıĢtır. 45-54 yaĢ aralığında bulunanların da Ģahsa karĢı iĢledikleri suç ilk sırada yer alırken bunu topluma karĢı iĢlenen suçlar takip etmektedir. 55 yaĢ üzerindeki hükümlülerin ise cezaevine topluma karĢı, Ģahsa karĢı ve devlete karĢı iĢlenen suçlar aynı oranda gerçekleĢmiĢtir ve ilk sırada bu suç türleri yer almaktadır. YaĢ arttıkça mala karĢı iĢlenen suçlarda bir azalma görülürken, Ģahsa karĢı iĢlenen suçlarda nispi bir artıĢ görülmektedir.YaĢ ile cezaevine girmeye neden olan suç türü değiĢkenleri arasında anlamlı bir iliĢki olduğu sonucuna varılmıĢtır. 15-18 yaĢ aralığındakilerin daha çok mala karĢı suç iĢledikleri görülürken diğer yaĢ aralığındakilerin(19-21, 22-24, 25-34, 35-44, 45-55 ve 55+) ise daha çok topluma karĢı suç iĢledikleri görülmektedir.Mala karĢı iĢlenen suçların yerini toplum karĢı iĢlenen suçlara bıraktığı görülmektedir. Ve çalıĢmadan yola çıkarak yaĢ arttıkça topluma karĢı iĢlenen suçların da arttığı söylenebilir. KAYNAKÇA Akpolat, Y.(2010). Araştırma Teknikleri 1-2.Erzurum:Fenomen. Altay, A.(2007).‗‘Türkiye‘de Mala KarĢı Suçlar ve Bu Suçları ĠĢleyenlerin Sosyo-kültürel ve Ekonomik Özellikleri‘‘(Yüksek Lisans Tezi). Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü/Suç AraĢtırmaları Anabilim Dalı, Ankara. Ataseven, C.(2006).‗‘Suça Etki Eden Sosyal Faktörler(Yüksek Lisans Tezi)‘‘. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Sosyoloji Anabilim Dalı, Isparta. Bağlar, M.(2008). ĠĢsizlik-Suç ĠliĢkisi ve Ekonomik Sonuçları(Yüksek Lisans Tezi), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Ġktisat Anabilim Dalı, Çanakkale. Boğutarkan, V.(yayın yılı bilinmiyor).Suç ve Sebepleri. DemirbaĢ, T.(2001).Kriminoloji. Ankara:Seçkin. Dönmezer, S.(1984)Kriminoloji. 7. Baskı, , Ġstanbul:Filiz. Ġçli, T. G.(1999).Kriminoloji.Ankara:Bizim Büro Basımevi. Ġçli, T. G.(1993).‗‘Türkiye‘de Suçlular-Sosyal Kültürel ve Ekonomik Özellikleri‘‘. 3. Baskı, Atatürk Kültür Merkezi Yayını Sayı: 71, Ankara 1993. Kumbasar, E.(2006). Türk Hukukunda Cezanın Belirlenmesi, Marmara Üniversitesi sosyal Bilimler Enstitüsü/hukuk Anabilim Dalı, Ġstanbul. Marshall, G.(1999).Sosyoloji Sözlüğü. (Çev.). Osman Akınhay-Derya Kömürcü.Ankara:Bilim ve Sanat Yayınları. Önen, M.(1991). Hukukun Temel Kavramları, 3. Baskı, Ġstanbul:Der. Sarı, Ö. (ODTÜ Sosyoloji Bölümü AraĢtırma Görevlisi)&Önkan, Güncel(ODTÜ Felsefe Bölümü AraĢtırma Görevlisi), Suçun Sosyolojisi, Cezanın Felsefesi Soyaslan, Y.(2008). Bir Sapma Türü Olarak Hırsızlık Olgusu üzerine Sosyolojik Bir AraĢtırma(Elazığ Örneği)-Yüksek Lisans Tezi-, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Sosyoloji Anabilim Dalı, Elazığ. Sönmez, S.(2008). Suç ĠĢleyenlerin ĠĢledikleri Suçlar ile Eğitim Durumları Arasındaki ĠliĢki(Yüksek Lisans Tezi), Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Eğitim Yönetimi ve Denetimi, Ġstanbul. Sümer, O.(2006). Sosyal DeğiĢme ve Suç(Yüksek Lisans Tezi), Ġnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler 241 Enstitüsü/Sosyoloji Anabilim Dalı, Malatya. Tunç, H.(2008). Polisin Suç Olgusuna BakıĢı ve Suça KarĢı UzmanlaĢma ÇalıĢmaları(Yüksek Lisans Tezi), Anakara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Antropoloji Anabilim Dalı, Ankara. Türk Ceza Hukuku Derneği, Suç ve Ceza, Ceza Hukuku Dergisi, Sayı:1, Beta Yayıncılık, Ġstanbul 2009. Üresinler, R.(2005). Sosyo-kültürel Yapı ve Suç(Kırıkkale Örneği)-Yüksek Lisans Tezi-, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/Sosyoloji Anabilim Dalı, Kırıkkale 2005. Ġnternet Kaynakları http://sosyolojik.wordpress.com/2010/05/28/suun-nedenleri-su-etolojisi/ http://tekniksosyoloji.wordpress.com/2010/04/28/suc-sosyolojisi/ http://www.tanikhukuk.com/Makale.php?m=133 http://www.tr.wikipedia.org/wiki/Vikipedia 242 YARGITAY TARAFINDAN ONANAN MOBBĠNG DAVALARININ ĠÇERĠK ANALĠZĠ Hatice KARAKUġ1 ÖZET Bu çalıĢmanın amacı Yargıtay‘ın son üç yılda mobbing davalarına iliĢkin, yerel mahkemelerin verdiği kararları bozma gerekçelerini incelemektir. Mobbing davaları somutlaĢtırılması ve ispatlanması zor davalardır. Borçlar kanunu dıĢında psikolojik tacize açık bir biçimde vurgu yapan bir kanun maddesi bulunmamaktadır. Bu nedenle Yargıtay mevcut kanunları ve farklı ülkelerde gerçekleĢen mobbing davalarını inceleyerek yorumlama yoluyla davaları sonuçlandırmıĢtır. Ülkemizde mobbing davaları iĢ akdini sonlandırılması için çalıĢanın istifaya zorlanması, kıdem ve ihbar tazminatı alacakları gibi sebeplerle açılmaktadır. Dava örnekleri içerik analizi yöntemi ile incelenmiĢtir. Anahtar Kelimeler: Mobbing, yargıtay, çalışma hayatı. ABSTRACT What is intended in this study is to examine the justifications of the Supreme Court for the reversal of the decisions made by the district courts regarding the mobbing cases during the last three years. Mobbing cases are too difficult to be materialized, and be proved. There is no article of law, which clearly highlights psychological harassment, other than the law of obligations. That is why the Supreme Court examined the current laws, and the mobbing cases, which were brought before the courts in different countries, and thereupon finalized the respective cases by way of interpretation. In our country, mobbing cases are brought before the courts for such reasons as forcing an employee for terminating his/her labor contract, and for the sake of severance and notice pays as well. Exemplary cases were examined by way of content analysis. Keywords: Mobbing, supreme court, working life GĠRĠġ Mobbingliteratüre yeni giren bir kavram olduğu için Türkçe karĢılığı henüz bulunmamakta ve bir terminoloji sorunu yaĢanmaktadır. Mobbing üzerine araĢtırma yapanlar, bu olguyu tek bir sözcükle ifade etmek yerine kavrama Türkçe karĢılık olarak ―iĢ yerinde psikolojik taciz‖ ―iĢ yerinde psikolojik terör‖ ―iĢ yerinde duygusal taciz‖ ―iĢ yerinde moral taciz‖ ―iĢ yerinde manevi taciz‖ ―iĢ yerinde zorbalık‖ ―yıldırma‖ ve ―iĢ yerinde yıldırmaya yönelik psikolojik saldırı‖ (Tınaz, 2006: 17), ―psikoĢiddet‖ ―birilerine cephe almak‖, ―zorbalık‖ ya da ―psikolojik terör‖(Yaman, 2009:23), yıldırkaçır ( Tınaz, 2008a:15-16) ve son olarak Türk Dil Kurumu ―bezdiri‖ (hurriyet.com, 2013) olarak kullanılmasını önermiĢtir. Ayrımcılık, kayırma, yıldırma/korkutma, ihmal, sömürü (istismar), bencillik, iĢkence (eziyet), Ģiddet-baskı-saldırganlık, iĢ iliĢkilerine politika karıĢtırma, hakaret ve küfür, bedensel ve cinsel taciz, görev ve yetkinin kötüye kullanımı, dedikodu, dogmatik davranıĢlar, yobazlık/bağnazlık gibi örgütlerde görülen etik dıĢı davranıĢlar (Yaman, 2009:1-2) psikoĢiddete örnek gösterilebilecek tutum ve davranıĢlardır. Mobbingi ortaya çıkaran birçok neden bulunmaktadır. HiyerarĢik yapı, iletiĢim zayıflığı, suçlu arama, takım çalıĢması azlığı, ilgi ve ihtiyaçların ihmal edilmesi, narsist (bencil) kiĢilikler, kapalı kapı politikası, çatıĢma çözme yetersizliği, güvensizlik, sürekli eğitime önem vermeme, kıskançlık ve empati eksikliği (Tınaz, 2006:19) yüksek stres, zaman baskısı, ve örgütsel sorunlar (Cemaloğlu, 2007:113), bireylerin kendi baĢarısızlıklarını, yetersizliklerini baĢkalarını çekiĢtirerek, gidermesi ve bu durumun dedikodu denilen ve genellikle yanlı ve amaçlı yorumları içeren bir yanlıĢ iletiĢim tarzını 1 Yrd.Doç.Dr.,Artvin Çoruh [email protected]. Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, 243 geliĢtirmesi (Pehlivan, 1993:66), duyguların suistimali (Töremen ve Çankaya, 2008:43), etik değerlerin kaybolması (Pir, 2006:2), baĢarısız yönetimin varlığı, yöneticilerin mobbinge maruz kalan kurbana inanmaması hiyerarĢik yapı, takım çalıĢmasının amacına uygun olarak yapılamaması, (Can, 2007:30) bireyi grup kurallarını kabul etmeye zorlamak, düĢmanlıktan zevk almak, zevk arayıĢı, can sıkıntısı, ön yargıları pekiĢtirmek, ayrıcalıklı hak sahibi olduğuna inanmak, sahip olamadıklarının acısını çıkarmak (Tınaz vd., 2008:87-99), monotonluk, ahlak dıĢı uygulamalar, yeniden yapılanma, örgüt liderlerinin duygusal zekadan yoksunluğu (Bahçe, 2007:44-48) mobbingi ortaya çıkaran nedenler olarak sayılabilir. MOBBĠNG DAVRANIġLARI Mobbing sürecinin kavranabilmesi noktasında, bu sürece Ģekil veren davranıĢların bilinmesi gerekmektedir. Süreç içinde ortaya çıkan bu davranıĢların bazıları olumsuz olarak görülürken bazıları etkileĢim davranıĢları olarak görülebilir (Tınaz, 2006: 16). Bu gruptaki davranıĢlar bir defaya özgü hoĢ görülebilir. Bu davranıĢlar sistematik olarak ve uzun süre tekrar edilirse, bu durum mobbing olarak ifade edilmektedir. ĠĢyerinde mobbingin göstergesi sayılabilecek çeĢitli davranıĢlar bulunmaktadır. Hood (2004:25) ve Zapf‘ın (1999:76) ele alıĢında mobbnig davranıĢlarının açılımını görmek mümkündür. Konuyla ilgili çalıĢma yapan bir baĢka isim olan Leymann‘ın (Davenport, 2003: 18-19) ele alıĢına bu çalıĢma kapsamında özel yer verilecektir. Çünkü HeinzLeymann, çalıĢma hayatında mobbing sürecinin varlığına iĢaret eden 45 farklı davranıĢ türüne (leymann.se, 2013) dikkat çekmektedir. Tablo 1:Leymann‟ın Yıldırma Eylemleri Tipolojisi İletişime Yönelik Saldırılar Sosyal ilişkilere Saldırılar Sosyal İmaja Saldırılar Kendini gösterme olanağı, iletiĢimi kısıtlanır. Sözü sürekli kesilir. Mağdurla konuĢulmaz. Arkasından kötü konuĢulur. Mağdurun baĢkalarına ulaĢması engellenir. Dedikodular ortada dolaĢır. Mağdura bağırılır, mağdur yüksek sesle azarlanır. Mağdurun yaptığı iĢ, özel yaĢamı eleĢtirilir. Mağdura diğerlerinden uzakta, izole bir iĢ yeri verilir. MeslektaĢlarının mağdurla konuĢması yasaklanır. Mağdur gülünç durumlara düĢürülür. Mağdurun akıl hastası olduğu söylenir. Mağdura daha az yetenek gerektiren iĢler verilir. Mağdur telefonla rahatsız edilir. Mağdur sanki orada değilmiĢ gibi davranılır. Mağdura psikolojik muayene geçirmesi için baskı yapılır. Mağdur öz güvenini olumsuz etkileyen bir iĢ yapmaya zorlanır. Mağdurun iĢi sürekli değiĢtirilir, yeni iĢler verilir. Mağdurun öz güvenini etkileyecek, alçaltıcı iĢler verilir. Mağdurun çabaları, yanlıĢ ve küçültücü Ģekilde yargılanır. Mağdurla alay edilir (Özrü, dini/siyasi görüĢü, Etnik kökeni, özel hayatı Kararları sorgulanır Hakaret edilir/cinsel imalar yapılır Mağdura kapasitesinin dıĢında, zor iĢler verilir. Mağdur tehdit alır. (yazılı/sözlü) Jestler ve bakıĢlarla mağdurla iletiĢim reddedilir. Ġmâlar yoluyla mağdurun varlığı reddedilir. Mevki ve özel Konumun Kalitesine Yönelik Saldırılar Özel görev verilmez. Sağlığa Yönelik Saldırılar Mağdura verilen iĢler geri alınır, faaliyetlerden mahrum bırakılır. Mağdura anlamsız iĢler verilir. Mağdura fiziksel Ģiddet tehditleri yapılır. Tehlikeli iĢler verilir. Mağdurun gözünü korkutmak için hafif Ģiddet uygulanır. Mağdura sağlığı için ciddi sonuçlara neden olabilecek fiziksel saldırılar yapılır. Kasıtlı olarak büyük paralar harcamaya zorlanır. ĠĢ yerine ya da evine zarar vermek için kazalara sebep olunur. Mağdura cinsel saldırılar taciz (vb.) yapılır. Kaynak: Davenport vd.; 2003:18-19. 244 YÖNTEM ÇalıĢmanın yöntemi içerik analizidir Ġçerik analizi, iletiĢimin ne kapsadığının analizidir. Ayrıca doküman analizi ve gözlemlerin kesiĢim noktasına vurgu yapar (Prasad, 1).Bu anlamda analizi yapılacak olan verinin belli konu baĢlıkları ile bağlantısı kurularak, verinin bir nevi ikinci okuması yapılmaktadır. Bu yönüyle bu çalıĢmada, Yargıtay tarafından mobbing davalarına iliĢkin olarak yazılmıĢ olan hukuki metinlerin, hukuki boyutu dıĢında sosyolojik boyutuyla değerlendirilmesi yapılacaktır. MOBBĠNG DAVA ÖRNEKLERĠ Örnek Olay 1 YARGITAY 9. HUKUK DAİRESİ E. 2008/37500 K. 2010/31544 SAYILI KARARI Dava:Davacı, kıdem tazminatı ile yıllık izin alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir. Yargıtay Kararı: Davacı işçi 2005 yılı Aralık ayında yıl sonu toplantısı nedeniyle şirket çalışanları ile birlikte Kıbrıs'a gittiklerinde genel müdürün kendisine cinsel ilişki teklifinde bulunduğunu, yine 26-29 aralık günlerinde B. K‟ da yapılan şirketin satış toplantılarına son gün genel müdüründe katıldığını ve gala günü alkol aldığını, imzalaması gereken evrakları odasında imzalayacağını belirterek davacıyı odasına çıkmaya mecbur bıraktığını, odaya geldiklerinde ise iş konusunu konuşmadığını ve davacıyı içki içmeye zorlayıp, öpmeye çalıştığını, ağlayarak odayı terk ettiğini, genel müdürün istediklerini elde edemeyince kötü davranmaya ve küçük düşürmeye başladığını, hakkı olmadığı halde yıl sonu performans notunu düşük vererek istifaya zorladığını, olayları işyerine aksettirince ücretsiz izine ayırdıklarını ve geçici olarak pazarlama departmanında işe başlattıklarını, farklı departmanlarda çalışmasının kendisini rahatlatacağını düşündüğünü ama öyle olmadığını, olayın duyulması üzerine dedikoduların yayıldığını, bakışlar kendisine yönelecek diye yemekhaneye dahi inemediğini, yaşananlara ve baskılara dayanamayarak sinir krizi geçirdiğini ve depresyon teşhisi konulduğunu, çalışamayacağını anlayınca akdi haklı nedenle kendisinin feshettiğini ileri sürerek kıdem tazminatı ve yıllık izin alacaklarının hüküm altına alınmasını istemiştir. Davalı işveren iddialar dışında delil bulunmadığını, ama iddiaların niteliği göz önüne alınarak işi ve amirinin değiştirildiğini, davacının çalışmasını sürdürdüğünü ve 6 günlük hak düşürücü süreden sonra akdi feshettiğini savunmuştur. Mahkemece tacizin vuku bulduğunun kanıtlanamadığı gibi 6 günlük hak düşürücü sürede de fesih hakkının kullanılmadığı, tacizin sonraki günlerde de devam ettiğinin ileri sürülmeyip davacının işverene şikâyet hakkını performans değerlendirmesini öğrendikten sonra bildirdiğini feshin haklı nedene dayanmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar vermiştir. Davacı, amiri tarafından cinsel ilişki teklif edildiğini, kabul edilmeyince performans notunun düşürüldüğünü işyerinde olayın duyulması neticesinde bunalıma girerek çalışamaz hale gelmesi nedeniyle iş akdini sonlandırmak zorunda kaldığını iddia etmiştir. Cinsel tacizin öncelikle işyeri dışında gerçekleştiğinin ve işveren vekili konumundaki genel müdür tarafından yapıldığının iddia edilmesi karşısında gerçekliğinin ve ispatının güçlüğü ortadadır. Davacının taciz olayını insan kaynaklarını bildirerek amiri konumundaki genel müdürden şikayetçi olarak gerekli tedbirlerin alınmasını istemesi, arkadaşlarına olayın ayrıntılarını ve gizli yönlerini anlatması, yaşamış olduğu psikolojik bunalım ve depresyon teşhisi nedeniyle alınan doktor raporları, olayın yaratmış olduğu netice ile performans notunun düşük gösterilmesi davacının iddialarının ciddi ve olayın gerçekliği konusunda kanaat oluşturmaktadır. Dosya içerisinde mevcut delilerin ve tanık anlatımlarının bütünlük içinde değerlendirilmesi neticesinde; davacının olayları yer ve zaman belirterek ayrıntılı biçimde anlatarak kendi iffetini herhangi bir sebep yokken ortaya koyması yaşamın olağan akışına aykırıdır. Öte yandan özellikle işçinin işyerinde ve işyeri dışında amiri tarafından tacize uğradığını belirtip ihtarname göndererek tüm detayları belirtmesi ve tacizde bulunanın amiri konumunda olan genel müdür olması karşısında taraflar arasındaki iş ilişkisinin varlığı işverenin konumunu daha da ağırlaştırmaktadır. Davacının arkadaşı olan tanıklar davacı gibi işyerinde çalışırken tacize uğrayıp performans notu düşük gösterilen başka bir işçinin ismini de bildirmişlerdir. Taciz olayının etki ve sonuçları temadi etmekte olup davacının olayların vehameti neticesin de psikolojik bunalıma girmesi, daha evvel performansına ilişkin olumsuz bir değerlendirme bulunmamasına rağmen bu olaylardan 245 sonra performans notunun düşürülmesi, 21.7.2006 tarihinde işyerine ihtarname çekerek işverenden amiri hakkında soruşturma başlatılarak gerekli tedbirlerin alınmasını istemesi ve akabinde 1.8.2006 tarihinde de iş akdini bu olaylar nedeniyle feshetmesi nedeniyle temadi eden ve sonuçları itibariyle bir nevi mobbinge dönüşen eylemler karşısında 6 günlük hak düşürücü sürenin geçtiğinden de bahsedilemez. Akdin davacı kadın işçi tarafından feshi haklı olup kıdem tazminatının hüküm altına alınması gerekirken hatalı değerlendirme ve gerekçe ile reddi bozmayı gerektirmiştir. Kararın Değerlendirilmesi Örnek olayda mobbingin ispatlanması en zor olan yansımalarından birisi olan cinsel taciz gerekçesi ile açılan bir dava söz konusudur. Cinsel tacizin ispatlanması sorunun çözümü noktasında iĢin en zor yanıdır. Olay çoğu zaman fail ve mağdur arasında yaĢanan bir eylem niteliğindedir. Dolayısıyla sadece mağdur tarafından yaĢanan bir olayın inandırıcı biçimde ortaya konulması büyük bir güçlük arz etmektedir. 26. maddede ifade edilen onurlu çalıĢma hakkının 1. Maddesi iĢ hayatında iĢverenin her türlü cinsel tacizi engellemekle yükümlü olduğunu belirtmektedir. ÇalıĢanları bu tür durumlardan korumak için her türlü önlemi almak iĢverenin sorumluluğu altındadır. Yine TCK‘nın 96. maddesinde kiĢiye ruhsal yönden acı vermek Ģeklinde baĢ gösteren cinsel tacize atıfta bulunulmaktadır. Psikolojik taciz maddesi olarak lanse edilmeye baĢlanan Borçlar Kanunun 417. Maddesinde de iĢyerinde cinsel tacizin engellenmesi ve çalıĢanların bu tacizden korunması noktasında, iĢveren sorumluluğu anlatılmaktadır. Türk Hukuk sisteminde cinsel tacize iliĢkin olarak kiĢilik değerlerine yapılan hukuka aykırı davranıĢların yaptırıma bağlandığı genel hükümler olarak, Borçlar Kanunu 47 ve 49. maddeleri 2, Medeni Kanun 24 ve 25. Maddeleri3, ĠĢ hukukunda ise 4857 sayılı kanun 24/II-d maddesi4 mevcuttur. ĠĢçinin kiĢiliğinin korunmasına yönelik bir baĢka düzenlemede Borçlar Kanunu tasarısı 421.maddesindedir. Madde de "iĢveren hizmet iliĢkisinde iĢçinin kiĢiliğini korumak ve saygı göstermek, sağlığını gerektirdiği ölçüde gözetmek ve iĢyerinde ahlaka uygun bir düzenin gerçekleĢtirilmesini sağlamakla özellikle kadın ve erkek iĢçilerin cinsel tacize uğramamaları ve cinsel tacize uğramıĢ olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür" düzenlemesine yer verilmiĢtir. Tacizin iĢyerinde gerçekleĢmesi Ģart olmayıp iĢyeri dıĢında veya mesai saatleri dıĢında da olması mümkündür. 4857 sayılı ĠĢ Kanunu 24/II-d bendine göre; iĢçinin diğer bir iĢçi veya üçüncü bir kiĢi tarafından cinsel tacize uğraması ve bu durumu iĢverene bildirmesine rağmen gerekli tedbirlerin alınmaması iĢçi bakımından haklı fesih nedeni oluĢturacaktır. Örnek olayda söz konusu Ģahsın cinsel iliĢki teklifi ile baĢlayan ve sonrasında aldığı red yanıtı ile iĢ hayatında ortaya çıkan sorunlar yer almaktadır. Davacı, müdürü tarafından cinsel iliĢki teklif edildiğini, kabul edilmeyince performans notunun düĢürüldüğünü iĢyerinde olayın duyulması neticesinde bunalıma girerek çalıĢamaz hale geldiğini ve içinde bulunduğu koĢullara bağlı olarak iĢ akdinin sonlandırıldığını belirtmiĢtir. Mobbing davalarındaki en önemli kıstaslardan birisi mobbingi baĢlatan kritik bir olayın öncesi ve sonrası arasındaki farktır. Leymann‘ın ele alıĢında mobbingi baĢlatan kritik bir olay vardır. Mobbing Madde 47 Temsil olunanın açık veya örtülü olarak hukuki iĢlemi onamaması hâlinde, bu iĢlemin geçersiz olmasından doğan zararın giderilmesi, yetkisiz temsilciden istenebilir. Ancak, yetkisiz temsilci, iĢlemin yapıldığı sırada karĢı tarafın, kendisinin yetkisiz olduğunu bildiğini veya bilmesi gerektiğini ispat ederse, kendisinden zararın giderilmesi istenemez. Madde 49 Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille baĢkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür. 3 Madde24Hukuka aykırı olarak kiĢilik hakkına saldırılan kimse, hakimden, saldırıda bulunanlara karĢı korunmasını isteyebilir. Madde 25- Davacı, hâkimden saldırı tehlikesinin önlenmesini, sürmekte olan saldırıya son verilmesini, sona ermiĢ olsa bile etkileri devam eden saldırının hukuka aykırılığının tespitini isteyebilir. 4 ĠĢçinin diğer bir iĢçi veya üçüncü kiĢiler tarafından iĢyerinde cinsel tacize uğraması ve iĢverene bildirmesine rağmen gerekli önlemler alınmazsa, süresi belirli olsun veya olmasın iĢçi, iĢ sözleĢmesini sürenin bitiminden önce veya süresini beklemeksizin feshedebilir: 2 246 sürecine hız veren olaylar serisi bu kritik olay sonrasına denk gelmektedir. Teklifin red edilmesinden sonra iĢçinin bu duruma sessiz kalmaması ve olayların üzerine gitmeyi tercih etmesi mobbing sürecini de ateĢlemiĢtir. Bahsi geçen örnek olayda çalıĢan, müdürünün uygunsuz teklifi sonrası (bu mobbingde kritik olaydır) iĢ hayatının nasıl çekilmez hale geldiğini anlatmaktadır. Yılsonu performans notunun düĢürülmesi, ücretsiz izne çıkarılması, farklı bir departmanda görevlendirilmesi kritik olay sonrası yaĢanan mobbing sürecidir. ÇalıĢanın bahsi geçen uygulamalara kritik davranıĢ öncesi maruz kalmayıp kritik davranıĢ sonrası maruz kalması, yargının bu kararı vermesinde etkili olmuĢtur denilebilir. Süreç içinde böylesi hassas bir konuda dedikoduların baĢlaması üzerine, çalıĢanın iĢ hayatından soğuyup, depresyona girmesi durumu vuku bulmuĢtur. ÇalıĢanın iĢ hayatında küçük düĢürülmesi, onurunun lekelenmesi olayın bir diğer yansımasıdır. Yılsonu performans notunun da bu olaydan sonra düĢürülmesi, davacının iĢ ortamında yaĢananları daha fazla konuĢmasını engellemek için bir diğer yıldırma politikasıdır. Öyle ki mevcut davada direkt olarak iĢten çıkarmak dikkat çekici ve Ģüphe uyandırıcı bir giriĢim olacaktır. Bu nedenle olumsuz çalıĢma koĢulları yaratılmak suretiyle çalıĢanın kendi isteği ile istifa etmesinin yolu açılmaya çalıĢılmıĢtır denilebilir. Yine davacının ücretsiz izne çıkarılması ve farklı bir departmanda görevlendirilmesin, mağdurun susturulması ve olayın üzerinin kapatılmak istenmesi olarak okumak mümkündür. Taciz, mağdur olan bireyi çok çeĢitli açılardan etkilemekte ve hayatının normal akıĢını sekteye uğratmaktadır. Cinsel taciz sonrası birey travma yaĢar ve bu travma etkilerini sosyal, psikolojik ve fiziksel problemler Ģeklinde gösterir. Bireyin hayatındaki kiĢilere karĢı güven sorunu yaĢaması, sosyal yaĢama girmekte eskiye oranla zorluk çekmesi, damgalanma, suçluluk ve utanma yaĢaması sosyal problemler boyutunda yaĢanması olası duygu halleridir. Bu duygu hallerinin korku, kâbus, öfke patlamaları, sinirlilik, uyku bozukluğu, özgüven sorunu, duygusal iniĢ ve çıkıĢlar yaĢama, yeme bozukluğu, fiziksel Ģikâyetler ve kendine olan bakıĢ açısında farklılaĢmaların olması gibi psikolojik ve fiziksel yansımaları da zaman içinde kendini gösterecektir. Bir kadın olarak yaĢadığı olayın cinsiyetinden kaynaklı olduğuna dair bir düĢünce kendine ve kendi bedenine olan yabancılaĢmayı da beraberinde getirebilir. Taciz sonrası çeĢitli boyutlarda hayat dengesi bozulan çalıĢanın eskisi gibi iĢinde baĢarılı olması ve üstün performans göstermesi istisnai bir durum olacaktır. Taciz mağduru olan kadının kendi ve dünyayla olan barıĢı ve huzuru da bozulmuĢtur. Olayı hem kendine hem de dıĢarıdaki insanlara anlatma zorunluluğu kiĢinin bu süreçteki en zor sınavıdır. Özellikle iç dünyasındaki sorgulamalara çevresindeki insanların düĢünceleri etki edecektir. Taciz mağduru olan kadın çevresindeki kadın ve erkeklerin olayı nasıl değerlendirdiğine dikkat etmektedirler. Bu süreçte dıĢlanma, etiketlenme, sorgulanma yaĢaması olasılıklar dâhilindedir. Kısaca özetlemeye çalıĢtığımız bu tablonun cinsel kaynaklı bir mobbing eylemi olduğu söylenebilir. Örnek olayda Yargıtay davacının tedbir alınması için giriĢimde bulunmasını, arkadaĢlarına durumdan bahsetmesini, olay sonrası yaĢadığı ruhsal dengesizliğe iliĢkin doktor raporunun varlığını, performans notunun düĢük verilmesini olayın gerçekliğine iliĢkin olarak önemli emareler olarak değerlendirmiĢtir. Ayrıca olayda deliller ve tanık anlatımları da söz konusudur. Davacının bir iĢçi olarak amiri konumundaki genel müdüre ihtarname göndermesi ve ihtarnamede bütün detaylara yer vermesi de dikkat çekici bir diğer durumdur. Ayrıca taciz mağduru olup performans düĢürülmesi muamelesi ile karĢılaĢan baĢka bir iĢçinin varlığı da yerel mahkemece verilen kararın bozulmasında etkili olmuĢtur denilebilir. Örnek Olay 2 YARGITAY 9. HUKUK DAĠRESĠ E. 2009/13475 K. 2011/23573 SAYILI KARARI Dava: Taraflar arasındaki, kıdem ve ihbar tazminatı, izin, fazla mesai, kötü niyet tazminatı alacaklarının ödetilmesi davasının yapılan yargılaması sonunda; ilamda yazılı nedenlerle gerçekleĢen miktarın faiziyle birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine iliĢkin hüküm süresi içinde duruĢmalı olarak temyizen incelenmesi davalı avukatınca istenilmesi üzerine dosya incelenerek iĢin duruĢmaya tabi olduğu anlaĢılmıĢ ve duruĢma için 12.07.2011 Salı günü tayin edilerek taraflara çağrı kâğıdı gönderilmiĢti. 247 Yargıtay Kararı: Davacı vekili dava dilekçesinde ve aĢamalardaki beyanlarında müvekkilinin, davalı Ģirkette 05.01.2000-16.02.2006 tarihleri arasında marka müdürü olarak görev yaptığını, iĢyerinde çalıĢma koĢullarının iĢ güvenliği ve iĢçi sağlığı açısından kanun ve yönetmeliklere aykırı bir konum sergilemesi, iĢyerinin temiz havanın solunmasına imkan bulunmayacak konumda olması, iĢyerinin gün ıĢığı ile aydınlatma olanağının sağlanmamıĢ olması, katlar arasındaki merdivenlerin iniĢçıkıĢlarda tehlike arz etmesi, uygun Ģartları haiz dinlenme odalarının tesis edilmemesi, tuvaletlerin hijyenik kurallara uymaması, gebeliğin son anına kadar yoğun yurt dıĢı iĢ seyahatleri ile iĢyerindeki yoğun çalıĢmalar, yurtdıĢından gelen konukların iĢ saatleri devamında gece ağırlanma mecburiyeti, emzirme izinlerinin kullandırılmadığı halde kullanılmıĢ gibi imzaya zorlanması, gebelik süresince periyodik kontrollere iĢ günlerinde izin verilmediğinden kontrollerin hafta sonlarında gerçekleĢtirilmesi zorunluluğu, fazla mesai ve fazla sürelerle çalıĢma yönetmeliğine aykırı davranılması, milli bayram ve genel tatil günlerinde çalıĢma yapılması, ekranlı araçlarla çalıĢmalarda gerekli sağlık ve güvenlik önlemlerinin alınmayıp bu husustaki yönetmelik hükümlerine uygun düĢmeyecek tarzda çalıĢma yönteminin benimsenmesi yanında iĢyerindeki mobbing olarak kabul edilecek Ģekilde amirlerin baskıcı tutumu, uygulanan para politikası, vaat edilen primlerin ödenmemesi gibi nedenler yüzünden çalıĢma hayatının çekilmez hale geldiğini, davacının bu koĢullarda iĢyerinde çalıĢma olanağı kalmadığını 15.2.2006 günlü dilekçesi ile davalı iĢverenliğe bildirdiğini ve akabinde de 02.03.2006 günlü baĢvurusu ile ihbar önelini kullanmaya baĢladığını, yeni iĢ arama izni konusunda ne Ģekilde hareket etmesi gerektiğini sorması üzerine iĢverenliğin 07.03.2006 günlü yazısı ile iliĢiğini kesmek üzere personel müdürlüğüne baĢvurması bildirilerek iĢ akdinin feshedildiğinin iĢverence kabul edildiğini, iĢ akdinin feshine rağmen alacaklarının ödenmediğini beyanla kıdem tazminatı ve diğer bir kısım iĢçilik alacaklarının faizi ile birlikte tahsilini talep ve dava etmiĢtir. Mahkemece iĢ akdinin iĢverence haklı bir neden olmadan feshedildiği, kıdem tazminatına hak kazandığı, ihbar öneli kullandırılmadığından ihbar tazminatına da hak kazandığı, izin ve fazla mesai alacağının bulunmadığı, iĢ güvencesi kapsamında bulunması nedeni ile kötü niyet tazminatı talep edemeyeceği gerekçesi ile davanın kısmen kabulüne karar verilmiĢtir. Davacı vekilinin dava dilekçesi ile aĢamalardaki beyanları, davalı tarafın savunmaları dikkate alındığında Yerel Mahkeme kararı HUMK'nun 388.maddesindeki uygun olmadığı gibi, özellikle tarafların iddia ve savunmaları ile deliller tartıĢılmamıĢ, kabule ne Ģekilde hangi delillere göre ulaĢıldığı karar yerinde açıklanmamıĢtır. Mahkemece yapılacak iĢ, davacının iĢ sözleĢmesinin fesih nedenlerini irdeleyerek, dava dilekçesinde belirtilen iĢyerinin temiz havanın solunmasına imkan bulunmayacak konumda olması, iĢyerinin gün ıĢığı ile aydınlatma olanağının sağlanmaması, katlar arasındaki merdivenlerin iniĢ-çıkıĢlarda tehlike arz etmesi, uygun Ģartları haiz dinlenme odalarının tesis edilmemesi, tuvaletlerin hijyenik kurallara uymuyor olması, gebeliğin son anına kadar yoğun yurt dıĢı iĢ seyahatleri ile iĢyerindeki yoğun çalıĢmalar, yurtdıĢından gelen konukların iĢ saatleri devamında gece ağırlanma mecburiyeti, emzirme izinlerinin kullandırılmadığı halde kullanılmıĢ gibi imzaya zorlanması, gebelik süresince periyodik kontrollere iĢ günlerinde izin verilmediğinden kontrollerin hafta sonlarında gerçekleĢtirilmesi zorunluluğu, fazla mesai ve fazla sürelerle çalıĢma yönetmeliğine aykırı davranılması, milli bayram ve genel tatil günlerinde çalıĢma yapılması, ekranlı araçlarla çalıĢmalarda gerekli sağlık ve güvenlik önlemlerinin alınmayıp bu husustaki yönetmelik hükümlerine uygun düĢmeyecek tarzda çalıĢma yönteminin benimsenmesi gibi olumsuzluklar ve mobbing iddialarının irdelenerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile gerekçesiz Ģekilde karar verilmesi bozmayı gerektirmiĢtir. KARARIN DEĞERLENDĠRĠLMESĠ Örnek olay 3‘teki durumu Leyman‘ın tipolojisinde5. Kategoride yer alan sağlığa yönelik saldırılar kısmından yola çıkarak yorum yapmak mümkündür. ÇalıĢma ortamının sağlığı tehdit edecek boyutlarda olması ―kurbanı zarara sokmak amacıyla çeĢitli giriĢimlerde bulunulabilir‖ maddesi ile açıklanabilir. Öyle ki örnek olayda gebelik süreci söz konusudur. Gebeliği zorlayıcı çalıĢma koĢullarının varlığı çalıĢanı tedirgin edecektir. Sağlığı ve güvenliği konusunda yaĢadığı sorunlara ek olarak hamilelik sürecinde yasanın kendine verdiği hakları kullanamaması da dikkat çekici bir diğer noktadır. ĠĢçinin emzirme izinlerini kullanmadığı halde kullanılmıĢ gibi imzaya zorlanması hem iĢyerinde baskı yapıldığını hem de çocuk ve anne sağlığı açısından uygunsuz bir durumun yaĢandığını 248 göstermektedir. Yine yurtdıĢından gelen konukları gece ağırlama mecburiyetinde bırakılması ―onurunu zedeleyici iĢler yapmak zorunda bırakılması‖ maddesi ile örtüĢmektedir. Örnek olayda geçen olayları kiĢiye anlamsız iĢler verilmesi suretiyle iĢten el ayak çektirilmek olarak okumak da mümkündür. Burada amacın, çalıĢanın kendi isteğiymiĢ gibi iĢten çıkmasının koĢullarını hazırlamak olarak da yorumlamak mümkündür. Yapısal iĢten çıkarma, bir iĢverenin kasıtlı olarak iĢ koĢullarını aslında çalıĢanın orayı terk etmek zorunda kalacağı kadar dayanılmaz hale getirmesi ile olur (Davenport vd.; 2003: 163). Mahkemeler yapısal iĢten çıkarmayı isteğe bağlı bir istifa olarak görmedikleri için bir kanıt olarak değerlendirebilirler. Mobbing sürecinin hamilelik yaĢayan bir kadın açısından zorluk derecesi tahmin edilebilir. Burada esas tartıĢılması gereken durum hamile olan bir kadına mobbing uygulayan kiĢinin psikolojik yapısıdır. Örnek olayda geçen süreci baĢlatan kiĢinin de zamanında bir mobbing mağduru olduğu varsayılabilir. ĠĢ hayatında çok zorluk yaĢayan kiĢiler yönetici konumuna geldikleri zaman kendi yaĢadıklarının acısını çıkarırcasına acımasız olabilirler. Hamile olan bir çalıĢanın yasal haklarını dahi kullanmasını engelleme giriĢimi, sürecin en zalimce yanlarından birisini oluĢturmaktadır. ÇalıĢanın zor çalıĢma koĢullarına rağmen görevini devam ettirmeye çalıĢması, maddi olarak bu iĢe ihtiyaç duyduğunun göstergesidir. Mobbing uygulayacak kiĢi açısından bu durum fevkalade bir fırsattır. ÇalıĢanın Ģartsız denilene riayet edeceğinin bilinmesi, mobbing uygulayan kiĢinin karar alma sürecini kolaylaĢtırmaktadır. ÇalıĢanın onurunu zedeleyecek iĢler yapmaya zorlanması ve bu durumda sesini dahi çıkaramaması bu durumu doğrular niteliktedir. Mobbing uygulayan kiĢiler zaman zaman kendi egosunu diğer çalıĢanlar üzerinde kurduğu baskı ve zorlamalar ile beslemektedir. Söz konusu davada çalıĢanın hamileliğine rağmen zor çalıĢma koĢularına maruz bırakılması akıllara narsist, zorba, eleĢtirici, fesat mobbingci (Tınaz; 2008b: 39-42) tiplerini getirmektedir. Hamile kadının diğer çalıĢanlar gibi performans gösteremeyeceği Ģeklindeki bir düĢünce de örnek olaydaki durumu yaratmıĢ olabilir. Hamileliğin ilerlemesine bağlı olarak kadının fiziksel performansında düĢüĢler olacaktır. ÇalıĢma hırsı, yönetme isteği, ―eti senin kemiği benim‖ Ģeklinde kabul gören bir yönetim anlayıĢının bu düĢünceyi yarattığı söylenebilir. Örnek olay 3‘de Yargıtay yerel mahkemenin mevcut davayı eksik incelediğine vurgu yapmaktadır. Yerel mahkemenin gerekçesiz Ģekilde karar vermesi bozmayı doğuran bir neden olarak karĢımıza çıkmaktadır. ÇalıĢanların iĢ sağlığı ve güvenliğinin korunması iĢverenin sorumluluğunda olan bir durumdur. TCK‘nın 117. Maddesi insan onuru ile bağdaĢmayan çalıĢma koĢullarına izin veren iĢverene yönelik verilecek cezalardan bahsetmektedir. Ayrıca Borçlar kanunun 417. Maddesi iĢverenin iĢ sağlığı ve iĢ güvenliğini sağlamakla yükümlü olduğunu belirtmektedir. Buna ek olarak Anayasanın 5 ve 56. Maddesi5 de bu maddeleri destekler niteliktedir. Bu maddelerde devletin çalıĢanın maddi ve manevi varlığını korumak ve gerekli tedbirleri almakla yükümlü olduğu ifade edilmektedir. Mevcut davada çalıĢma ortamının hijenik koĢullardan yoksun olduğu, gebeliğin son dönemine kadar yoğun bir çalıĢma ortamının varlığı, çalıĢma saatleri dıĢında görevinin devam etmesi, izinlerini kullanmadığı halde kullanılmıĢ gibi gösterilmesi ve bu konuda zorla imza attırılması, fazla mesaiye kalmaya mecbur bırakılması, bayram günlerinde dahi çalıĢmak zorunda bırakılması baskıcı bir tutumun varlığı, primlerin ödenmemesi gibi nedenlerle davacı iĢ yaĢamının çekilmez ve yaĢanmaz bir boyuta geldiğini dava dilekçesinde vurgulamıĢtır. Dava dosyasında çalıĢma ortamında çalıĢanın gerek beden sağlığı gerekse ruh sağlığının korunması için gerekli koĢulların yoksunluğu dikkat çekmektedir. Yargıtay mobbinge vurgu yapan bu emarelerin yerel mahkeme tarafından yeterince irdelenmediğine kanaat getirerek davayı bozmuĢtur. Yargının bu kararı almasında mobbing sürecinin artık günlük yaĢantımız ve yargıda kabul edilen ve bilinen bir süreç olmaya baĢlamasının etkisi olduğu düĢünülebilir. Öyleki mevcut tablonun bire bir mobbing sürecini anımsatması davanın bozulması gibi bir sonucu da beraberinde getirmiĢtir denilebilir. Madde 5 Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kiĢilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kiĢinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaĢmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının geliĢmesi için gerekli Ģartları hazırlamaya çalıĢmaktır. Madde 56 Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaĢama hakkına sahiptir. 5 249 Örnek Olay 3 YARGITAY 9. HUKUK DAĠRESĠNĠN 18/ 11/ 2009 TARĠH VE 2007/620-2009/817, 2012/11638 SAYILI KARARI Dava: Davacı, manevi tazminat, kıdem tazminatı ve ücret alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiĢtir. YARGITAY KARARI Davacı Ġsteminin Özeti: Davacı, 01.10.2004 tarihinden itibaren davalı Ģirkette çalıĢmaya baĢladığını, iĢ akdinin haklı neden olmaksızın 22.06.2005 tarihinde sona erdirildiğini; Ankara 16.ĠĢ Mahkemesinde açılan iĢe iade davasının lehine sonuçlandığını, karar sonrası yeniden iĢe baĢlatıldığını, ancak tüm çalıĢanlardan soyutlandığını ve fabrikanın en gürültülü ve ücra köĢesinde basit bir masa verilerek burada çalıĢmasının istenildiğini, daha sonra iĢyeri idari ve fabrika binasının dıĢında köpek kulübesinin yanında çok kötü olan bir odada çalıĢmasının istendiğini, üzerinde baskı kurulduğunu; çalıĢılması mümkün olmayan yerlerde çalıĢmaya zorlanarak, manevi dengesinin bozulduğunu ve mesleğine karĢı soğuma yaĢadığını haksız olarak, maruz kaldığı bu davranıĢlar nedeniyle acı, elem ve ızdırapduyduğunu iĢ sözleĢmesini haklı nedenle feshettiğini ileri sürerek, kıdem tazminatı ve manevi tazminat ile ücret alacaklarını istemiĢtir. Yerel Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, toplanan kanıtlar, keĢif ve bilirkiĢi raporuna dayanılarak, davacının olumsuz çalıĢma koĢullarına rağmen dört ay yirmi üç gün süre ile iĢverene herhangi bir itirazda bulunmadan iĢyerine gidip geldiği ücretlerini aldığı, davacının iĢverenin bu davaranıĢını kabullendiği, zira iĢe baĢladığı tarihten itibaren altı iĢ günü içinde haklı nedenle fesih hakkını kullanmadığı, dolayısıyla yasanın öngördüğü hak düĢürücü süreyi geçirdiği, davacının ücret alacaklarının tamamen ödendiği buna iliĢkin belgenin de davalı iĢveren tarafından dosyaya sunulduğu, davacının iĢ sözleĢmesini fesihte haksız olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiĢtir. Gerekçe: ĠĢyerinde psikolojik taciz (mobbing) çağdaĢ hukukun son zamanlarda mahkeme kararlarında ve öğretide dile getirdiği bir hukuki kurumdur. Örneğin Alman Federal ĠĢ Mahkemesi bir kararında bu kavramı; iĢçilerin birbirine sistematik olarak düĢmanlık beslemesi, kasten güçlük çıkarması, eziyet etmesi veya bu eylemlerin iĢçinin baĢta iĢveren olmak üzere amirleri tarafından gerçekleĢtirilmesi olarak tanımlanmıĢtır. (BAG, 15.01.1997, NZA. 1997) Görüleceği üzere iĢçi bir taraftan diğer iĢçiye, diğer taraftan iĢverene karĢı korunmaktadır. ĠĢçinin anlattığı mobbing teĢkil eden olayların tutarlık teĢkil etmesi, kuvvetli bir emarenin bulunması gerekmektedir. KiĢilik hakları ve sağlığın ağır saldırıya uğraması mobbingin varlığının tartıĢmasız kabulünü doğurur. Somut olayda; 22.06.2005 tarihinde davacının iĢ akdine son verildiği, Yargıtay onamasından geçerek kesinleĢen iĢe iade kararı üzerine tekrar iĢe baĢlatıldığı, ancak daha önce çalıĢtığı yerde çalıĢtırılmayıp, keĢif sırasında çekilen fotoğraflara ve dosya kapsamına göre kapısı olmayan, içerisinde sadece bir masa ve hijyenik olmayan tuvalet bulunan, köpek kulübesine yakın bir yerde çalıĢmaya zorlandığı, anlaĢılmıĢtır. Davacının yaptığı iĢ, mezuniyeti ve kariyeri dikkate alındığında; olumsuz koĢullar taĢıyan, kapısı dahi olmayan bu yerde çalıĢmaya zorlanması açıkça mobbing uygulaması olup, iĢini kaybetme korkusuyla belli bir süre çalıĢmanın süreklilik arzeden bu uygulamayı kabul anlamına gelmeyeceği açıktır. Somut olaydaki bu olumsuzlukların, iĢ koĢullarında aleyhe değiĢiklik kapsamında olmayıp, mobbing kapsamında değerlendirilmesinin gerektiği anlaĢılmakla, davacının bu nedenle iĢ akdini feshinin haklı nedene dayandığı; Ortadoğu Teknik Üniversitesi mezunu olan, endüstri mühendisi olarak görev yapan davacının yukarıda özellikleri sayılan olumsuzlukları taĢıyan bir yerde görev yapmaya zorlanmasının, diğer iĢçiler nezdinde onur kırıcı bir durum olarak değerlendirilip hakkaniyete uygun bir miktar manevi tazminatı da gerektireceği düĢünülmeden kıdem tazminatı ve manevi tazminat taleplerinin tümüyle reddine karar verilmesi bozmayı gerektirmiĢtir. KARARIN DEĞERLENDĠRĠLMESĠ Davacı iĢe baĢladığı tarihten bir yıl sonra haklı bir gerekçe gösterilmeden iĢinden çıkarılmıĢ ve iĢe iade davasının olumlu sonuçlanması ile 1 yıl sonra iĢine geri dönmüĢtür. Mobbingi baĢlatan süreç ise bu dönemden sonra baĢlamıĢtır. Mobbing kiĢiyi iĢinden ve iĢyerinden yıldırma ve soğutma politikasıdır. Örnek olayda çalıĢanın diğer çalıĢanlardan soyutlanması, kötü bir yerde çalıĢmaya baĢlatılması, bu zaman zarfında baskı görmesi, imkânsız yerlerde çalıĢmaya zorlanması ve süreç 250 içinde manevi dengesinin bozularak acı çeken bir duruma gelmesi, bu dava kapsamında mobbinge iĢaret etmektedir. KiĢinin yaptığı iĢ ve kariyeri dikkate alındığında kötü çalıĢma koĢullarına maruz bırakılarak kiĢinin kendi isteği ile görevi bırakmasının amaçlandığı varsayılabilir. Bu tür olaylarda iĢveren haklı bir gerekçe yaratamadığında, kiĢinin kendi isteği ile iĢi bırakmasını bekleyecektir. Bu amaca ulaĢmak için olumsuz çalıĢma koĢulları yaratılarak kiĢiyi küçük düĢürmek, mesleki konumu ile ilgili olarak olumsuz bir görüntü yaratmak hedef davranıĢlar arasındadır. Mobbing süreci tam da bu Ģekilde ilerlemektedir. Davacı kiĢi daha önce çalıĢtığı yerde çalıĢtırılmamakta, görevlendirildiği yeni çalıĢma yerinin olumsuz koĢulları ise fotoğraflar ile belgelendirilmektedir. Mobbing davalarında kiĢilerin mağduriyetlerini ispatlamaları somut belgelere bağlıdır. Öyle ki kiĢinin eski ve yeni iĢyeri arasındaki mekânsal ve koĢullar düzeyindeki farkın ortaya konulması, kariyerinin altında bir iĢe layık görülmesi, bütün bunlar gerçekleĢirken baskıya maruz bırakılması, çalıĢması mümkün olmayan iĢlerde ve yerlerde çalıĢmaya mecbur bırakılması bir mobbing davası olarak sonuçlanmasını beraberinde getirmiĢti. Söz konusu davayı Leymann‘ınmobbing tipolojisi boyutunda da değerlendirmek mümkünüdür. ÇalıĢanların kurbanla temas etmeyi reddetmesi anlamında iletiĢime yönelik, çalıĢma arkadaĢlarından uzakta bir ofiste çalıĢmak zorunda bırakılması noktasında sosyal iliĢkilere, onurunu zedeleyici iĢler yapmak zorunda bırakılması nedeniyle sosyal imaja yönelik, iĢini artık yaratıcı anlamda yapamaması için her türlü çalıĢma faaliyetinin engellenmesi, kendisine aĢağılayıcı ve anlamsız iĢler verilmesi noktasında mesleki ve özel konumun kalitesine yönelik saldırılar Ģeklinde mobbinge maruz kaldığını ifade edebiliriz. Mobbing uygulayan kiĢiler çoğu zaman iĢyerini kendi iĢyeri gibi sahiplenebilir. Kendine verilen yetki onun için çok önemlidir. Mobbing uygulayan kiĢi kendini farklı bir kimlikte ifade edemediği için mobbing yapıyor olabilir. Ya da mobbing uyguladığı kiĢinin etiketine yönelik bir aĢağılık duygusuna sahip olabilir. Kendini farklı alanlarda dikkat çekici bir Ģekilde ifade edemediği için ―ben burdayım ve güç bende‖ mesajını vermek için mobbingi bir yöntem olarak uyguluyor denilebilir. Mobbing uygulamaları uygulayan açısından iĢlerin istediği Ģekilde yürümesi için uygun koĢulları yaratıyor da olabilir. Kısacası iç dünyasında yıllarca büyüttüğü kiĢiliğin dıĢa yansımasının mobbing olması mümkündür denilebilir. Ve mobbingi uyguladığı kiĢinin baĢarılı olması da bu süreci yaratan bir faktör olarak değerlendirmek mümkündür. ÇalıĢanın bazı özelliklerini kendi iktidarına yönelik bir tehlike olarak algılaması da ihtimaller dâhilindedir. Bütün bu yorumlamalara bağlı olarak örnek olayda sözü geçen geliĢmeleri böylesi bir sürecin yarattığı varsayılabilir. Yargı tarafından alınan bu kararı Anayasa, TCK ve Borçlar Kanunu kapsamında da değerlendirmek mümkündür. Öyleki Borçlar kanunun 417. Maddesi psikolojik taciz olarak okunabilir. Bu madde kapsamında iĢveren çalıĢanın kiĢiliğini korumak ve kiĢiline saygı duymak zorundadır. Ayrıca psikolojik tacize uğramamaları için her türlü önlemi almakla da yükümlüdür. Yine TCK‘nın 117. maddesinde vurgulandığı üzere, kiĢiyi insan onuru ile bağdaĢmayacak çalıĢma koĢullarına tabi tutmak yanlıĢtır. Anayasanın 17. Maddesinde6 kiĢiye insan onuru ile bağdaĢmayan muamele yapılamaz ifadesi de bu örnek olayda ifade edilebilecek kanunlardandır. Anayasanın 10. Maddesi çalıĢanlar arasında ayrım yapılmaksızın eĢit muamelede bulunulması gerekir ifadesi yer almaktadır. Söz konusu örnek olayda çalıĢanın çalıĢma arkadaĢlarından soyutlanması, mezuniyet ve kariyerine bağlı olarak standartların dıĢından bir iĢe layık görülmesi, çalıĢmaya zorlanması bu maddelerin ihlali niteliğindedir. Söz konusu tabloda çalıĢan diğer çalıĢanların nezdinde aĢağılanmakta, alay konusu olmakta kısaca onuru ve Ģerefi ile bağdaĢmayan bir muameleye tabi olmaktadır. ÇalıĢanın diğer çalıĢanlardan soyutlanması ise eĢitlik prensibine ters düĢmektedir. Bütün bu giriĢimler çalıĢma hayatının düzeni ve disiplinine zarar vermektedir. 6 Madde 17KiĢinin Dokunulmazlığı, Maddi ve Manevi Varlığı. Herkes, YaĢama, Maddi ve Manevi varlığını koruma ve geliĢtirme hakkına sahiptir. 251 SONUÇ VE DEĞERLENDĠRME Ülkemizde amire itaat geleneğinin hâkim olduğu bir çalıĢma anlayıĢı vardır. Böylesi bir anlayıĢ mobbing uygulayacak olan kiĢinin iĢini kolaylaĢtırmaktadır. Mobbing iĢyerinde yıldırmaya dayalı psikolojik bir saldırıdır. ÇalıĢanın tehdit edilmesi, küçük düĢürülmesi, yaptığı iĢin eleĢtirilmesi, görev tanımının dıĢında iĢler verilerek baskı kurulması bu saldırıya yön veren davranıĢlardır. Bir süre sonra mobbing uygulanan kiĢi iĢini yapamıyor, hatalar yapıyor ve çalıĢanın performansı düĢüyor, en nihayetinde iĢ hayatı çekilmez duruma geliyor. Mobbing sürecinde yargı yoluna gitmek, çalıĢanın hak arama hürriyetinin tartıĢmasız bir gereğidir. Nitekim bu çalıĢma kapsamında yer verilen örnek olaylarda çalıĢanların hak arama eylemleri ayrıntılı olarak incelenmiĢtir. Mobbing sürecinde çalıĢana vurulan darbeler fiziksel değil psikolojiktir. Bu durum süreci ispatlamanın önündeki en büyük engeldir. Yine bu süreç birikimli olarak ilerlemektedir. Bu uzun yolda anlamsız gibi görünen sayısız olay vardır. Zaman içinde bu olayların bir araya getirilmesi ile mobbing süreci netleĢmektedir. Türk hukuk siteminde mobbing sürecine yön veren ve bu süreçle mücadele kapsamında yol haritası görevi görecek olan herhangi bir mevzuat veya hüküm bulunmamaktadır. Yasalarımızda geçen bazı düzenlemeleri dolaylı yasal düzenleme olarak ele almak mümkündür. Nitekim bu çalıĢma kapsamında yer verilen dava örneklerinde çeĢitli kanun maddelerinin yorumlanması yoluyla, mobbing süreci açıklanmıĢtır. Konuyla ilgili olarak hukuksal yaĢamda da mobbingin açılımına iliĢkin net ifade ve yönlendirmelerin olmaması, hukukçuların da yorumlama yoluyla davaları sonuçlandırmasına neden olmuĢtur. Mağdur olan çalıĢanın mağduriyetinin ispatlanması mobbing sürecinde oldukça önemlidir. Ġddialar üzerinden çalıĢanın yaĢadığı mağduriyeti aĢması hayal olacaktır. ÇalıĢanın yasal olarak haklılığını ispatlaması somut belge, doküman ve Ģahitlere bağlıdır. Aksi halde çalıĢanın hukuki anlamda hakkının aranması mümkün olmayacaktır. Yargıtay kararları açısından iĢyerinde yaĢananların mobbing olarak değerlendirilmesi için çalıĢanın ya iĢveren ya da bir baĢka çalıĢan tarafından süreklilik arz edecek bir Ģekilde bezdirilmesi, güçlükler çıkarılarak yıpratılması, küçük düĢürülmesi, onuru, gururu ve Ģerefine yönelik saldırıların olması gerekir. Yargıtay tarafından mobbing olduğuna kanaat getirilen davaların birçoğunda insan onuruna yakıĢmayan durumların medeni kanun, iĢ kanunu, borçlar kanunu ve anayasa maddeleri çerçevesinde değerlendirildiği görülmektedir. Daha önce de vurgulandığı gibi, mobbinge vurgu yapan özel bir kanunun olmaması, yorumlama yoluyla davaların sonuçlandırılmasının önünü açmıĢtır. Mobbing ile ilgili olarak evrensel nitelikte bir düzenlemenin varlığından söz etmek de mümkün değildir. Güncel ve geçerli bir süreçle ilgili hukuksal bir düzenlemenin eksikliği, davalardaki boĢluğun doldurulmasını güçleĢtirmektedir. Açık ve net düzenlemeler olmasa dahi özel ve genel kanunları somut örnek olaylara uyarlamak mümkündür. Özellikle son zamanlarda Borçlar Kanunun 417. maddesinin psikolojik taciz olarak türkçeleĢtirilmesi ve baĢbakanlık tarafından yayınlanan psikolojik taciz genelgesi, mobbingin hukuksal arenada tanınması sağlamıĢtır. Bu geliĢme aynı zamanda mobbing davalarının sayısındaki artıĢı da beraberinde getirmiĢtir. Sonuç olarak mobbing davaları ile ilgili olarak Yargıtay‘ın son üç yıllık zaman zarfında vermiĢ olduğu kararlar çalıĢan haklarının savunulması ve haksız uygulamalar son vermesi noktasında sevindirici bir geliĢme olarak değerlendirilebilir. KAYNAKÇA Bahçe, Ç. (2007). Mobbing OluĢumunda Örgüt Kültürünün Rolü: Bir Örnek Uygulama, Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü ĠĢletme Anabilim Dalı Ġnsan Kaynakları Yönetim Bilim Dalı, Ankara, Türkiye. Can, Y. (2007). A Tipi KiĢilik ve B Tipi KiĢilikler Bakımından Mobbing KiĢilik ĠliĢkisinin Ġncelenmesi ve Bir Uygulama, Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü ĠĢletme Anabilim Dalı, Kocaeli, Türkiye. 252 Cemaloğlu, N. (2007). ―Örgütlerin Kaçınılmaz Sorunu: Yıldırma‖, Bilig Dergisi, Sayı:42, 111-126. Davenport, N. vd. (2003). Mobbing ĠĢyerinde Duygusal Taciz, Çev: Osman Cem Önertoy, Ġstanbul: Sistem Yayıncılık. Pehlivan, Ġ. (1993). Eğitim Yönetiminde Stres Kaynakları, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Ankara, Türkiye. Tınaz, P. (2006). ―ĠĢyerinde Psikolojik Taciz (Mobbing)‖, Çalışma ve Toplum Dergisi, S:4, 13-28. Tınaz, P. (2008a). ĠĢyerinde Psikolojik Taciz (MOBBING), Ġstanbul: Beta Basım Yayınevi. Tınaz, P. vd. (2008b). ÇalıĢma Psikolojisi ve Hukuki Boyutlarıyla ĠĢyerinde Psikolojik Taciz (Mobbing), Ġstanbul: Beta Yayıncılık. Töreman, F., Çankaya, Ġ. (2008). ―Yönetimde Etkili Bir YaklaĢım: Duygu Yönetimi‖, Kuramsal Eğitimbilim, 1(1), 33-47. Yaman, E. (2009). Yönetim Psikolojisi Açısından İşyerinde Psikoşiddet (Mobbing), Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. Zapf, D. (1999). ―Organisational, WorkGroupRelatedandPersonalCauses of Mobbing/Bullying at Work‖, ĠnternationalJournal of Manpower, Vol:20, 70-85. Yararlanılan Ġnternet Kaynakları http://www.hurriyet.com.tr/gundem/17079164.asp, (15.05.2013) Hood, ĠĢyerinde S.(2004); ―WorkplaceBullying, www.members.shaw,ca/mobbing/mobbingCA. psikolojik Canadian Tacizin Business Yeni Adı, Magazine‖, Leymann, H ;―The Definition of Mobbing at Workplaces‖, TheMobbing Encyclopedia, http://www.leymann.se/English/12100E.HTM, (12.06.2013). Prasad, D. B., ―Content Analysis, A MethodSocialScienceResearch‖, http://www.css.ac.in/download/deviprasad/Content%20Analysis.%20A%20method%20of%20 Social%20Science%20Research.pdf, 09.06.2013). 253 254 DENETĠMLĠ SERBESTLĠK SĠSTEMĠNDE REHABĠLĠTASYON SÜREÇLERĠN ĠNCELENMESĠ Ezgi YĠĞĠT1 DurmuĢ Ali SAĞLIK2 ÖZET 03.07.2005 tarihli ve 5402 sayılı Denetimli Serbestlik Hizmetleri Kanununun 15/A ve 27nci maddeleri, 13.12.2004 tarihli ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin Ġnfazı Hakkında Kanunun 105/A maddesi ile 03.07.2005 tarihli ve 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanununun 47 nci maddesine dayanılarak, revize edilerek hazırlanan, 05.03.2013 tarihli Denetimli Serbestlik Yönetmeliği ile Ceza Ġnfaz Kurumu‘ndan KoĢullu Salıverilme Süresinden bir yıl önce çıkan hükümlüler ile ilgili mahkeme kararıyla denetimli serbestlik tedbirine karar verilen yükümlülere yönelik risk değerlendirme sonucuna göre yükümlülükler belirlenmekte ve bir plan doğrultusunda kiĢiye özgü iyileĢtirme çalıĢmaları yapılmaktadır. Buradan hareketle T. Hirshi‘ nin sosyal kontrol teorisine göre bireyin suça yönelme olasılığı onun toplumdaki bağlantıları, bağlılık ve hedefleriyle ilgilidir. Bunların olmayıĢı ya da zayıflığı, onun suça yönelmesine neden olabilir. ġu halde denetimli serbestlik kurumunun temel iĢlevlerinden biri de, suça yönelen bireyin muhtelif sosyal bağlar kurmasını sağlamak, olası mevcut bağları güçlendirmek, hedef belirlemesini sağlamaktır. Sistem aynı zamanda, etiketleme kuramcılarının (H. Becker, E. Goffman) özellikle vurguladıkları, kiĢinin birincil sapmadan itibaren olayın sosyal çevrede bilinmesinden kaynaklanan etiketlenme sürecinden olabildiğince uzak tutulmasını da hedeflemektedir. Bu çerçevede çalıĢmanın amacı, Denetimli Serbestlik Kurumu‘ndan yararlanan, suç iĢleyen kiĢiler için bu mekanizmaların ne ölçüde iĢletilebildiğini değerlendirmek ve bulgu sınırları çerçevesinde öneri geliĢtirme çabasıdır. Anahtar Kelimeler: Denetimli Serbestlik, risk değerlendirme, iyileştirme çalışmaları ABSTRACT According to the results of risk evaluation about the convicts who were released from penal institutions one year earlier than parole duration thanks to Probation Legislation which was dated 03.05.2013 which is revised and prepared based upon 15/A and 27th articles of Probation Services Act with the number of 5402 and dated 03.07.2005, 105/A article of Law on the execution of sentences and security measures with the number of 5275 and dated 13.12.2004 and 47th article of Children Protection Act with the number of 5395 and dated 03.07.2005 and convicts who are ordered to probation with the same legislation, convicts are identified and improvement studies are conducted based on a plan. Thus, according to social control theory of Hirshi, the possibility of a person to commit a crime depends on his/her connections, commitments and targets in the society. Nonexistence or weakness of those might lead that person to commit a crime. Then, one of the fundamental pillars of probation is to help a person who tends to commit a crime to create several social bonds, strengthen possible current connections and set a goal. The model also targets to keep the person away from tagging process, that is especially emphasized by tagging theoreticians (H. Becker, E. Goffman), from social environment after the first deviance when it is known by members of social environment. In this context, the aim of this study is to evaluate how efficiently this model works for criminals who utilized from probation and to make suggestions for improvement in the lights of findings. Keywords:Probation, risk evaluation, enhancement studie 1 Sosyolog, Konya Cumhuriyet BaĢsavcılığı Denetimli Serbestlik Müdürlüğü, Eğitim ve ĠyileĢtirme Bürosu, [email protected] 2 Sosyolog, Konya Cumhuriyet BaĢsavcılığı Denetimli Serbestlik Müdürlüğü, Değerlendirme ve Planlama Bürosu, [email protected] 255 DENETĠMLĠ SERBESTLĠĞĠN KURULUġU VE TEġKĠLATLANMASI Denetimli serbestlik sistemi Anglo-Amerikan hukuku kökenli olup zaman içinde Kıta Avrupa‘sına yayılmıĢ, farklı uygulanma usulleri ile kapsamı giderek geniĢleyerek bugünkü Ģeklini almıĢtır (Nursal ve Ataç; 2006). Denetimli serbestlik, ceza hukukunda ıslah (iyileĢtirme) fikrinin ön plâna geçmesi ve cezanın özel önleme niteliğinin kabulü ile yakından iliĢkilidir. Kürek cezasının uygulandığı zamanlarda, cezası infaz edilen failin kendi baĢına bırakılmayarak serbest hayatta da kontrol altında bulundurulması ve cezaevlerinde reform yapılması fikri, bu kurumun belirmesini ve oluĢumunun sebepleridir. 1776 yılında Richard Whister tarafından Philadelphia‘da kurulan bir dernek, cezaevini terk etmiĢ bulunan mahkûmları kendi hallerine bırakmamıĢ, yeteneklerine uygun iĢ temin etmeye baĢlamıĢtır. Bundan sonra, Ġngiltere‘de John Howard (1726–1790) ve Elisabeth Fry (1780–1845) gerek Ġngiltere içinde ve gerek dıĢında yaptıkları seyahatlerde mahkûmların cezaevlerinde halk tarafından daima ziyaret edilmelerini, kendi hâllerine bırakılmamalarını bütün dünyaya yayarlarken, diğer taraftan da cezaevlerini terk etmiĢ bulunan mahkûmların yardıma ihtiyaçları oldukları bu müddet içinde yalnız bırakılmayarak, onlara iĢ temin edilmesi suretiyle mükerrerliğe engel olunması ve suçlulukla mücadele edilmesi fikrini müdafaa etmiĢlerdir. Özellikle, Elisabeth Fry‘in Almanya, Danimarka ve Ġsviçre‘de yapmıĢ olduğu seyahatler çok verimli olmuĢ, cezaevindeki mahkûmların yalnız bırakılmayarak onlarla meĢgul olunması ve cezaevini terk eden mahkûmlara da yardım edecek kuruluĢların kurulmasının gerekçesi olmuĢtur (Önder, 1963: 244-245). Ġngiltere ve Amerika‘dan sonra nihayet gözetim müessesesi Kara Avrupası‘ndaki ülkelere de yayılmıĢtır. Ancak bu ülkeler, müessesenin sistemine geçiĢte, baĢlangıçta oldukça temkinli davranmaya özen göstermiĢ ve uygulamaya ilk önce sadece küçük suçluların koĢullu salıverilmeleri sırasında gözetim altına alınmalarıyla baĢlanmıĢ, daha sonra ise sistem yetiĢkin suçlular hakkında da uygulanmaya konulmuĢtur. Yine de bu konuda sadece koĢullu salıverilme ile sınırlı bir uygulama yoluna gidilmiĢtir. Bu aĢamada sistemin faydalarının görülmesi ile birlikte sınırları da geniĢletilerek erteleme sistemine de dahil edilmiĢtir. Kara Avrupası‘ndaki bu düĢünce ve uygulamalar Amerika ve Ġngiltere‘deki gibi hızlı bir geliĢme gösterememiĢ ve bu nedenle de ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren baĢlayan ve tedrici bir biçimde gittikçe geniĢleyip, değiĢikliğe uğrayan bir yaklaĢımla bu günkü durumuna eriĢebilmiĢtir (ErbaĢ, 1996: 245). Denetimli serbestliğin sisteminin ülkemizde tarihsel geliĢimi incelendiğinde, bugünkü anlamda olmasa bile çeĢitli uygulama amaçları açısından değerlendirildiğinde Tanzimat dönemi ceza kanunnamelerine kadar dayandığı görülmektedir. Bugünkü denetimli serbestlik uygulamalarına benzeyen üç ayrı yaptırım bulunduğu görülmektedir. Bunlar nefy cezası, zaptiye nezareti altında bulundurulmak cezası ve kalebentlik cezasıdır. Modern denetimli serbestlik uygulamalarında görülen, hapsetmek yerine özgür bırakma, belirli bir yere gitme veya gitmeme, devlet tarafından kontrol altında tutulma gibi özellikler bulunmakla birlikte, denetimli serbestliğin esası olan, bir denetim görevlisi tarafından denetlenme ve bu kapsamda belirli yükümlülükleri yerine getirme gibi özellikleri bulunmamaktadır (Yavuz, 2012: 321). 01.03.1926 tarihinde yürürlüğe giren Türk Ceza Kanununda denetimli serbestlik sistemine konu olabilecek‚ sürgün ve emniyet-i umumiye nezareti altında bulundurma cezalarına yer verildiği görülmekle birlikte; 13.07.1965 tarihli ve 647 Sayılı Cezaların Ġnfazı Hakkında Kanuna bakıldığında Kanunun 4. Maddesinde günümüzdeki denetimli serbestlik ve yardım sisteminin gerçek temelleriyle karĢılaĢılır (Nursal ve Ataç: 2006). Bu düzenlemeye göre ağır hapis hariç, kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar ile uzun süreli olsa bile taksirli suçlar nedeniyle verilecek hürriyeti bağlayıcı cezalar suçlunun kiĢiliğine, sair hallerine ve suçun iĢlenmesindeki özelliklerine göre mahkemece çeĢitli tedbirler verilmekteydi. 1 Haziran 2005 tarihinde ülkemiz yeni bir; ceza, infaz ve çocuk adalet sistemine geçmiĢtir. Bu sistemi 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ile 5395 sayılı Çocuk 256 Koruma Kanunu oluĢturmaktadır. Bu üç sisteme baktığımızda ortak özelliklerinin ―Denetimli Serbestlik Sistemine‖ dayanması olduğu görülmektedir (Kamer, 2007: XI) . Denetimli Serbestlik sisteminin günümüzdeki anlamıyla kurulup teĢkilatlanması ise 03.07.2005 tarihli ve 5402 sayılı ―Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezleri ile Koruma Kurulları Kanunu‖ Resmî Gazete‘nin 20 Temmuz 2005 tarihli ve 25881 sayısında yayımlanarak yürürlüğe girmiĢtir. Bu Kanun gereğince Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif evleri Genel Müdürlüğü bünyesinde, Denetimli Serbestlik ve Yardım Hizmetlerinden Sorumlu Daire BaĢkanlığı kurularak çalıĢmalarına baĢlamıĢtır. Denetimli serbestlik hizmetleri, Adalet Bakanlığı merkez teĢkilatında daire baĢkanlığı, taĢra teĢkilatında denetimli serbestlik müdürlüklerince yürütülmektedir. Yeni yönetmelik çerçevesinde denetimli serbestlik sisteminin teĢkilatlanması merkez ve taĢra teĢkilatlanması olarak ikiye ayrılmıĢtır. Daire teĢkilatlanması Yönetmelikte Madde 8‘ de belirttiği üzere: Daire BaĢkanlığında; bir Daire BaĢkanı, yeterli sayıda tetkik hâkimi, Ģube müdürü, denetimli serbestlik uzmanı, denetimli serbestlik memuru görev yapar. Daire BaĢkanlığı altı Ģube müdürlüğünden oluĢur. ġube müdürlükleri: a) Değerlendirme ve planlamadan sorumlu Ģube müdürlüğü, b) Ġnfaz ve iyileĢtirmeden sorumlu Ģube müdürlüğü, c) Çocuk hizmetlerinden sorumlu Ģube müdürlüğü, ç) Elektronik izlemeden sorumlu Ģube müdürlüğü, d) Koruma kurulları ve mağdur destek hizmetlerinden sorumlu Ģube müdürlüğü,Ģeklinde adlandırılır (R. G. 05.03.2013, 28578). TaĢra teĢkilatlanması ise Madde 10‘da belirttiği üzere: Müdürlüklerde; bir müdür, yeterli sayıda müdür yardımcısı, bürolarda birer Ģef, yeterli sayıda denetimli serbestlik uzmanı ve memuru, benzeri alanlarda eğitim almıĢ ve denetimli serbestlik hizmetlerinde geçici olarak görevlendirilen uzman personel ile diğer hizmetleri yürütecek görevliler bulunur. Müdürlüklerin yetki alanı, adalet komisyonunun; müdürlük bulunmayan ilçelerde kurulan büroların yetki alanı, bulundukları ilçenin yargı çevresi ile sınırlıdır. Müdürlüklerde; a) Gelen evrak bürosu, b) Kayıt kabul bürosu, c) Değerlendirme ve planlama bürosu, ç) Ġnfaz bürosu, d) Eğitim ve iyileĢtirme bürosu, e) Denetim bürosu, f) Mağdur destek hizmetleri bürosu, g) Koruma kurulları bürosu, ğ) Ġdari ve mali iĢler bürosu, bulunur (R.G. 05.03.2013, 28578) CEZA ADALET SĠSTEMĠNDE DENETĠMLĠ SERBESTLĠK Suç, dinamik ve sosyal bir olgu olması nedeni ile zamana, mekâna ve topluma göre farklı anlamlar taĢıyabilmektedir. Bu anlamda suçun genel geçer bir tanımını yapmak oldukça güçtür. Suçluluk denilince akla ilk önce ― yasaklanan‖ veya ― cezalandırılan‖ davranıĢlar gelir. Ceza hukuku anlamında 257 suç kavramına göre ise, kanun tarafından ceza yaptırımı ile tehdit edilen bütün hareketler anlaĢılır. Daha doğru ifade ile, ceza hukuku sonuçları olan hareketlere suç der (DemirbaĢ, 2001: 39). BaĢka bir tanıma göre suç, formel yasaların ihlal edilmesidir. Suça bağlı olarak meĢru cezalandırma uygulanmaktadır. Bu yaptırımlar kamusal otorite aracılığıyla gerçekleĢtirilir. Suçla mücadele etmek amacıyla oluĢan formel sistem bir kamu kuruluĢu olma özelliğini taĢımaktadır (Bahar, 2009: 120). Suç ve ceza insanlık tarihinde daima var olmuĢtur. Bununla birlikte, topluma ve kiĢilere zarar veren kötülüklere gösterilen tepki olarak ceza; zamana, yere, toplumun geliĢmiĢlik düzeyine göre tarihi seyir içinde sürekli değiĢmiĢtir. Nihayetinde ceza hukukunun, toplumsal değiĢimlerden, ekonomik ve siyasal gereklerden etkilendiğini görmekteyiz. Timur DemirbaĢ (2001:39)‘ın da belirttiği gibi; suç kavramı, tek tek suçlu hareket ve ihmali davranıĢları belirtir; suçluluk ise belirli bir zamanda ve belirli bir yerdeki tüm suçların bir bütünü anlaĢılır. Suçun boyutları, nispi olarak önemsiz mağaza hırsızlıkları ve trafik suçlarından, toplum tarafından ağır suçlar olarak kabul edilip kamunun hassas tepki gösterdiği yağma, ırza geçme ve adam öldürmeye kadar uzanır. Suçluluk kavramının, siyasi, organize, ekonomik ve meslek suçluluğu gibi çok farklı fenomenlerle örtülmesi gerektiğinden, suçluluk kavramını tanımlamanın bilinebilir büyük güçlükleri olacağı açıktır. Ceza kanununa uygun tanımına göre suç, ceza kanunu vasıtasıyla yasaklanan davranıĢtır. Toplumsal düzen kuralları içerisinde ―hukuk kuralları‖ diğer toplumsal düzen kurallarına göre maddi yaptırımı olandır. Bu noktadan hareketle ceza hukuku toplumsal düzenin devamını, sahip olduğu yaptırım tehditleri aracılığı ile sağlanmaktadır. Ancak cezanın kiĢiyi yoksunluklara tabi tutmanın yanında, suçluyu ıslah etme, topluma yeniden kazandırma ve korkutuculuk özelliğinden dolayı suç iĢlemeyi önleme iĢlevine ve yapıcı yönlerine vurgu yapmaktadır (KarakaĢ Doğan, 2010: 31). Modern toplumda cezalandırmanın amacı kefaret teorisi ile açıklanamaz. Devletin ve toplumun öç almak için suç iĢleyeni cezalandırması failin iĢlediği suç kadar kötüdür. Kefaret anlayıĢının, ceza hukukunun bilimsel yöntemlere ulaĢması önünde bir engel olduğu savunulmaktadır. Ġntikam duygusundan kaynaklanan, sürekli değiĢerek günümüze kadar gelen kefaret, insani bir duygu olmakla beraber ceza hukuku problemini çözmeye yaramamıĢ, kefarette eski çağların izi silinememiĢtir. Cezanın amacı suçlunun iyileĢtirilmesini sağlamaktadır ve bu görev devletçe yerine getirilmelidir (KarakaĢ Doğan, 2010: 55). Adaletin amacı; suç iĢleyen kiĢiye en uygun cezanın verilmesi veya en uygun tedbirinin uygulanmasıdır (Kadri, 2007: 1). O halde, Beccaria (2004: 69-70)‘nın belirttiği gibi cezaların amacı, suçlunun kendi yurttaĢlarına karĢı zarar vermelerini engellemekten ve baĢkalarının benzer eylemlerde bulunmalarını önlemekten baĢka bir Ģey değildir. Bu nedenlerle söz konusu cezaların oranları ve oranların uygulanma yöntemleri öyle seçilmelidir ki, bunlar insanların ruhları, zihinleri üzerinde pek çok kalıcı, ama suçlunun bedeni üzerinde en az üzücü iz bırakacak biçimde olsunlar. Tanımlardan da anlaĢıldığı üzere cezanın amacı suç iĢleyen kiĢinin suçlu davranıĢa tekrar yönelmesine engel olmaya çalıĢmaktır. Modern ceza anlayıĢına göre suça karĢı verilecek cezanın amacı sadece hapsetme, tecrit etme, bedel ödetme değil suç teĢkil eden davranıĢın içine girmiĢ olan kiĢinin, yaptığı eylemin sorumluluğunu üstlenmesi ve verdiği zararları gidermesi için imkân sağlayıcı, kiĢinin topluma yeniden kazandırılması, yeteneklerinin geliĢtirilmesi, sosyal çevresine, ailesine, kendisine verimli olabilmesi için imkanlar sunularak yeniden suç iĢlememesidir. Ülkemizde ise 2005 yılından önce ceza infaz kurumundan salıverilen hükümlülerin bugünkü anlamda denetim altına alınmaması, nerede yaĢadıkları, ne iĢ yaptıkları, tekrar suç iĢleme riskinin bulunup bulunmadığının bilinmemesi; hakimlere, karar verme sürecinde, sanığı tanıması amacıyla Sosyal AraĢtırma Raporu sunulmaması; tutuklama tedbiri yerine verilebilecek baĢka bir tedbirin bulunmaması; uyuĢturucu madde kullanan veya bulunduran sanıklar bugünkü anlamda uzmanların rehberliğinde rehabilitasyona tabi tutulması; suç mağdurlarına, ekonomik ve psiko-sosyal yardım yapacak kurumun bulunmaması; suça sürüklenen çocuklar, bugünkü anlamda denetim altına alınmaması (Kamer, 2007), eski hükümlülerin sosyal bağlar kurması ve sosyal uyum sürecinde herhangi bir katkı sağlayacak kurumun bulunmaması gibi uygulamaların eksikliği nedeni ile denetimli 258 serbestlik müessesinin kurulmasına ihtiyaç duyulmuĢtur. Bu nedenlerle modern ceza infaz anlayıĢı doğrultusunda denetimli serbestlik sistemi ülkemizde yürürlüğe girmiĢtir. 03.07.2005 tarihli ve 5402 sayılı ―Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezleri ile Koruma Kurulları Kanunu ve 05.03.2013 tarihli Denetimli Serbestlik Hizmetleri Yönetmeliğinde Denetimli Serbestliğin tanımı: ―ġüpheli, sanık veya hükümlünün toplum içinde denetim ve takibinin yapıldığı, iyileĢtirilmesi ve topluma kazandırılması için ihtiyaç duyulan her türlü hizmet, program ve kaynakların sağlandığı alternatif bir ceza ve infaz sisteminidir.‖ (R.G. 05.03.2013, 28578). Denetimli serbestlik suçun sebebi sürecini, suçlunun kiĢiliğini, suçun önlenmesini ve suçluların iyileĢtirme halini inceleyerek kiĢinin sosyal uyum sürecine, toplumsal adaptasyonunu sağlayıcı çalıĢmalar yapar. Denetimli serbestlik bir ceza infaz sürecidir. Suç Ģüphesinin öğrenilmesinden infaz tamamlanıncaya kadar devam eden hizmetler bütünüdür. Bu hizmetler kapsamında; soruĢturma ve kovuĢturma aĢamalarında Ģüpheli ve sanık hakkında sosyal araĢtırma raporu (SAR) mahkemeye sunmak; ilgili kanunlar gereğince Ģüpheli ve sanıklar hakkında adli kontrol kararlarının yerine getirilmesini sağlamak; istek halinde Ģüpheli veya sanığa psiko-sosyal danıĢmanlık yapmak; suçtan zarar gören kiĢilerin karĢılaĢtıkları; psiko-sosyal ve ekonomik sorunların çözümünde yardımcı olmak; kovuĢturma evresinden sonra mahkemeler tarafından verilen denetimli serbestlik kararlarını yerine getirmek; hükümlüye rehberlik etmek; çocuk hükümlülerin eğitimlerine devam etmelerine, çevre ve aileleri ile olabilecek psiko-sosyal sorunların çözümüne yardımcı olmak gibi çok sayıda hizmet yerine getirilmektedir ( Kamer, 2007:XIV). Aynı zamanda ceza infaz kurumundan koĢullu salıverilme süresinden bir yıl önce çıkan hükümlüler ile ilgili mahkeme kararıyla denetimli serbestlik tedbirine karar verilen yükümlülere yönelik risk değerlendirme sonucuna göre yükümlülükler belirlenerek bir plan doğrultusunda kiĢiye özgü iyileĢtirme çalıĢmaları yapılmaktadır. Görüldüğü üzere çağdaĢ infaz sisteminde alternatif bir infaz Ģekli olan denetimli serbestlik, suç teĢkil eden fiil içerisinde bulunan kiĢilere hapis tecridi yerine belirlenen koĢul ve süreler içerisinde, modern cezalandırma anlayıĢı çerçevesinde, topluma karĢı taĢıdıkları risk faktörünü göz önüne alınarak sosyal çevrelerinden ve toplum içerisindeki rollerini ve görevlerini yapma Ģansı verilerek, kiĢinin toplumsal yaĢam içerisinde yaĢamasına olanak veren bir sistemdir. Denetimli serbestlik suç teĢkil eden fiil içerisinde bulunan kiĢilere toplumla bütünleĢmesine katkıda bulunacak faaliyetleri kapsamaktadır. Ceza infaz anlayıĢında ceza infaz kurumları, suç iĢlemiĢ kiĢileri toplumsal yaĢamdan soyutlanma olarak kabul edilmektedir. Ancak denetimli serbestlik sisteminin ülkemizde uygulanmaya baĢlanılmasıyla suç teĢkil eden davranıĢların içerisinde bulunan kiĢilerin cezası toplum içinde çekilmesi, belirlenen yükümlülük ile toplumsal yaĢamdan kopmaması sağlanarak sosyal yapıya faydalı birey olması konusunda yardımcı olur. Aynı zamanda denetimli serbestlik suçtan zarar gören vatandaĢlara yönelik, karĢılaĢabileceği her türlü psiko-sosyal ve ekonomik sorunların çözümünde danıĢmanlık yaparak katkıda bulunur. Denetimli serbestlik, doğrudan doğruya hapis cezası dıĢında alternatif yaptırıma mahkum edilen kiĢilere, koĢullu salıverilen, cezası tamamen veya kısmen ertelenen ya da Ģartlı cezaya mahkum edilen kiĢilerin, düzenli olarak belirli bir merkezdeki kiĢilerin denetimi, gözetimi veya tedavisine tabi olarak belirlenen yaptırımlara tabi tutulmasıdır. Bu sistem ile denetime tabi tutulan kiĢiye, belirlenecek deneme süresinde, sosyal çevrelerinden koparılmadan toplumda kalma Ģansı verilerek, toplum düzenini sağlayan kurallara uyma isteklerini ispat fırsatı sunulmaktadır (Kale, 2009: 5). DENETĠMLĠ SERBESTLĠK SĠSTEMĠNDE ĠYĠLEġTĠRME SÜREÇLERĠ VE SOSYOLOJĠK ANALĠZĠ Hapis cezasının istisnalar dıĢında gereksiz olduğunu savunan yazarlar, ceza infaz kurumlarının özel önleme amacını gerçekleĢtirmediğini ve suçluluğu azaltmadığını belirtmektedir. Nitekim Foucault, ceza infaz kurumlarının suçlu ürettiğini ve ceza evlerinde kalanların yeniden mahkemelere yönlendirildiğini savunmuĢtur. 1950‘li yıllardan beri yapılan araĢtırmalar, hapis cezasının infazında yaĢanan geliĢmelere ve hükümlünün yeniden sosyalleĢmesi için gösterilen çabaya rağmen hapis 259 cezasının hükümlüye acı ve ıstırap verdiğini, kiĢiyi toplumdan uzaklaĢtırdığını ve ailesini yoksulluğa mahkum ettiğini göstermektedir (Bilgiç, 2012: 102). Ceza infaz kurumları, özellikle ilk defa suç iĢlemiĢ ve kısa süreli hapis cezasına karar verilmiĢ hükümlülerin cezaevinde kalma süresinin kısa ve cezaevinde ıslah programlarının uygulanmasına elveriĢli olmadığı, hükümlünün sosyal iliĢkilerinden, ailesinden, iĢ çevresinden kopartılarak maddi ve manevi yönden zayıfladığı savunulmaktadır. Cezaevine giren hükümlü damgalanmakta, cezaevinde farklı ve çeĢitli suç teĢkil eden fiil içerisinde bulunan kiĢilerle iliĢkilerini geliĢtirmekte ve ceza infaz kurumu öncesinde sosyal iliĢkiler içerisinde olmayan bu hükümlüleri normalleĢtirmekte ve aynı zamanda ceza infaz kurumu geçmiĢi olması nedeni ile toplumun güvenini yitirmekte, infaz sonrası yeniden topluma kabulünde ve iĢ bulmasında güçlüklerle karĢılaĢmaktadır (Bilgiç, 2012). Bu düĢünce temelinde denetimli serbestlik sisteminin önemi noktasında Yücel (1986:240)‘nin de belirttiği gibi denetimli serbestlik; suçluların toplumda gözetimini, sosyal yardım yöntemlerinin uygulanmasını, suçlunun sorunlarının olumlu bir biçimde çözümlenmesini, Ģahsın çevresine uyumunu sağlamayı ve suçluyu, sosyal ve hukuksal sorumluluklarını yerine getirmeye yöneltmeyi kapsamaktadır (Yücel,1986: 240). Hüküm giyen kiĢilerin etiketlenmesinin önemli sonuçları olmaktadır. Etiketlenen kiĢi endiĢeli ve güvensizlik içerisinde olmakta ve etiketin içerdiği anlamda bir kiĢi olmaya yönelmektedir. Hükümlüde bu psikolojik hal, diğerlerinin düĢünce ve tutumları ile pekiĢtirilmektedir. KiĢi bir kere suçlu olarak etiketlenince, çevresi tarafından kiĢi o gözle görülmekte ve kiĢinin davranıĢları da sonuç olarak etkilenmektedir. ÇeĢitli gruplarda bu tür etiketleme sürecine katılmaktadır. Polis, jandarma, hakim, tanıklar ve halk (Yücel, 1986: 24). Denetimli serbestlik sisteminin içerisinde yer alan rehabilitasyon süreci kiĢilerin etiketlenme süreçlerinin önüne geçilmesinin en önemli aracıdır. Öte yandan, denetim kararına tabi olan kiĢi, sadece nefes alıp veren ve düĢünen bir kiĢi değildir, aynı zamanda yaĢadığı topluma anlam kazandıracak uyum sağlayıcı araçları icat etmesini sağlayan bütün bir iĢlem, yöntem ve etkinlikler topluluğunun bilgisine sahip kiĢiler olarak ele alınır (Coulon, 2010). Ceza infaz kurumuna girmeyen ve denetimli serbestlik sistemine dahil edilen suçlu, sosyal çevresinden, toplumsal hayattan kopmamaktadır. Sosyal çevresi ve toplum tarafından sabıkalı olarak damgalanmayan ya da etiketlenmeyen suçlunun, toplumda pozitif iliĢkiler içinde yer almasını ve denetimli serbestlik sistemi ile birlikte toplum içerisinde daha kolay kontrol edilmesi sağlanır. Ayrıca ceza infaz kurumuna girmeyen ve denetimli serbestlik sisteminden faydalanan hükümlülerin sosyal bağlarının devamı sağlanarak aile parçalanmalarının da önüne geçilmektedir. Bu aĢamada suçlunun, normal hayat akıĢını mümkün olduğu kadar bozmayan, ıslah edilmesinin söz konusu olduğu denetimli serbestlik sisteminde hükümlü normal çalıĢma hayatına devam edebilmesi sağlanır (Nursal ve Ataç, 2006). Denetimli serbestlik sistemindeki yükümlülüklerden biri olan ―Eğitime devam etme yükümlülüğü‖ ; gerek ceza infaz kurumundan Ģartlı salıverilen gerek ise mahkemelerce özellikle 18 yaĢın altındaki suça sürüklenen çocuklar hakkında verilen eğitime devam etme yükümlülüğü örgün ve yaygın eğitim ile diğer kurs ve mesleki eğitim programları hükümlünün ihtiyacı doğrultusunda iĢbirliği içerisinde belirlenerek denetimli serbestlik tedbiri alan kiĢilerin hem eğitimine hem de mesleki yeterliliğinin geliĢtirilmesine yönelik bu çalıĢmalar gerçekleĢtirilir. Böylece kendi ihtiyaçlarını karĢılamanın yanında, ailesinin geçimini sağlayabilmekte ve aynı zamanda toplumda, hem üretici hem de tüketici olarak yer alabilmektedir. Denetimli serbestlik sisteminin bir infaz boyutu olduğu kadar aynı zamanda ve esas olarak birer rehabilitasyon niteliği de taĢımaktadır. Bu yönü ile ilgili mahkemelerce haklarında denetimli serbestlik kararı verilen hükümlüler ile ceza infaz kurumunda bulunan ve ceza süresi bir yıldan aĢağı düĢen cinsel taciz, basit yaralama, hırsızlık, çeĢitli Ģiddet suçları, uyuĢturucu suçları ve benzeri gibi hukukun sınırlarını çizdiği suç teĢkil eden fiil içerisinde bulunan hükümlülere, ilgili infaz hâkimliklerince haklarında denetimli serbestlik kararları verilen hükümlülere iyileĢtirme çalıĢmaları sürdürülmektedir. ― Her durumda, özellikle en güç koĢullarda, hiç kimse tohum atılır atılmaz ürünün hemen devĢirilmesini beklememelidir. Tam tersine, onların gün be gün olgunlaĢmaları için, bir bekleme dönemi zorunludur.‖ Bacon‘un bu sözünden yola çıkarak, geçmiĢi eski olmayan, yedi yıllık bir süreci kapsayan ve olgunlaĢma sürecine giren denetimli serbestlik sisteminin kuruluĢundan itibaren 260 baktığımızda; uygulayıcı konumunda iken, yani salt ilgili mahkeme kararlarına bağlı olarak hareket ederken yeni yönetmelik ile, özellikle koĢullu salıverilmesine bir yıl kalan hükümlülere yönelik hangi programları uygulayacağına Denetimli Serbestlik Uzmanı tarafından verilmesi önemlidir. Çünkü karar verici yargıcın aksine, denetimli serbestlik kurumunda çalıĢanlar, hükümlü ile birebir iletiĢim içerisindedir. Hükümlü ile kurulan birebir iliĢki ve iletiĢim de ―onların durumları nasıl gördükleri, betimledikleri ve bir durum tanımını ortak nasıl geliĢtirdiklerini anlamaya çalıĢma (Coulon, 2010: 20)‖ fırsatı içerisinde kiĢiye özel eğitim ve iyileĢtirme çalıĢmaları yapar. Denetimli serbestlik sisteminde hükümlülerin topluma kazandırılmasına yönelik iyileĢtirme çalıĢmalarını meslek elemanları olarak Denetimli Serbestlik Uzmanları yerine getirmektedir. Bu uzmanlar; sosyolog, psikolog, sosyal çalıĢmacı ve öğretmenlerden oluĢan meslek elemanlarıdır. Denetimli serbestlik ( Probation) ceza mahkemelerinde görülen bir hizmet olup; suçluluğun saptanan sanık hakkında psiko-sosyal bir anket yapılmasını ve bu müesseseden yararlandırıldığında hükümlünün toplumda gözetimi ile tabi olacağı hürriyet rejiminin koĢullarını içermektedir (Yücel,1986: 240). Denetimli serbestlik sistemine dahil olan ve infaz süresince yürütülen rehabilitasyon çalıĢmaları; farklı alanlarda birçok kurumun katılımıyla gerçekleĢen uzun bir süreci de ifade etmektedir. Suç iĢleme nedenlerinin farklı olması, suç iĢleyen kiĢilerin psikolojik, yaĢ ve sosyolojik özelliklere sahip olması rehabilitasyon çalıĢmalarında da çeĢitliliği gerektirmektedir (Bilgiç, 2012: 116). Denetimli serbestlik sisteminde denetim kararı verilmiĢ yükümlünün ilgili müdürlüklere baĢvurusunun ardından 05.03.2013 Tarihli Denetimli Serbestlik Hizmetleri Yönetmeliği Madde 15 belirttiği gibi: Yükümlülerin risk ve ihtiyaçlarının belirlenmesi, risk ve ihtiyaçlarına uygun olarak toplum içinde denetim ve takibi ile iyileĢtirilmesine yönelik yapılacak çalıĢmaların planlanması, değerlendirme ve planlama bürosunca yapılır.‖ ibaresine istinaden her hükümlü için risk ve ihtiyaç belirlenmesinde ilk olarak AraĢtırma ve Değerlendirme Formu (ARDEF) düzenlenir. Bu noktadan hareketle rehabilitasyon ya da iyileĢtirme süreçlerinin temelini ise, AraĢtırma ve Değerlendirme Formu (ARDEF) oluĢturur. Bu form, yaklaĢık 200 sorudan oluĢan ―öz- itiraf‖ niteliği taĢıyan, hükümlünün risk durumunu ortaya çıkarmayı amaçlayan ve suç tekrarının, zarar verme risklerinin en aza indirilerek topluma kazandırılması amacıyla kiĢinin ihtiyaç duyduğu hizmet ve rehabilitasyon çalıĢmalarının yönünü her hükümlü için ayrı ayrı belirler. AraĢtırma ve Değerlendirme Formu (ARDEF), hükümlünün psiko-sosyal, sosyo-kültürel, sosyoekonomik açılardan değerlendirilerek hükümlünün tekrar suç teĢkil eden davranıĢlara etki olabilecek faktörlerin ortaya çıkarılmasında Denetimli Serbestlik Uzmanına yol haritası çıkarmaktadır. AraĢtırma ve Değerlendirme Formu (ARDEF) sonucuna göre hükümlülere eğitim ve iyileĢtirme faaliyetlerini kapsayacak bir denetim planı hazırlanarak; bireysel görüĢmelerle destelenerek Denetimli Serbestlik Uzmanı tarafından uygun görülen hükümlülere yönelik grup çalıĢmaları da yapılmaktadır. Hükümlülerin ihtiyaç ve risk değerlendirmesi dikkate alınarak Denetimli Serbestlik Uzmanlarınca uygun görülen grup çalıĢmaları; öfke kontrolü, aile eğitimi, sağlık, hukuk, alkol, uyuĢturucu ve uyarıcı maddenin kötüye kullanımına yönelik farkındalığı geliĢtirici çalıĢmalardır. Aynı zamanda Denetimli Serbestlik Uzmanlarınca belirlenen hükümlülere yönelik; boĢ zamanlarını değerlendirmeleri, mesleki yeterliliğin kazandırılmasına yönelik sivil toplum kuruluĢlarının iĢ birliği dahilinde de eğitim ve iyileĢtirme çalıĢmaları yapılmaktadır. Sosyal kontrol kavramı bir taraftan kiĢinin öz-kontrol kazandığı sosyalleĢme sürecini kapsarken diğer taraftan da sosyal yaptırımların, uyma davranıĢına karĢı gösterilen ödüller ile sapma davranıĢına karĢı gösterilen cezalandırmaların uygulanmasıyla kiĢinin davranıĢları üzerinde dıĢarıdan sağlanan kontrolü içermektedir. Sosyal kontrol kuramının varsayımlarına bakıldığında, kuramın insan davranıĢının denetimi ve bu denetimle ilintili olan kurumsal süreç ve unsurlar üzerinde odaklandığı görülmektedir. Diğer bir anlatımla, sosyal kontrol kuramı suçluluğu açıklarken; bireylerin toplumdaki değer, norm ve kurumlara olan bağlılığını ve bu bağlılıkla oluĢan sosyal denetim olgusunu temel almaktadır. Birey veya toplum üzerinde söz konusu sosyal denetimin baĢarısızlığı veya yetersizliği, bu kuram açısından suçluluğun önemli bir nedeni olarak görülmektedir. Bu nedenle, ―sosyalleĢme‖ ve ―uyum‖, kontrol 261 kuramının iki önemli kavramını oluĢturmaktadır. Hirschi, bireyin topluma olan bağlılığını dört unsur üzerinden analiz etmektedir. 1. bağlılık (attachment), 2. taahhüt (commitment), 3. katılma (involvement), 4. inanç (belief). Buna göre; (1) yeterli düzeyde bağlılığın olmaması (özellikle ebeveyn ve okula), (2) yetersiz düzeydeki taahhüt, özellikle eğitimsel ve mesleksel baĢarı, (3) izcilik ve sportif oluĢumlar gibi geleneksel aktivitelere yetersiz katılma ve (4) özellikle ahlak ve hukuka olan inancın yetersizliği, suçlulukta etkili etmenlerdir (Kızmaz, 2005: 165). “ Toplumun yararlarının, toplumun bütün üyeleri tarafından paylaĢılması gerek (Beccaria, 2004: 21)‖ sözündeki felsefeden hareketle denetimli serbestlik sisteminde yürütülen programlardan biri olan Koruma Kurulu ÇalıĢmalarında da ceza infaz kurumundan tahliye olan hükümlülere aileleri ve sosyal çevreleriyle oluĢabilecek psiko-sosyal sorunların çözümüne yardımcı olmak, hükümlülerin meslek veya sanat edinmelerinde, kiĢinin uygun bir iĢe yerleĢtirilmesinde veya kiĢinin bilgi ve becerileri doğrultusunda kendi iĢini kurmasına yönelik iĢ edindirmede ve meslek kazandırma projeleriyle birlikte meslek kursları programlarıyla salıverilen hükümlülerin topluma uyum problemlerini aĢmaları konusunda hükümlüye destek verilir. Hükümlünün topluma kazandırılması ve tekrar suç iĢlemesine engel olmak amacıyla gerçekleĢtirilecek sosyo-ekonomik ve psiko-sosyal çalıĢmalar diğer kurum ve kuruluĢlar ile iĢbirliği içinde de sürdürülür. Aynı zamanda, denetimli serbestlik sisteminde hükümlülere yönelik infaz ve rehabilitasyon programlarına sosyal kontrol teorisi açısından da bakıldığında; bir infaz yöntemi olan ücretsiz kamuya yararlı bir iĢte çalıĢma programının amacı hükümlünün topluma kazandırılması sürecinde toplumun da veya diğer kurum ve kuruluĢların da bu sürece dahil edildiği bir süreçtir. Denetimli serbestlik sistemindeki rehabilitasyon süreçlerine dahil edilen suç teĢkil eden fiil içerisine giren kiĢilere yönelik yapılan iyileĢtirme çalıĢmaları; kiĢilerin risk durumuna göre verilen belirlenen bölgelere baĢvurma, belirli bölgelere gidememe, bireysel görüĢme, belirlenen programlara katılma, eğitime devam etme, ücretsiz kamuya yararlı bir iĢte çalıĢma, konutta infaz vb. yükümlülükler doğrultusunda; mağdura, ailesine ve topluma verdiği zararların farkındalığının kazandırılması; öz-kontrol duygusunun geliĢtirilmesi; kendisine, ailesine, sosyal çevresine, mağdura ve topluma yönelik sorumluluk bilincinin arttırılması; kiĢinin toplumda etiketlenmeden, kamusal seremoninin içerisine dahil edilmeden, toplum içerisindeki rollerinin (anne-baba-evlat-vatandaĢ vb.) devamının sağlanmasına yardımcı olmada; sosyal bağlarının güçlendirilmesinde kamu düzeninin sağlanmasını temel alan infaz sistemini (eğitim ve iyileĢtirme) kapsamaktadır. Yukarıda anlatılan tüm süreçler göz önünde bulundurularak, Sosyoloji Biliminin denetimli serbestlik sistemini bir çalıĢma alanı olarak ele alması gerekir, çünkü sosyoloji; toplumun tümünü inceler ve her Ģeyi toplumun tümü içinde, toplumun tümüyle iliĢkileri ile inceler. Tanımı geliĢtirdiğimizde, diyebiliriz ki, sosyoloji, toplumu ve yapısını, toplumsal süreçleri, toplumsal evrimin yasalarını ve güçlerini, fikir ve dünya görüĢlerinin çatıĢmasını, toplumda insan iradesini vb. inceler (Ergün, 1982:15). Denetimli serbestlik içerisine dahil olan ve toplum içerisindeki gündelik iliĢkilerde, mekanlarda yer alan bu kiĢilerin; davranıĢlarını, edindikleri rollerini, sosyal bağlarını nasıl kurduklarını, toplumsal iliĢkilerini, suç, ceza ve toplumsal düzene bakıĢ açılarını, sapma süreçlerini, gündelik hayatlarında kullandıkları dilleri ve birlikte yaĢamalarını, kültürel değerleri ve inançlarını, toplumsal iliĢkilerini- ister çatıĢma ister uyum içinde- düzenlemelerini sağlayan metotları araĢtırma, birebir inceleme ve gözlemleme fırsatı bulur (Coulon, 2010). YaĢadığımız bu toplumda, suç olgusunun sabit ve dinamik bir sosyal olgu olduğunu kabul dahilinde, toplumsal olgu da sabit bir nesne değildir, aksine bilgiler ve becerileri, prosedürler ve davranıĢ kurallarını, özetle, sıradan/gündelik metodolojiyi kullanan insanların süregelen etkinlikleri sayesinde üretilir; sosyologun da gerçek görevi bunu analiz etmektir (Coulon, 2010:23). Denetimli serbestlik kurumunda çalıĢma alanına sahip sosyologların ve diğer meslek elemanlarının; toplumsal olguların nesnel gerçekliğinin sosyolojinin temel ilkesi olduğunu vurgulayan Durkheimcı yorumlarının aksine, toplumsal olguların nesnel gerçekliği gündelik hayattaki müĢterek etkinliklerin süregelen bir icrası olarak alınır, bu icranın üyeler tarafından bilinen, kullanılan ve doğruluğu sorgulanmayan sıradan, ustaca yollarını sosyoloji yapan üyeler için, temel bir fenomen olduğu kabul edilir ve bu bir araĢtırma politikası olarak benimsenirse akademik alandaki çalıĢmaların yeterli olmadığı Denetimli Serbestlik sisteminin çalıĢmalarına bilimsel katkıların sağlanması gerekir 262 (Coulon,2010: 22-23). Bu noktadan baktığımızda toplumsal bir olgu olan suç ve suçla mücadele konusunda yapılan çalıĢmalarda denetimli serbestlik kurumunda çalıĢan meslek elemanları kadar suça dahil kiĢilerle doğrudan iliĢki içerisinde olmaktadır. Aynı zamanda denetimli serbestlik kurumunda çalıĢan sosyologlar; suç iĢleyen bireylerin kendi davranıĢlarını nasıl algıladıklarına, suç ve cezaya yönelik tutumlarını ve adalet anlayıĢlarını öğrenmede, sosyal bağları nasıl kurduklarını ve geliĢtirdiklerini, aile iliĢkilerini ve suçlu davranıĢlarda bulunmayı neden bir çözüm yolu olarak gördüklerini inceleme de rehabilitasyon süreçleri içerisinde birebir ve karĢılıklı iliĢki sağlama fırsatı bulur. Bu nedenler göz önünde bulundurularak üniversitelerin sosyoloji bölümlerinde gerek lisans gerekse lisansüstü ve doktora bölümlerinde ―denetimli serbestlik sistemi‖ ne dair programlara ağırlık verilmesi, bu alanda akademik çalıĢmalara önem verilmesi gerekmektedir. KAYNAKÇA Bahar, H. Ġ.(2009).Sosyoloji. Ankara: Usak Yayınları, 3. Baskı. Beccaria, C.(2004).Suçlar ve Cezalar Hakkında. Sami Selçuk (Çev.), Yayınları, 1. Baskı. Ankara: Ġmge Kitapevi Bilgiç, ġ.(2012).Hapsedilme, İyileştirme ve Yeniden Suç İşleme. Ankara: Vadi Yayınları, 1. Baskı Coulon, A.(2010).Etnometodoloji. Ümit Tatlıcan (Çev.), Ġstanbul: Küre Yayınları, 1. Baskı DemirbaĢ, T.(2001).Kriminoloji. Ankara: Seçkin Yayıncılık, 1. Baskı. Erbas, C.(1996). ―Tarihi GeliĢim Ġçinde Gözetimle Erteleme ve Fransa‘daki Uygulaması ile Konuya ĠliĢkin Türk Ceza Kanunu Öntasarı Metinleri, 11. Yargıtay Dergisi, C.22 (18), s.25. Ergun, D.(1982).Sosyoloji ve Tarih. Ġstanbul: Der Yayınları, 2. Baskı. Kale, M.(2009).‘‘Türkiye‘de Denetimli Serbestlik Sitemi Yüksek Lisans Tezi‘‘. Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sivas. Cumhuriyet Kamer, V. K.(2007).Denetimli Serbestlik Kararlarının İnfazı. Ankara: Adalet. KarakaĢ Doğan, F.(2010).Cezanın Amacı ve Hapis Cezası. Ġstanbul: Legal Yayıncılık, 1. Baskı. Kızmaz, Z.(2005). ―Sosyolojik Suç Kuramlarının Suç Olgusunu Açıklama Potansiyelleri Üzerine Bir Değerlendirme‖, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık, Cilt: 29, No: 2, s.149-174. Nursal, N., Ataç,S.(2006).Denetimli Serbestlik ve Yardım Sistemi. Ankara: Yetkin Yayınları Önder, A.(1963).Ceza Hukukunda Tecil ve Benzeri Müesseseler. Ġstanbul: Ġstanbul Üniversitesi Yayınları Yavuz, H. A.(2012). ―Denetimli Serbestliğin Türk Ceza Adalet Sistemindeki Tarihsel GeliĢim Süreci‖, Sayı. 100, s. 317-342. Yücel, M. T. (1986).Kriminoloji “ Suç ve Ceza”. Ankara: Adalet TeĢkilatını Güçlendirme Vakfı Yayını. 263 A11 OTURUMU: AĠLE 264 EVLĠLĠK DIġI BĠRLĠKTE YAġAMA ÇĠFTLERĠ EVLĠLĠĞE HAZIRLAR MI? NurĢen ADAK1 ÖZET Hızla değiĢen dünyada bu değiĢimlerden aile kurumu da payını almakta ve aile kurumuyla ilgili yeni toplumsal yapılanmalar ortaya çıkmaktadır. Bu yapılanmalardan birisi de Avrupa ve Amerika‘da giderek artan evlilik dıĢı birlikte yaĢamadır. Evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya iliĢkin toplumlar arası kültürel farklılıklar olmasına karĢın birlikte yaĢamanın nedenleri ve sonuçları gibi bazı noktalarda da toplumsal kesiĢmeler gözlenmektedir. EĢlere verilen vaatlerin azlığı ve sağladığı görece özgürlüklere rağmen muğlâk görünümüyle çözülmeye daha müsait olan birlikte yaĢama Türkiye‘nin büyük kentlerinde nadir gözlenen bir olgudur. Bu bildiride evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamadığı sorusuna yanıt aranmaktadır. ÇalıĢmada aile ve evlilik kurumu üzerinden toplumun yeniden üretilmesini sağlamada geleceğin eĢ adayları olarak Akdeniz Üniversitesi son sınıf öğrencileriyle yapılacak saha çalıĢmasından elde edilecek veriler kullanılmaktadır. ―Derinlemesine görüĢme tekniği‖ ile üniversiteye devam eden gençlerin evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı nasıl anlamlandırdıkları, evliliğe alternatif mi yoksa evliliğe hazırlık olarak mı gördükleri ve evlilik dıĢı birlikte yaĢayanlara bakıĢ açıları değerlendirilmektedir. Üç bölümden oluĢan bildirinin kavramsal çerçevesinin yer alacağı ilk kısımda birlikte yaĢama kavramı tanımlanarak farklı ülkelerin birlikte yaĢama tecrübeleri irdelenecektir. Daha sonra derinlemesine görüĢmelerden elde edilen veriler tartıĢılarak, bildiri değerlendirme ve sonuç bölümüyle tamamlanacaktır. Anahtar Kelimeler: Aile, evlilik, birlikte yaşama ABSTRACT In a rapidly changing world, the institution of family also receives a share from that change and new social constructions appear. One of these constructions is the cohabitation increasing in Europe and America. Although there are cultural differences through societies with regards to cohabitation, some social coincidences about the reasons and results of cohabitation are observed. Cohabitation which seems to break up more easily with its obscure appearance is a rarely seen phenomenon in big cities of Turkey despite the lack of promises given to couples and the freedom it provides. In this paper, the question as to whether cohabitation prepares couples for marriage is searched for an answer. The data gathered from the final year students of Akdeniz University as the future candidates for marriage who will help the society reconstruct itself through the institutions of family and marriage is used. With in-depth interview technique, the issues such as how young people at universities perceive cohabitation, whether they see it as an alternative to or a preparation for marriage and their views towards the people cohabiting are analyzed. In the first part of a three part study, the worldwide experiences of cohabiting are explored thereby defining the conception of cohabiting. Afterwards, the data gathered from in-depth interviews are discussed and the study finishes with evaluation and the conclusion parts. Keywords: Family, marriage, cohabitation GĠRĠġ Hızlı değiĢim ve dönüĢümlerin yaĢandığı günümüz toplumlarında bu değiĢim ve dönüĢümlerden aile kurumu da etkilenmekte ailenin büyüklüğü ve yapısı değiĢtiği gibi ailenin bileĢimi ve aile içi 1 Prof. Dr., Akdeniz Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected] 265 iliĢkiler de değiĢmektedir. Aileler daha az kiĢiden oluĢmakta, geleneksel geniĢ aileden daha ziyade çekirdek aile görülmekte, tek ebeveynli aile ve tamamlanmamıĢ ailelerde önemli artıĢlar ortaya çıkarak evlenmeden önce birlikte yaĢama bazı toplumlarda neredeyse kural haline gelmektedir. Teknolojik geliĢmeler ve küreselleĢme, bu değiĢimlerin farklı toplumlara yayılması ve görünür hale gelmesinde önemli katkılar sunmaktadır. Birlikte yaĢama evliliğe dönüĢsün ya da dönüĢmesin 1960‘lardan itibaren dünyanın belli bölgelerinde görünür olan ve yaygınlık kazanmaya baĢlayan bir sosyal olgudur. Her sosyal olguda olduğu gibi birlikte yaĢamanın da ortaya çıkıĢı, geliĢimi, yaygınlığı ve görünümü toplumdan topluma farklılık göstermektedir (Adak, 2012: 224).2 Türkiye‘de yaygın olarak görülmeyen evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya iliĢkin çok fazla akademik ilgi bulunmamaktadır. Birlikte yaĢamaya iliĢkin istatistiki bilgiler olmamakla beraber özellikle büyük kentlerde ve üniversite öğrencileri arasında bu olguya yavaĢ yavaĢ rastlanmaktadır. Bu nedenle bu çalıĢma konuya akademik ilgiyi çekmek, aile ve evlilik kurumunun geleceğine iliĢkin öngörülerde bulunabilmek açısından önem taĢımaktadır. Bu bildiride evlilik dıĢı birlikte (cohabitation) yaĢama olgusu üniversite son sınıf öğrencilerin gözünden irdelenmektedir. KAVRAMSAL ÇERÇEVE Son yıllarda aile ve evlilik kurumu ile ilgili önemli değiĢimlerden birisi evlilik dıĢı birlikte yaĢama olgusudur. Birlikte yaĢama aile ve evlilik kurumunda olduğu gibi çiftlerin çevresindeki aile ve arkadaĢ çevreleri tarafından ve resmi kurumlar tarafından kabul edilip onaylanmadıkları için tamamlanmamış kurumdur. Evlilik dıĢı birlikler ne kadar yaygın olurlarsa olsunlar resmi yasalar veya güçlü rızaya dayalı normlar tarafından yönetilmezler. Her toplumun içsel ve dıĢsal dinamiklerine bağlı olarak birlikte yaĢamanın yayılımı, yaygınlığı ve algılanması da değiĢmekte, toplumlar aile, evlilik ve birlikte yaĢamayı bu dinamikler çerçevesinde değerlendirmektedir (Nock, 1995: 74). Örneğin Ġsveç‘te birlikte yaĢama Amerika‘dan daha fazla kalıcı olma eğilimindedir ve bu birliklerde çocuk büyütme daha yaygındır (Rindfuss ve VandenHeuve, 1990:704). Kuzey Avrupa ve Amerika‘da da genellikle kabul görmekteyken bazı geleneksel toplumlarda hoĢ karĢılanmayan ve aile evlilik kurumunu tehdit eden ahlak dıĢı bir durum olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca aile üyeleri arasındaki iliĢkilerin daha güçlü olduğu toplumlarda da ebeveynlere iliĢkin güçlü değerler yüzünden evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya da karĢı çıkılmaktadır (Nazio, 2008: 73). BirleĢik Devletler‘de evlilik dıĢı birlikte yaĢama evliliğe bir alternatif olmaktan ziyade evliliğe geçiĢin bir aĢaması olarak görülmektedir. Evlenme niyetinde olan çiftler evlenme kararıyla birlikte evleninceye kadar aynı evde yaĢama kararı da alabilirler ve böylece birlikte yaĢama evliliğe hazırlanma süreci olarak düĢünülebilir. Ancak Lichter vd. (2006) geçmiĢ yıllardan farklı olarak birlikte yaĢama birliklerinin evlilikle sonuçlanmak yerine çözüldüklerini belirtmektedirler. Hatta günümüzde birlikte yaĢama ve ardından evliliğin gerçekleĢmesi yerine ardı ardına birlikte yaĢamanın (serial cohabitation) özellikle deavantajlı gruplarda artmaya baĢladığına dikkat çekilmektedir (Lichter vd. 2010: 754). AraĢtırmacılar birlikte yaĢamayı resmi evliliğe motive edebilecek, büyük bir kararlılık ve istikrar, evlenme isteği, ailesel baskılar ve normatif beklentiler gibi birçok faktörün varlığına iĢaret etmektedirler ( Brown, 2004:4). Matysiak (2009: 217) ise birlikte yaĢamanın Batı ve Kuzey ülkelerinde yayılımını daha detaylı bir Ģekilde dört aĢamaya ayırmakta ve bu aĢamaları Ģu Ģekilde özetlemektedir: Birinci aşamada birlikte yaĢama nadirdir ve toplumun sıra dıĢı gruplarına özgüdür. Zaman içinde daha popüler hale gelir ve farklı sosyal tabakalardan kiĢiler birlikte yaĢamayı benimser. Yine de birlikte yaĢamanın yayılımın ikinci aşamasında bireyler hala kısa süre birlikte yaĢarlar ve akabinde evlenirler. Zaman içinde birlikte yaĢama evliliğin yerine almaya baĢlar: daha uzun devam eder bu artık üçüncü aĢamadır. Son olarak dördüncü aĢamaya geçiĢ süreci tamamlandığında evlilik ve birlikte yaĢama ayırt edilemez hale gelir. ġüphesiz birlikte yaĢamanın toplumda yaygın bir iliĢki formu haline geliĢine iliĢkin bu aĢamaların genellenebilir evrensel bir niteliğe sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. 2 Bildirinin kavramsal çerçevesinde geniĢ ölçüde NurĢen Adak‘ın (2012) DeğiĢen Toplumda DeğiĢen Aile kitabı içinde yer alan ―Evlilik mi? Birlikte YaĢama mı?‖, yazısından faydalanılmıĢtır. 266 Literatürde birlikte yaĢama en yaygın olarak evliliğin habercisi, flörtün ileri aĢaması, bekârlığa alternatif ve evliliğe alternatif olarak tanımlanmaktadır (Schimmele ve Wu , 2011: 24). Rindfuss ve VandenHeuve (1990: 705) evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı kur yapmanın çağdaĢ uzantısı olarak tanımlamaktadırlar. Ancak birlikte yaĢamayı tanımlamak bu kadar basit değildir. Birlikte yaĢamanın karmaĢık ve anlaĢılması güç olan yapısı, toplumdan topluma değiĢen anlam ve görünümü onun sınırları ve çerçevesini çizmeyi güçleĢtirmektedir. Firestone (1979: 269) birlikte yaĢamayı aĢağıdaki Ģekilde tanımlamaktadır: Birlikte yaşama önceleri yalnız bohem ya da aydın çevrelerinde görülen, şimdi- özellikle büyük kentte yaşayan gençler arasında- gittikçe yaygınlaşan “birlikte yaşama” geniş bir toplumsal uygulamaya dönüşmektedir. “Birlikte yaşama” hangi cinsten olursa olsun iki ya da daha çok eşin, süresi ilişkinin iç dinamiklerine göre değişen yasal olmayan cinsel/arkadaşlık anlaşmasının esnek toplumsal biçimidir. Bu eşlerin anlaşmaları kendi aralarındadır; toplum buna hiç karışmaz, çünkü anlaşmada üremenin de üretimin de – bir eşin ekonomik bakımdan ötekine bağlılığının da- yeri yoktur. Bu esnek birlikte yaşama biçimi birçok insanın yaşamının büyük bir kesiminde seçeceği standart bir birim olarak yaygınlaştırılabilir. Bu tanımda evlilik dıĢı birlikte yaĢamanın daha çok gençlerde ve kentsel bölgelerde görülen bir olgu ve toplumdan ziyade eĢler arası bir anlaĢma olduğuna vurgu yapılmaktadır. Bu çalıĢmada evlilik dıĢı birlikte yaĢama, toplumsal ve yasal açıdan evliliğin gerçekleĢmemiĢ olmasına karĢın, ortak bir yaĢam alanının, evin sorumluluğunun paylaĢıldığı ve aralarında cinsel bir yakınlığın var olduğu bir birliktelik olarak ele alınmaktadır. ARAġTIRMA METODU VE VERĠLER ÇalıĢmada aile ve evlilik kurumu üzerinden toplumun yeniden üretilmesini sağlamada geleceğin eĢ adayları olarak Akdeniz Üniversitesi son sınıf öğrencileriyle yapılan saha çalıĢmasından elde edilen veriler kullanılmıĢtır. ―Derinlemesine görüĢme tekniği‖ ile üniversiteye devam eden gençlerin evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı nasıl anlamlandırdıkları, evliliğe alternatif mi yoksa evliliğe hazırlık olarak mı gördükleri ve evlilik dıĢı birlikte yaĢayanlara bakıĢ açıları değerlendirilmiĢtir. Mayıs 2013‘te farklı fakültelerde okuyan ve farklı sosyo-ekonomik düzeye sahip yedi erkek yedi kadın toplam on dört son sınıf öğrenciyle derinlemesine görüĢme gerçekleĢtirilmiĢtir. GeniĢ bir coğrafyaya sahip olan Türkiye‘de aile ve evlilik kurumuna iliĢkin kültürel değer ve normlar da çeĢitlilik göstermektedir. Bu kültürel zenginliği yakalayabilmek açısından değiĢik bölgelerden gelen öğrencilerle görüĢme yapmaya dikkat edilmiĢtir. Toplanan veriler aĢağıdaki temalar çerçevesinde değerlendirilmiĢtir:  Gençlerin evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı nasıl anlamlandırdıkları  Evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı evliliğe alternatif mi yoksa evliliğe hazırlık olarak mı gördükleri.  Evlilik dıĢı birlikte yaĢayanlara bakıĢ açıları. Evlilik DıĢı Birlikte YaĢamanın Tanımlanması Öğrencilerin çoğunluğu, birlikte yaĢamayı evlilik ile kıyaslayarak tanımlamaya çalıĢmıĢ ve evlilikten en önemli farkının evliliğin resmi olarak onaylanmıĢ olması olduğunu belirtmiĢtir. Bazıları imam nikahlıları da evlilik kurumu içinde kabul etmekle beraber birkaç görüĢmeci aĢağıda verilen örnekte olduğu imam nikahıyla yaĢamayı da birlikte yaĢama olarak ele almıĢtır. Evlilik dıĢı birlikte yaĢama bir öğrenci tarafından vaat ve sorumluluklar açısından evlilik kurumu ile kıyaslanarak evliliği göze alamayanların tercihi olarak yorumlanmıĢtır. …Bence yani evlilik olarak resmi nikahsız evliliklerde bence evlilik dışı birlikte yaşamaktır. Yani ben onları da tam olarak kanuni olarak şey olmadıkları için evlilik dışı birlikte yaşama olarak görüyorum. Eşlerin böyle nişanlıyken veya sevgili olarak ta aynı evde yaşamalarını da birlikte yaşama olarak görüyorum. Yani o açıkçası resmi nikahsız da yok imam nikahı ile evliyiz falan filan çünkü o da zaten her 267 halukarda adamın bi yükümlülüğü yok ki alır başını gider kadın içinde aynı şey geçerli o zaman birlikte yaşamanın aynısı… (Edebiyat Fakültesi-Kadın) …İki insanın mesela her konuda beraber aynı evde kalmasıdır. Ya mesela aynı evde kalıyorlardır, kirayı beraber ödüyorlardır, alışverişi beraber yapıyorlardır ya da işte iş bölümü seklinde. İş bölümü şeklinde de olabilir. Mesela alışverişi biri yapar temizliği biri yapar ya da mesela şeydir daha az ziyade ya da sadece uyumak için aynı eve gidiyo da olabilirler. Ya da şöyledir bi mecburiyetten dolayı da olmuş olabilir. Ama benim kendi kişisel kanaatim bunu duyduğum zaman ilk aklıma gelen hani iki sevgilinin beraber yaşadığı, karı-koca gibi… (Hukuk Fakültesi- Kadın) …Bu evlilik dışı şey nikah dışı birliktelik bizim dinimiz karşıdır. Çünkü biz böyle bir toplumda yetişmişiz artı biz fazla dışarıya açılmadığımız için artı demokrasinin fazla gelişmediği bir ülkede bunların olması hoş görülmez bir yönden baktığımız için… (Eğitim Fakültesi- Erkek) Bence işte arada ufak bi imzanın olmadan yaşanmasıdır. Evlilik kurumundan bahsediyorum sonuçta insanların birbirini sevmesi demek küçük bi imzadan geçiyor anlamına gelmiyor. Bunu her zaman her zaman böyle düşünmüşümdür ben hani bizi bi arada tutan şey o küçük bir imza değildir. (Edebiyat Fakültesi – Erkek) ...Bana göre iki insanın herhangi bir şeye bağlı olmadan ne biliyim nikahtır resmi nikahtır ve yahut da işte dini nikahtır falan filan şeyi olmadan normal iki insanmış gibi birlikte yaşamalarıdır bana göre… (Ziraat Faültesi – Erkek) Eğitim ve Hukuk fakültelerinde okuyan iki erkek öğrenci ise evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı daha çok cinsel açıdan değerlendirmiĢ ve birlikte yaĢama cinsel serbestlik ve metres tutma olarak görülmüĢtür. Geleneksel bakıĢ çerçevesinde kadın görüĢmecilerin hiçbirisi evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı bu perspektifte ele almamıĢtır. …Evlilik işi şöyle yani biraz evliliğe de karşıyım ciddi ilişkilere de karşıyım yani şey rahat insan bir kişiyi arzuluyorsa onunla yatmalı bence bu şekilde inanıyorum bu şekilde yaşıyorum. Düzen biraz ne bileyim aslında birazda kaos yaratabilecek bi şey hani sürekli aynı şeyi yapmak sıkar… (Eğitim Fakültesi- Erkek) Farklı bakışlar var mesela kimisi sevgili amacıyla kimisi metres amacıyla yani, bunun yaklaşım tarzı… Bu farklılaşır insan arasında. Evlilik dışı birlikte yaşam daha çok bu bir metres yaşamı dediğimiz yani halk diliyle gayri meşru bir ilişki yaşamak gibi aklıma geliyor evlilik dışı ilişki. Bu cinsel amaçla hani direkt aklıma geliyor. (Hukuk Fakültesi- Erkek) Mühendislik fakültesinde okuyan bir kadın öğrenci ise evlilik dıĢı birlikte yaĢamayı evlilikle kıyaslamanın yanı sıra flört ve sevgili olmakla da kıyaslayarak ondan farklılığına dikkat çekmektedir. Bir nevi evlilik gibi hayatlarını sürdürüyorlar ama sadece bunu bir resmiyete dökmüyorlar. Hani bu bi flört gibi değil aslında bi sevgililik gibi değil onlarda bi hayatı paylaşıyor beraber ama daha çok bi resmiyete dökmüyorlar. Bu da herkesin kendi tercihi diye düşünüyorum yani. (Mühendislik Fakültesi – Kadın) Birlikte yaĢamanın tanımlanması evlilik, flört ve sevgili olmak gibi diğer çiftler arası iliĢkilere benzerlik ve farklılıkları çerçevesinde gerçekleĢmiĢ, toplumsal ve resmi bir tanınma dıĢında diğer özellikleriyle evliliğe daha benzer görülmüĢtür. Evlilik DıĢı Birlikte YaĢama ve Evliliğe Hazırlık BoĢanmaların arttığı pek çok günümüz toplumunda acaba evlilik öncesi birlikte yaĢama bir evlilik denemesi olarak evliliği güçlendirerek çiftleri evliliğe hazırlar mı sorusunu akla getirmektedir. GörüĢmecilerin konuya iliĢkin görüĢleri üç kategori oluĢturmuĢtur. Bir kısmı evlilik öncesi birlikte 268 yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayarak evliliği güçlendirdiğini belirtirken bir kısmı ise buna karĢı çıkarak çiftleri evliliğe hazırlamayacağını iddia etmiĢtir. Son grup görüĢmeci ise evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamamasının çiftlerin kiĢisel özelliklerine bağlı olduğunu ifade etmiĢlerdir. Birlikte yaĢamanın evliliğe hazırladığını düĢünen görüĢmecilerin düĢünceleri incelendiğinde aslında çocuk sahibi olmak dıĢında evlilik ile birlikte yaĢamak arasında önemli bir farkın olmadığı belirtilerek bu sürecin çiftlerin birbirini fiziksel, ruhsal ve cinsel açıdan daha yakından tanımalarına fırsat sağladığına vurgu yapılmaktadır. Ayrıca bu sürecin çiftleri evlendiklerinde üstlenecekleri eĢlikle ilgili rol ve sorumluluklara da hazırladığı bu nedenle de boĢanmaların azalmasına katkı sağlayacağı ifade edilmektedir. …Evliliğe bi ön aşama oluyor sadece Bunun sonucunda da daha iyi kararlar almamızı sağlıyor birbirimizi daha iyi tanıyarak Yani evliliğe de gitmeyebilir evliliğe de gidebilir… (Ziraat Fakültesi – Erkek) …İnsanlar hem fiziksel olarak birbirlerini tanıyorlar hem yaşam olarak birbirlerini tanıyorlar. Belki ben bu insanla yapamıycam diyo ya ben bunla ne bileyim o süreç bence insan için gerekli kesinlikle gerekli dışarı da gördüğün herkesle bir arada olan insanla evde ömrünü geçireceğin insanla kesinlikle bir olamaz…Evliliğe bir şekilde hazırlıyor hem bedenen hem sosyal hayat olarak hazırlıyor mesela erkeklerin hiç bilmediği şeyler oluyor ne bileyim pazara gitmek gibi ya da eş için bi kadın için bi şey almak gibi bunları öğreniyorlar erkek kadın içinde aynı şey geçerli bi kadın için zaten direk evlenmek çok şey bi şey yani özellikle hiç bi şey tanımayan hiç bi şey bilmeyen bi kadın için korkunç bi şey bence… (Edebiyat Fakültesi – Kadın) …Hazırlar kesinlikle. Hazırlar aslında bence o sosyal baskı olmasa hani evlilikle birlikte yaşama arasında hiçbir fark yok ama evlendikten sonra işte ya zaten birlikte yaşayanlar aynı şeyi yapıyorlar çocuk sahibi üniversitede çocuk sahibi olma konusuna şey değiller ama birlikte yemek yapma beraber alışveriş etme bulaşığıymış ya üniversite öğrencileri de zaten ellerinde ki parayı birlikte paylaşıyorlar. O ev için ne yapılacaksa kirasıymış harcamasıymış her şey birlikte aynı şekilde ilerliyo bi tek birlikte yaşamakta bence ayrı olan şey hani resmi nikahlı olmayanlardan ayrı çocuk konusuna sıcak bakmamaları. Evliliğin evlilikle işte birlikte yaşama arasında fark… (Edebiyat Fakültesi-Kadın) …Evet hazırlar inanıyorum ona birlikte yaşamak kısmen insan aslında evli gibisinizdir de yani ufak tefek pürüzleri bu da genelde etraftaki sesleri kısmak içindir yani evli… Çünkü bi insanı kısa sürede tanıyıp ta evlendiğin zaman bambaşka huyları oluyor yani size çok basit yalanlarda söyleyebilir 5-6 ay ama 3-4 yıllık 5 yıllık bi ilişkiniz varsa artık siz onu tanıyorsunuzdur. Siz artık bir bütünsünüzdür hemen hemen birbirinizin parçalarını o zamana kadar tamamlamışsınız ve tamamlamaya da devam ediyorsunuz. Ama kısa bir sürede yapılan evliliklerde kesinlikle bu olmuyo adam ya da kadın bambaşka kişilikmiş yani… (Edebiyat Fakültesi – Erkek) ...Bence belki de boşanma oranlarının düşeceğini düşünüyorum ben yani çünkü bi deneme sürecidir birlikte yaşamak. Evliliğin giderleri olur ya da gitmemesi gerekir çiftler bu şekilde karar verebilirler bi süre birlikte yaşadıktan sonra „evet biz oluruz, devam edebiliriz „ ya da „olmayız „ diye. Bence denemek gerekebilir… (Edebiyat Fakültesi-Kadın) Evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlamadığını ileri sürenler ise bu sürecin evliliğe hazırlamadığını çünkü eğer evliliğe hazırlıyor olsaydı evliliklerin azalma değil artma eğiliminde olması gerektiğini belirterek birlikte yaĢamanın evlilikten çok farklı olmadığını o nedenle çiftleri evliliğe yönlendirmediğini ifade etmiĢlerdir. Bu görüĢü paylaĢan bir erkek görüĢmeci eğer evlenecek olursa da daha önce birlikte yaĢamadığı birisiyle evlenmeyi tercih edeceğini belirtmiĢtir. …Hazırlamaz yani bana göre ters şu anda. Yani hazırladığını düşünmüyorum. Belki cinsel konularda hani bi erkeğin, kızın daha rahat hissedeceği bi şey . Bilmiyorum ama yani değil… Bence bu tarz böyle birlikte yaşamak, kız-erkek bir arada yaşamak o kadar mevcut ki ama evlilikler mesela azalıyo. Ne bilim sağlam değil artık mesela günümüzde ayrılma meselesi daha fazla. Ama eskiden olsa böyle miydi, değildi. Bence bu rahatlıktan kaynaklanıyo artık … 269 (Eğitim Fakültesi- Kadın) …Hazırlamaz yani birlikte olduğum herhangi bir kadınla bile evlenmeyi düşünmedim. Aslında daha çok şöyle bir şeyde o farklılık mesela yani eğer bir şey olacaksa daha önce yaşamadığım bi kişiyle daha çok tercih ederim… (Eğitim Fakültesi- Erkek) …Hazırlamaz. Şahsen ben şimdi üç yıldır üniversitedeyim işte kız arkadaşımla çıkıyoruz gayet samimiyiz hiç evlilik bile aramızda geçmedi yani. Çünkü biz rahatız her şey yani o kağıda bağlı değil yani. Birlikte mutluyuz. Bunu yürütebiliriz 10 yıl 20 yılda yürütebiliriz yani illaki o kağıda bağımlı değiliz yani. Olmayabilir yani bizim için... (Eğitim Fakültesi- Erkek) …Hayır bence onlardaaslında evli gibiler yani onlarda bi hayatı paylaşıyorlar o yüzden de evliliğe hazırlamaz çünkü zaten evli gibi yaşıyorlar sonrasında birlikte yaşayıp yaşayıp sonra evlenmek ya o da olabilir… (Mühendislik Fakültesi – Kadın) Birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamamasının göreceli bir durum olduğunu ve bu durumun bireylerin kiĢisel ve sosyo-kültürel çevrelerine bağlı olduğunu vurgulayan üçüncü grup görüĢmeci ise kiĢilerin evlilik öncesi ve evlilik sonrası tutum ve davranıĢlarının değiĢebileceği ve birlikte yaĢarken bireylerin birbirilerine kendilerini tam olarak ortaya koymadıkları daha çok olumlu taraflarını göstererek olumsuz yönlerini gizleyebildiklerini vurgulamıĢlardır. Böyle durumda da çiftlerin gerçek anlamda birbirlerini tanıyarak eĢ olarak uygun kiĢi olup olmadıklarına karar vermenin güç olduğu belirtilmiĢtir. Evlilik kiĢilerin hayatında pek çok Ģeyin değiĢmesine neden olmaktadır. Bu nedenle evlilikle beraber bireyler de yeni duruma ayak uydurabilmek için değiĢmektedir. …Yani bu göreceli diye düşünüyorum. Her insanın kendi şeyine kalmış bişey hani bunu bu evlilik dışı birlikte yaşama ya da isteyebilir buna başlayabilir… (Ziraat Fakültesi – Erkek) …Belki olabilir, birkaç gün. Süreyi çok uzatmadan, 6 ay 7 ay 1 yıl 2 yıl değil de belki 3- 5 gün insanların birbirini daha iyi tanıması açısından belki birkaç gün birlikte yaşanılabilir. (Turizm Fakültesi-Erkek) …Aslında hem hazırlayabilir hem hazırlamayabilir. Evlenince insanların değiştiğine inanıyorum ben. Belki birlikte yaşarken kendini göstermez hani gerçek yüzünü göstermese de evlenince yani resmi bi şey olunca kendini daha rahat gösteriyor… (Eğitim Fakültesi- Kadın) …Bu insana bağlı bence hani tamam birlikte yaşarsınız sonradan hiç ummadığın insan çıkar karşınıza bir insanoğlunun bu dört duvar arasında tanırsınız hani bence değişiyor yani hani… (Ġ.Ġ.B.F. – Kadın) …Belli bir süreci birlikte yaşadığınız zaman kendisini tanırsınız hani o yönden belki iyi bir şeydir diyebilirsin hani evlenmek amacıyla ama hani ayrı evlilik dışı ayrı bir birlikte ev tutma, birlikte bir süre çalışma gibi şey yanlıştır. (Hukuk Fakültesi- Erkek) Kesinlikle öyle olduğuna inanıyorum ve şey yani hani bizim toplumsal yapımızda insanlar klişedir hep, yani benim kişisel kanaatim… Erkekleri kadınlar sevgililik evresinde, sevgili olamayanlar nişanlılık evresinde şu düşüncede işte „naz yapim, niyaz yapim, hani onu elimde oynatim, şunu yapim, çiçek aldırim, bunu yapim‟ hep böyle yaklaşıyorlar. Sonra erkekler de „aha! Bitti evlendik şimdi benim dediğim olur‟ böyle olmaması lazım bunlardan arındırılıp insanların birbirlerini gerçekten tanıması lazım hani mesela en güzel evlilik de odur benim kendi şahsi fikri kanaatim… (Hukuk Fakültesi- Kadın) Rahat bir ortam sağlıyor ve insanı gerçekten tanımayı sağlıyor ama evlilikle, birlikte yaşamak kesinlikle farklı. Çünkü evlendikten sonra özellikle ben erkeklerin değiştiğini düşünüyorum çünkü 270 annesinin yanında farklı dayısının yanında farklı işte evlendikten sonra olması gereken aslında buymuş gibi işte el ele tutuşmamak masada ayrı ayrı yerlerde oturmak gibi değişik şeyler oluyor. (Edebiyat Fakültesi – Kadın) Evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamadığı konusu diğer toplumlarda olduğu gibi oldukça muğlak görünmektedir. GörüĢmecilerin bir kısmı hazırladığını bir kısmı hazırlamadığını belirtirken bir kısmı da kararsız gözükmektedir. Evlilik DıĢı Birlikte YaĢamaya BakıĢ AraĢtırmaya katılan görüĢmecilerin tamamı toplumun birlikte yaĢama konusundaki genel eğiliminin olumsuz ve kabul edilemez bir durum olduğunu belirtmiĢtir. Bazı görüĢmeciler kendi ailelerinin ve arkadaĢlarının aslında birlikte yaĢamaya karĢı olmadıklarını ama toplumda kabul gören bir yaĢam tarzı olmadığı için böyle bir duruma izin vermeyeceklerini ifade etmiĢlerdir. Coğrafyasal açıdan Türkiye‘nin daha geleneksel bölgelerinde hem dini hem de toplumsal değerlerin birlikte yaĢamaya izin vermeyeceğini ancak Antalya gibi turistik bölgelerde ve Batı Anadolu‘da görece daha az tepkiyle karĢılanabileceği vurgulanmıĢtır. …Arkadaşlarımın kesinlikle tepki vereceğini düşünmüyorum hatta kendi adlarına da benim adıma da sevinirler ama yani bunu akraba toplumuna akrabaya dışarıya anlatamam. Şöyle bazen düşündüğümde ailemin de hani birlikte yaşamaya karşı çıkmıycağını düşünüyorum ama çünkü bizim ailemizde üniversite mezunları üniversite okuyan kalabalık bi aileyiz ama dışarıya karşı ben senin için demem ama böyle duyulursa bizim için kötü olur diyip karşı çıkarlar. Kendi kafalarında böyle bir şey olduğu için değil dış baskıdan dolayı… (Edebiyat Fakültesi – Kadın) …Bizim toplumumuzda, Türkiye‟yi düşünürsek kabul edilmiyo bence de dediğim gibi bi Avrupa‟yı düşününce kabul edilebilir bence bilmiyorum.Çok Avrupa‟nın etnik yapısnı da bilmiyorum. Aile baskısı vardır. Benim için din vardır. O tarz şeyler de olabilir. Yasallık biraz da sağlamlaştırma ya belki de o yüzden o da olabilir yani. (Eğitim Fakültesi- Kadın) …Ya Adana‟da yok böyle şeyler. Çok kalabalık bi şehir ama böyle Nasıl anlatsam böyle daha bi Tuhaf insanlar mesela buranın. Yabancılar çok geliyor, deniz kıyısı var, turist çok geliyo, insanlar burda çok rahat ve halkın arasına geçmiş, bu benim kendi kişisel gözlemim. Adana birazcık daha böyle geleneksel. Mesela bizde hani sevgili ilişkileri felan bu kadar rahat bile yaşanmaz birlikte olmayı geçtim… (Hukuk Fakültesi- Kadın) GörüĢmecilerin önemli kısmı, toplumun birlikte yaĢamaya iliĢkin tavrının zaman içerisinde değiĢeceğini iddia etmiĢtir. Bu değiĢime televizyon ve internet gibi teknolojik girdilerin katkı sunacağı ve belki de gelecek nesillerin birlikte yaĢamaya hoĢgörüyle bakabileceği vurgulanmıĢtır. …Kabul edilemez. Bir toplum kendi kabuğunun içinde sürekli büyüdüğümüz için kendi kabuklarımızı kıramadığımızdan dolayı çok negatif bakılıyor hani yavaş yavaş artık mesela eski Türkiye ile şimdiki Türkiye arasında baya bir fark var yavaş yavaş açılıyor ama şimdilik hiç görmedim şahsen hani birlikte yaşamayı hiçbir anne baba olumlu yaklaştığını hiç görmedim… (Ġ.Ġ.B.F.-Kadın) …Ben şey düşünürüm arada böyle hani Bizim çocuklarımızın çocukları bu kaç sene gerekli önümüzdeki kaç sene bilemem bi 70 bi 80 diyebiliriz bunu. Çünkü bizim babalarımız bu konuyu kendi aralarında dahi konuşmadılar gizli dedelerimiz gölgelerine dahi itiraf etmediler. Bugün biz artık az olsa da bazı ortamlarda dile getirebiliyoruz. Benim çocuğum olacaksa misal inşallah olmaz. O arkadaşları arasında rahat konuşabilecek ve onun çocuğu artık uygulayabilecek diye düşünüyorum. Tabi bu süreçte neler olur dünyada. Mesela bi dünya savaşı çıkar, düzen değişebilir, insanlar korkutulabilir ya dinler bizim mesela ülkemizde ki mesela az çok görür yani dine eğilim bi artış var. İnsanlar çoğunluktan çekinir bir nevi. Onların etkisi olmasa belli bir süreden sonra çok rahatça yaşanılabilir, uygulanabilinir… (Eğitim Fakültesi- Erkek) 271 …Biz hani biraz daha hani hem inanç olarak, hem kültürel olarak bizim geldiğimiz bellidir. Hem inancımız buna müsaade etmez hem de toplum yapımız… Biz hazırlıklı değiliz bu şeye. Ama hani ilerde olabilir mi olabilir. Çünkü hani şu an görebiliyoruz ve özellikle teknolojinin bizim alana, yaşam alanına girmesiyle birlikte artık insan her şeyle irtibata girebiliyor, özellikle bu internet ağları falan bizim her şeyle irtibat sağlamamızı sağlıyorlar. Bir de bu hani küçük çocuklara empoze edildiği için bu yozlaşıyor yani, ilerde yani olabilir. Ve toplum da bunu kabul edecektir ama şu an biz ona hazırlıklı değiliz diye düşünebiliyorum; ama ileride bu olabilir… (Hukuk Fakültesi- Erkek) …Çok kabul edilebilinir değil ama artık yani pek fazla şey yapılmamaya başlanıyor hani yadırgamıyoruz artık belki birlikte yaşayanları eskiye nazaran eskiden hani çok fazla yadırganıyordu… (Mühendislik Fakültesi – Kadın) Eskiden değildi ama artık bence kabul edilmeye başladı. Yani insanlar birazcık sıcak bakıyorlar ama kesinlikle Antalya‟nın bazı şeylerinde bunlar yadırganmıyolar. Bi Lara‟da bi de mesela ben Şarampol‟den geçenlerde bi ev tuttum bunu sordu yani ev sahibim hani „erkek arkadaşın var mı, birlikte böyle şey söz konusu değil de mi?‟ Çünkü Şarampol böyle birazcık daha kırsal kesim oluyo tabi ki yani bunlar hala belli yerlerde belli bölgelerde devam ediyor. (Edebiyat Fakültesi – Kadın) …Kabul edilemez bişey. Çünkü insanlara ters geliyor. Hani arada herhangi bir bağ olmadıktan sonra şey olmuş bi bağ resmileşmiş ve yahutta Toplumun adetlerine göreneklerine işte dediğim gibi Örfüne ters geliyor. Dolayısıyla böyle bişey kabul edilmiyor… (Ziraat Fakültesi – Erkek) …Bizim Türk toplumu hani böyle durumlara şey değil daha kendi çevrende olsa başka bi ortama girdiğin zaman ka iyi karşılanmayabilir böyle durumlar mesela ben doğuya gitsem doğuda böyle bi durum olsa herhalde dışlanma gibi bişeyler olabilir kötü bak gözle bakılma gibi durumlar olabilir bana olmasa da partnerime olabilir… (Ziraat Fakültesi – Erkek) AraĢtırma verileri çok net bir Ģekilde birlikte yaĢamaya iliĢkin toplumsal algının olumsuz olduğunu ortaya koymaktadır. GörüĢmecilerin tamamı bu görüĢü belirtmesine karĢın uzun dönemde bu algılamanın ve konuya iliĢkin uygulamaların değiĢebileceği inancını da taĢımaktadır. DEĞERLENDĠRME VE SONUÇ Evlilik dıĢı birlikte yaĢama, aile ve evlilik literatüründe evliliğe alternatif bir yaĢam tarzı olarak, evliliğin habercisi ya da evlilik denemesi olarak ele alındığı gibi evliliğe bir hazırlık süreci olarak da değerlendirilmektedir. Evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya iliĢkin bu tanımlamalar toplumların aile ve evlilik kurumuna atfettiği değer ve normlarına, gelenek ve göreneklerine göre Ģekillenmektedir. AraĢtırma sonuçlarına göre evlilik dıĢı birlikte yaĢama öğrenciler tarafından evliliğin resmileĢmemiĢ gayri meĢru bir görünümü (Bir örnekte metres benzetmesi yapılmıĢ), toplum tarafından onaylanmamıĢ hali olarak tanımlanarak evlilikle benzerliğine dikkat çekilmiĢtir. Birkaç erkek öğrenci ise birlikte yaĢayan çiftler arasında cinselliğin daha serbest yaĢandığına vurgu yapmıĢtır. Evlilik öncesi birlikte yaĢamanın çiftleri evliliğe hazırlayıp hazırlamadığı konusunda ise üç farklı görüĢ ortaya çıkmıĢtır: Birinci grup bu süreçte çiftlerin birbirini tanıması nedeniyle hazırlayabileceğini, ikinci grup evliliklerin azalması ve boĢanmaların artması nedeniyle evliliğe hazırlamadığını, son grup ise çiftlerin içinde bulundukları kiĢisel ve sosyo-kültürel koĢullara bağlı olarak bunun değiĢebileceğini belirtmiĢtir. AraĢtırmada görüĢmeye katılanların tamamı evlilik dıĢı birlikte yaĢamanın toplumun geneli açısından kabul edilemez bir durum olduğunu ve toplumun örf ve adetlerine uygun olmadığını belirtmiĢtir. Ancak pek çok görüĢmeci bu durumun zaman içinde değiĢeceğini ve yavaĢ yavaĢ toplumda birlikte yaĢayan çiftlere rastladıklarını, teknolojik geliĢmelerin de buna katkı sağlayabileceği vurgulanmıĢtır. Bu bağlamda birlikte yaĢama kavramsal kısımda Matysiak, A. (2009) belirttiği 272 aĢamalardan ilk aĢamaya yani toplumda nadir görülen sıra dıĢı gruplarına özgü bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır. Üniversite gençlerinin ebeveynlerine ve toplumun geneline göre evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya daha olumlu yaklaĢtıkları gözlenen bu çalıĢmada birlikte yaĢamaya iliĢkin küçük bir resim sunulmaya çalıĢılmıĢtır. Türkiye‘de evlilik dıĢı birlikte yaĢamaya iliĢkin yeterli akademik çalıĢma ve istatistik bulunmamaktadır. Bu çalıĢmada nitel veriler aracılığıyla evlilik dıĢı birlikte yaĢama konusuna bir giriĢ yapılmaya çalıĢılmıĢtır. Ancak örneklemin sınırlı oluĢu konuya iliĢkin genellemelerde bulunmayı güçleĢtirmektedir. Ġleride daha geniĢ örneklemli ve daha kapsamlı çalıĢmaların yapılması konunun derinliğine anlaĢılması ve analiz edilmesi için önem taĢımaktadır. KAYNAKÇA Adak, N. (2012). ―Evlilik mi? Birlikte YaĢama mı?‖, DeğiĢen Toplumda DeğiĢen Aile, Editör: NurĢen Adak, Siyasal Kitabevi, Ankara, 221-246 Brown, S. L. (2004). ―Moving from cohabitation to marriage: effects on relationship quality‖, Social Science Research, 33, 1–19 Firestone, S. (1997) Cinselliğin Diyalektiği. Çeviren Yurdanur Sağlam, Payel Yayınevi, Ġstanbul Lichter, D. T., Qian, Z., Mellott, L. (2006). ― Marriage or dissolution? Union transitions among poor cohabiting women‖, Demography 43, 223– 240. Lichter, D., Turner, R., Sassler, S. (2010). ―National estimates of the rise in serial cohabitation‖, Social Science Research 39: 754–765 Matysiak, A. (2009). ―Is Poland Really ―immune‖ to the Spread of Cohabitation?‖, Demographic Research,21: 215-234 DOI: 10.4054/DemRes.2009.21.8 Nazio, T. (2008).Cohabition, Family and Society. Routledge Nock, S.L. (1995). ―A comparison of marriages and cohabiting relationships‖, Journal of Family Issues16:53–76. Rindfuss, R., VandenHeuvel, A. (1990). ―A Precursor to Marriage or an Alternative to Being Single?‖, Population and Development Review, 16 (4): 703-726 Schimmele, C., Wu, Z. (2011). ―Cohabitation and social engagement‖, Canadian Studies in Population,38 (3–4): 23–36 273 274 DENĠZLĠ ĠLĠNDE ARTAN BOġANMA ORANLARININ NEDENLERĠNĠN SOSYOLOJĠK ANALĠZĠ Türkan Erdoğan1 1. Toplumsal Açıdan BoĢanma YetiĢkin kadın ve erkeğin yasal geçerliliği olan belirli hak ve yükümlülükleri beraberinde getiren bir sözleĢme temelinde gerçekleĢtirdikleri evliliğin psikolojik, sosyal, ekonomik faktörlere bağlı olarak hukuki bir kararla sona erdirilmesi olarak tanımlanmaktadır (Marshall,2005:23-35). Diğer bir tanıma göre boĢanma, ailenin fonksiyonlarını yerine getirememesi ve ailenin parçalanmasıdır (Timur,1982:38-42;Gönen,1993:45). Evlilik iliĢkisinde bireysel gereksinim ve beklentilerin karĢılanmaması, eĢler arasındaki etkileĢim, paylaĢım ve sosyal iliĢkilerin hoĢgörü sınırlarını aĢacak düzeyde bozulması gibi nedenler eĢlerden biri veya her ikisi üzerinde stres veya kaygılara neden olmaktadır. Bu stres, kaygı ve korkular baĢlangıçta aile içinde çeĢitli uyum çabaları ile giderilmeye çalıĢılmaktadır. ĠliĢkiyi sürdürme ve evliliği korumaya yönelik bu uyum çabalarında baĢarısız kalındığında boĢanma gerçekleĢmektedir (Özgüven, 2001: 309). Bu süreç, evliliğin çekiciliğinin yerini evlilik dıĢı çekiciliklerin aldığı bir süreçtir. ĠliĢkinin baĢlangıç aĢamasında evlilikten sağlanması düĢünülen kazançlar, boĢanma sürecinde evlilik sonrasında elde edilecek kazançlarla yer değiĢtirmiĢtir. ġu halde boĢanma, eĢlerin beklentilerinin, umutlarının radikal bir dönüĢüme uğradığı bir sürece karĢılık gelmekte, eĢlerin gündeminde hep bir olasılık olarak görülmektedir (Ay,2000:64-66; Özkan,1989:20;Yıldırım, 2001:22). Son 10 yılda yapılan boĢanma araĢtırmaları farklı geliĢmiĢlik düzeyine sahip olan toplumlarda boĢanmanın kaygı verici bir düzeyde olduğunu göstermektedir. Bu araĢtırmalarda görüldüğü üzere boĢanma sadece erkek ve kadın arasındaki sorunların bir sonucu olarak değil değiĢen sosyo-ekonomik, hukuki ve siyasi yapıyla iliĢkili olarak açıklanmaktadır. Dallos (1990:385) boĢanmayı kadının sosyal yapıda değiĢen konumuyla açıklamıĢtır. Endüstriyel dönem öncesinde feodal dönemde kadının evdeki üretici rolü ön planda olmuĢ, evin idaresine ek olarak bazı ihtiyaçların karĢılanmasında kadın öncelikli roller üstlenmiĢtir. Kadının edilgin konumu nedeniyle bu sistem içinde erkeğin yardımcısı olarak değerlendirilmiĢtir. Fakat endüstri devrimi ve sonrasında ortaya çıkan yeni olanaklarla birlikte Ergil‘in de belirttiği gibi (1994:35-37) kadın eğitim fırsatlarından daha fazla yararlanmaya baĢlamıĢtır. Bu Ģekilde kiĢisel geliĢimine daha fazla zaman ayırabilmiĢtir. Hala ve Scraton (1990:460-498) ekonomik, sosyal ve teknolojik alandaki değiĢimlerin bir anlamda toplumların düĢünsel geliĢimini ifade ettiğini, dolayısıyla bu ortamda kiĢisel haklar, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlardaki cinsiyete dayalı eĢitsizliklerin de sorgulandığını; Greenstein ve Davis (2006:253-279) bu tarz sorgulamaların yaygınlaĢmasının düĢünsel zemininin feminizm olduğunu söylemiĢtir. Kadın istihdamındaki artıĢ kadınların ekonomik olarak özgür olmalarını ve kendi yaĢamlarının kontrolünü göreli olarak kendilerinin yönetmesine yardımcı olmuĢtur. Sadece ekonomik alanda değil sosyal yaĢam alanındaki kadınların farklı aktivitelerde kendilerini var etme çabaları ailenin yapısında değiĢimlere yol açmıĢtır. Kadının sosyo-ekonomik alandaki statüsündeki farklılaĢma aileye özgü geleneksel değerlerin belli ölçüde değiĢtiğini göstermektedir. Söz konusu değiĢimde kitle iletiĢim araçlarının ve eğitimin bireysel ve toplumsal yaĢamda öneminin artmasının etkisi büyük olmuĢtur Aile, erkeğin baba ve koca olarak kayıtsız Ģartsız otoritesiyle yönettiği bir ünite olmaktan göreli olarak uzaklaĢmıĢtır. EĢit haklar savunulmuĢ, evlilik iliĢkilerinde spontanlık ve karĢılıklı bağımlılık kavramları tartıĢılmıĢ, bağımlılık yerine bağlılık kavramı cazip gelmiĢtir. Bu da boĢanmaya yönelik stigmanın değiĢmesine yol açmıĢtır. (Arıkan,1990:25-27). Aile hayatı sevgi ve duyguya dayalı, bireyciliğin hakim olduğu bir iliĢkiye dönüĢtürmüĢtür. Evlilikler doyum sağlayan iliĢkiler çerçevesinde daha sağlam kararlarla biçimlendirilmeye baĢlanmıĢtır (Anthony Giddens, 1993‘dan akt. Demircioğlu,2000:52). 1 Doç. Dr., Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected] 275 Evlilik iliĢkisindeki, değerlerdeki genel olarak ailenin yapısal ve iĢlevsel değiĢimlerinin bir sonucu olan boĢanma, gerek ailenin bütünlüğüne yönelik bir tehdit olarak algılansın gerekse bireylerin daha fazla zarar görmemesi açısından kabul edilebilir bir durum olarak algılansın günümüz toplumlarında sosyo-kültürel değiĢimlerin etkisiyle giderek artan bir sorundur. BoĢanma öncesi ve sonrası sürecin bireysel ve toplumsal alandaki yansımaları, sorunun sosyolojik boyutuna vurgu yapmaktadır. EĢler arasındaki iliĢki, eĢlerin ve toplumun değiĢen koĢullarından etkilenmektedir. Örneğin, kadınların eğitim düzeyinin yükselmesi, çalıĢma yaĢamına katılma oranının artması, evlilik yaĢının eğitim ve çalıĢma durumu ile iliĢkili olmakla birlikte özellikle kadınlarda yükselmesi, flört iliĢkisinin bazı koĢullarda kabulünün yaygınlaĢması, diğer yandan evlilik çatıĢmaları, boĢanma oranlarındaki artıĢ gibi faktörlerin evliliğin istenirliğini azaltacağına yönelik yaygın bir görüĢ söz konusudur. 2. Türkiye‟de BoĢanma Sorununun Değerlendirilmesi Türkiye‘de boĢanma oranları geliĢmiĢ ülkelerden daha düĢük olsa da sosyo-kültürel ve ekonomik alanlarda yaĢanan dönüĢüm dikkate alındığında gelecekte boĢanma oranlarının artacağı tahmin edilmektedir. Türkiye‘de modernleĢme ile baĢlayan toplumsal değiĢme süreciyle evlilikler daha esnek kurallara bağlanmaya baĢlamıĢtır. Türkiye‘de geleneksel değerlerin çözülmeye baĢlamasıyla çocuğun varlığı, evlilikleri sürdürmek için yeterli olmamaktadır. Modern yaĢam dinamikleri, psiko-sosyal doyumun belirleyici olduğu evlilikleri ön plana çıkarmıĢtır. GeliĢmiĢ ülkelerde sıklıkla gözlemlenen nikahsız birlikte yaĢamalar, evlilik dıĢı çocuklar yeni yaĢam tarzları da Türkiye‘de son yıllarda yaygınlaĢmaya baĢlamıĢtır. Bununla birlikte, toplumsal değiĢmenin aile kurumu üzerindeki etkisini, Türkiye‘de her kesimde aynı Ģekilde görüldüğünü söylemek de yanlıĢ olacaktır. Türkiye‘de belli kesimlerde modern yaĢama özgü yeni durumların ortaya çıktığı görülse de feodal kültürün belli oranda varlığını sürdürdüğü bazı bölgelerde evlenme ve boĢanma olgularında geleneksel kuralların etkisinin hala devam ettiği görülmektedir (Aydın ve Baran, 2010:117-126). BoĢanma oranı açısından Türkiye (yıla göre boĢanma oranı, binde 0.05) dünya ülkeleri arasında en alt sıralarda yer almakta ve bu oran henüz batılı ülkeler seviyesinin (yıla göre boĢanma oranı, binde 4.7) çok gerisinde olmakla beraber; toplumdaki hızlı dönüĢümün, tüm kurumları olduğu gibi aile kurumunu da etkileyeceği ve bu oranın gelecekte artıĢ göstereceği açıktır (Özen,1998:2). Tüm bu oranlara dayalı olarak, boĢanmanın, çocuklar üzerinde ne gibi etkiler yaratabileceği, son yıllardaki araĢtırmalarda derinlemesine incelenmeye baĢlanmıĢtır Eurostat‘ın verilerine göre Türkiye‘de boĢanma oranlarının diğer ülkelere göre düĢük olduğu görülmektedir. AB ülkelerinde kaba boĢanma oranı binde 2.1 iken Türkiye‘de 2007 yılında kaba boĢanma oranının binde 1.3 ile dünyanın bir çok ülkesinden daha düĢük olması dikkat çekicidir. Türkiye‘de özellikle son on yıldaki oranlar, boĢanmanın toplumumuz için sosyal problem olabilecek bir düzeyde seyrettiğini göstermektedir. 1990‘lı yıllarda yavaĢ yavaĢ artıĢ gösteren boĢanma oranı 2000-2010 tarihleri arasında düzenli bir artıĢ Ģekline dönüĢmüĢ ve toplumu tehdit eder hale gelmiĢtir (BaĢbakanlık Aile ve Sosyal AraĢtırmalar Genel Müdürlüğü, 2009; TÜĠK, 2011). BoĢanma oranı açısından Türkiye (yıla göre boĢanma oranı, binde 0.05) dünya ülkeleri arasında en alt sıralarda yer almakta ve bu oran henüz batılı ülkeler seviyesinin (yıla göre boĢanma oranı, binde 4.7) çok gerisinde olmakla beraber; toplumdaki hızlı dönüĢümün, tüm kurumları olduğu gibi aile kurumunu da etkileyeceği ve bu oranın gelecekte artıĢ göstereceği açıktır (Özen,1998:2). Bu durum, Türkiye‘de boĢanma oranlarının AB ülkelerinde olduğundan düĢük olmasının nedenini, geleneksel değerlerin bütünüyle çözülmemiĢ olmasıyla, sağlam aile değerleriyle, dini inançların etkili olmasıyla açıklanmıĢtır. Aile bağlarının sağlamlığı, Türkiye‘de aile yapısını kuvvetlendirmiĢtir. Türk ailesi, geleneksel töre ve inançların etkisi altında bağlarını korurken, toplumun var olan düzeni içerisinde yürümesi görevini de üstlenmiĢtir. Türkiye‘deki aile yapının temel özelliği, evlilik sürelerinin uzun ömürlü olmasıdır. Yapılan araĢtırmalarda evliliklerin %93‘ü birinci evliliklerin, %4‘ü ikinci evliliklerin devam ettiğini, geri kalan oranların ise üçüncü ve dördüncü evlilikleri içerdiğini göstermektedir (Evlenme Ġstatistikleri,2000). Türkiye‘de 4 Ekim 1926‘da yürürlüğe giren Medeni Kanun, eĢlerin kayıtsız Ģartsız ayrılıkları ile sonuçlanan boĢanmaları kabul etmektedir. Bununla birlikte yargıçlara, eĢlerin boĢanmadan önce belirli bir süre ayrı yaĢamalarına karar verebilme yetkisi de verilmiĢtir. Türkiye‘nin sosyo-ekonomik 276 geliĢimiyle birlikte sosyal yaĢamında da meydana gelen değiĢmeler, boĢanma kanunu ve medeni kanunun yeniden gözden geçirilmesini zorunluluk haline getirmiĢtir. Bu amaçla 1988 yılında yürürlüğe giren 3444 sayılı BoĢanma Kanunu, çiftlerin boĢanmasına kolaylık sağlamıĢtır. 1998‘de Ailenin Korunmasına yönelik çıkarılan 4320 sayılı Kanunla ailedeki bireyler yasal olarak korunma altına alınmıĢ;2001 yılında ise Medeni Kanun, gözden geçirilerek günün Ģartlarına uygun hale getirilmiĢtir. Ayrıca, 2003 yılında 4787 sayılı Kanunla Aile Mahkemeleri kurulmuĢtur. Buna göre, Aile Mahkemelerinde tek hakim görev yapacak, bunun yanı sıra sosyal hizmet uzmanı, psikolog ve pedagog bulanacaktır (Ailenin Korunması Kanunu, 1998; Medeni Kanun DeğiĢikliği, 2001;Aile Mahkemeleri, 2003). Türkiye‘de sanayileĢmiĢ ve geliĢmiĢ olan bölgelerde boĢanma oranlarının daha yüksek olduğu görülmektedir. 2000 yılında Ġstanbul‘da 6546, Ankara‘da 2217, Ġzmir‘de 4406 boĢanma gerçekleĢirken ġırnak‘ta 19 boĢanma olayı gerçekleĢmiĢtir (BoĢanma Ġstatistikleri2000). Bu sayılardan hareketle, ülkemizin batı bölgeleri doğubölgelere, ekonominin geliĢtiği bölgeler geliĢmemiĢ bölgelere, kentsel kesimler kırsal kesimlere göre boĢanma oranının daha yüksek olduğu yerler olarak düĢünülebilir. Türkiye‘de boĢanma sebepleri içerisinde eğitim düĢüklüğü, kadınınözgür olmaması, erkek egemenliğinin özellikle Doğu, Güneydoğu, ĠçAnadolu ve Karadeniz bölgelerinde çok etkin olması, aĢırı derecedealkol kullanma, hakaretler, kapalı aile gelenekleri gibi unsurlar belirtilebilir (Aile Yıllığı 2008). BoĢanma üzerine yapılmıĢ araĢtırmalardan elde edilen verilerden Ģu sonuçlara ulaĢılmıĢtır: 1. Evliliğin ilk 2 ile 5 yılı arasında boĢanma oranı daha fazladır (%35.8) 2. En fazla boĢanma Ege Bölgesi‘nde, sonra Marmara Bölgesi‘nde gerçekleĢmektedir. 3. Okuyan kesimde boĢanma oranı, okumayanlardan daha fazladır. En çok boĢananlar lise ve dengi okul mezunu olanlardır (%39.9). 4. En çok boĢanma yaĢ ortalaması 26-35 yaĢlarıdır (% 42,9) 5. Ekonomik krizlerin olduğu yıllar boĢanma oranı daha fazladır. 2001 krizi ve 2008 kapitalist ekonomilerin krizinin olduğu dönemlerde boĢanma oranlarının arttığı görülmüĢtür. 6. En çok boĢanan Ģehir merkezleri büyükĢehirlerdir (% 79). 7. BoĢanan kadın oranı % 55, erkek oranı ise % 45‘tir. Kadınlar erkeklerden daha çok boĢanıyor. 8. Evli olunan dönemde boĢanan kadınların büyük çoğunluğu çalıĢıyor (% 90,4). 9. BoĢanma kararını ben verdim diyen kadınların oranı % 58, erkeklerin oranı %32‘dir. BoĢanma kararını ben verdim diyen kadınlar daha fazladır. 10. TanıĢtırılarak ve bir süre flört ederek evlenenlerin boĢanma oranı daha yüksektir (% 36,7). 11. BoĢananların büyük çoğunluğunun ―çekirdek aile‖ olarak yaĢadıkları gözlemlenmiĢtir (% 81,3). 12. Dini ritüellere göre boĢanma oranı % 26,2, dini ritüellere yer vermeyen boĢanma oranı ise % 66,9‘dur. 13. BoĢanma sonrası evlenenlerin oranı % 12,3, bekârların oranı % 87,7‘dir. 14. BoĢandıktan sonra evlenen erkekler % 16, evlenen kadın oranı ise % 9‘dur. (TÜĠK, Mart 2011 Verileri; AraĢtırma Ekibi BoĢanma Nedenleri AraĢtırması, 2009). Türkiye‘deki boĢanma oranlarının yıllara, nedenlerine, evlilik sürelerine, çocuk sayısına, yaĢ gruplarına, cinsiyet ve öğrenim durumuna, bölgelere göre değerlendirilmesine yönelik yapılan araĢtırmalardan elde edilen veriler Ģu Ģekilde özetlenebilir: BoĢanma nedenleri açısından bakıldığında, yapılan araĢtırmalarda sadakatsizlik/evliliğe ihanetinen önemli boĢanma nedenlerinden birisi olduğu görülmektedir. Buna göre, en önemli boĢanma nedeninin 277 ekonomik değil sadakatsizlik (% 24.5) olduğu belirtilmiĢtir. Ġkinci sırada, % 17.6 ile fiziki Ģiddet/dayak, üçüncü sırada % 17.4 ile eĢler arası sevgisizlik ve dördüncü sırada % 17.3 ile aĢırı alkol ve kumar gibi kötü alıĢkanlıklar izlemektedir. Kısacası aile, modern kentli yaĢamın getirdiği olumsuzluklar ve erkeklerin kadınlarına karĢı kullandıkları Ģiddet nedeni ile çözülmektedir (BoĢanma Nedenleri AraĢtırma Ekibi, 2009). Bunun yanı sıra, TÜĠK‘in verilerine göre, boĢanma nedeni olarak ikinci ve üçüncü sırada terk ve zina yer almaktadır. Ancak, bu iki nedene bağlı boĢanma oranlarında her yıl belli bir azalma olduğu görülmüĢtür. Bu üç nedenin dıĢındaki nedenler, çok dikkat çekici oranlarda değildir. BoĢanma davalarının, genellikle Ģiddetli geçimsizlik sebebi ile açılmıĢ olduğu görülmüĢtür. ġiddetli geçimsizliğin çok farklı sebepleri vardır. EĢlerin ekonomik zayıflığı veya bağımsızlığı da bu kategorinin içerisinde değerlendirilmiĢtir (DĠE Türkiye Ġstatistik Yıllığı, 2009;BoĢanma Ġstatistikleri, 2009). Ekonomik bağımsızlığa sahip eĢlerden, iĢ hayatında kendisini daha çok hissettiren kadının, sosyal olarak çevresine karĢı daha fazla sorumluluk taĢıdıkları, dolayısıyla boĢanmaya taraftar olmadıkları ve bu tür evliliklerde boĢanma davalarının kadınlardan ziyade, erkekler tarafından açılmıĢ olduğu vurgulanmıĢtır. Buna göre, ekonomik bağımsızlığa sahip kadınların değil, erkeklerin ayrılma taraftarı olduğu belirtilmiĢtir. Bunun yanı sıra, kadının çocuk sahibi olamaması, gelin-kaynana çatıĢması, annelerin erkek çocuklarını gelinlerinden kıskanmaları, evli çiftlerin ailelerinin sosyo-ekonomik ve kültürel açıdan aynı düzeyde olmamaları gibi sebeplerin de boĢanmaya neden olduğu belirtilmiĢtir (DĠE Türkiye Ġstatistik Yıllığı, 2000;BoĢanma Ġstatistikleri, 1998,2000). Bununla birlikte köyden Ģehre göç; kentleĢme problemi, sanayileĢme ile birlikte geleneklerden uzaklaĢma, iĢsizliğin getirdiği bunalımlar, büyük aile hayatından çekirdek aileye dönüĢ, bütün aile fertlerinin çalıĢması, kimi iĢyerlerindeki liberal davranıĢlar, denetimsiz medya yayınları, aile yapısına aykırı veya aile dıĢı iliĢkilerin normal iliĢkiler gibi sunulması, yasalarla boĢanmanın kolaylaĢtırılması, evlilik dıĢı iliĢkilerle doğan çocukların kimlik kazanmaları vb. etkiler, aile hayatındaki değerleri gittikçe zayıflatmıĢ ve boĢanma lehine geliĢmelere zemin hazırlamıĢtır (DĠE Türkiye Ġstatistik Yıllığı, 2000;BoĢanma Ġstatistikleri, 1998,2000). Evlilik sürelerine göre boĢanma oranlarına bakıldığında; Türkiye‘de boĢanmaların yaklaĢık yarısı, evliliğin ilk beĢ yılı içerisinde meydana gelmektedir (1997‘de %50.24). Bu sebeple Türkiye‘de ilk beĢ yıl, evlilik için kritik yıllarolarak ifade edilmektedir. Evliliğin üzerinden yıllar geçmesi, aile yapısını daha da sağlamlaĢtırmaktadır. Bunda, eĢlerin zaman geçtikçe birbirlerini daha iyi anlama ve tanıma imkanı elde etmesinin ve evlilik konusunda daha fazla tecrübe sahibi olmasının etkili olduğu belirtilmiĢtir. 2000 yılı rakamlarına göre, ilk beĢ yıldaki boĢanma oranı %44.8, 6-10 yıl içindeki boĢanma oranı %21.7, 11-15 yılları arasındaki boĢanma oranı %12.6, 16 ve daha fazla yıllardaki boĢanma oranı ise, %20.6‘dır. 16 yıl ve sonrasında meydana gelen boĢanma oranlarının yüksekliği, bu dilimin fazlalığından kaynaklanmıĢtır. Buna göre, sosyal olarak ilk beĢ yıl, evlilik için eĢlerin birbirlerini daha iyi tanımaları bakımından önemlidir (DĠE Türkiye Ġstatistik Yıllığı, 2000;BoĢanma Ġstatistikleri, 1998,2000). Çocuk sayısı değiĢkeninde değerlendirildiğinde, Türkiye‘de boĢanmaları engelleyen önemli faktörlerden birinin, ailedeki çocuk ve çocuk sayısı olduğu gerçekliğinden yola çıkarak, çocuklu ailelerdeki boĢanma oranı, çocuksuz ailelere göre daha düĢük olduğu görülmektedir. 2000 yılı verilerine göre çocuksuz ailelerdeki boĢanma oranı %43.85, bir çocuklu ailelerde %25.14, iki çocuklu ailelerde %18.61 iken, üç ve daha fazla çocuklu ailelerde boĢanma oranının giderek düĢmüĢtür. Buna göre, Türkiye‘deki evliliklerde, çocuk sayısı arttıkça, buna bağlı olarak boĢanma oranında azalmaların olduğu görülmüĢtür. Çocuk varlığı boĢanmayı etkileyen önemli faktörlerden biri olmakla birlikte, genel olarak çok çocuklu ailelerin daha muhafazakar bir yapıya sahip olmaları ve aile geleneklerine bağlı bulunmaları ve dolayısıyla boĢanma konusuna pek sıcak bakmamaları konusu da önemlidir (DĠE Türkiye Ġstatistik Yıllığı, 2000; BoĢanma Ġstatistikleri, 1998,2000). YaĢ grupları bazında Türkiye‘de boĢanma olaylarının %60‘ı 25-39 yaĢ grubu erkeklerde ve 20-34 yaĢ grubu kadınlarda meydana geldiği belirtilmiĢtir. Bu yaĢ grupları, ortalama olarak evliliğin ilk yıllarına, özellikle de ilk beĢ yılına aittir. Burada, genç kadın nüfusundaki yüksek boĢanma oranının sebebi, ilk evliliklerde kadın yaĢının erkek yaĢına göre daha küçük olmasından kaynaklanmaktadır. Ülkemizde boĢanan çiftlerin çoğunda erkeğin yaĢı kadının yaĢından daha büyüktür (%75.47). Sonra 278 sırasıyla yüzde 17.19 kadının daha yaĢlı olduğu %7.34‘lük bir oranın ise, kadın ve erkeğin aynı yaĢlarda olduğu görülmüĢtür. 2000 yılı rakamlarına göre, 15-19 yaĢ grubunda erkeklerde boĢanma oranı %0.6, kadınlarda %4.2; 20-24 yaĢ grubu erkeklerde boĢanma oranı %8.1 iken, kadınlarda %18.3‘tür. Oysa ki, 35-39 yaĢ grubunda erkeklerde boĢanma oranı %17.5, kadınlarda ise %13.7‘dir. 30-34 yaĢ grubundan itibaren erkeklerde boĢanma oranları yükselirken, kadınlarda boĢanma oranları düĢmektedir (DĠE Türkiye Ġstatistik Yıllığı, 2000;BoĢanma Ġstatistikleri, 1998,2000). Cinsiyet ve öğrenim durumu açısından bakıldığında Türkiye genelinde ilkokul mezunu olan bireylerin boĢanma oranlarının yüksek olduğu görülmektedir. Bunun temel sebeplerinden birisi, evliliklerin bu öğrenim grubunda sayısal olarak yığılmıĢ olmasıdır. Öğrenim durumuyla ilgili boĢanmaların seyrine bakıldığı zaman, eğitim durumu yükseldikçe boĢanma oranının düĢüklüğü gözlemlenmektedir. BoĢanmaların öğrenim seviyesine göre azalma gösteren bir eğilim içerisine girdiği görülmekle birlikte, bu noktada cinsiyete göre farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Bu farklılıklar erkeklerde eğitim seviyesi yükseldikçe boĢanma oranında artıĢ, kadınlarda eğitim seviyesi yükseldikçe boĢanma oranında azalma Ģeklindedir (DĠE Türkiye Ġstatistik Yıllığı, 2000; BoĢanma Ġstatistikleri, 1998,2000). Bölgelere göre değerlendirme yapıldığında, Marmara, Ege ve Ġç Anadolu Bölgesi‘nin boĢanma oranları Türkiye ortalamasının üzerindedir. Nüfus yoğunluğu itibariyle Marmara Bölgesi fazla olmasına rağmen, boĢanma oranı Ege Bölgesinde daha yüksektir (0.91). Ege Bölgesi ile Marmara Bölgesi arasında ortaya çıkan boĢanma farkının nedenleri, Marmara Bölgesi‘ne, kırsal kesimden; özellikle de Doğu, Güneydoğu, Karadeniz Bölgeleri‘nden yoğun göç olması, göç eden insanların resmi nikah yerine dini nikahı tercih etmeleri ve bu tür evlilik çözülmelerinin istatistiklere yansıtılmamıĢ olması olarak düĢünülebilir. SanayileĢme ve ekonomik geliĢmiĢliğin, boĢanma ile doğrudan iliĢkilendirilmesi ise, tartıĢılabilecek noktalardan bir diğeridir. Bununla beraber Ġstanbul, Ġzmir, Bursa ve Kocaeli gibi metropolleri barındıran, Türkiye‘nin en geliĢmiĢ bölgeleri Marmara ve Ege‘nin, binde 66 ile en yüksek boĢanma ortalamalarına sahip olduğu görülmektedir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu gibi az geliĢmiĢ bölgelerde ise ortalama boĢanma oranı, binde 16.5 ile en düĢük olarak gerçekleĢmiĢtir (DĠE Türkiye Ġstatistik Yıllığı, 2000; BoĢanma Ġstatistikleri, 1998,2000; Yıldırım,2004). Bunun yanı sıra Kuzey Doğu Anadolu bölgesinde %21,2, Akdeniz bölgesinde %15,9, Doğu Karadeniz bölgesinde %13,6 olarak boĢanma oranları belirtilmiĢtir (DĠE,2004). DĠE‘nin 1994 yılına ait verilerine bakıldığında Ġstanbul‘da 5.115, Ġzmir‘de, 3.028, Ankara‘da 1.947, Konya‘da 1.202, Antalya‘da 853 olarak belirtilmiĢtir (DĠE,1994:111). TÜĠK‘in 2010 yılı 2. dönem evlenme ve boĢanma istatistiklerine göre, geçen yıla göre evlilikler %0.5artarken boĢanmalardaki artıĢın %5.7‘yi bulduğu belirtilmiĢtir. BoĢanmaların %40‘ı ilk 5 yıl içerisinde gerçekleĢmiĢtir. 2009 yılında 161 bin 631 çift evlenmiĢtir. Evlenme sayısındaki artıĢ yaklaĢık 3.8 ile Ġstanbul ve Batı Marmara Bölgelerinde gözlenirken, en büyük düĢüĢ %5.1 ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi‘nde görülmüĢtür. 2010 yılının Nisan, Mayıs, Haziran döneminde ilk kez evlenen çiftler arasında ortalama yaĢ farklı 3.3 olarak hesaplanmıĢtır. Ortalama ilk evlenme yaĢı erkekler için 26.6, kadınlar için 23.3‘tür. en yüksek ortalama ilk evlenme yaĢı erkeklerde 27.5, kadınlarda 24.5 ile Ġstanbul‘da görülmüĢtür. En düĢük ortalama ile ilk evlenme yaĢı erkeklerde 25.4, kadınlarda ise 21.8 ile Orta Anadolu Bölgesi olmuĢtur (TÜĠK,2010). 2010 yılının 2. döneminde 32 bin 743 çift boĢanmıĢtır. Bir önceki yılın aynı dönemine kıyasla %5.7‘lik artıĢ görülmüĢtür. 2009‘un aynı döneminde 30 bin 982 çift boĢanmıĢtır. BoĢanma sayısındaki en fazla artıĢ %10.6 ile Doğu Marmara Bölgesi‘nde gözlenmiĢtir. Aynı dönemde boĢanma sayısında en büyük düĢüĢ %9.8 ile Ortadoğu Anadolu Bölgesinde gerçekleĢmiĢtir. Yılın ikinci çeyreğinde meydana gelen boĢanmaların %39.7‘si evliliğin ilk 5 yılı içinde, %24.3‘ü ise 16 yıl ve daha fazla süre evli olan çiftlerde görülmüĢtür (TÜĠK,2010). Sonuç olarak, Türkiye‘de boĢanma oranlarındaki artıĢın farklı sebepleri bulunduğu görülmektedir. Örneğin, eğitim yoluyla aile hakkında daha ileri derecede bilgi sahibi olma, geleneksel görücü usulünün yerine çiftlerin uzun süre birbirlerini tanıma olanakları, evlilik yaĢlarının geç olması dolayısıyla duygusal yaklaĢım yanında mantık yaklaĢımlarının daha etkili olması, düzenli bir gelire sahip olarak ekonomik sıkıntının az yaĢanması Ģeklinde sıralanabilir (Yıldırım, 2001: 22). Türkiye‘de boĢanmaların hem zengin olanlar arasında hem de yoksul kesimler arasında görülmektedir. Ruhsal 279 sorunlar, maddi çıkar için evlenme, eĢlerin kötü alıĢkanlıkları, yaĢ farkı, eğitim düzeyinin farklı oluĢu, çocuksuzluk, erkeğin çok eĢlilik anlayıĢından yana bir yaĢam tarzına sahip olması, namus anlayıĢlarının farklı olması, evliliğin sorumluluklarını kavramadan evlenme, son yıllarda kitle iletiĢim araçlarının aile değerlerini çözücü nitelikte yayınlar yapması, toplumun bakıĢ açısının değiĢmesi, faydacı, çıkarcı ve bireyci anlayıĢların yaygınlaĢması, uyumsuz ve geçimsiz ailelerde yetiĢmiĢ olmak, gibi pek çok faktörün boĢanmaya neden olduğu vurgulanmıĢtır (Keskin, 2007:24-29; Arabalı, 2006:34-39; Çakır, 2011:274-282). 3. ARAġTIRMANIN METODOLOJĠSĠ 3.1. AraĢtırmanın Konusu ve Kapsamı 1980‘lerden sonra sanayi alanında küresel pazarda etkin bir aktör olma stratejisi izleyen Denizli, bu süreçte hızlı bir geliĢme kaydetmiĢtir. Ekonomik açıdan görülen bu geliĢmeler, zamanla artan göçlerle birlikte Denizli ilinin sosyo-kültürel açıdan da yapısal değiĢimler yaĢamasına vesile olmuĢtur. Bu değiĢimlerin en temel göstergesi boĢanma oranlarındaki hızlı artıĢtır. Bu makalede, Denizli ili örneğinde toplumsal ve bireysel düzlemde boĢanma olgusunun, nedenleri, etki ve sonuçları sosyokültürel değer ve normlar, toplumsal statü ve roller, tutum ve davranıĢlar bağlamında makro ve mikro boyutta analiz edilmektedir. 3.2. AraĢtırmanın Yöntemi BoĢanmanın makro ve mikro süreç ve iliĢkiler alanını kapsayan olgusal özelliğe sahip olması, bütüncül bir yaklaĢımı benimsemeyi gerektirmektedir. Gerçekliğin toplumsal, bireysel alanların dinamik bir etkileĢim ilkesine dayalı olduğu önkabülünden hareketle toplumsal ve bireysel yapı etkileĢime odaklanan araĢtırmamızda boĢanma olgusu, toplumsali kültürel ve ekonomik boyutlarıyla irdelenecektir. AraĢtırma verilerinin istatistiksel çözümlenmesinde SPSS paket programı kullanılmıĢtır. Verilerin analizinde, değiĢkenler arasındaki iliĢkiyi ortaya koymak amacıyla ki-kare testinden yararlanılmıĢtır. Bu bağlamda araĢtırmada sosyo-ekonomik düzey (eğitim, meslek ve gelir), yaĢ, kentte kalıĢ süresi, yaĢamın büyük kısmının geçirildiği yer, sosyal güvenlik, çocuk sayısı, en küçük çocuğun yaĢı, evlilik sayısı, evlilik süresi, eĢler arasındaki yaĢ farkı, evlilik biçimi, aile ve akrabalar ile görüĢme sıklığı, hane halkı sayısı gibi bağımsız değiĢkenlere göre boĢanma olgusunun nedenleri, etki ve sonuçları toplumsal cinsiyet bakıĢ açısıyla sorgulanacak, ayrıca bireylerin boĢanma deneyimlerinin ve boĢanmaya iliĢkin değerlendirmelerinin nasıl farklılaĢtığı ortaya konulması amaçlanmıĢtır. 3.3. AraĢtıramnın Evreni ve Örneklemi AraĢtırmanın evreni, Denizli‘de yaĢayan boĢanmıĢ kadınlardan ve erkeklerden oluĢmaktadır. ÇalıĢmada, boĢanan bireylerin adres kayıtlarına sağlıklı bir Ģekilde ulaĢabilmek için araĢtırma örneklem kapsamına 2007 yılından itibaren meydana gelen boĢanmalar ve boĢanmıĢ bireyler dahil edilmiĢtir. Buna göre, 2007 yılına ait 1304 boĢanma, 2008 yılına ait 1404 boĢanma ve 2009 yılına ait 1731 boĢanma olduğu dikkate alındığında, araĢtırmanın hedef kitlesindeki birey sayısının (N) 4439 olduğu görülmektedir. Örneklem grubunun yaĢ aralığı Türkiye‘de evlenme yaĢının küçük olduğu gerçeği göz önüne alınarak 18 yaĢ ve üzeri kadınları ve erkekleri oluĢturmaktadır. Örneklem kapsamında yer alan boĢanmıĢ bireylerin tespitinde, boĢanma davasının açıldığı dönemde Denizli‘de ikamet etmiĢ olmak Ģartı ile davanın bu ilde sonuçlandırılmıĢ olması kriteri aranmıĢtır. BaĢka ilde boĢanma davası görülmüĢ fakat daha sonra Denizli‘de ikamet etmeye baĢlamıĢ olan bireyler, örneklem kapsamınının dıĢında tutulmuĢtur. AraĢtırmada verilerin elde edilmesinde veri toplama teknikleri olarak anket tekniğinden ve derinlemesine görüĢme tekniğinden yararlanma yoluna gidilecektir. Anket tekniğinin uygulanacağı örneklem kapsamındaki 354 boĢanmıĢ birey ise tesadüfi örneklem tekniği yoluyla belirlenmiĢtir. Örneklemin tamamına anket tekniği uygulanacak, 6 kiĢi ile derinlemesine mülakat gerçekleĢtirilmiĢtir. Böylelikle boĢanmanın, boĢanmıĢ bireyin psikolojik ruh haline ve toplumsal dünyasına nasıl yansıdığı, baĢ edebilme stratejileri, toplumsaĢ kalıp yargılar ve ön kabuller karĢısında kültürel içerikte etiketlendirilmiĢ bireyler olarak nasıl bir denetim süreci yaĢadıkları, toplumsal cinsiyet, sosyal değer diyalektiğine nasıl tanıklık ettikleri bilgisine ulaĢılmaya çalıĢılmıĢtır. 280 4. ARAġTIRMANIN SONUÇLARI BoĢanmıĢ kadın ve erkek katılımcılara göre ekonomik nedenlerin boĢanma kararlarındaki etkisinin bütünüyle belirleyici olduğu söylenemez. Benzer Ģekilde cinsel nedenler de katılımcılar için temel bir boĢanma nedeni olarak algılanmamaktadır. Buna karĢın, kiĢilik özellikleri, sadakatsizlik, ebeveynlerin evliliğe müdahaleleri gibi nedenlerin, katılımcıların ortak boĢanma nedenleri olarak görülmüĢtür. Çocuğun varlığı, kadın ve erkek katılımcılar için boĢanmanın ertelenmesinin temel bir gerekçesi olarak gösterilmiĢtir. Dolayısıyla, çocuğun, evliliği olumsuz yönde etkileyen ve sorunlara yol açan bir faktör olarak değil de sorunlu bir evliliğin devamlılığına neden olan bir faktör olarak algılandığı dikkat çekmektedir. Elde edilen bulgulara göre, eĢleri çalıĢan boĢanmıĢ erkeklere göre eĢle yaĢanılan geçimsizliğin edeni maddi sorunlardır Ģeklideki hipotezimizin doğrulanmadığı gözlenmiĢtir. AraĢtırmada, dikkat çeken temel nokta, katılımcıların boĢanma nedenlerinin algılanmasının, değerlendirilmesinin ve aktarılmasının cinsiyete göre farklılık göstermesidir. Özellikle araĢtırmanın nitel bölümünde katılımcıların anlatıları, bu farklılığı daha net bir Ģekilde ortaya sermektedir. Aldatmak ya da aldatılmak gibi, evlilikte sadakatsizliğe iĢaret eden durumların ve eĢlerin sorumsuzluklarının sıklıkla gözlendiği söylenebilir. Cinsiyete göre farklılık gösteren boĢanma nedenleri, toplumsal cinsiyet ekseninde, kadın ve erkek rollerine bağlı olarak açıklanmaktadır. Katılımcıların, boĢanma gerekçeleri ile cinsiyet ve sosyo-ekonomik profillerle olan iliĢkisi, evlilik ve boĢanma deneyimini içeren iki farklı sürece iliĢkin davranıĢlar, olaylar ve özellikler üzerinden ele alınmıĢtır. AraĢtırmadaki katılımcıların demografik özelliklerine iliĢkin veriler Ģu Ģekildedir: Toplam 354 kiĢiden oluĢan örneklem grubumuzun 177‘si kadınlardan 177‘si erkeklerden oluĢmaktadır. Katılımcıların ortalama yaĢ aralığı 26-35‘dir. Dağılımın en düĢük yaĢ aralıkları ise 46 ve üzeri ile 2025 yaĢ arasında yer alanlardır. Buna göre, katılımcıların büyük çoğunluğunu orta yaĢlı olanlar oluĢturmaktadır. Medeni durum açısından bakıldığında bekar olanlar büyük çoğunluktadır (%72,9). Hem katılımcının kendisi hem de boĢandığı eĢinin doğum yerlerinde kent doğumlu olanların oranı diğer yerleĢim yerinde doğanların (ilçe, köy ve yurt dıĢı) oranlarına göre çoğunluğu oluĢturmaktadır. AraĢtırmaya katılanların kendilerinin ve eĢlerinin eğitim durumları açısından farklılık gösterdikleri dikkat çekmektedir. Katılımcılar arasında lise mezunu olanların oranı fazla iken (%36,7) BoĢanılan eĢin eğitim durumu açısından değerlendirildiğinde ilkokul mezunu olanların çoğunlukta olduğu dikkat çekmektedir (%38,4). Katılımcılarda eğitim durumu ilkokul olanların oranı ikinci sırada gelmektedir. AraĢtırmaya katılanların hem kendilerinin hem de eĢlerinin mesleki statülerinde benzerlikler gözlenmiĢtir. Her iki grupta da iĢçi olarak çalıĢanların oranı diğer meslek grubundakilere göre daha yüksektir. Her iki grupta da esnaf ve ev hanımı statüsünde bulunanlar, diğer çoğunluklu meslek grubunu temsil etmektedirler. ÇalıĢmayan katılımcıların oranı hem kendilerinde hem de eĢlerinde düĢüktür. Buna göre, araĢtırmaya katılanların çoğunluğunu iĢçi olarak çalıĢanlar oluĢturmaktadır. BoĢanmıĢ kadın ve erkek katılımcıların çalıĢmaya baĢlama zamanları sorgulanmıĢtır. Bu bulgu, boĢanma kararı ile çalıĢma durumu arasındaki iliĢkinin varlığını göstermesi açısından önemlidir. Katılımcıların büyük çoğunluğu evlenmeden önce çalıĢmaya baĢlayanlardan oluĢmaktadır. ÇalıĢmaya, boĢandıktan sonra ya da evlendikten sonra aktif olarak baĢlayanların oranları düĢüktür ve birbirine yakındır. AraĢtırmaya katılanlar büyük oranda evlenmeden önce çalıĢma yaĢamında aktiftirler. Dolayısıyla, boĢanan kadın ve erkek katılımcıların ücretli-çalıĢan olarak ekonomik özgürlüğe sahip oldukları gözlenmiĢtir. Çoğunluğunu ücretli-çalıĢan kesimin oluĢturduğu örneklem grubunun gelir düzeylerine göre değerlendirildiğinde aylık geliri 500-999 TL arasında olanlar çoğunluğu oluĢturmaktadır. Buna göre, katılımcılar alt gelir grubunda yer almaktadırlar. Geliri 500 TL‘den az ile 2500 TL ve üzeri olanların oranı gelir dilimi dağılımında oldukça düĢük olduğu gözlenmiĢtir. Buna göre, en düĢük ve en yüksek gelir aralığı gibi iki üç dilimin katılımcılarda düĢük bir yüzdelikle temsil edildiği gözlenmĢtir. Ġkinci yüksek gelir düzeyini 1000-1499 TL arasında olanlar, üçüncü yüksek gelir düzeyini ise 1500-1999 TL olanlar takip etmektedir. Katılımcıların kendi gelirleri dıĢında ek bir gelire sahip olmadıkları ve 281 herhangi bir yerden yardım almadıkları tespit edilmiĢtir. Kendi geliri dıĢında baĢka bir gelire sahip olmadığını belirtenlerin oranı, oldukça fazladır. AraĢtırmaya katılanların, kendilerini evli kaldıkları süre içerisinde hangi gelir grubunda gördüklerine iliĢkin elde edilen bulgulara bakıldığında, orta gelir grubunda yer aldığını belirtenlerin birinci sırada yer aldığı gözlenmiĢtir. BoĢanma, ailedeki gelirin parçalanmasını beraberinde getirmektedir. Her iki eĢin çalıĢması durumunda, maddi kaynakların paylaĢılması nedeniyle hane içi gelirin göreli olarak yüksek olduğu fakat bu dengenin boĢanma ile birlikte bozulduğunu hatta çoğu zaman yoksulluğun gözlendiği söylenebilir. AraĢtırmaya katılanların çalıĢtıkları iĢleri ile sosyal güvenlik durumları arasındaki iliĢkiye bakıldığında, katılımcılar arasında sosyal güvenliğe sahip olanların büyük çoğunlukta olduğu gözlenmiĢtir. Sosyal güvenliğe sahip olmayanların oranı düĢüktür. Sosyal güvencesini SSK olanlar çoğunluğu oluĢturmaktadır. Ġkinci sırada Bağ-Kur gelmektedir. Emekli Sandığına bağlı olanların oldukça düĢük oranda olduğu görülmüĢtür. Özel sigortası olanlar ise yok denecek kadar azdır. AraĢtırmada, katılımcıların evli kaldıkları süre içerisindeki iletiĢimlerinin ve ortak paylaĢımların boyutuna bakılmıĢtır. Katılımcıların sıklıkla yaptıkları sosyal akivitelere bakıldığında akraba ziyaretleri, arkadaĢlarla birlikte zaman geçirme gibi faaliyetlere ağırlık verdikleri gözlenmiĢtir. Kitap okumak, sinemaya, tiyatroya ve konsere gitmek, dernek, kulüp gibi sosyal yardım iĢleriyle ilgilenmek gibi aktivitelere zaman harcamadıkları tespit edilmiĢtir. Katılımcıların eğitim ve ekonomik durumları göz önüne alındığında, en sık gerçekleĢtirdikleri aktivitenin akraba ve arkadaĢ ziyaretlerinin olması anlamlı görünmektedir. Eğitim düzeyi düĢük ve ekonomik olanakları sınırlı olan bireylerin en önemli etkinliği akraba ve arkadaĢlarla zaman geçirmektir. Katılımcıların ilk evlilik yaĢlarına iliĢkin bulgulara bakıldığında, kendilerinin ve boĢandıkları eĢlerinin ilk evlenme yaĢları arasında paralellik olduğu tespit edilmiĢtir. Ġlk evlilik yaĢı 21-25 aralığında yer alanlar çoğunluğu oluĢtururken ikinci sırada 20 yaĢ ve altında olanlar gelmektedir. 26 ve üzeri yaĢında ilk evliliğini yaptığını belirtenlerin oranı ise düĢüktür. Katılımcılar arasında boĢandıkları eĢleriyle 1-3 arasında yaĢ farkı olduğunu belirtenlerin birinci sırada; 4-6 arasında yaĢ farkı olduğunu belirtenlerin ise ikinci sırada geldiği gözlenmiĢtir. 7 ve daha fazla yaĢ farkı olanların oranı ise bulgulardaki en düĢük oransal dağılıma karĢılık gelmiĢtir. Buna göre, katılımcıların boĢandıkları eĢleriyle yaĢ farkının en fazla 3 olduğu dolayısıyla çok büyük bir yaĢ farkının olmadığı söylenebilir. Katılımcıların, boĢandıkları eĢleriyle olan akrabalık iliĢkilerinin derecesine bakıldığında çoğunluğunun akrabalık bağına sahip olmadıkları ortaya konulmuĢtur. Elde edilen bulgular, yakın akraba olanların oranının oldukça düĢük olduğunu göstermiĢtir. Katılımcıların tamamına yakını ilk evliliğinden boĢanmıĢtır. Katılımcılar arasında ikinci evliliğini yapanlar da bulunmaktadır. Ġkinci evliliğini yapanların oranı ise oldukça düĢüktür. AraĢtırmada, katılımcıların, ailelerinde boĢanma deneyiminin olup olmadığına bakıldığında, çoğunluğunun ailelerinde boĢanma yaĢanmadığını yani anne-babalarının birlikte yaĢadığı gözlenmiĢtir. Dolayısıyla, katılımcıların çoğunluğunun boĢanmıĢ anne-babanın çocukları olmadıkları tespit edilmiĢtir. Katılımcıların çoğunluğunun en az bir çocuğu vardır. Sahip olunan çocuk sayısının fazla olmadığı görülmüĢtür. Ġlk sırada bir çocuğa sahip olanlar, ikinci sırada ise iki çocuğa sahip olanlar gelmektedir. Hiç çocuğu olmayanların oranı da iki çocuğa sahip olanların oranıyla yakınlık göstermektedir. Buna göre, katılımcıların boĢandıkları eĢlerinden ez az bir en fazla üç çocukları bulunmaktadır. Sahip olunan çocuk sayısının az olması dikkat çekicidir. Çocuklarını yaĢ aralıkları çoğunlukla 1-3 arasında değiĢmektedir. Çocuklarının yaĢları 4-6 arasında değiĢenlerin oranları da ikinci ağırlıklı dilimi oluĢturmaktadır. Katılımcıların çocuklarının büyük olmadığı gözlenmiĢtir. Dolayısıyla ağırlıklı olarak çocukların yaĢlarının 1 ile 6 arasında değiĢtiği görülmüĢtür. BoĢanma sonrasında çocuk konusunda öne çıkan konulardan biri çocukların kiminle birlikte yaĢadığıdır. Çocuklarının, boĢandığı eĢinin değil, kendi yanında kaldığını belirtenlerin oranlarının çoğunlukta olduğu görülmüĢtür. 282 AraĢtırmaya katılanların evlilik deneyimlerine iliĢkin önemli konulardan bir tanesi evlenme biçimidir. Katılımcıların birilerinin aracılığıyla tanıĢıp flört ederek evlendiklerini belirtenlerin sayısı çoğunluktadır. Görücü usulü ile evlenenler ise ikinci sırada gelmektedir. Tarafların evlenme nedenlerine göre değerlendirildiğinde birbirini sevdikleri için evlenenlerin oranı fazladır. Ġkinci sırada aile baskısı ile evlenenler gelmektedir. Bu kategori de en düĢük dağılımı, çocuk yapmak için evlenenler ve ekonomik nedenlerle evlenenler oluĢturmaktadır. Dolayısıyla, katılımcıları evliliğe yönlendiren temel etken karĢı tarafa duydukları sevgi olduğu gözlenmiĢtir. Flört ederek evlenenlerin en fazla 1-6 ay arasında flört ettikleri gözlenmiĢtir. 7-11 ay arasında flört ettiğini belirtenlerinde ikinci çoğunluklu dilimi oluĢturmaktadırlar. Dolayısıyla, flört ederek evlenen katılımcıların 1-11 ay arasında değiĢen süre içinde evlendikleri söylenebilir. En fazla 11 aylık bir süre söz konusudur. Evlenmek için çok uzun bir süre beklenilmediği gözlenmiĢtir. Katılımcıların birbirlerini yeterince tanımadıkları görülmüĢtür. Katılımcılar arasında birbirlerini sevdiği için evlenenler çoğunluktadır. Aile baskısıyla evlenenler ise ikinci sırada yer almaktadır. Toplumsal bir zorunluluktan dolayı evlenenlerin oranı ise düĢüktür. Katılımcıların evliliklerinin ilk zamanlarında farklı duygular içinde oldukları varsayımından hareket edildiğinde, büyük çoğunluğunun mutlu oldukları gözlenmiĢtir. AraĢtırmaya katılanların oldukça büyük oranının evliliklerinin ilk zamanlarında evliliklerinden mutlu oldukları gözlenmiĢtir. Katılımcıların, evlilikleri süresince eĢleriyle tartıĢma yaĢama durumlarına göre değerlendirildiğinde tamamına yakını eĢiyle farklı nedenlerle tartıĢtığını belirtmiĢtir. BoĢanılan eĢle tartıĢma sıklığına bakıldığında ise çoğu zaman tartıĢtığını belirtenlerin çoğunlukta olduğu gözlenmiĢtir. Her zaman ve çoğu zaman tartıĢtığını belirtenleri, tartıĢma sıklığı açısından birbirine yakın derecelendirmeler olarak ele alındığında yarısından fazlasının tartıĢma yaĢadığı sonucuna ulaĢılmaktadır. Nadiren tartıĢtıklarını belirtenler ise oldukça düĢük orandadır . EĢlerin birbirileriyle tartıĢma nedenleri farklılaĢmaktadır. AraĢtırmaya katılanlar arasında boĢandıklar eĢleriyle tartıĢtığını belirtenlerin, tartıĢma nedenlerine bakıldığında maddi-parasal konuları belirtenlerin çoğunlukta olduğu gözlenmiĢtir. Dolayısıyla maddi konular, eĢler arasında önemli ölçüde tartıĢma konusu olarak ön plana çıktığı gözlenmiĢtir. BoĢandığı eĢiyle, giyim tarzı, geleneklere uygun davranmama, kiĢisel bakım, siyasi konular, büyüklerle olan iliĢkiler, akrabalarla olan iliĢkiler, komĢularla olan iliĢkiler çocukların arkadaĢ seçimi ev iĢlerinin paylaĢımı, eĢle duygu ve düĢüncelerin rahat bir Ģekilde paylaĢılamaması, çocukların eğitim gibi nedenlerin tartıĢma konusu olmadığı gözlenmiĢtir. Ailede alınan kararlara katılmama ve söz hakkına sahip olmama, sigara, alkol gibi maddelerin kullanımı gibi nedenlerin ise tartıĢma nedeni olarak belirtildiği gözlenmiĢtir. Ailede eĢitlikçi ve demokratik bir atmosferin hakim olması, evliliğin uzun süreli olmasında önemli bir faktördür. BoĢanmadan önceki süreçte ailedeki önemli kararların erkek tarafından alındığını belirtenlerin çoğunlukta olduğu tespit edilmiĢtir. Önemli kararların kadın tarafından alındığı belirtenlerin oldukça düĢük olduğu gözlenmiĢtir. Erkek temel bir karar mekanizması olma özelliğini devam ettirmektedir. Katılımcıların kendi ebeveynlerinde de aile ile ilgili önemli kararların alınmasında erkeğin/babanın ön planda olduğu ortaya konulmuĢtur. Kadının önemli bir karar mekanizması olarak algılanmadığını söylenebilir. Bu ataerkil ideolojinin bir yansıması olarak görülmektedir. Erkeğin baskın olduğu bir aile yapısı söz konusudur. Katılımcıların evli kaldıkları süre en fazla 1-5 yıl arasında değiĢmektedir. Ġkinci sırada 6-10 yıl arasında evli kaldığını belirtenler yer almaktadır. Üçüncü sırada ise 16 yıl ve üzeri süre evli kalanlar yer almaktadır. En düĢük oran ise 1 yıl içinde ayrı kaldığını söyleyenler oluĢturmaktadır. Buna göre, katılımcıların en fazla evli kaldıkları süre 1-5 yıl arasında değiĢmektedir. Türkiye genelinde elde edilen verilerde de çiftlerin en çok evliliklerin ilk 5 yılı içerisinde boĢanmaktadırlar. Katılımcılardan elde edilen bu veriler, Türkiye genelinde tespit edilen bu durumla benzerlik göstermektedir. Yani evliliklerde ilk 5 yıl kritik bir süre olarak görülmektedir. Benzer etnik ve kültürel çevreden gelmek evliliğin devamlılığı için önemli bir faktördür. AraĢtırmaya katılanların çoğunluğunun boĢandıkları eĢiyle aynı etnik ve kültürel çevreden geldiği tespit edilmiĢtir . Katılımcıların ev içi rollerinin yerine getirilmesi değerlendirildiğinde çocuklarla ilgili kararların ortak bir Ģekilde verildiği; ev temizliği, ütü yapma, çamaĢır yıkama, çocukların bakımıyla ilgilenme 283 alıĢveriĢ yapma, gibi birçok domestik iĢlerin yerine getirilmesi konusunda kadının ön plana çıktığı tespit edilmiĢtir. Erkeklerin ise ev içi görevler konusunda sadece fatura ödemenin erkekler tarafından gerçekleĢtirildiği sonucu ortaya çıkmıĢtır. Katılımcıların ortak karar verdikleri bir konu çocuklarla ilgili konular olmuĢtur. Buna göre, ataerkil ideolojinin bir yansıması olarak ev ile ilgili rutin iĢlerin yerine getirilmesinde kadına büyük sorumluluklar yüklendiği gözlenmiĢtir. Bu da ataerkil ideolojinin devam ettiğini göstermektedir. Kadın ev içindeki iĢlerin erkek ise para kazanmak gibi ev dıĢı iĢlerin yerine getirilmesinde ön plana çıkarılmaktadır. Günümüzde yapılan çoğu araĢtırma kadınların eĢlerinden sıklıkla farklı Ģiddet biçimlerine maruz kaldıkları ortaya konulmuĢtur. AraĢtırmaya katılanların yarısından fazlasının boĢandıkları eĢleri tarafından Ģiddet uygulandığı gözlenmiĢtir. ġiddete maruz kalanların fiziksel, cinsel, sözel, duygusal, ekonomik ve psikolojik Ģiddet kategorilerinden farklı derecelerde maruz kalmalarıyla birlikte fiziksel Ģiddete uğrayanların oranları diğer Ģiddet türleriyle karĢılaĢtırıldığında daha fazla olduğu tespit edilmiĢtir. Cinsel Ģiddet ikinci sırada, duygusal Ģiddet üçüncü sıradadır. Bunun yanı sıra katılımcıların çoğunluğu tehdit ya da gözdağı gibi negatif durumlarla karĢı karĢıya kaldıkları ortaya konulmuĢtur. Katılımcıların çoğunluğu ruhsal sıkıntı yaĢamadığını belirtmiĢtir . BoĢanma fikrini ilk olarak kendisinin ortaya attığını ve boĢanma kararını ilk olarak kendisinin verdiğini belirtenler çoğunluğu oluĢturduğu gözlenmiĢtir. Dolayısıyla boĢanma fikrinin ortaya atılmasında ve kararın verilmesinde katılımcının kendisinin etkin olduğu tespit edilmiĢtir. Her iki durumda da bir tarafın belirleyiciliği ya da yönlendiriciliği söz konusudur. OrtaklaĢa bir kararının çoğunlukla gözlenmediği sonucuna ulaĢılmıĢtır. BoĢanma kararına karĢı, eĢin tepkisinin çoğunlukla tepki göstermediği Ģeklinde olmuĢtur. Ġkinci sırada ise ayrılmamakta direndiğini belirtenler yer almıĢtır. BoĢanma kararının eĢi tarafından verilmesi karĢısındaki tepkisini, tepki göstermeden kabul edenlerin çoğunlukla olduğu tespit edilmiĢtir. Yani boĢanma kararı gerek eĢi tarafından gerekse kendisi tarafından verilmiĢ olsun her iki durumda da bu karara karĢı tepki göstermeden kabul ettiğini belirtenler çoğunluktadır. BoĢanma kararı verilmeden önce boĢandığı eĢine karĢı, nefret duygusu içinde olanlar birinci sırada, huzursuzluk duygusu içinde olanlar ikinci sıradadır. Her iki duygu durumunun da negatif ve yıkıcı olduğu göz önüne alındığında boĢanma kararının verilmesinde önemli bir faktör olarak değerlendirilebilir. BoĢanmıĢ kadın ve erkek katılımcılar, boĢanmadan önceki süreçte eĢleriyle evlilikleri süresince duygu ve düĢüncelerini rahat bir Ģekilde paylaĢmadıkları tespit edilmiĢtir. Dolayısıyla, eĢler arasındaki iletiĢimin oldukça düĢük düzeyde olduğu söylenebilir. Duygular rahat bir Ģekilde paylaĢılamamaktadır. EĢin tepkisinden çekinme nedeniyle bu tarz bir paylaĢıma girilmediği sonucuna ulaĢılmıĢtır. Bu durum, evlilikteki sorunların temel nedeni olarak görülebilir. Evliliklerde çatıĢma yaratan durumlardan biri olarak değerlendirilen eve ya da iĢe bağlılık durumunun, katılımcılar bağlamında değerlendirildiğinde çoğunluğunun çocuklarının ve evinin iĢinden önce geldiğini belirtenlerden oluĢtuğu ortaya konulmuĢtur. ĠĢinin, evden ve çocuklarından önce geldiğini belirtenlerin oranı ise düĢüktür. Ev ve çocuklarla ilgili konular, katılımcıların yaĢamlarında birinci planda yer almaktadır. AraĢtırmaya katılanların mesleki profillerine bakıldığında kariyer temelli bir mesleği icra etmedikleri bununla birlikte düĢük eğitim düzeyine sahip oldukları göz önüne alındığında, katılımcıların verdikleri yanıtlarla çeliĢmediği söylenebilir. AraĢtırmaya katılanların yarısından fazlasının boĢanmadan önce ayrı yaĢamadıkları tespit edilmiĢtir. Bunun yanı sıra ayrı yaĢamayı tercih edenlerin oranlarının da düĢük olmadığı dikkat çekicidir. Ayrı yaĢamayı tercih edenlerin çoğunluğu bir yıldan daha az bir süre ayrı yaĢamıĢlardır. BoĢandığı eĢiyle belli bir süre ayrı yaĢayanların çoğunlukla ailesinin yanında yaĢamıĢlardır. Ayrı bir evde yalnız ya da çocuklarıyla birlikte yaĢayanların oranı düĢüktür. AraĢtırmaya katılanların evliliklerini sonlandırma nedenlerinin baĢında eĢin baskı ve kıskançlıkları gelmektedir. Bunu ilgisizlik ve çiftlerin birbirini ihmal etmeleri, kiĢisel uyumsuzluk ve karĢılıklı beklentilerin gerçekleĢmemesi, anne-babaların müdahaleleri izlemektedir. Bunun yanı sıra katılımcıların belirttikleri diğer nedenler, alkol ve kumar gibi kötü alıĢkanlıklar, baĢka birinin varlığı, evi geçindirememe ve iĢsizlik, cinsel uyumsuzluk ve çocuk yapma istediğidir. 284 Bireylerin evliliklerinin devamlılığı noktasında ekonomik özgürlük önemli bir faktör olarak görülmektedir. Katılımcıların büyük çoğunluğunun boĢanmadan önceki süreçte çalıĢtığı tespit edilmiĢtir. Dolayısıyla, katılımcıların ekonomik özgürlüklerinin olduğu söylenebilir. ÇalıĢanların oranlarının yüksek olması, boĢanma kararının alınmasında ekonomik faktörün belirleyici olup olmadığı noktasında önem taĢımaktadır. Zira özellikle kadınlar için boĢanma kararının alınmasında maddi olanaklara sahip olmak önemli ve gerekli bir koĢul olarak değerlendirilmektedir. Ekonomik özgürlüğe sahip olan kadının boĢanma kararı almasında kendisini bağlayıcı kılan faktörlerden bir tanesini aĢmıĢ olabileceğini gösterdiği için, bu kararın alınması kolaylaĢabilmektedir. AraĢtırmaya katılanların çalıĢma durumlarının boĢanma üzerindeki etkileri bağlamında değerlendirildiğinde çalıĢıyor olmanın boĢanma üzerinde etkisi olmadığını belirtenler çoğunluğu oluĢturmaktadırlar. Ekonomik nedenlerin boĢanma kararında belirleyici ya da yönlendirici bir etken olmadığı düĢüncesinin hakim olduğu tespit edilmiĢtir. Ekonomik özgürlük her ne kadar önemli bir faktör olarak görülse de, bu bulgular katılımcı çalıĢmıyor olsa dahi boĢanma kararını alınabileceğini göstermektedir. ÇalıĢıyor olmanın boĢanma kararı üzerinde özgür bir Ģekilde karar vermeyi kolaylaĢtırması yönünde olumlu katkısının olduğu görüĢünü benimsemektedirler. AraĢtırmaya katılanlar, çalıĢmıyor olsalar bile boĢanacaklarını belirtmiĢlerdir. Dolayısıyla boĢanma konusunda kararlı oldukları ve ekonomik durumun buna engel teĢkil etmeyeceği ortaya konmuĢtur. AraĢtırmaya katılanların yeniden evlenme konusundaki düĢüncelerine bakıldığında yarısı yeniden evlenmeyi düĢünmemektedir. Yeniden evlenmeyi düĢünmeyenler ilk olarak, evli kaldığı süre içinde yaĢadığı olumsuzlukları bir daha yaĢamak istemediklerinden dolayı ikinci olarak çocukları nedeniyle yeniden evlenmeyi düĢünmediklerini belirtmiĢlerdir. ĠĢ hayatının öncelikli durumu, koĢullara uymama, sosyal çevrenin uygun bulmaması gibi gerekçelerin oldukça düĢük düzeyde belirtildiği tespit edilmiĢtir. Yeniden evlenmeyi tercih edenlerin ise sevgi, toplumsal zorunluluk ve ekonomik nedenlerle yeniden evlenmeyi tercih ettikleri görülmüĢtür. BoĢanma sürecinden sonra bireylerin kimlerle ve nasıl yaĢamaya baĢlayacakları önemli bir konudur. Özellikle bu durum kadınlar için sorun teĢkil etmektedir. AraĢtırmaya katılanların çoğunluğu boĢanma sürecinden sonra ailesinin kendisine sahip çıktığını ve onlarla birlikte yaĢamaya baĢladığını; bir kısmı ise tek baĢına yaĢadığını belirtmiĢtir. Katılımcılar arasında ailesinin yanında kalanlar ile tek baĢına yaĢamaya baĢlayanların oranlarının birbirine yakın olduğu gözlenmiĢtir. Ailesiyle birlikte yaĢamayı tercih edenler ise ekonomik nedenler ve çocuğun bakımı gerekçeleriyle bu yolu zorunlu olarak tercih ettikleri sonucuna ulaĢılmıĢtır. Katılımcıların yarısı, boĢanmadan sonraki süreçte ailesiyle dayanıĢma içerisinde olduğu görülmüĢtür. Ailesi ile birlikte yaĢamaya baĢlayan boĢanmıĢ kadın ve erkek katılımcılar arasında belli bir konuda karar alırken ailesinin etkisi olmadan kendi kararlarını verebildiğini söyleyenlerin büyük çoğunluğu oluĢturduğu tespit edilmiĢtir. Örneklem grubunda, boĢanma kararından piĢman olmadıkları, boĢanmadan sonra daha mutlu ve huzurlu olduğunu belirtenler çoğunluktadır. Pozitif yönde katkısı olmuĢtur. Acı ve hüzün ile öfke ve nefret gibi negatif duygular yaĢadığını belirtenlerin oranı daha düĢüktür. Katılımcıların mahkemede belirtikleri boĢanma gerekçeleri arasında ilk sırada kiĢisel ilgisizlik ve beklentilerin gerçekleĢmemesi ikinci sırada alkol, kumar ve Ģiddet gibi kötü alıĢkanlıklar, üçüncü sırada ise baĢka birinin varlığı yer almaktadır . BoĢanma sonrasında katılımcıların çoğunluğu ailesinin anlayıĢlı ve destek olmaya çalıĢtıklarını belirtmiĢtir. Ailesi tarafından destek görmeyenlerin ve boĢanmayı olumsuz yönde karĢılayanların oranlarının düĢük ve büyük ölçüde aynı olduğu tespit edilmiĢtir. Katılımcıların boĢanma sürecinde ve sonrasında en büyük desteği yine ailelerinden sağladıkları, ailenin birincil derecede ön plana çıktığı sonucuna ulaĢılmıĢtır. BoĢanma sonrası süreçte katılımcıların karĢılaĢtıkları sorunlara bakıldığında ilk olarak her konuda rahat davrandıklarını belirtenler; ikinci olarak çevrenin dedikodularıyla karĢılaĢmamak için yakın çevresiyle belli bir süre görüĢmediğini belirtenler; üçüncü sırada ise davranıĢlarında ölçülü davranmak zorunda hissettiğini belirtenler bulunmaktadır. Buna göre, katılımcıların önemli bir kesimi ciddi bir sorunla karĢılaĢmamasının yanı sıra çevrenin yaptırımlarından dolayı iliĢkilerine ve davranıĢlarına yön 285 verme zorunda hissedenlerin oranları da oldukça dikkat çekicidir. Toplumsal baskının kaçınılmaz olduğu söylenebilir. AraĢtırmaya katılan kadın ve erkek katılımcıların çoğunluğu boĢanma sonrasında orta düzeyde maddi sıkıntı yaĢadığını belirtmiĢtir. Çok fazla maddi sıkıntı yaĢayanların oranı düĢüktür. Katılımcıların boĢandıktan sonra çok fazla maddi sıkıntı yaĢamadıkları söylenebilir. Bunun nedeni çalıĢıyor olmalarının yanı sıra ailenin desteği olarak da görülebilir. BoĢanma sonrasında özellikle çalıĢmayan kadınlar maddi sorunlar yaĢayabilmektedir. Kendilerine verilen nafakanın yetersiz olması da bunun da bir nedeni olarak gösterilebilir. Birçoğu boĢandıktan sonra farklı iĢlerde çalıĢmaya baĢlamaktadır. AraĢtırmaya katılanların çoğunluğunda boĢandıktan sonra sosyal çevresinde herhangi bir değiĢim olmamıĢtır. BoĢanma sonrasıyla çevresiyle iliĢkilerinin bozulduğunu ve yeni iliĢkiler geliĢtirme yoluna gittiğini belirtenlerin oranlarının oldukça düĢük olduğu gözlenmiĢtir. BoĢandıktan sonra kendisine nafaka bağlanan katılımcılarda nafakanın miktarı ve düzenliliği konusunda memnun olmayanların ağırlıklı olduğu sonucuna ulaĢılmıĢtır. AraĢtırmaya katılanların çoğunlukla evliliği aile birliğinin temeli olarak tanımlamıĢlardır. Bununla birlikte evliliği, eĢler arasında duygusal birliği sağlayan bir kurum; çocuk yapmak ve büyütmek için yapılmıĢ bir sözleĢme, cinsel iliĢkinin toplumda meĢru kılınması ve eĢler arasındaki ekonomik dayanıĢmayı sağlayan bir kurum olarak tanımlayanlar bulunmaktadır. Fakat, evlilik kurumunun aile birliğinin temeli olması yönündeki görüĢlerin ağırlıkta olduğu gözlenmiĢtir. Aile, toplumun temel kurumlarından biri olarak görülmektedir. AraĢtırmaya katılanların çoğunluğu boĢanmanın aile birliğini parçalayan bir olay olduğunu savunmuĢlardır. Ġkinci olarak, gerilimli ve mutsuz bir evliliğin sonlandırılması; üçüncü olarak, baĢarısız bir evliliğin iĢareti; dördüncü olarak, sıkıntı bir yaĢamın sonlandırılması olarak tanımlamıĢlardır. Tanımlardan da görüldüğü gibi, araĢtırmaya katılan boĢanmıĢ kadın ve erkek katılımcıların çoğunluğu için boĢanma eĢler açısından sorunlu ya da sıkıntılı olan bir evlilik sürecinin sonlandırılması Ģeklinde anlam ifade etmektedir. AraĢtırmaya katılanların kendi boĢanma süreçlerini nasıl geçirdiklerine bakıldığında yarısından fazlası gerilimli ve huzursuz bir boĢanma sürecini yaĢadığını belirtmiĢlerdir. Sorunsuz bir boĢanma süreci yaĢayanların bir kısmı, büyük ölçüde ailelerinden destek aldıkları için , bir kısmı belli bir gelire sahip olup da ekonomik özgürlüğe sahip oldukları için boĢanma sürecini sorunsuz atlatabildiklerini belirtmiĢlerdir. Bununla birlikte boĢanma sürecini yalnızlık ve kimsesizlik duygularının yoğun bir Ģekilde yaĢandıkları bir dönem olarak tanımlayanlar da söz konusudur. Katılımcılar, boĢanma sürecinin gerilimli ve huzursuz bir süreç olarak yaĢandığı konusunda ortak bir paydaya sahiplerdir. Bununla birlikte bu sürecin kiĢinin yalnız kaldığı ve sosyal çevresinden yeterli desteği göremediği takdirde daha da sorunlu geçirilebilen bir süreç olarak görenlerle birlikte değerlendirildiğinde, katılımcıların yarısından fazlasının boĢanma sürecini sorunlu bir Ģekilde yaĢadıkları ortaya konulmuĢtur. Bunun yanı sıra, ailenin ve yakın çevrenin desteği ve ekonomik özgürlüğe sahip olmak gibi, boĢanma sonrası süreçte, boĢanmıĢ kiĢilerin yeni yaĢamlarını olumsuz yönde etkileyebilecek faktörlerle baĢ baĢa kalmamaları, sürecin göreli olarak daha az sıkıntılı bir Ģekilde atlatılmasına zemin hazırlayabilmektedir. BoĢanma, birçok yönden kadınlar açısından sorun oluĢturan bir süreçtir. AraĢtırmaya katılanların boĢanmıĢ kadına toplumun bakıĢ açısının nasıl olduğuna dair değerlendirmelerine bakıldığında, çoğunluğunun boĢanmıĢ kadına iyi gözle bakılmadığını, ön yargılı yaklaĢıldığını, hor görüldüğünü ve aĢağılandığını vurgulamıĢtır. Katılımcıların bir kısmı, boĢanmıĢ kadının evli ya da bekar kadından daha farklı algılandığını, bir kısmı da evli bir kadından farklı görülmediğini ileri sürmüĢlerdir. Katılımcıların verdikleri yanıtlardan yola çıkarak boĢanmıĢ bir kadına yönelik bakıĢ açısının iki Ģekilde değerlendirmek mümkündür. Ġlk grup, boĢanmıĢ kadını toplumda olumlu Ģekilde değerlendirmeyenlerden oluĢmaktadır. Bu gruptakiler, toplumun boĢanmıĢ bir kadına, ön yargılı yaklaĢtığını, küçük görüldüğünü, aĢağılandığını söyleyerek evli bir kadından daha farklı bir anlam atfedildiği gözlenmiĢtir. Ġkinci grupta yer alan katılımcılar ise, evli bir kadından farklı bir Ģekilde 286 algılanmadığını vurgulamıĢlardır fakat bu görüĢü paylaĢanların oranlarının oldukça düĢük olduğu tespit edilmiĢtir. BoĢanma sonrasında katılımcıların ilk olarak genel hal ve hareketlerde, ikinci olarak karĢı cinsle olan iliĢkilerde, üçüncü olarak ise eve giriĢ ve çıkıĢ saatlerinde sosyal baskı ya da kontrol hissettikleri tespit edilmiĢtir. Sosyal iliĢkilerde kontrol sağlayan kiĢilerin baĢında ise aileler gelmektedir. Ġkinci sırada komĢular, üçüncü sırada akrabalar, dördüncü sırada çocuklar ve iĢ arkadaĢları gelmektedir. BoĢandıktan sonra kiĢiler kendilerini ilk olarak kiĢisel alanda, ikinci olarak toplumsal alanda, üçüncü olarak da mesleki alanda kendilerini yeniden tanımlama ve ifade etme ihtiyacı hissetmektedirler. BoĢanma sonrasında katılımcıların en çok yaĢadıkları problemler, psikolojik ya da ruhsal problemler olmuĢtur . Ġkinci sırada ekonomik problemler, üçüncü sırada toplumda yeni bir kimlik arayıĢına girme Ģeklinde belirtilmiĢtir. Mesleki kariyerde düĢüĢ ve karĢı cinsle iliĢkilerde sorunlar katılımcıların en az yoğunluğu oluĢturdukları problemler olarak tespit edilmiĢtir. BoĢanma sürecinden sonra kiĢilerin evliliği bakıĢ açısı farklılaĢmaktadır. Gerek geçmiĢte yaĢadığı sorunlu evlilik sürecini gerekse de yeni iliĢkilerini daha farklı Ģekilde değerlendirmeye baĢlamaktadır. AraĢtırmaya katılanlara göre evliliğin uzun sürmesi ilk olarak eĢler arasındaki uygun iletiĢime bağlıdır. Diğer görüĢler ise sırasıyla cinsel uyum, yaĢ farkının fazla olmaması, kültürel ve dinsel değerlere bağlı olduğunu belirtmiĢlerdir. Bunun yanı sıra katılımcıların verdikleri yanıtlara göre vurgulanan diğer koĢullar Ģu Ģekildedir: eĢler arasındaki duygusal uyum, ilgi ve beğeni alanlarının uyumu, maddi olanaklar, ailede eĢitlikçi bir düzenin sağlanmasına , kadının evine ve iĢine bağlılığı ile aileler arasındaki uyum, kadın ve erkeğin ailenin geçimini sağlamasına, kadının dıĢarıda çalıĢmasına, çocuk sahibi olmaya bağlı olduğunu belirtmiĢlerdir. Buna göre, katılımcıların en çok üzerinde durdukları konular kiĢisel uyum, iletiĢim ve anlaĢma gibi kendileriyle ilgili özelliklerdir. Kültürel ve dinsel uyum, ekonomik koĢullar, kadının dıĢarıda çalıĢması ve çocuk sahibi olmak gibi faktörlerin daha düĢük yoğunlukta olduğu gözlenmiĢtir. Dolayısıyla evliliğin sürekliliğinde bireysel nedenler ön plana çıkmaktadır. EĢler arasındaki uygun iletiĢim, duygusal uyum ve ilgi ve beğeni alanlarının uyumu bu bireysel nedenlere gönderme yapmaktadır. Kadını çalıĢmasının evliliğin uzun sürmesiyle düĢük oranda iliĢkilendirildiği söylenebilir. AraĢtırmaya katılanların çoğunluğuna göre, kadın ve erkeğin rolleri farklı olmalıdır. Elde edilen veriler Türkiye‘ye özgü bir durumu yansıtmaktadır. Katılımcıların, ev iĢlerinin kadın için önem derecesinin bu Ģekilde kategorileĢtirilmesi, geleneksel rol paylaĢımının devamlılığına iliĢkin veri sunmaktadır. AraĢtırmaya katılanlar arasında annelik rolünün kadının birincil öneme sahip rolü olduğunu belirtenler çoğunluktadır. Bunu annelik rolünü ikincil önemde roller olarak değerlendirenler bulunmaktadır. EĢin bakımını üstlenmek görevini kadının birinci görevi olarak belirtenlerin oranının düĢük olduğu gözlenmiĢtir. Bu kategoride üçüncü derecede önemli olduğunu belirtenlerin oranı yüksektir. Kadının rollerine iliĢkin katılımcıların verdikleri yanıtları genel olarak değerlendirdiğimizde araĢtırmaya katılanların çoğunluğunun kadının birinci görevi ev iĢlerini yerine getirmek (evin temizliği, yemek yapmak, çamaĢır, bulaĢık yıkamak vs. gibi); ikinci sırada gelen görevi ise çocuğu/çocukların bakımını yerine getirmek olduğu sonucuna ulaĢılmıĢtır. Katılımcıların sosyoekonomik profilleriyle birlikte düĢünüldüğünde kadının geleneksel rollerinin devamlılığı ĢaĢırtıcı olmamaktadır. Kadının gelir getirici bir iĢte çalıĢmasının temel görevleri olarak görmeyenlerin oranlarının da yüksek çıkması bu görüĢü destelediği söylenebilir. Buna göre kadının mesleki rolünün ön plana çıkması gerektiğini savunanların oranı oldukça düĢüktür. AraĢtırmaya katılanların erkeğin temel görevlerinin/rollerinin neler olduğuna yönelik kiĢisel görüĢlere iliĢkin verilere bakıldığında, evin geçimini sağlamak için gelir getirici bir iĢte çalıĢmak, para kazanmak gibi görevlerin birincil öneme sahip olduğunu belirtenlerin çoğunluğu oluĢturduğu görülmüĢtür. Ġkinci sırada çocukların bakımı sağlamak olduğunu belirtenler gelmektedir. EĢin bakımını üstlenmek ise üçüncü sırada yer almaktadır. AraĢtırmaya katılanların çoğunluğu kadının istiyorsa her durumda çalıĢması gerektiğini savunmaktadırlar. Ailenin ekonomik sıkıntısı varsa çalıĢması gerektiğini savunanlar ikinci sırada; hiçbir durumda çalıĢmaması gerektiğini savunanlar üçüncü sırada, anne oluncaya kadar çalıĢması 287 gerektiği savunanlar ise dördüncü sırada yer almaktadırlar. Buna göre kadının çalıĢmaması gerektiği yönünde düĢünceye sahip olanların oranı oldukça düĢüktür. Büyük çoğunluğun belli bir duruma bağlı olsa da yine de çalıĢması gerektiği düĢüncesindedirler. Kadının çalıĢmasının kadına özgürce karar vermesini sağladığını belirtenler çoğunluktadır. Kadının özgüvenini arttırdığını belirtenler ikinci sıradadır. Sosyal ortamlara daha fazla girmesine olanak sağladığını belirtenler üçüncü sıradadır . Dördüncü sırada kendisini daha mutlu hissettiğini belirtenler, beĢinci sırada kararlarında daha seçici davranmasına olanak sağladığını belirtenler , altıncı sırada toplumda saygınlığını sağladığını belirtenler ve yedinci sırada yaĢam kalitesini arttırmasına olanak sağladığını belirtenler yer almaktadır. Katılımcıların verdikleri yanıtlara göre, kadının çalıĢması konusunda sofistike olarak değerlendirilebilecek yanıtların daha düĢük oranlara sahip oldukları görülmektedir. Meslek sahibi olmak ile kiĢisel geliĢim arasındaki paralellikte belirleyici olan eğitim düzeyi olduğunu düĢünülmektedir. Ekonomik sorunların üstesinden gelebilmek bu Ģekilde göreli özgür davranabilmek için temel ihtiyaçların karĢılanmıĢ olması gerekmektedir. Bu noktada gelir getirici iĢte çalıĢmak dıĢsal bir zorunluluk olarak görülmektedir. KiĢinin mesleki olarak ilerlemesi, baĢarılar elde etmesi, iyi bir kariyer çizgisine sahip olması, ekonomik zorunluluklar dıĢında kiĢisel tatmin gibi psikolojik faktörlerin yönlendiriciliğinde ortaya çıkmaktadır. YaĢam kalitesini arttırmak önemli olmakla birlikte temel ekonomik ihtiyaçların giderilmiĢ olmasından sonraki bir düzey olarak değerlendirilmektedir bu durum. Dolayısıyla araĢtırmaya katılanların sosyo-ekonomik profilleri, daha çok belli bir yaĢam standardını oluĢturmak amacıyla, ekonomik ihtiyaçların karĢılanması amacına yönelik hareket ettikleri söylenebilir. Mesleki baĢarı, kariyer merkezli bir iĢ yaĢamı katılımcılar için çok fazla önemsenen bir durum olmadığı söylenebilir. Kadının çalıĢmasını, evlenme ve çocuk sahibi olmak gibi süreçlerin bir ölçüde etkilediğini belirtenlerin çoğunlukta olduğu gözlenmiĢtir. Etkilemediğini belirtenler ise ikinci sırada yer almaktadır. Büyük ölçüde etkilediğini belirtenlerin oranı diğer oranlara göre daha düĢüktür. Buna göre, evlilik ve çocuk sahibi olmak, kadının çalıĢma yaĢamını etkilemektedir sonucuna ulaĢılabilmektedir. AraĢtırmaya katılanların cinsiyetleri ile boĢanma ile sonuçlanan evliliklerinde aile içi sorunların çözümünde baĢvurdukları kiĢi ya da yer arasında anlamlı bir iliĢkiye rastlanmıĢtır. Bu iliĢkisellikte genel olarak bakıldığında ailesinden yardım aldığını belirtenlerin oranı yüksektir. Hiçbir yere baĢvurmadığını, sorunu kendi baĢına çözmeye çalıĢtığını belirtenlerin oranı ikinci sırada gelmektedir. ĠĢ arkadaĢlarına ve profesyonel desteğe baĢvuranların oranlarının oldukça düĢük düzeyde olduğu sonucuna ulaĢılmıĢtır. Eğitim düzeyiyle, sorunların çözümü konusunda uzman kiĢilere baĢvurma arasındaki korelasyonun bu verilerde olumlandığı görülmüĢtür. Bu konuya cinsiyet açısından bakıldığında önemli bir farklılık gözlenmiĢtir. Kadınların çoğunlukla ailesine baĢvurdukları; erkeklerin ise çoğunlukla hiçbir yere baĢvurmadıkları, sorunları daha ziyade kendi çabalarıyla çözmeye çalıĢtıkları sonucuna ulaĢılmıĢtır. Psikologa ve evlilik danıĢmana baĢvuranların oranlarının hem kadın hem de erkek katılımcılar arasında düĢük olduğu gözlenmiĢtir. AraĢtırmaya katılanların boĢanma davası süresince profesyonel bir destek alıp almadıklarına dair verilere göre, cinsiyet ile profesyonel destek alma durumu arasında anlamlı bir iliĢki olduğu tespit edilmiĢtir. AraĢtırmaya katılanların büyük çoğunluğu boĢanma davası süresince profesyonel destek almadıklarını belirtmiĢtir. Profesyonel destek aldığını belirtenlerin oranı ise destek alanların neredeyse yarısı kadardır. Profesyonel destek almadığını belirtenler arasında erkeklerin oranı fazladır. AraĢtırmadan elde edilen diğer önemli bulgu, kaıtlımcılar arasında boĢanma süreçlerinde boĢanma fikrini ilk ortaya atan taraf ile cinsiyet arasında yüksek derecede iliĢkinin bulunmuĢ olmasıdır. Katılımcılar arasında hem bıoĢanma fikrini ortaya atan hem de kararını verenler arasında kadınlar çoğunluktadır. KAYNAKÇA Arıkan, C. (1990).―Evlilik ÇatıĢmaları ve BoĢanma‖, Sosyal Hizmet, Sayı:2 Ekim-Kasım-Aralık, s.2527, Ankara. Ay, S. (2000).‘‘Birliktelikleri Devam Eden Ailelerin Yapı ve ĠĢlevleri ile BoĢanmıĢ Ailelerin Yapı Ve 288 ĠĢlevlerinin KarĢılaĢtırılması‘‘.YayımlanmamıĢ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun. YüksekLisans Tezi, Ondokuz Mayıs Aydın, O.,Baran, G. (2010). ―Toplumsal DeğiĢme Sürecinde Evlenme ve BoĢanma‖, Toplum ve Sosyal Hizmet Dergisi, Cilt 21, Sayı. 2 Ekim BaĢbakanlık Aile Raporu. (2001;2002). T.C. BaĢbakanlık Aile AraĢtırma Kurumu BaĢkanlığı Yayınları, Ankara. D.Ġ.E. (2008) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara. D.Ġ.E. (2011) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara. D.Ġ.E. (2012) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara. Dallos, R. (1990) ―Moral Development and the Family, The Generisis of Crime‖, Journal of Crime and Society, 2 (4) p.371-402 Demircioğlu, N. S. (2000).‗‘BoĢanmanın, ÇalıĢan Kadının Statüsü ve Cinsiyet Rolü Üzerine Etkisi‘‘. YayınlanmamıĢ Doktora Tezi, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ġzmir. Devlet Ġstatistik Enstitüsü (DĠE) (2003).‗‘2000 Genel Nüfus Sayımı, Nüfusun Sosyal ve Ekonomik Nitlikleri (BoĢanma Ġstatistikleri)‘‘. Yayın no:2759 Ankara. Devlet Ġstatistik Kurumu, (1996), BoĢanma Ġstatistikleri, T.C. BaĢbakanlık, Ankara Devlet Ġstatistik Kurumu, (1998), BoĢanma Ġstatistikleri, T.C. BaĢbakanlık, Ankara Devlet Ġstatistik Kurumu, (1999), BoĢanma Ġstatistikleri, T.C. BaĢbakanlık, Ankara Devlet Ġstatistik Kurumu, (2000), BoĢanma Ġstatistikleri, T.C. BaĢbakanlık, Ankara Devlet Ġstatistik Kurumu, (2002), BoĢanma Ġstatistikleri, T.C. BaĢbakanlık, Ankara Devlet Ġstatistik Kurumu, (2005), BoĢanma Ġstatistikleri, T.C. BaĢbakanlık, Ankara Devlet Ġstatistik Kurumu, (2010), BoĢanma Ġstatistikleri, T.C. BaĢbakanlık, Ankara Devlet Ġstatistik Kurumu, (2011), BoĢanma Ġstatistikleri, T.C. BaĢbakanlık, Ankara Devlet Planlama TeĢkilatı. (1993). Türk Aile Yapısı AraĢtırması, Dpt Yayınları, 23-13, Ankara. Ergil, D. (1994).Toplum ve İnsan. Ankara:Turhan Kitabevi. Gönen, E.; Hablemitoglu, S. (1993).‘‘ Toplumsal DeğiĢme Sürecinde Aile: Yapı, EtkileĢim ve ĠĢlevleri‘‘. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Yayınları, 45 s., Ankara. Greenstein, N. T.; Davis, S. (2006) ―Cross National Variations in Divorce: Effects Of Womens‘ Power, Prestige And Dependence‖, Journal Of Comparative Family Studies, 37 (2), 253-279. Hall, S., Scraton, P. (1990).―Low Class and Control‖,Crime and Society, 5(3), p.460-498 Marshall, B. (2005). Engendering Modernity, ChangeNortheastern University Press, Boston. Feminist, Social Theory And Social Özen, D. ġ. (1998).EĢler arası ÇatıĢma Ve BoĢanmanın Farklı YaĢ Ve Cinsiyetteki Çocukların DavranıĢ Ve Uyum Problemleri Ġle Algıladıkları Sosyal Destek Üzerindeki Rolü,Psikoloji Anabilim Dalı YayınlanmamıĢ Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. Özgüven, Ġ. E. (2001).Ailede Yaşam ve İletişim.Ankara:Pedrem. Özkan, Z. (1989).Türkiye‘de BoĢanmaların Sebep ve Sonuçları, YayınlanmamıĢ Doktora Tezi, Ġstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ġstanbul. http://www.aile.gov.tr/aile.ist.htm. 06 Mart 2012. 289 T.C. Anayasası (1982) T.C. BaĢbakanlık Aile Kurumu BaĢkanlığı (1996) Çiğdem, Bilim Serisi, Ankara Aile Yazıları, der. Beylü Dikeçligil, Ahmet T.C. BaĢbakanlık Aile ve Sosyal AraĢtırmalar Genel Müdürlüğü BoĢanma Ġstatistikleri. T.C.Basbakanlık Die (1994) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara T.C.Basbakanlık Die (1995) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara T.C.Basbakanlık Die (1996) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara. T.C.Basbakanlık Die (1997) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara T.C.Basbakanlık Die (1998) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara. T.C.Basbakanlık Die (1999) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara. T.C.Basbakanlık Die (2000) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara. T.C.Basbakanlık Die (2002) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara T.C.Basbakanlık Die (2005) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara T.C.Basbakanlık Die (2009) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara. T.C.Basbakanlık Die (2010) BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara TC.BaĢbakanlık Devlet Ġstatistik Enstitüsü (2000-2002) Evlenme, BoĢanma ve Ġntihar Ġstatistikleri, DYE Matbaası, Ankara. Timur, S. (1982) Türkiye‘de Aile Yapısı, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara. Türk Medeni Kanunu (2002).Türk Medeni Kanunun Yürürlüğü Ve Uygulama ġekli Hakkında Kanun Ve Gerekçeleri, Adalet Bakanlığı Yayınları, Ankara. Türkiye Ġstatistiği Yıllığı (2000) Tc BaĢbakanlık Türkiye Ġstatistik Kurumu, Ankara. Türkiye Ġstatistiği Yıllığı (2004) Tc BaĢbakanlık Türkiye Ġstatistik Kurumu, Ankara. Türkiye Ġstatistik Kurumu. (2001-2012). Evlenme Ve BoĢanma Ġstatistikleri, Ankara Türkiye Ġstatistik Kurumu. (2008). Evlenme Ve BoĢanma Ġstatistikleri, Türkiye Ġstatistik Kurumu Matbaası, Ankara Türkiye Ġstatistik Kurumu. (2009). Evlenme Ve BoĢanma Ġstatistikleri, Türkiye Ġstatistik Kurumu Matbaası, Ankara Türkiye Ġstatistik Kurumu. (2010). Evlenme Ve BoĢanma Ġstatistikleri, Türkiye Ġstatistik Kurumu Matbaası, Ankara Yıldırım, A. (2001) BoĢanma Ġle EĢlerin Empatik Eğilimleri Arasındaki ĠliĢkinin Ġncelenmesi, YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya. Wallerstein, I.(2009).Liberalizmden Sonra, Çeviren: Erol Öz, Ġstanbul: Metis Yay. Zimmerman, M. E.(2011).Heidegger Moderniteyle Hesaplaşma-Teknoloji,Politika,Sanat. Çeviren: Hüsamettin Arslan, Ġstanbul: Paradigma Yay. 290 B11 OTURUMU SOSYAL POLĠTĠKA (PUAN PROJESĠ) PUAN PROJESĠ: SOSYAL YARDIM YARARLANICILARININ SOSYOLOJĠK ÖZELLĠKLERĠ Fatime GÜNEġ1 Erdal Tanas KARAGÖL2 ÖZET PUAN Projesi Türkiye, kır-kent ayrımını içeren, Ġstatistikî Bölge Birimleri Sınıflaması (ĠBBS) Düzey 1 ayrımında bölgeler arası farklılığı gözeten, hane ziyaretleri sırasında doğrulanabilen, somut olarak ölçülebilir göstergelere dayanan, yüksek güvenilirlik düzeyine sahip olan ve kolay uygulanabilen puanlama modellerinin oluĢturulması amacıyla Türkiye Ġstatistik Kurumu (TÜĠK) tarafından seçilen ve 43.124 haneyi kapsayan bir örneklem üzerinden Ana Alan Uygulaması gerçekleĢtirilmiĢtir. Ayrıca tüm Türkiye‘yi kapsayan ve her bir Ġstatistiki Bölge Birimleri Sınıflaması (ĠBBS) Düzey 1 Bölgesi için kent / kır ayrımını gözeten bir nitel çalıĢma yapılmıĢtır. Bu çalıĢma kapsamında da 13 ilde toplam 174 adet derinlemesine mülakat gerçekleĢtirilmiĢtir. Bu sunumda, her iki alan araĢtırmasından elde edilen verilere dayanarak; yardım almak için vakıflara baĢvuran hanelerin sosyolojik özellikleri ortaya konulacaktır. Bu özellikler, demografik yapı, göç durumu, fiziksel yaĢam koĢulları, iĢgücü piyasalarındaki konum, gelir, tüketim, borç, yardım ve refah algıları baĢlıkları altında değerlendirilmektedir. Anahtar Kelimeler: Yoksulluk, Yardım Alan Haneler, Sosyolojik Yapı. ABSTRACT The PUAN Project has been carried out over 43.124 households selected by Turkish Statistical Institution (TURKSTAT) as Main Survey to be able to develop highly reliable and easily applicable scoring models based on real measurable indicators that differentiate settlements in the countryside and urban areas, observe regional differences defined in the Nomenclature of Units for Territorial Statistics (NUTS) 1 and can be verified during the house-visits. The Project also involved a qualitative study observing the differences between urban and country settlements in all around Turkey for the Region defined by the NUTS. With in the scope of this study, 174 in-debth interviews were held in 13 cities. In this presentation, based on the data obtained from the two field reasearch, we will offer the sociological characteristics of the households who applied the foundations to receive aids. Among these characteristics are evaluated under the titles of demographical structure, migrationstatus, physical living conditions, and positions, incomes, consuming, debts, received aids and perceptions of benefits and wealth in the labor market are included. Keywords:poverty, households receiving aid, sociological structure. YOKSULLUK OLGUSU Yoksulluk tartıĢmalı bir kavramdır ve yoksulluğun nasıl tanımlanacağına dair farklı yaklaĢım ve açıklamalar vardır. Yoksulluk konusunun merkezinde yer alan temel sorulardan biri kimlerin yoksul olduğudur. Bu sorunun yanıtı, diğer bir deyiĢle bir toplumdaki yoksulların oranı; yoksulluğun nasıl tanımlandığına ve bu tanıma dayanarak geliĢtirilen ölçme yöntemlerine göre değiĢebilmektedir. Mutlak yoksulluk, bireyin ya da hanenin gıda, barınma ve giysi gibi temel biyolojik ihtiyaçlarını karĢılayabilecek gelir ve tüketimden mahrum kalmasıdır. Mutlak yoksulluk tanımı, asgari geçim ihtiyaçlarını içermektedir. Mutlak yoksulluk ölçümleri genellikle yoksulluğu maddi yoksunlukla sınırlandırır (Haralambos ve Holborn, 1995). Örneğin, kiĢi baĢına günde 1 veya 2 dolarlık harcama 1 Doç. Dr. Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE, [email protected] 2 Prof.Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Ġktisat Bölümü, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE [email protected] 293 Dünya Bankası‘nın uluslararası ölçekte mutlak yoksulluk oranını hesaplamak için kullandığı bir ölçektir (GüneĢ, 2009). TÜĠK ise mutlak yoksulluğu hane veya bireylerin yaĢamalarını fiziksel olarak sürdürebilmeleri için ihtiyaç duyulan minimum tüketim miktarı olarak tanımlamaktadır. Mutlak yoksulluğu tespit edebilmek bireylerin yaĢamlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan minimum tüketim ihtiyaçları belirlenir. TÜĠK tarafından mutlak yoksulluk gıda ve gıda dıĢı bileĢenler dikkate alınarak ayrı ayrı belirlenebilmektedir Mutlak yoksulluk oranı ise asgari refah düzeyini yakalayamayanların sayısının toplam nüfusa oranıdır (TÜĠK, 2008). TÜĠK açlık sınırı kavramını bir kiĢinin yaĢamını devam ettirebilmesi için alması gerekli temel gıda maddelerinden oluĢan sepetin maliyeti olarak tanımlamaktadır. Yoksulluk sınırı kavramı ise kiĢinin beslenme yanında ihtiyaç duyduğu giyim, barınma, ulaĢtırma, haberleĢme gibi minimum yaĢam düzeyini veya temel gereksinimlerini karĢılayabilmesi için gerekli olan tüm mal ve hizmetleri satın alırken ödemesi gereken para veya diğer bir deyiĢle asgari düzeyde bir yaĢam kalitesine sahip olabilmesi için yapması gereken minimum harcama miktarıdır (TÜĠK, 2008). TÜĠK tarafından mutlak yoksulluk, tüketim harcaması değiĢkeni kullanılarak, hanehalkı bütçe anketinde yer alan aylık tüketim harcaması bilgileri temelinde hesaplanmaktadır. Mutlak yoksulluk hesaplamasında dayanıklı mallar için yapılan harcamalar dahil edilmez. Her bir hanehalkı için aylık toplam harcama değeri hesaplanır. Hesaplanan bu toplam harcama değeri o hanehalkı için eĢdeğer yetiĢkin kiĢi sayısına bölünerek, her hanehalkı için eĢdeğer kiĢi baĢına ortalama tüketim harcaması değeri hesaplanmaktadır. Bulunan bu değer hesaplanan açlık ve yoksulluk sınırları ile karĢılaĢtırılarak hanehalkının yoksul olup olmadığı hesaplanır. Eğer kiĢi baĢına tüketim harcaması, gıda yoksulluk sınırının (açlık sınırı) altında kalıyorsa hanede bulunan tüm kiĢiler gıda yoksulu (çok yoksul) olarak sınıflandırılır. Eğer kiĢi baĢına tüketim harcaması, gıda ve gıda dıĢı bileĢenlerden oluĢan yoksulluk sınırının altında ise hane halkları yoksul olarak sınıflandırılır (TÜĠK, 2008). Göreli yoksulluk bireyin, ailenin ya da toplumsal grupların içinde bulundukları toplumda yeterli beslenebilmesi, en azından alıĢılmıĢ ve ortak kabul edilmiĢ sosyal ve kültürel faaliyetleri yerine getirebilmesi ve içinde bulunduğu toplumun ortalama yaĢam standardını sürdürebilmek için gerekli kaynaktan yoksun olmasıdır. Göreli yoksulluk tanımı, temel fiziksel ihtiyaçların yanı sıra toplumsal ihtiyaçları da dikkate almaktadır. Ayrıca, mutlak yoksulluk tanımından farklı olarak içinde bulunulan toplumun ortalama yaĢam standardı dikkate alınır (Haralambos ve Holborn, 1995). Göreli yoksulluğun ölçülmesi genellikle bir ülkenin ortalama geliri referans alınarak hesaplanmaktadır. Göreli yoksul olanlar, ortalama gelirin belli bir oran altında gelir ile yaĢayan nüfusu oluĢturmaktadır (GüneĢ, 2009). TÜĠK‘e göre göreli yoksulluk bireyin veya hanehalkının toplumun genel düzeyine göre belirli bir sınırın altında gelir ve harcamaya sahip olmasıdır. Refah ölçüsü olarak tüketim veya gelir düzeyi dikkate alınmaktadır (TÜĠK, 2008). TÜĠK tarafından Türkiye‘de göreli yoksulluk sınırı hanehalkı bütçe anketi verilerine göre eĢdeğer kiĢi baĢına tüketim harcaması medyan değerinin %50‘si olarak belirlenmektedir. Toplam nüfus içindeki göreli yoksulluk oranı ise, (eĢdeğer kiĢi baĢına tüketim harcaması) göreli yoksulluk sınırının altında kalan hanehalklarının oluĢturduğu nüfusun toplam nüfus içindeki payı olarak hesaplanmaktadır. Gelire bağlı göreli yoksulluk oranı ise, eĢdeğer kiĢi baĢına medyan gelirin belirli bir oranı (%60, %50 veya %40) ölçüt alınarak oluĢturulmaktadır (TÜĠK, 2008). Ġnsani yoksulluk, United Nations Development Programme (UNDP - BirleĢmiĢ Milletler Kalkınma Programı) tarafından geliĢmekte olan ülkelerdeki yoksulluğun anlaĢılması için kullanılan bir kavramdır. Bu yoksulluk, toplumun sunduğu hak ve olanaklara ulaĢabilme eksikliği olarak tanımlanmaktadır (Ġnsel, 2001). Örneğin eğitim temel bir haktır ve değerinin parasal olarak ölçülmesi zordur. UNDP tarafından beĢ insani yoksulluk göstergesi geliĢtirilmiĢtir. Bu göstergeler ise Ģunlardır:  40 yaĢından önce ölme riski taĢıyan insan oranı,  Okuryazar olmayan yetiĢkinlerin oranı,  Sağlık hizmetlerine ulaĢamayanların oranı,  Temiz ve güvenli içme suyuna eriĢemeyenlerin oranı,  5 yaĢ altı çocukların yetersiz beslenme oranı (UNDP, 1997). 294 Toplumsal dıĢlanma, insanların içinde bulundukları toplumun ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel süreçlerinden dıĢlanması, diğer bir ifadeyle toplumla olan bağlarının kopması olarak tanımlanmaktadır (Bhalla ve Lapeyre, 1999). Toplumsal dıĢlanma bakıĢı, yoksulluğu statik ve durağan bir biçimde sadece maddi yoksunluk olarak tanımlayan yaklaĢımları eleĢtirmektedir. Bundan dolayı, toplumsal dıĢlanma kavramı toplumda daha geniĢ bir çerçevede yaĢanan yoksunlukları dikkate almaktadır. Basitçe tek baĢına gelir yetersizliği yoksulluğu ve yoksulları anlatmaz. Örneğin, bireyin içinde bulunduğu topluma katılabilmesi için gerekli hak ve olanaklardan mahrum olması gelir yetersizliği ile iliĢkili olmayabilir (GüneĢ, 2009). 1. TÜRKĠYE‟DE YOKSULLUK Türkiye ekonomisinde yapısal değiĢim ve gelir dağılımı çalıĢmasında (Dağdemir, 1992), yoksulluk 1968 - 1987 dönemleri arasında analiz edilmektedir. Bu çalıĢmada mutlak yoksulluk ortalama gelirin altında kalan seviye olarak belirlenmiĢtir. AraĢtırmaya göre, Türkiye‘de mutlak yoksulluk %51,5‘den %22,5‘e düĢmüĢtür. Ancak mutlak yoksul olanlar arasında ücret karĢılığı çalıĢanların oranı yüksektir (%51,71). 1987 Hanehalkı Gelir ve Tüketim Anket verileri kullanılarak bölge temelinde yapılan yoksulluk analizine göre (Dumanlı, 1996), Türkiye‘de mutlak yoksulluk, diğer bölgelere göre; Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde daha yüksek çıkmıĢtır. Bu araĢtırmada mutlak yoksulluk sınırı, asgari miktarda gerekli kalori miktarına göre hesaplanmıĢtır. Diğer bir çalıĢmada (Dansuk, 1997), aynı veriler kullanılarak Türkiye‘deki yoksulluğun toplumsal temeli araĢtırılmıĢtır. Yoksulluk sınırı ise en düĢük tüketim harcaması olarak ele alınmıĢtır. Yoksulluğun toplumsal temeli, gelir dağılımı, emek gücü, cinsiyet, eğitim ve diğer bazı demografik olgular arasındaki iliĢkilere bakılarak değerlendirilmektedir. ÇalıĢmanın bulgularına göre, yoksulluk özellikle eğitimsiz ve düĢük eğitimli kadınlar, kırsal alanda yaĢayan insanlar, sosyal güvenlik sistemi dıĢında kalan kiĢiler ve enformel sektörde çalıĢan insanlar için daha ciddi bir sorun haline gelmiĢtir. 1994 yılı Hanehalkı Gelir ve Tüketim Anket verileri kullanılarak birden çok yoksulluk sınırı ve bu sınırın altında kalan hane sayısı bölgelere göre hesaplanmıĢtır (Erdoğan,1996). Bu çalıĢmada yoksullar, ―aĢırı yoksul‖ (extremelypoor), ―yüksek düzeyde yoksul‖ (highlevelpoor) ve ―düĢük düzeyde yoksul‖ (lowlevelpoor) olmak üzere üç kategoride sınıflandırılmıĢtır. AĢırı yoksullar asgari gıda ihtiyacını karĢılayamayanlar ve / veya yeteri düzeyde beslenemeyenleri kapsamaktadır. ―Yüksek düzeyde yoksul‖ olanlar ise gıda oranı yaklaĢımı ile belirlenmiĢtir. Bu yaklaĢıma göre, toplam harcama içinde gıda harcamasının payı %40 olan haneler yüksek düzeyde yoksul olarak nitelendirilmiĢtir. DüĢük düzeyde yoksul olanlar gıdanın yanı sıra, konut, giysi, ulaĢım ve eĢya gibi temel ihtiyaçlarını karĢılamakta zorluk çekenlerden oluĢmaktadır. ÇalıĢmanın sonuçlarına göre, Türkiye‘de ―aĢırı yoksul‖ olanların oranı %11, ―yüksek düzeyde yoksul‖ olanların oranı %12 ve ―düĢük düzeyde yoksul‖ olanların oranı ise %20‘dir. ―Türkiye‘de Yoksulluk: Boyutu ve Profili‖ çalıĢmasında (Erdoğan, 1998) Türkiye‘de gıda ve gıda - dıĢı yoksulluğun düzeyi ortaya konmaktadır. Gıda yoksulluğu hanelerin asgari gıda harcamalarını içermektedir. Gıda - dıĢı ise gıda harcamaları dıĢında diğer temel ihtiyaçlar için yapılan harcamaları da kapsamaktadır. Yoksulluğun boyutu hanelerin tüketim harcamaları yerine gelir düzeyleri ele alınarak ortaya konmuĢtur. Buna göre, Türkiye‘de gıda yoksulu olan hanelerin oranı %5,66 iken, bireylerin oranı ise %8,73 dür. Temel ihtiyaçlar dikkate alındığında, Türkiye‘de hanelerin %19,1‘i ve bireylerin ise %24,30‘u yoksuldur. Dağdemir (1999) 1987 - 1994 dönemi için yoksulluk problemini makroekonomik etkilere bağlı olarak araĢtırmıĢtır. Bu çalıĢmaya göre, kentleĢmiĢ bölgelerde yoksulluk zaman içinde artmıĢtır. Kırsal bölgelerde ise yoksulluk hem artmıĢ hem de derinleĢmiĢtir. TÜĠK‘in 1994 Hanehalkı Gelir ve Tüketim Anket verilerinin kullanıldığı diğer bir çalıĢmaya göre (Pamuk, 2000), kırsal nüfusun %14,85‘i ve toplam hanelerin ise %14,15‘i yoksulluk sınırının altındadır. Bu çalıĢmada, yoksulluk sınırı kırsal hanelerde medyan gelirin yarısı olarak belirlenmiĢtir. Dünya Bankası‘nın ―Ekonomik Reformlar, YaĢam Standardı ve Sosyal Refah ÇalıĢma Raporu (2000)‖ Türkiye‘de ekonomik reformların insanların yaĢam standardı, yoksulluk ve refah seviyesi 295 üzerindeki etkilerini analiz etmektedir. Türkiye‘de yoksulluk oranı üç yoksulluk çizgisine göre belirlenmiĢtir: Mutlak yoksulluk (asgari gıda sepeti yerel maliyeti), ekonomik kırılganlık (temel ihtiyaçlar sepetinin-gıda dıĢını da içeren yerel maliyeti) ve göreli yoksulluk (ulusal gelirin ortalama yarısı). Bu tanımlara göre, Türkiye‘de mutlak yoksulluk oranı düĢüktür (%7,3). Ekonomik kırılganlık (%36,3) göreli gelir yoksulluğuna (%15,7) göre daha yüksektir. Dünya Bankası tarafından ―2003 yılı Türkiye: Krizlerden Sonra Yoksulluk ve Yoksullukla BaĢ Etme‖ baĢlıklı raporunda yer verilen yoksulluk analizi Dünya Bankası tarafından 2001 yılında gerçekleĢtirilen ve toplam 4.200 haneyi kapsayan Hanehalkı Tüketim ve Gelir Anketine dayanarak yapılmıĢtır. Bu çalıĢmanın sonuçlarına göre, Türkiye‘de kent nüfusunun %17,2‘si gıda yoksuludur. Kentte gıda ve gıda - dıĢı yoksulluk oranı ise %56,1 olarak hesaplanmıĢtır. ―Ġnsani GeliĢme Endeksi‖ açısından ele alındığında 2002 yılında Türkiye 174 ülke arasında 85. sırada yer alırken, 2005 yılında ise 177 ülke arasında Türkiye 95. sıradadır (Gürses, 2007). Eurostat 2004 araĢtırmasına göre, Türkiye‘deki göreli yoksulluk oranı %23‘tür. Bu AB‘ye üye ve aday ülkeler arasında en yüksek oranı oluĢturmaktadır (Gürses, 2007). TÜĠK tarafından 2007 yılında yapılan yoksulluk çalıĢmasına göre, Türkiye‘de kiĢilerin %0,54‘ü sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırının altında yaĢamaktadır. Gıda ve gıda dıĢı harcamaları içeren yoksulluk sınırının altında yaĢayan yoksulların oranı ise %18,56‘tir. KiĢi baĢı günlük harcaması, satın alma paritesine göre 1 doların altında kalan kiĢi yoktur. Fakat kiĢi baĢı günlük 2,15 dolar olarak tanımlanan yoksulluk sınırı altında bulunan yoksulların oranı %0,63‘tür. Yoksulluk sınırı 4,3 dolar olarak ele alındığında ise yoksulların oranı %9,53 olarak tahmin edilmektedir. 2006 yılına göre 2007 yılında kentsel ve kırsal yerlerde yoksulluk oranlarında artıĢ gözlemlenmektedir. 2006 yılında, kırsal yerleĢim yerlerinde yaĢayan yoksulların oranı %31,98 iken, bu oran 2007 yılında %32,18‘e yükselmiĢtir. Aynı Ģekilde, 2006 yılında, kentsel yerleĢim yerlerinde yaĢayan yoksulların oranı %9,31 iken, bu oran 2007 yılında %10,61‘e yükselmiĢtir. Hanehalkı büyüklüğü arttıkça yoksulluk riski artmaktadır. Eğitim düzeyi azaldıkça yoksulluk riski artmaktadır. Okur - yazar olmayanların yoksulluk oranı %34,76 iken, lise ve dengi meslek okulları mezunlarında bu oran %6,16‘dır. KiĢilerin çalıĢma durumlarına göre bakıldığında 2007 yılında Türkiye‘de ücretsiz aile iĢçileri, yevmiyeli çalıĢanlar ve kendi hesabına çalıĢanların yoksulluk riski daha yüksektir (TÜĠK, 2008). TÜĠK, 2011 yoksulluk çalıĢması sonuçlarına dayanarak; satın alma gücü paritesine göre kiĢi baĢı dolar cinsinden yoksulluk sınırlarına göre Türkiye‘de yoksulluk oranlarının düĢtüğü belirtmiĢtir (TÜĠK, 2012). Yani kiĢi baĢı günlük harcaması 2,15 doların altında kalan fert oranı 2010 yılında %0,21 iken, bu oran 2011 yılında %0,14 olarak tahmin edilmiĢtir. 4,3 dolar sınırına göre ise 2010 yılında %3,66 olan yoksulluk oranı, 2011 yılında %2,79 olarak gerçekleĢmiĢti (TÜĠK, 2012). TÜĠK‘e göre, kırsal yerlerde yaĢayanların yoksulluk riski kentsel yerlerde yaĢayanlardan daha fazladır. 4,3 dolar sınırı dikkate alındığında, 2010 yılında kırsal yerleĢim yerlerinde yaĢayanların yoksulluk oranı %9,61, 2011 yılında ise %6,83 olarak tahmin edilmiĢtir. Kentsel yerleĢim yerlerinde yaĢayanların yoksulluk oranı 2010 yılı için %0,97 olarak, 2011 yılı için ise %0,94 olarak tespit edilmiĢtir (TÜĠK, 2012). 2. YÖNTEM VE BULGULAR PUAN Projesi Safha 3 kapsamında tüm Türkiye‘yi kapsayan ve her bir ĠBBS Düzey 1 Bölgesi için kent / kır ayrımını gözeten belirli sosyo - demografik baĢlıkları içeren bir nitel çalıĢma gerçekleĢtirilmiĢtir. Bu kapsamda Haziran 2011 - Ekim 2011 tarihleri arasında 13 ilde toplam 174 adet derinlemesine mülakat gerçekleĢtirilmiĢtir (Tablo 1). 296 Tablo 1. Nitel ÇalıĢmanın Yapıldığı Ġller ve Kır / Kent Ayrımına Dayalı GörüĢme Sayıları Ġller Ġstanbul Balıkesir Ġzmir EskiĢehir Ankara Antalya Hatay Kayseri Bartın Trabzon Erzurum Elazığ ġanlıurfa ĠBBS Bölgesi TR 1 TR 2 TR 3 TR 4 TR 5 TR 6 TR 6 TR 7 TR 8 TR 9 TR A TR B TR C Toplam Kent 11 9 6 9 5 5 11 6 4 4 6 4 10 90 Kır 10 11 4 6 6 6 9 10 4 6 6 2 4 84 Derinlemesine görüĢmelerin temel amacı; yardımlardan yararlanan ya da baĢvurduğu halde yararlanamayan ve PUAN Projesi Ana Alan Uygulaması‘ndan nicel araĢtırmaların formatından dolayı sorulamayan fakat sonuçların anlamlandırılması için gerekli olduğu düĢünülen ―Neden‖, ―Nasıl?‖ ve ―Niçin?‖ gibi soruların yanıtlarına ulaĢmaktır. Bu kapsamda, nitel çalıĢma SYGM‘den yardım alan ya da yardım almak için baĢvurmuĢ fakat reddedilmiĢ hanelerin yoksulluk deneyimlerinin ve aldıkları yardımların yoksullukla mücadeledeki etkilerinin anlaĢılması ve yorumlanması amacıyla yapılmıĢtır. Bu çalıĢmanın sonuçlarını ise genel olarak Ģöyle özetlemek mümkündür:  Hanelerin tamamına yakını fiziksel özellikleri ve barınma koĢulları açısından yetersiz ve sağlıksız konutlarda oturmaktadır. Hanelerin bir kısmı kendi evlerinde, bir kısmı akrabalarının konutlarında bir kısmı ise kiracı olarak yaĢamaktadır. Kiracıların kira oranları düĢüktür ve bu oran hanelerin fiziksel koĢullarını da yansıtmaktadır. Ayrıca birçok hane barınma koĢullarının insani yaĢam koĢullarından uzak olduğunu belirtmiĢtir.  Erkeklerin bir kısmı iĢsiz, diğer kısmı ise çalıĢma zamanı, mekânı ve gelir açısından geçici, düzensiz, istikrarsız ve gelecek güvencesi olmayan iĢlerde çalıĢmaktadır. Kırda yaĢayanların çoğu çiftçilik yapmaktadır. Bunun yanı sıra geçici iĢlerde çalıĢanlara da rastlanmıĢtır. GörüĢülen kiĢilerin çoğu ek bir iĢte çalıĢmamaktadır. GörüĢülen kadınların tamamına yakını kendini ev kadını, kırda görüĢülen kadınların ise sadece bir kısmı kendilerini ev kadını olmanın yanı sıra çiftçi olarak da tanımlamıĢlardır. Kadınların çalıĢ(a)mama nedenleri arasında sırasıyla; eğitim durumları, yaĢları, ev içi sorumlulukları (ev iĢleri, çocuk ve diğer hane üyelerinin bakım iĢleri vb.), kendilerine uygun iĢlerin olmaması, sağlık durumları, eĢlerinin izin vermemesi ve çevre baskısı yer almaktadır. Ayrıca kadınların bir kısmı ise yaĢamının bir döneminde; ailenin geçimine katkıda bulunmak için; tarlada mevsimlik iĢçilik, temizlik iĢleri, evde parça baĢı iĢler gibi düzensiz ve geçici de olsa gelir getiren iĢlerde çalıĢtığını belirtmiĢtir.  Göç eden hanelerin göç nedenleri arasında sırasıyla; iĢ, evlilik, eğitim, daha iyi bir yaĢam kurmak, güvenlik gibi nedenler yer almaktadır. Bazı haneler göç sürecinde yakınlarından yardım ve destek alırken, bazıları ise konut ve iĢ bulma sürecinde hiçbir Ģekilde bu iliĢki ağlarından yararlanmamıĢtır. Göç edilen yerde karĢılaĢılan sorunlar arasında duygusal yalnızlık, yabancılık çekme, ekonomik sıkıntılar, değerlerin (modern ve geleneksel) çatıĢması, birkaç yerde ise kökene bağlı yaĢanan dıĢlanma yer almaktadır. GörüĢmecilerin bir kısmı geldikleri yerde kendilerini daha iyi hissettiğini ve özellikle köylerine yoğun bir özlem duyduğunu belirtmiĢtir. Kırla ve / veya gelinen yerle kurulan duygusal yakınlık, göç edilen 297 yerin maddi koĢullarıyla karĢılaĢtırıldığında önemini yitirmektedir. Önemli bir kısmı yaĢam koĢulları zor olsa da göç ettikleri yerde yaĢamaktan memnundur.  Hanelerin büyük çoğunluğu aldıkları yardım türleri dıĢında genel olarak SYDV‘nin verdiği yardımların bilgisinden yoksundur. YaklaĢık her üç haneden biri yaĢamının bir kısmında bir Ģekilde SYDV dıĢında baĢka bir yerden yardım almıĢtır. Haneler SYDV‘nin yardım verdiği bilgisine öncelikle muhtardan, komĢulardan, arkadaĢlardan, akrabalardan, öğretmenlerden, okuldan, YeĢil Kart çıkarmaya gittikleri zaman vakıf çalıĢanlarından, vakıf müdürlerinin mahalleleri dolaĢması sırasında, televizyondan bazı Bakanlar‘ın ve BaĢbakan‘ın yaptığı açıklamalardan öğrenmiĢtir. Hanelerde yardım almak için genellikle kadınlar baĢvuru yapmaktadır. Ailenin geçiminden ideolojik olarak erkeklerin sorumlu tutulması, evin geçimini sağlamada yaĢadıkları baĢarısızlık ve zorluklar, onlar üzerinde toplumsal ve kültürel bir baskının oluĢmasına neden olmaktadır. Bu nedenle, erkekler için yardım almak ve / veya yardım baĢvurusu yapmak ―gurur‖ ve ―onur‖ meselesine dönüĢmektedir. GörüĢülen kiĢiler arasında her üç kiĢiden biri yardım baĢvurusu yaparken sorun ve sıkıntı yaĢamaktadır. Bazı görüĢmeciler daha önce yaĢadıkları sıkıntıların artık kalmadığını, önemli bir kesim ise baĢvuru sürecinin kolay olduğunu düĢünmektedir. Nitel görüĢmede bir kesim baĢvuru sürecini kapsayan ve bu süreci iyileĢtirmeye yönelik doğrudan cevaplar vermesine rağmen, bazı kiĢiler ise verilen yardımların niteliği ve miktarına yönelik doğrudan önerilerde bulunmuĢtur. Bir kesim ise, bu konuda fikri olmadığını ve yetkili kiĢilerin, idarecilerin (hükümetin) kendilerinden daha iyi bilebileceğini düĢünmektedir. GörüĢmecilerin çoğu yardımları yeterli bulmamakta, sadece bir kısmı yardımların yeterli olduğunu belirtmektedir. Yardımların hane refahını / geçimini eskiye göre az da olsa olumlu yönde etkilediği düĢünülmektedir. GörüĢülen hanelerdeki yaklaĢık her dört kiĢiden biri yapılan yardımların hak eden insanlara ulaĢtığını düĢünmektedir. Yarıdan fazlası hak eden insanların yardım almadığını düĢünürken çok az kiĢi bu konu hakkında herhangi bir fikri olmadığını belirtmiĢtir.  GörüĢülen hanelerin tamamı (üç hane dıĢında) eve giren ortalama aylık gelirlerinin geçimleri için yeterli olmadığı görüĢündedir. Hanelerin birçoğu geçim sıkıntısından dolayı elektrik, su, yakacak, telefon, ulaĢım, gıda, temizlik maddeleri gibi temel ihtiyaçlardan kısıntıya gitmektedir. Hanede özellikle kadınlar, erkekler ve çocuklar kiĢisel ihtiyaçlarını karĢılamakta zorluk çekmektedir.  Nitel çalıĢma sırasında görüĢülen haneler arasında yaklaĢık her üç haneden biri çocuklarının karĢılayamadığı ihtiyaçları için yakın çevresinden destek almaktadır. Yakın çevre arasında yer alan kiĢiler arasında çocuğun anneannesi, babaannesi, dedesi, teyzesi, dayısı, amcası, halası, kuzeni, yeğeni, komĢusu, öğretmeni yer almaktadır. Hanelerin bir kısmı aile, akraba, komĢu ve arkadaĢ gibi iliĢki ağlarından herhangi bir Ģekilde yardım ve destek almamaktadır.  Proje desteği alan haneler baĢvuru sürecinde herhangi bir sıkıntı yaĢamamıĢlardır. Özellikle vakıf çalıĢanları genel olarak baĢvuru yapan kiĢilere yardımcı olmaktadır. GörüĢmecilerin bir kısmı proje destek miktarını yeterli bulurken, bazılarına göre bu destekler yetersizdir. Proje desteği alan hanelerin bir kısmı geri ödeme sürecinde zorluklarla karĢılaĢıp, ödemelerde sıkıntı yaĢarken, bir kısmı ise geri ödemede zorlanmamaktadır. Nitel çalıĢma sırasında görüĢülen haneler tarafından proje desteği için çeĢitli önerilerde bulunulmuĢtur.  Cevaplayıcıların tamamına yakını çocuklarının geleceğinin kendilerinin geleceğinden daha iyi olmasını umut etmektedir. Hanelerin çoğunun çocuklarının geleceğiyle ilgili en önemli beklentileri iyi bir eğitim almalarına yöneliktir. Çocuksuz haneler ise sağlıklı ve ihtiyaçlarının asgari düzeyde karĢılandığı bir yaĢamı arzu etmektedir. Nicel analiz kapsamında TÜĠK tarafından seçilen ve 43.124 haneyi kapsayan bir örneklem üzerinden Ana Alan Uygulaması gerçekleĢtirilmiĢtir. PUAN Projesi kapsamında TÜĠK tarafından teslim edilen hane veri setinde 38.021 adet haneye ait veri bulunmaktadır. Ancak Ana Alan Uygulaması sonuçlarının değerlendirilmesinde;  Çift örneklemde yer alan hanelerin, 298  GSS çerçevesinde olup sosyal yardım faydalanıcısı olmadığını beyan eden hanelerin veri setinden çıkartılarak değerlendirme yapılmıĢtır. PUAN Projesi analizlerinde kullanılan 36.405 hanelik veri setine yönelik Ana Alan Uygulama sonuçlarının frekans dağılımına bağlı yapılan genel değerlendirme hanelerin sosyo - demografik özelliklerini, göç durumlarını, konut ve konut kolaylıklarını, mülk sahipliğini (tüketim varlıkları sahipliği, gelir getiren varlıkların sahipliği, ulaĢım aracı olarak kullanılan varlıkların sahipliği), gelir durumlarını, tüketim kalıplarını, borç durumlarını, yardım türlerini, proje destek bilgilerini ve refah algılarını içermektedir. Bu araĢtırmaya göre görüĢme yapılan haneler için:  Hanehalkı büyüklüğü ortalama 4,8 olarak tespit edilmiĢtir.  Hanelerin yarısı çekirdek aile yapısını temsil etmektedir. YaklaĢık her üç haneden birinde en az üç çocuk yaĢamaktadır. Genç bağımlı nüfusun oranı yaĢlı ve engelli bağımlı nüfusa göre yüksektir.  Hanede yaklaĢık her dört kiĢiden üçü ilkokul mezunudur.  Gelir getiren bir iĢte çalıĢmayanların oranı çok yüksektir. ÇalıĢanların yaklaĢık yarısı kendi hesabına ve yevmiyeli olarak çalıĢmaktadır.  Referans kiĢilerin çoğu sağlık güvencesine sahiptir. Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK) ve YeĢil Kart üzerinden sağlık güvencesine sahip olanlar daha fazladır. Her üç haneden biri sağlık merkezi hizmetlerine kolaylıkla ulaĢmaktadır.  YaklaĢık her üç haneden biri yaĢadığı yere göç ile gelmiĢtir.  Hanelerin yarısı oturduğu konutun mülkiyetine sahiptir. Her dört haneden biri baĢkasının mülkiyetinde olan konutta kira ödemeden oturmaktadır.  GörüĢülen hanelerin oturdukları konutta mutfak, tuvalet ve banyo hariç 2 odası bulunanların oranı düĢüktür. YaĢadıkları konutta 3 odası ve 4 odası bulunan hanelerin oranı fazladır. Tek odalı evde oturan hanelerin oranı ise çok düĢüktür.  Hanelerin sahip oldukları konut kolaylıkları göz önüne alındığında evin içinde banyo ya da duĢu, tuvaleti ve mutfağı olmayan hanelerin oranı düĢüktür. Evin ısıtılmasında hanelerin çoğu soba kullanmaktadır. Hanelerin çoğunun sıcak su elde etmek için kullandıkları kaynaklar arasında odun - kömür ve elektrik ilk sıralarda yer almaktadır. Yemek piĢirmede öncelikli olarak tüp gaz kullanılmaktadır.  Hanelerin bir kısmı için oturdukları konutların yeri itibariyle bankacılık hizmetlerine, sağlık merkezi hizmetlerine, toplu taĢım merkezi hizmetlerine, günlük alıĢveriĢ hizmetlerine ve zorunlu eğitim hizmetlerine ulaĢmak zor / çok zordur.  Hanelerin çoğunun, en az bir televizyonu vardır. Otomatik çamaĢır makinesine ve cep telefonuna sahip olan hanelerin oranı yüksektir.  Oranı düĢük olmakla birlikte gelire sahip olmayan haneler bulunmaktadır. GörüĢülen hanelerin yarısının ortalama aylık geliri 220,00 TL ve 999,99 TL arasında hesaplanmıĢtır. Aylık ortalama geliri 2.500 TL ve üzerinde olan hanelerin oranı ise çok düĢüktür.  Hanelerin kırmızı et ve beyaz et tüketme sıklıkları diğer gıda ürünlerini tüketme sıklığına göre daha düĢüktür. Süt ve süt ürünleri hemen hemen her gün veya haftada birkaç kez tüketilmektedir. Hanelerin yarıdan fazlası hemen hemen her gün veya haftada birkaç kez sebze; yarısı ise haftada birkaç kez veya haftada bir kez meyve tüketmektedir.  Her bir tüketim kalemi tek tek incelendiğinde, hanelerin ortalama aylık ve yıllık tüketim harcamaları içinde ilk üç sırada sırasıyla gıda, kira ve mobilya, ev aletleri ve bakım hizmetlerine yapılan harcamalar yer almaktadır.  GörüĢülen hanelerin yarıdan fazlasının borcu / taksiti vardır. Borcu / taksiti olduğunu belirten hanelerin %86,2‘sinin en fazla 5.000 TL ve altında borcu / taksiti olduğu gözlemlenmektedir. 299  Son bir yıl içinde yakacak yardımı için SYDV‘ye baĢvuranların oranı diğer yardım kategorilerine baĢvuranlar ile karĢılaĢtırıldığında daha yüksektir. GörüĢülen hanelerin son bir yıl içinde aldıkları yardım türleri arasında, alınan yardım miktarlarına göre incelendiğinde, Proje destekleri yardımından sonra sırasıyla barınma ve afet yardımı yer almaktadır.  Hanelerin öncelikli olarak almak istedikleri yardımlar arasında ilk sırada barınma yardımı ikinci sırada ise nakit yardımı gelmektedir.  SYDV‘ye baĢvurulan proje türleri arasında sırasıyla KASDEP, ĠĢ Kurma / Gelir Getirici ve diğer proje türleri yer almaktadır. Proje baĢvurusunu bireysel yapanlar ile grup (kooperatif) olarak yapanların oranı birbirine yakındır. Kabul edilen her dört projeden üçü geri ödeme dönemine girmiĢtir. Proje baĢvurusu yapan kiĢilerin çoğunun herhangi bir mesleği ve / veya zanaatı yoktur ve ilgili proje alanına yönelik mesleği, sertifikası ve / veya diploması olanların oranı çok düĢüktür.  Hanelerin çoğu asgari düzeyde bir yaĢam için ortalama 501 - 1.000 TL arasında gelire; yarısı normal bir yaĢam için ortalama 1.000 TL - 1.500 TL arası gelire ve yarıdan fazlası ise daha iyi bir yaĢam için ortalama aylık 1.500 TL - 3.400 TL arasında gelire ihtiyaç duymaktadır. Belirtilen miktarlarla hane büyüklüğü arasında anlamlı bir iliĢki bulunmaktadır. 1. SONUÇ Nitel ve nicel alan araĢtırma sonuçları sosyal yardım yararlanıcılarının genel sosyolojik özelliklerini ortaya koymakla birlikte Sosyal Yardım, Proje Destekleri ve GSS hak sahipliğini tespit etmeye yönelik Türkiye Genel, Türkiye Kır, Türkiye Kent ile 12 ĠBBS Düzey 1 bölgesi Kır ve Kent ayrımında model tahminlerinde kullanılmıĢtır. KAYNAKÇA Bhalla, A.S.,Lapeyre, F. (1999).PovertyandSocialExclusion in a Global World. New York: MacmillianPress. Dağdemir, Ö. (1992). Türkiye Ekonomisinde Yapısal DeğiĢim ve Gelir Dağılımı. (YayınlanmamıĢ Doktora Tezi). Anadolu Üniversitesi, EskiĢehir. Dağdemir, Ö. (1999). Türkiye Ekonomisinde Yoksulluk Sorunu ve Yoksulluğun Analizi: 1987 – 1994. Hacettepe Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, 17(1), 23 – 40. Dansuk, E. (1997).Türkiye‟de Yoksulluğun Ölçülmesi ve Sosyo-Ekonomik Yapılarla İlişkisi, (BasılmamıĢ DPT Uzmanlık Tezi). Ankara. Dumanlı, R. (1996).Yoksulluk ve Türkiye‟deki Boyutları. (BasılmamıĢ DPT Uzmanlık Tezi). Yayın No: DPT - 2449, Ankara. Dünya Bankası 2000 Ekonomik Reformlar, Yaşam Standardı ve Sosyal Refah Çalışma Raporu. Dünya Bankası 2003 2003 yılı Türkiye: Krizlerden Sonra Yoksulluk ve Yoksullukla Baş Etme Raporu. Erdoğan, G. (1996).Türkiye‟de Bölge Ayrımında Yoksulluk Sınırı. Devlet Ġstatistik Enstitüsü, Ankara. Erdoğan, G. (1998).Türkiye‟de Yoksulluk: Boyutu ve Profili, Devlet Ġstatistik Enstitüsü, Ankara. GüneĢ, F. (2009). Kentsel Yoksulluk / DıĢlanma (MI), Göç ve Ġstihdam: EskiĢehir‘de Belediyeden Yardım Alan Haneler. Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, T.C. Selçuk Üniversitesi Ġktisadi ve Ġdari Bilimler Fakültesi, 9(18), 449-470. Gürses, D. 2007 Türkiye‘de Yoksulluk ve Yoksullukla Mücadele Politikaları. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,17(1) Haziran, 59 – 74. Haralombos, M. Ve Holborn, ColinsEducationalPublishers M. (1995).Sociology: ThemesandPerspectives.London: 300 Ġnsel, A. (2001). Ġki Yoksulluk Tanımı ve Bir Öneri. Toplum ve Bilim, 89, 64-72. Pamuk, M. (2000). Kırsal yerlerde Yoksulluk, DİE, ĠĢgücü Piyasaları Analizleri Türkiye Ġstatistik Kurumu (TÜĠK), Tüketim Harcamaları, Yoksulluk ve Gelir Dağılımı Sorularla Resmi Ġstatistikler Dizisi 6, 2008 [Çevrimiçi]. EriĢim: http://www.tuik.gov.tr [EriĢim tarihi: 7 Aralık 2012]. Türkiye Ġstatistik Kurumu (TÜĠK), Yoksulluk ÇalıĢması, http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=10952 Sayı: 10952, 2011 United Nations Human Development Report 1997 "ConceptsandMeasurement of Human Development, http://hdr.undp.org/en/reports/global/hdr1997/chapters/. 301 302 PUAN PROJESĠ: PROJE DESTEKLERĠ VE GENEL SAĞLIK SĠGORTASI (GSS) MODELLERĠNĠN KAVRAMSAL ÇERÇEVESĠ Murat ATAN1 Fatma Özgü SERTTAġ2 ÖZET PUAN Projesi kapsamında Türkiye Ġstatistik Kurumu (TÜĠK) tarafından seçilen ve 43.124 haneyi kapsayan bir örneklem üzerinden Ana Alan Uygulaması gerçekleĢtirilmiĢtir. Ana Alan Uygulaması Anketi‘nde hanelerin sosyo-demografik özellikleri, göç durumları, konut ve konut kolaylıkları, mülk sahipliği, gelir durumları, tüketim kalıpları, borç durumları, sosyal yardım, proje destek bilgileri ve refah algıları baĢlıkları altında veriler elde edilmiĢtir. Bu verilere dayanarak Proje Destekleri (27 adet) ve Genel Sağlık Sigortası (GSS) (6 adet) hak sahipliğini tespit etmeye yönelik Türkiye Genel, Türkiye Kır, Türkiye Kent ile 12 ĠBBS Düzey 1 bölgesi Kır ve Kent ayrımında toplam 33 model tahmin edilmiĢtir. Modellerde yer alan değiĢkenler arasında hanenin aylık gelirinin logaritması; hane yapısına ait değiĢkenler; hanede yaĢayanların yaĢ ve cinsiyet yapısına ait değiĢkenler; hanenin eğitim ve istihdam durumuna ait değiĢkenler; hanenin ikamet ettiği konutun sahip olduğu kolaylıkları ifade eden değiĢkenler; hanenin servet ve mal varlıklarına ait değiĢkenler bulunmaktadır. Bu sunumda, ana alan uygulaması sonucunda elde edilen verilerin istatistiksel veekonometrik analizlerinin sonucunda elde edilen Proje Destekleri ve Genel Sağlık Sigortası (GSS) modellerinin kavramsal çerçevesi değerlendirilmektedir. Anahtar Kelimeler: PUAN Projesi, Proje Desteği, Genel Sağlık Sigortası. ABSTRACT A Main Survey has been carried out over 43.124 households selected by Turkish Statistical Institute (TURKSTAT) as part of the PUAN Project. From this Main Survey, a wide range of data are gathered under the titles of; socio-demographical features of the households, migratory status, houseownership situation and housing facilities, properties owned, income level, expenditure patterns, debtsituation, applied orreceived social aids and benefits, applied or received Project supports and wealth perception. Based on these data, Turkey Nation wide, Turkey Rural / Urban and NUTS Level 1 distinction a total of 33 models have been produced to determine the right beneficiaries of; Financial and Educational Supports for Projects (27 models) and General Health Insurance (GHI) (6 models). The logarithm of monthly income of the households, data related to the household structure; age and gender; education and employment situation; facilities in the house resided by the household and money and goods owned by the household are mong the variables used in the models. In this presentation, we will evaluate the conceptual framework of the models elaborated for distributing the supports from the Project Fund and for determining the beneficiaries of the General Health Insurance (GHI) based on the statistical and econometrical analyses of the data obtained from the Main Survey studies. Keywords:PUAN Project, Project Supports, General Health Insurance. GĠRĠġ Sosyal yardımlar, proje yardımları ve GSS gelir testine yönelik verilen kararlarda yararlanıcılara yönelik doğru tespit yapılabilmesi ve bu uygulamalarda objektif kıstaslara göre karar verilebilmesi için 1 Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, Ġ.Ġ.B.F.,Ekonometri Bölümü, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE, [email protected] Yrd. Doç. Dr. Fatma Özgü SERTTAġ, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Ġktisat Bölümü, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE, [email protected] 2 303 gerçekleĢtirilen ―Sosyal Yardım Yararlanıcılarının Belirlenmesine Yönelik Puanlama Formülü (PUAN) GeliĢtirilmesi Projesi‖ kapsamında çalıĢma yapılmıĢtır. Hanelerin sosyo - demografik özellikleri, göç, konut ve altyapı, mülk sahipliği, gelir, tüketim, borç, yardım ve proje desteği durumları ile refah algıları hakkında bilgileri Ana alan anket uygulaması ile elde edilmiĢtir. VERĠ VE YÖNTEM Modelleme çalıĢmasında SYGM proje yardım programlarına baĢvuran kiĢilerden baĢvurusu kabul edilen ve baĢvurusu red edilen haneler çerçeve olarak belirlenmiĢtir. Türkiye genelinde 43.124 haneden oluĢan bir örneklem üzerinden gerçekleĢtirilen Ana Alan Uygulaması yapılmıĢtır. Proje Destekleri modelleri için Proje Örneklem içi (Proje Kabul ve Red), Proje Örneklem dıĢı (YBB, ġNT ve GSS) ve BÜTÜNLEġĠK Sosyal Yardım Bilgi Sistemi (BÜTÜNLEġĠK), Gelir Testi modelleri için ise YBB + ġNT + RED ile Proje örneklemi test verisi olarak kullanılmıĢtır. Proje Destekleri Modelleri için 1 adet Türkiye Genel, 2 adet Türkiye Kır / Kent modeli, 12 adet Türkiye Kent ĠBBS Düzey 1 modelleri ve 12 adet Türkiye Kır ĠBBS Düzey 1 modelleri olmak üzere toplam 27 puan formülü tahmin edilmiĢtir. Proje Desteği modelleri için tüketim bazlı modeller kullanılmıĢtır. Bu modellerde bağımlı değiĢken ―kiĢi baĢına aylık tüketimin logaritması‖dır. ÇalıĢmanın ilk aĢamasında kiĢi baĢına tüketim modeli ―Çoklu Regresyon Analizi‖ ile tahmin edilmiĢtir. Bu tahmin ilk önce bütün Türkiye ve Kır / Kent ayırımı yapılarak gerçekleĢtirilmiĢtir. Daha sonra bölgesel farklılıkları araĢtırabilmek amacı ile tüketim modelleri ĠBBS Düzey 1 ve Kır / Kent ayırımı dikkate alınarak gerçekleĢtirilmiĢtir. Bütün tahminlerde genelden – özele yöntemi izlenmiĢtir. Ġlk olarak genel model tahmin edilmiĢ, daha sonra istatistiksel olarak anlamsız olan değiĢkenler modelden çıkarılarak nihai modele ulaĢılmıĢtır. Bütün modeller değiĢen varyansa göre ağırlıklandırılmıĢ regresyon metodu ile tahmin edilmiĢtir. Tahmin sonuçları ve bunlara ek olarak her model için çoklu bağlantı göstergesi olarak VIF, hata terimlerinin normal dağılıma uygun olup olmadığının sınanması için Kolmogorov – Smirnov Z istatistiği hesaplanmıĢtır. Bütün modellere ait temel istatistikler en küçük kareler varsayımlarının sağlandığını gösterir. Türkiye Genel, Türkiye Kır / Kent ve ĠBBS Düzey 1 Kır / Kent ayırımına göre tahmin edilen tüketim bazlı modellerde ekonomik teorinin tüketimi açıkladığını iĢaret ettiği gelir, hane tipi, yaĢanılan yer, cinsiyet, eğitim durumu, meslek, iĢteki durum, istihdam edilme Ģekli, sosyal güvenlik durumu ve hane bağımlılığı gibi değiĢkenlerin yanı sıra sahip olunan konut kolaylıkları, mülkiyet durumu, refah durumunu (servet unsurları) gösteren değiĢkenler dâhil edilmiĢtir. Ayrıca proje ile ilgili olarak proje türü, baĢvuru Ģekli, sertifika vb. unsurlara sahiplik durumu, proje konusundaki geçmiĢ tecrübesi ve proje konusunda meslek veya zanaat sahipliği değiĢkenleri de modellere dâhil edilmiĢtir. Gelir testine yönelik modelleme çalıĢmasında Ana Alan Anket Uygulaması‘ndan sağlanan aile veri seti kullanılmıĢtır. Bu veri setine dayanarak her ailede kiĢi baĢına düĢen gelir tespitini yapmak amacıyla alternatif puan modelleri geliĢtirilmiĢtir. Modelleme çalıĢmasında GSS çerçevesi kullanılmıĢtır. Modellerde gelir tespiti yapılırken açıklayıcı değiĢkenler arasında ailedeki bireylerin eğitim durumuna, iĢ durumuna, yaĢ ve cinsiyet durumuna ait değiĢkenlerin yanı sıra kiĢilerin refah durumunu, medeni durumunu, sahip olduğu varlıkları, eĢyaları ve ailenin oturduğu konuta ait kolaylıkları gösteren değiĢkenler, ve ayrıca ailenin servet ve mal varlıklarına ait değiĢkenler de dahil edilmiĢtir. Parasal değiĢkenler modellere logaritmik olarak dahil edilmiĢtir. Gelir testi modelleri için 6 değiĢik model kullanılmıĢtır. Bu modeller A Grubu Modeller ve B Grubu Modeller olarak ayrılmıĢtır. B Grubu Modelleri‘nde A Grubu Modelleri‘nden farklı olarak, Hane Ziyaret Bilgi Formu‘nda yer alan mülkiyet bilgileri ile birikim bilgileri analize dâhil edilmeden modeller geliĢtirilmiĢtir. Bu bilgiler; Genel Sağlık Sigortası Kapsamında Gelir Tespiti, Tescil ve Ġzleme Sürecine ĠliĢkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmeliği‘ne uygun olarak model tahminlerine eklenmiĢtir. Her iki grup model, ―Çoklu Regresyon Analizi‖ kullanılarak tahminleri yapılan, gelir bazlı, tüketim bazlı ve gelir ve tüketim kalemlerinin bir arada kullanıldığı melez modelleri içermektedir. Birinci model gelir bazlı modeldir ve burada bağımlı değiĢken ―ailenin toplam aylık gelirinin logaritması‖dır. Ġkinci model ise tüketim bazlı modeldir ve bu modelde bağımlı değiĢken ―ailenin toplam aylık tüketiminin logaritması‖dır. Son model ise tüketim ve gelirin bir arada kullanıldığı melez bir modeldir. Bu modelde bağımlı değiĢken ―ailenin toplam aylık gelirinin logaritması‖ iken ailenin aylık harcama kalemleri bağımsız değiĢkenler olarak analize katılmıĢtır. Bahsedilen üç model de doğrusal En Küçük Kareler yöntemi ile tahmin 304 edilmiĢtir. Ġlk olarak genel bir model tahmin edilmiĢ daha sonra istatistiksel olarak anlamsız olan değiĢkenler modelden çıkarılarak nihai modele ulaĢılmıĢtır. Bütün modeller dayanıklı standart hatalar göz önüne alınarak seçilmiĢtir. Tahmin sonuçları ile beraber, her model için çoklu bağlantı göstergesi olarak VIF değerleri hesaplatılmıĢ ve bütün modellerin karĢılaĢtırmalı analizleri yapılmıĢtır. Tüm modellerin R2 determinasyon katsayısı ve F - istatistiği değerlerine bakılmıĢtır. F - istatistiği modelin bir bütün olarak anlamlı olup olmadığını gösterir. Bütün modeller bir bütün olarak anlamlıdır. BULGULAR Türkiye genel yardım modeli çerçevesinde bir kiĢinin aylık ortalama tüketimi 246,95 TL‘dir. Bu rakam Kent için 272,56 TL ve Kır için ise 219,99 TL‘dir. Türkiye genelinde yardım modeli çerçevesinde ortalama kiĢi sayısı 4,58 iken Kent‘te 4,55 ve Kır‘da ise 4,62 kiĢi bulunmuĢtur. Bir kiĢi için minimum aylık tüketim 31 TL civarında iken maksimum tüketim ise 1.600 TL civarında bulunmuĢtur.Kentteki ortalama tüketim düzeyi kırdan yüksektir. Bütün modellerde kiĢi baĢına tüketimi belirleyen en önemli değiĢken kiĢi baĢına gelirdir. Her iki değiĢken de logaritmik olduğundan kiĢi baĢına gelir değiĢkeninin katsayısı gelir esnekliği olarak yorumlanabilir. Bütün modellerde kiĢi baĢına gelirdeki herhangi bir artıĢ tüketimi arttırmaktadır. Türkiye geneli için gelir esnekliği %0,14 iken, Türkiye geneli kırsal alanda gelir esnekliği %0,16; kentsel alanda ise %0,12‘dir. Genelde kentsel alandaki gelir esnekliği kırsal alandaki gelir esnekliğinden daha düĢüktür. En yüksek gelir esnekliği kentsel alanda Batı ve Doğu Karadeniz bölgelerine aittir. Kırsal alanda ise en yüksek gelir esnekliği Batı Anadolu ve Ege bölgelerine aittir. Özellikle kırsal alanda Ġstanbul ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde; kentsel alanda ise Orta Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde model yeterince verimli sonuçlar vermemektedir. Hanenin borcunun aylık gelire oranı pozitif yönde etkilerken; hanenin borcunun aylık tüketime oranı ise negatif yönde etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kent için; Ġstanbul, Ege, Batı Anadolu, Orta Anadolu ve Batı Karadeniz‘de hanenin borcunun aylık gelire oranı pozitif yönde etkilerken aynı bölgelerde Hanenin borcunun aylık tüketime oranı ise negatif yönde etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kır için; Ġstanbul, Batı Marmara, Batı Anadolu, Akdeniz, Orta Anadolu, Batı Karadeniz, Doğu Karadeniz, Kuzeydoğu Anadolu, Ortadoğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu‘da hanenin borcunun aylık gelire oranı pozitif yönde etkilerken Güneydoğu Anadolu hariç diğer bölgelerde hanenin borcunun aylık tüketime oranı ise negatif yönde etkilemektedir. Analiz sonuçlarına göre, kiĢi baĢına mutfak, tuvalet ve banyo hariç, oturulan konuttaki (salon dahil) oda sayısı kiĢi baĢına tüketimi bütün proje modellerinde pozitif etkilemektedir. Bu değiĢken yoksulluk literatüründe bir kullanım ölçütü ve refah göstergesi olarak değerlendirilmektedir. KiĢi baĢına oda sayısının bire eĢit olması durumunda konuttaki her bireye bir oda düĢmekte iken birden büyük olması refahın arttığına iĢaret eder. KiĢi baĢına oda sayısındaki her artıĢ hanenin refahını arttırır. Ancak proje yardımı alacak haneler için en yoksul kesim içinde yer almaları istenen bir durum değildir. Görece refah seviyesinin iyi olması tercih edilmelidir. Ġncelenen örneklem çerçevesinde proje yardımı kabul edilenlerde kiĢi baĢına mutfak, tuvalet ve banyo hariç, oturulan konuttaki (salon dâhil) oda sayısı en az 0,04; en fazla 5,00 iken ortalaması 0,84 olarak bulunmuĢtur. ĠBBS Düzey 1 Kent için Ġstanbul, Batı Marmara, Orta Anadolu, Doğu Karadeniz ve Kuzeydoğu Anadolu‘da kiĢi baĢına mutfak, tuvalet ve banyo hariç, oturulan konuttaki (salon dâhil) oda sayısı pozitif etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kır için, Ġstanbul‘da, Batı Marmara, Akdeniz, Batı Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu‘da kente benzer Ģekilde kiĢi baĢına mutfak, tuvalet ve banyo hariç, oturulan konuttaki (salon dâhil) oda sayısı pozitif etkilemektedir. Hanenin sahip olduğu eĢya ve konut kolaylıkları bir refah göstergesi olarak kabul edildiğinde, tüketimi pozitif etkilemektedir. Hanenin sahip olduğu otomatik çamaĢır makinesi, bulaĢık makinesi, derin dondurucu, cep telefonu, internet ve klima tüketimi pozitif etkilemektedir. Tuvaletin evin içinde olması ve asansör olması tüketimi pozitif etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kent için; Ġstanbul, Ege, Doğu Marmara, Batı Anadolu, Akdeniz, Orta Anadolu, Batı Karadeniz, Doğu Karadeniz ve Kuzeydoğu Anadolu‘da sahip olunan ―Televizyon‖, ―Video / VCD / DVD / CD Çalar‖, ―BulaĢık Makinesi‖, ―Ev Telefonu‖, ―Cep Telefonu‖, Bilgisayar‖, ―Ġnternet‖, ―Halı Yıkama Makinesi‖, ―Klima‖, ―Banyo ve DuĢ‖, ―Borulu Su Sistemi (ġebeke Suyu)‖, ―Kablolu Yayın, ―Sıcak Su (GüneĢ enerjisi, kombi, devamlı sıcak su vb.)‖ gibi konut kolaylıkları pozitif yönde etkilemektedir. ĠBBS 305 Düzey 1 Kır için; Doğu Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu‘da ―Televizyon‖ sayısı ve Batı Karadeniz‘de ―ÇamaĢır Kurutma Makinesi‖ sayısı negatif yönde etkilemektedir. Buna karĢın; Ġstanbul, Ege, Doğu Marmara, Batı Anadolu, Akdeniz, Orta Anadolu, Batı Karadeniz, Doğu Karadeniz, Kuzeydoğu Anadolu, Ortadoğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu‘da ―Otomatik ÇamaĢır Makinesi‖, ―BulaĢık Makinesi‖, ―Ev Telefonu‖, ―Cep Telefonu‖, ―Uydu Anteni‖, ―Bilgisayar‖, ―Ġnternet‖, Mikrodalga Fırın‖, ―Halı Yıkama Makinesi‖, ―Tuvalet (Ev içinde)‖, ―Kalorifer‖, ―Su Deposu‖, ―Borulu Su Sistemi (ġebeke Suyu)‖ ve ―Sıcak Su (GüneĢ enerjisi, kombi, devamlı sıcak su vb.)‖ gibi konut kolaylıkları pozitif yönde etkilemektedir. Hanenin oturduğu binanın türü de hanenin sahip olduğu refahın bir göstergesi olarak kabul edilmektedir. Oturulan evin mülkiyet durumunun kira olması ve konut türünün apartman dairesi (normal kat) olması tüketimi pozitif etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kent için; Ġstanbul, Ege, Doğu Karadeniz ve Kuzeydoğu Anadolu‘da oturulan evin mülkiyet durumunun ―Kira‖ olması ve Ġstanbul‘da konut türünün ―Apartman Dairesi (Normal Kat)‖ olması pozitif etkilemektedir. Marmara'da oturulan konutun haneye ait olması; Doğu Marmara ve Akdeniz'de oturulan konutun kira ödenmeden kullanılıyor olması negatif yönde etkilemektedir. Hanedeki genç bağımlı nüfus ve sosyal güvencesi olan kiĢi sayısı tüketimi pozitif etkilemektedir. Buna karĢın yaĢlı bağımlı nüfus ise genel modelde ve kır modelinde negatif yönde etki göstermektedir. ĠBBS Düzey 1 Kent için; Ġstanbul, Ege' ve Doğu Marmara‘da hanedeki genç bağımlı nüfus ile Ġstanbul, Akdeniz, Orta Anadolu ve Batı Karadeniz‘de hanede sosyal güvencesi olan kiĢi sayısı pozitif yönlü etkilemektedir. Kuzeydoğu Anadolu‘da ise hanede yaĢlı bağımlı nüfus negatif etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kır için; Doğu Karadeniz‘de hanedeki genç bağımlı nüfus, Akdeniz, Kuzeydoğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu‘da hanede sosyal güvencesi olan kiĢi sayısı ve Ġstanbul ile Batı Marmara‘da hanedeçalıĢmayan toplam iĢsiz fert sayısı pozitif yönde etkilemektedir. Hanehalkının yaĢadığı yerin (belde veya köy) tüketim üzerine negatif etkisi vardır. Ancak kırsal – kentsel alan ve bölgeler arasında farklılıklar göstermektedir. Genel modelde sadece kırsal alanda anlamlı bulunmuĢtur. ĠBBS Düzey 1 Kent için Orta Anadolu Bölgesi ve Kır için Batı Marmara, Akdeniz ve Batı Karadeniz bölgelerinde anlamlı sonuçlara ulaĢılmıĢtır. Hanehalkının hane yapısı kentsel alanda Ġstanbul, Batı Anadolu ve Kuzeydoğu Anadolu‘da tüketime pozitif etki gösterirken, kırsal alanda Orta Anadolu ve Doğu Karadeniz‘de ise negatif yönde etki göstermektedir. Çekirdek aile [anne + baba + en az 1 çocuk] ve çekirdek olmayan küçük hane yapıları için negatif etki gözlemlenmektedir. Hanehalkı içinde yaĢ gruplarına göre; hanede 6 – 9 yaĢ arası kız sayısı pozitif etki gösterirken 55 – 64 yaĢ arası erkek sayısı ise negatif etki göstermektedir. ĠBBS Düzey 1 Kent için Ġstanbul ve Orta Anadolu‘da hanede 14 – 17 yaĢ arası kız sayısı, Batı Marmara‘da hanede 18 – 40 yaĢ arası kadın ve erkek sayısı, hanede 65 yaĢ ve üzeri erkek sayısı, Ege‘de hanede 65 yaĢ ve üzeri kadın sayısı, Doğu Marmara‘da hanede 55 - 64 yaĢ arası kadın sayısı, Batı Anadolu‘da hanede 6 – 9 yaĢ arası erkek sayısı, Orta Anadolu‘da hanede 14 – 17 yaĢ arası kız sayısı, hanede 18 – 40 yaĢ arası erkek sayısı, hanede 41 – 54 yaĢ arası kadın sayısı, Doğu Karadeniz‘de ise hanede 0 – 5 yaĢ arası kız sayısı ve hanede 41 – 54 yaĢ arası kadın sayısı pozitif etkilerken, Batı Anadolu‘da hanede 0 – 5 yaĢ arası kız sayısı, hanede 55 – 64 yaĢ arası kadın sayısı, Orta Anadolu‘da hanede 10 - 13 yaĢ arası kız sayısı, Batı Karadeniz‘de hanede 18 – 40 yaĢ arası kadın sayısı ve hanede 65 yaĢ ve üzeri erkek sayısı ile Kuzeydoğu Anadolu‘da hanede 10 – 13 yaĢ arası erkek sayısı negatif yönde etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kır için ise; Ġstanbul‘da hanede 14 – 17 yaĢ arası kız sayısı, hanede 18 – 40 yaĢ arası kadın ve erkek sayısı, Batı Marmara‘da hanede 10 – 13 yaĢ arası erkek sayısı ve Batı Marmara, Ege ve Doğu Marmara‘da hanede 18 – 40 yaĢ arası Kadın sayısı, Batı Anadolu‘da hanede 65 yaĢ ve üzeri kadın sayısı, Akdeniz‘de hanede 6 – 9 yaĢ arası kız sayısı, Orta Anadolu‘da hanede 18 – 40 yaĢ arası kadın sayısı, Batı Karadeniz‘de hanede 14 – 17 yaĢ arası kız ve erkek sayısı ile hanede 18 – 40 yaĢ arası erkek sayısı, Doğu Karadeniz‘de hanede 10 – 13 yaĢ arası erkek sayısı, Kuzeydoğu Anadolu‘da hanede 18 – 40 yaĢ arası erkek sayısı ve Güneydoğu Anadolu‘da hanede 41 – 54 yaĢ arası erkek sayısı pozitif yönde etkilerken sadece Orta Anadolu‘da hanede 6 – 9 yaĢ arası erkek sayısı negatif yönde etkilemektedir. 306 Hanehalkı içinde yaĢayanların eğitim durumlarına göre değerlendirilmesinde; hem Türkiye Genel hem de Kent – Kır modelleri için hanede Lise Mezunu + Yüksekokul Terk + Üniversite Terk kiĢi sayısı tüketimi pozitif yönlü etkilemektedir. Benzer Ģekilde Kent modelinde hanede 2 - 3 Yıllık Yüksekokul + Üniversite + Yüksek Lisans + Doktora Mezunu kiĢi sayısı pozitif etkilemektedir. Eğitim seviyesinin artmasının tüketim üzerine pozitif etki yarattığı görülmektedir. ĠBBS Düzey 1 Kent için; Ege‘de Hanede Lise Mezunu + Yüksekokul Terk + Üniversite Terk kiĢi sayısı ve Hanede 2 - 3 Yıllık Yüksekokul + Üniversite + Yüksek Lisans + Doktora Mezunu kiĢi sayısı, Doğu Marmara‘da Hanede Okur Yazar + Ġlkokul Terk olan kiĢi sayısı, Batı Anadolu ve Batı Karadeniz‘de hanede Lise Mezunu + Yüksekokul Terk + Üniversite Terk kiĢi sayısı, Kuzeydoğu Anadolu ve Ortadoğu Anadolu‘da hanede 2 - 3 Yıllık Yüksekokul + Üniversite + Yüksek Lisans + Doktora Mezunu kiĢi sayısı tüketimi pozitif etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kır için; Batı Anadolu ve Kuzeydoğu Anadolu‘da hanede Okur Yazar + Ġlkokul Terk olan kiĢi sayısı, Ege, Doğu Marmara ve Kuzeydoğu Anadolu‘da Hanede Ġlkokul Mezunu (5 yıl) + Ġlköğretim Mezunu (8 yıl) + Ġlköğretim Terk + Ortaokul Mezunu + Ortaokul Terk + Lise Terk kiĢi sayısı, Ġstanbul, Batı Anadolu, Akdeniz, Batı ve Doğu Karadeniz ile Ortadoğu Anadolu‘da Hanede Lise Mezunu + Yüksekokul Terk + Üniversite Terk kiĢi sayısı tüketimi pozitif yönde etkilemektedir. Hanehalkı içinde yaĢayanların medeni durumlarına göre değerlendirilmesinde; hanede hiç evlenmemiĢ kiĢi sayısı, hanede evli (eĢi ile aynı evde) kiĢi sayısı, hanede evli fakat eĢi / eĢini terk etmiĢ + eĢi / kendisi cezaevinde + eĢi / kendisi askerde + eĢi / kendisi uzakta çalıĢıyor + diğer kiĢi sayısı + hanede dul (eĢi ölmüĢ) kiĢi sayısı ve hanede boĢanmıĢ kiĢi sayısı pozitif yönde etki sağlamaktadır. ĠBBS Düzey 1 Kent için Ġstanbul, Batı Marmara, Ege, Doğu Marmara, Kuzeydoğu ve Ortadoğu Anadolu‘da hanede hiç evlenmemiĢ kiĢi sayısı; Ege‘de, hanede evli (eĢi ile aynı evde) kiĢi sayısı ile hanede dul (eĢi ölmüĢ) kiĢi sayısı pozitif yönde etkilerken, Batı Anadolu‘da hanede dul (eĢi ölmüĢ) kiĢi sayısı negatif yönde etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kır için Orta Anadolu, Doğu Karadeniz ve Ortadoğu Anadolu‘da hanede hiç evlenmemiĢ kiĢi sayısı, Ġstanbul, Batı Karadeniz ve Ortadoğu Anadolu‘da hanede evli (eĢi ile aynı evde) kiĢi sayısı, Akdeniz‘de hanede dul (eĢi ölmüĢ) kiĢi sayısı pozitif yönde etkilerken, Orta Anadolu‘da hanede dul (eĢi ölmüĢ) kiĢi sayısı negatif yönde etkilemektedir. Evde ısınmada kullanılan yakıt türünün tezek olması genelde ve kırda tüketimi negatif etkilemektedir. ĠBBS Düzey -1 Kent için; Ġstanbul ve Ege‘de konut ısıtmada kullanılan yakıt türünün doğalgaz olması pozitif etkilerken Batı Karadeniz‘de konut ısıtmada kullanılan yakıt türünün LPG (Tüp gaz) veya odun – kömür olması tüketim üzerinde negatif etki yaratmaktadır. ĠBBS Düzey 1 Kır için; Orta Anadolu‘da konut ısıtmada kullanılan yakıt türünün LPG (Tüp gaz) olması pozitif, buna karĢın Ortadoğu Anadolu‘da konutun ısıtmada kullandığı yakıt türünün tezek olması tüketimi negatif etkiler. Ġktisadi bekleyiĢlerin aksine hanenin bankada birikimi olması tüketimi negatif etkilemektedir. Bunun nedeni hanelerin banka aracılığıyla daha fazla gelir elde edebilmek amacıyla tüketimlerini kısarak tasarruflarını arttırma çabaları olabilir. Tasarruflarını arttırma çabası gelecekte proje geri ödeme döneminde beklenmeyen (öngörülmeyen) sıkıntılar için ihtiyat oluĢturma çabası olabilir. Sahip olunan apartman âdeti Türkiye geneli ve Kır Modelinde pozitif yönlü etki göstermektedir. ĠBBS Düzey 1 Kent için; Batı Anadolu‘da sahip olunan apartman adedi, Batı Marmara‘da sulu tarlası olması, Ġstanbul‘da sahip olunan motosiklet adedi, Doğu Karadeniz‘de sahip olunan arsa olması pozitif etki göstermektedir. Doğu Marmara‘da sahip olunan motosiklet adedi, Batı Anadolu‘da sahip olunan traktör adedi ve kümes hayvanı adedi, Batı Karadeniz‘de bağ – bahçe sahibi olunması, Orta Anadolu‘da arı kovanı adedi, kümes hayvanı adedi ve sahip olunan diğer değerlerin toplamı negatif yönde etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kır için; Batı Marmara, Ege ve Doğu Marmara‘da sahip olunan Kümes Hayvanı adedi, Ortadoğu Anadolu‘da sahip olunan gecekondu adedi, Batı Karadeniz‘de susuz tarla sahibi olunması ve Diğer değerlerin toplamı ile Güneydoğu Anadolu‘da sahip olunan KüçükbaĢ adedi pozitif yönde etkilemektedir. Akdeniz‘de sahip olunan diğer varlıkların toplamı, Ege ve Doğu Marmara‘da sahip olunan gecekondu adedi, Orta Anadolu ve Kuzeydoğu Anadolu‘da sahip olunan kamyon adedi negatif yönde etkilemektedir. Proje ile ilgili değiĢkenler incelendiğinde; BaĢvurulan SYDV proje desteğinin "ĠĢ Kurma / Gelir Getirici" olması Türkiye Geneli ve Kent Model‘inde Proje baĢvurusunda bulunan kiĢinin ilgili proje 307 alanında herhangi bir mesleğe yönelik sertifika / diploma / ehliyet / yeterlilik - kalfalık - ustalık belgesi olması ise Türkiye Geneli ve Kır modellerinde pozitif etkiye sahiptir. ĠBBS Düzey 1 Kent için; Ege‘de Proje baĢvurusunun "Bireysel" yapılması, Doğu Marmara‘da Proje baĢvurusunda bulunan kiĢinin ilgili proje alanında herhangi bir mesleğe yönelik sertifika / diploma / ehliyet / yeterlilik - kalfalık - ustalık belgesi olması ve Batı ve Doğu Marmara ile Akdeniz‘de ise BaĢvurulan SYDV proje desteğinin "ĠĢ Kurma / Gelir Getirici" olması pozitif etkilemektedir. Buna karĢın Batı Marmara ve Akdeniz‘de Proje baĢvurusunda bulunan kiĢi, proje baĢvurusunda bulunduğu alanda daha önce bir faaliyet göstermiĢ olması negatif etkilemektedir. ĠBBS Düzey 1 Kır için; Batı Marmara‘da Proje baĢvurusunun "Bireysel" yapılması, Orta Anadolu ve Batı Karadeniz‘de Proje baĢvurusunda bulunan kiĢinin ilgili proje alanında herhangi bir mesleğe yönelik sertifika / diploma / ehliyet / yeterlilik - kalfalık - ustalık belgesi olması ile Orta Anadolu‘da BaĢvurulan SYDV proje desteğinin "ĠĢ Kurma / Gelir Getirici" olması pozitif etkilerken Orta Anadolu ve Kuzeydoğu Anadolu‘da Proje baĢvurusunun "Bireysel" yapılması negatif yönde etkilemektedir. Modellerin bağımlı değiĢkendeki değiĢkenliği açıklayıcılık güçleri incelendiğinde, Türkiye geneli için tahmin edilen tüketim modelinin 0,53 determinasyon katsayısına sahip olduğu; kent ve kır ayırımına gidildiğinde modelin bağımlı değiĢkendeki değiĢkenliği açıklama gücünün kentsel alanda 0,55‘e çıktığı fakat kırsal alanda ise 0,53 olduğu görülmektedir. ĠBBS Düzey 1 bölgelerinde ise, kent için en yüksek açıklayıcılık gücü Batı Anadolu (0,81) ve Batı Karadeniz (0,78) bölgelerine, en düĢük açıklayıcılık gücü ise Güneydoğu Anadolu (0,40) bölgesine aittir. ĠBBS Düzey 1 bölgeleri kırsal alanda ise en yüksek açıklama gücüne sahip olan model Ġstanbul (0,90) ve Orta Anadolu (0,74) bölgelerine aittir En düĢük açıklayıcılık gücü olan modeller ise Akdeniz (0,53) ve Batı Marmara (0,57) bölgelerine aittir. Gelir testi modellerine bakıldığında A grubu gelir bazlı modelde iĢ durumu değiĢkenleri ve eğitim durumu değiĢkenleri ailenin gelirini belirlemede önemli rol oynamaktadır. Ailede ücretli maaĢlı, yevmiyeli ve kendi hesabına çalıĢan olması ve sayılarının artması aile için önemli gelir kaynağı oluĢturmaktadır. Ailedeki iĢsiz sayısı arttıkça aile geliri olumsuz etkilenmektedir. Ayrıca ailedeki ilkokul, ortaokul, lise mezunu sayısı arttıkça gelirde artıĢlar gözlemlenmektedir. Üniversite ve yüksek lisans mezunu kiĢi sayısına sahip olan ailelerin gelir düzeyleri daha da olumlu etkilenmektedir. Müstakil konut, apartman dairesi, gecekondu, tarla (sulu ve susuz), bağ bahçe sahipliği gelire pozitif etki yapan mülkiyet türleri arasındadır. Ailedeki araç sahipliği değerlendirildiğinde, motosiklet ve kamyon sahipliği gelirde artıĢa neden olmaktadır. Bahsedilen araç türleri gelir getirici iĢlerde kullanılabildiği için aylık geliri artırıcı bir özelliğe sahiptirler. Ailedeki eĢya sahipliği değerlendirildiğinde, bulaĢık makinesi, ev telefonu, cep telefonu ve uydu anteni sahipliği geliri olumlu etkilerken, konut kolaylıklarından evde mutfak bulunması halinde ailenin gelirinde artıĢ gözlenmektedir. Ailede dul sayısı ve boĢanmıĢ sayısının artması geliri pozitif etkilemektedir. Ayrıca evde özürlü bulunması ve özürlü maaĢının alınması gelire istatistiksel olarak anlamlı bir katkı sağlamaktadır. Evli olup eĢi ile aynı evde yaĢayanların ve evli olup eĢi veya kendisi uzakta çalıĢanların sayısı arttıkça gelirde artıĢlar gözlemlenmektedir. Ailedeki aktif çalıĢma çağındaki (18 – 40 yaĢ arası) erkek sayısı arttıkça ve 65 yaĢ ve üzeri erkek bulunması durumunda ailenin gelir düzeyi olumlu etkilenmektedir. A grubu tüketim bazlı modelde tüketimi etkileyen önemli değiĢkenler arasında konut kolaylıkları ve eĢya sahipliği gelmektedir. Ailenin yaĢadığı konutta tuvalet, kalorifer, elektrik sistemi, su deposu ve sıcak su kolaylıkları olması durumu ailenin aylık toplam tüketimini artırıcı etkenler arasındadır. Ailenin belirli eĢyalara sahip olması durumu tüketimini de pozitif yönde etkilemektedir. Ġki ve üzeri televizyon, video / VCD / DVD / CD çalar, otomatik çamaĢır makinesi, derin dondurucu, ev telefonu, cep telefonu, uydu anteni ve bilgisayar sahipliği tüketimi artırıcı birer unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Ailede lise ve üzeri okul mezunlarının sayısının artması durumunda tüketimde artıĢ gözlemlenmektedir. Ailedeki özürlü sayısı ve öğrenci sayısı tüketimi artırıcı değiĢkenler olarak ortaya çıkmaktadır. Ailede bekar olması ailenin tüketimini artırıcı bir sebep olarak ortaya çıkarken, aktif çalıĢma çağındaki (18 – 40 yaĢ) erkek sayısı arttıkça da ailenin tüketim düzeyi artmaktadır. Ailenin gecekonduda yaĢıyor olması tüketimi negatif etkilemektedir. Arsanın kira getirisi bulunduğundan arsa sahipliğinin tüketimi artırması söz konusu olmaktadır. Otomobil, traktör ve kamyon sahibi olunması aileye gelir getirici iĢlerde kullanılabildiği için tüketimi de pozitif olarak etkilemektedir. Ailenin toplam borcu açıklanan değiĢkene (logaritmik aylık tüketim) pozitif bir etki yapmaktadır. Ayrıca, ailenin aylık toplam geliri logaritmik olarak regresyona dahil edilmiĢtir ve katsayısı pozitif olarak 308 bulunmuĢtur. A Grubu Modellerde son olarak melez model çalıĢılmıĢtır. ĠĢ durumu geliri açıklamada önemli bir değiĢkendir. Ailede ücretli maaĢlı, yevmiyeli ve kendi hesabına çalıĢan olması aile için önemli gelir kaynağı oluĢturmaktadır. Sahip olunan varlıklar geliri olumlu yönde etkilemektedir. Tarla (sulu ve susuz) ve bağ bahçe sahipliği, motosiklet ve kamyon sahipliği gelir artırıcı özelliktedirler. Gıda, giyim, kira, ısınma, ulaĢım, eğlence ve lokanta harcamalarının yüksek olması gelirde bir artıĢ sebebi olmaktadır. Ailedeki ilkokul, ortaokul, lise mezunu sayısı arttıkça gelirde artıĢlar olmaktadır. Ayrıca, üniversite ve yüksek lisans mezunu kiĢi sayısına sahip olan ailelerin gelir düzeyleri daha da olumlu etkilemektedir. Konut kolaylıklarından evde mutfak bulunması durumunda gelir olumlu etkilenmektedir. Aile evi ısıtmada yakıt türü olarak odun kömür kullanıyorsa gelir olumsuz etkilenmektedir. ĠĢsiz sayısı ailenin gelirini olumsuz etkilerken özürlü sayısının artması gelirde artıĢa yol açmaktadır. Dul ve boĢanmıĢ sayısı geliri olumlu etkileyen değiĢkenler olarak ortaya çıkarken, yine evli olup da eĢi ile aynı evde yaĢayan kiĢi sayısı geliri olumlu etkiler. Ailedeki aktif çalıĢma çağındaki (18 – 40 yaĢ arası) erkek sayısı, 41 – 54 yaĢ arası erkek sayısı artarsa ve ailede 65 yaĢ ve üzeri erkek bulunması durumunda gelir düzeyi yine olumlu etkilenmektedir. Ailedeki okul çağındaki çocuk (6 – 17 yaĢ arası) sayısı geliri olumlu etkilemektedir, 55 – 64 yaĢ arası nüfus sayısı da cinsiyetten bağımsız olarak, yine geliri olumlu etkileyen değiĢkenler arasına girmiĢtir. B Grubu gelir bazlı modelde aylık geliri belirleyen en önemli değiĢkenler iĢ durumu değiĢkenleri olarak ortaya çıkmaktadır. Ailede ücretli maaĢlı, yevmiyeli, kendi hesabına çalıĢan ve iĢveren sayısı arttıkça gelir de artmaktadır. Ailedeki iĢsiz sayısı arttıkça aile geliri olumsuz etkilenmektedir. Ailenin refah düzeyini belirleyen bir değiĢken olan Gıda Ürünleri Tüketim Sıklığı ailenin gelirini açıklamada önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle beyaz et ve ürünleri tüketim sıklığı ele alınacak olursa bu değiĢkende görülen artıĢlar gelir düzeyini de olumlu etkilemektedir. Yine baĢka bir refah düzeyi belirleyicisi olarak ailedeki eĢya sahipliği ele alınırsa, bulaĢık makinesi, ev telefonu ve uydu anteni sahipliği geliri olumlu etkilerken, konut kolaylıklarından evde mutfak ve garaj bulunması ailenin gelir düzeyinde bir artıĢa denk gelmektedir. Evde ısınmada kullanılan temel yakıt türü doğalgaz ise bu durum geliri olumlu etkilemektedir. Ailedeki ilkokul, ortaokul, lise mezunu sayısı arttıkça gelirde artıĢlar gözlemlenmektedir. Ayrıca, üniversite ve yüksek lisans mezunu kiĢi sayısına sahip olan ailelerin gelir düzeyleri daha da olumlu etkilenmektedir. Medeni durum söz konusu olduğunda ailede dul sayısı ve boĢanmıĢ sayısı geliri pozitif etkilemektedir. Buna sebep olarak da devletten alınan dul aylığının olmasının ve boĢanma sonucu alınan nafakaların gelire katkısından bahsedilebilir. Evli olup eĢi ile aynı evde yaĢayanların, evli olup eĢi veya kendisi uzakta çalıĢanların sayısı arttıkça gelirde artıĢlar gözlemlenmektedir. 18 yaĢ üzeri kadın ve erkek nüfusunun artması genel anlamda geliri olumlu etkilerken, özellikle 55 - 64 yaĢ arası ve 65 yaĢ üzeri erkek sayısı geliri etkileyen önemli değiĢkenler olarak göze çarpmaktadır. B Grubu Tüketim bazlı model ele alındığında ailede ücretli maaĢlı ve ücretsiz aile iĢçisi sayısının artması tüketimin artmasına etki eden faktörlerdendir. Eğitim durumu değiĢkenlerine bakılacak olursa, ailede lise mezunu sayısının artması az da olsa tüketimi olumsuz etkilemektedir. Ailede zorunlu eğitime devam eden öğrenci sayısı ise tüketimi artırıcı bir değiĢkendir. Ailede özürlü bulunması da özürlü maaĢının alınmasından dolayı tüketimi olumlu etkilemektedir. Konut kolaylıkları ve eĢya sahipliği refah düzeyini belirleyici değiĢkenler olarak ele alınarak, bu değiĢkenlerin tüketime etkisi araĢtırılmıĢtır. Ailenin yaĢadığı konutta kalorifer, elektrik sistemi, su deposu olması durumu ailenin aylık toplam tüketimini artırıcı etkenler arasındadır. Otomatik çamaĢır makinesi, derin dondurucu, ev telefonu, bilgisayar sahibi olunması ve ailenin sahip olduğu cep telefonu sayısının artması halinde tüketimde artıĢlar görülmektedir. Özellikle beyaz ve kırmızı et tüketim sıklığının çok olması aylık tüketimi artırıcı bir özelliğe sahiptir. Aile katta apartman dairesinde oturuyorsa tüketim olumlu yönde etkilenirken, konutta sıcak su elde etmede temel yakıt türü LPG, doğalgaz veya elektrik ise bu daha yüksek bir tüketim grubuna dahil olunduğunun bir göstergesi olarak ortaya çıkmaktadır. Aylık tüketim ile ailedeki okul öncesi çocuk sayısı (0 - 5 yaĢ arası) değiĢkeni arasında bir doğru orantı söz konusudur. Ailedeki okul çağında (6 – 17 yaĢ arası) çocuk sayısının artması ise tüketimi negatif etkilemektedir. Ailede aktif çalıĢma çağındaki (18 – 40 yaĢ) erkek sayısı arttıkça da ailenin tüketim düzeyi artmaktadır. Ailenin toplam borcu ve gelir düzeyi tüketime pozitif bir etki yapmaktadır. B Grubu melez modelde gıda, kira, ısınma, ulaĢım, haberleĢme, eğlence ve lokanta harcamalarının katsayılarının gelire etkileri istatistiksel olarak anlamlı bulunmuĢtur. Bu harcamaların yüksek olması gelir düzeyinde de bir yükselmeye denk gelmektedir. Gelire en fazla etkiyi gıda harcaması yapmaktadır. Ailede ücretli maaĢlı, yevmiyeli veya kendi 309 hesabına çalıĢan olması hiç olmaması durumuna göre gelirde artıĢa yol açmaktadır. Ayrıca ücretli maaĢlı, yevmiyeli veya kendi hesabına çalıĢan kiĢi sayısı iki ve üzeri olursa bunun gelire daha da olumlu bir etkisi olmaktadır. Ailedeki iĢsiz sayısının artması geliri azaltıcı etki yapmaktadır. Özürlü sayısı da tüketim modelinde olduğu gibi yine geliri artırıcı bir değiĢken olarak ortaya çıkmaktadır. Ailede zorunlu eğitime devam eden öğrenci sayısının artması geliri olumsuz etkilerken, ilkokul, ortaokul, lise mezunu sayısı artarsa gelirde artıĢlar gözlemlenmektedir. Ayrıca, üniversite ve yüksek lisans mezunu kiĢi sayısı fazla olan ailelerin gelir düzeyleri daha da olumlu etkilenmektedir. Konut kolaylıklarından garaj sahibi olunması durumu geliri artırıcı etkiye sahiptir. Evde sıcak su elde etmede odun kömür kullanılıyorsa, aile gelirine negatif bir etkisi olmaktadır. EĢya sahiplikleri ele alındığında bulaĢık makinesi ve ev telefonu sahibi olunması durumunda aylık gelir olumlu etkilenmektedir. BaĢka bir refah düzeyi belirleyici değiĢken olarak gıda ürünleri tüketim sıklığı ele alınacak olursa, özellikle beyaz et ve sebze tüketim sıklığının fazla olması gelirin yüksek olarak tahmin edilmesi anlamına gelmektedir. Medeni durum değiĢkenlerinin gelire etkisi incelendiği zaman ailedeki dul sayısının artmasının gelire olumlu bir etki yaptığı gözlemlenmektedir. Ailede evli olup eĢi ile aynı evde yaĢayan, boĢanmıĢ ve evli olup da eĢi veya kendisi uzakta çalıĢan kiĢi sayısı arttıkça da ailenin geliri olumlu etkilenmektedir. 18 yaĢ üzeri erkek ve kadın nüfusunu belirleyen değiĢkenlerin artması geliri artırıcı bir etki yapmaktadır. Özellikle erkek sayısındaki etkinin kadınlara göre daha fazla olması göze çarparken yine 55 yaĢ ve üstü erkek sayısının gelire belirgin bir olumlu etkisi vardır. Modellerin bağımlı değiĢkendeki değiĢimi açıklama güçleri incelendiğinde, A Grubu Modellerde Türkiye geneli için tahmin edilen gelir bazlı modelin determinasyon katsayısının 0.40; tüketim bazlı modelin determinasyon katsayısının 0.45 ve melez modelin determinasyon katsayısının da 0.46 olduğu görülmektedir. B Grubu Modellerde ise Türkiye geneli için tahmin edilen gelir bazlı modelin determinasyon katsayısının 0.39; tüketim bazlı modelin determinasyon katsayısının 0.47 ve melez modelin determinasyon katsayısının da 0.42 olduğu görülmektedir. En düĢük açıklayıcılık gücü olan model her iki grupta da gelir bazlı model olarak ortaya çıkmıĢtır. SONUÇ VE DEĞERLENDĠRME Proje destekleri modelleri için örneklem çerçevesi içinde yer alan haneler için, ortalama hanehalkı büyüklüğü kentte küçük olmasına karĢın aylık ortalama tüketim değerleri Türkiye geneli ortalamasının üstünde, kırda ise ortalama hanehalkı büyüklüğü fazla olmasına karĢın ortalama tüketim değerleri Türkiye ortalamasının altında kalmaktadır. Gelir testi modelleri performansları incelendiğinde, A Grubu ve B Grubu modellerinden elde edilen tanımlayıcı istatistiklere bakıldığında, melez modelin performansı öne çıkmaktadır. Gelir tespiti yapılırken formülünde aylık harcama kalemlerini de içeren melez modelin kullanılması GSS gruplarını tahmin etmede daha iyi bir performans sergileyebilecek durumdadır. KAYNAKÇA Gelir Tespiti, Tescil ve Ġzleme Sürecine ĠliĢkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmeliği, 2012 310 SOSYAL YARDIM YARARLANICILARININ BELĠRLENMESĠNE YÖNELĠK PUANLAMA FORMÜLÜ GELĠġTĠRĠLMESĠ (PUAN) PROJESĠ: KAPSAM VE METODOLOJĠ Murat KAHRAMAN GÜNGÖR Ahmet TÜMAY Müberra SUNGUR, C. BüĢra UZUN, Zeynep TECĠK, H. Gülin KOÇAK, Deniz ZEYTĠNOĞLU 1 ÖZET ―Sosyal Yardım Yararlanıcılarının Belirlenmesine Yönelik Puanlama Formülü GeliĢtirilmesi (PUAN)Projesi‖ ile Sosyal Yardımlar ile Proje Destekleri‘nden yararlanacak yoksul kesimin belirlenmesinde ve Genel Sağlık Sigortası (GSS) gelir testi iĢlemlerinde kullanılmak üzere objektif kıstaslara dayanan bir puanlama formül seti geliĢtirilmesi hedeflenmektedir. Diğer bir ifadeyle, PUAN Projesi Türkiye, kır-kent ayrımını içeren, Ġstatistikî Bölge Birimleri Sınıflaması (ĠBBS) Düzey 1 ayrımında bölgeler arası farklılığı gözeten, hane ziyaretleri sırasında doğrulanabilen, somut olarak ölçülebilir göstergelere dayanan, yüksek güvenilirlik düzeyine sahip olan ve kolay uygulanabilen puanlama modellerinin oluĢturulmasını içermektedir. Bu sunumda temel olarak, PUAN projesinin kapsamı ve metodolojik olarak izlenen yollar özetlenecektir. Anahtar Kelimeler: PUAN Projesi, Metodoloji, Sosyal Yardımlar, Proje Desteği, Genel Sağlık Sigortası. ABSTRACT With the "Project For Developing The Scoring Formula Determining The Beneficiaries of Social Assistances (PUAN)‖, it is aimed to define the members of the society who are in need of Social Aids and who will receive financial and educational support from the Project Funds and to elaborate a scoring formulae set to be used during income evaluation tests for the General Health Insurance (GHI) which will allow an impartial distribution of the aids and benefits. The PUAN Project involves developing highly reliable and easily applicable scoring models based on real measurable indicators that can differentiate settlements in the rural and urban areas, can observe regional differences defined in the Statistical Nomenclature of Units for Territorial (NUTS) 1 and can be verified during the housevisits. In this presentation, we will briefly introduce the scope of the PUAN Project and the methodological approach of the Project. Keywords: PUAN Project, Methodology, Social Assistance, Aids and benefits, Project Funds, General Health Insurance. 1 Dr. Murat KAHRAMAN GÜNGÖR, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE, [email protected] Dr. Ahmet TÜMAY, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE, [email protected] Yük. Müh., PMP, Müberra SUNGUR, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE, [email protected] M.Sc, C. BüĢra UZUN, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE, [email protected] M.Sc, Zeynep TECĠK, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE, [email protected] M.Sc, H. Gülin KOÇAK, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE, [email protected] M.Sc, Deniz ZEYTĠNOĞLU, TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE, [email protected] 311 GĠRĠġ Türkiye‘de merkezi yönetimin sosyal yardım faaliyetleri, her il ve ilçede kurulu olan Sosyal YardımlaĢma ve DayanıĢma Vakıfları (SYDV) aracılığıyla Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğü‘nce (SYGM) yürütülmektedir. Bu faaliyetler, 1986 yılında 3294 sayılı Kanunla kurulan Sosyal YardımlaĢma ve DayanıĢmayı TeĢvik Fonu (SYDTF veya Fon) kaynakları kullanılarak yapılmaktadır. Fon‘un karar organı Sosyal YardımlaĢma ve DayanıĢmayı TeĢvik Fonu Kurulu‘dur. SYGM, Fon‘un yürütme organı niteliğindedir. 3294 sayılı Fon Kanunu ile bütün il ve ilçelerde Sosyal YardımlaĢma ve DayanıĢma Vakıfları (SYDV) kurulmuĢtur. Halen 81 il ve 892 ilçemizde, 973 adet SYDV bulunmaktadır. SYDV baĢkanları, vali ve kaymakamlardır. SYD Vakıfları‘nın mütevelli heyetleri de mahallindeki üst düzey kamu görevlileri ile belediye baĢkanları, sivil toplum kuruluĢu temsilcileri, muhtarlar ve hayırsever vatandaĢlardan oluĢmaktadır. Fon kaynakları, Fon Kurulu kararları doğrultusunda Vakıflara transfer edilmekte, transfer edilen bu kaynak da Vakıf mütevelli heyet kararları ile 3294 sayılı Kanun kapsamındaki kiĢiler için kullanılmaktadır. Böylelikle hedef kitlede bulunan kiĢilere, kendi ikamet yerlerinde ve yerel ihtiyaçlar doğrultusunda sosyal yardımların ulaĢtırılması sağlanmaktadır. Bu kapsamda yürütülen yardımlar;  Eğitim Yardımları (ġartlı Eğitim Yardımları/ġNT, Öğrenci Ġhtiyaç Yardımları),  Sağlık Yardımları (Tedavi Destekleri ve ġartlı Sağlık Yardımları/ġNT),  Aile Yardımları (Gıda, Yakacak, Barınma Yardımları),  Özürlü Yardımları (Özürlü Ġhtiyaç Yardımları),  Özel Amaçlı Yardımlar (Afet Destekleri, v.b.),  Proje Destekleri (kentsel alana yönelik gelir getirici projeler, kırsal alana yönelik gelir getirici projeler, istihdam amaçlı eğitim projeleri, sosyal yardım/sosyal hizmet alanına yönelik iĢbirliği projeleri)  ve çeĢitli sosyal yardım uygulamalarıdır. BaĢvuru sahiplerinin sosyal yardımlardan yararlanabilmeleri için, 3294 sayılı Kanun kapsamında fakir ve muhtaç olduklarına dair vakıf mütevelli heyeti tarafından karar verilmesi gerekmektedir. Bu süreçte, baĢvuru sahiplerinin sosyal güvenlik sorgulamaları ile vakıf görevlilerince yapılan hane incelemeleri sonucunda hazırlanan sosyal inceleme raporları mütevelli heyetlerinin alacağı kararı Ģekillendirmektedir. Ancak mütevelli heyet kararlarının ön hazırlık sürecini gerçekleĢtiren vakıfların insan kaynakları ve teknik imkanlarının nitelik ve nicelik olarak önemli farklılıklar arz etmesi, vakıf personelinin yoksulluğu algılama ve yoksulluğu değerlendirme kriterlerinin değiĢiklik göstermesi, tüm vakıflar açısından hedef kitlenin belirlenmesinde uygulama birliğinin sağlanmasını güçleĢtirmektedir. Bu nedenle, vakıf mütevelli heyetlerinin vereceği karara dayanak teĢkil edecek, Türkiye genelinde uygulanabilir, fayda sahiplerini objektif biçimde tespit etmeye yönelik, yöresel farklılıkları (kır-kent ayrımını), sosyoekonomik geliĢmiĢlik düzeyini ve yardım kategorilerini gözeten, sağlıklı ve nesnel ölçütlerle iĢleyen bir tespit mekanizmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Dünya Bankası ile imzalanan ikraz anlaĢması çerçevesinde uygulanan Sosyal Riski Azaltma Projesi‘nin (SRAP) alt bileĢenleri olan ġartlı Nakit Transferi (eğitim ve sağlık) ve Yerel GiriĢimler (YG) (Ģimdiki adıyla proje destekleri) bileĢenlerinden yararlanacak fayda sahiplerinin belirlenmesine yönelik geliĢtirilen bir puanlama formülü PUAN Projesinin baĢladığı dönemde halihazırda SYDGM tarafından uygulanmaktaydı. Uygulanan puanlama formülü için SYDGM ve Dünya Bankası Finansmanı ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Sosyoloji Bölümü tarafından 2001 yılında 4200 haneyi kapsayan bir saha araĢtırması (Hanehalkı Gelir ve Yaşam Standardı Anketi) yapılmıĢtır. Bu inceleme verileri doğrultusunda, hane halklarının refah düzeyi (kiĢi baĢına gelir veya harcama) ile iliĢkili olduğu tespit edilen değiĢkenlere (sosyoekonomik ve demografik) dayalı ekonometri temelli bir puanlama formülü ve formüle ait bilgileri de kapsayan bir fayda sahibi baĢvuru formu geliĢtirilerek 312 SYD Vakıflarına dağıtılmıĢtır. ġNT eğitim ve sağlık yardımından yararlanmak isteyen kiĢiler öncelikle bu formu doldurmakta ve doldurulan formdaki veriler elektronik ortamda (Mülga) SYDGM Bilgi ĠĢlem Merkezi‘ne ulaĢtırılmıĢ, eğer baĢvuru sahibinin puanı ġNT programının hedef kitlesi için belirlenmiĢ kesme noktasına göre (en yoksul %6) belirlenen puandan düĢükse, baĢvuru sahibinin hak sahipliğini kazanması öngörülmüĢtür. Ancak söz konusu puanlama formülünün güncelliğini kaybetmiĢ olması (2001 ekonomik kriz yılına ait veriler); puanlama formülünü geliĢtirmede kullanılan Hanehalkı Gelir ve Yaşam Standardı Anketi verilerinin örnekleme temeline yönelik eleĢtiri; puanlama formülünün ekonometrik tanımlanması ve iktisadi temeli konusundaki yetersizlikleri; uygulamalarda karĢılaĢılan güçlükler ve yetersizlikler; formülün ġNT ve Yerel GiriĢimler yardım ve desteklerine odaklanması gibi. gerekçeler dikkate alınarak puanlama formülünün revize edilmesi ihtiyacı doğmuĢ ve puanlama formülü TÜİK 2003 Bütçe Anketi verileri ile aĢağıdaki çalıĢma kapsamında ODTÜ‘den baĢka bir ekip tarafından revize edilmiĢtir. Puanlama formülü revize edilirken ―kolayca kullanılabilecek, objektif, somut olarak ölçülebilir göstergelere dayalı, güvenilirlik düzeyi yüksek ve paydaĢlar tarafından da kabul gören‖ bir formül oluĢturulması amaçlanmıĢtır. Revizyon çalıĢmaları kapsamında 2003 Hanehalkı Bütçe Anketi bulguları kullanılarak 3 yeni puanlama modeli geliĢtirilmiĢtir. Birinci ve ikinci modellerde çoklu Regresyon Analizi kullanılmıĢtır. Bu iki modelin birbirinden farkı; ilkinde bağımlı değiĢkenin kiĢi baĢına tüketim, ikincisinde ise kiĢi baĢına gelir olmasıdır. Üçüncü modelde ise Faktör Analizi kullanılmıĢtır. Her üç modelde de amaçlanan, hane refahını en iyi Ģekilde temsil eden ve aynı zamanda da uygulanması kolay bir formül geliĢtirmek olmuĢtur. Bu modellerin geliĢtirilmesinde ġNT ve Yerel GiriĢimler (YG) baĢvuru formundaki sorulara bağlı kalınmıĢtır. Bu ekip, çalıĢmalarını 2006 yılında tamamlayarak araĢtırma sonuçlarını bir rapor halinde Ġdare‘ye sunmuĢtur. Ancak 31.03.2007 tarihinde SRAP‘ın sona ermesi ve bu revizyon çalıĢması ile elde edilen puanlama formülünün bütün yardım kategorileri için değil de sadece ġNT ile YG‘ den yararlanacak kiĢilerin belirlenmesi amacıyla hazırlatılmıĢ olması nedenleriyle bu çalıĢmanın sonuçları uygulamaya geçirilememiĢtir. Gelinen süreçte, zaman içerisinde ekonomik ve sosyal hayatta yaĢanan geliĢmelerden dolayı yoksulluk profilinin de değiĢmiĢ olması sebebiyle, sosyal yardımlardan yararlanacak yoksul kesimin belirlenmesine yönelik, ―tüm yardım kategorilerini göz önünde bulunduran, bölgelerarası farklılığı gözeten, kır-kent ayrımını içeren uygulaması kolay, objektif, somut olarak ölçülebilir göstergelere dayalı, hane ziyaretleri sırasında doğrulanabilen, güvenilirlik düzeyi yüksek ve paydaĢlar tarafından da kabul gören‖ yeni bir puanlama formülünün geliĢtirilmesi ihtiyacı ortaya çıkmıĢtır. 6 Temmuz 2009 tarihinde imzalanan PUAN Projesi sözleĢmesi doğrultusunda baĢvuru sahiplerinin sosyal yardımlardan yararlanabilmeleri için SYDV Mütevelli heyetlerinin vereceği karara dayanak teĢkil edecek, Türkiye genelinde uygulanabilir, fayda sahiplerini objektif biçimde tespit etmeye yönelik yöresel farklılıkları ve kır-kent ayrımını sosyo ekonomik geliĢmiĢlik düzeyini ve yardım kategorilerini gözeten sağlıklı ve nesnel ölçütlerle iĢleyen bir tespit mekanizmasının geliĢtirilmesi için gerekli çalıĢmalar TÜBĠTAK BĠLGEM YTE bünyesindeki proje ekibi tarafından yürütülmektedir. PUAN PROJESĠ NEDĠR? ―Sosyal Yardım Yararlanıcılarının Belirlenmesine Yönelik Puanlama Formülü (PUAN) GeliĢtirilmesi Projesi‖ ile sosyal yardım yararlanıcılarına, proje destekleri yararlanıcılarına ve Genel Sağlık Sigortası (GSS) gelir testi yaptıracak hedef kitleye yönelik doğru tespit yapılabilmesi ve bu uygulamalarda objektif kıstaslara göre karar verilebilmesi amacıyla puanlama formülü seti oluĢturulması hedeflenmektedir. Böylece PUAN kapsamında, ortaya çıkan formüllerin, SYGM tarafından; Sosyal YardımlaĢma ve DayanıĢma TeĢvik Fonu kaynağı kullanılarak dağıtılan Sosyal Yardımlar (Eğitim Yardımları, Sağlık Yardımları, gıda, yakacak ve barınma gibi Aile Yardımları, aĢevleri ve afet yardımları gibi Özel Amaçlı Yardımlar vb.) ile Proje Destekleri‘nden (Kırsal Alanda Sosyal Destek Projesi, Gelir Getirici Projeler) yararlanacak yoksul kesimin belirlenmesinde ve Genel Sağlık Sigortası (GSS) gelir testi iĢlemlerinde kullanılması amaçlanmaktadır. 313 Proje kapsamında geliĢtirilen PUAN formüllerinin Türkiye genelindeki Sosyal YardımlaĢma ve DayanıĢma Vakıflarında (SYDV) sosyal yardımlardan faydalanmak için baĢvuru yapan kiĢilerin hak sahipliği durumunun belirlenmesinde kullanılması ile;  Sosyal yardım yararlanıcılarının objektif kıstaslara göre tespit edilebilmesi,  Ġhtiyaç sahiplerine ihtiyaçları doğrultusunda yardım sağlanabilmesi,  Bölgeler arası farklılıklar ve kır-kent ayrımı göz önünde bulundurulması,  Hane ziyaretleri sırasında doğrulanabilen, kolay bir uygulamanın hayata geçirilmesi,  Sosyal yardım politikası kapsamında ayrılan kaynağın, daha etkin ve daha verimli bir Ģekilde adil olarak dağıtılması,  Kurumsal sosyal yardım sistemi altyapısının desteklenmesi,  GSS gelir testi iĢlemlerinin objektif kriterlere dayanan standart bir yöntemle gerçekleĢtirilmesi mümkün olacaktır. PUAN Projesi kapsamında tahmin edilen modellerin BÜTÜNLEġĠK Sosyal Yardım Hizmetleri Bilgi Sistemi‘ne entegre edilmesi ile sosyal yardım baĢvurularına yönelik hak sahipliği kararının verilmesinde ve GSS gelir tespiti iĢlemlerinin yürütülmesinde, karar vericilere yardımcı bir ―Karar Destek‖ altyapısı oluĢturulması öngörülmektedir. Nesnel ölçütlere göre iĢleyecek bu tespit mekanizmasının etki edeceği hedef kitlenin büyüklüğü bu raporun hazırlandığı tarih itibariyle BÜTÜNLEġĠK Sosyal Yardım Hizmetleri Bilgi Sistemi‘nde kayıtlı yaklaĢık 6,5 milyon hane ve bu hanelere verilen 11 milyon yardım sayısı ile ifade edilebilir. Bu sebeple BÜTÜNLEġĠK Projesi gibi PUAN Projesi de SYGM tarafından yürütülen ve sosyal yardımların sunumunda reform niteliği taĢıyan önemli çalıĢmalar arasındadır. PROJENĠN YÖNTEMĠ VE UYGULAMA AġAMALARI Sosyal Yardımlar, Proje Destekleri ve GSS gelir testine yönelik verilen kararlarda yararlanıcılara yönelik somut olarak ölçülebilir göstergelere dayalı objektif kararların verilebilmesi için PUAN Projesi kapsamında hanehalkı yaklaĢımı esas alınmıĢtır. ―Hane‖ temel iktisadi birimlerden birisi olarak tanımlanmaktadır. Sosyal yardım alanında uygulanan ―Hane bazlı yaklaĢım‖, baĢvuruda bulunan birey yerine hanenin toplam mülkiyetinin, gelirinin, tüketiminin ve hanedeki her bir bireyin farklı gereksinimlerinin dikkate alındığı, sosyal yardıma olan ihtiyacın etkin ve gerçekçi bir Ģekilde karĢılanabilmesine olanak sağlayan bir değerlendirme modelidir. Hanehalkı yaklaĢımı ile gerçekleĢtirilen proje çalıĢmaları ġekil 1‘de gösterildiği üzere üç safhada tamamlanmıĢtır. 314 ġekil 1. Projenin Safhaları Ġlk safhada, dünya örnekleri ve konu ile ilgili literatür incelenmiĢ ve hedefleme mekanizmaları araĢtırılmıĢtır. Türkiye Ġstatistik Kurumu‘nun (TÜĠK) 2003 yılı Hanehalkı Bütçe Anketi verileri kullanılarak Ġstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırılması (ĠBBS) Düzey 1 bölgelerinin Kır / Kent ayrımında gelir ve tüketim bazlı regresyon modelleri tahmin edilmiĢ ve faktör analizleri gerçekleĢtirilmiĢtir.  Birinci ve ikinci modellerde ―Çoklu Regresyon Analizi‖ kullanılmıĢtır. Ġlk model gelir bazlı modeldir ve burada bağımlı değiĢken ―kiĢi baĢına aylık gelirin logaritması‖dır. Ġkinci model ise tüketim bazlı modeldir ve bu modelde bağımlı değiĢken ―kiĢi baĢına aylık tüketimin logaritması‖dır.  Üçüncü modelde ise ―Faktör Analizi‖ kullanılmıĢtır. Bütün modellere gelir, cinsiyet, eğitim durumu, mesleğin ait olduğu sektör, meslek, kiĢinin iĢteki durumu ve istihdam edilme Ģekli gibi değiĢkenlerin yanı sıra kiĢinin refah durumunu, sahip olduğu varlıkları ve konut kolaylıklarını gösteren değiĢkenler de dahil edilmiĢtir. Tahmin edilen regresyonlarda kır ve kent modellerinin kendine has özellikler gösterdiği ve bölgelerarası farklılığın istatistiksel olarak anlamlı bulunduğu tespit edilmiĢtir. Projenin ilerleyen safhalarında anket formu olarak da kullanılan Hane Ziyaret Bilgi Formu bu aĢamada oluĢturulmuĢtur. Ġlk safhanın sonucunda modelin çıktıları sırasıyla, her hane için tahmin edilmiĢ olan tüketim (harcama) ve gelir değerleridir. Elde edilen bu tahmin değerleri küçükten büyüğe sıralanarak hanelerin sınıflandırılmasında kullanılmıĢtır. Ġkinci safhada, Türkiye‘nin ĠBBS Düzey 1 bölgelerinin kır ve kentinde seçilen 1.474 hane ile Pilot Alan Anketi gerçekleĢtirilmiĢtir. GörüĢmelerde birinci safhada oluĢturulan Hane Ziyaret Bilgi Formu kullanılmıĢtır. AraĢtırma, ĠBBS Düzey 1 sınıflandırma sistemine göre seçilen 19 ilde Kır / Kent ayrımı göz önünde bulundurularak toplam 24 Ģehir merkezi ve ilçede gerçekleĢtirilmiĢtir. Pilot Alan Anketi‘nden elde edilen veriler hanelerin sosyal güvenlik durumları, sosyo - demografik özellikleri, göç durumları, fiziksel yaĢam koĢulları (konut ve altyapı), mülk sahipliği (tüketim varlıkları, gelir getiren varlıklar ve ulaĢım aracı olarak kullanılan varlıklar), hane reisinin eğitim ve iĢ gücü piyasalarındaki konumu, gelir, tüketim, borç, yardım, sağlık ve refah algıları baĢlıkları altında değerlendirilmiĢtir. 315 Birinci safhada tahmin edilen modellerin sınanması amacıyla Pilot Alan Anket verileri kullanılarak detaylı analizler yapılmıĢtır. Türkiye geneli, Türkiye geneli Kır / Kent ayırımı, ĠBBS Düzey 1 bölgeler ve ĠBBS Düzey 1 Kır / Kent ayırımına göre tahmin edilen gelir ve tüketim bazlı modeller için sınamalar gerçekleĢtirilmiĢtir. Genel olarak yapılan sınamalarda, projenin birinci safhasında belirlenen her üç modelin (gelir ve tüketim bazlı regresyon modelleri ile faktör analizi) baĢarısı %50‘nin üzerinde bulunmuĢtur. Ancak sosyal yardım yararlanıcılarını belirlemek için tahmin edilen modeller arasında, gerçek gözlem ile tahmin edilen değerin en yüksek oranda örtüĢme (eĢleĢme) sağlaması sebebiyle tüketim modeli, gelir modeline göre daha baĢarılı bulunmuĢtur. Bu sebeple Türkiye geneli, Türkiye geneli Kır / Kent ayırımı, ĠBBS Düzey 1 bölgeler ve ĠBBS Düzey 1 Kır / Kent ayırımına göre oluĢturulan sosyal yardım ve proje destekleri modelleri için nihai formül olarak tüketim bazlı regresyon modelinin kullanılmasına karar verilmiĢtir. Üçüncü safhada, nicel ve nitel analizler birlikte yürütülmüĢtür. Nitel analiz kapsamında tüm Türkiye‘yi kapsayan ve her bir ĠBBS Düzey 1 Bölgesi için kent / kır ayrımını gözeten belirli sosyo-demografik baĢlıkları içeren bir nitel çalıĢma gerçekleĢtirilmiĢtir. Bu kapsamda Haziran 2011 - Ekim 2011 tarihleri arasında 13 ilde toplam 174 adet derinlemesine mülakat gerçekleĢtirilmiĢtir ( Tablo). Tablo 1. Nitel ÇalıĢmanın Yapıldığı Ġller ve Kır / Kent Ayrımına Dayalı GörüĢme Sayıları Ġller ĠBBS Bölgesi Kent Kır Ġstanbul TR 1 11 10 Balıkesir TR 2 9 11 Ġzmir TR 3 6 4 EskiĢehir TR 4 9 6 Ankara TR 5 5 6 Antalya TR 6 5 6 Hatay TR 6 11 9 Kayseri TR 7 6 10 Bartın TR 8 4 4 Trabzon TR 9 4 6 Erzurum TR A 6 6 Elazığ TR B 4 2 ġanlıurfa TR C 10 4 90 84 Toplam 13 ilde gerçekleĢtirilen nitel çalıĢmada, nicel araĢtırmada sorulamayan ―Neden‖, ―Nasıl‖ ve ―Niçin‖ gibi soruların yanıtlarına ulaĢılması hedeflenmiĢtir. GörüĢmelerde belirli sosyo - demografik baĢlıkları içeren yarı yapılandırılmıĢ soru formu kullanılmıĢtır. Nitel analizler sırasında, hedef kitlenin sosyo - ekonomik durumunun, yoksulluk ve yoksunluk deneyiminin, alınan sosyal yardımların 316 yoksullukla mücadeledeki etkisinin anlaĢılması ve PUAN formülünde kullanılmak üzere belirlenen değiĢkenlerin anlamlandırılması için SYGM‘den yardım alan ve yardım almak için baĢvurmuĢ fakat reddedilmiĢ haneler ile görüĢülmüĢtür. Nitel araĢtırma yöntemlerinin kendi içinde gözlem, odak grup, sözlü tarih ve mülakatlar gibi farklı bilgi toplama metotları bulunmaktadır. Proje kapsamında kullanılan mülakat tekniği soruların hazırlanmasına ve saha iç dinamiklerine göre farklılaĢmaktadır. PUAN Projesi nitel araĢtırması sırasında yapılandırılmıĢ derinlemesine görüĢme (mülakat) tekniği kullanılmıĢtır. Bu tekniğin seçilme sebebi aynı anda farklı illerde farklı kiĢilerce standart bir Ģekilde uygulanabilir olmasıdır. Nicel analiz kapsamında ise TÜĠK tarafından seçilen ve 43.124 haneyi kapsayan bir örneklem üzerinden Ana Alan Uygulaması gerçekleĢtirilmiĢtir. Ana Alan uygulaması için gerekli örneklem belirleme çalıĢması için 4 farklı çerçeve veri setinden yararlanılmıĢtır:  Sosyal Yardımlar için belirlenen çerçeve veri seti, Kasım 2010 ve Kasım 2011 dönemi içinde sosyal yardımlar için SYDV‘ye baĢvurmuĢ ve baĢvuruları kabul edilmiĢ hedef kitleden seçilen ve BÜTÜNLEġĠK Sistemi veri tabanından temin edilen verilerden oluĢmaktadır.  Red için belirlenen çerçeve veri seti, 2009 - 2011 yılları arasında sosyal yardımlar için SYDV‘lere baĢvurmuĢ (Sosyal Yardım Bilgi Sistemi SOYBĠS aracılığı ile sorgulanmıĢ) ancak herhangi bir surette SYGM bünyesindeki veritabanlarında (Yardım Bilgi Bankası (YBB), BÜTÜNLEġĠK Sosyal Yardım Bilgi Sistemi, Proje Destekleri ve Kırsal Alanda Sosyal Destek Projesi [KASDEP]) hak sahibi kaydı bulunmayan kiĢilerden oluĢan hedef kitle arasından temin edilmiĢtir.  Proje Destekleri için belirlenen çerçeve veri seti, proje desteklerinin (SYGM Gelir Getirici Proje Destekleri ve KASDEP) baĢlatıldığı 2003 yılından 2011 yılı sonuna kadar SYDV‘lere baĢvurmuĢ ve baĢvuruları kabul edilmiĢ hedef kitleden oluĢan ve YBB, Proje Destekleri veri tabanından temin edilen verilerden oluĢmaktadır.  GSS için belirlenen çerçeve veri seti ise, 2012 yılında GSS uygulamasının baĢlaması ile birlikte Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından, 5510 Sayılı Kanunun 60. Maddesinin g bendi kapsamında tescil edilen kiĢiler arasından temin edilmiĢtir. Harita 1. ĠBBS Düzey 1 Bazında Örneklem Dağılımı 317 Örneklem belirleme çalıĢmaları bu çerçeve veri setleri kullanılarak TÜĠK / Örnekleme ve Analiz Teknikleri Daire BaĢkanlığı tarafından gerçekleĢtirilmiĢtir. Örneklem tasarımında Van ili merkez ve ilçeler dahil olmak üzere 2011 yılı Ekim ayında yaĢanan deprem yüzünden ilgili hane adreslerinin fiili olarak ortadan kalkması nedeniyle TÜĠK tarafından kapsam dıĢı bırakılmıĢtır. 43.124 haneden oluĢan örneklem seti ―Sosyal Yardımlar‖ Puan Formülleri, ―Proje Destekleri‖ Puan Formülleri ve ―Gelir Testi‖ Puan Formülü için yapılacak analize uygun Ģekilde tasarlanmıĢtır. Belirlenen örneklemin ĠBBS Düzey 1 bölgeleri bazında dağılımı aĢağıda yer alan Harita 1‘de gösterilmiĢtir. Ana Alan Uygulaması Anket ÇalıĢması‘nın TÜĠK ile gerçekleĢtirilmesi uygun görülmüĢtür. Anketin sahada uygulanması sırasında kullanılmak üzere soru formu ve içeriğine dair detayları kapsayan bir el kitabı hazırlanmıĢ, bu içerik ile 12 - 13 Mart 2012 tarihlerinde Antalya‘da Ana Alan Uygulaması için anketör eğitimi gerçekleĢtirilmiĢ ve 19 Mart 2012 tarihinde Ana Alan Uygulaması baĢlatılmıĢtır. Anket uygulaması sırasında 400 anketör, 65 kontrolör ve 26 iĢ sorumlusu sahada görev almıĢtır. Sahada görevlendirilen anketörler, TÜĠK tarafından daha önce tamamlanan Nüfus ve Konut AraĢtırması‘nda baĢarılı olarak değerlendirilen geçici anketörler arasından seçilmiĢ ve kontrolör / iĢ sorumluları ise TÜĠK‘in kadrolu personelinden oluĢturulmuĢtur. Anket soru formunun uygulamasında tablet bilgisayarlar kullanılmıĢtır. Anketin genel cevapsızlık oranı yaklaĢık olarak %11,80 çıkmıĢtır. 25 Mayıs 2012 itibariyle tamamlanan saha uygulamasına TÜBĠTAK proje ekibi tarafından, saha için kritik olayların etkin bir Ģekilde yönetilebilmesi, sahada aksaklıkların yaĢanmaması, saha takviminin gerisinde kalınmaması ve sahadan analize uygun verilerin toplanabilmesi için destek verilmiĢtir. Saha çalıĢması süresince, TÜBĠTAK ve SYGM ekipleri destek faaliyetler kapsamında, proje ile ilgili güncellenen bilgilerin TÜĠK kanalı ile sahaya aktarılmasına yardımcı olmuĢtur. Ana Alan Uygulaması boyunca, anket formuna dair yapılan açıklamalar, kodlama faaliyetleri için yapılan çalıĢmalar ve güncellenmiĢ el kitabı baĢlıkları iyileĢtirme faaliyetleri kapsamında dokümante edilmiĢtir Ana Alan Uygulaması Anketi‘nde hanelerin sosyo - demografik özellikleri, göç durumları, konut ve konut kolaylıkları, mülk sahipliği, gelir durumları, tüketim kalıpları, borç durumları, sosyal yardım, proje destek bilgileri ve refah algıları baĢlıkları altında veriler elde edilmiĢtir. Bu değerlendirmenin sonuçları aĢağıda özetlenmiĢtir:  Hanehalkı büyüklüğü ortalama 4,8 olarak tespit edilmiĢtir. Hanelerin yarısı çekirdek aile yapısını temsil etmektedir. YaklaĢık her dört haneden biri geleneksel aile tipini yansıtmaktadır. YaklaĢık her üç haneden birinde en az üç çocuk yaĢamaktadır. Genç bağımlı nüfus oranı, yaĢlı ve engelli bağımlı nüfus oranına göre yüksektir.  Haneler eğitim durumuna göre değerlendirildiğinde, yaklaĢık her dört kiĢiden üçü ilkokul mezunudur. Ġstihdam durumu ele alındığında, gelir getiren bir iĢte çalıĢmayanların oranı çok yüksektir; diğer taraftan çalıĢanların yaklaĢık yarısı kendi hesabına ve yevmiyeli olarak çalıĢmaktadır. Referans kiĢilerin çoğu sağlık güvencesine sahiptir ve bu kiĢiler arasında SSK ve YeĢil Kart‘a sahip olanlar daha fazladır.  Her üç haneden biri yaĢadığı yere göç ile gelmiĢtir. Hanelerin göç etme nedenleri arasında sırasıyla iĢ, geçim sıkıntısı, evlilik, eğitim, güvenlik, sağlık ve diğer nedenler (çoğunlukla deprem, sel gibi doğal afetler, ailevi nedenler, kan davası, kız kaçırma ve geçimsizlikler) yer almaktadır.  GörüĢülen hanelerin konut durumuna bakıldığında, hanelerin yarısı oturduğu konutun mülkiyetine sahiptir. Bunun yanı sıra, her dört haneden biri baĢkasının mülkiyetinde olan konutta kira ödemeden oturmaktadır. Kira ödeyenlerin ise aylık ödedikleri kira giderleri göreli olarak düĢüktür. Kira oranlarının düĢük olması oturulan konutların nitelik açısından düĢük olduğunu göstermektedir. GörüĢülen hanelerin oturdukları konutta mutfak, tuvalet ve banyo hariç 2 odası bulunanların oranı düĢüktür. Hanelerin bir kısmı için oturdukları konutların yeri itibariyle bankacılık hizmetlerine, sağlık merkezi hizmetlerine, toplu taĢım merkezi hizmetlerine, günlük alıĢveriĢ hizmetlerine ve zorunlu eğitim hizmetlerine ulaĢmak zor / çok zordur. 318  GörüĢülen hanelerin çoğunun, en az bir televizyonu vardır. Otomatik çamaĢır makinesine sahip olan hanelerin oranı yüksektir. Hanelerde cep telefonu sahipliği yüksek çıkmıĢtır. YaklaĢık her on haneden sekizinin uydu anteni bulunmaktadır. Diğer yandan, konutların çoğunda Video / VCD / DVD / CD çalar, çamaĢır kurutma makinesi, bulaĢık makinesi, derin dondurucu, ev telefonu, bilgisayar, internet, mikro dalga fırın, halı yıkama makinesi ve klima yoktur.  Hanelerin gelir kaynakları, alınan yardımlar hariç; maaĢ ve ücret geliri, yevmiye geliri, tarım dıĢı müteĢebbis geliri, tarımsal müteĢebbis geliri, gayrimenkul kira geliri, menkul kıymet faiz geliri, özürlü ve özürlü yakını aylığı geliri, özürlü bakım aylığı, yaĢlılık aylığı, çiftçi kayıt sistemi - doğrudan gelir desteği, emekli maaĢı, dul yetim maaĢı, nafaka karĢılıksız burs, yurtdıĢından transfer geliri, Ģehitlik maaĢı, öğrenim kredisi ve diğer gelirler Ģeklindedir. Bunun yanı sıra, oranı düĢük olmakla birlikte gelire sahip olmayan haneler de bulunmaktadır. GörüĢülen hanelerin yarısının ortalama aylık geliri 220,00 TL ve 999,99 TL arasında hesaplanmıĢtır.  Tüketim yoksulluk analizinde yer alan en önemli unsurlardan biridir ve PUAN Projesi kapsamında yapılan modelleme çalıĢması için de ayrı bir öneme sahiptir. AraĢtırmanın sonuçlarına göre, hanelerin kırmızı et ve beyaz et tüketme sıklıkları diğer gıda ürünlerini tüketme sıklığına göre daha düĢüktür. GörüĢülen hanelerin çoğu ise süt ve süt ürünlerini hemen hemen her gün veya haftada birkaç kez tüketmektedir. Hanelerin yarıdan fazlası hemen hemen her gün veya haftada birkaç kez sebze; yarısı ise haftada birkaç kez veya haftada bir kez meyve tüketmektedir.  GörüĢülen hanelerin yarıdan fazlasının borcu / taksiti bulunmaktadır. Borcu / taksiti olduğunu belirten hanelerin %86,2‘sinin en fazla 5.000 TL ve altında borcu / taksiti olduğu gözlemlenmektedir. Hanelerin yıllık borç / taksit ortalaması ise 3.722,22 TL olarak hesaplanmıĢtır.  Son bir yıl içinde SYDV‘ye yapılan yardım baĢvuruları incelendiğinde, yakacak yardımı için yapılan baĢvuruların oranı diğer yardım kategorileri ile karĢılaĢtırıldığında daha yüksektir.  SYDV‘ye baĢvurulan proje destek türleri arasında sırasıyla KASDEP, ĠĢ Kurma / Gelir Getirici ve diğer proje destekleri türleri yer almaktadır. Diğer proje desteklerinin içinde ise hayvan alımı, ağaç, ahır yapımı, bağ bahçe, araç alımı, bitki tohumu, sera desteği bulunmaktadır. Proje baĢvurusunu bireysel yapanlar ile grup (kooperatif) olarak yapanların oranı birbirine yakındır. Proje destekleri için baĢvuru yapan kiĢilerin tecrübe sahibi oldukları faaliyet türleri arasında ilk sırada hayvancılık yer almaktadır.  GörüĢülen hanelere asgari, normal ve daha iyi bir yaĢam için gerekli aylık ortalama gelir miktarları da sorulmuĢtur. Buna göre, hanelerin çoğu asgari düzeyde bir yaĢam için ortalama 501 - 1.000 TL arasında bir gelire ihtiyaç duymaktadır. Hanelerin yarısı normal bir yaĢam için ortalama 1.000 TL - 1.500 TL arası bir gelire ihtiyaç duymaktadır. Hanelerin yarıdan fazlası daha iyi bir yaĢam için ortalama aylık 1.500 TL - 3.400 TL arasında bir gelir ihtiyaç duymaktadır. Belirtilen miktarlarla hane büyüklüğü arasında anlamlı bir iliĢki bulunmaktadır. Bu verilere dayanarak Sosyal Yardım (27 adet), Proje Destekleri (27 adet) ve GSS (6 adet) hak sahipliğini tespit etmeye yönelik Türkiye Genel, Türkiye Kır, Türkiye Kent ile 12 ĠBBS Düzey 1 bölgesi Kır ve Kent ayrımında toplam 60 model tahmin edilmiĢtir. 319 ġekil 2. Sosyal Yardım, Proje Destekleri ve Gelir Testi Modelleri Sosyal Yardımlar, Proje Destekleri ve Gelir Testi için geliĢtirilen alternatif puan formüllerinde;  Sosyal Yardım Modelleri için 1 adet Türkiye Genel, 2 adet Türkiye Kır / Kent modeli, 12 adet Türkiye Kent ĠBBS Düzey 1 modelleri ve 12 adet Türkiye Kır ĠBBS Düzey 1 modelleri olmak üzere toplam 27 puanlama formülü tahmin edilmiĢtir. Sosyal Yardım modelleri için tüketim bazlı modeller kullanılmıĢtır. Bu modellerde bağımlı değiĢken ―kiĢi baĢına aylık tüketimin logaritması‖dır.  Proje Destekleri Modelleri için 1 adet Türkiye Genel, 2 adet Türkiye Kır / Kent modeli, 12 adet Türkiye Kent ĠBBS Düzey 1 modelleri ve 12 adet Türkiye Kır ĠBBS Düzey 1 modelleri olmak üzere toplam 27 puan modeli tahmin edilmiĢtir. Proje Desteği modelleri için tüketim bazlı modeller kullanılmıĢtır. Bu modellerde bağımlı değiĢken ―kiĢi baĢına aylık tüketimin logaritması‖dır.  Gelir Testi için ise gelir, tüketim ve tüketim ile gelir kalemlerinin bir arada kullanıldığı (melez) modeller kullanılmıĢtır. Bağımlı değiĢkenler sırasıyla ilk modelde ―ailenin aylık toplam gelirin logaritması‖, ikinci modelde ―ailenin aylık toplam tüketiminin logaritması‖ ve melez modelde ise ―ailenin toplam aylık gelirinin logaritması‖dır. Modellerde yer alan değiĢkenler arasında hanenin aylık gelirinin logaritması; hane yapısına ait değiĢkenler; hanede yaĢayanların yaĢ ve cinsiyet yapısına ait değiĢkenler; hanenin eğitim ve istihdam durumuna ait değiĢkenler; hanenin ikamet ettiği konutun sahip olduğu kolaylıkları ifade eden değiĢkenler; hanenin servet ve mal varlıklarına ait değiĢkenler bulunmaktadır. Söz konusu modellerden hareketle modellerin kesme noktaları bulunmuĢtur. Bu kesme noktaları için en düĢük %5, %6, %10 ve %20‘lik dilimlerin üst sınırları tahmini kesme noktaları olarak 320 belirlenmiĢtir. Gelir Testi Modelleri için, kesme noktaları brüt asgari ücretin ilgili GSS yönetmeliğinde belirtilen gelir aralıkları olarak kabul edilmiĢtir. Aile içinde kiĢi bazlı olarak hesaplanan gelirin bu aralıklar için yapılan sınama sonuçları raporlanmıĢtır. Bu çalıĢma için, anket döneminde (Mart Haziran 2012) geçerli olan aylık 886,50 (Brüt) TL esas alınmıĢtır. Tahmin edilen tüketim ve gelir bazlı modellerin sınamaları gerçekleĢtirilmiĢtir. Sınama aĢamasında Ana Alan Uygulaması‘nın test verisi olarak kullanılan kayıtlardan elde edilen veriler geliĢtirilen modellerde yerine konularak tahmini tüketim değerleri bulunmuĢtur. Bu amaçla iki farklı veri seti kullanılmıĢtır. 1. Ana Alan Uygulaması örneklemi içinde yer alan Yardım Bilgi Bankası (YBB), ġartlı Nakit Transferi (ġNT), Proje Destekleri ve GSS örneklemlerinden her biri diğerinin sınama verisi olarak kullanılmıĢtır. Bu kapsamda: a. Sosyal Yardım modellerinin sınanması için Proje ve GSS örneklemi, b. Proje Destekleri modelleri için Proje Örneklem içi (Proje Kabul ve Red), Proje Örneklem dıĢı (YBB, ġNT ve GSS) ve BÜTÜNLEġĠK Sosyal Yardım Bilgi Sistemi (BÜTÜNLEġĠK) verileri, c. Gelir Testi modelleri için ise YBB + ġNT + RED ile Proje örneklemi test verisi olarak kullanılmıĢtır. 2. BÜTÜNLEġĠK veri tabanında kaydı bulunan ve Hane Ziyaret Bilgi Formu eksiksiz olan hanelere ait bilgiler, uygun olan Sosyal Yardım modelleri için ikinci test veri setini oluĢturmuĢtur. Proje Destekleri modellerinde BÜTÜNLEġĠK veri tabanında kaydı bulunan hanelere ait veri test veri seti olarak kullanılmıĢtır. SYD Vakıflarının bu hanelerin baĢvuruları için kabul / red kararları ile modellerin verdiği sonuçlar karĢılaĢtırılmıĢtır. Tahmin edilen modellerin uygulanabilirliği kontrol edilmiĢtir. Sosyal Yardım Modellerinin BÜTÜNLEġĠK verisi ile sınanması aĢamasında, tahmini red kabul kararları ile SYDV‘ler tarafından verilen gerçek kararların %99‘unun örtüĢtüğü görülmüĢtür. Sosyal Yardım Modelleri için oluĢturulan tüketim bazlı modellerin genel sonuçları dikkate alındığında, modellerin baĢarılı sonuç verdiği görülmüĢtür. Önerilen puan modellerinin kullanılması durumunda yardım kategorilerinden faydalanacak yararlanıcı sayısı ve kaynak miktarına iliĢkin projeksiyonlar üzerinde de çalıĢılmıĢtır. Sosyal Yardım projeksiyonları için 2010 - 2012 dönemi ve 2012 yılı, Proje Destekleri projeksiyonları için sadece 2012 yılına iliĢkin SYGM giderlerinin (kaynak miktarlarının) %5, %10, %15 ve %20 düzeylerinde artacağı varsayımı ile alternatif senaryolar sunulmuĢtur. Bu kapsamda, SYGM‘ye ait gelir - gider durumları incelenmiĢtir. GENEL DEĞERLENDĠRME VE ÖNERĠLER Sosyal Yardım Yararlanıcılarının Belirlenmesine Yönelik Puanlama Formülü (PUAN) GeliĢtirilmesi Projesi kapsamında yararlanıcılara yönelik doğru tespit yapılabilmesi ve bu uygulamalarda objektif kıstaslara göre karar verilebilmesi için yapılan çalıĢmalar üç safhada tamamlanmıĢtır. Proje kapsamında gerçekleĢtirilen çalıĢmalar üç safhada tamamlanmıĢtır. Buna göre, o o o Ġlk safhada, dünya örnekleri ve konu ile ilgili literatür incelenmiĢ, hedefleme mekanizmaları araĢtırılmıĢ, TÜĠK Hanehalkı Bütçe Anketi verileri kullanılarak ĠBBS Düzey 1 bölgelerinin her biri için gelir ve tüketim modelleri tahmin edilmiĢtir. Projenin ilerleyen safhalarında anket formu olarak da kullanılacak olan Hane Ziyaret Bilgi Formu bu aĢamada oluĢturulmuĢtur. Ġkinci safhada, Türkiye‘nin ĠBBS Düzey 1 bölgelerinin kır ve kentinde seçilen 1.474 hane ile Pilot Alan Anketi gerçekleĢtirilmiĢ ve tahmin edilen modellerin sınanması amacıyla detaylı analizler yapılmıĢtır. Bu çalıĢma sonucunda gerçek gözlem ile tahmin edilen gözlemin en yüksek oranda örtüĢmesini sağlayan regresyon temelli model tüketim modeli olarak belirlenmiĢtir. Projenin üçüncü safhasında, Türkiye‘nin ĠBBS Düzey 1 bölgelerinin kır ve kentinde seçilen 174 hane ile yüz yüze derinlemesine mülakatlar ile nitel saha araĢtırması gerçekleĢtirilmiĢtir. 321 TÜĠK tarafından seçilen ve 43.124 haneyi kapsayan bir örneklem üzerinden Ana Alan Uygulaması tamamlanmıĢtır. Söz konusu anket sonuçları değerlendirilmiĢ, ekonometrik analizler ile Sosyal Yardımlar, Proje Destekleri ve GSS hak sahipliğini tespit etmeye yönelik modeller tahmin edilmiĢ, modellerin kesme noktaları belirlenmiĢ, sınamaları gerçekleĢtirilmiĢ ve her bir model önerisiyle ilgili olarak; faydalanacak yararlanıcı sayısı ve kaynak miktarına iliĢkin projeksiyonlar yapılmıĢtır. Ana Alan Uygulaması‘ndan elde edilen geri bildirimler, nitel ve nicel analizler sırasında dikkat çeken hususlar ıĢığında Hane Ziyaret Bilgi Formu için revize öneriler sunulmuĢtur. Elde edilecek puanlama formüllerinin BütünleĢik Sosyal Yardım Hizmetleri Projesi‘ne entegre edilmesi ile birlikte Türkiye genelindeki 973 Sosyal YardımlaĢma ve DayanıĢma Vakfında kullanılması planlanmaktadır. Böylece karar vericilere, nüfusun en yoksul kesimini oluĢturan yaklaĢık 15 milyon vatandaĢın sosyal yardımdan faydalanma kararında yol gösterici olacağı düĢünülmektedir. Puanlama formüllerine yönelik proje çalıĢmaları geniĢ bir akademisyen kadroyla birlikte yürütülmüĢtür. TÜBĠTAK ve SYGM‘ninyanısıra T.C. Kalkınma Bakanlığı ve Türkiye Ġstatistik Kurumu (TÜĠK) da proje paydaĢları arasında yer almıĢtır. Proje‘nin çıktısı olan puanlama formüllerinin, Türkiye genelindeki SYDV‘lerde elektronik ortamda kullanılması amacıyla, BÜTÜNLEġĠK Sistemi‘ne entegre edilmesi öngörülmüĢtür. 6 ay olarak planlanan projenin izleme dönemi kapsamında, puanlama formüllerinin uygulanmasının TÜBĠTAK ve SYGM‘nin eĢgüdümü içerisinde izlenmesi, sonuçların değerlendirilerek formül seti üzerinde gerekli gözden geçirmelerin yapılması, formül setinin etkinliğine iliĢkin tarafların ortak mutabakatı ile tespit edilen iyileĢtirme fırsatlarının, formül setinin güncellenmesi suretiyle modellere yansıtılması planlanmıĢtır. KAYNAKÇA Türkiye Bilimsel ve Teknolojik AraĢtırma Kurumu (TÜBĠTAK), (2009), PUAN Projesi Birinci GeliĢme Raporu, Ankara. Türkiye Bilimsel ve Teknolojik AraĢtırma Kurumu (TÜBĠTAK), (2010), PUAN Projesi Ġkinci GeliĢme Raporu, Ankara. Türkiye Bilimsel ve Teknolojik AraĢtırma Kurumu (TÜBĠTAK), (2012), PUAN Projesi Üçüncü GeliĢme Raporu, Ankara. 322 C11 OTURUMU SAĞLIK-III: SAĞLIK VE BEDEN YAġAM KALĠTESĠ VE BAġARILI YAġLANMA: ANKARA'DA ALT SOSYOEKONOMĠK STATÜDEKĠ YAġLILAR ÖRNEĞĠ Aylin GÖRGÜN-BARAN1 Birsen ġAHĠN-KÜTÜK2 ÖZET YaĢlanma ile birlikte bireylerin fiziksel özelliklerinde, yeteneklerinde, iletiĢimlerinde ve değiĢik etkinliklere katılımlarında bir azalma ve düĢüĢ yaĢanır. Bu düĢüĢün göreli olarak azaltılabilmesinde bireyin, kendini yaĢlılığa hazırlama sürecinde sosyal çevresini ve iliĢkilerini canlı tutması, sağlık sorunlarını en aza indirmesi için koruyucu önlemler alması, bellek ve fiziksel iĢlevlerini geliĢtirici çabalar içinde olması ve yaĢama pozitif bakmayı becerebilmesi önem taĢır. Bu çalıĢmanın amacı, alt sosyo-ekonomik seviyeye sahip yaĢlılarda baĢarılı yaĢama düzeyini araĢtırarak yalnız yaĢamanın bunun bir belirleyicisi olup olmadığını tespit etmektir. Bu nicel araĢtırmada yaĢlıların baĢarılı yaĢlanma düzeyleri incelenmiĢ ve bunun için ―LEIPAD-YaĢlılıkta YaĢam Kalitesi Ölçeği‖ kullanılmıĢtır. TÜĠK‘ten alınan bilgiler doğrultusunda Ankara‘nın alt sosyo-ekonomik mahallelerini temsil eden toplam sekiz mahallede 65 yaĢ ve üzeri toplam 311 kiĢiye anket uygulaması yapılmıĢtır. AraĢtırma sonucunda baĢarılı yaĢlanma düzeyinin düĢük olduğu ve baĢarılı yaĢlanmanın ―medeni duruma‖ ve ―yalnız yaĢama‖ göre farklılaĢtığı görülmüĢtür. Anahtar kelimeler: Yaşlı, yaşlanma, yaşam kalitesi, başarılı yaşlanma ABSTRACT Ageing, not only brings about change on body, but also on many social areas. With aging, a decrease and reduction happens on individuals‘ physical features, abilities, communications and participations on different activities. To be decreased this reduction relatively, in the individual‘s process of preparing him/herself for ageing, keeping his/her social sphere and communication alive, taking precautions for minimizing his/her health problems, being in a struggle for improving his/her physical functions and handling to be positive for his/her life, mean successful aging. To investigate successful living level on old people who have low socio-economic status and to research whether living alone is determinant of this or not. In this quantitative research, successful aging levels of old people is investigated and ―LEIPAD- Ageing Life Quality Scale‖ is used for this. In accordance with the information taken from Turkish Statistical Institute, a survey is conducted on total of 311 people whose age range is 65 and above in eight neighbourhood which represents Ankara‘s low socioeconomic neighbourhoods. As a result of this research, it is found that successful aging level is low and successful aging differs according to marital status and living alone. Keywords: Elderly, ageing, life quality, successful aging. 1.GĠRĠġ Tıptaki geliĢmeler, teknolojik yenilikler ve gelir seviyesindeki farklılıklar gibi nedenlerle uzayan yaĢam süresi Dünyada ve Türkiye‘de gittikçe yaĢlanan bir nüfusu beraberinde getirmiĢtir. TÜĠK‘in 2012 verilerine göre, Türkiye‘de yaĢlı nüfus oranı %7.3‘dür. Ancak yapılan projeksiyonlar bu oranın 2025‘de %15‘lere kadar yükseleceğine iĢaret etmektedir. Türkiye‘de 2012 verilerine göre Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına bağlı (iĢletme belgesini bakanlık vermektedir) 23.207 kapasiteli 286 huzur evi bulunmaktadır (www.shcek.gov.tr). EUROSTAT‘ın (Aktaran: TaĢçı, 2010: 178), 2007 yılı verilerine göre yaĢlı oranı AB‘ye dâhil 15 ülkede % 17 ve AB‘ye dahil 25 ülkede % 16.5 olarak tespit edilmiĢtir. Bu ülkeler içinde Ġsveç %17.3, Almanya %18.6, Ġspanya %16.8, Fransa %16.4, Finlandiya 1 Prof. Dr.,Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü. 2 Doç. Dr.,Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü. 325 %15.9 ve Danimarka %15 olarak en yüksek yaĢlı nüfus oranını oluĢturmaktadır. Dolayısı ile giderek yaĢlanan bir dünya ile karĢı karĢıya bulunmaktayız. Sadece beden üzerinde değil aynı zamanda birçok sosyal alanda da değiĢimi beraberinde getiren yaĢlılıkla birlikte, bireylerin fiziksel özelliklerinde, yeteneklerinde, iletiĢimlerinde ve değiĢik etkinliklere katılımlarında bir azalma ve düĢüĢ yaĢanır. Bu düĢüĢün göreli olarak azaltılabilmesi ve yaĢam kalitesinin yüksek olduğu bir yaĢlılık döneminin yaĢanması için bireyin kendini yaĢlılığa hazırlaması önem kazanmaktadır. Bu ise sosyal çevresini ve iliĢkilerini canlı tutmak, sağlık sorunlarını en aza indirmek için koruyucu önlemler almak, bellek ve fiziksel iĢlevlerini geliĢtirici çabalar içinde olmak ve yaĢama pozitif bakmayı becerebilmeyi içermektedir (Görgün-Baran, 2007:237-238). Bütün bu faaliyetlerin tamamına ise literatürde ―baĢarılı yaĢlanma‖ adı verilmektedir. Bu araĢtırmada Ankara‘nın alt sosyo-ekonomik mahallelerindeki yaĢlıların yaĢam kalitelerine bağlı olarak baĢarılı yaĢlanma düzeyleri incelenmiĢtir. Bu grubun seçilme nedeni ise ekonomik koĢulların olumsuzluğu ile dezavantajlı grubu oluĢturmalarıdır. AraĢtırmanın temel amacı ise alt sosyo-ekonomik mahallelerdeki yaĢlıların nasıl bir yaĢlılık dönemi yaĢadıklarını saptamak ve bunun eĢin hayatta olması ve yaĢadıkları kiĢilere göre farklılaĢıp farklılaĢmadığını nicel yöntemle ortaya koymaktır. Bu araĢtırmadan elde edilecek sonuçlarla, yaĢlılık döneminde yaĢanan sorunların açığa çıkartılarak yaĢlılara yönelik politikalara katkıda bulunulması düĢünülmektedir. Netice olarak bu çalıĢma, Türkiye‘de son dönemde ağırlık kazanan yaĢlılara iliĢkin yapılan çalıĢmalara ve politikalara sağlayacağı katkı açısından önem taĢımaktadır. 2. YAġAM KALĠTESĠ VE BAġARILI YAġLANMA Ġnsanlığın yaĢam çizgisinde bebeklik, çocukluk, gençlik, orta yaĢlılık, yaĢlılık ve ileri yaĢlılık olarak belirlenen dönemler bulunmaktadır. YaĢın belli kategorilere ayrılması bulunulan yaĢ döneminin özellikleri ile bağlantılıdır. Her dönemin kendine özgü avantaj ve dezavantajları olduğu dikkate alınırsa yaĢlılık döneminin de kendine özgü avantaj ve dezavantajlarının olduğu görülür. Bu durum büyük ölçüde biyolojik, fizyolojik, psikolojik ve sosyolojik değiĢikliklerle ilgili olarak ortaya çıkmaktadır. Böylelikle bireyin yaĢının ilerlemesine bağlı olarak sosyal açıdan statü kayıplarının yaĢanması, çevresinden kendisine yönelik yaĢlı olduğuna dair mesajlar alması ve bazı olumsuz kalıp yargılarla etiketlenmesi yaĢlı bireyi sosyal dıĢlanmaya ve depresyona sokabilmektedir. Bir de bunlara ekonomik açıdan gelirin yetersizliği eklendiğinde yaĢlının yaĢam kalitesinin düĢmesi söz konusu olmaktadır. Bu bağlamda Bengtson ve Oyama (2007:6), dünyada yaĢanan küresel geliĢimler ve ekonomik kriz, savaĢlar, terör, çevre kirliliği gibi nedenlere bağlı olarak yaĢlı bakımının sorun olarak görülmesinin dört temel kriterinin olduğunu ileri sürmektedirler. Bunlar: 1. YaĢam süresinin uzaması (bebek ölümlerinin azalması ve tıbbi teknoloji ile bakım hizmetlerinin artması), 2. Ulusların nüfus yapısının değiĢimi (özellikle Batı‘da azalma yönünde seyretmesi), 3. Aile yapısı ve iliĢkilerinin değiĢimi (çekirdek aile, çocuk sayısının azalması, çocuksuz aile, parçalanmıĢ aile, boĢanma), 4. Devletlerin sorumluluklarının değiĢmesi (devletin yaĢlıyı bir tüketici olarak görmesi ve yaĢlılar için yapılacak yatırımların devletin sırtında bir yük olarak algılaması). Bu faktörler yaĢlıların tüketim alıĢkanlıkların, sağlık harcamalarının ve bakımlarının maliyetlerinin artmasına yol açmaktadır. Devlet ve hükümetler, bu problemleri çözmek için özel sigortacılık, bireysel sigortacılık ve hayat sigortası gibi neo-liberal politikaların uygulanmasına öncelik vermektedir. Daha önceleri sosyal devletin görevleri arasında olan bu sorunların çözümü, günümüzde öznelerin kendisine ve özel sektörün çalıĢma alanlarına bırakılmakta evde bakım olanaklarının geliĢtirilmesinin yolları aranmaktadır. Dolayısı ile bu durumdan yaĢlı bireyin hem yaĢam kalitesi hem de baĢarılı yaĢlanma olanakları etkilenmektedir. 2.1.YaĢam Kalitesi YaĢam kalitesi kavramı genel olarak sübjektif değerlendirmeleri içermekle birlikte geliĢtirilen ölçeklerle bunu nesnel bir konumda değerlendirmek mümkün olabilmektedir. Subjektif anlamda 326 yaĢamdan duyulan memnuniyet ve memnuniyetsizlikle ilgili olup bu anlamında psikolojik özellikler taĢımaktadır. Objektif ölçümleri ise yaĢamın devamını sağlayan gelir, eğitim ve sağlık faktörlerini içeren sosyo-ekonomik göstergelerdir (Koch, 2000:421-124). YaĢam kalitesi yaĢlıların yaĢam koĢullarından duydukları doyum ve iyilik hali olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda yaĢam kalitesi insanların farklı doyum düzeylerini kapsayan bir gösterge olarak sunulmaktadır. Öte yandan yaĢam kalitesinin temel göstergesi bireyin yaĢamında ―sürdürülebilir bir iyileĢmenin‖ bulunuyor olmasıdır (Görgün-Baran, 2008:91). Dünya Sağlık Örgütü raporunda belirtildiği üzere yaĢam kalitesi bireyin fiziksel, psikolojik ve sosyal iyilik hali olarak tanımlanmaktadır. Dolayısı ile yaĢam kalitesinin nesnel ve öznel bileĢenleri bulunmaktadır. Bu bileĢenler fiziksel sağlık, eğitim, yeterli ve dengeli beslenme, psikolojik doyum, bağımsızlık düzeyi, sosyal yaĢam ve iliĢkilere aktif katılım, entelektüel geliĢim, toplumsal cinsiyet eĢitliği, kendi kapasitesini gerçekleĢtirme ve güvenlik içinde yaĢama olarak sıralanabilir (Görgün-Baran 2008:92). YaĢlılıkta yaĢam kalitesinin göstergelerini Oktik ve Diğerleri (2004:69-82) dört kategoride belirlemiĢlerdir. Bunlar; ekonomik göstergeler, sosyal göstergeler, psikolojik göstergeler ve sağlık göstergeleridir. Bu dört farklı göstergenin birbiri ile ilgili olduğu ve görece iyi olma halini kapsadığını böylece baĢarılı yaĢlanmanın göstergeleri ile örtüĢen bir durum sergilediği görülmektedir. 2.2.Rowe ve Kahn‟ın BaĢarılı YaĢlanma Modeli Rowe ve Kahn (1997:433-440), baĢarılı yaĢlanma konusunda üç boyutlu bir model geliĢtirmiĢlerdir. Bunlar; sosyal, sağlık ve fizyolojik boyutlardır. Dolayısı ile bu boyutlar yaĢama aktif katılım, hastalık ve güçsüzlükten koruma, yüksek biliĢsel ve fiziksel iĢlevler olarak belirlenmiĢtir. Bu anlamda baĢarılı yaĢlanma,bireyin kendini yaĢlılığa hazırlama sürecinde önemli bir öğrenmeyi içermektedir. Bu nedenle baĢarılı yaĢlanma, yaĢlı bireyin sosyal çevresini ve iliĢkilerini canlı tutmayı (yaĢama aktif katılım) sağlık sorunlarını en aza indirmek için koruyucu önlemler almayı, (hastalık ve güçsüzlükten koruma), bellek ve fiziksel iĢlevlerini geliĢtirici çabalar içinde olmayı (yüksek biliĢsel ve fiziksel iĢlevler) ve bunları ön planda tutma kapasitesine sahip olmayı gerektirir (Görgün-Baran, 2007: 237). Bu unsurlar aynı zamanda yaĢam kalitesinin özelliklerini de oluĢturur. AĢağıda Rowe ve Kahn‘ın baĢarılı yaĢlanma modeli örneği verilmiĢtir. Kaynak : Rowe J. W., Kahn R.L., Successful Aging, Gerontologist 1997, 37 (4) :433-440. Bu bağlamda Rowe ve Kahn‘ın geliĢtirmiĢ oldukları baĢarılı yaĢlanma modeline ―yaĢama pozitif bakmasını becerebilmek‖ maddesi eklenmiĢtir. Bu bakıĢ, yaĢlı bireyin sosyal iliĢkilerini aktif hale getirmeyi ve yaĢam kalitesini iyileĢtirmeyi mümkün kılan bir özellik olarak düĢünülmüĢtür. 327 3. Yöntem Ankara‘da alt sosyo-ekonomik düzeydeki mahallelerde 65 yaĢ üzeri yaĢlılarda yaĢam kalitesine bağlı olarak baĢarılı yaĢlanma düzeyinin incelendiği bu çalıĢmada nicel yöntem kullanılmıĢtır. Anket tekniği ile veri toplanan araĢtırmada baĢarılı yaĢlanmayı ölçmek için ―LEIPAD-YaĢlılıkta YaĢam Kalitesi Ölçeği‖ kullanılmıĢtır. AraĢtırmanın temel hipotezleri aĢağıdaki gibi belirlenmiĢtir: H1. BaĢarılı yaĢlanma kiminle birlikte yaĢandığına göre farklılaĢır. H2. BaĢarılı yaĢlanma medeni duruma göre farklılaĢır. 3.1.Evren ve örneklem: TÜĠK‘in verdiği Ankara‘nın alt sosyo-ekonomik mahallelerini temsil eden toplam 8 mahalleden (Dostlar, Tepecik, Battalgazi, BaĢpınar, Kamilocak, BağlarbaĢı, ġentepe, PınarbaĢı) tesadüfî örneklem yolu ile 355 yaĢlı belirlenmiĢtir. Anket uygulamaları sonucunda yaĢlıların sorularının bir kısmını yarıda bırakılma ve çekindikleri için, bir kısmını da doğru bilgi vermeme ya da bilgi vermek istememe gibi nedenlerle anketler iptal edilmiĢ ve toplam 311 anket üzerinden analizler yapılmıĢtır. Veriler 2012 yılı Temmuz- Ağustos aylarında yaĢlılarla yapılan yüz-yüze görüĢme formlarından toplanmıĢtır. 3.2.Veri Toplama ve Analiz Teknikleri: Bu nicel araĢtırmada veri toplama tekniği olarak ölçek ve anket kullanılmıĢtır. ―LEIPADYaĢlılıkta YaĢam Kalitesi Ölçeği‖nin kullanıldığı araĢtırmada, ölçeğin TürkçeleĢtirilmiĢ hali için Oktik ve Diğerleri‘nin (2004) ―Huzurevinde YaĢam ve YaĢam Kalitesi‖ araĢtırmasından faydalanılmıĢtır. Bu ölçekte güvenirlik düzeyi ortalaması 0.81 olarak bulunmuĢtur. Ölçeğin, bu çalıĢmadaki cronbach alpha değerleri ise Ģu Ģekildedir: fiziksel fonksiyon ve özbakım birlikte bir boyut olmuĢtur ve değeri 0.73'tur, sosyal fonksiyon bu çalıĢmada iki alt boyuta ayrılmıĢ ve değerleri iliĢki için 0.72, iletiĢim için 0.63'dür. YaĢam kalitesi ölçeği bu çalıĢmada ekonomik durum ve gelecekten beklenti alt boyutlarında çıkmıĢtır, değerler ekonomik durum için 0.63, gelecekten beklenti için 0.64, kendisiyle ilgili düĢünce 0.65, depresyon ve anksiyete ölçeği bu çalıĢmada depresyon ve sinirlilik alt boyutlarında çıkmıĢtır ve değerleri depresyon 0.85, sinirlilik 0.65'tír. Bu çalıĢmada biliĢsel fonsksiyon ve cinsel fonksiyon ölçeği kullanılmamıĢtır. Anket soruları, sosyo-demografik ve gündelik yaĢam, sosyal yaĢam ve iliĢkiler ve yaĢlılığın anlamına iliĢkin açık uçlu sorulardan oluĢmaktadır. Verilerin analizinde ise SPSS20 kullanılmıĢ ve 311 anketten elde edilen verilerin frekans tabloları alınmıĢ ve hipotez testleri için one way anova analizi yapılmıĢtır. 4. Bulgular AraĢtırmanın bulguları örnekleme dâhil olan yaĢlıların sosyo-demografik özellikleri ve hipotez testlerinden oluĢmaktadır. 4.1. Sosyo-demografik özellikler: AraĢtırmada sosyo-demografik özellikler kapsamında örneklemdeki katılımcıların cinsiyeti, yaĢı, doğum yeri, uzun süreli yaĢadığı yer, medeni durum, eĢini ne zaman kaybettiği, eğitim durumu, herhangi bir geliri olup olmadığı ve birlikte yaĢadığı kiĢilerden oluĢmaktadır. Tablo 1: Katılımcı YaĢlıların Cinsiyet Dağılımı 328 Katılımcıların yaklaĢık %54‘ü kadınlardan %45‘i erkeklerden oluĢmaktadır. Görüldüğü üzere kadın oranı yüksektir, daha fazla yaĢam süresine sahip olduğu açıktır. Tablo 2: Katılımcıların YaĢ Dağılımı Tablo 2‘ye göre, katılımcıların yaĢ dağılımına bakıldığında ise bunun daha %41.15 ile 65-69 yaĢ aralığında olduğu görülmektedir. Tablo 2‘nin verilerinden, 70-74 yaĢ aralığında %30.86, 75-79 aralığında %12.54 ve 80 yaĢ üzeri yaĢlının %15.43 olduğu anlaĢılmaktadır. Bu verilere göre 80 yaĢ ve üzeri oranın küçümsenemeyecek derece fazla olması yaĢam beklentisinin uzamasını bize göstermektedir. Bu durum yaĢam kalitesi ve baĢarılı yaĢlanmayla da bağlantılıdır. 329 Tablo 3: Katılımcıların Doğum Yerlerine Göre Dağılımı Tablo 3‘e göre, katılımcıların doğrum yerine bakıldığında ise bunun daha çok (%47) köy olduğu görülmektedir. Ankara‘nın kentleĢmesi ile birlikte düĢünüldüğünde bu bulgunun çok da ĢaĢırılmaması gerektiği aĢikârdır. KentleĢmenin köyden gelen göçle 1960‘lı yıllarda Ankara‘da hızlanması, o dönemin genç nüfus hareketi ve Ģimdilerin yaĢlı kuĢağını oluĢturmaktadır. Tablo 4: Katılımcı YaĢlıların YaĢamını En Uzun Süreli Geçirildiği Yerin Dağılımı Tablo 4‘e göre, görüĢülen yaĢlı bireylerin yaĢamlarını en uzun süreli geçirdikleri yer içinde ise büyükĢehir en yüksek orana (%72) sahiptir. Bunu Ģehir, köy ve ilçe izlemektedir. 330 Tablo 5: YaĢlı Bireylerin Medeni Durumlarının Dağılımı Tablo 5‘e göre, yaĢlı bireylerin Ģu anki medeni durumlarının dağılımına göre yaklaĢık %55‘i evli, %42‘sieĢini kaybetmiĢtir, hiç evlenmemiĢ ve boĢanmıĢ olanların çok düĢüktür. Tablo 6: EĢini KaybetmiĢ YaĢlıların EĢlerini Ne Zaman Kaybettiklerinin Dağılımı Tablo 6‘ya göre, katılımcı yaĢlı bireylerin %42‘si eĢini kaybettiklerini belirtmiĢtir. Bunların eĢlerini kaç yıl önce kaybettikleri incelendiğinde, birbirine yakın oranlarla 1-4 yıl önce (%19.32) ve 59 yıl önce (%21) kaybedenlerin oranının yani bir baĢka ifade ile yakın zamanda eĢini kaybedenlerin oranının %40 olduğunu görülür. Ġlginç bir sonuç da 25 yıl ve üzeri yıl önce eĢini kaybedenlerin oranı %18.48‘dir. 331 Tablo 7: YaĢlı Katılımcıların Eğitim Durumunun Dağılımı Tablo 7‘ye göre, katılımcıların eğitim durumu, Türkiye gerçeğine uygun olarak yaĢlı bireylerin eğitim durumlarının oldukça düĢük seviyede olduğunu göstermektedir. Okur-yazar olmayanların oranının yaklaĢık %42, ilk-okul mezununun %31 ve bir okul mezunu olmayan ama okur-yazar olanların ise %16 olduğu görülmektedir. Gelir konusunda ise yaĢlıların %76‘sının herhangi bir Ģekilde bir gelirleri olduğu öğrenilmiĢtir. Tablo 8: Katılımcı YaĢlıların Kiminle/Kimlerle Birlikte YaĢadığı 332 Tablo 8‘e göre katılımcı yaĢlı bireylerin yaklaĢık %46‘sı eĢiyle, %28‘i oğluyla, %17‘si yalnız baĢına, %6‘sı kızıyla yaĢamaktadır. Kalan yaklaĢık %3‘ünün ise bir kısmı çocuklarında sırayla kaldığını, bir kısmı akrabalarında kaldığını ve kalanı ise diğer Ģekilden belirtmiĢtir. 4.2. Birlikte YaĢanan KiĢi/KiĢiler ve BaĢarılı YaĢlanma Arasındaki ĠliĢkinin Analizi Bu bölümde, katılımcı yaĢlı bireylerin baĢarılı yaĢlanma düzeyleri ve bunun belirleyicilerinin incelendiği hipotez testleri yer almaktadır. Hipotez testleri bağlamında ise birlikte yaĢanan kiĢilere göre ve eĢle yaĢamaya bağlı olarak baĢarılı yaĢlanma düzeyi one way anova testi ile incelenmiĢtir. Elde edilen sonuçlar Ģu Ģekildedir: Ankara‘nın alt sosyo-ekonomik mahallerinde yaĢayan yaĢlıların baĢarılı yaĢlanma düzeyleri incelendiğinde bunun oldukça düĢük olduğu görülmüĢtür. Kendi içinde baĢarılı yaĢlanma alt boyutları arasında en yüksek değerler ise sırasıyla fiziksel sağlık, iliĢkiler, ekonomik durum, iletiĢim, kendisi ile ilgili düĢünce ve gelecek beklentisi izlemektedir. Depresyon ve sinirlilik ise çok yüksek olmasa da yaĢlılarda görülmektedir. Tablo 9: Alt Sosyo-Ekonomik Düzeydeki YaĢlıların BaĢarılı YaĢlanma Düzeyleri BaĢarılı YaĢlanma Boyutları Gelecek Beklentisi N 311 Min. 1.00 Max. 4.00 Mean 1.4759 Std. Deviation .66495 Sinirlilik Depresyon Kendisiyle Ġlgili DüĢünce Ġletisim Ekonomik durum Ġliskiler Fiziksel Sağlık 311 311 309 311 311 311 311 1.00 1.00 1.00 1.00 1.00 1.00 1.00 2.00 4.00 2.00 2.00 4.00 4.00 4.00 1.6409 2.3719 1.7433 1.8186 2.2567 2.8899 3.6994 .32614 .87845 .33586 .26502 .57543 .71611 .55217 Burada ölçekteki cevap Ģıkları: 1. hiç/hiçbir zaman/hiç iyi değil, 2.biraz, 3. Çok, 4. Pek çok Ģeklindedir. 333 Birlikte yaĢanan kiĢilerle baĢarılı yaĢlanma alt boyutları karĢılaĢtırıldığında, fiziksel sağlık (P<0.01), depresyon (P<0.01) ve sinirsel durumun (P<0.05) birlikte yaĢanan kiĢilere göre anlamlı düzeyde farklılaĢtığı görülmektedir. Tablo 10: One- Way Analizi Ġle Birlikte YaĢlının YaĢadığı KiĢilere Göre BaĢarılı YaĢlanma Düzeylerinin KarĢılaĢtırması Bağımlı Değişkenler Fiziksel Sağlık Depresyon Sinirsel durum ĠliĢkiler ĠletiĢim Ekonomik durum Gelecek Beklentisi Yalnız (n=53 ) M 3.5 2.6 1.7 2.7 1.77 2.1 1.4 SD .64 .82 .30 .76 .25 .44 .64 EĢiyle (n=142 ) M SD 3.8 .38 2.2. .86 1.6 .33 2.9 .67 1.83 .27 2.3 .59 1.4 .62 Kızıyla (n= 19) M 3.6 2.17 1.6 3.7 1.80 2.2 1.5 SD .70 .92 .36 .82 .29 .57 .79 Oğluyla (n=87 ) M SD 3.6 .64 2.45 .88 1.6 .32 2.9 .71 1.8 .24 2.1 .62 1.5 .71 Diğer (n=9 ) M 3.5 2.72 1.5 2.52 1.6 2.0 1.3 SD .59 .84 .19 .78 .30 .38 .66 F(df) 3.413(4)** 3.455(4)** 2.393 (4)* 1.301(4) 1.334 (4) 1.484 (4) .462 (4) *P<.05, **P<.01 Bu farklılığın hangi boyutlar arasında olduğunu Tukey testi ile incelendiğinde, bunun fiziksel sağlık için de depresyon için de, sinirsel durum için de eĢiyle birlikte yaĢayanlarla, yalnız yaĢayanlarda anlamlı düzeyde farklılaĢmıĢtır. BaĢarılı yaĢlanma düzeyinin birlikte yaĢanan kiĢilere göre değiĢeceği Ģeklindeki Hipotez 1 doğrulanmıĢtır. Buna göre eĢiyle birlikte yaĢamak, yaĢam kalitesini ve baĢarılı yaĢlanma düzeyini olumlu yönde etkilemektedir. Tablo 11:One- Way Analizi Ġle YaĢlıların Medeni Durumuna Göre BaĢarılı YaĢlanma Düzeyleri KarĢılaĢtırması Bağımlı Değişkenler EĢi ÖlmüĢ (n=131 ) Evli (n=174 ) Fiziksel Sağlık Depresyon Sinirsel durum M 3.7 2.2 1.5 SD .46 .86 .33 M 3.5 2.5 1.6 SD .62 .85 .31 F(df) 8.964(1)** 12.855(1)*** 6.424(1)* ĠliĢkiler ĠletiĢim Ekonomik durum Gelecek Beklentisi Sinirsel durum 2.9 1.8 2.3 1.4 1.5 .68 2.6 .60 .64 .33 2.8 1.7 2.2 1.5 1.6 .75 .26 .53 .69 .31 .787 1.527 2.018 .370 6.424(1)* *P<.05, **P<.01. One way anova analizi için veriler evli ve eĢi ölmüĢ Ģeklide yeniden kodlanmıĢtır. BoĢanmıĢ ve hiç evlenmemiĢlerin sayısı 9 olduğu için bunlar analize dâhil edilmemiĢtir. Medeni duruma göre baĢarılı yaĢlanma alt boyutları karĢılaĢtırıldığında, fiziksel sağlık (P<0.01), depresyon (P<0.001) ve sinirsel durumun (P<0.05) medeni duruma göre anlamlı düzeyde farklılaĢtığı görülmektedir. Bu farklılığın hangi yönde olduğuna bakıldığında ise fiziksel sağlığın evli olanlarda, depresyon ve sinir halinin ise eĢi ölmüĢ olanlarda daha yüksek olduğu görülmektedir. Bunlar Hipotez 2‘yi desteklemiĢtir. EĢini kaybetmiĢ yaĢlılarla, eĢiyle birlikte yaĢayan yaĢlıların baĢarılı yaĢlanma düzeyleri anlamlı ölçüde farklılaĢmıĢtır. EĢini kaybetmiĢ yaĢlıların depresyon ve sinirlilik düzeyi daha yüksekken evli yaĢlılarda fiziksel sağlığı bozuk olanların yüksek olduğu görülmüĢtür. SONUÇ VE TARTIġMA Ankara‘nın alt sosyo-ekonomik mahallelerini temsilen seçilen 8 mahallede 311 yaĢlı bireye uygulanan araĢtırma sonucunda, araĢtırma hipotezleri doğrulanmıĢtır. Özellikle baĢarılı yaĢlanma düzeyleri düĢük olan yaĢlıların bu durumu alt sosyo-ekonomik mahalleler için beklenen bir durumdur. BaĢarılı yaĢlanma düzeyi düĢük olan bu grupta, baĢarılı yaĢlanmanın kiminle yaĢandığına ve medeni 334 duruma göre farklılaĢacağı yönündeki hipotezlerimiz ise doğrulanmıĢtır. ġöyle ki eĢi hayatta olanlarda fiziksel sağlığı bozuk olanlar daha yüksek, depresyon ve sinirlilik daha düĢüktür. Birlikte yaĢadıkları kiĢiler eĢi oldukça yine fiziksel sağlığın bozukluğu yükselmekte, depresyon ve sinirlilik azalmakta, yalnız yaĢayanlarda ise bu değiĢkenler tam tersi doğrultuda olmaktadır. Bir baĢka ifadeyle yalnız yaĢayanlarda fiziksel sağlığın bozukluğu azalmakta, depresyon ve sinirlilik artmaktadır. Bu bulgulara göre yalnızlık, yaĢlılık için bir problem olarak okunabilir. Bu nedenle yalnızlığın bireyin yaĢam kalitesini düĢürdüğü ve baĢarılı yaĢlanmadan söz etmeyi güçleĢtirdiği söylenebilir. Aile içindeki iliĢkinin sık dokulu olması yaĢlı bireyin kendini güvende ve rahat hissetmesini sağlamakta dolayısı ile psikolojik rahatsızlıklara yakalanmasını önlemektedir. Yine fiziksel sağlığının iyi olmadığını söyleyen yaĢlı, birlikte yaĢadığı insanların varlığı ile anlamlı olması yaĢlı bireyin fiziksel rahatsızlığını arkadaĢ sohbetiyle alakalı olabilir. Yapılan araĢtırmalardan anlaĢıldığı üzere yaĢlıların sohbetleri genellikle sağlık sorunlarını birbirlerine anlatmayla geçmektedir.Bu anlamda yaĢlının mutlaka dertleneceği bir sorununu dillendirmesi aslında onun psikolojik olarak rahatlamasını da sağladığı biçimde okunabilir. Bu konuda yapılan bir araĢtırmada (Canatan,2007:135), eĢle birlikte yaĢamanın zor sorunlarının üstesinden gelmeyi baĢarmada önemli bir etken olduğu sonucuna ulaĢılarak, boĢanmıĢ ve tek baĢına yaĢayan yaĢlılarda sosyal iliĢki kurma, ruhsal sorunları aĢma ve sağlıklı davranıĢlar üretmede zorlandıkları görülmüĢtür. Görgün-Baran (2008a:423-434) yaptığı araĢtırmada eĢi vefat eden kadınların, eĢlerinin yaptıkları dıĢarı iĢi olarak niteledikleri alıĢveriĢ yapma, banka iĢi, ev-onarım iĢleri gibi iĢleri üstlendiklerini, aktif olduklarını ancak kayıplarının acı vermesinden dolayı üzüntülü ve sinirli olduklarını açıklamıĢlardır. Görgün Baran ve diğerlerinin (2005:155-157) yaptığı araĢtırmada ise eĢiyle birlikte yaĢayan yaĢlıların yarıdan fazlası eĢiyle bir sorun yaĢamadığını, yaĢadığı sorunların %51.3 oranında ekonomik sorunlar olduğu belirtilmiĢtir. Bu sonuç yaĢlı bireylerin eĢleriyle iliĢkisel sorun yaĢamaktan çok yapısal olarak ekonomik sorunlarla boğuĢmakta olduğu yönündedir. Bu durum bizi yaĢlının sinirsel halinin eĢten değil, ekonomik sorunlardan kaynaklandığı sonucuna götürür. Cangöz (2008:145-148), yaĢlı bireyin biliĢsel fonksiyonlarını kaybetmeye baĢlamasıyla birlikte yaĢam kalitesinin düĢürdüğünü ve yaĢlı bireyin baĢarılı yaĢlanmasını engellediğini vurgular. Bu nedenle eĢlerin birlikte yaĢarken birbirlerine olan dayanıĢma ve destek ağlarının etkili olması baĢarılı yaĢlanmanın göstergeleri olarak okunabilir. Yalnız yaĢayanlarda ise kendi bakımını ve iĢlerini gören kimse olmadığından kendi iĢlerini kendileri yaptığından beden fonksiyonları daha iyi çalıĢmakta ve fiziksel sağlığından Ģikâyet etmeyen bir durumla karĢılaĢılmaktadır. Ancak yalnızlık, geçmiĢe yönelik yaĢam muhasebesini sürekli canlı tuttuğundan yaĢlı bireyi olumsuz anıları ile baĢ baĢa bırakmakta ve onlarla baĢ etmekte zorlanmakta, sinirli ve depresif durumlara düĢebilmektedir. Bu nedenle yaĢlıların yaĢam kalitelerinin arttırılması ve baĢarılı bir yaĢlanma için yaĢlının güçlendirilmesi gerekmektedir. Özellikle yalnız yaĢayan yaĢlıların daha az depresif, daha az sinirli olmalarını sağlamak için yaĢlıya yönelik güçlendirme eğitimlerinin verilmesi kaçınılmazdır. Bu sonuca göre sosyal iliĢki ağının geniĢliği, yaĢlı birey için bir destek oluĢturmaktadır. Bu durumun yaĢlı birey için güven duygusunun ve kiĢisel değerlilik algısının artmasına, sosyal yeterliliğinin güçlü olmasına yol açmaktadır. Myers (Kalaycıoğlu ve Diğerleri, 2003:116), güçlendirmeyi, insanların bağımsız, olumlu ve onlara doyum sağlayan bir yaĢam tarzını geliĢtirme yönündeki becerilerin kazandırılması ile sağlanabileceğini belirtir. Bu açıdan kamusal ve bireysel güçlendirmeden söz edilebilir. Kamusal güçlendirme hükümetler, yerel yönetimler, Ģirketler ve medya kuruluĢlarına düĢen görevler olarak vurgulanırken, bireysel güçlendirme, bireyin psikolojik faktörleriyle sosyal ve çevresel faktörlerin harmanlamasıyla oluĢan ve kayıplarını telafi etmeyi amaçlayan bir düzeyde bağımsız hareket etmeyi önceleyen bir durumdur. Bunun için yaĢlı bireyin yaĢının ilerlemesini beklemeksizin kendi yaĢamına iliĢkin sorumlulukları ile ilgili güç kontrolünü kaybetmemesi, zorlukların üstesinden gelmesini sağlayacak düzeyde kendine yeterlilik oluĢturabilmesi ve sosyal çevresindeki alaycı ve ayrımcı söylemlere dur diyebilme konusunda kendine saygı ve öz güveni yitirmemesi beklenilmektedir. Öte yandan yaĢlı bireylerin yaĢamı anlamlandırma ve insan iliĢkilerinde uzlaĢımcı olma konuları da güçlendirme ile ilgilidir. YaĢama sıkı sıkıya tutunmak yaĢlı bireyin bir iĢe yararlı olduğunu hissettirmesiyle mümkündür. Her gün uyandığında yapacağı iĢlerin olması onun yaĢama sarılmasını sağlamakta, baĢarılı kılmakta ve yaĢama daha çok bağlamaktadır (Görgün-Baran 2011:23-32). 335 Kısacası bireylerin yaĢlanmayı beklemeden yaĢlılık dönemine iliĢkin ekonomik, sosyal, psikolojik ve sağlıklı olmak bakımından kendisine yatırım yapmasının önemli olduğu düĢünülmektedir. YaĢlı bireyin bunu bir yaĢam tarzı haline getirmesi yaĢam kalitesinin yükselmesi ve baĢarılı yaĢlanmanın gerçekleĢtirilmesi anlamına gelmektedir. KAYNAKLAR Bengtson, Vern L., Oyama, Petrice S. (2007). Intergenerational solidarity: Strengthening economic and social ties. Expert Group Meeting Report, UN Department of Economic and Social Affairs Division for Social Policy and Development. Canatan, A. (2007).‗‘YaĢlı erkeklerin Etkilendikleri Sosyal Olumsuzluklar Hakkında Bir AraĢtırma‘‘. 7.Ulusal YaĢlılık Kongresi Bildiri Kitabı, Ed. V. Kalınkara-G. Akın, Ankara: Gazi kitapevi, s.130-136. Cangöz, B. (2008). YaĢlılık Sadece Kayıp mı? Bir Ayrıcalık mı? Türk Geriatri Dergisi,11(3) 143-150. Görgün-Baran, A. (2011).YaĢlılığın Sosyal Boyutu, YaĢamak Ayrıcalıktır, Ġç, Ankara:Hacettepe Üniversitesi GEBAM Yayınları, s.23-32. Görgün-Baran, A. (2008).‗‘YaĢlılıkta sosyalizasyon ve yaĢam kalitesi‘‘.Yaşlı Sorunları Araştırma Dergisi, (2): 86-97. Görgün Baran, A. (2008a). A Quality Research on Five Urban Older Women about the Meanings of Aging and Life,World Applied Science Journal 4 (3): 418-429. Görgün-Baran, A. (2007). BaĢarılı YaĢlanma Modellerinin Sosyolojik Analizi, 7.Ulusal YaĢlılık Kongresi Bildiri Kitabı, Ed. V. Kalınkara-G. Akın, Ankara: Gazi kitapevi,s.236-245. Görgün Baran, A. (2005).‘‘ YaĢlı ve Aile ĠliĢkileri: Ankara Örneği‘‘. Ankara: Aile ve SosyalAraĢtırmalar Genel Müdürlüğü Yayınları. Kalaycıoğlu, S.v.d.(2003). YaĢlılar ve YaĢlı Yakınları Açısından YaĢam Biçimi Tercihleri, Ankara: Türkiye Bilimler Akademisi Raporları. Koch, T. (2000). Life quality the ―quality of life‖: Assumptions underlying prospevtive quality of life instruments in health care planing. Social Secience&Medicine, (51) :419-427. Oktik, N. (2004). Huzurevinde YaĢam ve YaĢam Kalitesi: Muğla Örneği, Muğla: Muğla Üniversitesi Yayınları. Rowe J. W., Kahn R.L., Successful Aging, Gerontologist 1997, 37 (4) :433-440.TaĢçı, Faruk (2010) YaĢlılara Yönelik Sosyal Politikalar: Ġsveç, Almanya, Ġngiltere ve Ġtalya Örnekleri, Çalışma ve Toplum, 1 (24): 175-202. TÜĠK (2011). Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Sonuçları, Ankara. www.shcek.gov.tr). Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, 28 Nisan 2013. 336 STATÜ GÖSTERGESĠ OLARAK BESLENME Umut OMAY1 ÖZET Açlık sorununun üstesinden gelebilmek için insanlık, doğayı ve dolayısıyla beslenme kaynaklarını denetim altına alma çabasına giriĢmiĢ ve insanlık tarihi bu çaba çerçevesinde ĢekillenmiĢtir. Ġlk olarak beslenme kaynaklarının mülkiyeti çevresinde Ģekillenen toplumsal iliĢkiler, tabakalaĢma ve statü gibi kavramların da ortaya çıkmasına neden olmuĢtur. Uygarlığın ve teknolojinin geliĢmesine rağmen beslenme sorununun varlığını sürdürdüğü ve bu sorunun giderek Ģiddetlendiği görülmektedir. Beslenme biçimi ve alıĢkanlıkları toplumsal iliĢkileri biçimlendirmeye devam etmekte, tabakalaĢma ve statü açısından da varlığını sürdürmektedir. Bugün gelinen noktada beslenme, sadece bir kiĢisel tercih meselesi olmaktan uzaklaĢmıĢ olup, kapitalist üretim ve tüketim süreçlerinden de etkilenmektedir. Örneğin, sanayi devriminden önceki dönemlerde ilaç ve baharat olarak algılanan, sadece zenginler tarafından tüketilebilen Ģeker, iĢçi sınıfının üretken gücünün sürdürülebilmesi için yoğun bir biçimde üretilmeye baĢlanmıĢ ve ucuzlatılmıĢtır. Bugün, insanlığı açlık yerine dengesiz beslenme tehdit eder hale gelmiĢtir. Gerçekten, yetersiz ve dengesiz beslenmenin yanı sıra önceki dönemlerde zenginlik göstergesi olarak sayılan ĢiĢmanlık, bir salgın halinde yoksullar arasında yayılmakta, zenginler ise zayıf olmalarıyla övünmektedirler. Bu tebliğin amacı, beslenme ve beslenme sorununa teorik bir çerçeveden yaklaĢarak, beslenmenin günümüzde bir statü göstergesi sayılıp sayılamayacağını tartıĢmaktır. Anahtar Kelimeler: Beslenme, Statü Göstergesi, Tüketim, Kapitalizm. ABSTRACT In order to overcome the problem of hunger, humankind tried to govern nature and its resources which shaped the history of mankind. Societal relations that are shaped according to the ownership of food resources led the way to stratification and status in the society. Although there are advancements in technology and science food and nutrition remains as problem in societies. Because eating habits go on shaping social relations and as for stratification and status remains important. Food and nutrition is also affected by capitalist production and consumption processes. For example sugar which was seen as a spice and medicine before industrial revolution, therefore it can only be consumed by the rich, became an important part of workers‘ diet after industrial revolution as sugar was mass produced to give the working class the energy needed to repruduce their labour. Today instead of hunger, obesity becomes a serious threat. Being overweight which was a sign of richness until the mid 20th century became an epidemic among poor people. Being thin became a popular trend among upper classes. The aim of this paper is to discuss whether nutrition can be considered as a status symbol by focusing on nutrition and food theoretically. Keywords: Nutrition, Status Symbol, Consumption, Capitalism. GĠRĠġ Son birkaç yüzyıl dönem içerisinde insanlık tarihi boyunca yaĢanılan geliĢmelerin daha fazlası yaĢanmıĢ ve toplumsal yapı belki de geri dönüĢü mümkün olmayacak bir biçimde değiĢmiĢtir. Özellikle sanayi devrimi ve kapitalizm bütün bir toplumsal yapıyı değiĢtirmekle kalmamıĢ, etkileri bütün dünyayı kaplanmıĢtır. Bu değiĢimin önemli sonuçlarından biri de 20. Yüzyılla birlikte önce sanayileĢmiĢ toplumlardan baĢlayarak bütün dünyanın tüketim kültürü etkisi altına girmesidir. Tüketim kültürü ile toplumsal iliĢkiler yeniden biçimlenmiĢ ve bireylerin toplum içindeki yerleri, 1 Doç. Dr., Ġstanbul Üniversitesi, Ġktisat Fakültesi, ÇalıĢma Ekonomisi ve Endüstri ĠliĢkileri Bölümü, [email protected] 337 tüketimleri ile belirlenmeye ve Ģekillenmeye baĢlamıĢtır. Tüketim kültürü etkisini beslenme alanında da göstermektedir. TÜKETĠM TOPLUMU VE TÜKETĠM KÜLTÜRÜ BAĞLAMINDA STATÜ Statü en yalın anlamıyla kiĢinin hiyerarĢi içindeki yerini ifade eden bir kavramdır. Sosyal statü ise toplumdaki rol ve görevleri ile ilgilidir ve kiĢinin sahip olduğu rol ve görevin ne olduğunu ifade eder. Statü kavramı, sosyal bilimlerin içerisinde özellikle de sosyolojinin içinde sıklıkla ele alınan bir kavram olarak karĢımıza çıkmaktadır. Özellikle statünün nasıl kazanıldığı meselesi statünün ne anlama geldiği ve sosyal iliĢkilerde nasıl bir yerinin ve etkisinin olduğunun anlaĢılması açısından önemlidir. Kavram olarak statü sosyal hiyerarĢinin nasıl elde edildiği ile ilgilidir. Sosyal statü ya kiĢinin kendi çabası ile kazanılmakta ya da sahip olduğu bazı nitelikler nedeniyle toplum kendisine bu statü vermektedir (Kantzara, 2009: 4757). Kısacası statünün kiĢinin eylemlerine bağlı olan ya da olmayan, aktif ve pasif boyutları bulunmaktadır. Yüksek statü, orta statü ya da düĢük statü kiĢinin toplumsal yapı içerisindeki konumu ile iliĢkilidir. Bunun belirleyicisi toplumdan topluma ve zaman göre değiĢmektedir. Dolayısıyla statünün yer ve zamana göre değiĢen bir özelliği vardır. BaĢka bir deyiĢle bir toplumun yüksek statü olarak algıladığı bir özellik bir baĢka toplumda düĢük statü göstergesi olabileceği gibi, bugün düĢük statü olarak algılanan bir özellikle aynı toplumda yüzyıl önce yüksek statü olarak algılanabilmektedir. Örneğin, yüzyıl önce saygın ve yüksek statü sağlayan bir meslek olarak kabul edilen sekreterlik, zaman içerisinde sahip olduğu bu statüyü kaybetmiĢtir (Omay, 2011: 147). Bu örnekte de görüldüğü gibi statü ile iliĢkilendirilen unsurlar zaman içerisinde değiĢim göstermektedir. 20. Yüzyılla birlikte tüketim toplumu tartıĢmaları beraberinde statünün tüketim ve tüketimcilikle iliĢkili olduğu varsayımları üzerine yoğunlaĢmıĢ bulunmaktadır. Tüketme eylemi insanın doğduğu andan itibaren onu kuĢatan bir eylemdir. Ġnsanlar hayatta kalabilmek ve varlıklarını sürdürebilmek için bazı nesneleri tüketmek zorundadır. Nefes almak, su içmek, yemek yemek baĢlı baĢına birer tüketim eylemi olarak görülebilir. Bu nedenle tüketim, insanların hayatta kalabilmek ve varlıklarını sürdürebilmek için kaçınılmaz olan bir eylem olarak karĢımıza çıkmaktadır. Diğer bir deyiĢle, tüketim eyleminin insanlık tarihi kadar eski olduğunu, hatta üretimden önce tüketimin var olduğunu ileri sürmek yanlıĢ olmayacaktır. Tüketim konusu sosyal bilimlerin birçok alanı için de ilgi çekici bir çalıĢma ve inceleme konusu olmuĢtur. Özellikle temel varsayımlarını arz ve talep üzerine kurmuĢ olan iktisat bilimi de tüketim konusuyla fazlaca ilgilenmiĢtir. Örneğin iktisat bilimi ―sınırsız insan ihtiyaçlarının sınırlı kaynaklarla giderilmesi çabası‖ olarak kendisini tarif ederken, aslında vurguyu tüketim üzerine yapmaktadır. Tüketim birçok iktisatçıya göre bireylerin ihtiyaçlarını tatmin etme ve faydalarını geliĢtirme amacıyla sürdürdükleri ve özel yaĢamın önemli bir kısmında yeri bulunan bir eylemdir. Tüketim aynı zamanda iktisadi yaĢamın temel bileĢenleri arasında yer almaktadır. Marx her ne kadar iktisadi yaĢamı üretim iliĢkileri çerçevesinde ele almıĢ olsa da, Marx‘ın analizlerinde de iktisadi faaliyetlerin ―üretim, dağıtım, mübadele ve tüketim‖ olmak üzere dört temel unsur üzerine kurulmuĢ olduğu görülmektedir (Ryan, 2009: 701). Dolayısıyla bu yaklaĢımın üretimin baĢlangıç, tüketimin sonuç olduğu bir süreci yansıttığı görülmektedir. Tüketim sadece iktisat biliminin konusu olmakla kalmamıĢ, sosyal bilimlerin baĢkaca dalları da tüketim konusuna dikkate alarak bu konuda çalıĢmalarını ve incelemelerini sürdürmüĢtür. Örneğin, Antropoloji biliminde tüketim antropolojisi, sosyolojide de tüketim sosyolojisi alt baĢlıkları ortaya çıkmıĢtır. Bu bilim dallarının doğuĢu tüketimin toplumsal iliĢkilerdeki rolünün ve etkisinin büyüklüğüne iĢaret etmektedir. Sosyoloji biliminin tüketimle olan ilgisinin baĢlangıcı 19. Yüzyılın sonunu ve 20. Yüzyılın baĢını kapsayan döneme kadar dayandırılabilir. Gerçekten Thorstein Veblen‘in ―Aylak Sınıfın Kuramı‖ (The Theory of Leisure Class) ve Marcel Mauss‘un (her ne kadar antropoloji alanındaki çalıĢmalarıyla ön planda olsa da) çalıĢmaları tüketimin sosyolojik boyutları açısından önemli analizler içermektedir. Bu nedenle Veblen ve Mauss tüketim üzerinde çalıĢmalarda bulunmuĢ ilk sosyal kuramcılar olarak kabul edilmektedir. Analizleri genel olarak toplumsal iliĢkilerde tüketim aracılığıyla gücün ve prestijin nasıl 338 sağlandığı üzerine olmuĢtur (Ryan, 2009: 701). Aylak Sınıfın Kuramı‘nda Veblen, para ve zamanın israf edilmesi olarak görülen eylemlerin aslında ―dikkat çekici tüketim‖ ve ―dikkat çekici boĢ zaman‖ aracılığı ile bireylerin kendilerine olan saygıları ve topluluk içinde statülerini yukarıya taĢıyan özellikleri olduğunu ileri sürerek sosyal sınıfların davranıĢları arasındaki farklılığa dikkat çekmiĢtir (Appelrouth ve Desfor Edles, 2008: 29). Tüketim toplumu ile ilgili çalıĢmaların ve incelemelerin özellikle 20. Yüzyılın ortalarından sonra yoğunlaĢtığı görülmektedir. Tüketim toplumu ile ilgili çalıĢmaların bu dönemde yoğunlaĢmasının temel nedenlerinden beri, toplumun dayandığı iktisadi iliĢkilerin ve sosyal iliĢkilerin tüketim çerçevesinde belirlenmeye baĢlamasıdır. Bilim olarak sosyolojinin doğuĢu ile üretim patlaması olarak nitelendirilebileceğimiz sanayi devrimi arasında yakın bir iliĢki bulunmaktadır (Bozkurt, 2004: 27). Bu nedenle, ilk dönem sosyoloji kuramlarının toplumsal iliĢkiler, güç, örgütlenme ve iĢ bölümü üzerinde yoğunlaĢması bir tesadüf olarak kabul edilmemelidir çünkü o dönemin toplumu üretim iliĢkileri üzerine odaklanmıĢ bir toplumdur. Tüketim toplumu ise, benzer bir anlayıĢla toplumun tüketim üzerine odaklandığı bir toplumsal yapıya iĢaret etmektedir. Tüketim ve üretim 18. Yüzyılın ortalarından itibaren ―soyut çiftler‖ olarak tanımlanmıĢtır (Williams, 2005: 95). Ne var ki, ilk dönem sanayi kapitalizmi o dönemde kolaylıkla artı-değer elde edebildiği üretim sürecine fazlasıyla odaklanmıĢ ve bu yakın iliĢkiyi görememiĢti. Bir talep yetersizliği krizi olarak tanımlanabilecek 1929 yılındaki Büyük Buhran ile birlikte tüketimin önemi anlaĢılmıĢ ve kapitalizmin ilgisi tüketim üzerine yoğunlaĢmaya baĢlamıĢtır ve ―piyasa tarihte görülmedik ölçüde tüketici-odaklı[dır] artık‖ (Sennett, 2002: 21). Bauman, bugünkü toplum yapısı olan tüketim toplumunda yoksulluk algısının tamamen değiĢmiĢ olduğunu ve yoksulluk algısının artık tüketimle iliĢkilendirildiğini ileri sürerken Ģu çarpıcı tespitleri yapmaktadır: Tüketim toplumunda seri imalat artık kitlesel emek gücüne ihtiyaç duymuyor ve bir zamanlar ―yedek sanayi ordusu‖ olan yoksullar Ģimdi ―defolu tüketiciler‖e dönüĢtürülmüĢtür. Bu onları, toplumsal açıdan yararlı bir iĢlevden –fiilen ya da potansiyel olarak- yoksun duruma sokuyor, toplumsal mevkilerini ve iyileĢme ihtimallerini geniĢ ölçüde etkileyen sonuçlar doğuruyor (1999: 10-11). Tüm diğer toplum türlerinde olduğu gibi, tüketim toplumu yoksulları da mutlu yaĢam Ģöyle dursun, normal yaĢama bile eriĢemeyen insanlardır. Yine de tüketim toplumunda mutlu ya da sadece normal yaĢama eriĢememek baĢarısız ya da yeterince tüketemeyen tüketici olmak demektir. Ve böylece tüketim toplumunun yoksulları, her Ģeyden önce sakat, arızalı, kusurlu ve noksan, diğer bir deyiĢle yetersiz olarak tanımlanırlar ve kendilerini de böyle tanımlarlar (1999: 60). Odak noktasının üretimden tüketime doğru kaymıĢ olması nedeniyle toplumsal yapının ve toplumsal iliĢkilerin tüketim üzerinden kurgulanmasının statü üzerinde ne kadar etkili olduğu Bauman‘ın tespitlerinde açıkça görülmektedir. Tüketim toplumunda statü tüketimle iliĢkilendirildiğinden, iyi bir meslek sahibi olmak ya da belirli bir servete sahip olmak yerine tüketebilmek ve tüketici olma yükümlülüğünü yerine getirebilmek statü kazanmanın ön koĢulu haline gelmiĢtir. Tüketimin ve tüketici olmanın sosyal statü kazanılmasında etkili olduğunu çok önceleri fark etmiĢ bulunan Veblen de tüketimin aslında sahip olunan servetin ve gücün ispatlanması görevini üstlenmiĢ olduğunu ileri sürmektedir. Veblen‘e göre ―KiĢinin saygınlığını kazanıp koruması için yalnızca servet ya da güç sahibi olması yeterli değildir. Saygınlık ancak kanıta dayandığında bahĢedildiğinden, servet ya da güç kanıtlanmalıdır‖ (2005: 40). O halde sadece tüketmek tek baĢına yeterli değildir ve herkesin ulaĢamayacağı belirli bazı tüketim nesnelerinin tüketilmesi, tüketim aracılığıyla statü kazanımının zorunlu noktasını oluĢturmaktadır: Veblen‘in ifadesiyle,―Avam olan Ģey birçok kiĢinin maddi eriĢimindedir. Bunun tüketimi, diğer tüketicilere karĢı avantajlı bir kıskandırma mukayesesi amacına hizmet etmediğinden itibarlı değildir‖ (2004: 111-112). Avam olarak kabul edilen, herkesin maddi anlamda ulaĢabileceği bu ürünler nelerden oluĢmaktadır? Veblen, bu ürünlerin makine aracılığıyla üretilmiĢ, dolayısıyla üretim maliyetleri ucuzladığı için fiyatları daha düĢük seviyede bulunan ürünler olduğunu ileri sürmektedir. Oysa el emeği ile üretilen ürünler pahalıdır ve sadece belirli ekonomik gücü olan kiĢilere hitap etmektedir (2004: 111-112). 339 Tüketim toplumunda tüketilen nesnelerin statü kazandırdığına iliĢkin çok sayıda görüĢ bulunmaktadır. Yukarıda da belirtildiği gibi, baĢta Veblen olmak üzere bazı sosyal bilimciler toplumsal yapının tüketim toplumuna doğru dönüĢtüğünü fark etmiĢler ve tüketim kültürü ile ilgili çalıĢmalar özellikle 20. Yüzyılın ortalarından itibaren yoğunlaĢmaya baĢlamıĢtır. Aralarında Veblen, Bordieu, Simmel, Baudrillard ve Featherstone‘un da bulunduğu bir çok sosyal bilimci artık tüketimin bir yaĢam tarzı ve kimlik göstergesi olarak kullanıldığını, bu nedenle de günümüz anlamıyla tüketimin statü ile iliĢkili olduğunu düĢünmektedir (Omay, 2009: 128-129). Ancak tüketimin statü ile iliĢkisi tüketim alıĢkanlıklarının ve tüketime konu olan nesnelerinin sürekli değiĢmesini gerektirmektedir. Bunun nedeni, statülerini yükseltmek isteyen grupların, üst statü gruplarının tüketim alıĢkanlıklarını taklit etmeye çalıĢması ve imkânları ölçüsünde tüketim nesnelerini satın alması, üst gelir gruplarının statü farkını korumak amacıyla daha üst ve ulaĢılması zor tüketim alıĢkanlıklarına ve tüketim nesnelerine yönelmesidir (Omay, 2009: 131). Bu noktada, tüketimin somut yerine soyut üzerine odaklanmıĢ olan özelliği ön plana çıkmaktadır. Diğer bir deyiĢle tüketim toplumunun ve buna bağlı olarak tüketim kültürünün esas aldığı tüketim aslında somut anlamda değil, soyut anlamda gerçeklilik kazanma esasına dayanmaktadır. Baudrillard, tüketim toplumunda gerçekliğin göstergeler aracılığıyla yeniden inĢa edildiğini ve bunun bir hipergerçekliğe dönüĢmüĢ bulunduğunu ileri sürmektedir (Bocock, 2005: 117). Diğer bir ifade ile, Yeni geliĢen bu tüketim kapitalizminde sorun, tüketicinin satın aldığı Ģey ile ―gerçek‖ arasındaki bağlantısızlıktır. Göstergeler/semboller Baudrillard‘ın ―hiperreel‖ olarak tanımladığı Ģeye, yani tüketicilerin gereksinimleri ile hiç ilgisi bulunmayan bir göstergeler/semboller alanına dönüĢmüĢtür. Bunlar bir ―gereksinimi‖ giderebilseler de, anlaĢılan, bu ancak rastlantısal olabilecektir. Postmodernizmde tüketim malları semboller olarak satılır, kendi gerçekliklilerini oluĢtururlar (Bocock, 2005: 117). Baudrillard tarafından ileri sürülen simgeler, göstergeler, simülakr, simülasyon kavramları bugün tüketim toplumunda nasıl bir zihinsel karmaĢa yaĢandığını açık bir Ģekilde betimlemesi açısından önemlidir. Baudrillard‘ın ileri sürmüĢ olduğu simülasyon kuramına göre, ―-mıĢ gibi yapma/olma‖ aracılığıyla nesneler, semboller ve imajlar gerçek ve somut olanın yerini almakta ve yeni bir gerçeklik ortaya çıkarmaktadır. Bu yeni gerçeklik sanal bir gerçeklik olmasına rağmen asıl gerçeğin yerine geçmektedir. Üstelik yeni gerçeklik asıl gerçekliğin taklidi olmasına rağmen aradaki farkı algılamak oldukça güçtür (Slattery, 2007: 470). O halde, tüketim toplumu bağlamında statülerin de bu yeni gerçeklikten fazlasıyla etkilendiğini ileri sürmek yanlıĢ olmayacaktır. Veblen‘in çözümlemesinde zengin statüsünü kazanmak için zengin olduğunu ispatlamakla yükümlüydü. Oysa Baudrillard‘ın çözümlemesi açısından kiĢinin gerçekten zengin olup olmamasının önemi bulunmamaktadır. Önemli olan zenginmiĢ gibi davranabilmesidir. Diğer bir deyiĢle, zenginlerin satın alabildiği bir ürünü satın aldığında, kendisini zenginmiĢ gibi hissetmekte ve çevresindekilere de kendisini yine zenginmiĢ gibi gösterebilmektedir. Örneğin, Ġnsanlar, kendi kimliklerini yaratmalarına yardımcı olacağını düĢündükleri malları tüketerek, olmayı arzu ettikleri varlık gibi olmaya ve kendileriyle ilgili bu imajı, bu kimliği sürdürmeye çalıĢırlar. Giysiler, parfümler, otomobiller, yiyecek ve içeceklerin hepsi, bu süreçte rol oynayabilecek Ģeylerdir. Bütün bu kalemler, insanın kendisi ve kendisiyle aynı anlatım kodlarını ve aynı gösterge/sembol sistemini paylaĢan diğerleri için, o kiĢinin x veya y olduğunu gösterirler (Bocock, 2005: 74). Kısacası, tüketim kültürü ve tüketim toplumu kiĢinin sosyal hiyerarĢideki yerini ve konumunu tüketici rolünü gerektiği gibi oynayıp oynamadığı üzerinden belirleyen bir toplum haline gelmiĢ bulunmaktadır. BESLENME KAVRAMI VE BESLENME KAVRAMI ÜZERĠNE BĠR ELEġTĠRĠ Bilinen tarih içerisinde beslenme konusunda odak noktası karın doyurmakla iliĢkilendirilmiĢtir. Kıtlık sorunu tarih içerisinde insanlığın temel sorunlarının baĢında gelmektedir. Bilindiği üzere insanlık tarihinin dönüm noktalarından biri, besin kaynaklarının denetim altına alınmasını sağlamak üzere yerleĢik düzene geçilmesi olmuĢtur. Benzer bir dönüm noktası da sanayi devrimi ile birlikte 340 yaĢanmıĢ ve üretim artıĢına paralel bir biçimde dünya nüfusu da katlanarak artmıĢ olup artmaya devam etmektedir. Ġktisat bilimi açısından genel anlamıyla kıtlık sorunu bu bilim dalının kendi varlığını dayandırdığı temel sorun olarak görülmektedir. Klasik dönem iktisatçılarından Malthus da nüfus artıĢının geometrik, tarım ürünleri artıĢının ise aritmetik bir biçimde arttığını ve bu nedenle yakın bir gelecekte insanların açlık tehlikesi ile karĢı karĢıya geleceğini ileri sürmüĢtür. Örneğin, Malthus Ġngiltere adasındaki nüfusun o tarihte (18. Yüzyılın sonu) 7 milyon olmasından hareketle, bir yüzyıl sonra nüfusun 120 milyon‘a ulaĢacağını ve bu nüfusun sadece 35 milyonu için besin maddesi teminin mümkün olabileceğini, geri kalan insanların tamamen açlıkla yüzleĢmek zorunda kalacağını tahmin etmiĢtir (1998, 6-11). Oysa, kıtlık sorunu Malthus‘un öngördüğü gibi geliĢmemiĢtir. Gerçekten, Malthus‘un yaĢadığı dönemde (1766-1834), dünya nüfusu hızla artmaktaydı ve Malthus bu hızlı artıĢtan endiĢelenmekteydi. Yapılan araĢtırmalar dünya nüfusunun bilinen tarih içerisinde ilk kez 1804 yılında 1 milyar‘ı geçtiğini göstermektedir (www.learner.org). Malthus‘un nüfusun artıĢ hızı ile ilgili öngörüsünün bir noktaya kadar doğrulanmıĢ olduğu Tablo 1‘de açık bir Ģekilde görülmektedir: Tablo 1. Nüfus ArtıĢında Kilometre TaĢları Dünya Nüfusu (Milyar) Yıl Ġlave 1 Milyar ArtıĢ Süresi (yıl) 1 1804 2 1927 123 3 1960 33 4 1974 14 5 1987 13 6 1999 12 Kaynak: http://www.learner.org/courses/envsci/unit/text.php?unit=5&secNum=4 Bugün dünya nüfusunun 7 milyar‘ı geçtiği tahmin edilmektedir. Yapılan çeĢitli araĢtırmalar günümüzde yaklaĢık 800 milyon kiĢinin ciddi anlamda yetersiz beslendiğini, açlık tehlikesi ile karĢı karĢıya bulunduğunu göstermektedir (Golay ve Özden, t.y.: 3). Dünya Açlıkla Mücadele Örgütü tarafından ilan edilen 2013 yılına ait verilere göre, dünya nüfusunda yaklaĢık olarak her sekiz kiĢiden biri (yaklaĢık % 12,5) açık sorunuyla karĢı karĢıyadır. Aynı örgüt, 2013 yılında yaklaĢık 870 milyon kiĢinin açlık sorunuyla karĢı karĢıya bulunduğunu ve bu kiĢilerden 852 milyonun geliĢmekte olan ya da az geliĢmiĢ ülkelerde bulunduğunu belirtmektedir. Yine örgüt, açlıkla mücadelede önemli baĢarılar elde edildiğini de vurgulamaktadır (www.worldhunger.org). Bu durum ilk bakıĢta Malthus‘un aĢırı bir endiĢe nedeniyle bu kadar karamsar bir yaklaĢım benimsemiĢ olabileceği düĢünülebilir. Zira Malthus, yukarıda da değinildiği gibi, Ġngiltere adasındaki nüfusun bir yüzyıllık dönem içerisinde 120 milyona ulaĢması durumunda, mevcut kaynaklardaki artıĢın bu nüfusun sadece 35 milyonuna yiyecek temin edebileceğini, geri kalanların açlık çekeceğini düĢünüyordu. Basit bir hesaplamayla, Malthus‘un bir yüzyıllık dönem içerisinde yiyecek kaynaklarındaki aritmetik artıĢ ile geometrik artıĢ arasındaki dengesizlik nüfusun yaklaĢık % 30‘unun doyurulabildiği, geri kalan kısmın (yaklaĢık % 70) aç kaldığı bir tablo çizmektedir. Oysa bugün açlık sorunuyla karĢı karĢıya bulunan dünya nüfusu, genel nüfusun yaklaĢık olarak % 12‘sini oluĢturmaktadır. O halde, Malthus‘un ikinci öngörüsünde tamamen yanıldığını mı kabul etmemiz gerekir? Gerçekten eldeki veriler, dünya kaynaklarının Malthus‘un düĢündüğünden daha büyük bir 341 performans göstererek, dünya nüfusunu beslemeye devam ediyor gibi görünmektedir. Ancak, temel sorun aslında beslenmeyle iliĢkilidir. Dünya nüfusunun yaklaĢık % 88‘inin açlık tehlikesi sınırları içerisinde bulunmaması, sağlıklı bir biçimde beslendikleri anlamına gelmemektedir. Dünya Açlıkla Mücadele Örgütü bugün dünyada herkese yetecek kadar kaynağın fazlasıyla bulunduğunu, bugünkü yiyecek kaynaklarının dünyada yaĢayan herkese günlük 2.720 kalori temin edebileceğini, sorunun aslında gelir ve kaynak dağılımı sorunu olduğunu belirtmektedir (www.worldhunger.org). Oysa bugün beslenme sorunundaki belki de en öncelikli unsur beslenmenin kalori ile eĢdeğerde tutuluyor olmasıdır. Bu tutum bazı Ģeylerin de görünmez kılınmasına neden olmaktadır. Örneğin, Türkiye‘de asgari ücret belirlenirken beslenme maliyetlerinin hesaplanmasında esas alınan unsur gıdaların sağladığı kaloridir (Samur, 2002: 39-45). Dünya Açlıkla Mücadele Örgütü örneğinde de görülebileceği gibi yoksulluk tanımlamaları ve beslenme ile ilgili çalıĢmalar çoğunlukla kalori üzerinden yapılmaktadır (Deaton ve Dreze, 2010: 78 – 80; Metin, 2012: 100 – 101). Diğer bir deyiĢle, kiĢinin yeterli beslenip beslenmediği aslında yeterli kaloriyi alıp almadığı üzerinden hesaplanmaktadır. Bu nedenle kiĢinin karnının doyması beslendiği anlamına gelmektedir. Beslenme, günlük dilde sıklıkla kullanılan ve sıklıkla kullanılmasına bağlı olarak anlamı muğlâklaĢan ve içeriği belirsizliklerle dolmaya baĢlayan bir kavram olarak görülmektedir. Gerçekten beslenme kavramının günümüzde sıklıkla bir Ģeyler yiyip içme ve karın doyurma anlamıyla karıĢtırıldığı görülmektedir. Oysa beslenme bir Ģeyler yiyip içme ve karın doyurma olarak basitçe ifade edilebilecek, bu tanımlamalarla sınırlandırılabilecek bir kavram değildir. Ve nihayetinde, beslenmenin anlamı üzerindeki bu karmaĢa toplumun büyük bir kısmını olumsuz olarak etkilemektedir. Ġnsanın varlığını sağlıklı bir biçimde sürdürebilmesi doğru beslenmesine, diğer bir ifade ile kendi vücudunun ihtiyaç duyduğu uygun besinleri tüketebilmesine bağlıdır. Ne var ki, kapitalist üretim ve tüketim iliĢkileri çerçevesinde ĢekillendirilmiĢ bulunan bugünkü toplum yapısı, birçok insanın yeterli besin almasını engellemekte ve yanlıĢ beslenmeye bağlı olarak ortaya çıkan hastalıkları körüklemektedir. Ancak toplumların önemli bir kısmında açıklık sorunu çözülmüĢ olduğundan, diğer bir deyiĢle, dünyada yaĢayan insanların büyük bir çoğunluğu açıklı tehlikesiyle karĢı karĢıya bulunmadığından, beslenme sorunun da çözüldüğüne iliĢkin bir algı toplumda yer etmiĢtir. Beslenme sorunun önemli bir kaynağı da iĢte bu algı manipülasyonudur. Kısacası, karın doyurmak ve açlıktan ölmemek aslında doğru beslenildiği anlamına gelmemekle birlikte böyle bir algı oluĢmuĢ bulunmaktadır. Beslenmenin bireyler ve genel halk sağlığı açısından önemli bir unsur olması nedeniyle T.C. Sağlık Bakanlığı halkı bilgilendirme amacıyla beslenme konusunun özel olarak ele alındığı bir internet sitesi açmıĢtır (Bkz. www.beslenme.gov.tr). Bu sitede beslenme Ģu Ģekilde tarif edilmektedir: ―Beslenme; sağlığı korumak, geliĢtirmek ve yaĢam kalitesini yükseltmek için vücudun gereksinimi olan besin öğelerini yeterli miktarlarda ve uygun zamanlarda almak için bilinçli yapılması gereken bir davranıĢtır‖ (www.beslenme.gov.tr). Burada da, daha önce de değinildiği gibi, beslenmenin salt bir karın doyurma ya da bir Ģeyler yiyip içme dıĢında bir anlamı olduğu vurgulanmaktadır. Yine aynı sitede insanların yaĢamlarını sağlıklı bir biçimde sürdürebilmesi için 50‘ye yakın besin öğesinin bulunduğu ve bu besin öğelerinden herhangi birinin yetersiz ya da fazla alımının da dengesiz ya da yetersiz beslenme anlamına geleceği vurgulanmaktadır (www.beslenme.gov.tr). Dolayısıyla, beslenmenin genel inanıĢın ötesinde bazı unsurlarının bulunduğunu Bakanlık da teyit etmiĢ bulunmaktadır. Kısacası, açlık çekmenin zıttı doğru beslenme anlamına gelmemektedir. Yeterli kaloriyi almak, hatta bu kaloriden fazlasını almak, kiĢinin en azından ihtiyaç duyduğu enerjiyi elde edebildiği anlamına gelir. Ancak bu, yaĢamsal değeri bulunan protein, vitamin, mineral gibi unsurları yeterince edinebildiği anlamına gelmemektedir. STATÜ GÖSTERGESĠ OLARAK BESLENME Yemek ve beslenme, sadece sağlık bilimlerinin değil, sosyal bilimlerin de uzun dönemden beri ilgili konusudur. Örneğin, antropoloji biliminde beslenme alıĢkanlıkları ve yemek kültürü üzerine çok sayıda çalıĢma yapılmıĢtır. Sosyolojinin yemek ve beslenme ile ilgilenmeye baĢlaması daha yakın tarihlidir ancak bu ilgi artarak devam etmektedir. Beardsworth ve Keil, sosyolojinin yemek ve 342 beslenme konusundaki artan ilgisinin önemli nedenlerinden birinin sosyoloji çalıĢmalarında tüketim toplumu ve tüketim kültürünün artan etkisi olduğunu ileri sürmektedir (2011: 17-20). Diğer bir deyiĢle, tüketim toplumu ve tüketim kültürü, sahip oldukları özellikleri nedeniyle tüketim üzerine odaklanmıĢ bir yapı sergilediğinden ve beslenme de sonuçta bir tüketim süreci olduğundan, kaçınılmaz olarak yemek ve beslenme de sosyolojinin inceleme konusu haline gelmektedir. Gerçekten Baudrillard da bedenin disipline altına alınma sürecinin ―gıda ve tüketim‖ çifti aracılığı ile ele alınması gerektiğini söylerken, gıda ve tüketimin birbirilerini tamamlayıcı boyutuna da iĢaret etmektedir (2004: 182). Tüketim toplumu ve tüketim kültüründe yer alan bireylerin, sosyal hiyerarĢi içerisindeki yerlerinin ve konumlarının, kısacası statülerinin tüketim alıĢkanlıkları ve tüketim yetenekleri çerçevesinde belirlendiğinden önceki bölümlerde söz edilmiĢti. Konu bu bağlamda değerlendirildiğinde yemek ve beslenmenin sonuçta tüketim alıĢkanlıkları ve tüketim yetenekleri ile iliĢkisi olduğundan, yemek ve beslenmenin statü ile iliĢkilendirilebileceği iddiası ortaya çıkmaktadır. Gerçekten, beslenme ve yemek yemenin salt fizyolojik nedenlere dayandırılamayacağı son derece açıktır; zira, ―yemek yeme eylemi, bir dizi girift fizyolojik, psikolojik, ekolojik, ekonomik, siyasi, toplumsal ve kültürel süreçlerin kesiĢtiği bir noktada yer almaktadır‖ (Beardsworth ve Keil, 2011: 21). Ancak bu görüĢe Ģunun da eklenmesi gerekir ki, neyi yediğimiz, nasıl yediğimiz, nerede ve ne zaman yediğimiz de aslında tüm bu süreçlerin kesiĢtiği bir noktada yer almaktadır. Beslenmenin sosyolojik anlamdaki önemi açısından iyi bir örnek Ritzer‘in McDonaldlaĢma tezidir. Ritzer‘in ―Toplumun McDonaldlaĢması‖ tezi baĢlı baĢına beslenme ve tüketim toplumu iliĢkisini vurgular niteliktedir. Ritzer‘in bu tezine göre, bir fast food (hızlı yemek) zinciri olan McDonalds‘ın üzerine temellenmiĢ olduğu temel ilkelerin aynısı bugünkü toplum yapısında görülmekte ve toplumlar bu temel ilkeler çerçevesinde yönetilmektedir (Stillman, 2009: 2659). Yemek ve beslenme üzerine yapılan sosyolojik çalıĢmalar, ister istemez konuyu beslenme ve statü iliĢkisinde değerlendirmektedir. Örneğin, 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyıl Ġngilteresi‘ndeki beslenme alıĢkanlıklarını inceleyen bir araĢtırma, konuyu hem gelir grupları hem de zaman boyutu üzerinden karĢılaĢtırmalı olarak ele almıĢtır. Bu araĢtırmanın sonuçlarına göre, ilk dönemlerde beslenme alıĢkanlıkları gelire göre büyük farklılıklar göstermiĢ olmakla birlikte, Ġngiltere‘de yaklaĢık 200 yıllık süreç içerisinde üst gelir grupları ile alt gelir grupları arasında beslenme açısından bir yakınlaĢma bulunmaktadır(Beardsworth ve Keil, 2011: 151-153). Bu araĢtırmanın bulguları Ģu Ģekilde özetlenebilir: 19. yüzyıl Ġngilteresi‘nde alt gelir grupları ile orta ve üst gelir gruplarının beslenme imkânları, gelirlerine bağlı olarak büyük farklılıklar göstermektedir. DüĢük gelir grupları, beslenmeleri ekmek, patates, az miktarda hayvansal yağ ve çok az miktarda ete dayalı olduğu için yetersiz beslenirken, orta ve üst gelir grupları, beslenmeleri yumurta, balık, et, Ģeker ve yağa dayalı olduğu için daha yeterli beslenmekteydiler. Ġlk dönemlerde düĢük gelir grupları kahverengi veya kepekli ekmek tüketebilirken, orta ve yüksek gelir gruplarının tercihi beyaz ekmekten yana olmuĢtur. Oysa 20. Yüzyılla birlikte süreç tersine dönmüĢ ve beyaz ekmek düĢük gelir gruplarının, kahverengi veya kepekli ekmek orta ve yüksek gelir gruplarının yediği ekmek türü haline gelmiĢtir. Et, balık ve yumurta tüketiminde de önemli değiĢiklikler olmuĢ ve alt gelir gruplarıyla üst gelir grupları arasında bu ürünler açısından belirgin bir yakınlaĢma yaĢanmıĢtır. En büyük yakınlaĢma ve hatta tersine dönüĢ kalori alımında yaĢanmıĢtır. Buna göre, Ģeker ve reçel tüketiminin artması ile birlikte daha önce üst gelir gruplarının günlük kalori alımları ortalama 2.750 kalori ve düĢük gelir gruplarının günlük kalori alımları 1.650 kalori iken, 20. Yüzyılın sonlarındaki her iki grup da günlük ortalama 2.000 kalori almaya baĢlamıĢ ve hatta düĢük gelir gruplarının günlük ortalama kalori miktarı üst gelir gruplarını da geçmiĢtir (Beardsworth ve Keil, 2011: 151-153). Beardsworth ve Keil‘e göre bu durum ―geliĢmiĢ ekonomilerde sınıflar arasındaki besinsel eĢitsizliklerin ortadan kaldırıldığını gösterir niteliktedir‖ (2011: 153). Oysa daha önce de belirtildiği gibi, beslenme sorunu bir boyutuyla da aslında, beslenmenin yeterli olup olmamasının kalori alımı ile ölçülüyor olmasına dayanmaktadır. Ġngiltere‘yi konu alan bu araĢtırma, dikkat çekici ve ĢaĢırtıcı bazı ipuçları da sağlamaktadır. Örneğin Ģeker ve Ģekerin tüketimi. ġeker, sanayi devrimine kadar sadece üst sınıfların satın alabildiği ve zevkine varabildiği, pahalılığı yüzünden baharat gibi tüketilebildiği bir ürünken çok kısa bir süre 343 içerisinde dünyanın en bol ve ucuz besin maddelerinden biri haline dönüĢmüĢtür. Mintz bu dönüĢümün sanayi devrimiyle beraber, iĢçilerin üretim güçlerinin korunabilmesi için gerekli olan enerjinin sağlanması amacıyla, kolonilerde yürütülen tarımsal üretimde Ģekere ağırlık verilmesini gerekçe olarak göstermektedir (1986: 166). ġeker üretiminin ve tüketiminin bollaĢması ister istemez yine kalori meselesini akla getirmektedir. Asıl önemli nokta, Ģekerin ucuzlaması ve bollaĢması ile birlikte üst gelir grubunun Ģeker tüketimini azaltması, düĢük gelir grubunun ise bir zamanların lüks tüketim malı olan Ģekerin tüketimini artırmasıdır. Kısacası, Ģeker kapitalizmin sahip olduğu düĢünce yapısına uygun olarak, bir üretim faktörü olan emeğin, üretim gücünün korunması ve artırılmasına hizmet edecek bir yakıt olarak tasarlanmıĢtır. Asgari ücretin hesaplanmasında kalorinin esas alınması bu nedenle ĢaĢırtıcı gelmemelidir. Diğer yandan, et tüketiminde de benzer bir durum söz konusudur. Ancak Ģunu vurgulamak gerekir ki, et tüketimindeki değiĢim ve yakınlaĢma anlayıĢı sadece miktar esasına göre ele alındığında yanıltıcı sonuçlar verebilir. Gerçekten, et tüketiminde dikkate alınması gereken noktalardan biri et ve et ürünlerinin çeĢitliliğidir. Örneğin, kırmızı et ―yüksek statülü‖ bir etken, tavuk eti ve diğer beyaz etler ―orta statülü‖, hamburger ve sosis gibi et ürünleri de ―düĢük statülü‖ et olarak algılanmaktadır ve yapılan bir araĢtırmaya göre aile kurumu içerisinde aile kurumunun reisi konumundaki erkekler yüksek statülü et, kadınlar ve çocuklar ise orta ve düĢük statülü et tüketmek eğilimindedir (Beardsworth ve Keil, 2011: 135). Bu nedenle et tüketimdeki artıĢta hangi tip et ve et ürünün bu artıĢı desteklediğinin anlaĢılması gerekmektedir. Etin düĢük gelir grupları ve düĢük sosyal statülü kiĢiler tarafından değerli görülmesine iliĢkin güzel bir örnek 18 Kasım 2012 tarihli bir gazete haberinde açık bir Ģekilde görülebilir. 18 Kasım 2012 tarihli Hürriyet Gazetesi‘nin Pazar Ekinde yer alan, son yıllarda düĢük gelir ve sosyal statü gruplarının bazı gençlerini betimlemekte olan ve kendilerine―apaçi‖ adı verilen grup üyelerinden biriyle Hakan Günce‘nin yaptığı ―Bir Apaçinin Güncesi‖ baĢlıklı röportajda, röportajın yapıldığı kiĢi, yemek tercihini hamburger yemekten yana kullanmasının gerekçesini Ģu Ģekilde açıklamaktadır: ―Hamburgerin içinde et olduğu için sağlıklı ve iyi olduğunu düĢünüyorum‖ (Hürriyet Gazetesi, 18.11.2012). Baudrillard‘ın simülasyon kavramı açısından konuya yaklaĢıldığında, düĢük statülü sınıflamada yer alan et ürünü, çeĢitli kesimler tarafından gerçek et olarak algılanmakta ve et yemek sağlıkla ve statü ile iliĢkilendirilmektedir. Türkiye‘de 2013 yılında yürürlüğe giren bir tebliğ (Türk Gıda Kodeksi Et ve Et Ürünleri Tebliği, 2012/74), Türkiye‘de et ürünleri olarak bilinen yiyecek maddelerinin ne olup ne olmadığını düzenleme amacını taĢımakla birlikte, bu tarihe kadar et ve et ürünleriyle ilgili neler yapılmıĢ olduğunu da gözler önüne sermesi bakımından önemlidir. Örneğin, et ürünlerinde sadece hayvansal kökenli protein kullanılabileceğinin vurgulanması ve soya proteinin yasaklanması, o tarihe kadar üretilip satılan ürünlerin içeriği hakkında yeterince fikir vermektedir. Öte yandan, aynı düzenleme, çeĢitli karıĢımlara, çeĢitli katkı maddelerine ve doğal olmayan bazı unsurların kullanımına da müsaade etmektedir. Yine de, düĢük gelir grupları tarafından, zengin sofralarının yiyeceği olarak görülen etin taklitlerinin tüketilmesi, statü ve beslenme arasındaki iliĢki açısından çarpıcı bir örnek olarak kabul edilebilir. Gerçekten, etin kendisini tüketemeyen düĢük gelir grubundaki kiĢiler, taklidi ile yetinmek durumunda kalmakta ve Baudrillardcı bir yaklaĢımla, kendilerinin ―et yemiĢ olduklarını‖ düĢünmektedirler. Bu nedenle, Baudrillard tarafından geliĢtirilmiĢ bulunan ―simülasyon‖ yaklaĢımı, karın doyurma ve doğru beslenme arasındaki farkı ortaya koymak konusunda yararlı bir araç sağlayabilir. Gerçekten, bugünkü beslenme alıĢkanlıklarımız, ne yiyip-içtiğimiz, neleri tükettiğimiz ya da neleri tüketebildiğimiz Baudrillard‘ın ―simülasyon‖ kavramı ile yakından iliĢkili görünmektedir. Yiyecek alıĢveriĢimizde neler aldığımız ya da dıĢarıda yemek yememiz aslında kim olup olmadığımızı ve beslenmiĢ gibi yapıp yapmadığımızı açık bir Ģekilde gösterecektir. Örneğin, hazır çorbalar. Gerek fiyatlarının uygunluğu gerekse de hızlı yaĢam temposu nedeniyle tüketilen hazır çorbanın isminin baĢındaki ―hazır‖ ifadesi, o ürünün aslında ―gerçek‖ çorba olmadığını belli belirsiz teyit etmektedir. Ya da eski ismiyle ―ısıl iĢlem görmüĢ sucuk benzeri ürün‖. Bu tanımlama zaten o ürünün aslında sucuk olmadığını açık bir biçimde vurgulamaktadır. Bugün tereyağı yerine kullanılan margarinler de, ―tereyağmıĢ gibi‖ olan bir üründür. Oysa margarin, yoksulların (düĢük gelir gruplarının) ucuz yağ ihtiyacını karĢılamak üzere üretilmiĢ bir üründür: 344 Margarinin tarihçesine bakıldığında, 1866 yılında Fransız hükümetinin uygun fiyatlı olarak satılabilecek ve tereyağının yerine geçebilecek bir ürünün üretilmesi için açılmıĢ bulunan bir yarıĢmanın sonunda 1869 yılında Fransız Kimyager Hippolyte Mège-Mouriés tarafından ilk margarinin sığır donyağı ve yağı alınmıĢ süt ile üretildiği ve büyük ödülü kazandığı görülmektedir. Aynı kimyager, 1871 yılında margarin üretim bilgilerini Jurgens isimli bir Hollanda firmasına satmıĢ ve bu firma 1872 yılında Almanya‘da kurulan fabrikada Margarine Uni ismi ile ürünü üretmeye baĢlamıĢ ve margarin üretimi ile büyük bir büyüme ivmesi yakalamıĢtır … 20. yüzyılın baĢlarında domuzyağı ve sığır donyağı fiyatlarını belirleme gücünü elinde bulunduran Ģirketler nedeniyle Amerikalı Mum Üreticisi William Proctor ve Sabun üreticisi üvey kardeĢi James Gambler Ģirketlerini birleĢtirerek ürünlerinde pamuk yağı kullanmaya baĢlamıĢlar ve hidrojene yağ üretim bilgilerini Ġngiliz Joseph Crossfield and Sons firmasından satın alıp üretimlerini sürdürmüĢlerdir … 1930‘lu yıllardan itibaren hidrojene yağ üretim bilgisi ve vitamin katkılarıyla birlikte kullanılan yağ hammaddesi değiĢiklik göstermiĢ ve margarin üretiminde soya yağı kullanılmaya baĢlamıĢtır (Gür, 2010: 309). Margarinin tarihçesinde de görülebileceği gibi, margarinin ilk olarak üretilmesindeki amaç, tereyağı satın alacak gelirden mahrum olan düĢük gelirli insanların yağ ihtiyaçlarını gidermek gibi görünse de, margarinin üretim ve pazarlama tarihi, bu amacın çok ötesine geçildiğini açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Kısacası burada da amaç beslenmek değil, karın doyurmak, taklidi de olsa tereyağı ihtiyacını gidermek, kısaca ―tereyağı yemiĢ gibi olmak‖ ve ―beslenmiĢ gibi yapmaktır‖. Kaloriyi esas alan beslenme algısının yan etkisinin, ĢiĢmanlık salgını olarak kendisini göstermesi de ĢaĢırtıcı gelmemelidir. Gerçekten, yapılan araĢtırmalar, aĢırı kalori alımına bağlı olarak ĢiĢmanlığın (hatta obezitenin) düĢük gelir grupları arasında hızla yayıldığını göstermektedir (Cedeno and Cabada, 2012: 46). Beardsworth ve Keil‘in geliĢmiĢ ülkelerde sınıflar arasında kalori alım farklarının azalmasını, besinsel eĢitsizliğin giderilmesi olarak yorumladıkları durumunun ne kadar doğru bir yaklaĢım olduğu böylelikle tartıĢmaya açık hale gelmektedir. Zenginlerin ĢiĢman, yoksulların zayıf olduğu yönündeki algı değiĢmekte ve bu algı yerini zenginlerin zayıf (ve sağlıklı), yoksulların ĢiĢman (ve sağlıksız) olduğu bir anlayıĢa bırakmaktadır. Burada da ilginç bir durum söz konusudur. Çünkü herhangi bir ekonomik sorunu olmayan kiĢiler, sahip oldukları servet ya da gelir kendilerine yiyeceğe ulaĢma konusunda fazlasıyla seçenek ve imkân sunarken, bu kiĢiler yiyecek tüketimlerini kısıtlamakta ve beslenme alıĢkanlıklarını değiĢtirmektedir. Tüketim toplumunun hazcılığı esas alması ve haz için de bedenin merkez konumda bulunması, bedene ve bedenin kullanımına olan ilgiyi artırmaktadır. Bu nedenle kiĢinin güzel görünmesi ve sağlıklı olup olmaması bu bağlamda önem kazanmıĢ ve insanlar dıĢ görünüĢ ile statü arasında da iliĢki kurmaya baĢlamıĢlardır (Özcan, 2007: 223, 225). Estetik olarak tanımlanan bir bedene sahip olmak, modayı takip edebilmek de artık statü ile iliĢkilidir ve kaçınılmaz olarak tüketim toplumu ve tüketim kültürünün bireylere yüklediği bir sorumluluktur (Baudrillard, 2004: 182-183). Zayıflık salgını ilk olarak yüksek statülü aileler arasında geniĢ kabul görmüĢtür ancak bu durum kendisini yine ilk olarak anoreksiya nevroza olarak bilinen hastalık çerçevesinde göstermiĢtir (Beardsworth ve Keil, 2011: 296). Dolayısıyla zayıf olma sorumluluğu basitçe, aç kalarak sağlanamamaktadır. Çünkü önemli olan zayıf ve sağlıklı olmaktır. Bu çerçevede düĢük kalorili besin maddeleri, yapay tatlandırıcılar, yağı azaltılmıĢ ürünler, diyetler (Baudrillard, 2004: 183), spor merkezleri ile yeni ve pahalı, kısacası yüksek gelir gruplarına hitap eden bir sektör ortaya çıkmıĢtır. Dolayısıyla, sağlıklı zayıflama ve bunun muhafazası da aslında statü ile iliĢkili hale gelmiĢtir. Artık, ―-mıĢ gibi yaparak‖ yeterli kaloriyi ve hatta fazlasını alan düĢük gelir gruplarının, düĢük kalorili ancak sağlıklı bir beslenme tarzını sürdüremeyecekleri açıktır. Yine son dönemde artan bir ivmeyle büyüyen ―organik gıda‖ sektörü de beslenme ve statü arasındaki iliĢki çerçevesinde ele alınabilir. Teknolojinin tarım üretiminde hâkimiyet kurması sonucunda üretilen ve kısaca GDO (Genetiği DeğiĢtirilmiĢ Organizma) olarak bilinen tarım ürünleri ile kimyasal gübrelerin, çeĢitli ilaçların etkisiyle yetiĢtirilen ürünlerin ne kadar doğal ve ne kadar sağlıklı olduğu sorgulanmaya baĢlanmıĢtır. Yine de, sanayi devrimi dönemini hatırlatan bir üretim patlamasıyla tarım ürünleri üretilmekte ve artan nüfus, üzerinde çok büyük Ģüphelerin bulunduğu bu 345 ürünlerle beslenmektedir. Aynı zamanda, et üretimi de yine benzeri bir fabrikasyon sistemi ile sürdürülmektedir (Bu konuda Food Inc. isimli film önemli bir belgesel niteliğindedir). Oysa üst gelir grupları, Ģüphesiz düĢük gelir gruplarının alım güçlerinin çok üstünde fiyatlarla satılan, doğal ve sağlıklı olduğu söylenen ―organik gıda‖ları satın alıp gönül rahatlığı ile tüketebilmektedir. Aslında bu durum Veblen‘in, önceki bölümlerde tartıĢılan, ―avam mal‖ analiziyle birebir örtüĢmektedir. Önceki bölümlerde de belirtildiği gibi, makineleĢme sonucunda seri olarak üretilen ürünler, ucuz oldukları ve herkes tarafından temin edilebildikleri için üst gelir gruplarının ilgisini çekmemektedir. Yukarıda da ifade edildiği gibi, dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu için açlık ve açlıktan ölme sorunu çözülmüĢ gibi görünmektedir. Oysa beslenme sorunu bütün hızıyla devam etmekte ve insan nüfusunun büyük bir çoğunluğu yetersiz ve dengesiz beslenme tehlikesiyle karĢı karĢıya bulunmaktadır. Tüketim kültürü bağlamında bireylerin tüketim güçleri, sosyal hiyerarĢideki yerlerini ve konumlarını belirlediğinden, beslenme alıĢkanlıkları ve bu alıĢkanlıkların yansımalarının sosyal statü ile de iliĢkilendirilebileceği ileri sürülebilir. SONUÇ Ġnsanlık tarihinin baĢlangıcından beri beslenme önemli bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir. Beslenme sorunun üstesinden gelebilmek için atılan adımlar da, beslenme sorunun tamamen ortadan kaldırılabilmesi için yeterli olmamıĢtır. 18. Yüzyılın ortalarında baĢlayan sanayi devriminin bütün dünyaya yayılması ve nüfusun da hızlı bir biçimde artıĢ göstermesi, dünya kaynaklarının bu artan nüfusu beslemekte yetersiz kalacağı korkusunu da gündeme getirmiĢtir. Bugün, açlık sorunun varlığını sürdürmekle birlikte, korkulduğu kadar büyük bir sorun olmadığı görülmekte, en azından konuyla ilgili kiĢiler tarafından bu Ģekilde ifade edilmektedir. Ancak yadsınamayacak bir gerçek, beslenme sorunun bütün hızıyla sürdüğü ve insanların besin maddelerine büyük bir çoğunlukla ulaĢabilmelerine rağmen, yine büyük bir çoğunluğunun yeterli ve dengeli beslenemediğidir. Dolayısıyla gıdaya ulaĢma sorununun çözümünde önemli geliĢmeler söz konusu olsa bile, gıdaların doğru ve yeterli beslenmeye yetip yetmediği bir soru iĢareti olarak varlığını sürdürmektedir. Özellikle beslenme ile kalori alımının yaygın olarak eĢ değer görünmesi, yetersiz beslenme sorununun açık bir Ģekilde anlaĢılmasını engellemektedir. Beslenme ve yeme alıĢkanlığı tarih ve zamana göre değiĢiklik göstermiĢtir. Ancak, toplumsal yapı içerisinde yüksek gelire sahip gruplar beslenme açısından daha avantajlı olmuĢlardır. Dolayısıyla sahip olunan statü, beslenme açısından da belirleyici olmaktadır. Tüketim toplumu ve tüketim kültürünün ortaya çıkması ve güçlenmesi, tüketim alıĢkanlıklarını da değiĢtirmiĢ ve statü kazanımlarını da etkilemiĢtir. Ancak ne olursa olsun statü farkları ve buna bağlı olarak beslenme farklılıkları da bundan etkilenmiĢtir. Tüketim toplumu ve içinde kök saldığı postmodernizm ile ilgili çalıĢmalarda birçok görüĢ ve kuram ortaya atılmıĢtır. Baudrillard tarafından ileri sürülen ―simülasyon‖ kuramı da bunlardan biridir. Baudrillard‘a göre gerçekten türetilen taklit, gerçeğin yerini almakta ve yeni bir gerçeklik ortaya çıkarmaktadır. Beslenme açısından da bu durumun böyle olduğu kabul edilebilir. Çünkü her ne kadar gıda üretimi ve tüketimi konusunda nicelik açısından önemli düzeyde ilerleme olsa da nitelik itibariyle önemli sorunlar bulunmaktadır. Doğal olmayan ve fabrika sistemi içerisinde teknolojinin de desteği ile büyük miktarlarda üretilen gıda maddeleri, karın doyurmanın ötesine geçememekte ancak gerçeğin taklitleri olduğu için insanların ―beslenmiĢ gibi‖ hissetmelerine neden olmaktadır. Bu tip gıdaların kendilerinin statüleri düĢük olduğu için, üst gelir grupları tarafından tercih edilmemekte, düĢük gelir grupları ise bu gıdaları tüketmeyi sürdürmektedir. Dolayısıyla statü ile beslenme arasında bir iliĢki olduğu ileri sürülebilir. KAYNAKÇA Appelrouth, S., Edles, L. D.(2008). Classical and Contemporary Sociological Theory, California: Pine Forge Press. Baudrillard, J.(2004).Tüketim Toplumu. (çev.).Hazal Deliceçaylı- Ferda Keskin, Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları. Bauman, Z.(1999). ÇalıĢma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar (çev. Ümit Öktem), Ġstanbul: Sarmal 346 Yayınevi. Beardsworth, A., Keil, T.(2011).Yemek Sosyolojisi. (çev.). Abdulbaki Dede, Ankara: Phoenix Yayınevi. Bocock, R.(2005). Tüketim (çev. Ġrem Kutluk), Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. Bozkurt, V.(2004). DeğiĢen Dünyada Sosyoloji: Temeller, Kavramlar, Kurumlar, Ġstanbul: Alfa Basım Yayım Dağıtım. Deaton, A., Dreze, J.(2010). ―Nutrition, Poverty and Calorie Fundamentalism: Response to Utsa Patnaik‖, iç. Economic & Political Weekly, Cilt: 45, No:14, s. 78-80. Golay, C.,Özden, M. t.y., ―The Right To Food‖, CETIM.(http://www.cetim.ch/en/documents/Br-alimA4-ang.pdf), (EriĢim Tarihi: 20 ġubat 2013). Günce, H.(2012). ―Bir Apaçinin Güncesi‖, Hürriyet Gazetesi Pazar Eki 18 Kasım 2012, (http://www.hurriyet.com.tr/pazar/21953426.asp) (EriĢim Tarihi: 10 Ağustos 2013). Gür, E. G.(2010). ―Dezenformasyona Uğratılan Bir Sosyal Hak Olarak Sağlık‖, iç. Sosyal Haklar Ulusal Sempozyumu II Bildiriler Kitabı 2010, (der. Mesut Gülmez, Nagihan Durusoy Öztepe, Nergis Mütevellioğlu, Oğuz Karadeniz, Handan KumaĢ), Ġstanbul: Petrol-ĠĢ Yayını, s. 299315. Human Population Dynamics, (http://www.learner.org/courses/envsci/ unit/text.php?unit=5&secNum=4), (EriĢim Tarihi: 11 Ağustos 2013). Kantzara, V.(2009). ―Status‖, iç. The Blackwell Encyclopedia of Sociology, (der. George Ritzer), 4. Bs., Malden: Blackwell Publishing, s.4757-4761. Malthus, T.(1998). An Essay on the Principle of Population, Electronic Scholarly Publishing Project, (http://esp.org), (EriĢim Tarihi: 05 Ağustos 2013). Metin, B.(2012). ―Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele‖, iç. Sosyal Politika, (der. Abdurrahman Ġlhan Oral, Yener ġiĢman), EskiĢehir: Anadolu Üniversitesi. Mintz, S. W.(1986). Sweetness and Power: The Place of Sugar in Modern History, Harmondsworth: Penguin Books. Omay, U.(2011). ―Yedek ĠĢgücü Ordusu Olarak Kadınlar‖, iç. ÇalıĢma ve Toplum, Cilt: 30, No: 3, s. 137-166. Omay, U.(2009).Emeğin Kültür ve Manipülasyon Teorisi. Ġstanbul: Beta Basım yayım Dağıtım. Özcan, B.(2007). ―Geç Kapitalist Tüketim Toplumunun Tüketici Kimliklerine Ev Sahipliği Yapan Meta Beden‖, iç. Journal of New World Sciences Academy, Cilt:2, No: 3, s. 217-238. Ryan, M. T.(2009). ―Consumption‖, iç. The Blackwell Encyclopedia of Sociology, (der. George Ritzer), 4. Bs., Malden: Blackwell Publishing, s.701-705. Samur, G.(2002). ―ĠĢçi ve ĠĢ Veriminin GeliĢtirilmesinde Beslenmenin Önemi‖, iç. Kamu-ĠĢ Hukuku ve Ġktisat Dergisi, Cilt: 7, No: 1, s. 39-45. Sennett, R.( 2002).Karakter Aşınması. (çev. BarıĢ Yıldırım), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları. Slattery , M.(2007).Sosyoloji‟de Temel Fikirler. (çev.). Cevdet Özdemir, (Ed. Ümit Tatlıcan; Gülhan Demiriz), Bursa: Sentez Yayıncılık. Stillman, T.(2009). ―McDonaldization‖, iç. The Blackwell Encyclopedia of Sociology, (der. George Ritzer), 4. Bs., Malden: Blackwell Publishing, s. 2689-2690.. Türk Gıda Kodeksi Et ve Et Ürünleri Tebliği, 2012/74, (http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/12/20121205-12.htm), (EriĢim Tarihi: 10 Mart 2013). Veblen, T.(2005). Aylak Sınıfın Teorisi (çev. Zeynep Gültekin, Cumhur Atay), Erzurum: Babil 347 Yayınları. Williams, R.(2005).Anahtar Sözcükler (çev. SavaĢ Kılıç), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları. World Hunger and Poverty Facts and Statistics (http://www.worldhunger.org/articles/Learn/world%20hunger%20facts%202002.htm), (EriĢim Tarihi: 10 Ağustos 2013). 2013, Yeterli ve Dengeli Beslenme Nedir? (http://www.beslenme.gov.tr/index.php?lang=tr&page=68), (EriĢim Tarihi: 05 Ağustos 2013). 348 TIBBĠ SOSYAL KONTROL: ġĠġMANLIĞIN TIBBĠLEġMESĠ BAĞLAMINDA BEDENLERĠN DENETĠMĠ Meral TĠMURTURKAN1 ÖZET Modern dönemle baĢlayan sekülerlik, özgürlük, rasyonellik ve bilimsellik tartıĢmaları, bireylerin gündelik hayatı ve bedenleri üzerinde yeni söylemlerin ve yeni politikaların oluĢmasına neden olan önemli geliĢmelerdir. Beden artık dinin buyruklarına uyan, onun etkisiyle Ģekillenen bir nesne olmaktan uzaklaĢmıĢ, modernliğin buyruklarına uyan bir projeye dönüĢmüĢtür. Bu kusursuzluk iddiası taĢıyan ve beden üzerinde ticari, politik ve toplumsal kaygılar doğrultusunda müdahale gerektiren bir projedir. Ġnsan hayatını kusursuz süreçlerden oluĢturmak, ölümü, hastalığı, sağlığı denetim altına almak önemli uğraĢ olmakta, bu ise tıbbi bilgi ve onun aracılığıyla oluĢturulan sağlık söylemi ile gerçekleĢmektedir. ÇalıĢmanın amacı tıbbi bilginin sahip olduğu güç ve gücün beraberinde getirdiği iktidar iliĢkisini gündelik hayatın tıbbileĢtirilmesi bağlamında tartıĢmaya açmak ve bedenlerimizin sağlık söylemi etrafında hem denetsel hem de ticari bir iliĢki ağına nasıl girdiğini ĢiĢmanlığın tıbbileĢtirilmesi bağlamında analiz etmektir. Bu amaç doğrultusunda, alanında önemli otoriteye ve popülariteye sahip olan Prof. Dr. Osman Müftüoğlu‘nun 2012 yılı boyunca Hürriyet gazetesindeki sağlık köĢesi analiz edilmiĢtir. Anahtar Kelimeler: Beden, sağlık söylemi, tıbbileştirme, iktidar, şişmanlığın tıbbileşmesi ABSTRACT The arguments of secularity, freedom, rationality and being scientific introduced by modern era are the significant occurrences that lead to the new discourses and politics on the everyday life and the body of individuals. The body has turned being an existence which complies with and takes its shape through religious knowledge into a project that obeys the prescription of modernity. This is a project that brings the claim of perfection of the body and requires an intervention in terms of economic, politic and social concerns. To constitute perfect processes of human life, to take mortality, health, and illness under control gain become crucial, and this occurs by means of the health discourse created through medical knowledge. The aim of this study is to argue the potency of medical knowledge and the power relations accompanied by that potency in the context of medicalization of everyday life and further to analyze how our bodies are being incorporated into the relations of both commercial and discipline with regard to medicalization of fatness. For that purpose, health column of Prof. Dr. Osman Müftüoğlu, who has an authority and popularity on his field, on Hurriyet newspaper through 2012 was analyzed. Keywords: Body, health discourse, medicalization, power, medicalization of fatness GĠRĠġ Modern tıbbın geliĢmesine paralel olarak hastalık temel uğraĢ alanı haline getirilerek bireylerin gündelik hayatları ve bedensel pratikleri tıbbın kontrolü altına sokulmuĢtur. Hastalıkları iyileĢtirme ve kontrol altın alma çabasıyla pratik ve kurumsal bir zemine yerleĢen tıp, daha sonra sağlıklı bireyleri de kendi denetimi altına sokarak kontrol alanını geniĢletmeye baĢlatmıĢtır. Bu yüzden günümüzde ortaya atılan tıbbileĢtirme kavramı, tıbbın geniĢleyen sosyal kontrol alanına göndermede bulunan bir kavramdır. Temel yaĢamsal süreçlerin tıbbi bakıĢ açısıyla açıklanması, denetlenmesi, hastalık olmayan süreçlerin hastalık olarak tanımlanması tıbbileĢtirme içinde tartıĢılan konulardandır. Sadece hastalık tanımlarının ve kategorilerinin geniĢletilmesi olarak tanımlanmayan tıbbileĢtirme aynı zamanda, artan tıbbi söylemin yaĢamın her alanını kuĢatmasına da göndermede bulunur. Özellikle son dönemlerde artan sağlık söylemi bunlardan sadece birisidir. Tıbbi söylem içinde ―sağlık söylemi‖ gündelik hayatın 1 ArĢ. Görv., Akdeniz Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected] 349 ritmini belirleyen, beslenmeden, tüm gündelik faaliyetleri düzenleyen, iktidar yapılarına önemli bir dayanak sağlayan bir söylemdir. Bu söylem tüketim kültürü içinde yaratılacak yeni ekonomik pazarlar ve bedenler üzerinde yürütülecek politikalar için önemlidir. Çünkü tıbbileĢtirmenin ticari değeri ve politik gücü dikkate alındığında, sağlığa iliĢkin oluĢturulan her söylemin, yapılan her eylemin çeĢitli iktidar yapıları için önemli bir dayanak sağladığı söylenebilir. Özellikle bireylerin özgürlüğü ve yaĢam kalitesi üzerinde söylemini oluĢturan bu yeni iktidar tipi, baskı ve zorlama içermeden bireylerin rızasına dayanarak kurallarını uygulamaktadır. Foucault‘nun çalıĢmalarının da odağını oluĢturan bu iktidar iliĢkilerindeki değiĢim; tıbbın toplumda sahip olduğu gücü ve gündelik hayatı tibbileĢtirilmesini sağlayan süreçlerin neler olduğunu anlamakta da etkili bir yoldur. Çünkü bu yeni iktidar tipi ―Bireylerin kendi bedenleri ve ruhları, düşünceleri, hareket tarzları ve varoluş biçimleri üzerinde, kendi imkânları ya da başkalarının yardımıyla bir dizi operasyon yapmalarını ve böylece belirli bir mutluluk, arınmışlık, bilgelik, kusursuzluk ya da ölümsüzlük haline ulaşmak için kendilerini dönüştürmeyi” sağlayan bir iktidar tipidir (Foucault, 2003: 36). Tıp, bireylerin yaĢam kalitesi üzerinden hem pratik, hem de söylemsel olarak meĢru bir güç sağlamaktadır. Modernizmle baĢlayan kusursuz bir beden yaratma projesi, öte yandan bu kusursuz beden projesinin tüketim kültüründe önemli bir pazara sahip olması ve iktidarların hem ekonomik hem de politik olarak bu durumdan pay çıkarması bu sürecin önemli bir nedeni olarak gösterilebilir. Bu ise sağlık ve form eksenin de bedenin denetimini ve ĢiĢmanlığın önemli bir tıbbi problem olarak görülmeye baĢlamasını sağlamaktadır. Medya ve sağlık endüstrisi iĢbirliği ile oluĢan bu süreçte, tıp uzmanları da önemli bir güç kaynağı olarak rol üstlenmektedir. Özellikle popüler tıp uzmanları medya aracılığıyla, sürekli sağlığımıza iliĢkin saptamalarda ve önerilerde bulunarak bu sürecin bir parçası haline gelmektedir. Sahip oldukları uzmanlık alanı ve popülarite onları alanında danıĢılacak ―yegane‖ kiĢiliklere dönüĢtürerek, verilen bilgilerin ve önerilerin doğruluğunu tartıĢmasız bireyler tarafından doğru kabul edilmesini sağlamaktadır. Bedenin ekonomi politiğinin önemini fark eden iktidar odakları, toplumsal, ticari ve politik amaçlar doğrultusunda onun üzerinde tahakküm geliĢtirme imkânı bulmuĢtur. Bireylerin temel yaĢamsal süreçleri üzerinde iĢleyen bu iktidar anlayıĢı, aktif rızaya dayanarak hem bireylerin kendi bedenini düzenleme, hem de baĢkalarının yardımıyla onu değiĢtirme, dönüĢtürme imkânı tanımıĢtır. Söz konusu çalıĢma içinde tartıĢılan tıbbileĢtirme olgusu da; tıbbın bir iktidar kaynağı olarak, tıbbi ideolojiyi toplumsal yaĢamın her alanına nasıl yaydığı ve bu ideolojinin Gramsci‘nin hegemonya kavramında olduğu gibi aktif rızaya dayanarak nasıl iĢlediği ile yakından iliĢkilidir. Beden projesi olarak adlandırılabilecek bu süreç, bedenlerin hem tüketimin ekonomik mantığı, hem de biyo-siyasetin nüfus politikalarının bir parçası haline nasıl geldiğinin de iĢaretidir. TIBBĠ SOSYAL KONTROL VE YAġAMIN TIBBĠLEġTĠRĠLMESĠ 19. yüzyılda modern tıbbi bilginin geliĢmesiyle birlikte beden, benliğin sahip olduğu bir nesneye dönüĢtürülerek tıbbileĢtirilen beden kavramı ortaya atıldı (Marglin, 2008: 67). TıbbileĢtirilen beden kavramı, modernizm ve aydınlanmanın temel paradigması olan akıl ve bilimsel bilgi ile her türlü bilinmezliğin bilinebilir kılınacağı ve denetlenebilir, kontrol altına alınabilir bir doğa anlayıĢı düĢüncesine dayanır. NesneleĢtirilen, kontrol altına alınan doğayla eĢ tutulan beden, tıbbi bilginin yardımıyla denetime açık hale gelmekte, disiplin altına alınmaya çalıĢılmaktadır. Bu süreçte beden ―hem zihnin uygun şekilde eğitilmesiyle disipline edilip denetlenecek, hem de bilimsel bilginin kullanılmasıyla bilinecek bir nesne haline geldi‖ (Marglin, 2008: 68). Araçsal rasyonalite ile birlikte doğaya ait her türlü gizemin çözüleceği düĢüncesive doğa üzerinde geliĢtirilen tahakküm iliĢkisi, tıbbi bilgi yardımıyla beden üzerinde kurulmaya baĢlanmıĢtır. Çünkü beden uzun bir tarihsel rasyonelleĢme ve standartlaĢma sürecinden geçmektedir (Turner, 2011: 244). Bedenin rasyonelleĢme ve standartlaĢma sürecinde tıbbi bilginin gücü ve rolü yadsınamaz. Modern tıbbın ortaya çıkıĢı, kliniğin geliĢmesi ve tıbbi bilginin hastaneye taĢınması Foucault‘nun “tıbbi gaze” (tetkik) adını verdiği sürecin oluĢmasını sağlayan geliĢmelerdir (Turner, 2011: 244). Bu durum, hem kurumsal düzeyde yani devletin yerel ve ulusal kurumlarının, hem de farklı iktidar mekanizmalarının, tıbbi bilginin yardımıyla bedenin kontrolünü sağlamasını ve onun üzerinde bir dizi müdahale gerektiren bir sürecin ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Tıbbi söylem yardımıyla beden biyo- politik 350 sürecin parçası haline gelir ve böylece yaĢamın tıbbileĢtirilmesi sağlanır. Bu ise ―modernleşme ile yaşanan sosyal kontrol nitelik ve mekanizmalarının değişimi, tıbbın sosyal kontrol araçları arasına katıldığına işaret etmektedir”(Yavuz, 2010: 411). Turner'a göre (2011: 29) tıbbi söylemin tarihsel arka planında tıbbın sosyal kontrol özelliği yatmakta; beden tıbbi klinik ve anatomi sahnesi aracılığıyla merkezi konumdan uzaklaĢtırılan ve yerel düzeyde iĢleyen mikro politikanın bir parçası haline gelmektedir. Bu süreç hem Focault‘nun Panoptik gözetim sürecine, hem de biyo-iktidara göndermede bulunur (Foucault, 2006; Conrad, 1992). Bireyler baskı rejimine dayanan bir disiplin stratejisi içine girmezler, rıza esasına dayanan ve görünmez bir iktidar ağına girerler. Tıbbın panoptik sürecin bir parçası haline gelmesi 19. Yüzyılda kurumsal olarak tıbbi bilginin geliĢmesi ve tıbbın kurumsal resmi kayıt esasına dayanan hastane ortamına girmesiyle yakından iliĢkilidir (Foucault: 2002). Beden sadece, modern bürokratik toplumun özelliği olan ayrıntılı“kayıt ve dosyalama‖ (Weber, 1986: 193) esasına dayanarak gözetlenmez, aynı zamanda mikro-iktidar sürecinin bir parçası olarak da gözetim iliĢkisi içine girer. Bu mikro-politikalar toplum içinde çok farklı güç odakları, aktörler ve çeĢitli uzmanlar tarafından yürütülür. Tıp hem medikal hem de sosyal kontrolü sağlayarak bu politikaların bir parçası olur. Tıbbi söylemin nasıl kurumsal bir düzeyin dıĢına çıktığı ve gündelik hayatın ritmini belirleyen mikro politikanın bir parçası haline geldiği önemli bir tartıĢma konusudur. Tıbbi söylem bize gündelik hayat içinde nasıl beslenmemiz gerektiği, stresten kaçınmamız, cinselliğimizi toplumsal normların gereklerine uygun olarak yaĢamamız gerektiği konusunda telkinlerde bulunarak bu politikaları yürütür (Turner: 2011: 244). Örneğin dengeli beslenmenin önemli olduğu, sigara içmenin kansere yol açtığı, fazla kilolu olmanın kanser riskini arttırdığı, düzenli egzersizin sağlık için önemli olduğu, diĢlerin düzenli olarak fırçalanması gerektiği gibi pek çok öneri ve bilgi içeriği tıbbi söylem yardımıyla sosyal kontrolün sağlanmaya çalıĢılmasının bir parçasıdır (Conrad, Schneider, 1992: 242). ―Genetik mirasımızda diyabetin, tansiyon yüksekliğinin olması, birinci dereceden akrabalarımızda şeker, hipertansiyona yakalanmış olmaları genetik geçiş yoluyla bizim de şeker hastalığı veya hipertansiyona yakalanmamıza zemin hazırlayabilir. Ama bu mirası kabul edip etmemek, hatta mirası reddetmek bizim elimizde. Bunun yolu da modern tıp biliminin bize sağladığı verileri, bilgi ve tavsiyeleri akıllıca kullanmaktan geçiyor. Aynı durum şişmanlık, romatizmal hastalıklar, bellek bozuklukları-bunama hatta kanserler için de söz konusu…”(Müftüoğlu, 11.05.2012). Sağlığımızın kendi elimizde olduğu ve özellikle tıbbi tavsiyelere uyulduğu sürece, hastalık riskini en az indirgeneceği, uzman görüĢü ile desteklenmektedir. Tıbbın sosyal kontrol özelliği ve tıbbi söylemin her geçen gün toplumsal yaĢamın her alanını kuĢatmaya baĢlaması beraberinde yeni tartıĢmaları getirmiĢtir. Conrad (1992, 2007), Zola (1972), Ġllich (1995) ―tıbbileĢtirme‖ kavramını ortaya atarak tıbbın artan gücünü ve sosyal kontrol özelliğini tartıĢmaya açmıĢtır. Çünkü ―tıp bireysel ve toplumsal ölçekte, yeni normların tanımlanmasında ve bu normların varlığını mümkün kılan düşünme biçimlerinin oluşturulmasında, bireyin kendi bedeni ile ilişkisinden kişiler arası ilişkilere kadar geniş bir alanda, bir toplumsal kontrol mekanizması olarak kendini gösterir”(Erbaydar, 2001: 53-54). TıbbileĢtirme kavram olarak 1970‘lerden sonra sosyal bilimler literatürüne girerek gündemdeki yerini almıĢtır. Conrad tıbbileĢtirmeyi tıbbi olmayan problemlerin tıbbın alanına sokularak, hastalıklar ve bozukluklar üzerinden tanımlanması olarak ifade etmiĢtir (Conrad, 1992: 209-210). Zola (1972) ise tıbbileĢtirme kavramını tıbbın artan gücü ve bu gücün insan yaĢamını her geçen gün daha fazla kontrol altında tutmasıyla açıklamaktadır. “Medikalizasyon kavramı, bedenler ve gündelik deneyimler üzerinde tıp yolu ile kontrol tesis edilmesine ilişkin çağrışımlarla yüklüdür” (Cindioğlu, Cengiz, 2010: 53). TıbbileĢtirme bir tür sapkın olanın yeniden tanımlanması ve tıbbi dille normalleĢtirilip tıbbın denetimi altına sokulması ile de ilgilidir (Gabe, Bury, Elston, 2004: 59). TıbbileĢtirme her ne kadar sapkın olanın tanımlanması ve normal yaĢam olayları ile birlikte ortaya çıksa da, toplumun bütün kesimini etkisi altına alarak iyileĢtirmeye çalıĢır. Örneğin tıbbileĢtirme bir yandan; alkolizm, ruhsal bozukluklar, yeme bozuklukları, cinsel ve toplumsal cinsiyet farklılıkları, cinsel fonksiyon bozuklukları, öğrenme güçlüğü, çocuk ve cinsel istismar gibi sapkın olanı içerirken, öte yandan toplumda ahlak, günah suç olarak algılananı da kendi denetimi altın alır, hastalık olarak tanımlar. Normal yaĢam süreçleri olan adet öncesi duygusal durum değiĢimi, doğum, menopoz, yaĢlanma, kısırlık, yaĢlılık ve ölüm gibi durumlar bu sürecin bir parçasıdır (Conrad, 2007: 6, Conrad, 351 Mackie, Mehrotra, 2010: 1943). Kadın bedeninin tıbbileĢtirilmesi, özellikle kadınların adet süreci, gebelik, doğum, menopoz gibi biyolojik süreçlerin tıbbileĢtirilmesi, en çok tıbbileĢtirilen beden içinde tartıĢılan konulardır. Bu biyolojik yaĢam süreçlerinde deneyimlenen kimi olaylar hastalık olarak kodlanarak, tıbbın denetimi altına sokulur. Özellikle PMT ya da PMD (premenstrual tension ya da premenstrual syndrome: âdet öncesi gerginlik ya da âdet öncesi sendromu) olaraktanımlanarak ve birer hastalık olarak sunularak, tıbbi faaliyetlerden ve ilaçlardan kadınların faydalanması sağlanır (Savran, 2010: 27). Kadınların artan uzun ömürle birlikte bir çok sağlık sorunuyla karĢı karĢıya kaldıkları, bu yüzden tıbbi tedavilere daha çok gerek duydukları da ifade edilmektedir. ―Özetle, kadınlarımızda 3040 yıl önceye oranla hipertansiyon, şeker hastalığı, kilo fazlalığı/obezite, kalp krizleri, felç, yani damar sağlığına ilişkin sağlık problemlerine daha sık rastlıyoruz” (Müftüoğlu, 11.03.2012). Kadınların hastalıklara ve bağımlılıklara olan yatkınlıkları üzerinden söylemler oluĢturulmakta, tıbbileĢtirme cinsiyetçi bir bakıĢ açısıyla da gerçekleĢtirilmektedir. ―Kadınlarımızda kalp damar hastalıkları eskiye oranla daha fazla, hipertansiyonun sıklığı da hızla artıyor. Kilo sorunu/obezite tehdidi de en çok kadınları ilgilendiriyor. Sigarayı bırakma konusunda en çok direnenler de kadınlar. Önemli bir sorun da hareketsizlik; yani fiziksel aktivitenin azalması. Listeye alkol kullanımının yaygınlaşmasını yani “alkol tehdidini de eklemeliyiz”(Müftüoğlu, 11.03.2012). Kadınların modern dönemin teknolojik nimetlerinden yararlandıkça hastalanma ve dolaysıyla tıbbi tedavilerden daha çok faydalandığı görüĢü de uzman görüĢünde yer almaktadır. ―Bazılarınızın “Hocam, olur mu öyle şey. Şimdiki kadınlar daha hareketli. Eskiden annelerimiz, ninelerimiz, spor salonlarında egzersiz mi yapıyordu Allah aşkına!” diyeceğini biliyorum. Ama annelerinizin, hele hele ninelerinizin çamaşırlarını elleriyle yıkadığını, en azından merdaneli makine kullandığını, bulaşık makinelerini hiç görmediklerini, elektrik süpürgeleriyle ömürlerinin son yıllarında belki tanıştığını, bahçelerinde sebze-meyve yetiştirip her gün değilse bile sık sık ellerinde file çarşı pazar dolaştığını, köyde kasabada yaşayanlarınsa, tarlada, bahçede gün boyu çalıştığını, kısacası hayatın doğal akışı içinde zaten aktif biçimde yaşadığını hatırlatmak isterim”(11.03.2012). TıbbileĢtirme sadece cinsiyetçi bir yaklaĢımla sürmez aynı zamanda normal yaĢam döngüsü içinde belli durumlar ve sorunlar tedavi edilebilir bir hastalık olarak ilan edilerek, bireyler üzerinde bir kontrol sağlanmakta, kazanç elde edilmektedir. Örneğin tıbbileĢtirme baĢlığı altında en çok tartıĢılan konulardan biri de kolesterolün hastalık olup olmadığı ile ilgilidir. Bu konuya eleĢtirel bakanlar yüksek kolesterolün ciddi bir hastalık gibi sunulması ve yapılacak müdahalenin özellikle de ilaç tedavilerinin gerekli görülmesinin ardında ilaç firmalarının pazarlama oyunları yattığı yönündedir. Hatta kolesterolün değil, kolesterolü düĢürücü ilaçların hafıza zayıflığı, kas güçsüzlüğü, bacak ağrısı, iktidarsızlık ya da kansere neden olabildiği tartıĢılmaktadır. Ġlaç firmalarının pazarlama stratejileri, tüm dünyada kolesterol fobisinin oluĢmasına neden olarak, onu bir hastalık olarak ilan etmiĢtir (Ravnskov, 2012; DurmuĢ; 2009; Küçükusta, 2011). Örneklerde de olduğu gibi önemli bir güce ve otoriteye sahip doktorların söylemleri de, değiĢen hastalık tanımlamalarına ve sağlığın sınırlarının nasıl çizileceğine katkıda bulunmaktadır. Çünkü hastalığın sınırları geniĢ tutulmaya baĢlandıkça tıbbi bilgi yaĢamın heralanını kuĢatmakta ve önemli bir iktidar kaynağına dönüĢmektedir. “Anlatmak istediğim şey şu: Sağlıkla hastalık arasındaki “gri alan”da çok sayıda problem, sorun, can sıkıcı, üzücü şikâyetler vardır: Yorgunluk, el-ayak uyuşmaları, tekrarlayan sivilceler, kaşıntılar, saç, tırnak sorunları, hazımsızlık, gaz, şişkinlik gibi sindirim sitemi problemleri, gezici eklem kas ağrıları, çarpıntılar, tansiyon atakları, yeme bozuklukları bu “gri alan” sorunlarından sadece bazılarıdır. Bunlara onlarcası eklenebilir”(Müftüoğlu, 30.03.2012). Bireyler artık giderek tüm yaĢamsal faaliyetlerini tıbbi profesyonellerin eline bırakarak, onlara aynı zamanda tüm bunları değiĢtirme dönüĢtürme, kontrol altında tutma hakkını da vermiĢtir. Illich‘e (2002: 144) göre yaĢamımız tıbbileĢtirilerek tıbbi gücün bilgisi ve denetimi altına girmiĢtir. Bu süreçte sağlığımızla ilgili her Ģey kiĢisel olmaktan çıkmıĢ teknik bir problem haline dönüĢmüĢ, bu durum ise tıptaki profesyonellerin egemenliğinin etkisinin salgın boyutlara ulaĢmasına neden olmuĢtur. Illich buna “İatrojenez” diyerek, salgının boyutunun analizini yapmaya çalıĢır (Illich, 1995: 11). Illich‘e göre gündelik hayatımızın her yönü tıbbi profesyonellerin gücü ve bilgisi ile düzenlenir, kontrol edilir olmuĢtur. Çünkü tıp; sanayi toplumunda bir dönüĢümü amaçlayan politik hareketin ilk hedefi olma potansiyeline sahiptir. Illich tıbbın, pragmatisttik yönünün aksine sağlığa yönelik bir tehdit oluĢturduğunu da iddia eder. Tıbbın müdahalesinden kaynaklanan depresyon, enfeksiyon, sakatlık, uzuvların görevini yapamaması gibi rahatsızlıklar buna örnek olarak 352 verilebilir. Çünkü artık hasta olanlar kadar olmayanlar da tıbba bağımlı hale gelmiĢ, sağlık, bir metaya dönüĢmüĢtür (Uğurluoğlu, 2003).“Modern tıp “bedeni ve ruhu” da, “insanı ve yaşadığı çevreyi” de bir bütün olarak düşünüp kabul etmek, “hastalık” olarak kategorize edemediği gri alanda kalan sağlık problemlerini de “sağlık sorunu” olarak değerlendirip iyileştirici çözümler üretmek zorundadır”(Müftüoğlu, 30.03.2012). Örnekte de olduğu gibi tıbbın etki ve kontrol alanı geniĢletilmek istenmektedir. Bu ise bireylere kaliteli ve hastalıktan uzak bir yaĢam sunma söylemi ile gerçekleĢmektedir. TıbbileĢtirme baĢlığı altında tartıĢılan konulardan biri de tıbbileĢtirmenin nedenleridir. tıbbileĢtirmenin sosyal demografik ve politik öncüleri arasında, tıbbi sömürü, teknolojik ilerlemeler, kültürel tercihler, koruyucu tıp, yaĢlanan nüfus, ilaç endüstrisindeki geliĢmeler, yeni pazar yaratma stratejileri, sponsor araĢtırmaları, kitle iletiĢim araçlarının tıbbi bilgi akıĢı sağlaması gibi nedenler sıralanabilir ( Brennan; Eagle; Rice, 2010: 10). Bamforth‘a göre (2004: xxvii) "Batı Toplumu sağlığına kavuştukça, tıbbın nimetlerinden daha fazla yararlanmak istiyordu". Bu ise tıbbın gücünün ve kullanım alanının geniĢlemesine neden olmaktadır. Modern tıp hastalıkları iyileĢtirmeden, hastalıkları gelmeden önleme, sağlıklı bir bedene sahip olmanın koĢullarını sağlama amacına doğru bir değiĢim yaĢamıĢtır. DAHA önce yazdığım bir düşüncemi, müsaade ederseniz bugün bir kez daha yinelemek istiyorum: Geleceğin tıbbı “3P Formülü”nde gizlidir. Geleceğin tıbbı “Predictive/Öngörücü”, “Preventive/Koruyucu” ve “Personal/Kişiye özel” olmaktadır. Modern tıp eğer bu yaklaşımı başarabilirse “Dün nasıldınız, bugün nasılsınız?” sorularına yeni bir soru daha ilave etme şansı olacaktır: “Yarın nasılsınız?”. Ve işte o zaman gerçekten başarılı olacak, ömrümüze ömür katacak ama ömrümüze ömür katmaktan ziyade daha güzel, daha keyifli, daha huzurlu yaşamamıza yardımcı olacaktır (Müftüoğlu, 30.01.2012) Gündelik hayatın kim tarafından tıbbileĢtirildiği de bir tartıĢma alanıdır. Foucault'un günümüzde mikro iktidara yaptığı vurgu, iktidarın görünmez yapısı ve iktidar yapılarının çokluğu bu tartıĢma içinde ele alınabilir. Sezgin'e göre (2011: 57) Batı toplumlarında tıbbın sosyal kontrol özelliği geniĢlemektedir. Bu durum tıbbileĢtirmenin görünmez ve dolaylı yoldan gerçekleĢtirilebilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu kontrol, gündelik yaĢamın tüm alanlarına kolaylıkla sızmakta, bu alanlar ve tıp arasındaki bağı sağlayarak geniĢlemektedir. Alanlar arası içi içe geçiĢ ise; ilaç, tıbbi teknoloji, kozmetik ve diğer farklı endüstri ve sektörleri beslemekte ve güçlendirmektedir. Söz konusu tıbbileĢtirmenin aynı zamanda ilaç Ģirketlerinin pazarlarını daha çok geniĢletmek için baĢvurdukları yeni bir yöntem olduğu da söylenebilir. Bauman‘a göre hastalıkları iyileĢtirecek yeni ilaçlar geliĢtirecekleri yere, yeni hastalıklar türeterek onlara uygun ilaçlar pazara sürülmektedir. Bunun ise tüketim piyasasının bir sonucu olduğunu söyleyen ve eleĢtiren Bauman‘a göre (2011: 82) günümüzde yeni üretilecek malların arzı talebe göre Ģekillenmemekte, tam tersi mevcut üretilen mallara göre ihtiyaçlar yaratarak, tüketim o yöne teĢvik edilmektedir. Hepimizin normal yaĢam sürecinin bir parçası olarak ortaya çıkan kimi rahatsızlıklar; mide ekĢimesi, utangaçlık, adet öncesi gerginlik gibi durumlar hastalık olarak ilan edilip, tıbbi olarak adlandırılarak insanda kaygı uyandıran birer hastalığa dönüĢtürülmektedir. Örneğin mide ekĢimesi gasro-özofajiyal reflü, örneğin utangaçlık durumu ise ‗sosyal anksiyete bozukluğu‘ olarak adlandırılarak acil tıbbi yardımı gerektiren birer duruma dönüĢmüĢtür. SAĞLIK-GÖRÜNÜM ĠLĠġKĠSĠ ETRAFINDA BEDENĠN DENETĠMĠ: ġĠġMANLIĞIN TIBBĠLEġMESĠ ġiĢmanlığın, özellikle tüketim kültürü içinde önemli bir soruna dönüĢmesinde hem sağlık hem de estetik kaygıların bir arada olmasının etkisi büyüktür. Özellikle yeni beden imajları (formda olan, genç, zinde, pürüzsüz) ĢiĢmanlığın hem estetik hem de sağlık normları etrafında değerlendirilmesine neden olur. Çünkü bedensel formlara ve özell kle Ģ Ģmanlığa l Ģk n algıların değ Ģmes 20. Yüzyıl sanay toplumu le ortaya çıkan b r durumdur. Bedensel görünüme l Ģk n değ Ģen algılar ve özell kle Ģ Ģmanlığın tıbb leĢt r lmes , kültürel ve toplumsal olarak bedensel formların nasıl nĢa ed ld ğ n de göster r. Örneğ n, yemeğ n kıt olduğu b rçok dönemde ĢiĢmanlık yüksek statünün göstergesi olarak 353 kabul edilirken, zayıflık ise, hastalığın ve düĢük statünün göstergesi olarak kabul edilmiĢtir. 20. Yüzyılın baĢlarına kadar gerek Avrupa gerekse Amerika toplumlarında özellikle kadınlarınzayıflamak yerine kilo almaya çabaladıkları görülmektedir (Saguy; Gruys, 2010: 233). Zenginliğin ve refahın sembolü olan ĢiĢmanlık artık günümüzde kontrolsüzlüğün, tembelliğin, iradesizliğin bir ifadesi olarak karĢımıza çıkmaktır (Grogan, 1999: 6, Pedersan, 2010: 7). Bu ise ĢiĢmanlığın birçok açıdan ele alınarak gerek tıbbi gerekse ticari söylemlerle nasıl yeniden üretildiğini degöstermektedir. ġiĢmanlığın tıbbileĢtirilmesinin en önemli göstergesi, ĢiĢmanlığın tıbbi kavramlar yoluyla tanımlanması ve çeĢitli yollarla hesaplanması olarak kabul edilebilir. ġiĢmanlık ve onun kategorilerinin tanımlanmasında; kilonun, boyun karesine oranlaması (kg/m2) yoluyla elde dilen vücut kitle indeksi kullanılarak yapılır. Bu hesaplamanın sonucunda eriĢkinlerde vücut kitle indeksi 25‘in üzerinde olanlar fazla kilolu, 30‘un üzerinde olanlar ise obez olarak tanımlanır (Caballer, 2007: 2, Babaoğlu; Hatun, 2002: 8). Bunun yanı sıra bel çevresi ve bel kalça oranı da buna eklenerek, ĢiĢmanlığın kategorileri geniĢletilmiĢtir. Bel çevresi kadınlarda 80‘den, Erkeklerde ise 94‘den büyükse kilolu, Kadınlarda 88‘den büyük, erkeklerde ise 102‘den büyükse obez kabul edilmektedir. Bel kalça oranında ise; Erkek >1.0, kadın>0,8 olması durumunda kiloya bağlı sağlık sorunlarının olma riskinin artığı da bildirilmektedir (Müftüoğlu, 20.11.2012). Obezite ĢiĢmanlığın en üst ve en önemli kategorisi olarak kabul edilir ve neden olduğu hastalıklar bağlamında risk faktörleri oluĢturduğu için tıbbileĢtirilmez, kendisi baĢlı baĢına bir hastalık olarak ele alınır (Conrad, 2007: 119). Obezitenin bir hastalık olarak ele alınması uluslararası düzeyde politik süreçlerin konusu olmasına da neden olmaktadır. ġiĢmanlık ve obezitenin ilk olarak Dünya sağlık örgütü tarafından 1977 yılında yayınlanan b ld r s yle nsanlığın sağlığını olumsuz yönde etk led ğ ç n b r sorun olarak tanımlandığı görülmekted r (Ertin, 2010: 15). Özellikle obezite epidemisinden bahsedilmesi bunun en önemli göstergesidir ( Wright, 2009: 2, Ertin, 2010: 15, Gedik, 2003: 1). Obezite bir yandan epidemik bir hastalık olarak tanımlanırken, öte yandan ĢiĢmanlık sınırları da muğlaklaĢmaya baĢlar. Fazla kilolu kiĢiler bir risk faktörü olarak görülmeye ve hasta olarak ilan edilmeye baĢlanır. Örneğin ĢiĢmanlığın en üst aĢaması olarak kabul edilen ―morbid obezite‖ cerrahi müdahale gerektiren bir hastalık olarak ele alınırken, tıbbileĢtirme ile birlikte fazla kilolu ve obez kategorisine giren kiĢiler de birer hasta olarak kabul edilir (Blackburn, 2011: 890). “Fazla kilolu olmak bir sağlık sorunudur, obezite düzeyine ulaştığındaysa bir “hastalık” haline gelir. Kilo sorunu düzeyi ne olursa olsun daha en başından beri dikkatle izlenmelidir”(Müftüoğlu,20.08.2012). ġiĢmanlığın tıbbileĢtirilmesinin ardında gösterilen en önemli etken, ĢiĢmanlıkla beraber gelecek hastalıkların sayısı ve önemidir. ġiĢmanlıkla birlikte vücutta biriken yağ miktarı ve dağılımının birçok hastalığa neden olduğu ve kiĢilerin sağlığını olumsuz yönde etkilediği tartıĢılmaktadır. Özellikle kalp damar hastalıkları, hipertansiyon, meme, prostat, kolon, endometriyum gibi pek çok kanser türleri, tip II diyabet, osteoartrit, safra kesesi hastalıkları, solunum sitemi ile ilgili pek çok hastalığın ĢiĢmanlıkla iliĢkili olarak artıĢ gösterdiği söylenmektedir (Aslan; Atilla, 2010: 169, WHO, 2004). “Fazla kilo ve obezite, her 4 kişiden birinin „belası‟. Ve bu durum, başta şeker hastalığı, hipertansiyondan damar sertliğine, romatizmadan kansere birçok hastalığın da ana sebebi. Bu nedenle, fazla kilo ve obezite konusunda hepimizin uyanık olması gerekiyor. Çünkü ne bedenimiz ne ruhumuz aşırı yağlanmaya direnemiyor, yaş ellileri geçti mi isyan bayrağını çekiveriyor!” (Müftüoğlu, 19.11.2012). ġiĢmanlık söylemsel olarak sadece sebep olduğu hastalıklarla birlikte anılmaz baĢlı baĢına bir hastalık olarak kabul edilir. ―ŞİŞMANLIK genetik ve çevresel etkileşimleri olan, yalnızca irade yetersizliği ile açıklanamayacak kadar ciddi, oldukça karmaşık ve kronik bir hastalıktır…” “Hastalığın kalbi, solunum sistemini, kas, kemik ve eklemleri, deriyi, böbreği, karaciğeri, hormonal sistemi ve psikolojiyi derinden etkilediği unutulmamalıdır” (Müftüoğlu, 19.11.2012). Bu ise ĢiĢmanlığın doğrudan tıbbın konusuna dâhil edilmesine ve tıbbın ĢiĢmanlık üzerinde sosyal kontrol geliĢtirilmesine neden olmaktadır. Tıbbın ĢiĢmanlığa iliĢkin artan kontrolünü, medyada yer alan uzmanların konuyu iĢleme sıklığı ve ele alıĢ tarzı da kanıtlamaktadır. “Ve yaşadığımız erişkin tipi diyabet patlamasının, hipertansiyon fazlalığının, karaciğer yağlanması yaygınlığının ve daha pek çok sağlık sorununun (gut hastalığı, bazı kanserler, safra kesesi taşları, romatizmal sorunlar) arkasında da aynı sorun vardır: İnsülin direnci, fazla kiloluluk/göbeklenme/obezite! (Müftüoğlu, 09.01.2012)‖. Örneğin Türkiye‘de birçok rahatsızlığın artmasında giderek artan ĢiĢman sayısı gösterilmekte ve bunların sağlık bütçesinde ciddi bir maliyete neden olduğu söylenmektedir. ġiĢmanlığın neden olduğu 354 en önemli hastalıkların baĢında gösterilen Ģeker hastalığına harcanan paranın, sağlık bütçesi içinde önemli bir yere sahip olduğu söylenmektedir. ―Dünya genelinde 300 milyon diyabet hastasının tedavisi için yılda 465 milyar dolar harcanıyor. Türkiye‟de ise bu rakam 6 milyon hastaya karşılık 13 milyar TL‟yi buluyor. 2030 yılında dünyadaki diyabetli sayısı 552 milyonu bulacak”(Hürriyet, 16.09.2012). ġiĢmanlığın hangi hastalıklara zemin hazırladığı sıklıkla tartıĢmaya açılmakta, bu hastalıkların getireceği toplumsal ve ekonomik yükün önemine dikkat çekilmeye de çalıĢılmaktadır. ―Kilo sorunu ve obezitenin yaygınlaşmasıyla birlikte diz, kalça eklemi sorunu olanların, karaciğeri yağlanıp safra keseleri taşla dolan vatandaşlarımızın sayısı da artıyor (Müftoğlu, 01.10.2012) ġiĢmanlığın küresel bir boyutta tartıĢılmasının ardında da tüketim kültürünün yarattığı yeni beslenme alıĢkanlıkları ve bu beslenme alıĢkanlıklarının ortaya çıkardığı sorunlar yatmaktadır. Özellikle ortaya çıkan ucuz ve yağlı beslenme sistemi bu sorunların temel nedeni olarak gösterilmektedir (Brewis, 2010: 2). “Kilo fazlalığı sorunu, çocuk ve gençlerimizin önemli problemlerinden biri oldu… Okuldaki beslenme tarzları, yenilip içilenler, evdeki, okuldaki, sokaktaki atıştırmalar, içtikleri meşrubatlar çok ciddi konular. Aktivitesi az ve “tembellik” noktasına varan hareketsiz hayat biçiminin yaygınlaşması da büyük bir tehdit. Televizyon ve bilgisayar karşısında geçirilen uzun saatler çocuklarımızı şişmanlatıyor ama bana sorarsanız onlar en çok da meyveli, kolalı, gazlı, şekerli içecekler ve fast food besinler, bisküvi, gofret, cips gibi atıştırmalıklar ve “aktivitesizlik” sebebiyle kilo alıyorlar”( Müftüoğlu, 23.11.2012). Tüketim kültürü bir yandan bedeni daha fazla tüketmeye sevk ederken, öte yandan ironik bir Ģekilde toplumları bu tüketimin sonucu oluĢan ĢiĢmanlık sorunuyla, politik olarak mücadele etmek zorunda bırakmıĢtır. Turner (2011: 36) ĢiĢmanlığın ve bundan kaynaklı sorunların artmasının bolluk toplumunun bir özelliği olduğunu savunmaktadır. Özellikle ĢiĢmanlık ikinci dünya savaĢından sonra bolluk toplumunun bir özelliği olarak ortaya çıkmakta ve ĢiĢmanlık gibi alkolizm, Ģeker hastalığı yeni medeniyet hastalıkları olarak görülmeye baĢlanmaktadır ve bu hastalıklar çoğunlukla ―yaşam tarzı hastalıkları‖ olarak adlandırılmaktadır (Müftüoğlu, 27.11.2012). Bu medeniyetler hastalığı hem önemli bir kâr kaynağına dönüĢmeye, hem de politik kararların hedefi haline gelmeye baĢlamıĢtır. Bu durum aynı zamanda ĢiĢmanlığın neden tıbbileĢtirildiği sorusunu da gündeme getirmektedir. Özell kle nce beden n b r değer normu olması ve bunun da güzell k ve sağlık le eĢ tutulması Ģ Ģmanlığın hem tıbb b r prat kte hem de kültürel b r prat kte ötek leĢt r lmes ne neden olmaktadır. Turner‘a göre günümüz toplumlarında nce beden; gençl k, akt fl k ve sağlığın s mges hal ne geld ğ ç n Ģ Ģmanlık bu kültürde aĢağılanarak, b r tür kontrolsüzlüğün s mges hal ne gelm Ģ ve ahlak olarak da yargılanmaya baĢlanmıĢtır. Onun b rçok hastalıkla özdeĢleĢt r lmes üzer nde tıbb b r müdahalen n gerekl l ğ n meĢrulaĢtırmıĢtır (Turner, 2011: 36). Batı toplumunda artan k lo sorunu ve özell kle obez ten n bu süreç üzer nde etk s olduğu söyleneb l r. Nüfusun genel yapısını ve n tel ğ n tehd t ett ğ düĢünülen obez te, öneml b r sağlık sorunu olarak ele alınmaya ve çoğu batı toplumunda ulusal pol t kalara konu olmaya baĢlamıĢtır (Wr ght, 2009). Bu yüzden tüm Ģ Ģmanlık kategor ler de bu çerçevede ele alınarak tıbb leĢt r lmeye baĢlanmaktadır. Foucaultcu perspektiften bakarsak, ĢiĢmanlık ve buna bağlı olarak bedensel görüntü ile ilgili sağlık davranıĢları birer risk faktörü olarak görülerek sosyal kontrolün ve gözetimin bir parçası olarak el alınıp tartıĢılabilir (Wray, Deery, 2008, s. 231). Sağlıklı ve nitelikli bir nüfusa sahip olmak ĢiĢmanlık ve onun yol açtığı hastalıklardan, bedensel görünümdeki bozukluklardan kurtulmanın bir ön koĢulu olarak kabul edilir. ġiĢmanlığın biyo-politik sürecin parçası haline gelmesi ĢiĢmanlıkla ilgili mücadelenin hem kamusal hem de bireysel bazda yürümesine neden olur. Tıpkı sağlık davranıĢı gibi ĢiĢmanlıkla ilgili alınacak önlemler ve stratejiler de bireyselleĢtirilmeye baĢlanır. KiĢinin bedensel görüntüsünü ve kilosunu kontrol etmesi hem tıbbi, hem sosyal, hem de politik bir gereklilik olarak sunulur. Ayrıca ĢiĢmanlıkla mücadelenin ekonomik maliyetinin yüksek olması nedeniyle bu sorunun bireyselleĢtirilerek çözümünün de alınacak bireysel önlemlerde yattığı vurgulanır. ―Şişmanlık sorunu yaşayan biriyseniz kilonuz üzerindeki kontrolünüzü özenle sürdürmelisiniz. Kilo yönetiminin üç temel unsuru olduğunu bir kez daha hatırlatalım: Aldığınız kalorileri azaltmak, daha çok kalori harcamak ve yeme davranışınız üzerindeki kontrolü bırakmamak”(Müftüoğlu, 08.07.2012). ġiĢmanlık hem sosyal, hem politik, hem de medikal yönü olan bir durumdur ( Brewis, 2010). 355 Özellikle Amerika ve Batı toplumlarında obezitenin ciddi bir sorun olarak ortaya çıkması ve obezite ile birlikte hastalıkların sayısındaki artıĢ kamu sağlığına önemli yükler getirmiĢtir. Bu maliyeti düĢürmek ve toplum sağlığını korumak adına obeziteye iliĢkin alınacak bireysel önlemlerin önemi sıklıkla toplum içinde tekrarlanmaktadır. ġ Ģmanlığın tıbb leĢt r lmes n n ardında b r yandan sosyal kontrol amacı yatarken, öte yandan Ģ Ģmanlıkla lg l çok büyük b r p yasaya sah p olan, d yet, spor, kozmet k ve laç sektörünün t car kaygıları da yer almaktadır. Tıbb anlamda Ģ Ģmanlığın tedav s nde diyet tedavisi, fiziksel etkinliğin artırılması, davranıĢ değiĢikliği tedavisi, gerekli durumlarda ilaç tedavisi ve cerrahi tedavi yöntemleri kullanılmaktadır (Aslan; Atilla, 2010: 17). Bu tür uygulamalar çok farklı sektörde yer alan çeĢitli firma ve ürünlere önemli ölçüde kazanç sağlamaktadır. Alternatif tıp dıĢında ilaç firmaları tarafından üretilen çeĢitli zayıflama ilaçları, hızla açılan spor salonları ve zayıflama merkezleri, diyet reçeteleri, kozmetik sektörünün piyasaya sürdüğü kremler, hızla artan güzellik merkezleri ve burada uygulanan estetik operasyonları bunlardan sadece bir kaçıdır. Özellikle diyetler de, ĢiĢmanlıkla mücadele ve estetik değerlerin yaratılmasında etkili bir yöntem olarak kullanılır. Örneğin kilo yöntemi konusunda yazdığı ―diyete baĢlarken‖ baĢlıklı yazıda uzman doktor sadece diyete iliĢkin bilgiler yer vermez, aynı zamanda bireylerin çok farklı sektörlerle olan iliĢkisi ve neler yapması gerektiğine yer vermektedir. ―Önce samimi ve kalıcı bir söz vermelisiniz. Kararlı bir başlangıç için gerekli olan ön hazırlıkları ciddi bir şekilde ele almalısınız. Örneğin, spor ayakkabılar ya da tartı cihazı almak, egzersiz ve yürüyüş programlarına üye olmak, beslenme programları yapmak, alışveriş listenizi oluşturmak ve “Hemen bugün, en geç yarın sabah başlamak” sözünü vererek işe hemen girişmek ilk aşamadır”(Müftüoğlu, 08.05.2012). Medyada yer alan uzmanlar bir yandan çeĢitli diyet listeleri yayınlarken, öte yandan moda diyetler yerine tıbbi diyetlerin gerekliliğini savunur. Örneğin ĢiĢmanlıkla mücadele eden bir ebeveyn için ―Çocuğunuza “moda” diyetlerden hiçbirini uygulamayın. Doktorundan ve onun size önereceği bir beslenme uzmanından yardım alın” önerisi uzman eĢliğinde yürütülecek diyetlerin önemini bir kez daha vurgulamaktadır. ―Çocuğunuzda bir kilo problemi varsa her şeyden önce bir uzman hekime danışın. Bu sorunun tıbbi temellerinin olup olmadığını araştırmadan ne diyete ne de egzersiz yoğunlaştırıcı önlemlere yönelin. Doktorunuz bunları zaten planlayacaktır” (Müftüoğlu, 23.11.2012). Sağlıklı ve güzel bireyler, sağlıklı toplumsal bedenler yaratmak bu sürecin bir parçasını oluĢturur. Çünkü gerek medikal diyetler gerekse dini bir çileciliğin sonucu uygulan rejimler bedeni yönetme amacı taĢır (Turner, 1991: 160, Turner, 2011). Tıbbi yaklaĢım, çileci diyetin bireyler üzerinde yarattığı travmatik etkileri de tartıĢarak, bireyleri uygulayacakları tıbbi diyetin onları kısıtlamadan yaĢamaya sevk edeceği ve bireysel farklılıkları göz önünde bulunduracağı görüĢünden yola çıkarak önerilerde bulunmaktadır. Müftüoğlu: ―Diyet dediğiniz medeni olmalı! Diyet yaparken de gezebilmeli, eğlenebilmelisiniz. Diyetinizi düşmanınız gibi görmemelisiniz. Yeni bir hayat tarzı gibi kabul etmelisiniz. Profesyonel bir yardım almadan, tıbbi bir denetimden geçmeden, beslenme ve egzersiz uzmanlarının size özel önerilerini öğrenmeden çıkacağınız diyet yolculuğu yarı yolda biter (21.03.2012).” ġiĢmanlığın hastalık olarak ilan edilmesinin ardında yatan bir diğer etken ise ĢiĢmanlığın tedavisinde kullanılacak ilaçların piyasaya sürülmesidir. Farklı amaçlarla piyasaya sürülen bu ilaçlar, obez bireylerde kilo kaybını sağladığı tespit edilince, obezitenin hastalık olarak ilan edildiği ileri sürülmektedir (Öztürk, 2012). Tıp uzmanları bu konuya iliĢkin olarak antidepresan olarak geliĢtirilen ―Sibutramin‖ adında bir ilacın obezite tedavisinde kullanmasını örnek olarak vermektedir. Öztürk‘e göre (2012: 6) antidepresan olarak geliĢtirilen bu ilaç, antideprasan etkileri hiç yayınlanmadan kilo kaybına yol açma etkisi tartıĢılmıĢtır. 1997 yılında FDA (Amerikan Gıda ve Ġlaç Dairesi) tarafından obezite tedavisi için resmi olarak onaylanan "Sibutramin" on yıldan uzun sürece piyasada kalmıĢ ve milyonlarca satmıĢtır. Ġlacın resmen piyasaya obezite tedavisi için sürülmesi ile birlikte 1999 yılında Avrupa Obezite AraĢtırma Derneği, Milano Deklarasyonu ile obeziteyi çok büyük bir halk sağlığı problemi olarak ilan etmiĢtir. Ancak ilacın hipertansiyon ve kardiyovasküler hastalık riskinde artıĢa neden olduğu tespit edilmiĢ ve 2010 yılında Türkiye‘nin arasında bulunduğu Avrupa ülkelerinde ve ABD‘de piyasadan kaldırılmıĢtır. Kilo sorununa iliĢkin çeĢitli gıda ve ilaç destekleri uzmanlar tarafından önerilmeye devam edilmiĢtir. “Çoğu kişi kilo kaybını hızlandırabilmek için bazı desteklerden yardım umar. Biz de bu desteklerin çoğu, içine eklenen sağlıksız ve zararlı maddeler nedeniyle tehlikeli olabildiklerinden böyle isteklerde bulunan hastalarımıza kaşlarımızı kaldırıveririz! Israra devam ederlerse CLA, yeşil çay özleri, 356 Kromium gibi etkisi kısmen kanıtlanmış bazı desteklerin kullanılabileceğini söyleriz. Bu desteklere son yıllarda yenileri eklendi. Bunlardan biri “litramine” içeren bir yağ tutucu. Aslında kaktüs yapraklarından elde edilen patentli bir lif kompleksi bu. Uzun süredir kullanılan bir başka yağ tutucudan, Orlistat‟tan farklı olarak bağırsak fonksiyonlarını etkilemiyor, gaz, ishal yapmıyor.Bir diğer ürün ise “phaselite” içeren bir destek…”(Müftüoğlu, 06.01.2012). Kısacası ġiĢmanlık da tıpkı insan yaĢamının diğer doğal evreleri gibi menopoz, adet öncesi sendromu, hamilelik, hiperaktivite gibi tıbbileĢtirilerek yeni pazarların kar üretiminin hedefi haline gelmiĢtir. Bir yandan yeni pazarlar oluĢurken, öte yandan tıp ve diğer kurumların iĢbirliği içinde beden üzerinde gerçekleĢecek disiplin stratejilerinin üretimini de sağlamıĢ olur. SONUÇ Günümüzde medya aracılığıyla tıbbi söylem yaĢamın her alanını kuĢatarak bireyleri yönlendirme Ģansı bulmuĢtur. Medya bazen popüler bir dil kullanarak, bazen de alanında uzman kiĢilerin görüĢlerine baĢvurarak, sağlık, beslenme, yaĢlılık, zayıflık, ĢiĢmanlık, çeĢitli hastalıklar konusunda bireyleri bilgilendirmektedir. Hastalık riski ve güzel görünüm üzerinden çok sayıda öneri ve disiplin stratejilerine yer vermektedir. Bunlar içinde ĢiĢmanlığın dikkat çekici bir Ģekilde son dönemde iĢlendiği görülmektedir. Özellikle tüketim kültürü içinde, ince bedenin bir güzellik normu haline gelmesi ve sağlığın temel değiĢkenlerinin farklılaĢması, ĢiĢmanlığın hem tıbbi hem toplumsal olarak tartıĢılmasını beraberinde getirmektedir. Artan obezite oranı ve obezitenin hastalık olarak tıp literatürüne resmi olarak geçmesi ĢiĢmanlığın tüm aĢamalarının da hastalık riski ve korkusu üzerinden tanımlanmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla ĢiĢmanlık ciddi bir sağlık sorunu olarak tanımlanarak üzerinde her türlü tıbbi müdahale meĢrulaĢtırılmaya baĢlamaktadır. Fazla kilolu, ĢiĢman, obez her kategoride birey için bir takım bireysel ve politik önlem gerekli görülmekte, bütün bunlar sağlığı koruma, hastalıkları önleme adına yapılarak nüfusun yönetimselliğini içeren biyo-iktidara kendini iĢleme alanı da yaratmaktadır. Çünkü kaliteli, sağlıklı bir nüfus iktidarın varlığı için önemli bir öğe olmaya baĢlamıĢtır. Aynı zamanda ĢiĢmanlığın önlenmesi için yaratılan yeni endüstriler önemli bir kâr kaynağına dönüĢerek, ĢiĢmanlığın ticarileĢmesini sağlamaktadır. Spor, beslenme, kozmetik ve ilaç endüstrisi bunlardan sadece bazılarıdır. Medyada yazılarını analize dahil ettiğimiz Osman Müftüoğlu, ister fazla kilolu olsun, ister ĢiĢman tüm bireyleri hastalık riski üzerinden tanımlanmıĢ ve bir takım önlemleri gerekli görmüĢtür. Uzman desteği sıklıkla vurgulanmıĢ, tıbbi kontrollerin belli aralıklarla yapılması gerektiği, sağlıklı beslenme reçeteleri, yapılması gereken sporsal faaliyetler tek tek sıralanmıĢtır. Osman Müftüoğlu, günümüz tüketim toplumu içinde bireylere dayatılan ―genç‖, ―güzel‖, ―sağlıklı‖ ve ―pürüzsüz‖ bir bedene sahip olmanın koĢullarını yerine getirmeleri için tıbbi bilginin yardımıyla çok sayıda reçete üretmekte, farklı uzmanlarla iĢbirliği içinde, bireylere yeni bir yaĢam tarzı sunmaktadır. Sağlık baĢlığı altında yemek tarifleri, zayıflama yöntemleri, egzersiz çeĢitleri, diyetler, beslenme önerilerinde bulunmakta, bu ise bireyler açısından uzman yardımıyla kendi bedenlerini yönetme imkânı doğmasına neden olmaktadır. Çok sayıda seçenek içinde seçim yapma zorunda olan birey, bir yandan kendi sağlığına iliĢkin sorumluluk sahibi olması gerektiği yönünde baskı altına alınırken, öte yandan kendi sağlığı için bedeni üzerinde oluĢturulacak söylemlerin ve geliĢtirilecek disiplin stratejilerini kabullenmesi yönünde baskılanmaktadır. Bu ise uzmanlara bireylerin bedenini düzenleme ve dönüĢtürme imkanı tanımaktadır. Sağlığın özellikle alınabilir, satılabilir önemli bir kâr nesnesine dönüĢmesi, onun üzerinden geliĢtirilecek stratejileri de önemli kılmaktadır. ġiĢmanlığın neden olduğu sorunların hastalık riski üzerinden tanımlanması, ĢiĢman olmasa bile, hafif düzeyde kilo sorunu olanların tıbbi desteğin gerekli olduğu konusunda zorunluluk hissetmesine neden olmaktadır. KAYNAKÇA Aslan D., Attila S. (2002). ―Önemli Bir Sağlık Sorunu: ġiĢmanlık‖, Sted , Cilt: 11, Sayı: 5, s. 169-171. Babaoğlu K., Hatun ġ. (2002). ―Çocukluk Çağında Obezite‖, Sted , Cilt: 11, Sayı: 1 , s. 8-10. Bamforth I. (2004). Kütüphanedeki Beden, Çev. Begüm Kovulmaz, Agora Kitaplığı: Ġstanbul Barbe J. W. (2008). ―Meno-Boomersand Moral Guardians: an Exploration of the Cultural Construction of Menopause‖, Sociology of the Body, Edt. Malacrida C., Low J., 357 Oxford Universty Press: Canada, s. 330-333. Bauman Z. (2011). Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup, Çev. Pelin Siral, Habitus Yayınları: Ġstanbul Blackburn G. L. (2011). ―Medicalizing Obesity: Individual, Economic, and Medical Consequences‖, American Medical Association Journal of Ethics, Volume :13, Number: 12, s. 890-895. Brennan R., Eagle L., Rice D. (2010). ―Medicalizationand Marketing‖, Journal of Macromarketing, Volume: 30, Number: 1, s. 8-22. Brewis A. A. (2011). Obesity, Cultural and Biocultural Perspectives, Rutgers University Press: New Brunswick Caballero B. (2007). ―The Global Epidemic of Obesity: An Overview‖, Epidemiologic Reviews, Volume: 29, s. 1-5. Cindoğlu D., Cengiz F. S. (2010). ―Türkiye‘de Doğumların Medikalizasyonu; Feminist Bir BakıĢla Sezaryen Problemini DüĢünmek‖, Kadını Görmeyen Bilim ve Sağlık Politikaları, Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Kongre Kitabı, II. Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kongresi, s. 51-64. Conrad P. (1992). ―Med cal zat on and Soc al Control‖, Annual Rev ew of Soc ology, Sayı: 18, s. 209-232. Conrad P., Mackie T., Mehrotra A. (2010). ―Estimatingthe Costs of Medicalization‖, Social Science&Medicine , Sayı: 70, s. 1943-1947. Conrad P., Schneide J. W. (1992) Devianceand Medicalization, Temple University Press: Philadelphi Conrad P. (2007). The Medicalization of Society, The Johns Hopkins University Press: Baltimore DurmuĢ M. (2009). Kolesterol ve Akıl Oyunları, Hayykitap: Ġstanbul "Dünyanın en kalabalık 4. ulusu Diyabetliler" http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/21476212.asp, (Hürriyet, 16.09.2012). Erbaydar T. (2001). ―Sağlık; Kimin Ġçin?‖, ToplumBilim, Sayı: 13, s. 49-58. Ertin H. (2010). ―ġiĢmanlık Ġçin Farklı Bir Çözüm: Kilo Ver, Para Kazan‖, Hayatsağlık, Sayı: 1, s. 15-17. Foucault M. (2003). "Benlik Teknolojileri", Kendini Bilmek, Edt. Gutman H., Foucault M., Hutton P. H., Çev. Gül Çağalı Güven, Om Yayınevi: Ġstanbul Foucault M. (2006). Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ġmge Yayınevi: Ankara Foucault M. (2002). Kliniğin Doğuşu, Çev. Temel KeĢoğlu, Doruk Yayınları: Ġstanbul Gabe J., Bury M., Elston M. A. (2004) Key Concepts in Medical Sociology, Sage Publications: London. Gedik O. (2003). ―Obezite ve ‚Çevresel Faktörler‖, Turkish Journal of Endocrinologyand Metabolism, Suppl. 2, Cilt: 7, s. 1-4. Grogan S. (1999). Body Image : Understanding Body Dissatisfaction in Men, Womenand Children, Routledge : Florence Illich I. (1995). Sağlığın Gaspı, Çev. S. Sertabiboglu, Ayrıntı Yayınları: Ġstanbul Illich I. (2002). Tüketimin Köleliği, Çev. Mesut KaraĢahan, Pınar Yayınları: Ġstanbul Küçükusta A.R. (2011). Biri Bizi Hasta Ediyor, Hayykitap: Ġstanbul Marglin F. (2008). ―Rasyonalite ve YaĢanan Dünya", Bilim ve Postmodernizm Tartışmaları, Edt. 358 Albert M., Chomsky N., Ellis K., Lubiano W., Frederique M., Marglin S., Ehrenreich B., Albert ., Nandy A., Çev. Sevinç Altınçiçek, Taylan Doğan, BGST Yayınları: Ġstanbul Obesity: Preventingand Managing The Global Epidemic, Report of a WHO Consultion, 2004. Öztürk M. (2012). ―Modern Tıbbın Hastalık Üretme Hastalığı, Sağlık DüĢüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, Sayı: 23, s. 6-7. Pedersen S. (2010). Female Form İn the Media: Body İmage and obesity, Ginatsichlia, Alex Johnstone, M&K Publishing: Cumbria, s. 5-12. Ravnskov U. (2012). Kolesterol Gerçeği, Çev. Müge Kınay, Tuzak Büyük, Hayykitap: Ġstanbul Saguy A. C., Gruys K. (2010). ―Morality and Health: News Media Constructions of Overweight and Eating Disorders‖, Social Problems, Volume: 57, s. 231–250. Savran G. (2010). ―Modern Tıp ve Bilimin Kadın Bedenini Denetleme Bicimi‖, II. Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kongresi, Kadını Görmeyen Bilim ve Sağlık Politikaları, Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Kongre Kitabı, s. 23-30. Sezgin D. (2011). Tıbbileştirilen Yaşam Bireyselleştirilmiş Sağlık, Ayrıntı Yayınları: Ġstanbul Turner B. S. (2011). Tıbbi Güç ve Bilimsel Bilgi, Çev. Ümit Tatlıcan, Sentez yayınları: Bursa Turner B. S. (1991). ―The Discourse of Diet‖, The Body: Social Process and Cultural Theory Edt. Featherstone M., Hepworth M., Turner B. S., Sage Publications: London, 19, s. 157-170. Uğurluoğlu Ö. (2003). YaĢamın tıplaĢtırılması, Radikal Gazetesi, 09/11/2003, http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=2719 , EriĢim Tarihi: 08/07/2013 Weber M. (1986). Sosyoloji Yazıları, Çev. Taha Parla: Ġstanbul. Wray S., Deery R. (2008). ―The Medicalization of Body Size and Women‘s Healthcare, Health Care for Women International,Volume: 3, No: 29, s. 227-243. Wright J. (2009). "Biopower, Biopedagogies and Biopolitics and the Obesity Epidemic‖, „Obesity Epidemic‟ Governing Bodies, Edt.Wright J., Harwood V., Routledge: Newyork, s. 1-14. Yavuz C. Ġ. (2010). ―Yeni Sağlık AnlayıĢı ve Yeni Tıp Üzerine Değinmeler‖, Toplum ve Hekim, Cilt: 25, Sayı: 6, s. 411-424. Zola I. K. (1972). ―Medicine as an Institution of Social Control‖, Sociological Review, No: 20, s. 487–504. 359 D11 OTURUMU GEZĠ PARKI 360 YENĠ BĠR SOSYO-POLĠTĠK MUYHALEFET BĠÇĠMĠ OLARAK GEZĠ PARKI HAREKETĠ Muammer Tuna1 Özden Tenlik2 ÖZET Gezi parkı eylemleri olarak ortaya çıkan hareketi, Yeni Toplumsal Muhalefet olarak anlamak mümkün olabilir. Bu hareketi aynı zamanda, Türkiye‘de gerçek anlamda bir ―çevre/kentlileĢme hareketi‖ olarak yorumlamak da mümkün olabilir. Bu harekete Yeni Toplumsal Muhalefet denilebilmesinin temel nedeni mevcut muhalefet hareketinin ilerisinde ve ötesinde bir hareket olmasıdır. Aslında geleneksel siyaset bilimi jargonuna göre, Gezi Parkı Hareketine tam anlamıyla bir siyasi hareket bile denilemez. Ne siyasal iktidar ne de muhalefet Gezi Parkı Hareketinin niteliğini anlayabilmiĢ değildir. Çünkü Gezi Parkı Hareketi eylem ve örgütlenme açısından geleneksel muhalefet hareketlerinden oldukça farklıdır. Bir anlamda bu hareket, bir tür post-modern bir harekettir denilebilir. Çünkü mevcut siyaset yapılanması, siyaset bilimi kavramları ve siyaset jargonu büyük ölçüde XIX. ve XX. yüzyıl yapılanmalarını referans almıĢtır. Bu yapılanmaların temel karakteristiği ise her Ģeye muktedir olduğunu sanan ve muktedir olan, güçlü merkezi ulus-devlet ile özdeĢleĢmiĢ olan erken kapitalizm oluĢturmaktadır. XXI. yüzyılın oluĢumlarının temel referansı ise iletiĢim devrimidir. Elektronik iletiĢim devrimi ile iletiĢim artık son derece özgür ve kontrol edilmesi güç hale gelmiĢtir. Dolayısıyla Gezi Parkı Hareketinin, Yeni Toplumsal Muhalefet olarak nitelenmesinin arka planında yer alan temel faktör iletiĢim devrimidir. Bu yeni iletiĢim biçimi, konvansiyonel (geleneksel) eylem ve iletiĢim biçimlerinden son derece farklıdır, belirli bir biçimi, yapısı, mekânı hatta kuralsal anlamda bir dili olmayan bir niteliktedir. Bu anlamda Yeni Toplumsal Muhalefet hareketinin örgütlenme alanı artık evler, iĢ yerleri, fabrikalar hatta üniversite kampüsleri değil; somut anlamda belli bir mekânı olmayan, hatta maddi olarak var olmayan, sanal dünyadır. Bu muhalefet hareketi, sosyal medya denilen sanal dünyada çok kısa sürede örgütlenmiĢ ve çok ilginç eylem biçimleri ortaya koymuĢtur. Bu eylem ve örgütlenme biçiminin temel niteliği, belirgin ve konvansiyonel bir eylem ve örgütlenme biçimi olmaması, konjonktürel olarak en uygun eylem ve örgütlenme biçiminin en kısa sürede üretmesi ve yeniden üretmesidir. Bu sunumda Gezi Parkı eylemleri yukarıda ifade edilen perspektiften hareketle incelenecek ve irdelenecek ve analiz birimi sosyal medya olacaktır. Gezi Parkı eylemlerinin sosyal medyaya yansıması ve sosyal medya üzerinden örgütlenmesi üzerinden bir analiz yapılacaktır. Anahtar Sözcükler: Demokrasi, muhalefet, siyasal partiler, Gazi Parkı, müzakereci demokrasi ABSTRACT Gezi Parkı movement might be labeled as a new form of social opposition. It might also be constructed as a real urban-environmentalist movement in Turkey. The basic reason to call this movement as a new form of social opposition is that this movement is above and beyond of existed political opposition. In term of traditional political science, GeziParkı Movement is not really socio-political movement. Under the present circumstances, either the government and political party in charge and main opposition party do not really understand qualification of the GeziParkı Movement. Because GeziParkı Movement is different from traditional oppositional movements in terms of ―action‖ and ―organization.‖ Therefore, GeziParkı Movement is not a traditional opposition movement, it might be understood as a kind of post-modern movement. If existed political structure evaluated from a critical point of view, it has been seen that existed political movements, political structures and political parties have mainly been referred by XIX. and XX. Century conceptions and constructions. XIX. and XX. Centuries‘ constructions are based upon a main 1 2 Prof.Dr.,Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Sosyoloji Bölüm BaĢkanı, [email protected] Yüksek Lisans Öğrencisi Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyoloji Bölümü. 361 hypothesis that powerful and central nation state and capitalism try to control and dominate every single stage of social and political processes. However, XXI. Century‘s main reference point is ―IT and communication revolution.‖ After the information revolution, information and communication have become relatively free, unbounded and limitless. Therefore, the main reason to call GeziParkı Movement as a new form of socio-political opposition is information and communication revolution. The new forms of communication and social action are totally different from conventional communication and social action that there is no certain level of structure, shape, place and even normative language of new communication and social action. The organizational place of new oppositional movements is not schools, streets, factories, university campuses; there is no substance place of organization and even this is not real organization; the new socio-political opposition organization is in the virtual world. This opposition movement swiftly is organized in virtual world called social media and created imaginative action forms. The basic characteristic of this new action form is that there is no certain form of action and organization, the organization creates and recreates best action form that depends upon circumstances and conjunctures. GeziParkı Movement will be evaluated in this presentation according to above mentioned perspective. The unit of analysis is social media. Mainly, reflection of GeziParkı Movement and the organization of this movement on social media will be analyzed in this presentation. Keywords: Democracy, opposition, Gezi Parkı, politicalparties, deliberativedemocracy 1.GĠRĠġ Gezi Parkı Olayları olarak adlandırılan olaylar, Türkiye‘nin demokrasive toplumsal hareketler tarihinde önemli yer tutacak bir olay olarak yer alacaktır. Bir kent, demokrasi ve çevre hakkı hareketi olarak nitelendirilebilecek olan Gezi Parkı olayları siyasal ve toplumsal boyutları ile alınabilir. Bu sunumda Gezi Parkı Olayları yeni bir siyasal/toplumsal muhalefet hareketi olarak ele alınacaktır. Gezi Parkı Olayları olarak adlandırılan olaylar, 27 Mayıs 2013 gecesi Gezi Parkı Olayları baĢlamıĢ ve ilerleyen günlerde tüm Türkiye‘ye yayılan bir toplumsal muhalefet hareketine dönüĢmüĢtür. Ġstanbul‘un en eski merkezi meydanlarından birisi olan Taksim‘de yer alan Gezi Parkına Topçu KıĢlası ve alıĢveriĢ merkezi inĢa etmek gerekçesiyle iĢ makineleri beĢ ağacı yerinden sökmüĢ, buna karĢılık bir grup insan sabaha kadar bu giriĢimi engellemek için parkta nöbet tutmuĢtur. Gezi Parkı‘nda yapılmak istenilen düzenlemeler ve bu bağlamda parkta yer alan ağaçların kesilmesi giriĢimine karĢı insanlar ―ortak yaĢam alanlarını korumak‖ ve ―ağaçlarına sahip çıkmak‖ için adeta direniĢ göstermiĢlerdir. Bundan dolayı da Gezi Parkı Olayları aynı zamanda Gezi Parkı DireniĢi olarak da adlandırılmıĢtır. ĠĢ makinelerinin 27 Mayıs ve devam eden günlerde parkta çalıĢmaya devam etmeye çalıĢmasıyla, grupta yer alanlarbuna öncelikle oturma eylemi yaparak karĢı koymuĢlar ve olayların önlenmesi için güvenlik güçlerinin aĢırı güç kullanması sonucu, haber sosyal medya aracılığıyla kısa sürede yurt içi ve yurt dıĢına yayılmıĢtır. EĢ zamanlı olarak Türkiye‘nin birçok yerinde eylemler yapılmıĢ; apolitik olarak adlandırılan gençlik sokağa çıkarak kentin ortak yaĢam alanlarını korumaya, yeĢil haklarını, özgürlüklerini savunmaya baĢlamıĢtır. Gezi Parkı‘nda ortaya çıkan olaylar ve olayların önlenmesi için aĢırı güç kullanımına iliĢkin haberler, yazılı ve görsel basında yer almasa da sosyal medya aracılığı ile tüm Türkiye‘ye ve hatta tüm dünyaya hızla yayılmıĢtır. Bununla birlikte Gezi Parkı‘nda ortaya çıkan toplumsal muhalefet düĢüncesi de hızla yayılmıĢtır. Bu noktada öncelikle, ortaya çıkan bir toplumsal olayın, geleneksel medyada yer almasa bile, dijital medya ya da sosyal medya aracılığı ile hızla yayılması açısından önemini vurgulamak gerekmektedir. Bu bağlamda geleneksel demokrasi anlayıĢından farklı olarak, yeni bir demokrasi anlayıĢı karĢımıza çıkmıĢtır: Dijital Demokrasi. Zaman ve mekan algısında değiĢme - yani ―buradayken aslında orada‖ olma - online olarak bir konu hakkında fikir beyan edebilme, tartıĢabilme bunun sonucunda bir karara varabilme, Ģeffaf olma, her bireyin eĢit olarak fikirlerini savunabilmesi gibi özellikleri içinde barındıran dijital demokrasi yayılma eğilimi göstermektedir. 362 Gezi Parkı Olayları dijital/sosyal medya etkisi açısından değerlendirildiğinde; dijital/sosyal medyanın, bireylerin fiziksel olarak bir araya gelmeden, sosyal medya aracılığı ile sanal olarak bir araya gelmelerine ve örgütlenmelerine, siyasal bir konuyu müzakere edebilmelerine ve birlikte hareket edebilmelerine olanak sağlamıĢtır. Dijital/sanal ağlar üzerinden bireyler kamusal karar verme sürecine katılmakta, sosyal medya (facebook, twitter) üzerinden örgütlenmekte, tartıĢmakta,ortak bir karar vererek uzlaĢım sağlamaktadırlar. Bu çalıĢma, yeni bir toplumsal muhalefet hareketi biçimi olarakadlandırılabilecek olan Gezi Parkı Olaylarının niçin böyle adlandırılabileceğini tartıĢmak amacındadır. Gezi Parkı Olayları yeni bir toplumsal muhalefet biçimi olarak değerlendirileceğinden dolayı, toplumsal siyasal muhalefetin siyaset bilimi açısından iliĢkili kavramları olan, demokrasi ve siyasal kültür kavramlarına kısaca değinilecek, daha sonra dijital/sanal ortamda örgütlenmiĢ olan Gezi Parkı Olayları, müzakereci demokrasi ve e-demokrasi/dijital demokrasi kavramları ile iliĢkili olarak ele alınacaktır. Daha sonra Gezi Parkı olaylarıniteliği açıklanacak ve bu bağlamda Gezi Parkı Olaylarının sosyal medyaya nasıl yansıdığı ve bu yansıma üzerinden Gezi DireniĢininnasıl örgütlendiği, Gezi Parkı Olayları sürecinde sosyal medyada yer alan ―aktörler‖ üzerinden değerlendirilecektir. Bu tartıĢmada Gezi DireniĢi iki unsur etrafında açıklanacaktır. Bunlardan birincisi kentsel çevre hakkı boyutudur. Buna göreGezi DireniĢi, ülkenin en kalabalık nüfusunasahip bir kent olan Ġstanbul‘da, son derece azalmıĢ olan bir yeĢil alanda (kamusal alan) yer alan ağaçların, kentte yaĢayan insanların bilgisi ve onayı olmadan, kesilmek suretiyle niteliğinin değiĢtirilerek özel kullanım alanına dönüĢtürülmesi giriĢimine karĢı bir tepki niteliğindedir. Ġkincisi ise Gezi Parkı Olayları, çevreci niteliğinin yanı sıra ve fakat bunun ötesinde daha geniĢ tabanlı bir tepki ve toplumsal muhalefet hareketi olarak adlandırılabilir. Buna göre Gezi Parkı Olayları, siyasal iktidarın,toplumun yaĢam biçimi tercihlerine müdahale niteliğinde olan; güvenlik güçlerinin aĢırı ve orantısızgüç kullanımı ve bunun sonucunda oluĢan Ģiddet, kürtajın sınırlandırılarak daha fazla çocuk doğurulmasının teĢvik edilmesi, üçüncü köprünün bizatihi kendisi ve köprüye verilen isim, alkol düzenlemeleri gibidüzenlemelere karĢı bir tepki niteliğindedir. Bu bakımdan Gezi Parkı hem ―3-5 ağaç meselesidir‖ hem de ―3-5 ağaç meselesinden daha fazlasını içermektedir.‖ Ġki açıdan ele alınan Gezi DireniĢinin ortak özelliği ise son derece barıĢçıl ve mesajların geliĢmiĢ bir mizah diliyle iletilmiĢ olmasıdır. Bunun en karakteristik örneği ise tamamen bir pasif direniĢ örneği olan ―duranadam‖ eylemidir. Gezi Parkı Olayları ya da Gezi DireniĢi incelendiğinde siyasal katılımın ya da siyasal etkinliğin oldukça fazla olduğu da görülür.Boykot, eylem yapma, düĢünce isteklerini siyasal diyalogla belirtme, yürüyüĢ yapma siyasal katılım içerisinde yer alırken, özellikle de apolitik olarak tabir edilen―etliye sütlüye karıĢmayan gençliğin‖ az önce ifade edilen etkinliklerde bulunarakGezi Parkı Olaylarına katılımı dikkat çekici ve önemli bir noktadır. Siyasal katılımın oluĢabilmesi için siyasal kültürün oluĢması gerekmektedir ki bu da demokrasinin geliĢebilmesi için son derece önemlidir (Kalaycıoğlu,1999:52). Bu bağlamda öncelikle demokrasi ve demokrasinin geliĢimi açısından önemli olan siyasal kültür kavramına değinmek gerekmektedir. 2. DEMOKRASĠ VE DEMOKRASĠNĠN GELĠġMESĠNĠ SAĞLAYAN UNSURLAR Siyasalliteratürde en çok tartıĢılan kavramlardan biri olan demokrasinin nasıl tanımlanacağı, hangi niteliklere sahip olması gerektiği konusunda, uzlaĢım sağlanabilecek ortak bir zemin yakalamak pek de mümkün olmamakla birlikte; Yunanca kökenli bir kavram olan demokrasi, demos (halk) sözcüğü ile egemenlik anlamına gelen kratos sözcüğünden meydana gelmektedir. Bu bağlamda demokrasinin sözlük anlamı; halk(ın) egemenliğidir ve en genel anlamıyla demokrasi halkın egemenliği ya da yönetimi olarak açıklanmaktadır. Demokrasinin en kapsayıcı ve açık tanımı Ģu Ģekilde yapılmıĢtır: Halkın, halk tarafından ve halk için yönetimidir. ―Bu tanımda karĢımıza çıkan üç unsur vardır. Ġlk olarak demokrasinin halkın siyasal temsiline dayanan bir biçimde hükümetin oluĢturulması ve halkın rızası oldukça iktidarda kalabilmesini tek meĢru ve adil yönetim biçimi olarak kabul eden bir görüĢ olmasıdır. Ġkincisi; demokraside halkın siyasal hayata kayıtsız ve koĢulsuz olarak katılımın esas olmasıdır. Üçüncüsü ise demokrasinin insan haklarının ve özgürlüklerinin en geniĢ biçimde korunduğu ve geliĢmeye açık olduğu bir rejim olmasıdır‖ (Kalaycıoğlu,1999:47). 363 Tarihsel süreç içerisinde demokrasi kavramını incelediğimizde, bu kavramın toplumların yaĢadığı sosyal siyasal ve fikri geliĢmelerden etkilenerek uygulama ve anlamda değiĢiklik gösterdiğini görmekteyiz. Modern Demokrasi‘nin esas olarak Batı‘nın tarihsel değiĢim süreci içerisinde ortaya çıktığı bilinmektedir. Levent Köker‘in deyimiyle bugüne dek bilinen demokrasiler;Atina Demokrasisi ve Temsili Batı Demokrasisi olmak üzere iki türlüdür. Bu yazıda üzerinde duracağımız demokrasi çeĢidi Batı Demokrasisi olmakla birlikte, toplumların geliĢim unsurlarına bağlı olarak ortaya çıkan müzakereci demokrasi ve e-demokrasi/dijital demokrasi modelidir. Batı Avrupa‘nın yaklaĢık beĢ yüz yıllık bir süreçte yaĢadığı, sosyal, dinsel, ekonomik, düĢünsel anlamdaki değiĢmeler; modernleĢme sürecinde sancılı olmakla birlikte toplumun gereksinimleri bağlamında cereyan eden değiĢimlerdir. Ekonomik değiĢimler (feodalizmden kapitalizme geçiĢ süreci)bu değiĢim sonucunda farklı sınıfların ortaya çıkıĢı (burjuvazi ve iĢçi sınıfı)ve aynı zamanda feodalizmin içinde barındırdığı Tanrı ve kutsallıkla temellendirilmiĢ bilgi anlayıĢının yerini Aydınlanmanın getirdiği rasyonellikle çevrilmiĢ pozitivist bilgi anlayıĢına bırakması, bireysel özgürlüğe önem verilmesi,Batı toplumlarının yaĢadığı modernleĢme sürecinin unsurlarıdır. Bu bağlamda Batı‘nın yaĢamıĢ olduğu ekonomide kapitalistleĢme, sanayileĢme, bireysel özgürlükle temellendirilmiĢ hoĢgörü bağlamında düĢünce ve ifade özgürlüğünün yer aldığı kültürel değiĢim (Fransız Ġhtilali‘yle beraber) siyasi çerçevede ―demokrasiyi de beraberinde getirmiĢtir. ―Bir siyasal sistem olarak demokrasi Batı Avrupa toplumlarının çok özel toplumsal ve kültürel ortamında ortaya çıkmıĢ olan bir toplumsal/siyasal sistemdir. Bu anlamıyla demokratik toplumsal sistemin Batı Avrupa‘da ortaya çıkması için aydınlanma ve daha sonra ortaya çıkan endüstrileĢme ve bununla bağlantılı olarak oluĢan liberal bir ekonomik ve siyasal düĢünce sistemini yaratmıĢtır‖ (Tuna, 2000:594). Batı‗nın yaĢadığı demokrasi süreciyle Türkiye‘yi karĢılaĢtırdığımızda bir takım farklılıklar görürüz. Batı‘nın doğal bir süreç ve toplumsal gereksinim sonucu yaĢadığı modernleĢmenin ve bu bağlamda demokrasinin kökleri yaklaĢık beĢ yüzyıllık bir süreci içerirken, Türkiye bu süreci çok daha kısa ve deyim yerindeyse tepeden inmeci bir Ģekilde, Kemalist bir proje dahilindeoluĢturulan kurumlar dolayımıylayaĢamıĢtır. Dolayısıyla Batı‘nın yaĢamıĢ olduğu demokrasi süreciyle, Türkiye‘nin yaĢamıĢ olduğu demokrasi süreci farklılık göstermektedir; ancak yaĢanılan süreç ve bir anlamda demokrasinin varlığını sürdürebilmesinin temeli olan siyasal kültürler farklı dahi olsa; daha önce de ifade edildiği gibi demokrasi aynı anlamı içermektedir: Demokrasi en genel söylem ve anlamla, halkın kendi kendini yönetmesidir. Modern toplumlara bakıldığında halkın kendisini doğrudan yönetmesi pratik olarak mümkün olmadığından, temsili demokrasi söz konusu olmuĢtur. Temsili Demokrasinin en önemli unsuru ise seçimdir (Tuna, 2000:593). Bu noktada demokrasi açısından önemli olan unsur; seçim sonucunda çoğunluğun yönetiminin, siyasal olarak azınlıkta bulunanların haklarının (bireysel, sosyal, siyasal) güvence altına almıĢ olmasıdır. Bir kez daha ifade edilecek olursa, demokrasiyi salt çoğunluk yönetimi olarak görmek bir yanılgıdır. Çünkü demokrasinin en önemli niteliği; siyasal olarak azınlıkta bulunanların haklarının çoğunluk tarafından güvence altına alınmıĢ olmasıdır. Buraya kadar demokrasinin tanımı, nerede ve nasıl ortaya çıktığı, en önemli niteliği ve Türkiye‘de yaĢanılan demokrasi sürecindeki farklılığa değinildi. ġimdi de demokrasinin var olmasını ve geliĢimini sağlayan siyasal kültüre değinilecektir. 2.1. SĠYASAL KÜLTÜR 3 Bir toplumda demokrasinin varlığını sürdürebilmesi ve geliĢebilmesi için öncelikle bir siyasal kültüre ihtiyaç vardır. Bu siyasal kültürün en önemli öğesi ise hoşgörü„dür. Demokrasi farklı düĢüncelerin bir arada olduğu bir siyasal sistemdir. Bu bağlamda birbirine son derece farklı ve zıt gelen fikirlere karĢı tahammül etme direnci gösterilmelidir ki farklı düĢünceler ve hatta farklı kültürler bir arada çeĢitlilik gösterebilsin. 3 Siyasal kültür kavramı için daha ayrıntılı olarak Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu‘nun ―Türkiye‘de Siyasal Kültür ve Demokrasi‖ makalesi ve Prof. Dr. Muammer Tuna‘nın ―Demokrasi Kültürü‖ baĢlıklı makalelerine bakılabilir. 364 Bir baĢka siyasal kültür öğesi ise birlikte hareket edebilme‟dir. Bir amaç doğrultusunda parti üyelerinin ya da dernek üyelerinin veya sivil toplum örgütleri üyelerinin birlikte hareket etmeleri; farklı düĢüncelerde olsalar bile hoĢgörü unsurunu kullanarakortaklaĢa hareket etmeleri siyasal kültür bakımından son derece önemlidir. Siyasal Kültürün unsurları içerisinde yer baĢka öğe desiyasal katılım‗dır. Siyasal katılım sadece seçimlere katılma, oy verme anlamına gelmemektedir. Siyasal katılım aynı zamanda; siyasal kararlar üzerinde vatandaĢların etkisinin olabileceği düĢüncesinin olmasıdır. Siyasal katılım; dilekçe yazımı, telefon etme, milletvekilleriyle görüĢme, grev yapmak, boykot etmek, yürüyüĢ yapmak, gösteri düzenlemek gibi faaliyetlerle bulunma Ģeklinde olmaktadır (Kalaycıoğlu,1999:48). Demokrasi kavramı birey merkezlidir, bireyi temel almaktadır. Bu bağlamda bireyin özgürlüğü esas alınmalı; bireylerin hakları güvence altına alınmalıdır.Ġnsanların doğuĢtan getirdiği vazgeçilemez ve devredilemez olan yaĢama hakkı, sosyal güvenlik hakkı, din ve vicdan özgürlüğü gibi tüm hakları yasal ve toplumsal düzeyde güvence altında bulunmalıdır (Tuna, 2000:595). Birey Özgürlüğü ve İnsan Hakları siyasal kültür içerisinde son derece önem taĢımaktadır. Aydınlanmayla birlikte toplumsal, sosyal ve siyasal alanlarda akıl dıĢı unsurların (metafiziğin, dinin) geri planda kalması ve rasyonelliğin temel alındığı bir toplumsal yaĢamda, demokrasinin insan iradesine dayalı olması bakımdan rasyonel düşünebilmesiyasal kültür içerisinde yer alan bir diğer unsurdur. Eşitlik ve Adalet, siyasal kültür içerisinde ele almamız gereken bir diğer önemli unsurdur. Onsekiz yaĢını dolduran, ceza ehliyeti olan ve oy vermede kısıtlı bir durumu olmayan herkesin kanun önünde eĢit bir Ģekilde oy verme durumunu ifade etmenin yanı sıra; sosyal ve ekonomik olarak güçsüz durumda olanların da fırsat eĢitliği/ekonomik kaynakların dağılımından adil bir Ģekilde yararlanma hakkına sahip olmaları da siyasal kültür içerisinde yer alan unsurlardır. Siyasal kültürün diğer bir unsuru ise bireysel girişimcilik‗tir. ―Ġnsanların toplum olarak kendi iradelerinin dıĢındaki güçlere karĢı özgürleĢmelerinin yanı sıra birbirlerine karĢı da özgürleĢmiĢler ve böylelikle özgür ve birbirlerinden korkmadan siyasal, ekonomik ve bilimsel giriĢimlerde bulunabilmiĢlerdir. Bir siyasal sistem olarak demokrasi, siyasal ve ekonomik açıdan özgür olan bireylerin siyasal ve ekonomik açıdan özgür giriĢimlerine dayanır. Bu bir yandan ekonomik açıdan bireylerin ekonomik çıkarlarını yükseltmelerini ifade ederken; diğer yandan siyasal açıdan özgürce örgütlenip kendilerini ifade edebilmelerini ve siyasal süreçlere ve iktidarı paylaĢabilme süreçlerine katılım olasılığını ifade eder. Dolayısıyla, ekonomik ve siyasal boyutları ile bireysel giriĢimcilik aslında demokratik siyasal kültürün en birincil ve vazgeçilmez unsurunu oluĢturmaktadır‖ (Tuna,2000:596). Buraya kadar olan kısımda, demokrasi tanımı ve bir demokrasinin var olması ve geliĢebilmesi için gerekli olan siyasal kültüre değinildi. Tarihsel süreç içerisinde toplumların geliĢim düzeylerine bağlı olarak farklı demokrasi Ģekilleri de meydana gelmiĢtir. Bu demokrasi çeĢitleri içerisinde yer alan müzakereci demokrasi ve dijital demokrasimodeli, tartıĢmanın ana ve ikinci kısmını oluĢturan Gezi Parkı olaylarının geliĢmesiyle ilgili olarak açıklanacaktır. 2.2 MÜZAKERECĠ DEMOKRASĠ Müzakereci Demokrasi; halkın bilgilendirildiği ve birbirleriyle bilgi alıĢveriĢinde bulunduğu, toplumla ilgili görüĢlerin oluĢturulmasına katıldığı, siyasi süreçlere dâhil olduğu bir demokrasi modelidir (Tunç, 2008:1125). Müzakereci Demokraside,halkın siyasal karar alma sürecine birebir katılımı ve kararların müzakere edilerek alınması söz konusu demokrasinin en önemli unsurudur. Liberal Demokrasi‘nin değiĢen dünya düzeniyle birlikte toplumların yaĢamıĢ olduğu siyasal sorunları çözmede yetersizliği ve aynı zamanda yaĢadığı meĢruiyet krizine bir alternatif olarak sunulan demokrasi modeli, müzakereci demokrasidir.Liberal demokrasinin cinsiyet ayrımcılığı, azınlık hakları, etnik farklılıklar gibi konularda çözüm üretimindeki yetersizliğinden dolayı müzakereci demokrasi, liberal demokrasiye karĢın alternatif bir demokrasi modeli olmuĢtur (SitembölükbaĢı, 2005:140). Müzakereci Demokrasi; halkın kamusal konularda yani herkesi bağlayıcı meselelerde birlikte, eĢit bir biçimde fikir ve bilgi alıĢveriĢinde bulunarak, tartıĢarak, muhakeme ederek siyasal sürece dâhil 365 olduğu bir demokrasi modelidir.Müzakereci demokrasi modelinin en önemli unsuru; katılımda eĢitlik, herkesin belirlenen konuĢma konularını sorgulama/soru sorma ve tartıĢma açma hakkının olmasıdır (Benhabib, 1999:105). Müzakereci Demokrasi, bireylerin kendi yaĢam tarzlarını etkileyen sürece eĢit bir Ģekilde katıldığı, karĢılıklı etkileĢimde bulunup farklı fikirleri karĢılıklı saygı anlayıĢıyla müzakere ederek ortak bir kararın verildiği ve bu kararın herkes tarafından benimsenmesini ifade eden bir demokrasi modelidir. Müzakereci demokrasi, bireylerin birbirlerini anlamasını ve siyasal diyalogu hedeflemekte, eĢitlikçi ve karĢılıklı ikna ilkelerini egemen kılmaya çalıĢmaktadır (Tunç, 2008:1128). Müzakereci demokrasi modeli halkın siyasal sürece katılımını, herkesi ilgilendirecek meselelerin tartıĢılması ve müzakere edilmesi bakımından ideal bir demokrasi modeli olarak görünmektedir. ÇalıĢmanın asıl tartıĢma bölümünü oluĢturan Gezi Parkı Olaylarında, halkın karĢı oldukları eylem/düĢünceye karĢı bir araya gelerek (sanal ve reel ortamlarda) kendilerini ilgilendirecek bir mesele üzerinde herkesin eĢit bir Ģekilde fikir alıĢveriĢinde bulunması, iktidar partisiyle siyasal diyalog içerisinde bulunmaları, eleĢtirel olmaları ve ilgili konuyu tartıĢarak müzakere etmeleri bakımından Müzakereci Demokrasi modeline yakın; ancak en basit anlamda dijital ortam ve/veya elektronik bağlantılar üzerinden gayet hızlı bir Ģekilde demokratik süreçlere katılması bakımından da Dijital Demokrasi‘yle de açıklanabilecek, geleneksel demokrasiden farklı bir model/üslup gerçekleĢmiĢtir. Bu noktada Müzakereci Demokrasi modelini, unsurlarını ve özelliklerini açıkladıktan sonra enformasyon toplumunun bir uzantısı olan dijital toplum ve bu toplumun karar alma-verme mekanizmalarındaki değiĢikliği içinde barındıran demokratik uygulamalardaki farklılığı anlatan edemokrasi/dijital demokrasi kavramlarına değinmek gerekmektedir. 2.3 E-DEMOKRASĠ/DĠJĠTAL DEMOKRASĠ Bilginin ve teknolojinin yaĢamımızın her alanına nüfuz etmesi aynı zamanda internet kullanımının yaygınlaĢması ile birlikte 21. yüzyılda insanoğlu kendisini dijital çağ adını verdiğimiz yeni bir dönemin içinde bulmuĢtur. Elektronik çağın ve enformasyon/ bilgi toplumunun bir uzantısı olan dijital çağın en önemli unsuru ―hız‖ kavramıdır. Elektronik ağlar üzerinden, zaman kaybetmeden, hızlı bir Ģekilde istenilen mekândan, istenilen zamanda alıĢveriĢten bilgi edinmeye kadar birçok edimin gerçekleĢtirildiği bir dönemin ve kültürün içerisinde bulunmaktayız. Bilginin ve iletiĢim teknolojilerinin hızla yaygınlaĢtığı bir dünyada kamu yönetimlerinde yeni uygulamalar/yapılandırmalar ve bu bağlamda demokrasi modellerinde farklı bir üslup geliĢtirilmiĢtir. Kamu yönetimlerinde yeni yapılandırmalar e-devlet adını alırken, bireylerin internet teknolojilerini kullanarak siyasal süreçlere dâhil olmaları da e-demokrasi adını almaktadır (MaraĢ, 2011). E-Demokrasi en genel tanımıyla; vatandaĢın kamusal karar verme sürecine katılımının sağlanabilmesi için elektronik bağlantıların kullanılmasıdır (MaraĢ, 2011:131). Böylelikle vatandaĢlar kendilerini ilgilendiren meseleler hakkında hem bilgi sahibi olabilecek hem de siyasal sürece katılımları sağlanabilecektir. Bireyler, internet teknolojileri vasıtasıyla, online olarak kamusal alanla ilgili görüĢleri müzakere etme, e-oylama, anket uygulama, bilgi alma gibi çeĢitli iĢlevlerde bulunabilmektedir. Bu bağlamda e-demokrasi modelinde halk kendisini ilgilendirecek meselelerde katılımı doğrudan sağlamakta bununla birlikte deyim yerindeyse devlet ile etkileĢim ve iĢbirliği içerisinde olmaktadır. Bir toplumda e-demokrasinin uygulanabilmesi için iki önemli unsur vardır. Bunlardan birincisi; ülkede yaygın bir internet eriĢiminin sağlanmıĢ olmasıdır. Ġkincisi ise; hem vatandaĢların hem de seçilen kiĢilerin demokratik katılıma önem veren bir kültüre sahip olmasıdır. Katılım kültürü ise biliĢim kültürünü gerekmektedir. Diğer bir deyiĢle; vatandaĢların biliĢim teknolojilerini kullanma ve bundan yararlanma kültürünün oluĢması gerekmektedir (ġahin vd., 2004:257-258, aktaran, MaraĢ). Bilgi ve iletiĢim (internet) teknolojilerinin kullanılması aynı zamanda halkın biliĢim ve katılım kültürüne sahip olmasıyla gerçekleĢen e-demokrasi modelinde dikkat çekici en önemli unsur;vatandaĢların demokratik sürece katılımının artırılması ve politik karar alma süreçlerinde 366 devletin vatandaĢa karĢı Ģeffaf yani açık olmasıdır. Bu doğrultuda siyasi temsilcilerin vatandaĢa hesap verme, vatandaĢın da siyasi temsilcilerinden hesap sorabilme özgürlüğü söz konusudur. GeliĢmekte ve geliĢmiĢ ülkelerde kullanılan e-demokrasi/dijital demokrasi modeli, elektronik ağlar (internet) üzerinden halkın kamusal konularla ilgili karar verme süreçlerine dâhil olmasını anlatmaktadır. Dijital çağın en nemli unsuru olan ―hız,‖ dijital demokrasi ve e-devlet yapılanmasında da son derece önemlidir. Bir kere daha vurgulamak gerekir ki bireylerin kendilerini ilgilendirecek meselelerde, istedikleri yerden istedikleri zamanda kamu birimlerinden bilgi almaları böylelikle devletin daha Ģeffaf ve halka açık olması ve halkın gerektiğinde hesap sorabilme özgürlüğünün olması Dijital Demokrasi‗nin niteliklerindendir. Dijital Demokrasi modelinin ülkemizde uygulanıyor olup olmaması ayrı bir tartıĢma konusudur; ancak bu çalıĢmanın ikinci bölümünü oluĢturan Gezi Parkı Olayları dijital çağın merkezi unsuru olan ağ bağlantıları üzerinden ĢekillenmiĢtir. Ağ bağlantılarından kast edilen ise sosyal medyadır. Ana akım medyanın Gezi Parkı Olaylarında sessiz kalıĢı, sosyal medya üzerinden an be an durum güncellemelerinin, fotoğrafların ve videoların paylaĢılması ve bunun üzerine halkın örgütlenmesi, onlineolarak olayları müzakere etmesi, fikir ve bilgi alıĢveriĢinde bulunulması, iktidar partisine yine ağlar üzerinden hesap sorabilme özgürlüğü sağlamıĢ olması bağlamında, Gezi Parkı Olayları dijital demokrasi çerçevesinde ele alınmıĢtır. Öte yandan dijital bağlantılar çerçevesinde halkın politik süreçlere katılımının sağlanması ve ilgili meselelerin müzakere edilmesi ve bunun neticesinde ortak kararların alınmasının sağlanması noktasında da ilgili konu müzakereci demokrasiyle iliĢkilendirilmiĢtir. Buraya kadar olan kısımda Demokrasi‘nin tanımına ve tarihsel süreçte nasıl farklı anlam kazandığı açıklanıp, demokrasinin var olabilmesi ve geliĢebilmesi için bir siyasal kültürün olması gerektiğine değinildi. Bununla birlikte müzakereci demokrasi ve e-demokrasi üzerinde duruldu. Demokrasi ile ilgili kısma yoğunluk verilmesinin bir nedeni de Türkiye‘de siyasal kültürün tam olarak oluĢmaması ve kurumsallaĢamamıĢ olmasından dolayı, demokrasi alanında hâlâ sorunların sürmekte olmasıdır. Farklı görüĢlere olan tahammülsüzlük, toplumsal hoĢgörüden yoksunluk, birlikte hareket edemeyiĢ, bireysel özgürlüğe önem verilmemesi gibi olumsuz durumlar bir anlamda Gezi Parkı Olaylarının ivme kazanmasına nedenolmuĢtur. Bu noktada Türkiye‘nin demokrasi sürecinin son örneği Gezi DireniĢinde görülmüĢtür. ġimdi 27 Mayıs gecesinden baĢlayarak gerek yurt içinde gerekse yurt dıĢında büyük ses getiren Gezi Parkı Olayları sosyolojik perspektiften açıklanarak nasıl yeni toplumsal muhalefet niteliği taĢıdığı anlaĢılmaya çalıĢılacaktır. 3. BĠR SĠVĠL ĠTĠAATSĠZLĠK ÖRNEĞĠ: GEZĠ DĠRENĠġĠ 27 Mayıs‘ta Taksim Gezi Parkı‘nda beĢ ağacın yerinden sökülmesiyle baĢlayan eylemler, 28-31 Mayıs günü emniyet güçlerinin orantısız güç kullanımıyla ivme kazanmıĢ, olaylar sosyal medya aracılığıyla hızla duyurulmuĢ, ilerleyen günlerde eyleme katılımın artmasıyla Gezi Parkı Olayları Türkiye‘nin en geniĢ tabanlı ve kapsamlı muhalefet örneği olarak tarihe geçmiĢtir. Her Şey Bir Ağacı Sevmekle Başladı… Gezi Parkı Olayları sosyolojik bir perspektiften incelendiğinde temelinde bir modernleĢme eleĢtirisinin olduğunu görülür. ModernleĢmenin, felsefi yönde kırılma noktası olan aydınlanmanın ve bunun en önemli unsuru olan rasyonalitenin insan refahını maksimize etmesinin, dolayısıyla her türlü teknolojiyi ya da aracı insan refahını artıracak Ģekilde kullanmasının sonuçlarından biri de deyim yerindeyse doğal çevrenin talan edilmesidir. Diğer yandan Gezi Parkı Olayları; modernleĢme sürecinin ekonomik yönü olan üretim iliĢkilerindeki değiĢim ve sanayi devrimiyle birlikte kapitalizmin her Ģeyi ticarileĢtirmesi/metalaĢtırmasına karĢı da bir eleĢtiridir. Kapitalizmin en somut sembollerinden olan AVM uğruna ağaçların (kamusal yeĢil alanların) talan edilmesine, kentsel kamusal alanların metalaĢması ve ticarileĢtirilmesine bir karĢı çıkıĢtır. Bu noktada dikkat çekici unsur; insanların ortak yaĢam alanlarını savunmaları, ülke nüfusunun en fazla olduğu bir kentte yeĢil alanların tahrip edilmesini engelleyici tavır içine girmeleri (park içerisinde/ağaçların üzerinde nöbet tutmak vb.) ve bu bağlamda da kentlilik haklarını savunmalarıdır.27 Mayıs gecesinde Gezi Parkı‘nda oturma eylemleriyle baĢlayan protestolar, parkta nöbet tutulmasıyla birlikte devam etmiĢ, park içerisinde olan eylemler sosyal medya aracılığıyla da hızlı bir Ģekilde yayılmıĢtır. 28 Mayıs günü park içerisinde iĢ 367 makinelerinin tekrar çalıĢmaya baĢlaması ve polisin eylemcilere orantısız güç kullanmasıyla (kırmızı elbiseli kadına doğrudan biber gazı sıkılması) birlikte buna tepki ve eĢ zamanlı olarak protesto eylemleri Türkiye‘nin birçok iline yayılmıĢtır. Kentteki kamusal alanların metalaĢmasını engelleme, ortak yaĢam alanlarını koruma adına baĢlayan çevre hareketi, polisin orantısız güç kullanması ve bununla birlikte siyasal iktidarın kullandığı sert üslubun ve bireylerin yaĢam alanlarına müdahalesinin bir sonucu olarak, halkın kendisini özgürce ifade edebileceği post modern muhalif bir harekete dönüĢen Gezi DireniĢinin geleneksel eylemlerden ayrılan yönleri bulunmaktadır. Gezi Parkı eylemlerine katılan direniĢçiler toplumun her kesiminden gelmektedir. LGBT bireyler, öğrenciler, emekliler, çalıĢanlar, farklı etnik kökene ve farklı siyasal düĢünceleresahip bireyler Gezi DireniĢine katılmıĢlardır. Bu bağlamda Gezi DireniĢi oldukça heterojen bir yapıya sahiptir. Gezi Parkı Olayları belli bir siyasi örgütün ya da grubun önderliğinde gerçekleĢmemiĢtir, kendiliğinden oluĢmuĢtur. Gezi Parkı eylemlerini geleneksel eylemlerden ayıran bir diğer nokta, apolitik olarak adlandırılan gençlerin eyleme katılmaları, bununla birlikte internet teknolojilerini kullanarak sosyal medya üzerinden eylemlere katılımların artırılmasını sağlamalarıdır. Öte yandan kullandıkları mizah söylemleri direniĢin havasını yumuĢatmıĢ, Gezi Parkı eylemleri hoĢgörü ve dayanıĢma merkezli, barıĢçıl söylemin yer aldığı eylemler hâline dönüĢmüĢtür. Gezi Parkı eylemlerinin geleneksel eylemlerden ayrılan bir diğer yön de farklı bir protesto örneklerinin sergilenmiĢ olmasıdır. Özellikle de Taksim‘in orta yerinde saatlerce ―duran adam‖ pasif direniĢin sembolü hâline gelmiĢtir. Buraya kadar olan kısımda Gezi Parkı Olaylarının ortak yaĢam alanlarının korunmasına yönelik çevre hareketi olarak baĢladığına, olayların polisin Ģiddetiyle ivme kazandığına bununla birlikte eylemlerin Türkiye‘nin birçok yerinde gerçekleĢtiğinedeğinilip, bu eylemlerin geleneksel eylemlerden ayrıldığı yönleri açıklanmıĢtır. ġimdi de sosyal medya üzerinden paylaĢılan durum güncellemeleriyle Gezi DireniĢinin niteliği açıklanmaya çalıĢılacaktır. Sosyal Medya Üzerinden Gezi Direnişini Okumak… Gezi Parkına iliĢkin eylem haberlerinin yayılmasında ana akım geleneksel basılı ve görsel medyadan çok dijital/sosyal medyanın büyük etkisi olmuĢtur. Zamanı-mekânı olmayan, istenilen zamanda istenilen mekanda gerçekleĢtirilen elektronik iletiĢimin örneğini oluĢturan sosyal medya Gezi Parkı Eylemleri sürecinde en önemli haber kaynağı olmuĢtur.Sosyal Medya üzerinden Gezi Parkı Olaylarını incelendiğinde ortaya; hoĢgörü, mizah, barıĢçıl söylem ve dayanıĢma gibi temalaröne çıkmaktadır. Çevre Hareketi Örneği Olarak Gezi Direnişi Taksim Gezi Parkı‘ndaki eylemler, ağaç katliamlarına karĢı, insanların ortak yaĢam alanlarını korumaya, kentsel alanların metalaĢmasını engellemeye yönelik baĢlayan bir çevre hareketi niteliğindedir. 27 Mayıs gecesinde bir grup insanın iĢ makinelerinin önüne geçmesi, 28 Mayıs‘ta olayların sosyal medyadan duyurulmasıyla ivme kazanmıĢtır. Gezi Parkındaki olayların sosyal medyada ilk yer alması, olayın haberinin hızlı bir Ģekilde duyurtulması Ģeklinde olmuĢtur. Bu anlamda, olaya iliĢkin haberler, özellikle twitter üzerinden kısa mesajlarla duyurulmuĢtur. Twitter Kullanıcısı (27 Mayıs 2013) “Az önce Gezi Parkı‟na giren dozerler, halk tarafından durduruldu, nöbet başladı. Sen de nöbete katıl. Ve Gezi Parkı için ayağa kalk.” Facebook ise twitter‘a göre daha uzun mesajların iletilmesine olanak verdiğinden, olay facebook üzerinden daha ayrıntılı olarak tartıĢılabilmiĢtir. Facebook Kullanıcısı (28 Mayıs 2013) “Dün gece siz uyurken Gezi Parkı‟nı yıkmaya çalıştılar… Dün gece Gezi Parkı‟nda Divan Oteli tarafındaki duvarını yıkarak parkın içine iş makinelerini soktular. Gece gece duvarı yıkıp parkımıza girdiler…” 368 Facebook Kullanıcısı (28 Mayıs 2013) “Acil Duyuru! Taksim Gezi Parkında Divan Oteli tarafındaki ağaçlar yolu genişletme adı altındaKESİLMEYE BAŞLANDI… Kepçe Parka daldı…30-40 arkadaş gece yarısı iş makineleri ve kamyonlar marifetiyle başlayan bu izinsiz operasyonu durdurdu. Ancak sabah 7.30„da tekrar başlayacaklarını söyleyerek geri çekilmişler… Arkadaşlarımız nöbette! Sabah 7.30„dan itibaren Divan Oteli tarafındaki Gezi Parkı Metro çıkışında buluşuyoruz. TAKSİM HEPİMİZİN!” TartıĢmalar sadece olayın duyurulması değil, aynı zamanda olayın olabildiğince tartıĢılarak, olaya karĢı tepki verilmesi ve bu tepkinin niteliğinin de tartıĢılması boyutuna doğru dönüĢmeye baĢlamıĢ. Böylelikle gerçek dünyada kurulamayan demokratik müzakere tartıĢma ortamı dijital/sanal ortamda oluĢturulmaya baĢlanmıĢtır. ĠĢte bu çalıĢmada tartıĢmaya açılan da tam da budur: Dijital müzakereci demokrasi. Twitter Kullanıcısı (29 Mayıs 2013) “Ağaçların yerine yapay AVM tavanları istemiyorum. Rüzgarı hissetmek istiyorum.” Twitter Kullanıcısı (30 Mayıs 2013) “Mademki, yıkıyorsunuz şimdi; farz olsun biz de sizin yaptığınızı yıkar yeniden dikeriz ağaçlarımızı”. Twitter Kullanıcısı (30 Mayıs 2013) “Her yaştan insan haksızlığa direniyor! Twitter Kullanıcısı (31 Mayıs 2013 ) ―Binlerceyiz! Araçlar kornayla destekliyor! Ağaçlarımızı, yok edilen doğal alanlarımızı geri istiyoruz !” 28 Mayıs‘tan itibaren güvenlik güçlerinin orantısız güç kullanması, özellikle insanların yüzüne doğrudan biber gazı ve tazyikli su sıkılmasıyla birlikte eylemler hız kazanmıĢ, yine bu durum sosyal medya üzerinden olanca hızıyla paylaĢılmıĢtır. Facebook Kullanıcısı (31 Mayıs 2013) “Öğrenci „niye dinlemiyorsun‟ dendiğinde „sana ne‟ der, sınıftan kapıyı çarpıp çıkar, bazen „bu kadın‟ diye fısıldadığını duyarsın, yine de el kaldıramazsın, vuramazsın çünkü „insansındır‟ve bazı şeyler „insanlık halidir‟, sen de unutursun, o da unutur işte bu sebepledir ki anlayamıyorum bir insan nasıl bu kadar zalim olabiliyor, o gazı nasıl sıkabiliyor? Çimenlere oturan insanlara nasıl tazyikli su sıkabiliyor? Ve birileri buna alkış tutabiliyor? Twitter Kullanıcısı (31 Mayıs 2013) “Polisin göstericilere yönelik aşırı güç kullanımı kabul edilemez ve uluslararası insan hakları hukukuna aykırı.” Yukarıda da ifade edilen sosyal medya paylaĢımlarından anlaĢılabileceği üzere;polisin eylemcilere orantısız güç kullanması bunun sonucunda yaralanmaların olması, direniĢin bir anlamda sembolü haline gelen kırmızı elbiseli kadına doğrudan biber gazı sıkılması, haklı bir tepkiye yol açmıĢtır. Yönetim çevrelerinin olayları yorumlarken takındığı sert üslup da eylemlerin geniĢlemesinde etkili olmuĢtur. Daha Önce Görülmemiş Dayanışma, Hoşgörü ve Barışçıl Söylem… Eylemler gerçekleĢtirilirken Gezi Parkı, dayanıĢmanın merkezi haline gelmiĢtir. Klasik eylemlerden farklı bir Ģekilde karĢımıza, herhangi bir gruba dahil olmayan insanların da gönüllü olarak çalıĢtığı, yardımlaĢtığı bir eylem biçimi ortaya çıkmıĢtır. Öyle ki eylemler esnasında Gezi Parkı içerisinde; insanların ücretsiz olarak yemeklerini temin edebildikleri büfeler, ilk yardım malzemelerinin ve solüsyonların bulunduğu sağlık merkezi, kütüphane, veteriner çadırı bulunmaktadır. Tüm bunlar; farklı düĢüncedeki insanların bir araya gelip oluĢturdukları dayanıĢma örnekleridir. Gezi DireniĢi incelendiğinde farklı siyasi ideolojideki insanların el ele tutuĢtukları 369 görülür, ezeli rakip denilebilecek tribün taraftarlarının direniĢ içerisinde kol kola girdikleri gözlemlenir.Eylemcilerin mobilize olmaları için wireless Ģifreleri ortadan kaldırılır. Eylemciler (bunların çoğunluğu apolitik olarak adlandırılan gençlerdir) internet teknolojilerini kullanarak Türkiye‘de daha önce görülmemiĢ bir eylemi baĢlatırlar. Bu eylemler içerisinde ağırlıklı söylem, eylemcilerin barıĢçıl ve Ģiddetten uzak olmaları yönündedir. Eylemlerin barıĢçıl niteliğine gevĢek örgütlenme yapısına iliĢkin olarak sosyal medyada yer alan paylaĢımlarbirkaç örnek Ģu Ģekildedir. Facebook Kullanıcısı (1 Haziran 2013) “Sevgili Başbakanım; Bu gün bize öyle güzel bir iyilik yaptın ki, haberin yok. Bu gün öldürün emri verdiğin polisin karşısında yere düşen Fenerbahçe taraftarını kaldıran Beşiktaşlı gördük. Birbirleriyle suyunu, ekmeğini paylaşan üniversiteli öğrenciler gördük. Kol kola giren Türk-Kürt asıllı insanlar gördük. Fahişe dediğimiz kadınların o evlerden çıkarak yaralılara yardım ettiğini, biber gazından etkilenenlere süt ve limon verdiğini gördük. Travesti dediğiniz insanların evlerini insanların barınması için açtığını gördük. Telefon numaralarını paylaşan avukat, doktor, ilk yardımda yaralılara müdahale eden tıp öğrencileri gördük. Wireless şifrelerini kaldıran esnafı, yaralıları otellerinin lobilerine alan otel sahipleri gördük. Panzer ve TOMA girmesin diye otobüsüyle yolu kapatan belediye şoförü gördük. Gece dükkanları açan eczacılar gördük, daha da göreceğiz. Gözlerimiz sıktırdığın biber gazından değil, gururdan doldu.” Twitter Kullanıcısı (4 Haziran 2013) “Gezi Parkı„nda artık kütüphane, revir, mutfak var. Huzur var, farklı görüşlere saygı var. Bu ruhu yaratan ağaçlar ve onları seven insanlar!” Twitter Kullanıcısı (3 Haziran 2013) “Tekrar Hatırlatıyorum: Biz terörist değiliz, yakmayacağız, yıkmayacağız. Silahımız sosyal medyadır, sözlerimizdir, sloganlarımızdır.” HoĢgörünün, dayanıĢmanın, birlikteliğin Ģekillendiği Gezi DireniĢi tekrar edilecek olursa, ortak yaĢam alanlarını korumaya yönelik bir çevre hareketi olarak baĢlamıĢ; ancak polisin sert müdahalesinden sonra,giderek direniĢin yönü çevre hareketini de içine alarak özgürlük ve demokrasi mücadelesine doğru çevrilmiĢtir. Facebook Kullanıcısı (7 Haziran 2013 ) “Taksim gezi parkının yıkılıp yerine AVM yapılmasına ve kapitalizme karşı başlayan direniş, polisin sert müdahalesi ve ardından diğer illere sıçramasıyla daha genel bir özgürlük mücadelesine çevrildi. Bu noktada Türkiye‟nin dört bir yanında direnen ve eylemler yapan halk, sorunun sadece gezi parkı olmadığının kanıtı oldu. Peki neden direniyoruz? Kürtaj yasağından, alkol yasaklarına; miting alanlarının işçilere-devrimcilere kapatılmasından, 3. köprüye ve ismine; barınma hakkının hiçe sayılmasından, polis şiddetine; halkların ötekileştirilmesinden, cinsel yönelimlerin yok sayılmasına; doğaya ve yaşama açılan savaştan, üniversitenin bilim yerine sermayeye hizmet ediyor oluşuna; halkın taleplerine rağmen eşit-parasız-anadilde eğitimin inatla sağlanmıyor oluşundan, eğitim ve diğer birçok konudaki gelişigüzel düzenlemelere; Roboski‟deki, Reyhanlı‟daki katliamlara; Ortadoğu‟da emperyalist savaş çığırtkanlığına ve saymakla bitmeyecek benzeriyle birlikte on yıllardır biriken halka yönelik diktaya karşı direniyoruz.” Orantısız Güce Karşı Orantısız Zeka: Mizah… Gezi DireniĢinin geleneksel eylemlerden ayrılan (dayanıĢma, hoĢgörü, Ģiddetten uzak kalınmasının yanı sıra) çok önemli bir yönü vardır; bu da ―y kuĢağı‖nın inandıkları Ģey uğruna sokaklara çıkması ve kullandıkları popüler kültüre hakim olan mizah yüklü dilleridir. Gerek duvar yazılarında, gerekse sosyal medya üzerinden paylaĢımlarda son derece mizah yüklü bir dilin hâkim olduğu görülür. Gezi Parkı Eylemleri gerçekleĢtirilirken tribün taraftarları (ÇarĢı Grubu) bir iĢ makinesini sahiplenerek POMA‘yı(Polis olaylarına karĢı müdahale aracı) icat etmiĢtir. DireniĢ esnasında 370 Ankara‘daki cadde isimleri değiĢmiĢ; Tunalı Hilmi Caddesi, Tomalı Hilmi‘ye, Dolmabahçe Caddesi‘nin ismi ise Pomabahçe‘ye dönüĢmüĢtür. Kızılay‘ın yeni ismi Gazılay, Güvenpark ise Dövenpark olmuĢtur. Eylemcilerin yazmıĢ oldukları duvar yazıları ise direniĢ mizahının en kuvvetli olduğu görsel alanlardır. Özellikle de duvar yazılarında gaz bombalarıyla ilgili epey espriler görmek mümkündür. “Gazın bitti mi abisi,” “Gaz bağımlılık yaptı panpa,””1.Geleneksel gaz festivaline hoş geldiniz,”“Biber gazı cildi güzelleştirir,”„„Biberi bal eyledik, meydanları dar eyledik,”“Bu biber gazı bi harika dostum!” “Sıkma demiyorum hobi olarak gene sık,” “Biber gazı sıkmanıza gerek yoktu bayım, zaten yeterince duygusal çocuklarız,” “Gaz yemeyene kız yok,” “Üç-Beş ağaca bak sana neler yapıyor,”“Rabbime sordum, diren gezi dedi,” “Dün çok çeviktin polis,” “Üç gündür yıkanmıyoruz toma gönderin,” “Kızınca çok güzel oluyorsun Türkiyem”gibi mizah yüklü duvar yazıları görmenin yanı sıra, facebook ve twitter üzerinden de esprili paylaĢımlar görmek mümkündür. Facebook Kullanıcısı (16 Haziran 2013 ) “Artık düşünmemize gerek kalmadı, az önce babamla konuştum, AKP‟ye üye olacakmış. “Elimi attığım yeri kuruturum bilirsin” dedi, daha önce bir A.Ş. batırmışlığı var, parasını yatırdığı bankaların bir ay içinde batması sadece minik bir detay. Şimdi onlar düşünsün!” Gezi DireniĢinde esprili duvar yazıları ya da sosyal medya güncellemelerinin yanı sıra kimi eylemcilerin protestoları da mizahi yönden epey konuĢulmuĢtur. Örneğin, TOMA‘nın karĢısında elinde gitarıyla Ģarkı söyleyen genç erkek ya da polislerin karĢısında gülümseyerek kitap okuyan genç erkek. Tüm bu esprili söylem ve hareketler hem Gezi DireniĢini sürdürmüĢ, hem de muhalif harekete yumuĢak bir söylem katmıĢtır. Meydanda Anneler…Meydanda Duran Adam(lar)… Gezi Parkı Olaylarında karĢımızı çıkan bir diğer önemli unsur; direniĢin öznesinin kadın olmasıdır. Türkiye‘de gerçekleĢtirilen eylemlere baktığımızda genellikle öznelerin erkek olduğu dikkat çeker; ancak Gezi Parkı‘nda direniĢin hem öznesi hem de sembolü ağırlıklı olarak kadınlardır. Özellikle de 28 Mayıs‘ta yüzüne biber gazı sıkılmasıyla yabancı basının da ilgi odağı olan kırmızılı elbiseli kadın, TOMA‘nın önünde kollarını açarak cesurca duran siyah elbiseli kadın ve hamileliğinin ilerlemiĢ olmasından sıkılan, fakat biber gazından dolayı bebeğe zarar gelmesin diye birebir eylemlere katılamayan; ama karnına hamileliğinin büyük bir kısmını tamamladığını belirten ―%95 loading diren gezi parkı geliyorum‖ yazıp fotoğrafını çeken ve sosyal medyada paylaĢıp olaya destek veren kadın (bu yazı yazılırken beklenilen bebek dünyaya geldi; ismi Atlas Diren).GuyFawkes maskesiyle direniĢe katılan kadın, deyim yerindeyse direniĢin fenomenleri haline gelmiĢtir. Diğer yandan; 13 Haziran günü Ġstanbul Valisi‘nin annelere seslenip ―çocuklarınızı parktan alın‖ demesinin üzerine, meydanlara anneler de inmiĢ; insanlık zinciri oluĢturarak ―biz çocuklarımızı almaya değil, onlarla birlikte kalmaya geldik‖ demiĢlerdir. Gezi DireniĢinin sosyal medyada ses getiren bir diğer eylem biçimi ise pasif direniĢi simgeleyen; duran adamdır. Gerek yurt içinde gerekse yurt dıĢında oldukça ses getiren duran adamın direniĢi, sessiz (konuĢmadan) kıpırdamadan ve kimseye zarar vermeden gerçekleĢmiĢtir; ancak yine polis müdahalesiyle karĢılaĢmıĢ, giysileri ve çantası aranmıĢtır. Bu durum sosyal medyada da tepki görmüĢtür: Twitter Kullanıcısı (16 Haziran 2013) “Eylem yapıyor bozuluyorsun, direniyor sinirleniyorsun, susuyor ses istiyorsun, koşuyor dursun istiyorsun, duruyor korkuyorsun.” Twitter Kullanıcısı (16 Haziran 2013) “Bu ülkede gözaltına alınmak için bir şey yapmanıza gerek yok, durmak da suç.” Yukarıda da ifade edilen Gezi Parkı Olayları sosyal medya aracılığıyla hem yurt içinde hem de yurt dıĢında oldukça yankı uyandırmıĢtır. Mizah yönünün çok güçlü olması, eylemlerin sürekliliği açısından önemli bir nokta olmuĢtur. Bununla birlikte, bu apolitik gençlik mizahı olabildiğince kullanmıĢtır. ―Etliye sütlüye karıĢmayan,‖ internetin baĢından kalkmayan,toplumsal olaylara duyarsız kalan bu ―apolitik‖ gençlik Gezi Parkı Olaylarında ezber bozmuĢtur. Çok iyi kullandıkları internet 371 teknolojilerini ilefacebook ve twitter üzerinden yaĢanılan olayları an be an paylaĢarak, örgütlenmeyi sağlayarak eylemlere katılımları arttırmıĢlardır. Gezi Parkı Olayları kendiliğinden oluĢmuĢtur, ne bir siyasi partinin söylemiyle ne de dıĢ güçlerin etkisiyle oluĢmamıĢtır. Kendiliğinden meydana gelmiĢ, hoĢgörü, dayanıĢma gibi nitelikler taĢıyan Ģiddetten uzak bir karakterdedir. Eylemlerden sonra çeĢitli parklarda forumlar oluĢturulmuĢ, insanlar bu alanlarda kendi belirledikleri konuları tartıĢarak, süreci hem müzakere etmiĢler hem de yeni fikirler ortaya koymuĢlardır. Çevre Hareketi olarak baĢlayan Gezi Parkı Olayları, eylemcilerin içinde bulundukları parkı benimsemeleri, korumalarıyla, park içinde temizlik yapmaları -çöpleri toplamaları- ve bunu gönüllü bir Ģekilde yapmalarıyla oldukça ses getirmiĢtir. Gezi Parkı; Mayıs ve Haziran aylarında daha önce görmediği olaylara sahne olmuĢtur. Bunun içinde polisin sert müdahalesi, eylemcilerin dayanıĢması,sabah sporlarının yapılması, piyona resitalleri gibi birbirinden çok farklı motivasyonlara sahip eylemler ve hareket tarzları vardır. Belki de Gezi Parkı‘nda ilk defa ve gerçek anlamda ―bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeĢçesine‖ yaĢamak deneyimlenmiĢtir… 4. SONUÇ Bu çalıĢmada Gezi Parkı Olayları ya da Gezi DireniĢi olarak adlandırılan olayların yeni toplumsal muhalefet olma niteliği tartıĢılmıĢtır. Bu bağlamda demokrasi, demokrasikültürü, müzakereci demokrasi ve dijital demokrasi kavramlarına değinilmiĢtir. Sonuç olarak, bu hareketin vermesi gereken mesajlar ya da bu hareketten alınması gereken mesajlar Ģu Ģekilde özetlenebilir. Yeni Toplumsal Muhalefet olarak adlandırılabilecek olan bu hareket, öncelikle ve ilk defa bir kentli harekettir, kentine ve çevresine sahip çıkma hareketidir. Toplumun artık kentli bir toplum olduğunun farkına vardığı, kentine ve kentli yaĢam biçimine sahip çıktığı, kendi iradesi dıĢında, kentli yaĢam biçimine müdahale edilmesine izin vermediği, gerekirse bunun için direnmeyi göze aldığının görüldüğü bir harekettir. Bu hareketin ve eylemin sonucunda oluĢan temel beklenti, siyaset kurumunun, özellikle iktidarın söz konusu mesajı, yani kette yaĢayanların, kentsel yaĢam hakkına (kentsel yaĢam alanlarına ve kentsel yaĢam biçimlerine) dokunulmaması gerektiğinin farkına varmasıdır. Ġkinci olarak bu hareket, mesela CHP gibi her hangi bir siyasi hareketle özdeĢleĢtirilemez, özdeĢleĢtirilmemelidir. Eğer CHP bu hareketi örgütleyebilme niteliklerine sahip olsaydı, bu hareketin bu biçimiyle ortaya çıkmasına gerek kalmazdı ya da bu hareket CHP‘nin öncülüğünde örgütlenirdi. Kaldı ki iktidar gibi, muhalefet de bu hareketi ancak üç dört gün sonra fark edebilmiĢ ve fark ettikten sonra, örgütlemek Ģöyle dursun, ancak peĢine takılabilmiĢtir. Ayrıca Gezi Parkı protestosuna katılanlar arasında birçok farklı siyasi gruplardan olanlar vardır. AĢırı sol siyasi gruplar Gezi Parkı hareketini sahiplenme ve bu vesile ile seslerini duyurma çabası içine girmiĢler, ancak Gezi Parkı Hareketinin çok sesliliği, oluĢturulmaya çalıĢılan tek düzeliği bastırmıĢtır. En son olarak, bir Yeni Toplumsal Muhalefet biçimi ya da gerçek bir sivil itaatsizlik örneği olarak Gezi Parkı Hareketi (olayı) arka planında yer alan sosyal medya örgütlenme biçimiyle, daha önce örneği görülmeyen son derece dinamik ve çok kısa sürede örgütlenebilen ve yeniden örgütlenebilen bir karaktere sahiptir. Bu anlamıyla da bir Yeni Toplumsal Muhalefet biçimi olmasının ötesinde, Türkiye‘de yeni bir demokrasi hareketine dönüĢebilir ve bu niteliğinden dolayı mevcut siyasi parti yapılanmalarını ve siyaset kurumunu kökten değiĢtirecek bir potansiyel taĢıyabilir. Ne yazık ki mevcut iktidar ve muhalefet partileri bu hareketin söz konusu dinamik yapısının henüz farkına varabilmiĢ, yani verilmek istenen mesajı alabilmiĢ değildir. Ancak bu Yeni Toplumsal Muhalefet hareketi, kısa vadede olmasa da orta vadede, kaçınılmaz olarak Türkiye‘de siyaset yapma biçimini ve giderek siyaset kurumunu değiĢtirebilecek niteliklere sahiptir. KAYNAKLAR Benhabib, S. (1999).Demokrasi ve Farklılık Açılması,Ġstanbul: Demokrasi Kitaplığı. Siyasal Düzenin Sınırlarının TartıĢmaya Kalaycıoğlu, E. (1999). ―Türkiye‘de Siyasal Kültür ve Demokrasi‖,Türkiye‘de Demokratik Siyasal Kültür, Ankara: Türk Demokrasi Vakfı. 372 Köker, L.(2008).Demokrasi, EleĢtiri ve Türkiye, Ankara: Vadi Yayınları. MaraĢ, G. (2011). ―Kamu Yönetimlerinde E-Devlet ve E-Demokrasi ĠliĢkisi‖, Erciyes Üniversitesi Ġktisadi ve Ġdari Bilimler Fakültesi Dergisi, No: 37, s.122-131. SitembölükbaĢı, ġ.(2005). ―Liberal Demokrasinin Çıkmazlarına Çözüm Olarak Müzakereci Demokrasi‖, Akdeniz Üniversitesi Ġktisadi ve Ġdari Bilimler Fakültesi Dergisi, No:10, s.140. Tuna, M. (2000). ―Demokrasi Kültürü‖,Sosyal Bilimler Sempozyumu Bildiri Kitabı, Muğla:Muğla Üniversitesi. Tunç, H. (2008). ―Demokrasi Türleri ve Müzakereci Demokrasi Kavramı‖,Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt:12, No: 1-2, s.1125-1228. 373 374 GEZĠ PARKI: “ġEHĠR HAKKI” TARTIġMALARI VESOSYOLOJĠNĠN SAVUNULMASI Polat S. ALPMAN1 ÖZET Bu çalıĢma, Henri Lefebvre, Guy Debord ve David Harvey‘in kent sosyolojisi literatürüne yaptıkları katkılardan hareketle, iki yönlü bir tartıĢmayı yürütmeyi amaçlamaktadır. TartıĢmanın ilk aĢaması, insanların yaĢadıkları kent ile ilgili inisiyatif alma, karar verme iradelerini ifade eden ve ―ġehir Hakkı‖ olarak formüle edilen tartıĢmaları Gezi Parkı olaylarıyla iliĢkilendirerek açıklamayı kapsamaktadır. Böylelikle kentsel olanla toplumsal olan arasındaki iliĢkiyi sadece bir yaĢam mekanı olarak değil sosyolojinin nesnesi olan bir mekan olarak ele alınması hedeflenmektedir. TartıĢmanın diğer aĢaması ise, ―itiraz, isyan ve direniĢ‖ olarak tanımlanan Gezi olayları sürecinde, sosyolojik zanaatın bir bilim olmakla toplumu savunmak arasında yaĢadığı kriz çözümlenmeye çalıĢılacaktır. Anahtar Kavramlar: Şehir Hakkı, Neoliberalizm, Kentsel Dönüşüm, Mekân, Gezi Parkı. ABSTRACT This study, based on the contributions of Henri Lefebvre, Guy Debord and David Harvey to the literature of urban sociology, aims to conduct a two-sided discussion. The first stage of the discussion contains to explain the debates being formulated as ―The Right to the City‖ meaning the will of the people to take the initiative and make decisions about the city they live in, by associating it with the Gezi Parkı events. Hereby, it is aimed to deal with the relationship between ―the social‖ and ―the urban‖ not just as a life-space but as a space being object of the sociology. The other stage of the discussion will analyze the crisis which the craft of sociology has faced during the Gezi events which is defined as ―protest, riot and resistance‖, by standing between being science or defending the society. Keyw ords: The Right to the City, Neoliberalism, Urban Gentrification, Space, Gezi Park. GĠRĠġ 2013 yılının Mayıs ayı, 2002 yılından beri iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) için zor bir ay oldu. 1 Mayıs‘ın Taksim‘de kutlanmasının engellenmesiyle baĢlayan gerilim 27 Mayıs‘ta Kalyon ĠnĢaat isimli firmaya ait iĢ araçlarının Gezi Parkına girmesiyle yeni bir boyuta taĢındı. BaĢlangıçta ortaya çıkan itirazlar, 31 Mayıs‘ta isyana ve 15 Haziran‘daki polis müdahalesiyle direniĢe dönüĢtü. Bütün bu süreç, Türkiye‘nin sosyo-politik gündemine baĢta demokrasi olmak üzere birçok konuyla ilgili tartıĢmaları taĢıdı. SĠYASAL MUHAFAZAKÂRLIĞIN TOPLUMSAL PROJESĠ Türkiye‘deki siyasal yaĢamda muhafazakârlık birçok boyut içermektedir. Bu nedenle muhafazakârlığı tartıĢmanın birçok yönü bulunmaktadır. Özellikle çok partili hayata geçiĢle birlikte toplum üyelerinin gündelik yaĢam deneyimlerini politik değerler olarak inĢa etmek olarak tarif edilebilecek türden muhafazakarlığın, Türk siyasetinde güçlü bir yeri olduğu bilinen bir gerçektir. Türkiye‘de Adalet ve Kalkınma Partisinin tüzel kiĢiliğinde tecessüm eden siyasal muhafazakarlık ise sadece siyasal olarak değil toplumsal olarak da güçlü bir hegemonya kurmayı baĢardı. Üç dönem üst üste ve oylarını yükselterek iktidar olan, politik iktidardan toplumsal muktedirliğe uzanan bir siyasal hattın tarihsel temsilcisi olan bu hareket, aynı zamanda ekonomik ve politik reformlarla askeri vesayet rejimi, Kürt sorunu, baĢörtüsü/türban yasağı gibi kronikleĢmiĢ tıkanıklıkları açmaya çalıĢan bir siyasal irade sergiledi. Türkiye toplumunun önüne bir ―kızıl elma‖ olarak Avrupa Birliği idealini 1 Öğretim Görevlisi, Yalova Üniversitesi, Sosyal Hizmet ve DanıĢmanlık Bölümü, [email protected]. 375 yerleĢtirdi ve toplumsal motivasyonu bu yöne yönlendirdi. BaĢarılı bir psiko-ekonomik yönetimle, Türkiye‘yi uluslararası piyasaya uygun hale getirmeye çalıĢtı. Aynı zamanda DıĢiĢleri Bakanı Ahmet Davutoğlu‘nun baĢkanlığında etkili bir dıĢ politika izlemeyi hedefledi ve bu yönde bir çok revizyonist politikalar üretti. Diğer yandan iktidar olmasında önemli bir yer tutan demokratik söylemlerinin ve talepkarlığının sürekli kaygan bir zeminde durması, kitlesel desteğe ihtiyaç duyduğunda hızla anti-demokratik ve eski Türkiye‘ye ait jargona yaslanması, bir baĢka ifadeyle söylemlerinin hızla yer değiĢtirmesi hükümete olan güveni kademeli olarak azalttı. Toplumsal müzakereyi en fazla dile getiren, toplumsal uzlaĢmanın güçlü bir ülke olmak için gerekli en önemli ölçüt olduğunu sürekli ifade eden ve buna rağmen buna ihtiyaç duymayan bir hükümet görüntüsü gittikçe ağırlık kazandı. Çoğunluk gücü, toplumsal yaĢamı yeniden organize etmenin meĢruiyetini sağlayan bir güç unsuruna dönüĢtü. Kararlılık ve kendinden eminlik bir çeĢit inatçılık ve kibirlilik olarak algılandı. DıĢ politikada yarattığı neo-Osmanlı atmosferinin geri tepmesi, buna bir de Suriye krizinin eklenmesi ve BeĢĢar Esad‘ın uzun süre yenilmemesi ―one minute‖ın oluĢturduğu psiko-politik gücü zamanla eritti. Aynı zamanda askerin siyasi etkisinin azaltıldığı bir dönemde polis teĢkilatı güçlendi ve yasadıĢı dinlemeler ya da operasyonlar yapan, hukuk dıĢı bir takım faaliyetlerle hükümetin çıkarları için çalıĢan bir örgüt gibi algılanmaya baĢlandı. Akademinin ve basının sansüre (aslında daha çok oto-sansüre) uğradığı kanısı güçlendi. Tuhaf bir ―büyük adam‖ söylemi siyasetin olduğu kadar gündelik hayatın rutini haline getirildi. ―Güçlü lider‖ kalıbı ve ona oy veren çoğunluk, Cumhuriyet‘i kuran iradenin de yapamadığı gibi, çoğulculuğu tesis edemedi ve buna ek olarak, çoğunluk vurgusunun kendisi, Cumhuriyet‘in hedeflediği özgür ve eĢit yurttaĢlar algısının önüne geçti. Bütün bu geliĢmeler iktidar yıpranmasına ve iktidarın meĢruiyetinin aĢınmasına neden oldu. Kendi tarihsel ve politik kökenini, Cumhuriyet devriminin batıcı, laik ve seküler niteliklerinin ötekileĢtirdiği çoğunluk içerisindeki hat üzerinden kuran AKP‘nin sembolik mücadeleye önem vermesi ve gündelik gerçekliği semboller üzerinden inĢa etmek istemesi gündelik yaĢamı kutuplaĢtıran bir siyasal manyetik alan üretmeye baĢladı. Bu nedenle Çamlıca Tepesi‘ne ve Taksim‘e camii yapmak yerel siyasetin kamu hizmeti olmaktan öte, politik muktedirliğin gündelik hayata taĢınması olarak algılandı. Bir baĢka ifadeyle bu alanlara camii yapmak, politik iktidarın kendi sosyo-politik tabanı olarak tanımladığı kesimlerin değerlerinin, toplumsal yaĢamın asli unsuru haline getirilmesine dönüĢtü. Bu tespit, ―herkesi kucaklamak‖ gibi ciddi bir iddianın sahibi olan BaĢbakanın söylemlerine de yansıdı. ―Kürtaj cinayettir‖ ya da ―üç-beĢ çocuk yapın‖ gibi kadınları nesneleĢtiren tutumun ya da basit bir alkol satıĢının düzenlemesini ―dinimizin emri‖ haline getirilmesinin toplumun önemli bir kesimi için ―endiĢe‖ ürettiğinin söylenmesine gerek yok. Ancak sorun sadece BaĢbakan‘ın üslubu ya da söylemleri ile sınırlı değil. Diğer yanda hükümetin politikalarıyla ilgili biriken ve buna rağmen görmezden gelinen bir gerilimin ve endiĢenin var olduğu söylenebilir. Örneğin oldukça genç bir nüfusu olan Türkiye‘nin, bir türlü dikiĢ tutmayan ve yamalı bohça haline gelen eğitim sistemine, hükümetin 4+4+4 gibi operasyon yapması ve bu operasyonla Ġmam-Hatip liselerinin eğitim kurumları içerisinde baĢat haline gelmesini hedeflemesi de söz konusu endiĢeyi tetikleyen konulardan biridir. Ġlköğretimde ―seçmeli din dersi‖nin müfredatında Kur‟an‘ın ve Peygamberimizin Hayatı‘nın öğretilecek olması da aynı tartıĢma baĢlıkları içerisindedir. Devletin dinsel alanı sadece Diyanet eliyle değil Milli Eğitim eliyle de denetim ve kontrol altına alması, kendi tabanı dıĢında kalan insanların değerlerini küçümsemesi ve değersizleĢtirmesi ve hatta kimi zaman itibarsızlaĢtırması söz konusu endiĢeyi güçlendiren konulardır. Öyle ki bizzat BaĢbakan ―dindar nesil tinerci‖ karĢılaĢtırmasını ortaya atarak seçmenlerin tümünü anlamsız bir tartıĢmayla karĢı karĢıya bırakmıĢtı. Diğer yandan kentsel dönüĢümün mağdurlarının dile getirilemeyen öfkesi, taĢeronlaĢmanın ağır baskısı, büyüyen ve güçlenen ekonominin gerçek kiĢilere olan etkisinin değiĢmemesi, anadilde savunma için cezaevlerinde baĢlayan açlık grevleri, Taksim meydanının oldukça samimiyetsiz gerekçelerle 1 Mayıs‘ta kapatılması, üçüncü köprünün yapılacak olması ve köprüye verilecek ismin, Aleviler için oldukça rencide edici olan Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim‘in isminin verilecek olması gibi yakın zamanda yapılan tartıĢmalar toplumsal gerilimi oluĢturan örnekler olarak sıralanabilir. Bunların yanı sıra, Pozantı cezaevindeki Kürt çocuklarına yönelik tecavüzlerin ortaya 376 çıkması, Roboski/Uludere‘de ve Reyhanlı‘da yaĢanan trajik olaylar ise hükümetin sorumluluğunda olan fakat inisiyatif almaktan imtina ettiği olaylar oldu. AKP hükümeti, bu olaylarla ilgili kendi tabanı dıĢındaki kesimleri ikna edecek bir siyaset üretemedi. Ancak bahsedilen olayların hemen hepsi, yeni merkez sağ odak olarak AKP‘nin kemikleĢtirmeye çalıĢtığı sosyo-politik taban açısından göz ardı edilebilen ve büyümenin, süper güç olmanın yol kazaları olarak yorumlanabilen hadiseler olageldi. AKP‘nin dayandığı sosyo-politik taban Cumhuriyet‘in kuruluĢundan Menderes‘e kadar geçen dönemi bir karanlık dönem olarak okumaya eğilimlidir. Menderes‘in asılması ve AKP iktidarına kadar devam eden dönem ise iktidar olamayan ve toplumsal taleplerin sürekli bastırıldığı bir dönemi içerir. AKP dönemi ise kendisini ötekileĢtirilmiĢ ve Kemalist elitizmin modernist ve jakoben tavrının küçümsemesine maruz kalmıĢ hisseden seçmenlerin zaferini ima eder. Bu anlatım özellikle AKP‘nin teorisyenleri tarafından sıklıkla tekrar edilen bir jeneriktir. Oysa gündelik gerçeklik bunu ne derece içerir ve AKP‘nin seçmenleri ne düzeyde bu profile uyar, bu konuda makul Ģüphelere sahip olmak gerekir. Yine de BaĢbakanın kendi karĢıtını ve düĢmanını yaratma konusunda baĢarılı bir siyaset izlediğini ve seçmen sayısı ile sosyo-politik tabanı neredeyse birebir örtüĢen CHP‘yi bir paravan karaktere dönüĢtürdüğü söylenebilir. BaĢbakan bu paravan karakter sayesinde, söylemek istediği her Ģeyi, değiĢmez bir bütün olarak kavradığı CHP üzerinden söyleyebilmektedir. BaĢbakan tarafından yaratılan bu CHP sayesinde BaĢbakan hem kendi seçmen kitlesini kemikleĢtirmeye çalıĢtı hem de söz konusu kitleye yeni bir hafıza taĢıdı. Böylelikle AKP, baĢta baĢörtüsü ve ―irtica geliyor‖ söylemi gibi sinir uçlarından hareketle oluĢturduğu demokrasi söylemini kendi sosyopolitik tabanının talepleri olarak restore etti. Sonuç olarak BaĢbakanın, Weberci karizmatik otorite konsepti üzerinden, sağladığı ―güçlü lider‖ görüntüsü, toplumsal hafızadaki ―tek adam‖ figürüyle kolaylıkla bütünleĢti ve BaĢbakan on yıllık süreç içerisinde, meĢruiyeti kendinden menkul bir lider olarak algılanmaya baĢladı. Gezi Parkı olayları çok güçlü bir sosyo-politik tabanı ve meĢru bir iktidar sahibi olan mevcut hükümet için aĢılması kolay bir hendek olmasına rağmen önce bir toplumsal harekete daha sonra ulusötesi bir siyasal mücadeleye dönüĢtü. Bu süreç ―baĢ belası‖ sosyal medyanın, kentli orta sınıf değerlerinin yaygınlaĢmasının, sürekli kendilerine parmak sallayan bir muktedirden sıkılmanın olduğu kadar kentin –özellikle Ġstanbul özelinde- sermayenin değiĢim nesnesi haline çevrilmesine yönelik güçlü bir itirazı barındırıyordu. Bu itiraz, Avrupa ve Amerika‘da uzun zamandır tartıĢılan bir konu, ―ġehir Hakkı‖ (the Right to the City) üzerinde düĢünülmesine neden oldu. KENTTE OLMAK, KENTLĠ OLMAK, KENT OLMAK: “ġEHĠR HAKKI” “Kent, sadece tarihsel özgürlüğün mücadele alanı olabilmiştir, özgürlüğe sahip olamamıştır. Kent tarih ortamıdır; çünkü o, hem tarihsel girişimi mümkün kılan toplumsal iktidarın yoğunlaşması hem de geçmişin bilincidir. Kenti tasfiye etmeye yönelik mevcut eğilim, ekonominin tarihsel bilince boyun eğmesindeki ve kendisinden alınmış güçleri yeniden ele geçiren toplumun birleşmesindeki gecikmenin bir başka şekilde ifade edilmesinden ibarettir” (Debord, 1996: 95). 1980‘lerde baĢlayan neo-liberalizm restorasyonu olarak kabul edilebilecek son on yıllık dönem, sermayeye yeni alanlar açmak konusunda oldukça önemli giriĢimlerin yapıldığı bir dönemdi. Bir meta olarak kentin bu dönemde yeniden değerlenmesi bu bakımdan dikkate değerdir. Sermayenin kentleĢmesi ya da kentsel alanın metalaĢması aynı zamanda kentin dilsizleĢtirilmesi anlamına gelir. Sadece evlerin, sokakların, mahallelerin yok edilmesi değil aynı zamanda mülksüzleĢtirmeye, yersizyurtsuzlaĢtırılmaya neden olan bu sürecin bir itirazla karĢılaĢması, insanların kendi yaĢadıkları yer ile ilgili taleplere sahip olması ve bunlar için itiraz etmesi, direnmesi tabiidir. Kaldı ki, sermayenin kenti metalaĢtırması, sadece ekonomik bir sermaye olarak değil aynı zamanda, kendi ideolojik-politik meĢruiyetini restore etme yollarından biri olarak, kenti yeniden düzenlemesi anlamına gelmektedir. Bir toplumsal alan olarak mekân, üretim iliĢkilerinin sağladığı hiyerarĢik ve mistik düzeni içeren 377 semboller ve göstergelerle donatılarak, toplumsal tahakkümü, sosyalizasyon sürecinin bir parçası haline getirilmesini sağlar. Bu tahakküm anıtlar, heykeller, müzeler, tapınaklar kadar iĢ yerleri ve alıĢveriĢ merkezlerinde de kendini gösterir. Bütün bu mekânlar, üretim iliĢkilerinin neden olduğu baskıyı meĢrulaĢtırma gayretindeki siyasal otoriterliğin psikolojik dokusunu ve bürokratik irrasyonelliğin içselleĢtirilmiĢ meĢruiyetini taĢımaktadır. 68 hareketinin etkili isimlerinden Guy Debord, köhnemiĢ toplumsal değerlere ve sömürü düzenine isyan etme iradesi gösteren insanlardan umutluydu. ―Tersyüz edilmiĢ hakikatin maddi temellerinden kurtulmak; iĢte çağımızın kurtuluĢunu oluĢturan Ģey budur‖ diye yazıyordu, ünlü eseri Gösteri Toplumu‘nda (Debord; 1996: 16). Debord‘un gördüğü ya da görmek istediği Paris bir Ģenlik ve festival mekânıydı. ĠĢ yükünün ya da üretmenin zorunluluk olmadığı bir dünya ütopyasını ortaklaĢtırmıĢlardı. Bu nedenle piyasa iliĢkilerinin elinde meta haline gelmiĢ bir Paris‘e isyan edilmesi gerektiğine inanıyor, sanatın yıkıcılığına sığınıyorlardı. Debord yaĢamak, paylaĢmak ve özgürlük için sadece Paris‘in değil dünyanın bütün sokaklarını ele geçirmeyi teklif eder. ―YabancılaĢmıĢ emek‖ten ―yabancılaĢmıĢ hayat‖a geçilen bir dünyada, sınıfsal kurtuluĢun sokakların ele geçirilmesiyle mümkün olduğunu öne sürer. Debord‘a göre, bütün iktidarların amacı sokakları kontrol etmektir ve bu kontrolün nihai olarak varacağı nokta ise sokakları ortadan kaldırılmasıdır. Bu nedenle muktedirler, iĢçi sınıfını tecrit edebilmek için kenti yeniden düzenleme çabasındadır ve böylesi bir ―[ġ]ehircilik, sınıf iktidarını savunan kesintisiz görevin modern icracısıdır: Kentsel üretim koĢullarının tehlikeli bir Ģekilde bir araya getirdiği iĢçilerin en küçük parçalarına dek bölünmesinin sürdürülmesi. Bu bir araya gelme olasılığının her biçimine karĢı yürütülmesi gereken mücadele en uygun zeminini Ģehircilikte bulur‖ (Debord, 1996: 93). ―ġehir Hakkı‖, bu mücadele alanı içerisinde kentte yaĢayan mülksüzlerin, kendi haklarını savunmalarının gerekçelerini üretmek üzere, Henri Lefebvre tarafından kavramsallaĢtırıldı. Lefebvre (2000: 63-181) kapitalist toplumda mekânın kullanım değeriyle değil, değiĢim değeriyle belirlendiği bir kent gerçekliğinden söz eder. Bir baĢka ifadeyle, sermaye sınıfı, kentsel dönüĢümü belirleyen, kontrol eden ve yeniden üretilmesini sağlayan bir sınıf olarak mekânların değiĢim değeriyle kentsel sömürüyü yeniden üretmektedir. Böylelikle mülk sahibi olmayan sınıfların, yaĢadıkları kent üzerine söz söyleme hakları da gasp edilmiĢ olmaktadır. Buradaki belirgin çeliĢki kentte yaĢayanlarla kenti metalaĢtıranlar arasındaki çeliĢkidir ve Lefebvre kentte yaĢayanlara örgütlenmeyi ve bu örgütlenmeyle kenti ―yeniden‖ ele geçirmeyi teklif eder. Lefebvre (2000: 70) mevcut kent hayatımızın önümüzde iki yönlü bir süreç olduğundan söz eder. ―EndüstrileĢme vekentleĢme, büyüme ve geliĢme, ekonomiküretim vesosyal yaĢam.‖ Ona göre söz konusu ikilemeler birbirinden ayrılması mümkün olmayan fakat aynı zamanda çatıĢmalı süreçlerdir. Tarihsel açıdan, kentsel gerçeklik ile endüstriyel gerçeklik arasında Ģiddetli bir çatıĢma olduğunu vurgulayan Lefebvre, endüstrileĢmenin sadece endüstri toplumunun göstereni haline gelen imalat firmalarını değil aynı zamanda finans sektörü ve bankacılık, teknik ve politik hizmetleri de ürettiğini hatırlatır. Lefebvre‘ye göre henüz bitmekten çok uzak olan bu ―diyalektik süreç‖, kendisinin neden olduğu sorunsallar (problematic) nedeniyle provokatiftir. Bu yüzden Lefebvre‘nin Marksizm‘i kent üzerine düĢünmeyi ve kenti radikal bir biçimde, kökten kavramayı teklif eder. Kenti kökten kavrayabilmek için, söz edilen sürecin gerçekleĢtiği ve üretimin mekânı olan kentin içsel hareketini kavramak gerekir. Kenti diyalektik kavramayı sadece Marksizmin metodolojik ilkesi olarak değil, kentsel olanı kavramanın sahici bir pratiği olarak ifade eden Lefebvre, bir Ģehri mümkün kılan ―merkezi‖ niteliklerin yağmalanmasına karĢı ―ġehir Hakkı‖ndan söz eder. Lefebvre iktisadi büyüme ve sanayileĢme sorunlarının asıl çeliĢkisinin sınıfsal olduğunu ve bu sınıfsallığın kentsel sorunlara dönüĢtüğünü ifade ederek kenti, sınıf mücadelesinin alanı olarak yorumlamaktaydı. Dolayısıyla kenti yeniden imar etmekle onu pratik ve ideolojik olarak yıkmak arasındaki farkı anlamanın yolu, Ģehir planlamacılarının ya da belediye encümenlerinin açıklamalarından daha çok, kenti diyalektik biçimde kavramakla mümkün olabilirdi. Lefebvre ve Debord‘un kentte baktıklarında gördükleri ve görmek istedikleri ―hayat‖ kapitalizmin geliĢmesine paralel olarak daha fazla ortadan kayboluyor ve kent, siluet belirsizleĢen bir mekân haline geliyor. Belki de Gezi parkı eylemleriyle baĢlayıp bir halk ayaklanmasına dönüĢen sürecin 378 muktedirlere göstermeye ve duyurmaya çalıĢtığı Ģey, bu sürece yönelik bir isyandı. Bir inĢaat cenneti ve koca bir Ģantiye alanı olarak resmedilebilen bir kentte, kendi varoluĢunu temsil etmekten her geçen gün daha da uzaklaĢan sıradan insanların, ―kendisi için istediğini –sadece kardeĢi için değil- herkes için istediği‖ bir mücadeleye dönüĢtürmesiyle birlikte ortaya çıkan politik özneleĢmenin kudreti, elbette yıkıcıdır. David Harvey ise (2008: 23-40) Lefebvre‘nin kent meselesine gösterdiği duyarlılığı daha merkezi bir konuma taĢır ve ―ġehir Hakkı‖ meselesini ―insan hakları‖ mefhumuna atıfla yeniden ele alır. ġehir hakkı, insan haklarını baskı altına alan özel mülkiyet ve kâr hakkına rağmen, kendisinden vazgeçilmeyecek haklarından biridir. ―MülksüzleĢtirme yoluyla birikim‖ elde etmekte olan sermaye, az gelirli nüfusun barındığı değerli toprağı, soylulaĢtırma adı altında ele geçirmesine karĢı toplumun kendini savunma biçimidir. Çünkü böylesi bir kentleĢme, bir yandan sermayenin artı-değer üretimini geniĢ bir coğrafyaya yayarken diğer yandan kentte yaĢayan insanları, kente yaĢamaktan doğan bütün haklarından mahrum bırakma eğilimindedir. Bu tür bir eĢitsizlik ortamında krizlerin ortaya çıkması ve mülksüzleĢtirilenlerin direnmesi kaçınılmazdır. ĠĢte tam bu noktada Harvey, Lefebvre‘den ilhamla, ―ġehir Hakkı‖nı, devrimci mücadelenin mekânı olarak, kentin ve kentlinin talebi olarak sunar. Debord, Lefebvre ve Harvey‘in müĢterek noktaları kenti sermayenin sömürüsünden kurtarmak değil, kentin, sınıf mücadelesinin asli mekânı olarak, kazandığı rolü ifade etmekti. Çünkü bir kentin insanları, kentin sokaklarıyla kente dahil olur. Oysa sermaye, sokakları ortadan kaldırarak kenti, kendi içinde hareket ederken sürekli kendi içine çöken bir mekân haline getirmektedir. Bu nedenle kentsel dönüĢüm, soylulaĢtırma ya da benzeri eğilimler yoluyla uygulanmakta olan sermayenin birikim stratejisi ile mekâna dair sorunların toplumsallaĢması arasında doğrusal bir iliĢki bulunmaktadır. Kentin metalaĢma düzeyi arttıkça mekânın toplumsal yaĢamın merkezi olarak var olan kent ile sermayenin değiĢim değeri yüksek kentleĢmesi yer değiĢtirir. Bu yer değiĢtirmenin sessiz ve derinden gerçekleĢtiği yerler olmakla birlikte bir isyana dönüĢtüğü yerler de var. Gezi Parkı, iĢte bu dönüĢüm sürecinin neden olduğu itirazın, yaĢanan süreçle birlikte bir sembole dönüĢtüğü yeri ifade eder. ĠTĠRAZ, ĠSYAN, DĠRENĠġ VE SOSYOLOJĠYĠ SAVUNMAK AKP hükümeti açısından Gezi direniĢi, kendi döneminde pekiĢtirmiĢ olduğu laik-dindar, gericiilerici gibi ikiliklere dayansaydı ya da basit bir AKP karĢıtlığına indirgenseydi, böyle bir hareketin toplumsal ve politik değeri ve katkısı, tıpkı Cumhuriyet mitinglerindeki gibi, çok sınırlı olurdu. Aslında Gezi direniĢine kadar, AKP hükümetinin asıl becerisi, bu ikilikleri güçlü bir biçimde vurgulayıp kendi kültürel hegemonyasını, toplumsal çıkarlar adına meĢrulaĢtırmasından kaynaklanıyor. Topçu KıĢlası, Taksim‘e cami gibi sembolleri vurgulayarak aktarılan bu liberalmuhafazakar jargon, sermayenin kenti metalaĢtıran hareketini örtüp ortaya çıkan eĢitsizlikleri görünmez kılmaya çalıĢıyor. Oysa kentsel yıkım nedeniyle ortaya çıkan mahrumiyetler, mülksüzleĢtirmeler, eĢitsizlikler AKP‘nin sürdürdüğü ikiliklerle aĢılamayacak kadar gerilim yüklü. AKP‘nin bu ikilikler üzerinden yarattığı siyasal simülasyonun dıĢında bir kendiliğindenlikle gerçekleĢen Gezi direniĢiyle çatladı. Bu çatlak kenti sadece bir yaĢam alanı olarak değil, aynı zamanda kendi toplumsal ve politik var oluĢuyla katıldığı bir mekân olarak, bir hak olarak gören insanların kendi seslerini ifade edebilmesini sağladı. Kendiliğinden, kendi motivasyon ve dinamiklerinden hareketle gerçekleĢen toplumsal hareketler karĢısında iktidarların göstereceği direnç yetersizdir. Bu nedenle bütün iktidarlar, kendiliğindenliğin bizatihi kendisini bir tehdit, düĢman olarak görürler. Kendi kontrol edemedikleri toplumsal grupları baĢkalarının denetiminde görmek, onları kendiliğinden hareket eden toplumsal hareketler olarak görmekten çok daha ferahlatıcıdır, velev ki kendileri yenilmiĢ ya da yenilecek olsalar bile. Kendiliğindenlik sokakta ifade edilir. Çünkü sokak iktidar tarafından iĢgal edilen, denetlenen ancak ele geçirilemeyen mekânlardır. Sokak, toplumsal alanın kendisidir. Modern kentlerin, sokakları yok ederek onları sadece binalar, kurumlar ve yollar-arası yollara dönüĢtürmesi, ele geçirilemeyen sokağın yok edilmesidir. Muktedir açısından sokaktaki bir mücadele kurumsal bir düzeye taĢındığı andan itibaren, sonucu ne olursa olsun, artık kazanılmıĢ bir mücadeledir. Gezi Parkında ortaya çıkan itirazın ve isyanın kendiliğindenliği hem bu direniĢin gücünün hem de muktedirlerin çaresizliğinin kaynağıydı. 379 Gezi parkı olaylarıyla baĢlayan sürecin üç aĢaması olduğundan söz edebiliriz. Gezi Parkı konusunda talepleri olan bir grubun itirazı ve bu itirazın kent sakinlerinin bir kısmı tarafından sahiplenilmesiyle baĢlayan ―itiraz‖ süreci. Artık herkesin bildiği ―orantısız‖ polis müdahalesiyle bastırılmaya çalıĢılan ―itiraz sürecinin‖ direnç üreterek bir ―isyan‖ sürecine dönüĢmesi. Bu isyan dalgasının bir anda yurdun genelinde egemen olmasıyla birlikte bir genel ayaklanmaya dönüĢerek geliĢmesi ve herkes için dönüĢtürücü bir deneyim olarak ortaya çıkması. Ayrıca itiraz sürecinden bir isyan hareketine dönüĢmesiyle birlikte, Gezi Parkına iliĢkin talepler, artık bir parkla ilgili olmaktan çıkıp sosyo-politik taleplere ve bir sistem eleĢtirisi haline dönüĢtü. Bu sosyo-politik talepler, bir yandan kendini politik bir dile tercüme etme ihtiyacı hisseden ancak buna uygun bir mecra bulamayanlar ile zaten politik olanların karĢılaĢtıkları bir zeminin oluĢmasını sağladı. Ancak isyanın da Ģiddetle bastırılmaya çalıĢılması üzerine ortaya çıkan ―direniĢ süreci‖ hem politik duyarlılığı pekiĢtiren hem de politikleĢmenin eleĢtirel bir yön kazanmasını sağlayan, Türkiye tarihi açısından bambaĢka bir deneyimin zeminini oluĢturdu. Bütün bu süreçler yaĢanırken, olayda etkin olarak rol alması gereken belediye baĢkanı, vali ve içiĢleri bakanı ise uzun süre inisiyatif alamadı. Süreç ilerledikçe, BaĢbakan‘ın kanaati pekiĢti; Gezi olayları hem provokasyon hem dıĢ ve iç mihrakların iĢi hem de ideolojikti… Bu süreçte konuĢulmayan Ģeylerden biri sosyal bilimlerin egemen siyasal konumlar karĢısında gerçekçi bir pozisyon belirlemesindeki zorluk ve çetrefilliktir. ―Biz sosyolojiyi de psikolojiyi de sizden iyi biliriz‖ diye çıkıĢan bir siyasal otoritenin karĢısında sosyolojinin konumunun Ģaibeli hale gelmesi kaçınılmazdır. Kaldı ki ―çapulculuktan‖ hızla ―faiz lobisine‖ sıçrayan eylemcilere iliĢkin her türden objektif yorumun, hükümeti antidemokratik uygulamalarla devirmek isteyen karanlık güçlerle yapılan bir iĢbirliği olarak değerlendirilmesi bile Gezi Parkında açığa çıkan isyanın psikolojik gerekçelerinin basit bir özeti olarak yorumlanabilir. BaĢta Wright Mills, Pierre Bourdieu, Michael Burawoy gibi sosyologlar olmak üzere pek çok sosyal bilimci tarafından toplumun savunulması gerektiği ve sosyolojinin böyle bir misyonunun bulunduğu vurgulanmıĢtır. Buradan hareketle, Gezi Parkı olaylarına iliĢkin bilimsel konum alıĢın objektif ve fakat taraf olmak zorunluluğu içerdiği ifade edilmelidir. Bilim tarihinden pek çok örnek verilebileceği gibi sosyal bilimler, toplumsal tahakkümün arzusunda olan her iktidar için meĢruiyet üretebilecek zengin materyaller içermektedir. Özellikle yirminci yüzyılla birlikte bir tür bağımlılık iliĢkisi olarak üretilen bilim-toplum iliĢkisi bu tahakkümün kurulması için bilime olan ihtiyacı arttırdı. Toplumsal ve siyasal sonuçları bağlamında sürekli olarak tecrübe edilen ve toplumların kendisini daimi bir tehdit içerisinde (savaĢlar, krizler, doğal afetler, güven bunalımı, vb.) hissettiği ve henüz tamamlanmamıĢ, bitememiĢ bir yüzyıl olan ―[Y]irminci yüzyılın bilime olan bağımlılığı fazla kanıt gerektirmez‖ (Hobsbawn; 2002: 625-666). Sosyal bilimlere olan bu bağımlılık bir bilgi arayıĢı içermez. Ondan beklenen asıl verim üreteceği meĢruiyet ve herhangi bir sosyal olgunun sınıfsal çıkarlar hesabına bükülmesidir. Bu nedenle sosyal bilimlere duyulan ihtiyacın bilginin gerçekliğin daha çok iĢleviyle sınırlandırılması ve yeni türden bir dinsel argümantasyona dönüĢtürülmesi sosyal bilim yapma pratiğine iliĢkinin eleĢtirilmesi için baĢlangıç noktasıdır (Alpman, 2010: 4-17). Gerek ―bir dövüĢ sporu olarak‖ gerek ―halk sosyolojisi‖ olarak gündeme getirilen sosyolojik pratiğin politik ya da ideolojik bir içeriğinin bulunmadığı öne sürülemez. Toplumsal bütünlüğün ve iliĢkiselliğin bilimsel alanda da benzer biçimde gerçekleĢmesine bağlı olarak bilimsel olan aynı zamanda politiktir. Ancak bu durum hükümet(ler)in kendisi gibi düĢünmeyen ve sosyal olguları mevcut iktidarın arzusu doğrultusunda açıklamayan, yorumlamayan sosyal bilimcileri karĢı-politik kampa ait olmakla itham etmesinin ya da ―ĢeytanlaĢtırmasının‖ gerekçesini oluĢturmaz. Bilimsel aklın politik konumu aktüel siyasal pratikleri toplumun genel çıkarları adına eleĢtirmeyi hedefleyen bir akıldır. Dolayısıyla onun politik ontolojisi ile muktedirin politikliği arasında tarihsel ve toplumsal bir fark bulunur. Sosyoloji Ģimdi ve burada olanın basit bir açıklamasına ya da tarifine indirgenemeyeceğine göre toplumun kendisini savunmak olarak tecessüm eder. Bu bir anlamda klasik sosyolojideki düzen sorununun yirmi birinci yüzyılda yeniden tartıĢılmasının ve eleĢtirilmesinin gerekliliğine iĢaret etmektedir. Günümüz toplumlarının toplumsal formasyonlarının geçirdiği dönüĢüme paralel olarak toplumsal organizasyonun değiĢmesi sosyolojinin baĢlıca ilgi konularından biridir. Teknolojiye iliĢkin beklentilerin sonuçsuz çıkması, teknoloji-bilgi 380 çağı/toplumu gibi kavramların sosyal olgularla örtüĢmemesine rağmen teknolojinin toplumsal örgütlenme biçimleri ve ―malumatların akıĢı‖ konusunda özel bir etkiye neden olduğu bilinmektedir. BaĢta Manuel Castells (2008) olmak üzere yeni toplumsal formasyon içerisindeki sermaye ve kültür akıĢının gerçekleĢtiği bu türden bir ―enformasyon çağının‖ ne tür dinamiklere sahip olduğu ve bunların toplumsal yapının hareketi üzerindeki etkisinin neler olduğu hakkındaki sorular açıklanmaya çalıĢılmaktadır. Bu geliĢmelerin Türkiye üzerindeki etkilerinin, sosyolojik ilgi konuları arasına girdiğini öne sürmek zor. Bu nedenle Ģu an çeĢitli parklarda toplanarak kendi yaĢam alanlarına, hükümetin politikalarına ve Gezi Parkının geleceğine iliĢkin forumlar düzenleyebilmeyi baĢarabilen, kendi dilini, kültürünü ve kent bilincini yaratmayı hedefleyen bir toplumsal hareketle karĢı karĢıya olunmasına rağmen ―komplo‖ dili hala çok güçlü. Bu hareketin ürettiği tüm zenginlik ve birikimin bir ―komplo‖ olarak yorumlanması Türkiye siyasi tarihi açısından anlaĢılabilir ve açıklanması kolay bir durum. Siyasal hafızasında birçok muhtıra ve darbe olan ve bunların her birinin bir toplumsal provokasyonla oluĢturulan bir toplumda, böylesi bir hareketin spontaneliği baĢlı baĢına bir kuĢku nesnesidir. Zaten hükümetin ısrarla ―komplo var‖ açıklamasına sığınması ve olayın kendisiyle yüzleĢmek istememesinin arkasında da bu motivasyon var. Bu nedenle Gezi Parkında yaĢanan ve Türkiye‘deki toplumsal hareketler için gerçekten ―yeni‖2 olan bu tür bir hareketin ürettiği heyecanın, hükümet tarafından bir tehdit olarak algılanmasında Türkiye‘nin darbelerle ĢekillenmiĢ siyasal hafızasıyla yakından iliĢkili olduğunun altını çizmek gerekir. Diğer yandan Gezi Parkı olaylarını ―gençlik‖ ya da ―orta sınıf‖ ile açıklamaya çalıĢan sosyolojik zanaatın eleĢtirisinin yapılması gerekmektedir. Gezi Parkında ortaya çıkan toplumsal muhalefet, aynı zamanda 12 Eylül askeri darbesinin ve devamında Özallı yılların ürettiği politik duyarsızlık ikliminin sonuna gelindiğini göstermektedir. Bir halk isyanına dönüĢen bu toplumsal muhalefetin, önceden apolitik, Ģimdilerde Y kuĢağı gibi sıfatlarla tanımlanan ve baĢlı baĢına bir toplumsal kategori olarak sunulan ―gençlik‖ kategorisine sıkıĢtırılmasının romantik bir değeri olsa da ikna edici bir açıklama olduğunu ifade etmek zor. Daha açık bir ifadeyle, insanlar ―genç olmaları‖, ―ergenlik krizleri‖, ―babaya direnme dürtüsü‖, ―kanlarının kaynaması‖ ya da ―hormonlarına söz geçiremedikleri‖ için değil, gerçek hayat içerisinde yaĢadıkları somut koĢullar nedeniyle ve bu somut koĢulları değiĢtirmeye yönelik talepleri olduğu için direnirler. Oysa sosyolojik analiz, eylemlere katılanların profillerinden hareketle bir açıklama birimi olarak genliği sunmak konusunda çok istekli görünmektedir. Öznesi gençlik olan bir toplumsal hareketin taleplerinin toplumsallığı oldukça tartıĢma götürür. Kaldı ki gençlik baĢlı baĢına bir toplumsal özne kabul edilecekse bu eylemlere katılmayan ―diğer‖ ya da ―öteki‖ gençliğin nasıl açıklanacağı baĢlı baĢına bir sorun haline gelir. Orta sınıf hareketi ya da isyanı olarak sunulmasında da benzer bir gerilim görülmektedir. Öncelikle bu tür kategorizasyonun oldukça muğlâk ve sınırlarının belirsiz olduğunu ifade etmek gerekir. Gezi olaylarına destek veren ve hatta barikatları kuran ve genellikle kentin varoĢlarından gelenlerle ya da parka gelerek, yürüyüĢ ve açıklama yaparak destek veren televizyon ünlüleri ile Cem Boyner‘i buluĢturabilecek ortak bir sınıfsal konumun bulunduğunu öne sürmek zor. Ancak orta sınıf analizinin gerçekçi bir tarafı yok değil. Özellikle Türkiye‘de kentleĢmenin artması, yani toplam nüfusun yaklaĢık %75‘inin kentsel alanlara doğru yatay hareket etmesiyle birlikte, kentliliğin ve küçük burjuva değerlerinin temsil edildiği katmanın geniĢlediği öne sürülebilir. Dolayısıyla bugün için nesnel sınıfsal konumların sınıfsal değerlerinin orta sınıfların (küçük burjuvazinin) moral setleriyle uyumlu hale geldiği, örtüĢtüğü ifade edilebilir. Buradan hareketle Gezi eylemlerinde konusunda söz edilen orta sınıf, bir sınıfsal kategori ya da katman olarak değil ama belki değerler/davranıĢlar düzleminde 2 Yeni toplumsal hareketler olarak kavramsallaĢtırılan ve Türkiye özelinde en önemli örneğini Gezi parkında yaĢadığımız olgunun temel özellikleri Ģöyle ifade edilebilir: ―Yeni sosyal hareketler, ekonomik olmayan taleplere de yönelmiĢlerdir. Yeni sosyal hareketler, eski bürokratik örgütlenmelerden farklı olarak anti bürokratik bir biçimde yapılanmaya baĢlamıĢtır. Yeni sosyal hareketler, liderlik anlayıĢı ve bir kahraman önderliğinde birleĢme yerine, gönüllülük esası ile süreçte eĢit yönetim hakkına sahip aktivist birliktelikleri olarak ortaya çıkmıĢtır. Yeni sosyal hareketler, iletiĢim teknolojilerindeki geliĢmelerden sonuna kadar faydalanmaktadır. Bu hareketlerin yayılması ve kapsamının geniĢlemesi bu geliĢmelere paralel bir Ģekilde gerçekleĢmiĢtir‖ (Çopuroğlu ve Çetin, 2010: 73-74). 381 varlığını hissettiriyordu, denebilir. Nihayetinde kentleĢmenin ve küreselleĢmenin getirdiği farklı sınıfsal değerler, farklı düzeylerde de olsa Gezi parkı eylemlerinin ruhuna sinmiĢtir. Geleceğin iĢçileri olan öğrencilerden, iĢsizlerden ya da genel katılımcı profilinden dolayı sınıfsal görünümü güçlü olan bir ayaklanma olarak Gezi isyanının Haziran deneyimi, bambaĢka bir sosyo-politik sürecin de kapısını araladı. Gezi olaylarının belirgin bir öznesinin olmaması ya da (Cumhuriyet mitingleri gibi) belli bir ideolojik-politik konumdan neĢet etmemesinin ürettiği zorluklar ve sıkıntılar bir yana, zengin direnme repertuarı oluĢturması dikkat çekicidir. Mizah, itiraz sürecinden daha çok isyan ve direniĢ sürecinin asıl motivasyonunu oluĢturan ve birçok kesimin sempatisini kazandı. KuĢkusuz, Türkiye toplumunun mizahla iliĢkisinin sosyolojik bir çözümlemesi yapılabilir ve bir takım genellemelere ulaĢılabilir ancak Gezi Parkı olayları açısından bu durum ayrı bir nitelik taĢıyor. Duvar yazılamalarında ve sosyal medyada ortaya çıkan bu ayırt edici nitelik, küreselleĢmenin ürettiği genel kültürle organik bir iliĢki içerisindeydi. Aynı zamanda son yirmi yılın ürettiği popüler kültür materyallerini ustalıklı bir biçimde yeniden üretmeyi baĢarıyordu. Yine bu sürece damga vuran bir diğer unsur, feminist ve LGBTT hareketinin direniĢ biçimini belirleme konusundaki sıra dıĢı çabasıydı. ―Kadına, ibneye, orospuya küfretme‖, ―küfürle değil, inatla diren‖ gibi sloganlarla kitlenin ataerkil ve cinsiyetçi söylemini teĢhir edip bunu dönüĢtürme gayretinin karĢılık bulması ise direniĢ kültürünün geliĢmesi açısından baĢlı baĢına bir kazanım. Ayrıca ellerindeki boyalarla duvarlara ve benzeri yerlere yapılan yazılamalardaki cinsiyetçi ifadelerin üzerini çizip değiĢtirmelerini de bu direniĢ kültürünün kazanım hanesine eklemek gerek. Ġtirazdan isyana ve isyandan direniĢe doğru ilerleyen Gezi Parkı eylemleri, Türkiye‘deki demokrasinin kiĢisel projeksiyonlardan kurumsallaĢmaya doğru geçmesinin gerekliliğini vurgulayan en etkili toplumsal hareket haline geldi. Bu harekete sahip olduğu anlamdan daha fazlasını yüklemek ve yeni bir toplum hayalini, mücadelesini ona yüklemek gerçekçi olmadığı gibi Gezi eylemlerinin ürettiği motivasyonu buharlaĢtıran bir tutum olur. Tekel eylemleriyle birlikte baĢlayan yeni bir sürecin devamı olarak okunması muhtemel bu direniĢ, toplumsal muhalefetin sınırlarının ulusal olmaktan hızla uzaklaĢtığını, her geçen gün daha da küreselleĢtiğini ve bu küreselleĢmenin kendi dinamiklerini oluĢturduğunu bir kez daha gösterdi. Dolayısıyla Gezi direniĢinde ortaya çıkan demokrasi ve özgürlük taleplerine dahil olan bütün gerçek kiĢiler, bir biçimde bu sürecin, bu talepkârlığın, bu eylemin parçasıdır. KAYNAKÇA Alpman, P. S. (2010). ―EleĢtiri ve Siyaset Bağlamında Sosyal Bilimler‖, Politik Sosyal Bilim Dergisi, Sayı:1, s. 4-17. Castells, M. (2008).Ağ Toplumunun Yükselişi Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür (1. Cilt). Çev: Ebru Kılıç, Ġstanbul: Ġstanbul Bilgi Üniversitesi. Çopuroğlu, Y. C.; Çetin, B. N., ―Yeni Sosyal Hareketler Paradigması Bağlamında Türkiye'deki KüreselleĢme KarĢıtı Grupların Birbirleriyle ve Dünyadaki KarĢıtlarla KarĢılaĢtırılması‖, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, Cilt: 13 Sayı: 1 – Bahar, 2010: 67-100. Debord, G. (1996).Gösteri Toplumu. Çev: AyĢen Ekmekçi, OkĢan TaĢkent, Ġstanbul: Ayrıntı. Harvey, D. (2008). ―The Right to the City‖, New Left Review 58, (23 – 40). Hobsbawn, E. (2002).Kısa 20.Yüzyıl: 1914 -1991 Aşırılıklar Çağı. Ġstanbul: Sarmal. Lefebvre, H. (2000). ―Right to the City‖, Writings on Cities içinde, ed. Eleonore Kofman & Elizabeth Lebas, Oxford: Blackwell. 382 AMFĠ 11 OTURUMU ETNĠSĠTE-II: DĠLTEMSĠL, ĠDEOLOJĠ MĠDYAT‟TA ETNĠK GRUPLAR ARASI ĠLĠġKĠLER VE AĠDĠYET SORUNU1 Fethi NAS2 Prof. Dr. Muammer TUNA3 ÖZET Etnisite ve aidiyet bilinci; Ġlksel YaklaĢıma göre, değiĢmesi imkânsıza yakın olan özelliktir. Buna karĢılık Sosyal-Araçsal YaklaĢım etnisite ve aidiyetin, birey ve grupların ihtiyaç ve çıkarlarının zorunlu kıldığı, zaman ve koĢullara bağlı olarak değiĢebilen niteliklerdir. Hem verili (Ġlksel YaklaĢım) hem de sonradan kazanılabilen (Sosyal-Araçsal YaklaĢım) bir özellik olarak etnisite, birey ve grupları birbirlerine bağlayan, dayanıĢma ve bütünleĢmeyi sağlayan bir birliktelik duygusudur. Bunun yanı sıra; dil, etnik gruplar arasındaki farklılıkları somutlaĢtıran ve etnik gruplar arasındaki sınır çizgilerini belirginleĢtiren en önemli faktörlerden birisi olarak kabul edilir. Bununla iliĢkili olarak etnik kimliklerin temsili, sembolik bir değere sahip olan dil aracılığıyla gerçekleĢir. Farklı etnik gruplar arasındaki iletiĢimi sağlayan dil seçimi ise, sosyal yaĢam ve etnik gruplar arasındaki çatıĢmayı veyahut uyumu anlamak açısından oldukça önemlidir. ÇalıĢmada; Mardin‘in Midyat ilçesinde yaĢayan birbirinden farklı etnik özelliklere sahip Arap, Kürt ve Süryanilerin birbirleri olan sosyal iliĢkileri araĢtırılmıĢtır. AraĢtırma alanı (Midyat); üç farklı etnik grubun yüzyıllar boyunca yaĢamını sürdürdüğü bir yer olması bakımından önemlidir. Anahtar Kelimeler:Etnisite, Dil, Din ve Aidiyet. ABSTRACT According to Primordial Aprocach, awareness of ethnicity and belonging are constant and durable fatures. In contrast, Social-Instumentalist Aproach explains ethnicity and belonging as flexible strategies dependent on time and conditions and effected by groups and individual interests. Both as a given and as an acquired features the ethnicity is a strong feeling of solidarity and integration that connects groups and individuals to each others. In addition, language is one of the most important factors which embodies the differences between ethnic groups and delineates the boundaries lines between them. So the representation of ethnic identity, which has a symbolic value is realized through language. The choice of language that allows communication between ethnic groups, is very important to understand the social life and the conflict or the harmony between ethnic groups. In the study, the social relationships between Arabs, Kurds and Assyrians living in Mardin's district Midyat with different ethnic features were investigated. The research area (Midyat) is an important place that the three different ethnic groups maintained their social life for centuries. Keywords: Ethnicity, Language, Religion and Belonging I. GĠRĠġ Midyat, Mardin ilinin bir ilçesidir. Burada yüzyıllar boyunca farklı din ve dillere mensup gruplar bir arada yaĢamını sürdürmüĢtür. ġu anda ise Müslüman Araplar ve Kürtler ile Hıristiyan Süryaniler yaĢamını sürdürmektedir. Bunlar kendilerini ―etnik gruplar‖ olarak değil, ―cemaat‖ veya ―halk‖ olarak kabul etmektedir. Bu durum ise ―Osmanlı Mirası‘nın‖ devam edegelen bir etkisidir. Osmanlı Devleti çok etnili, çok dilli ve çok dinli bir toplumsal yapıya sahipti. Bu yapı, millet sistemi adı verilen ve her bir dinsel grubu bir cemaat olarak gören bir anlayıĢa dayalı olarak tesis edilmiĢti. Osmanlı Devleti, 1 Bu ÇalıĢma, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Bilimsel AraĢtırma Projeleri Komisyonu tarafından desteklenen 12/91 No‘lu ―Ortadoğu‘da Etnik ve Dilsel Bağlamda Göç ve Kimlik sorunu‖ konulu doktora çalıĢması kapsamında hazırlanmıĢtır. 2 Doktora Öğrencisi, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü. 3 Prof.Dr., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü. 385 siyasi olarak her ne kadar tarih sahnesinden silinmiĢ olsa da, sosyal ve kültürel mirası hala varlığını sürdürmektedir. Bu mirası da genel olarak Ortadoğu‘da özel olarak da Midyat‘ta görmek mümkündür. Bugün Midyat gibi bir yerde, etnik özellikler bir tür toplumsal dayanıĢma türü olarak varlığını sürdürdüğüne göre, sosyal bir fenomen olarak etnik bilincin önemli bir unsur olduğunu söylemek mümkündür. Bu yüzden bu fenomenin açıkça anlaĢılabilmesi için kuĢaklar arasında nasıl ve ne Ģekilde aktarıldığını anlamak gereklidir. Midyat gibi birbirinden farklı dinlere inanan ve farklı dilleri konuĢan grupların bulunduğu bir mekânı çalıĢmak; etnik ve dinsel çatıĢmanın yoğun olarak yaĢanmaya baĢladığı Ortadoğu‘daki toplumsal iliĢkileri anlayabilmek açısından önemli bir model olabilir. Bu konuda Giddens, yüz yüze etkileĢim durumlarında gündelik davranıĢların (mikrososyoloji) incelenmesinin, politik ve ekonomik sistemlerin (makrososyoloji) adeta bir çözümlemesi olduğunu iddia etmektedir. Yani; mikro sistemler ile makro sistemler arasında çok yakın bir iliĢkinin var olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre, toplumsal örgütlenme biçiminin temeli, yüz yüze etkileĢime ve karĢılıklı olarak kurulan iliĢkilere dayalıdır (2000:91). II. ETNĠSĠTE KONUSUNDA FARKLI DÜġÜNCELER Etnisite ile ilgili felsefi ve ideolojik düĢünceler Klasik Kuramcılara kadar uzanmaktadır. Weber, Marx ve Pareto, etnisiteye iliĢkin çeĢitli fikirler ve öngörüler ileri sürmüĢlerdir. Pareto etnisitenin, sosyolojinin en belirsiz ve muğlâk kavramlarından biri olduğunu iddia etmiĢtir. Ona göre, antik çağlarda kendilerini Romalı, Ġtalyan, Helen, Kartacalı olarak tanımlayan ve baĢkaları tarafından da aynı Ģekilde isimlendirilen insanlar vardı, günümüzde de aynı Ģekilde kendilerini Fransız, Ġtalyan, Alman ve Yunan olarak tanımlayan topluluklar var; buradan hareketle; aynı duyguları, düĢünceleri, dili ve hatta dini paylaĢan insan grupları olduğuna göre, birbirinden farklı etnik yapıları olan insanların olduğunu söylemek mümkündür (1963:1837). Klasik Kuramcılardan Weber ve Marx etnisite konusunda olumsuz fikirler ileri sürmüĢlerdir. Marx; etnisiteyi, dine benzer bir Ģekilde bir tür yanlıĢ bilinç olarak değerlendirmiĢ ve zaman içerisinde kaybolarak yerini baĢka türden çıkar sağlayan öğelere devredeceğini düĢünmüĢtür (Somersan, 2004:22). Weber ise, etnik gruplar ile ilgili kavramların tamamının, son derece karmaĢık ve belirsiz olduğunu, bundan ötürü tümünü bir kenara bırakmak gerektiğini dile getirmiĢtir (1978:389). Herder ise etnisiteye iliĢkin düĢüncelerin tamamının, sosyal fenomenlerden ibaret olduğunu düĢünmüĢtür. Etnisitenin, grup üyelerini yakın bağlarla birbirlerine bağlayan, ortak tarih, kader, kültür ve dil birliğinden hareketle bir araya getiren bir iĢleve sahip olduğunu savunmuĢtur (Wimmer, 2007). Glazer ve Moynihan, etnisiteyi tanımlamanın ötesinde, iki özelliğini ön plana çıkararak açıklamaya çalıĢmıĢlardır. Bu özellikler aidiyet ve gururdur (1975:1). Aidiyet ve gurur; bireylerin kendilerine mal ettikleri özelliklerin oluĢturduğu koĢullardan kaynaklanmaktadır. Aidiyet ―objektif‖, gurur ise ―sübjektif‖ bir koĢulun ürünüdür. Özellikle birden fazla kültürel yapının bulunduğu toplumlarda bireylerin en fazla motive olduğu ve tutunum iliĢkisi geliĢtirdiği öğe, etnik bilinçtir. Bireyin mensubu olduğu gruba atfettiği değer ve beslediği duygusal anlam, grup ile ilgili sahip olduğu bilgiden kaynaklanan kendilik bilincinin bir parçasıdır. Bireylerin etnik bir kategoriye mensubiyetine iliĢkin bilgisi, olumlu ve olumsuz anlamda söz konusu mensubiyete atfettiği değer ile belirlenmektedir (Tajfel, 1982:64). Bu bakımdan, farklı grupların birbirleri ile minimum düzeyde bile olsa bir temas kurması ve birbirlerinin gerek düĢünce gerekse de kültürel bakımdan farklı olduklarını algılamaları son derece önemlidir. Bu farklılık algısı oluĢmamıĢsa etnik bilincin ve etnik iliĢkilerin oluĢması mümkün değildir (Glazer and Moynihan, 1975:1). Kendilerini iliĢki halinde bulundukları grup ve bireylerden kültür, dil ve din gibi pek çok bakımdan farklı kabul eden bireyler, akrabalık veya hayali iliĢkilere dayanan bir kimlik edinme sürecine girerler. Bu kimlik süreci de nihayetinde etnik bir kimliğe dönüĢmektedir. Diğerleri ile kurulan iliĢkiler sonucunda bir farklılık algısı oluĢmakta ve bu farklılığı refere edecek bir takım objektif ve subjektif öğeler ortaya çıkmaktadır. KonuĢulan dil, din, gruba ait semboller, gelenek-görenek, coğrafya, değerler sistemi, sosyal ağın yapısı gibi unsurlar etnisitenin ―objektif‖ öğeleridir. Buna karĢılık, öteki anlayıĢı, tarih bilinci, aidiyet hissi gibi unsurlar etnisitenin ―subjektif‖ boyutunu meydana getirmektedir (Aslan, 2004:8). Toplumsal yaĢamda bir farklılığını kategorik olarak yaratılması ve kullanılması pek çok zorluğu beraberinde getirmektedir. Bireylerin yaĢamında hangi kategoriye ait oldukları ve kaç farklı kategoriye mensup olabilecekleri esas olarak neyin belirleyici olması gerektiğini tartıĢmalı hale getirmektedir. 386 Genel kabul gören yaklaĢımlara göre etnisite kavramı, insanların sınıflandırılması ve gruplar arasındaki iliĢkilerden kaynaklanan bir durumdur. III. ETNĠK GRUP ÇalıĢmanın konusu olan etnik gruplar arasındaki iliĢkilere geçmeden önce, etnik grubun ne olduğu ve nasıl tanımlandığına bakmakta fayda vardır. Etnik grup, birbirileri ile verili-doğal akrabalık bağları olan ve bir toplumda diğerlerinden farklı, kendisine özgü bir kültürü, dili, köken ve mekân miti gibi özellikleri olan bir insan birlikteliği olarak kabul edilmektedir. Etnik oluĢumlarda sosyal ve kültürel özelliklere ağırlık verildiğinde ortaya çıkan kavram ―etnik grup‖ kavramıdır. Yani etnik grup kavramı, bireylerin kendilerini belirli bir kültür grubunun üyesi olarak gördüğü ya da baĢkaları tarafından farklı bir kültüre mensup olarak görüldüğü durumları betimlemektedir. Buna göre etnik gruplar, kendilerini belirli bir grubun üyesi olarak gören insanların oluĢturduğu, bu insanların benzerlik ve gruplarının devamını sürdürme konusunda görevler üstlendiği durumları ifade etmektedir (Shibutani ve Kwan, 1965). ÇeĢitlilik ve farklılıkları bünyesinde barındıran geniĢ bir toplumda, ortak bir ataları olduğuna inanan insanlar etnik bir grup etrafında bir araya gelirler. Kültürel pratikler ise sembolik olarak grup üyelerini diğerlerinden ayırt eden öğelerdir. Böylece bireylerin davranıĢlarında ortak kültürel kalıplar açığa çıkar, ortak gereksinimler giderilir ve bir grup bilinci oluĢur. Parsons‘a göre etnik gruplar, bir iĢleve bağlı olarak ortaya çıkarlar ve bu bakımdan tarihsel koĢulların bir ürünü değildirler. Örneğin; bir toplumda aile kurumu, tek baĢına bireylerin ihtiyaç duyduğu güveni sağlayamadığında, etnik gruplar bir tür dayanıĢmayı üstlenmek suretiyle, yabancılaĢmayı azaltan bir iĢlevi yerine getirmektedirler. Parsons ayrıca etnik gruba aidiyetin, toplumda yaĢayan bireysel aktörlerin, gündelik yaĢantılarında dâhil olması gereken bir yapılanma türü olduğunu ileri sürmektedir. (2005:120-129). Özellikle ortak atalar mitinin kabul edilmesiyle ve grup içi evlilikler aracılığıyla grup birlikteliği sağlanır ve gruba üye bireylerin ihtiyaç duyduğu dayanıĢma gereksinimi giderilir. Weber; etnik grubu, fiziksel özellikler ve gelenekler bakımından birbirlerine benzeyen ve ortak atalarının olduğuna dair öznel inançları paylaĢan bir grup olarak tanımlamıĢtır. Grubun oluĢabilmesinde inançların önemli bir özelliğe sahip olduğunu vurgulamıĢ buna karĢın kan bağına dayalı iliĢkilere gereksinim olmadığını ileri sürmüĢtür. Bunun yanı sıra etnik gruba aidiyetten kaynaklanan kimlik bilincinin, somut sosyal bir eyleme dayalı olarak gerçekleĢen kan bağına dayalı gruptan farklı olarak, varsayımsal olduğunu ileri sürmüĢtür (1978:389). Etnik gruplar; büyük veya küçük, herkese açık veya kapalı olabilirler fakat etnik bir gruba üyelik, bireylerin kendilerine ve gruba yönelik öz-tanımlamaları sonucunda oluĢan sosyal bir durumdur. Etnik bir grubun, asgari düzeyde bile olsa ihtiyaç duyulan bir konuda bir iĢlevi etkin biçimde yerine getirmesi gerekmektedir. Böylece kendini grubun bir üyesi olarak gören birey, diğer bireylere ve gruplara karĢı kendini sosyal ve bireysel olarak konumlandıracaktır. Bu konumlandırma ise, coğrafi alan ve dilsel birlik olarak sosyal bir aidiyeti ifade etmektedir (Wallerstein, 1960). Etnik gruplar bölünüp çoğalabilir veya bir araya gelebilirler. Ekonomik, sosyal ve siyasal koĢullar gereği birbirlerine karıĢabilir, birbirleri içerisinde eriyebilir veya tam tersi birbirlerine karĢı zıt tavırlar alarak toplumsal sınırları oluĢturabilirler. Bireylerin karĢılıklı davranıĢlarının tam olarak belirlenmediği basit akrabalık ve komĢuluk benzeri gruplardan farklı olarak, etnik gruplar yapılandırılmıĢ bir özelliğe sahiptir. Smith‘e göre (2002), bir grubun etnik bir grup olabilmesi için yerine getirmesi gereken iĢlevler vardır bunlar; 1. Grubun geliĢmiĢ kolektif bir bilince sahip olduğunu gösteren, üyelerin üzerinde hem fikir olduğu ortak bir isim, 2. Genetik özelliklerden daha önemli olduğu düĢünülen, ortak atalarının olduğuna dair bir mit, 3. Nesilden nesile aktarılan, geçmiĢte yaĢanmıĢ bir takım olaylardan hareketle grup ile bir bağın kurulmasını sağlayan, tarihsel olarak paylaĢılan bir bellek, 4. Grup üyelerinin birbirlerini tanımalarını ve birbirleri ile anlaĢmasını kolaylaĢtıran dil, din, giyim-kuĢam, örf-adet, gibi bir veya birden fazla ortak kültürel öğenin bulunması, 387 5. Üzerinde yaĢasın veya yaĢamasın, belirli bir toprak parçasına bağlılık ve 6. Üyeler arasında birlikteliği sağlayan bir dayanıĢma duygusudur. Smith‘in etnik bir grubun oluĢabilmesi için gerekli olduğunu düĢündüğü bu özellikler, büyük ölçüde her toplumsal grubun sahip olması gereken özgün niteliklerdir. Bir diğer ifadeyle, grubun sahip olduğu kimliktir. Birey dünyaya geldiği andan itibaren kimliğe ait söz konusu özelliklerin oluĢturduğu sosyal çevreye dâhil olur. Ġnsanı diğer canlılardan ayıran en belirgin farklardan biri olan kimlik, insan olmanın temel bileĢenlerinden birisidir. Kimlikler genellikle ölçülebilir, sınırları belirlenmiĢ, sınanabilir veya açık seçik görülebilir varlıklar değildir. Bir Ģekilde insan yaĢamının vazgeçilmez yönlerinden birini oluĢtururlar ve sosyal iliĢkilerde insanların birbirlerini tanımalarının veya birbirlerinden ayrıt edilmelerinin anahtarıdır. Grup üyeleri arasındaki karĢılıklı etkileĢim, güven ve beraberlik duygusu, ancak aidiyet bilincinin oluĢması ile gerçekleĢir. Günümüzün gittikçe araçsallaĢan ve rasyonalize olan dünyasında insanlar, hızla değiĢmekte olan toplumda kendilerine ait bir kimlik edinmek konusunda zorluklar yaĢamaktadırlar. Bu yönüyle etnik kimliğe eklemlenme, bireylerin grup bilincinin sürdürülmesinde iĢlevsel bir role sahiptir. (Yinger, 1994:45). Etnik bir özellik etrafında bir araya gelen bireyler, içerisinde yaĢadıkları toplumun bireyleri ile aynı davranıĢları, tavırları ve dili paylaĢsa bile, etnik köken itibariyle kendilerini farklı olarak sunmaktadırlar. Bu da esas itibariyle bireylerin çoklu bir kimliğe sahip olabileceklerinin bir göstergesidir. Özellikle modernleĢme, kentleĢme, kapitalizm ve kitle iletiĢim araçlarının geliĢimi; kültürel değerlerin ve kalıpların büyük ölçüde değiĢmesine yol açmıĢtır. Toplumlar bu koĢullar altında tek baĢlarına özgün ve tarihsel konumlarını korumayacak hale gelmiĢlerdir. Dolayısıyla çoğulcu yapılar ve kimlikler ön plana çıkmaktadır. Toplumlar artık birbirlerinden ayrıĢmıĢ durumda değil aksine, sosyal ve kültürel bağlamda iç içe geçmiĢ ve birbirleri ile karıĢmıĢ bir dünyanın öznesi halindedirler. IV. ETNĠSĠTEYE ĠLĠġKĠN KURAMSAL YAKLAġIMLAR Erken dönem çalıĢmalarda, etnik birliktelikler konusunda ortak atalar ve kan bağına dayanan iliĢkilere ağırlık verilmiĢtir. Daha sonra etnik iliĢkilerin oluĢumu ile ilgili olarak, ortak kültürel değerlere, koĢullar tarafından belirlenen aidiyetlere ve kültürel bilince vurgu yapılmıĢtır. Ġlk ortaya çıkan yaklaĢımlar, etnisiteyi ilksel bir durum olarak ele alırken daha sonra çıkan yaklaĢımlar, etnisiteyi sosyal bir inĢa süreci olarak ele almıĢtır. Bu yaklaĢımlar ise genel olarak ikiye ayrılmaktadır, bunlar; 1.Etnisiteyi verili bir bağ olarak gören ilksel-primordialist- yaklaĢım ve 2.Etnisiteyi psiko-sosyal süreçler içerisinde Ģekillenen bir yapı olarak gören sosyal-yapılanmacı yaklaĢımdır. IV.1. Ġlksel YaklaĢım Bu yaklaĢım, sosyo-biyolojik özellikleri ön planda tutmaktadır. Savunucuları arasında, Ciffort Geertz, Charles Ġsaacs ve Pierre van Berghe vardır. Bu yaklaĢımın savunucuları genel olarak etnisiteyi, ortak köklerden kaynaklanan, doğuĢtan kazanılan ve değiĢmeyen-sabit niteliklerden oluĢmuĢ bir yapı olarak kabul ederler. Clifford Geertz‘e göre, primordial-ilksel bağlılıklar; akrabalık, dil, din, bölge ve geleneksel bağlardan oluĢmaktadır. Kan bağı, etnisite için birincil derecedeki özelliktir. Bunların ötesinde etnisite, belirli bir bölgede ve dinsel topluluk içinde doğmuĢ olmak, belirli bir dili ve hatta bir dilin lehçesini konuĢuyor olmak ve belirli sosyal pratikleri takip etmekten kaynaklanan sosyal bir varoluĢtur. Akrabalık, dil, din ve gelenekler, bireyler üzerinde açıklanması mümkün olmayan ve karĢı konulamaz bir etkiye sahiptirler. Bireyler; akrabalık, zorunlu pratikler ve ortak çıkarların ötesinde, bu bağlara atfedilen ve açıklanamayan anlamlar ve nedenlerle birbirlerine bağlanırlar (1963). Geertz, toplumların ve kimlik arayıĢındaki modern devletlerin siyasal birliklerini oluĢturma arayıĢında etnik özelliklerin referanslarının değiĢkenlik gösterebileceğini kabul etmektedir. Ancak bireyleri birbirine bağlayan en güçlü unsurların, kan bağı esasına dayalı akrabalık iliĢkilerinden kaynaklandığını ileri sürmektedir. Özellikle yeni kurulan devletlerde, bireylerin ve grupların devlete 388 olan bağlılığını sağlayan pek çok bileĢenler olduğunu iddia etmiĢtir. Sınıf, parti, ticari iliĢkiler ve meslek birlikleri, bu bileĢenlerden bazılarıdır. Bu bileĢenlerden oluĢmuĢ bir grubun, toplumsal bütünlüğü sağlamak bakımından en büyük sosyal birim olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu gruplar veya grup üyeleri arasındaki çatıĢmalar, hiçbir Ģekilde devletin varlığını ve meĢruiyetini tehdit etmeye yönelik bir eyleme dönüĢmez. Gruplar arasındaki çatıĢmanın içerisine ilksel-primordial duygular karıĢtığında; devlet, hükümet ve siyasal bütünlük büyük bir tehdit altına girer. Ekonomik, sınıfsal veya entelektüel muhalefet bir devrime dönüĢebilir ancak etnik, dilsel veya kültürel muhalefet, devletin ve toplumun parçalanmasına ve ayrıĢmasına yol açar. Bu yönüyle ilksel duygulardan kaynaklanan hoĢnutsuzlukların etkisi oldukça güçlü ve tatmini ise oldukça zordur (Geertz, 1963). Yeni kurulan modern devletlerde, toplumsal refah düzeyi, toplumu oluĢturan farklı etnik gruplar arasında eĢit ve adil bir Ģekilde paylaĢılmazsa ve sivil siyaset temeline dayanan bir temsil sistemi kurulamamıĢsa, ilksel-primordial etnik bağlardan kaynaklanan bir çatıĢmanın yaĢanması ihtimali daha yüksektir. Bu çatıĢma ise devletin meĢruiyet kaynaklarının sorgulanmasına ve devletin sınırlarının yeniden belirlenmesine kadar ulaĢabilir. Ġnsanlar arasındaki hoĢnutsuzlukların sebebinin etnik farklardan kaynaklandığı görüĢünün bir kere benimsenmesi ile kimlik düzeyinde çatıĢmaların Ģiddeti ve etkisi çok daha derindir. Bir devlette primordial-ilksel nitelik taĢıyan sadece bir grup varsa ulusal birlik kolayca sağlanabilir. Böyle bir durumda belirsizlik ve aidiyet sorunları ortaya çıkmaz ve gruplar arasında etnik çatıĢmalara rastlanmaz oysa dünya üzerinde bu örneği temsil edebilecek hiçbir ülke mevcut değildir. GeçmiĢte buna örnek teĢkil edebilecek ülke olarak, Yugoslavya‘nın tek bir etnik yapıdan oluĢtuğu iddia edilmiĢtir. XX. yüzyılın sonlarına doğru Yugoslavya‘da kendisini dinsel ve mezhepsel özelliklerine göre Sırp, Hırvat, BoĢnak ve Slovak olarak tanımlayan gruplar ortaya çıkmıĢtır ve aralarında kanlı çatıĢmalar yaĢanmıĢtır (Bell, 1975:154). Buradan hareketle, geniĢ toplumsal yapılarda etnik gruplar arasındaki uyumu sağlamanın oldukça zor olduğu görülmektedir. Ulusu tek bir toplumsal birim olarak örgütlemek, ancak ilksel bağlara dayalı duyguları ve kimlikleri bir kenara bırakmakla mümkün gibi görünmektedir. Aksi takdirde meĢruiyeti ve bağlılığı sağlamak adına baskıcı ve zorlayıcı yönetim biçimlerinin devreye girmesinin önü açılmaktadır. Bu durum ise ülke içerisindeki toplumsal yapıda yıkıcı çatıĢmaların oluĢmasına yol açmaktadır. Ġsaacs, her bireyin belirli bir zamanda ve belirli bir grup içinde dünyaya gelmesi ile temel grup kimliği olarak ele aldığı bir kimlikten bahseder. Bu kimlik, etnik bir gruba aidiyet ile oluĢan ilksel akrabalık ve gruba eklemlenme sonucunda oluĢur. Birey bir grubun üyesi olarak doğmaktadır ve bu suretle kazandığı kimlik, diğer sosyal süreçler içerisinde kazandığı kimliklerden farklıdır. Doğum anından itibaren grubun fiziksel özellikleri doğal olarak bireye aktarılır. Doğumdan sonra kendisine ebeveyni tarafından bir isim ve grubun ortak tarih ve kökenine iĢaret eden soy ismi verilir. Grubun kültürel yaĢamı, bireyi kuĢatır ve birey grubun davranıĢ kalıplarını, ahlaki ve estetik değerlerini kazanır. Ġçinde yaĢadığı coğrafi ve topografik koĢullar, hayata bakıĢ açısını ve kiĢiliğini büyük ölçüde Ģekillendirir (1975:29). Banton, aileler tarafından yeni doğan çocuklara verilen isimlerin, esas olarak etnisiteye iĢaret ettiğini iddia etmiĢtir. Bu yüzden isimler, değiĢime ve manipüle edilmeye açıktır, öyle ki kiĢi, mensubu olduğu etnik kimliği daha az veya daha fazla görünür hale getirmek amacıyla ismini değiĢtirebilir. Amerika‘daki Afrikalıların atalarından devraldıkları isimlerini daha fazla benimsemelerini veya Müslümanların soyadlarını X olarak değiĢtirmelerini örnek olarak göstermektedir (1994). Berghe ise, bütün etnik grupların genetik olarak birbirleriyle akraba olduklarını göz önünde bulundurarak etnik gruplar arasındaki biyolojik bağları merkeze almıĢtır. Ona göre doğum ve kan aracılığıyla sağlanan bu bağlar, etnisitenin temel yapısını oluĢturur dolayısıyla bireylerin iradeleri dıĢında gerçekleĢir ve beĢikten mezara kadar sürdürülen bir nitelik olarak varlığını sürdürür (1978). Berghe‘nin yaklaĢımı sosyo-biyolojik bir argüman üzerine kuruludur ve etnik kimliği akrabalık iliĢkilerinin bir uzantısı olarak ele alır. Berghe‘nin yaklaĢımı ırkçı bir içeriğe sahip değildir, çünkü ona göre ırkçılık, sosyal olarak belirlenmiĢ bir ideolojidir ve biyolojik bağlamda gerçek bir önem taĢımamaktadır. Ona göre sosyal ırklar, sağlam olmayan biyolojik fenotipler üzerinden oluĢturulmuĢtur ve genetik olarak izole edilmiĢ popülâsyonlara tekabül etmektedir. Bunun yanı sıra, tarihsel olarak dil, gelenekler gibi kültürel özellikler genetik iliĢkileri belirlemede daha etkilidir. YerleĢik halde bulunan insanlar arasında fiziksel farklılıklar gizil bir Ģekilde kaybolmuĢtur ve fiziksel 389 kriterler ancak daha geniĢ ve ani farklılıkların bir araya geldiği ve çatıĢmaların yaĢandığı durumlarda gündeme gelmiĢtir. Ortak atalar ve tevarüs edilen özelliklere dair inanç, grup üyelerinin birbirlerine karĢı duydukları bağlılıkların devam etmesine ve grubun geniĢ bir akrabalık ağına dönüĢtüğü algısının geliĢimine katkı sağlar (Berghe, 1978). Dil, din, gelenekler, giyim kuĢam ve benzer kültürel pratikleri paylaĢan insanlar, ortak bir atadan geldiklerini varsayar ve ortak bir atadan gelmiĢ olma miti, bir yerde biyolojik anlamdaki akrabalık düĢüncesini beraberinde getirir. Bu düĢüncenin temel varsayımı, ortak atalardan gelen insanların benzer fiziksel özellikler taĢıyacağı üzerine kuruludur. Göçler, fetihler veya karĢılıklı evlilikler etnik gruplar arasındaki karıĢımı ve değiĢimi sağladığından, etnisitenin sadece biyolojik temelli bir varlık olamayacağının altı çizilmektedir. Ġlksel bağlar her ne kadar etnik bilincin temel öğelerini oluĢtursa da bireylerin yaĢantısında birliktelik bilinci dıĢında determinist bir etkiye sahip değildirler. Etnik oluĢumlar, tarihsel süreçler içerisinde bir takım akıĢkanlıklar sergilerler ve ekonomi, siyaset gibi koĢullarca yeniden formüle edilmektedirler. Modern zamanlardan önce insanlar arasındaki bağlılıklar büyük ölçüde din, cemaat, Ģehir, köy gibi yerelliklere veya imparatorluklara aidiyet ile özdeĢleĢmiĢtir. Biyolojik nitelikler temelinde toplumsal ve kültürel farklılıklar arasındaki ayrımlar, modern zamanların ideolojik ve siyasal yaklaĢımlarının meĢruiyet ve egemenlik sağlamasına yönelik arayıĢlarının bir aracı olmuĢtur. IV.2. Sosyal-Araçsal YaklaĢım Sosyal YaklaĢım; Ġlksel YaklaĢımdan farklı olarak etnik grupların ve kimliklerin, doğal ve verili özelliklerden çok, koĢullara göre belirlenen sosyal bir inĢanın ürünü olduğunu iddia etmektedir. Araçsal YaklaĢım da, etnik toplulukların hangi koĢullar altında oluĢtuğunu ve ulus gibi daha kapsamlı oluĢumlara nasıl dönüĢtüğünü ele almaya çalıĢmıĢ ve insanların çıkarlarının gerektirdiği rasyonel seçimler etrafında örgütlendiklerine dikkati çekmiĢtir. Barth‘a göre etnisite, kültürel öğeler içerisinde değil de iki veya daha fazla grup arasında bulunan sınırların belirlediği farklılıklar sistemi içerisinde gerçekleĢir. Barth, etnik grupların kendilerine özgü kriterlerle tanımlandıklarında bir süreklilik arz ettiklerini iddia etmiĢtir. Buna göre, etnik grupların sürekliliği sınırların korunmasına bağlıdır (2001:17). Etnik kimlik, ―biz‖ ve ―onlar‖ arasındaki karĢıtlık iliĢkisinde Ģekillenmektedir. Farklılıkların önemi ve kriteri koĢullara bağlı olarak değiĢmektedir. Dolayısıyla etnik sınırlar, esnektir ve hem grubun içinden hem de grubun dıĢından kaynaklanan baskılarla değiĢebilirler. Bireyler, kendi kimliklerini verili bir grubun dıĢında da bulabilirler, fakat sınırlar çeĢitli biçimlerde varlıklarını sürdürürler. Sınırları belirleyen kültürel unsurlar zaman içerisinde değiĢebilir. Ancak, grup üyeleri ile grup dıĢında kalan kimseler arasında kutuplaĢmaya varan farklılıklar sınırların sürekliliğinin teminatıdır. Barth‘a göre, bir grubun üyeleri, baĢka grup üyeleriyle etkileĢim halinde olduklarında, grup kimliğini koruyabiliyorsa, aidiyet ve dıĢlama dinamikleri devreye girmiĢ demektir. Etnik gruplar sadece sınırların ön plana çıkarılması esasına dayandırılamazlar, herhangi bir grubun varlığını sürdürmesi, aidiyet ve dıĢlama mekanizmalarının varlığı ile ilintilidir. Toplumsal alanda bir araya gelen aktörler, aynı gruba üye ise, aidiyetleri aynı olacağından ortak bir eylem ve davranıĢ sergilemeleri yabancısı oldukları diğerlerine göre daha çok ihtimal dâhilindedir (2001:18). Herhangi bir etnik grup, farklı çevresel faktörlerle karĢı karĢıya geldiğinde, yeni yaĢam ve davranıĢ Ģekilleri geliĢtirir. Bu yüzden aynı etnik gruba mensup olup farklı coğrafyalarda yaĢayan aktörlerin davranıĢ kalıpları önemli farklılıklar göstermektedir. Etnik gruplar birer sosyal tasarımdırlar ve bir etnik gruptan bahsedebilmek için bir grubun kendisini etnik grup olarak tanımlamasının yanında diğerleri tarafından da aynı Ģekilde tanımlanması gerekir. Etnik grubun kendini tanımlaması genellikle kimlik düzeyinde olur ve bu kimlik tasarımının temel bileĢenleri ortak köken ve geçmiĢtir. Sosyal aktörler, etnik kimliklerini, kendilerini ve diğer gruplara mensup kimseleri sınıflandırmak için kullanırlar (Barth, 2001:15). Benzer Ģekilde Fenton, etnik grupları sabit ve yalın gerçeklikler olarak değil, sosyal etkileĢim yoluyla insanların kolektif veya bireysel bakımdan yaĢantıları süresince etraflarına çektikleri hareketli sınırlar ve kimlikler olarak ele almaktadır. Kültür, belirli bir soyun ve soy ideolojisinin üretilip yaĢatılması ve belirli bir dilin sosyal bakımdan belirli bir halkın ayırıcı özelliği olarak benimsenmesi sürecinin merkezi bir karakteridir. Burada ilksel özellikler, verili birer değiĢken olmakla birlikte, aktörlerin yaĢantısında belirli koĢullar altında yeniden düzenlenebilen ve değiĢken özellikler olarak değerlendirilebilir (2001:14). 390 Brass‘a göre etnik toplumlar, toplumsal değiĢim hızının en fazla olduğu modernleĢme ve sanayileĢme dönemlerinde, seçkin gruplar tarafından yaratılırlar ve dönüĢüme yönlendirilirler. Bu süreç içerisinde etnik kategoriler arasında; siyasal güç, ekonomik çıkarlar ve sosyal statüler bakımından bir rekabet ve çatıĢma ortamı oluĢur. Genel olarak çok etnili toplumlarda eĢit olmayan bir ilerlemeden bahsedilir ve belirli etnik grupların ülke içerisinde daha az veya daha fazla ayrıcalıklı konumda olduğuna vurgu yapılır. Bu süreçte en etkin rol seçkinlere aittir çünkü iktidar ve çıkarlarının korunması sürecinde seçkinler bir takım mitler ve anlatılar üretirler. Böylece etnik bir bilincin ve aidiyetin oluĢumuna zemin hazırlarlar ( 1996:89). Etnik gruplar ve kültürel bakımdan farklı bölgeler arasındaki eĢitsizlikler, ulusal bir bilincin geliĢmesi için tek baĢına yeterli değildir. Etnik bilincin oluĢturulması, kitlelerin manipüle edilmesi ile iliĢkili olarak ortaya çıkar. Belirli bir bölgede farklı bir dile, dine veya etnik bir özelliğe sahip olan bir grup, kolektif bir bilinç oluĢturmadan yaĢamını sürdürebilir. Ekonomik ve siyasal alanda daha fazla güç elde etme isteğine kavuĢmak arzusu söz konusu olduğunda ya mevcut otorite ile iĢbirliği yapılacak veya gruba özgü özellikler etrafında bir bilinç oluĢturulacaktır. Bunun için ortak kültür ve ortak atalar mitini araçsallaĢtıracak seçkin bir gruba gereksinim vardır. Seçkinler, grubun ekonomik ve siyasal çıkarları ile kültürel haklarını geliĢtirmek iddiasıyla propaganda yaparlar. Bunun için kültürel özellikleri kullanarak etnik bir bilinç oluĢturmaya çalıĢırlar. Seçkinlerin manipüle etmesiyle oluĢan kolektif bilinç ve eylemler, çıkarları maksimum düzeye getirmeyi amaçlar. Ġnsanlar, gündelik yaĢantılarında kiĢisel çıkarlarını ve yaĢam koĢullarını kolaylaĢtırmak amacıyla rasyonel olarak davranırlar. KiĢisel çıkarlar, birey ve grupları ortaklaĢa bir davranıĢ sergilemeleri yönünde zorlar. Konu ile ilgili Hetcher, etnik bir kimliğin oluĢabilmesi için bireysel güdülerin etkili olduğunu ve etnisitenin bireysel çıkarı mobilize ve manipüle eden sosyal kaynaklardan ibaret olduğunu savunmuĢtur. Etnik iliĢkiler, sınıf, din veya statü iliĢkilerinden farklı bir özellik taĢımaz. Sosyal ve bireysel eylemler, rasyonalite ve grup oluĢumu gibi sosyal kategoriler ile açıklanabilirler. Dolayısıyla etnik grupları farklı kılan Ģey, kiĢisel çıkarlarını arttırmak isteyen bireylerin ve sosyal grupların kullandığı kültürel özellikler ve gruba özgü fiziksel farklılıklardır (Hechter, 1988:264). Etnik kimlikler ve aidiyetler, toplumsal hiyerarĢinin daha az ayrıcalıkları olan grupların konumlarını daha olumlu hale getirmek veya tam tersi, ayrıcalıklı grupların var olan konumlarını devam ettirmek için harcadıkları çabaların bir ürünüdürler. Bu yüzden etnik kimlikler, grup veya bireyi daha avantajlı bir duruma getirecekse değiĢebilir (Adam, 1971:2). Bu yaklaĢımdan hareketle etnisite, bireylerin verili sosyal ve ekonomik çıkarlarını iradi olarak daha iyi bir konuma getirmeye yönelik uyguladıkları bir stratejidir. Ġlksel bağlılıklar ve aidiyetler; din, sınıf ve ulus gibi diğer sosyal aidiyetler karĢısında önemlerini kaybedebilirler. Belirli koĢullar altında birtakım amaçlara ulaĢmak amacıyla etnik bilinç devreye girebilir ve bireyleri gizil kolektif bir tutum etrafında, cemaat, ulus veya devlet gibi daha geniĢ bir birliktelik oluĢturmak için örgütleyebilir. Rattansi‘ye göre, etnisitenin tek parçalı bir yapısı yoktur, zaman ve mekâna göre farklı biçimlerde değiĢebilen kimlikler ile parçalı görüngülere dönüĢebilir. Zaman ve mekânsal anlatılar ve tasarımlar kimliklerin belirlenmesinde etkili birer öğedirler. Bu yüzden etnik sınırlar ile etnik bilinci Ģekillendiren etmenler sabit değildir sürekli bir değiĢim ve dönüĢüm süreci içerisindedirler (1997:44). Aynı Ģekilde kültürel yaĢam, gelenekler ve görenekler; oldukları gibi kuĢaktan kuĢağa aktarılamaz, her kuĢak tarafından yeniden yorumlanır, anlamlandırılır ve yeniden üretilirler. Anlatılar ve öznel değerler bir değiĢim sürecinden geçtikten ve koĢullara uygun bir forma girdikten sonra birey ve grupların güncel yaĢantılarında iĢlevsel hale gelebilirler. Her birey; aile üyelerini ve aile üyelerinin büyüklerini ve akraba çevresinden ölmüĢ ya da hayatta kalan bireyleri tanır ve hatırlar. Güçlü ya da zayıf akrabalık sistemlerine sahip toplumlarda bu iliĢkilerin hatırlanabilmesi toplumda soy kavramının oluĢturulmasıyla ilgilidir. Bireylerin atalarıyla nasıl bir bağ kurdukları, soy kavramının sosyal açıdan nasıl oluĢturulduğuna ve kültürel açıdan nasıl iĢlendiğine bağlıdır. Bireyler geçmiĢlerinin bazı yönlerini hatırlamayı ya da unutmayı, atalarından belirli bazı kiĢileri yüceltmeyi, bazılarını görmezden gelmeyi tercih edebilirler. Bireylerin veya grupların, atalarından bazılarını yüceltip bazılarını göz ardı etmeleri, bir çıkar iliĢkisi üzerine kuruludur. Buradan hareketle soy ve etnisite arasında bir iliĢkinin olduğu iddia edilebilir. Bu iliĢki sosyal ve ekonomik çıkarların da etkili olduğu bir gerçeklik üzerine kuruludur (Fenton, 2001: 9). 391 V. ETNĠSĠTEYE ĠLĠġKĠN YAKLAġIMLARIN DEĞERLENDĠRĠLMESĠ Ġlksel YaklaĢıma göre etnik bağlar; gelenek, kültür, kan bağı, din ve dil gibi özelliklerden oluĢur ve bunlar verilidirler. Bu özelliklerin değiĢmesi oldukça zordur ve esnek sınırlara sahip değillerdir. Ġlksel özelliklerin doğal olması, kalıcı olduğunu ve insanlar arasında uzlaĢmaya varılmayan farklılıklara yol açacağı düĢüncesi bakımından eleĢtirilmektedir. Sosyal-Araçsalcı YaklaĢım ise etnisiteyi; sınırları esnek ve değiĢebilen bir yapı olarak görmüĢ ve sosyal bir inĢanın sonucu olduğunu savunmuĢtur. Birey ve grupların kültürleri ve tarihsel geçmiĢleri arka plandadır. Ġnsanlar rasyonel davranmak suretiyle karar almakta, çıkar ve konumlarını sağlamlaĢtırmaktadır. Bu yaklaĢım insanların akrabalık, dil ve kültür gibi sosyolojik değerlerini göz ardı edip, duygusal ve psikolojik yönlerine yer vermemesi bakımından eleĢtirilmektedir. Her iki yaklaĢım, sosyolojik bakımdan temellendirilecek tutarlı ve savunulur gerçeklikler içermektedir. Etnisite, çıkarların belirlediği bir birlikteliğe indirgenemeyeceği gibi, biyolojik olarak kazanılan kalıtımsal özellikler tarafından belirlenen bir niteliğe sahip değildir ve aynı zamanda hem çıkarları hem de öznel duygulanımları bir araya getiren bir bileĢimdir. Ġnsanlar; kolektif hatıralara katılıp duygu ve anlam temelli ilksel bağlılıklar yanı sıra, koĢullara bağlı olarak soysal ve ekonomik bağlılıklar geliĢtirebilirler. Banton‘ın (1994) da belirttiği gibi, para kazanmak ve sosyal bir statü elde etmeye odaklı bireysel çıkarlar, dostlular, arkadaĢlıklar veya komĢuluk iliĢkileri, etnik aidiyetten daha etkili olabilirler. Etnik bağlılık ve sadakat duygusu sosyalizasyon süreci içerisinde Ģekillenen geçmiĢ ve gelecek arasındaki pek çok etkene bağlı olarak belirlenebilir. Bazıları kökenine ve ülkesine bağlılık ve sadakati korumak isterken, bazıları ise içinde bulundukları koĢullara uyum sağlamayı ve yeni aidiyetler elde etmeyi tercih edebilirler. Sonuç olarak farklı yer ve ortamlarda etnisite olarak adlandırılan Ģeyin aynı olgu olduğunu düĢünmek yanlıĢtır. Soya ve bütün kimlik göstergelerine sembolik bir önem yüklüdür; dil, evrensel ve belirleyici bir farklılık unsurudur ve kültür, insanlar tarafından kollektivitenin ortak bir bileĢenidir. Bunun yanı sıra kimlik ve kültürlerin bu Ģekilde düzenlenmesi, özel tarihsel ve sosyal bağlamlara yerleĢtirilerek ele alınmaktadır ve bu bağlamlar hem yapı hem de anlam bakımından oldukça farklıdır. VI. ARAġTIRMANIN YÖNTEM VE BULGULARI ÇalıĢma; Midyat ilçe merkezinde ikamet eden söz konusu etnik gruplara mensup bireyler ile yapılan derinlemesine mülakatlarla gerçekleĢtirilmiĢtir. Nitel bir araĢtırma olma özelliğine sahip bu çalıĢmanın örneklemi, 25-65 yaĢ aralığındaki 15 Arap (9 erkek, 6 kadın), 15 Kürt (10 erkek, 5 kadın) ve 10 Süryani‘den (7 erkek, 3 kadın) oluĢmaktadır. ÇalıĢma için Midyat‘a önceden belirlenen tarihlerde 10 günlük süreler için üç defa gidilmiĢtir. Etnik gruplar arasındaki iliĢkiler, etnik kimliği belirginleĢtiren ―dıĢsal ve içsel‖ etmenlerin incelenmesiyle anlaĢılmaya çalıĢılmıĢtır. Farklı etnik gruplara mensup bireylerin birbirleri ile iliĢki kurarken, etnik özelliklerinin ne derecede önemli olduğu incelenmiĢtir. - Dışsal özellikler; 1.Etnik gruba ait dili konuĢmak gibi, kültürel öğeleri 2.Etnik gruptan aile ve arkadaĢlık iliĢkileri, 3.Etnik etkinliklere (okul, dernek, ibadethane) katılım 4.Takip edilen basın yayın ve medya kanalları gibi somut olarak gözlemlenebilen pratiklerdir. - İçsel Özellikler ise; etnik gruba ait, duygu, düĢünce ve algılamaları ifade etmektedir. Bunlar çoğunlukla sübjektif gerçekliklerden oluĢmuĢtur (Isajew,1993). VI. 1. Etnik Gruplara Özgü DıĢsal Özellikler VI.1.1. Dil: Her üç etnik gruptan kiĢilerle yapılan görüĢmelerde, anadilin kendileri için son derece önemli bir öğe olduğu dile getirilmiĢtir. Aynı etnik gruptan kiĢiler, kendi anadilleri ile daha kolay iletiĢim kurduklarını, farklı etnik gruplarla ağırlıklı olarak Türkçe anlaĢabildiklerini söylemiĢtir. Fakat 392 anadillerini gündelik yaĢantıda kullanma sıklığı sorulduğunda, Türkçe‘nin daha yaygın olarak kullanıldığı belirtilmiĢtir. Bu özellik kuĢaklar arasında belirgin bir fark göstermektedir. 45-65 yaĢ aralığındaki yetiĢkinler, Kürtçe, Arapça ve yer yer Süryanice‘yi rahatça konuĢabildiğini dile getirmiĢtir. YaĢ ortalaması düĢtükçe yani daha genç olanlar, Türkçe‘yi gündelik yaĢantılarında daha sık kullandığını belirtmiĢtir4. Anadillerini bilme düzeyleri sorulduğunda, çok azı kendi anadilini okuyup-yazabildiğini belirtmiĢtir. Bunda etkili olan faktörler arasında, resmi dil dıĢında eğitim veren kurumların açılmasının önündeki yasal düzenlemeler vardır. Yanı sıra eğitim-öğretim sürecine dâhil olan bireyler, okullarda sadece Türkçe eğitim verilmesinden ötürü, duygu ve düĢüncelerini yazılı ve sözlü olarak Türkçe daha kolay bir Ģekilde ifade ettiklerini dile getirmiĢlerdir. Araplar ve Kürtler, konuĢtukları kendi ağız özelliklerinin diğer ülkelerde konuĢulan Arapça ve Kürtçe‘den farklı olduğunu ve anlamakta zorluk çektiklerini belirtmiĢlerdir. Aynı Ģekilde Hıristiyan Süryani ve Keldanilerin de dillerinde farklar olduğunu ve birbirlerini anlamakta zorluklar yaĢadıklarını ifade etmiĢlerdir5. VI.1.2. Etnik Gruplar Arası Arkadaşlık İlişkileri: Mülakatın yapıldığı, Midyat ilçe merkezinde yaĢayan bireyler, hemen hemen her etnik gruptan arkadaĢlara sahip olduğunu ve aralarında iliĢkilerin kurulmasını engelleyen herhangi bir engelin olmadığını ifade etmiĢlerdir. Özellikle komĢuluk iliĢkileri aracılığı ile kurulan ve erken yaĢlarda baĢlayan arkadaĢlıklar, okullaĢma sürecindeki sınıf arkadaĢlıkları, ticaret ve iĢ ortamlarında geliĢen arkadaĢlıkların son derece önemli olduğuna vurgu yapılmıĢtır 6. ArkadaĢ seçiminde belirleyici olan etkenin ise etnik aidiyet değil, daha çok karĢılıklı uyum, benzer duygu ve düĢünceleri paylaĢma ile dünya görüĢlerinin ön planda olduğu görülmüĢtür. VI.1.3. Etnik Grubun Faaliyetlerine Katılım: Etnik gruplara özgü olduğu düĢünülen faaliyetler arasında; dini bayramlar, düğünler ve cenaze merasimleri ön plana çıkmaktadır. Etnik grupların faaliyetlerine katılımı belirleyen etkenler incelendiğinde, yasal birtakım düzenlemelerin etkisi ortaya çıkmaktadır. Örneğin Süryanilerin, din eğitimi aldıkları manastır ve kilise okulları yasadıĢı faaliyetler kapsamındadır. Bu yüzden sınırlı bir faaliyet alanına sahiptir. Süryaniler de böylece yasal olmayan yollarla kendi dinlerini ve anadillerini öğrenme sürecine dâhil olmaktadırlar. Bunun dıĢında, sosyal yaĢantıda kitlesel olarak paylaĢılan dini bayramlar ile geleneksel etkinlikler vardır. Burada farklar daha da belirginleĢmektedir. Müslüman Arap ve Kürtler, aynı dini bayramları kutlamaktadır. Hıristiyan Süryanilerin de dini bayramları vardır. Midyat ilçe merkezinde, her iki dine mensup grup üyeleri birbirlerinin dini bayramlarını kutlamakta ve ev ziyaretleri düzenlemektedir. Fakat Kürtlerin sahiplendiği Nevruz gibi bir etkinlik söz konusu olduğunda, hem Araplar hem de Süryaniler, bu etkinlik ile aralarında belirli bir mesafe koymayı tercih etmektedirler. Çünkü Nevruz kutlamaları, aynı zamanda politik bir temsili ihtiva etmektedir. Kürt ve Arapların düğünlerinde genellikle, yöreye ait müzikler çalınmakta ve Ģarkılar söylenmektedir. Ama genel olarak Kürtçe müzik ve Ģarkılara rağbet vardır. Süryanilerin de düğünlerine Süryanice müzikler tercih edilmektedir. Son yıllarda düğünlerde Türkçe müziklerin de 4 Bu durum bir tür asimilasyon mu, yoksa koĢulların gerektirdiği bir değiĢim midir? Bu sorunun cevabı büyük bir ihtimalle kuĢaklar arasında yaĢanan algı farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Konu ile ilgili olarak bkz, Hansen, Marcus Lee, The Generation in America, 1962). ( http://babel.hathitrust.org/). 5 - Bugün Süryani ve Keldani ayrımı ağırlıklı olarak Hıristiyanlar arasındaki mezhep farkından kaynaklanmaktadır. Süryaniler Ortodoks, Keldaniler ise Katoliktir. Yanı sıra dil özelliklerinin belirgin bir fark taĢıdığı da iddia edilmektedir. Süryanice ve Keldanice, Aramca‘nın bir lehçesi gibi görünmektedir. 6 Mülakat yapılan bireyler, geçmiĢte dönemsel olarak bir takım travmatik olayların yaĢandığının bilincindedirler. Çoğu, bu olayların daha çok tarihsel olaylar olduğunu ve dönemin koĢullarının belirlediği bir nitelik taĢıdığını düĢünmektedir.Hâlihazırda etnik gruplar arasında çatıĢmaların olmadığına vurgu yapılmıĢtır. Ekonomik ve siyasi sorunlar/krizler, pek çok bakımdan grupların sorunlarını eĢitlemiĢtir ve adeta grupları birbirlerine yakınlaĢtırmıĢtır. 393 yaygınlaĢmaya baĢladığı görülmektedir. Her üç etnik grup, birbirlerinin düğünlerine katılmakta herhangi bir sakınca görmemektedir. Cenaze merasimleri, dinsel kuralların ve geleneklerin belirlediği ölçütler içerisinde icra edilmektedir. Bununla birlikte gruplar arasında birtakım farklar göze çarpmaktadır. Örneğin, hem Araplarda hem de Süryanilerde cenaze veya taziye etkinliği üç gün ile sınırlıdır. Buna karĢılık Kürtler‘de bu etkinlik daha uzun sürmektedir. Ölen kiĢiye ve bağlı olduğu aĢiret/ailenin büyüklüğüne bağlı olarak günlerce sürebilir. Her üç enik grup üyeleri; komĢularının, arkadaĢlarının veya tanıdıklarının cenazesine katılmaktadır. VI.1.4. Basın Yayın ve Medya Kanalları: Her üç etnik grubun üyeleri, ulusal yani Türkçe basılı yayınları takip ettiklerini belirtmiĢlerdir. Daha önce de dile getirilen anadili okuma-yazma konusundaki sorun bu konuda etkilidir. Yanı sıra mülakat yapılan bireyler daha çok Türkiye‘nin ulusal ve yerel gündeminin kendilerini daha çok ilgilendirdiğini belirtmiĢlerdir. Televizyon ve radyo kanalları söz konusu olduğunda ise farklı seçimler ortaya çıkmaktadır. Ulusal kanallar ağırlıklı olarak takip edilen kanallar olmasının yanı sıra farklı ülkelerden yayın yapan Kürtçe ve Arapça yayınlar da takip edilmektedir. VI .2. Ġçsel Özellikler VI .2.1.Etnik Köken: Farklı etnik gruplara üye olan bireyler, etnik kökenlerinin kendileri için önemli bir özellik olduğunu vurgulamıĢtır7. Etnik kökenlerinin temelinde atalarından miras aldıkları ve akrabalık bağlarının oluĢturduğu özelliklerin belirleyici olduğunu belirtmiĢlerdir.Bir etnik grubu diğer etnik gruptan ayıran unsurların ise, biyolojik özelliklerden ziyade din ve dil ile iliĢkili olduğuna dair yaygın bir kanaat vardır. Fakat asıl ilginç olan konu, hiçbir etnik grubun doğuĢtan sahip olduğu özelliğe bağlı olarak diğer gruplardan bir üstünlük iddiasına sahip olmadığına yönelik inançtır. Her üç etnik gruba mensup bireyler, toplumsal yaĢamda iliĢkilerin karĢılıklı iĢbirliği ve dayanıĢma çerçevesinde gerçekleĢtirilmesi gerektiği yönünde hem fikirdir. Yerel veya ulusal boyutta idari yapı söz konusu olduğunda, evrensel ilkelere uygun olmak koĢuluyla herhangi bir etnik grup üyesinin yönetici veya idareci olmasının önemli olmadığı belirtilmiĢtir. GörüĢme yapılan bazı aileler, geçmiĢte etnik kökenlerinde farklılık olduğuna iĢaret etmiĢtir. Atalarının bazılarının Kürt, bazılarının ise Arap olduğunu ifade etmiĢlerdir. Din farklılığı olmadan yaĢanan bu değiĢmenin, Kürtler ve Araplar arasında görülmesi, etnik kökenin koĢullara ve kuĢak farklarına bağlı olarak değiĢebileceğini de göstermektedir. Çünkü hem Arap ve Kürtler hem de Hıristiyanlar, aidiyetlerindeki en belirleyici unsurun din olduğu konusunda merkezi bir düĢünceye sahiptirler. Elbette ki bu değiĢim kısa vadede alınan bir karar ile gerçekleĢmemiĢtir. Zaman içerisinde sosyal belki de siyasal koĢulların zorunlu kıldığı bir değiĢim göze çarpmaktadır. VI .2.2. Evlilik: Etnik gruplar arasındaki sınırların en fazla belirginleĢtiği alanlardan birisi, gruplar arası evliliklerdir. Özellikle din farkı devreye girdiğinde, etnik gruplar arasında evlilikleri imkânsız hale getiren bir takım dinsel kurallar vardır. Örneğin Müslüman bir Arap veya Kürt‘ün, Hıristiyan birisi ile evlenmesi imkân dâhilinde olan bir durum değildir. Oysa Kürtler ile Araplar ve aynı Ģekilde Hıristiyan Süryani ile Keldaniler arasında evliliklere rastlanmaktadır. Etnik gruplar arasındaki evliliği belirleyen esas faktör aynı dine sahip olmaktır. Ancak aynı dine mensup olmak ile evlilikler gerçekleĢmektedir. Farklı dine mensup biriyle evlenmek, her üç etnik grup arasında hoĢ karĢılanmayan, olumsuz bir durumdur. 7 - ―Sizi diğer etnik gruplardan ayıran özellik nedir?‖ diye sorulduğunda, genellikle ―KonuĢtuğumuz dil farklı‖ Ģeklinde cevaplar verilmiĢtir. Bu; Araplar ve Kürtler için geçerli bir yorum iken, Süryaniler için hem dil hem din olarak ifade edilmektedir. Bunun dıĢında mekansal-insani özelliklere daha fazla vurgu yapılmaktadır (ülke, coğrafya, tarih vs). 394 Her üç grubun üyeleri de evlilik söz konusu olduğunda, kendi etnik grubundan evlenmelerin daha çok tercih edilen bir durum olduğunu ifade etmiĢlerdir. Bundan çıkan sonuç etnik grupların kendi etnisitelerini koruma ve sürdürme konusunda istekli olmalarıdır. VI .2.1.3 Hane İçinde Konuşulan Dil: Daha önce de belirtiliği gibi, dil etnik grupların kimliğini sürdürme konusunda en fazla tutunum iliĢkisi kurdukları öğedir. Hane halkları kendi aile üyeleri veya akraba grupları ile genel olarak anadillerini konuĢmaktadırlar. Fakat bu özellik, kuĢaklara göre bir farklılık arz etmektedir. 35-40 yaĢ ortalamasının üstündeki bireyler kendi anadillerini kullanma konusunda daha tutucudur. Oysa yaĢ ortalaması düĢtükçe, Türkçe daha yaygın bir Ģekilde konuĢulmaktadır. Genç yaĢtakiler, gündelik yaĢantılarında ağırlıklı olarak Türkçe‘yi iletiĢim dili olarak kullanma konusunda daha isteklidir. Böylece Türkçe, günümüzde gruplar arasında iletiĢimi ve etkileĢimi sağlayan bir iĢlev edinmiĢ durumdadır. Hatta bu sayede etnik gruplar arasındaki sembolik ayrımlar büyük ölçüde gizil hale gelmiĢtir8. Etnik kimliğe bağlılığa iĢaret eden en önemli faktörlerden biri, dil/anadildir. Belirli bir dili konuĢmak bir gruba aidiyete iĢaret eder. Bu çalıĢma aracılığıyla, etnik gruba aidiyetin ölçütünün benzer kültürel kalıplara ve alıĢkanlıklara sahip olmaktan ziyade, grubun dilini konuĢma ile belirlendiğini göstermiĢtir. Midyat ve çevresinde yaĢayan farklı etnik gruplar, tarihsel koĢullar ve coğrafi özelliklerin beraberinde getirdiği pek çok kültürel öğeyi paylaĢmaktadırlar. Fakat aralarındaki sınırları belirginleĢtiren etkenlerin baĢında dil gelmektedir. Aynı dine mensup olmasına rağmen, Kürtler ile Araplar arasındaki fark, temelde konuĢulan dilden kaynaklanmaktadır. VI .2.4. Ticari İlişkiler: Bölge, esas olarak yüzyıllar boyunca ticaret yollarının gelip geçtiği bir yer olmuĢtur. Bu özellik bölgenin genel anlamda kültürel yapılarına nüfuz etmiĢtir. Ticaret yollarının bölgeden geçiyor olması, burada yaĢayan halkların farklı toplumlara mensup insanları ile karĢılaĢmasına ve farklılıklara aĢina olmasına büyük bir katkı sağlamıĢtır. Bu bakımdan ticari iliĢkiler, iĢ ve iĢveren konusu ile ilgili olarak, etnik gruplar arasındaki farklılıkların rasyonel temellere dayalı olduğunu söylemek mümkündür. ĠĢçi olsun, iĢveren olsun, kendisine en fazla kazancı sağlayan koĢulun ön planda olduğunu bu konuda etnik ayrımların ise neredeyse hiç önemli olmadığını ifade edenler çoğunluktadır. Esnaf, ürünlerinin alıcısı konumundaki farklı etnik grup üyelerine karĢı adeta ―sakınma iliĢkilerini‖ ön plana çıkarmaktadır. AlıĢ-veriĢ mekânlarında ve halk pazarında da herhangi bir ayrıma rastlamak mümkün değildir. Bahsedildiği gibi, bu konuda piyasa veya rasyonel koĢullar bireylerin davranıĢlarında daha belirleyici özellikler taĢımaktadır. Bu da bir yerde modernleĢmenin etkileri arasında yer alan bir durumdur. ModernleĢme geleneksel ve yerel bağlılık iliĢkilerini zayıflattığından, bireysel iliĢkiler ön plana çıkmaktadır. VI .2.5. Gelecekte Etnisitenin Önemi: Midyat ilçe merkezinde, birçok ailenin çocuklarına kendi anadilini öğrenmeden önce Türkçe‘yi öğrettiği ve çocukları ile Türkçe konuĢarak iletiĢim kurduğu gözlenmiĢtir. Konu ile ilgili olarak aileler, çocuklarının okul yaĢantısında bir dil sorunu ile karĢılaĢmasının önüne geçmek istediklerini ve devletin sunduğu hizmetlerden daha etkili bir Ģekilde faydalanmak istediğini belirtmiĢtir. Hatta son yıllarda çocuklara Arapça-Kürtçe kökenli geleneksel bazı isimler yerine Türkçe kökenli isim verme alıĢkanlığı ortaya çıkmıĢtır. Bu durum hem etnik aidiyet bilincini azaltmakta, hem de etnik köken konusunda gelecekte tartıĢmaların ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Genç kuĢaktan bireyler, temel hizmetlere ve iĢ olanaklarına ulaĢmak ve eğitimin sosyo-ekonomik alanlarda sağlayacağı avantajlardan daha fazla yararlanmak için etnik kökenlerinin ve aidiyet duygularının ön plana çıkarılmaması gerektiğini ileri sürmektedirler. Bunun yerine daha kapsamlı ve 8 ÇeĢitli sebeplerden ötürü yaĢanan yöre içerisindeki göçlerle, yerleĢilen köy, belde veya Ģehir merkezinin yaygın olan dili neyse insanlar ona uyum sağlamıĢtır. Bu Ģekilde AraplaĢan Kürtler ile KürtleĢen Araplara rastlanmaktadır. 395 farklılıkları en aza indirgeyen bir sosyal ve siyasal sistemin üyesi olmanın gelecekte birlikte yaĢama stratejilerini belirlemek açısından daha iĢlevsel olduğu dile getirmiĢlerdir. VII. SONUÇ: YaĢadığımız coğrafyada, etnik farklılıklar Batı‘da yani Avrupa ya da Amerika‘da olduğundan farklı özellikler göstermektedir. Batı‘da etnik gruplar dendiğinde; siyahlar, beyazlar ve genel olarak Uzakdoğululardan bahsedilmektedir. Büyük ölçüde bu gruplar arasında gözle görülebilir, ilk bakıĢta fark edilebilir fizyolojik özellikler hâkimdir (Platt:2009). Oysa Türkiye gibi birçok Ortadoğu ülkesinde fizyolojik farklılıklar, bireylerin etnik kimliğinin belirlenmesi sürecinde etkili değildir. KiĢilerin etnik aidiyeti, ancak referanslar aracılığıyla ve kurulan derinlemesine iliĢkiler sonucunda anlaĢılabilir. Aynı Ģekilde sosyal davranıĢlar ve yaĢam pratikleri de, etnik gruplar arasındaki sınırları belirlemede yeterli ölçütler değildir. Bireysel düzeyde herkesin kendine özgü bir takım alıĢkanlıkları ve davranıĢ kalıpları vardır. Herkes aynı derecede dinine bağlı olmayabilir veya herkes aynı derecede ailesine bağlılık duygusu beslemeyebilir. Bu bakımdan ele alındığında bireysel farklar ön plana çıkmaktadır. Dolayısıyla sadece belirli bir gruba veya etnik bir unsura özgü bir pratikten bahsetmek mümkün değildir. Sosyal bir varlık olarak insanın aidiyeti, sadece ekonomik, etnik veya dinsel bir boyuta indirgenemez. Sosyal yaĢam çeliĢki ve tutarsızlıklarla doludur. Bir insanın en fazla tutunum iliĢkisi geliĢtirdiği unsur; ekonomik çıkarlar mı, din mi, dil mi, etnisite mi yoksa yurttaĢlık mıdır? Bu soruya cevap vermek her zaman kolay değildir ve tek boyutlu ve tek nedenli bir açıklama yapmak her zaman bir Ģeylerin eksik kalmasına yol açmaktadır. Bütün farklılıklara rağmen ortak yaĢama arzusu, karĢıt grupları ve fikirleri bir araya getirmektedir. Benzer amaçlar ve hedeflere ulaĢmak isteyen insanlar, giderek birbirlerine daha çok benzeme eğilimi içerisine girmekte ve birbirlerine daha da yakınlaĢmaktadır. KAYNAKÇA: Adam, A. (1971). Modernizing Racial Domination, Berkeley: University of California Press. Aslan, C. (2004). Birey, Toplum, Devlet: Kavramsallaştırma ve Ara Değişken Olarak Etnisite. Adana: Karahan Kitabevi. Banton, M. (1994) Modelling Ethnic And National Relations, Ethnic and Racial Studies, 17. (1): 1–19. (http://www.tandfonline.com). (EriĢim Tarihi 25.04.2011). Barth, F. (2001). Etnik Gruplar ve Sınırları, A. Kaya ve S. Gürkan, (Çev.). Ġstanbul: Bağlam Yayınları. Bell, D. (1975). Ethnicity And Social Change, in Glazer, N. and D. Moynihan (Eds.). Ethnicity: Theory and Experience, Washington: Harvard University Press. Berghe, P. V. (1978). Race and Ethnicity: A Sociobiological Perspective, Ethnic and Racial Studies, Volume, Issue 4. P:401-411. (http://ysusociologyonline.blogspot.com/2010/12/pierre-van-denberghe-socio-biological.html. EriĢim Tarihi: 21.06.2011). Brass, P. (1996). ―Ethnic Groups and Ethnic Identity Formation‖, Ethnicity (ed. John Hutchinson,Anthony D. Smith), Oxford: Oxford University Press. Fenton, S. (2001). Etnisite. N. ġad, (Çev.). Ankara: Phoenix Yayınları. Geertz, C. (1994). ‗‘Primordial and Civic Ties‘‘.Nationalism, Eds. A. Smith, J. Hutchinson, Oxford: Oxford University Press. Giddens, A. (2000). Sosyoloji. Kırmızı Yayınları, Ġstanbul. Glazer, N., Moynihan,D. (1981). Ethnicity: Theory and Experience, Washington: Harvard University Press. Hechter, M. (1988). Rational Choice Theory And The Study Of Race And Ethnic Relations, Theories of Race and Ethnic Relations Ed. John Rex, David Mason, Cambridge: Cambridge University Press. 396 Isaacs, H. R. (1975). ―Basic Group Identity: The Idols of the Tribe‖. In Glazer, N. and D. Moynihan (Eds.). Ethnicity: Theory and Experience, Washington: Harvard University Press. Isajew, W. W. (1993).Definition and Dimensions of Ethnicity, Statistics Canada and U.S Bureau of The Census, Washington D.C: U.S Goverment Printing Office. Pareto, V. (1963). The Mind and Society: A Treatise on General Sociology. New York: Harcourt Brace. Parsons, T. (2005). The Social System. London: Routledge. Platt, L. (2009). Ethnicity And Family Relationships Within And Between Ethnic Groups: An Analysis Using The Labour Force Survey. Institute for Social & Economic Research, University of Essex. (http://www.equalityhumanrights.com). (EriĢim Tarihi:12.09.2012). Rattansi, A. (1994). Irkçılık, Modernite ve Kimlik. S. Akyüz, (Çev.). Ġstanbul: Sarmal Yayınevi. Shibutani, T. , Kwan, K.(1965). Macmillan Co. Ethnic Stratification: A Comparative Approach, New York: Smith, A. (2002). Ulusların Etnik Kökeni, S. Bayramoğlu, (Çev.). Ankara: Dost Yayınevi. Somersan, S. (2004). Sosyal Bilimlerde Etnisite ve Irk. Ġstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. Tajfel,H. (1982). Social Psychology Of Intergroup Relations , Annual Review Of Psychology,Volume 33, A Nonprofit Scientific Publisher,USA. Wallerstein, Ġ. (1960). Ethnicity and National Integration in West Africa. Vol. 1 No3. 1960. pp. 129139. (http://www.persee.fr. EriĢim Tarihi: 27.06.2010). Weber, M. (1978). Economy and Society, Vol 2.G. Roth and C. Wittich (Eds). University of California Press. New York. Wimmer, A. (2007). How (not) to Think About Ethnicity Ġn Ġmmigrant Societies: A Boundary Making Perspective. COMPAS, London: University of Oxford. Yinger, M. J. (1994). Ethnicity: Source of Strength, Source of Conflict. University of New York Press. USA. 397 ÖMER KÖSE OTURUMU DĠN-IV: DĠN VE ÖTEKĠLĠK 398 TÜRKĠYE‟DE CEMEVLERĠ SORUNU ( TUNCELĠ ÖRNEĞĠ ) Erdal YILDIRIM1 ÖZET Ġnsan tabiatının kutsal yerlere olan ihtiyacı ve toplumsal koĢullar Alevi topluluğun cemevlerini inĢa etmesine yol açtığı söylenebilir. Bir alan çalıĢması olan bu makale de Alevilerin kutsal olarak kabul ettikleri cemevinin toplumsal konumunu konu edinmektedir. ÇalıĢmanın amacı, Alevilerin dini ritüellerini yaptıkları, kutsal olarak gördükleri cemevlerinin günümüzde Aleviler için ne anlam ifade ettiğini, ne gibi toplumsal fonksiyonlar icra ettiğini ve toplumsal statüsü konusunda Alevilerin ne düĢündüğünü ortaya koymaktır. Bu amaçla Tunceli ve Elazığ illerinde bulunan cemevlerinde görev yapan dedelerle mülakatlar yapılmıĢ ve buralarda yürütülen dini/sosyo-kültürel faaliyetler gözlemlenmiĢtir. Anahtar Kelimeler: Cemevi, Aleviler, dini ritüeller. ABSTRACT It can be said the necessity of holy places of human nature and community circumstances of Alevi community causes to build djemevi. This article that is an area study is also about djemevi‘s community place which is accepted as holy by Alevis. The purpose of this study, to bring up the djemevis whereAlevi people take place their religious rituals in and accept as holy, the meaning of it for Alevis, the community function and status of it for Alevis. For this purpose, it is made a conversation with Dedes who are responsible for Elazığ and Tuncelidjemevis and the religious and socio-cultural activities are searched in this place. Keywords: Djemevi, Alevis, religious rituals. GĠRĠġ Cemevleri sorunu, günümüzde ülkemizdeki Alevilik-BektaĢilik eksenli tartıĢmalar bağlamında kamuoyunu en çok meĢgul eden konulardan birisi haline gelmiĢtir. Amacımız sosyolojik bir perspektif kullanarak Alevi dedelerin cemevini nasıl tanımladıklarını anlamaya çalıĢmaktır. Sosyolojik perspektif, bilimsel olmayan yaklaĢımlardan iki vazgeçilmez öğesi olan ampirik ve nesnellikle ayrılmaktadır denilebilir. Ampiriktir, zira bir sosyolog dine dair anlama ve yorumlarını imkan verdiğince somut, gözlemlenebilir ve sınanabilir delillere dayandırır. Nesneldir, zira dinin sosyolojik anlaĢımı ve yorumu, dinsel inancın ve uygulamanın içeriğine iyi, kötü, doğru, yanlıĢ Ģeklinde değer biçme, reddetme ya da onaylama teĢebbüsünde bulunmaz. Bu nedenlerle o, dinsel inançların ve tatbikatların ―ne, nasıl olması gerektiği‖ hususunda da elden geldiğince suskundur (Çiftçi, 2009: 28). Bu bakımdan yapmamız gereken Alevilerin kendi cemevi durumunu nasıl gördüklerini ortaya koymak olacaktır. Bir bakıma cemevi konusunda bir ―durum tanımı‖ denemesi yapılacaktır. Bilindiği gibi durum tanımı, bir toplumsal durum ona katılan veya onu üreten birey ve bireylerce ne olarak ve nasıl tanımlanıyorsa odur, öyledir anlamına gelir. Buna göre; bir toplumsal durumda nelerin olup bittiğini yahut durumun niteliğini anlamak istiyorsak, ona katılanların veya onu yaratanların onu nasıl tanımladıklarını anlamalıyız. Dolayısıyla, herhangi bir kültürel insan eyleminde asıl ampirik kanıt, doğruluğu ya da yanlıĢlığı bir yana, eylemin öznesinin tanımsal algısıdır (Çiftçi, 2011: 50). A. CEMEVĠNĠN FĠZĠKSEL ÖZELLĠKLERĠ VE MEKANDA UYULMASI GEREKEN KURALLAR Tarihsel süreç içerisinde, özellikle de 16. yüzyıldan sonra yaĢadıkları dinsel, sosyal ve siyasal baskılar nedeniyle dıĢa kapalı olarak yaĢamak zorunda kalmıĢ Aleviler, cem ayinlerini de bir gizlilik içerisinde yapmıĢlardır. Zaten on iki hizmetten biri olan bekçi (kapıcı) hizmeti de güvenlik kaygısı 1 Yrd. Doç. Dr., Tunceli Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected] 399 sürecinin doğal bir sonucu olduğu varsayılmaktadır. Bu güvenlik kaygısından dolayı ―hak meydanı, meydan odası, meydan evi, mihman evi, kırklar evi, erenler meydanı, kırklar meydanı, ibadet meydanı, niyaz meclisi‖( Kutlu, 2006: 84) ve benzeri adlarla anılan cemevleri kolayca bilinmemesi için belirli bir mimari üslup geliĢimi gösterememiĢ ve doğrudan bir hedef olmaması içinde herkesçe bilinen bir mekan yoluna gidilmemiĢtir. Bu nedenle günlük hayatın yaĢandığı büyük ve geniĢ evler cem ayinine mekan olmuĢtur. Alevilerin ibadet ve secde ettikleri, toplandıkları yerlere, toplanma anlamında ―Cem Evi‖ denilmektedir (Üzüm, 1997: 36). Aleviler tarafından ―Cem Meydanı, Erenler Meydanı, Kırklar Meydanı‖ olarak da isimlendirilen bu kutsal mekan, 1990‘lı yıllara kadar yalnızca köyün/yerleĢim yerinin en büyük evi ya da dedenin evinin en büyük odası Ģeklinde ulaĢmıĢtır. Genellikle ―Evladı Resul‖ soyundan gelen dedelerin evlerinde bulunan bu cem erkanlarının yapıldığı odaların giriĢ kapısının iç kısmına eĢik denir. Cem öncesi odanın giriĢ kapısının soluna ―Kızıl EĢik‖, ―Niyaz TaĢı‖, ―Meydan TaĢı‖ olarak adlandırılan bir taĢ konulur. Suçlulara cezalarının verildiği bu makama ya da yere ―Kolu Açık Hacım Sultan Makamı‖ adı verilmektedir. Bu makamın solunda ise üzerine oturulmayan ―Horasan Postu‖ bulunmaktadır. Bu postun üzerine onu temsilen bir mum yakılır ve ona ― Horasan Çerağı‖ adı verilir. Odanın ortası ―Dar‖ veya ―Dar-ı Mansur‖ olarak adlandırılmaktadır. Odanın giriĢ kapısının tam karĢısında Küre Makamı denilen yere bir çerağ (Ģamdan veya mum) konularak ―Fatma Ocağı‖ temsil edilir. Ocağın sağ ve sol baĢlarında Ġmam Hasan ve Ġmam Hüseyin‘i temsilen iki çerağ konulur. Yine oda giriĢinin sağ üst köĢesine zeminden biraz daha yükseltilmiĢ yere ―MürĢit Postu‖ konulmaktadır. Bu MürĢid makamında serili posta ―Ahmed-i Muhtar Postu‖ denir bu Hz Muhammed‘in(sav) makamını temsil eder. MürĢid ile giriĢe göre sağda olan merdiven Ģeklinde ve dört kapıyı simgeleyen dört basamaktan oluĢan tahta-mekana da ―Çerağ Tahtı-Tahtı Muhammed‖ adı verilmekte ve bu tahtın alt basamağına Allah-Muhammed-Ali üçlemesini temsil eden ve ―Kanun-u Evliya Çerağları‖ adı verilen üç fiske (Ġdare Lambası-mum) konur. Üst üç basamağına da dörderden on iki mum konur. Talib Çerağları denilen bu mumlar On Ġki Ġmamları temsil eder. Çerağ Tahtı‘nın soluna da ―Rehber Postu‖ konulmaktadır. Bu post Hz. Ali‘nin makamını temsil eder, bu posta ―Ali‘yel Murtaza‖ postu denir. Yukarıda belirttiğimiz bu özelliklerle düzenlenen odalar cem-i Ayin‘e hazırlanmıĢ olmakta ve böylece kutsal mekan hüviyetine kavuĢmuĢ olmaktadır. Kutsal mekan hüviyetine kavuĢmuĢ olan bu odalara en temiz giysiler giyilerek girilir. Zengin-fakir ayırımının ortaya çıkmaması için ziynet eĢyaları takılmaz ya da abartıdan kaçınılır. OturuĢtan ayinin sonuna kadar bir disiplin içerisinde hareket edilmekte, cemi yönetenlerle cemi dinleyenler birbirlerinden ayrılmaktadır. Artık canlar tarafından kutsal olarak algılanan bu odalara ilk giriĢte aydınlığa giden yolun baĢı, arınmak, arıtmak için bir yolculuğun ilk baĢlangıcı olarak anlamlandırılan eĢik, gerek dede ve gerekse ceme katılacak olan müntesipler tarafından ―Ya Hızır, Ya Boz Hızır, Ya Ali‖ vb. sözlerle niyaz edilir ve kapı öpülür. Kapı giriĢinde ceme katılacak can, orada bulunanlara saygısını ifade etmek ve ceme tabi olduğunun bilinmesini istediğinden eğilir ve öylece bir dakika kadar bekler. EĢik geçildikten sonra posta oturan dedeye saygı anlamında secde edilir ve yerine oturulur. Bazen de eĢiği geçtikten sonra dizlerinin üzerinden sürünerek dedenin dizi öpülür ve aynı Ģekilde geri geri gelinir. Bu arada mekana gelen bütün müntesipler yüz yüze oturmak zorundadırlar. B. CEMEVĠNĠN CAMĠNĠN ALTERNATĠFĠ OLUP OLMADIĞI TARTIġMALARI Bugün cemevlerinin konumu tartıĢılmaktadır. Cemevleri caminin karĢılığı mıdır, alternatifi midir? Cami ile cemevi arasındaki fark nedir? Cami cemevinin fonksiyonunu yerine getiremez mi? Cemevleri ibadethane midir? Ġlk cemevi ne zaman, nasıl, neden, nerede kuruldu? Cemevleri Kur‘an-ı Kerim‘e aykırı mıdır? Alevi dedelere yöneltilen, “cemevi nedir ve dini/sosyal fonksiyonları nelerdir?” sorusuna, ―cemevinin bir ibadethane, dar meydanı, edep-erkan meydanı, sorgu-sual ve karar yeri, semah yeri olarak Kırklar Meydanı, Musahipliğin yani ahiret/yol kardeĢliğinin kabul ve onay yeri olarak birlik meydanı, dualı lokmaların yenildiği aĢevi, kötü insanların giremediği, nefsi için eĢini boĢayanların, dedikodu edenlerin, yalancı Ģahitlik yapanların, adam öldürenlerin, can incitenlerin, haram kazanç sağlayıp kul hakkı yiyenlerin, komĢu hakkı ve ata hakkı bilmeyenlerin, verdiği ikrardan dönenlerin, kısaca, yaramaz fiiller içerisinde olanların da giremediği bir ibadethane olduğunu ifade etmiĢlerdir 400 (Mayil Mailoğlu, 1953 Ovacık doğumlu, Lise mezunu).Bu ifadeler bize cemevinin Alevi topluluğunun tapınma gereksinimi dıĢında toplumsal, bireysel sorunların çözüme kavuĢturulduğu bir meclis iĢlevi de görmüĢ ve görmekte olduğunu da göstermektedir. Yine dedelere göre dinin temel kurallarının sembollerle ifade edildiği Cem, Alevilerin temel ibadet Ģekli olduğundan bu ibadetlerinin yapıldığı yerde ibadethanedir. Onlara göre, Alevi inancında insan, Hakk‘a ulaĢmak için doğar. ―Hak ile bir olmak‖ ifadesindeki ‗Hak‘ kelimesi hem ‗Tanrı‘ anlamında hem de ‗gerçek‘ anlamındadır ki, aslında Hak kelimesiyle ‗gerçek‘ kastedilmektedir. Gerçeğe ulaĢabilme yolculuğu; ham doğan insanın kamil-insan olma, yani olgunlaĢma yolculuğudur. Alevi inancı ve anlayıĢı, bu benlik yolculuğunda kamil-insana ulaĢmayı temel aldığından, bu öze ulaĢmak, Hakk‘a ulaĢmak, yani gerçeğe ulaĢmak ve böylece gerçekle bir olmanın canlandırıldığı cem törenleri (ayin-i cem) yapılır. Bu cem törenleri dünya nimetlerinden soyutlanıp manevi bir dünyada yaratanla bütünleĢme yani tevhid halidir. BütünleĢebilmek içinde masumiyet gerekir ki; kusurların bağıĢlanmasını dilemek, kırdıklarını onarmak, kul hakkını ödemek, lokmasını-ekmeğini paylaĢmak ve anladığı dilde yani Türkçe Kur‘an yorumuyla cem olunur ki, bunun olduğu yer de Alevilerin ibadethanesidir. Alevi dedeler ilk cemevinin Ġslam‘ın ilk yıllarında bulunduğunu iddia etmektedir. Hz. Muhammed Mekke‘de Ġslamiyet‘i tebliğe baĢladığı zaman Mekke müĢriklerinin kendisine büyük bir tepki gösterdiğini, bunun üzerine gerek Hz. Peygamberin gerekse ilk Müslümanların yapılan baskı ve hakaretler karĢısında evlerinde gizlice ibadet ettiklerini ifade etmiĢlerdir. Hz. Peygamber, Ġslami cemaati yönetmek ve ibadetleri eda etmek için Dar-ün Nedve denilen cemaat evini karargah olarak kullanmıĢtır ki, bu cemaat evi gizli bir cemevi vazifesi görmektedir. Daha sonra Mescid-i Nebevi denecek olan bu külliye ilk kurulmuĢ olan cemevinden baĢka bir Ģey değildir ( Mehmet Yıldırım, 1951 Ovacık doğumlu, Ġlkokul mezunu). Gerçekten de Ġslam‘ın ilk yıllarında Hz. Muhammed ve beraberindeki Müslümanlar Mekkelilerin giderek artan baskı ve zulümleri sonucu, Müslümanların Kabe önünde namaz kılmaları yasaklandığında Hz. Peygamber ashaptanErkan‘ın evinde namaz ve ibadetini yapmaktaydı (Hamidullah, 1992: 54). Hz. Peygamber, Mekke döneminde Erkam‘ın evinde bunun örneğini verdiği gibi, benzeri örneklere Medine döneminde ashaptan Bera Ġbn Azib‘in evinin bir köĢesini mescid edinmesini ve cemaatle namaz kılmasına izin vermesini ve ama olan Itban b. Malik‘in de evinde bizzat bazı sahabelerle namaz kılması da göstermektedir ki cemaatle namaz kılmak için mutlak manada mescid Ģart koĢulmayıp, cemaatin toplanabileceği herhangi bir yer de yeterli görülmüĢtür (Güç, 2011: 241). Ġslam‘ın ilk yıllarında Müslümanlar için genel olarak yukarıda belirttiğimiz fonksiyonları yerine getiren mekanlar olan mescidler, görüĢtüğümüz dedelere göre, daha sonraki dönemlerde ve özellikle de Emeviler döneminde asli fonksiyonlarından uzaklaĢtırılıp tamamen siyasi amaçlar için kullanılan yapılar haline getirilmiĢtir. Katılımcılar, Ehl-i Beyt taraftarlarının mescitlerden kopuĢ ve içe kapanıĢ sürecini Hz. Ali‘nin öldürülmesinden sonra baĢladığını ifade etmiĢlerdir. Onlara göre, Emeviler döneminde Muaviye Cuma hutbelerinde Hz. Ali‘ye sebbedilmesi ve lanet okunması için valilere talip göndermiĢtir. Bu hutbelerden rahatsızlık duyan Ehl-i Beyt taraftarları ise, hutbeleri dinlemiyorlardı. Emeviler, hutbeleri namazdan önceye alarak insanlara bu uygulamaya katılmaya zorluyorlardı. ĠĢte bu haleti ruhiye içinde, insanlar resmi ideolojinin hakim olduğu mescitlere gitmemeye baĢlamıĢlardır (Mayil Mayiloğlu, 1953 Ovacık doğumlu, Lise Mezunu). Bazı dedeler de cemevini tarihte ilk mescit olan Hz. Peygamberin Medine‘ye girerken Kuba‘da dört gün konakladığı, iktidar sorunlarının tartıĢıldığı, gösterilerin yapıldığı, ticari müzakerelerin yapıldığı, savaĢta yaralı olanların tedavi edildikleri, kervanların konakladıkları, siyasi ve ticari iliĢkilerin yürütüldüğü Mescid-i Takva‘ya benzetmektedirler (Vahit Er, 1945 Elazığ doğumlu, Ortaokul mezunu). Gerçekten de Peygamber döneminde yapılan mescit, Müslümanların günde beĢ vakit buluĢtukları ve birlikte ibadet ettikleri, Müslümanlarla ilgili kararların alındığı, insanların Ģikayetlerinin burada dinlenip çözüme kavuĢturulduğu, diplomatik münasebetlerin sürdürüldüğü, dıĢarıdan gelen elçilerin kabul edildiği, hukuki meselelerin çözüme kavuĢturulduğu, sosyal bütünlüğün sağlandığı, edebi yarıĢmaların yapıldığı, hastane ve hapishane görevinin gördüğü, ihtiyaç sahiplerine yardımların yapıldığı, eğitim faaliyetlerinin yapıldığı, ganimetlerin dağıtıldığı ve çeĢitli bayram eğlencelerinin yapıldığı mekan olmuĢtur (Güç, 2011:246-260). Daha sonraları, Müslümanların sayısı çoğaldıkça mescit, bütün bu çalıĢmalar için yetersiz kalmıĢ, her bir iĢ için ayrı ayrı binalar kurulmuĢtur. Cem evlerinin Ġslamiyet‘in ilk yıllarındaki mescitlere benzediğini, iĢlevsel benzerlikler 401 olduğunu belirtenler Kur‘an-ı Kerim‘de herhangi bir ibadethanenin somut bir Ģekilde tarifinin yapılıp, isim verilmediğini ifade etmiĢlerdir. Ġslam dünyasının Hz. Muhammed sonrasında halifelik konusunda ikiye bölündüğünü, Emevilerin kendinden olmayanlara yaĢama Ģansı tanımadığını, Hz. Ali‘nin öldürülmesi ve hutbelerde lanetlenmesinin akabinde de Kerbela olayı ile birlikte bu ayrıĢmanın derinleĢmesi sonucunda Alevi Ġslam inancındaki Müslümanların evlerine kapandığını ve ibadethane olarak da kendi evlerini kullanmaya baĢladıklarını ifade etmektedirler (Zeynel Çağlayan, 1951 Pertek doğumlu, Ġlkokul mezunu). Alevi dedelere göre, cemevlerinde "cem ayini" icra edilir. Bunun çeĢitli ritüelleri, zikir ve semahı vardır. Dedelere göre "secde, zikir, kıyam ve duanın‖ olduğu yer de ibadethanedir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde insanın sırf Allah için yaptığı her bilinçli iradi fiil ibadet olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla dini açıdan bir fiilin yerine getiriliĢ niyeti, o fiilin ibadet olup olmadığını belirleyen asli unsur durumundadır. Bu durumda ibadet niyeti ve zevki ile yapıldığı sürece cem töreninin de, o törene katılan insan için ibadet yapılan bir mekan anlamında, ibadethane olacağını söylemek dini açıdan mümkündür ( Kılıç, 2010: 11). Ayrıca dedeler, camiye gitmediklerini, Sünniler gibi namaz kılmadıklarını, cemevlerinde yaptıkları niyaz ve ayinle ibadet ettiklerini, bir Alevinin prensip olarak, yani öğretisel anlamda namaz kılmadığını ve camiye gitmediğini bu yüzden de cemevlerinin birer "ibadethane" sayılması gerektiğini belirtiyorlar ( Keskin, 2004: 228). Öte yandan beĢ vakit namaz kılıp camiye gidene kimsenin bir Ģey diyemeyeceğini ( Onat, 2009: 37-46) ama Alevi Ġslam'ında namaz yoktur, niyaz vardır, dolayısıyla camiye gitmek gerekli değildir, bu yüzden Alevi köylerine cami yapılması Alevileri SünnileĢtirme politikasının bir sonucu olduğunu da ifade etmiĢlerdir (Vahit Er, 1945 Elazığ doğumlu, Ortaokul mezunu). Bir dinin iki mabedinin olamayacağı eleĢtirilerine cevap verilirken de Hz. Peygamber döneminde caminin olmadığı, Kur‘an-ı Kerimde de Müslümanların ibadet yerlerinin mescit olarak geçtiği dolayısıyla da cemevlerinin buna aykırı olmayacağı ileri sürülmektedir. Bu görüĢ ileri sürülürken de nasıl ki Hıristiyanlıkta ―OrtodoksKilisesi, Protestan Kilisesi, Katolik Kilisesi‖ varsa bizde de ―Sünni Mescidi‖, ―Alevi Mescidi‖ gibi isimlendirmelerin olabileceği ifade edilmiĢtir. Dedelere göre cem evlerinin statüsü konusunda yapılması gereken en pratik çözüm yasalardaki cami kelimesinin kullanım dıĢı bırakılarak yerine mescit kelimesinin kullanıma sokulmasıdır. Onlara göre, özellikle Emeviler döneminde camiler Alevilere hakaretler edilen mekanlar olmalarından dolayı Alevilerin bilinçaltlarında cami kelimesine karĢı hep bir güvensizlik, kabullenemezlik olması, bu kelimenin kullanılması iki topluluk arasında ayrılıkları derinleĢtireceğinden bunun kaldırılıp yerine mescit kelimesinin kullanılması gerektiği ifade edilmiĢtir. Eğer mescit kelimesinin kullanımı yasal statüye kavuĢturulursa Tunceli cemevinin tabelasını aynı gün ―Alevi mescidi‖ olarak değiĢtirebileceklerini ifade etmiĢlerdir (Ali Ekber Yurt, 1976 Hozat doğumlu, üniversite mezunu). Alevi dedelerin üzerinde en çok durdukları konulardan bir tanesi de cemevlerinin bir statüye kavuĢturulmaması neticesinde ibadethanesiz kalan Alevilerin özellikle de Alevi gençliğinin aĢırı sol grupların veya değiĢik ideolojilerin etki alanlarına girmeleridir. Onlara göre, Aleviliği, Ġslam dıĢı göstermek isteyen gruplar vardır ve bunlar çok etkili bir Ģekilde çalıĢmaktadırlar. Türkiye‘de Aleviliği bir azınlık dini gibi görmek isteyen yabancılarla Ġslam dıĢı göstermekten baĢka gayesi olmayan aslında ateist grupların ittifakı Aleviler için büyük bir tehlike arz etmektedir. Dolayısıyla da camilere gitmeyen Aleviler cemevlerinin de ibadethane olarak kabul edilip bir statüye kavuĢturulmazsa dinsiz bir gençliğin ortaya çıkacağı endiĢesini dile getirilmiĢtir (Ali Ekber Yurt, 1976 Hozat doğumlu, üniversite mezunu). Yine görüĢülen katılımcıların üzerinde en çok durdukları konulardan bir tanesi de, Özellikle Batı Avrupa ülkelerinin zamanla ülkelerinde oluĢmuĢ ―Alevi Diasporası‖ üzerinden Aleviliğin Ġslam‘dan ayrı bir din ve cemevlerinin de ―Gayr-i Müslim Azınlık‖ olan Alevilerin ibadethanesi olarak tescil edilmeleri konusunda yoğun bir propaganda kampanyası yürütmekte olduklarıdır. Gerçekten de Avrupa Birliği, kendi içerisindeki Türk ya da Müslüman toplulukları dinsel bir azınlık olarak kabul etmezken, azınlık kavramını bir ülkede nüfus oranına göre daha az yaĢayan topluluklar anlamını öne çıkartarak Aleviliği bir dinsel azınlık olarak gösterip ülkemizde bir çatıĢmanın yaĢanmasını arzu eder görünmektedir (Yıldırım, 2011: 210-211). Yani Alevilik, Müslümanlık bağlamının dıĢına çekilerek bir dinsel azınlık biçimi olarak sunulmaktadır. Hem Lozan AntlaĢmasında ortaya konulduğu gibi hem de Müslüman bir toplum tahayyülünde dinsel azınlık, ancak gayrimüslimlere hitap eden bir olgu olduğu 402 ve bu azınlık statüsünün Alevileri Ġslam dıĢı bir sosyolojik gerçeklikle karĢı karĢıya getireceği bilindiği halde, Avrupa‘nın önerdiği azınlık içinde yer alarak daha geniĢ hak ve özgürlüklere ulaĢmak istediklerini vurgulayanlar ( Aydın, 2007: 363) bulunmaktadır. Avrupa merkezli 'Ali'siz Alevilik' veya 'Aleviliğin Ġslam dıĢı' olduğunu savunan, Paganizm, ZerdüĢtlük vs. yaklaĢımları karĢısında Aleviliği Ġslam'ın bir parçası olarak gören alevi dedeleri, Alevilik Ġslam dıĢıdır diyenleri Avrupa etkisinde kalan, Alevilikle ilgisi olmayan kiĢiler olarak tanımlıyorlar. Yine dedeler, ismen Alevi ama cismen, cem evlerine gitmeyen, Alevi ritüellerine katılmayan, Kuran'ı Kerim‘i ve Hz. Muhammed'i tanımayan, Marksist, Leninist ideolojiyi benimseyen, Aleviliği siyaset ve ideolojileri için bir araç olarak kullanan kiĢi ve kuruluĢlar yüzünden cemevleri konusunun çözümsüz kaldığını ifade etmektedirler (Ali Ekber Yurt, 1976 Hozat doğumlu, üniversite mezunu). Kendileriyle görüĢtüğümüz dedelere göre bu tutum, Ġslam‘ın dıĢında bir Alevi kimliği inĢa faaliyetinin adımlarından bir tanesidir. Onlara göre Türk tarihinden ve Ġslam‘dan bağımsız bir Alevilik tartıĢması, kendi kiĢisel inanç, tutum, ideolojik ve siyasal çıkarlarını Alevilik üzerinden kamuya maletmeye çalıĢmaktan öte bir Ģey değildir. Ġslam‘dan bağımsız bir Alevilik anlayıĢı Alevilerin sorunlarını çözemeyeceği gibi onları daha da derinleĢtirecektir. Dedelerin bu görüĢlerinden yola çıkarsak, bir toplumun uzun bir tarihsel deneyimle oluĢturdukları ortak kültürü hiçe sayanlar, Müslüman bir toplumda dinsel azınlık statüsüne talip olmanın, toplumda derin sorunlar yaratabileceği gerçeğini ve onları Ġslam dıĢı bir sosyolojik gerçekliğe atacağını ya gözden kaçırmaktadırlar ya da kasıtlı olarak istemektedirler. Bu nedenle toplumsal alanda bir dini-kültürel topluluk olarak var olan ve hiçbir zaman kendilerine gayrimüslim denilmeyen, Müslüman toplumların tarihsel gerçekliklerinde ve sosyolojik muhayyilelerinde bir azınlık olarak yer almayan Aleviler, kültürel sorunlarını azınlıklaĢmadan çözme arayıĢında olmalıdır. Bu anlamda AB‘nin Aleviliğe iliĢkin atıfları, Aleviliğin dinsel özerklik ya da özgürlük altında azınlık olarak icadına yol açtığı gibi cemevleri konusunda da olumlu adımların atılmasını zorlaĢtırmaktadır denilebilir. SONUÇ Sonuç olarak, sözlü kültürün birikimiyle dedelerin himmeti ve kiĢilerin samimi gayretiyle günümüze gelen Alevilik, kentleĢme süreciyle birlikte inanç pratikleri ve kimlik açısından sorunlar yaĢamaktadır. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla kurumları ellerinden alınmıĢ, harf inkılabıyla yolun kaynak kitaplarından uzaklaĢtırılmıĢ, inancını ve ritüellerini gerçekleĢtireceği mekanlar devletçe sağlanamamıĢ olan Aleviler bu tarihsel dönemeçte bir karar vereceklerdir: Biz, Ġslam'ın içinde yer alan ve kendimize özgü farklılığımız olan bir inanç topluluğu mu, Ġslam yorumu mu, yoksa marjinal Ġslam dıĢı bir fırka olarak mı yolumuza devam edeceğiz? Bu soruların cevabını vermek tamamıyla Alevilerin bileceği bir iĢtir. Biz dıĢarıdan Alevilere dini veya hukuki bir kimlik veya statü belirleme durumunda olmadığımız gibi bu yetki ve hakkı da kendimizde görmüyoruz. Ancak karĢılıklı olarak kaygılarımızı ve zihnimizdeki soruları belirtip giderme gibi bir hak ve sorumluluğumuz da var. Eğer Aleviler "cemevlerinin ibadethane" statüsünde tanınmasını istiyorlarsa, sonuçta bunun öylece kabul edilmesi gerektiği düĢüncesindeyiz. Bu bakımdan artık cemevlerinin kuruluĢuna karĢı gelmenin sosyolojik gerçeklerle bağdaĢmadığını söyleyebiliriz. Gerek milli birlik ve beraberlik gerekse devlete karĢı küskünlük yerine güven duygusu oluĢturması açısından dua ve niyazların yapıldığı, bireylerin geleneği tanıdığı, ritüelleri öğrenip içselleĢtirdiği, baĢka bir ifade ile dini ve ahlaki ritüellerin öğretildiği ve uygulandığı, dini sosyalleĢmenin gerçekleĢtiği kutsal yerler olan cemevleri toplumun her kesiminin birbirinin faaliyetleri hakkında Ģüpheye düĢtüğü, mekanlar olmaktan çıkarılmalıdır. Alevilerin ve Sünnilerin barıĢık halde yaĢamasında ve Alevi kültürün diğer vatandaĢlar tarafından tanınıp öğrenilmesinde, cemevinin tamamıyla serbest ve her inançtan insanımızın girebilecekleri yerler haline getirilmesi gerektiği kanısını taĢıdığımızı söyleyebiliriz. KAYNAKÇA Aydın, E.(2007).Kimlik Mücadelesinde Alevilik. Ġstanbul:Kırmızı Çiftçi, A.(2009).Bilgi Sosyolojisi ve İslam Araştırmaları, Bir Sosyal Bilimler Felsefesi Çalışması, Ankara Okulu Yayınları, Ankara. Çiftçi, A.(2011).Din Sosyolojisi ve Yöntem-Toplumbilim Yazıları II, Özkan Matbaacılık, Ankara . 403 Güç, A.(2011).Dinlerde Mabed ve İbadet.Ġstanbul:DüĢünce. Hamidullah, M.(1992).İslam Müesseselerine Giriş. (Çev.). Ġhsan Süreyya SırmaĠstanbul: Beyan Keskin, Y. M.(2004). Değişim Örneği.Ankara:Ġlahiyat. Sürecinde Kırsal Kesim Aleviliği-Elazığ Sun Köy Kılıç, R.(2010). ―2010‘lu Yıllarda Alevilik: Sorun, Beklenti Ve Gerçekler‖, Dini Araştırmalar Dergisi, Ocak-Nisan 2009, C: 12, Öncü Basımevi, Ankara 2010, s. 11(ss. 7-16) Kutlu, S.(2006). Alevilik-Bektaşilik Yazıları,.Ankara: Ankara Okulu Yayınları. Onat, H.(2010). ―Açılım ArayıĢlarının Gölgesinde Alevilik-BektaĢilik ve Kimlik TartıĢmaları‖ Dini Araştırmalar Dergisi, Ocak-Nisan 2009, C: 12, Öncü Basımevi, Ankara,(ss. 37-46). Üzüm, Ġ.(1997). Günümüz Aleviliği.Ġstanbul:Ġsam. Yıldırım, E.(2011). Yeni Türkiye‟nin Yeni Aktörleri Ak Parti ve Cemaat. Ġstanbul:Hayat. 404 “GAVUR” ĠZMĠR‟DE DĠNĠ HAYAT KurtuluĢ Cengiz1 ÖZET 2000‘li yıllarda Türkiye‘de yaĢanan çok önemli ekonomik ve sosyal dönüĢümler, siyaset alanında da görüĢ ayrılıklarının derinleĢmesine ve kutuplaĢmasına yol açtı. Özellikle 2009 yılında yapılan Cumhuriyet Mitingleriyle birlikte Ġzmir, laik ve Cumhuriyetçi tutumuyla en çok öne çıkan sembol Ģehir oldu. Tabi bu durum, Ġzmir‘e yönelik müthiĢ bir siyasi ve idari baskı ve tahakkümle birlikte Ġzmir‘e iliĢkin bazı tarihsel yaftaların de ara ara ―hatırlatılması‖ Ģeklinde karĢılık buldu. 2005 yılında bizzat BaĢbakan‘ın baĢlattığı polemik, kısa sürede bir ―Gavur Ġzmir‖ tartıĢmasına yol açtı. Bu konuda son tartıĢma ise 2013 Martında bizzat Diyanet ĠĢleri BaĢkanı tarafından baĢlatıldı. ―Ġzmir‘in farklı bir dindarlığı olduğunu ve bu dindarlığının irfan geleneğine ihtiyacı olduğunu‖ söyleyen Görmez, bu minvalde baĢlatıldığı anlaĢılan bir dini seferberliği de ilan etmiĢ oldu. ĠĢte bu çalıĢma, önce ―gavur‖ ardından da ―irfandan yoksun‖ olmakla itham edilen Ġzmir‘i ve Ġzmir‘deki dini hayatı, hem niteliksel hem de niceliksel veriler temelinde resmetmeyi ve tartıĢmayı amaçlıyor. Söz konusu veriler, 2008 ve 2011 Yılları arasında TÜBĠTAK tarafından desteklenen ve Prof. Dr. Bahattin AkĢit tarafından yürütülen ―Türkiye‘de Toplumsal Yapı ve Din‖ adlı Türkiye temsili bir araĢtırma kapsamında toplandı. Bu çerçevede Ġzmir‘ de 24 (18 kent, 6 köy) kiĢiyle derinlemesine görüĢme ve TÜĠK‘den alınan örneklem çerçevesinde 60‘ı kent 15‘i köy olmak üzere 75 kiĢiyle de anket yapıldı. Anahtar Kelimeler: İzmir, Dindarlık, Gavur, İrfan ABSTRACT The serious economic and social transformations in recent years resulted in the polarization of political conflicts in Turkey in 2000‘s. Especially with the ―Republican Meetings‖ organized in 2009 Ġzmir became a symbol city with its secularism and strong Republican political attitude. The answer of political power to this situation was an increasing political and administrative domination over Ġzmir in return. The representative of the government also used and remembered the historical stigma of the city as a crucial part of this repression. In this context the ―Gavur‖ Ġzmir debate was started by directly the Prime Minister Erdoğan himself in 2005. The same debate was re-opened by the Director of Religious Affairs Görmez in March 201. Görmez told that: ―Ġzmir has a different religiosity which is in need of Ġrfan tradition‖ in a meeting in the city and his words were perceived as the direct support and extension of Prime Minister‘s approach in the public opinion. Yet, this presentation aims at depicting and discussing the religiosity in Ġzmir on the basis of qualitative and quantitative data which was collected within the scope of a nationwide research project called ―Social Structure and Religion‖ in Turkey. The research was conducted between 2008 and 2011 and directed by Prof. Dr. Bahattin AkĢit. In this frame 24 in-depth interviews (18 city center, 6 villages) and 75 (60 city center, 15 villages) questionnaire were maid based on the sample of TÜĠK. Keywords: İzmir, Religiosity, Gavur, İrfan 1. GĠRĠġ Türkiye‘nin en batı ucunda Anadolu‘nun Ege Denizi‘ni kucakladığı noktada yer alan Ġzmir, Ġstanbul‘dan sonra Türkiye‘nin en büyük ihracat limanıdır. Gerek nüfus yoğunluğu, gerek sanayi ve ticaret hacmi gerekse hizmet sektörünün çapı açısından Ankara ve Ġstanbul‘dan sonra ülkenin yaklaĢık 4,5 milyonluk nüfusuyla 3. büyük kentidir. ġehir, son zamanlara kadar Ġstanbul‘un ticari 1 Öğr. Gör. Dr. Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü. ĠletiĢim için: [email protected] 405 hareketliliğinden Ankara‘nın ise siyasi çatıĢmalarının uzağında duran; laik, demokrat2, liberal ve Batılı (―çağdaş, medeni”) kimliğiyle öne çıkan, sakin ama eğlencesi pek bol bir tatil (bu anlamada da bir tür taĢra kasabası) kenti olarak bilinir ve umumu efkârda genellikle çok olumlu bir yaklaĢımla değerlendirilirdi. Ġzmirlilerin kentlerine olan aĢırı düĢkünlüğü, hadi kibri diyelim, buna eĢlik ederdi. Nitekim kentin bu kendinden memnun, durağan ve rahat ve bu yüzden de derinliksiz hali, Ġzmirli seçkinler tarafından özel sohbetlerde sık sık dile getirilen bir Ģikâyet konusu olagelmiĢtir. ġimdilerde bir iki adet açılmıĢ olsa da, örneğin benim lise yıllarımda, kentte dört baĢı mamur bir kitapçı ya da Avrupa Sineması‘nın seçkin filmlerini oynatan bir sinema3 bulunmuyordu. Lumiere kardeĢlerin sinemayı icat ettikleri ve Paris‘te ilk gösterimini yaptıkları 1895‘ten bir sonraki yıl Ġzmir‘de sinema açıldığını düĢünmek bu konuda ne derece geriye gidildiğini gösterir. Benzer Ģekilde, üniversiteye hazırlandığımız 1990lı yılların ortalarında arkadaĢlarımızın büyük bir çoğunluğu Ġzmir‘de bir üniversite okumayı istemiyordu;nitekimbirçoğumuz Ankara ve Ġstanbul‘daki çeĢitli üniversitelere dağıldık. Hala, ne acıdır ki 4 milyona yaklaĢan ikisi (Ege ve 9 Eylül Üniversiteleri) köklü olmak üzere 9 üniversiteye sahip olan4 Ġzmir kentinde, üniversitelerin sınırlı imkânları dıĢında herhangi bir akademik çalıĢma yapmak için gerekli kaynaklara ulaĢılabilecek doğru düzgün bir kütüphane bulunmamaktadır. Bunun yanı sıra kültür ve sanat hayatımızda önemli bir yere sahip olan yayınevleri, dergiler, entelektüel oluĢumlar,inisiyatiflerĠzmir‘de pek de fazla sayıda bulunmuyor. Özellikle kültürel etkinliklerin niteliği ve sıklığı açısından Ġzmir, Ankara ve Ġstanbul dıĢında zaman zaman EskiĢehir‘in bile gerisine düĢebiliyor. Dolayısıyla, Ġzmir‘in Türkiye‘nin bilim ve kültür hayatındaki yeri istenilen düzeyde değil. Kentin üniversiteleri, bazı istisnai bölümler dıĢında akademik nitelikleriyle Türkiye‘de ve dünyada öne çıkmıĢ durumda değiller. Her ne kadar Ġzmir BüyükĢehir Belediyesi‘nin bir kent kitaplığı oluĢturma çabası kentin tarihine iliĢkin hatırı sayılır bir kitap dizisi 5 ortaya çıkarsa da; birkaç istisna6 dıĢında kent hakkında yapılmıĢ ya da en azından basılmıĢ eskiler hariç7 öyle çok fazla yeni sosyolojik çalıĢmada bulunmuyor. Nitekim görüĢme yaptığımız öğretim üyelerinin birçoğu kentteki akademik hayatın kısırlığından ve vasatlığından sıklıkla Ģikâyet ediyorlar. Bununla birlikte Ģehir hızla göç almaya devam ediyor ancak buna paralel bir istihdamgeliĢtiremiyor.―2000 nüfus sayımı sonuçlarına göre nüfus artıĢ hızı binde 22 olarak belirlenen Ġzmir, binde 16 olan Ege Bölgesi nüfus artıĢının ve binde 18 olan Türkiye nüfus artıĢ oranının üstündedir.1990-2000 döneminde 306 bin kiĢinin göçtüğü Ġzmir, aynı dönemde 186 bin de göç vermiĢ, böylece dönemin net göçü 120 bin kiĢiye, net göç hızı da binde 40‘a yaklaĢmıĢtı. Bu rakamla net göç hızı binde 46 olarak belirlenen Ġstanbul‘un biraz gerisindedir…Öte yandan 2000 sonrasının Ġzmir‘inde tarım ve tarım dıĢı küçük üreticiliğin hızla gerilediği ve ücretliliğin arttığı dikkati çekiyor. Tarıma verilen desteklerin azalmasının yanında, mazot,gübre,ilaç gibi tarım girdilerindeki yüksek fiyat artıĢları ile baĢ edemeyen küçük üreticilerin topraktan kopuĢu, Türkiye genelinde olduğu gibi, Ġzmir bölgesinde de sürüyor. Kentlerde de büyük mağazacılıkla baĢ edemeyen esnaf kepenk indirirken, düĢük kur politikasının özendirdiği ithalatla yarıĢamayan birçok küçük sanayi giriĢimcisi de piyasadan çekiliyor8‖. AlıĢveriĢ merkezleri ve yeni konut projeleri dıĢında kentte sanayi üretimine dönük yeni yatırımlar pek fazla değil. Bu yüzden, iĢsizlik kentte giderek artan çok önemli bir problem haline gelmiĢ durumda.―Ġzmir, 2005 yılında yüzde 13,1‘lik genel iĢsizlik oranı ve yüzde 15,2‘lik tarım dıĢı iĢsizlik oranı ile, 26bölge içinde 7‘nci sıradaydı. 2005‘te Türkiye genelinde yüzde 13 olan tarım dıĢı iĢsizlik, Ġzmir‘de 2 puan daha yukarıda, yüzde 15,2 olarak belirlendi9‖. Bu durum ise her düzeyde ücretlerin çok düĢük olmasına yol açıyor. Örneğin bir özel dershanenin müdürü bize öğretmen olmak için 2 1946-1979 arasında Ġzmir‘de yayımlanan meĢhur yerel gazetenin ismi ―Demokrat Ġzmir‖ idi. Atilla Ġlhan 1960lı yıllarda bir süre genel yayın yönetmenliğini üstlenmiĢtir. 3 Neyse ki DEVAK (9 Eylül Üniversitesi Vakfı) 1990‘ların ortalarında bu eksikliği kısmen giderecek bir salon ve programı hizmete soktu. 4 Ġzmir‘deki alan araĢtırmamızın ardından biri devlet biri özel olmak üzere 2 yeni üniversite daha açıldı. 5 Bkz. http://www.izmir.bel.tr/Books.asp?menuID=66 6 Haspolat ve Yıldırım 2010,Gönen 2011, Tosun 2009, Saraçoğlu 2011, Keyman ve Lorasdağı 2010 7 Kıray (1972) (1998) Beyru 2000 8 age. 9 age 406 yapılan baĢvuruların öğrenci olmak için yapılan baĢvurulardan çok daha fazla olduğunu Ģu sözlerle ifade etti: “ Çocuklar, Egenin insanı dışarı gitmeyi zaten istemiyor buraya dışarıdan gelen de buradan gitmek istemiyor. Zaten devlet de öğretmen atamıyor. Atasa bile dedim ya Kars‟a Erzurum‟a gitmek isteyen yok. Ne oluyor geliyor bize. Ama dershanecilik de bitti kimse para kazanmıyor artık. İzmir'deki özel dershanelerinsayısıkaç oldu biliyor musunuz? Bir ikisi dışında da kazanan yok yani. O yüzden çoğuna yemek parası bile veremiyoruz tecrübe olsun diye gidip geliyorlar… Bakın mesela deneyimli bir öğretmen ders saatine göre burada 11,5 alıyorsa bu Ankara‟da en az 2- 2,5 İstanbul‟da ise 3,5- 4tür. Ücretler de çok düşük burada”. Benzer bir durumun diğer meslek dallarında (hukuk, mühendislik, iĢletmecilik vb.) da yaĢandığı yaptığımız neredeyse tüm görüĢmelerde ortaya çıkan ve yakınılan bir husustur. Bu yüzden örneğin, kariyer yapmak isteyen Ġzmirlilerin Ankara, Ġstanbul, ya da yurtdıĢına gittikleri bu anlamda Ġzmir‘den ciddi anlamda bir beyin göçü yaĢandığı da sıklıkla ifade edilmektedir. BambaĢka bir alandan futboldan örnek verecek olursak, sosyolojik olarak Ģehirlerin takımları ile kendileri arasında belki geliĢmiĢlik değil ancak dinamizm ve hareketlilik bağlamında Weber‘e referansla bir seçici yakınlıktan (elective affinity) söz etmek pek ala mümkündür. Bu her Ģeyi açıklamaz ama Kayseri‘nin neredeyse ilçeleri 1. Lig‘de oynamıĢken, Bursaspor Ģampiyon olmuĢken Ġzmir takımlarının senelerdir sporda hatırı sayılır bir baĢarı gösterememeleri 1. Lig‘e çıksalar da uzun süre kalamamaları Ġzmir‘deki durgunluğun bir baĢka göstereni olarak okunabilir. Sözün kısası uzunca bir süredir Ġzmir‘in bir gerileme demesek bile, Kayseri, Antep, EskiĢehir gibi diğer bazı Anadolu Ģehirlerine kıyasla görece bir duraklama ve içe kapanma eğilimi içinde olduğunu; dolayısıyla kentte kullanılan yaygın bir tabirle Ġzmir‘in giderek bir emekli ve rant Ģehrine dönüĢmeye baĢladığını söyleyebiliriz. Öte yandan bu duraklamadan kaynaklanan gerilimler, Ģehirde son yıllarda DTP‘nin seçim konvoyunun taĢlanması, CumhurbaĢkanlığı Krizi ve sonrasındaki Cumhuriyet Mitingleri ya da Gezi Parkı olayları sonrası yaĢanan eylemlerde görüldüğü gibi zaman zaman Ģiddetli siyasi gösterilere ve öfke patlamalarına da yol açtı ve açmaya devam ediyor. Dolayısıyla bütün bu geliĢmelerle birlikte Ġzmir, son zamanlarda oldukça dikkat çekici bir biçimde yukarıda anlatılan süreçler de dahil olmak üzere birbiriyle alakalı farklı mecralarda ve çeĢitli biçimlerde tartıĢılmaya baĢlandı. Öyle ki örneğin Ġzmir‘de DTP konvoyuna taĢ atılmasıyla ortaya çıkan ―FaĢist Ġzmir‖ tartıĢması10 sonunda, Ġzmir ve Ġzmirlilik kimliği diyebiliriz ki mahkemelere düĢecek ve dava konusu haline gelebilecek kadar ciddi bir biçimde sorgulanır oldu. Farklı bir biçimde Diyanet ĠĢleri BaĢkanı Görmez‘in Ġzmir‘de düzenlenen bir toplantı esnasında―Ġzmir‘in farklı bir dindarlığı var bu dindarlığın irfan geleneğine ihtiyacı var‖11 Ģeklindeki sözleri, hem Ģehir halkı hem de kamuoyu tarafından doğrudan Erdoğan‘ın önceki seçim döneminde baĢlattığı ―Gavur Ġzmir‖12 tartıĢmasına olumsuz bir katkı ve açık destek olarak algılandı13. Esasen Ġzmir‘in Türkiye gündeminde negatif bir biçimde öne çıkmasının ya da çıkarılmasının dinamikleriçok değil ama bir 10-15 yıllık bir birikimin ve gerilimin üzerine oturuyor. 10 Taraf Gazetesinde Ġzmir‘de bir süredir yaĢananlarla ilgili olarak, ―FaĢizmin BaĢkenti Ġzmir‖ baĢlıklı bir yazı (25.11. 2009 Taraf ) yazan Rasim Ozan Kütahyalı, medyada büyük bir tartıĢmaya ve Ġzmir‘de de büyük bir tepkiye neden oldu. Kütahyalı özellikle Ġzmir‘in yerel gazetelerinde oldukça yoğun bir biçimde küfürlü yorumlara maruz kaldı. Sonrasında Ġzmir BüyükĢehir Belediye Meclisi‘nin CHP‘li ve MHP‘li 49 üyesi Kütahyalı ve Hasan Cemal‘e ―Ġzmir‘e ve Ġzmir halkına hakaret‖ ettikleri gerekçesiyle Ġzmir 6. Sulh Hukuk Mahkemesi‘ne manevi tazminat davası açtı. Mart ayı baĢında (2010) dava görülmeye baĢlandı. Ġlgili haberler için bkz. Taraf, 31. 03.2010 ve Taraf 17.04.2010. KurtuluĢ Tayiz, ―Ġlk TaĢ Ġzmir‘den‖, Taraf, 24.11.09. Hasan Cemal, ―Gerilla Kıyafetli Çocuklar Kalpaklı Atatürk Bayrakları‖, Milliyet 25 Kasım 2009 11 Bkz. 27 Mart 2013 Hürriyet 12 BaĢbakan 19.12 2005 tarihinde Ģunları söyledi: "Ġzmir‘in üzerinde zaman zaman yakıĢtırılan bazı ifadeler var. O ifadelerin olmadığı da görülecektir. Çünkü Ġzmir‘in aslı bu değildir. O yakıĢtırmalar değildir. ĠnĢallah bu yakıĢtırmaları da ilk seçimde silip atacaktır. Ben buna inanıyorum" Bkz. Vatan 12. 20. 2005. Bu tartıĢma için ayrıca bkz. Temelkuran 2005, Özdil 2005 13 Bkz. Özkök 2013, Özdil 2013, Arman 2013 407 Bu durumu, önce Türkiye siyasetini Kürt Meselesi yüzünden1990lı yıllarda iyice esir alan ve Bora tarafından milliyetçiliğin kara baharı14 olarak adlandırılan politik atmosferin; ardından da AKP‘nin 2002 ve 2007‘deki seçim zaferleri ile birlikte iyice keskinleĢen laiklik-Ġslamcılık geriliminin ve kutuplaĢmasının Ġzmir‘deki sosyal ve politik yansıması olarak okumak elbette mümkün.Ama ondan önce Ġzmir‘deki değiĢimin ekonomi politiğine bakmak gerekiyor. Zira bütün bu sosyo-kültürel ve sosyo-politik geliĢmelerin bazı derin tarihsel ve ekonomik sebepleri var. Bu çalıĢmada elbette bütün bu etkenleri bütünüyle ele almak mümkün değil. Ancak 2008 ile 2011 arasında TÜBĠTAK tarafından desteklenen ve Prof. Dr. Bahattin AkĢit tarafından yürütülen ―Türkiye‘de Toplumsal Yapı ve Din‖ adlı geniĢ kapsamlı bir araĢtırmanın Ġzmir‘le ilgili verilerinden yararlanarak Ġzmir‘in dinle iliĢkisiyle ilgili olarak kamuoyunda çokça tartıĢılan ve artık kliĢeleĢen bazı konulara yeni bir perspektif getirmeyi hedefliyorum. Bu çerçevede bir sonraki bölümde önce yürüttüğümüz araĢtırmanın metodolojisi ve kavramsal çerçevesinden bahsedeceğim. Ardından konuyu daha geniĢ bir çerçeveye yerleĢtirmek için Ġzmir‘deki dini hayatı da belirleyen tarihsel toplumsal bağlama dikkat çekip Ġzmir‘deki dini hayatla ilgili bulguları bu bölümün ardından tartıĢacağım. Takip eden bölümde ise bulgularımı ve argümanlarımı özetleyip çalıĢmayı sonlandıracağım. 2.YÖNTEM15 Bu sunuĢta verilerinden yaralandığım araĢtırma projesi, genel anlamda Türkiye‘de Ġslam dininin nasıl algılandığı ve yaĢandığını temel toplumsal kategoriler olan ekonomi, siyaset ve toplumsal cinsiyet eksenleri üzerinden anlamayı amaçlıyordu. Bu kapsamda önce Erzurum, Kayseri ve Denizli‘de ikiĢer ay süren katılımcı gözlemler, ardından Ġzmir, Diyarbakır, Denizli, Trabzon, Kayseri, Adana, Erzurum ve Çorum‘da alt, orta ve üst sosyo-ekonomik gruplardan bazı kiĢilerle yarı yapılandırılmıĢ derinlemesine görüĢmeler yaptık. Bu kiĢileri belirlerken cinsiyet, yaĢ, eğitim, etnik köken mezhep gibi değiĢkenleri göz ettik. Bu kapsamda 16‘sı Ģehir merkezlerinde 6‘sı köylerde olmak üzere her ilde toplam 24 görüĢme yaparak toplam 192 rakamına ulaĢtık. Bunun yanı sıra seçkinlerin dini algı ve pratiklerini anlamak amacıyla 40 farklı seçkinle de görüĢmeler yaptık. Bunlar arasında siyasetçiler, entelektüeller, sanatçılar, iĢ adamları/kadınları ve bürokratik seçkinler yer aldı. AraĢtırmanın son aĢamasında ise TÜĠK‘ten alınan ve Türkiye‘yi temsil eden bir örneklem kapsamında 25 ilde 1538 kiĢiyle anket çalıĢması yapıldı. Bu çalıĢmaların sonuçları önce rapor halinde TÜBĠTAK‘a sunuldu, ardından da kitap haline getirilerek basıldı16 Bu sunuĢ çerçevesinde aktaracağım bilgiler ise proje kapsamında Ġzmir‘de gerçekleĢtirdiğimiz 30 görüĢme ve 60 anketedayanıyor.Bu otuz görüĢmenin 18‘i Ģehir merkezinde,6‘sı merkeze yakın (40 km)bir (Balkan) muhacir Sünni köyünde diğeri ise merkeze uzak (110) bir Alevi köyünde gerçekleĢti. Anketler ise örneklem kapsamında Ġzmir‘in payına düĢen görüĢmeleri kapsıyor. AraĢtırmanın teorik ve metodolojik çerçevesi ise 5 x 5‘lik bir matrise oturuyor. Bir yanda temel toplumsal kategoriler olan, toplumsal cinsiyet, ekonomi, siyaset, alanları ve bunlara ek olarak bir din sosyolojisi araĢtırmasının temel kategorileri olan inanç ve ibadet boyutları; öte yanda ise dinin toplumda algılanma ve tecrübe edilme biçimlerine iliĢkin olarak belirlediğimiz 5 temel gerilim ekseni (dünyevi/uhrevi; modern/geleneksel; kamusal/özel; metin/pratik; dini bilgi/ bilimsel bilgi) bulunuyor. Bu gerilimleri kısaca Ģu Ģekilde açıklayabiliriz: Gündelik olan/ uhrevi (aĢkın) olan17 (transcendental versus mundane) ikiliği ile: inancı belirleyen aĢkın (transcendental) ya da ruhani/uhrevi olan ile dünyevi ya da günlük olanın çeliĢkili ve gerilimli bira adalığını kastediyoruz. Geleneksel/ modern değerler18 (modern versus traditional) ikiliği ile: Tanzimat dönemi "medenileĢme" veya "batılılaĢma" çabaları ile baĢlayıp Cumhuriyet dönemi modernleĢme projesi ile 14 Bkz. Bora 1995,Saraçoğlu 2011 Bu çalıĢmayı da kapsayan araĢtırma projesinin dayandığı yöntem ve epistemolojik yaklaĢımla ilgili daha ayrıntılı bilgi için bkz. AkĢit B., ġentürk R., Küçükural Ö., Cengiz K. (2011) 16 Bkz. AkĢit vd. (2011) 17 Eisenstadt 1982, Crone 2004, Tuğal 2006: 267 18 Göle 2004, Dirlik 2003: 154, Ġsmail 2004: 626, Turan 191: 38-40, Mardin 2003: 35-79. 15 408 birlikte merkeze oturan modern ve geleneksel arasındaki, geçiĢkenliğin ve eklemlenmenin bireylerin dünyasında yarattığı gerilimi anlıyoruz. Özel alan/ kamusal alan19 (public versus private) ikiliği ile: bir yandan ülkemizde din ve devlet iĢlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlanan fakat pratikte bunun ötesine geçerek dinin devlet tarafından kontrol altında tutulması anlamına gelen kendine has laiklik anlayıĢını20 diğer yandan da bu kontrol anlayıĢının uzantısı olarak dinin özel alanla sınırlandırılması tartıĢmalarını ve bu tartıĢmaların bireylerin tavır alıĢlarına yansımasında ortaya çıkan gerilimi kastediyoruz. Kitabi din/ yaĢanan din (text versus praxis) ikiliği ile: anlatmak istediğimiz çeĢitli sosyal grupların Ġslam‘ı yaĢama biçimlerindeki ayrıĢmalardan ziyade, bu ayrıĢmalara kaynaklık eden Kuran, Hadisler ya da din bilginlerinin yazıya geçirerek son Ģeklini verdikleri diğer dini eserleri kaynak alan metinsel Ġslam ile bireylerin günlük pratikler yoluyla öğrendikleri ve yaĢamaya çalıĢtıkları Ġslam21arasındaki kaçınılmaz gerilimi kastediyoruz. Dinsel bilgi/ bilimsel bilgi22 (fıkıh versus science) ikiliği ile ise bireylerin dünyayı anlama ve yorumlama çabalarında(vahiyi referans alan) dinsel bilgi ile (akıl ve gözleme dayalı) bilimsel bilgi arasında tercih yaparken yaĢadıkları gerilimi kastediyoruz. Bu bağlamda içinde yaĢadığımız çağda dini yaĢamı belirleyen ana dinamiklerin bu gerilim eksenleri olduğunu düĢünüyoruz. Yani bizce din, bu gerilimlerle var oluyor ve kendisini yeniden üretiyor. Bu durum Türkiye‘de olduğu gibi Ġzmir‘deki dini yaĢamı da derinden etkiliyor ve dini yaĢamın insanlara tuhaf ve tutarsız gelen birtakımçeliĢkiler, paradokslar ve ironiler ile birlikte yaĢanmasına yol açıyor. Oysa modern çağda dinin baĢka türlü yaĢama ve yaĢanma Ģansı yok. Ġzmir‘in özelliği ise bu gerilimlerin en açık ve rahat yaĢanabildiği bir Ģehir olması. Zaten bu yüzden ona ―gavur‖ diyorlar. Oysa ―Gâvurlar‖ olmasaydı Müslümanlığın da bir anlamı olmayacaktı. 3. TARĠHSEL BAĞLAM: DÜNDEN BUGÜNE ĠZMĠR Ġzmir Ģehri, tarihsel olarak Osmanlı‘dan günümüze çok verimli bir hinterlanda dayanan tarımsal endüstri merkezi ve bu bölgesel ürünlerin dıĢ dünyaya pazarlandığı ihracat limanı konumuna sahip olmuĢtur. Ġzmir‘e rengini, dokusunu ve karakterini veren bu yapı, kentitarihi boyunca hem hareketli ve zengin hem de kozmopolit ve seküler bir kültürün simgesi haline getirmiĢtir. Bunda Ġzmir‘de Gayrimüslimlerin çokça ikamet etmesinin de önemli bir rolü olmuĢtur. Bu yüzden Ġzmir, Türk, Ermeni, Rum, Yahudi ve Levanten23 kültürlerinin kaynaĢtığı ve bir arada barıĢ ve zenginlik içinde yaĢadığı seçkin ve belki de en ―Batılı‖ Osmanlı kenti olmuĢtur. Bu o kadar böyledir ki Osmanlı döneminden beri Ġzmir‘in lakabı ―Gavur Ġzmir‘dir‖.Ġzmir ile ilgili toplumsal belleğe yerleĢen bu algının geçen seçimler 2007seçimleri öncesi BaĢbakan Erdoğan tarafından ima edilmesi, Çankaya ve Ġzmir‘in bu çerçevede―Müslüman Türkler‖ tarafından bir anlamda ―fethi‖ için AKP tarafından özel bir gayret sarf edilmesinin bir nedeni de bu olsa gerektir. Türk modernleĢmesinin özellikle de Tanzimat Dönemi‘ninhayranlık ve nefret ikilemini ve iklimini çok iyi yansıtan bu ―Gavur Ġzmir‖ dönemi, önce Ermeni Tehciri ardından da Ġzmir‘in Milli Mücadele döneminde Yunanlılar tarafından iĢgal edilmesi süreciyle daha sonra yeniden ortaya çıkmak üzere sona ermiĢtir. Bu yeni dönemde Ġzmir, milli mücadelede ilk kurĢunu atan ve mücadelenin merkezinde yer alan sembolik bir Ģehir olarak öne çıktı. Bu bağlamda Türk Orduları‘nın 9 Eylül 1922 tarihinde Ġzmir‘e giriĢini, Rumların Ģehri terk etmelerini ve bunun ardından 13 Eylül 1922‘de baĢlayıp büyük oranda Ġzmir‘in Ermeni ve Rum mahallelerini kül eden meĢhur Ġzmir Yangını‘nı aslında sembolik olarak Gavur Ġzmir‘den ―Türk Ġzmir‘e‖ geçiĢin miladı oldu. Nitekim bu sayede kentin demografik yapısında bir alt üst oluĢ yaĢandı. Balkanlar gelen Türk ve Müslüman nüfusun önemli bir kısmı Ġzmir‘e ve Ege Bölgesi‘ne yerleĢtirildi. Atatürk‘ün annesi Zübeyde Hanım‘ı Ġzmir‘e yerleĢtirmesi ise 19 Göle 2004, Ocak 2003: 9, Ġsmail 2004: 630, Smith 2005: 310, Göle ve Amman, 2006. Smith 2005: 310. 21 Mardin1986: 107-116. 22 ġentürk 2006: 44. 23 Doğuya kalıcı olarak yerleĢmiĢ Batılılara verilen genel isim. Bugün hala Levantenlerin yaptırdıkları görkemli konakları Buca ya da Bornova gibi semtlerinde görmek mümkündür. 20 409 yine sembolik açıdan Ģehre verilen önemi ve Ģehrin Atatürk‘ün muhayyilesinde doğup büyüdüğü ama artık Türkiye sınırları dıĢında kalan Selanik‘in yerine ikame edildiğini gösteriyordu. 1923‘te Ġzmir‘de düzenlenen Ġktisat Kongresi ise, Ġzmir‘in daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce bile yeni kurulacak ülkenin ekonomisinde ne kadar kritik bir rolü olacağının sinyalini vermiĢtir. Böylece 1923‘ten baĢlayarak uzunca bir süre Ġzmir, Türk ekonomisinin can damarı oldu. Özelikle Cumhuriyet döneminde çok önem verilen Ģehre, Sümerbank Fabrikası, TariĢ, Tekel vb. birçok devlet yatırımı yapıldı, tarıma dayalı endüstriyel kuruluĢlar inĢa edildi. Ġzmir uzunca bir süre Türkiye‘nin en büyük ihracat limanı oldu. Bunun yanı sıra Ġzmir Enternasyonal Fuarı‘nın doğuĢu, 17 ġubat 1923‘te Atatürk‘ün talimatı ile Ġzmir‘de toplanan Ġktisat Kongresi‘nde açılan sergiye kadar uzanmaktadır24. Bu tarihten baĢlayarak günümüze kadar gelen Ġzmir Fuarı, özellikle 1980‘li yılların ortalarına kadar ülkenin en önemli ekonomik ve aynı zamanda sosyal organizasyonlarından biri oldu. Ġzmir‘in duraklamasına yol açan süreç ise 1980‘lerle birlikte bir dizi iç ve dıĢ faktörün bir araya gelmesi ile olgunlaĢmaya baĢladı. Bunlardan en önemlisi 24 Ocak 1980‘de Demirel Hükümeti tarafından daha sonra BaĢbakan olacak olan Turgut Özal‘a hazırlattırılan ekonomik kararlardı. Sonrasında Darbe Hükümeti tarafından sahiplenilip bizzat Özal tarafından uygulanan bu kararlarla Türkiye Ekonomisi ithal ikameci birikim rejiminden neo-liberalbir ideolojik çerçeve içinde ihracata dönük ekonomik büyüme stratejisine geçti. Takip eden yıllarda ise aynı ideolojik çerçevede hazırlatılan yapısal uyum programları doğrultusunda o güne kadar Türkiye‘deki ihracat gelirlerinin ana kaynağı olan tarımsal artı değerin ülke ekonomisi ve ihracatı içindeki yeri peyderpey azalmaya baĢladı. Yani artık, gümrük duvarlarıyla korunarak ve buğday, üzüm incir, tütün, pamuk, zeytin satarak zenginleĢme stratejisinden vazgeçildi; bunun yerine açık dünya pazarında görece üstün olunan alanlarda tarımsal ve endüstriyel üretim yaparak rekabet edilmeye baĢlandı. Zaman içinde imzalanan uluslararası anlaĢmalar kapsamında pamuk ve tütün gibi ürünlere getirilen kısıtlamalarda durumu köylüler ve tarıma dayalı iĢletmeler açısından daha da kötü bir duruma soktu. Böylece de Ġzmir ve çevresi doğrudan çok büyük bir gelir kaybına uğramaya ve huzursuzlaĢmaya baĢladı. 1990‘lara kadar çok yoğun olarak hissedilmeyen bu durum; 1990lardaki ekonomik krizlerle (1994) birlikte iyice etkisini gösterdi. 2001 Krizi ise her yerde olduğu gibi Ġzmir‘de de büyük bir ekonomik ve sosyal yıkıma yol açtı25. Öte yandan bu yıllar, bir yandan terörün ve buna bağlı olarak da iç göçün çok yoğun olarak yaĢandığı yıllar oldu. Ġzmir bu göçlerden de çok etkilendi. 1985 ile 2009 arasında Ġzmir Nüfusu neredeyse üçe katlanarak 1,5 milyondan 4,5 milyona yükseldi. Göç edenler arasında Doğu ve Güneydoğu‘dan gelen Kürt kökenli vatandaĢlar ciddi bir oran oluĢturuyorlardı. Bu Ġzmir‘in demografik yapısını da yeniden kısmen değiĢtiren bir etnik dinamik ve tazyik oluĢturmaya baĢladı. Güneydoğu‘daki terör ve yükselen Kürt milliyetçiliği, 1990‘lı yıllarla birlikte Ģehirde anti–Kürt tonlar içeren ciddi bir milliyetçi kabarmanın yaĢanmasına yol açtı26. Bu aslında 1990‘larda terörün hızlanmasıyla birlikte bütün Türkiye‘de yaĢanan bir süreçti. Ancak bu süreç özellikle yoğun bir göçe maruz kalan Batı bölgelerinde daha gözle görülür bir nitelik kazandı. Örneğin Fethiye- Ayvalık hattı bu durumdan ciddi biçimde etkilendi ve özellikle yerel seçim sonuçlarına yansıdı. Ġzmir özelinde ise Ģehrin laik damarı kuvvetli olduğu için bu milliyetçilik, Orta Anadolu Ģehirlerindeki gibi dinsel bir vurguyla Türk –Ġslam sentezi formunda değil laiklik ve Atatürkçülük temelinde formüle edildi. Böylece 1950li yıllardan beri merkez sağa oy veren Ġzmirli hatta Egeli seçmen, 1990‘ların ikinci yarısından itibaren laik-milliyetçi partilere kaymaya baĢladı. Bu süreç 1999 Seçimlerinde Ecevit‘in DSP‘sinin Ģehirdeki oyların % 40‘ını alarak birinci parti olmasıyla baĢladı. Aynı seçimlerde sırayla ANAP % 15,8, MHP % 11,8 CHP‘de % 9,7 oy almıĢlardı. Süreç 2002 seçimlerinde de benzer Ģekilde devam etti. Sırasıyla CHP oyların % 29unu, Genç Parti % 17,5ini AKP % 17,1‘ini aldı. Bu seçimlerde Ġzmir‘den Genç Parti‘ye çıkan bu yüksek oy oranı lümpen milliyetçiliğin 27 Ģehirde ne kadar ciddi bir tabanı olduğunu gösterdi. 2007 Milletvekili Genel Seçimleri‘nde ise tablo Ģu Ģekilde oluĢtu: CHP % 35,1; AKP %30,5; MHP % 13,8. 24 bkz.www.izfas.com.tr Ayrıntılı bilgiler için bkz. Mustafa Sönmez, Ġzmir‘de ĠĢsizlik Büyüme Sorunları ve Beklentiler, 2007. 26 Ayrıntılı bir analiz için bkz. Saraçoğlu 2011 27 Bkz. Türk 2011 25 410 2002 Seçimleri‘nden sonra AKP‘nin tek baĢına iktidar olması ve 2007 yılında Abdullah Gül‘ün CumhurbaĢkanı adayı olmasıyla baĢlayan siyasal krizler ise Ġzmir‘de ifadesini yüzbinlerce kiĢinin katıldığı Cumhuriyet Mitingleri ile buldu. 2009 yazındaki seçimlerde özellikle kendilerini laik, Atatürkçü ve AKP karĢıtı olarak tanımlayan seçmenler, pek örneğine rastlanmayacak biçimde tatil yaptıkları bölgelerden seçim bölgelerine otobüs tutup gelerek AKP‘ye karĢı oy kullandılar. LaiklikĠslamcılık kutuplaĢmasıyla Ģekillenen 2009 Seçimleri‘nin sonucunda ise% 55‘liktoplam oy oranıyla CHP neredeyse Ġzmir‘in tüm ilçelerinde (Bayındır ve Tire hariç) birinci parti olarak öne çıktı. Ancak AKP‘nin bütün bu geliĢmelere rağmen Ģehirde %31,1 gibi çok ciddi bir oy alması kayda değerdir. Onun ardından gelen MHP ise oyların ancak %7,1‘ini alabildi. Hal böyleyken bu noktada durup Ġzmir‘in son yıllarda CHP eğilimi ile birlikte ortaya çıkan bir baĢka içi boĢ kliĢeyi Ġzmir‘in ―solunkalesi‖olduğu yönündeki söylemleri gözden geçirmekte fayda var. Zira Ġzmir hiçbir zaman solun kalesi olmadı. ġehir, 1950‘lerde DP‘yi ve Menderes‘i, 1960‘larda Adalet Partisi‘ni ve Demirel‘i,1980‘lerde ise Özal‘ı destekledi. 1989 seçimlerinde yükselen SHP‘yi seçen kent, daha sonraki seçimlerde de örneğin önce Anavatan Partisi‘nin sonra da Doğru Yol Partisi‘nin adayı olan Burhan Özfatura‘yı 2 kez belediye baĢkanlığına getirdi. Yani aslında Ġzmir, her devirde muhalif bir kent değil tam tersine uzunca bir süre pragmatik bir biçimde her devrin Ģehri oldu kim güçlüyse, iktidardaysa ona oy verdi. Bununla birlikte yukarıda açıkladığım nedenlerle Ģehirde son iki seçimde cumhuriyetçi-milliyetçi bir koalisyon oluĢtu ve laiklik konusunda hassas olan merkez sağ ve sol seçmenlerin büyük bölümü CHP‘de birleĢti. Bu yüzden, 2000‘li yıllarda Ģehir siyasetine hakim rengi veren unsur laiklik konusundaki hassasiyet oldu. Bunda yukarıda aktardığım bir dizi tarihsel faktörün rolü var. Ġlk olarak, Ġzmir ve çevresi Antik Çağdan baĢlayarak Akdeniz ticaretinin önemli merkezlerini bünyesinde barındırıyordu. Ortaçağda bir durgunluk yaĢansa da Ġzmir özellikle19. Yüzyıl‘da Avrupa ile yapılan ticaret üzerinden zenginleĢtiğinden Batı‘da yaĢanan kapitalist dönüĢümlerden de ilk etkilenen Osmanlı Ģehirlerden biri oldu. Tarımın kapitalistleĢmesi, köylünün çiftçiye, tarımsal artı değerin sanayiye dönüĢmesi süreçlerinde hep öncü rol oynadı. Bu yüzden de, kapitalizmim mütemmim cüzü olan bireyciliğin de en önce ve hızla geliĢtiği bölge haline geldi. Felsefe tarihinde materyalist düĢüncenin Efesli Herakliatos‘la baĢladığını düĢünürsek kentin mayasında materyalizme ve bireyciliğe yatkınlığın zaten var olduğunu söyleyebiliriz. Kentin sosyo-ekonomik tarihi de bu kültürel süreci desteklemiĢtir. Günlük konuĢmalarda Ġzmir‘in insanlarına karĢı güvensizlik içeren ifadelerin (Ġzmir‘in havasına ve kızına güven olmaz vb.) yer alması, bu materyalist ve bireyci tutumun kamusal algıdaki folklorik bir göstergesi olarak okunabilir. Laiklik ve bireycilik konusundaki bir diğer önemli bağlam kentin etnik dinamikleri ile ilgilidir. Daha önce ifade ettiğim gibi Ġzmir‘in etnik yapısında Cumhuriyetten önce Rum, Ermeni ve Levantenlerin ciddi bir ağırlığı vardı. Cumhuriyetten sonra ise bölgeye özellikle nüfus mübadelesi ve onu takip eden göç dalgaları ile birlikte büyük oranda Balkan (Adalar, Girit, Yunanistan, Bulgaristan Arnavutluk, Makedonya, Üsküp, PriĢtina vb.) göçmenleri yerleĢtirildi. Bugün de bu kiĢilerin kent kültüründeki etkileri çok baskındır ve örneğin belediye baĢkanlığı seçimlerinde adayın göçmen olması hem siyasi partiler hem de seçmenler için oldukça etkilidir. Ġzmirliler tarafından çok sevilen merhum belediye baĢkanı Ahmet PriĢtina bu konuda sembolik bir örnektir. Bu Balkan kökenli nüfusun da tarihsel olarak büyük oranda, BektaĢi anlayıĢını benimseyen kesimlerden oluĢması kentteki Müslümanlık pratiğini de Anadolu‘nun diğer Sünni bölgelerinden ayıran çok önemli bir faktördür. Dolayısıyla bu gelenek; Ġzmirlilerin bireycilik, ibadet ve inanç, kadının kamusal alandaki rolü, eğlenme örüntüleri gibi yaĢamın dünyevi boyutlarına iliĢkin bazı noktalarda Sünni pratiğe göre daha esnek bir tutum sergilemelerine yol açmaktadır. Bir diğer çok önemli husus Ġzmir‘in 15 Mayıs 1919‘da Yunanlılar tarafından iĢgalidir. O zaman için elde kalan bütün Osmanlı Coğrafyasında büyük hayal kırıklığı yaratan bu durum Ġzmir tarihinin travma yaratan dönüm noktası olmuĢtur. Gerek iĢgali doğrudan yaĢayan Ġzmir‘in yerlileri, gerek 19. Yüzyıl‘ın son çeyreğinden itibaren peyderpey göçüp Ġzmir ve civarına yerleĢtirilen ve bu bölgeyi yurt belleyen Balkan göçmenleri gerekse bugün Ġzmir‘ de yaĢayıp Ġzmir‘in olanaklarından yararlanan halkın gözünde Atatürk‘e ve yaptıklarına karĢı minnet duygusu ve Cumhuriyet‘e ve onun seküler milliyetçi ideolojisine olan bağlılık kuĢaktan kuĢağa geçen ve neredeyse tartıĢılmaz bir ideolojik yönelim ve aidiyettir. Kentin tarihsel olarak Cumhuriyetin kültürel ve ideolojik kodlarına uygun bir 411 hayat tarzına sahip olmasının da bunda büyük rolü vardır. Bu anlamda Ġzmir aslında Cumhuriyet‘in model Ģehridir. 4. ĠZMĠR‟DE DĠNĠ HAYAT Yukarıda çizdiğim genel çerçeve içinden bakılacak olursa araĢtırma boyunca üzerinde çalıĢtığımız matris açısından Ġzmir‘in en belirgin niteliğinin kamusal-özel gerilimi ekseninde ortaya çıktığını söyleyebilirim.Ġzmir‘inlaik ve bireyci karakteristiklerine paralel olarak Ġzmir‘de din, genel olarak bireysel alanda yaĢanan ve kamusal alana taĢmasına pek de hoĢ bakılmayan, insanların tanrı ile kendi aralarında cereyan ettiklerine inandıkları ve de gündelik yaĢamlarına pek de yansıtmadıkları bir bağlamda yaĢanıyor. Basit bir örnek verecek olursak, Bostanlı/MaviĢehir semtinde yaptığımız görüĢmelerin birinde bir katılımcı, bu bölgede oturan insanların çoğunun profesyonel iĢlerde çalıĢtığını; bu yüzden yüksek sesle okunan sabah ezanının insanları rahatsız ettiğini, bu rahatsızlık neticesinde genel istek üzerine cami görevlileriyle konuĢularak sabah ezanının sesinin kıstırıldığını aktardı. Bu bilgiyi doğrulatma Ģansımız olmadı ancak algının kendisi çok önemliydi. Benzer bir biçimde Ġzmir‘in genelinde Ramazan ayında dahi sokaklara taĢan bar ve meyhanelerde içki içilmesi vakayı adiyedendir. Bu durumu örneğin Ģehir merkezinde kenara köĢeye gizlenmiĢ ve yalnızca erkeklere mahsus birkaç meyhanenin olduğu Kayseri ile karĢılaĢtırılınca Ġzmir‘in istisnailiği açıkça ortaya çıkıyor. Benzer Ģekilde Ġzmir‘de deniz kenarındaki yeĢil alanlarda, parklarda içki içmekde factomeĢru kabul edilen bir davranıĢ olarak görülmektedir. Bu hususta katılımcıların birçoğu diğer Ģehirlerde görülen sıkı polis kontrolleri ve denetimlerinin bu bölgelerde pratikte uygulanmadığı ifade ettiler. Tabi geçen ay yürürlüğe giren ve alkol kullanımı sınırlandırmayı amaçlayan yasadan sonra ne olacağını önümüzdeki aylarda göreceğiz. Gözlemlerimizin detaylarına girmeden önce, ilk olarak Ģunu da tespit etmek Ģart. Sanıldığının ve kamusal söylemde dile getirildiğinin aksine Ġzmir, inançsız insanların yaĢadığı, toplumsal hayatın kutsal addedilen boyutlarının yok sayıldığı ―gavur‖ bir kent değil. Kadifekale, Çimentepe gibi fakir mahallerden Bostanlı, Alsancak, Güzelyalı, Bornova, Balçova gibi orta ve üst sınıfların yaĢadığı zengin muhitlerine dek yaptığımız farklı görüĢmelerde, dinin insanların hayatında önemli sayılabilecek bir yer kapladığına tanık olduk. Ancak Ġzmir açısından belki de en belirgin olan Ģey yukarıda değindiğim gibi bu yerin kamu alanı/kamusal alan içinde olmamasıdır. Elbette Ġzmir‘de camiye giden insanlar, bazı tarikatlara mensup kiĢiler, birlikte ibadet etmekten haz duyan insanlar var. Örneğin EĢrefpaĢa Semti‘nde Said-i Nursi geleneğine bağlı Nur Cemaati‘nin bir apartman/medresede katıldığımız bir okuma (Risale i Nur) toplantısında, görevli kiĢi bize ―Ġzmir‘de bu Ģekilde yalnızca kendi cemaatlerine ait 80-100 arasında ev/medrese ve 70-80 arasında da bu medreselerde görev yapan ―hizmet eri‖ olduğunu söyledi. Bunun yalnızca kendi cemaatlerine ait medrese sayısı olduğunu bunun yanında Hizmet (Gülen) Cemaatini, Süleymancıları, Yeni Asyacıları vb. da katarsak Ġzmir‘de her hafta binlerce kiĢinin katıldığı dini toplantıların yapıldığını varsayabileceğimizi‖ ifade etti. Bu yüzden Ġzmir‘in tamamen Türkiye‘nin genelinden kopuk bir ada olduğu fikri de doğru değildir ve büyük bir yanılsamadan ibarettir. Nitekim Fethullah Gülen‘in Erzurum kökenli olmasına rağmen cemaatini oluĢturduğu, güçlendiği ve Türkiye çapında güç kazandığı yer Ġzmir‘in Bornova ve Konak (Kestanepazarı Cami) ilçeleridir. Bu noktanın altını çizerek gözlemlerimize geçebiliriz. Ġzmir‘e gelen bir yabancının ilk dikkat edeceği Ģeylerden birisi, Konak Meydanı‘ndaki küçük ve sembolik Yalı Cami‘ni saymazsak gerek kent merkezinde gerekse Ģehrin siluetinde camilerin neredeyse hiç ortada görünmemesidir. Örneğin kentin iĢ ve eğlence merkezi Alsancak‘ta 10‘dan fazla kilise göze çarparken cami sayısı yalnızca birdir. Konak‘taki camiler ise genellikle Basmane ve Kemeraltı‘nda Anafartalar Caddesi üzerinde yer alan esnaf camileridir. KarĢıyaka‘da da benzer bir durum söz konusudur.315 000 nüfuslu ilçede 31 adet cami bulunmakta; ancak merkezdeki bir iki esnaf camisi dıĢında neredeyse ortalıkta cami görünmemektedir. Camiler genellikle kenar semt ve mahallelerde yoğunlaĢmaktadır. Benzer Ģekilde Bostanlı‘da merkezde bir MaviĢehir‘de yine 1 protokol camisi bulunmaktadır. Durum körfezin diğer yakası için de çok benzerdir. Deniz kenarında yani Körfez‘in etrafında kalan bu bölgelerin oldukça yoğun bir nüfusa sahip oldukları düĢünülürse, bu durumun Türkiye‘nin diğer Ģehirlerine kıyasla oldukça çarpıcı olduğu hemen anlaĢılabilir. Nitekim Kayseri‘nin yaklaĢık 20 bin nüfuslu Hacılar ilçesinde 60 cami olduğunu düĢünmek aradaki farklılığı anlamak için güzel bir örnektir. 412 Ġzmir‘deki camiler genellikle kent merkezinin çeperinde ve üstlerinde yer alan gecekondu mahallelerinde yoğunlaĢmaktadır. Bu yüzden, Ģehirdeki sağ kanat politikacıların 1980lerin baĢlarından beri Ģehre ―Müslüman‖ bir siluet kazandırmak gibi dertleri olmuĢtur. Ġstanbul bağlamında Taksim Meydanı‘na cami yapma tartıĢmasında olduğu gibi bu dert kendini Ġzmir özelinde ―Fuar‘a cami yaptırtmak‖ tartıĢmasında cisimleĢtirmiĢ; ancak Ġzmir‘deki ―laik‖ muhalefet bunu engellemiĢtir. Son yıllarda CHP‘nin Ģehirde öne çıkmasıyla sönmüĢ görünen bu tartıĢmanın, ilk fırsatta yeniden canlanacağına kesin gözüyle bakabiliriz. Kısaca söylersek, Ġzmir‘deki Müslümanlık pratiğinin en karakteristik özelliği genel ifadeyle bireyle tanrı arasına indirgenmiĢ ve büyük oranda özel alanla sınırlandırılmıĢ bir Müslümanlık pratiği olmasıdır. Bu bağlamda örneğin bütün görüĢme boyunca dinle hiçbir alakası olmadığını söyleyen oldukça zengin bir fabrikatörün genç eĢinin, ara sıra ―Allah ile konuĢtuğunu (dertleĢtiğini)‖ söylemesini örnek verebiliriz. Ya da benzer Ģekilde, yurtdıĢında eğitim görmüĢ bir araĢtırma görevlisinin her sabah kalktığında ve her akĢam yattığında mutlaka Allah‘a dua ettiğini söylemesini ancak dinin bunun dıĢında hayatında önemli bir yer teĢkil etmediğini ifade etmesini de örnek gösterebiliriz. Yine benzer biçimde bütün çalıĢma hayatı boyunca namaz kılmayı bile bilmediğini; ancak emekli olduktan sonra namaz kılmayı öğrenip bir süre 5 vakit namaz kıldığını, sonra içindeki ses ―yeter‖ diyince bunu bıraktığını söyleyen ya da ―Allah baĢınızı örtün dememiĢ ki aslında baĢınızı bilgiyle örtün demek istemiĢ‖ diyen emekli bir kadın memurun ifadelerinde de hep aynı yaklaĢımın izleri vardır. Allah inancı vardır. Dini pratikler ve zorunlu ibadetler ve yükümlülükler genellikle yapılmamaktadır. Din daha ziyade iyi, doğru dürüst insan olmak olarak ahlaki bir çerçevede değerlendirilmektedir. Dini siyasete alet ettiklerini düĢündükleri siyasi parti ve cemaatlerden ―nefret‖ edilmektedir. Son olarak da bazı özel günlerde ramazan, kandiller, Hıdrellez, cenaze vb. kısmi ibadetler ve ritüeller (lokma döktürme, mevlit okutma gibi) yerine getirilmektedir. Ġzmir‘deki Müslümanlık pratiğini ve zihniyetini en iyi özetleyen yaklaĢım; kentteki birçok Kahvehane ve barın duvarında asılı olan ve kamusal söylemde sıkça referans verilen Ģu dizelerde yansır. Dörtlükleri Neyzen Tevfik‘in ya da onun tarzına benzer biçimde bir emekli polis müdürünün yazdığı rivayet edilmektedir. Ne ararsın Tanrı ile aramda! Sen kimsin ki orucumu sorarsın? Hakikaten gözün yoksa haramda, BaĢı açığa niye türban sorarsın! Rakı, Ģarap içiyorsam sana ne. Yoksa sana bir zararım, içerim. Ġkimiz de gelsek kıldan köprüye Ben dürüstsem sarhoĢken de geçerim. Esir iken mümkün müdür ibadet? Yatıp kalkıp Atatürk‘e dua et. Senin gibi dürzülerin yüzünden, Dininden de soğuyacak bu millet. ĠĢgaldeki hali sakın unutma, Atatürk‘e dil uzatma sebepsiz. Sen anandan yine çıkardın amma, Baban kimdi bilemezdin Ģerefsiz... Bunun dıĢında Ġzmir‘de Ģu ana kadar gezdiğimiz Ģehirlerin hiçbirinde rastlamadığımız çok değiĢik bir dinsel örgütlenme ve pratikle karĢılaĢtık. Din sosyolojisi literatüründe ―New Age‖ olarak adlandırılan yeni dini akımların ve hareketlerin bazı takipçileri ile görüĢme fırsatı yakaladık.―Mevlana Anadolu Sevgi ve KardeĢlik Birliği Derneği‖ çatısında toplandıklarını ifade eden bir katılımcı, çok 413 özet olarak artık dinlerin bittiğini; kendilerinin bir din olmadığını, bütün kutsal kitapları kabul ettiklerini; ancak zamanımızda kutsal olan ve bir zamanlar Arap yarımadası ve Kudüs üzerinden geçmiĢ olan ilahi kanalın Ģu anda Anadolu üzerinden geçmekte olduğunu; Mevlana‘nın fikirleri çerçevesinde evrenin asıl mimarisini oluĢturan kurallar ekseninde bir okuma ve enerji faaliyeti içerisinde olduklarını ve bütün dünyadan insanların artık bu düĢüncede birleĢeceklerini düĢündüklerini ifade etti. Katılımcının anlattığına göre Bülent Hanım isimli bir kadının ruhani önderliğinde örgütlenen bu grup; ―Çiçek Açma‖ adını verdikleri bir sempatizan kazanma etkinliği düzenlemektedir. Bu etkinliklerde ―GüneĢ Öğretmenleri‖ olarak adlandırılan bazı kiĢiler yeni katılan kiĢilere grup ve yapılan faaliyetler hakkında bilgi ve eğitim vermektedirler. Bu eğitimlerde Bülent Hanım‘ın yazdığı ve çeĢitli fasiküllerden oluĢan ve okudukça ondan enerji alındığına inanılan bir kitap okutulmaktadır. Kitabın tamamı yaklaĢık 500-600 sayfa civarındadır. Fotokopi çektirilmesine ―enerjisi kaçar‖ gerekçesiyle izin vermiyorlar; ancak kitap 50 TL‘ye sempatizanlardan temin edilebiliyor. Bu etkinliklere katılan kiĢi gruba kabul edildikten sonra her toplantı sonunda kendisine verilen ödevi bir dahaki toplantıya kadar yapma görevi alıyor. Bu görev kitabın bazı bölümlerini belirli bir sıraya göre yazmak. Kitabı evine gidip kendi defterine olduğu gibi yazan kiĢi senenin sonunda Bülent Hanım‘ın da katıldığı bir toplantıda elindeki defteri gidip Bülent Hanım‘a imzalatıyor ve sonrasında o defter bir anlamda görevin tamamlanması anlamında kapatılıyor. Buna kendi aralarında ―karmayı tamamlamak‖ diyorlar. Bunun dıĢında gruba kabul edilen bireyler, toplandıkları zaman Bülent Hanım‘la bağlantı yapmak zorundalar. Bu bağlantı Ģu Ģekilde oluyor: Grup toplandığı zaman Bülent Hanım‘ın telesekreterine telefon ediliyor ve yer zaman ve katılımcılar bildiriliyor. Toplantılarda aynı Nur Cemaati‘nin toplantı formunda olduğu gibi sırayla gruptan insanlar metni okuyorlar. Burada bir de fazladan eve gidince metni yazma faaliyeti var. Ancak Nur Cemaati içinde ―Yazıcılar‖ isimli bir baĢka grubun da çok benzer bir etkinlik yaptığı düĢünülürse, sistem çok da yabancı değil. Ancak olay burada bitmiyor. Bir süre sonra her bir katılımcının kendilerine 19 kiĢilik yeni bir grup oluĢturmaları isteniyor. Bütün bu okuma, yazma, buluĢma, örgütlenme faaliyetlerinin kendilerine evrenin enerjisini aktardığını düĢünüyorlar. Bülent Hanım‘ı bir peygamber gibi görmediklerini ancak ilahi mesajlar alan ve enerji aktaran bir kiĢi olduğunu düĢündüklerini ifade ediyorlar. Grubun katılımcıları bize aktarıldığı kadarıyla orta sınıf meslek sahibi beyaz yakalılarla emeklilerden oluĢuyor. Bu grubu toplayabilenler;―kozmo‖ adını verdikleri yeni bir aĢamaya geçiyorlar. Grubu toplayamayanlar ise bu oluĢumdan atılıyorlar ve bir daha toplantılara katılamıyorlar. Ġsterlerse evlerinde ―kutsal‖ metni okumaya devam ediyorlar. Bizim görüĢtüğümüz katılımcı bu aĢamayı geçemediği için atılanlardandı. Bu yüzden sonrasında ne olduğunu öğrenemedik. Ancak araĢtırmanın ileriki safhalarında sürecin devamını öğrenmemizi sağlayacak kozmo aĢamasına geçmiĢ kiĢilerle gerekli bağlantıları kurduk. Derneğin ġu anda biri KarĢıyaka‘da, biri Bornova‘da ve diğeri Buca‘da olmak üzere 3 ġubesi bulunmaktadır. 5. SONUÇ Sonuç olarak Ġzmir Türkiye‘deki diğer Ģehirlerden belirgin bazı özellikleriyle ayrılan çok dikkat çekici bir kent. Burada en temel farklılık kentin adeta ruhuna sinen bireycilik noktasında ortaya çıkıyor. Güçlü bir tarihsel, toplumsal ve ekonomik zemine dayanan bu bireycilik, laik ve milliyetçi bir nitelik taĢıyor. Din burada özel alanla sınırlandırılan ve bireyle tanrı arasına indirgenmiĢ bir vicdan muhasebesi olarak ortaya çıkıyor. Ünlü din sosyoloğu Grace Davie‘nin28Ġngiltere‘de dinin geleceğini analiz ederken kullandığı kavramla ifade edecek olursak Ġzmir‘de tam anlamıyla bir ―believing without belonging‖ aidiyet duymadan inanmak durumu söz konusu. Davie‘nin daha sonraki çalıĢmalarında da ifade etiği gibi yani artık kiliseye giden insanların dinin emirlerine uyarak yaĢayan insanların sayısı ve kamusal tesiri azalsa ve din artık temsili- (vekaleten-vicarious) bir nitelik kazansa da kolektif hafıza olarak din insanların kafasında hala güçlü bir biçimde yaĢıyor ve gerektiğinde hemen devreye girebiliyor29.ĠĢte Türkiye‘nin en batılı Ģehri olarak Ġzmir‘de tam da böyle bir durum söz konusu. Kutsal metine pek uyulmuyor. Geleneksel iliĢkilerden ziyade özellikle yaĢam tarzları (aile 28 29 Bkz. Davie 1990 Bkz. Davie 1999:68 414 ve akrabalık iliĢkileri, iĢ, boĢ zaman vb. örüntüler) açısından modern tutum ve davranıĢlar ağır basıyor. Batıl inançların da her türlüsü; tahtaya vurmak, büyü yaptırmak bozdurmak, türbe yatır ziyareti, kahve ve fal baktırmak vb. popüler imgelemde hayli önemli bir yer teĢkil etse de bilimsel bilgiye inanç çok daha baskın. Kutsal ile dünyevi arasındaki gerilimde ise dünyevi olan ağırlıklı bir biçimde öne çıkıyor. Ancak bütün bunlara rağmen din kolektif hafızada derinlerde bir yerde gerektiğinde devreye girmek üzere yaĢamaya devam ediyor. KAYNAKÇA AkĢit B., ġentürk R., Küçükural Ö.,Cengiz K. (2011). Türkiye‘de Dindarlık: Sosyal Gerilimler Ekseninde Ġnanç ve YaĢam Biçimleri, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları. Arman, A. (2013). Senin Dindarın Benim Dindarım, 27 Mart 2013 Asad, T. (1983). Anthropological Conceptions of Religion: Reflections on Bayramoğlu, A. (2006).Algılar ve Zihniyet Yapıları: “Çağdaşlık Hurafe Kaldırmaz” Demokratikleşme Sürecinde Dindar ve Laikler, TESEV Yayınları Beyru, R. (2000).19. Yüzyılda İzmir‟de Yaşam. Ġstanbul: Literatür Yayıncılık Bora, T. (1995).Milliyetçiliğin Kara Baharı. Ġstanbul: Birikim Cemal, H (2009). ―Gerilla Kıyafetli Çocuklar Kalpaklı Atatürk Bayrakları‖, Milliyet 25 Kasım 2009. Crone, P. (2004).The Medieval Islamic Political Thought, Edinburgh: Edinburgh University Press. Davie, G. (1990). ―Believing without Belonging: Is this the Future of Religion in Britain?‖ Social Compass, 37:4, pp.455-469 Davie, G. (1999) .―Europe: The Exception That Proves the Rule?‖ in Peter L. Berger (ed.), The Desecularization of the World: Resurgent Religion and World Politics, Grand Rapids: Eerdmans, 1999, s.65-83 Dirlik, A.(2003).―Modernity in Question? Culture and Religion in an Age of Global Modernity‖, Diaspora, 12(2): 147-168. Eisenstadt, S. (1982). ―The Axial Age: The Emergence of Transcendental Visions and the Rise of Clerics‖ European Journal of Sociology 23(2):294–314 Hürriyet (2005) Gavur Ġzmir TartıĢması, 20 Aralık 2005 Hürriyet (2013) 27 Mart 2013 Ġzmir‘in Farklı bir Dindarlığı Var, Göle, N, Amman, L. (2006).Islam in Public: Turkey, Iran and Europe, Istanbul: Istanbul Bilgi University Press. Göle, N. (2004).Modern Mahrem: Medeniyet ve Örtünme, 8. Baskı, Ġstanbul: Metis Yayınları Gönen, Z. (2011).Neoliberal Politics of Crime: The Izmir Public Order Police and Criminalization of the Urban Poor in Turkey since the Late 1990s, Ph.D., State University of New York at Binghampton. Haspolat , D. Yıldırım,D. (2010).Değişen İzmir‟i Anlamak. Ankara: Phoenix Yayınları Ismail, S. (2004). ―Being Muslim: Islam, Islamism and Identity Politics‖. In Bellamy, R.(Ed) Politics of Identity- VI. Government and Opposition Ltd, Blackwell Publishing: Oxford. Keyman, F., Lorasdağı, B. K. (2010). ―Ġzmir: Mazereti Olmayan Kent‖ Kentler Anadolu‘nun DönüĢümü Türkiye‘nin Geleceği içinde Ġstanbul: Doğan Kitap. Kıray, M. (1972-1998).Örgütleşemeyen Kent: İzmir. Ġstanbul: Bağlam Yayıncılık Kütahyalı R.O. (2009). ―FaĢizmin BaĢkenti Ġzmir‖ 25.11. 2009, Taraf Mardin, ġerif. (1991,1986).Din ve İdeoloji. Bütün Eserleri, Cilt 3, ĠletiĢim Yayınları 415 Navaro-Yashin, Y. (2002). ‗The Market for Identities: Secularism, Islamisim, Commodities‘, in D. Kandiyoti&A.Saktanber, ed.,Fragments of Culture: The Everyday of Modern Turkey, London: I.B.Tauris. Ocak, A. Y. (2003).Türkler, Türkiye ve İslam: Yaklaşım, Yöntem ve Yorum Denemeleri, ĠletiĢim Yayınları, 6. Baskı. Oran, B. (2009). Radikal 2 06.12. 2009 Özkök, E. (2013). Öyle KonuĢsaydınız Ġmzamızı Atardık 27 Mart 2013 Özdil, Y. (2013). Papaları Olsa Ġzmir‘i Aforoz Eder Bunlar 27 Mart Saraçoğlu, C. (2011). ġehir Orta Sınıf ve Kürtler, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları. Smith, Thomas W. (2005). ―Between Allah and Atatürk: Liberal Islam in Turkey‖, The International Journal of Human Rights, 9 ( 3): 307–325. Sönmez, M. (2007). Ġzmir‘de ĠĢsizlik Büyüme Sorunları ve Beklentiler, 2007. SubaĢı, N. (2004). Gündelik Hayat ve Dinsellik, Ġstanbul: Ġz Yayıncılık ġentürk, R. (2006).Modernleşme ve Toplumbilim. Ġstanbul: Ġz. Taraf 17.04.2010. Taraf, 31. 03. 2010 Tayiz, K. (2009). ―Ġlk TaĢ Ġzmir‘den‖, Taraf, 24.11.09. Temelkuran, E. (2005). ―Ġzmir Gavurdur Gavur Kalacaktır‖, 21 Aralık 2005, Milliyet Tosun, T. (2009). Türk Siyasal Hayatında Seçimler ve Ġzmir, Ankara: Orion Kitabevi. Tuğal, Z. C. (2006) ."The Appeal of Islamic Politics: Ritual and Dialogue in a Poor District of Turkey", The Sociological Quarterly, 47: 245-273. Turan, Ġ. (1991). ‗Religion and Political Culture in Turkey‘, Richard Tapper, ed.,Islam in Modern Turkey, London: IB Tauris. Türk, H. B. (2008).Şirket ve Parti: Genç Parti ve Yeni Siyaset. ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul. White, B. J. (1996). ‗Civic Culture and Islam in Urban Turkey‘, C. Hann and E. Dunn, (eds).,Civil Society: Challenging Western Models, p.143-154, London and New York: Routledge. 416 1980 SONRASI ĠSLAMCILIĞIN DÖNÜġÜMÜ BAĞLAMINDA TÜRKĠYE‟DE ANTĠKAPĠTALĠST MÜSLÜMANLAR Yusuf Ekinci1 ÖZET Bu çalıĢmada, Türkiye‘de yeni bir muhalefet kategorisi olarak ortaya çıkan Anti-Kapitalist Müslümanların ortaya çıkıĢı, söylem ve eylemsellikleri tartıĢılmaktadır. Ayrıca, Ġslami hareketlerin ve siyasal Ġslamcılığın Türkiye‘de 20.yüzyılın ikinci yarısından sonraki geliĢimi ve sonrasında yaĢadığı dönüĢümler irdelenmektedir. ÇalıĢmada, özellikle 2002‘de iktidara gelen ve üç dönemdir tek baĢına iktidar olan AK Parti ile birlikte yaĢanan değiĢim ve bu partinin neo-liberal politikalarının, AntiKapitalist Müslümanların bir muhalefet kategorisi olarak ortaya çıkması üzerindeki etkileri ele alınmıĢtır. Anti-Kapitalist Müslümanlar ismiyle, üçü Ġstanbul‘da ve biri Tokat‘ta olmak üzere, temel muhalif söylem ve eylemleri Ġslami bir kapitalizm eleĢtirisi üzerine ĢekillenmiĢ toplam dört ayrı grup ifade edilmektedir. Bu dört grup da Ġslami bir muhalefeti kapitalizm karĢıtlığı temelinde sergilemektedir. Bu çalıĢmada, bir tez çalıĢmasında kullanılmıĢ olan ve sözü edilen dört gruptan toplam 25 kiĢi ile yapılan yüz yüze derinlemesine mülakatlardan elde edilen verilerden yararlanılmıĢtır. AraĢtırmada, yarı-yapılandırılmıĢ görüĢme formuna dayalı derinlemesine mülakat tekniği kullanılmıĢtır. Anahtar kavramlar:İslamcılık, İslamcılığın dönüşümü, AK Parti, Anti-Kapitalist Müslümanlar. ABSTRACT In this study, the emerging of anti-capitalist Muslims as a new opposition category in Turkey, their discourses and actualities, are discussed. Furthermore, the development of Islamic movements and political Islam after the second half of 20th century and the transformation, which they went through afterwards, are examined. In the study, the impact of neo-liberal policies of AK Parti, which had come to power alone in 2002 and sustained its position for the last three terms, and the changes, which was experienced along with it, on the emerging of anti-capitalist Muslims as an opposition category are discussed. Four different groups, one in Tokat and three in Istanbul, are expressed with the name of Anti-capitalist Muslims, whose discourses and actions are formed on Criticism of Islamic Capitalism. All these four groups display an Islamic opposition based on capitalism hostility under the skin. In this study, it was benefited from the data, which had been used in a thesis study and obtained from a thorough and face to face interview, made with 25 people from these four groups in total. In the research, an interview technique, based on semi-restructured debate form in-depth, has been used. Keywords:Pan-Islamism, Conversion of Islamism, AK Parti, Anti-capitalist Muslims. 1. GĠRĠġ Türkiye Ġslamcılığı, 1960‘lı yılların sonundan itibaren Ġslamcı hareketlerin güçlü olduğu ülkelerden yapılan metinsel çevirilerle2 ve kırdan kente göçün etkisiyle3 geniĢ toplumsal kesimleri etkilemeye baĢlamıĢtır. 1980‘li yılların sonlarına kadar etkisini sürdüren ve radikalleĢen Ġslamcılık, küreselleĢmenin etkisiyle radikal niteliğini kaybetmeye baĢlamıĢtır. Özellikle 1980‘li yıllarda etkisini göstermeye baĢlayan küreselleĢmeyle beraber dönüĢmeye baĢlayan Türkiye Ġslamcılığı, ―Ekonomik 1 Yüksek Lisans, Gaziantep Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected] Ġslamcı hareketlerin güçlü olduğu Mısır, Pakistan ve Ġran gibi ülkelerdeki Ġslami yayınların 1970‘li yıllardan itibaren Türkçe‘ye çevrilmesini ve Türkiye‘deki Ġslami hareketlere etkisini inceleyen bir çalıĢma için bkz. (Bulut, 2011). 3 Bulaç‘a göre Türkiye‘deki Ġslami hareketlerin geniĢ toplumsal kesimleri etkilemesinin bir sebebi, 1960‘lı yıllarda yaĢanan kitlesel göçlerdir (Bulaç, 2011:65-66). 2 417 fırsat alanlarının geliĢmesiyle‖ birlikte ―ılımlılaĢma‖ eğilimi göstermeye baĢlamıĢtır.4 90‘lı yıllardan itibaren Ġslamcılığın dönüĢmesi sürecinin ortaya çıkardığı ―muhafazakâr sermaye grupları‖ AK Parti iktidarı döneminde geliĢme kaydetmiĢ, bu geliĢmeye paralel bir itiraz olarak Ġslam‘ın sınıflaĢmanın ve kapitalizmin karĢısında olması gerektiğini savunan Ġslami bir muhalefet filizlenmeye baĢlamıĢtır. Bu muhalefet biçimi; iktidarın politikalarından yoksulluğun derinleĢmesine; sınıflaĢmadan Batı ile olan iliĢkilere dek geniĢ bir uzamda Ġslami bir retorikle ĢekillenmiĢ ve zamanla örgütlü muhalefet biçimini almıĢtır. Yakın dönemde ortaya çıkmıĢ olan ―KAMU-DER‖ (Kapitalizmle Mücadele Derneği)5, Rebeze Kültür Evi (―Devrimci Müslümanlar‖), TOKAD (Toplumsal DayanıĢma Kültür Eğitim ve Sosyal AraĢtırmalar Derneği) ve Emek ve Adalet Platformu gibi Ġslami muhalefet kategorileri, bu sürecin ortaya çıkardığı en önemli oluĢumlardandır.6 Anti Kapitalist Müslümanlar ismiyle,7 üçü Ġstanbul‘da ve biri Tokat‘ta olmak üzere, temel muhalif söylem ve eylemleri Ġslami bir kapitalizm eleĢtirisi üzerine ĢekillenmiĢ toplam dört ayrı grup ifade edilmektedir. ÇalıĢmada, elde edilen tüm görüĢme verilerinin bir değerlendirmesi yapılarak, Anti-Kapitalist Müslüman grupların bir muhalefet kategorisi olarak hangi bağlamda ortaya çıktıklarına dair sonuçlar; bu hareketin söylem, eylemlilik ve temel eleĢtiri noktaları göz önünde bulundurularak irdelenmiĢtir. Bu çalıĢmada, Ġslami kesimde yaĢanan dönüĢüm iki argüman üzerinden ele alınmaktadır. Bunlardan ilki, 1970 ve 80‘li yıllarda radikal bir siyasal çizgi üzerinden faaliyet yürüten Ġslami hareketlerin, 80‘li yıllardan itibaren etkisini göstermeye baĢlayan küreselleĢmenin ve dolayısıyla ―merkezden çevreye güç aktarımı‖nın sonucunda liberalleĢme lehine yaĢadığı dönüĢümdür. Ġkincisi ise, dönüĢen Ġslamcı hareketlerin 2002‘de iktidara gelmesinden sonra Ġslamcılığın içerisinde yaĢanan ayrıĢmanın bir sonucu olarak Anti-kapitalist Müslümanlar‘ı ortaya çıkaran süreçlerdir. ÇalıĢma boyunca bu iki argüman, Anti-Kapitalist Müslüman oluĢumları ortaya çıkaran süreçleri değerlendirmek için teorik birer zemin olarak kullanılmaktadır. GörüĢmeciler içerisinde kendisini Müslüman, anti-Kapitalist Müslüman, Devrimci Müslüman, sosyalist Müslüman, AnarĢist Müslüman, Kültürel Müslüman ve Ġslamcı olarak tanımlayanlar söz konusudur. Ġnanç ve politik duruĢlarını ifade ederken kendilerini ―sosyalist Müslüman‖ ya da ―anarĢist Müslüman‖ gibi eklektik kimliklerle tanımlayanların, bu harekete katılmadan önce seküler-sol dünya görüĢüne sahip oldukları gözlenmiĢtir. Bu harekete katıldıktan sonra daha önce sosyalist veya anarĢist gelenekten gelenler bu kimliklerini Müslüman kimliğiyle bir araya getirmek suretiyle aynen kullanmaya devam etmiĢlerdir. Tüm bu farklı tanımlamalara rağmen görüĢmecilerin tamamının kendisini tanımlamak için kullandığı kimlik ―Müslüman‖ olmuĢtur. Bununla birlikte istisnasız tüm görüĢmeciler, inanç ve politik duruĢ olarak kendilerini tanımladıkları bu kimlikleri yapı-söküme uğrattıkları ve yeniden inĢa ettiklerini söylemiĢlerdir. Bunun gerekçesi sorulduğunda, kendilerini diğer Müslüman çoğunluğun da kullandığı anlamda bir kimlik tanımlamasından ayırma ihtiyacı hissettikleri yönünde cevaplar vermiĢlerdir. Örneğin bir görüĢmeci kendisini Müslüman olarak tanımladığını fakat Ģimdiki Müslümanlardan, özellikle de iktidardakilerin kabul ettiği anlamda bir Müslümanlıktan ayrıĢmak için bu kavramı yeniden inĢa ettiğini söylemektedir: Kendimi Müslüman olarak tanımlarım. Yalnız şu anda Müslümanların özellikle Türkiye iktidarını elinde bulundurmaları, Müslümanlığın da formunda bazı zayiatlar meydana getiriyor. Ondan dolayı kendimi “Anti-kapitalist Müslüman” olarak tanımlama ihtiyacı hissediyorum (19. GörüĢmeci, KAMU-DER, Erkek). 4 Ġslami hareketlerin dönüĢümünü ekonomi-politik zeminde inceleyen Yavuz‘a göre, Ġslamcı hareketlerin radikalliklerinin ılımlılaĢmaya baĢlamasını sağlayan en önemli süreç ―Ekonomik fırsat alanlarının geliĢmesi‖dir (Yavuz, 2011b:21). 5 KAMU-DER (Kapitalizmle Mücadele Derneği), kamuoyunda ―Antikapitalist Müslüman gençler‖ olarak bilinen oluĢumdur. 6 Bu oluĢumlar içerisinde kuruluĢu en erken olan, TOKAD‘dır. TOKAD 2007 yılında, KAMU-DER ve Rebeze Kültür Evi 2012 yılında, Emek ve Adalet Platformu ise 2011 yılında kurulmuĢtur. 7 GörüĢülen dört grubu tanımlamak için ―Anti-Kapitalist Müslümanlar‖ ifadesini kullanmamızın sebebi, tüm görüĢmecilerle yapılan mülakatlarda gözlenen temel muhalif söylemlerin, anti-kapitalizm üzerinden ĢekillenmiĢ bir Müslüman kimliğe dayanıyor olmasıdır. Bu sebeple bu çalıĢmada, görüĢülen tüm gruplarıtanımlamak için ―Anti-Kapitalist Müslümanlar‖ ifadesi kullanılacaktır. 418 Anti-Kapitalist Müslümanlar, devlete ve iktidara yönelik eleĢtirilerinin kapitalizm karĢıtlığı temelinde olması, ―teorik iman‖dan ziyade toplumsal gerçekliğe aktif katılımı ifade eden ―Ġslami praksis‖e önem atfetmesi, geleneğin radikal eleĢtirisini yapması, Ġslam tarihini ezilenler lehine yorumlaması ve eĢitliği ve paylaĢımı temel alan bir sistemi kurma ideali olarak ―devrimci Ġslam‖ düĢüncesini benimsemesi itibariyle Türkiye‘deki ana-akım Müslüman/Muhafazakar kesimlerden belirgin bir biçimde farklılaĢmaktadır. Öte yandan Anti-Kapitalist Müslümanlar, diğer Müslüman gruplardan farklı olarak kapitalizm ve emek meselelerini okuyup anlayabilecekleri bir Ġslami literatürün olmadığını düĢünerek, sol literatür okumaları yapmaktadırlar. Anti-Kapitalist Müslümanların asıl referans noktası ise Ġslam‘ın temel metin ve kaynakları olarak Kur‘an ve Peygamber‘in Sünneti‘dir. Bu temel kaynakları ―ezilenler‖ lehine yorumlayan Anti-Kapitalist Müslümanlar, yaptıkları eylemlerde ―devrimci‖ bir Ģekilde yorumladıkları Kur‘an‘ı kullanarak ―ayetleri sloganlaĢtırmakta‖8 ve böylece mücadelelerine ―ilahi bir motivasyon‖ katmaktadırlar. AntiKapitalist Müslümanlar‘ın, ―devrimci‖ okumasını yaptıkları Ġslam tarihini ―Muaviye tarihi‖ ve ―Peygamber tarihi‖ olarak birbirine zıt, ikili bir yapıda ele aldıklarını söylemek mümkündür. ―Muaviye tarihi‖; Ġslam‘ı özünden uzaklaĢtıran sürecin ve sınıflaĢmanın baĢladığı, sömürünün ve köleliğin yaygın olduğu bir dönem olarak okunmaktadır. ―Peygamber tarihi‖ ise ―devrimci Ġslam‖ düĢüncesinin, eĢitliğin, iktidarlara karĢı mücadelenin ve ―ezilenleri yeryüzünde iktidar kılma‖9 ideali uğruna mücadele etmenin tarihi olarak okunmaktadır. Bu tarih okumasının, Ali ġeriati‘nin Dine Karşı Din (2005) eserinde anlattığı Ģekilde bir dikotomi üzerinden Ģekillendiği söylenebilir.10 Zira görüĢmecilerin tamamı, düĢünsel altyapılarını ―Anti-kapitalist‖ bir zeminde inĢa etme sürecinde beslendikleri en önemli ismin Ali ġeriati olduğunu vurgulamıĢtır. Bu araĢtırmanın amacı, Anti-Kapitalist Müslüman grupların yakın dönemde ortaya çıkıĢ sebebinin, radikal Ġslamcılığın dönüĢmesiyle ve 2002‘den sonra ―kültürel hegemonya‖ süreciyle iktidara eklemlenmesiyle ortaya çıkan siyasal atmosferle ne derecede iliĢkili olduğunu belirlemektir. Buradan hareketle bu çalıĢmanın amacı, (1) 1980 sonrası dönemde Ġslamcılığın ve Ġslami hareketlerin küreselleĢmenin etkisiyle ―çevre‖den ―merkez‖e doğru yaĢadığı dönüĢümün ve (2) dönüĢen Ġslamcılığın iktidara geldikten sonra ürettiği ekonomi-politik faaliyetlerin, Anti-Kapitalist Müslümanlar‘ı ortaya çıkaran süreçle paralelliğinin olup olmadığını ortaya koymaktır. Dolayısıyla bu çalıĢmanın bir amacı da, bu iki argümandan hareketle Anti-Kapitalist Müslüman grupların Ġslamcı harekette yaĢanan ayrıĢmanın ve ―sınıflaĢma‖nın sonucu olarak ortaya çıkıp çıkmadığını irdelemektir. YÖNTEM Bu araĢtırma, literatür taraması ve nitel araĢtırma yöntemlerinden yarı-yapılandırılmıĢ görüĢme formuna dayalı derinlemesine mülakat tekniği ile elde edilen verilerin değerlendirilmesine dayalı olarak gerçekleĢtirilmiĢtir. Bununla beraber bu çalıĢmada görüĢme sırasında yapılan gözlemlerden ve araĢtırmacının bizzat katıldığı eylemlerine dair deneyimlerinden de yararlanılmıĢtır. AraĢtırma konusunun evreni, Türkiye‘de temel muhalefet zeminleri ―emek-sermaye‖ çeliĢkisi ve kapitalizm karĢıtlığı üzerine ĢekillenmiĢ Ġslami dernek ve platformlardır. Bu oluĢumlardan ikisi KAMU-DER ve TOKAD dernekleri, diğer ikisi ise Emek ve Adalet Platformu ve Rebeze Kültür Evi‘dir. Bu dört oluĢum Anti-Kapitalist Müslümanlar‘ın evreni kabul edilmiĢtir. AraĢtırma kapsamında bu dört oluĢumun aktivistleri arasından örneklem belirlenmiĢ ve bu örneklem içerisinden 5‘i kadın toplam 25 kiĢi ile görüĢülmüĢtür. Belirlenen örneklem için TOKAD‘dan yedi, KAMU-DER ve Emek ve Adalet Platformu‘ndan altıĢar ve Rebeze Kültür Evi‘nden beĢ kiĢi seçilmiĢtir. Her oluĢumdan birer aktivistle kurulan irtibat aracılığıyla görüĢülecek aktivistlere Kartopu Tekniği‘yle ulaĢılmıĢtır. Bununla beraber Anti-Kapitalist Müslümanlar‘dan herhangi bir oluĢum içerisinde yer almayan fakat tüm Anti- 8 ―Ayetin sloganlaĢtırılması‖ kavramıyla, RuĢen Çakır‘ın 1980 ve 90‘lı yıllarda aktif faaliyetler yürüten radikal Ġslamcı hareketleri incelediğiAyet ve Slogan (2012) adlı çalıĢmasına atıf yapılmaktadır. Çakır kitabına bu ismi, radikal Ġslami grupların eylemlerde ayet kullanmalarından ilhamla vermiĢtir. Anti-Kapitalist Müslümanlar düzenledikleri eylemlerde hem slogan hem de pankartlarda Kur‘an ayetlerini sıkça kullanmaktadır. 9 Kasas Suresi, 5. Ayet. 10 ġeriati, Din‟e Karşı Din adlı eserinde, zannedildiği gibi dinlerin dinsizlikle savaĢmadığını, aksine bütün dinlerin ―yozlaĢmıĢ‖ din anlayıĢlarına karĢı savaĢ açtığını vurgulayarak, din olgusunudikotomik bir yapıda ele almaktadır. 419 Kapitalist Müslüman aktivistleri etkilemiĢ bir isim olarak Ġhsan ELĠAÇIK‘la görüĢülmüĢtür. Bu çalıĢmada, bağımsız yazar Ġhsan ELĠAÇIK‘la,11 TOKAD oluĢumunun kurucusu Ahmet ÖRS‘le ve Rebeze Kültür Evi oluĢumunun kurucularından Eren ERDEM‘le yapılan görüĢme verileri bu isimler saklı tutulmadan kullanılmakta, fakat diğer görüĢmecilerin isimleri saklı tutulmaktadır. 2012 yılının Temmuz ayında gözlemlerle baĢlayan ve 2012 yılının Ağustos ve Aralık aylarında yapılan görüĢmelerle devam eden araĢtırma, 2013‘ün Mayıs ayında yapılan görüĢmelerle sona ermiĢtir. 1. ĠSLAMCILIĞIN DÖNÜġÜMÜ VE ANTĠ-KAPĠTALĠST MÜSLÜMANLAR‟I ORTAYA ÇIKARAN TEMEL SÜREÇLER Halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte devletle olan iliĢkisinde belirgin farklılaĢma yaĢayan Ġslamcılığın, özellikle 1960‘lı yılların sonunda bağımsız ve muhalif bir toplumsal hareket olarak ortaya çıkmaya baĢladığı görülmektedir. Ali Bulaç (2011)‘ın ―Ġkinci dönem Ġslamcılık‖ olarak değerlendirdiği 1950 sonrası dönem, ―Ġslami hareket‖ olarak ifade edilen toplumsal hareketlerin faaliyetlerinin yoğun olduğu bir döneme tekabül eder. 1970‘li ve 1980‘li yıllarda Türkiye‘deki Ġslamcı hareketlerin faaliyetlerinin geniĢ bir toplumsal kesimi etkilemesinin altında üç temel etken sıralanabilir: (1) Kuzey Afrika, Hint alt kıtası ve Ġran‘daki Ġslamcı hareketlerin etkisi; (2) 1980 sonrası kırdan kente göç ve (3) küreselleĢmenin etkisi. Bunlardan ilki, Ġslami hareketlerin faaliyetlerinin güçlü olduğu Mısır, Pakistan ve Ġran‘daki Ġslamcılığın, Türkiye Ġslamcılığını etkileme sürecidir. Bu coğrafyalardaki hareketlerin etkisiyle birlikte Türkiye Ġslamcılığı radikalleĢme eğilimi göstermeye baĢlamıĢtır.12 1980‘lerden sonra Ġslami hareketlerin güçlenmeye baĢlamasının bir diğer sebebini, taĢradan kentlerin varoĢlarına doğru akan göç hareketleri oluĢturmuĢtur.13 Bu dönemde Ġslamcı hareketlerin güçlenmesini sağlayan üçüncü etken ise, küreselleĢmedir. Ġslamcı hareketlerin ve Ġslami faaliyetlerin toplumsal kesimler arasında yayılmasını sağlayan bu sebepler içerisinden ―küreselleĢme‖, aynı zamanda Ġslamcılığın radikalizmden ―liberalizme‖ doğru dönüĢümünü sağlayan en önemli etken olmuĢtur.14 1.1. Ġslamcılık, ÖzeleĢtiri ve Ġslamcılığın DönüĢümü 1980‘li yılların sonlarına doğru, küreselleĢme ve liberalleĢme rüzgarının esmeye baĢlamasıyla birlikte toplumsal yaĢamdaki hızlı dönüĢüm, Ġslami hareketleri de etkisi altına almaya baĢlamıĢtır. Bu dönemde artık ―merkez‖; ekonomik, siyasal ve toplumsal ―çevre‖ üzerindeki etkisini kaybetmeye baĢlamıĢtır.15 Bu etkinin yitirilmesinin en önemli sebepleri olarak, küreselleĢme ve onun sosyoekonomik boyutunu teĢkil eden Neo-liberalizm gösterilmektedir.16 Böylece 20. Yüzyılın son 11 Ġhsan Eliaçık, herhangi bir oluĢum içerisinde yer almamakta fakat bu gruplardan KAMU-DER‘e destek vermektedir. 12 Pakistan‘da Cemaat-i Ġslami lideri Ebu‘l al-a Mevdudi, Mısır‘da Ġhvan-ı Müslimin‘in (Müslüman KardeĢler) en etkili isimlerinden olan Seyyid Kutub ve Ġran‘da devrime giden süreçte önemli bir etkide bulunan Ġslamcı entelektüel Ali ġeriati‘nin eserlerinin Türkçe‘ye kazandırılmasıyla Ģekillenmeye baĢlayan Türkiye Ġslamcılığı, özellikle 1970‘lerden itibaren toplumsal faaliyet alanında görünür bir radikalleĢme süreci yaĢamıĢtır. 13 Kentlerin varoĢlarında yoksul bir ―kast‖ın oluĢmasına sebebiyet veren ve iĢsizlik, açlık ve ümitsizliğin hakim olduğu bir atmosferi doğuran bu göç olgusu, ―kurtuluĢçu‖ bir karakter olarak ortaya çıkan Ġslamcılığın kitleselleĢmesinde önemli etkilerde bulunmuĢtur. 14 KüreselleĢme olgusu, radikal söylem ve hareketleri ―aĢındırma‖ ―liberalleĢtirme‖ potansiyeline sahiptir (Bilici, 2011). Bilici‘ye bu süreçte radikal Ġslamcılık da liberalleĢme eğilimi göstermiĢtir. 15 Taslaman bu olgu için, ―merkezden çevreye güç transferi‖ ifadesini kullanmaktadır (Taslaman, 2011:164). Türkiye‘de 1980‘lere gelindiğinde merkezin kontrolündeki alanların, özellikle ekonomik gücün, çevrede bulunan kesimler tarafından paylaĢılmaya baĢlandığı görülmektedir. Bu dönemin çevresel güçlerinden olan Ġslamcılar, hızla etkisini göstermeye baĢlayan küreselleĢmenin de desteğiyle merkeze doğru bir hareketliliğin özneleri olmuĢlardır. Kısacası, merkezin imkânlarından uzun süre mahrum kalan Ġslamcılar, 1980‘lerle birlikte küreselleĢmenin de etkisiyle merkezden transfer edilen güce ortak olmaya baĢlamıĢtır. 16 ―Neo-liberalizm, sermaye birikiminin önündeki tıkanıklığı aşan, refah devleti gibi engelleri bir bir yok eden ve hem uluslararası kuruluşlar, hem de ulusal devletler aracılığıyla kendini dünyaya dayatan fikir ve pratikler bütünüdür‖ (Gambetti, 2009:148). Neo-liberalizmin Türkiye‘de iĢe koĢulduğu tarih, genellikle 24 Ocak Kararları‘nın uygulanmaya baĢladığı 1980 yılı olarak kabul edilmektedir. Neo-liberalizm, Amerika ve Avrupa‘da klasik liberalizmin tıkanmaya baĢlayan sermaye birikiminin önündeki engelleri aĢmak üzere hayata geçirilmiĢ 420 çeyreğinde dünyaya damgasını vuran Neo-liberal politikaların ve KüreselleĢmenin etkisiyle birlikte Ġslamcılığın temel karakterlerinden sayılan Batı karĢıtlığı, yerini Batı‘nın demokratik ve liberal tasavvuruna bırakmıĢtır (Gülalp, 2003:159). Dolayısıyla Modern çağın gereklerine Batı‘ya muhalif kalarak uymak isteyen Ġslamcılık, merkezin gücüne ortak olma pahasına Batılı değerleri benimsemiĢ ve ―liberalleĢme‖ temayülü göstererek idealinden uzak bir noktaya gelmiĢtir.17 Siyasal Ġslam ve Ġslami gruplar Neo-liberalizmle ittifak yaptıkça ve karĢılaĢtıkça kimliklerinde dönüĢümler yaĢamıĢlardır.―Ġslami kesimin geniĢ bir bölümü, devletten bağımsızlaĢmayı sağladığı ve devlet kendilerine yeni fırsat alanları sunduğu için liberal politikaları severek kabul etmiĢ; fakat böylelikle kendi dünya görüĢlerine rakip bir ideolojiye de bağırlarını açmıĢlardır‖ (Taslaman, 2011:175). Böylece küreselleĢme, Ġslamcılık için yepyeni imkânlar üretmek suretiyle Ġslamcı radikalizmi paradoksal bir Ģekilde aĢındırmıĢtır (Bilici, 2011:800). Radikal Ġslamcılığı etkisi altına alan toplumsal dönüĢümde, bu dönemde etkili olmaya baĢlayan ―Ġslami burjuvazi‖nin önemli bir rolü söz konusudur. Haenni‘ye göre Ġslamcı düĢüncenin bu Ģekilde dönüĢümü, ―ĠslamlaĢma‖ süreçlerinin burjuvalaĢmasıyla yakından iliĢkilidir. Zira Ġslami hareketin ideolojik-kavramsal-anlamsal çekirdeğinin bu dönüĢümü, Ġslami bir burjuvazinin sosyal ve ekonomik yükseliĢiyle eĢ zamanlı yaĢanmıĢtır (Haenni, 2011:18). ―Merkez‖e yaklaĢan ve merkeze yaklaĢtığı ölçüde liberal söylemleri benimsemeye baĢlayan Ġslamcılar, ekonomik anlamda ―Ġslami burjuva‖ sınıfını güçlendirmiĢ ve yeni imkânlar elde etmiĢlerdir.18 ―Bu sürecin sonunda, bir bakıĢ açısına göre ‗yeĢil sermaye‘ veya ‗Ġslamcı sermaye‘, diğer bir bakıĢ açısına göre ise ‗Anadolu kaplanları‘ adı verilen Anadolu sermayesi olarak nitelenebilecek yeni bir olgu ortaya çıkmıĢtır‖ (Demir, 2011:870). 1990‘lı yıllara gelindiğinde, sözü edilen ―liberalleĢme‖ eğilimi sonucunda Ġslamcı görüĢü benimseyen toplumsal kesimlerin yaĢam biçimlerinde önemli değiĢimler görülmeye baĢlanmıĢtır. Artık bu dönemde ―Ġslam; kamuoyunun gündeminde daha çok Ġslami holdingler, Ġslami tatil mekanları, Ġslami güzellik salonları ve tesettür defileleri aracılığıyla gelmeye baĢlamıĢtır‖ (Çayır, 2008:10). Böylece Ġslamcılığın kültürel anlamda yaĢadığı bu değiĢim, ―Kitle kültürünün Ġslami alan içerisine sızması‖yla sonuçlanmıĢtır (Haenni, 2011:60-61). Erkilet‘e göre Ġslamcılık, sisteme alternatif olsun diye ürettiği kurumlar eliyle sisteme eklemlenmiĢtir (Erkilet, 2011:693). Batı karĢısında bir alternatif olma umuduyla ortaya çıkan Ġslamcılık, bu dönemde ―Ġstanbul burjuvazisi‖ne alternatif olarak kurulan MÜSĠAD gibi sermaye kuruluĢlarının ve Refah Partisi gibi siyasal partilerin etkisiyle radikalliğin liberalizme dönüĢtüğü süreçlerden geçerek ―merkez‖e yerleĢmeye baĢlamıĢtır. ―Tüm bunlarla birlikte ironi ve paradoksal biçimde Türkiye‘nin en liberal, en demokrat, en sivil toplumcu, en Avrupa Birlikçi kesimi haline gelen Müslümanlar açısından, Ġslam‘ın bir medeniyet inĢası düĢüncesi anlam ve önemini yitirmiĢtir‖ (Erkilet, 2004:164). 1990‘ların baĢından itibaren Ġslami hareketin radikal kanadı Müslümanların hızla burjuvalaĢmasının ve sisteme eklemlenmesinin yarattığı ya da beslediği bir hayal kırıklığı içinde kendi üzerine dönüp özeleĢtirisini yapma sürecine girmiĢtir (Erkilet, 2011:693).19 Kentel‘e göre, ―çatıĢmacı yeni bir modelidir. Amerika/Reagan ve Ġngiltere/Thatcher gibi önemli uluslararası aktörlerle temsil edilen Neoliberalizm (Ġnsel, 2004:9), Türkiye‘de Özal‘la önemli bir çıkıĢ yapmıĢtır (Taslaman, 2011:237). 17 Ġslamcı düĢüncenin liberalizme sempati beslemeye baĢlamasının sebebini, liberalizmin hem siyasal ve hem de ekonomik modellerinin devletin müdahale alanını daraltma idealini benimsiyor olmasına bağlamak gerekir. Zira Türkiye Ġslamcılığının Kemalist devletin topluma ve siyasete müdahalesini etkisizleĢtirmek istemesi ve ekonomik anlamda ―devlet destekli Ġstanbul burjuvazisine‖ karĢı ―Anadolu burjuvazisine‖ fırsat verilmesini istemesi, onu liberalizmin talepleriyle ortaklaĢtırmıĢtır. 18 Yerel yönetimlerin de etkisiyle sermaye alanlarına adım attığı ölçüde onun imkanlarından yararlanmaya baĢlayan Ġslamcılar, ekonomik anlamda çevredeki fırsatları değerlendirmiĢlerdir. Yavuz‘a göre, 1989 ve 1994 yıllarında yapılan yerel seçimlerde birçok il ve ilçede belediye baĢkanlığını alan RP, bu yerel yönetimler aracılığıyla ―yerel sermaye‖sini güçlendirmeye baĢlamıĢtır (Yavuz, 2011b:72). 19 Kenan Çayır‘ın Türkiye'de İslamcılık ve İslami Edebiyat (2008) adlı çalıĢması, 1990‘lı yıllara gelindiğinde ortaya çıkmaya baĢlayan Ġslamcı ―özeleĢtiri‖ kültürünü ve Ġslami hareketlerde baĢlayan dönüĢümleri Ġslami romanlar üzerinden ele almaktadır. Çayır, 1990‘larda Ġslami hareketlerde meydana gelen dönüĢümün romanlara da yansıdığını ve 1970‘li yıllarda baĢlayıp 1980‘li yıllarda yazılmaya devam edilen romanları ―Hidayet 421 siyasal bir kimlik‖ olarak kendine güven duyan Ġslami hareket, 28 ġubat‘ta ―siyasal Ġslam‘a karĢı sürdürülen savaĢla‖ birlikte ciddi bir yara almıĢ ve bu darbenin etkisiyle hem çatıĢmacı özelliğini, hem de kendine duyduğu güveni büyük ölçüde kaybederek yeni bir aĢamaya girmiĢtir (Kentel, 2011:23). 28 ġubat‘ın ardından hem siyasal anlamda hem de toplumsal anlamda Ġslamcı düĢünceyi benimseyen kesimlerin neredeyse tümünde özeleĢtiriler artmıĢ ve Ġslamcı kültür ve siyaset önceki dönemden daha hızlı bir dönüĢüm sürecine girmiĢtir. 28 ġubat sonrasında, siyaset sahnesinde Ġslamcı kimliklerinden yavaĢ yavaĢ uzaklaĢan Ġslamcı partiler (FP; SP ve AKP), kendileri için tek çıkıĢ yolunun liberalleĢmeyi kabul etmek olduğunu görerek, hızla kabuk değiĢtirmiĢler ve yeni misyonlarını, Türkiye‘de demokrasi kültürünü geliĢtirmek olarak belirlemiĢlerdir (Kurtoğlu, 2011:215). FP‘nin kapanmasının ardından, Milli GörüĢ Hareketi Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ve Saadet Partisi (SP) olarak ikiye bölünmüĢtür.20 3 Kasım 2002 seçimlerinde AK Parti %35 oy olarak tek baĢına iktidar olmuĢtur.21 ―AKP kadrosu, bu ikinci nesil Müslüman politikacılar, ilk nesilden çok farklı olarak hem global sistem ile hem de Türkiye‘deki AB taraftarı kesimlerle yakın iliĢki halinde olmuĢtur‖ (Yavuz, 2011a:601). Parti, kimliğini ―muhafazakar demokrat‖ olarak tanımlamıĢ ve ―muhafazakarlık‖ kimliğini Batılı anlamda neo-liberalizmle iliĢkili bir biçimde geliĢtirmiĢtir. Örneğin AK Parti‘nin parti programında, ―tüm kurum ve kurallarla iĢleyen piyasa ekonomisinden yana‖ bir tavır ve uluslararası rekabet gücünü benimseyen bir anlayıĢ savunulmaktadır.22 Bu bakımdan, AK Parti‘nin neomuhafazakar kimliğinin, neo-liberal politikaları da içerdiğini ve tesis ettiğini ifade etmek mümkündür.23 Nitekim parti, kuruluĢundan itibaren neo-liberal politikaları benimsediğini göstermiĢ, iĢ dünyasındaki tereddütleri gidermek için de önemli çabalar sarf etmiĢtir (Ataay, 2008:84). 1.2. “Hegemonya” ve Ġslamcılığın Massedilmesi Cihan Tuğal, radikal Ġslamcılığın dönüĢümünü ve ―sınıflar arası ittifakın‖ tahkim edilmesini ―hegemonyanın kuruluĢu ve radikalizmin massedilmesi‖ olarak ifade eder (Tuğal, 2011.15). Ġslamcılığın dönüĢümünü ve Ġslami radikalizmin AK Parti‘ye eklemlenerek massedilmesini ―Pasif Devrim‖ kavramıyla açıklayan Tuğal‘a göre bu kavram, egemen kesimlerin kendi yönetimleri için gönüllü rıza (―hegemonya‖)24 kurmalarını sağlayan yollardan biridir (a.g.e:16). 2000‘ler Türkiye‘sinde neo-liberal politikaların uygulayıcısı olan AK Parti‘nin baĢarısı, dindar burjuvazinin iĢçi sınıfının desteğini kazanma becerisinin ve bu politikaları alt sınıflara kabul ettirebilmesinin bir sonucudur (Güzel, 2012:410; Yıldırım, 2010:289; Ataay, 2008:95). Tuğal‘a göre dindar iĢadamları çevresi kendi vizyonunu AK Parti kanalıyla dindar halk kesimlerinin ve eylemcilerin vizyonu haline getirmiĢ ve böylece neredeyse tüm Ġslamcılar MÜSĠAD‘ın muhafazakar çizgisine kaymıĢtır (Tuğal, 2011:20). 80‘li ve 90‘lı yılların radikal Ġslamcıları en son AK Parti‘nin iktidar olmasıyla birlikte sisteme massedilmiĢ ve sistem karĢıtı radikalizm liberalleĢtirilerek sistemle bütünleĢmiĢtir. Böylece Ataay‘ın da iĢaret ettiği hegemonya yeniden tesis edilmiĢ, Ġslamcı gelenekten kopan AK Parti, 1991-2002 yılları arasında temsil krizine giren merkez sağın temsil ettiği neo-liberal hegemonyayı 2002‘den sonra romanları‖ olarak; 1990‘lı yıllardan sonraki bireyleĢmenin baĢladığı dönemde yazılmaya baĢlayan romanları ise ―özeleĢtirel romanlar‖ olarak kavramsallaĢtırmaktadır. 20 ―Yenilikçiler‖ (AK Parti) ve ―gelenekçiler‖ (SP) olarak bilinen bu partiler içerisinden SP, Milli GörüĢ geleneğinin temsilcisi olarak bilinmektedir. Bu yeni dönemin siyasetini belirleyecek ve üst üste tek baĢına iktidar olacak olan parti, ―yenilikçiler‖i temsil eden AK Parti olacaktır. 21 3 Kasım 2002‘de yapılan Genel Seçim sonuçları için bkz. http://www.ysk.gov.tr/ysk/docs/2002MilletvekiliSecimi/gumrukdahil/gumrukdahilgrafik.pdf EriĢim: 15 Nisan 2013. Saat: 22:43. 22 AKP Parti Programı, (tarihsiz), http://www.akparti.org.tr/site/akparti/parti-programi#bolum_ eriĢim: 16 Nisan 2013, 00:49. 23 Gambetti‘ye göre neo-liberalizmin Türkiye‘de tam manasıyla tesis edilmesini sağlayan aktör muhafazakâr çizgideki AKParti olmuĢtur (Gambetti, 2009:162). 24 Tuğal, Gramsci‘nin ―hegemonya‖ kavramını revize ederek Ģöyle tanımlamaktadır:1) Tahakküm ve eĢitsizlik için rızanın, 2) günlük yaĢamın, uzamın ve ekonominin belli otorite örüntüleriyle özgül Ģekilde eklemlenmesi yoluyla, 3) belli bir önderlik tarafından, 4) Farklılıklardan birlik yaratmak suretiyle örgütlenmesi (Tuğal, 2011:37). 422 yeniden üretmeyi baĢarmıĢtır (Ataay, 2008:71-72). Hegemonyanın tesisiyle ve toplumsal desteğin sağladığı meĢruiyetle birlikte iktidar tahkim edilmiĢ ve bu meĢruiyetin sunduğu olanaklarla sermaye lehine politikalar iyice pekiĢmiĢtir. Tuğal‘ın da ifade ettiği gibi ―Ġslamcılığı kesin olarak bırakıp‖ AK Parti ile birlikte düzenle uzlaĢan eski Milli GörüĢçü ve diğer Ġslamcılar, zamanla ―servet ve lüks birikimine yoğunlaĢmıĢlardır‖ (Tuğal, 2011:236-237). 90‘lı yıllar boyunca Ġslamcı muhalefet grupları içerisinde ―sistemle mücadele eden‖ kesimlerin bir kısmı AK Parti‘nin iktidarı döneminde ―sisteme entegre olmuĢ‖, bir diğer kesim ise ―hayal kırıklığı‖ yaĢayarak muhalif konumda kalmayı tercih etmiĢtir. AK Parti‘nin iktidara gelmesinden sonra, Ġslami kesim içerisinden kapitalizm ve neo-liberalizme dair eleĢtiriler yükselmeye baĢlamıĢ ve bu eleĢtirileri yapan gruplar, Ġslam‘ın sermayenin karĢısında olduğuna dair Ġslami bir yorum geliĢtirmiĢlerdir. 1.3. Hegemonyanın Reddi: Anti-Kapitalist Müslümanlar KüreselleĢme ve 90‘lı yıllarda güçlenmeye baĢlayan Ġslami sermaye gibi Ġslamcılığın dönüĢümüne kapı aralayan temel süreçler, AK Parti‘nin iktidar olmasıyla birlikte hızlanmıĢ ve sonuç olarak iktidar karĢıtı ve ―sınıfsal‖ bir itirazı doğurmuĢtur. Ülkedeki ana akım Ġslami gruplar ve Ġktidara muhalif olabilecek çeĢitli oluĢumlar bu dönemde ―hegemonya‖ ile tek tek sisteme eklemlenirken, ―hegemonya‖yı besleyen iktidar politikalarını reddeden muhtelif Ġslami gruplar ekonomi-politik faaliyetler baĢta olmak üzere iktidarın temel politikalarına karĢı bir muhalefet kategorisi olarak belirmeye baĢlamıĢtır.25 Anti-Kapitalist Müslüman gruplar ―hegemonya‖nın ürettiği ―rıza‖yla iktidara eklemlenen diğer Ġslami kesimlerin aksine ―hegemonya‖ya ―itiraz‖ geliĢtirmiĢ ve iktidara karĢı rijit bir muhalefet özelliği gösterebilmiĢtir. Bu grupların hegemonyaya ―rıza‖ göstermemesinin en önemli sebebi, içerisinde hegemonyanın üreticisi konumundaki iktidarın da dâhil edildiği toplumun genelini kuĢatan ‗geleneksel Ġslam‘dan ayrı bir Ġslam yorumunu benimsiyor olmalarıdır. Anti-kapitalist Müslümanlar, topluma hakim olan ‗geleneksel Ġslam‘dan farklı, anti-kapitalist ve anti-emperyalist olmakla birlikte, sosyal gerçekliği, pratiği ve rasyonaliteyi ön plana alan bir Ġslam anlayıĢını benimsediğinden, kültürel hegemonyanın kuĢatıcı, homojenleĢtirici ve sisteme eklemleyici pratiklerine karĢı doğal olarak ―bünyesel bir uyuĢmazlık‖ sergilemektedirler. Hatırı sayılır bir Müslüman çoğunluk iktidarla aynı kültürel ve dini kodları paylaĢmanın verdiği bir tür ‗iktidar bizden‘ algısının doğal sonucuyla kültürel hegemonyanın kuĢatıcı pratiklerine maruz kalırken, iktidarın politikalarına kategorik bir muhalefet yürüten Anti-Kapitalist Müslümanlar bu hegemonyanın dıĢında kalabilmiĢtir. Bir tarafta dindar otorite figürleriyle aynı dinden olmanın vermiĢ olduğu bir özdeĢleĢme duygusunu yaĢayan kesimin ―rıza‖sı söz konusuyken, diğer tarafta otorite figürünün kendi dininden olmasını bir kenara bırakıp onun dinsel kavramlar olarak adalet, eĢitlik ve özgürlük aleyhine olduğunu düĢündüğü politikalarına itiraz eden ―hegemonya-dıĢı‖ bir muhalif Ġslami kesim söz konusudur. Böyle bir sürecin sonunda ortaya çıkan Anti-Kapitalist Müslümanlar, ―içeriden‖ bir itirazın örgütlü bir yapıya dönüĢmüĢ biçimidir. Örneğin TOKAD derneğinin kurucusu olan Ahmet Örs‘ün söyledikleri, bu derneğin kuruluĢundan itibaren gerçekleĢtirilen faaliyetlerin ve eylemlerin seyrinin AK Parti iktidarının ekonomi politikalarına bir itiraz biçiminde geliĢtiğine iĢaret etmektedir. Örs‘e göre, Türkiye halkının AK Parti eliyle kapitalizm ve sermaye lehine ―sömürgeleĢtirildiği‖ bu dönemde, Müslümanlığın gereği bu politikalara karĢı açıktan muhalefet geliĢtirmek olmalıdır: Derneğimizin emek meselesine yoğunlaşmasında AKP sürecinin (…) iktidarını pekiştirmesi etkili oldu. Artık 28 Şubat‟ın gerçekten neden ve kimler tarafından yapıldığının tarafımızca belli edilmesi muhalefetimizi bu alana kaydırmamıza vesile oldu. Çünkü tamam, anlaşıldı, bunlar iktidar oldular ama bunlar küresel kapitalizmin taşeronu. Bütün kamudaki fabrikaları 25 Örneğin 2006 yılının Aralık ayında bir araya gelen ve ―Müslüman Sol‖ hareket olarak bilinen, içerisinde hem Ġslami ve hem de sol kesimden isimlerin bulunduğu giriĢim buna örnek olarak verilebilir. ―Yeni Siyaset GiriĢimi‖ baĢlıklı bir metinle kamuoyuna deklare edilen ―Müslüman Sol‖ hareketin ömrü fazla uzun sürmemiĢ, hareket, kurucuları Haluk Özdalga ve Ertuğrul Günay‘ın 2007 Genel Seçimleri‘nde AKParti‘den milletvekili seçilmeleriyle birlikte sona ermiĢtir. Tıpkı HAS Parti gibi Ġslami camia içerisinden ortaya çıkan muhalif seslerin massedilmesine örnek olarak verilebilecek Yeni Siyaset GiriĢimi deneyimi, ortaya çıkabilecek bir ―içeriden muhalefet‖in soğurma stratejilerinin devreye sokulması suretiyle bertaraf edilmesine verilebilecek örneklerdendir. 423 satıyorlar, özelleştiriyorlar, işçileri 4-C‟ye mahkûm ediyorlar. Onlar da 10 yıldır insanları asgari ücret köleliğine mahkum ediyorlar. İşte Başbakan diyor ki “Paranın dini imanı olmaz, bütün sermaye işte Türkiye‟ye gelebilir, hepsinin başımın üstünde yeri vardır.” Avrupa Birliği, NATO süreçlerini de bu çerçevede değerlendiriyor. Dolayısıyla Türkiye‟nin, Türkiye halkının açık bir şekilde sömürgeleştirildiği bir maksat, AKP eliyle sömürgeleştirildiği bir maksat ortaya çıktı. Bu durumda da Müslümanlık elbette buna karşı koymak zorunda (Ahmet Örs‘le 2 Aralık 2012 tarihli görüĢme). Anti-Kapitalist Müslümanlar içerisinde AK Parti öncesi dönemde sisteme muhalif olan Ġslamcıların bazıları, bugün de açıktan AK Parti‘nin politikalarına -özellikle ekonomi-politik faaliyetlerine- karĢı çıkmakta ve ―omuz omuza mücadele ettikleri eski yol arkadaĢlarının‖ sisteme entegre olmasının hayal kırıklığını yaĢamaktadır.26 Milli GörüĢ hareketi döneminde aynı siyasal hareket içerisinde bulundukları muhalif çevreleri artık AK Parti ile birlikte ―sisteme eklemlendikleri‖ ve ―devletin çeĢitli bürokratik kademelerine yerleĢerek‖ sermayedar oldukları gerekçesiyle eleĢtirmeye baĢlamıĢlardır. 80 ve 90‘lı yıllarda Ġslami hareket içerisinde muhalefet sürdüren Ġhsan Eliaçık‘a göre Ġslamcılar Ģimdi tamamen devletin güdümüne girmiĢ ve artık ―imkânların baĢına geçmeye‖ baĢlamıĢlardır: Ya, dışlanmış kitlelerin devlet kaynaklarına ulaşması ve bunun onlarda yarattığı etkilerdir bunlar. Çünkü bu kitleler yıllarca dışlanmışlardır. Yanaştırılmamışlar devlet imkânlarına. Türkiye‟de devlet öyle bir konumlanmış ki, kim o suyun başına geçerse bundan yararlanıyor. Şimdi işte, iktidarla birlikte bunlar (İslamcılar) imkânların başına geçmeye başladılar. (…) Benim hükümetle hiçbir ilişkim yok şu anda. Beş kuruşluk ilişkim yok yani. Yani bu yazar-çizer taifesi ne oluyor, onlara da şöyle maişet dağıtıyorlar. (…) Öbürü vakfa arsa veriyor, öbürü bilmem ne veriyor. Dolayısıyla bunlar hepsi bu işin içindeler. Ve hükümeti, gıkları çıkamaz yani, eleştiremezler. Benim ise kaybedecek hiçbir şeyim yok. Çünkü beş kuruşluk ilişkim yok (Ġhsan Eliaçık‘la 30 Nisan 2013 tarihli görüĢme). GörüĢmecilerin tamamı, mevcut hükümetin ekonomi-politik faaliyetlerinin tamamen neo-liberal piyasa ekonomisinin yerleĢik kılınması doğrultusunda iĢlediği kanaatindedir. Bu ekonomi-politiğin de 12 Eylül darbesiyle ve 24 Ocak kararlarıyla Ģekillenmeye baĢlayan Neo-liberalizmin ileri bir aĢamasına tekabül ettiği, dolayısıyla sınıfsal çeliĢkileri derinleĢtirmeye baĢladığı ve ekonomik çıkarı tamamen sermayeyi gözeterek iĢlevsel kıldığı düĢünülmektedir. Bu anlamda hükümetin küresel sermayenin ―taĢeronu‖ olduğunu ısrarla vurgulayan görüĢmeciler; kentsel dönüĢümün, kamu varlıklarının özelleĢtirilmesinin, taĢeronlaĢmanın, esnek çalıĢma koĢullarının ve asgari ücretin, eğitim ve sağlık gibi kurumların emekçiler ve halk aleyhine piyasalaĢtırıldığını vurgulamaktadır. Dolayısıyla Ġslami kesimde baĢlayan ekonomik büyüme ve burjuvalaĢma eğilimi, yine Müslümanlar içerisinden bu duruma muhalif sınıfsal itirazların yükselmesine zemin hazırlamıĢtır. Bu Ġslami muhalefet, hükümetin ekonomi-politik politikalarının yerleĢikleĢmesine paralel olarak; Ġslami düĢüncede teoriden pratiğe, iman ve itikat alanından toplumsal gerçekliğe, sermayeye kayıtsızlıktan sermaye karĢıtlığına ve emek lehine geliĢen politikalara doğru bir dönüĢüm yaĢamıĢtır. Ġktidarda temsil edilen Ġslam anlayıĢına karĢı ―asıl Ġslam bu değil‖ Ģeklinde bir refleksle ortaya çıkan bu itirazlar27; Ġslam‘ın kapitalist bir yorumunun söz konusu olamayacağını, aksine onun eĢitsiz mülkiyet iliĢkilerini ve emek-sermaye çeliĢkisini eleĢtirinin merkezine alan, sosyal adaletçi ve anti-kapitalist bir yorumunun olabileceğini savunmaktadır: Klasik liberal bir iktidarın ve yahut da sosyal demokrat bir iktidarın yaratacağı toplumsal hak mahrumiyetleri bizim zaten beklediğimiz bir durumken, İslam referansıyla kendini inşa etmeye çalışan bir iktidarın yaratacağı hak mahrumiyetleri aynı zamanda bir özeleştiri yapmamıza neden olur. Yani bu özeleştiri de şu şekilde gelişti: Dedik ki, kardeşim burada bizim söylem birliği söz konusuydu. Yani Refah-Yol hükümeti döneminde Recep Tayyip Erdoğan‟lar 26 Ġhsan Eliaçık, Mehmet Bekaroğlu, Mehmet Efe, Eren Erdem ve Ahmet Örs bu isimlerin en bilinenleridir. GörüĢmecilerden biri, ―asıl Ġslam buysa‖ refleksini Ģu Ģekilde özetlemektedir: ―Bak ‗Anti-Kapitalist Müslüman‘ niye denildi biliyor musun? Çünkü onlar Müslümansa biz Müslüman değiliz, ya da gerçek Müslüman biziz, onlar Müslüman değil. Yani ―leküm dinikum veliye din‖ (onların dini onlara, bizim dinimiz bize) (16. GörüĢmeci, Rebeze Kültür Evi, Erkek). 27 424 dâhil olmak üzere, bugünkü kabineyi oluşturan unsurların tümü Amerikan emperyalizmine, İsrail Siyonizm‟ine çok net tavır koyan kimselerdi. Bunlar kalkarlardı Amerika‟ya küfür ederlerdi, şöyle ederlerdi, böyle ederlerdi. Hatta ve hatta demokrasi kavramı karşısında tavırları da çok net ve belirgindi. Daha sonra bunları bu noktaya getiren sürecin ne olduğunu tarttığımızda (…) demek ki biz Müslüman kavrayışın bireyle mülkiyet ilişkisini kurgulayacak, ya da doğru kurgulayacak done üzerine tartışmamışız, kafa yormamışız diye bir sonuç ortaya çıktı (Eren Erdem‘le 30 Ağustos 2012 tarihli görüĢme). Erdem‘in de ifade ettiği gerçek, geliĢme kaydeden Ġslami burjuvazinin sermayeyle (Erdem‘in ifadesiyle ―mülk‖le) kurduğu direkt iliĢkinin ―muhalif kalabilen‖ Ġslami gruplar içerisinde bir ―özeleĢtiriye‖ kapı aralamıĢ olmasıdır. Dolayısıyla iktidara hegemonya süreçleriyle eklemlenen Ġslamcıların aksine, bazı gruplar ―içeriden‖ muhalefet geliĢtirerek muhalif kimliklerini farklı bir boyuta taĢımıĢlardır. Normal durumda iktidarda bulunanlarla aynı dini paylaĢmak hegemonyaya ―rıza‖ üretirken, aksine burada muhalif olmanın gerekçesini oluĢturmaktadır. Zira belirli bir kesimin iktidara gelerek ―mülkiyetle‖ direkt bir iliĢki kurması, Ġslami harekette sermaye ve mülkiyetle kurulan iliĢki ekseninde bir ayrıĢmanın yaĢanmasında baĢat bir iĢlev görmüĢtür. 1.4. “Refah Teolojisi”ne KarĢı “Anti-Kapitalist Teoloji” Ġslamcılığın dönüĢümünün ana sebebi olarak görülen Ġslami sermaye güçleri ve özelde MÜSĠAD, sermayenin Müslümanların elinde bulunması gerektiğini ve Müslümanların ancak bu Ģekilde güçlü olabilecekleri görüĢünü savunmaktadır. Haenni, ―Piyasa Ġslamı‖nın aktörlerinin dinsel algılarını ―Refah teolojisi‖ kavram çiftiyle özetlemektedir. Ona göre Müslüman sermaye aktörlerinin ―Refah teolojisi‖ni meĢrulaĢtırmak üzere en sık vurguladıkları konuların baĢında, Ġslam Peygamberi ve onun çevresindekilerin zengin olduklarına dair rivayetler yer almaktadır. Dolayısıyla ―Piyasa Ġslam‘ı en çok tüccar peygamber karakteriyle‖ beslenmektedir (Haenni, 2011:86). Anti-Kapitalist Müslümanlar‘ın Peygamber telakkisi ise, Ġslami burjuvazinin tam zıttı olarak; Peygamberin ―serbest piyasa‖nın sağladığı birikimin karĢısında olacağı, birikimin yoksullar lehine dağıtılması gerektiğini savunacağı ve ―eĢitlikçi‖ bir düzen tesis etmeyi arzu edeceği yönündedir. ―Refah teolojisi‖nin din algısının Ġslam‘a aykırı olduğunu düĢünen ―Anti-kapitalist teoloji‖, Ġslam‘ın birikime karĢı olduğunu Peygamber‘in yaĢamından örnekler vererek ve Kur‘an‘dan ayetleri yorumlayarak vurgulamaktadır. Dolayısıyla ―Anti-kapitalist teoloji‖ sermaye karĢısında emeğe ve eĢit bölüĢüme vurgu yaparken, ―refah teolojisi‖ ise birikime ve sermayeye vurgu yapmaktadır. SONUÇ Bu çalıĢmadan çıkarılabilecek en genel sonuç, Anti-Kapitalist Müslümanlar‘ı ortaya çıkaran sürecin, Ġslamcılığın dönüĢümü ve iktidara eklemlenmesi ile yakından iliĢkili olduğudur. GörüĢmelerden elde edilen verilerin de gösterdiği üzere Anti-Kapitalist Müslümanlar, AK Parti‘nin iktidara gelmesiyle birlikte tekil olarak bu iktidara karĢı eleĢtirel kimliklerini ortaya koymaya baĢlayan Müslümanların, ilerleyen süreçte kapitalizm karĢıtlığı temelinde örgütlü yapılar kurmaları sonucu oluĢan Ġslami muhalefet kategorisidir. Anti-Kapitalist Müslümanlar‘ın önceleri baĢörtüsü ya da namazı yasaklayan politikalara karĢı bir itiraz üzerinden geliĢen retoriğinin, zamanla emek-sermaye çeliĢkisi ve kapitalizm gibi ekonomi-politik kategorilere karĢı bir itiraza dönüĢtüğü görülmüĢtür. Dolayısıyla hükümetin ―sermaye‖ lehine belirlenen ekonomi-politik faaliyetlerinin, temel retoriğini ―emek‖ lehine inĢa eden bir itirazı doğurduğu söylenebilir. Bu itirazın Ġslami bir zeminde geliĢmesi ise Ġslami hareketteki ayrıĢmanın sınıfsal bir boyuta taĢındığı gerçeğine iĢaret etmektedir. DönüĢen Ġslamcılığın iktidarda temsil edilmesiyle birlikte Ġslami hareketin büyük bir kısmı ―kültürel hegemonya‖ ile sisteme soğurulmuĢ, diğer kısmı ise iktidarın ekonomi-politik faaliyetlerine itiraz geliĢtirdiği için ―hegemonya‖nın etkisinin dıĢında kalmıĢtır. ―Hegemonya‖nın dıĢında kalan Ġslami gruplar, AK Parti‘nin ekonomi politikalarının etkisiyle zamanla ―emek‖ lehine ve sermaye aleyhine bir muhalif retorik geliĢtirmiĢtir. Böylece bir tarafta ―sermaye‖ diğer tarafta ise ―emek‖ politikalarıyla, Ġslami hareketler sınıf temelli bir ayrıĢma sürecine girmiĢtir. Aynı Ġslami gelenekten gelenlerin bir kısmı iktidar olmanın sağladığı ―fırsat alanları‖nı kullanmak suretiyle sermaye ve bürokrasiyi ―Ġslami burjuvazi‖ lehine güçlendirmiĢ, bir diğer kesim ise iktidarın dıĢında ve onun sunduğu olanakların karĢısında kalarak ―Ġslami proletarya‖ olarak ifade edilebilecek bir muhalif kategori inĢa etmiĢtir. 425 Dolayısıyla ―Ġslami sermaye‖ye karĢı ―Ġslami emek‖ retoriğinin inĢa edildiğini ve bu sebeple Ġslami harekette yaĢanan ayrıĢmanın bir sınıflaĢmaya doğru evrildiğini söylemek mümkün olmaktadır. Ġslami harekette yaĢanan bu ayrıĢmada, geniĢ Ġslami kesimleri sisteme entegre olmaları ve sermaye ile Ġslami olmayan bir iliĢki biçimi geliĢtirmiĢ olmaları dolayısıyla eleĢtiren Anti-Kapitalist Müslümanlar, ―mülk‖ ve ―emek‖ temelli teolojik bir yorum geliĢtirmiĢlerdir. Sermayenin belirli ellerde toplandığı ve toplumun büyük kesiminin bu sermayeden mahrum edildiği sistemi ―tüccar Peygamber‖ ya da ―serbest piyasacı Peygamber‖ karakterlerini kullanmak suretiyle meĢrulaĢtıran ―refah teolojisi‖ne karĢı ―emek‖in en önemli değer olduğunu ―emekçi Peygamber‖ karakteriyle savunan ―anti-kapitalist teoloji‖; bölüĢümün, paylaĢımın ve ―infak‖ın merkezde olduğu bir Ġslami yorum geliĢtirmiĢtir. Dolayısıyla ―refah teolojisi‖ni ve ―anti-kapitalist teoloji‖yi Ġslami hareketteki ayrıĢmanın ortaya çıkardığı Ġslami yorumlar olarak okumak mümkündür. Özetle, Ġslami harekette iktidar lehine yaĢanan dönüĢüm bir ayrıĢmayı doğurmuĢ ve bu ayrıĢma zamanla sınıfsal bir nitelik kazanmaya baĢlamıĢtır. Dolayısıyla ilerleyen yıllarda Ġslami ve muhafazakar hareketlerin kendi içlerinde sınıflaĢması, ayrıĢması, farklı zeminlerde muhalif politikalar üretmeleri, bu hareketlerin ve Türkiye‘deki mevcut politikaların seyriyle doğru orantılı olarak geliĢecek gibidir. KAYNAKÇA Ataay, F.(2008).Neoliberalizm ve Muhafazakar Demokrasi: 2000‘li Yıllarda Türkiye‘de Siyasal DeğiĢimin Dinamikleri. Ankara: De Ki Yayınları. Bilici, M.(2011). ―KüreselleĢme ve Postmodernizmin Ġslamcılık Üzerindeki Etkileri‖, iç. Modern Türkiye‘de Siyasi DüĢünce Cilt 6 -Ġslamcılık-, (ed. Yasin Aktay), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, 3. Baskı, s.799-803. Bulaç, A.(2011). ―Ġslam'ın Üç Siyaset Tarzı veya Ġslamcıların Üç Nesli‖, iç. Modern Türkiye‘de Siyasi DüĢünce Cilt 6 -Ġslamcılık-, (ed. Yasin Aktay), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, 3. Baskı, s.48-67. Bulut, Y.(2011). ―Ġslamcılık, Tercüme Faaliyetleri ve Yerlilik‖, iç. Modern Türkiye‘de Siyasi DüĢünce Cilt 6 -Ġslamcılık-, (ed. Yasin Aktay), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, 3. Baskı, s.903-926. ÇAKIR, R. (2012).Ayet ve Slogan: Türkiye‘de Ġslami OluĢumlar. Ġstanbul: Metis Yayınları, 10. Baskı. Çayır, K.(2008).Türkiye'de Ġslamcılık ve Ġslami Edebiyat: Toplu Hidayet Söyleminden Yeni Bireysel Müslümanlıklara. Ġstanbul: Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Demir, Ö.(2011). ―Anadolu Sermayesi‖ ya da ―Ġslamcı Sermaye‖, iç. Modern Türkiye‘de Siyasi DüĢünce Cilt 6 -Ġslamcılık-, (ed. Yasin Aktay), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, 3. Baskı, s.870886. Erkilet, A.(2004).EleĢtirellikten Uyuma – Müslümanların Kamusal Alan Serüveni. Ankara: Hece Yayınları. Erkilet, A.(2011). ―1990‘larda Türkiye‘de Radikal Ġslamcılık‖, iç. Modern Türkiye‘de Siyasi DüĢünce Cilt 6 -Ġslamcılık-, (ed. Yasin Aktay), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, 3. Baskı, s.682-692. Gambetti, Z.(2009). ―Ġktidarın DönüĢen Çehresi: Neoliberalizm, ġiddet ve Kurumsal Siyasetin Tasfiyesi‖, iç. Ġstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No:40, Mart 2009, s.145-166. http://www.journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/siyasal/article/view/9355/8693 Gülalp, H.(2003). Kimlikler Siyaseti: Türkiye‘de Siyasal Ġslam‘ın Temelleri, Ġstanbul: Metis Yayınları. Güzel, B.(2012). ―Siyaset Bilimi: Kavramlar, Ġdeolojiler, Disiplinler Arası ĠliĢkiler‖, iç. Ġslamcılık,(yayına haz. Gökhan Atılgan ve E. Atilla Aytekin), Ġstanbul: Yordam Kitap. Haenni, P.(2011).Piyasa Ġslam‘ı: Ġslam Suretinde Neoliberalizm. (çev. Levent Ünsaldı), Ankara: Özgür Üniversite Kitaplığı. 426 Ġnsel, A.(2004). Neo-Liberalizm: Hegemonyanın Yeni Dili, Ġstanbul: Birikim. Kentel, F.(2011). ―1990‘ların Ġslami DüĢünce Dergileri ve Yeni Müslüman Entelektüeller‖, iç. Modern Türkiye‘de Siyasi DüĢünce Cilt 6 -Ġslamcılık-, (ed. Yasin Aktay), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, 3. Baskı, s.721-781. Kurtoğlu, Z.(2011). ―Türkiye'de Ġslamcılık DüĢüncesi ve Siyaset - Pozitivist Yönetim Ġdeolojisinin Ġslam'ın SiyasallaĢmasına Katkısı‖, iç. Modern Türkiye‘de Siyasi DüĢünce Cilt 6 -Ġslamcılık-, (ed. Yasin Aktay), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, 3. Baskı, s.201-216. ġeriati, A.(2005).Dine KarĢı Din. (çev.). Prof. Dr. Hüseyin Hatemi. Ġstanbul: ĠĢaret Yayınları. Taslaman, C.(2011).KüreselleĢme Sürecinde Türkiye‘de Ġslam. Ġstanbul: Ġstanbul. Tuğal, C.(2011).Pasif Devrim: Ġslami Muhalefetin Düzenle BütünleĢmesi. (çev.). Ferit Burak Aydar. Ġstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı. Yavuz, M. H.(2011a). ―Milli GörüĢ Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek‖, Modern Türkiye‘de Siyasi DüĢünce Cilt 6 -Ġslamcılık-, iç. Modern Türkiye‘de Siyasi DüĢünce Cilt 6 -Ġslamcılık-, (ed. Yasin Aktay), Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, 3. Baskı, s.591-603. Yavuz, M. H.(2011b). Erbakan'dan Erdoğan'a Laiklik Demokrasi Kürt Sorunu ve Ġslam, (çev. Leman Adalı), Ġstanbul: Kitap Yayınevi. Yıldırım, E.(2010). ―Emek KarĢısında Adalet ve Kalkınma Partisi‖, Ġç. AK Parti: Toplumsal DeğiĢimin Yeni Aktörleri, (ed. Hakan Yavuz), Ġstanbul: Kitap Yayınevi, s. 287-307. 3 Kasım 2002‘de yapılan Genel Seçim sonuçları, http://www.ysk.gov.tr/ysk/docs/2002MilletvekiliSecimi/gumrukdahil/gumrukdahilgrafik.pdf EriĢim: 15 Nisan 2013. Saat: 22:43. AKP Parti Programı, tarihsiz, http://www.akparti.org.tr/site/akparti/parti-programi#bolum_ EriĢim: 16 Nisan 2013, 00:49. 427 428 TEMSĠLLER VE DIġLAYICI KARAKTERLERĠ: ALEVĠLER ÜZERĠNE BĠR ARAġTIRMA Balım Sultan Yetgin1 ÖZET 20.yy‘ın baĢlarından itibaren özellikle insan/kültür bilimlerinde temsil krizinin baĢ göstermesi ile birlikte, bir baĢka kültürün en iyi nasıl anlaĢılacağı konusunda çok çeĢitli paradigmalar ortaya çıkmıĢtır. Bütün bu paradigmaların sorunsallaĢtırdığı ortak nokta, ben ve öteki, batılı gözlemci ve yerli gözlenen, araĢtıran ve araĢtırılan, bilen özne ve bilinen nesne arasındaki iliĢkidir. Kültür üzerine çalıĢan baĢta etnografya olmak üzere çeĢitli disiplinler, kültür araĢtırmalarında, araĢtırmacının çalıĢtığı insanlar hakkında oluĢturduğu temsilleri ile bu insanların kendileri hakkındaki temsilleri arasında ciddi bir boĢluk/mesafe olduğunu ileri sürmektedirler. Bu boĢluk, Geertz‘in dediği gibi, ötekinin anlamlı biçimde kavranmasına büyük bir engeldir ve bu engel ancak ötekinin dünyasına bazı katılma biçimleriyle aĢılabilir (1988:14). Bu teorik çizgi takip edilerek, bu çalıĢmada, ben ve öteki ve onların temsilleri arasındaki iliĢki ele alınmıĢtır. Söz konusu çalıĢma, Alevi bir dede ve bir hikâye anlatıcısı -söz ustası- ile yapılan görüĢmeler üzerinde temellenmektedir. Bu sohbet sureci, araĢtırmada ―muhabbet‖ olarak tanımlanmıĢtır. Nitekim Anadolu Alevilerinin ritüel dilinde muhabbet, herhangi bir sosyal, kültürel, felsefi, politik, dinsel ve ahlaki bir konuda samimi/candan sohbet ya da kısaca aĢk ile yapılan sohbet anlamına gelmektedir. Bahsedilen araĢtırmada, yapılan görüĢmeler söylem analizine tabi tutulacaktır. Anahtar Kelimeler: Alevilik, muhabbet, temsiller, kültür. ABSTRACT From the beginning of 20th century, discussion dealing with the representation crisis in disciplines working on human and culture many paradigms have appeared seeking for ―how to see‖ or understand the other cultures better. Common point of all these paradigms are the discussion about the relationship between self and other, western observer and native observed, researcher and researched, knowing subject and known object. Various disciplines which study culture, especially ethnography, argue that in the cultural researches there is a gap/distance between the representations which the researcher constitute about the people researched and the representations which these people have about themselves. As Geertz said, this gap is a big obstacle which prevents us from understanding the other meaningfully, and this obstacle can be overcame by participating to other's world in some ways (1988:14).Following this theoretical line in this paper I problematized the relationship between knowing subject and known object, in other words; the relationship between ―detached observer‖ and ―observed‖, researcher and researched, and the relation between their representations in order to discuss some alternative methodological and epistemological ways reducing this gap between self and other. This paper is based on the interviews which I have made with an Alevi dede and an Alevi storyteller -a speech master. This conversation process is called as muhabbet in this work. Thus, in the ritualistic vocabulary of Anatolian Alevis, muhabbet means gatherings and cordial conversation about any aspect of life an the cosmos - social, cultural, philosophical, political, religious and moral issues. Keywords: Alevism,muhabbet,representations,culture GĠRĠġ Antropolojinin spesifik olarak etnografyanın diğer insan ve toplum bilimlerine en büyük katkılarından birisinin ―ötekini daha iyi anlamaya yardım edecek yollar araması ve sunması olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan antropolojinin doğup geliĢtiği politik bağlama, sömürgecilik ve 1 Indiana Universitesi, Folklor Anabilim Dalı Doktora öğrencisi, [email protected] 429 emperyalizmle olan tarihsel bağlantılara dikkatimizi yönelttiğimizde, antropolojideki baskın epistemolojik bakıĢ açılarının, bir baĢka kültürü ötekileĢtirmeye hizmet edebildiğini de görebiliriz. Nitekim Talad Asad‘a göre, sömürgeci iktidar yapısı, antropolojinin ortaya çıktığı dönemlerde, antropolojiyi ―çalıĢma nesnesi‖ne, yani -öteki‘ne- ulaĢmak açısından pratik olarak kullanmıĢtır. Söz konusu kullanım tek boyutlu, tek taraflı ve iğretiydi. Dahası Asad, sömürgeci iktidar yapısının antropolojiye sadece zemin sağlamakla kalmadığını aynı zamanda, söz konusu disiplinin de sömürgeci ideolojiyi benimsemek konusunda hazır olduğunu ifade etmiĢtir (Asad, 1973:17 ve Jordan, Yeomans, 1995:391). Benzer bir biçimde Edward Said (1985) antropolojinin, Avrupalıların alt kültürleri yani Avrupalı-olmayanı uygarlaĢtırma misyonu ile oluĢturulduğunu ileri sürmüĢtür. Bu bağlamda, sözü edilen misyon alttaki! insanların kültürlerini haritalamak, onları nesneleĢtirmek, kontrol etmek, düzenlemek, sömürgeci ve emperyalist iliĢkilere itmek gibi bir misyonu da üstlenmiĢtir (Jordan and Yeomans, 1995). Kültür çalıĢan ve antropolojiden metot ve metodoloji ödünç alan diğer alanları ve günümüz etnografyasını da etkisi altına almıĢ olan bu süreç hangi epistemolojik, metodolojik ve hangi kavramsal araçlar aracılığıyla sürdürülmekte ve politik olarak sosyal düzenleme misyonunu nasıl gerçekleĢtirebilmektedir? Birçok eleĢtirel düĢünür (Said 1985, Fabian 2001, Haraway, Asad 1986, 1994, Kabani 1986, Jordan ve Yeomans 1995) Ģuna dikkat çekmiĢlerdir: Yakın zaman kültür teorileri ya da etnografı yaklaĢımlarının çoğu aynı akademik kanon içinde kalarak, o kadar çok temsil problemi üzerine ve yeni alan stratejileri oluĢturmaya yoğunlaĢtılar ki ne alternatif epistemolojik bir bakıĢ açısıyla ne de etnografik karĢılaĢmanın politik imaları ve sonuçları ile ilgilenmediler. Örneğin Asad (1994) bugün hâla antropoloji içinde (ve etnografı metodunu antropolojiden ödünç alan alanlarda) pozitivist empirik geleneğin takip edilmesinin, bilginin nesneleĢtirilmesi dolayısıyla toplumsal düzenleme amacına hizmet eden birbiriyle bağlantılı iki tehlikeli eğilime yol açtığını söyler; Birincisi etnografik giriĢimde ―gözlem‖ ve ―teorileĢtirme‖nin birbirinden ayrık farklı iki süreç olarak ayrılması. Ġkincisi niceliklendirme takıntısı. Asad, özellikle ikincisinin çok tehlikeli olduğunu, çünkü istatistiğin sadece ‗öteki‘nin hayat tarzını temsil etmediğini aynı zamanda onu yeniden inĢa ettiğini ileri sürer (1994: 70). Bütün bunlardan hareketle bu çalıĢmada ilk olarak antropoloji ve kültür bilimlerinde ‗öteki‘nin nasıl inĢa edildiğini ve buna izin veren teorik problemler ele alınacaktır. Ardından egemen söylemin oryantalist düsturla inĢa ettiği Alevi algısına ve buna bağlı olarak çalıĢmanın yöntemsel modeline değinilecektir. Son olarak benimsenen teorik perspektifin etkisiyle, ―muhabbet‖ olarak kavramsallaĢtırılan modele yer verilecek ve alan bu perspektiften analiz edilecektir. DIġLAMANIN TEORĠK ĠMKÂNI: ORYANTALĠST SÖYLEM Edward Said (1985) antropolojinin nasıl kendi araĢtırma nesnesini ―öteki‖ olarak kurduğuna, bu bilgi üretme surecinin kimin için hangi iktidar iliĢkileri içinde iĢlediğine dikkat çekmiĢtir. Said, bilgi ve iktidar iliĢkisine bakarak sömürgecilik ve oryantalizm birlikteliğinin, Batı ve Doğu gibi ikili karĢıtlıklar içinde, bir kültürün nasıl Öteki, aĢağı ve ikincil olarak kurulduğunu gösterir. Said‘e göre, oryantalizm söylemi özcü bir biçimde, ―ben‖ ve ―öteki‖nin iki ayrık homojen kategori olarak kurulmasına olanak verir ve öteki hakkında tarih dıĢ açıklamalar üretmek için zemin sağlar. ―Doğu‖ ile ilgili üretilen hemen her bilgi parçası, düĢünce, söylem ve temsil ―Batı‖nın ekonomik ve politik pozisyonu ile bağlantılıdır. Bu ideolojik söylemler Batı‘nın iktidar konumuna, öznel kurgu ve fantezilerine bağımlıdır. Bunun sonucu olarak Batı, kendisi ve Doğu arsında özcü kültürel bir fark tesis ederek, bu kültürel farkı da hiyerarĢik biçimde kurarak kültür yoluyla imparatorluğunu sürdürmüĢtür. Doğu (orient) batı (occident) zıt kavram olarak özcü fark aracılığıyla kurulmuĢtur2. Burada önemli nokta Ģudur: Ġkili zıtlıklar biçiminde isleyen batı felsefesine dayanarak inĢa edilen oryantalist söylem, farklı toplumları, farklı kültürleri soyut özler olarak ve öteki olarak iĢaret etme olanağı sunar. Bu genelleme sayesinde sadece coğrafi olarak Ortadoğu toplumları değil dünyanın çok 2 Said, oryantalist söylemin sadece akademik söylem olarak değil bir düĢünce tarzı, kurumsal bir yaklaĢım olarak islediğini bize gösterir. Oryantalizm parçalı düzeylerde, toplumun her düzeyinde-ideolojik, imgelem, bilimsel hakikat, sömürgeci tahakküm, hegemonya, disiplinin bilgi düzeyi vb.- farklı Ģekilde islemektedir. 430 farklı yerindeki çok farklı kültürler, bu karĢıtlığın ―Doğu‖ yani ikincil ve aĢağı konumuna yerleĢtirilebilmektedir. Bu karĢıtlıkta ayrıcalıklı, üstün, baskın konumda olan ―Batı‖ olmaktadır. Dolayısıyla oryantalist söylem, helezoni kurmanın bir yolu olmaktadır. Bu söylem içinde birincil terim yani ―Batı‖ farklı olanı iĢaretleyerek, kurarak, nesneleĢtirerek, ötekileĢtirerek hükümran özne konumuna yerleĢir. Bu ikili karĢıtlıklara dayanan efendi-köle mantığının, ötekileĢtirme ve ötekiyle iliĢkili bilginin meşrulaştırılması sürecinde ise koĢulduğunu görebiliriz. Örneğin pozitivist bilim geleneği içinde etnografı bir araĢtırmada bu iliĢkinin ben/ ―bilen özne‖/araĢtıran ve öteki/ ―bilinen nesne‖/ araĢtırılan olarak kurulduğunu söyleyebiliriz. Doğan Özlem, bu özdeĢlik/karĢıtlık mantığının Bati felsefesinde merkezi bir yer tuttuğunu gösterir. Bu mantığa göre, ―A A-olmayan değildir.‖ Bir Ģey ya A dır ya da A-olmayandır bu iki olasılığın dıĢında baĢka bir olasılık düĢünülemez. Yani A, hem A hem A-olmayan olamaz bu mantığa göre. Ya da A ne A, ne de A-olmayan olamaz. Bu aynı zamanda bir karĢıtlık mantığıdır (Özlem, 1999, 92). Buna göre, daha sonra bir ―özne‖ olarak nesnesi ile kültürel farkını hiyerarĢik bir bağlama oturtarak, ―nesne‖si hakkında bilgi üretimini gerçekleĢtirir ve her bilgi gibi tekil olan bu bilgiyi evrensel bir kategori olarak sunmasını meĢrulaĢtırır. Nancy Jay (1981) herhangi bir mantıksal dikotomi kullanmanın sosyal koĢullarını ve sonuçlarını araĢtırarak bu mantığın politik imalarını eleĢtirir. Ona göre, böyle bir fark kurma tarzı bazı baskın sosyal grupların avantajına iĢlemektedir. Ona göre, A ve A-olmayan dikotomisine dayanan hemen bütün ideolojiler değiĢime direnç göstermede etkili olmaktadır. Bir toplumu böyle bir ideoloji ile kavramak sosyal düzenin baĢka alternatif biçimlerini, üçüncü yolları düĢünmeyi zorlaĢtırır (Jay, 1981 den aktaran Massey 1994: 256). Bu mantığın baĢka bir problemi de sadece bir terim (A) pozitif olarak formüle edilirken öteki (A-olmayan) bir eksiklik, A‘yı tamamlayan olarak düĢünülür. Bu bakıĢ aracılığıyla ―öteki‖, ―ben‖i bütünleyen bir yokluk olarak iĢaretlenir ve inĢa edilir (Massey 1994:256). Bu durumun ortaya çıkmasına yol açan noktalar, Doğan Özlem‘in aĢağıda ifade ettiği gibi modern bilimin ve özellikle pozitivist metodolojinin özne-nesne ayrımı ve bilginin dıĢsallaĢtırılması, kendinden ayrı bir Ģey olarak karĢısına koymasıdır (Özlem, 1999:116). Bugün etnografyada en çok eleĢtirilen konulardan biri -ki bu çalıĢmanın da temel sorunsallarından biri olan- etnografın değerden bağımsız, çalıĢtığı ―nesne‖yi yani insanları kendisinden ayrı bir Ģey olarak karĢısına koyan, kendisini onların üstünde bir konumda gören ve tarafsız olduğunu iddia eden ―özne‖ kurgusuna dayanan pozitivist iddiadır. Bilindiği üzere buna karĢı ilk meydan okuma hermeneutik kanattan gelmiĢtir. Hermeneutik yaklaĢımı etnografyada uygulayan ilk kiĢi olan ve pozitivizmi eleĢtiren Clifford Geertz, sosyal bilimcilere kendi entelektüel giriĢimlerinin doğasına iliĢkin geleneksel varsayımları bir kenara bırakmalarını önermektedir. Sosyal bilimcilere davranıĢ yerine, anlamı incelemeyi, nedensel yasalar yerine anlamayı koĢmayı önermiĢ ve yorumcu açıklamalar lehine olan doğal bilimlerin mekanik açıklamalarını reddetmiĢtir. MeslektaĢlarını anoloji ve egretilemenin olanaklarını ciddiye almaya, insan etkinliğini bir metin olarak ve sembolik eylemi bir drama olarak dikkate almaya çağırmıĢtır (Shankman 1984:261, aktaran, Martin 1993:269). Geertz, hermeneutik geleneği izleyerek anlamın ancak özneler arasi zeminde ortaya cıkabileceğini söyler. Çünkü ona göre ―anlam kamusaldır‖ (Geertz, 1973, 10). Simgeler dolayımıyla ifade edilen ve birer kültürel ürün olan insan eylemleri, algılar, duygu ve düĢünceler ―ortak öznelerarası bir dünyada‖ inĢa edilir. Öznelerarası dünya kültürün bağlamına iĢaret etmektedir. Geertz‘e göre kültür ―birbiri içine geçmiĢ yorumlanabilir sembol sistemlerinin yoğun biçimde betimlenebileceği bir bağlam‖ dır ve bir yorumsamacı olarak ona göre kültürü kendi tekelliği içinde anlamak gerekmektedir (Geertz 1973: 14). YÖNTEME DAĠR PERSPEKTĠF VE TEKNĠK Geertz için kültür birbiriyle iliĢkili, etkileĢim içinde olan ve birbirleriyle iliĢkiselliği içinde anlaĢılabilen bir anlamlar evrenidir. Bu evren, bir metin ve metindeki cümlelerin birbiriyle iliĢkiselliği içinde anlaĢılabilmesi gibi düĢünülebilir. Geertz‘in en önemli katkılarından birisi ve bu çalıĢma acısından dikkat çekilmek istenen tarafı, pozitivist geleneğin biliĢsel yorumuna karĢı çıkarak insan zihninde, kalbinde yer alan bir biçimlenme olmadığını, kültürün zihinler arası ve varoluĢun özneler arası zemininde kendisini ortaya koyduğunu vurgulamasıdır (Geertz, 1973). Öte yandan Scholte‘ye göre Geertz, ―iktidarın poetiki‖ olduğunu anlamamızı sağlamaktadır. Fakat aynı zamanda bir de onun ―iktidarın politikası‖ ve ―iktidar politikası‖ vardır. Geertz bu konuda da bir Ģey söylemez. Fas ve Bali etnografisinde sömürgeci Ģiddetinden, tahakkümden ve sömürüden bahsetmez. Çünkü Scholte‘ye göre, ―Geertz‘in gerçek ilgisi kültürel metinlerin sembolik anlamları üzerinedir. Bu anlamların üretimi ya da 431 onların sürdürülmesiyle ilgilenememektedir. Geertz, öncelikli olarak anlamla ilgilendiği için praksisle tesadüfen ilgilenmektedir‖ (Ortner 1984 den aktaran Sholte,1986:10). Ayrıca etnografik temsil tarzı olarak metin hem hermeneutiksel döngünün kendine göndermede (self-referential) bulunan konumunun gerçekleĢmesini hem de açık uçlu sarmal etkisini engellemektedir (Scholte 1986). Scholte‘e göre yazma, ötekiyle doğrudan karĢılaĢmada antropologun ―aktif rolü‘nü yadsıyarak ―ben‖i (self) korumakta, hatta gizlemektedir. ―Yazılı tarz ötekinin asla gerçekten konuĢmadığını ima eder. Yoğun betimleme ‗yerli söylemi üzerine bir sınırlama kuralı‘dır (Tedlock 1983:337, aktaran Scholte 1986:11). Hermeneutik geleneği, tarih ve toplumla uğraĢan bilimlerin dayandığı epistemolojinin yerini yeni bir epistemolojinin alması gerektiğini üzerine Ģekillenir. Buna göre, özne-nesne ayrımına dayalı epistemolojinin yerini özne-önze iliĢkisi yani öznelerarasılık alır (Özlem, 1999:116). Bu, Ģu anlama gelmektedir: Böyle bir epistemolojiyi takip eden bir kültür araĢtırmacısının bir ―bilen Özne‖ olarak araĢtırdığı kiĢileri kendisinden bağımsız, ayrı bir ―nesne‖ olarak karĢısına koyamaz. Dahası böyle bir anlayıĢ araĢtırıcı özne ve araĢtırılan nesne arasındaki iliĢkiyi yeniden tanımlama olanağı verir. Hermeneutik yaklaĢımı bize hem yaĢam deneyimi üzerine vurgusu hem de ―özne‖ ve ―nesne‖ arasındaki sınırın/ayrımın belirsizliğini/muğlaklığını göstererek, etnografik karĢılaĢmada ―problametik gözlemci‖ rolünü verir (Said, 1989). Ayrıca ―özne‖ ve ―nesne‖ arasında hiyerarĢik bir iliĢkinin kurulmasını problematize eder. Bu vurgu, pozitivist epistemolojide kurulmuĢ olan ben/öteki, ―gözleyen özne‖ (araĢtırıcı) ve ―yaĢayan nesne‖ (artırılan) arasındaki tek yönlü iliĢkiyi reddeder. Bu yaklaĢımdan bakıldığında bir etnografın daha genel anlamda kültür üzerine çalıĢan bir araĢtırıcısının, o kültürü üst bir konumdan dıĢarıdan bir laboratuvar gibi görme olanağı olmadığı görülebilir. Öznelerarasılık bir kültüre iliĢkin bilgi üretmenin iki özne arasındaki diyalojik iliĢki ile mümkün olduğuna dikkat çeker. Böyle bir üretme süreci, Ben‘in (self) in Öteki‘nin omzundan bir kültürü okumasından farklı bir süreçtir. BaĢka bir deyimle etnografik giriĢim ötekinin gerçekliğini benin (self) okuması, yorumlaması ve temsil etmesi değildir. Etnografik giriĢimin ne olduğunu yeniden düĢünmek özneler arasılık nosyonuyla mümkün olmaktadır. Etnografyayı ötekinin sınırlandırılmıĢ gerçeğinin deneyimlenmesi ve yorumlanması olarak değil, daha ziyade iki veya çoğunlukla daha çok bilinçli politik olarak önemli öznenin yapıcı müzakeresi (negotiation) olarak düĢünmemek gerekli olmaktadır (Clifford, 1988). Örneğin Geertz‘in etnografik analizi, ―açıklama‖ yerine ―anlama‖yı vurgulaması, etnografik metnin bir yorum, bir kurgu olduğunu söylemesi, bir kültürün tarih içinde kendi tikelliği içinde ve özneler arası zeminde anlaĢılabileceğini göstermesi bakımından daha iyi bir etnografi yapmak için bize birçok yol sunmuĢtur. Öte yandan onun yaklaĢımındaki eksiklikleri ve sorunlarla bahsetmeye çalıĢan diğer etnografik yaklaĢımların, öteki kültürü daha iyi anlamamıza yardımcı olacak iç görü sağlayacağı düĢünülebilir. Nitekim Fabian, etnografik giriĢimde ilk olarak meydan okunması gereken ben ve öteki, araĢtırıcı ve araĢtırılan arasındaki hiyerarĢik iliĢki olduğunu ileri sürmektedir. Fabian‘ in epistemoloji hakkındaki yaklaĢımını dikkat çekici yapan baĢka bir nokta, onun herhangi bir bilgi, kültür veya toplumu donmuĢ tamamlanmıĢ bir yapı bir Ģey olarak görme eğilimi yerine, bir açık uçlu bir süreç olarak görme eğiliminde olmasıdır. Bu bakıĢ bize etnografik bilgide değiĢimin nasıl mümkün olabileceğine dair bir iç görü sağlar. Onun önerdiği ―objektif‖ etnografik bilginin üretimi bir süreç, bir oluĢ içinde mümkün olabilmektedir. En önemlisi Fabian için etnografik bilgi sureci araĢtırılan ve araĢtıran -ben ve öteki- arasında iletişim yoluyla üretken hale gelebilen bir yüzleşmeyle baĢlamalıdır. Bu çalıĢmanın ana sorusu olan bir baĢka kültürü nasıl görmeli sorusunun yanıtını öğrenmeye çalıĢmak, her etnografik giriĢimde yeniden üzerine düĢünülmesi, çalıĢılması ve pratik edilmesi gereken bir sorunsaldır. Bu çaba için açık uçlu ve sürekli yeni soruların ve yeni yanıtların oluĢtuğu bir çeĢit sürekli yolda olma durumu iyi bir yöntem olarak düĢünülebilir. DeğiĢmeyen hiçbir bireyin, kültürün, topluluğun yani bir ―öz‖ un olmadığına inanarak, etnografik bakıĢ açısının diğer öznelerle teorik ve pratik olarak kurulan iliĢkilerde, (özneler arası zeminde) sürekli yeniden oluĢan dünyadaki birçok yorumdan sadece bir tanesi ve kısmı ve sınırlı olduğu hatırda tutulmalıdır. BaĢka bir deyiĢle araĢtıran olarak üretilen bilgi sadece araĢtıranın bireysel üretimi değil; bu diğer insanlarla temasta, karĢılaĢmada, yüzleĢmede ve her türlü etkileĢimde üretilen bir süreç, bir yoldur. 432 Buradan hareketle bu çalıĢmada Alevi bir söz ustası ve dedeliği aktif olarak gerçekleĢtirmeyen fakat kendi topluluğunda dede olarak kabul edilen bir kiĢiyle ve daha sonra da tüm alan araĢtırma boyunca çalıĢtığım bütün öznelerle yukarda tartıĢtığım meselelerin bir uygulamasını yapmaya gayret edilecektir. Öncelikle bu araĢtırmada eleĢtirilen geleneksel pozitivist bilgi üretme süreçlerinden farklı somut olarak, hangi alternatif yollarla daha iyi somut olarak etnografik bilgi üretilebileceği konusu üzerinde durulmuĢtur. Çünkü bu sorunsal yetmiĢlerin sonlarında temsil krizinin baĢ göstermesi ile birlikte etnografik çalıĢmalarda çokça gündeme gelmiĢtir. Bu sorunsalın sonucunda sosyal/kültür bilimciler, çeĢitli toplumların, grupların ve bireyler kendileri hakkında ürettikleri farklı bilgi süreçlerine ve kaynaklarına yöneldiler. Örneğin sinemadan edebiyata sanatın hardalından çeĢitli anlatılara, günlüklere ve sözlü performanslara kadar birçok süreç bilgi kaynağı olarak, kültür çalıĢmalarının dikkatini çekmeye baĢladı. Bu nedenle bu çalıĢmada Alevi kültürü üzerine bir etnografı yaparken Richard Bauman‘ın (1977) gösterdiği gibi sözel performansı bir iletiĢim olayı olarak kabul ederek ve Fabian‘ın yukarıdaki vurgusunu-etnografik bilgi surecinin, araĢtıran ve araĢtırılan arasında ancak iletiĢim yoluyla üretken olan bir karsılaĢmayla/temasla mümkün olduğu- kabul ederek onların sözlü performanslarına bakmayı, anlamayı, katılmayı (tabiî ki her bireyin kendi sosyal pozisyonundan performansa katıldığının ve deneyimlediğinin farkında olarak) öneren perspektifi tercih edilmiĢtir. Performans yaklaĢımı performansı bir çeĢit dil kullanımı, bir konumsa tarzı ve nihai olarak bir sözel iletiĢim olarak tarif eder (Bakman 1977). Performansı bir iletiĢim olayı kabul ettiğimizde de bu iletiĢimi sağlayan bütün öğeler, performansa katılan bütün öğeler ve onların arasındaki karmaĢık iliĢki önem kazanır (konuĢan, onu dinleyen ya da alımlayan, mesaj ve bunların bir bağlamdaki karmaĢık iliĢkisi). BaĢka bir deyiĢle Bauman‘ın dediği gibi performans, konuĢan kiĢinin dinleyiciye iletiĢimsel becerisini göstermekle sorumlu olduğu sözel bir iletiĢim yoludur. Dinleyen (burada araĢtırmacı) kiĢi performans yapana iletişim becerisini gösterme sansını veren öğedir. Dinleyen/dinleyici sırasıyla performansı askıya alan ya da yürüten konuĢan/icra edene (burada araĢtırılan) perfomansı için yer ve zaman sağlamak için hazır olan insan grubudur. Yani iletiĢimi mümkün kılan- performansı gerçekleĢtiren ve iletiĢimin oluĢturucu bir öğesi olan- sadece eyleyen/konuĢan/ araĢtırılan (burada) değil ayni zamanda dinleyendir. Bir halk deyimi bunu söyle ifade eder: muhabbet dediğin iki baslı olur. Muhabbet bu anlamda performans kavramının somutlaĢması olarak görülebilir. Muhabbet Alevi-BektaĢi toplumunda en genel anlamda ask ile yapılan sohbet, görece ―derin ve samimi‖ sohbet olarak düĢünülebilir. Muhabbet kavramının tinselliğe (spirituality) gönderme yapan bir boyutu da vardır ve ―en yüksek‖ seviyede bir gösterge sisteminin kullanılmasına iĢaret eder. Alanda Alevilik üzerine birlikte çalıĢtığım Alevi bir aktivist, alevi aydın, hikâye anlatıcısı ve ―söz ustası‖ bir görüĢmemizde (2009) bu konuda söyle ifade etmiĢti: ―Muhabbet ile biz ortak bir anlam üretebilir ve paylaĢabiliriz‖. Bu bir ―ıĢık‖ olurmuĢ onun için kutsal olandan ya da olmayandan alınan. Örneğin ―ben senle muhabbetimde konuĢurken bir ıĢık almalıyım ki baksa insanlarla muhabbetlerimde bu ıĢığı verebileyim3…Örneğin benim karĢımda oturan insana hiç bir ıĢık vermiyorsa ben de susarım. Ben salt konumsak için konuĢmuyorum ki… benimle konuĢan insana bir Ģeyler söylemek isterim ondan birseller duymak isterim. Bu yüzden ―cem‖ de insanlar daire Ģeklinde otururlar ki bir birbirleriyle göz teması kurabilsinler. ġairin dediği gibi ‗ġeyhim ben seni dinlerken bütün organlarım göz olur‘. Ama eğer dinleyici iyi dinlerse bunu fark edersin, senin atin Ģahlanır. Fakat gerçekten gönül gözüyle mi (can kulağıyla ve sevkle dinlemeye gönderme yaparak) dinlemezse senin de ruhun kaçar konumsak bile istemezsin… ‖ Bu görüĢme açıkça gösteriyor ki bir performans da dinleyicinin anlatan cevabı, geribildirimi, anlatanın performans yeteneğini göstermesinin on koĢulu oluyor. AraĢtıran ve araĢtırılan (laf) arasındaki muhabbette ise araĢtıranın gerçekten o performansa aktif olarak (bu dinleyici olarak ya da her ikisi de olabilir) katılması ile bilgi üretme mümkün olabiliyor. 3 Bu nokta tam olarak öznelerarasılık kavramına tekabül etmektedir. Çünkü, insanlarla iletiĢim halinde çoklu karmaĢık bir etkileĢim içinde öğreniyoruz, seviyoruz, kızıyoruz, inanıyoruz, hatırlıyoruz, bilgi üretiyoruz gibi genel olarak tarih yapıyoruz. 433 GÖRÜġME VE ANALĠZĠ Bu bildiriyi oluĢturan araĢtırma sorusunun sorulduğu ve görüĢülen diğer kiĢi olan Alevi dedesi ile bu çalıĢmadan daha önce tanıĢılmaktaydı. Fakat bu çalıĢma boyunca onunla sürekli bir iletiĢim içinde olundu ve bir dizi sohbet edildi. Bir araĢtırmacı olarak Alevi inancını, tinselliğini, evren anlayıĢını hangi epistemoloji ve yöntem ile daha iyi anlayabileceğimizi, hangi alternatif bakıĢ acılarının daha iyi bir etnografik bilgi üretmeye yardım edeceği farklı biçimlerde ona soruldu. O kiĢi yapılan bir dizi sohbeti muhabbet olarak adlandırdı. Bu tanımlamaya katılmakla birlikte bu süreç çalıĢmada öznelerarası bir bilgi üretme sureci olarak kavramsallaĢtırıldı. Çünkü söz konusu süreçte bilgimizin, deneyimlerimizin, iletiĢim becerilerimizin içerildiği bağlam, sohbetlerin zemini oldu. Özel bir çaba harcamasak bile hiçbirimiz muhabbette ayrıcalıklı bir konuma sahip olmadık. Muhabbet boyunca olabildiğince ―objektif‖ olmaya çalıĢıldı ama araĢtırmacının değerden bağımsız bir uzman olduğu da düĢünülmedi. Aksine araĢtırmacının, araĢtırdığı sosyal dünyanın bir parçası olarak ve belli bir sosyal konumdan bir kimse olarak bilgi üretiminin farkında olarak yanlı davranmamak için sürekli kendisi ve yaptığı etkinlik üzerine eleĢtirel düĢünmesi gerekir. Zaten o kiĢi de dini bir ―uzman‖ olarak katılmadı muhabbete. Bu muhabbetler iki perspektifi bir araya getirdi. Üzerinde düĢünülmesi gereken ikinci sorun ise etnografik açıdan üretilen bilginin nasıl temsil edileceğiydi. Sürekli olarak yapılan açık uçlu sohbetler boyunca defalarca araĢtırmacı özne kendi metnini diğer özne de kendi metnini yeniden yeniden üretti. Fakat aslında her ikisinde metinler, muhabbetin sonucu üretilen bilgilerin bir yorumundan oluĢtu. Bu görüĢmeler boyunca olabildi kadar "nesnel" olmaya çalıĢıldı. DüĢünceler ve edilmelere iliĢkin eleĢtirel düĢünmeye gayret edildi. Aynı Ģekilde görüĢülen kiĢi de bir din uzmanı olarak davranmadı. Bu görüĢmeler iki kiĢinin bakıĢ açılarını bir araya getirdi. Üretilen bilginin nasıl sunulacağı hakkında karar verme zamanı gelmiĢti. Bu da etnografının yol açtığı baĢka bir sorunsaldı. AraĢtırmacı bilgiyi kimden elde ediyordu ve hangi izleyici için bu bilgiyi üretiyordu? AraĢtırmacı kendi metnini yazmaya çabaladı araĢtırılan da kendi metnini. Yapılan görüĢmeler alıntılar yapılarak süreç içerisinde yorumlandı. Bu yazıya dökülen kuramların esas vurgusunu etkiledi. Böylesi bir giriĢim, pozitivizmin ötesinde hayata geçirmeye niyetlendiğimiz etnografik tartıĢmalarımızın ana ilkesini etkiledi. Ġki kiĢi arasındaki minimal bir deneyim olsa da, alıĢıldık yöntemlerin ve epistemolojilerin dıĢına çıkmakta birçok soruyu da beraberinde getirdi. Örneğin, üretilen bilginin doğru ve kıymetli olduğunu hangi kriter gösterir? Ġki metin aynı sorundan ortaya çıktı. GörüĢen e görüĢülen kiĢiler bu soruyu kendi bakıĢ açılarından yanıtladı. Mesele doğrudan kiĢinin inançları ve evren kurgusu ile iliĢkili olduğu için bir baĢka soru(n) da bir yandan iki farklı gerçeklik algısından konuĢuluyor oluĢu diğer yandan da bu iki algı düzeyinin iki ayrı kategoriye yerleĢtiriliyor oluĢu. Ġki taraf birbirini ancak bu iki zihniyetin birbiriyle ilgili süreçler olarak kavradığı zaman anlayabileceğini düĢündü. Söz konusu kiĢiye, "sır"rın araĢtırmacıya nasıl açıklanabileceğini soruldu veya Hazreti Ali'nin ya da Aleviliğin anlamının nasıl açıklanacağını? GörüĢülen kiĢi, "Hazreti Ali'nin bir sözü vardır 'yanlıĢ soruya doğru cevap verilmez'" dedi. Ona göre böylesi doğrudan bir soru geçersizdi, çünkü bu sorunun yanıtını arayan insan bu soruyu böyle sormamalıydı. Ġlkin, kendisi (Alevi inancının ölçülerine göre) bir içgöçü, bir olgunluk kazanacağı bir yola girmeliydi. "Sır"rın ne olduğun öğrenmek isteyen kiĢi önce kendisini evrenin bütününden ayrı bir varlık gibi görmesine neden olan gururun ve kibirin üstesinden gelmeliydi. "Sır"rı araĢtıran insan, kabuğundan sıyrılıp kendisini ifade etmeli, kendisini rahatsız edecek riskleri üstlenmeli. Yani, her Ģeyden önce kendi varlığını soruĢturmalı. Ona göre sırrın gerçek sahibi Allah'tır. Eğer kiĢi sırrı öğrenmeyi hak etmiĢse, eğer bu kiĢi sırrı anlayacak olgunluğa sahipse, Allah sırrı ona bir aracı vasıtasıyla bahĢeder. GörüĢülen kiĢi, bilgenin, dedenin, derviĢin sırrın gerçek sahibi olmadığını vurgular. Onlar, sırrı ancak gerektiği zaman, Tanrı'nın iradesiyle beyan ederler. Bazen, inanç sahibi gerçekten bu sırrı öğrenmek istiyorsa, bu aracılığı herhangi bir varlık üstlenebilir. Sözü edilen kiĢi, Allah'ın, "bana doğru bir adım at, ben sana doğru on adım atayım" dediğini ifade etti. Aslında, sevgiyi hiç yaĢamamıĢ olan birine sevgi nasıl öğretilir ki? Ona göre, kiĢi önce kendisinin, ailesinin ve toplumun sırrına vakıf olmalıdır. KiĢi, ancak bundan sonra ötekinin sırrına vakıf olabilir. 434 "Birine sırrı ifĢa etsem, o kiĢinin yüreğinin gözü yoksa o sıradan ne anlar ki?" Örneğin, 8x4=32+10=42/2=21 desem, baĢka bir algı düzeyindeki insan için ne ifade eder ki bu? Sır en baĢtan itibaren saçma ve akıldıĢı gelecektir. Dolayısıyla, bu önyargılı insana ne derseniz deyin hiçbir Ģey değiĢmeyecektir. Ona göre, "sır", akıl yoluyla kavranamaz; bu yüzden insanlar zihinlerini geniĢletip gönül gözlerini açmalıdır. Ruhunu arıtmayı öğrenmemiĢ insanlar ruhun sırlarına eriĢemezler. Yani sırrı anlamak için kiĢi onu (düĢünce, eylem ve arzu anlamında) hayatına katmalıdır. Örneğin, matematikteki türevsel kavramının temel ilkelerini nasıl öğreniyor ve uyguluyorsanız aynısını sırrı öğrenmek için de yapmalısınız. Ona göre, "eğer kiĢi, gönül gözüyle bakmadan sır yoktur diyorsa, diğer bir deyiĢle kiĢi baĢka bir algı düzeyindeyse geri adım atmalıdır; çünkü o kiĢi kendi bildiğinden ötesini görmek istemez. Ama bu insanlar ne zaman çaresiz kalsa Allah onlara yardım eder. Bilge bir kiĢi gibi ben de böylesi bir ruh haline sahip insanlara müdahale etmekten korkarım. Çünkü tek bir hakikat gibi kurdukları dünyada bu insanların mutlu olduklarını düĢünürüm". Sırrın olmadığına inanan ve bu bakıĢ açısına sahip olmaktan memnun olan insanların istedikleri gibi yaĢamaları gerektiğini vurgular. Onlara müdahale etmek istemeyiz ki onlar da bizim hakikatlerimize müdahale etmesinler." GörüĢülen kiĢi sonra bir mecazla sürdürür konuĢmasını: "Örneğin, bir kiĢiye aĢık olduğunuzu düĢünün. Sevdiğinizin fikrinizdeki modele uymadığını farz edin; bu durumda, aĢkın olmadığını söyler miydiniz? Olmadığını söyleseniz bile, aĢk sürüp gidecektir. Birçoğu aĢk için yaĢar ve ölür. Eğer bazıları hayatlarının mantıklı olduğunu düĢünüyorsa, bırakın sürsünler o hayatlarını. Ama aĢkı anlamak istiyorsanız, aĢık olmanız gerekir". Bütün söyleĢi boyunca, sırrı öğrenmenin bir sürü yolu olduğunu fakat bunun herhangi bir reçetesinin olmadığını vurguladı. Ona göre, eğer kiĢi sırrı gerçekten öğrenmek ve yaĢamak istiyorsa bütün kapılar önünde açılacaktır. Ama kiĢi eğer, bu bilgiyle meĢgul oluyorsa, bu bilgiyi baĢkasına maddi olarak aktarıyorsa (ben buna özne-nesne ikiliği diyorum), eğer kendisini bu maddiyata dıĢarıdan bakan biri olarak görüyorsa, asla gerçekliğe vakıf olamayacaktır. O kiĢiyle muhabbetimiz sonrasında da devam etti, hala da devam ediyor, amacımızı muhabbetimizi metne dökmek. Muhabbeti (görüĢme değil) metne dönüĢtürmenin geleneksel etnografi sınırları içinde bazı sorunlara yol açacağını düĢündük. Bu süreç (sadece temsil süreci değil bilgi üretim süreci de) kendi deneyimlerimiz içersindeki müzakereler tarafından belirlenecektir. BaĢka bir deyiĢle, araĢtırmacıyla araĢtırılan arasındaki diyalog/süreç ürünlerimizi Ģekillendirecektir. Ġlk telefon konuĢmasından sonra, kendi amacını ve vurgusunu da ekleyerek anımsadığı Ģeyleri yazıya döktü. Bu sunumu onun metniyle bitirmek istiyorum. GörüĢülen kiĢi de ben de ötekini anlamak için ilk yapılması gereken Ģeyin, kendiyle öteki, bilenle bilinen arasındaki ikili karĢıtlıklara meydan okumak olduğuna inanıyoruz. Bu çalıĢmanın veya uygulamanın bize hayatımızdaki baĢka ikiliklerin üstesinden gelmeyi öğretmiĢ olduğunu umuyoruz. Mistik deneyimler yaĢamıĢ bireylerin dünyası nasıl araĢtırılabilir? Bu araĢtırmlarada eksik kalan nedir? AraĢtırmacı hangi yöntem veya yöntembilimle çalıĢmalıdır? Anlamak için gerçekliğe nasıl ulaĢılabilir? Akademik zihniyetin, insanın manevi, mistik hallerini anlamadaki sınırları nedir? Bu sorular aracılığıyla meseleyi geniĢletebilir, bu yolla bilimcilerin mistik dünyayı anlamasını sağlayacak bir yol bulabiliriz. Bir mistiği araĢtıran araĢtırma ilk önce ne aradığını bilmelidir, çünkü insan aradığını kendinde bulur. Evren bir denge olduğuna göre, bu dengenin saf bir aynası olmak isteyen insan sadece, karĢısındaki insana karĢıtını yansıtan bir ayna olarak davrandığı sürece baĢarılı olabilir. Bu da demektir ki, bir araĢtırmacı beni bir nesne olarak düĢünürken ben araĢtırmacıyı Allah'ı kendi içinde anlamak isteyen bir insan olarak algılarım; araĢtırmacı bir yazı ortaya çıkarmak ister, benden bir mesele çıkarmak ister, ben kendisinin içindeki hazineyi keĢfetmesini dilerken araĢtırmacı benden özgün bir Ģeyler koparmak ister; araĢtırmacı benim endamıma bakar, giysilerime, davranıĢıma, ibadetime ve kelamıma bakar bense onun haline, gönlüne bakarım. Ama ben asla kendimi göstermem, kendimi göstermeme gerek yok; çünkü ben de, yaradanla kurduğum iliĢki de benim mahremimdir, benim hakikatimdir. SabitlenmiĢ bir halim değildir benim; yaradanın nefes ve daimi bir çaba aracılığıyla hissedilmesi gereken bir haldir bu. Donduramazsın bunu, sahiplenemezsin ama anladığım 435 kadarıyla sen bunu dondurmak istiyorsun. Allah'ın etkin olduğu yerde, sadece Allah etkindir. BaĢka biri -ben olayım baĢkası olsun - burnunu soktuğunda Allah geri çekilecek kadar mütevazıdır. Çünkü Allah, kulunun özgür iradesine saygı duyar. Onlara göz kulak olur, anlayıĢlarını esirger, hakikat olarak kabul eder ve kulunun kendi gücüyle geliĢmesini sağlar. Allah hakikatleri dayatmaya çalıĢan bir zorba değildir. "Gönlünün sarayını temizle ki sultan gelsin de burada gecelesin" deyiĢindeki gibi, bizi anlamak istiyorsan kendini yok etmelisin, bizim seni ziyaret edebileceğimiz bir saflığa eriĢmelisin, aksi takdirde sana geldiğimizi zaman, seninle buluĢtuğumuz zaman bu irade sana yük olacaktır, sen de onu yaĢayamayacaksın". Senin kavrayıĢın anlamında senden hiçbir Ģey saklamıyoruz ama aynı zamanda senin de bilmediğin birçok Ģey var. Ama bu bilgi senin iĢine yaramayacaktır, sana ancak yük olacaktır. Allah kimseye taĢıyabileceğinden fazla yük yüklemez". Bu bilginin kapıları neyi aradığı bilmekle açılır. Yani, sen bana sorsan, "biz gerçekten seni araĢtırmak istiyoruz, ne yapmalığız?" diye. Ben de size sorarım "bende ne bulmak istiyorsun?" diye. Çünkü bizler birer aynayız, birbirimizi yansıtırız. Ama hayretlere düĢürecek bir malzeme üzerine yazmak isterseniz, veya kendi akademik çalıĢmalarınızı tatmin etmek isterseniz, o zaman ben sizi doğrudan eylemimize, halimize hareketimize ve kıyafetlerimize bakmanıza yöneltirim. Ama onlar bizi anlatmaz, onlar bizim dıĢsal kabuklarımızdır farklı zamanlarda biçimlendirilen. Muhabbet iç dünyamıza iĢlemelidir. Kendisi hakkında güçlü varsayımlara sahip bir kiĢiyle yapılan muhabbetle, kendisini muhabbetin akıĢına bırakan bir kiĢiyle yapılan muhabbet arasında büyük fark vardır. Yani, ilk anılan muhabbet su ile taĢın karĢılaĢması gibidir. Su taĢın üzerindeki tozu toprağı götürür ve birazcık taĢa benzer, çamurlanır biraz. TaĢ da suyla yıkandığı için biraz rahatlar. Ama muhabbetin sonunda taĢta su da ayrı varlıklar olarak kalır; taĢ taĢtır, su da su. Zaman geçtikçe taĢ kurur, sudan geriye iz kalmaz, su da durulunca, toz toprak dibe çöker. Bilimciyle (taĢ) derviĢin (su) karĢılaĢması bu karĢılaĢmaya benzer. Muhabbet için ille de bilimci veya derviĢ olman gerekmez, muhabbete nasıl girdiğin önemlidir, hangi beklentilerle girdiğin, bittiğinde hangi halde olduğun önemlidir. Çok önemli bir ilkedir bu. Ama durum Ģöyleyse sorun var demektir: Bu karĢılaĢmadan hiçbir hakikat çıkmaz, bilimci derviĢi anlamaz, derviĢ de bilimciyle samimi bir temas kuramaz. Bu durum bize, insanları ancak fiziksel olarak algıladığımız çarĢıda alıĢveriĢe benzer. Ġlk örneğe dönecek olursak, kırık bir taĢla suyun buluĢmasındaki birleĢme, kırık olmayan bir taĢla suyun karĢılaĢmasındakinden daha güçlüdür. UfalanmıĢ bir taĢla suyun buluĢması da bize baĢka türlü bir karĢılaĢmayı hatırlatır. Bu anlamdaki bir muhabbet içinde olabildiğince bilgi ve erdem elde etmeye çalıĢmalıyız. Sen elde edip dönüĢtükçe, bilge kiĢi/derviĢ, senin iç dünyanı paylaĢmaktan ve senin üzerinden Allah'ı deneyimlemekten hoĢnut olacaktır. Böylesi bir deneyim muhatabımızın dünyasına zihnimizdeki kategoriler olmaksızın bakmak demektir, derin bir duygudaĢlık ve farkındalık halidir. Aslında böylesi bir paylaĢımı yaĢayan kiĢi değildir muhabbete gelen, Allah o kiĢinin soluğuna nüfuz etmiĢtir. Bu, sualtına hiç dalmamıĢ birine sualtını anlatmak gibidir, çocuğu olmayan bir kiĢinin karĢısında çocuğunun bokundan zevkle bahseden kiĢinin durumu gibidir. Ama biz insan olarak bu halleri bilir ve yaĢarız. Muhabbetin varlıklar üzerinde yarattığı büyük değiĢiklikler de vardır. Bu, taĢın kum olup suya dönüĢmesi ve nihayetinde bilgeleĢmesidir. Size imkânsız gibi gelen Ģeyler gerçek olabilir, çünkü insan özüne eriĢmek üzere derin bir hayat yaĢamak için fıtratını değiĢtirmelidir. Bize göre, siz hayatta birçok sorunlar yaĢayan, bu sorunlarla nasıl baĢa çıkılabileceğini bilmeyen insanlarsınız. Bu anlamda, içinizdeki insanlığın uyanması için gönüllerinizin kıyısında dua ediyoruz. Ama siz bizden, bizim size zarar verdiğini düĢündüğümüz öğrendiklerinizden dolayı kurduğunuz dünyanın anlamsızlığını takdir etmemizi istiyorsunuz. Emin olun ki bibim bu dünyayla bir sorunumuz yok; biz bu dünyanın ıstıraplarına ve sefilliğine katlanabiliriz, çünkü biz bu maddi dünyayı gönlümüzden çıkardık, dünyanın üstesinden geldik ama sizin de bu dünyanın ağır yükünden kurtulup kendinizi bulmanızı istiyoruz. Ama biz biliriz ki insan böyle değildir ve kim olduğunuzu öğrenene dek sabırla beklemeyi de biliriz. Ne zaman ki bunu öğrenmek istersiniz, emekleyen bir bebeğe eĢlik eder gibi size eĢlik edeceğiz, insan gibi ayağa kalkıp yürüdüğünüzü görmekten mutluluk duyacağız. Böyle ayağa kalkıp, dirilince siz, biz de çıkacağız odamızdan (bizim olduğunu sandığımız dünyadan) ve dıĢarıda (insanların ortak dünyası) birlikte olacağız. Allah maddiyatın hükmündekilere merhamet ve huzur bahĢetsin. 436 SONUÇ Bir araĢtırmacı ne ötekileĢtiren ne de öteki olan bir konumu aramalı. Bir araĢtıran ve araĢtırılan olarak araĢtırdığım dünyanın bir parçası olduğumu kabul etmeli. Sadece kendi üstüne düĢünmek (selfreflection) değil fakat görme, yorumlama ve temsil etmenin bütün yolarının üzerine eleĢtirel olarak düĢünmenin gerekliliğine inanmalı. Bir araĢtırıcı olarak araĢtırma konusunun seçiminden araĢtırma sonuçlarının dağıtımına kadar olan bütün süreçte etik ve politik bir farkındalık‘ın daha doğru ve iyi etnografik bilgi sağlamada önemli olduğunu düĢünmeli. Belki de anlamanın en önemli yollarından biri muhabbettir. Muhabbet iki varlığın birleĢmesi bir araya gelmesidir. Muhabbet varlıkların zaman ve imkân sorunları olmaksızın birbirlerini anlamak için kurdukları bir iliĢkidir. Muhabbet ve neticesi muhabbete katılan varlıkların elde ettikleri bir sonuçtur. Mistik olan muhabbetin sınırını bilir, çünkü o sizin haberdar olmadığınız bir açıdan bakar size. KAYNAKÇA Asad, T. (1973). Anthropology and The Colonial Encounter. London: Ithaca Press. Clifford, J. (1988). On Ethnographic Authority. In The Predicament of Culture: Twentieth-Century Literature, Ethnography and Art. Boston: Harvard University Press, pp. 21-54. Fabian, J. (2001). ―Ethnographic Objectivity: From Rigor to Vigor.‖ In Anthropology with an Attitude: Critical Essays. Stanford: Stanford University Press. pp: 11-32. Jordan, S. and Yeomans, D. (1995). ―Critical Ethnography: Problems in Contemporary Theory and Practice.‖ In British Journal of Sociology of Education. 16 (3): 389. Özlem, D. (1999).Siyaset, Bilim ve Tarih Bilinci. Ġstanbul: Ġnkılap. [Politics, Science and Historical Consciousness] Said, E. (1985). Orientalism. London: Penguin 437 A12 OTURUMU KÜLTÜR-SANAT-III: MODERNĠTE EKSENĠNDE KÜRESELLEġME 438 TÜRKĠYE‟DE EKONOMĠK SEÇKĠNLERĠN KÜRESELLEġME SÜRECĠNDEKĠ DÖNÜġÜMLERĠ: ĠLĠġKĠ AĞLARI, DEĞERLER, KÜLTÜR GÖSTERGELERĠ Ali ERGUR1 Sibel YAMAK2 ÖZET Türkiye, 1980‘li yıllardan bu yana neo-liberal ekonomi politikalarının yönlendirmesinde, küreselleĢme sürecinin etkin unsurlarından bir tanesi haline gelmiĢtir. Bu çoğul dönüĢüm süreci, Türkiye‘de toplumun farklı kesimlerini farklı biçimlerde etkilemiĢ ve etkilemektedir. ĠĢ dünyası, diğer toplum kesimleri içinde, küresel kapitalizmle bütünleĢme bağlamında ayrıcalıklı bir yer tutmaktadır. Bu nedenle, disiplinlerarası (iĢletme bilimi, sosyoloji, siyaset bilimi) bir anlayıĢla Türkiye‘nin ekonomik seçkinlerinin küreselleĢme bağlamında nasıl dönüĢtüklerini anlamaya yönelik bir araĢtırma projesi tasarlanmıĢtır. Büyük çoğunluğu 2010 yılı içinde gerçekleĢtirilen toplam 64 derinlemesine mülâkat sonucunda, hem Ģirketlerin yapılarının, hem yöneticilerin kültürel özelliklerinin nasıl dönüĢtükleri çözümlenmeye çalıĢılmıĢtır. Ġstanbul Sanayi Odası‘nın her yıl yayınladığı en büyük 500 firma listeleri, 1968‘den bu yana taranarak, tesadüfî örneklem yoluyla görüĢmecilerimiz belirlenmiĢtir. Grup ya da Ģirketin en üst düzey icra yetkisine haiz yöneticisiyle ayrıntılı mülâkatlar gerçekleĢtirilmiĢtir. Ayrıca örneklem, coğrafi olarak da dağıtılmıĢ, 13 bölgeye yayılmıĢtır. Projenin çeĢitli boyutları olmakla birlikte, bu bildiri, özellikle Pierre Bourdieu‘nün sermaye olgusuna getirdiği çoğulcu yaklaĢım ve ‗ayrımlaĢma‘ kavramı ekseninde kurgulanmıĢtır. Diğer yandan, baĢta Mark Granovetter olmak üzere, ağ kuramcılarının yaklaĢımları çerçevesinde, iĢ dünyasının iliĢki ağlarının (çoğunlukla iĢ adamı dernekleri) değerlendirilmesi yapılmıĢtır. Her yeni ekonomik seçkin grubunun, aynı zamanda belli bir tarihsel bağlamın ürünü olduğu, her iliĢki ağının da bunu somutlaĢtıran, küresel pazara eriĢimi kolaylaĢtıran bir sistem olduğu savlanmıĢtır. Bunların bir iĢlevi olarak, değerler de hızla değiĢmektedirler. Bu değiĢme ise kültür göstergelerinde (kültür beğenileri, tercihleri, tüketimleri) somutlaĢmaktadır. Bildiri, iliĢki ağları, değerler ve kültür göstergeleri üzerinden yapı ve zihniyet dönüĢümlerini tartıĢmayı hedeflemektedir. Anahtar sözcükler: Ekonomik seçkinler, küreselleşme, ilişki ağları, sosyal sorumluluk, değerler, kültür. ABSTRACT Since 1980's, Turkey has become one of the most effective actors in the globalization process through neo-liberal economic politics. This multiple transitional process has been affecting in different ways on different social groups in Turkey. The business world has an important role in the other parts of society in the context of the global capitalistic integration. Therefore, with the help of the interdisciplinary concepts (management studies, sociology and political science), this research project is created for figuring out how the economic elites in Turkey were transformed around the context of globalization. As a result of the 64 in-depth interviews, mostly realized in 2010, we tried to show how the transition of companies' structures and also transition of managers' cultural personalities is working. Scanning all the lists of largest 500 firms which are announced every year by the statistics of Istanbul Chamber of Industry, we determined our interviewees through random sample. The detailed interviews are actualized with the current manager to discuss about the executive authority in the group or in the company. Besides, the sample is divided and diffused geographically by 13 regions. Including also the other diversified dimensions, this declaration is constructed specially on the Pierre Bourdieu's rotation which is about the pluralistic approach to the concept of "capital" and the concept of "differentiation". On the other side, in the frame of network theorists' approaches, currently leading Mark Granovetter, the business networks (mostly businessmen associations) are evaluated on this research which argues that every new economic elite group is also a certain product of historical 1 2 Prof.Dr., Galatasaray Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected] Prof.Dr.Galatasaray Üniversitesi, ĠĢletme Bölümü, [email protected] 439 context and every business network is a system which formalizes this product and simplifies the access to the global market. As a function of that, the values are changing rapidly. However, this transformation is formalized by cultural indicators (like cultural tastes, choices, consumptions). So, this paper aims to discuss the structure and the transition of mentality at the business networks, values and cultural indicators. Keywords: economic elites, globalization, business networks, CSR, values, culture GĠRĠġ Türkiye toplumu çok hızlı değiĢen ve dinamik bir yapıdır. DeğiĢmenin mantığını çözümleyebilmek için, Türkiye‘nin mâruz kaldığı dönüĢtürücü güçlerin neler olduğunu ve bunların küresel bağlamdaki mahiyetlerini iyi ortaya koymak gerekmektedir. Türkiye‘nin dönüĢümünü anlamak için hem yerel, özgün, kendi tarihiyle bağıntılı olgular hem küreselleĢmeyle ilgili olanlar aynı anda dikkate alınmalıdırlar. Nitekim Türkiye‘nin toplumsal dönüĢümü, bir yandan iç dinamiklerin diyalektiğine diğer yandan Dünya ölçeğinde bütünleĢik ekonomik ve kültürel hareketlere bağlıdır. Üstelik Türkiye, Batı Avrupa‘nın belli bir zaman dilimi içinde ardıĢık olarak yaĢadığı üretim biçimi dönüĢümlerini, farklı biçimlerde de olsa hem hızlandırılmıĢ hem eĢzamanlı olarak deneyimlemektedir. Böylece Türkiye toplumu, hızı ve hacmi azalmakta olan bir kırdan kente göçü hâlâ yaĢamakta, kentler yeni bir kültürel dönüĢüme tâbi olmakta (kentlileĢme), değerler ve yaĢam tarzı anlamında köylülükten kentliliğe geçiĢ sürmekte, tarım toplumundan sanayi toplumuna ama aynı zamanda sanayi-sonrası topluma geçiĢ süreçleri eĢzamanlı olarak yaĢanmaktadır. Türkiye, üç yüzyıldan beri modernleĢen bir toplumdur. Ancak bu modernleĢmenin çeĢitli kırılma ve kopuĢ anları olduğu kadar, evrimsel ve reformcu anları da mevcuttur. Üstelik bugünün Türkiye‘sinde her toplum kesimi belli bir modernleĢme içinde olmakla birlikte, küreselleĢme ve kapitalistleĢme derecesine bağlı olarak her katman farklı hızda değiĢmektedir. Türkiye‘deki toplumsal çatıĢmaların önemli kaynaklarından biri budur. ModernleĢme tarihi boyunca, bu çatıĢma hatları üzerinde ilericilik-gericilik tartıĢmaları ortaya çıkmıĢtır. Siyasi anlamda direniĢ ve geriye dönüĢ (irtica) eğilimi sergileyen akım ve aktörler, yalnızca bir inanç veya kültür konusu üzerinden çatıĢma tarafı olmazlar; aynı zamanda ve daha derinde toplumsal dönüĢümün yönü, ortaya çıkmakta olan yeni üretim iliĢkilerinin doğası ve kendilerinin bunlar içindeki yerleri konusunda kaygılar yaĢarlar. Tepkisel direniĢçi tutumların baĢlıca nedeni, paylaĢım düzenindeki köklü değiĢmelerdir. Muhafazakâr düĢünce ve davranıĢ kalıpları bu çatıĢma hatlarının vazgeçilmez bir unsuru olarak, toplumsal değiĢmenin hızlandığı her anda güçlenmiĢtir. Türkiye‘de muhafazakârlık olgusu çeĢitli dönemlerde hep gündemde olmuĢ bir konudur. Bununla birlikte, son yıllarda özel bir gündem maddesi oluĢturmaktadır. Günümüzdeki muhafazakârlık ve muhafazakârlaĢmaya yönelik tartıĢmalar, bu nedenle Türkiye‘nin deneyimlemekte olduğu çoklu ve küreselleĢme bağlamındaki dönüĢüm sürecinin önemli bir belirtisi olarak okunabilir. Farklı toplum kesimlerinin bu dinamik ortamda, özellikle küreselleĢmenin etkileri karĢısındaki tavırları kuĢkusuz birbirinden farklıdır. Ancak bunların arasında sanayileĢmenin ve küresel finans ekonomisinin önde gelen aktörleri olan iĢ dünyası seçkinlerinin uyum ve direniĢ stratejilerinin anlaĢılmasının merkezi önemde olduğuna kâni olarak, söz konusu grup üzerinde 2010-2011 yılları içinde bir araĢtırma gerçekleĢtirdik. Ġstanbul Sanayi Odası tarafından yayınlanan ―en büyükler‖ (1967-1974 arası ilk 100, 1975-1984 arası ilk 300, 1986‘ten bu yana ilk 500 olarak yayınlanmıĢtır) listeleri yayınlanmaya baĢladıkları 1967 yılından beri taranmıĢ, (1) bu listelerde daima var olmuĢ olanlar, (2) bir süre var olup sonra yok olanlar, (3) 1990‘ların sonları ile 2000‘li yıllarda listelere girenler, üç farklı tipte sermayeyi temsilen tesadüfi örneklem yoluyla araĢtırma kapsamına alınmıĢtır. Bu bağlamda Ģirket veya grup icra erkinin en üst düzey temsilcisi (genellikle yönetim kurulu baĢkanı veya üyesi, CEO, bazı durumlarda da genel müdür) ile derinlemesine görüĢme yapılmıĢtır. Toplam 13 ile dağılmıĢ olarak toplam 64 görüĢmeciyle en kısası 30 dakika, en uzunu 2 saat 50 dakika süren görüĢmeler sırasında, görüĢülen kiĢinin aile kökenleri, kendisinin ve aile efradının baĢta eğitim olmak üzere bazı demografik özellikleri, giriĢimci geçmiĢi, kariyeri, Ģirket hakkında ekonomik veriler, Ģirketin kuruluĢ öyküsü, siyaset ve siyasetçilerle iliĢkiler, kurumsal sorumluluk anlayıĢı ve uygulamaları, nihayet kültür tercih ve tüketimleri, hakkında sorular yöneltilmiĢtir. AraĢtırma ekibi bir iĢletme bilimci, bir toplumbilimci ve bir siyaset bilimciden oluĢmuĢtur. Bu Ģekilde çoklu bir bakıĢ açısı geliĢtirilmeye çalıĢılmıĢ, disiplinler arası bir çalıĢma esası benimsenmiĢtir. Ayrıca görüĢmeler öncesi, sırası ve sonrasında 440 gözlem notları alınmıĢ, özellikle ziyaret edilen çalıĢma mekânları (görüĢmecinin ofisi) bir ikonografik çözümleme sahnesi olarak kavramsallaĢtırılarak, içerdiği göstergeler bakımından incelemeye tâbi tutulmuĢtur. Bu metinde, bu görüĢmelerden elde edilen verilerin bir kısmının kısıtlı bir tartıĢması söz konusudur. Bu bağlamda, ekonomik seçkinlerin iliĢki ağları (toplumsallaĢma çerçeveleri), sosyal sorumluluk anlayıĢları (toplumsalla iliĢkilenme biçimleri ve toplum tahayülleri) ve kültür göstergeleri (yaĢam biçimleri ve değerler) alanlarına bir bakıĢ geliĢtirmeyi, bu suretle muhafazakârlığın Türkiye‘de edindiği yeni anlamlar üzerinde kısa bir tartıĢma yapabilmeyi umuyoruz. Bu nedenle, ekonomik seçkinlerin dönüĢümündeki muhafazakârlık boyutunu irdelemeyi gerekli buluyoruz. KÜLTÜRLENME ĠLĠġKĠLERĠ OLARAK Ġġ DÜNYASI AĞLARI AraĢtırmamız, bize iĢ dünyasında muhafazakârlık olgusunun önemli ölçüde taktik bir olgu olduğunu gösterdi. Hızlı değiĢen ekonomik ortamda, küreselleĢmeye ayak uydurma çabaları içinde muhafazakârlık bir çeĢit koruyucu kalkan görevi görmektedir. Muhafazakârlığın bu taktik algılanıĢ ve bir kimlik stratejisi olarak kullanılıĢını üç alan üzerinden gösterebiliriz: (1) ĠĢadamı iliĢki ağları (dernekler); (2) sosyal sorumluluk kavramının algılanıĢı ve uygulamaları; (3) çalıĢma mekânlarının simgesel anlamları. ĠĢ dünyası üzerine daha ziyade gazetecilik dili ve kategorileriyle geliĢtirilen kimi genel geçer kavramsallaĢtırmaların fazla toptancı yargılar içerdiği, gerçekliği tam olarak yansıtmadığı, araĢtırmamızın bulgularında ortaya çıkmıĢtır. Örneğin ―yeĢil sermaye‖, ―Anadolu Kaplanları‖ gibi adlandırmalar veya Ġstanbul sermayesinin mutlak anlamda küreselleĢmiĢ ve seküler dünya görüĢünün savunucusu olduğuna dair ön kabuller her zaman tamamıyla doğru görünmemektedir. KuĢkusuz, Türkiye‘nin son on yılında, küresel kapitalist ekonomiyle bütünleĢmenin hızı artmıĢ, bunun sonucunda, Anadolu‘nun çeĢitli kentlerindeki geleneksel ve kapalı ticaret, yerini hızla uluslararası ekonomik hareketliliğe bırakmıĢtır. Bunun sonucunda hızla geniĢleyen ve modernleĢen bir sermaye sınıfı belirginleĢmeye baĢlamıĢtır. Hâli hazırdaki siyasi iktidara verilen destek, toplumbilimsel anlamda, aslında bu eğilimin toplumun genelinde ne kadar benimsenmiĢ olduğunu göstermektedir. Küresel pazara eriĢimde her ne kadar Marmara Bölgesi‘nin, diğer bölgelere kaynak sağlayıcı ayrıcalıklı bir yeri bulunsa da (Buğra ve SavaĢkan, 2010: 96) Anadolu kentlerinden Dünya‘ya açılma eğilimi artmakta, iliĢki ağları sayesinde özerkleĢme yönünde giriĢimler de gözlemlenmektedir. Küresel ekonomiye eklemlenme, birçok yerel ekonomik aktöre doğrudan küresel pazara eriĢme olanağını sunmuĢtur. Bu süreç karĢısında giriĢimciler edilgen bir konumda kalmadan, küresel pazara açılmak için gerekli hırsı ve beceriyi geliĢtirebilmiĢlerdir (Keyman ve Lorasdağı, 2010: 272). Yeni ekonomik seçkinler, ekonomik anlamda büyürken, yerleĢik ekonomik seçkinlerin arasında sosyal ve kültürel anlamda da kendilerine yer açmaya çalıĢmaktadırlar. Bu bağlamda, iĢ adamları arasındaki dayanıĢma iliĢkilerinin önemli iĢlevleri vardır. Öncelikle bir yol-yordam öğrenme (görüĢmelerde sıklıkla duyduğumuz terimle ―know-how‖), yerel ve küçük ölçekli ticaretten, küresel alana açılan büyüme eğilimli, dar sermayeli kapalı bir ticaretten, küresel pazara doğru geniĢleyen sahici bir kapitalist birikim eğilimine doğru olan evrim için vazgeçilmez önemdedir. ĠĢ iliĢki ağları, özellikle yeni yükselen iĢ adamlarına küreselleĢmede destek sağlamaya, yordam göstermeye, yeni iĢ olanakları yaratmaya ve toplu bir güç olarak siyaset alanında söz sahibi olmaya yol açmaktadırlar. Nitekim, Buğra‘ya göre, iĢ adamı derneklerinin oluĢumu, belli ölçüde siyaset dünyasıyla iliĢki kurma aracı olarak da değerlendirilebilir (Buğra, 1994). Diğer yandan, iĢ adamları iliĢki ağları, genellikle çeĢitli ölçeklerde dernekler halinde kurumsallaĢarak, belli bir sermayedar grubunun mensuplarının, içinden doğdukları tarihsel-siyasal-ekonomik bağlama göre, belli değer ve davranıĢ tiplerinde ortaklık aradıkları dayanıĢma birimleri olarak çalıĢmaktadır. Bunun sonucunda, her bir iliĢki ağı sistemi, dernekleĢmiĢ olsun ya da olmasın, ekonomik çıkar ortaklığını temsil ettiği kadar, kültürel anlamda da bir anlam dünyası olarak iĢlev görmektedir. Özellikle küreselleĢme bağlamındaki kapitalist etkinlik, özel bir bilgi ve beceriler bütününü gerektirmektedir. Ancak bu donanım, yalnızca maddi anlamda bir gönenme değil, aynı zamanda küresel kültür karĢılaĢmalarından az ya da çok nasibini alan bir simge dünyasının dıĢlayan ve içeren özelliklerini haiz bir hükmetme alanı haline de gelmektedir. ĠĢ dünyasında tutunmanın ve küresel pazara açılmanın en vazgeçilmez aracı iliĢki ağları kurmaktır. Her iliĢki ağı, Bourdieu‘cü anlamda sosyal sermaye oluĢturmak için merkezi önemdedir. Bourdieu ve Passeron sosyal sermayenin kültür sermayesiyle birlikte çalıĢtığını, böylece bu ikisinin, bireyin bağlı olduğu sınıf iliĢkileri ve özellikle eğitim aracılığıyla koĢullandığının altını çizerler (Bourdieu ve Passeron, 1970). Öncelikle akraba, tanıdık dayanıĢmasıyla baĢlayan bu yönelim, sermaye ve yapılan 441 ticaretin hacmi büyüdükçe dernek çatısı altında toplanma eğilimi göstermektedir. Nitekim, görüĢmecilerimizden 2000‘li yıllarda en büyük 500 listesine girenlerin tipik geliĢme çizgisinde, iĢleri büyütme esnasında yabancı dil bilen akraba aracılığıyla uluslararası fuarlara katılım gözlemlenmiĢtir. Küresel pazara açılmak için yeterli motivasyonu, uygun konjonktürden (örneğin 1980‘lerin sonlarına doğru liberal ekonomi politikalarının etkisiyle, yurt dıĢı ticaret, yatırım ve ortaklık yönünde teĢvik gören iĢ adamlarının hızla bu yönde arayıĢlara girmeleri) alan ekonomik aktörler, kültür sermayelerinin yetersizliğini ara çözümlerle telafi ederek, tedricen yeni iliĢkiler sistemine doğru dönüĢmektedirler. Yeterince kendine güven ve belli ölçüde uluslararası alanda iĢ yapma becerisi elde edildiğinde profesyonel tercümana geçilmekte, daha sonraki aĢamalarda ise çocukların mutlaka yabancı dil öğrenip sürece dâhil olmalarına gayret edilmektedir. Sezgisi kuvvetli iĢ adamları, kültür sermayeleri yeterli olmasa da, küresel düzende iĢ yapmanın yegâne yolunun, onun kodlarını edinmek olduğunun bilincindedirler. Çocukların ve/veya yeğenlerin bu amaçla hem yabancı dil hem iĢletmecilik bilgisi anlamında yetiĢmelerinin sağlanması bu nedenle üzerinde titizlikle durulan bir olgudur. DernekleĢme, bu tür eğilimlerin belli bir toplumsal yaygınlık kazandığı noktada ortaya çıkmakta, destekleyici siyasi koĢulların yardımıyla uygun bağlamda somutlaĢmaktadır. Buradaki ana yönelim eskilik ölçüsüne göre yeni ağ sistemleri kurma yönündedir. Sırasıyla TÜSĠAD (1971), MÜSĠAD (1990) ve TUSKON (2005), üç büyük iĢ dünyası iliĢki ağı sistemini oluĢturmaktadır. Bununla birlikte, küreselleĢme eğilimi arttıkça bunlar arasındaki geçiĢlilikler de artmakta, zannedildiği gibi, bu dernekler münhasıran birer ideolojik konum alıĢı ifade etmemektedirler. Birçok kanaat önderi, bu dernekleri dinsellik-laiklik ekseninde değerlendirmektedir. Oysa, her ne kadar görüntüsü ve kendi kurucu söylemleri bu yönde imiĢ gibi görünse de, özünde kapitalistleĢmede ve küreselleĢmede eskilik esası temel unsurdur. Zira her iliĢki ağı, aynı zamanda belli bir içericilikdıĢlayıcılık diyalektiğine de sahiptir. Yeni bir iliĢki ağının ortaya çıkmasının temel nedeni bu diyalektik iliĢkidir. Dinin Türkiye'deki rolü üzerine genel olarak paylaĢılan ortak düĢünceye göre; din, kapalı dünya görüĢüne sahip, savunmacı bir tutum gerekçesi olarak iĢlev görmektedir. Sonuç olarak, din; uzun süredir modern tutum ve muhafazakâr duruĢ arasındaki kutuplaĢmanın ana teması olarak anlaĢılmaktadır (Mardin, 2004: 82). Bununla birlikte bazı çalıĢmalar, Türkiye'deki din anlayıĢının, sadece kendini koruma altına alan anti-modernizm görüĢüyle eĢleĢtiğini değil; daha çok, hızla değiĢen toplumun aracılığıyla kiĢisel iç kılavuza araçlar tedarik ettiğini ve küresel anlamlar dünyasıyla bütünleĢebilmeyi kolaylaĢtırdığını göstermektedir (Göle, 1991). Böyle bir değiĢme, düĢünce biçimlerinin açıkça yeniden yapılanmasını tetiklediğinde, iĢ dünyası, bu süreçte en hızlı ve en derinden etkilenen toplumsal alanlardan biri olmaktadır. Bu bağlamda, iĢ dünyasının ağları bir tür destekleyici modernizasyon güzergâhı Ģekillendirmeye yardımcı olmakta, böylece iĢ dünyası seçkinleri küresel pazardaki açıkları ararken kaçınılmaz olarak kısmen ya da belli ölçülerde kültürel değiĢmekte, bir baĢka deyiĢle hayat tarzları ve değerleri dönüĢüme uğramaktadır. Mamafih, her kültürel temas, kültürel bağlamda bir eklemlenme demektir. ĠĢ dünyası ağları, belirgin ekonomik iĢlevlerin yanı sıra, yeni yükselen ve bu nedenle hâlâ geleneksele yönelik olan iĢ adamlarına, onların ihtiyat ve değiĢme arzusuyla dengelenmiĢ kararsız duruĢlarını tatmin ederek, yardım ediyor gibi görünmektedir. Aslında, iĢ dünyası seçkinlerinin bağlantılarının değiĢmesine odaklanan araĢtırmamız, bağlamsal kaymayı takiben, Türk iĢ adamları arasında dinin göreli konumundaki belirgin değiĢmenin Ģeklini çizmektedir. Bütün bu vurgulanan tutumlara rağmen, din (Ġslam inancı) genelde yeni seçkinlerin bağlantılarında ortak paydaya dönüĢmüĢ gibi görünmektedir. AraĢtırmamızda elde edilen bulgulara göre; genellikle taĢra kökenli yeni doğan iĢ dünyası seçkinleri, kendilerini ifade ederken davranıĢlarında belirgin bir dini tutum sergilemektedirler. AraĢtırmamızdaki MÜSĠAD/TUSKON üyelerinin çoğunluğu, inançlarını bütünüyle yaĢadıklarını belirtmiĢtir. Diğer yandan, sabit muhafazakâr bakıĢ açısını korumak yerine, bu kiĢiler, küresel liberal pazarla bütünleĢmeyi hedefleyen iĢ dünyası ağlarının yapılanmasına yönelik yüksek motivasyona sahip görünmektedirler. Var olan metropol kökenli iĢ dünyası ağları, dünyevi ve Batılı kültürel karakteristik özelliklere sahipken; yeni oluĢumlar, daha çok dini temaları kullanmakta ve dünya ölçeğine eklemlenmede bir çeĢit katkı maddesi gibi kullandıkları muhafazakâr tutumlar sergilemektedirler. Diğer bir deyiĢle, sosyoekonomik bağlamda Türkiye'nin hızlı değiĢmesinde, muhafazakârlık, bir kozayı koruyormuĢçasına, küresel pazara girmeyi yeterince arzulayan, motive olmuĢ, fakat rekabet mantığını desteklemesi için gereken kültürel donanımı sağlayamayan bireyler için bir tür anti-Ģok zırhı gibi bir iĢlev görmektedir. 442 ĠĢ ağları, aynı zamanda, iĢ adamlarının geleneksel yönelimli çeliĢik ruh hallerini, belli bir kolektif eylem içinde dengeleme arayıĢlarının da ürünüdür. Zira küreselleĢme hem hızlı gelmekte, hem yerel ölçekte etkin ticaretin geleneksel zihniyet dünyasını kökten dönüĢtürmektedir. Bu noktada iĢ adamları dernekleri, deneyim paylaĢımı, toplumsallaĢma olanağı sunma, giriĢimde teĢvik edicilik, kimi zaman siyasi bir tavır geliĢtirme gibi özellikler sunarak, küreselleĢme karĢısında kendisini savunmasız ve yalnız hisseden, bu Ģekilde mevcut geleneksel değerler sistemini tehdit altına gören iĢ adamına ekonomik bir dayanıĢmanın yanı sıra, kültürel anlamda bir çeĢit kader ortaklığı sunmaktadırlar. Böylece iĢ adamları iliĢki ağları, Granovetter‘in vurguladığı üzere, zayıf bağların birleĢtiriciliği ilkesinden hareketle, özel bir dayanıĢma birimi ve anlam dünyası haline gelmektedir. (Granovetter, 1983: 229) Küresel, modern iliĢkilerin düzleminde, bildik, hemĢehri, tanıdık, akraba gibi kuvvetli bağlar, yerlerini zayıf ama kurumsallaĢmıĢ bağlara terk etmektedirler. Böylece, görece zayıf bağlar arasında oluĢan bağlantı noktaları olan köprüler (Granovetter, 1973: 1375), az ya da çok kurumsallaĢmıĢ iliĢki ağları halinde somutlaĢmaktadırlar. Yeterince güçlenen bu tür iĢlevsel bağlantılar, uygun bağlamsal koĢulların ortaya çıktığı ortamda yerel, bölgesel ve nihayet, belli bir siyasi iddiası da olabilen ulusal derneklere dönüĢmektedirler. Ancak bu aĢamalı bir geçiĢtir; o nedenle ara biçimler üzerinden gerçekleĢmektedir. Dernekler, bu ara biçimlerin belli bir ekonomik çıkar bütünlüğü ve ideolojik uyum bağlamında düzenlendiği iliĢki sistemleri oluĢturmaktadırlar. Muhafazakârlık kavram ve biçimlerini bu bağlamda yeniden değerlendirmek gerekmektedir. Günümüz Türkiye‘sinde, özellikle iĢ dünyasında rastladığımız türden bir muhafazakârlığın, sabit bir ideolojik konumdan ziyade, hızlı değiĢen dünyayı anlamlandırma gereksiniminden kaynaklanan doğal bir korunma tutumu ve eylem stratejisi olduğunu düĢünmek, araĢtırma bulgularımıza göre daha olasıdır. Muhafazakârlık, bu nedenle bir çeĢit koruyucu koza gibi iĢlev görmektedir. TÜRKĠYE'DEKĠ Ġġ ADAMLARI ARASINDA SOSYAL SORUMLULUK ÜZERĠNE FARKLI DEĞERLENDĠRMELER Kurumsal sosyal sorumluluk kavramı, günümüzde yalnızca basit bir yardım etkinliği değil, bir yönetim yaklaĢımı ve aracı olarak belirmektedir (Bethoux, Didry ve Mias, 2007). Saha araĢtırmamız, sosyal sorumluluk etkinliklerinin algılanmasındaki ve pratiklerindeki çeĢitliliği tanımlayan yeterli göstergeleri sağlamıĢ gibi görünmektedir. Bilindiği üzere, sosyal sorumluluk, sadece bir hayırseverlik inisiyatifi değil; aynı zamanda değerler ve bu değerlere dayalı eylemler dizisidir. ÇalıĢmamızda, mümkün olduğunca geniĢ ve çeĢitli verileri bir araya getirdik; kaleme aldığımız bu veriler olabildiğince iĢ dünyası seçkinlerinin tipolojisinin oluĢabilmesine olanak sağlamaktadır. Bu perspektiften yola çıkarak gözlemlediğimiz üzere, sosyal sorumluluk mefhumu, geniĢ bir kullanım ve algı çeĢitliliği sunmaktadır. Sosyal sorumluluk konusunda öncelikle kavramın farklı algılanıĢlarının olduğunu ifade etmek gerekmektedir. Kavramdan haberdar olmayanlar kadar, kamu kurumlarının istediklerini yapmayı sosyal sorumluluk olarak algılayanlar da vardır. Önemli sayıdaki yönetici, sosyal sorumluluk hakkında hiçbir düĢünceye sahip değilken; bir diğer kesim yönetici ise, tanımından tamamen haberdar olmakla birlikte, aynı zamanda sosyal sorumluluktan makro bir toplum vizyonu elde etmektedir. Bu nedenle, araĢtırmamız, kurumsal sosyal sorumluluk değerlerini ve pratiklerini ölçülendirmek, bazı iĢ dünyası seçkinlerinin sosyal sorumluluk için edindikleri perspektiflerde ani oluĢan çoklu yollar, anlamlar ve beklentiler dolayısıyla, yönetim biçimlerinin hem geleneksel ve otokratik varlığını teyit etmek, hem bu konu hakkında bilgi edinmek için yapılmaktadır. Ayrıca sermayedarlar ile yöneticiler arasında da önemli farklılıklar vardır: Profesyonel yöneticiler sosyal sorumluluğu daha araçsal algılarken, sermayedarlar daha çeĢitli Ģekillerde algılamaktadırlar. AraĢtırmamızdaki en belirgin bulgu; profesyonel yöneticiler ve Ģirket sahibi yöneticilerin arasındaki anlamlı farklılıklardır. Profesyonel yöneticiler, kurumsal sosyal sorumluluk kavramını, kültürel değerlerden yalıtılmıĢ olarak, genellikle diğer yönetim unsurlarından biriymiĢ gibi araçsal algılamaya eğilimlidirler. ġirket sahipleri ise; tersine, kurumsal sosyal sorumluluk karĢısında çeĢitli tutumlar göstermektedir. Bu bağlamda, yöneticinin sahip olduğu ve kontrol ettiği kültür sermayesinin, ekonomik sermayenin geliĢmesiyle birlikte, sosyal sorumluluğun uzun vadeli geliĢimi boyunca önemli bir rol oynamakta olduğunu belirtmeliyiz. Sonuç olarak, kuĢaklar boyunca firma yaĢlanmakta ve küresel pazar karĢısındaki ekonomik kapasitelerini artırma eğilimini benimsemektedir; kurumsal sosyal sorumluluk politikası sistematikleĢmekte, rasyonelleĢmekte, gelenekselliğin belirleyici rolü (örn; fakirlere dini sâiklerle yardım etmek) azalmaktadır. Bundan öte, en önemlisi, firma ülkenin 443 sosyo-ekonomik fırsatlarını tasarlamayı kendine misyon edinmektedir. Diğer bir deyiĢle, kapitalist bir grup, yeterince köklü ve tanınmıĢsa, sadece düzenli olarak hâli hazırda bulunan projeleri yönetmemekte; aynı zamanda genelde dolaylı biçimler yoluyla ulusal politikalara müdahale eden bir güç olmayı hedeflemektedir. BaĢka bir deyiĢle, böyle bir durumda firmalara bağlı olan kurumsal sosyal sorumluluk projeleri ve değerleri, ekonomik aktörler tarafından yapılan sıradan hayırseverlik etkinliklerine göre çok daha büyük ölçekte iĢlemektedir. Bu tutum, real politik alanına somut olarak girmeden politika yapmanın bir yolu olarak algılanabilir. Bu nedenle, kurumsal sosyal sorumluluk uygulamaları, meĢru politikanın parçası olmadan politikaya dâhil olma yöntemine sahip olmak için; müĢterek veya idari hedefleri ve toplumsal yardımlaĢmada geleneksel eylemleri görmezden gelmektedir. Paradoksal olarak, daha az sayıdaki firma, kurumsal sosyal sorumluluğun makropolitikalarını benimsemekte ve etkin olarak politika yapmaktan çekinmektedir; böylelikle bu firmalar çeĢitli yerel ve toplumsal gereksinimlerin karĢılanmasını talep eden politika aktörlerinin doğrudan baskılarına daha çok mâruz kalmaktadır. ĠĢletme köklü hale geldikçe, sosyal sorumluluk anlayıĢının daha sistemli, rasyonel ve geleneksel olarak belirlenmeyen bir özellikte tezahür ettiğini söyleyebiliriz. Profesyonel yöneticilerde gözlemlenen bilinç seviyesi, bu bireylerin kiĢisel ilgi alanlarına veya kültürel mizaçlarına göre değil; daha çok kiĢilerin, göreceli olarak sahip oldukları güvencesiz konumlara ve sermayenin görünür olan temsilcisi firma sahibine rağmen Ģirketin esas direği olarak varsayılmalarına göre değerlendirilmelidir. Firma sahipleri ve profesyoneller arasındaki farklılık, aynı zamanda iĢ dünyasındaki kimliklerle de ilgilidir. Diğer bir deyiĢle, profesyoneller, ideolojik olarak yönettikleri sermaye ile tanımlanırken; birçok örnekte görüldüğü üzere ne yönettikleri sermayeye sahip olabilmekte ne onun esas sahibi olarak bilinmektedirler. Bununla birlikte, bu sermayeyi simgesel olarak kullanarak, her zaman donanımlı ve oldukça rasyonel bireyler olarak görülmektedirler. Sonuç olarak, kurumsal sosyal sorumluluk profesyonel yöneticiler tarafından her zaman rasyonel ve araçsal olarak kullanılmıĢ bir değer olarak görülürken; Ģirket sahibi yöneticiler, kurumsal sosyal sorumluluğun iĢlevine ve değerlerine katılımlarında çeĢitli sâikler sergilemektedirler. Beklenilen bir diğer sonuç ise; kurumsal sosyal sorumluluğun iĢ dünyasındaki toplumsal cinsiyete bağlı durumudur. Önemli bir farklılık kadın yöneticilerle erkek yöneticiler arasında çıkmaktadır. Kadınların (profesyonel yönetici veya sermayedar) sosyal sorumluluğa daha doğrudan giren ve daha samimi bir yaklaĢımları gözlemlenmiĢtir. Nitekim, Ģirket sahipleri ve profesyoneller arasındaki manidar farklılıklar olmadan, kadın yöneticiler, toplumsal olaylara yönelik alenen çok yönlü ve samimi bir duyarlılık geliĢtirmiĢ gibi görünmekte; bu toplumsal olaylar, kadınların iĢ dünyası pratiklerine ve yaptıkları iĢin getirdiği toplumsal sonuçları iyice içselleĢtirilmiĢ değerlerine dönüĢmektedir. Diğer yandan, kadın kimliğinin belirginleĢtiği bir projeler dizisi haline gelmektedir. Burada, kurumsal sosyal sorumluluk mefhumuna ve pratiklerine kendini adama hususunda, erkek ve kadın yöneticiler arasında etkileyici bir farklılık gözlemliyoruz. Kadınların, sermaye katılımı olmadan sosyal sorumluluklarını güçlendirebildiklerini görüyoruz. Bu durum, zihinlerine kazılmıĢ kadınlık gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Böylelikle sadece iĢ dünyası odaklı bireyler olarak davranmamakla beraber, aynı zamanda toplumsal cinsiyeti oldukça belirli bireyler olarak cinsiyet rollerini (kadınlar korumacı ve organizasyonel tavırlarıyla özdeĢleĢmektedir) önemli ölçüde erkek-egemen iĢ dünyasına taĢımaktadırlar. Yine de, kadın yöneticilerin iki ana baskı unsuruyla çevrildiği vurgulanarak, aynı gerçeklik, karĢı taraftan da ortaya konulabilir: (1) Erkek egemen bir alanda erkeklerin performansıyla eĢdeğer olma yükümlülüğü altında ayakta kalma; (2) güçlü konumlardaki kadınların kalıplaĢmıĢ algısını geride bırakmak için erkek iĢlerinde erkeklerden daha iyi olma. Bunun sonucu olarak kadın yöneticiler, yoğun bir Ģekilde kadınların sosyal statüsünü yükseltmek için çalıĢmaktadırlar. Bizim görüĢümüze göre; bu durum, sosyal sorumluluk projelerinde ve genellikle sosyal statülerini geliĢtirmede kadınları inisiyatif almaya yönlendirmektedir. Bir kez daha, burada aslen gördüğümüz; kadınların toplumsal değiĢme için çok daha fazla motive oldukları; buna rağmen erkek-egemen statükoda hareket edebilmek için, bazen ılımlı-muhafazakâr perspektiflere sahip olmak ile cesur olmak arasında sıkıĢmıĢ gibi göründükleridir. Son olarak, modernleĢme sürecinden gelen çeliĢkiler, kültürel simgeselliğin, kültür tüketimin ve ofis ikonografisinin somut olarak sosyolojik öneminin oluĢturduğu üçüncü bir alanda da görülebilmektedir. 444 MUHAFAZAKÂRLIKTA SĠMGESELLĠK KARARSIZLIĞIN YANSIMASI OLARAK KÜLTÜREL Her ne kadar kültürel zevklerin ve kültürel sembolizmin iyi belirlenmiĢ matrisini tam olarak Ģekillendirmek mümkün değilse de, en azından tümü olmasa da, ölçütlere uyması için uğraĢtığımız bazı kültür göstergelerinin, kültürel değiĢmenin belirtilerini teĢhis etmekteki iĢlevinin altını çizebiliriz. Kültür, hem hâli hazırdaki sınıf konumu, bunun simgesel anlamalarının bir Ģifrelemesi, hem toplumsal anlamda mitoslaĢma ve inĢa haline gelme potansiyeli barındıran ayrıcalıklı bir alandır (Sahlins, 1999: 403). Bourdieu'nün altını çizdiği gibi, kültürel farklılık, sadece somut zevklerle değil; aynı zamanda simgesel Ģiddetin yönetimiyle, toplum tarafından yapılandırılmıĢ yöntemlerle de ilgilidir. Kültürel tercihlerin münhasır alanı olarak kendini tanımlayan çağdaĢ, aynı zamanda ekonomik ve sosyal sermayelerle desteklenerek, hükmetme stratejilerinin kuruluĢunda en etkili araç haline gelmektedir. Simgesel Ģiddet, kültür ayrılaĢmasının temel araçlarından biridir. Bunu seçkinlerin çalıĢma mekânlarının gözlemlenmesinden net olarak çıkarsayabiliriz. Bourdieu ayrımlaĢmanın en iyi izlenebildiği baĢlıca üç alanı beslenme (alimentation), kendini sunma (présentation de soi) ve kültür (culture) olarak belirlemektedir. (Bourdieu, 1979: 204-205) Bu nedenle bu alanlara dair soru ve gözlem yapmaya özellikle gayret ettik. AraĢtırmamızda birçok kültür göstergesine dair soru sorulmuĢtur. Ancak bunların arasında resim koleksiyonculuğu özel ve anlamlı bir yer kaplamaktadır. Türkiye'deki iĢ adamlarının kültür tüketiminin genel değerlendirmesi, iĢ adamları, özellikle seçkin kodları olarak tanımlanan zevkler aracılığıyla kendi aralarında sıklıkla ayrıĢmakta olduğunu ortaya çıkarıyor. Böyle bir ayrıma en tipik örnek, tablo koleksiyonculuğundadır. Nitekim tablo koleksiyonculuğunu, küreselleĢmeye katılımın farklı seviyelerini ayırt eden en belirgin kültürel gösterge olarak varsayabiliriz. Spor alıĢkanlıkları, beslenme ve hatta müzik tercihleri gibi kültürel göstergelerin bile belirgin bir sosyolojik anlamı yokken, doğrudan veya kendiliğinden değilse bile, sürekli ve farklı biçimlerde önemli bir ekonomik aktör olmak, çalıĢan bireyin biriktirebilir ürünler aracılığıyla kendi sosyo-ekonomik varoluĢunu ifade etme ihtiyacının ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Sosyal ve kültürel değere sahip olduğu varsayılan nesneleri toplamak, aynı zamanda köklü ve kapitalist bir sosyal saygınlığın kuruluĢunda bir gereksinim olarak görülebilir. Elbette fayda ve çıkar elde etmek için değerli eĢyaların koleksiyonunu yapan aktörlerin birincil motivasyonlarının, ekonomik değerler olduğunu göz ardı edemeyiz. Tablo koleksiyonu yapmaya yeni baĢlayan iĢ adamları, (kendi etkinliklerini büyük bir alçakgönüllülükle, ―amatör merak‖ olarak tanımlayanlar) sanat nesnelerinin alım-satımındaki maddi değere çok önem vermektedirler. Resim koleksiyonculuğunda eğreti çaylak diyebileceğimiz bir tipten ayrımlaĢmıĢ uzman tipine doğru bir evrim gözlemlemekteyiz. Sermayenin eskiliği ve küreselleĢme eğilimi burada tartıĢmasız bir doğru orantı sağlamaktadır. Bu ekonomik bağıntı asla kaybolmasa da, en deneyimli koleksiyoncularda bile; isteksiz acemilikten seçkin uzmana dönüĢülen bir evrim çizgisinden bahsedebiliriz; bu aynı zamanda, ekonomik sermayeye dayalı bir geçiĢten, kültürel sermayeye dayalı sosyal varoluĢ ile kendini tanımlamayı da simgelemektedir. Bu çizgi, hem simgesel Ģiddetin artmasına bir gösterge hem, küresel ve kültürel değerler benimsendiğinde, muhafazakâr kaygıların azalmasına iĢaret olarak yorumlanabilir. Türkiye'deki toplumsal değiĢmenin hızından dolayı, yaĢam tarzlarındaki pratikler daha az yapılanmıĢ gibi görülmekte, bu durumun sonucunda iĢ dünyası seçkinlerinin gündelik alıĢkanlıkları, tipik biçimlere sahip olmaktan uzak kalmaktadır. Bize göre; bu nedenle spor etkinlikleri, beslenme Ģekilleri ve müzik tercihleri çok farklı düĢmekte, Türkiye'deki farklı ekonomik düzeyler ve biçimler arasında ayırt ediciliğe karĢıt olmasa bile, belirleyici bir rol oynamamaktadır. Türkiye'de iĢ adamları elitleri arasında gözlemlenen bir baĢka ayırt edici kültürel pratik ise; antika koleksiyonculuğudur. Sözde sınırlı ve çok daha belirgin bir kültürel değer olmasına rağmen, antika koleksiyonları, kanımızca kültürel hükmetmenin bütün gerekli önkoĢulları göz önünde bulundurulduğunda, kültür sermayesine sahip olmanın ve onu yönetmenin açık iĢaretidir; dolaylı olarak ima edilen, bu durumun oluĢumunun köklü bir kapitalist aktöre dayanmakta olduğudur. Her ne kadar antika koleksiyoncuları, kültürel zevkler matrisinde üstün derecelerde yer alsalar da, antika koleksiyonuna sahip olmak, geniĢ bir tablo koleksiyonuna sahip olmayı getirmemektedir. Beklenildiği gibi, kendini en çok kültürel sermayeye adamıĢ iĢ adamları, her ikisini de toplamaktadır. Tablo koleksiyonculuğunda olduğu gibi, antika koleksiyonculuğu da kendi içinde bir hiyerarĢiye sahiptir: BaĢlangıç seviyesindeki antika meraklısının bile, birtakım sanat tarihi bilgisine eriĢimi bir 445 gereksinim olmasına rağmen, sıradan bir ―sanat objesi toplayıcısı‖ tutumuyla karĢılaĢtırıldığında, koleksiyon pratiğinin bazı üstün biçimleri vardır. Bunlar, meraklı kiĢilerin kendi yerleĢkelerinde, ciddiyetle tasarlanmıĢ ve titizlikle tutulup korunmuĢ müzelere sahip olmayı gerektirmektedir. Antika koleksiyonculuğunun en özel biçimi, iĢyeriyle geçiĢmiĢ müze kavramıdır. Uzman bir koleksiyoncu, antika eĢyalarını sadece uygunluğu nedeniyle ve kendi isteğiyle toplamıĢ olduğundan dolayı sergilememektedir. Koleksiyonunun bütünü, kavramsal bir birliği temsil etmektedir; (belirli dönemler arası koleksiyon, uygarlaĢma, üslûp, vs.) fakat aynı zamanda koleksiyoncu, kendisinin bu konu hakkındaki varlıklı ve iĢlevsel görünen bütün bilgisini de sergilemektedir. Böyle bir durumda, emek/sermaye tezatı hem fiziksel hem simgesel olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece kültürel hükmetme, bu karĢıtlığı sistematik olarak tamamlamakta; sonuç olarak, en önemlisi, anonim müzelerin varlığı, bütün bir ekonomik üretim biçiminin özeti gibi sergilenmesidir. ĠĢ yerindeki müzelerin yanı sıra, iĢ yeri müzelerinin varlığını da gözlemledik. Bu gözlem de firma tarihi (köklülüğü) hakkındaki kültürel bileĢenler dizisini bize sunmaktadır. Aslında, gözlemlenen pratikte, daha çok iĢ dünyası aktörünün ofis düzenlemesinde, tarihi geçmiĢine dayalı ipuçlarının gösteriĢle sergilenmesi, ofis düzenlemesinin bir parçası olmakta; bu düzenlemede genellikle bir köĢe veya vitrin, Ģirketin veya Ģirket sahibinin baĢarılarını belgelendirmek için ayrılmaktadır. Fakat pratikte oldukça küçük bir farklılık olarak, bazı iĢ adamları, Ģirketin tarihsel kökenini göstermek için, normal bir müze ya da fabrikaya benzer bir yerde müze açmaktadır. Böyle yerlerde, kurucu kiĢinin etkisinin kayda değer ölçüde altı çizilmektedir. Bu durum, kurucunun (baba veya büyükbaba) yani firmanın fiziksel ve kültürel gerçekliğiyle yarı metafizik olarak iç içe geçmiĢ varlığının, bir çeĢit her-yerde-varolan denetim ruhunu korurken, firmanın tarihteki varoluĢundan günümüzdeki konumuna kadar evrimsel süreci sergilemeye yardım etmektedir. Sonuç olarak, muhafazakâr tutumlardaki değiĢmeler, aynı zamanda ofis ikonografisinin yapılmasında somut olarak görülmektedir. Kesin olarak, her ofis çok fazla simgeyi yansıtmakta, böylece kurucusu hakkında çok fazla fiziksel ve kavramsal ipucu barındırmaktadır. Özgül ve kiĢisel iĢaretler bir yana, bir ofis; genel veya parçalı, belirtici göstergeler dizisini içermektedir. Bu derecedeki bir ofis ikonografisindeki en önemli ayırt edici çizgi, göreli olarak yerel/geleneksel/din odaklı muhafazakârlığın ile küresel/modern/laik odaklı ideolojinin ofisteki konumlanması gibi görülmektedir. Elbette muhafazakârlığın iki uç çizgisi ve küresel etkilerden gelen kodlar gibi iç kodların da karıĢık çeĢitliliği görülmektedir. Ayrıca, kendini tanımlarken kodlanan her adımın, muhafazakâr bir hâl almaya yatkın olduğunu belirtmek gerekir. Bu Ģekilde, tanımlandığı üzere, kiĢinin ilksel veya varsayımsal olarak otantik yapısını koruma eğiliminin öne çıktığını iddia edebiliriz. Ofis tipleriyle ilgili bu kutuplaĢma, dinsel eğilimli gelenekçi bir tutum ile görece seküler bir tutum arasında oluĢmaktadır. Geleneksel eğilimli üslup, tipik olarak kendini dini yazılarla kodlamaktadır. Bunlar genellikle Kuran ayetleri, bakıra ya da tahtaya kazınmıĢ Arapça dualar vb. Ģeklinde ofisin görünür yerlerinde sergilenmektedir. Bu eğilime sahip sınırlı sayıdaki ofiste, hiçbir kiĢisel eĢya olmadan (aile fotoğrafı, kiĢisel ödüller, vs.) yegâne varlığın dini içerikli yazılar olduğunu gözlemledik; bazılarındaysa bu nesnelerin bir bileĢimi bulunmaktadır. Ġstanbul veya Ġzmir'deki ofislerin çoğunluğunda, hâlâ varlığını sürdüren bir iki simgesel mikro-ölçekli dini yazı dıĢında, dine atıf yapan iĢaretlerin neredeyse mevcut olmadığını gözlemledik. Onun yerine, ofislerde veya bazı durumlarda, idari ofislerin farklı kısımlarında ya da ortak alanlarda (koridor, sekreterlik ofisleri, toplantı odalarında, vs.) Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün farklı fotoğrafları bulunmaktadır. Uç bir örnek olarak, genellikle Türkiye'nin en büyük firmalarında gözlemlediğimiz nadir ofisler ise ne dini ne de Cumhuriyetçi iĢaretleri bünyelerinde barındırmaktadır. Onun yerine, bu ofisler, genellikle yüksek kalitede değerli sanat eserleri veya bazen dünyanın farklı köĢelerinden toplanmıĢ, minimalist anlayıĢla sahnelenmiĢ nesnelerle dekore edilmiĢtir. En belirgin ofis tipi ise, hiçbir uç veya aĢikâr pozisyon aldığını gözlemleyemediklerimizdir. Anadolu'daki, aynı zamanda büyük Ģehirlerdeki ofislerin çoğunluğunu teĢkil eden bu tip ofisler, genellikle modernleĢmeden küreselleĢmeye giden yolda dinsel-laik, yerel-kozmopolit, geleneksel-güncel arasında bir denge arayıĢındadırlar. Muhafazakârlık, bu bağlamda, sıklıkla kavramsallaĢtırıldığı gibi sabitlenmiĢ ve sabitleyici bir ideoloji olarak iĢlememektedir; daha ziyade, küreselleĢme karĢısında kaçınılmaz değiĢmeden kaynaklanan, bir durumdan bir diğerine geçerken oluĢan içsel çeliĢkilerin örtüsü gibidir; bu zıtlık, aynı zamanda en gelenekçi görünen kapitalist aktörlerden, küresel bağlamda en yaygınlaĢmıĢ olanlara doğru bir geçiĢi ifade etmektedir. 446 SONUÇ Muhafazakârlık; çok geniĢ ve muğlak bir kavram olarak, en azından Türkiye'de günümüzdeki çoklu dinamikler bağlamında, toplumsal çözümlemelerin ve sıradan siyasi/gazetecilik söylemlerinin bir kısmını meĢgul etmektedir. Bununla birlikte, sosyolojik nitelikli bazı veriler de bu karmaĢık tartıĢmayla eklemlenmektedir. Odaklanılan saha araĢtırmasının sınırları kapsamında, Türkiye'deki tüm muhafazakârlık kavramını aydınlatmak mümkün değildir. Bu, sadece muhafazakârlığı oluĢturan ifade boyutu ve çeĢitliliği ile ilgili değildir; aynı zamanda, Batı Avrupa veya A.B.D. bağlamından oldukça farklı bir tanımlama sorusudur. ġu âna kadar, Türkiye'nin iĢ dünyası seçkinleri üzerindeki yeni disiplinler arası araĢtırmanın çerçevesi içinde, muhafazakârlığın üç ayrı göstergesi olduğunu göstermeye çalıĢtık; iĢ dünyası ağları, sosyal sorumluluk kavramı ve kültürel simgeler. Özetle, bu sahaların eĢ zamanlı çözümlenmesi, bize muhafazakârlığın ideolojiye sabitlenmiĢ bir söylem olmadığını; daha ziyade, hızlı bir toplumsal değiĢmeye bağlı olarak ortaya çıkan aĢındırıcı etkilere karĢı taktik geliĢtiren bir tutum olduğunu göstermektedir. 1980'lerin sonuna doğru, iĢ adamları, sabit yerel ticaret modelinden uzaklaĢmaya baĢlamıĢlar, liberal ekonominin umut vaad eden yollarını ve sonuç olarak küreselleĢmeyi keĢfetmiĢlerdir. Üstelik küreselleĢme ilk bakıĢta yalnızca ekonomik bir olgu ve iliĢkiler sitemi gibi görünse de, aynı zamanda kültürel bir alıĢ-veriĢ anlamına gelmektedir. ĠĢ dünyası seçkinleri, küreselleĢmenin ekonomik boyutuyla bütünleĢirken, ister istemez kültürel sonuçlarına da mâruz kalmaktadırlar. ModernleĢmenin tehdit edici etkilerine karĢı direnen, ancak bununla birlikte aĢamalı olarak dönüĢen kapalı gelenekçi yapı, ara-biçimler yaratarak küresel dönüĢüme ayak uydurmaya çalıĢmaktadır. Ancak elbette bu çeliĢkilerle dolu bir süreçtir. Bir yandan küresel pazarın nimetlerine sonuna kadar açılmıĢ bir kapitalistleĢme fırsatları bütünü, diğer yandan onlarla birlikte kaçınılmaz bir Ģekilde gelen yeni değerlere karĢısında yaĢanan Ģok hali söz konusudur. Bu bağlamda mutlak bir reddediĢten bahsederek kolay tasnif eden (örneğin ―yeĢil sermaye‖ gibi adlandırmalar) bir yaklaĢıma temkinlilikle yaklaĢmamız gerektiği, araĢtırmamızın en önemli bulgularında biridir. Muhafazakârlık, burada ikili bir rol oynamaktadır: Küresel liberal pazarla bütünleĢme ve geleneksel değerleri kaybetme endiĢesi arasında bir uzlaĢı alanı sağlamaya yönelik iĢlevsel bir tavır haline gelmektedir. Böylece, sabit bir ideolojik bağlamdan ziyade, sürekli tanımı, araçları, göstergeleri ve söylemi sürekli değiĢme halinde olan muhafazakârlık, iĢ adamlarına koruyucu bir zırh ve bir çeĢit anti-Ģok aygıtı gibi iĢlev görmektedir. Bu durumu atmosfere girerken binlerce derecelik sıcaklıkla karĢılaĢan uzay mekiğinin üzerini kaplayan ısıya dayanıklı tuğlaların yüklendiği iĢleve benzetebiliriz. Muhafazakârlık bu noktada ikili bir rol oynamaktadır: Bir yanıyla küreselleĢme konusundaki güçlü arzu ile değerleri kaybetme korkusunu dengelemekte, diğer yandan iĢ adamlarına hızlı değiĢme sürecinde bir koruma kalkanı iĢlevi sunmaktadır. Türkiye, yerel-gelenekçi zihniyetten küresel-ölçekte hareket eden düĢünce biçimlerine hızla evrimleĢmektedir. Muhafazakârlık, böylece kendini korumak için sürekli değiĢen stratejilerin ve uyum sağlamanın bileĢimlerinin kolaylaĢtırıcısı bir araca dönüĢmektedir.3 KAYNAKÇA Bethoux, E., Didry,C., Mias,A. (2007). ―What codes of conduct tell us: corporate social responsibility and the nature of multinational corporation‖, Corporate Governance: An International Review, 15, 77-90. Bourdieu, P.(1979).La Distinction : Critique sociale du jugement, Paris: Les Editions de Minuit. Bourdieu, P., Passeron,J.C.(1970).La Reproduction. Éléments pour une théorie du système d‟enseignement, Paris: Les Editions de Minuit. Buğra, A. (1994). State and business in modern Turkey: A comparative study. Albany: State University of New York Press. Buğra, A., SavaĢkan,O. (2010). ―Yerel Sanayi ve Bugünün Türkiye‘sinde ĠĢ Dünyası‖. Toplum ve Bilim, 118, 92-123. 3 Yazarlar, değerli katkıları için Cansu CoĢkun‘a teĢekkürlerini sunarlar.. 447 Göle, N. (1991). Modern Mahrem. Ġstanbul: Metis Yayınları. Granovetter, M. (1973). ―The Strength of Weak Ties‖, American Journal of Sociology, 78(6), 13601380. Granovetter, M. (1983). ―The Strength of Weak Ties: A Network Theory Revisited‖, Sociological Theory, 1, 201-233. Keyman, F., Koyuncu Lorasdağı,B. (2010). Kentler, Anadolu‟nun Dönüşümü, Türkiye‟nin Geleceği, Ġstanbul: Doğan Kitap. Sahlins, M. (1999). ―Two or Three Things That I Know About Culture‖, Journal of Royal Anthropology Institute, 5, 399-421. 448 KAHRAMAN GERĠLLA‟NIN BAġINA GELENLER Uğur GÜNAY YAVUZ1 ÖZET Kübalı fotoğrafçı Alberto Korda‘nın (Alberto Díaz Gutiérrez) 5 Mart 1960 tarihinde La Coubre Gemisi Patlaması kurbanları için yapılan anma töreninde Revolución gazetesi için çektiği ve zamanla bir ikon, bir simge halini alan ―Guerrillero Heroico‖ (Kahraman Gerilla) baĢlıklı, Che (Ernesto Che Guevara) fotoğrafı, o günden bu güne, sayısız defa birbirinden çok farklı amaçlarla ve yüklenen anlamlarla yine çok farklı malzemeler ile kullanılmıĢtır. Bu Ģekilde bir devrimci kahraman portresinden, ticari bir meta haline getirilen Che portre fotoğrafı, günümüzde her türlü, sanatsal veya ticari amaçlarla farklı malzemeler üzerinde, modası hiç geçmeden kullanılmaktadır. Bunun sonucunda tshirt, Ģapka, saat, bardak, fincan, pul, rozet, para, nevresim takımı, bikini ve duvar kağıdı, votka-bira ĢiĢesi ve çok çeĢitli afiĢler üzerinde Che yer almaktadır. Aynı zamanda Mike Tyson ve Diego Maradona gibi, Che dövmesi yaptırmak da çok yaygınlaĢmıĢtır. Che Guevara‘nın uğruna savaĢtığı ve tamamen zıt fikirlere sahip olduğu ideolojik düĢünce yapısı ile, gelinen noktada ticari nesne olan ―Che‖ günümüz insanının tüketim çılgınlığında gelinen son noktayı ortaya koymaktadır. Anahtar Kelimeler: Fotoğraf, küreselleşme, tüketim kültürü, Che Guevera ABSTRACT Che‘s (Ernesto Che Guevara) photograph –named ―Guerrillero Heroico‖ (Hero Guerilla)-, which was taken by the Cuban photographer Alberto Korda (Alberto Díaz Gutiérrez) for the Revolución Newspaper on March 5, 1960, for the memorial ceremony regarding La Coubre boat blast, turned into an icon and has been used for various purposes, meanings and materials. In this respect Che‘s photo, which transformed into a commercial good, is still used for various art and trading purposes on various materials; such as t-shirt, hat, watch, glasses, cups, stamp, pin, money, bedclothes, swimwear, wallpaper, beer-wodka bottle and posters. Besides, having a Che tattoo has become trendy, similiar to Mike Tyson and Diego Maradona. In today‘s world the ideologic mindset, which Che Guevara had fight against and ―Che‖ as a commercial meta clearly exposes where we are in consumption madness. Keywords: Photography, globalization, consumption culture, Che Guevera GĠRĠġ Fotoğraf icad edildiği 1827 yılından bugüne birbirinden çok farklı amaçlarla çekilmiĢtir. Giderek yaygınlaĢması ve gücünün, insanlar üzerindeki etkisinin farkına varılmasının ardından, farklı amaçlarla çekilen fotoğrafların, yine birbirinden çok farklı amaçlarla kullanılması durumu yaygınlaĢmıĢtır. Bu çalıĢma kapsamında, 5 Mart1960 tarihinde Alberto Korda tarafından çekilen ―Guerrillero Heroico‖ (Kahraman Gerilla) adlı fotoğraf, çekilmesinin ardından ister profesyonel, isterse de amatör olsun çok sayıda sanatçının veya sanatla ilgisi olmasa dahi bilgisayar programlarını kullanabilen kiĢinin Che yorumunda çıkıĢ noktası olmuĢtur. Bu fotoğraftan yola çıkılarak yapılan duvar resimleri, mozaikler, illüstrasyonların yanı sıra bu fotoğrafın etkisinin ve gücünün farkında olan pek çok kiĢi için de sigaradan, restoran billboardına, alkollü içeceğinden en popüler olan tshirtlerine kadar bir reklam malzemesine dönüĢtürülmüĢtür. 1 ArĢ. Gör. Akdeniz Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Fotoğraf Bölümü, [email protected]. 449 Bu fotoğraf çekilmesinin ardından 53 yıl geçmesine rağmen, hala etkili bir Ģekilde siyasi propaganda amacıyla da gösterilerde, eylemlerde kullanılmaya devam etmektedir. Propaganda kavramından yola çıkılarak, bu fotoğrafın gücü, insanlar üzerindeki güçlü etkisinin farklı amaçlarla kullanımı ele alınacaktır. KISACA PROPAGANDA KAVRAMI Propaganda; Türk Dil Kurumu tarafından, ―bir öğreti, düĢünce veya inancı baĢkalarına tanıtmak, benimsetmek ve yaymak amacıyla söz, yazı vb. yollarla gerçekleĢtirilen çalıĢma, yaymaca‖ (http://www.tdk.gov.tr) olarak açıklanmaktadır. Propagandayı; bir inancı, bir fikri ya da ideolojik görüĢü simgeler, semboller veya görüntüler gibi araçlar kullanarak yayma, empoze etme olarak tanımlayabiliriz. Yapıldığı ülkedeki egemen siyasi, ekonomik ve teknik alt yapıya göre değiĢiklik gösteren propaganda yaklaĢımı, hedef kitleye göre tür ve teknik stratejisini belirlemekte ve uygulamaktadır. PROPAGANDA ARACI OLARAK FOTOĞRAF Hedef kitleye yönelik mesajı iletmede görüntü vazgeçilmez malzemelerin baĢında gelmektedir. Gerek gerçeklik duygusu nedeniyle inandırıcılıkta daha etkili olması, gerekse hatırda kalması nedeniyle, yazıya oranla daha çok tercih edilmektedir, ya da yazı ve görüntü birlikte kullanılmaktadır. Propagandanın etkili bir silah olduğunun fark edilmesinin ardından, o toplumda bilinç oluĢturmak, ideolojik görüĢ empoze etmek gibi amaçlarla fotoğraf tarihinde de, propaganda amaçlı fotoğraf sıklıkla kullanılmıĢtır ve günümüzde de kullanılmaya devam edilmektedir. KISACA KÜRESELLEġME KAVRAMI KüreselleĢme, dünyaya hakim olmak isteyen geliĢmiĢ-sanayileĢmiĢ devletlerin, az geliĢmiĢ ve geliĢmekte olan ülkelerin kaynaklarını, kendi çıkarlarına göre adeta bir Açık Pazar olarak kullanabilmek için, II. Dünya SavaĢı‘ndan sonra oluĢan, SSCB‘nin yıkılmasının ardından da, tek kutuplu hale gelinen dünyanın ―Yeni Dünya Düzeni‖ sonucunda ortaya atılmıĢ bir kavramdır. Ülkelerin sınırlarını ortadan kaldıran bu kavram sayesinde siyasi, kültürel, ideolojik enformasyonlar, eğlence ve tüketim alıĢkanlıkları, denetim altında tutulabilmekte ve yine çıkarlar dengesine göre Ģekillendirilebilmektedir. Birbirine benzeyen, kendi yerel özelliklerini kaybetmiĢ ülkelerden oluĢan, Marshall Mc Luhan‘ın dediği üzere dünya, global bir köye dönüĢmüĢtür. TÜKETĠM KÜLTÜRÜ-POPÜLER KÜLTÜR Tüketim salgını bireyde,satın almanın ve sahip olmanın mutlu edeceği, statü kazandıracağı ve seviye, sınıf atlatacağı hissini uyandırmıĢtır ve bu görüĢ sermayenin elinde olan, kitle iletiĢim araçları aracılığıyla yaygınlık kazanmaktadır. Ġsmet Yazıcı‘ya göre ise: ―Modern toplum, kendini yeniden üretebilmek için kitlelere hiç de yabancısı olmadıkları bir düĢü sunuyordu: Cenneti; Tüketim Cennetini… (Yazıcı, 1997; 104) Amerika‘nın fırsatlar ve zenginlikler ülkesi olarak sunulması sonucunda AmerikanlaĢma, yani Amerikan popüler kültürünün diğer toplumlarca benimsenmesi, özümsenmesi gerçekleĢmektedir. Aynı zamanda kendi ahlaki ve toplumsal değerlerinin de sorgulanmasına, empoze edilen yeni hayat tarzını yaĢayanlar ile daha geleneksel kesim ile, toplum içinde uçurumların ve kopuklukların oluĢmasına neden olmaktadır. Bu, hedef kitlede özellikle Amerikan etkisi giyim tarzında olduğu kadar, iliĢkilerde, yaĢam ve davranıĢ tarzında da kendini göstermektedir. Tıpkı dizilerde, filmlerde olduğu gibi olunmakta, onlar gibi yaĢanmaktadır. Bazı eĢyalar ve giysiler, bu insanlar için sahip olamayacakları yaĢam tarzının iĢaretleri ve simgelerini oluĢturmaktadır, bu durumda ise çözüm taklitler ve korsan üretimler olmuĢtur. YaĢadığımız yüzyılda özellikle kitle iletiĢim araçlarının geliĢmesi ve bir güç haline gelmesi sonucunda, reklamcılık bireyleri yönlendirmede çok önemli bir sektör, bir davranıĢ öğretici, yönlendirici bir güç olmuĢtur. 450 KISACA REKLAM KAVRAMI Reklamcılığın geçmiĢine bakacak olursak, Ġbraniler‘de, Antik Yunan‘da ve Roma Uygarlığı‘nda sözel olarak halk tellalları tarafından yapıldığını görmekteyiz. Yazılı olarak ise duvar yazıları ve el ilanları ile devam etmiĢtir. Matbaanın ve sonrasında fotoğrafın icadı ile gazete ve dergiler, sonrasında ise televizyon ve internet ortamında reklamcılık hızla ilerlemiĢtir. Günümüzde üç boyutlu billboardlar, binaların yüzeylerinin kaplanmasından sonra trafikte yol alan bisikletlerin, araçların üzerlerinde veya çektikleri römorklarda, bireylerin üzerlerine giydirilen afiĢlerle reklam yeni bir boyut kazanmıĢtır. Reklam, söz konusu mal ve hizmet hakkında henüz alıcı olmayan bireylere, hem bilgi verir, hem de onu diğer rakiplerinden daha çekici, daha farklı hale getirerek tüketicinin olumlu tutum geliĢtirmesine, satın alarak denemeye, kullanmaya ve sonra o markanın sürekli alıcısı olmaya ikna eder. Reklam bir ikna sanatıdır. Bu amaçla da, hedef kitleyi etkileyecek en vurucu kiĢiler veya nesneler, reklam malzemesine dönüĢtürülmektedir. “KAHRAMAN GERĠLLA” FOTOĞRAFI Bir düzen karĢıtı düĢünce ve eylemlerin, bir devrimin simgesinden günümüze dek gelen bu portrenin hikayesi, 5 Mart 1960 tarihinde baĢlamıĢtır. Küba için silahlar taĢıyan Fransız kargo gemisi La Coubre‘nin batması ve 60 kiĢinin hayatını kaybetmesi üzerine düzenlenen toplu cenaze töreni toplu gösteri halini almıĢ ve bu fotoğraf da iĢte burada çekilmiĢtir. Alberto Korda sahneden 6 metre öne yerleĢmiĢ ve Castro‘nun konuĢma yaptığı sırada, o dönemde Küba Ulusal Merkez Bankasının BaĢkanı Che‘nin ise yapacağı konuĢma öncesi Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir ile geri planda durdukları Che‘nin kalabalık topluluğa baktığı bir anda, biri yatay diğeri dikey formatta iki kare fotoğraf çekmiĢtir. Korda o günü ve o anı Ģöyle anlatmaktadır: ―O gün, La Courbe‘nin patlamasından sonra 12. ve13. Caddelerin köĢesinde hazırlıksız bir tören vardı. Fidel Castro törene baĢkanlık etti ve sabotajın kurbanlarını onurlandıran bir konuĢma yaptı. Cadde insan doluydu ve insanlar geçerken Ģapkalarına çiçekler yağıyordu. Günlük Revolucion için haber fotoğrafçısı olarak çalıĢıyordum. Elimde 9 mm‘yle kürsünün biraz altında duruyordum. Küçük telefoto objektifimi kullandım ve ilk sıradaki herkesi çektim: Fidel, Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir. Che görünmüyordu; Ģeref kürsüsünün arkasında duruyordu. Beklenmedik bir Ģekilde kadrajıma girdi ve fotoğrafı yatay çektim. Hemen görüntüsünün, arkasında açık gökyüzüyle neredeyse bir portre gibi göründüğünü fark ettim. Kamerayı dikey konuma getirdim ve ikinci bir fotoğraf çektim. Hepsi on-on beĢ saniyeden az bir süre içinde oldu. Che gitti ve bir daha görünmedi. Tamamen tesadüftü.‖(Castaneda, 2011; 226) Korda‘nın çektiği fotoğraflar arasından editör, Fidel Castro‘nun bir fotoğrafını seçmiĢ ve ertesi günkü habere o fotoğraf eĢlik etmiĢtir. Korda ise çektiği söz konusu Che fotoğrafını çok beğenmiĢ ve Havana‘daki stüdyosunun duvarına, bu fotoğrafı asmıĢtır. Ünlü Ġtalyan yayıncı ve sol görüĢlü aktivist Gian Giacomo Fetrinelli, fotoğrafın çekiminden 6 yıl sonra-Che‘nin ölümünden 4 ay önce, Che‘nin Bolivya‘da öldürüldüğünü düĢünerek, Korda‘nın stüdyosunu ziyaret etmiĢ, fotoğrafçıdan gerçekten Che‘yi en etkili Ģekilde yansıtan bir Che fotoğrafı istemiĢtir. Korda ise elindeki en iyi Che fotoğrafı olarak ―Kahraman Gerilla‖ adlı fotoğrafı göstermiĢ, Fetrinelli de bu görüĢe kesinlikle katılmıĢ, Korda ertesi gün için iki adet baskıyı kendisi için hazırlayabileceğini söylemiĢtir. Fetrinelli‘nin ücretini sormasına karĢılık, kendisinin de bir devrim dostu olması nedeniyle bir ödeme yapması gerekmediğini söylemiĢ ve böylece herhangi bir maddi karĢılığı olmadan aldığı 2 baskıdan kadraj alarak (yandaki insan profili ve ağaç görüntülerini çıkararak sadece Che‘nin yüzünü ön plana çıkaran) bastığı ―Kahraman Gerilla‖ fotoğrafının tüm dünyaca tanınmasının sürecini baĢlatmıĢtır. Che öldüğünde bu fotoğraftan basılan posterler, tüm yas tutan halk ve ölümünün ardından dalga dalga yayılan protesto gösterilerinde kullanılmaya baĢlamıĢtır. 451 Korda bu fotoğraftan tek bir kuruĢ dahi kazanmamıĢtır. Bu, Küba‘nın Bern SözleĢmesini imzalamamıĢ olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü Fidel Castro, Fikri Mülkiyet Korunmasını emperyalist ―saçmalık‖ (http://www.pix.dk/korda2.htm) olarak nitelendirmekteydi. Che‘nin resmi olaylarda zaman zaman fotoğrafçılardan fotoğraf makinelerini kaldırmalarını istemesinden dolayı, Solcuların ve kapitalizm karĢıtlığının bir ikonu haline gelen bu fotoğraf için, Korda ikinci kez Ģans eseri çekildiğini söylemektedir. Guevera‘nın üzerindeki mont onun her zamanki giysilerinden değildir. Havanın çok soğuk olduğu tören gününde Meksikalı bir arkadaĢından, ödünç olarak aldığı bir montu giymiĢtir. Uzmanlara göre bu mont, o dönemde astım hastalığı nedeniyle kortizon kullanması nedeniyle kilo alan Che‘yi daha zayıf göstermiĢtir. Fotoğraf alt açıdan çekilmesi nedeniyle bir heykel, bir anıt izlenimi vermektedir, aynı zamanda da gözleri uzak ufuklara dalmıĢ yaĢayan bir Che vardır. Che, bu fotoğraf sayesinde bir mite dönüĢmüĢ ve artık ölümsüz olmuĢtur. “KAHRAMAN GERĠLLA” FOTOĞRAFININ FARKLI AMAÇLARLA KULLANIMLARI Che Guevera 9 Ekim 1967‘de 39 yaĢında CIA tarafından desteklenen Bolivya ordusu tarafından yakalanarak öldürülmüĢtür. Che bu fotoğraf ile birlikte efsaneleĢmiĢtir ve bu efsanenin durdurulması, kafalardaki güçlü, yakalanamaz, peĢinden sürükleyen lider imajını yerle bir etmek amacıyla, Vallegrande kasabasında bir ahırda Che‘nin ölü bedeninin fotoğrafı (gözleri açık, avurtları çökmüĢ, saçları sakallarına karıĢmıĢ Ģekilde) çağırılan gazetecilere çektirilmiĢ ve 10 Ekim‘de gazetelerde yayınlamıĢtır. New York Times, ―Ernesto Che Guevera, Ģimdi artık muhtemel göründüğü gibi, Bolivya‘da gerçekten öldürüldüyse, bir insanla birlikte bir mit de huzura kavuĢtu.‖ diye yazmıĢtır. (Berger, 2007; 127) Murat Yaykın o anı Ģöyle anlatmaktadır: ―CIA ajanı Felix Rodriguez, Guevera‘yı tutsak edildiği odada infaz edecek olan ÇavuĢ Mario Teran‘ı, ―Sakın yüzüne ateĢ etme. Boynundan aĢağısına niĢan alacaksın.‖ diye uyarıyordu. Amaç, Che Guevera‘nın çatıĢma sırasında yaralandığı süsü verilecekti. Aynı zamanda o yüzün ikon haline gelmiĢ görüntüleri yerine, dünyanın hafızasına ölü bir yüz kazınacaktı. Planlanan yapıldı.‖ (Yaykın, 2009; 74) Bu amaçla organize edilen bir gösteri ile efsaneden zavallı bir insana ve inandıklarının, uğruna savaĢtıklarının da aynı onun gibi öldüğü etkisi yaratılmak istenmiĢtir. Ancak Ģurası inkar edilemez ki, tüm çabalara rağmen, Che Guevera dendiği anda, akla yine de ilk gelen, ölmüĢ Che fotğrafları değil, fotoğrafçı Alberto Korda tarafından çekilen ―Kahraman Gerilla‖ portresidir. Che, öldükten sonra da tehlike olarak görülmeye devam etmiĢ, bedeni önce gizlenmiĢ, sonra sergilenmiĢ ve bir dizi fotoğrafı çektirilmiĢ, gizli bir yere gömülüĢ, çıkarılmıĢ ve son olarak parmakları kesildikten sonra yakılmıĢtır. Bütün bunlar onun, insanların gözündeki yerini daha da yüceltmekten öteye iç bir iĢe yaramamıĢtır. Kendisi de bu yola çıkarken her Ģeyi, ölümü göze aldığını Ģu sözleriyle dile getirmiĢtir: ―Ölüm karĢımıza nerede çıkarsa çıksın, hoĢ geldi; yeter ki bu, bizim savaĢ çağrımız, onu duyacak kulaklara ulaĢsın, baĢka bir el uzanıp silahlarımızı kullansın, baĢka insanlar, cenaze Ģarkımıza, makineli tüfeklerin kesik ritmiyle, yeni savaĢ ve zafer bağırıĢlarıyla katılmaya hazır olsun. (Berger, 2007; 131) Jorge Castaneda‘ya göre: ―Che Guevera‘nın ölümü hayatına anlam kattı. Teğmen Mario Teran‘ın ellerinde, La Higuera‘daki karanlık, nemli ve viran bir sınıfta idam edilmeseydi, yine destansı baĢarılar kazanacak ve görkemli bir hayat yaĢayacaktı ancak yıllar sonra yüzü milyonlarca tiĢörtün üzerinde olmayacaktı. Eğer Bolivya hükümeti tarafından bağıĢlansaydı ya da CIA tarafından kurtarılsaydı Ģüphesiz benimsediği davaya çok daha fazla hizmet edecekti ancak sembolü haline geldiği devrim destanı ve kendini feda etme hiçbir zaman bu kadar büyümeyecekti. Che için ölüm sadece beklenen ve belki de hoĢ karĢılanan bir olay değildi, aynı zamanda da yürünecek kaçınılmaz ve tahmin edilebilir bir yolun baĢlangıcıydı; bir kariyerin, bir yolun, bir hayatın sonu değildi. Bu ölümün her özelliği sonuçta erkesin baĢına gelen trajedinin ötesine geçmesine katkıda bulundu, yüzyılın sonuna kadar devam edecek bir mit doğurdu. Che‘nin her zaman hayal ettiği gibi bir ölümdü: Serinkanlı, kahramanca ve metin, güzel ve huzurlu –bu hikayenin baĢladığı, tıpkı yüzünün ölüm sonrası fotoğraflarında gösterdiği gibi- tek kelimeyle sembolikti.‖ (Castaneda, 2011; 441) Che‘nin ―Kahraman Gerilla‖ fotoğrafının basılığı olduğu her türlü bayrak, poster ve benzeri ürünler, hemen ölümünden sonra hayat bulan 1968 gençlik hareketinde de en çok kullanılan sembollerden ve kahramanlardan biri olmuĢtur. Hatta buna örnek olarak Jorge G. Castaneda Fortune‘da yayınlanan Ģu araĢtırma verilerini ―Che Guever, YoldaĢ‖ adlı kitabında vermiĢtir: 452 ―Amerikalı üniversite öğrencileri arasında 1968‘de yapılan bir araĢtırma kendilerini en çok özdeĢleĢtirdikleri insanın, o seneki baĢkan adaylarından ve araĢtırma tarafından önerilen insanlardan çok, Che olduğunu ortaya koydu. (Castaneda, 2011; 443) Günümüzde ise Che‘yi yeni nesillere aktaran onun hakkında ilgi ve bilgi sahibi olunması en çok bilinen fotoğrafı olan ―Kahraman Gerilla‖ fotoğrafı sayesinde olmuĢtur. Çünkü bu fotoğraf tüm dünyada çok farklı Ģekillerde ve yüzeylerde karĢımıza çıkabileceği gibi, internet üzerinden de en çok ilgi duyulan kiĢi hakkında yapılan her türlü üretime de yol gösterici olmuĢtur. “KAHRAMAN KULLANIMI GERĠLLA” FOTOĞRAFININ PAYLAġIM SĠTELERĠNDEKĠ Smugmug http://www.smugmug.com web sitesinde ―Che Guevera‖ kelimelerini arama bölmesine yazdığınızda, karĢınıza 37 adet görsel çıkmaktadır. Bunlardan 11 tanesinde Alberto Korda ya tek baĢına ya da ―Kahraman Gerilla‖ fotoğrafı ile birlikte yer almaktadır. 4 tane fotoğraf ise, Alberto Korda‘nın cenaze töreni sırasında çekilmiĢtir. 7 tanesinde ise, Santa Clara‘daki Che heykellerinin fotoğrafları paylaĢılmıĢtır. Turistlik gezi amaçlı fotoğraflar Hatıra Fotoğrafları“Kahraman Gerilla” fotoğraflı Küba Fotoğrafları Alberto Korda Fotoğrafları 25 Mayıs 2001 tarihinde Paris‘te geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybeden Korda‘nın cenazesinde çekilen fotoğraflar da, sitede yer almaktadır. Alberto Korda‟nın Cenazesinden Fotoğraflar Photobucket http://photobucket.comweb sitesinde ―Che Guevera‖ kelimelerini arattığımızda 105 adet görsel karĢımıza çıkmaktadır. Bu fotoğraflardan 50 tanesi Korda‘nın fotoğrafı veya fotoğraftan yola çıkılarak yapılmıĢ duvar resimleri, kolajlar, illüstrasyon gibi tasarımlardan oluĢmaktadır. Aynı 453 zamanda Küba‘da Che‘nin fotoğrafından yola çıkılarak yapılan heykel ve benzeri yapıların önünde hatıra fotoğraflarının sayısı da 2‘ dir. Bir baĢka ilginç görsel Che Guevera‘nın devrimci kimliği öncesi hayatından bir fotoğraf, sitede yer almaktadır. Bir adet de Che Guevera adlı bir kedinin fotoğrafı paylaĢılmaktadır. Karşıt görüşlülere dair fotoğraflar Hatıra Fotoğrafları “Kahraman Gerilla” fotoğrafından ilgisiz fotoğraflar ve bu fotoğraftan yapılan tasarımlar Che Guevera, doktor olduğu yıllardan bir fotoğrafında bir kadavranın arkasında gülerek poz veren doktor arkadaĢları ile birlikte yer almaktadır. Facebook https://www.facebook.compaylaĢım sitesinde ―Che Guevera‖ kelimelerini kullanarak kendine profil veya grup açan 68 kiĢinin olduğu görülmüĢtür. 39 kiĢi Che Guevera ismini ya olduğu gibi orijinal haliyle ya da harf değiĢiklikleriyle kullanıcı adı olarak belirleyerek profil açmıĢtır. Diğerleri ise kapalı veya açık grup olarak kullanılmaktadır. Kullanıcı adı olarak kullanan çoğu kiĢi profil fotoğrafları olarak kendi fotoğraflarını ve kiĢisel bilgilerini kullanmaktadır. Buna karĢılık Che‘nin politik görüĢünün yandaĢı ve karĢıtlarının da bu ismi kullanarak profilleri olduğunu ve kendi görüĢlerine göre paylaĢımlarda bulunduklarını söylemek mümkündür. “Kahraman Gerilla” fotoğraflından yola çıkılarak yapılan tasarımlar Ünlülerle Che Hatıra Fotoğraflarından Karşıt görüşlülere dair fotoğraflardan 454 “Kahraman Gerilla” fotoğraflı Küba fotoğrafları Flickr http://www.flickr.comweb sitesinde Bu ismi kullanan sadece 1 adet kullanıcı bulunmaktadır. Onun da ―Rico Che Guevera‖ kullanıcı adı ile profili vardır ve profil içeriğindeki fotoğraflar çevre kirliliğine karĢı duyarlılık, bilinç uyandırmaya dair görsellerden oluĢmaktadır. ―Che Guevera‖ kelimeleriyle yapılan aramada en çok görsel bu sitede bulunmaktadır. Bunların çok büyük bir kısmı Che duvar resimleri, tshirtlerini giyen kiĢiler, Che‘nin heykellerinden oluĢmaktadır. Aynı zamanda dövmecilerin de koydukları örnek dövme görsellerinin sayısı oldukça fazladır. Guevera‘nın ele geçirildiği mağara ve doğduğu, çocukluğunun geçtiği ev turistler için vazgeçilmez ziyaret mekanlarından olmaktadır. Turistlik gezi amaçlı fotoğraflar Hatıra Fotoğrafları “Kahraman Gerilla” fotoğraflından yola çıkılarak yapılan tasarımlar ve ticari ürünler Çakallarla Dans 2 Film setinde Che afiĢi, Deniz GezmiĢ ve Fenerbahçe Kulüp BaĢkanı Aziz Yıldırım‘ın posterleriyle birlikte yer almaktadır. Bangkok‘taki bir otobüste de Che etiketi yapıĢtırılmıĢ ve Uzak Doğulu bir kadının üzerinde yine Che olan bir giysi vardır. Tüm Dünyadan “Kahraman Gerilla” fotoğrafından yola çıkılarak yapılmış ürünlerden “KAHRAMAN GERĠLLA” FOTOĞRAFININ TĠCARĠ AMAÇLA KULLANIMI Tekstil Ürünleri Tekstil ürünleri kategorisi çok geniĢ kapsamlı olması nedeniyle çok farklı yerlerde ve çok geniĢ bir yaĢ aralığında bu fotoğrafın kullanıldığını söylemek mümkündür. 455 Bir devrim ikonundan, popüler kültür ikonuna dönüĢen Che portresi halen bir baĢkaldırı, bir dik duruĢ simgesi olarak da kullanılmaktadır. Özellikle bu anlamda dünyadan veya Türkiye‘den ünlülerin Che tshirtleri veya takılarını kullanmalarını ve bu Ģekilde katıldıkları gala geceleri veya ödül gecelerini örnek verebiliriz. Hediyelik Ürünler Özellikle turistlere yönelik satıĢa sunulan hediyelik eĢyalarda Che ve ―Kahraman Gerilla‖ fotoğrafı çok sık olarak kullanılmaktadır. Gıda Ürünleri ―Kahraman Gerilla‖ imgesi çok ĢaĢırtıcı gıda ürünlerinde yer almaktadır. Buna Murat Yaykın‘ın yorumu Ģöyle olmuĢtur: ―Che zamanında, ABD‘nin baĢ belasıydı. Bugün ise Amerika için çikolata arasına sıkıĢtırılmıĢ viĢnelerinin devrimci mücadelesi! (―Cherry‖ Guevera Çikolatası) (Yaykın, 2010; 75) Dondurmadan pastaya, kurabiyeden kahve üzerindeki süslemeye kadar her yerde Che bu fotoğrafıyla karĢımıza çıkmaktadır. Alkollü Ġçecekler Korda‘nın çekmiĢ olduğu bu fotoğraf, sayısız defa çok farklı amaçlarla kullanılmıĢtır, ancak bunlardan sadece bir tanesinde fotoğrafçı Korda firmaya karĢı dava açmıĢtır, o da Smirnoff olmuĢtur. Bunu Korda Ģu sözlerle açıklamıĢtır: ―Che Guevera‘nın uğrunda öldüğü görüĢleri destekleyen biri larak, bu fotoğrafın onun anısını yaĢatmaya ve dünyadaki sosyal adaleti sağlamaya çalıĢanların kullanmasına karĢı değilim. Fakat alkol gibi ticari nesnelerin reklamını yapmak için Che‘nin Ģöhretini kullananların kategorik olarak karĢısındayım.‖ (http://www.arsivfotoritim.com/yazi/beyhanozdemir-askolsun-size-cocuklar/) demiĢ ve kazandığı elli bin dolarlık tazminatı ―Eğer Che yaĢasaydı o da aynısını yapardı‖ diyerek Küba Sağlık Sistemine kanserli çocuklara bağıĢlamıĢtır. 456 Tütün ve Benzeri Ürünler Küba dendiğinde akla ilk gelen sektörlerden biri tütün ve ürünleri olmaktadır. Bu nedenle de çok geliĢmiĢ, dünya piyasasında çok önemli bir yeri olan Küba purosu ve kutusu, çakmağı gibi ürünler de önemli bir hediyelik eĢya olmaktadır. Ġsa Peygamber ile olan benzerliğinin kullanılması Çok farklı kesimler tarafından Che ve Ġsa Peygamberin birbirlerine olan benzerlikleri yine farklı amaçlarla kullanılmıĢtır. Aynı zamanda Kilise tarafından da Che‘nin bu fotoğrafın kullanmada tercih edilmesini Murat Yaykın, Ģöyle açıklamaktadır: ―Ġngiltere‘deki devrimci Che‘nin imajını sömüren Kiliseler Reklam Ağı, yakın bir zamanda milli poster kampanyasında bilinçli bir Ģekilde Che‘nin – dikenli bir taç takan, haĢin bir ifade takınan ve bir Pazar öğleden sonrasının maço ve duyarlı büyüsünün havasını sızdıran kitsch bir imajını 152 cm‘lik bir posterini koyarak ve 50 bin kiliseden daha doğudaki insanları kiliseye gelme noktasında motive etmenin bir yolu olarak bu posterleri satın almalarını tavsiye ederek acayip bir tartıĢmaya neden oldu. Ġmajın ―ergenlik çağındaki kızların odalarına asması‖ isteği ve ―beyaz gecelikler içindeki zayıf Ġskandinav tiplerden uzak durması‖ dileğiyle Rev. Peter Owen-Jones kampanyayı değiĢmez bir Ģekilde destekledi. Ġsa‘nın imajının ―devrimcileĢtirilmesi‖ stratejisi Parlamento onur üyesi ve Muhafazakar Hiristiyan üyeliği sponsoru Harry Greenaway‘a ―Ġsa‘nın mükemmel olduğu‖nu ve onu Che Guevera‘ya benzetmenin tamamen saygısızlık olduğu‖nu söyleme Ģansı verdi. ―Bundan herhangi bir Ģekilde sorumlu olanların aforoz edilmesi gerektiğini‖ ekledi. Sosyalist Parti‘nin yürütme kurulu üyesi Judie Beishon küçümser bir tarzda mukayesenin kendisinin ―muhtemelen Che Guevera‘ya haksızlık olacağını söyledi ― (Yaykın, 2010; 76) “Kahraman Gerilla” Fotoğrafından yola çıkarak yapılan dövmeler Aynı zamanda Che‘nin bu fotoğrafından yola çıkılarak yapılan dövmeler de çok yaygın olarak tercih edilmektedir. Bunlar arasında da Mike Tyson, Maradona gibi ünlü isimler de yer almaktadır. Che Guevera‘nın kapitalist dünyaya meydan okuyan bakıĢı ile bugün, dünyanın dört bir yanında tshirtlerin üzerinde, posterlerde, kahve fincanlarında ve buzdolabı mıknatıslarında, kadın iç çamaĢırlarında, çantalarında ve rujlarında ticari bir imge olarak görmek mümkündür. 457 SONUÇ John Berger‘e göre: ―Fotoğraf makinesinin yaptığı, oysa gözün hiçbir zaman yapamayacağı Ģey, o olayın görünümünü dondurmaktır. Fotoğraf makinesi olayın görünümünü, görünümlerden oluĢan akıĢın içinden çekip çıkararak belki sonsuza dek değil ama film olduğu sürece saklar. ….Bunları hiç değiĢmeden olduğu gibi tutar. (Berger, 2007; 71)‖ Günümüzde bu söz üzerinde ufak tefek değiĢiklikler yapmak zorunlu bir gereklilik halini almıĢtır. Örneğin ―…sonsuza dek değil ama film olduğu sürece…‖ sözlerinin yerine ―görüntünün dijital kaydı silinmeden veya bozulana kadar…‖ diyebiliriz. Bu anlamda bakacak olursak Che‘nin ―Kahraman Gerilla‖ olarak o cenaze töreni sırasında fotoğrafının çekilerek, gerçekliğin içinden soyutlama yoluyla seçilmesi ve sonrasında bugünümüze dek birbirinden çok çok farklı amaçlarla kullanımı gerçekten inanılmaz bir süreçtir. ―Fotoğraf, gereksinimler yaratmak ve düĢünme biçimlerini kontrol etmek amacıyla da kullanılabilecek tehlikeli bir araç haline geldi.‖ (Freund, 2007; 192) sözleriyle Freund tam da ―Kahraman Gerilla‖ fotoğrafından bahsetmektedir. Bu fotoğraf, geçmiĢte peĢinden milyonlarca insanı temsil ettiği düĢünce yapısı nedeniyle sürüklemiĢ, sonrasında ise bambaĢka hatta tamamen zıt amaçlara hizmet etmesi için kullanılmıĢ ve günümüzde de kullanılmaya devam edilmektedir. Bu sefer Che bir moda imge haline getirilmiĢtir. Kübalı ünlü fotoğrafçı Liberio Noval Küba Dostluk Haftası Etkinlikleri nedeniyle 2005 yılında Türkiye‘ye gelmiĢ, kendisi ile yapılan ropörtajda Ģu görüĢleri paylaĢmıĢtır: ― Hayatımda beni en çok etkileyen an Che ile karĢılaĢma anımızdır. Che‘ye saygı duymaya devam ediyorum. Benim için Che yaĢıyor. Fiziksel olarak değil ama değiĢik bir biçimde yaĢıyor. Dünyanın her tarafında rastlayabilirsiniz ona. Amerika‘da yapılan bir gösteride bile. Che‘nin en popüler fotoğrafını çeken Alberto Korda‘nın o meĢhur fotoğrafına da çok teĢekkürler. Bakın Ġstiklal Caddesi‘nde bile bir sürü Che fotoğrafı var ve bu Che‘nin hala yaĢadığı anlamına geliyor. (Baykan-Özgür, 2006; 33) Che‘nin ve özellikle bu fotoğrafının kullanım alanlarının ilginçliği nedeniyle, küratörlüğünün Trisha Ziff tarafından yapıldığı ve Riverside Kaliforniya Üniversitesi UCR/Kaliforniya Fotoğraf Müzesi tarafından düzenlenen ―Korda‘nın Objektifinden Che: Bir Portrenin Devrimle BaĢlayıp Ġkonla Biten Öyküsü‖ adlı sergide düzenlenmiĢtir. Sergide, Alberto Korda‘nın ―Guerrillero Heroico” (Kahraman Gerilla) portresi ve sonrasından bu portreden yola çıkılarak otuzun üzerinde ülkede üretilen fotoğraf, afiĢ, film, ses, giysi ve eĢya yer almıĢtır. 212Berlin, Mexico City; Centro de la Imagen, Mexico City; Anglo-Meksikan Vakfı ile Zone Zero‘nun desteğiyle, Londra, New York, Milano, Amsterdam, Lizbon, Mexico City, Barselona ve Kaliforniya‘dan sonra Türkiye‘de santralistanbul‘da, 9 Ekim 2008-4 Ocak 2009 tarihlerinde izleyenlere sunulmuĢtur. Aynı adla da bir kitap ülkemizde yayınlanmıĢtır. Bir düĢünce mitinden bir tüketim nesnesine dönüĢtürülmeye çalıĢılan ve bu anlamda baĢarılı olunan Che Guevara‘nın en unutulmaz fotoğrafı ―Kahraman Gerilla‖, hiç beklemediğimiz bir anda, hiç beklemediğimiz bir yerde karĢımıza çıkabilmektedir. Bu konu sergi küratörü Ziff‘e göre:‖ kumandan yaĢasaydı kendi devrimci fikirlerine tamamen ters olan tüm bu kapitalist hareketlere karĢı çıkardı. Yine de onun figürünün tüm dünyada dolaĢması, farklı milletlerden, farklı görüĢlerden kiĢilerin üstünde olması Ziff‘i heyecanlandırıyor. Ona göre, Filistinli eylemcinin de, Amerikalı punk‘çının da kendine yakın gördüğü bir isim olan Che, aslında bir çeĢit ―KarĢı DuruĢ‘un bayrağı‖ (Yaykın, 2010: 4) oluĢtur, olmaya da devam etmektedir. KAYNAKLAR Baykan, Ö., Özgür, D.(2006). ―Latin Amerika‘dan bir devrim fotoğrafçısı‖. S.33GeniĢ Açı. Berger, J.(2007).O Ana Adanmış. Ġstanbul:Metis Yayınları . Castanada, J. G.(2011). Che Guevera Yoldaş. Ġstanbul:Ġkon Kitap. Freund, G.(2007).Fotoğraf ve Toplum. Ġstanbul: Sel Yayıncılık. Koetzle, H. M.(2002). ―The Story Behind the Pictures Volume 2. Photo Ġcons. Ġtalya: Tascheni. Stepan, P.(2005).Icons of Photography. Münih:Prestel. 458 Yaykın, M.(2010).Fotoğraf İdeolojisi. Ġstanbul: Kalkedon Yayınları. Yazıcı, Ġ.(1997).Kitle İletişiminde İmaj. Ġstanbul:Bilim Yayınları. Ġnternet Kaynakları http://www.arsivfotoritim.com/yazi/beyhan-ozdemir-askolsun-size-cocuklar/) https://www.facebook.com http://www.flickr.com http://photobucket.com http://www.pix.dk/korda2.htm http://www.santralistanbul.org/events/show/kordann-objektifinden-che-bir-portrenin-devrimlebaslayp-ikonla-biten-oykusu/tr/ http://www.smugmug.com 459 B12 OTURUMU PANEL: SOSYALE DAĠR ORTALAMA MUTLULUĞUN SINIRLARI: NĠĞDE‟DE AYKIRI SOSYAL DURUM (SAPMANIN) TESPĠTLERĠ NĠĞDE‟DEKĠ ĠNTĠHAR OLAYLARINA SOSYOLOJĠK BĠR BAKIġ Yağmur Akgün1 Bu çalıĢmanın amacı, Niğde ilinde meydana gelen intihar ve intihara teĢebbüs vakalarının araĢtırılması ve sorunun odak noktası üzerinden bir değerlendirme yapmak ve intihara teĢebbüs edenlerin ve intihar edenlerin yaĢ, cinsiyet, medeni hal, eğitim durumu ve meslekleri hakkında alınan verilerden hareketle intihar olayının sosyolojik dinamiklerini ve örüntülerinin açığa çıkarılmasıdır. Son yıllarda tehdit edici boyutlarda hızla artan intihar oranları nedeni ile intihar, ülkemiz dahil birçok ülke için önemli bir sağlık problemi olarak göze çarpmaktadır (DSÖ 2000. Eskin 2003). Günümüzde intihar tüm dünyada hem önemli bir halk ve ruh sağlığı sorunu, hem de önde gelen ölüm nedenlerindendir. Önümüzdeki on yıllarda da bu konumunu koruyacak gibi görünmektedir (Altındağ ve ark. 2001).Dünya Sağlık Örgütü‘ ne göre her yıl dünyada 1 milyon kiĢi intihar sonucu hayatını kaybetmektedir, bu oranın 10-20 katı kiĢi ise intihar giriĢiminde bulunmaktadır (DSÖ 2000). Ġntihar, CDC‘ nin(CentersforDisease Control andPrevention) 2003 yılı verilerine göre 10–64 yaĢ grubunda ilk on ölüm sebebi arasındadır. Genel popülasyonda intihar giriĢimi epidemiyolojisi ile ilgili yapılan araĢtırmaların sonuçları, 1970–2000 yılları arasında dünya genelindeki farklı ülkelerde intihar sıklığının 2.61100/100.000, yaĢam boyu yaygınlığın ise 720–5930/100.000 arasında değiĢtiğini bildirmektedir (Welch 2001). Türkiye verilerine bakıldığında, Manisa ili kent merkezinde yapılan bir araĢtırmada intihar düĢüncesinin yaĢam boyu yaygınlığı %6.6, intihar giriĢiminin yaĢam boyu yaygınlığı ise %2.3 olarak tespit edilmiĢtir (Deveci ve ark. 2005). Ülkemizde kaba intihar hızı 3.30 / 100.000‘dur. ( TÜĠK, intihar istatistikleri 2002 ). Bu yüzde, nüfusla oranlandığında 2301 kiĢiye karĢılık gelmektedir. Bu sayının % 32.42si, diğer deyiĢle 746 kiĢi, 15-24 yaĢ grubundadır. Ġntihar giriĢimleri ise kuĢkusuz daha fazladır. Yapılan kapsamlı bir çalıĢmada, 1998 ve 2001 yılları arasında intihar giriĢimi hızının ortalama 78.89 / 100.000 olduğu belirtilmekte ve bu yıllar arasında % 93.59‘luk bir artıĢtan söz edilmektedir. (Özgüven ve Sayıl 2003 ). Dünya Sağlık Örgütü‘nün (DSÖ) desteği ile yürütülen çok merkezli bir çalıĢmanın Türkiye‘deki merkezindeki bulgulara göre, 1998-2002 yılları arasında intihar giriĢimi hızı ortalaması yüz bin de 46.89 olarak tespit edilmiĢtir. Bu hız Avrupa‘daki diğer merkezlerde saptanan hıza göre düĢük olmakla birlikte, bu 4 yıl içinde intihar giriĢimi hızı %93.59 artıĢ göstermiĢtir (Devrimci-Özgüven ve Sayıl 2003). Yapılan toplum çalıĢmalarında, intihar giriĢimlerinin yaĢam boyu yaygınlığının 720- 5930/ 100.000 arasında değiĢtiği bildirilmektedir (Welch 2001). Ülkemizde ise intihara ait veriler 1962‘den beri Devlet Ġstatistik Enstitüsü (DĠE) tarafından tüm yerleĢim yerlerinde derlenmektedir. DĠE verilerine göre ülkemizde 2000 yılında intihar ederek yaĢamına son verenlerin sayısı 1802 (114‘ü erkek, 688‘i kadın) olup ortalama intihar hızı yüz binde 2.76 olarak bildirilmiĢtir (DĠE 2000). Ġntihar, Dünya Sağlık Örgütü‘nün verilerine göre geliĢmiĢ ülkelerde ölüm olgularının en önde gelen on nedeninden biridir. Ölüm nedenleri arasında kalp hastalıkları, kanser, serebrovasküler hastalıklar, kazalar, pnömoni, diyabet ve sirozdan sonra sekizinci sırada yer almaktadır. Özellikle genç yaĢlardaki ölüm nedenlerinin en sıklarından biridir. Tüm ölümlerin yaklaĢık 0.9‘ u intihar sonucudur. Dünyada, her gün yaklaĢık 1000 kiĢinin intihar ettiği tahmin edilmektedir( Roy 2000 ). Postmortem çalıĢmalar intihar kurbanlarının %25- 75‘inde bir fiziksel hastalık olduğunu göstermiĢtir. Bunlarda fiziksel hastalığın, intiharların %11-51‘inde katkıda bulunan önemli bir faktör olduğu tahmin edilmektedir. YaĢla da bu oran artmaktadır( Roy A 2000). Psikiyatrik hastalığı olanlarda intihar riskinin, psikiyatrik hastalığı olmayanlara göre 3-12 kat arttığı bildirilmektedir. Ġntihar eden veya intihar giriĢiminde bulunan kiĢilerin %94‘ünde en az bir ruhsal hastalık bildirilmektedir( Roy A 2000). Ġntihar eden kiĢilerde saptanan ruhsal hastalıkların baĢında %35-80 oranında depresif bozukluklar gelmekte, onu %10 oranında Ģizofreni ve %5 oranında demansya da deliryum izlemektedir. Bu hastaların %25‘inde aynı zamanda alkol bağımlılığı 1 Niğde Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 461 bulunmaktadır( Roy A 2000; Çayköylü A, CoĢkun Ġ, Kırkpınar Ġ, Özer H; Çayköylü A 1997; Shafii M, Steltz-Lenarsky, Derrick AM, Beckner C,Whittinghill JR 1998). Dünya Sağlık Örgütü‘nün tanımına göre intihar giriĢimi ölümle sonuçlanmayan, bireyin alıĢkanlık olmaksızın kendisinin baĢlattığı ve baĢkaları tarafından engellenmeyen kendine zarar verme davranıĢı veya tedavi dozundan daha fazla ilaç kullanma durumudur. Ġntihar giriĢiminde bulunan kiĢi gerçekten ölmek arzusunda olabileceği gibi, bu davranıĢında ruhsal acısını, çaresizliğini ve umutsuzluğunu dile getirmek amacını da gütmüĢ olabilir. Ġntihara etik, felsefi, dinsel, toplum bilimsel, ruhbilimsel ya da biyolojik açılardan yaklaĢılabilir. Bu yaklaĢımların temel sorusu hangi etkenlerin, risk faktörlerinin temel amacı yaĢamak olan bir canlının, kendi isteği ile yaĢamına son verme giriĢiminde bulunmasında rol oynadığıdır. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre intihar ilk on ölüm nedeni arasında olup; günümüzde önemli bir halk sağlığı sorunudur. Resmi istatistikler ülkemizde öz kıyıma bağlı ölümlerin batı toplumlarına oranla düĢük düzeyde olduğunu göstermektedir buna karĢın özellikle gençlerde oranlarda sürekli yükselme mevcuttur (DĠE 2000). Ġntihar giriĢimleri ile baĢta depresyon ve alkol madde bağımlılığı olmak üzere çeĢitli ruhsal hastalıklar, olumsuz aile içi etkileĢimler, toplumsal dayanıĢma azlığı, ekonomik sorunlar, göç gibi sosyoekonomik etmenler iliĢkili bulunmaktadır (McClure 2000). Ġntihar giriĢiminde bulunma davranıĢının genetik yönü de gösterilmiĢ olup intihar davranıĢında bulunanların ailelerinde intihar davranıĢı ve psikiyatrik hastalıklar toplum ortalamalarından yüksek olarak saptanmıĢtır (Nordentoft 2007). Günümüz gençliğinde oldukça fazla görülen intihar giriĢimi ise ―kiĢinin öz benliğine yönelmiĢ bir saldırganlık hali ( Sayıl 2000 )‖ olarak tanımlanmaktadır. Ġntihar, bilinçli olarak yapılan bir harekettir; yani kurban, kendisini böyle davranmaya hangi neden götürmüĢ olursa olsun, bu davranıĢta bulunurken sonucunun ne olacağını bilmektedir( Durkheim 1992 ). Burada, intihar edenin bu eylemi gerçekleĢtirmekteki amacının- sahip olduğu en önemli Ģey olan -yaĢamına son vermek mi yoksa sorunun çözümüne yönelik bir harekette bulunmak mı olduğu dikkati çeken bir husustur. Durkheim‘ a göre intihar , ‗‗ölen kiĢi tarafından ölümle sonuçlanacağı bilinerek yapılan olumlu ya da olumsuz bir edimin doğrudan ya da dolaylı sonucu olan her ölüm olayına ‘‘ denir. Ayrıca Dünya Sağlık Örgütü intihar eylemini , ‗‗ kiĢinin amacının bilincinde ve değiĢik derecelerde ölümcül maksatlı olarak kendisine zarar vermesi‘‘ olarak tanımlamıĢtır (Weis1974).Suisid (Ġntihar) kelimesi, Latince birinin kendisini öldürmesi anlamına gelen suicaedere kökünden türemiĢ olan suicidium kelimesinden gelmektedir. Ġntihar giriĢimi, bir kiĢinin hayatını sonlandırmaya yönelik yıkıcı bir davranıĢ olarak tanımlanmaktadır. EdwinSchneidman‘agöre intihar; umutsuzluk engel olunmuĢ istekler, üstesinden gelinemez stres, çaresizlik hislerine karĢı bir çıkıĢ yolu olarak görülür. Ġntihar düĢüncesi ve giriĢimi arasında geniĢ bir yelpaze vardır. Bazı kiĢiler intiharı düĢünür, ancak hiçbir zaman eyleme koymazlar, bazıları intiharı planlar, bazılarıysa dürtüsel olarak intihar giriĢiminde bulunurlar. Ġntihar bir düĢünce, bir eğilim, ya da bir giriĢim olarak karĢımıza çıkar (Sayıl 2000). Bu nedenle intihar davranıĢı intihar düĢüncesi, intihar giriĢimi ve intihar olarak üç bileĢeni içermektedir. Ġntihar düĢüncesi, istemli olarak kendine zarar verme davranıĢı olarak tanımlanmaktadır. Ġntihar ise ölümle sonuçlanan intihar davranıĢı olarak nitelenmektedir (Adam 1985). Emile Durkheim‘ın yüz yılı aĢkın bir süre önce yayınladığı klasik eserinde sosyal değiĢimin etkisi ve sosyal bütünleĢme düzeylerine dayanarak, üç intihar tipi ayırt ettiği bilinmektedir: Egoistik(bencil) intiharlar toplumla bütünleĢme eksikliğinden, altruistik (diğerkam, elcil) intiharlar toplumla aĢırı bütünleĢmenin getirdiği bir görev anlayıĢıyla toplumun kiĢiye yüklediği taleplerden kaçınamamaktan, anomik intiharlar da ahlaki istikrarsızlığa ve aĢinası olduğumuz normların kaybına yol açan toplumsal değiĢimden kaynaklanmaktadır. Ġntiharın buradaki anlamı elbette toplumdan topluma değiĢebilmektedir. Ġntiharın bazı yönleri tüm toplumlarda sorun olarak algılanırken, bu davranıĢın ne ölçüde kınandığı veya kabul edildiği kültürel inanç ve değerler tarafından belirlenmektedir örneğin. Sözgelimi Katoliklik ve Ġslam intiharı Ģiddetle kınamaktadır. Törensel intiharların tasvip edildiği Japonya‘da intihar hızları hala yüksektir. Sosyal bütünleĢmeyi daha yüksek oranda sağlayan dinlerin intiharı azaltması gerektiği yolundaki Durkheim‘ın düĢüncesi, din ve intihar iliĢkisini inceleyen baĢka çalıĢmalarca da desteklenmiĢtir( Sayar K 2000). 462 Stack ve Stark (1983) çalıĢmalarında, sadece birkaç temel dini inancın (sözgelimi ölümden sonrasına ve duaya inanmak gibi) hayatı koruyucu iĢlev gösterdiğini bulmuĢlardır. Bu, bir bütün olarak dini inanç ve uygulamaların intihara karĢı koruyucu olduğunu öne süren Durkheimcı görüĢün zıddıdır (Stack S 1983; Stark R, Doyle DP, Rushing L1983). Ġntihar olgusunun gerçekleĢmesinde genellikle 3 etmenin rol oynadığı kabul edilir: 1. Ġntihar kavramına karĢı toplumun grup olarak geliĢtirmiĢ olduğu tutum. 2. KiĢinin kendi dıĢından gelen zorlamalar. 3. Bu etmenlerin bireyin karakteri ve kiĢiliğiyle etkileĢimi( Geçtan E 1995). Ġnsanı kendi canına kıymayı düĢündürecek kadar güçlü zorlamaları Coleman (1972) 3 grupta toplar. KiĢinin: a. ĠliĢkilerinde ortaya çıkan bunalımlar, b. Yenilgiye uğrayarak kendi gözünde değersizleĢmesi c. YaĢamının anlamını ve umudunu yitirmesi. Özellikle sonuncu etmene intihar olaylarının çoğunda rastlanır. Ġnsanlar içinde bulundukları güç koĢulların gün gelip sona ereceğini ve birçok Ģeyin düzeleceğini umut edebildikleri sürece yaĢamlarını sürdürmek için çaba gösterirler( Geçtan E 1995. Ġntihar daha çok, genç kesim tarafından tercih edilen bir olgudur. Stres verici olayların yol açtığı etkilerinden ötürü yaĢanılan sıkıntı ve bunalım karĢısında çözüm yolu arayıĢı ile baĢlayan bir sürecin sonuç kısmını ifade etmektedir. Genci intihar davranıĢına sürükleyen nedenler; psikiyatrik hastalıklar, geliĢimsel sorunlar ve kiĢilik bozuklukları, biyolojik yatkınlık, stres, sosyal destek mekanizmalarının yetersizliği olarak sıralanabilir. Ġntihar düĢüncesi ya da giriĢimleri olan çocukların intihar davranıĢı olmayan çocuklara göre daha fazla oranda stresli yaĢam olaylarına maruz kaldıkları bilinmektedir( Lewis 1996 ). Stres verici olaylar ya da etkenlerin olumsuz etkilerini en aza indirmek ya da tümüyle ortadan kaldırmak için kullanılan baĢa çıkma tutumları evrenseldir. Fakat yaĢ, cinsiyet, kültür ve hastalık gibi çok çeĢitli etkenlere bağlı olarak değiĢebilir ve bireye özgü bir nitelik taĢımaktadır ( Holahan 1987). Cinsiyet açısından bakıldığında, kadınların erkeklere göre daha sık intihar giriĢiminde bulundukları, tamamlanmıĢ intihar hızının ise erkeklerde kadınlara göre daha yüksek olduğu belirlenmiĢtir ( Schmidtke ve ark. 1996, Sayıl ve Devrimci Özgüven 2002). Ġntihar oranı tüm yaĢlarda, erkeklerde kadınlara göre ABD‘de üç kat(Roy 2000)Türkiye‘de ise yaklaĢık iki kat (1.75:1) daha fazladır (Devlet Ġstatistik Enstitüsü: Ġntihar Ġstatistikleri 1988- 1997. Ankara, Devlet Ġstatistik Enstitüsü Matbaası 1989-1999). Kendi çalıĢma alanımız olan Niğde ilinde yaptığımız çalıĢmaya göre: 2008 ile 2012 yılları arasında intihara teĢebbüs eden 1206 kiĢi içerisinde 894‘ü kadın, 304‘ü erkek; intihar etmiĢ kiĢiler içerisinde 4‘ü kadın, 7‘si ise erkektir. Ġntihar eylemlerinin nedenlerini sayacak olursak bunlar, ailevi nedenler, aile içi Ģiddet, karĢı cinsle sorunlar, evlilik, sınav kaygısı, iletiĢim sorunları, ekonomi, ruhsal hastalık ve geliĢim dönemi sorunları olarak sınırlandırılabilir. Tablo: 1 KADINLARDA MEDENĠ DURUMA GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠM NEDENĠ Bilinmeyen Aile Aile Ġçi ġiddet Ruhsal Hastalık ĠletiĢim Sorunları EVLĠ % 36 % 47 % 64 % 45 % 27 BEKAR % 56 % 45 % 30 % 49 % 64 TOTAL % 100 % 100 % 100 % 100 % 100 463 Tablo: 1‘ e bakıldığında, teĢebbüs nedeni belirtilmemiĢ yahut intiharı konusunda bilgi alınamamıĢ vakalarda bekar kadınların evli kadınlara oranla çok daha fazla oldukları görülmektedir. Ailevi sebepli olanlar neredeyse eĢit durumdayken aile içi Ģiddet sebepli intihar giriĢimlerinde iki kat fark vardır ve bunda evli kadınlar çok daha fazladır. Bu veriden yola çıkarak, intihar eyleminde bulunmuĢ kadınlar içerisinden evli olanlarının bekar kadınlara göre daha fazla Ģiddet gördükleri söylenebilir. Ayrıca aile içi Ģiddet kavramının kullanılıĢ-genelleniĢ biçiminde bir basitleĢtirme söz konusudur. ĠletiĢim sorunları nedeniyle intihar giriĢiminde bulunmuĢ kadınlar içerisinden de bekar olanların daha fazla oldukları görülmektedir. Resmi verilerde intihar nedenleri farklı yazılmakla birlikte güvenilir değildir; ayrıca en yakın ve makul gerekçeye yuvarlama yapılarak bilgi verilmiĢtir. Tablo: 2 ERKEKLERDE MEDENĠ DURUMA GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠM NEDENĠ Bilinmeyen Aile Ebeveyn ÇatıĢması Ruhsal Hastalık ĠletiĢim Sorunları Ekonomik Bunalım EVLĠ % 28 % 39 %0 % 37 %7 % 65 % 23 BEKAR % 68 % 54 % 100 % 58 % 92 % 35 % 76 TOTAL % 100 % 100 % 100 % 100 % 100 % 100 % 100 Tablo: 2‘ ye bakıldığında, teĢebbüs nedeni belirtilmemiĢ yahut intiharı konusunda bilgi alınamamıĢ vakalarda bekar erkeklerin evli erkeklere göre çok daha fazla oldukları görülmektedir. Ailevi nedenlerden dolayı ve ruhsal hastalık sebepli intihar eylemlerinde bekar erkekler evli erkeklere oranla daha fazladır. Özellikle iletiĢim sorunları nedeniyle intihar giriĢiminde bulunmuĢ erkeler arasında bekar ve evli olanların sayısı arasındaki fark oldukça fazladır. Ekonomik nedenlerden ötürü intihar giriĢiminde bulunmuĢ erkekler arasında evli olanlar bekar olanlara göre iki kat daha fazladır. Son olarak, bunalım sonucu intihar eyleminde bulunan erkekler arasında bekar olanlar evli olanlara göre çok daha fazladır. TamamlanmıĢ intihar olgularının %90‘ından fazlasında o anda bir ruhsal hastalığın varlığı tanımlanmıĢtır. Ġntihar giriĢiminde de en sık bildirilen tanı duygu durum bozuklukları özellikle de depresyondur (Welch 2001).Erkeklerdeki intiharların sebepleri toplumsal sorunların ötesinde ekonomik yahut bireysel nedenlerden kaynaklıdır. Son yıllarda genç intiharlarına yönelik artan bir ilgi bulunmaktadır. Bu ilginin nedeni olarak pek çok toplumda 1980 ve 1990‘lı yıllarda genç intihar oranlarının artması gösterilmektedir (Beautrais 2003). Ġntihar 15-24 yaĢ gurubunda Amerika BirleĢik Devletleri‘nde (ABD) erkeklerde üçüncü, kızlarda ise ikinci ölüm nedenidir. Ġntihar oranları yaĢa bağlı olarak ergenlikten sonra anlamlı olarak artmaktadır. 14 yaĢın altındaki gençlerde intihar oranı yüz binde birin altında iken 15-19 yaĢ gurubunda yüz binde 10 oranında görülmektedir. 12 yaĢından küçüklerde intiharın nadir görülmesinin nedeni olarak o yaĢ gurubundaki bir çocuğun gerçekçi bir intihar planı hazırlayıp uygulamaya koyma kapasitesine sahip olmamasıdır. Bilimsel olgunlaĢmanın tamamlanmaması intihara karĢı koruyucu bir rol oynuyor gibi görünmektedir. Ġntihar giriĢiminin tamamlanmıĢ intihara oranı, 14 yaĢın altındakilerde 50/1 iken, 15-19 yaĢ grubunda 15/1‘dir (Kaplan ve Sadock 1998). Ergenlerin %7-10‘u intihar giriĢiminde bulunmakta ve bunların yaklaĢık %2-3‘ü tıbbî bakım almaktadır (Spirito 1997, Rotheram-Borus ve ark. 2000). Ruh sağlığı açısından yardıma ihtiyaçları olmakla birlikte %50‘den azı acil servislerde görüldükten sonra psikoterapiye gönderilmekte, bunların çoğu tedaviye baĢlamakta ancak tedavilerini tamamlamamaktadır (Rotheram-Borus ve ark. 2000). 464 Tablo: 3 YAġ – CĠNSĠYET DAĞILIMINA GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠMĠ >15 15-24 25-34 35-49 50-64 65+ KADIN % 57 % 76 % 74 % 66 % 68 % 50 ERKEK % 42 % 23 % 24 % 33 % 32 % 50 TOTAL % 100 % 100 % 100 % 100 % 100 % 100 Tablo: 3‘ e baktığımızda 65 ve üzeri yaĢ grubu haricindeki tüm gruplarda kadınların erkeklerden çok daha fazla olduğu görülmektedir. Ülkemizde ise Devlet Ġstatistik Kurumunun 2010 verilerine göre kaba intihar hızı yüz binde 4,02 olarak bildirilmiĢtir (Pomerantz W, Gittelman M, Farris S, Frey L. 2009). Yine 2010 verilerine göre 15 yaĢ altında intihar oranı %3,65 iken, 15-24 yaĢ arasında bu oran %24 olarak saptanmıĢ ve 15-19 yaĢ grubu kızlarda intihar giriĢiminin daha sık olduğu görülmüĢtür(Pomerantz W, Gittelman M, Farris S, Frey L. 2009). Özellikle kendi çalıĢma alanımızdaki toplumsal formları göz önüne aldığımızda, 15-24 yaĢa aralığında bulunan genç kız ve kadınlarda yaygın görülen intihar giriĢimlerini, toplumsal kontrol mekanizmasının gençler üzerinde uyguladığı baskı ve Ģiddet aracılığı ile kurduğu statükocu hegemonya ile ilintili olabileceği tartıĢılabilir. Tablo: 4 YAġ YÜZDELERĠNE GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠMĠ YAġ >15 15-24 25-34 35-49 50-64 65+ YÜZDE % 10 % 58 % 20 % 10 %2 % 0, 3 Tablo:4‘ e bakıldığında dikkati çeken yaĢ grubu % 58‘lik paya sahip olan 15-24 yaĢ arasındaki bireylerdir. Bununla birlikte 25-34 yaĢ arası da risk taĢıyan gruplardan ikincisidir. Ayrıca 15 altı yaĢ grubu haricinde bireylerin yaĢları ilerledikçe intihara olan meyilleri de azalıyor diyebiliriz. YaĢlı gruplarda intihar riskini artıran hastalıklar arasında yeti yitimine yol açan kronik hastalıklar, depresyon, kalp hastalıkları, nörolojik hastalıklar ve kanserler olduğu birçok çalıĢmada gösterilmiĢtir (Cohwell Y, CamsEd, Olsen K; Chatton-Reüh J, May H, Raymond L 1990; Chatton-Reüh J, May H, Raymond L 1990). Özellikle terminal dönemde bulunan yaĢlı kanser hastaları, intiharı mantıklı bir ―çıkıĢ yolu‖ olarak görebilmektedir(Ekici G, Haluk A,SavaĢ AH, Çıtak S. 2001). Bu hastalarda intihar riski teĢhisten hemen sonra ve kemoterapi sırasında en yüksek düzeydedir (Storm HH, Christensen N, Jensen OM. 1986). Tablo: 5 ĠNTĠHAR BĠÇĠMĠ – CĠNSĠYET DAĞILIMINA GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠMĠ Ġlaç-Toksin Madde Kesici Alet Kendini Asarak AteĢli Silah Yüksekten Atlama KADIN % 74 % 47 % 27 % 33 % 75 ERKEK % 24 % 52 % 72 % 66 % 25 TOTAL % 100 % 100 % 100 % 100 % 100 Tablo:5‘ e bakıldığında intihar yöntemleri içerisinden ilaç-toksin madde kullanımının daha çok kadınlar tarafından tercih edilen bir yöntem olduğu görülmektedir. Yüksekten atlama da yine daha çok 465 kadınlar tarafından tercih edilen bir yöntemdir. Erkekler ise kendini asma, ateĢli silah gibi yöntemler kullanmaktadırlar. Veriden de anlaĢıldığı üzere erkekler tarafından seçilen intihar yöntemleri, kadınlar tarafından seçilen yöntemlere göre potansiyel olarak daha öldürücüdür. Bu yöntemlerin toplumsal algıda erkek bireyi zora sokan erkeklikalgısınaparalelolarakgeliĢmegösterdiğide ayrı bir araĢtırma konusu yapılabilecek kadar önem arzetmektedir.Erkekler silah, askı gibi yöntemleri tercih ederken; kadınlar daha çok yüksek dozda ilaç alma, zehirlenme gibi yöntemleri tercih etmektedir. Bu durum, dünya örneklerine de uygunluk arz eder. Örneğin, ABD‘de tüm intiharların %60‘ı ateĢli silahlarla olmaktadır (Moscicki EK 1997 ). Türkiye‘de ise, tamamlanmıĢ intiharlarda en sık kullanılan yöntem asıdır ( Devlet Ġstatistik Enstitüsü: Ġntihar Ġstatistikleri 1988- 1997. Ankara, Devlet Ġstatistik Enstitüsü Matbaası 1989-1999). Ġntihar giriĢimlerinde genel olarak en sık kullanılan ise hem erkek, hem de kadınlarda ilaç içmedir(Shafii M 1988).Ġntihar araçlarının ulaĢılabilirliğinin artması ile intihar oranının da arttığı bildirilmiĢtir. Tablo: 6 MEDENĠ DURUM – CĠNSĠYETDAĞILIMINA GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠMĠ Evli Bekar Dul BoĢanmıĢ Ayrı YaĢıyor NiĢanlı KADIN % 81 % 69 % 90 % 80 % 40 % 100 ERKEK % 18 % 30 %9 % 20 % 60 %0 TOTAL % 100 % 100 % 100 % 100 % 100 % 100 Tablo: 6‘ya göre ayrı yaĢayan kiĢiler haricinde tüm medeni durum gruplarındaki kadınlar erkeklere göre daha fazla intihar eyleminde bulunmaktadırlar. Evli kiĢilerde intihar oranı daha düĢüktür. Ġntihar, evlilere oranla bekarlarda iki kat, boĢanmıĢ ya da ayrı yaĢayanlarda dört-beĢ kat daha sık görülmektedir. Erkeklerde bu fark daha belirgindir( Roy A 2000 ). Avrupa‘da intihar giriĢiminde bulunan kiĢilerin çoğunluğu bekar ya da duldur ve bunların yaklaĢık %30‘u yalnız yaĢamaktadır. Kadınların %6‘sı, erkeklerin ise %9‘u düzenli ev koĢullarından düzensiz ev koĢullarına bir geçiĢ yaĢadıktan sonra intihar giriĢiminde bulunmuĢlardır (Schmidtke A 1996 ). Tablo: 7 Ġġ DURUMU – CĠNSĠYET DAĞILIMINA GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠMĠ ÖĞRENCĠ ÇALIġIYOR ÇALIġMIYOR KADIN % 73 % 50 % 82 ERKEK % 25 % 49 % 16 TOTAL % 100 % 100 % 100 ĠĢ durumu ile cinsiyet arasındaki dağılımın yer aldığı Tablo: 7‘de kadınların erkeklerden daha fazla intihar giriĢiminde bulundukları görülmektedir. Bu fark özellikle çalıĢmıyor durumda olanlarda oldukça fazladır. ĠĢsizlerde intihar oranı, bir iĢi olan gruba göre daha yüksektir. Ekonomik kriz dönemlerinde ve iĢsizliğin arttığı dönemlerde intiharlar da artmakta, ekonominin iyi olduğu dönemlerde ve savaĢ zamanlarında azalmaktadır( Roy A 2000 ). Ġntihar için özellikle riskli meslekler arasında doktorlar, müzisyenler, diĢ hekimleri, avukatlar ve sigortacılar baĢta gelmektedir. Doktorlar arasında psikiyatristler baĢta gelmekte, onları göz doktorları ve anestezistler izlemektedir (Roy A 2000).Türkiye‘de intihar giriĢimlerinin ekonomik olarak daha bağımlı olan ev hanımı, öğrenci gibi kiĢilerde daha sık görüldüğü bildirilmektedir( Sayıl I 1993; Sayıl I 1997; Çayköylü A 1997 ). 466 Ailesel faktörler. Ailesinde intihar eden ya da intihar giriĢiminde bulunmuĢ biri olan kiĢilerde intihar oranı yükselmektedir( Roy A 2000 ).Ġntihar eden ve intihar giriĢiminde bulunan ergenlerin anne-babalarında psikopatoloji sıklığı da yüksektir (Dilsiz A, Dilsiz F ). Sosyal sınıf ve çevresel koşullar: KiĢinin sosyal statüsünde değiĢiklik olması (yükselmesi ya da düĢmesi) intihar davranıĢı riskini artırmaktadır. Ancak genel olarak düĢük sosyal sınıfta intihar giriĢimi riski fazladır ( Schmidtke A 1996 ). Erken çocuklukta fiziksel ve cinsel istismara uğrama, anne-baba ihmali gibi travmatik yaĢantıların eriĢkinlikte intihara eğilime neden olduğu bildirilmektedir. Bu faktörlerin depresyon, anksiyetebozukluğu, borderline kiĢilik bozukluğu, somatoformbozukluklar, cinsel disfonksiyon gibi birçok hastalığın riskini artırdığı bilinmektedir. Ancak erken çocukluk travmalarının bu hastalıklara eğilim oluĢturmalarından bağımsız olarak da intihar riskini artırdıkları ileri sürülmektedir ( Brodsky BS, Stanley B2001). Tablo: 8 EĞĠTĠMĠ DURUMU – CĠNSĠYET DAĞILIMINA GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠMĠ Ġlköğretim Lise Üniversite Okur-yazar Okur-yazar değil KADIN % 74 % 73 % 74 % 70 % 92 ERKEK % 25 % 25 % 24 % 25 %7 TOTAL % 100 % 100 % 100 % 100 % 100 Tablo:8‘ deki bilgilere göre intihar giriĢimi kadınlarda erkeklere göre daha yaygındır. Bu durum birçok çalıĢmada da belirtildiği üzere, kadınlarda intihar davranıĢının erkeklerin aksine ölüm niyetinden çok yardım arama ile iliĢkili olabileceğini desteklemektedir (McClure 1984, Hawton 1987, Kessler 1999, Sayıl ve ark. 2000). Tablo: 9 YILLARA GÖRE ĠNTĠHAR GĠRĠġĠMĠ YIL 2008 yılı 2009 yılı 2010 yılı 2011 yılı 2012 yılı YÜZDE % 15 % 17 % 37 % 10 % 15 TOTAL % 100 % 100 % 100 % 100 % 100 Tablo: 9‘a bakıldığında resmi kayıtlara göre en fazla intihar olayının 2010 yılında gerçekleĢtiği görülmektedir. DEĞERLENDĠRME-SONUÇ Ġntihar davranıĢlarının yaĢamın her evresinde görülüyor olması ve son yıllarda özellikle de gençler arasında sıklığının hızla artması, konuya olan ilgiyi yoğunlaĢtırmakta ve pek çok araĢtırmanın yapılmasına neden olmaktadır. Bu çalıĢmalar gözden geçirildiğinde, özellikle yaĢ etkeninin vurgulandığı dikkatleri çekmektedir. Ġntihar hızları (rate) ülkeler arasında farklılık göstermekle birlikte, pek çok ülkede gençler arasında diğer yaĢ gruplarında görülmeyen bir biçimde artıĢ göstermektedir (Rotheram-Borus ve ark. 1996, Lubin ve ark. 2001, Bilici ve ark. 2002, Özgüven ve Sayıl 2003). Aynı durum intihar düĢünceleri için de geçerlidir (Kjoller ve Helweg-Larsen 2000, Mazza 2000). 467 Ortalama mutluluk vaat eden sosyal yapı bu hali ile aile içi Ģiddet üretiyor ve aynı zamanda bireyi baskılamaktadır. Bu durum, bireyi çözümsüzlüğe sürüklemekte ve bununlar birlikte bireyin benliği gittikçe güçsüz hale gelmektedir. Sonuç olarak birey, çözüm yolu arayıĢının sonunda intiharı tercih etmektedir. Ayrıca intihar – verilerden de anlaĢıldığı üzere – aile Ģiddete bir tepki olarak değerlendirilebilir ve bu tepkinin daha çok kadınlarda olduğunu tahmin ediyoruz. KAYNAKÇA Atlı, Z.,vd.(2009). ‗‘Klinik Psikiyatri‘‘. 212: 111-124. Atay, Ġ. M.,vd.(2012).‗‘Türk Psikiyatri Dergisi‘‘. 23(2): 89-98. Demirel, Ö. S., EĢel, E.(2003).Anadolu Psikiyatri Dergisi. 4: 175-185. Durak Batıgün, A.(2005).Türk Psikiyatri Dergisi.16(1):29-39 Durkheim, E.(1992). İntihar.( Çev.). Ö. Ozankaya. Ankara: Ġmge Yayınevi. Duru, G., Özdemir, L.(2009).‘‘Sağlık Bilimleri Fakültesi HemĢirelik Dergisi‘‘.34-41. Fidan, T.,vd.(2009).Klinik Psikofarmakoloji Bülteni, Cilt: 19, Ek Sayı:1. Güleç, G., Aksaray, G.(2006).New/Yeni SymposiumJournal. Cilt 44. Sayı 3 Hisli ġahin, N., Durak Batıgün, A.(2009). Türk Psikiyatri Dergisi.20(1) 28-36. ġevik, A. E., Özcan, H.(2012).Klinik Psikiyatri.15:153-165. ġevik, A. E., vd.(2012). Klinik Psikiyatri.15: 218-225 Yalaki, Z., vd.(2012). Dicle Tıp Dergisi.39; (3): 350-358 Yiğit, Ö.,vd. (2010). New/Yeni SymposiumJournal. Cilt 48. Sayı 2. 468 AĠLE ĠÇĠ ġĠDDET VE BOġANMA Rukiye Gül Çam1 Canan ġahin2 ÖZET 1950 sonrası ortaya çıkan ekonomik, politik, kültürel, teknolojik ve hukuksal değiĢimler tüm toplumsal kurumları etkilediği gibi yaygın bir aile modeli olan ―ataerkil‖ aile üzerinde de yoğun etkilerde bulunmuĢtur. Bu dönüĢümlerin "ataerkil‖ aile modelini etkilediğinin en açık toplumsal göstergelerinden biri boĢanma oranlarındaki yüksek düzeydeki artıĢlardır. Bu anlamda, eskiye nazaran günümüz insanları özellikle kadınlar huzursuz bir evliliği devam ettirmek yerine boĢanma kararını alıp hür iradesi ile mahkemelere kolayca baĢvurabilmektedirler. Bu projenin amacı; bir taraftan Niğde ilinde görülen boĢanmaların geriye doğru giderek sosyolojik nedenlerinin ortaya çıkarılması ve diğer yandan Niğde ilindeki boĢanan çiftlerin sosyal-demografik yapısına bakılarak boĢanma öncesi ve sonrası ortaya çıkan durumlar sonucunda boĢanmayı önleme eksenli öneriler ortaya koyabilmektir. ÇalıĢmanın odak noktası terk edilen kadından ayrılan kadın modeline geçiĢin tarihsel odaklarının tespit edilirken halen kadının Ģiddet gören taraf olduğunun açığa çıkarılması. Zira en genelinden, ―Ģiddetli geçimsizlik‖ baĢlığı altında açılan davaların hemen hemen tamamında aldatılma, hakaret, cinsel Ģiddet, fiziksel Ģiddet, alkol ve terk gibi nedenler görülmektedir. AraĢtırmamıza konu olan örneklem, gerek Niğde merkez gerekse Niğde‘ye bağlı köy ve kasabalarda görülen ve resmi makamlarca kayıt altında olan davalar ile sınırlı bulunmaktadır. Özel olarak Adalet Bakanlığı Niğde Adliyesi Asliye Hukuk Mahkemesi (Aile Mahkemesi Sıfatı ile) boĢanma davaları 2013 yılı itibarı ile geriye dönük olarak incelenmektedir. Anahtar Kelimeler: Aile, Boşanma, Kadın, Kadın İşgücü, Evlilik GĠRĠġ Evlenme akdi ile meĢrulaĢtırılan aile, hem geleneksel toplumda hem de modern toplum açısından son derece önemli ve bir o kadar da tartıĢmalı bir kurumdur. Önemlidir, çünkü, neslin/kültürün devamı konusunda en iyi bilindik toplum formudur. Çocukların korunması ve yetiĢtirilmesi, anne ve babaya ancak sürekli bir beraberlik sayesinde yürütebilecekleri bir takım görevler yükler. Bu yüzden aile hem eğitimin kendisi hem de toplumsallaĢma süreçlerinde kilit öneme sahiptir (Soyyiğit, 33). Sorunludur çünkü evlenme, belirli sosyal normlara ve davranıĢ Ģekillerine bağlı olarak gerçekleĢir ve amacı bireyin ötesinde bir aile oluĢturmaktır. Her kültür ya da toplum, kimin nasıl evleneceğini evliliğin devamını, evlenen kiĢilerin rol ve davranıĢlarını kendi norm ve kültürlerince belirler. Dolayısı ile aile ve evlilik birbirinden farklıdır. Bronislaw Malinowski‘ye göre aile bir grup veya örgüt; evlilik ise çocuk yapmak ve yetiĢtirmek için yapılan bir anlaĢmadır. Bu farklılık, toplumdan topluma da farklılık gösterebilmektedir. Örneğin DPT Türk Aile Yapısı Özel Ġhtisas Komisyonu tarafından hazırlanmıĢ olan raporda aile; kan bağlılığı, evlilik ve diğer yasal yollardan, aralarında akrabalık iliĢkisi kurulan ve çoğunlukla aynı evde yaĢayan bireylerden oluĢan; bireylerin cinsel, psikolojik, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarının karĢılandığı, topluma uyum ve katılımlarının sağlandığı ve düzenlendiği temel bir toplumsal birim‖ Ģeklinde tanımlanmıĢtır (Bulut, 1993, 2). En genel anlamı ile aile; toplumsal yapının en küçük birimleri olan bireylerin kan bağıyla birbirine kenetlendiği, yaĢam standartlarına ayak uydurabilmek, hayatta kalabilmek için ortak hedefleri ve hareketleri olan bir yapı, hatta bir organizmadır. Bu kavramlaĢtırmanın en önemli ayağı, evliliğin kutsal olmadığı ve bir anlaĢma gereği ile oluĢup bir baĢka anlaĢma ile ortadan kaldırılabileceğidir. KarĢılıklı sevgiye, mutluluğa ve güvene dayalı olan evliliğin yasal bir Ģekilde sona erdirilmesi olarak tanımlayabileceğimiz boĢanma, tarihsel süreçte evlilik kadar eskiye dayandırılsa da günümüzde gittikçe daha sık karĢılaĢtığımız bir durumdur. 1 2 Niğde Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Niğde Üniversitesi Sosyoloji bölümü 469 BoĢanma: evlenmenin yasal olarak sona ermesidir. TUĠK‘in tanımı ile; erkek ve kadının yeni bir evlenme yapacak Ģekilde hukuki bir kararla evliliklerini tamamen sona erdirmeleridir. 17.yy Osmanlı dönemini ele aldığımızda ailenin sona eriĢi Ġslam Hukuku çerçevesinde gerçekleĢmektedir. Kocanın tek taraflı iradesiyle herhangi bir sebep göstermeksizin ve kocanın karısının rızasını aramaksızın evliliğe son vermesi (talâk), kadının bazı haklarından feragat etmek suretiyle karĢılıklı anlaĢarak ayrılma (hul veya muhâla) ve evlenmenin belli sebeplerle kadı kararıyla sona erdirilmesi (tefrîk) olmak üzere üç Ģekilde gerçekleĢmektedir (Kıvrım:1). Medeni Kanunda kabul edilen boĢanma nedenleri; özel boĢanma sebepleri ve genel boĢanma sebepleri olarak ikiye ayrılır. Genel boĢanma sebepleri evlilik birliğinin temelden sarsılması, ortak hayatın yeniden kurulamaması (eylemi ayrılık) olarak kategorilendirilirken; özel sebepler ise hayata kast etme ve kötü muamele suç iĢleme ve haysiyetsiz hayat sürme terk etme akıl hastalığı Ģeklinde sıralanabilir. Ülkemizde boĢanma nedenlerine bakılmaksızın geçmiĢ dönemlerde hoĢ karĢılanmamakla birlikte bu konuda algının giderek değiĢtiğini görüyoruz. Özellikle son zamanlarda kadınların çalıĢma hayatına girmesi, eĢlerin eğitim durumlarının yükselmesi, kadın haklarının ön plana çıkması ve hukuki yönden geçmiĢe oranla boĢanmanın kolaylaĢtırılması boĢanmanın artmasında önemli rol oynamaktadır. Bu etkenler arasında ağırlıklı olarak göze çarpan kadınların çalıĢma hayatına girmesidir. Kadınların ekonomik özgürlüklerini kazanmaları, evliliği maddi güvence olarak görmekten vazgeçmelerini kolaylaĢtırmaktadır. Bu eksende sıklıkla karĢılaĢılan durumların baĢında, evlilikle ilgili bir sorunla karĢılaĢıldığında ayrı ev açmanın eskiye göre daha kolay hale gelmiĢ olmasıdır. BoĢanmaların haklılık zeminin oluĢması ve toplumsal meĢruiyetinin giderek artması sonucu boĢanan kiĢilere vurulan ―kötü damganın‖ eskiye göre azaldığı görülmektedir. Toplumsal meĢruiyet bağlamında evlilik ve boĢanmayı ele aldığımızda, her iki eylemin toplumsal olduğunu, bir baĢka deyiĢle kadın ve erkeği ilgilendiren bireysel konu olmaktan öte toplumu ilgilendiren konular arasında olduğunu görmekteyiz. Evlilik yoluyla kurulan aile birliği, nüfusun yenilenmesi, çocukların sosyalleĢtirilmesi, biyolojik doyum iĢlevinin yerine getirilmesi gibi iĢlevlerin dıĢında ulusal kültürün yaĢatılması ve gelecek kuĢaklara aktarılmasında önemli rol oynamaktadır. Tam da bu iĢlevlerden dolayı da boĢanma olgusu da toplumsal niteliktedir. Ülkemizde, boĢanmanın özellikle son yıllarda büyük bir artıĢ göstermesi, bu durumun toplumsal sorun olarak gündeme gelmesi, bu konuyla ilgili kapsamlı araĢtırmalar yapılması ve çözümüne yönelik projeler geliĢtirilmesi açısından önemlidir. Bu kapsamda, araĢtırmamız, boĢanma olgusunun genel anlamda nedenleri ve sonuçlarının da toplumsal olduğunu iddia etmektedir. Ġddianın araĢtırılması kapsamında araĢtırmamızın birinci bölümde Niğde ilinde geçmiĢe dönük boĢanma vakaları mahkeme kayıtlarından incelenmiĢ ve ikinci bölümde de Niğde ilindeki boĢanan kadınların bu durumdan nasıl etkilendiği ikili görüĢmelere dayanılarak araĢtırılmıĢtır. Ġkili görüĢmeler, boĢanma altında yatan gerçekleri ortaya çıkarmak, ailelerin ve kadınların bu durumdan nasıl etkilendiğini belirlemek amacıyla derinlemesine ve nehir söyleĢileri formunda 10 kiĢi ve ailesi ile birlikte yürütülmüĢtür. I. BOġANMANIN TOPLUMSAL FORMU OLARAK AĠLE ĠÇĠ ġĠDDET Niğde ili örneğinde yaptığımız çalıĢmamızın amacı boĢanmaların sosyolojik nedenlerinin ortaya çıkarılması ve diğer yandan Niğde ilindeki boĢanan çiftlerin sosyal-demografik yapısına bakılarak boĢanma öncesi ve sonrası ortaya çıkan durumlar sonucunda boĢanmayı önleme eksenli öneriler ortaya koyabilmektir. Bu araĢtırma ile aĢağıdaki soruların cevapları aranmıĢtır.  BoĢanma niteliği üzerinden hareketle, ataerkil aile yapısı değiĢiyor mu?  Davalı davacı evlenme yaĢı oranları boĢanmayı etkiler mi?  Davacı kadın ve erkek mesleğinin boĢanmada rolü var mıdır?  Ailelerin çocuk sayısı boĢanmaya bir engel teĢkil eder mi?  Erkek davacıların boĢanma gerekçeleri nelerdir?  Kadın davacıların boĢanma gerekçeleri nelerdir  Dava sonucu alınan kararların yüzdeleri nelerdir? 470  Kadın davacı için dava sonuçları nelerdir?  Erkek davacı için dava sonuçları nelerdir? Genel olarak ele alındığında, Niğde ilinde yapılan pilot araĢtırmalar sonucunda boĢanma nedenleri arasında Ģiddetli geçimsizlik, fiziksel ve cinsel Ģiddet, kumar, alkol, aldatma Ģeklinde de sıralanmaktadır. Açılan davaların dava dilekçeleri deliller ve bu deliller arasında tanıkların beyanları incelendiğinde; ekonomik, sosyal, ahlaki nedenlerin ve -yine belirleyici sosyal bir olgu olarak eğitimsizlik sorununun da boĢanma davalarında büyük bir yer tuttuğu ortaya çıkmaktadır. Bunlara ek olarak evlilik süresi, dava süreci, yaĢ farkı ve eĢlerin maddi durumlarının da boĢanmayı fazlasıyla etkilediği gözlemlenmiĢtir. DAVACI CİNSİYET ORANI KADIN; %58 60 50 ERKEK; %42 40 30 20 10 0 KADIN ERKEK Şekil:1 ġekil:1‘de görüldüğü üzere son yıllarda boĢanma davaları ağırlıklı olarak kadınlar tarafından açılmaktadır. Geleneksel ataerkil yapıya uygun olarak boĢanma davasını erkekler açar dönemi sona ermiĢtir. Bu göstermektedir ki ataerkilliğe karĢı kadının sosyal direnci giderek artmaktadır. Bu anlamı ile boĢanma erkeğin mabedine saldırı, iktidarına dabir baĢkaldırı olarak değerlendirilebilir. Bir anlamıyla kadının sosyal intiharı olarak değerlendirilen boĢanma, kadın için yeni bir umut arayıĢıdır. Yeni bir hayatın baĢlangıcı olarak değerlendirilebilir. Sadece boĢanarak yeni bir toplumsal forma geçtiği için değil, erkek ile arasında kurulmuĢ toplumsal iliĢkinin sorgulanması ve tehdit edilmesi açısından da bir milat olarak ele alınmalıdır. Özellikle son yıllarda, bazı kadınların eĢlerine ve eĢlerinin temsil ettiği toplumsal statüko gruplarına karĢı bir tür gözdağı vermek içinde dava açtıkları ve çoğunlukla bu davaların feragat ile sonuçlandığını görmekteyiz. 471 DAVALI DAVACI YAŞ FARKI ORANLARI 45 5-10 YAŞ; %42 40 2-5 YAŞ; %33 35 30 25 20 0-2 YAŞ; %12 15 10 10-20 YAŞ; %9 5 20 VE ÜZERİ;% 4 0 0-2 YAŞ 2-5 YAŞ 5-10 YAŞ 10-20 YAŞ 20 VE ÜZERİ Şekil:2 Yapılan araĢtırmalar sonucu özellikle çocuk gelinlerin evliliği, birinci yılın sonunda %70 boĢanma ile sonuçlanıyor. Buradan hareket ile evlilikte yaĢ farkının önemli bir etken olduğunu, bu etkenin kadın üzerinde doğrudan ve dolaylı baskılar için zemin oluĢturduğunu, tam da bu nedenle bu etkenin aile içi Ģiddet olarak değerlendirilmesi gerektiğini tartıĢmaya açmak gerekiyor. Örneklemimizde davalı davacı evlenme yaĢ oranlarına baktığımızda yaĢ farkının boĢanma davalarına yol açtığını görüyoruz. TÜĠK ‗in yaptığı çalıĢmalar da bu bilgiyi doğrulamaktadır. 472 davacı kadın mesleği 60 Eksen Başlığı 50 40 30 20 10 0 ev hanımı memur davacı kadın mesleği 57 6 serbest 12 işçi 6 bilinmiyor 17 fuhuş 1 öğrenci 1 Şekil:3 ġekil:3‘te de görüldüğü üzere ev hanımları %57 oranla ezber bozan bir Ģekilde daha çok boĢanma davası açmakta ve ekonomik gelirleri olmasa dahi boĢanma kararı alabilmektedir. BoĢanan ev hanımlarının bir kısmı iĢ hayatına atılırken bir kısmı da baba evine dönmektedir. 473 davacı erkek mesleği 35 Eksen Başlığı 30 25 20 15 10 5 0 serbest işçi memur bilinmiyor davacı erkek mesleği serbest 24 işçi 33 memur 20 bilinmiyor 23 Şekil:4 Davacı erkek mesleklerine baktığımızda genel olarak gelir seviyesi düĢük meslekler ön plana çıkmakta bu da bize ekonomik sıkıntılarında boĢanmaya neden olduğunu düĢündürmektedir. 474 Eksen Başlığı BOŞANAN AİLELERİN ÇOCUK SAYISI 45 40 35 30 25 20 15 10 5 0 ÇOCUK YOK 1 VEYA 2 ÇOCUK 2 VEYA 4 ÇOCUK 4 VE ÜZERİ ÇOCUK ÇOCUK YOK 1 VEYA 2 ÇOCUK 2 VEYA 4 ÇOCUK 4 VE ÜZERİ ÇOCUK 24 26 43 7 BOŞANAN AİLELERİN ÇOCUK SAYISI Şekil:5 ―Ġnsanlar çocukları için mutsuz olsa da evliliklerini devam ettirirler.‖ tezi özellikle son zamanlarda tartıĢmalı duruma gelmiĢtir. Analizlerde ortaya çıkan sonuca göre çocuk sayısı boĢanma davalarına engel değildir. Görüldüğü üzere, 2-4 ve üzerinde çocuğu olan taraflar daha çok dava açmaktadırlar. Fakat burada not düĢmekte fayda var: çocuklarının reĢit ve evli olması taraflara artı bir güven sağlamaktadır. Eksen Başlığı erkek davacı boşanma gerekçeleri 40 30 20 10 0 şiddetli fiziki şiddet geçimsizlik erkek davacı boşanma gerekçeleri 36 15 hakaret 30 karakter sorumsuzlu uyuşmazlığı k 2 9 evi terk 8 Şekil:6 475 BoĢanma gerekçelerine bakıldığında, farklı noktaların tartıĢmaya dahil edilme zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. ġiddetli geçimsizlik bir kenara bırakılarak erkek davacıların boĢanma gerekçelerine baktığımızda daha çok bireysel nedenler ortaya çıkmaktadır. Ġlk sırayı Ģiddetli geçimsizlik alırken hakaret, fiziksel Ģiddet, karakter uyuĢmazlığı, sorumsuzluk ve evi terk önemli bir yer tutmaktadır. Eksen Başlığı kadın davacı boşanma gerekçeleri 25 20 15 10 5 0 şiddetli fiziki şiddet geçimsizlik kadın davacı boşanma gerekçeleri 23 22 cinsel şiddet aldatma alkol karakter uyuşmazlığı 13 18 14 10 Şekil:7 Kadın davacıların boĢanma gerekçelerinde de ilk sırayı Ģiddetli geçimsizlik almaktadır. Fakat bu kategorinin hem erkekler hem de kadınlar arasında yer alması, iki önemli tartıĢmayı tetiklemektedir. Birincisi, bu gerekçe bireysel değil toplumsal bir içerik taĢımaktadır. Ġkincisi, dava gerekçesi olarak Ģiddetli geçimsizliği öne süren kadınlar, boĢanma davaları uzadıkça ve boĢanmaları zorlaĢtıkça ileriki celselerde gerçek nedenleri ortaya çıkarmaktadır. Bu gerçek nedenlerde genel olarak aldatma, fiziki Ģiddet, cinsel Ģiddet gibi kadınlar için sosyal baskı nedeni olabilecek sebeplerdir. Niğde ili boĢanma gerekçelerine baktığımızda ilk sırayı fiziksel Ģiddet almaktadır. Ardından Ģiddetli geçimsizlik ve hakaret gelmektedir. Burada resmi istatistiklerin de kısmen, özellikle de sorunun kategorilendirilmesinde sorunlu olduğunu görmekteyiz. BoĢanma gerekçelerinin büyük bir bölümü, toplumsal rol gereği erke atfedilen iĢlevlerin uygulanmasından kaynaklanmaktadır. Bunları ikinci el mahkeme kayıtlarından doğrulama imkanı olmadığından ikinci bölümde ikili görüĢmelerde ele alınmaktadır. Aldatmanın Hukuki ve Toplumsal KarĢılığına bakacak olursak eğer taraflardan erkek aldatıyorsa çocuğun velayeti kadında; kadın aldatıyorsa çocuğun velayeti babaya veriliyor. Çocuklar eğer reĢit ise aldatma karĢısında aldığı pozisyona göre; reĢit değiller ise ebeveynin ekonomik durumuna göre ebeveynler arasında pay ediliyor.Aldatma ve alkol bağımlılığı da gerekçeler arasında önemli bir yer tutarken cinsel Ģiddette ilgimizi çekecek orandadır.Cinsel Ģiddete maruz kalan kadınlar tercihsiz bırakılmaktadır. ġartları ne kadar ağır olursa olsun, çocuklarını veya boĢanan kadın üzerinde büyük birbaskı olan toplum algısını düĢünmeden boĢanmakararı alabilmekte artık kadın cinsel obje olmak istememektedir. 476 Eksen Başlığı DAVA SONUÇLARI 60 50 40 30 20 10 0 DAVA AÇILMAMIŞ BOŞANMA SAYILIR DAVA SONUÇLARI 15 52 RED FERAGAT 12 7 DAVA DEVAM EDİYOR 2 ANLAŞMALI BOŞANMA 12 Şekil:8 Davacının davayı takip etmemesi ve vekil tayin etmemesi sonucunda dava açılmamıĢ sayılıyor. Bu kararın altında davacının tehdit edilmesi gibi unsurların yatabileceği de tecrübe ile sabit olarak bilinmektedir. Dava açılmamıĢ sayılan 15 davada 9 davanın davacısı kadın; 4‘ü erkektir.Red olunan davalarda ise ya davacı kusurludur ya da kesin deliller ve ispatlar sunulmamıĢ, muğlakta kalınmıĢtır. Aslında ret kararları devletin aileyi korumaya yönelik uyguladığı tercihli bir yoldur. Feragat edilen davaların genel sebepleri cinsel Ģiddet, fiziksel Ģiddet gibi külfetli gerekçeler içermemekle birlikte genel olarak gözdağı verme amaçlı açılan davalardır.Türk Medeni Kanununun 164/4 Maddesine göre; herhangi bir gerekçeyle açılmıĢ olunan davanın reddine karar verilmesinden itibaren 3 yıl sonra tekrar dava açılması üzerine o dava kabul edilir. Fakat bu kural değil taraflara tanınan haktır. Niğde ilinde ise genelde ret olunan davalar taraflarca tekrar açılmakta ve boĢanma kararı kesinleĢtirilmektedir. Diğer analizlere de kısaca değinecek olur isek ;  Evlilikte genel sorunlar 5 yıldan sonra yoğun olarak görülmektedir.  sorunlar artmakta cinsel Ģiddet ve aldatma sorunları gün yüzüne çıkmaktadır.  Tarafların mesleğine ve gelir seviyelerine bakacak olursak : Gelir düzeyi düĢük insanlarda boĢanma daha fazla görülmekle birlikte gerekçeler; Ģiddet, aldatma, alkol bağımlılığı Ģeklinde sıralanırken Gelir seviyesi yüksek olan tarafların gerekçeleri; sevginin yokluğu, karakter uyuĢmazlığı olarak sıralamak mümkündür. II. BOġANMANIN KADIN ÜZERĠNDEKĠ OLUMLU VE OLUMSUZ ETKĠLERĠ Yaptığımız ikili görüĢmeler doğrultusunda evlilik öncesi ya da evlilik hayatında çalıĢmayan kadınlar daha küçük yaĢlarda, görücü usulü ile evlenmektedir. Herhangi bir çalıĢma tecrübesi olmadığı için boĢanma sonrası ekonomik çöküĢ yaĢamaktadır. Aynı zamanda boĢandıkları eĢlerinin iĢsiz, düĢük gelirli ya da boĢanma sonrası bir araya gelme korkusundan eĢlerinden nafaka istememektedirler. ÇalıĢan kadınlarda ise bunun tam tersi bir durum söz konusudur. Eğitim seviyesine bağlı olarak evlenme yaĢı yükselmektedir. Severek, aĢk evliliği gündeme gelmektedir. Ekonomik bağımsızlığını 477 kazandığı için boĢanma sonrası ekonomik olarak etkilenmezken, psikolojik olarak olumsuz etkilenmektedir. Aynı zamanda boĢandıkları eĢlerinden nafaka talep etmektedir. GörüĢülen kadınlar boĢanmayı en son çare olarak görmektedir. Ġlk etapta evliliklerini kurtarmak için her Ģeyi denedikten sonra boĢanmaya karar vermiĢlerdir. “3 yıl boşanmamak için ayak diredim resmen. Son haddinde boşanmaya karar verdim. Biz 1999 yılında boşandık. 2003 yılında tekrar birlikte yaşamaya başladık. Eşim bu arada beni aldattığı kadınla değil, başka bir kadınla evlenip, ayrılmış. Aldattığı Rus kadın para bitince gitti. Yani eşim bu arada üçüncü evliliğini yaptı. Bu evliliği de bitince ortada kaldı. Ailesi önüme düştü, çocuklarının babası, başkasını alıp da napacan falan onun şeyiyle barıştım ben. Tabi barışmamda kendi nedenim de şuydu ki; hani bir sigortalı işim yok, zamanında aptallığı yaptım. En azından dedim hani ölürse maaşı kalır dedim ben öyle düşündüm işin gerçeği. (resmi nikah yok, maaĢı alamazdı). Biz deneme aşaması yaptık orda. Eğer ki dedik anlaşabilirsek evlenecektik, anlaşamazsak geldiği gibi gider dedim ve yine aynı şeyleri yaşayınca geldiği gibi gitti. Barışmayı bende bazen baskılardan dolayı istiyordum ama ekonomik özgürlüğümü oğluma bağlanan aylıktan sonra edinince ekonomik güç bende olunca istemiyorum. Tamamen ekonomik sebeplerle istedim.” (ev hanımı). “…bir süre ayrı yaşadık, tekrar birleştik…doktor gibi çözüm yolları aradık ama olmadı…”(bankacı). “sabrettim, son dört-beş yıl aldatıldığımı bile bile evliliğimi sürdürmeye çalıştım…”(polis). “…içkisine kumarına katlandım zaten…ta ki kadını eve getirene kadar…”(taĢeronda iĢçi). GörüĢülen kadınlar boĢanma gerekçesi olarak Ģunları söylemiĢlerdir: ilk sırayı aldatma alırken, bunu takiben fiziksel ve ekonomik Ģiddet, kıskançlık, geçimsizlik, sorumsuzluk, alkol, kumar, yalancılıktır. Aldatma ile ilgili söylenenler: “…her şey ortada idi…ayrı bir yuva vardı…davayı açmadan önce çocuğu olmuş bile…ilk başta inanmadım, bir sene arada kaldım…bir kez dava açmaya kalktım, o yok böyle bir şey dedi…sonra kanıtlar çıktı ortaya…” (ev hanımı). “…beni lise öğrencisi bir kızla aldattı. ”(markette iĢçi). “…ihanet başka, ihanetin getirdiği geçimsizlik, güvensizlik, hepsi…”(polis). “…beni aldatırken iki oğlum bu durumu biliyorlarmış… Beni aldattılar”.“…eşim beni aldattığı kişi ile evlendi…beni aldatırken iki oğlum bu durumu biliyorlarmış…onlar, bu işi gayet normal gördüler…hatta sen babamızdan niye boşanıyorsun dediler bana. Erkek çocuklarımla şimdi görüşmüyorum. Kızlarım da babası ve erkek kardeşleri ile görüşmüyorlar.” (ev hanımı). ―...bir kaç kişi gelen oldu...bir tek senin başında değil-sen abartıyorsun dediler”. “bir gecelik bir şey için bitirmem 15-16 yıllık yuvamı derdim. Öyle bir şey mi dedim acaba öyleyse 4 çocuğum rezil olmasın diye düşündüm” (ev hanımı). ġiddet ile ilgili söylenenler: “İlk dayağımı daha altı aylık evliyken ilişkiye girmek istemediğim için tokat attı. O kadar nedensiz yere vurdu.” .“...şuanda kafamın şurası kırık ( kafasının üstünü göstererek) polis tabancasıyla kafamı yardı. Kemik içine göçtü.‖ (ev hanımı). “...ekonomik şiddet... para vermiyordu”. (ev hanımı). “Kaynanam oğlunu çok seviyordu...bizim anlaşmamız onun için bir facia idi…çok kıskanıyordu...biz anlaşmalı tartışınca çok mutlu olurdu...çözümü öyle bulduk...” .“…gece hayatından kaçardı… akşam eve gelirdi…kaynanam fırtına estirirdi…kızın şunu dedi…karın bunu dedi…annesine bir şey diyemeyince kızımla bana sarardı…sonra da üzülürdü…evden kaçar, meyhaneye giderdi…bir erkeği gerçekten dışarı atan da eve bağlayan da aile.” (ev hanımı). Kadınlar boĢanmayı engelleyen durumlardan ilk sırayı çocuk olarak söylemiĢlerdir. Kadınların ortak görüĢü boĢanmadan en olumsuz etkilenenin çocuk olduğunu söylemiĢlerdir. Çünkü bir süre sonra anne kendi hayatını yaĢamaya baĢlıyor, baba kendi hayatını yaĢamaya baĢlıyor, arada çocuk kalıyor. GörüĢülen kadınlarda çocuk sayısı düĢüktür. Artık çocuklar boĢanmayı engellemede bir çözüm sağlamıyor. Bunu ailenin üzülmemesi takip etmektedir. Kadınlar boĢanma kararını verirken en son kendi kararlarının önemli olduğunu söylemiĢlerdir. 478 “Sadece çocuklarım için, zaten tek engel çocuklardı. Başkada engel tanımaz. Boşanmayım, biraz daha katlanıyım, çocuklar için diyorsun. Kendine kalmış olsa anında terkedersin, hiç bakmazsın.” (ev hanımı). “Boşandığıma pişman mıyım çocuklarım açısından hani şimdi analı, babalı öksüz olmak çok zor. Annen ölür, annem öldü dersin, baban ölür, babam öldü dersin. Ama anne sağ, baba sağ, çocuklar nerde olduğunu bilmez. Ben kendi hayatımı yaşadım, eşim kendi hayatını yaşadı. Ne kadar acı, sıkıntıda yaşasan, çocukların ki gibi olmaz. Bayram sabahı kalkıyorsun, herkese bakıyorsun, ailesiyle gidiyor. Biz kahvaltıya oturuyoruz, hepimizin boynu bükük. Yani bunlar çok acı, zor şeyler. Özellikle çocuklar için çok büyük acı. Bize göre hava hoş. Benim kızımın babasına yazdığı şiirleri buldum, öyle şeyler yazmış ki, gizli gizli yazardı, neler dökmemiş ki, ne özlemler, ne sitemler. Çocukların yaşantıları biranda uçup gidiyor. Ne kadar kötü olursa olsun ailenin bir arada olması farklı, çok rahat da olsa parçalanmış yuva farklı.” (ev hanımı). BoĢanmayı kadın açısından değerlendirdiğimizde boĢanma kadın için ilk etapta olumsuz olarak karĢımıza çıkmaktadır. Kadınlar kendilerini çok yalnız ve boĢlukta hissetmektedirler. Evlilik hayatında çalıĢmayan kadınlar boĢandıktan sonra herhangi bir ekonomik özgürlüğü ya da çalıĢma tecrübesi olmadığı için ekonomik çöküĢ yaĢamıĢlardır. Daha sonra bu kadınlar bir iĢe girerek kendi paralarını kazandıktan sonra kendilerine güvenleri geldiklerini, özgür olduklarını söylemiĢlerdir. Ekonomik özgürlüğünü kazanmıĢ kadınlar boĢanma sonrası ekonomik olarak etkilenmezken, psikolojik bunalım içine girmiĢlerdir. Bu durumdan psikolojik destek alarak kurtulduklarını daha sonra kendilerini toparladıktan sonra boĢanmadan olumlu etkilendiklerini söylemiĢtir. Yani kadınların ortak görüĢü boĢanmanın ilk aylarında bu durumdan olumsuz etkilenirken, ilerleyen zamanlarda boĢanmadan olumlu etkilendiklerini, dünyaya yeniden geldiklerini, Ģimdiki akılları olsa daha önceden boĢanma kararı vereceklerini söylemiĢlerdir. BoĢanmanın kadın açısından olumsuz etkisine bakarsak; “Maddi yönden ilk başta zorlandım.” (ev hanımı). “…Zaten boşanmadan en olumsuz etkilenen çocuklar karı- koca herkes kendi hayatını yaşıyor. Birde insanın eşi tarafından aldatılması çok kötü, beğenilmemek insanın zoruna gidiyor.” (markette iĢçi). “Bir süre psikolojik destek aldım. Boşanmadan hem olumlu hem olumsuz yönden etkilendim, ikisi bir arada desem. Yani tek değil.” (bankacı). “Olumsuz olarak sadece insanların bakış açıları çok farklı oldu...dulsun ya. Tek olumsuz yanı odur ama onu da bir şekilde aşıyorsun. Dulsun, arkadaşlarını daha iyi tanıyorsun. Arkadaşlarının eşleri bile sana daha farklı gözle bakıyorlar, boşandığın için, birazda gençsen ama aştım yani. Psikolojik olarak kendimi çok yalnız hissettim.” (ebe). ÇalıĢan kadınlar boĢanma sonrası çevresindeki erkeklerden kötü tekliflere maruz kaldıklarını söylerken bunun boĢanmanın en olumsuz yanı olduğunu söylemiĢlerdir. ÇalıĢmayan kadınlar bu tür tekliflere maruz kalmadıklarını hatta çevrelerindeki insanların onlara destek olduğunu ifade etmiĢlerdir. “Tabi ki değişti, beni tanıyan herkesin düşünmüyorum dese de, bir tarafında onu (bedenimi) düşündüklerini ben biliyorum, ona da hazırdım zaten. Bu dönemde insanlardan kendimi soyutladım, kim ne derse desin hiç umurumda değil, önemli olan çocuklarım ve benim huzurum. Çünkü bazı erkeklerin gözünde kadın olman yeterli; bu evli de olabilir, boşanmışta olabilir fark etmez.” (polis). “Boşandıktan sonra kesinlikle insanlar size farklı gözle bakıyorlar. Bunları onlara cevap vererek, karşılarında dik durarak, gerekirse konuşmama kararı alarak aştım. Bazılarını arkadaşlıktan çıkardım. Dul olduğum için insanlar senden nasıl faydalanırım diye düşünüyor.” (ebe). “Abi olup da, bıyık bırakanlar oldu mu, oldu. Bu da onların şerefsizliği. Komşulardan da çeken var, çekemeyenler var. Aslını bilmeden insanı suçlamayı biliyorlar.” (markette iĢçi). “Çevremin bana karşı bakış açısı değişmedi. Hatta benim daha iyi üstüme düştüler komşularım falan. Daha sevmeye başladılar beni. Gelip gitmelerini esirgemediler yani.” (ev hanımı). BoĢanmanın kadın açısından olumlu etkisine bakarsak; “Boşandıktan sonra daha mutlu oldum.” (taĢeronda iĢçi). “Şiddetten kurtuldum, kendi ayaklarımın üzerinde durmayı öğrendim.” (ev hanımı). 479 “İlk eşimle tartışmalarımız çok olurdu. Ondan kurtuldum. Yok, ona baktın, yok şuna baktın. İşte felaket düzeyde kıskançlık vardı. Aşırı derecedeydi. İkinci evliliğimde eşimin içkisi, kumarı vardı. Bundan kurtuldum.” (taĢeronda iĢçi). “Kendime güvenim geldi.” (markette iĢçi). “Özgürlük, benim eşim çok kıskançtı.” (ev hanımı). “Kendimi buldum, yani ben, ben oldum. Kendime güvenim daha çok arttı.”(bankacı). “Dünyaya yeniden geldim. Böyle çok mutluyum. Her şeye rağmen, yaşadığım onca şeye rağmen…Yaşayamadığım her şeyi yaşıyorum, bütün çılgınlıkları da yapıyorum, çok mutluyum böyle.” (bankacı). “Kafam rahatladı, hayata döndüm, kendime güvenim daha çok geldi.” (ev hanımı). “Sizi sinir eden birisi yok hayatınızda...huzur, özgürsün, istediğini yapıyorsun, kendi kararlarını kendin veriyorsun, daha doğrusu huzurla yatıp, kalkıyorsun en önemlisi o.” (polis). Yapılan araĢtırma sonucunda kadınlar boĢanmadan hem olumlu hem de olumsuz etkilenmektedirler. Özellikle boĢanmanın hemen ardından boĢanmadan olumsuz etkilenirken, ilerleyen dönemlerde boĢanmanın olumlu etkisi görülmektedir. BoĢanmadan en olumsuz etkilenen taraf çocuklardır. KAYNAKLAR Aile ve Toplum Dergisi (2011). Cilt:4 Sayı 16. Aile ve Sosyal AraĢtırmalar Genel Müdürlüğü (2009) BoĢanma Nedenleri AraĢtırması. Ankara: BaĢbakanlık Aile ve Sosyal AraĢtırmalar Genel Müdürlüğü Yayınları Arıka, Ç. (1996).Halkın Boşamaya İlişkin Tutumları Araştırması. Ankara:TC. BaĢbakanlık Aile AraĢtırmaları Kurumu. Battal, A. (2008).Boşanma Sebepleri. Bilimsel AraĢtırma Projesi Uygulama Sonuçları. Ġstanbul. Canatan, K., Yıldırım, E.( 2011).Aile Sosyolojisi. Ġstanbul: Açılım. Cüceloğlu, D. (2011).İnsan ve Davranışı. Ġstanbul: Remzi. Hacettepe Üniversitesi Türkiyat AraĢtırma Dergisi(2012). Sayı:17. Ġbrahimoğlu, D.(2010).Evliliğin Kitabı.Hayat Yayınevi Kabaklıçimen, I. (2008).Türk Töresinde Kadın ve Aile. Ġstanbul: IQ Kültür ve Sanat. Sezal, Ġ. (2003). Sosyolojiye Giriş. Ankara: Martı Yayınevi Tanrıverdi, Hasan 2011 Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi Ġslam Hukukunda BoĢanma tazminatı (Mut‘a) Cilt:10 s-Sayı:38 444-463 Turğut, M. 2010 Aile Yapısı AraĢtırması 2006. TC. BaĢbakanlık Aile ve Sosyal AraĢtırmalar Genel Müdürlüğü. Ankara Türkiye Ġstatistik Kurumu (2011).Boşanma İstatistikleri. Ankara: TUĠK Matbaası Yörükoğlu, A.(1997).Aile ve Çocuk. Ġstanbul: Özgür Yayınevi Yalom, M. (2002).Antik Çağlardan Günümüze Evli Kadının Tarihi. Ġstanbul: Çitlembik. www.genbilim.com 480 C12 OTURUMU SĠYASET-III: TOPLUMSAL HAREKETLER VE DEVLET ENTELEKTÜELLĠK VE TOPLUMSAL HAREKETLER: TEKEL EYLEMĠ SÜRECĠNDE ENTELEKTÜEL SÖYLEMLERĠN ANALĠZĠ Aysun YARALI AKKAYA1 ÖZET Bu çalıĢmanın konusunu, Türkiye‘deki entelektüel kesimlerin, 2010 yılında yaĢanan TEKEL iĢçi eylemi sürecindeki söylemlerinin analizi oluĢturmaktadır. ÇalıĢmanın teorik arka planı Antonio Gramsci ve Pierre Bourdieu'nün entelektüellik tartıĢmaları ile ĢekillendirilmiĢtir. Her iki düĢünürün kuramında yer alan entelektüel sınıflandırması temel alınarak Türkiye‘de beĢ farklı entelektüel kesim seçilmiĢtir. Bunlar, sermaye sınıfının temsilcisi olan örgütler, okumuĢ orta sınıfı temsil eden meslek odaları ve birlikler, iĢçi sınıfının temsilcisi sendikalar, gazete köĢe yazarları ve bilim çevresinin simgesi olan akademisyenlerdir. ÇalıĢmanın amacı, seçilen bu entelektüel kesimlerin eylem sürecinde geliĢtirdikleri tutum ve davranıĢlarının, kendi yayınları, söylemleri ve açıklamaları üzerinden analiz ederek entelektüelin özüne yönelik bir tartıĢma yürütmektir. Böylece entelektüellik ile ilgili kavram karmaĢasına çözüm olabilecek bir tartıĢma yürütülürken aynı zamanda entelektüelliğin sadece belirli temalar üzerinden açıklanmasındaki güçlükler vurgulanmıĢ olacaktır. Bu amaç çerçevesinde çalıĢmanın yöntemi metinlerin söylem analizi ile değerlendirilmesi ve eleĢtirel yorumsamacı bir bakıĢla okunması oluĢturmaktadır. Dolayısıyla TEKEL iĢçi eylemlerinin analiz ile entelektüellerin siyasal hareketler karĢısında ki tutum ve davranıĢları sorgulanmıĢ olunacaktır. Anahtar Kelimeler: Entelektüel, TEKEL İşçi Eylemi, Antonio Gramsci, Pierre Bourdieu. ABSTRACT Thesubject of thisstudy is tocomposetheanalysis of intellectualcircles' discourses in Turkey, duringthe Tekel workers' act in 2010. Thetheoretical background of thestudy is shapedwithAntonioGramsciand Pierre Bourdieu'sdiscussions of intellectuality. It is chosen fivedifferentintellectualcircles in Turkeybygrounding on bothphilosophers' intellectualclassifications in theirtheories. Thesearetheorganizationswhichrepresentthe capitalist class, Professional chambers and unions whichrepresentthe well educatedmiddleclass, tradeunionswhicharethe representative of the working class, columnists andacademicianswhoarethesymbol of scienceenvironment. Theaim of thestudy is toanalysethechosenintellectualcircles' attitudeandbehaviorduringtheprocess of actionwiththeirownpublications, discoursesandexplanationsandtocarryout a discussionintendedforessence of intellectuality. Bythisway, whilea discussionwhich can be a solutiontoconflictaboutintellectuality is carriedout; at thesame time, thedifficulties in intellectuality'sexplanationwithonlydefinitetopicsareemphasised. Withthisaim, themethod of thestudy is evaluatedbytheanalysis of texts' discourse and read with a critical hermeneutics aspect. So, theattitudeandbehaviours of intellectualists in theface of politicalactions arequestionizedwiththeanalysis of TEKEL workeracts. Keywords: Intellectual, TEKEL Worker Acts, Antonio Gramsci, Pierre Bourdieu. 1.GĠRĠġ Gündelik yaĢamda her kesimin rahatlıkla kullandığı, dillere ‗pelesenk‘ bir kavram olan entelektüel sözcüğü, kimi zaman ötekinin düĢüncesini takdir etmek için, kimi zaman ise onu yermek için kullanılagelmiĢtir. Kavramın bu denli farklı Ģekillerde kullanılmasında, entelektüel figürlerin toplumsal alandaki görünürlüğünün artıĢı etkili olmuĢtur. Özellikle Türkiye‘de 1990‘lar ile birlikte yükselmeye baĢlayan, 2000‘li yıllarla devam eden, baĢta medya alanı olmak üzere, entelektüellerin fikirlerini söyledikleri alanlarda yayın yapmalarının kolaylaĢması, onların daha çok bilinen aktörler 1 ArĢ. Gör. Dr., 100. Yıl Üniversitesi, Ġktisadi ve Ġdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü. [email protected] 483 haline gelmesini sağlamıĢtır. Toplumun tartıĢmalarına, sorunlarına ve krizlerine elinden geldiğince çareler üretmeye çalıĢan bu entelektüeller, bu sayede hem kendi iktidarlarını güçlendirmekte hem de kendi fikirlerini farklı tartıĢma platformlarında ve ortamlarında topluma kolaylıkla sunabilmektedirler. Bu döngünün sonucunda, toplumda fikirleri ile saygı duyulan kiĢilere dönüĢen entelektüellerin varlığının kaynağı, giderek görünür bir hale dönüĢmüĢtür. Ortaya çıkan bu entelektüel tipolojisi; yeni entelektüel, kamusal entelektüel, kanaat önderi ve uzman gibi yeni tabirler ile birlikte adlandırılmaya çalıĢılmıĢtır. Bilinenin güncel yorumcusu olarak ifade edilen bu ‗yeni‘ entelektüel figürleri, toplumsal alandaki her durum ve her konu hakkında konuĢma özgürlükleri ile tartıĢmalar yapmakta ve yine bu tartıĢmaları kendileri sona erdirebilmektedirler2. Dolayısıyla gündemin sürekli inĢa edilmesinde geçmiĢe kıyasla daha kolay rol alabilen bu entelektüellerin ve böyle bir entelektüellik algısının en önemli etkisi, entelektüelin anlamında yarattığı değiĢimdir. Entelektüel, sadece bilinenin güncel yorumcusu değil, eleĢtiren, karĢı duran ve muhalifliği ile praksis3 içerisinde olandır. Ancak entelektüelin bu özüne yönelik bakıĢı günümüzde bir kopuĢa sahne olmaktadır. Bir anlamda entelektüelin anlamının basitleĢtirildiği bir süreç yaĢanmıĢtır. Entelektüelin modern dünyanın yükseliĢe geçmesi ile birlikte, anlamında bir farklılaĢma ve dönüĢüm baĢlamıĢtır. Önceki dönemlerde entelektüellerin topluma yön verme görevi ile beraber entelektüelin sınırlandırılan otorite alanının sürekli bir sorgulanmaya tabi kılınmıĢtır. Bütün bunların yanı sıra dönüĢüm ve değiĢim uğrakları, entelektüelin sadece edebi bir sözcük olmadığını göstermiĢtir. Entelektüele iliĢkin yapılan bir sorgulama, her zaman için siyasal alanın ve bu alana müdahil olacak entelektüelin sorgulamasını da beraberinde getirecektir. Entelektüeller ile ilgili bir inceleme, modern toplumlardaki eĢitsizlikler, tabakalaĢma ve siyasi çatıĢmanın temellerine yönelik eleĢtiri oluĢturabilecek bir anlayıĢın da belirlenmesini sağlamaktadır (Swartz, 2011: 303). Neticede toplum kendiliğinden var olan bir bütün değil, hep yeniden üretilmek durumunda olan bir iliĢkisellikler ağına dayanmaktadır. Entelektüellerin toplum içerisindeki görevleri, kendi ve diğer grupların yaĢam pratiklerini gözlemlemek, analiz etmek ve genellemelerde kullandıkları kavramları üretmek olarak ifade edilebilir. Böylece entelektüel, teorileri, sanatları, müzikleri vs. ile toplumdaki hislerin, düĢünce tarzlarının, kimliklerin nispeten sabit bir kuvvete dönüĢmesini ve bu Ģekilde farklı grupların, aralarında geniĢ ittifaklar kurabilmelerine imkân veren bir hale gelmesini sağlamaktadır. Bu anlamda entelektüelin varlığının temel sorgulandığı alanların baĢında sosyal hareketler gelecektir. ÇalıĢmada da bu çerçeve ile iki farklı yöntem üzerinden analiz yapılmıĢtır. Teorik bölümde, entelektüellik kavramının tanımlama çabasından yola çıkılarak, kavram üzerine yapılan tartıĢmalar ile birlikte entelektüelliğin temel vasıflarının tespiti sunulmaktadır. Bu bölümün temel çerçevesini Antonio Gramsci ve Pierre Bourdieu‘nün entelektüel hakkındaki temel görüĢleri oluĢturmaktır. ÇalıĢmanın teorik arka planı içeren bölümlerinde izlenen yöntem, konuya iliĢkin literatürdeki birincil verilerden hareketle, eleĢtirel bir değerlendirmede bulunmaktır. TEKEL ĠĢçi Eylemi'nin analizinde bulunulur iken ideolojik söylem analizi ve içerik analizinin bir türü olan kategorisel analize odaklanılmıĢtır. Ġçerik analizi, sözel, yazılı ve diğer materyallerin içerdiği mesajı anlam veya dil bilgisi açısından nesnel ve sistematik olarak sınıflandırma ve çıkarımda bulunma yoluyla, sosyal gerçeği araĢtıran bilimsel bir yaklaĢımdır. Bu yöntemde gazete makaleleri, söylev ve demeçle, basın açıklamaları ve ayrıca film, radyo programları gibi materyallerin kendisi ya da kelimler, cümlecikler, paragraflar gibi materyal parçaları analiz birimi olarak kullanılabilir. Kategorisel analiz ise belirli bir mesajın önce birimlere bölünmesi ve ardından bu birimlerin önceden saptanmıĢ ölçütlere göre kategoriler halinde gruplandırılmasıdır (TavĢancıgil, 2001: 17-20). ÇalıĢmanın bu bölümünde hem içerik analizi hem de kategorisel analiz yöntemi benimsenirken, doğrudan sayısal analizler ile değil, söylem analizinin uygulamasına olanak sağlayan bir sınıflandırma yöntemi kullanılmıĢtır. 2 Yeni entelektüel tartıĢması ve entelektüelin dönüĢümü konuları için, Frank Furedi‘nin (2004), Nereye Gitti Bu Entelektüeller kitabına bakılabilir. Ayrıca Türk düĢünce dünyasından konuya iliĢkin değerlendirmeler için Mahmut Mutman‘ın ―Yeni Kültür ve Aydınlar‖ baĢlıklı makalesinde, yeni entelektüeli ele alır. (Mutman, 2006: 13). Yine Vergin‘de (2006: 37) makalesinde sosyolojik belirlenimleri ile tartıĢtığı entelektüelin kendi kendisi ile bir mücadele içerisinde olduğunu belirterek, entelektüelin geldiği sonucu tartıĢır. 3 Praksis kavramı sözlük anlamı olarak çoğunlukla pratik ile açıklanır. Ancak çalıĢmada ele alınan anlamı praksisin eylem, etkinlik ve insanın kendisini gerçekleĢtirdiği alan olarak kendini öteki varlıklardan ayrı kıldığı anlamındır (Bernstein, 1971, Gramsci, 1986). 484 TEKEL iĢçi eylemleri sürecine iliĢkin alan çalıĢmasında, Türkiye'de entelektüel kesimleri temsil etmesi bağlamında Bourdieu ve Gramsci‘nin entelektüel teorisine bağlı kalınarak bir kategorizasyona gidilmiĢtir. Gramsci belli bir değer atfetmeksizin, toplumu bütün kesimlerinin entelektüel olarak ele alınabileceğini ifade eder. Onun entelektüellere yüklediği iĢlevsellik temel alındığında, TEKEL iĢçi eylemi üzerine sürdürülen her tartıĢma ve her eylem bir zekâyı içerdiğinden, yapılan iĢi entelektüel bir iĢ olarak kabul edebiliriz. Ancak Gramsci‘nin bir diğer yaklaĢımına göre entelektüel toplum içerisindeki iĢlevi ile açıklanabilir.Bir entelektüeller hiyerarĢisinin varlığı kabul edilir. Buna göre Gramsci‘nin organik ve geleneksel entelektüeller sınıflandırmasının yanı sıra bu sınıfların da içinde olduğunu düĢündüğü bir entelektüeller hiyerarĢisi söz konusudur. Gramsci‘nin bu entelektüel hiyerarĢisinde filozoflar en tepede konumlanır. Ġkinci sırada yer alan kesim, iĢi ‗entelekt‘ ile ilgili olan akademisyenlerdir. Üçüncü sıradakiler ise bilgisi olduğu kabul edilen halk insanları ve kanaat önderleridir. Bourdieu‘ye göre ise entelektüeller, entelektüel alan içerisinden tanımlanabilir. Entelektüel alan içerisinde entelektüel iĢi yapan kesimler, tabakalar halindedir, onlar asla bir sınıf değillerdir. Bu tabakalar içerisinde ise hâkim ve ezilen kesimler olarak hiyerarĢik yapılanmalar söz konusudur (Swartz, 2011: 307). Dolayısıyla, entelektüelin kendisini belirlediği alan, sahip olduğu sermayeye göre değiĢir. Örneğin, ekonomik sermayenin çoğunu elinde tutun bir medya organında çalıĢan gazeteci ya da köĢe yazarı, bu anlamda ekonomik sermayesi az olduğundan, hâkim sınıfa tabi olan bir durumdadır. Ancak aynı köĢe yazarı, kültürel sermayeyi elinde tutandır ve bu nedenle kendisi de hâkim bir pozisyona sahiptir. Bu anlamda TEKEL eylemleri analiz edilirken, analiz içerisine dâhil edilen gazete köĢe yazarı, hem hâkim olan hem de tahakküm altında bulunan kesime ait olduğundan onların bakıĢları entelektüelin kendisine yönelik de bir sorgulama yaratmıĢ olacaktır.Dolayısıyla, entelektüel çevreler beĢ ana baĢlık ve kategori altında ele almamız mümkündür. Birinci entelektüel kategori, yazılı basın organı olarak kabul edilecek olan gazetelerin köĢe yazarlarıdır. Gramsci‘nin tartıĢmasında gazeteciler, doğrudan yazdıkları ile praksis halinde oldukları için bu anlamda iĢlevsellikleri ile entelektüel olarak kabul edilebileceklerdir. Bourdieu‘ye göre ise entelektüelin uzmanlaĢması ile özellikle eleĢtiri ifade ettiği kesimi temsil eder ve medyada görünür olarak belli konularda söz söyleme hakkına sahip olmaktadırlar. Değerlendirilme yapılırken günlük gazeteler içerisinden Birgün, Cumhuriyet, Hürriyet ve Zaman gazeteleri seçilmiĢtir. Bu seçim yapılırken, Basın Ġlan Kurumu rakamlarının gösterdiği satıĢ tirajları ile gazetelerin farklı görüĢlerin tespiti açısından bir gösterge teĢkil etmeleri nedeniyle seçilmiĢtir. ÇalıĢmada köĢe yazıları incelemeye alınırken, haberler ve manĢetler inceleme dıĢında tutulmuĢtur. Gazetelerdeki taramalar, özellikle köĢe yazarlarının algıları üzerine yapıldığından bu çalıĢmada seçilen yazılarda öne çıkan TEKEL eyleminin nasıl bir algı ile değerlendirildiğidir. Ġkinci entelektüel kategorisinde, sermaye kesimini temsil eden iĢ adamaları, dernek ve örgüt üyeleri yer almaktadır. Sermaye sınıfının görüĢlerini ve düĢüncelerini temsil etmesi adına bu kesimin örgütlü kurumları içerisinden, TÜSĠAD4 ve MÜSĠADele alınmıĢtır. Türkiye‘de sermaye kesimini önemli temsilcisi olarak seçilen bu örgütlerin toplum içerisinde belli bir kesim entelektüel zihinsel görüĢü ifade ettikleri düĢünülmektedir. Bu anlamda kendi etkinliklerinin ve güçlerinin de farkında olan bu örgütlerin söylem ve çalıĢmalarındaki duruĢu, Türkiye‘de entelektüelliğin analizinde etkili olacaktır5. 4 ÇalıĢmada TÜSĠAD‘ın internet sitesinden yapılan taramalarda TÜSĠAD‘ın basın bültenlerinde, konuĢma metinlerinde, raporlarında, sunumlarında ve süreli yayınlarından konuya iliĢkin taramalarda bulunulmuĢtur. Süreli yayınlar içerisinde TÜSĠAD‘ın ManĢet ve GörüĢ dergileri ile Yıllık Ekonomik raporları ve Ankara Daimi Temsilciliğinin Bülteni ele alınan yayınlardır. Ancak GörüĢ dergisinin sayılarına internet ortamında ulaĢılamadığından Milli Kütüphane‘de taramalarda bulunulmuĢtur. 5 TÜSĠAD baĢkanın yapmıĢ olduğu aĢağıdaki açıklama bu noktada dikkat çekicidir: "TÜSĠAD Türkiye‘nin en etkili, entelektüel çizgisi sağlam, bağımsız sivil toplum örgütüdür. TÜSĠAD bir çıkar grubu değil, Türkiye‘nin en önemli baskı grubudur. Bu yüzdendir ki TÜSĠAD, iktidarlar ve muhalefet tarafından çok tavsiye edilmesine rağmen yıllardır ―sadece kendi iĢine bakamaz‖. TÜSĠAD rastgele bir dernek değildir. TÜSĠAD konformist bir dernek de değildir. Neredeyse 40 yılı bulan tarihi içinde, 10 yıllık dönemlerle, Türkiye‘nin gündeminin ne olması gerektiği hakkında önemli çalıĢmalar yapmıĢ, mücadeleler vermiĢ bir kurumdur. Çoğu zaman öngörülü analizleri ve önerileri ‗zamanından önce‘ veya ütopik olarak değerlendirmiĢ ama TÜSĠAD tüm bunları 485 Üçüncü entelektüel kategorisi olarak ele alınanlar, yine zihinsel faaliyetleri ile praksis halinde olan ve iĢlevsellikleri ile sadece zihinsel faaliyet yürütmeyip, entelektüel olarak toplumda görevi olan, sosyal yapı bakımından okumuĢ, eğitimli orta sınıfının organik entelektüeli sayılabilecek meslek odalarından ve meslek birliklerinden oluĢmaktadır. ÇalıĢmada seçilen bu grup arasında TMMOB6, Türk Tabipler Birliği (TTB), TOBB7 yer almaktadır. Bu meslek birliklerinin internet siteleri ile süreli yayınlarında konuya iliĢkin haberler ve basın açıklamaları veri olarak ele alınmıĢtır. TMMOB8 kurumsal olarak, eylemde oldukça aktif bir role sahip olması bakımından önemli bir kuruluĢtur. Yine Türk Tabipler Birliği‘nin yayın organlarından, Toplum ve Hekim, Tıp Dünyası, Mesleki Sağlık ve Güvenlik dergilerinde TEKEL eylemine iliĢkin haberler ile birliğin açıklama ve raporlarının taramaları yapılmıĢtır. Türkiye‘deki entelektüel kesimlerin dördüncügrubu içerisinde ise emek kesiminin temsilcisi olarak iĢçi ve memurların örgütlü kurumları olan sendikalar yer almaktadır. Sosyal ve sınıfsal konum açısından iĢçi sınıfının organik entelektüeli pozisyonundaki sendikalar ve sendikaların bağlı oldukları konfederasyonların görüĢlerine bu çerçevede baĢvurulmuĢtur. Buna göre, eylemi gerçekleĢtiren TEKEL çalıĢanlarının bağlı olduğu Tek Gıda ĠĢ sendikasının merkez örgütlenmesi olan TÜRK-Ġġ‘in yayını olan Türk-ĠĢ Dergisi ile TÜRK-Ġġ‘in genel baĢkanın konuĢmaları ve haberler değerlendirilmiĢtir. Bu haberler içerisinde Türk-ĠĢ Genel Merkezi‘nin eylem ile ilgili görüĢ ve düĢüncelerini bildiren haberler seçilmiĢtir. Eylemi destekleyen diğer sendikaların bağlı olduğu iĢçi konfederasyonları HAK-Ġġ ve DĠSK örnek olarak alınmıĢtır. Ayrıca memur kesiminin örgütlenmesi olan, KESK, MEMUR-SEN ve KAMU-SEN‘in yaptığı yayınlar çalıĢmaya dâhil edilmiĢtir. Bu örgütlenmelerin söylemleri analiz edilirken basın açıklamaları, bildiriler ve konuĢmalar temel alınmıĢtır. BeĢinci ve son entelektüel kategori içerisinde ise akademi çevresi yer almaktadır. Özellikle akademide TEKEL eylemini ele alan bilimsel yazılar, kitap, makale, rapor ve tezler çalıĢmanın kapsamı içerisindedir. Burada akademisyenlerin yaptığı tartıĢmaların önemi, onların sahip oldukları bilgi birikimleri ile toplum içerisinde belli bir hiyerarĢik güce sahip olmaları ve Bourdieu‘nün ifadesi ile ‗homo acedemicus‘a dönüĢmüĢ olmaları dikkat çekici bir husus olarak değerlendirilmiĢtir. Bu anlamda özellikle bilimsel ve akademik tartıĢmaların yürütülmesinde yapılan tartıĢmalara çalıĢmada önem atfedilmesi, tezin kendisinin de bir praksis çabası taĢımasından kaynaklanmaktadır. Öte taraftan çalıĢmada hedeflendiği gibi, literatür taraması sonucunda bir farkındalığı ortaya koyan bu yayınlar, aynı zamanda Gramsci‘nin bakıĢı ile, iĢi entelekt olan akademisyen entelektüellerin eyleme bakıĢının sorgulanmasını da sağlamaktadır. Yukarıda beĢ ana baĢlıkta belirlenen entelektüel kesimlerin, doğrudan konuyu ele alan yorumlarının ampirik bir incelenmesi yapılmamıĢ, söylemlerin arka planına ve yansımaları değerlendirilmiĢtir. Bununla birlikte çalıĢmadasınırlandırma yapılmıĢ ve TEKEL eylemlerinin yaĢandığı süreç olan 2009 Aralık ile 2010 Mayıs arasındaki dönem alınmıĢtır. Eylemcilerin Mart ayında eylemi sona erdirmelerine karĢılık, daha sonra 26 Mayıs‘ta yeniden iĢ bırakma eylemi gerçekleĢtirmiĢlerdir. Ayrıca, aynı yıl 1 Mayıs törenlerinin ilk defa yıllardır yapılmayan Taksim gözealarak her zaman doğru bildiğini kamuoyu ile paylaĢmıĢtır. Bu süre zarfında Türkiye‘nin önüne koyduğu gündem çok zaman ülkenin yol haritası haline gelmiĢtir" (Boyner, 2010:2). 6 Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Tekel eylemine destek veren ve Türkiye‘de etili olan bir sivil meslek örgütü olması nedeni ile ele alınmıĢtır. TMMOB‘un eyleme iliĢkin konulma ve demeçleri değerlendirilirken, ―birlik haberleri‖ dergisinin eylem dönemindeki yayınları incelenmiĢtir. 7 Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB)‘nin, ―Ekonomik Forum Dergisi‖nin eylem dönemindeki yani 2009 Aralık ile Mayıs 2010 arasındaki yayınları araĢtırma içinde ele alınmıĢtır. Ayrıca birliğin, ekonomik raporları ve konuĢma metinlerinin de incelemesi yapılmıĢtır. Ancak aynı dönem içerisinde birliğin konuya iliĢkin bir açıklamasına rastlanmamıĢtır. 8 Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği‘nin çalıĢmada, kendi yayını olan Birlik Haberleri‘nin yanı sıra, diğer basın açıklamaları ve sunumların içeriğinde de TEKEL eylemi konusunda araĢtırmalar yapılmıĢtır. TMMOB‘un bu alan içerisinde ele alınmasına birliğe kayıtlı diğer odaların eyleme katılma konusundaki etkinliği diğer bir belirleyicidir. Bunlar arasında Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO), Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) yayınları yer almıĢtır. 486 meydanında gerçekleĢmiĢ olması da, eylemin bir neticesi olarak değerlendirilebilir. Bütün bu gerekçelerden ötürü, yapılan yayın taramalarında süreye Mayıs sonu da eklenmiĢtir. Yönteme iliĢkin bu açıklamalar çerçevesinde çalıĢmanın ana bölümlerini Ģu Ģekilde sıralamak mümkündür. Ġlk olarak entelektüelin üzerine yapılan tartıĢmalardan kısa bir değerlendirme yapılmıĢtır. Bu bölümde entelektüelin belirleyici özelliklerinden söz edilecektir. Ġkinci olarak Gramsci ve Bourdieu'nün siyasal tahayyülleri çerçevesinde entelektüeli nasıl tartıĢtıkları ve hangi kavramlarla ile açıkladıklarından söz edilecektir. Son olarak TEKEL eylemi sürecinde analiz edilen söylemlerin değerlendirmesi ve genel bir tasnifinde bulunulacaktır. 2. ENTELEKTÜEL ÜZERĠNE TARTIġMALAR Entelektüellik üzerinde yapılacak bir çalıĢmada öncelikli sorunların baĢında entelektüelin tanımlanmasındaki güçlükler gelmektedir. Hem uluslararası hem de ulusal literatürdeki akademik yayınlarda entelektüel yerine literate, aydın, entelijensiya, enlightment, lightens ve münevver gibi farklı kavramların kullanıldığına rastlamak mümkündür. Bu yayınların bir kısmında kavramın farklı ideolojilerdeki yeri ile farklı toplumlardaki yansımaları incelenmiĢtir. Özellikle bazı öne çıkan yayınlarda entelektüellik eleĢtirel bir gözle ele alınmıĢ ve onun belirleyici özelliklerinin, toplum içindeki konumunun ve üstlendiği rollerin neler olması gerektiği üzerinde durulmuĢtur9. Entelektüellik köken olarak Antik Yunan‘a10 kadar dayandıran ve modernite ile birlikte bir isim olarak kullanılmaya baĢlamıĢtır. Entelektüellerin ortaya çıkıĢı ise Avrupa‘da Ģehirlerin kurulmasına dayandırılmıĢtır. J.L. Goff (1994), Batılı anlamda entelektüellerin ilk kez bu dönemde ortaya çıktığını söylemektedir. Bir baĢka çalıĢma ise Rusya‘da entelijensiyanın doğuĢu ile birlikte kavramın ortaya çıkıĢını ele alan Boris Kagarlitsky‘nin (1992) Düşünen sazlık: 1917‟den günümüze Sovyet Devleti ve Entelektüeller adlı kitabıdır. Kagarlitsky, entelijensiyanın özellikle Rusya‘da ortaya çıkma sebebini, Rusya‘nın kendine özgü Ģartlara ve yaĢanan tarihsel dönüĢümüne bağlar. Raymond Aron ise entelijensiyanın kökenlerini sanayi toplumuna dayandırmaktadır. Aron entelijensiyayı toplumdaki uzmanların içine aldığını belirtir ve sözcüğün kökenine iliĢkin olarak üniversiteyi bitiren ve esas itibariyle Batı menĢeli kültür edinmiĢleri iĢaret eder (Aron,1979: 261). Entelektüel ile ilgili bu birbirinden son derece farklı kavramsal kullanımlara rağmen, onun bir isim olarak belli bir gruba atfen kullanılması, Fransa‘da Dreyfus Olayı‘ndan sonra baĢlamıĢtır. Yukarıda ifade edildiği gibi, entelektüel kavramının Dreyfus davasından öncede kullanıldığı bilinmektedir. Ancak kavram bu olayla birlikte yeni bir boyut kazanarak bir neolojizm içermeye baĢlamaktadır. Dolayısıyla iktidara karĢı gelenler, kültürel ve politik olarak bu duruĢları ile öncü olanlar kavramın içini doldurmuĢlardır. Bu haliyle entelektüel kavramının kullanımına hiç kimse karĢı çıkmamıĢ, hatta kavramın kazandığı yeni anlam oldukça doğru bulunmuĢtur (Özcan, 2006: 46). Entelektüeller ile entelektüel olmayanları ayıran çizgi hep belirli bir faaliyet tarzına katılma yönünde verilen kararlarla çizilmektedir (Bauman, 2003: 8).Entelektüel ve entelektüellik kavramlarının belirlenmesinde sözü geçen güçlükleri ortadan kaldırabilmek, kavramın genel bir tarifinin ve onun özelliklerinin vurgulanması yoluyla mümkün görünmektedir. Bu nedenle entelektüelin farklılığı üzerinden yapılan tartıĢmalarda onu diğerlerinden ayırıcı özellikleri üzerinde durularak tanımlamaya çalıĢılmıĢtır. Entelektüel, öncelikle kitleden farklıdır. Benda için kitleler, sıradan iĢlerle uğraĢır ve belirli beklentiler dıĢında bir iĢle uğraĢmazlar (2006: 37).Said'e göre ise entelektüeller, geniĢ halk kesimine seslenen bir aktördür. Entelektüelin meselesi bir bütün olarak kitle toplumu olmadığından aslında kamuoyunu biçimlendiren, konformistleĢtiren, iktidardaki bir avuç bilmiĢe güvenmeye teĢvik eden uzman, eĢ-dost grupları, profesyoneller, düzen adamlarının da dahil olduğu kesim 9 Bunlardan bazıları; Michel Foucault‘nun (2005) Entelektüelin Siyasi ĠĢlevi, Louis Bodin (2009) Aydınlar Zygmunt Bauman (2003) Yasa Koyucular ve Yorumcular, Tom Bottomore‘un (1997) Seçkinler ve Toplum ile Bernard Henri Levy‘nin (2002) Entelektüellerin Övgüsü eserleridir. 10 Cemil Meriç zihni, fikri manevi alanda ortalama insandan farklılaĢan ve düĢünceleri günümüze taĢınmıĢ ilk insan tipinin M.Ö. 5. yüzyılda Antik Yunan‘da Sofistlere kadar dayandığını ifade eder. Sofistlerin, devletten bağımsız yapıları, belirli bir alanla sınırlı olmayan uzmanlıkları, bütün bilgi disiplinleri hakkında bilgi sahibi olma arayıĢları, gençlere öğretmeye çalıĢtıkları bilgelik dolayısıyla karĢılaĢtıkları güçlükler, onların bugünkü entelektüel kavramının içeriğini dolduran niteliklerinin pek çoğuna sahip olduklarını göstermektedir (Meriç, 2005: 23). 487 entelektüellerdir (Said, 2004:12). Entelektüel demek, kavram, bilgi ve yasanın üstünlüğü demektir. Bu entelektüelin içinde olduğu ve onun dıĢında olmasının düĢünülmediği bir durumdur (Lévy, 2002: 75). Sorgulama, eleĢtiri ve muhaliflik bir yerde entelektüeli yeni bilgilerin peĢinden koĢmaya ve bu süreçte kendine ve topluma yabancılaĢmaya doğru iter. Bu yabancılaĢmayı, entelektüel için bir gereklilik hatta zorunluluk olarak görenler de vardır. Foucault‘nun (2005:14) ―Entelektüel sorgulamanın amacı da zaten insanı kendi kendisinden koparmaktır. Sadece bilgi edinmeyi sağlayıp, sahip olunan bilgi, sahibinin yolunu kaybetmesini, ĢaĢırmasını sağlamayacaksa, bilgi peĢinde koĢmanın ne anlamı olabilir ki?‖ sözleri entelektüel yabancılaĢmanın açık bir örneği olarak gösterilebilir. Entelektüel bütün bu özellikleri nedeniyle sorguladığı, meydan okuduğu, tavır aldığı ve bu yüzden sorun çıkardığı için bir yerde edimcidir. Bütün bu değerlendirmeler ile birlikte entelektüeller, toplumda sahip oldukları iĢlevleri ile sıradan insanlardan farklı olarak, oluĢan her yeni durumlara yönelik düĢünen, sorgulayan, kısacası dünya ile ilgili dönüĢümleri, kopuĢları, kriz dönemlerine iliĢkin yorumları dile getiren kiĢilerdir. Onlar bu düĢünceleri sayesinde, dünyaya iliĢkin sıradan ekonomik ve sosyal kaygıların ötesine geçirmiĢ olurlar. Dolayısıyla entelektüeller, her dönemde ve özellikle de kriz ve değiĢim dönemlerinde bilinç taşıyıcılığı yapmıĢlardır. Bu bilinç taĢıyıcılığı, entelektüelin genel olarak dünyanın anlamına iliĢkin fikirlerini ve buna bağlı olarak da kriz döneminin analizini ve krize çözüm önerilerini barındıran yeni bir düĢünme biçimini ve yeni bir dünya görüĢünü yaymaya çalıĢmıĢlardır (ErĢen, 2006: 206-207). Entelektüel üzerine onu tanımlama çabası ile birlikte yapılacak tartıĢmaların sonucunda tek bir sonuca varmak ve onu tek bir gösterge üzerinden tanımlamak yine de mümkün değildir. Bu nedenle çalıĢma için özellikle entelektüeli sorgulayıcı ve sorumlu kabul eden yaklaĢımlar içerisinden onu praksis düĢüncesine yakın tanımlayan Gramsci ve Bourdieu'nün kuramsal yaklaĢımı temel alınmıĢtır. 3. GRAMSCĠ VE BOURDĠEU'NÜN DÜġÜNSEL PERSPEKTĠFĠNDEN ENTELEKTÜELLĠK TARTIġMALARI Yukarıda genel bir çerçevede sunulan düĢünürlerin yaklaĢımları dıĢında entelektüel ile ilgili düĢünceleri ile belirleyici olan ve evrensel düzeyde referans noktasına sahip diğer iki isim ise Ģüphesiz Antonio Gramsci ve Pierre Bourdieu‘dür. Her iki düĢünürün kuramında entelektüeli entelektüel yapan temel mesele, teori ve pratik arasında kurdukları birlikteliktir. Bu nedenle yukarıda modern entelektüelin belirleyici özelliği olarak vurgulanan düĢünce ve pratik birlikteliği olarak iĢaret ettiğimiz praksis kavramı, her iki düĢünürün entelektüel teorisinde yer almaktadır. Antonio Gramsci‘nin düĢüncelerinin anlatıldığı Hapishane Defterleri (Selections From the Prison Notebooks) isimli eser, gerek entelektüel kavramını açıklamaya yönelik çalıĢmalarda gerekse kavramın MarksizmtartıĢmalarında temel alınmıĢtır. Marksizm‘e getirdiği farklı yorumla birlikte Gramsci, entelektüelin belirleyici farklılığının, sınıfsal konumundan kaynaklandığını ifade eder. Bu ayrıma göre egemen sınıf ile ona karĢı duran sınıfların geliĢiminde belirleyici olan, etkinliğin sahibi entelektüellerdir (Gramsci, 1997: 8-10). Entelektüel, bulunduğu toplumun koĢullarından ve yapısından etkilenir. Bu etkileĢim sayesinde ise dünyayı yorumlama misyonuna sahip olarak belli yargıları taĢır. Gramsci, çalıĢmalarında düĢünce dünyasındaki toplumsal projenin gerçekleĢme safhalarını değerlendirirken, entelektüellere önemli bir rol atfeder. Ancak bunu yaparken entelektüeli sınıftan ya da sosyal yapılardan asla soyutlanmıĢ bir biçimde düĢünmez. Bu açıdan entelektüelin kendisi, var olduğu süreçte tarihsel blok‘un oluĢumunda önemli bir iĢleve sahip olacaktır. Entelektüel, iktidar sahibinin eylemlerini sürekli sorgulayan ve eleĢtiri getiren kiĢi olarak tasarlanmaktadır (Gramsci, 1997: 12). Bunun yanı sıra Gramsci‘ye göre, felsefi düĢünceye sahip ve felsefeye referans veren herkes entelektüeldir ancak herkes toplum içerisinde entelektüelin gördüğü iĢlevi göremeyecektir. Dolayısıyla Gramsci entelektüeli iĢlevsel olan ve tarihsel bloğun her aĢamasında örgütlenen, alt yapıdan üst yapıya kadar belli görevleri olan kiĢi olarak tanımlar. Diğer bir ifadeyle, entelektüelin kendisini sadece düĢünceleri ile değil; örgütlenme ve toplumsal hayatın içinde yer alma ile de tanımlaması gerekmektedir. Entelektüellerin görevi, örgütlemek, yönetmek, yönlendirmek ve eğitmektir. Böylece toplumsal grupların lehine rıza ve zoru örgütleyen entelektüeller, toplumsal düzeni dönüĢtürebilecektir (Forgacs, 2010: 374, Portelli, 1982: 98). Dolayısıyla, Gramsci entelektüele yeteneği bakımından değil, toplumdaki iĢlevi bakımından bir değer atfetmektedir. 488 Bu noktada Gramsci entelektüeli ikiye ayırır: Her yeni ilerici sınıfın, yeni toplumsal düzeni örgütlemek için ihtiyaç duyduğu organik entelektüeller ve geçmiĢten gelen tarihsel, toplumsal koĢullar ve geleneklerle Ģekillenen geleneksel entelektüeller (Gramsci, 1971: 5). Gramsci, sadece kafa ve kol emeği ayırımına dayalı klasik bir entelektüel ayrımını eleĢtirirken, organik entelektüele, rıza ve ikna örgütleyenler olarak, mensubu olduğu sınıfın hegemon gücü haline gelmesine yardımcı olan kiĢilik olarak görevler verir (Gramsci, 1971: 12). Bir baĢka ifadeyle, organik entelektüel bu iĢlevi yerine getirir. Bunu yerine getirirken, halkla iç içe olan entelektüel, felsefeyi de teori-pratik birlikteliği gibi canlı bir mekanizma olarak değerlendirir ve hayatın içine dâhil eder. Entelektüeller bu anlamda hegemonya yaratım sürecinde, iĢçi sınıfına destek olurlar. Böylelikle aynı zamanda bir kültür de yaratılmıĢ olunur. Gramsci‘nin bu tartıĢmada üzerinde durduğu, her insan aktivitesinin, minimum düzeyde de olsa teknik beceri yani yaratıcı düĢünsel aktivite gerektirdiğidir. Dolayısıyla Gramsci, bu aktiviteyi, yani her insanın geçmiĢ ile bugünü arasındaki sentezi, praksis ile açıklar. Praksis, bireye çeliĢkiden kurtulmanın doğru yolunu gösterir. Gramsci‘ye göre birey, yapılar tarafından kuĢatılmıĢtır. Bireyin bundan kurtulması, ancak diğer bireylerle birlikte iĢbirliği yapma yolunu seçmesi ile yani maddi varlığını sürekli olarak ezen yapıyı kendi lehine değiĢtirebilmesi ile gerçekleĢecektir. Birey olarak özne, yapısal sınırları aĢamaz, ama sınıf olarak özne, maddi yaĢamı kendi lehine olacak bir Ģekilde düzenleyebilir. Entelektüel de praksis sürecinde yaĢadığı sınıfsal deneyim ile dünya görüĢünde değiĢimi ve dönüĢümü halk ile paylaĢacaktır. Aslında entelektüel ile halk arasındaki iliĢki burada karĢılıklı bir niteliğe sahiptir. Praksis sürecinde, halk ile entelektüel arasındaki iliĢkide kopmalar, toparlanmalar ve derinleĢmeler aynı zamanda ve birlikte yaĢanır. Gramsci‘de halk reddedilmez ve ortak duyu yolu ile hegemonya yaratımı sağlanır (Santucci, 2011:152). Bu anlamda Gramsci‘de entelektüel, Platon ve Hegel çizgisindeki elitist bakıĢtan farklılaĢır. Pierre Bourdieu de Gramsci gibi entelektüelin birliktelik içinde olmasına dikkat çekerken, cephe oluĢturmaktan söz eder. Gramsci‘de entelektüel, içinden çıktığı sınıfla veya diğer toplumsal gruplarla bağ kurmasına karĢılık, Bourdieu‘de kurumun karĢısında konumlanan bir entelektüele vurgu yapılmaktadır. Entelektüeli sınıfsal olarak ya da bir sınıf ile iliĢkisi ile açıklamayan Bourdieu‘nün teorisinin merkezinde, sınıfsal iliĢkilerinin hangi stratejilerle yeniden üretildiği yer almaktadır. Entelektüeller ile ilgili olarak ise onların toplumsal iĢbölümü içerisindeki organik rolüyle, yani bir dünya algılamasının, kolektif kapsayıcılığı olan kavramların ve en nihayetinde toplumsal uzlaĢının üretilmesindeki faaliyetleriyle ilgilenmez. Bourdieu‘nün entelektüeller ile ilgili analizi, onun ―alan‖ kuramının bir devamı niteliğindedir. Aynı zamanda Bourdieu düĢüncesinde, entelektüel faaliyetin tarihsel bağlamını irdelemeye dair bir teorik çabaya rastlanmaz. Bourdieu‘nün bakıĢ açısından entelektüel alan, entelektüellerin kültürel alan içerisindeki nüfuzlarını azamiye çıkarma hedefindeki stratejilerini yürüttükleri yerlerdir. DüĢünür hiç bir zaman entelektüellerin elit statüsünü veya sosyal kültürel otoritelerini seçkinci bir konumda sorgulamaz ve entelektüellerin kendilerini bilginin üreticileri olarak evrensel bir sorumluluk sahibi olarak görmelerini kabul etmez. Aksine entelektüelleri, kendilerini toplumsal sorunların temelindeki problemlerden ayrı tutma eğiliminde oldukları için eleĢtirir. Bourdieu‘ye göre entelektüeller, tüm sosyal olguları ekonomik boyutlarına indirgeyerek kendilerini tehlikeye atmazlar. Zira entelektüel ikna edici söylemlerde bulunur ve bunun neticesinde izleyenleri yanıltabilir. ĠĢte bu eylemi ile entelektüel, kültürel sermayeyi elinde tutan kiĢi olarak aynı zamanda egemen sınıfın egemenliği altındadır. Bourdieu‘nün kuramsal yaklaĢımının özünü daha çok onun sosyoloji bilimine yaklaĢımında aramak mümkündür. Ona göre sosyal bilimler, genel anlamda toplumsal yaĢamda neyin, neden ters gittiğini; hangi düzenin, neye hizmet ettiğini anlatan ve buna rehberlik eden bir alan olmalıdır (Bourdieu, 2007: 36). Bourdieu, bu anlamda sosyal bilimcilerinde sadece teorik alandaki yazıları ile değil, bir bilim insanı olarak onları toplumsal sorunların tahlil ve eleĢtirisini yapması gereken kolektif bireyler olarak kabul eder. Ona göre entelektüellerin hedefi, kendi özerkliklerinin korunması amacıyla ortak çalıĢmaların içerisinde yer almaktır (Bourdieu, 2007: 36). Böylece popülizmden sıyrılan entelektüeller, Bourdieu‘ye göre bilimsel eylem ile politik tavır arasında herhangi bir ayrım yapmamıĢ olacaklardır. Dolayısıyla Bourdieu bu yaklaĢımı ile felsefe ve sosyoloji arasında bir birliktelik sunar ve teori ile gerçekliğin doğrudan örtüĢebilecek kanallara sahip olduğunun altını çizer. Gramsci ve Bourdieu‘nün entelektüel kuramları çok farklı zamanlar ve farklı ihtiyaçları karĢılamak için doğmuĢ olsalar da, her iki düĢünürün bakıĢ açılarında belli ortaklıklar söz konusudur. 489 Gramsci, entelektüeli toplumda var olan iĢlevleri üzerinden tanımlarken, ona diğer insanlar içerisinde farklı bir konum atfetmez. Özünde yapmak istediği, entelektüeli kafa iĢi ile uğraĢanlar ve kol iĢi ile uğraĢanlar anlamında bir ayrıma tabi tutmadan irdelemektir. Böylesi bir öngörü temelinde geliĢtirdiği kuramında herkesi entelektüel olarak açıklarken, entelektüelin iĢlevine vurgu yapar. Benzer Ģekilde Bourdieu‘nün de bakıĢında entelektüel kolektif olandır. Kolektif olmak ise öncü olmak anlamında değil, toplumsalın içinde olmak anlamını taĢımaktadır. Bu beklenti ise entelektüele belli bir iĢlev yüklemektir. Her iki düĢünürün bu bakıĢını birleĢtiren ve pekiĢtiren husus, kuĢkusuz praksis olgusuna inanmalarıdır. Hem Gramsci hem de Bourdieu, entelektüelliğe iliĢkin geliĢtirdikleri teorilerinde, kendilerinden önceki dönemlerdeki entelektüel kiĢiliğin özelliklerine bir eleĢtiri de bulunurlar. Örneğin Bourdieu, kitle iletiĢim araçlarının taleplerine göre hareket eden ve Fransız entelektüel ortamında geliĢmiĢ medya yönelimli entelektüelleri eleĢtirmiĢtir. Çünkü ona göre entelektüel, iktidar odaklarının imtiyaz üretmeye yönelik var olma stratejilerine karĢı, direnme halinde olmalıdır. Özellikle neo-liberal politikaların kuĢattığı dünyada entelektüeller, ancak birliktelik halinde örgütlenirlerse bundan kurtulabilirler. Bunun en önemli yaratıcısı ise sosyal bilimlerdir. ĠĢte bu yaklaĢım bile onun kendi düĢünce yapısındaki teorik kurgusunu nasıl pratik bir yansımaya dönüĢtürebildiğinin göstergesi gibidir. Bir diğer ortaklık, iki düĢünürün de kullandığı terminolojinin ve kurdukları yapının benzerlikleridir. Gramsci (1971), genel görüĢleri ve kullandığı terminoloji açısından Marksizm‘den beslenmektedir. Bu anlamda onun Bourdieu gibi ikili yapılar üzerinden inĢa ettiği terimlerden bazıları olan, devlet-sivil toplum, altyapı-üstyapı, birey-sınıf, hegemonya-rıza kavramları temel olarak Marksizm‘in kullandığı kavramlardır. Ayrıca Gramsci, toplumun yapısı ve buna uygun olarak özneleri birer yapı taĢı olarak kabul ederek, her bir öznenin devrimci süreci yerine getirmek adına belli görevi olduğunu vurgular. Entelektüeller bu anlamda devrimci süreci yerine getirmede tarihsel bloğu kuracak bir itici güç konumundadır. Bir baĢka ifadeyle, Gramsci entelektüellere iliĢki içinde oldukları sınıfla organik bir birlik olması yönünde bir görev vermektedir. Bourdieu ise genel ideolojik perspektifi açısından doğrudan Marksizm‘in kavramlarını kullanmaz. Buna karĢın, sol düĢünceden etkilenmiĢ ve dolaylı olarak bu kavramlara terminolojisinde yer vermiĢtir. Örneğin praksis kavramı, Bourdieu‘nün eserlerinde kelime olarak yer almasa da, bireyin kendisini var ettiği bir durumu ifade ettiği görülmektedir. Bu noktada Bourdieu, pratik eylemler kavramını kullanır (Bourdieu, 2007: 36). Entelektüel ise bu eylemler etrafında toplumsal iĢlevini yerine getirirken, belli bir yol izlemelidir. Ancak Bourdieu entelektüele Gramsci kadar katı sınırlarla belirlenmiĢ bir iĢlev ve sorumluluk yüklemez. Bourdieu‘nün öne çıkarttığı husus, entelektüellerin son tahlilde geldikleri konumlarının düzeni korumaya hizmet ettiğinin altını çizerek, onların var olanı sorgulamadan kabullenen hallerinin, yani konformist entelektüellerin, eleĢtirisine dayanmaktadır. KuĢkusuz her iki düĢünürün entelektüel kuramı açısından eleĢtirel yaklaĢımlarının yanı sıra en önemli benzerlikleri, entelektüele bakıĢta o döneme kadar devam eden çizgiden bir kopuĢu gerçekleĢtirmiĢ olmalarıdır. Gramsci, getirdiği yeni yaklaĢım ile entelektüele yönelik klasik, elitist yorumu yıkarakkırılma noktası oluĢturmuĢ ve entelektüelin üst sınıfın üyesi olarak görülmesini eleĢtirmiĢtir. Gramsci bu anlamda entelektüeli toplumsal açıdan oynadığı roller ile somutlaĢtırmıĢtır. Bundan böyle entelektüel, sınıf savaĢından uzak bir kategori olarak görülemeyecektir. Bourdieu tarafından oluĢturulan kırılma noktasına bakıldığında, düĢünürün kendi yaĢadığı döneme kadar gelen klasik entelektüel yorumlara eleĢtirel yaklaĢarak entelektüeli ayakları üstüne oturttuğu söylenebilir. Gramsci modellemeci ve Marksist bir teorisyen olarak yeni bir yapının temel unsurlarını belirlerken, Bourdieu post-yapısalcı bir düĢünür olarak, var olan yapıların ve tartıĢmaların eleĢtirisinde bulunur. Bu anlamda iki düĢünürün arasındaki farklılık ortaya çıkmıĢ olur. Gramsci‘nin entelektüel kuramı yeni bir teorinin inĢasına dayanır. Oysa Bourdieu, bu anlamda bir yapı kurma iddiasında bulunmaz. Antonio Gramsci ve Pierre Bourdieu‘nün düĢünceleri entelektüelin praksis ile iliĢkisi temelinde, onun siyasal alan içerisinde hareket halinde olmasının yanı sıra entelektüelin kendisini siyasi bir tavır, bir karĢı duruĢ üzerinden tanımlayabilmesinin analizine olanak sağlamaktadırlar. Entelektüel, siyasal alan içerisinde hareket halinde olan ve aynı zamanda siyasi tavır ve karĢı duruĢ sergileyen, iktidarı sorgulayarak eleĢtirel duruĢ sergileyendir. Bu ortamda entelektüelliği, kendi konumlarını güçlendiren 490 yapılardan ve konformizmden sıyrılarak yeni toplumsal hareketler içinde yer alarak düzeni eleĢtiren bir role dönüĢebilen bir konumda betimlemek, onu gerçek anlamda entelektüel duruĢa ve tarza yaklaĢtırabileceği kabul edilmektedir. Böylece entelektüeller, Dreyfus Olayı‘nda Emile Zola‘nın koyduğu tavır gibi, kiĢi olarak bağımsız ve her türlü iktidarın, çıkar grubunun kontrolü veya etkisinden uzak duracak bir tanıma yaklaĢabilirler. Zira entelektüeli entelektüel yapan olgu ‗bilgisi için ya da inandığı değer için kendisini feda etme‘ durumunda, daha doğrusu ‗kuram ile pratik arasında kurması gereken iliĢki‘de berraklaĢabilecektir. Bu anlamda Gramsci ve Bourdieu, entelektüeli tanımlarken, sadece zihinsel kapasitesi ve sahip olduğu kültürel derinliklerle açıklamaktan kaçındıkları gibi, temel olgunun, teori ve kuram arasında kurulan birliktelik olduğuna dikkat çekerler. Aynı yaklaĢım çerçevesinden TEKEL iĢçi eylemlerini de ele aldığımızda bize hem Türkiye‘deki entelektüelin davranıĢ tarzının, belli sınırlı kavramlarla kullandığını göstermekte hem de entelektüellerin eylem ile iliĢkili tepkilerini ortaya koymaya yardımcı olmaktadır. 4.TEKEL EYLEMĠ VE ENTELEKTÜEL KESĠMLERĠN DEĞERLENDĠRMELERĠ TEKEL eylemleri, yaĢandığı dönemde ve sonrasında yapılan analizlerde bir etki alanı olarak her kesimin dikkatlerini çekmiĢ, baĢlangıcı ve sonu itibariyle gözler önünde açıkça gerçekleĢmiĢtir. Eylemde praksis bir devrime dönüĢmemiĢtir ancak siyasal bir hareketle kendini göstermiĢtir. Yani bir iĢçi hareketi olarak baĢlayan eylemler, neticede iĢçilerin kendi farklılıklarını kabul edip, mücadelelerine devam ettikleri sürece dönüĢmüĢ ve böylece tam bir entelektüel bilinç yaratımı gerçekleĢmiĢtir. 15 Aralık 2009‘da baĢlayan ve 78 gün süren TEKEL eylemleri, 1 Mart 2010‘da fiilen sona ermiĢ olsa da, etkileri ve sonuçları ile tartıĢılan bir direniĢ olmuĢtur. 1 Ocak 2010 tarihinde hükümet, 4-C‘de bazı düzenlemeler yapılacağını ve çalıĢanların haklarının yeniden düzenleneceğini açıklayarak eylemcilerin evlerine dönmesi çağrısında bulunmuĢtur. Bunu reddeden iĢçiler eylemlerine devam etmiĢlerdir. Hükümet bundan sonra, 1 ġubat 2010 tarihinde yeniden 4-C‘nin iyileĢtirilmesi yönünde öneride bulunmuĢtur. Ancak eylem daha da farklı kesimlerden destek alarak devam etmiĢtir. Bu da, eylemin toplumsal bir hareket olarak etki alanının geniĢliğini gösteren bir örnektir. Ayrıca iĢçilerin, haklarının savunulması noktasında sendikanın yetersiz kaldığını ifade etmeleri ve bu duruma gösterdikleri tepki üzerine sendika baĢkanlarının istifası da eylemin belirgin farklı özelliklerinden bir diğeridir. Eylemin kuĢkusuz en somut etkisi de DanıĢtay‘a açılan 4-C uygulamasının süre iptali konusundaki davanın sonuçlanmasıdır. Eylemci iĢçiler davanın sonucunu kazanım olarak kabul ederek 1 Mart 2010 da eylemlerine son vermiĢlerdir (Türkmen, 2012: 45,47). Entelektüel çevreler için ise TEKEL eylemi nesnel gerçekliği ile tartıĢıldığı kadar, öznel bakıĢları ile de ele almıĢ ve eylemin iktidar, muhalefet, sermaye kesimi, meslek örgütleri, sendikalar ve iĢçi sınıfındaki yansımalarına bakılmıĢtır. Gramsci, entelektüel kuramında kol gücü/kas gücü ayrımında bulunurken, entelektüelin kendisini düĢünceleri ile değil, toplumsal alandaki iĢlevi ile gösterdiğini ifade etmektedir. Ona göre entelektüel, sadece ansiklopedik bilgiye sahip olan değil, kültürü ve felsefeyi yaygınlaĢtıran kiĢidir. Bu iĢlevini yerine getirirken, siyasal birikimin de hazırlayıcısı o olacaktır. Bu anlamda zihinsel değil, her türlü çalıĢmanın içerisinde bir entelektüel iĢlev olduğunu ifade eden Gramsci, praksis düĢüncesine ulaĢır (Gramsci, 1971:12; Santucci, 2011: 32). Gramsci‘ye göre praksis, düĢünme ve yazma eylemini de içerisinde barındırmaktadır. Bu nedenle entelektüeller, eylemi ele alarak aynı zamanda onun praksisini de hayata geçirebilmiĢlerdir. DüĢünceleri ile eylemin geldiği noktayı sorgulayan ve praksis halinde olan bu entelektüeller içerisinde doğrudan eylemde rol alanlar olmuĢtur. Ancak burada önemli olan husus, eylemin içerisinde doğrudan yer almak olmakla birlikte, kültürel birikimin sağlanmasıdır. Zira entelektüel bunu gerçekleĢtirirken, düĢünce ve eyleminde bir ortak hareketlilik yaratmıĢ olacaktır. Bununla birlikte Bourdieu düĢüncesinde praksis, siyasal olan olarak ele alınmaktadır. Bourdieu için praksis, entelektüelin kendisini yeniden keĢfetmesini sağlayıcı bir taraf olma halidir (Schnegg, 2007: 52). Entelektüellik ise iki temel unsur üzerinden kendi varlığını gösterebilmektedir: Ġktidardan bağımsız ve özerk alana sahip olmak yanı sıra bilimsel birikimini siyasi faaliyetler içinde kullanabilme vasfı (Bourdieu, 1989: 99-103). TEKEL eylemi, iĢte bu anlamda bireyin kendisini gerçekleĢtirdiği bir alan olduğundan, eylemin farklı noktalardaki yansımasının ele alınması belirleyicidir. Bu farklı noktaların tercihinde ve belirlenmesinde ise entelektüellerin konuya bakıĢındaki vurgular öne çıkmaktadır. ÇalıĢmanın bu 491 kısmında temel olarak ele alınan tartıĢmalar, iĢçi sınıfının dönüĢümü, siyasal iktidar eleĢtirisi, sendikalar, diğer eylemci kesimler ve medya çevresine eylemin etkileri olarak belirlenmiĢtir. Gramsci ve Bourdieu‘ye göre entelektüellerin kendileri bir sınıf oluĢturamazlar. Bourdieu‘ye göre bunun sebebi, kültürel alandaki içsel farklılaĢmadan kaynaklanır. Bu anlamda entelektüeller, emek ve sermaye arasında tercihte bulunurlar (Bourdieu, 1988: 12). Gramsci‘de benzer Ģekilde entelektüel sınıfları belli bir teĢvikte bulunup yönlendirse bile, ayrı bir sınıf oluĢturabilecek konumda kabul etmez (1971: 206). Buradan yola çıktığımız da, TEKEL eyleminin süreci boyunca entelektüellerin bir sınıf olarak hareket ettikleri Ģeklinde bütüncül nitelikte bir yorum yapılması mümkün değildir. Bu nedenle her bir entelektüel kategorisi için eylemin yansıması farklılaĢacaktır. Hatta bu farklılaĢma, bazen entelektüellerin kendi meslek grupları içerisinde de gerçekleĢecektir. Özellikle bu bölümde yapılan değerlendirmelerde üzerinde durulan bu farklılaĢmalar ve farklı bakıĢların hangi düĢünsel arka plan ile dile geldiğinin söylem analizidir. 4.1. ĠĢçi Sınıfında DönüĢüm ve Sınıf Bilinci Vurgusu TEKEL eylemine iliĢkin değerlendirmelerin en önemli tartıĢma baĢlıklarından birisi, eylemin öncelikle iĢçi sınıfındaki ve iĢçilerin bilinç düzeyinde yarattığı dönüĢümdür. Gramsci‘ye göre kitleleri harekete geçirecek ve onları iktidarın hegemonyasını yıkmaya yönelik karĢı bir hegemonya oluĢturacak olan Ģey, kitlenin bilinç düzeyidir. Bu bilinç düzeyini sağlayacak olan ise dıĢarıdan bilincin taĢınması değil, kendilerinin bu bilinci kurabilmeleridir (Cornoy, 2001: 275). Bilince iliĢkin akademik çevrelerde yapılan değerlendirmelerin bir kısmında, iĢçilerin sınıf bilinci edinme konusunda eylemin öğreticiliği üzerinden bir dönüĢüme maruz kalmıĢ oldukları ifade edilir. Özellikle, eylemi bilimsel açıdan ele alan akademisyenler, yürüttükleri alan çalıĢmalarından elde ettikleri bulguları eylemden beklentileri ile birlikte tartıĢmıĢlardır: Radikal pedagojik bir süreç olarak eylem, ezilen kesimler için bir meydan okuma hareketidir ve bu nedenle öğreticidir. Burada egemen sınıfın egemen olan düĢüncelerine karĢı bir meydan okuma olarak eylem ele alınmıĢtır. Eylemin öğreticiliği sayesinde eylemi gerçekleĢtiren ve üretim araçlarından yoksun olan iĢçi sınıfının kazanımlar elde etmiĢlerdir. ĠĢçi sınıfı, eylem ile üretim araçlarının elinde tutan ve bu anlamda entelektüel olarak da baskın olan egemen ideolojiye karĢı eleĢtirel bir bilinç düzeyine eriĢmiĢ olacaktır (Türkmen, 2012: 119). Sözü edilen eleĢtirel bilinç, entelektüellerin değerlendirmesine göre, egemenler ile emekçiler arasında yeni ve gerçek bir kutuplaĢma yaratabilme yeteneği sağlanmasını, bu sayede sınıf hareketinin yeniden oluĢması ile yeniden siyasallaĢmayı desteklemiĢtir (Bürkev, 2010: 29). Bu nedenle eylemin iĢçi sınıfında yarattığı artı değerleri ele alan tartıĢmalarda, eylem önemli bir kırılma noktası olarak görülmüĢtür. TEKEL direniĢini yapı-özne-pratik birlikteliğinde önemli bir alan olarak gören Öngen‘e göre ise yapısal çeliĢkinin ürünü olan bu eylem, aynı zamanda bu çeliĢkileri daha görünür kılmaktadır. Böylece her çeliĢki, iĢçilerin eyleminde somutlaĢırken, eĢzamanlı olarak belli bir bilinçlenmeyi de beraberinde getirmektedir. Süreç devam edecek olursa da, iĢçiler, sınıfsal konumları kadar sınıf düĢmanlarının kimlikleri ve sorunların gerçek temeli konusunda daha çok bilgileneceklerdir (Öngen, 05.02.2010: Birgün). Tülin Öngen‘in yaklaĢımına benzer bir baĢka değerlendirmeye göre, TEKEL eylemi ile iĢçilerin sınıf bilincinde değiĢim yaĢanmıĢ ve daha önce duymadıkları, iĢçi sınıfı, sınıf bilinci gibi kavramlarla tanıĢmıĢlardır. Dolayısıyla, iĢçiler bu süreçte egemen ideolojik söyleme eleĢtirel bir yaklaĢım geliĢtirerek, kendi sınıfsal konumlarının farkındalığını yükseltmiĢlerdir (Türkmen, 2012: 120). Eylemin kendisinin iĢçi sınıfındaki değiĢimini, iĢçilerin Ģimdiye kadarki var oluĢ süreçlerinde önemli bir değiĢim olarak değerlendiren Özbudun‘a göre, uygulanan ekonomi politikalarına karĢılık sınıf kültürü adına TEKEL eylemi önemli bir dönüm noktasıdır. Bu anlamda eylem, sınıf bilinci için yeni bir umudun doğmasına hizmet etmektedir (Özbudun, 2010: 115). Bu açıdan eylemin entelektüel kesimler içerisindeki yansımasını ele alan yaklaĢımlarda, TEKEL eyleminin, her kesim için bir yeniden sorgulama imkânı sağladığı söylenebilir. Türk Tabipler Birliği‘nin yayın organlarından birinde, sendikal, örgütsel, akademik ortamlarda yerinde tespitler yapılmasına rağmen, söylenenlere ve yazılanlara oranla ve onların içeriklerine paralel olan çalıĢmalar yapılamadığından sınıf mücadelesinin ‗örgütsüzlük‘ engelini aĢamadığı sıklıkla ifade edilmiĢtir (TTB, 2011: 1). 492 Eyleme dıĢarıdan destek sunan meslek örgütleri içerisinde en etkilisi olan TMMOB, TEKEL eyleminin ülkenin her bölgesinden gelen iĢçileri bir araya getiren bir eylem olmasından dolayı, halkın tüm sınırlarını ve duvarlarını aĢarak, bütünleĢme sağladığını ifade eder: ―Bu eylem birlik ve beraberlik adına her kesime örnek olmuĢtur‖ (PektaĢ, 2010: 21). Eylemin bu özelliği, eyleme katılanların, siyasi partilerin ve iĢçi konfederasyonlarının baĢlangıçta farkına varmadığı bir durum iken, eylemin devamında destekleyen ve sahiplenenlerin sayısındaki artıĢ ile birlikte öne çıkmıĢtır. Böylece ―sınıf‖ ve ―dayanıĢma‖ kavramlarının söylemlerde daha sık kullanılır olması(TTB, 2011: 1) bir kazanım olarak ifade edilmiĢtir. Üniversite içerisindeki entelektüeller için TEKEL eylemi, basit bir hak arama mücadelesi olarak değil eylem, hem iĢçiler için hem de eyleme destek veren kesimler için öğretilerin olduğu bir sınıfsal ortaklık alanı olarak yorumlanmıĢtır. Gramsci, organik entelektüel kuramını belirtirken, onun organikliğinin sınıf ile eĢ zamanlı ortaya çıktığını anlatır ve ona bir iĢlevsellik yükler (1971: 5). Bu anlamda Gramsci‘nin betimlemesinde organik entelektüel, sınıf içinde öz bilinci açığa çıkartarak belli bir kapasiteye sahip olarak doğmaktadır. TEKEL eylemi sürecinde de iĢçilerin ve destekçileri, birer organik entelektüel gibi, eylem ile birlikte birer uzman olarak iĢlevsellik yüklenmiĢ ve yeni sınıfın toplumsal tipleri olarak kendilerini var etmiĢlerdir (Gramsci, 1985: 21). Borudieu‘nün ifadesiyle, ‗teori yaparak‘ kendi alanlarına sıkıĢmıĢ entelektüeller, praksisin kuramını yapmaya çalıĢmıĢ ve bir yerde entelektüel kiĢiliklerini praksis ile birleĢtirebilmiĢlerdir (Bourdieu, 1988: 121). Bourdieu‘ye göre, akademisyenler içerisinde karĢıtlıklar üzerinden temellenen bir hiyerarĢi mevcuttur. Söz konusu hiyerarĢi, akademisyenlerin bilimsel anlamda sahip olduklarından dolayı elde ettikleri ünden kaynaklanan kültürel hiyerarĢidir (Bourdieu, 1988: 4). Eyleme bakıĢlarında da bu yaklaĢımla iĢçiler ile kendi aralarında oluĢan kültürel hiyerarĢinin izleri vardır. Bununla birlikte eylemdeki bilinç düzeyini yeterli bulunmadığını da görmekteyiz:―Tekel eylemleri sırasında yapılamaya çalıĢılan sadece bir sınıf bilincinin inĢası sürecidir. Zaten sınıf bilinci durağan ve hemen oluĢabilen bir durum değildir. Zamanla Ģekillenecektir. Eylemciler ise bu süreçte sadece biz kimiz sorusunun cevabını aramıĢlardır‖ (Türkmen, 2012: 120). Aynı duruma iliĢkin karĢı bir bakıĢ ise eylemin iĢçi sınıfının bilincinde ciddi bir değiĢim yarattığı düĢüncesidir. Eylem üzerine yapılan her çalıĢmada tartıĢılan bir konu olmasına rağmen, bilinç değiĢiminin boyutları ölçülürken kullanılan yöntem ve araçlar, araĢtırma ve inceleme çalıĢmaları aĢamasında sınıf bilincinin dönüĢtüğü konusunda doğru bir bilgi vermeyeceği yönündedir. Bu nedenle konuya iliĢkin araĢtırmaların eksiklikler içerdiği yapılan akademik çalıĢmalarda sıklıkla ifade edilmektedir: ―Çünkü, iĢçilerin sınıf bilincindeki değiĢimi sadece oy verme davranıĢlarındaki değiĢimle açıklamak sağlıklı bir yaklaĢım değildir. Bunun ötesinde, önemli olan iĢçileri algılarındaki, paradigma değiĢimi ve düĢünme süreçlerindeki farklılaĢmadır‖ (Bulut, 2010: 134). Bu nedenle yapılan bazı tartıĢmalarda bilincin ne olduğu ve nasıl oluĢtuğu üzerinde durulmuĢtur: Bilinç hiçbir öznede baĢtan kayıtlı zihinsel bir durum değildir. Bilinci açığa çıkaran, karĢıtlık kadar ona ait bilginin de soğrulmasıdır. ĠĢçi sınıfı bu konuda baĢtan dezavantajlı konumdadır. Çünkü burjuvaziden farklı olarak doğuĢtan atomik bir yapıya sahiptir. Onun gibi mülkiyetten doğan maddi varlık koĢullarına sahip değildir. Sınıfın moleküler bir yapıya kavuĢması ve bunu koruması, ancak siyasal bilinç ve mücadeleyle olanaklıdır. BaĢka bir deyiĢle mevzi savaĢının manevra savaĢı katına yükseltilebilmesiyle (Öngen, 05.02.2010:Birgün). Dikkat çekici baĢka bir husus ise eyleme destek veren meslek örgütlerinin, memur sendikalarının, akademisyen ve gazetecilerin entelektüel duruĢlarının her ne kadar belirleyici olsa da, eylemi gerçekleĢtiren iĢçiler yani Gramsci‘nin söylemi ile kol iĢçileri kendiliğinden bir praksis içinde olarak entelektüel bir davranıĢ geliĢtirmiĢ olmalarıdır. ÇalıĢmanın sonuçlarından biri olarak kabul edilecek bulgulardan biri de, eylemin bir iĢçi hareketi olarak iĢçilerin bir araya gelip, devrimci bir süreci dayatacak düzeye yaklaĢamamasında, entelektüellerin Bourdieu‘nün ifade ettiği yapılarla kuĢatılmıĢ olmaları durumudur. Entelektüeller kendi özerklik alanlarının dıĢında, TEKEL eylemini iĢçi eylemlerinin politik karakterini öne çıkaran bir öğrenme süreci olarak incelemiĢlerdir11. ĠĢçilerin, 11 Bu konuda TEKEL eylemini konu olan ve çoğunlukla eylem sürecini ele alan çalıĢmalardan bir kısmı Ģunlardır: Türkmen; 2012, Okay; 2011, Soydan; 2010, Özbudun; 2010, Özuğurlu; 2010. 493 eylem üzerinden sorgulamacı bir eğilime ulaĢmalarının en önemli etkisi, siyasal iktidarın karĢısında meclis dıĢından bir muhalefet oluĢturmaları ve bu anlamda entelektüel davranıĢ özelliği gösterebilmeleridir. 4.2. Toplumsal Muhalefetin Ortak Alanı Olarak TEKEL Eylemi Söylemleri: TEKEL eylemlerinin önemli yansımalarının bir diğeri iktidara karĢı oluĢan memnuniyetsizliğin bir göstergesi halini alarak bir tür meclis dıĢı muhalefet iĢlevi görmesidir. Entelektüeller eylem üzerinden iktidarı eleĢtirmiĢ ve aynı zamanda siyasal iktidarın yürüttüğü politikalardaki çeliĢkileri dile getirmiĢlerdir. Bu anlamda çalıĢmanın alanı içerisindeki sermayenin temsilcisi örgütler, iĢçi ve memur kesimin sözcüsü sendikalar, meslek örgütleri ve üniversite ile medyanın görünür siyasal aktörlerinin değerlendirmeleri, iktidara karĢı meclis dıĢı bir muhalefetin simgesi haline gelmiĢ olmalarıdır. Siyasal iktidarın uygulamalarına karĢı dillendirilen eleĢtirilerin kuvvetlenmesi ve eylemin giderek bir muhalefet simgesine dönüĢmesi ise ancak eylemin dıĢarıdan destek almaya baĢlaması ve kendi içerisinde etkisini artırması ile gerçekleĢebilmiĢtir. Eylemi bu anlamda iktidar eleĢtirisi olarak okuyanlar için, eylem baĢlangıcında olduğundan daha bilinçli bir yere doğru evirilmiĢtir. Entelektüel kesimlerin söylemlerinin analizinde de ortaya çıkan bulgu, benzer farklılıkların olduğuna iĢaret etmektedir. Eyleme simgesel bir muhalefetin oluĢması adına önemli bir rol atfedenler, kendi özgürlük ve eĢitlik talepleri ile eylemci iĢçilerin taleplerini eylem süresince özdeĢleĢtirmiĢ ve TEKEL eylemini Türkiye‘de güçlü bir muhalefetin sesi olarak kabul etmiĢlerdir. Bu yaklaĢımları, eyleminin kendi içinde yaĢadığı ve yaĢattığı bir dönüĢümün sonucu olarak değerlendirmek mümkündür. Toplumsal muhalefetin birleĢtiği alan olan olarak baktığımızda eylemin üç temel nokta üzerinde doğmuĢ olduğunu söylemek mümkündür. Bunlardan ilki siyasal iktidarın özellikle demokratikleĢme süreçleri ile iliĢkili geliĢtirdiği muhalefettir. TEKEL eyleminde siyasal iktidarın tavrı, kendi söylemlerinde sıklıkla vurguladığı demokratikleĢme savunusu ile uyumlu olmadığı için eleĢtirilmiĢtir.ĠĢçilerin, eylemin baĢında maruz kaldıkları Ģiddetve onun sonrasında karĢılaĢtıkları muamele bu eleĢtirileri artırmıĢtır. Özellikle eylemi gözlemleyen gazete köĢe yazarlarına göre hükümetin, anayasa değiĢiklikleri ile Türkiye‘yi demokratikleĢtirmek ve yargıyı tarafsızlaĢtırmak çabası sürerken, iĢçilere karĢı sert politikalar uygulaması ve onlara karĢı fiziki Ģiddete baĢvurması çeliĢkili bir tutumdur. Dolayısıyla siyasal iktidarın kendi söylemleri ile derin bir tutarsızlık içinde olduğu tespitinde bulunulmuĢtur (Türenç, 03.04.2010:Hürriyet). Burada iktidara karĢı oluĢan bu muhalif duruĢutoplumsal refah düzeyine bir saldırı olarak değerlendiren, hatta bölücülük olarak gören yaklaĢımlar da olmuĢtur: ―Tekel iĢçilerinin eylemleri hem medyada hem toplumda çok yankı yaptı. Medyanın bir kısmı ve muhalefet, AKP hükümetini yıpratır umuduyla, direniĢe dört elle sarıldı (Yayla, 19.02.2010: Zaman)12. Bir baĢka söylemlerde öne çıkan değerlendirme ise baĢta eylemi gerçekleĢtiren TÜRK-Ġġ olmak üzere, diğer konfederasyonlar 1 Mayıs sürecini TEKEL eyleminin baĢarısı ve demokratikleĢme adına önemli bir kazanım olarak görmeleridir13. Diğer bir iktidar eleĢtirisi ise eylemlerde öne çıkan sosyal devlet uygulamalarının aksayan kısımlarının öne çıkarılmasıdır. Bu söylemler içerisinde öne çıkan eleĢtirilerden biri, devletin uyguladığı ekonomi politikalarının sonuçlarını önceden ön görebilmesi ve ona uygun sosyal destekler 12 Benzer bir yaklaĢımda Zaman gazetesinde yer alan Tarkan Zengin‘in 18.02.2010 tarihli yazısıdır. Yazının baĢlığı eylemin eleĢtirel yönünü göstermek açısından önemli bir örnektir: ―Tekel ĠĢçilerinin mücadelesinin hükümeti deviririz tehdidine evrilmesi‖. 13 ―Konfederasyonlarımız, iĢ güvencesi, insanca ve özgürce bir yaĢam için, eĢitlik adalet ve demokrasi için 1 Mayıs‘ta alanlarda olma kararı almıĢtır. Konfederasyonlarımız, 1 Mayıs kutlamalarında ―Taksim Meydanı‖ tartıĢmalarının artık geride bırakılmasını istemekte, bunun yolunun da Taksim Meydanı‘nın kutlamalaraaçılmasından geçtiğini düĢünmektedir. Konfederasyonlarımız, bu anlayıĢla, 1 Mayıs 2010‘u Ġstanbul Taksim Meydanı‘nda kutlamaya karar vermiĢtir. Bunun için yetkililer nezdinde gerekli giriĢimlerde bulunulacaktır‖ (TÜRK-Ġġ, 2010c). Benzer bir Ģekilde DĠSK‘te 1 Mayıs konusunda kendi etkisi olduğunu ifade eden açıklamalarda bulunmuĢtur: ―2010 1 Mayıs‘ında emeğin ―ekmek, özgürlük ve demokrasi‖ kavgasında bir kavĢak dönülmüĢtür. Kendi hesabına kim ne Ģekilde değerlendirirse değerlendirsin, DĠSK‘in öncülüğünde Türkiye iĢçi sınıfı Taksim‘i ―kopara kopara‖ almıĢtır. Türkiye iĢçi sınıfının tarihsel anlamda en güçlü örgütü olan DĠSK, Taksim‘i yeniden 1 Mayıs Alanı yapabilmenin coĢkusu ve bilinciyle sömürüsüz, baskısız, insanca yaĢanabilir bir Türkiye yaratma mücadelesini sürdürecektir‖ (Çelebi, 2010c). 494 sağlanmasının gerekli olduğudur. Bu konuda Çandar yazısında Ģöyle ifade etmiĢtir: ―Hükümet etmekte zaten böyle bir Ģey olmalıdır. Sadece istatistiklerin rasyonelliğine sığınmak değildir. Devletin nitelikleri arasında sayılan ―sosyal devlet‖ ilkesini hatırlamak gereklidir. 4000 Tekel iĢçisini Ankara sokaklarında kıĢ aylarında süründürmek yerine ―sosyal programlara kafanızı çalıĢtıramaz mıydınız?‖ (Çandar, 27.01.2010: Hürriyet). Bu anlamda entelektüel kesimlerde, devletin hem somut politikalarını eleĢtiren yorumlarda bulunmuĢ, hem de iktidarın iĢçilere takındığı tavırları eleĢtirmiĢtir: ―Hükümet demokratik rejimlerdeki iktidarlar gibi değil, padiĢah yetkileri ile donatılmıĢ bir diktatör edasındadır. Lütfettiklerime karĢı çıkanlar, ideolojik kavganın peĢinde ektiklerini biçerler… havalarında tehdit etmektedir‖ (Soner, 29.12.2009: Cumhuriyet). Genel olarak sosyal devlet eleĢtirisi ile birlikte dile gelen diğer unsur, hukuk devletinin gereğinin de yerine getirilmediğidir. Eylemci iĢçilerin hakları gasp edilmiĢ bir anlamda hukuksuzluğa maruz kalmıĢlardır. Örneğin, bir değerlendirmede, ―Erdoğan‘ın kapatılan tütün depolarında çalıĢmak için sözleĢme yaparak kazanılmıĢ haklara sahip olan iĢçilerin banka hesapların, sözleĢmelerini feshederken kıdem, ihbar, iĢ kaybı tazminatlarının yatırıldığını bir övünç nedeni gibi yinelemesi, kendisinin sosyal hukuk devletinin alfabesinden habersiz olduğunu ortaya koyuyor (Birgit, 12.05.2010, Cumhuriyet) Ģeklinde bir eleĢtiri gelmiĢtir. Eylemin ekonomik temeldeki sorunlardan kaynaklandığını ifade eden görüĢler içinde konuyu özelleĢtirme politikalarının sonuçları ile açıklayan ve devletin uyguladığı istihdam politikalarının neticesinde iĢçilerin mağdur kesim olarak gördüğünü ifade eden değerlendirmelerde, siyasal iktidarın bu alandaki düzenlemelerinin eleĢtirisi yapılmıĢtır. Örneğin, TÜRK-Ġġ‘in süreli yayınları arasındaki Türk-İş Dergisi‟nde, konfederasyonun genel görüĢlerinin takdimi ile birlikte siyasal gündem sorunlarının akademik platformda değerlendirildiği araĢtırmalara da yer verilmiĢtir. Bu anlamda dergide TEKEL eylemini ele alan ve analiz eden yaklaĢımlar mevcuttur. Kamu Personel Rejiminde Sorunlar baĢlıklı çalıĢmada, konunun devletin yürüttüğü çalıĢmalar ile açıklanarak, kamudaki hizmetlerin küçültülmesine bağlanmıĢ olduğunu görmekteyiz söylemek mümkündür (TÜRK-Ġġ, 2010b: 33). Bu sayede TÜRK-Ġġ kendi yayın organın da özelleĢtirmelerin sonucunda iĢsiz kalan kamu kesimi çalıĢanlarının uğradıkları mağduriyeti, TEKEL iĢçilerinin eylemeleri ile yeniden değerlendirilmiĢ olur. TÜRK-Ġġ‘e göre,iĢçileri ve iĢverenlerin bu durumun sonuçlarından en az etkilenmesinin sağlamak gerekir. TÜRK-Ġġ süreli yayın organının özel dosya konusu da bu anlamda toplumsal alandaki yansımaları ile TEKEL Eylemleri ele alınmıĢtır.Sendikaların kendi yayın organlarında, akademik anlamda eylemin farklı bakıĢ açılarından ele alındığı değerlendirmelere rastlamak mümkündür. Örneğin TÜRK-Ġġ dergisinde yer alan bir görüĢmede insanların iĢsiz kalmasının psikolojik olarak ne tür etkileri olabileceğinin tartıĢması yapılmıĢtır14.Yine bu konuda bir diğer örnek olarak KESK‘in basın açıklamasında ifade ettiği söylemin temel alındığı söylenebilir: ―Tekel iĢçilerinin sorunları AKP‘nin politikalarıyla ilgilidir‖ (KESK, 2009)15. Bununla birlikte örgütlü çalıĢanların temsil edildiği memur sendikalarından Memur-Sen, eylemin özellikle iktidara karĢı bir muhalefet olarak algılanmasını eleĢtirmiĢtir ve eyleme dâhil olmalarını sadece hak arama mücadelesine destek olmak olduğunu vurgulamıĢtır (MEMUR SEN, 2010). Sonuç olarak Bourdieu‘ye göre, entelektüel farklılaĢmaları belirleyen etken, iktidar ile entelektüel arasındaki mesafedir. Bu karĢıtlığı belirleyecek olan ise egemene hizmet veren uzmanlar ile bağımsız entelektüeller arasındaki karĢıtlıktır. Bağımsız entelektüeller kuĢkusuz, özerkliklerinden dolayı siyaset alanına daha rahat müdahil olabilecekken, angaje /uzman entelektüeller siyaset alanından uzak durmaktadırlar (Bourdieu akt. Swartz, 2011: 317). Yani bu noktada TEKEL eylemine dâhil olma ya da eyleme duyarsız kalma haline göre, entelektüeller arasında tabakalaĢma yaĢanmıĢtır. Entelektüeller iktidar ile iliĢkilerinin uzaklık ve yakınlığına göre, bir entelektüel alan elde etmiĢ ve söylemleri ile kendilerini bu alanlarda yeniden üretmiĢlerdir. 4.3. TEKEL Eylemi ve Geleneksel Sendikacılık AnlayıĢına Müdahale TEKEL eylemi Ģimdiye kadarki iĢçi eylemleri içerisinde, mücadele modelli açısından farklılıklar taĢıyan bir yapıdadır. Türkiye‘deki iĢçi sınıfının 2000‘li yıllarda gerçekleĢtirdiği son iĢçi hareketi olma 14 Bu konuda bkz. TÜRK-Ġġ Dergisi (2010a) Kasım-Aralık 2009/Ocak-ġubat 2010 sayısındaki ilgili yazıya. Aynı açıklamada eylemin AKP iktidarına karĢı bir mücadeleye dönüĢmesi gerekliliğine vurgu yapılırken, ancak böyle bir mücadele ile AKP‘nin Türkiye‘yi sermaye için dikensiz gül bahçesine çevirmesinin engellenebileceği ifade edilir (KESK, 2009). 15 495 özelliği taĢıyan eylem, aĢağıdan yukarıya örgütlenme biçimi ile bir hak mücadelesi olarak, kitlelerin öz deneyimler edinmelerini sağlamıĢ ve doğrudan demokrasi pratiği geliĢtirilmesi açısından önemli bir örnek olmuĢtur (Balta, 2010). Bu anlamda karar alma süreçlerine iĢçilerin katılımı onların kitleleri yönetme yeteneklerinin geliĢimine imkân sağlamıĢ ve bir tür iĢçi demokrasisi örneği sergilenmiĢtir (Bürkev, 2010: 31). Bu anlamda eylemin bu yönleri ile anlamlı bulan değerlendirmeler, entelektüellerin söylemlerinde de yer almıĢtır. Demirer‘e göre, iĢçilerin deneyimini bir tür, Ģura deneyimi olarak açıklamak mümkündür. DönüĢtürücü sınıf olarak iĢçiler, kolektif iradelerini ortaya koyarak, iĢçi demokrasisinin imkânını ortaya koymuĢlardır. Diğer yandan iĢçi deneyimleri içinde bu hareketin önemi, iĢçilerin kendi adlarına önemli bir dönüĢüm yaĢamaları ve bundan dolayı eyleme sessiz kalan kesimlerinde dönüĢümüne olanak sağlamıĢ olmalarıdır (Demirer, 2010: 126).TEKEL eyleminin bu özelliğini açıklamak için Gramsci‘nin fabrika konseyleri deneyimine baĢvurmak mümkündür. Gramsci‘ye göre, iĢçiler bir araya gelerek, önce fabrika konseyleri, sonrasında delege meclisleri ile tüm toplumu yönetecek konumda bir yapılanma gerçekleĢtirecekleridir. Ona göre iĢçi demokrasisi ancak bu Ģekilde tahsis edilecektir (Gramsci, 1989: 11). Bu noktada eylemin içinde hem sendika ile kurulan yapısal iliĢkiler hem dıĢarıdan kesimler ile sağlanan birliktelik olarak bir tür iĢçi demokrasisi deneyimi yaĢanmaya çalıĢılmıĢtır. Bu anlamda eyleme dıĢarıdan destek veren kesimler için, eylem sıradan bir mücadeleden farklılaĢarak, hem iĢçi sınıfının sendikal mücadelesinde hem de sendikanın siyaseti belirlemedeki etkisi iĢçi demokrasisi amacı ile önemli bir aĢamadır. TEKEL söylemlerinde öne çıkan bir diğer özellik, klasik sendika tavrının bu eylemde farklılaĢmıĢ olmasıdır. Bu anlamda sendikanın görevine ve iĢlevine önemli bir vurgu yapıldığı söylenebilir.Sendikalar arasında özellikle bu bağlamda, dayanıĢma, birlikte hareket ve birleĢme gibi söylemler öne çıkmıĢtır: ―TEKEL iĢçilerinin mücadelesinin yalnızlaĢtırılmasına müsaade etmeyelim, etmeyeceğiz. TEKEL iĢçileri ve sendikaları direndikçe DĠSK olarak onları yalnız bırakmayacağız. Hep yanlarında olacağız. Bu direniĢ, bütün emekçi halka bir mesaj veriyor: Birlik-Mücadele-DayanıĢma‖ (Çelebi, 2010b). Dolayısıyla farklı iĢçi örgütlenmeleri için TEKEL eyleminin farklılığı ve yarattığı etkiyi yine de söylemlerinde görmek mümkündür. DĠSK baĢkanı Süleyman Çelebi‘nin yapmıĢ olduğu basın açıklamasına göre: ―TEKEL direniĢi, iĢçileri, kamu emekçilerini, meslek ve kitle örgütlerini, sivil toplum kuruluĢlarını birbirine tek yumruk, tek yürek olarak yan yana getiren özelliğiyle sendikal mücadelede önemli bir iĢlev edinmiĢtir. Emekçileri önümüzdeki günlerde bekleyen yeni saldırılar karĢısında örnek olan oldukça önemli bir deneyimdir. TEKEL direniĢi toplum vicdanında karĢılığını bulmuĢ, mücadelenin simgesi olmuĢ, Hükümet yalnız kalmıĢtır‖ (Çelebi, 2010a). Eylem süresince sendikaların zaman zaman ortak zaman zaman da ayrı olarak geliĢtirdikleri tavırları Gramsci‘nin de ifade ettiği gibi, sendikaların, bir örgütlenme biçimi olarak, iĢçi sınıfının organik birliğini sağlama konusunda, sorunlu yapılar olduğunu ortaya koymaktadır. Sendikalar ve sendikalist örgütlenme, iĢçi sınıfının değiĢik kesimleri arasında ayrıĢmalara neden olabilecek rekabetçi özelliğe sahiplerdir. Bu nedenle iĢçi sınıfı için her ne kadar uzmanlaĢmıĢ bir örgüt dahi olsalar, iĢçilerin birlikteliğini sağlayıp, iktidara gelmelerine imkân tanıyacak yeteneğe sahip değillerdir (Gramsci akt, YetiĢ, 1994: 148). Gramsci‘nin bu yorumundan yola çıkarak eylem sürecinde iĢçilerin bağlı oldukları sendikanın ve eylemcilere destek veren diğer sendikaların konumunu ve kendi içlerinde yaĢadıkları tartıĢmaları açıklamak mümkündür. Sendikalar arasında yaĢanan mücadeleyi, Bourdieu‘nün yaklaĢımından ele almakta mümkündür. Sendika çevresi bir anlamda sendikaların kendi habituslarının oluĢturduğu bir alan yaratmıĢtır. Bu alan içerisinde, sendikaları temsil eden entelektüel kesimlerin kendi konumlarını muhafaza etmeye çalıĢanlar ve ona karĢı gelenler olarak çatıĢma halinde olmaları doğal bir süreçtir. Ancak alan içerisindeki mücadeleler, TEKEL eylemi örneğinde siyasal iktidar ile ters düĢmemek adına yapılmaktadır. Bu anlamda iĢçilerin kendi sendikası bile bu kaygıyı taĢır. Bourdiue‘nün ifade ettiği gibi, entelektüelin kendi birikimini kitlelerin yönlendirmesi için kullandığını ancak amacının kendi alanındaki çatıĢmalardan galip çıkmak olduğunu söylemek mümkündür. ĠĢte eylemin sonuçlanmasında bu etken belirleyici olmuĢtur. TEKEL eyleminin bittiği tarih olan, Mart 2010‘da iĢçilerin, eylemlerini sonlandırıp, geldikleri Ģehirlere geri dönmelerinde belirleyici olan TÜRK-Ġġ konfederasyonunun kararı olmuĢtur. TÜRK-Ġġ, DanıĢtay‘ın 4-C uygulamasına iliĢkin yürütmeyi durdurma kararını, baĢarı olarak görüp, anlamda eylemin artık burada sonlandırılması gerektiğini ifade eder. TÜRK-Ġġ Genel BaĢkanı Mustafa Kumlu‘nun, Anadolu Ajansı‘na yaptığı açıklama bu yöndedir: ―TEKEL iĢçisi kazanmıĢtır. Bu çorbada 496 tuzumuz olduysa ne mutlu bize‖ (Kumlu, 2010a) 16. Bu noktada TÜRK-Ġġ‘in geliĢtirdiği davranıĢı Gramsci‘nin teorisi ile ele almak mümkündür. Buna göre Gramsci‘nin kavramlaĢtırması ile bir ―pasif devrim‖ süreci yaĢanmıĢtır. Pasif devrim, egemen sınıfın hegemonyasını sürdürmek, kitlelerin siyasi ve ekonomik olarak baskı kurmasını önlemek amacıyla, devletin iktidarının sürekli yeniden düzenlenmesi ve alt sınıflar ile iliĢkisini kurması durumudur. Özellikle kriz anlarında, iktidar hegemonyasının zayıflaması ihtimaline karĢılık, iktidarın yeniden kurulması durumudur. Böylece devrimci bir harekete ya da eyleme yönelme durumu, daha ciddi bir kriz oluĢmadan çözülür. Bunu yaparken, iktidar, siyasal anlamda aĢağıdan gelen taleplerin bir kısmını kabul eder ve egemen olan sınıfın hegemonyası yeniden kurulur (Gramsci, 1971: 59). TÜRK-Ġġ yönlendiren sendika olarak iktidar ile pazarlığa oturmuĢ ve elde ettiği kazanımları iĢçi sınıfının baĢarısı olarak görüp, onu yönlendirmiĢtir. Keza TÜRK-Ġġ ve onunla birlikte hareket eden diğer sendikaların genel grev kararı almamaları ve 4-C ile ilgili bazı düzenlemeleri kabul ederek iktidarın teklifini kabul etmesini bu açıdan değerlendirilmiĢtir. Sendikalara eleĢtirel bakan, entelektüeller için iĢçilerin örgütlenme sorunundan sendikalar sorumludur, çünkü sendika hiçbir zaman iĢçilerin sendikası olmamıĢtır: " Bu mücadelenin önderi falan yok. Bu mücadelenin önderleri var, bir sürü var. Yani meselenin kiĢiselleĢtirilmemesi gerekir" (Bulut, 2010: 253). Ancak böyle bir eylemin aynı zamanda iĢçi sınıfının kendi kendisine örgütlenmesi ve bir güç odağına dönüĢebilmesi ile ilgili önemli bir gösterge olduğuna da vurgu yapılmıĢtır: Tek baĢına iĢçi bir Ģey ifade etmez, sendikasına sahip çıkan ve sendika bürokrasisini aĢıp kendisi kararlı bir duruĢ sergiler ise toplum harekete geçirilip, iĢçi sınıfı bilinci alttan üste doğru sağlanabilir. ĠĢçi sınıfı devrimci değildir, devrimcileĢtirilmemiĢtir ve iĢçi sınıfı örgütlü değildir. Yenilgilere ve eylemlere rağmen direnç gösterip, sınıf bilincine vardığımız zaman devrim gerçekleĢecektir. TEKEL eylemine de bu açıdan bakmak gerekir (Kaldıraç, 2010). Akademide yer alan entelektüeller de iĢçilerin eylemden öğreneceklerinin önemine vurgu yaparken, eylem ile birlikte, bir karĢı hegemonya oluĢturabilecek kültür yaratımının önemi vurgulanır: ―Eylemler her Ģeyden önce, yaĢayan varlık gibidir. Eylemler, insanların değiĢimi ve dönüĢümünü hızlı bir Ģekilde gerçekleĢtirmelerine imkân tanır sadece anlatarak değil, iĢçilerin doğrudan eylemi birebir yaĢayarak görmeleri onlara çok Ģey öğretmektedir. ĠĢçi sınıfı, mücadeleyle bilinçleniyor, mücadele olmadan, seminerlerle bilinçlenilmez‖ (Bulut, 2010: 258). Eyleme dâhil entelektüellerin akademik olarak yaptıkları çalıĢmalarında vardıkları sonuçlardan bir diğeri de TEKEL iĢçisinin, böylece eylemin gücü ile öğrenirken, özellikle iĢçiler arasında baĢta sol örgütler olmak üzere bütün kesimlere karĢı var olan önyargıların yıkmıĢ olmasıdır: ―ĠĢçi sınıfında ortaya çıkan farklılıklardan biri de TEKEL mücadelesinin, toplumun tüm kesimlerinde, korkularla yaĢanamayacağını, haklar, özgürlükler, demokrasi ve iĢçi sınıfının geleceği için, mutlaka sokağa çıkılması gerektiği ve bunun suç olmadığı, tersine bir hak olduğunun toplumsal kesimlere öğretmesidir‖ (Bulut, 2010: 263)17.Bununla birlikte, eyleme destek veren akademisyen ya da diğer örgütlenmeler de sendikaların, iĢçi sınıfının birlik olma ile ilgili yaĢadığı sıkıntıları tartıĢarak, eylemciler ve toplum nezdinde, sendikanın eksikliklerini öne çıkarmaları toplumsal bilincin ayakta tutmasını sağlayarak toplumsal hafızayı tazelediği söylenebilir. Bu sayede eylemin belli bir yöne doğru evrimlesin de sendikaların kendi çabaları olduğu kadar, eyleme ve sendikalara dıĢarıdan bakan entelektüel çevrelerinde destek sağladığı görülmüĢtür. 4.4. TEKEL Eylemi ve ĠĢçi Sınıfı DıĢındakilere Etkisi Gramsci organik entelektüeli tanımlarken onun, iĢçi, köylü sıradan halkın arasından meydana geldiğini ve entelektüellerin sıradan insanlardan üst bir konumda olamayacağını ifade eder. Sadece organik olarak adlandırılan bu entelektüellerin, sıradan halk ile ideolojik dayanıĢma ve pratik eylem anlamında müttefik olmaları beklenir. Böylece organik entelektüeller, destekledikleri sınıfında hegemonyasını güçlendirmiĢ olurlar (Roberts, 2004:368; Hawley, 1980: 588). Buna göre TEKEL eylemine dıĢarından destek veren, yani direniĢ halindeki iĢçiler ile sendikanın dıĢındakilerin tutumlarının analizi eylem sürecinde Gramsci düĢüncesindeki gibi, entelektüeller ile halk arasında bir 16 Bu karar ile ilgili farklı bir görüĢ için bkz. DĠSK‘in Mayıs 2010 tarihli basın açıklaması (2010). ―Artık o eski iĢçi yok‖, Gürsel Köse (2010) Örgütlenmeden sorumlu Genel BaĢkan DanıĢmanı ile yapılan röportaj, Tekel DireniĢinin IĢığında Gelenekselden Yeniye ĠĢçi Sınıfı Hareketi içinde. S: 229-259 17 497 ittifakın sağlanıp sağlanmadığını tartıĢma anlamında önemli bir gösterge olacaktır. Bu sayede yeni bir tarihsel bloğun kurulma olasılığı ve organik entelektüeli nerede arayabileceğimizinse ipuçlarına ulaĢılacaktır. Eylem özellikle sosyalist düĢünceye sahip kesimler için yarattığı etki alanı ile sadece iĢçi sınıfının değil, toplumsal alanda da dönüĢüm yaratmıĢtır. Bu söylemlerde hem iĢçi sınıfının aydınlanması hem de onlarla ve eylemle iç içe olan kesimlerin aydınlanmasının nasıl gerçekleĢtiği ifade edilmiĢtir: Bu ülkede iĢçi sınıfı ―elveda proletarya‖ diyenlerin aksine hiçbir yere gitmemiĢti; buradaydı; bizimleydi. ―Proletarya‖ ona elveda diyenlere elveda derecesine kaya gibi dinçti ve harekete hazırdı. Binadan ayrılıp, Taksim Meydanı‘na doğru yürürken kendimizi ―aydınlanmıĢ‖ hissediyorduk. Tekel iĢçilerince Kızılay Meydanı‘nda baĢlatılan ve her tülü engele rağmen yılmadan yükseltilen sınıf mücadelesinin bu ülkenin geleceğine ıĢık tutuğunu birbirimize söylüyorduk (Öncü, 2010: 4). Tekel eyleminin iĢçi sınıfı dıĢındaki kesimlerde yaratığı değiĢimin önemine yapılan vurgularda eylemin birçok kesime ders niteliğinde olduğuna da vurgu yapılmıĢtır: ―TEKEL iĢçilerinin eylemi, hem emek ve meslek örgütleri için, hem halkımız için önemli dersler içermektedir. TEKEL iĢçilerinin bu süreçte verdiği mesaj, Türkiye‘nin o çok ihtiyacı olan insan onuruna yakıĢır çalıĢma koĢullarının hayata geçirilmesidir. Gelinen noktada Hükümet de bu eylemden payına düĢen dersi almalıdır‖ (Kumlu, 2010b). Bununla birlikte TEKEL eylemi sürecinde özellikle eylemin etkisi, sermaye kesimi için ekonomik sorunların daha görünür hale dönüĢmüĢ olmasıdır. Bu söylemlerde öne çıkan iĢsizlik sorunudur. Sermeyenin sözcüsü olan iĢ adamları örgütleri, eylem hakkında doğrudan değerlendirmelerde bulunmamıĢ dahi olsalar, eylemin böyle bir etkisi olduğunu söylemlerden çıkarmak mümkündür: Bu tablo içinde, iĢsizlik olgusu hem Türkiye‘de hem dünyada sosyal dengeleri zorlayacak en önemli meseledir. Önümüzdeki dönemde, doğrudan mevcut iĢsizlerimize yönelik aktif iĢgücü politikaları geliĢtirmek zorundayız. Zira gelecek yıllarda gerçekleĢecek büyüme iĢsizlik olgusunu ancak sınırlı olarak kontrol edebilecektir. Bu yönde atılmıĢ olan esnek iĢgücü piyasası ve aktif iĢgücü politikalarını destekliyoruz. Bu politikaların geliĢmesi yönünde biz de katkı sağlamaya çalıĢıyoruz (Yalçındağ, 2010: 3). TÜSĠAD‘ın ülkenin ekonomisine iliĢkin kendi görüĢlerini ifade ettiği konuĢma metinlerinde 2009 yılındaki ekonomik krizin etkileri ve yaĢanan ekonomik anlamdaki daralmanın atlatılması için yapılabilecek faaliyetlerin tartıĢıldığını görmekteyiz. Sermaye kesimi örgütleri için ülkenin öncelikli gündemleri arasında istihdam yer almasına karĢın eylemin iĢçi kesimi üzerinde ya da ülkenin sosyal politikalar anlamında bir etkisi ya da tartıĢmanın yürütülmesi gereksizdir. Bu anlamda TÜSĠAD BaĢkanı‘nın konuĢmalarında, Kürt meselesi, demokratikleĢme, baĢörtülü öğrenciler, sivilleĢme ve Ergenekon davası konularında açıklamalar mevcut iken o dönemde baĢta TEKEL olmak üzere iĢçi kesiminin örgütlü mücadelesi hakkında bir demeçte bulunulmamıĢtır. Bir diğer sermayenin temsilcisi konumundaki iĢveren örgütü olan MÜSĠAD ise TEKEL eylemlerine doğrudan değinmemiĢ ancak aynı dönemdeki diğer sorunlarla ilgili açıklamalarda bulunmuĢtur: ―2009 yılı, dünyada son yüzyılın ikinci en büyük krizi olarak kayıtlara geçti. Kriz ―finansal‖ kökenli olsa da, sonuçları itibariyle reel sektör daha fazla etkilendi. Dünya üretim ve ticareti keskin bir Ģekilde düĢerken, 30 milyon kiĢi iĢini kaybetti‖ (MÜSĠAD, 2010a). MUSĠAD‘ın 2009 ve 2010 Almanak olarak yayınlanan raporlarına bakıldığında da TEKEL eylemini değerlendirilmediğini ancak bu raporlarda, ekonomik tartıĢmaların yapıldığını söylemek mümkündür. Doğrudan eylemin değerlendirilmediği bu tartıĢma metinlerinde, dolaylı olarak yaĢanan süreç Ģu ifadeler ile yer alır: ―Bundan sonraki dönem için, ülkemizin ekonomik anlamda ilerlemesini engelleyebilecek herhangi bir siyasi kaosa, hiçbir kimse, kurum veya kuruluĢ tarafından sebep olunmamalıdır. Ülkemizin yıllardır sıkıntısını çektiği demokratik yönetime yönelik müdahale düĢünce ve teĢebbüsler artık zihinlerde yer bulmamalıdır‖ (MÜSĠAD, 2010a)18. Burada 18 MÜSĠAD‘ın siyasi geliĢmeler ile ilgili düĢüncelerini tartıĢmalarla ifade ettiği bir gerçektir. Bunlardan biri de aynı dönemde MÜSĠAD‘ın eğitim politikaları ile ilgili düĢünceleri olmuĢtur: ―MÜSĠAD, eğitime ideolojik bir gözle bakmayı doğru bulmamakta ve bu tür bakıĢların ülkemizin birliğine zarar verdiğine ve ilerlemesinin önünü tıkadığına iĢaret etmektedir. Alınan bu karar, hem sınava girecek olan gençleri hem de ailelerini psikolojik olarak 498 temel kaygı, ülkenin istikrarının bozulmasının yaratacağı etkidir. Ancak MÜSĠAD‘ın söylemlerinden eylemin gerekçesini sadece ülkede uygulanan özelleĢtirme politikalarına bağlamadığını, aynı zamanda yaĢanan küresel ekonomik krizin ülke ekonomisini sarsan bir boyutu olduğuna da vurgu yapılmıĢtır 19. ĠĢ çevresinin eyleme dönük bakıĢını ele alan yazımlarda da hem sanayi kesiminin hem de iĢçilerin belli ortak noktalarda uzlaĢıya varmaları gerektiğini ifade edilmiĢtir. TEKEL eylemi sürecinde eyleme destek veren kesimleri ile eylemi önemli olarak kabul etmeyip kendi dıĢında gerçekleĢen ve hatta kısa süreli bir hak arama mücadelesi olarak kabul eden entelektüeller arasında Bourdieu‘nün ifadesi ile hâkim olan ve tahakküm altında bırakılanlardan yola çıkılarak bir farklılaĢmadan söz edilebilir. Hâkim kesimin içinde yer alan entelektüellerde de kendi içerisinde bir farklılaĢma vardır. Bu anlamda, Bourideu‘ye göre hâkim sınıf içerisinde ama ekonomik sermayeye sahip entelektüeller içerisinden meslek örgütleri, meslek odaları, birlikler, üst düzey yönetici ve akademisyenler sermaye olarak daha üstteki sanayicilerle rekabet ederler. Hatta bu entelektüeller, kültürel kapitalistler olduğu için, onlara hâkim sınıfın tabi kesimi olarak da görebiliriz (Bourdieu, 1972, :23 akt Swartz 2011: 307). Bu anlamda eylemin destekçilerin tamamı Bourdieu göre hâkim kesimi oluĢtururlar. Bunlar ekonomik ya da kültürel sermayenin tamamına da sahip oldukları ya da olmak istedikleri için, hâkim konumdadırlar. Ancak TEKEL eylemi özelinde Bourdieu düĢüncesi ile çeliĢen durum, eylemi her ne kadar hakim olan kesimler desteklemiĢ ve hatta sürmesine katkı da sağlamıĢ olsalar da iĢçilerin kendilerinin bir alan yaratarak baĢlamıĢ olmalarıdır. ĠĢçilerin herhangi bir öndere ihtiyaç duymadan, kendiliğinden bilinç geliĢtirerek baĢladıkları eylemin değeri onların bu tahakküm altında iken takındıkları entelektüel duruĢ ile ancak açıklanabilir. ĠĢçi kesimi dıĢındaki etkilerinin hissedildiği çevre medyadaki yansımalarıdır. Böylesi bir sosyal hareketin medyada farklı yer bulması ve bu duruma karĢı eleĢtirel bakıĢ geliĢtiren entelektüellerin tespitleri de entelektüel praksis için önemli bir bulgudur. Bourdieu‘nün tespitine göre, televizyon ve gazetelerde, artık haberi en önce verebilme çabasından dolayı, bütün haberciler aynı konuma gelmiĢlerdir. Bourdieu, bu haberleri belirleyenlerin de entelektüeller olduğunu ifade ederek, bunları düzene bağlı kesimler olarak tanımlar (2006: 68). Yine Bourdieu‘ye göre, entelektüeller haberin tarafsız verilmesi için mücadele etmelidir (2006: 69). TEKEL eylemi haberlerinin de farklı medya organları ve gazetelerde yapılan tartıĢmalarındaki çeliĢkileri ile ele alındığında oldukça belirleyicidir. Buna karĢılık medya ve basında düzeni bozan ve mücadele eden ya da Borudieu‘nün görüĢü ile pazarın gücüyle suç ortaklığına giriĢmeyip, iĢbirliğinden kaçanlarda olmuĢtur. Örneğin: TEKEL iĢçileri eylemde... ĠĢçi aileleri çoluk çocuk Ankara‘ya yürüyorlar... Türbanlı iĢçi kadınlar konaklama yerlerinde uyuyorlar... Ankara‘da mitingler yapılıyor. Fakat ne ―Yerli Walesa‖ diye takdim edilen bir önderleri var, ne de haklarında iki satır olsun bahsediliyor... Hürriyet de susuyor, Vakit de... Yeni ġafak da susuyor, Vatan da... Zaman da esaslı bir Ģekilde girmiyor konuya, Milliyet de... Neden acaba? Neden? Neden? Neden? (Hakan, 19.01.2010, Hürriyet). Bu eleĢtiriler eyleme duyarsızlığın ve görmezden gelmenin iktidara yakın durmak adına yapıldığı Ģeklindedir.Gazetelerde entelektüel kesimler olarak ifade edebileceğimiz yazarların konuyu baĢlangıçta çok daha basit bir hak arama ve kısa süreli bir eylem olarak gördükleri ancak zaman geçtikçe ve eylemin devamlılığı oldukça konuya ilgilerinin arttığını söylemek mümkündür. Gazetelerin kendi temsil grupları olan sendikalarının da bu konuda bir iĢçi kesiminin hareketine bakıĢı önemli denilebilir. Gazeteciler Sendikası bu noktada yaptığı basın açıklamasında gazeteleri ve köşe yazarlarını eleştirir. TEKEL eylemini haklı bulduklarını ve bu konuda eylemin haberlerini yapan bütün gazete çalışanlarını desteklediklerini ifade ederken aynı dönemde eylemde olan basın çalışanlarına neden yeterli desteğin verilmediği hususunda eleştiri getirmiştir. olumsuz yönde etkilemekte ve toplumsal barıĢı zedelemektedir. Bu bakımdan, toplumumuzun her kesiminin birleĢtiği Türkiye‘nin 100. kuruluĢ yılındaki milli hedeflerine ulaĢmada ihtiyaç duyduğu eğitilmiĢ insan sayısında önemli bir açık oluĢturacak olan bu adaletsizliğin bir an önce giderilmesi milletimizin en önemli beklentisidir ‖ (MÜSĠAD, 2010b). 19 Bu konuda bkz. MÜSĠAD‘ın kendi hazırladığı 2010 MÜSĠAD Ekonomi Raporundaki sonuçlarda görmek mümkündür(2010c). Aynı zamanda MÜSĠAD hazırladığı raporunda, önerileri arasında iĢsizliğin azalmasını sağlayacak kimi uygulamaların önemine dikkat çeker. 499 5.SONUÇ Toplumsal eylemleri belirleyen etkenlerin baĢında son yıllarda ulus ve sınıf tartıĢmalarından çok, kültürel kimlik kavgaları ve çevresel hareketlerin öne çıktığını görmekteyiz. Bu hareketler ise daha çok entelektüel özelliğe sahip orta sınıf mensuplarının tartıĢmaları olduğunu görmekteyiz. James Petras‘a (1990) göre, iĢçi sınıfı hareketinin zayıfladığı, sermayenin devleti tamamen ele geçirdiği günümüzün sosyo-politik ortamında entelektüeller, dil ve kültür gibi konularla uğraĢarak, ciddi bir sınıf savaĢımına hiç bulaĢmadan büyük kavgalar veriyormuĢ görünümünü korumaya çalıĢmaktadırlar. TEKEL eylemi de, Türkiye‘deki toplumsal hareketler bağlamında etkinliği ve sonuçları bakımından belli bir sınıfın hareketidir. Bu anlamda bilinen entelektüel teorisinin aksine Gramsci ve Bourdieu‘nün entelektüeli praksis ile eleĢtiren teorik arka planı TEKEL iĢçi eylemlerinin analizinde de yeni bir bakıĢ ortaya koyabilmiĢtir. Her iki düĢünürün teorisinin irdelenmesi ve ayrıntılı olarak analiz edilmesi sonucunda, Gramsci ve Bourdieu düĢüncesinde önemli bir yere sahip olan entelektüelliğin, eleĢtirellik, taraflılık ve sorgulamacılık özellikleri ile eylem adamlığı ve muhaliflik vurgusu, ön plana çıkmıĢtır. Bundan yola çıkarak, her iki düĢünür için entelektüelliğin temellerinin ‗praksis felsefesi‘ ile Ģekillendiğinin, düĢünürlerin metinleri üzerinden kanıtlanması, çalıĢmanın önemli bir sonucudur. Gramsci‘nin ifade ettiği gibi, her insan sahip olduğu belirli bir zekâ düzeyi ile entelektüeldir, ancak onun konumunu belirleyen, daha çok toplumsal alanda sahip olduğu iĢlevidir. Bu temelde her sınıfın kendi organik entelektüellerini yaratmasının ipuçlarının eylemde görmek mümkündür. Hiç kuĢkusuz eylemin belirleyici özelliği ve Ģimdiye kadar yaĢanan diğer kitlesel eylemlerden farkı, eylemin kendi içerisinde öğreticiliğinin olmasıdır. Bir diğer ifadeyle, deneyimlerinden öğrenen iĢçi kesiminin, teorik ve pratik birlikteliği sadece iĢçi kesimi ile sınırlı kalmaz; farklı kesimlerde etkisini gösterir. TEKEL eylemi ile ilgili olarak ele alınan entelektüellerin kategorik olarak tasniflemesi yapılırken, bu kesimlerin her birinin kendi içerisinde homojen bir yapıyı temsil etmedikleri çalıĢmanın bir diğer sonucudur. Bu anlamda entelektüel kesimlerin her birinin ortak özellikleri olduğu söylenemez. Ancak, toplumsal alanda belli bir sınıfı temsil etmesi için ele alınan entelektüel çevreler, temsil ettikleri toplumsal yapı ile bağımlılık içerisindedirler. Dolayısıyla, özellikle teorik çerçevede üzerinde durulan, entelektüelin, eleĢtirelliği, muhalifliği ve bağlantısız olma durumunu, TEKEL eyleminde çalıĢmaya dâhil olan entelektüel kesimler içerisinden sadece belirli bir gruba ait bir özellik olarak atfetmek imkânsızdır. Örneğin, çalıĢmada ele alınan, meslek odaları ve birlikleri olarak tasniflenen grubun tamamının, eylem ile ilgili söylemlerinin analizi ile entelektüel özerkliğe sahip olduğunu vurgulamak güçtür. Ancak, entelektüel gruplarının her biri için çalıĢmanın genel sonucu olarak kabul edebileceğimiz durum, eylem sürecinde yaĢanan değiĢimin anlamlı olduğudur. TEKEL iĢçileri ile birlikte hareket eden eylemin içindeki kesimler sahip oldukları kiĢisel habituslarını, bir mücadele alanı içerisinde sınıfsal habitusa dönüĢtürmeye çabalamıĢlardır. Bu nedenle eylemle ilgili söylemlerinde kiĢisel habituslarının göstergesi olan, sınıf, iĢçi sınıfı, direniĢ, grev gibi kavramları kullanarak, eyleme devrimci bir hareket olarak bakmıĢlardır. Bu sayede entelektüeller, kendilerinde bir dönüĢüm yaratmıĢlar ve toplumsal rollerinin farkındalığına vararak bulundukları konumu yeniden üretmiĢlerdir. Yani entelektüel kesimler kendilerine yönelik bir ayna tutmuĢlar ve eyleme bu çerçeveden bakmıĢlardır. Buna karĢılık, sermaye sahibi burjuvazinin temsilcisi olan kesimlerin söylemlerinde (Örneğin, bir kısım gazete köĢe yazarı, iĢ adamaları dernekleri ve bir kısım iĢçi ve iĢveren sendikası ile meslek örgütlerinden iktidara yakın söylemde bulunanlar) siyasa iktidar ile kurdukları organik bağın devam etmesi için eyleme temkinli yaklaĢtıklarını gözlemlemek mümkündür. Ancak sadece sahip oldukları alan içerisindeki ekonomik sermayenin avantajını kullanarak belli bir kültürel sermayeye sahip kesimlerin bu noktada entelektüel bir iĢi yerine getirdikleri söylenemez. Bu anlamda birer kanaat önderi olan ve bilirkiĢi gibi davranarak iktidarın onay merkezine dönüĢen bu entelektüellerin yaklaĢımının entelektüelliğin praksis özelliği ile örtüĢtürmek imkânsızdır. Sonuç olarak Gramsci entelektüeli tanımlarken kafa ve kol emeği arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaya çalıĢır.Yani eyleyen/yapan insan ile düĢünen insan bir aradadır ve bireyin kendisinin var olması, ancak bu ikisinin birleĢimi olan praksis ile mümkündür. Bu nedenle gün gelir sıradan bir iĢçi, çiftçi ya da memur, sahip olduğu zekâsını toplumsal iĢlevlerde kullanarak entelektüel bir iĢi yerine 500 getirebilecektir. Bu açıdan bakıldığında, TEKEL eyleminde bu tavrın sürdürüldüğünü söylemler üzerinden belirlemek mümkündür. Özellikle iĢlevsellik açısından entelektüel olmayı tanımlayan Gramsci‘nin düĢüncesine referansla, eylemi değerlendiren kesimlerden bir örgüt içerisinde yer alan entelektüeller, toplum içinde öne çıkmıĢtır. ÇalıĢmada bu nedenle meslek örgütleri, sendikalar ve cemiyetlerin fikirleri ile pratiklerinin daha tutarlı olması beklenebilir. Bir diğer ifade ile bu meslek örgütlerinin iĢlevi, toplumsal düzenin dönüĢtürücüsü olarak, her alanda etkili olmalarıdır. Gramsci‘nin kuramında hegemonyanın tesisinde ve yeniden üretilmesinde entelektüeller önemli bir role sahiptir. Özellikle kriz anlarında, siyasal iktidar, entelektüellerin karĢı hegemonya yaratmasını önlemeye çalıĢır. KarĢı hegemonyanın yaratılmasında bu anlamda entelektüeller, bir eylem bilinci ile örgütlenerek, öncü olacaklardır (Gramsci, 1985, s. 38). Gramsci‘de entelektüele yüklenen bu iĢlevleri, TEKEL eylemi sürecinde de yerine getirecek olanlar, kolektif hareket eden, yapılar içindeki entelektüeller olmalıdır. Bu entelektüellerden beklenen, bağlı oldukları sınıfın organik entelektüelleri olarak, eylemi baĢından sonuna kadar tarihsel bloğun kurulmasında bir karĢı hegemonya yaratıcısı olarak desteklemeleri ve bunu sınıf adına yaptıklarını ifade etmeleridir.Ancak eylemde bu bilinci taĢıyan örgütlü yapıya pek fazla rastlanmaz. Bu nedenle eylemin asıl organik entelektüelleri, eylemin baĢlamasında doğrudan etkisi olan, sendikaları, örgütleri ve verdikleri mücadele ile medyayı harekete geçiren, sıradan kol gücü ile çalıĢan iĢçilerdir. ĠĢçiler, kol gücü ile yaptıkları çalıĢmanın karĢılığını almak için, kafa gücülerini kullanarak, bir harekette bulunup eylem yapmaya karar vermiĢlerdir. Bu anlamda, eylemciler birer praksis örneği vermiĢlerdir. Entelektüel kesimlerin eyleme iliĢkin söylemlerinde ise, onların bu davranıĢı öne çıkardığını, çalıĢmanın sonucunda söylemek yanlıĢ olacaktır. Eyleme destek veren örgütlü, örgütsüz her kesimden kiĢiler, kendilerini iĢçilerden hiyerarĢik olarak üstte konumlandırarak, bir tür dıĢarıdan bilinç taĢıyıcılar olarak, kendi konumlarını hatırlatma savaĢındadırlar. KAYNAKÇA Aron, R. (1979). Aydınların Afyonu, (Ġ. Tanju,Çev.). Ġstanbul: Tur. Balta, E. (2010). Tekel Direnişi: Sendikal Bürokrasiyi ve Mücadeleyi Genelleştirmek, http://sdyeniyol.org/index.php/ci-hareketi/275-tekel-direnii-sendikal-buerokrasi-ve mücadeleyi-genelleĢtirmek-ecehan-balta. Bauman, Z. (2003).Yasa Koyucular İle Yorumcular. Ġstanbul: Metis Yayınevi. Benda, J. (2006). Aydınların İhaneti, (C. Soydemir, Çev.). Ġstanbul: Doğu Batı Yayınları. Bernstein, R.J. (1971). Praxis And Action Contemporary Philosophies Of Human Activity. Philadelphia: University Of Pennsylvania Press. Birgit, O. (12.05.2010). Bir Günlük Genel Grev, Cumhuriyet. Bodin, L. (2009). Aydınlar, (M. Dündar, Çev.). Ġstanbul: Gündoğan Yayınları. Bottomore, T. B. (1997).Seçkinler Ve Toplum, (E. Mutlu,Çev.).Ankara: GündoğanYayınları. Bourdieu, P. (1988). Homo Academicus. Cambridge: Polity Press. Bourdieu, P. (1989). The Corporatism of the universal: the role of intellectuals in the modern World. Telos, 81 (Fall), 99-110. Bourdieu, P. (2006). Karşı Ateşler. (H. Yücel. Çev.). Ġstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Bourdieu, P. (2007). Vive La Crisel: Sosyal Bilimde Heterodoksi Ġçin. G. Çeğin, E. Göker, A. Arlı ve Ü.Tatlıcan(Der.). Ocak Ve Zanaat Pierre Bourdieu Derlemesi, 33-52. Ġstanbul:ĠletiĢim Yayınları. Boyner, Ü. (2010). TÜSĠAD Yönetim Kurulu BaĢkanı KonuĢma Metni. TÜSİAD Basın Bülteni – 30 Nisan 2010, http://www.tusiad.org/bilgi-merkezi/basin-odasi/konusmalar/, EriĢim tarihi: 23.05.2011. Bulut, G. (2010). DireniĢin ―Bilinç‖ ile Ġmtihanı. G.Bulut (Der.). Tekel Direnişinin Işığında 501 Gelenekselden Yeniye İşçi Sınıfı Hareketi, 119-139. Ankara:Notabene Yayınları. Bürkev, Y. ( 2010). TEKEL DireniĢi: Ne Eskinin Basit Devamı Ne Yeninin Kendisi, G. Bulut (Der.). Tekel Direnişinin Işığında Gelenekselden Yeniye İşçi Sınıfı Hareketi, 13-46. Ankara: Notabene Yayınları. Cornay, M. (2001). Gramsci ve Devlet. ( M.YetiĢ, Çev.). Praksis, 252-77. Çandar, C. (27.01.2010). Doğrusu – Eğrisi… Hürriyet. Çelebi, S. (2010a). Kazananlar Hep Mücadele Edenlerdir! Disk Yönetim Kurulu Adına Disk Genel Başkanı Süleyman Çelebi‟nin, Tekel İşçileriyle Dayanışmak İçin Yapılan 4 Şubat İş Bırakma Eylemlerine İlişkin Değerlendirmesi04.02.2010 Basın Açıklaması.Ġstanbul: DĠSK Basın Ajansı. Çelebi, S. (2010b). DĠSK Genel BaĢkanı Süleyman Çelebi‘nin, ―Sendikal Hak ve Özgürlükler Ġçin Oturma Eylemi‖nin 7. haftasında yaptığı konuĢma, 10.02.2010, Basın Açıklaması, Ġstanbul: DĠSK Basın Ajansı. Çelebi, S. (2010c). DĠSK Genel BaĢkanı Çelebi'den, Gazeteci Ali Sirmen'e 1 Mayıs Yanıtı, Haber / Duyuru, 05.05.2010,www.disk.org.tr/default.asp.Page=Contents&CatId=20, EriĢim tarihi: 13.04.2011. Demirer, T. (2010). Yatarak Para Kazananlar‘ın Panzehiri: Tek-El ĠĢçileri, Kaldıraç Yayınevi (Haz.) Tekel Direnişi Dersleri 2010 Sendikalarımızı Geri Alacağız, 118-127. Ġstanbul: Kaldıraç Yay. DĠSK. (2010).Genel BaĢkanı Süleyman Çelebi'nin, 4-C Konusunda DanıĢtay‘ın Verdiği Karara ĠliĢkin Basın Açıklaması.27.05.2010: Haber/Duyuru. Ġstanbul: DĠSK Basın Ajansı. ErĢen, M. (2006). Entelektüel Laik Mi Olmalıdır?, (Entelektüeller II).Doğu Batı,36. Ankara:Doğu Batı Yayınları. Forgacs, D. (2010). Gramsci Kitabı Seçme Yazılar 1916-1935. (Ġ.Yıldız, Çev.). Ġstanbul: Dipnot Yayınları. Foucault, M. (2005). Entelektüelin Siyasi İşlevi Seçme Yazılar 1. (I.Ergüden, F. Keskin,Çev.). Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları. Furedi, F. (2004). Nereye Gitti Bu Entelektüeller. (A. E. Koç, Çev.).Ankara: BirleĢik Yayınevi Gramsci, A. (1971). Selection From The Prison Notebooks. (Q. Hoare Ve G.N. Smith, Ed. /Çev.). London: Lawrence And Wishart. Gramsci, A. (1985). Aydınlar ve Toplum. (V. Günyol vd. Çev.). Ġstanbul: Alan Yayınları. Gramsci, A. (1986). Hapishane Defterleri Seçmeler. (K. Somer, Çev.). Ġstanbul: Onur Yayınları. Gramsci, A. (1989).İtalya‟da İşçi Konseyleri Deneyimi. (Y. Alp, Çev.). Ġstanbul: Belge Yayınları. Gramsci, A. (1997).Hapishane Defterleri. (Çev. Adnan Cemgil). Ġstanbul: Belge Yayınları. Hawley J.P. (1980).Antonio Gramsci's Marxism: Class, State And Work.Social Problems, 27, 584600. Kagarlitski, B. (1992).Düşünen Sazlık 1917'den Günümüze Sovyet Devleti ve Entelektüeller. (O. Akınhay, Çev.).Ġstanbul: Metis Yayınları. Kaldıraç Dergisi Değerlendirme, (2010). ĠĢçi Sınıfının Bir Üyesi Olarak ĠĢçi Olmak!, Özgür Bir Dünya Ġçin Kaldıraç.Tekel Direnişi Dersleri 2010 Sendikalarımızı Geri Alacağız, 107. Ġstanbul: Kaldıraç Yayınevi. KESK (2009). KESK Genel BaĢkanı Sami EVREN‘in AKP‘nin Son Günlerde Hak Arayan Emekçilere KarĢı Tutumu Ġle Ġlgili Basın Açıklaması. 18.12.2009, Basın Açıklaması. Ġstanbul: KESK Haber Ajansı. Kumlu, M. (2010a). Tekel ĠĢçisi KazanmıĢtır. Türk-İş Basın Bürosu: 502 03.03.2010.www.turkis.org.tr/index.dyn?wapp=78C4F5E0-1F0E-4D50-A787.EriĢim 15.02.2011. tarihi: Kumlu, M. (2010b). Türk-ĠĢ Genel BaĢkanı Mustafa Kumlu‘nun Bölge ve Ġl BaĢkanları Seminerinde Yaptığı KonuĢma. 22.03 2010, Abant.www.turkis.org, EriĢim tarihi:17.03.2011. Le Goff, J. (1994). Ortaçağda Entelektüeller. (M.A. Kılıçbay, Çev.). Ġstanbul:AyrıntıYayınları Lévy, B.H. (2002). Entelektüellerin Övgüsü. (H. Gökhan, Çev.). Ġstanbul: GendaĢ Kültür. MEMUR-SEN. (2010). Tekel ĠĢçilerinin Yanındayız. www.memursen.org.tr. EriĢim tarihi: 12.07.2012. 04.02.2010. Basın Açıklaması. Meriç, C. (2005).Mağaradakiler. Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları. Mutman, M. (2006). Yeni Kültür Ve Aydınlar.Doğu Batı. S. 36. Ankara: Doğu Batı Yay. MÜSĠAD. (2010a). 2010 için 4x4 Reçete. 04.01.2010 Basın Bülteni. Ġstanbul: MÜSĠAD ĠletiĢim Merkezi Basın Koordinatörlüğü. MÜSĠAD. (2010b). Eğitime Ġdeolojik Bir Gözle Bakılmamalı.10.02.2010. Basın Bülteni. Ġstanbul: MÜSĠAD ĠletiĢim Merkezi Basın Koordinatörlüğü. MÜSĠAD. (2010c). Ekonomi Basını Başarı Ödülleri (EBBÖ) 2009 Sahiplerini Buldu.Ġstanbul: MÜSĠAD ĠletiĢim Merkezi Basın Koordinatörlüğü. Okay, A. (2011). Tekel İşçisi Bir Kadının Uyanışı. Ġstanbul: Gerçek Sanat Yayınları. Öncü, A. (01.02.2010). Tekel ĠĢçilerinden ―Yalnız Olmayan Güzel Ülkemize‖. Birgün. Öngen, T. (05.02.2010). Fiilden Faile 2. Birgün. Özbudun, S. (2010). Kızılay‘da Bir ―Hayalet‖ DolaĢıyor, Kaldıraç Yayınevi (Haz.).Tekel Direnişi Dersleri 2010 Sendikalarımızı Geri Alacağız. 115-117. Ġstanbul: Kaldıraç Yayınevi. Özcan, Z. (2006).Sosyo-Kültürel Olarak Entelektüeller,(Entelektüeller I).Doğu Batı, 36. Ankara: Doğu Batı Yayınları. Özuğurlu, M. (2010). Tekel DireniĢi Sınıflar Mücadelesi Üzerine Anımsamalar, G. Bulut (Der.). Tekel Direnişinin Işığında Gelenekselden Yeniye İşçi Sınıfı Hareketi, 47-67. Ankara: Notabene Yayınları. PektaĢ, R. (2010). Hrant Dink Ölüm Yıldönümünde Anıldı. TMMOB Birlik HaberleriBülteni,130, Ocak-ġubat. Ankara: Mattek Matbaa Basım Yayın. Petras, J. (1990). The Metamorphosis of Latin America‘s Intellectuals.Latin American Perspectives, April, 17/ 2, 102-112. Portelli, H. (1982). Gramsci ve Tarihsel Blok, (K.SomerÇev.). Ankara: SavaĢ Yayınları. Roberts, P. (2004). Gramsci, Freire, And Intellectual Life. Critical Notice Symposium, 35/3. Netherlands: Kluwer Academic Publishers. Said, E. (2004). Entelektüel Sürgün, Marjinal, Yabancı, (T.BirkanÇev.). Ġstanbul:Ayrıntı Yay. Santucci, A. (2011). Gramsci‟yi Anlama, (S. SezerÇev.). Ġstanbul: Kalkedon Yayınları. Schnegg, J. (2007). Praxis Als Erkenntnis-Und Theorieproblem-Die Feuerbachthesen Von Marx Und Die Theorie Der Praxis Von Bourdieu. H. Müller (Edt.). Die Übergangs-Gesellschaft Des 21. Jarhunderts Kritik, Analytik, Alternativen. Norderstedt: Bod-Verlag. Soner, ġ.( 29.12.2009). TaĢlar Yerli Yerine, Cumhuriyet. Soydan, F. (2010). Tekel ĠĢçisi; Sendika Mafyasının Sonu, Kaldıraç Yayınevi (Haz.).Tekel Direnişi Dersleri 2010 Sendikalarımızı Geri Alacağız, 104-107. Ġstanbul: Kaldıraç Yayınevi. Swartz, D. (2011). Kültür Ve İktidar Pierre Bourdieu‟nün Sosyolojisi, (E. Gen, Çev.). Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları. 503 TavĢancıgil, E. ve Aslan A.E. (2001). Sözel, Yazılı ve Diğer Materyaller İçin: İçerik Analizi Ve Uygulama Örnekleri. Ġstanbul: Epsilon Yayıncılık. TDK. bsts / felsefe terimleri sözlüğü(1975) (http://tdkterim.gov.tr/bts/, eriĢim tarihi:22.02.2011) TTB. (2011). Editörden, TTB, Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Ocak-ġubat-Mart, Sayı:35, Ankara: BaĢak Matb. Türenç, T. ( 03.04.2010). Sayelerinde Tekel ĠĢçisi Tarihe Geçti. Hürriyet. TÜRK-Ġġ (2009). 32 Yıl Sonra Taksim‘de.Türk-İş, 388, Mart/Nisan 2010. Ankara:Ziraat Matb. TÜRK-Ġġ. (2010a). TÜRK-İŞ Dergisi, Sayı:387. Ankara: Ziraat Matb. TÜRK-Ġġ. (2010b). Kamu Personel Rejimi. Türk-İş, Mart-Nisan 2010, Sayı:388. Ankara: Ziraat Matb. TÜRK-Ġġ. (2010c). ĠĢçi ve Kamu ÇalıĢanları Konfederasyonlarının 1 Mayıs Ortak Açıklaması.05.04.2010, Basın Açıklaması.www.sendikal.net/tag/turk-is/. EriĢim Tarihi: 21.05.201. Türkmen, N. (2012). Eylemden Öğrenmek Tekel Direnişi Ve Sınıf Bilinci, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları. Vergin, Nur. (2006). Entelektüel Olmak ya da Olmamanın Sosyolojik Belirlemeleri Üzerine Bir Deneme.Doğu Batı, S.37. Ankara:Doğu Batı Yay. Yalçındağ, D. A. (2010). TÜSĠAD 40. Genel Kurul Toplantısı AçılıĢ KonuĢması. http://www.tusiad.org/bilgi-merkezi/basin-odasi/konusmalar/ EriĢim Tarihi:10.02.2011. Yayla, A. (19.02.2010). Tekel ĠĢçileri ve Bir Ġstihdam Aygıtı Olarak Devlet, Zaman. YetiĢ, M. (1994). Antonio Gramsci Ve Ġtalya‘da Fabrika Konseyleri Deneyimi:1919-1920. (Ed. S. AkĢin vd.).İki Dünya Savaşı Arasında Avrupa Ve Balkanlar: İdeolojiler Ve Uluslararası Politika, 139-162.Ġstanbul: Aybay Yayınları. Zengin, T. (18.02.2010). Tekel ĠĢçilerinin mücadelesinin hükümeti deviririz tehdidine evrilmesi, Zaman. 504 YENĠ TOPLUMSAL HAREKETLER BAĞLAMINDA MEKÂNIN ADĠL PAYLAġIMI VE “CRĠTĠCAL MASS” HAREKETĠ Gökhan PĠRLĠ1 ÖZET 1960‘lı yılların öncesinde toplumsal alanda görülen sosyal hareketler ekonomik temelli ve sınıf tabanına sahip, iĢçileri ve orta sınıfı mobilize eden hareketler olarak tanımlanmaktadır. 1960‘lı ve 1970‘li yıllarda Amerika ve Avrupa‘da ortaya çıkan ―Yeni Sosyal Hareketler‖ ise özerklik, kimlik ve farklılık taleplerini doğrudan eyleme dayalı olarak ifade eden, katılım ve sivil haklar çerçevesinde karĢımıza çıkmaktadır. Kavram olarak kökenini Çin‘de ıĢıksız kavĢaklarda otomobil ve bisikletliler arasındaki geçiĢ üstünlüğü tartıĢmasından alan ve Türkçe‘de ―kritik çoğunluk‖ anlamına gelen ―Critical Mass‖, bisikletlilerin mekânda yer alma hakkı üzerinden bir sivil örgütlenme biçimi olarak ortaya çıkmıĢtır.―Critical Mass‖ bir eylem olarak da kritik çoğunluğa ulaĢmanın kazandırdığı güç ve görünürlüğü kullanmayı ve bu sayede trafikte yer alma haklarını kentsel mekânın adil kullanımı ve kentli hakları üzerinden talep eder. Çünkü olgunun geri planında bisikletlilerin kavĢakta bekleyerek kritik çoğunluğa ulaĢtıklarında kavĢaktan geçebilme hakkına sahip olmaları bulunmaktadır. Ġlki 1992 yılında San Francisco Ģehrinde gerçekleĢen ―Critical Mass‖, bugün dünyada aralarında Ġstanbul, Ankara ve Ġzmir‘in de bulunduğu birçok kentte görülen yaygın ve geniĢ katılımlı bir harekete dönüĢmüĢtür. Bu çalıĢmada, adem-i merkeziyetçi örgütlenme yapısı ile kolektif eylem temelinde gerçekleĢen―Critical Mass‖, hak kavramının ve mekânın, kapitalist ideolojinin temel dinamiklerine bağlı olarak insanlar ve kentler aleyhine dönüĢtüğü ve örgütlendiği bir ortamda, kentin daha adil Ģekilde yeniden üretilmesine dayanan kent hakkı bağlamında bir karĢı duruĢ ve sivil inisiyatif alanına sahip bir yeni toplumsal hareket olarak irdelenmektedir. Anahtar Kelimeler: Yeni Toplumsal Hareketler, Kent Hakkı, Critical Mass. ABSTRACT The social movements before 1960s were trigged by the economical domains, rooted on class basis, and were mobilizing the workers and the middle class. ― The New Social Movements‖ of 1960s and 1970s in Europe and USA, on the other hand, were emerged through demands within autonomy, identity and variety. They have expressed these demands via direct action and have outlined participation and civil rights. ―Critical Mass‖, which is a concept driven by the debate of priority between automobiles and bicycles on crossroads without traffic lights in China, was emerged as a civil organization of cyclists for their rights of existence in the space. And, Critical Mass as a demonstration, makes use of the power and visibility gained by achieving the critical majority and claims their rights of existence in urban traffic through the fair use of urban space and civil rights. Because, on the background of the concept, there is the fact that cyclists obtain the right of crossing the road when they become the majority. Critical Mass has first practiced in San Francisco in 1992, then turned into a wide spread and participatory movement in several cities of the world including Ġstanbul, Ankara and Ġzmir. This paper investigates ―Critical Mass‖ as a domain of civil initiate and an opposition within right to the city which basis on the fair repruduction of the city in an enviroment where the concept of ‗right‘ and space is transformed and organized against the citizes and the city along with the fundamental dynamics of capitalist ideology. Keywords: The New Social Movements, Right To the City, Critical Mass. 1 Yüksek Lisans Öğrencisi, Adnan Menderes Üniversitesi, Sosyoloji Anabilim Dalı, [email protected]. 505 Şayet fiziksel bir devingenlik özgürlüğün önemli bir şartıysa Gutenberg‟den beri yapılan icatların içinde bisiklet, Marx‟ın deyimiyle insan olmanın olanaklarını tümüyle gerçekleştiren ve hiç sakınca barındırmayan tek aletti…” Eric Hobsbawm (2006:122). GĠRĠġ Ġnsan hakları kavramı ortaya çıkıĢından günümüze gelene kadarki süreçte toplumsal geliĢim süreçleri ile birlikte ĢekillenmiĢtir. Ġnsan hakları kavramının bu Ģekillenme süreci birinci, ikinci ve üçüncü kuĢak haklar olmak üzere temel olarak üç aĢamadan oluĢan bir sınıflandırma içerisinde değerlendirilmiĢtir. Birinci kuĢak haklar olarak adlandırılan haklar, bireyi devletten korumaya yönelik bir iĢleve sahip olmuĢtur. 1789 Fransız Ġnsan Hakları Bildirgesi‘nden sonra yazılı bir nitelik kazanmaya baĢlayan birinci kuĢak haklar, kiĢi güvenliği ve özgürlüğünü sağlayan haklardan oluĢmaktadır. Birinci kuĢak hakların toplumsal refahı yeterince sağlayamaması sonucu ortaya çıktığında ise ikinci kuĢak haklar ortaya çıkmıĢtır. Daha çok ekonomik ve sosyo-kültürel çerçevede geliĢen, ortaya çıkıĢında özellikle Sanayi Devrimi ve yarattığı dönüĢümlerin etkili olduğu ikinci kuĢak haklar, sosyal sınıflar arasında görülen eĢitsizliklere karĢı iĢçi sınıfının yükselen tepkileri ile geliĢmiĢtir. Refah devletinin geliĢimi ile sağlık, eğitim, konut, sosyal güvenlik ve çalıĢma hakları kalıcı bir niteliğe kavuĢmuĢtur. Toplumsal, ekonomik, siyasi, teknolojik geliĢmeler ile bu geliĢmelere bağlı olarak birinci ve ikinci kuĢak hakların kapsamlarını aĢan düzeyde insan hakları alanında çeĢitlenmeler meydana gelmiĢtir. Bu durumun sonucunda ortaya çıkan üçüncü kuĢak haklar ya da dayanıĢma hakları denilen haklar, en temelinde topluluk halinde yaĢamanın ve katılımın getirdiği haklardır. Toplumda yaĢayan birey ve grupların talep ve katılımları ile oluĢmaları bakımından dayanıĢma hakları olarak adlandırılırlar. DayanıĢma haklarının bir baĢka özelliği ise sadece devlet etkisiyle gerçekleĢmesi mümkün olmayan haklar olmasıdır. Bu hakların gerçekleĢmesi için toplumda yaĢayanların çaba ve katılımları gereklidir. Çevre hakkı, self-determinasyon, barıĢ hakkı, insanlığın ortak varlığından yararlanma hakları gibi haklar, dayanıĢma haklarını oluĢturmaktadır. DayanıĢma haklarının içerisinde yer alan çevre hakkı, her bireyin ekolojik dengesi korunmuĢ bir çevrede yaĢaması ve aynı zamanda bu ekolojik dengenin bozulmaması için çaba göstermesini içermektedir. Çevre hakkının gerçekleĢtirilmesinde, bireyler kadar devletin de önemli bir sorumluluk alanı bulunmaktadır (Tekeli, 2011:195). Çevre hakkı mücadelelerinin yükseliĢe geçtiği dönem olan 1960‘lı ve 1970‘li yıllar aynı zamanda Yeni Sosyal Hareketler paradigmasının da ortaya çıktığı döneme rastlamaktadır. Rastlantı olmayan bu durumu, Yeni Sosyal Hareketler paradigması içerisinde çevre mücadelelerinin de önemli bir yeri olması ile açıklayabilmek mümkündür. Bu bağlamda, çalıĢmada Yeni Sosyal Hareketler paradigmasının ortaya çıkıĢ ve geliĢim süreci ele alındıktan sonra, 1968 Hareketleri öncesinde ortaya çıkan kent hakkı kavramının geliĢimi ele alınacak ve mekânın adil paylaĢımı çerçevesinde yeni bir kentsel toplumsal hareket olarak Critical Mass hareketinin değerlendirmesi yapılacaktır. 1.YENĠ TOPLUMSAL HAREKETLER PARADĠGMASININ ORTAYA ÇIKIġI 1960‘lı ve 1970‘li yıllarda Amerika ve Avrupa‘da ortaya çıkan yeni sosyal hareketlerin görüldüğü dönemin öncesinde toplumsal alanda görülen sosyal hareketlerin analizinde Klasik Kolektif DavranıĢ Teorisi hakimdir. Klasik KolektifDavranıĢ Teorisi‘nin sosyal hareket üzerindeki analizi modernleĢme teorisinden etkilenmekte ve sosyal hareket modernliğin tarihsel sürecinin bir sonucu olarak görülmektedir. Önemli kolektif hareket teorisyenlerinden Smelser kolektif davranıĢı, modernleĢme sürecinin doğurduğu yapısal değiĢimlere tepki olarak ortaya çıkan irrasyonel ve geçici hareketler olarak 506 değerlendirir (Çayır, 1999:14). Dolayısıyla kolektif davranıĢın temel alındığı sosyal hareketler, ortak inançların bir ifadesi ve yapısal bir krizin sonucu olarak karĢımıza çıkmaktadır. Ancak, 1968‘de Avrupa ve Amerika‘da ortaya çıkan barıĢ hareketleri, çevrecilik hareketleri, antinükleer hareketler, kadın, lezbiyen ve gey hareketlerinin görülmesiyle birlikte bu klasik anlayıĢ sorgulanmaya baĢlanmıĢtır. Özerklik, kimlik ve farklılık taleplerini doğrudan eyleme dayalı olarak ifade eden bu hareketlerin açıklanmasında Amerika‘da ―Kaynak Mobilizasyon‖ paradigması ve Avrupa‘da ―Yeni Sosyal Hareketler‖ paradigması etkili olmuĢtur. Yeni Sosyal Hareketler paradigmasında, önemli bir yere sahip olan Alain Touraine‘e göre bu sosyal hareketler, toplumsal aktörlerin sivil toplumun yapısı üzerindeki mücadelelerinden doğmaktadır. Touraine‘e göre, çağdaĢ sosyal hareketler yenidir, çünkü mücadelesi post-endüstriyel toplum tarafından açılan alanda gerçekleĢmektedir. Yeni güç merkezi ve yeni iliĢki biçimleriyle yeni bir toplum tipi olan post-endüstriyel toplumda mücadele alanı artık devlet değil, sivil toplumdur (Çayır, 1999:16). Sivil toplumda ortaya çıkan bu sosyal hareketlerin mücadeleleri, kimliği rahatça ifade edebilme, katılım ve sivil haklar gibi kavramlar çerçevesinde kültürel alanda karĢımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla 1960‘lı yılların öncesinde görülen, ekonomik temelli tanımlanan, sınıf tabanına sahip eski sosyal hareketlerden farklılaĢmaktadır. Eski sosyal hareketlerin giriĢimcileri, iĢçileri ve orta sınıfı mobilize ederken, yeni sosyal hareketler, sınıf kavramını aĢan ırk, toplumsal cinsiyet, etnisite gibi kavramlarla tanımlanan, kimliklerin ön plana çıktığı gruplardaki aktörlerin kolektif hareketlerine doğru kaymıĢtır. Kolektif hareketler olarak yeni sosyal hareketler, evrensel konuların ifadesi olan, belirli bir grubun çıkarı yerine geneli kapsayan ahlakiyet ilkesine bağlı olarak karĢımıza çıkmaktadır. Söz konusu olan bu hareketlerde, eski sosyal hareketlerden farklı olarak yani sosyo-ekonomik taleplerden çok, sembolik eylemlere katılma ve de kültürel, kimliksel ve yaĢam tarzlarıyla ilgili konulara daha çok ilgi duyulmaktadır. Bu nedenle amaçları, devleti ele geçirmekten ziyade, devlete karĢı özerk alanlar oluĢturmak ve oluĢturulan bu özerkliğin korunmasıdır. Claus Offe‘un deyimiyle ―eski politik paradigmanın hakim olduğu savaĢ sonrası yıllar, tabii ki sosyal ve siyasal çatıĢmaların olmadığı yıllar değildi. Fakat o yıllarda ‗çıkarlar‘ dolayısıyla temalar, aktörler ve çatıĢmanın çözümünün kurumsal araçları hakkında toplum çapında bir uzmanlaĢmanın tesis edildiği bir dönem söz konusudur. Gündemi meĢgul eden temel konular; bireysel, kolektif gelir dağılımındaki iyileĢmeler ve toplumsal statülerin hukuksal açıdan korunmasıydı. Baskın kolektif aktörler, kurumsallaĢmıĢ baskı grupları ve siyasal partilerdi. Toplumsal ve siyasal çatıĢmaların tek çözüm mekanizması pazarlıklar, parti rekabeti ve temsili hükümet idi‖. (Çorakçı, 2008:57) Buradan hareketle yeni sosyal hareketlerin, eski sosyal hareketlerden farklılaĢtığı önemli bir diğer noktanın ise örgütsel yapıları olduğunu söylemek mümkündür. Sınıf tabanlı olarak görülen eski sosyal hareketler merkezi örgütlenme yapısına sahipken, değer tabanlı yeni sosyal hareketler esnek ve adem-i merkeziyetçi bir yapıya sahiptir. Aktörlerin yeni sosyal hareketlere katılımı, aktörün iradesi dahilindedir ve kararlar müzakere yoluyla alınır. Bu sosyal hareketlere katılan aktörler Offe‘a göre barıĢın, çevrenin ve insan haklarının korunması gibi temalar etrafında bir araya gelen grupların içerisinde yer alırlar. Bu grupların değerleri merkezi kontrolün karĢısında kiĢisel özerklik ve kimlik temelinde Ģekillenmektedir ve hareket etme biçimleri ise içsel olarak resmi olmayan ve yatay farklılaĢmanın görüldüğü iliĢkilerle, dıĢsal olarak da protestoya dayanan taleplerle karĢımıza çıkmaktadır(Çayır, 1999:67). Yeni sosyal hareketlerin içerisine dahil edebileceğimiz ―kent hakkı‖na dayalı hareketler de bu bağlamda ele alınabilmektedir. Ġlk kez Neo-Marksist Fransız düĢünür Henri Lefebvre tarafından ortaya atılan kent hakkı kavramı, Marksist literatürde kent mekanının ilk kez doğrudan ele alınması bakımından önemli bir yere sahiptir. Lefebvre‘nin kent hakkı kavramını ele almadan önce Marksist literatürden baĢlayarak Lefebvre‘nin kent hakkı kavramını ortaya attığı 1967 yılına kadar kentsel mekanın ele alınıĢına bakmak faydalı olacaktır. 507 2. BĠR MEKÂN OLARAK KENT Ġnsanlığın ilk yerleĢimlerinden bu yana, kentleri çok geniĢ bir tarihsel çerçevede ele almak ve kent tanımlamaları yapmak mümkündür. Bu çalıĢmada ise kentin doğrudan bir analiz nesnesi olarak konu edinildiği dönemlerden baĢlanarak ele alınması amaçlandığından özellikle bu doğrultuda geliĢmelerin olduğu Sanayi Devrimi sonrası kent analizlerine değinilecektir. 19.yüzyılda, kentin toplumsal faktörler ile birlikte ele alındığı Marx ve Engels‘in çalıĢmaları, aynı zamanda kent sosyolojisinin tohumlarının atıldığı çalıĢmalar olması bakımından da önem arz eder. Bu süreçten itibaren kent mekânının doğrudan bir analiz nesnesi olma yolunda geliĢme gösterdiğini söylemek mümkündür. Marx‘ın çalıĢmalarında kentin, daha çok kapitalist geliĢme çerçevesinde ele alındığı görülmektedir. Aslanoğlu (1998:56)‘na göre Marx‘ın çalıĢmalarında kentin feodalizmden kapitalizme geçiĢte oynadığı özgün rol göz ardı edilmemiĢ fakat kent kendisi bir analiz nesnesi olarak değil, kapitalizmin geliĢimiyle ilgisi ölçüsünde ele alınmıĢtır. Nitekim ġengül (2001:10) de Marx‘ın çalıĢmalarında kentin sistematik bir değerlendirme veya kurumsallaĢtırma içerisinde ele alınmadığını, öte yandan Marksist literatürde ise Engels‘in ―Ġngiltere‘de ĠĢçi Sınıfının Durumu‖ eserinin kapitalist kent konusunda önemli bir yerinin olduğunu vurgulamaktadır. Modern anlamda ilk kentbilim okulu olarak tanımlayabileceğimiz Chicago Okulu ise, 1920‘li yıllarda kentin tam anlamıyla bir analiz nesnesi olarak ele alındığı çalıĢmaları ortaya koymuĢtur. Bu anlamda Chicago Okulu etrafında toplanan Ekolojist YaklaĢım‘ın temsilcileri de sistemli ve doğrudan bir kent analizi yapan ve aynı zamanda ilk kent sosyologları olarak kabul edilmektedir. Robert Park‘ın ―Kentsel Ekoloji‖ disiplinini oluĢturarak temellendirdiği oluĢumun diğer önemli isimleri Ernest Burgess, Roderick McKenzie ve Louis Wirth‘tür. Chicago Okulu‘nun ortaya koyduğu görüĢlerin çerçevesi, kentleĢmenin birçok boyutunun görülebileceği hızlı büyüme, yayılma, nüfusun yoğunlaĢması, nüfusun heterojenliği gibi özelliklere sahip olan Chicago kentini bir laboratuvar gibi incelenmesine dayanmaktadır (Aslanoğlu, 1998:61). Kent biçimi ile ilgili açıklamalarında doğal süreçler ile bağ kuran bu yaklaĢım, canlıların birbirleri ile iliĢkilerinin yaĢam çevrelerini belirlemesine benzer biçimde, kentte yaĢayanların da yaĢamlarını sürdürebilmek için iĢbirliği ya da çatıĢma içinde bulunmalarının kent biçimini belirlediğini öne sürer. Chicago Okulu‘na göre kent bu Ģekilde, doğal bir biçimde bölgelere ayrılır (Duru ve Alkan, 2002:11). Chicago Okulu‘nun kent analizlerinin kent ve mekan iliĢkisine getirdiği bu organizmacı yaklaĢım hem bu alanda önemli bir yere sahip olmuĢ hem de özellikle Neo-Marksist düĢünürler tarafından eleĢtiriye uğramıĢtır. Çünkü bu durumda kentte görülen eĢitsizlikler, doğal süreçler olarak algılanmakta ve dolayısıyla kentte görülen bu eĢitsizlik, uyumsuzluk gibi faktörlerin değiĢtirilmesi mümkün olmayan süreçler olarak ele alındığı görülmektedir. 1960‘lı yıllara gelindiğinde ise, Marksist kuramcıların kent ve mekanı kapitalist birikim süreçleri çerçevesinde ve doğrudan ele aldıkları görülmektedir. Aynı zamanda ÇağdaĢ Kent Sosyolojisi‘nin ortaya çıktığı bu yıllar, Marksist kuramın da kent ve mekan konusunda aldığı eleĢtirilere refleks geliĢtirdiği bir dönem olmuĢtur. Henri Lefebvre, kapitalizm ve mekân iliĢkisini ayrıntılı biçimde ele alan, kapitalizmin varlığını sürdürebilmek için mekanı nasıl yeniden ürettiğini inceleyen ilk Marksist düĢünürdür. Analizlerinde, kapitalist toplumda mekanın nasıl üretildiğine odaklanan Lefebvre, 68 Hareketleri öncesi ortaya attığı ―kent hakkı‖ kavramı ile de aynı zamanda bu hareketin sloganlarının ilham kaynaklarından birisi olmuĢtur. Bu bağlamda, çalıĢmamızdaki analizin temel dayanak noktası olan kent hakkı kavramlaĢtırması nedeniyle Henri Lefebvre‘ye ayrı bir parantez açmamız gerekmektedir. 3.HENRĠ LEFEBVRE VE KENT HAKKI Marx‘ın tanımladığı kapitalist üretim iliĢkileri ve üretim güçleri arasındaki çeliĢkilerin kentsel mekânda nasıl farklılaĢtığını ortaya koyan Lefebvre, analizlerinde sermayenin mekâna ayrı bir iĢlevsellik kazandırdığını göz önüne sermektedir. Lefebvre‘ye göre kapitalizm, kentsel mekânı metaların üretildiği bir yer olmaktan çıkarıp, kentsel mekânın kendisini bir meta haline getirmiĢtir. Kapitalizm, bu yeni döneminde imalat sanayi, inĢaat ve altyapı gibi faaliyetlere yönelik endüstriler ile 508 yer değiĢtirmiĢ ve böylece mekanın kapitalist üretimi de artık değer üretimi ve kar elde ediminde etkili olmuĢtur. (Aslanoğlu, 1998:68). ġengül (2001)‘e göre bu durum Marksizm-mekan iliĢkisinde önemli bir kırılmaya yol açar. Zira Marksist yazında mekân, kapitalist üretimin yapıldığı yer olarak algılanır iken Lefebvre‘ye göre kapitalizm kent mekânını metalaĢtırmıĢ ve olası krizlerini bu sayede aĢabilmiĢtir. Lefebvre, sanayileĢmeden doğan toplumdan kentin bir meta halini aldığı süreci kentsel devrim olarak açıklamıĢtır. Toplumun bir bütün halinde kentleĢmesi savından yola çıkan Lefebvre, sanayileĢmeden doğan toplum olarak tanımladığı kent toplumundaki değiĢimleri salt mekansal olarak değil, tüm yönleriyle ele almıĢtır. Sözgelimi kırın ortasındaki bir yazlık evin, otoyolun ya da süpermarketin de kentin kır üstündeki hakimiyet göstergeleri olduğunu söyleyen Lefebvre, kent dokusunun içerisine bu unsurları da katmıĢtır (Lefebvre,2013:7-11). Henri Lefebvre‘nin kentsel hakları akademik gündeme ve özellikle 68 Hareketleri‘ne verdiği esinle sokakta dolaĢıma soktuğu kent hakkı kavramlaĢtırması, kent temelli hareketlerin Ģekillenmesinde önemli bir yere sahip olmuĢtur. Lefebvre, kent hakkı kavramını ilk kez 1967‘de yine aynı isimli eserinde ortaya atmıĢtır. Kent hakkı kavramı özünde, kentsel mekân ile ilgili alınan kararlarda, devlet, sermaye gibi güçlerin değil, kent sakinlerinin karar alıcı konumda olmalarını içerir ancak bununla sınırlı kalmayıp, daha radikal bir biçimde kent sakinlerinin yaĢadıkları mekânı kullanma, oluĢturma ve değiĢtirmeleri anlamlarını içeren hak olarak Ģekillenir. Lefebvre kent hakkı bağlamında, kentlilerin yaĢadıkları kent üzerinde doğrudan karar alma mekanizmaları geliĢtirmelerini ise ―katılım hakkı , iĢgal/tahsis etme/kendine mal etme hakkı‖(Baysal, 2011b:39)üzerinden açıklamıĢtır. Katılım hakkı, kentlilerin karar alma süreçlerinde aktif olarak rol alması gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Mekânı iĢgal hakkı ise kent hakkının elde edilmesinde katılımı da içine alan ve kent hakkı mücadelesinin radikal bir görünüm kazandığı kısımdır. Kentte yaĢayanlar mekânı bizzat iĢgal ederek taleplerini salt dile getirmekten bir adım öteye geçer ve taleplerini uygulamaya koyarlar. Bu anlamıyla kent hakkı, mekânı fiziki olarak dolduran, kendilerine tahsis eden kent sakinlerinin metalaĢan ve değiĢim değeriyle öne çıkan mekanın kullanım hakkını mülkiyetten bağımsız olarak- geri kazanmaları anlamına gelir. Kentlilerin katılım ve iĢgal etme hakları ile birlikte kent ile ilgili mekanizmalarda edilgen konumdan karar alıcı konuma geçmeleri ayrıca Lefebvre‘nin kent hakkı görüĢünün içerisinde etkin bir vatandaĢlık tanımının da saklı olduğunu göstermektedir. Lefebvre, ortaya attığı kent hakkı kavramı ile mekânın kontrolünü devlet, sermaye gibi unsurlardan alıp bizzat kentte yaĢayanlara aktararak yeni bir kent yapılanmasının fikri temellerini atmıĢtır. Ayrıca Lefebvre kent hakkını oluĢturan katılım ve iĢgal hakkı kavramlarıyla da kentlerde hakim sınıf tarafından üretilen sosyal, ekonomik ve politik düzene karĢı koymak için bireylerin kolektif eylemler oluĢturabilmesine iĢaret etmektedir. Bu doğrultuda kent hakkı, iktidar iliĢkilerini de dönüĢtüren bir kavram halini alır. ġehir mekânına doğrudan müdahale etmek Ģehri kendinin kılmanın baĢlangıcını oluĢturur. Çünkü Lefebvre‘ye göre ―hayatı değiĢtirmek aynı zamanda mekânı değiĢtirmek anlamına gelir‖ (Sadri, 2011b:15). Lefebvre‘den sonra kent hakkı kavramının en güçlü savunucusu olan David Harvey ise Lefebvre‘den önemli ölçüde etkilenerek kavramı geliĢtirmiĢtir. Harvey de Lefebvre ile paralel olarak neoliberal sistemde ortak çıkarları doğrultusunda hareket eden devlet ile sermayenin yarattığı yeni yönetim mekanizmaları ile artı değeri devlet üzerinden dağıtırken, kentleĢme sürecini de kentlilerin değil sermaye ve üst gelir gruplarının lehine yönettiği bir mekanizmanın ortaya çıktığını söyler. (Harvey, 2009). Harvey, Lefebvre‘den farklı olarak kent hakkını eriĢilebilirlik hakkından öte bir Ģekilde tanımlar. Bunun yanı sıra Harvey, bütüncül bir bakıĢ açısıyla ne tür bir kent istediğimiz sorusunun ne tür bir toplumsal bağlar, doğa ile iliĢki, yaĢam biçimleri, teknolojiler ve arzulanan estetik değerler gibi sorulardan ayrılamayacağını belirtir. Ayrıca Harvey, Lefebvre‘den hareketle geliĢtirdiği kent hakkı kavramının kentlerimizi ve kendimizi yeniden yapma özgürlüğünü içerdiğini ve bu özgürlüğün de en değerli ve en ihmal edilmiĢ haklarımızdan biri olduğunu ifade ederek (Harvey, 2009), kent hakkını Lefebvre‘den bir adım öteye taĢır. Harvey (2013:44)‘e göre nasıl bir Ģehir istediğimiz sorusu, nasıl kimseler olmak istediğimiz, ne gibi toplumsal iliĢkiler arayıĢı içinde olduğumuz, doğayla nasıl bir iliĢkiye değer verdiğimiz, ne tür bir 509 yaĢam tarzı arzuladığımız sorularından ayrı düĢünülemez. Öyleyse Ģehir hakkı, Ģehrin barındırdığı kaynaklara bireysel ve kolektif eriĢim hakkından çok daha öte bir Ģeydir: ġehri gönlümüze göre değiĢtirme ve yeniden icat etme hakkıdır bu. Dahası, bireysel değil kolektif bir haktır, çünkü Ģehri yeniden icat etmek kaçınılmaz olarak kentleĢme süreçleri üzerinde kolektif bir gücün uygulanmasına bağlıdır. Harvey, insan hakları içerisinde en değerli ama bir o kadar da ihmal edilmiĢ olan kent hakkını en iyi biçimde nasıl kullanırız sorusuna cevap arar. Lefebvre gibi Harvey de ĢehirleĢmenin sınıfsal bir olgu olduğunu vurgular. Kapitalizmin ürettiği artı ürünün emilmesi için ihtiyaç duyduğu Ģehirlerin bu manada mekânsal değiĢimlerin ötesinde hayat tarzlarında değiĢikliklere sahne olduğunun altını çizen Harvey, sermaye-kent arasındaki bağın altını çizer. Örneğin Harvey, ABD‘nin banliyöleĢmesinin yaĢam tarzlarında köklü değiĢimlere yol açtığını, ―banliyödeki müstakil evden buzdolabı ve klimaya, evin giriĢine park edilen ikiĢer arabadan petrol tüketimindeki muazzam artıĢa kadar bütün ürünler artı sermayenin soğurulması için üzerine düĢeni‖ yaptığını belirtir .Ayrıca Harvey, banliyöleĢmenin militarizasyon ile birlikte savaĢ sonrası dönemde artı sermayenin soğurulmasında kilit bir rol oynadığını, 1960‘larda bunlardan olumsuz etkilenen kesimin -baĢta siyahlar, azınlık grupları- ayaklandığını ve kentsel kriz ortaya çıktğını da belirtir. (Harvey 2013:50,51) Lefebvre ve ardıllarının görüĢlerinden beslenerek toplumsal alanda hayat bulan kent hakkı kavramı oldukça geniĢ bir yelpazede kendine yer bulmuĢtur. Özellikle Lefebvre‘nin eserini kaleme aldığı 1968 hareketleri döneminde Fordizm'in krizine karĢı bir araya gelen pek çok toplumsal hareket görülmektedir. Özellikle ABD‘nin Vietnam SavaĢı nedeniyle gençlik muhalefetinin karĢı çıkıĢının odağında olduğu bu dönemde savaĢ karĢıtlığı tek mücadele alanı olmamıĢtır. Konut hakkı için yürütülen kira grevleri, banliyöleĢme ile birlikte ortaya çıkan toplumsal ayrıĢmaya verilen tepkiler kent hakkı bağlamında değerlendirilebilmektedir. 1980 sonrası dönemde neo-liberal politikaların etkisi altına giren dünyada kentsel hareketler de bir önceki dönemden daha geniĢ bir alanda görülmeye baĢlanmıĢtır. Barınma ve konut hakkı, temiz su hakkı gibi temel yaĢam alanı olanaklarına dair taleplerin güçlendiği, bunun yanısıra küreselleĢme karĢıtı hareketlerin de bir baĢka kanadı oluĢturduğu bir döneme girilmiĢtir. Uzun bir süre Lefebvre‘nin radikal tanımlama çizgisinin dıĢında ağırlıklı olarak barınma hakkı Ģeklinde kendisine yer bulan kent hakkı, günümüzde daha geniĢ bir kitle tarafından seslendirilir olmuĢtur. Dünya genelinde birçok kuruluĢ ve topluluk kent hakkı ile ilgili çalıĢmalar yapmıĢtır. 2002 yılında Dünya Sosyal Forumu‘nda hayata geçirilmesi için ilk adımı atılan Dünya Kent Hakkı ġartı‘nın 2005 yılında Porto Alegre‘de gerçekleĢtirilen Dünya Sosyal Forumu‘nda kabul edilmesi bu çalıĢmaların gerçekleĢtirilen en önemli adımlarından biri olmuĢtur. Bunun yanı sıra bir diğer önemli adım da Avrupa Kentsel ġartı olmuĢtur. ÇalıĢmalarının temeli 1980-1982 yıllarında Avrupa Konseyi tarafından düzenlenen ―Kentsel Rönesans Ġçin Avrupa Kampanyası‖ kapsamında baĢlayan Avrupa Kentsel ġartı ulaĢım, doğa ve çevre, kentlerin fiziki yapıları, konut, kent güvenliği ve suçları, kentlerde dezavantajlı gruplar, kentlerde spor ve boĢ zamanların değerlendirilmesi, halk katılımı, kent yönetimi, kent planlaması gibi pek çok ana baĢlık altında oluĢturulmuĢtur. Kent içi ulaĢımda özellikle özel araçların ağırlığının azaltılması, kent içi dolaĢımda toplu taĢımanın, bisikletin ve yaya olarak gerçekleĢtirilebilecek çeĢitli alternatiflere yönelen bir anlayıĢın gerçekleĢtirilmesi Ģartın ulaĢım baĢlığı altında yer alan görüĢler olmuĢtur (Yener ve Arapkirlioğlu, 1996). Kent hakkı mücadelelerin hareketlendiği 2000‘li yıllar sonrasında en önemli kent hakkı ve ―iĢgal‖ deneyimini oluĢturan hareket ise ―Occupy Wall Street‖ Hareketi olmuĢtur. 4.TÜRKĠYE‟DE KENT HAKKI MÜCADELELERĠ Türkiye‘de genel olarak konut mücadeleleri etrafında örgütlenmiĢ bulunan kent hakkı mücadeleleri, 2013 Mayıs ayındaki Taksim Gezi Parkı DireniĢi‘ne kadar Türkiye‘de gerçek manasıyla tartıĢılma imkanını bulamamıĢtır. Türkiye‘de kent hakkı mücadelesinde bir dönüm noktası olması bakımından Gezi Parkı DireniĢi‘ne kısaca değinmek yerinde olacaktır. 1943 yılında Cumhuriyet döneminin ilk parkı olarak Lütfi Kırdar‘ın belediye baĢkanlığı döneminde Ġnönü Gezisi adıyla açılan Taksim Gezi Parkı, 2013 yılında Türkiye tarihinin en önemli toplumsal mücadelelerinden birine sahne olmuĢtur. Cumhuriyet döneminde, Ģehircilik uzmanı Henri 510 Prost‘un ismini taĢıyan Prost Planı ile, büyük ölçüde harabe haline gelmiĢ Topçu KıĢlası‘nın olduğu yere yapılmasına karar verilen Gezi Parkı, günümüzde kentin merkezinde kalan ender bir yeĢil alan olma özelliğini taĢımaktadır. Topçu KıĢlası‘nın eski yerine tekrar inĢa edilmesini de içerisinde barındıran Taksim YayalaĢtırma Projesi kapsamında yıkılması planlanan Gezi Parkı‘nın imar izni olmadan yıkılmasına karĢı parkta kurulan çadırlar ile bir ―iĢgal‖ eylemi olarak baĢlayan Gezi Parkı Protestoları, güvenlik güçlerinin Ģiddetli müdahaleleri ile birlikte kısa süre içinde Türkiye‘yi etkisi altına alan bir direniĢe dönüĢmüĢtür. Kent hakkı kavramının Lefebvre‘nin tarif ettiği biçimde radikal bir örneği olan Gezi Parkı DireniĢi, kentte yaĢayanların mekanı bizzat iĢgal mekanizmasını kullanarak biçimlendirmek istemesine bir örnektir. Bir Gezi Parkı eylemcisinin sözleri bu durumu özetlemektedir ; “…demokrasi dediğimiz siyasal alet bize başka bir yol bırakmadı… şairler şiir yazdılar, filmciler film çektiler, insanlar imza attılar.. hiçbir şey yapamadık. En sonunda bedenen buraya geldik, çünkü demokraside başka bir yol kalmadı bize..‖ (Youtube, 2013) 5. KENT HAKKI TALEBĠ OLARAK CRĠTĠCAL MASS HAREKETĠ UlaĢımın apolitik bir konu olarak algılanmasını eleĢtiren Freund ve Martin (1999:177), çağdaĢ toplumlarda bir yerden bir yere gitmenin otomobilin tekeline girdiği bir dünyada, otomobilin mekânın, zamanın ve hareketin toplumsal anlamları üzerinde derin politik içerimlerinin mevcut olduğunu belirtir. Lefebvre de kent hakkı kavramını geliĢtirdiği ve mekânı toplumsal analizin merkezine alan Kentsel Devrim isimli eserinde kentin ulaĢım sorunlarına doğrudan temas etmiĢtir. Ona göre ―Sokak yalnızca bir geçiĢ ve sirkülasyon yeri değildir. Otomobillerin sokakları iĢgal etmesi ve bu sanayinin, yani otomobil lobisinin baskıları, eski araçları birer pilot objeye, park etmeyi bir obsesyona, sirkülasyonu öncelikli hedefe çevirmiĢ, sosyal ve kentsel yaĢamı bütünüyle yıkıma uğratmıĢtır. Otomobil kullanma hak ve yetkilerinin sınırlanmasının gerekeceği gün yaklaĢmaktadır‖ (Lefebvre 2013:22). Otomobil günlük ulaĢımın her alanına yayılmasının yanı sıra, bizzat varlığıyla ve adına tesis edilen altyapısıyla günümüzde kentlerin görünümüne damgasını vurduğu bir ortamda (Freund ve Martin, 1996)dünyanın üç yüzü aĢkın Ģehrinde görülen ‗Critical Mass‘ hareketi de gün geçtikçe otomobilin merkezine oturduğu bir kent tasarımına tepki olarak doğan önemli kentsel hareketlerden biri olma özelliğini taĢımaktadır. Critical Mass hareketini hem kent üzerindeki hak sahipliğinin iktidar mekanizmalarından kent sakinlerine kanalize edilmesi yönünde gerçekleĢmesi hem de kentsel mekandaki güç iliĢkilerini yeniden düzenlemesi bakımından kent hakkı bağlamında değerlendirmek mümkündür. Nitekim bu çalıĢmanın sorgulama alanlarından biri Critical Mass örneğinin kentlerde görülen yeni bir kent hakkı mücadelesi bağlamında analiz edilmesidir. Critical Mass (CM), Türkçe‘de kritik çoğunluk anlamına gelen, dünyanın yaklaĢık üç yüz Ģehrinde bisiklet ile gerçekleĢtirilen bir harekettir. Kökeni Çin‘de ıĢıksız kavĢaklarda otomobil ve bisikletliler arasındaki geçiĢ hakkı sorununa dayanır. Bisikletliler karĢıdan karĢıya geçmek için kritik bir çoğunluğa ulaĢmayı beklemek zorundadır. Ġlk CM, 25 Eylül 1992‘de San Francisco Ģehrinde gerçekleĢmiĢtir. Daha sonra uluslararası boyutlara ulaĢarak Kuzey Amerika'da, Avrupa'da, Avusturalya'da, Asya'da ve Latin Amerika ülkelerinde yapılmaya baĢlanmıĢtır (Vikipedia, 2013). Etkinlik genellikle her ayın son cuma günü düzenlenmektedir. Türkiye‘de baĢta Ġstanbul, Ġzmir ve Ankara Ģehirlerinde CM hareketinin etkinlikleri düzenlenmektedir. ġehrin otomobil merkezli dizaynına karĢı yolların paylaĢılmasını talep eden bisikletli kolektif bir eylem olma özelliklerini ihtiva eden Critical Mass hareketi aynı zamanda kent hakkı kavramının birçok özelliğini de bünyesinde barındırmaktadır. CM, otomobil merkezli kent dizaynına bir tepki olarak ortaya çıkmıĢ ve varolan yolların eĢit imkanlarda kullanımını öneren bir hareket olarak geliĢmiĢtir. Bir baĢka ifadeyle CM, bisikletlilerin Ģehirde motorlu taĢıtların ulaĢımdaki üstünlüğüne son verecek oranda ―kritik çoğunluğa‖ sahip olduğunu gösteren bir hareket olarak tanımlanabilir. Bu 511 doğrultuda kritik çoğunluğa ulaĢmanın verdiği görünürlük ve güç ile birlikte bisikletliler trafikte yer alma haklarını talep ederler. CM hareketinin de kolektif eylem temelinde gerçekleĢmesinin yanı sıra bu topluluğun iliĢki ağına da değinmek gerekmektedir. CM hareketine katılan aktörlerin oluĢturduğu iliĢki ağında hiyerarĢik bir yapılanma söz konusu değildir. Örneğin etkinliğin lideri, örgütleyicisi ya da üyelik sistemi gibi unsurlar olmamakla birlikte hareketin rotası, etkinliğin yapıldığı gün yola çıkmadan önce harekete katılan aktörler tarafından belirlenmektedir. CM hareketi sınıf tabanlı bir hareket olma özelliğinden çok uzaktadır ve harekete katılan aktörler yaĢ, cinsiyet gibi değiĢkenler temelinde birbirinden farklılıklar göstermektedir. Bu nedenle CM hareketindeki gruplarda heterojen bir yapı söz konusu olmaktadır. Bu heterojen yapıda yer alan, motorlu olmayan alternatif ulaĢım araçlarını tercih eden bu aktörler kent hakkı mücadelesine bilfiil katılmaktadırlar. Dolayısıyla kolektif eylem temelinde oluĢan CM hareketine aktörlerin katılımı ‗kent hakkı‘ üzerinden olmaktadır. Bir baĢka Ģekilde ifade edilirse, grubun heterojen yapısının temellendiği kent hakkı mücadelesi, aktörleri bir araya getiren en temel gerekçeyi de oluĢturmaktadır. Görüldüğü üzere kent hakkı mücadelesinde önemli bir direniĢ alanı olarak ortaya çıkan CM hareketi ile kent hakkı arasında önemli bir iliĢki bulunmaktadır. ġehrin daha adil Ģekillerde yeniden üretilmesine dayanan kent hakkı kavramı bağlamında CM hareketi bir örnek teĢkil etmektedir. Bisikletlilerin kent üzerindeki talep ve arzularını yolları bizzat iĢgal ederek ifade etmeleri Lefebvre‘nin kent hakkı kavramı içerisinde tanımladığı katılım ve mekanı iĢgal/tahsis/kendine mal etme hakkını kullandıklarını göstermektedir. Bu nedenle kentlerde görülen, özellikle kent mekanının düzenlenmesinde kolektif eylem temelinde yeni bir mücadele alanı olarak tanımlanan CM hareketinin, kent hakkı mücadelesinde mekânın adil paylaĢımı bağlamında incelenmesi ve tartıĢılması bu araĢtırmanın temel amacını oluĢturmaktadır. 1980 sonrası neo-liberalizmin etkileri ile birlikte değiĢen ve dönüĢen dünyada hiç kuĢkusuz kent de bu değiĢim ve dönüĢümlerden etkilenmiĢtir. Nitekim neoliberal politikalar her alanda olduğu gibi yine kentsel mekânda da eĢitsizliklere sebebiyet vermiĢtir. Kentsel mekân ve özellikle kapitalizmin mekân üzerindeki etkilerine değinen Henri Lefebvre, David Harvey gibi sosyal bilimciler ile birlikte kapitalizmin dinamiklerinin kent üzerindeki etkileri, kapitalist süreçlerin üretiminde kentin rolü, kent mekânının tasarlanıĢı ve kent sakinlerinin bu süreçlerdeki rolleri gibi konular da daha yüksek sesle tartıĢılmaya baĢlanmıĢtır. ÇalıĢmada konu edinilen CM hareketi de yukarıda bahsedilen süreçlerde kent sakinlerinin kentsel mekân üzerindeki hak ve paylaĢım süreçlerinin görülebileceği bir alanı oluĢturmaktadır. KAYNAKÇA Aslanoğlu, R. A. (2000).Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Bursa: Ezgi Kitabevi, 2. Baskı. Baysal, U. C. (2011a). " Kent Hakkı: EriĢim Hakkından DeğiĢtirme Hakkına‖ Gökmen Özgür (der.), Türkiye‟de Hak Temelli Sivil Toplum Örgütleri, Ankara (STGM), ss. 363-379 Baysal, U. C. (2011b) "Kent Hakkı Yeniden Hayat Bulurken", Eğitim Bilim Toplum Dergisi, c. 9, ss. 31-55. Çayır, K.(1999).Yeni Sosyal Hareketler, Ed. Kenan Çayır, Ġstanbul: Kaknüs. Çorakçı, E. (2008).Modern ve Postmodern Kimlikler Bağlamında Yeni Toplumsal Hareketler, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü: Ankara. Duru, B., Alkan, A. (2002). 20. Yüzyıl Kenti, Ankara: Ġmge. Freund, P., Martin, G.(1996).Otomobilin Ekolojisi, Ġstanbul: Ayrıntı. Harvey, D. (2009). ―Kent Hakkı‖, Çev. Meriç Kırmızı, Sendika.org, Harvey, D. (2013).Asi Şehirler. Ġstanbul: Metis Yayınları. Hobsbawm, E. (2006).Tuhaf Zamanlar, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayıncılık. 512 Lefebvre, H.(2013). Kentsel Devrim, Ġstanbul: Sel Yayıncılık. Offe, C.(1999). ―Yeni Sosyal Hareketler: Kurumsal Politikanın Sınırlarının Zorlanması‖, iç. YeniSosyal Hareketler, (Çev. K. Çayır).,53-79 Ġstanbul: Kaktüs . Sadri, H. (2011). ―Mekan ve Ġnsan Hakları‖, Mimarlık ve Politika, Dosya No:25, ss. 15-20. ġengül, H. T. (2001). ―Sınıf Mücadelesi ve Kent Mekânı‖, 31.tr.wikipedia.org/wiki/Critical_mass[EriĢim tarihi 11.05.2013]. Praksis(2) ss.9- YENER, Z., ARAPKĠRLĠOĞLU K. (Çev.) (1996) Avrupa Kentsel Şartı,ĠçiĢleri Bakanlığı Mahalli Ġdareler Genel Müdürlüğü Yayını: Ankara. http://www.sendika.org/2013/05/kent-hakki-david-harvey/ [EriĢim tarihi: 31.07.2013]. http://www.youtube.com/watch?v=eX08G_szWCE[EriĢim tarihi 31.07.2013]. 513 AMFĠ 12 OTURUMU TÜKETĠM BOġ ZAMAN, TÜKETĠM VE ALIġ VERĠġ MERKEZLERĠ Yrd. Doç. Dr. Aysel GÜNĠNDĠ ERSÖZ1 ÖZET Günümüz düĢünürleri geleneksel toplumlarda üretimin, modern toplumlarda ise tüketimin baĢat rol oynadığına inanmaktadırlar. Yine, geleneksel toplumlarda kimlik verili iken, modern toplumlarda bireyler kendi kimliklerini oluĢturmak zorunda kalmaktadır. Tüketimde bireylerin kimlik oluĢumunda çok önemli yere sahiptir. Tüketim olgusunun boĢ zaman, kimlik, yabancılaĢma ve sosyalleĢme kavramları olan bağlantısı tüketimi salt bir ekonomik etkinlik olmaktan çıkararak sosyal ve kültürel boyuta taĢımaktadır. BoĢ zamanın gittikçe artması ise boĢ zamanların metalaĢması sonucunu doğurmuĢtur. Günümüz toplumlarında bireylerinin nerdeyse tamamı boĢ zamanlarını alıĢ veriĢ merkezlerinde kendileri için hazırlanmıĢ paket programları tüketerek geçirmektedirler. AlıĢ veriĢ merkezlerinden alıĢ veriĢ yapmak ise hem akılcı hem de hedonist özellikler göstermektedir. Özellikle hedonist özelliği nedeniyle, AVM'ler tüketimciliğin yayılmasına katkıda bulunan en önemli araçlar haline gelmiĢtir. AlıĢ veriĢ merkezleri; Lüks, Ģatafat, gösteriĢ, vitrinlerinin albenisi, imaj, gösterge, marka ve sembollerin cazibesi bireyin tüketme davranıĢını etkilemektedir. Tüketimi yönlendiren kimlik değeri AVM'lerde değiĢim ve kullanım değerinin önüne geçmektedir. Diğer yandan, alıĢ veriĢ merkezleri yeni bir tür sosyalleĢmenin yaĢandığı ama aynı zamanda yabancılaĢma olgusunu artıran mekânlardır. Anahtar Kelimeler: Tüketim, Boş zaman, Alış veriş merkezleri, Kimlik, Yabancılaşma ABSTRACT Philosophers of our time believe that production plays a dominant role in traditional societies while consumption does the same in modern societies. Traditional societies have their own established identities whereas individuals have to create their own identities. Consumption is of crucial importance to the creation of identities for individuals. Various factors linked to consumption such as leisure time, identity, alienation, and socialization; add social, psychological and cultural dimensions to consumption so that it is not a purely economic activity. Increased free time eventually transformed into merchandise. Almost all individuals in societies of our time spend their leisure time at shopping centers by consuming package programs tailored to them. Shopping at shopping centers has both rationalist and hedonist characteristics. Shopping centers have become the most important tool contributing to the proliferation of consumption particularly because of its hedonist nature. Shopping centers influence the individual's consumption behavior through luxury, flamboyance, the allure of their showcases, image, legends, trademarks, and symbols. Identity concept steering consumption outweigh change and usage at shopping centers. Meanwhile, shopping centers are places where a new kind of socialization is witnessed but also alienation is increasingly observed. Keywords: Consumption, leisure time, shopping center, socialization, identity, alienation GĠRĠġ SanayileĢme olgusunun ortaya çıkardığı kitlesel üretim ve buna paralel ortaya çıkan tüketim olgusu; günümüz dünyasında basit bir meta değiĢiminden çok daha fazla anlamlar yüklenmiĢtir. Toplumlar tüketim toplumlarına dönüĢürken, tüm dünyaya egemen olan bir tüketim kültürü ortaya çıkmıĢtır. Tüketim toplumunda ihtiyaç kavramının çok ötesinde arzu ve tutkular doyurulmaya çalıĢılmaktadır. Arzu ve tutkuların karĢılanabilmesi için yapılan devasa büyüklükteki alıĢ veriĢ merkezlerinin sayısı her geçen gün hızla artarken, tüketiciler gittikçe bu yerlere daha bağımlı hale 1 Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi, [email protected] 515 gelmektedirler. Kadın- erkek, yaĢlı- genç, zengin- yoksul, köylü- kentli ayrımı olmak sızın tüm bireyler boĢ zamanlarını alıĢ veriĢ merkezinde geçirmeye, deyim yerinde ise alıĢ veriĢ merkezinde yatıp kalkmaya baĢlamıĢlardır. Bu tüketimi salt ekonomik bir olay olarak değil, sosyolojik, psikolojik ve kültürel boyutları da bulunan çok yönlü bir olgu haline getirmiĢtir. Bu nedenle,sosyolojik düĢünce içinde hem klasik hem de çağdaĢ kuramcılar tüketim olgusunu çeĢitli boyutları ile tanımlamaya çalıĢmıĢlardır. Veblenve Simmel gibi klasik dönem düĢünürlerinin çalıĢmaları büyükĢehirlerin merkezlerinde ilk büyük marketlerin açıldığı yıllarda baĢlamıĢ olmalarına karĢın görüĢleri halen büyük ölçüde geçerliliğini korumaktadır. Klasik dönem kuramcıları ile çağdaĢ kuramcılardan; Baudrillard, Bocock, Slater, Featherstone ve Bauman'ın çalıĢmaları sosyolojik düĢüncenin tüketim olgusunu analiz etmesinin mihenk taĢlarını oluĢturmaktadır. Simmel (1996:84-85) metropolü para ekonomisinin yuvası olarak görür ve ona göre para alıĢveriĢinin asıl yaĢama alanı büyük kentlerdir. Çünkü Ģeylerin satın alınabilirliğini, kentler daha küçük mekânlara oranla daha fazla öne çıkarmaktadır. Simmel'e göre metropollerde yaĢayan insanlar,metropolhayatının getirdiği yabancılaĢmayla baĢa çıkabilmek için statü, moda etiketleri ya da bireysel farklılık yaratarak ―sahte bireysellikler‖ gerçekleĢtirmeye çalıĢmaktadırlar. Kendini ifade etmenin en önemli araçları ise moda ve stildir.Diğer bir klasik dönem kuramcısı olarak Veblen "aylak sınıfın" kuramında diğerlerinden farklılığını ortaya koymak için tüketim aracılığı ile kendini ifade etmeye çalıĢan bir burjuva sınıfının varlığından bahsetmektedir. Bu sınıf kendini ―gösteriĢçi tüketim‖ yaparak ifade etmektedir. Böyle bir tüketim içinde ayrıcalıklı kılınan metalar, farklılaĢmanın belirtisidir. Bu metalar, toplumun aylak sınıfını, diğerlerinden farklı göstermektedir. Aylık sınıfı oluĢturanlar diğerlerinde olmayan ürünleri elde etmek, kıskandırmak, saygı görmek veya farklılaĢmak için gösteriĢçi tüketim yapmaktadırlar. Günümüzde tüketim denildiğinde genellikle akla ilk gelen kentler, dolayısıyla alıĢ veriĢ merkezleridir. Nüfusun yapısı ve yoğunluğu kentleri tüketim boyutunda daha fazla öne çıkarmaktadır. Çünkü kentlerin çeĢitli mekânları insanlar arasındaki sosyal iletiĢim ve etkileĢimin geliĢtiği ortamlar olarak önemlidir. Kentleri sosyologlar için önemli kılan özelliklerden biriside kent ve tüketim araçları arasındaki iliĢkidir ve burada deneyimlerin, hazzın tüketilmesi ve serbest zaman biçimleri öne çıkmaktadır. Bu bildiride; Ankara'nın en büyük AlıĢ veriĢ merkezi olan Ankamall'un "seni sen yapan ne varsa burada" adlı sloganından yola çıkarak, AVM'ler tüketim, sosyalleĢme, kimlik, yabancılaĢma ve boĢ zamanlar kavramları çerçevesinde tartıĢılmaktadır. TÜKETĠM KAVRAMI Tüketim kavramını tanımlarken ilk akla gelen kuĢkusuz ihtiyaç kavramıdır. Bunun yanı sıra; savurganlık, harcamak, israf etmek, biriktirmek, tahrip etmek, yok etmek, tatmin olmak ve iletiĢim kurmak gibi kavramlar da tüketim karĢılığı kullanılabilmektedir. Tüketimin temel belirleyeni ihtiyaç olduğuna göre öncelikleihtiyacın ne olduğuna bakmak gerekmektedir. Ġhtiyaç bir kiĢinin birey olarak varlığını, kimliğini sürdürebilmesinde veya toplum düzeninin devam ettirilmesinde vazgeçilmez olana iĢaret etmektedir. Ġhtiyaçlar genellikle fizyolojik ve sosyo-kültürel ihtiyaçlar olarak iki grupta ele alınır. Fizyolojik ihtiyaçlar daha yaĢamsal öneme sahiptir ve fizyolojik ihtiyaçlarını karĢılayan bir birey sosyo-kültürel ihtiyaçlarını karĢılamaya yönelebilmektedir. Maslow''un çok bilinen beĢ aĢamalı hiyerarĢik açıklaması getirilen eleĢtirilere karĢın ihtiyaçları anlamamızda yadsınmaz değeri bulunmaktadır. Maslow hiyerarĢik sınıflamasında birinci aĢamaya; yeme, içme gibi fizyolojik ihtiyaçları koymuĢtur. Onun hemen altında tehlikelere karĢı korunma, yani güvenlik ihtiyacı bulunmaktadır. Üçüncü sırada ait olma; sevgi, arkadaĢlık ve benimsenme ihtiyacı bulunur. Dördüncü sırada onur, ün, bağımsızlık, saygı ve tanınma gibi saygı ihtiyaçları vardır. Son aĢamada ise kendini aĢma, yaratıcılığı içine alan kendini gerçekleĢtirme ihtiyaçları bulunur. Bu ihtiyaçlar hiyerarĢik olarak sıralanmıĢtır ve bir önceki ihtiyacın karĢılanması ile bir sonrakine geçilebilmektedir. Ġhtiyaçlar "sahte" ve "gerçek" ihtiyaçlar olarak ta gruplandırılabilmektedir. EleĢtirel kuramın önemli temsilcilerinden Marcuse (1997:67-68), tüketim toplumu ve tüketim kültürünün yığınları, 516 bireyi ―tek boyutlu insana‖ çevirerek tüketime dayalı yaĢam biçimlerine göre davranmaya zorlayan sahte ihtiyaçlar ürettiğini ileri sürmüĢtür. Ona göre sahte ihtiyaçlar; bireye belli sosyal çıkarlar tarafından yukarıdan dayatılan ihtiyaçlardır. Gerçek ihtiyaç ise; ihtiyaçların herhangi bir ideolojik güdümleme içermediğinden emin olabileceğimiz gereksinimlerdir. Ġhtiyaç ve istek arasındaki zıtlığa vurgu yapan Slater (2012:433) modern dönemde isteklerin öne çıkarılarak, ihtiyaçların dıĢlandığını ileri sürer. Ġhtiyacın aksine istekler zorunlu değil, insan seçim ve özgürlük alanının göstergesidir. Ġstekler hayati kabul edilmez, önemsiz, sadece heves, moda, eğlence ve lüks kabul edilirler. Bu nedenle, istekler, bedenlerin veya kimliklerin yeniden üretilmesinde bağlayıcı değildir. Yeni, istekler, imajlar veya sosyal yarıĢ aracılığıyla her zaman canlandırılabilir, genellikle de "doyumsuz" olarak nitelendirilir. Seçkin bir konum ve itibar elde etme giriĢiminde olan insanlar sürekli yeni istekler yaratmaktadır. Moda sürekli yenilik, sürekli bir açlık ile itibar arayanlara ve hem de kazanç isteyenlere hizmet verir. Fakat ihtiyaçların aksine, sürekli doyumsuzluk durumunun bedeli bitmeyen isteklerdir(Slater,2012:443-444). "Atın atın eski eĢyalarınızı atın, yenisini hemen alın" mantığı ile oluĢan tüketim toplumu, tüketimin öğrenilmesi toplumu, tüketime toplumsal bir biçimde alıĢtırılma toplumudur. Bu toplumda yeni üretim güçlerinin ortaya çıkmasıyla ve yüksek verimlilik taĢıyan ekonomik bir sistemin tekelci yeniden yapılanmasıyla orantılı yeni ve özgül bir toplumsallaĢma tarzıdır bulunmaktadır (Baudrillard, 2004, s.95). Ivan ıllıch (1991:58) "Tüketim Köleliği" adlı eserinde nasıl gereksinim duyulacağının zaten tüketicilere biçimsel olarak öğretildiğini ve tüketicilerin kararlarının ve eylemlerinin, artık tatmin konusundaki kiĢisel tecrübenin sonucu olmadığı ve adapte olmak durumundaki tüketicinin, hissettiği ihtiyacın yerine kendisine öğretilen Ģeyi koymaktan baĢka bir Ģey yapamadığından bahsetmektedir. Ġnsanlar, nasıl ihtiyaç duyacaklarını öğrenme konusunda elveriĢli birer öğrenci haline geldikleri, buna hazır oldukları bir kültürün varlığından söz etmektedir. Tüketim toplumunda, tüketicilerin aktif olarak baĢtan çıkarılma peĢinde olduğunu ileri süren Bauman (1999:36)ise, günümüz insanının değiĢiklik uğruna, çekici bir Ģeyden ötekine, bir ayartmadan diğerine koĢtuğunu söylemektedir. Ġhtiyaçlara sınır getirilememesi ve isteklerin tatmin edilememesi ile ifade edilen tüketim kültürü; tüketicilerin çoğunun yararcı olmayan statü arama, ilgi uyandırma, yenilik arama Ģeklindeki özelliklerle ilgi uyandıran ürün ve hizmetleri arzuladıkları ve bunları edinip sergiledikleri bir kültürün adına karĢılık gelmektedir(Aktaran OdabaĢı, 1999:25). Tüketim kültünde tüketim hedonist bir özellik gösterir. Bireyleri tüketime yönelten baĢkalarının gözündeki yeridir. Özetle, tüketim toplumunda bireylerin kimlikleri tüketim tarzları ve seviyelerine göre Ģekillenmektedir. Tüketim kültürü bir yaĢam biçimi haline getirilmiĢtir. Böylece tüketim kültüründe bireylere sınırsız ve tatmin edilemez ihtiyaçlar sunularak, tüketiciler sürekli daha fazlasını istemeye ve arzulamaya yönlendirilmektedir. Bu yolla yeniden üretimin yolu da açılmaktadır ve bu da kapitalist sistemin varoluĢ amacıdır. Tüketilen ürün ve hizmetler, sosyal görüntünün yaĢam biçiminin ve sosyal grupların oluĢmasında önemli bir role sahiptir.. Bocock (1997:13) insanların modern tüketim ideolojisi ile ilgili sosyal ve kültürel uygulamalardan bir defa etkilendikten sonra, izledikleri filmlerde, yazılı basında ve televizyonlarda sergilenen malları satın almayı, ekonomik güçleri yeterli olmasa bile o mallara sahip olmayı arzu ettiklerini ileri sürer. Böylece tüketim yalnızca gereksinimlere değil, sistemin var oluĢunun gerektirdiği ve gittikçe artan bir Ģekilde arzulara dayanan bir olgu haline gelmektedir. TÜKETĠM VE KĠMLĠK Modern yaĢamda, kim olduğumuzu öğrenmeyi, tanımlamayı ve hatırlamayı sahip olduklarımızın yardımı ile yapabilmekteyiz.Kimlik duygusu artık belirli bir ekonomik sınıfa ve sosyal statü grubuna üye olmakla veya doğrudan etnik köken veya cinsiyet yoluyla insanlara kazandırılan bir Ģey olarak düĢünülmemelidir. Gittikçe daha çok sayıda insan kendi kimliğini kendisi oluĢturmak durumunda kalmaktadır. Bu etkin kimlik oluĢturma süreci içinde tüketim önemli bir rol oynamaktadır (Bocock, 2005:74). Tüketimin kimlik oluĢturmadaki rolü de bireyleri hem yararcı olmayan hem de daha fazlasını istemeye koĢullandırmaktadır. 517 Tüketim hem kolektif ve hem de bireysel kimlik duygularının sembolik oluĢumunu içeren etkin bir süreç haline dönüĢmüĢtür.Modern toplumlarda tüketim, ihtiyaçlarının karĢılanmasından daha çok sosyal statü ve kimlikleri belirleyen bir etkinlik alanı olarak ifade edilmektedir. Bu anlamda tüketim; ―Ġnsanların kendi kimliklerini göstermesi, sosyal gruplara katılmayı gösterme, kaynakları biriktirme, sosyal farkları gösterme, sosyal etkinliklere katılma ve bunlar gibi pek çok Ģeyi sağlayan bir dizi uygulamayı kapsamaktadır‖. OdabaĢı'na(68) göre tüketici kendi sosyal rollerini tanımlarken, iletiĢimde bulunurken ve sosyal rollere göre davranırken, birbirini tamamlayan ürünlerin sembolik anlamlarından yararlanmaktadır. Bu yönüyle ürünlerin fonksiyonelliği değil, daha çok sembolik yönünü öne çıkmaktadır. Sembolik etkileĢimi savunan kuramcılar, benliğin toplumsal etkileĢim içinde oluĢum süreçlerini incelerler; onlara göre, benlik önceden verili değildir, toplumsal aktörlerin birbirleriyle iliĢkilerinde birbirlerine verdikleri tepkiler ve birbirlerini algılama biçimleri, etkileĢim ortamlarının kiĢiler tarafından nasıl tanımlandığı ve bu toplumsal ortamlara atfedilen anlam ve simgeler, toplumsal kimliklerin oluĢumunda etkilidir(DurakbaĢa, 2002:38-39). Kabaca sembol kavramı; nesne ya da fikir gibi baĢka bir Ģeyin yerine geçen iĢaretler olarak kullanılır. Daha baĢka bir deyiĢle, kapsamlı ve geniĢ iĢaretler olarak kabul edilebilir ve herhangi bir Ģeyi temsil ettiği kadar bir iliĢkiyi de gösterir. ĠĢaretler ise, iletiĢimde kullanılan sözcükler, jestler, resimler, ürünler ve logolardır (OdabaĢı,1999:59).Bu yönüyle tüketim semboliktir ve kendimiz hakkında baĢkalarına mesajlar yollarız. Gittiğimiz alıĢ veriĢ merkezi, alıĢ veriĢ yaptığımız mağaza, aldığımız ürünün üstündeki logo, ürünü koydukları poĢet, AVM'nin büyüklüğü karĢımızdakine mesaj olarak verilmektedir. Bu tüketimin yararcı özelliğinden çok sembolik önemine iĢaret etmektedir. Böylece ürünler ve aldığımız hizmetler kendi kimliğimizi oluĢturmanın ve yaratmanın bir yolu haline gelmektedir. ToplumsallaĢma sürecinde, tüketiciler bazı sembollerin anlamları üzerinde hem fikir olmayı öğrenmenin yanında, kendileri de sembolik yorumlar geliĢtirirler. Tüketiciler bu anlamları kimliklerini vurgulamak, sürdürmek ve yapılandırmak için kullanırlar. Tüketici, sosyal deneyim sürecinde baĢkalarının tepkilerinden kendi benliğini algılamasını gerçekleĢtirir. BaĢkalarının tepkilerinden etkilenerek oluĢan benlik aynı zamanda bu yolla zenginleĢmekte ve güçlenmektedir. Bu bireyin sosyal onay almak için sembolik tüketime yönelmesinin baĢlıca nedenlerinden birisidir(OdabaĢı,1999:63-64). Ürünler de birer sosyal semboldür ve dolayısıyla bireyin baĢkaları ile olan iletiĢimini sağlar. Bu ürün sembollerinin kullanılması bireyin hem kendisiyle hem de baĢkalarıyla olan iliĢkilerinde bir anlam taĢımakta, dolayısıyla bireyin benlik kavramını etkilemektedir. Bocock (2005:59-62) modern tüketimciliğin, bir semboller dizisinin potansiyel tüketici için anlaĢılır hale gelmesine bağlı olduğunu ileri sürmüĢtür. Sembolik anlamlar modern tüketiciyi, giysilerini, otomobillerini, disklerini, önceden kaydedilmiĢ vido kasetlerini ve ev eĢyalarını satın alırken etkiler. Satın alınanlar yalnızca, basit, doğrudan, faydacı bir kullanımı olan maddi bir nesne değil, bir anlam ileten, o sırada tüketicinin kim olmayı amaçladığını sergilemek amacıyla kullanacağı nesnelerdir. Tüketim malları, insanların, kimlik duygularını, tüketim kalıpları içindeki sembollerin kullanımı aracılığıyla oluĢturdukları bir yöntemin parçalarını oluĢturmaktadır. Genellikle üç tür benlikten söz edilir.Gerçek benlik "ben kimim " sorusunun cevabıdır ve tüketilen ürünler ya da hizmetler burada cevabı oluĢturabilir. Ġdeal benlikte; " ne olmak istiyorum" sorusunun cevabıdır ve kiĢilik özellikleri, sözel beceriler, tutumları ve sosyal algılamaları içerir. Sosyal benlik ise "ne olarak bilinmek istiyorum" yani ötekilerin bildiği benliktir. Ürünün sembolik sosyal sınıflandırması, tüketicinin kendisini doğrudan onunla iliĢkilendirmesini, kendi benlik kavramı ile ürünün anlamının örtüĢmesini sağlamaktadır( OdabaĢı, 1999:59). Sosyal kimlik, bireylerin kendilerini bir grubun üyesi olarak kategorilendirmesiyle iliĢkili olduğundanbirey tüketim ürünleri aracılığıyla bir grubunun üyesi olabilmektedir. Sosyal kimlik, insanlar arası etkileĢim içinde sergilenen bir rol olarak da algılanabilir. Goffmansosyal kimliği, kiĢiler arası etkileĢimde bir kiĢinin sosyal kategorisini öne çıkararak ve bir sosyal statüye bağlı davranıĢlar göstererek sunduğu görüntü/yüz olarak kavramlaĢtırır. Goffman‘a göre kiĢinin diğerleriyle iliĢkisinde ortaya koyduğu rol, onlar tarafından bir imaj olarak algılanır( Aktaran Bilgin,2007:13). Birey için bu tür bir imaja sahip olmak ve hatta onu devam ettirmek çok önemlidir. Bu nedenle, tüketim sonsuz bir 518 aĢk hikâyesine dönüĢebilir. AlıĢ veriĢ merkezlerinin iĢlevi de bu aĢkın bir ömür boyu sürmesi için uğraĢmaktadır. Sonuç olarak söylemek gerekirse tüketim ile "kim olarak algılanmak istediğimiz" arasında doğrudan bir bağlantı bulunmaktadır. Basit mal ve hizmetlerin değil, gösterge ve sembollerin tüketildiği bir toplumda insanlar kimlik duygularını satın aldıkları Ģeyler aracılığıyla oluĢturmaktadırlar Tüketim yapma beklentisi içinde olmak, tüketim eyleminin kendisinden daha eğlenceli bir duygu haline gelmiĢtir. Ġnsanlar kendi kimliklerini yaratmalarına yardımcı olacağını düĢündükleri malları tüketerek, olmayı arzu ettikleri varlık gibi olmaya ve kendileriyle ilgili bu imajı, bu kimliği sürdürmeye çalıĢmaktadırlar (Bocock, 2005:74). TÜKETĠM VE BOġ ZAMAN BoĢ zaman ile tüketim arasındaki iliĢkiyi konu edinen tartıĢmalar iki noktada ele alınmaktadır. Bunlardan birisine göre "boĢ zamanın" 20.yüzyılın baĢından beri artmakta olduğu, diğeri ise, boĢ zamanların tüketim endüstrisi tarafından istila edilerek metalaĢtırıldığı gerçeğidir. Bu bölümdeki tartıĢmalar bu iki noktada ilerleyecektir. Altı temel toplumsal kurumdan birisi olan "boĢ zaman" kurumu insanların dinlenme ve eğlenme ihtiyaçlarını karĢılamaktadır. Bu kurumun temel iĢlevi; hem bireyin çalıĢarak harcadığı enerjinin yerine konulmasına hem de bireyin gündelik hayatının tek düzeliğinden çıkmasına katkıda bulunmaktadır.ÇalıĢmadan farklı veya çalıĢmanın karĢıtı olan boĢ zaman, boĢluk ve etkinlik olan sosyal zamanın türleri olarak adlandırılır. BoĢ zaman, dıĢ amaçlardan ziyade, iç zevklerin, kendi isteği için yapılan aktivitelerin toplamı olarak düĢünülür. BoĢ zaman bu yönüyle, eğlenceli, serbest ve özel tercihtir. BoĢ zaman ―seçme/tercih‖, ―kaçıĢ‖, ―spontanelik‖ ve ―özgürlük‖ anlamlarıyla yakından iliĢkilidir. Günümüz endüstriyel kapitalist toplumlarında boĢ zaman, görece birey kontrolünden çıkmıĢ, adeta "ihtiyaçmıĢ" ve zorunluymuĢ gibi katıldığımız bir etkinlik alanı haline gelmiĢtir.Hatta bu ihtiyacın alıĢ veriĢ merkezlerine gitme orada gezinme, vakit geçirme, eğlenme, alıĢ veriĢ yapma vb. nerdeyse insanlara dayatılan bir özellik haline gelmiĢtir. Günümüz toplumlarında alıĢ veriĢ merkezlerine gitmek en önemli boĢ zaman aktivitelerinden birisine dönüĢmüĢtür. ÇalıĢma/boĢ zaman dikotomisi sosyolojik düĢüncede oldukça farklı görüĢleri barındıran bir alan olarak görülmektedir. GörüĢlerden birincisi modern toplumda iki farklı yaĢam alanın oluĢtuğu ve bunların birbirine zıt değerlere sahip olduğu tartıĢmalarıdır. Bu görüĢlere göre çalıĢma ve boĢ zamanın kendilerine özgü değerleri, etik, kural, davranıĢ kalıbı ve yaĢam biçimi bulunmaktadır. ÇalıĢma yaĢamının; kuralcı/baskıcı/zorunluluğuna karĢılıkboĢ zaman; özel, bireysel ve serbestlik ile ifade edilir. Yani boĢ zamanda; zevk, eğlence ve keyfilik vardır. ÇalıĢma ve boĢ zamanın zıt değerlere sahip olması oldukça sorunlu bir alan olarak görülmektedir. Örneğin Bell, çalıĢma /boĢ zaman etiğinin birbirinden farklı olmasının çalıĢma etiğinin disiplinli, boyun eğen, uymacı kiĢiliğine karĢın, boĢ zaman etiğinin; hedonist, aĢırı lakayt, ilkesiz ve tüketici bir kimliğe karĢılık geldiğini ileri sürmüĢtür. BoĢ zaman eleĢtirel teori tarafından, geri dönüĢümün, iĢ gücünün gerçek eğlencesinin ve iyileĢmesinin bir zamanı olarak görülmektedir. Sosyolojik tartıĢmalar arasında, insanların daha fazla serbest zamana sahip olmak ve serbest zaman uğraĢlarını tüketmek için çalıĢtıkları ve yaĢamın temel amacının boĢ zamanın geniĢletilmesine yönelik olduğunu tartıĢmaları da bulunmaktadır. BoĢ zamanın geniĢletilmesi ise, boĢ zamanın iktisadi ve politik iktidar aygıtlarının denetimine girerek, doğal anlamının ötesinde, farklı, ekstrem anlamlar, ideolojik ve politik yeni boyutlar kazanmasına neden olmuĢtur. BoĢ zamanın içerimindeki farklılaĢmanın/boĢalmanın temelinde ise, kapitalist sistemin kontrolüne girmiĢ olmasının büyük rolü bulunduğuna dair çoğu sosyal bilimci arasında tam bir uzlaĢıdan bahsedilebilmektedir.(Aytaç, 2004:117). ModernleĢme öncesinde aile, çalıĢma, boĢ zaman, üretim ve yeniden üretim birleĢik bir özellik gösterirken, endüstriyel kapitalizm ile birlikte çalıĢma ve boĢ zaman uzamsal ve zamansal olarak birbirinden ayrılmıĢtır.Kapitalizm bu süreçte, bir yandan çalıĢmayı yeniden üretmek bir yandan da anamalcı üretim sürecine dinamizm katmak için boĢ vakti artırma ve bu alanı kendi bağlamı içinde kârlı kılmaya çalıĢmaktadır. Sonuçta, boĢ vakit alanları, büyük endüstrilerin, holdinglerin, Ģirketlerin faaliyet gösterdiği dev birekonomi/endüstri haline gelmiĢtir. Bu endüstri, gösteriĢe dayalı tüketimin de içlerinde bulunduğu, gösteri sanatları, televizyon, oyun, sinema, tiyatro, müzikhol, stadyum, yüzme 519 havuzları, para makineleri, jimnastik salonları, sirk, lunapark, lotarya, kitle konserleri, faĢing ve karnavallar, kitle turizmi kapsamına almıĢtır. Bu endüstri, ayrıca, seyahat acenteleri, otel ve moteller, kamp malzemeleri, deniz ve dağ sporları için gerekli malzemenin üretilmesi ve pazarlanmasına kadar yayılan oldukça geniĢ bir pazarı kapsar. BoĢ zamanın artması, bu alanda pazar payını artırmak isteyen sektörlerde kıyasıya bir rekabete yol açmıĢtır. BoĢ zaman endüstrileri, bu çerçevede, kapitalist ekonominin en kârlı ve dinamik alanını oluĢturur(Aytaç,2004:118). BoĢ zaman alanının kapitalist sistemin bir aracı haline gelmesini "boĢ zamanın metalaĢtırılması" olarak kavramsallaĢtıran Slater (2012:541) boĢ zamanın tüketim ideolojisi tarafından istila edildiğini, kapitalizm için bir piyasa görevi gördüğü vurgulamaktadır. Ona göre, boĢ zamanın, yoğun bir Ģekilde nesneleĢtirilmesi ve bu yüzden daha çok eĢya satmak için ihtiyaçların doyurulması söz konusudur. BoĢ zaman, farklı kimlik kazanabilen bireyler yoluyla, tüketimin bir formu ve estetik olarak geliĢmiĢtir. BoĢ zaman aynı zamanda, insanların hayatlarının büyük bölümünde yer alarak, gittikçe artan bir yönetim gerektiren sosyal yaĢamanın bir parçası haline gelmektedir(Slater, 2012:544). Kapitalist sistem ile boĢ zaman arasındaki iliĢkiye vurgu yapan Aytaç; (2004:118) değerler, ideolojiler, yaĢam trendleri, imaj ve göstergelerin kapitalist kullanıma hizmet eden araçlar olduğunu iddia etmiĢtir.BoĢ zamanın bu yönüyle; ―kendiliğin‖, ―özgürlüğün‖, ―istemli tercihlerin‖, ―doğallığın‖, ―düĢünsel derinliğin‖, ―toplumsal iyiye/erdemliliğe ulaĢmanın‖ zamanı olmaktan çok, kapitalizmin kutsadığı ve onadığı yaĢam ereklerine ulaĢmanın (―tüketimcilik‖, ―yapay heyecanlar‖, ―kıĢkırtılmıĢ arzu/istekler‖, ―rekabetçilik‖, ―gösteriĢçi edimler‖, ―statü parlatma‖ vs.) bir aracı haline gelmiĢtir. Kapitalizm varoluĢsal amacı kâr ve boĢ zamanda tüm iliĢki ve etkileĢim kalıpları da metasal, ticari bir iĢlem görmektedir. Kapitalizm varlığını garantiye almak için sürekli yeni değer ve ideolojiler üretmektedir. Bu kendisinin ürettiği değer ve ideolojileri (―hırsı‖, ―arzuyu‖, ―hazzı‖, ―hedonizmi‖, ―prestiji‖, ―seçkinliği‖, ―gözde olmayı‖, ―zindelik‖, ―sağlık‖ ve―güzelliği‖) sürekli kutsayarak kitleyi, tüketime, rekabete, sınıf atlama, statü parlatma vb. çabalara yöneltmektedir.Spor, fitness/zindelik, güzellik, incelme vb. idoller, gerçekte bireyin yarıĢmacı bir sürece kendisini kaptırması, bu alandaki sektörlere iĢlerlik kazandırması ile sonuçlanmaktadır. Sistem ―iletiĢim araçları‖, ―moda‖, ―kamuoyu‖, ―reklamcılık‖, ―propaganda‖ vs. etkili Ģekilde kullanarak, kitlenin zaaf ve zayıf yönleri üzerinden etkili bir bağımlılaĢtırmaya gitmektedir.Kapitalizm kitlenin boĢ vakit ayrıcalığı üzerinde denetleyici ve yönlendirici etkisine bir örnek olarak Ankamall alıĢ veriĢ merkezinin "Seni sen yapan ne varsa hepsi burada" diyerek bireyin kimliğinin oluĢturmasında tüketim baĢat rolü vurgulanmaktadır. BoĢ zamanın, ―münzevi‖, ―tüketici‖, ―edilgin‖, ―uyumcu‖, ―pasifist‖ vb. kullanımının teĢvik edilmesi, bu süreçte devreye sokulan etkinlik ve enstrümanların genelde kitleyi ―katılımdan‖, ―aktiflikten‖, ―dinamizm‖ ve ―eleĢtirel tavırdan‖ uzaklaĢtırdığı göz önüne alındığında, hegomonik sistem tarafından öne sürülen ideolojik ve pratik aparatlar ın önemli fonksiyonlar gördüğü sonucuna varmak mümkündür(Aytaç,2004:121). Tüketim ve boĢ zaman arasındaki yakın iliĢki diğer dikkat edilmesi gereken konulardan birisidir. BoĢ zamanın tümüyle tüketim haline geldiğinin, en önemli göstergelerinden birisi insanların sınırsız harcamalar yaparak, boĢ zamanlarını alıĢ veriĢ merkezlerinde dolaĢarak geçirdikleri, vitrinlerin albenisine tutulduğu bir dünya da yaĢadığımız gerçeğidir. Yukarıda anlatmaya çalıĢıldığı gibi boĢ zaman bir meta haline getirilmiĢtir ve pazardan daha fazla pay almak için kıyasıya bir rekabet vardır. Sonuç olarak kapitalizmin yeniden üretimi için her yol mubahtır. Mal ve hizmetler için "ihtiyaç‖ yaratılmakta ve sonra bu ihtiyacın nasıl karĢılanacağı anlatılmaktadır. BoĢ zamanlarını alıĢ veriĢ merkezinde değerlendiren bireyler ayakkabı tamirinden, terziye, çiçekçiden pet shop'a, eczaneden, spor merkezine, bowling salonundan buz pistine mal ve hizmet zenginliği,bireyin satın alma davranıĢını kolaylaĢtırırken aynı zamanda eğlence de sunmaktadır. Burada bireyler bir taraftan iĢ hayatının stresinden, modern kent hayatının monotonluğundan, gündelik iĢlerin karmaĢıklığından çıkarak ve yalnızlıktan kurtularak ―boĢ zaman"ını değerlendirebilmektedir. Bu durumda ―serbest zaman‖ın tüketimle bağlantılanmasına yani kurumsallaĢmasına katkıda bulunmaktadırlar. 520 TÜKETĠMĠN AVM'SĠ Bocock (2005:27) tüketim eylemini büyük Ģehirlerde yaĢayan insanların bir nevi Ģehirle baĢ etme yöntemi olarak görmek gerektiğini ileri sürer. Ona göre, usanmıĢlık tutumunun gerçek mekânının kentler olmasının nedeni de buradan gelmektedir. DüĢünürler, alıĢveriĢ deneyiminin, hem rasyonel (akılcı, planlı satın almayı içeren) hem de hedonist (haz kaynağı olan ve mutluluk sağlayan) özellikler gösterdiğini ileri sürerler. Satın alma eyleminin hızlı, basit, eğlendirici olması onu boĢ zaman etkinliğine dönüĢtürmektedir. Ġdeal alıĢveriĢ kaygısızca yapılandır ve alıĢveriĢ merkezleri bunun için olağanüstü çaba göstermektedir. Tüketim araçları olarak adlandırılan alıĢveriĢ merkezlerinin tüketimdeki itici rolüne vurgu yapılmıĢ, buraların bireyleri tüketime yönelttiği hatta zorladığını iddia edilmiĢtir (Ritzer, 2000:14).Diğer yandankentsel alıĢ veriĢte gittikçe baĢat hale gelen, büyük mağazaların ortaya koydukları teĢhirlerde, hayallerde ve egzotik mahallenin simülasyonlar ve Ģatafatlı gösterilerinde karnavalesk geleneği unsurlarını teĢvik eden düzenli bir baĢı boĢluk hüküm sürdüğü iddia edilmiĢtir(Featherstone,2005:52). Kimlik inĢa etmek, kim olduğunuzu bilmek için kim olmadığınızı bilmeye ihtiyaç duyarsınız ve dıĢlanan ya da belli sınırlarla kısıtlanan malzemeler bir büyülenme ve cazibe sergilemeye ve arzuları kamçılamaya devam edebilir. "Düzenli baĢıboĢluk" ortamlarının (karnaval, panayırlar, müzik salonları, gösteriler, sayfiye yerleri ve günümüzde konulu parklar, büyük mağazalar, turizm) cazibesi buradan kaynaklanır(Featherstone,2005:139). Kowinski'ye göre ise, insanlar alıĢ veriĢ merkezlerine" tüketim dinlerini" yerine getirmek için gitmektedirler. AlıĢ veriĢ merkezlerinin geleneksel uygarlıkların din merkezleriyle ortak yanları bulunduğu ileri sürülmektedir. AlıĢ veriĢ merkezleri, festivallere katılma ve doğayla iliĢki kurma ihtiyacını karĢılar. Aynı zamanda eğlenmeleri için insanlara sayısız fırsat sunmaktadır. Büyülü olduğu kadar da akılcılaĢtırılmıĢlardır. Gitgide daha fazla tüketiciyi kendilerine çektikçe, büyüleyicilikleri de taleple birlikte yeniden üretilmiĢ olur (Ritzer,1999:26-27). Eğlence, estetik, imaj ve aidiyet gibi unsurlar satın almanın etkili unsuru haline gelirken, alıĢ veriĢ ile eğlence arasındaki sınırlar muğlâklaĢmakta, hiçbir Ģey satın almadan, vitrinleri seyrederek, gezinerek, baĢka bir ifadeyle seyirlik tüketim yolu ile alıĢveriĢ bir boĢ zaman deneyimi haline getirilmektedir. Kapitalist sistemin yeni tüketim araçları olarak AVM'ler modern bireye, gezmek, dolaĢmak, alıĢveriĢ yapmak ve eğlenmek gibi ihtiyaçlarına paket programlar üretmektedir. Kısacası, alıĢveriĢ merkezleri içerisinde tüketici, hem rasyonel içerikli alıĢveriĢ yapmakta, hem eğlenmekte, hem de farklı bir deneyimleri aynı andayaĢayarak sosyalleĢebilmektedir. Günümüz dünyasında, alıĢ veriĢ merkezleri tüketim mabetleri biçiminde topluma sunulup, buralardan alıĢveriĢ yapma, tüketme eylemlerinin de bir tören olgusu çerçevesinde gerçekleĢtirilmesi önerilip beklenmektedir. Hem akılcı hemde hedonist özellikleri bünyesinde barındıran alıĢ veriĢ merkezlerinin olumlu yönleri ve tüketiciler için alıĢ veriĢ merkezlerini çekici kılan özellikler Ģöyle özetlenebilmektedir. AlıĢ veriĢ merkezlerinin yığınları çekebilmesi ve tüketilebilmeleri için, fantastik, sihirli, büyüleyici ( rüya imgelerinin kaynağı) düzenlemeler sunarlar.Mağazalar müĢterileri büyülemeyi ve cezbetmeyi hedefler. Bu ortamlarda tüketiciler ya mal alarak ya da bu mallara sahip olmanın nasıl bir Ģey olduğunu hayal ederek bir çok fantazisini yaĢayabilir(Ritzer,1999:98). Hedonisttir, sonu olmayan arzular giderilmeye çalıĢılır. AVM'ler bir yandan arzu yaratırken, bir yandan da bu arzuları ihtiyaçlara dönüĢtürmekte, tüketim heyecanının her daim canlı tutulmasına katkı sunmaktadır. AlıĢ veriĢ merkezlerinde insanları merkezin içinde tutmak için çıkıĢ sayısı çoğunlukla kasten sınırlı tutulur; asansörler koridorların sonuna konularak müĢterilerin tüm koridoru kat etmeye zorlanır, küçük havuz ve sıralar alıĢveriĢçileri dükkanlara çekecek Ģekilde dikkatle yerleĢtirilir(Aktaran Ritzer,1999:63). 521 AlıĢ veriĢ merkezleri, iĢleyiĢinin her aĢamasını denetleyen çeĢitli ileri teknolojilerle denetlenmektedir. Sıcaklık, ıĢıklandırma, gösteriler ve mallar üzerinde sıkı bir denetim uygulanır. AlıĢ veriĢ merkezlerinin bir örnekliği her yerde olabilecekleri anlamına gelir; çoğunlukla hiç saat bulunmaz, bakım ve düzenli model yenileme alıĢ veriĢ merkezlerinin yaĢlanmıyormuĢ gibi görünmelerini sağlar. AlıĢ veriĢ merkezlerinde genel olarak gerçek olmayan bir kusursuzluk vardır.Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan AVM'lerde dolanmak, birçok mağaza ve ürünle karĢılaĢılmasına zemin hazırlarken, daha fazla mal ve hizmet görmesi de daha çok satın almasına yol açar(Ritzer,1999:119). Ürünler ve bunun yanında hizmetler, bir "gösterge bütünlüğü" oluĢtursun diye bilinçli olarak biraya getirilmektedir. Birikimin ve bolluğun sentezi olarak değerlendirilmektedir.Bu ürün bolluğunda, yüzlerce mağaza ve binlerce ürün arasından birisinin mutlaka sizi baĢtan çıkarması beklenilmektedir. AlıĢ veriĢ merkezlerinde, eğlence, dinlence, sosyalleĢme süreçlerinden her biri birlikte yaĢanmaktadır. AlıĢveriĢ merkezlerinin büyülü ortamının, fiziksel koĢulları, tüketiciler için kolaylık sağlamaktadır.KıĢın soğuğunda size sıcacık bir büyülü dünya sunarken, yazın kavurucu sıcağında sizi ılık bir iklime taĢıyabilmektedir. AlıĢveriĢ, gündelik yaĢamın rutinlerinden kaçıĢ imkânı sunmaktadır ve bu da eğlencenin bir türünü temsil etmektedir. Kendini yalnız hisseden bireylerin sosyal iletiĢim kurmasına olanak sağlamaktadır. Akılcıdırlar. Çünkü yüzlerce mağazanın bulunması fiyat kıyaslaması yapılmasına olanak sağlar. Tüketicilere moda, yeni trendler, semboller yanı sıra, promosyonlar, indirimler, kampanyalar vb. hakkında bilgi sunmaktadırlar. AlıĢveriĢ merkezleri bireylere kent ortamında gezinme ihtiyacını karĢılamaktadır. AVM'ler sanki bir kentin sokaklarında yürüyormuĢ hissi vererek gezinti yapmaları için çok daha güvenli, bir ortam sunmaktadır. Yorulanlar için dinlenme köĢeleri, yapay ağaçlar, iklim, ses ve ısısı ile oldukça konforludurlar. SosyalleĢme mekânlarıdır. Ortak ilgiler, insanlar arasındaki iletiĢim ve iliĢkiyi oluĢturmada çok büyük bir bağdır.Birçok hobi merkezi, bota binme, koleksiyon yapma, ev dekorasyonu gibi ürün ve hizmetler etrafında kümelenmektedir. Gençler, akran grupları ve ailenin buluĢma alanı olması açısından alıĢ veriĢ merkezleri dayanıĢma alanlarıdır (Zorlu,2008:140). Örneğin, müzik marketler, gençlerin uğrak alanlarıdır. Böylesi mağazalar, akran gruplarının toplandıkları ortak buluĢma alanlarıdır. AlıĢ veriĢ merkezlerinin baĢta food court alanı olmak üzere kafeler buluĢma ve sohbet alanlarıdır(Zorlu, 2008:138). Tüketiciler bu diz üstü bilgisayarlarında internette sörf yaparken yemek katının rahat ortamında saatler geçirebilmektedirler. Kısaca, AVM'lere gitmek bir boĢ zaman uğraĢısı olarak tüketimi daha da artırmaktadır. Belirli bir ürünü almak üzere gitmeyen bireyler daha fazla ürün almaya yönelebilmektedirler.AlıĢveriĢe gitme, belirsiz, savurgan, sözel olarak gezinmeye yönelik bir eylemdir. Sonu açıktır, kesin bir yer ya da plandan yoksundur. Sadece bakınmayı ve hiçbir Ģey satın almamayı içerebilir. AlıĢveriĢe gitmek, haz vericidir ve ölçüsüzdür: çok fazla zaman ya da para harcamayı gerektirebilir.AlıĢveriĢ yapmak ise, bir 522 mecburiyeti ya da rutini çağrıĢtırmaktadır. Burada alıĢveriĢ, hem planlı ve hem de sınırlı bir eyleme gönderme yapmaktadır:tanımlanmıĢ bir nesne söz konusudur, sapma yoktur ya da fazladan bir Ģey satın alma söz konusu değildir. AlıĢveriĢe gitmek modaya, kıyafetlere, boĢ zamana iĢaret ederken, alıĢveriĢ yapmak ise, yiyecek alıĢveriĢine ve daha ziyade bir görevin parçasına gönderme yapmaktadır. TÜKETĠM VE YABANCILAġMA Kapitalizm temelde, bir birey ile üretim süreci, bu sürecin ürünleri ve diğer insanlar arasına bariyerler koyan bir yapıdır; sonuçta o bireyin kendisini parçalara ayırmaktadır. YabancılaĢma insanlar ve ürettikleri arasındaki doğal bağlantının çöküĢünü tanımlamaktadır. Kapitalizmin, az sayıda kapitalistin üretim sürecine, ürünlere ve kendileri için çalıĢanların emek süresine sahip oldukları iki sınıflı bir sisteme dönüĢmesi nedeniyle yabancılaĢma meydana gelir. Marx'ın yabancılaĢma kavramının tanımlayıcı öğeleri; nesneleĢme, uzaklaĢma ve türüne yabancılaĢma (yaratıcı etkinliğin kaybı)dır(Ritzer,2012:29). 1840'da Marx ondan bahsetmeye baĢladığından beri yabancılaĢmanın azalmak bir yana daha da derinleĢtiği söylenmektedir. Bu derinleĢmenin sebebi yabancılaĢmanın 1950'lerden beri tüketim ve tüketimcilik alanına yayılmıĢ olmasıdır(Bocock, 1999:58). Tüketilen mallar ve deneyimler önceden paketlenmiĢ, düzenlenmiĢ, yaratılmıĢ ve tüketicide istenen tepkiyi uyandırmak üzere kodlanmıĢtır. Bu Bocock'a göre yabancılaĢma olgusunun yeni bir boyutudur. Tüketiciler durmaksızın artan paketlenmiĢ deneyimler yüzünden birçok etkinlik sırasında bir yaratıcılık ve özerklik duygusu yaĢamaktan uzak kalmaktadırlar. Marx için yabancılaĢmamıĢ etkinliğin tanımlayıcı özelliği insan yaratıcılığı idi. Günümüzde televizyon seyretme, alıĢ veriĢ merkezine gitme önemli bir boĢ zaman değerlendirme aracıdır. Aktif yaratıcılığın bir çok insanın boĢ zaman uğraĢlarının dıĢında bırakılması, yabancılaĢmanın artmasına iĢ yerlerinde olduğu kadar tüketim alanında da derinleĢmesine yol açmıĢtır(Bocock, 1999:59). Ritzer (1999:137) Marx'ın yabancılaĢmıĢ üretimine, kitlelere dayatılan bir zorunluluk olarak yabancılaĢmıĢ tüketimi de eklemek gerektiğini söyler.Tüketim dıĢarıdan dayatılır ve insanlar tüketim sürecinde ya da tüketim aracılığıyla elde ettikleri mal ve hizmetlerde kendilerini ifade edemezler. "Metanın kendi oluĢturduğu bir dünyada kendini sergilediğini gösteri toplumunun ortaya çıkıĢını gördüğünü söyler ve insanlar seyirciler olarak bu çağdaĢ gösterilerin bir parçası değildir; tam tersine onlara yabancılaĢmıĢlardır.Ġnsanlar bu gösterileri seyreder, çünkü onlar için hazırlanmıĢtır, insanlar bu gösterilerin bütünsel bir parçası değildir. SONUÇ Tüketim toplumsal hayatın her döneminde etkinliğini sürdürmesine karĢın, günümüz toplumlarında daha temel bir rol üstlenmiĢtir. Tüketim olgusunun bu kadar baĢat bir rol üstlenmesinin temelinde ise bireylerin kimliklerini tüketim aracılığıyla oluĢturması, kim olarak algılanmak istiyorsa ona göre tüketmeleri bulunmaktadır. Günümüz toplumlarında, en önemli boĢ zaman etkinliği alıĢ veriĢ merkezlerine gitmek olunca, bu boĢ zaman metalaĢtırılması sonucunu doğurmuĢtur.BoĢ zaman, farklı kimlik kazanabilen bireyler yoluyla, tüketimin bir formu ve estetik olarak geliĢmiĢtir. Ġnsanların büyük çoğunluğu; eğlence, alıĢveriĢ, vitrin bakma, gezinti, vakit öldürme, arkadaĢlarla buluĢma vb. nedenlerle boĢ zamanlarını alıĢveriĢ merkezlerine giderek değerlendirmektedirler. Bu nedenle, alıĢ veriĢ merkezleri tüketimciliğin yayılmasına katkıda bulunan tüketim araçları haline gelmiĢlerdir. Doyumsuz arzuların ve tutkuların kaynağı AVM'lerdir.Buralarda, tüketim heyecanı her daim canlı tutulmaya çalıĢılmaktadır. AlıĢ veriĢ merkezlerinin akılcı ve hedonist özellikleri, yani eğlence ile tüketimi birleĢtirmesi, tüketiciler için hazırladığı paket programlar hem tüketimi hem de aktif yaratıcılığı çok ettiği için yabancılaĢma olgusunu artırmaktadır. Ankamall alıĢ veriĢ merkezinin "seni sen yapan ne varsa hepsi burada" örneğinde olduğu gibi bireyler sloganlarla alıĢ veriĢ merkezlerine çekilmekte, kimliklerini tüketim ürünleri aracılığıyla kurmaları beklenilmektedir. Bizi biz yapan özellikleri AVM'lerde aramamız ise, gerçekte kimlik ararken, kimliksiz kalmamıza ve yabancılaĢmamıza neden olmaktadır. 523 KAYNAKÇA Aytaç, Ö.(2004).‗‘Kapitalizm ve hegemonya iliĢkileri bağlamında boĢ zaman‘‘. C.Ü sosyal Bilimler Dergisi Aralık 2004,28,2S.115-138). Baudrillard, J. (2004).Tüketim toplumu. Ġstanbul: Ayrıntı. Bauman, Z.(1999).Küreselleşme. A. Yılmaz(Çev.). Ġstanbul: Ayrıntı. Bilgin,N. (2007). Kimlik inşası. Ġzmir: AĢina. Bocock, R.(2005).Tüketim.Ġrem Kutluk (Çev.). Ankara: Dost. DurakbaĢa, A. (2002). "Sosyolojide temel kavramlar", Editör: Ġhsan Sezal, Sosyolojiye GiriĢ, Martı Yayınları, Ankara. Featherstone, M. (2005).Postmodernizm ve tüketim kültürü. Mehmet Küçük(Çev.).Ġstanbul:Ayrıntı. Giddens, A. (2010).Modernite ve bireysel-kimlik. Ümit Tatlıcan(Çev.).Ankara:Say. Marcuse, H. (1997). Tek boyutlu insan. A. Yardımlı(Çev.). Ġstanbul: Ġdea. OdabaĢı, Y. (1999). Tüketim kültürü, yetinen toplumun tüketen topluma dönüşümü. Ġstanbul: Sistem. Ritzer, G. (2000). Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek. ġen Süer Kaya (Çev.).Ġstanbul: Ayrıntı. Ritzer, G. (2012).Modern Sosyoloji Kuramları. Himmet Hülür )Çev.).,Ankara: De ki. Simmel, G.(1996). ‗‘Metropol ve Zihinsel YaĢam‘‘.Kent ve Kültürü Sayısı, Çev., Öcal Düzgören, Cogito, Yıl: 1996, Sayı:8, 81-90. Slater, D.(2012). Çalışma/Boş zaman. Temel Sosyolojik Dikotomiler. EditörChris Jenks, Çeviri editörü Ġhsan Çapcıoğlu, Çeviren: Ġlkay ġahin, Ankara: BirleĢik. Zorlu, A. (2008).Alışveriş Merkezlerini Anlamak. Ankara:Glocal Yayınları. 524 TÜKETĠM VE META FETĠġĠZMĠNĠN TELEVĠZYON ARACILIĞIYLA ġEKĠLLENDĠRĠLMESĠ: PĠġĠRME ġOVLARI Emel GÜLER YILMAZ1 ÖZET Son yıllarda gıda hakkındaki medya söylemlerinin çoğaldığını görüyoruz. Neredeyse tüm dergiler, gazeteler yemek hakkında ve yemek tarifleri konusunda makaleler ve yazılar sunuyorlar. Buna paralel olarak yemek kitapları da çoğaldı. Televizyon kanallarının hemen hepsinde yemek programları mevcut. Medya izleyicinin zihninde, yemek programları aracılığıyla ―tüketim fantezi‖lerini içeren bir dünya inĢa ediyor. Bu programların izleyicileri yenidünyayı keĢfediyor ve bilinmedik tatların farkına varıyor.Ġzleyiciyle kurulan bağ sonucunda hayali fanteziler üretilerek,tüketim yoluyla zevk ve memnuniyet vaat ediliyor. Reklam verenler, yemek programlarına ürün yerleĢtirme tekniğiyle, marka kimlikleri oluĢturuyorlar. Ġzleyiciye fantastik dünyalar sunularak, arzuları kavramsallaĢtırılıyor. Satın almaya teĢvik yoluyla toplumun ciddi gıda sorunları göz ardı ediliyor. Güzel bir mutfak için gerekli malların satın alınması üzerine kurgulanan programlarda,malların kullanımı yoluyla tüketim kültürünün sürekliliği sağlanıyor. Bir yemeğin içine katılan hammaddelerin, heyecan verici dönüĢümü sırasında, toplumsal cinsiyet kalıpları yıkılıyor. Bu çalıĢma ―kullanımlar ve doyumlar‖ kuramı bağlamında, TV de yayınlanan yemek programlarını incelemektedir. AraĢtırma kapsamında, TV‘de yayınlanan yemek programları, içerik analiziyöntemi ile incelenecektir. ÇalıĢmada iletiĢim ortamı olarak, sembolik bir inĢa ürünü olan piĢirme Ģovları; deĢifre edilecek, kodçözümü yapılacak, yorum ve çıkarsamalarda bulunulacaktır. Anahtar Kelimeler: Tüketim, Meta Fetişizmi, Kullanımlar ve Doyumlar Teorisi, Yemek Programları ABSTRACT In recent years, we have withnessed proliferation of media discourses on food. Nearly every periodical, newspaper present articles and news about meals and recipes. Paralel to this, number of cooking books increased. Also, there are cooking programmes nearly in each television channel. Media construct a world of ―consumption fantasy‖ in the audience‘s mind via the cooking programmes. Audiences of these programmes explore this new world and discover the unknown tastes. As a result of the connection established with audience, imagined fantasies are produced and pleasure and satisfaction are promised by consumption. Advertisers create brand identities with their product placement in these cooking programmes. By presenting a fantastic world to audience, their desires are conceptualized. By encouraging consumption, important societal problems regarding food are ignored. These programmes are based on purchasing necessary products for a beautiful kitchen. By this way, contunity of consumption established. Also the gender streotype demolished in the exciting transformation process of inputs into meal. This study explores cooking porgrammes in TV with the ―Uses and Gratifications‖ Theory. Within the context of this study cooking programmes in the TVs will be analysed by content analysis. In this study, cooking shows as a symbolic constructed product will be decoded and comments and conclusion will be presented. Keywords: Consumption, Meta Fetishism, Uses and Gratifications Theory, Cooking Shows. GĠRĠġ Sermayenin hâkim rol oynadığı, emek dâhil, eĢya ve hizmet tüketiminin büyük piyasalarda örgütlendiği ve Ģekillendirildiği ekonomik ve sosyal yapıya―kapitalizm‖ diyoruz (Edgar ve Sedgwick, 1 Yrd.Doç.Dr.,Marmara Üniversitesi, ĠletiĢim Fakültesi, Halkla ĠliĢkiler Bölümü, [email protected] 525 2007:58).Tüketimin egemen olduğu bu yapıda temel amaç ―insanların daha fazlasını istemelerinin‖ sağlanmasıdır. Bu amaç çerçevesinde, ihtiyaçların yaratılması için de, talep yaratma ve yönlendirme stratejilerine baĢvurulur. Bu stratejilerin yaratılmasında çeĢitli iletiĢim çalıĢmaları –reklam, halkla iliĢkiler, tanıtım, sponsorluk, pazarlama vs.- etkili olurken, iĢlemesinde ve yayılmasında baĢta televizyon ve gazeteler olmak üzere kitle iletiĢim araçları büyük rol oynar (Yanıklar, 2010:29). Konuya eleĢtirel yaklaĢan düĢünürler, kitle medyasının büyük sermayenin tüketim stratejileri doğrultusunda oluĢturdukları ―yapay ihtiyaçları‖ ve ―burjuva değerlerini‖ yaydıklarını ve hatta bunları daha güçsüz ve az geliĢmiĢ ülkelere aĢıladıklarını söylerler. Böylece bu insanların sömürülmeleri kolaylaĢır, toplumsal bağlar çözülür, kendi toplumlarında gerçekte neler olduğuyla ilgili bilinçlenmeleri de engellenmiĢ olur. Ortaya çıkan bu yapıyı da Marksist düĢünürler, ―Kültürel EmperyalizmKuramı‖ ya da diğer bir deyiĢle ―Coca-KolonizasyonKuramı”ile ele alırlar ve bunun yaratıcısının da Amerika olduğunu savunurlar. Bu yapay ihtiyaçlar ve burjuva değerleri, kitle iletiĢim araçlarında çekici hale getirilirler ve çizgi filmlerle, filmlerle, televizyon programlarıyla vs. ile sınır tanımaksızın tüm dünyaya yayılırlar.Örneğin, ġilili Marksistler Ariel Dorfman ve Armond Mattelart tarafından yazılan How to Real Donald Duck: Imperialist Ideology in the Disney Comic adlı kitapta, Disney çizgi filmlerinin Amerikan ideolojik ve kültürel egemenliğinin aracı olduğu savunulur (Berger, 2012:70-71). Yine Amerika‘dan tüm dünyaya yayılan ve tüketim kültürü ürünü olan, televizyon ekranlarındaki yemek piĢirme Ģovlarını da, bu bağlamda ele almak mümkündür. TÜKETĠM ODAKLI DÜNYA VE TÜKETĠM KÜLTÜRÜ Tüketim kültürü perspektifindeki kuramcılara göre, kapitalizm sadece bir ekonomik sistem değil, hemen hemen her Ģeyin tüketime tabi kılındığı bir çeĢit kültürdür (Berger, 2012:70-71). Veblen, Simmel, Marcuse, Baudrillard, Bauman, Ritzer, Featherstone, Chaney, Bocock vs. gibi pek çok sosyal teorisyen, modern toplumu, tüketimcilik ve tüketim metaforları üzerinden anlamaya çalıĢmıĢlardır. Bu çerçeveden bakıldığında bu kültürün egemen olduğu modern toplumda nihai amaç, ―iyi yaĢama‖ ulaĢmak, iyi yaĢama ulaĢmak için de tüketim performansını estetize etmektir (Aytaç, 2006:27). Bu yapı, sürekli olarak, bireyin denetimi dıĢındaki güçler tarafından belirlenen ihtiyaçlar silsilesi yaratır ve herkesin tüketici olmasını gerektiren özel bir özgürlüğü zorunlu kılar. Aynı zamanda bütün deneyim, mal ve hizmetlerin ticarileĢtirilmesi sürecini de kapsar. Bu süreçte herkese ―tüketici rolünü oynama‖ görevi emredilir (Bauman, 2006:92).Böylece, tüketicilik artık bir ideoloji, üstünlük miti, hiyerarĢik kıstas, sınıfsal ve statüsel temsil aracı olarak farklı niyetleri gerçekleĢtirmek üzere iĢlev görür (Aytaç, 2006:28).Tüketicilerdeyenilik ve statü arama ve baĢkalarıyla arasında fark yaratma gibi amaçlarla, ürün ve hizmetleri tutkuyla arzularlarve onlarıelde etmeye çalıĢırlar. Bu kültür, çağımızın egemen kültürel biçimini yansıtır ve zevk arayıĢı, meta fetiĢizmi, kullan/at arzusu, alıĢveriĢ bağımlılığı vs. bu kültürün tipik özellikleridir. Bu kültürde, daha fazla tüketmek ve bu yolla mutluluk üretmek, bireye adeta görevmiĢ gibi benimsetildiğinden, bireyin bu tüketim baskısından kaçması da mümkün değildir. Birey için artık tüketimcilikte geri kalmak, mutsuzluğa davetiye çıkarmak demektir (Aytaç, 2006:31-32). Baudrillard‘a (2010:225) göre, tüketici kimliğiyle tanımlanan birey, bir taraftan iĢlevsel bir kimlik kazanırken diğer taraftan da rasyonellikten uzaklaĢarak, arzularına teslim olur. Burada iki farklı görüĢ vardır:Ġlki, kiĢilerin nesneleĢerek özgürlüklerini yitirdikleri, ikincisi ise tüketim sürecinin birçok seçim hakkı sunduğu ve tüketicinin istediğini seçtiği ve bu seçim hakkının da tüketiciyi özgürleĢtirdiğidir (Altuntuğ, 2010:115). Ancak ikinci görüĢte, tüketici seçimi kendisinin yaptığını sanırken yanılmaktadır. Seçtiğini sandığı Ģey, gerçekte kendisine seçtirilen Ģeydir (Baudrillard, 2010:173). Horkheimer ve Adorno‘un Aydınlanmanın Diyalektiği ve Adorno‘un Kültür Endüstrisi adlı çalıĢmasında da görüleceği üzere, bu durumda tüketilecek yeni ürünler, insanların ihtiyaçlarından çok, öncelikle sistemin ihtiyaçları gereği ortaya çıkar (Yanıklar, 2010:30-31).Frankfurt Okulu üyelerinden Herbert Marcuse da, tüketim kültürünün, bireyleri tüketime dayalı yaĢam tarzlarını satın almaya zorlayan ―yapay ihtiyaçlar‖ürettiğini ileri sürer (DağtaĢ ve DağtaĢ, 2006:17).Yapay ihtiyaçların sürekli olarak üretildiği ve tüketicilere dayatıldığı tüketim toplumunda birey, eğer diğerleri gibi tüketmiyorsa, kendisinin itibarını kaybettiğini hissedeceği yapay bir durum yaratılır (Bauman, 2006:228). Yeni bir buzdolabıya da daha yeni bir yemek takımı bireye kendisinin sahip olmasının zorunlu olduğu düĢüncesini dayatır ve aksi takdirde bireyin ―yoksunluk‖ yaĢayacağı tehdidinde bulunur. Bu durum 526 ise, malların ―moda değeri‖ ile iliĢkilendirilebilir. Bauman‘ın (2006:228) belirttiği gibi, birçok tüketim malı, kullanım değerlerini ya da yararlılıklarını kaybettikleri için değil, moda olmaktan çıktıklarıiçin gözden düĢerler ve yenileriyle ikame edilirler. O halde bu kültürde statüyü korumak için, piyasanın sunduğu değiĢimlerin gerisinde kalınmamalıdır. META VE META FETĠġĠZMĠ Temel yapıtı olan Kapital‘deKarl Marx, ―meta‖nın ne olduğunu açıklamak için diyalektik yöntem ile ―meta‖dan ―meta olmayan‖ı türetir. Meta olmayan, bireyin kendisinin ürettiği ve yine kendisinin tükettiği ürün ya da maldır. Bu mal yalnızca üreticisine fayda sağlar, dolayısıyla yalnızca üreticisi için bir kullanım değerine sahiptir. Meta ise kullanım değeri yanında bir de değiĢim değerine sahiptir. Bunun nedeni, metanın, üreticisinin kendi tüketimi için değil, bir diğer ekonomik birimin tüketimi için üretilmesidir. Meta olmayanın üretimi ile amaç, tüketim ya da kullanım değeri elde etmektir, meta üretiminin amacı ise değiĢim değeri elde etmektir (Devrim, 2010-2011:245).O halde meta, emeğe yabancılaĢtırılmıĢ toplumsal bir iliĢki üretimi (Ritzer, 2011:58) olup, zapt edilemez bir güç haline gelmesi ve insana egemen olması ile―meta fetişizmi‖ kavramı ortaya çıkar. EĢyanın insana itaat etmesi gerekirken tersine insanın, kendi ürününe itaat eder hale gelmesinin bir ifadesidir. Bir anlamda eĢyaya köleliktir (Boysoy, otonomdergisi.org). Meta fetiĢizmi kuramı, kapitalizmin, aldatıcı bir görüntü altında kendi özünü gizlemek suretiyle kendi kendisini yeniden ürettiğini ileri sürer. EĢyalar kiĢileĢir ve kiĢiler nesneleĢir (Edgar ve Sedgwick, 2007:75). Wayn‘e (2006:236) göre de, meta fetiĢizmi, hâkim toplumsal iliĢkileri sistematik olarak meĢrulaĢtıran düĢünceler ve değerlerin, neden etkili olduğunu açıklayan bir kuramdır. Gerçekte bizler tükettiğimiz metaların dünyasında dolaĢan, atomize edilmiĢ bireyleriz. Bir meta satın aldığımızda, sadece kendimiz ve meta arasında bir deneyim yaĢamıĢ oluruz. Bu etkileĢimlerin arkasındaki toplumsal iliĢkileri görmeyiz. Her ekonomik iliĢkiye, meta denilen bir nesne aracılık eder (http://kapitalism101.wordpress.com).Baudrillard‘a göre tüketim nesnesi, kendi varlığından dolayı değil, bir gösterge olduğu için meta özelliği gösterir ve bir gösterge olarak meta, sürekli olarak toplumsal alanı tüketir (Yüksel, v.d, 2013:147). Tüketilen bu toplumsal alanda malların ―yarar iĢlevi‖ yerine ―gösterge iĢlevi‖nin ön plana çıktığını savunan Bauman‘a göre de, tüketim kültüründe, metaların mübadele değeri ortadan kalkmıĢtır. Bu durumda da alıĢ-satıĢı yapılan, imrenilen, tüketilen Ģey, göstergelerdir. Benzer Ģekilde Debord‘da, metaların Ģenlikli bir gösterinin aksesuarları haline geldiklerini ve yaĢamlarımızı büsbütün iĢgal ettiklerini ileri sürer (Aytaç, 2006:31). Bu durumda kapitalizmin yeni paradigmasının, en mahrem insani duygularımızı bile piyasalaĢtırıp, metalaĢtırma ve hayatı meta fetiĢizminin sanal dünyasına eklemleme olduğu söylenebilir. ĠletiĢim devrimiyle beraber oluĢan TV, internet ve cep telefonu gibi sanallıklar meta fetiĢizmi açısından sınırsız olanaklar doğurmuĢtur (http://krasno.sosyomat.com).Artık modern birey, metalara sahip olmak, tüketimci hazlar tatmak, ya da vitrinleri, sergileri dolaĢmak için boĢ zamana ihtiyaç duyar. Serbest zaman, adeta meta tüketim zamanı olarak iĢlev görür. Kapitalizm, varoluĢsal sürekliliği için kitlelerin daha fazla serbest zamana sahip olmasını talep eder (Aytaç, 2006:35). Bu serbest zamanda bireylerin birer ―tüketen yığınına‖ dönüĢüp, ―çılgın tüketici davranışı‖ sergilemeleri için de reklama olan ihtiyaç kaçınılmazdır. REKLAM VE TÜKETĠM Kapitalist stratejiler, üretici eğilimlerden çok tüketici eğilimlerin inĢasına odaklanır. Yeni gereksinmeler ve ihtiyaç maddeleri oluĢturan egemen kurumlar, meta tüketimi için baskı sınırını aĢan zorlama ve manipülasyon tekniklerini fazlasıyla kullanırlar (Aytaç, 2006:34). Bu tekniklerin baĢında da reklam gelir. Reklam bireyde istek yaratan uyaranı harekete geçirme iĢlevi görür. Marx ünlü bir pasajında bu konunun üzerinde durur (Berger, 2012:63): Her insan bir diğerinde, onu yeni bir kurban olmaya zorlamak, yeni bir bağlılık içine sokmak ve yeni bir çeşit mutluluğa ve böylece ekonomik yıkıntıya ayartmak için yeni bir ihtiyaç yaratmak üstüne düşünür. Herkes başkaları üstünde kendi bencil ihtiyaçlarının tatmini için yabancı bir güç tesis etmeye çalışır. 527 Marksist eleĢtirmenlere göre reklam özelciliği, bencilliği, toplumsal meselelere ilgisizliği ve toplumsal sorumluluklardan kaçma eğilimini artırır. Ġnsanlara kendilerinin ve içinde yaĢadıkları toplumunun güya sınıfsız doğası hakkında yanılsamalar verir. Bu eleĢtirmenler, reklamın ayrıca ahlakdıĢı olduğunu, çünkü reklamcıların insanlara ürünlerini ve hizmetlerini kullandırtmak için her türlü ahlakdıĢı tekniği kullandıklarını söyler. Bu nedenle bazı ürünleri alamayanların kaygıları artar (Berger, 2012:65). Reklam, bir kolektif davranıĢ biçimi olarak moda yaratır, insanlara tarz duygusu verir ve belli bir imaj yaratmak için ne çeĢit metaların tüketilmesi gerektiği hakkında bilgi verir. Henri Lefebvre gibi bazı tüketim kültürü kuramcıları, reklamın insanlar üzerinde terör uygulayan ve insanları belli Ģekillerde davranmaya zorlamak için terörü az ya da çok kullanan, oldukça etkili bir güç olduğunu iddia eder. Wolfgang Haug da, reklamcıların tüketim kültürünü iĢler halde tutmak için metaları estetize ettiklerini ve böylece istek yarattıklarını savunur (Berger, 2012:63-64). Bauman‘a göre, tüketim toplumunda hiçbir zevk ve tüketim nesnesi bireye kalıcı ve geçerli bir tatmin sözü vermez. Hayali kurulan eĢyalar bir kez elde edildikten sonra yenileri tarafından gözden düĢürülüp değersizleĢtirilir. Reklâm sektörü bu süreci tümüyle kontrolüne alma yönünde etkili bir strateji güder (Aytaç, 2006:32-33). Bu durumda reklam sektörü, tüketim üzerine kurguladığı stratejilerini hedef kitlelerine ulaĢtıracağı kitle iletiĢim araçlarına ihtiyaç duyar. Smythe‘e göre kitle iletiĢim araçları kapitalist sistemin bir buluĢudur ve izleyicileri kitle halinde üretirler ve reklamcılara satarlar (Yüksel, v.d, 2013:165). Özellikle görsel sunumun geniĢ kitleleri daha fazla etki altına aldığı göz önüne alınırsa en popüler kitle iletiĢim aracı televizyondur. GÖRSELĠN EN POPÜLER ĠLETĠġĠM ARACI: TELEVĠZYON Televizyon çeĢitli yayınlarla günlük yaĢamımızın en mahrem alanlarına kadar giriyor. Her Ģeyin seyirlik bir hal aldığı günümüz medya dünyasında, artık iletiĢim araçlarının klasik bilgilendirme iĢlevi her geçen gün daha fazla geri plana itiliyor (Cheviron, 2009:186).Televizyon ekranlarından yayılan iktidar aygıtlarının gücü karĢısında ―birey bilinci‖ sürekli maniple edilir. Bu manipülasyon bireylerin ―seçmeci ilgi‖ yetilerini körelttiğindenbireysel talepler büsbütün üretici siyasanın emrine girer (Aytaç, 2006:34). Henry Rabassiere de, ―In Defense of Television‖ adlı eserinde, ―eğlence ürünlerinin uyuşturucu bir alışkanlık yarattığını‖ doğrulamaktadır(Rabassiere, akt. Güllüoğlu, 2012:67). Tüketim etrafında organize olan bu sistemin amacı, bizi ―tüketici‖ yapmanın ötesinde, tüketim sarmalı içinde tutsak etmek, eğlence ve hazzı fetiĢleĢtirmek, metalara olan bağımlılığımızı artırıp, köleleĢtirmektir.Daha açık bir ifadeyle, modern toplumda tüketimcilik bizi can evimizden vuruyor ve büyük bir gösterinin sergilendiği devasa bir alıĢveriĢ kapanına kıstırıyor. Bunu da, bilgisayar, televizyon, internet ve telefon aracılığıyla, hayatımızın her anında, en mahrem alanlarımıza kadar girerek baĢarıyor (Aytaç, 2006:47). Bu iletiĢim araçları içerisinde televizyon haber verme, aydınlatma; eğitme, kültürleĢtirme; eğlendirme, dinlendirme; mal vehizmetlerin tanıtılması; etkileme, inandırma ve harekete geçirme gibi iĢlevleri nedeniyle tüketim toplumunda son derece önemli bir yere sahiptir (Aziz,2006:69. Televizyonda sunulan program türleriyle, izleyiciler açısından son derece çekici ve talep edilen, sanal bir gerçeklik yaratılır. Talep gören sanal gerçekliğin çekiciliği, sınırsız tüketim zevkini vermesinden kaynaklanır. Bu sanal gerçeklikte tüketime sunulan ürünler, gerçek iĢlevlerinden çok sosyal bir iĢlev taĢıyor gibi gözükür ve bir simülasyon içinde gösterilir. Üretilen ürünlerin çeĢitliliği ve bireye yönelik farklılığı getirmeleri karĢısında, bireyin seçim yapmasıimkânsız hale gelir. Bu nedenle ürünlerin seçimi, bir yaĢam tarzı haline getirilir ve seçkin bir yaĢam tarzı sürekli vurgulanır (DağtaĢ ve DağtaĢ, 2006:20). Buraya kadar anlatılanlar, tüketim toplumunda ―televizyonun, bireylere ne yaptığı" ile ilgilidir. Ancak konunun bir diğer boyutu daha vardır ki, o da ―bireylerin televizyon ile ne yaptığı‖dır (Lull, 2001:127). Bu durum da izleyiciyi merkeze alan ―kullanımlar ve doyumlar kuramı”yla ele alınabilir. 528 KULLANIM VE DOYUMLAR KURAMI Denis McQuail, Elihu Katz ve Wilbur Schramm gibi birçok yazar, medyanın bireylere yaptığını değil, bireylerin medyaya yaptığını araĢtırmayı amaçlamıĢlardır (Maigret, 2004:105-106). Elihu Katz‘a göre bireylerin toplumsal ve psikolojik kökenli ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlar sonucunda bireyler medyadan ve diğer kaynaklardan ihtiyaçlarını gidermek için birtakım beklentilere girerler ve bu beklentileri doğrultusunda medya içeriklerini kullanırlar ve doyuma ulaĢırlar. Buna göre medya, izleyicilerin kendi ihtiyaçlarını gidermelerini sağlayan kaynaktır (Yaylagül, 2008:62-63). McQuail‘ e göre de, bu yaklaĢım izleyicilerin ve tüketicilerin pasif izleyici ve tüketici kimliğine karĢı koyar ve onlara belli bir düzeyde aktiflik atfeder (McQuail, 1994:246). Diğer bir değiĢle kuram, iletinin göndericinin niyet ettiği Ģey değil izleyicinin verdiği anlam olduğunu ima eder (Fiske,2003:195). Anlatılanları kısaca özetlersek; tüketimin egemen olduğu kapitalist yapı varlığını devam ettirebilmek için bütün stratejisini ―insanların daha fazlasını istemeleri‖ üzerine kurgular. Bunun için de ―tüketim odaklı bir dünya‖ inĢa eder. Tüketim odaklı bu dünyada sermaye sahipleri tarafından ―yapay ihtiyaçlar‖ yaratılır ve bireylere bu ihtiyaçlarını gidermeleri, kitle iletiĢim araçları vasıtasıyla neredeyse dayatılır. Birey bunları tüketmiyorsa kendisini itibarı kaybolmuĢ ve yoksun kalmıĢ hisseder. Bu durum çeĢitli iletiĢim teknikleri kullanılarak (reklam, halkla iliĢkiler, sponsorluk, tanıtım v.s) gerçekleĢtirilir ve bunlar içerisinde büyük kitleleri bilinçaltı tahakküm yoluyla ―tüketim yığınına‖ çeviren reklam en etkili olanıdır. Her Ģeyin seyirlik bir hal aldığı günümüz medya dünyasında reklamın mesajlarını geniĢ kitlelere ulaĢtırmasında, etkileme, inandırma ve harekete geçirme fonksiyonlarına sahip olması nedeniyle televizyon en etkili ve popüler iletiĢim aracıdır. Televizyon ve tüketim üzerine yapılan çalıĢmalar ağırlıklı olarak, ―televizyonun bireyler üzerine etkisine‖ odaklanırken, ―kullanımlar ve doyumlar kuramı‖nın yarattığı akımla birlikte ―bireylerin televizyon ile ne yaptığına”dönük akademik çalıĢmaların yoğunluk kazandığı görülür. Kuram her ne kadar ―medya artık emirlerine uyulması gereken otoriter bir tanrı değil, izleyicilere açılan bir ortamdır‖ dese ve de kitle iletiĢim araçları kullanıcılarının ―toplumsal ve psikolojik kökenli ihtiyaçlarını gidermek için birtakım beklentileri doğrultusunda medya içeriklerini kullanıp doyuma ulaştıklarını‖ söylese de; kapitalizmin sermaye odakları, medya içeriklerine sızmakta ve izleyicilerin beklentilerine etki edip tercihlerini Ģekillendirmektedir. Son yıllarda gıda hakkındaki medya söylemlerinin çoğalması, neredeyse tüm dergilerin, gazetelerin yemek hakkında ve yemek tarifleri konusunda makaleler ve yazılar sunmaları, televizyon kanallarının hemen hepsinde yemek programlarının olması, tüketim kültürünün ve meta fetiĢizminin medya aracılığıyla Ģekillendirilmesine verilebilecek en önemli örnektir. Bu programlarda medya izleyicinin zihninde, ―tüketim fantezi‖lerini içeren bir dünya inĢa edildiğini görmek mümkündür. Bu medya içeriğinde, izleyiciler yenidünyayı keĢfediyor ve bilinmedik tatların farkına varıyorlar. Ġzleyiciyle kurulan bağ sonucunda hayali fanteziler üretilerek, tüketim yoluyla zevk ve memnuniyet vaat ediliyor. Reklam verenler, yemek programlarına ürün yerleĢtirme tekniğiyle, marka kimlikleri oluĢturuyorlar. Ġzleyiciye fantastik dünyalar sunularak, arzuları kavramsallaĢtırılırken,satın almaya teĢvik yoluyla toplumun ciddi gıda sorunları göz ardı ediliyor. Güzel bir mutfak için gerekli malların satın alınması üzerine kurgulanan programlarda, malların kullanımı yoluyla tüketim kültürünün sürekliliği sağlanıyor. Bir yemeğin içine katılan hammaddelerin, heyecan verici dönüĢümü sırasında, toplumsal cinsiyet kalıpları yıkılıyor ve yemek programlarındaki piĢirme Ģovları bir virüs gibi bütün dünyayı sarıyor. YEMEK PROGRAMLARININ YÜKSELĠġĠ Ġngiliz yazar ve gazeteci Steven Poole‘a göre yiyecekler günümüzde seksin, uyuĢturucunun ve dinin yerini aldı. Kendimizi doyurma içgüdümüz ahlaki değerler, sağlık, yaĢam tarzı ve sınıf bilincinin göstergesi oldu. Jamie Oliver, Anthony Bourdain, Nigella Lawson gibi yemek Ģefleri yaĢam gurusu olarak algılanmaya baĢlandı ve yazdıkları kitaplar da yok satıyor ve televizyonda hazırladıklarıyemek programları da izlenme rekorları kırıyor.Amerika‘da baĢlayan yemek programlarının popülerliği Türkiye‘yi de sardı (Akgün, http://www.radikal.com.tr). 529 Türkiye yemek programlarıyla 90‘lı yıllarda tanıĢtı veyemek programlarının ilk yıldızı da Gülriz Sururi olup programı ―A La Luna‖ büyük reyting aldı. Ümit usta‘nın programı da o yıllarda en sık adından söz ettiren yemek programıydı. O dönemde her kadın programında mutlaka bir yemek bölümü yer alıyordu. Günümüzde de aynı formatta programlara devam edildiği görülür. Pınar Altuğ, AyĢe Tüter, Emine S. Beder Türk televizyonlarının ilk mutfak yüzleriydiler ve yayınladıkları kitaplarla popülerliklerini arttırdılar (Ünyay, http://www.milliyet.com.tr).Yemek programlarının bu kadar ilgi görmesi sonucunda eli tencereye değmemiĢ olanlar bile yemek programı hazırlamaya ve piĢirme Ģovları yapmaya baĢladılar ve bu durum bugün de devam ettiğinden, yemek programları tüketim kültürünün önemli bir enstrümanı olarak kendi gündemini korumaktadır.Formatları farklı olmakla birlikte, Gazeteci Mehmet YaĢin‘in CNN Türk‘teki programı (yemek-gezi türünde) ―Yol Üstü Lezzet Durakları‖;Vedat Milor‘unNTV‘deki programı ―Tadı Damağımda‖; Arda Türkmen, Oktay Usta, Refika Birgül vd hazırladıkları yemek programları, seyirciyi ekranların baĢına çeken yemek Ģovu örneklerindendir. Bununla birlikte, farklı mekân ve yemek çeĢitlerinin tanıtıldığı gusto-stil köĢeleri, sınıf ve statü belirten ürünlerin tanıtıldığı reklamlaĢan haberler yazılı basın alanında yaygınlaĢmaya baĢlarken, gurme, lifestyle, trend gibi kavramlar da gazetelerdeki köĢe yazıları, televizyon programları, magazin dergileri ve özellikle de hafta sonu eklerinin içeriklerine yansıdı (DağtaĢ, 2005:126). YENĠ BĠR SATIN ALMA ALANI OLARAK YEMEK PROGRAMLARI Kapitalistsistemin iĢleyiĢinin kesintiye uğramaması için pazardaki talebin sürekliyaratılması, canlı tutulması ve arttırılması gerekir. Bu nedenle, tüketim alanında talep belirlemeye yönelik tüm çabalar, sistemin sürekliliğine ve yeniden inĢasına hizmet eder. Bunun için tüketim kültürünün etki alanını geniĢletmeye yönelik reklam stratejileri her geçen gün çeĢitlenerek artmaktadır (TaĢkaya, 2009:108109). Örneğin, ürünlerin markalarına vurgu yapmak için yemek programlarındaki metin içeriğinde su ısıtıcısına rol vermek ve bunları yemek Ģeflerine kullandırtmak bu stratejilerden birisidir. Reklam bu durumda Ģekil değiĢtirerek ürünü, yerleĢtirdiği program aracılığıyla yaĢamın bir parçası haline getirmekte ve ona talep yaratmaktadır. Bu ürüne sahip olma arzusu uyanan tüketici için yeni satın alma alanı artık yemek programlarıdır. Hayatını daha da kolaylaĢtıracak olan çok fonksiyonlu mutfak gereciyle ilk karĢılaĢtığı yer burasıdır. Dolayısıyla firmalar için de yemek programları ürün pazarladıkları yeni satıĢ alanlarıdır. YEMEK PROGRAMLARININ ĠZLEYĠCĠYE VADETTĠKLERĠ Berger, (1993:97-103)medyanın sunduğu ve giderilmesine yardımcı olduğu ihtiyaçların bir listesini oluĢturmuĢtur. Medyanın bu kadar çekici olması ve insanları cezbetmesi de bu ihtiyaçları karĢılıyor olmasından, hatta bunları bir vaat olarak sunmasındandır. Yemek programlarının izleyiciye vadettiklerini ve izleyicinin de doyuma ulaĢmak için yemek programlarından beklentilerini de Ģu Ģekilde sıralamak mümkündür:  Olumlu bir zevkin kaynağı olarak eğlendirme  Yüksek statü tanıdığımız güzelin denenmesi  Deneyimlerin baĢkalarıyla paylaĢılması  Aklına düĢene sahip olmanın vereceği mutluluk  Merakın tatmini ve bilgilendirme  HoĢ vakit geçirme, oyalanma ve rahatlama  Duygu katılımı deneyimi  Taklit edecek modeller bulma  ÖzdeĢlik kazanma  Seçme özgürlüğü  Dünya ve farklı kültürler hakkında bilgi kazanma 530  Hayatın gerçeklerinden kaçıĢ Yukarıda sıraladığımız vaatler ve izleyicilerin/tüketicilerin beklentileri ―kullanım ve doyumlar kuramı‖nın bireyi ekran karĢısında daha aktif kılma savına karĢı gerçekte, onu daha fazla bağımlılaĢtırmaya ve pasifleĢtirmeye yarıyor. Bu durum, kiĢilikleri ve kimlikleri de söz konusu vaatler ve beklentiler sarmalı içine hapsetmek anlamına geliyor. Örneğin, mutluluk ve tüketmek iliĢkisi neredeyse sistem tarafından gündelik yaĢamın bir ideolojisi olarak yeniden kuruluyor ve mutluluğun tüketimle daima devam edeceği anlayıĢı yerleĢtirilmeye çalıĢılıyor. Bu durum, bizi tüketimin sadık bir neferi olmaya, tüketimciliği en asli değer olarak içselleĢtirmeye götürüyor. Böylelikle tüketim isteği, daima perçinlenmiĢ oluyor ve sistemin ―iyi yaĢam‖ ideolojisi geniĢ kitleleri etkisi altına alıyor (Aytaç, 2006:45-46). PĠġĠRME ġOVLARI ÇalıĢmanın bu bölümünde çeĢitli televizyon kanallarında, farklı formatlarda, farklı hedef kitlelere yönelik ancak nihai hedefi ―daha fazla tüketme‖ amacını güden yemek programları saptanarak incelenmiĢtir. YaĢamlarını kıt kanaat sürdüren insanlar için bu programlar, kitlesel medyanın tanıttığı, asla eriĢemeyecekleri, hayalden ibaret sanal bir yaĢam tarzının simgeleridir. Sahte ve idealize edilmiĢ, varlıklı bir toplum imgesinin sık sık yansıtıldığı yemek programlarında, Amerikan değerlerinin reklamı yapılmakta ve programlar aracılığıyla da her Türk evine girilmektedir. Böylece bu programlar, yemek yapmayı ticari hale getirmekte ve tüketme, sahip olma ihtirasını ve dolayısıyla rekabet dürtüsünü de körüklemektedir. Konuya farklı bir boyutta bakan uzmanlar isebir mutfağın görüntüsü, sesler, koku, ısı ve elle yapılan hazırlıklar beĢ duyunun kullanılacağı zengin bir ortam olduğundan birey için en güzel rehabilitasyon çalıĢması olduğunu öne sürmektedirler (AĢtı, 2007). Aslında bu durumda amaç televizyondan bir Ģey seyredip yapmak değildir. Ġnsanı rahatlatıyor, kafasını boĢaltıyor, asla yapmasa bile bir gün yaparmıĢ gibi bir duygu oluĢturuyor olması bu programlara olan talebi arttırmaktadır. ĠÇERĠK ANALĠZĠ ÇalıĢmada kullanılan araĢtırma tekniği ―içerik analizi‖dir. Ġçerik analizi toplumsal ya da toplumbilimsel araĢtırmalarda kullanılan, görgül olarak yapılan, dolaysız ve yaygın bir gözlem tekniğidir. Bu yöntem toplumbilimlerin hemen her alanında kullanılır. Kitle iletiĢim araçlarının yaygınlaĢması ile de önem kazanmıĢtır (Aziz, 2010:119). Ġçerik analizi ile ilgili olarak yapılan tanımlara baktığımızda; - Stone, Dunphy, Smith, ve Ogilvie‘e göre, ―metnin içerisinde var olan belirli özellikleri tanımlamak ve bunlardan sonuç çıkarmak için sistematik ve nesnel olarak uygulanan bir araştırma yöntemidir‖ (Stone vd.1996). - Carney‘e göre, ―Kanıtlanabilir Bulgular elde etmek için bir “iletişim”e sorular yönelten genel amaçlı bir teknik…Bu “iletişim” her şey olabilir: Bir roman, bazı resimler, bir film ya da müzikal, bir nota defteri –teknik, sadece edebi metryallerin analizine değil, benzer tüm şeylere uygulanabilir‖ (Balcı ve Bekiroğlu, 2012:271). - Weber‘e göre, ―metinden geçerli çıkarımlar yapmak amacıyla birtakım prosedürler kullanan bir araştırma tekniğidir” (Balcı ve Bekiroğlu, 2012:271). - Berelson‘a göre, “iletişimin açıklanan içeriğinin yansız, dizgeli, sayısal tanımlarını yapan araştırma tekniğidir”.George Gerbner‘e göre, içerik analizinin amacı ise, ―görünürde açık olmayan bir şey hakkında olanaklı, görünür çıkarımlar yapmak‖tır (Güngör ve Binark,1993:126). - ―Sayılamayanların nicelleştirilmesidir” (Aziz, 2010:121) . Ġçerik analiz tekniğinin en açık tanımı ise Klaus Krippendorf tarafından yapılmıĢtır. Krippendorf‘a göre, ―bir mesajın içeriğindeki verilerden yinelenebilir, değerli çıkarımlar yapan bir araştırma tekniği‖dir (Aziz, 2010:121). 531 Klaus Merten‘e göre de içerik analizi, ―sosyal gerçeğinyazılı/açık içeriklerinin özelliklerinden içeriğin yazılı/açık olmayan içeriğinözellikleri hakkında çıkarımlar yapmak yoluyla sosyal gerçeği araştıran yöntem‖ dir (Gökçe, 1994:26). Ġçerik analizi tekniğinin nitel ve nicel olmak üzere iki ayrı sınıflandırması vardır. Nicel analizde daha çok sayma iĢlemi yapılırken, nitel analizde anlam birimleri önem kazanır. Bu çalıĢmada da nitel analiz yöntemi uygulanmıĢtır. Bu çalıĢmada da, Krippendorf ve Merten‘in tanımları göz önüne alınarak, içerik çözümlemesi tekniği, metin içeriklerinden sosyal gerçeğe yönelik çıkarımlarda bulunmak üzere, televizyon kanallarında yayınlanan yemek programlarına uygulanmıĢtır. AMAÇ ÇalıĢmada ―tüketim ve meta fetiĢizmi, televizyon aracılığıyla nasıl Ģekillendiriliyor?‖ sorusunun cevabı arandı. Bu bağlamda; -programlardaki iletiĢim kodları, - kullanım ve doyumlar kuramı bağlamında izleyicinin konumu, - stüdyo tasarımları ve renk kullanımları, - kamera açıları, - ürün yerleĢtirme ve - dıĢ mekânın kullanımı konuları analiz edilip, konuyla ilgili yorum ve çıkarsamalarda bulunuldu. YÖNTEM AraĢtırmanın evrenini, Türkiye‘de, televizyon kanallarında izlenen, yerli yemek programları oluĢturmaktadır. Ancak bu evreniçerisinde nitel araĢtırmalarda kullanılan, amaçlı örneklem esasına göre, ―Refika Ġle Mucize Lezzetler‖, ―Arda‘nın Mutfağı‖, ―Tadı Damağımda‖ ve ―Maceracı‖ adlı yemek Ģovları örneklem olarak alınmıĢtır. Amaçlı örneklem, örnekleme seçilen kiĢilerin ya da objelerin araĢtırmacının amaçlarına en uygun yanıtı verebilecek birey ve objeler arasından seçilmesidir. Seçimde ölçüt, kolaylık yanında, amaca uygunluk olup, burada araĢtırmacının yetenekleri ve yargıları ön plandadır (Aziz,2010:55). Bu sebeple araĢtırmanın temelamaçları çerçevesinde,yemek Ģovlarıformatlarına ve bilinilirliklerine görebelirlenmiĢtir. ―Refika Ġle Mucize Lezzetler‖, ―Arda‘nın Mutfağı‖, ―Tadı Damağımda‖ programları ―ulusal haber kanalı‖ olarak sıfatlandırılan kanallarda yayınlanmakta olup zaman zaman program öncesi ve sonrasında içerikleriyle yazılı ve görsel medyada haberlere konu olmuĢlardır. Ayrıca bu programların sunucularının, program tekrarlarını yayınladıkları internet ortamında yer alan sayfalarının izlenme oranları ve güçlü markaların sponsorolmak için tercih etmelerinedeniyle araĢtırmada incelemeye alınmıĢlardır. Ancak örneklem seçiminde ―Maceracı‖ adlı program internet üzerinden eriĢilebilirlik ve sponsorluk dıĢında, yayın formatının farklılığı ve ulusal kanalda yayınlanması nedeniyle değerlendirmeye alınmıĢtır. Tablo 1. Çalışmanın Örneklemini Oluşturan Program Bölümleri Yayınlandığı Kanal Yayınlandığı Gün Yayın Saati Program Sunucusu Program Formatı Refika Ġle Mucize Lezzetler NTV Pazar 13.30 Refika Birgül Yemek Ģov Arda‟nın Mutfağı CNN TÜRK Pazar 13.05 Arda Türkmen Yemek Ģov Tadı Damağımda NTV ÇarĢamba 21.15 Vedat Milor Gezi Yemek SAMANYOLU Cumartesi 09.10 Murat Yen Gezi Yemek Program Adı Maceracı Analiz Edilen Bölümler 2. Sezon 4. Bölüm 2. Sezon 21. Bölüm 2. Sezon 34. Bölüm 2. Sezon 20. Bölüm 3. Sezon 13. Bölüm 3. Sezon 18. Bölüm Giritli Lokantası Gökçeada Denizli Erzurum Manisa Malatya 532 ―Refika Ġle Mucize Lezzetler‖ adlı programın 2. sezonunda yayınlanan 4. 21. ve 34. Bölümleri, ―Arda‘nın Mutfağı‖ adlı programın 2. Sezonunda yayınlanan 20. Bölümü ve 3. Sezonda yayınlanan 13 ve 18. Bölümleri, ―Tadı Damağımda‖ adlı programın Giritli Lokantası, Gökçeada ve Denizli‘de hazırlanmıĢ bölümleri ve ―Maceracı‖ adlı programın ise Erzurum, Manisa ve Malatya hazırlanan bölümleri olmak üzere toplam 12 TV programı izlenmiĢ ve içerikleri analiz edilmiĢtir. KATEGORĠLER ―Refika Ġle Mucize Lezzetler‖ ile ―Arda‘nın Mutfağı‖ adlı programlar stüdyo ortamında çekilmiĢ olup değerlendirme kategorileri ortaktır. Ġkinci formatta ise ―Tadı Damağımda‖ ve ―Maceracı‖ adlı programlar gezi-yemek türünde olup ayrı bir ortak kategoride değerlendirilmiĢtir. Kodlama formları hazırlanırken, tüketim ve meta fetiĢizminin, televizyon aracılığıyla Ģekillendirilmesine temel teĢkil eden öğelerin neler olduklarıyla ilgili kategoriler belirlenmiĢtir. Bu kategoriler, daha önceyapılmıĢ benzer çalıĢmalar incelenerek ve araĢtırmanın evrenini oluĢturan yemek ve gezi-yemek programlarının bölümleri izlenerek yapılan ön araĢtırma sonucunda oluĢturulmuĢtur. Kategorilerle ilgili ayrıntılar aĢağıdaki Ģekildedir. 533 Web Sayfasına -Mandalina roka karıĢımı yeĢil salata -KızarmıĢ etin üzerine sıkılan mandalina -Hazır patates cipsleri -Fırından alınmıĢ ekmek hamuru -Mermer havan -Pizza kürekleri -Çok fonksiyonlu çelik bıçak -Pizza kesme makası -Siyah yemek takımı, Ģamdan ve kadehler -Hazır kavun suyu -Dondurma kepçesi -Sıra dıĢı tasarımlı mutfak malzemeleri (düz tabaklar v.s) TV(Program içeriğine) Diğer Satın Almaya TeĢvik Ürünleri -Pazar görüntüleri -Ġstanbul manzaralı bahçe görünümlü, balkon/teras -Oturma salonu -Salça alırken rengine ve tadına bakın. -Tulum peyniri, erken hasat zeytinyağı, baharat tohumları, deniz tuzu, organik yumurta hakkında bilgi, tavsiye ve nerede bulunabilecekleri hakkında bilgilendirme. AlıĢılmadık Lezzetler -YerleĢtirilen ürüne çok yakın çekim -Yemek Ģefine yakın ve orta uzaklıkta çekim - Sürekli eylem yanılsaması -Yemeklere yakın çekim -ġehrin görüntüsüne uzak çekim Tavsiyeler (öğütler) Kamera Hareketleri ve Açıları Stüdyo Tasarımı ve Sık Kullanılan Renkler Ġzleyicinin Konumu - Stüdyoda izleyici yok. -Ġzleyici, görüntüdeki mutfağın bir parçası algısı -Finalde davetliler -Boğazı gören, balkon/terasda sebze yetiĢtirilebilen bir apartman dairesi - Sarı, mavi, yeĢik v.s. canlı renkler. -Tahta malzemeler (tahta masa, tahta tezgâh v.s) -SıradıĢı mutfak malzemeleri (düz tabaklar, plastik kesiciler, v.s) DıĢ Mekân Kullanımı Ana temalar: -ÇalıĢan kadın, -Dostluk, -Samimiyet -Mahremiyet -Emtia Samimiyet ve CoĢku Ġfadeleri Program Konusu ve Ana temalar Analiz Edilen Bölüm 2. Sezon 4. Bölüm Program Adı Refika Ġle Mucize Lezzetler Program konusu: İş dönüşü yemekleri -Yoğun bir iĢ gününün ardından evde coĢkuyla yemek yapabileceği hissi için yüksek enerjili bir ton -Finalde dostlarıyla samimi duygu paylaĢımı (alınan hazzı gösteren yüz ifadeleri ile birlikte çıkarılan sesler) -Ġzleyiciyi alınan hazza davet -Kendini açma -Hız Ürün YerleĢtirme -Kahve Makinası -Su ısıtıcısı -Akıllı fırın 534 -Sponsor firma logosu ve figürleri 2. Sezon 34. Bölüm 2. Sezon 21. Bölüm Program konusu: Televizyon karşısında yemekler Ana temalar: -Dostluk, -Samimiyet -Mahremiyet -Emtia Program konusu: Fırından meze çıktı Ana temalar: -Dostluk, -Samimiyet -Mahremiyet -Emtia -Yüksek enerjili bir ton -Finalde dostlarıyla samimi duygu paylaĢımı (alınan hazzı gösteren yüz ifadeleri ile birlikte çıkarılan sesler) -Ġzleyiciyi alınan hazza davet -Kendini açma -Hız -Koklama -Hız -Yemek Ģefinin yüz ifadeleri -Misafirlerin yüz ifadeleri -Samimi sözcükler: ―öldürücü dokunuĢ‖ - Stüdyoda izleyici yok. -Ġzleyici, görüntüdeki mutfağın bir parçası algısı -Finalde davetliler - Stüdyoda izleyici yok. -Ġzleyici, görüntüdeki mutfağın bir parçası algısı -Finalde davetliler -Boğazı gören, balkon/terasda sebze yetiĢtirilebilen bir apartman dairesi - Sarı, mavi, yeĢik v.s. canlı renkler. -Tahta malzemeler (tahta masa, tahta tezgah v.s) -SıradıĢı mutfak malzemeleri (düz tabaklar, plastik kesiciler, v.s) -YerleĢtirilen ürüne çok yakın çekim -Yemek Ģefine yakın ve orta uzaklıkta çekim - Sürekli eylem yanılsaması -Yemeklere yakın çekim -ġehrin görüntüsüne uzak çekim -Boğazı gören, balkon/terasda sebze yetiĢtirilebilen bir apartman dairesi - Sarı, mavi, yeĢik v.s. canlı renkler. -Tahta malzemeler (tahta masa, tahta tezgah v.s) -SıradıĢı mutfak malzemeleri (düz tabaklar, plastik kesiciler, v.s) -YerleĢtirilen ürüne çok yakın çekim -Yemek Ģefine yakın ve orta uzaklıkta çekim - Sürekli eylem yanılsaması -Yemeklere yakın çekim -ġehrin görüntüsüne uzak çekim -Pazar yeri -Ġstanbul manzaralı bahçe görünümlü, balkon/teras -Ġstanbul manzaralı bahçe görünümlü, balkon/teras -Toprakaltı ya da kök sebzelerin faydaları -Yeni bahar öğütülmemiĢ olmalı… -Hava almayan cam kavanozun gerekliliği - -Sarımsağı kabuklarıyla yemeğe koymanın faydası -Kaya tuzu -Toprakaltı/kök sebzeler -Balık, yoğurt, peynirin bir arada kullanımı -Avokado -Mermer havan -Avokado -Fırın kağıdı -Hava almayan cam kavanoz -Kayatuzu -Pastaneden alınacak yağlı ekmek ve ayçiçekli sandviç ekmeği -Salata soyucu -Pastörize adına ―beyaz‖ denen bir tür peynir -Sunum tahtası -Tahta kaĢık -Ocak -Akıllı fırın -Plazma televizyon -Küçük doğrayıcı -Su ısıtıcısı -KarıĢtırıcı -Fıstık, balık, soya, salça, zahter ve turĢunun birlikte kullanımı -Ekmek kesme bıçağı -Mermer havan -4 renk tohum karabiber -Farklı iĢlevleri olan bıçaklar -Tezgah üstü Ģeker kavanozları -Suchi kesme bıçağı -Wok tava ve wok aparatı -Çupra -Sunum tahtası -KarıĢtırıcı -Akıllı fırın -Doğrayıcı -Kahve makinası -Terazi 535 -Sponsor firma logosu ve figürleri -Sponsor firma logosu ve figürleri 2. Sezon 20. Bölüm 3. Sezon 13. Bölüm Arda‟nın Mutfağı Program konusu: Ekmek arası lezzetler Ana temalar: -Dostluk, -Samimiyet -Emtia -KeĢfet piĢir, ye… Program konusu: Bulgurlu Greyfurtlu Yerelması, Kabak Carpaccio Ana temalar: -Dostluk, -Samimiyet -Emtia -KeĢfet piĢir, ye… -Kendinden emin, ne yaptığını bilen, kibar ve saygılı bir duruĢ, -Finalde dostlarıyla samimi duygu paylaĢımı (alınan hazzı gösteren yüz ifadeleri ile birlikte çıkarılan sesler) -Ġzleyiciyi alınan hazza davet -Kendini açma -Hız -Selamlama -TokalaĢma -Hal hatır sorma -Samimiyet ifadeleri: *ArkadaĢ *Göz hakkı *Son dokunuĢ - Stüdyoda izleyici yok. -Ġzleyici, görüntüdeki mutfağın bir parçası algısı -Finalde davet edildiği mekândaki kiĢiler izleyici temsilcileri. -Doğal görünümlü, duvarları tuğla tasarımlı mutfak, -Duvarda içki ĢiĢelerinden yapılmıĢ vitrin, -Canlı renklerin uyumu, -Malzemelere kolay ulaĢılabilir ve rahat hareket edilebilir mutfak dizaynı - Stüdyoda izleyici yok. -Ġzleyici, görüntüdeki mutfağın bir parçası algısı -Doğal görünümlü, duvarları tuğla tasarımlı mutfak, -Canlı renklerin uyumu, -Malzemelere kolay ulaĢılabilir ve rahat hareket edilebilir mutfak dizaynı -Eller yakın çekim -Ürüne yakın çekim -YerleĢtirilmiĢ ürüne yakın çekim -Mutfak Ģefine yakın ve orta çekim -Pazar yeri yakın çekimleri -Eller yakın çekim -Ürüne yakın çekim -YerleĢtirilmiĢ ürüne yakın çekim -Mutfak Ģefine yakın ve orta çekim -Davet edilen arkadaĢ evi -Etin yumuĢaklığını ölçmek için kullanılan 4 parmak testi -döküm tavanın faydaları -Festo sos -Pankek -Parmesan -Mozerella peyniri -YeĢilköy pazarı -Sağlıklı kese kağıdı -Kök sebze -Küçük mutfak sırları -Kabak Carpaccio (Çiğ kabak yemeği) -Bonfile -Cabatta ekmeği -Parmesan -Mozerella peyniri - -Mutfak robotu -Cam ürünler -Cam ürünler içinde yemek tarifleri -Döküm tencere -Cam ürünler -Fırın küreği -Su ısıtıcısı -Çırpıcı -KarıĢtırıcı -Akıllı Fırın -Cam ürünler içinde yemek tarifleri 536 3. Sezon 18. Bölüm Program konusu: Vanilya ve çikolatalı cupcake Ana temalar: -Dostluk, -Samimiyet -Pastacılık -Emtia -KeĢfet piĢir, ye… -Samimiyet ifadeleri: *Concon *ArkadaĢ *Göz hakkı *Okey *Bu ne ya! *Efsane *ġahane -Parmaklarını yalama -Ağız Ģapırdatma - Stüdyoda izleyici yok. -Ġzleyici, görüntüdeki mutfağın bir parçası algısı -Doğal görünümlü, duvarları tuğla tasarımlı mutfak, -Canlı renklerin uyumu, -Malzemelere kolay ulaĢılabilir ve rahat hareket edilebilir mutfak dizaynı -Eller yakın çekim -Ürüne yakın çekim -YerleĢtirilmiĢ ürüne yakın çekim -Mutfak Ģefine yakın ve orta çekim -Cam ürün satan ünlü bir markanın satıĢ mağazası -Pastacılıkta ölçü ve gramajların önemi -Malzemelerin oda sıcaklığında olmasının önemi -Eros yöntemi -Pastacılığın püf noktaları -Tuz -Frosting (Pasta kreması) -Cam servis tabakları -Cupcake servis tabakları -Vanilya aroması -Cupcake tepsisi -ġeker hamuru -Pasta altı kağıtları -Gıda boyaları -Krema sıkma poĢeti -Pasta süsleri - Pasta karıĢtırıcı -Cam mutfak eĢyaları 537 -Cam ürünler içinde yemek tarifleri BÖLÜMLERĠN DEĞERLENDĠRĠLMESĠ REFĠKA ĠLE MUCĠZE LEZZETLER Mutfaklarda mucizeler yaratmayı ve çok özel yemek tarifleri ile izleyicinin mutfakta iĢini kolaylaĢtırmayı vadeden ―Refika Ġle Mucize Lezzetler‖ yemek programında, hazza dönüĢen bir tada ulaĢmak, ―iyi malzemelerin kullanılması, keyifli dizayn edilmiĢ bir mutfağın olması ve hazırlanan yiyeceklerin kendilerine özgün sunumlarının yapılması‖yla mümkündür mesajı verilmektedir. Yemek Ģefi, cinsiyetçi kalıp yargıların Ģekillendirdiği toplumsal algıya uygun olarak kadındır. Bu algı, sponsor firmanın yerli ve köklü bir firma olması ile de örtüĢmektedir. Ayrıca toplumsal bellekte, kadının zor beğenen bir yapısı olduğu ve iyiden anladığına dair algı güçlüdür. Programda kadın- mutfak eĢleĢtirmesinde sponsor firmanın ürününün kullanılması bu algıyı öncelikli olarak firma lehine Ģekillendirmekte olup, benzer üretimde bulunan diğer firmalar da bu rüzgardan etkilenmektedir. Örneğin programdaki yemek Ģefinin kullandığı sponsor firmanın akıllı fırınınınher zamankinden daha fazla talep ediliyor olması ve bu talebin diğer markalara da transfer olması bunun kanıtıdır (Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, 2013:9). 2. Sezon, 4. Bölüm‟ün adı “iş dönüşü yemekleri”dir. Bölümün ana teması ise, tüm gün dıĢarıda çalıĢan bir iĢ kadının evde coĢkuyla, severek ve isteyerek yemek yapabileceğidir. Bu hissi verebilmek ve izleyicinin ilgisini canlı tutabilmekiçin de mutfak Ģefi, program boyunca hareket halinde olupyüksek enerjili bir ton sergilenmektedir. Oldukça yumuĢak ıĢığın kullanıldığı ve boyalı dekore edilmiĢ, kurgulanmıĢ mutfakta canlı renklerin uyumu izleyiciyi davetkâr ve ilham vericidir. Mutfak çekimlerinin yapıldığı daire, Ġstanbul Boğaz‘ını görmekte ve balkon/terasında sebze yetiĢtirilebilmektedir. Ġzleyiciye, Ģehrin tüm kargaĢasına ve dar alana hapis olmuĢluğuna rağmen istenirse, toprakla insanın bağının koparılamayacağı mesajı verilmektedir. ĠĢ dönüĢü soluklandığı evinin salonu kitaplarla donatılmıĢ ama kitap rafında kocaman bir bal kabağı yer alıyor. Aksesuar olarak ekrana yansıyan bal kabağı, gerçekte ―yemek için yaĢamalı‖ düĢüncesinin bir temsilcisi gibi. Sunucunun giyimi ve aksesuarları abartıdan uzak ve sade. Abartı ve vurgu program içeriğine yerleĢtirilmiĢ sponsor ürünlerinde ve yiyecek malzemelerindedir. Yiyeceklere aĢırı yakın çekimler, kesme, buharda haĢlama, kızartma yöntemiyle, yemek hammaddesinin heyecan verici dönüĢümünü gözler önüne sergiliyor. Sabit kamera bile izleyiciye sürekli eylem izlenimi veriyor. Stüdyoda izleyici olmamakla birlikte, görüntüdeki mutfağın bir parçasıdır ve yemek Ģefinin anlatım tarzı, izleyicileri stüdyoda yaĢananzevki ve heyecanı paylaĢmak üzere davet yüklüdür. Kavanozlardaki yiyecek malzemeleri yemek Ģefinin hünerli elleri sayesinde mermer havanda bir araya geliyor. ġef bu iĢlemi, bir eczacının ilaç bileĢimlerini bir araya getirirken gösterdiği dikkat ve hassasiyeti gösterir gibi ya da bir büyücünün hangi malzemeden ne kadar koyacağına karar vermesi gibi ustaca gerçekleĢtiriyor. Böylece ceviz, kiĢniĢ, rengârenk karabiber tohumları havanda ahenkle bir araya geliyor. Bu arada Ģef,izleyiciyle arasında samimi bir sosyal alan yaratıyor ve kurulan bu samimiyet de yemeğin tadılma aĢamasında izleyiciyle yapılacak yemek fantezisinin ön hazırlığıdır. Beslenme ve yemek piĢirme için dikkatli tavsiyeler ve öğütler vermekten de geri kalmıyor. Tıpkı annemiz gibi...―Salça alırken rengine tadına bakın. Erken hasat zeytinyağı kullanın yada organik yumurta alın‖ gibi. Tabi bunun yanı sıra bu ürünlerin bulunabileceği yerleri ifade etmeyi de ihmal etmiyor. Bu arada izleyicide ―sizin de bizim gibi güzel yemekler yapabilmeniz için bazı mutfak gereçlerine ihtiyacınız var‖ hissi uyandırılıyor. Örneğin, ―yaptığımız yemekten iyi verim elde etmek için şu tip karıştırıcıya ihtiyacımız var‖ tarzı söylemler bilinçaltında bu algıyı oluĢturuyor. Bunun için de program içeriğinde gıda maddeleri ve iĢleme ekipmanları oldukça belirgin iĢleniyor. KurgulanmıĢ mutfaktaki bir dizi mobilya tasarımı, Ģık moda gurme ürünleri ve bunların üretim teknikleri de izleyicideki bu algıyı güçlendiriyor. Ġzleyicide yaratılan bu algı üretici firmalar için yeni bir satıĢ tekniğini gündeme getiriyor. Program sponsorluğunu üstlenerek içeriğe (kahve makinası, su ısıtıcısı, akıllı fırın, plazma tv, doğrayıcı, karıĢtırıcı v.s. gibi.) ürün yerleĢtirmek ve böylece satıĢları arttırmak. Bunun için de izleyiciye sürekli olarak ―Ġyi bir yeme yapmak istiyorsan bu mutfak aletlerini kullanmalısın‖ mesajı yineleniyor. Finalde günün yorgunluğu bol köpük yapan kahve makinasında hazırlanmıĢ kahve içilerek atılırken yapılan yemeklerdeki zafer bu kahveden alınan yudumlarla kutsanıyor. Elbette program içeriğine yerleĢtirilmiĢ sponsor firma ürünlerinin yanında, satın almaya teĢvik edilen baĢka ürünlere de vurgu yapılıyor. Örneğin, hemen hemen her programda kullanılan 538 mermer havan, pizza kürekleri, çok fonksiyonlu çelik bıçak, pizza kesme makası, sıra dıĢı yemek takımları, Ģamdanlar, kadehler, dondurma kepçesi, v.s de farklı sektörleri harekete geçiren bir diğer ürün pazarlama stratejisi olarak karĢımıza çıkıyor. ―Tv'lerdeki Yemek Programları Zücaciyelerin Yüzünü Güldürüyor‖ baĢlıklı, pek çok haber sitesinde de yer alan haberler bunu doğrular niteliktedir (http://www.sondakika.com, 2013). Program içeriğinde, Türk yemek kültüründe alıĢılmadık lezzetlere de yer verilmesi tüketimi arttıran önemli bir unsurdur. Örneğin,mandalina roka karıĢımı yeĢil salata ya da kızarmıĢ etin üzerine sıkılan mandalina gibi. Bu konuda izleyiciden gelebilecek herhangi bir tepki de, yemek Ģefinin ısmarladığı eti getiren kasaba yaptığı yemekten tattırması ve kasabın da “Refika yapar da kötü olur mu” demesiyle önlenmiĢ oluyor. Program içeriğinde Web Adreslerine, Facebook ve Twitter sayfalarına sıklıkla yapılan yönlendirmeler ise tüketim sürecinin program bitiminde de devam etmesi için yapılan önemli hamlelerdir. Örneğin web sayfasında ―Programda kullanılan havanı nereden alabilirim‖,―taş fırını nereden bulabilirim‖ türünden sorular (http://www.mucizelezzetler.com, 2013) bu sürecin devam ettiğinin en önemli göstergeleridir. Program boyunca gösterilen samimiyet ve coĢku ifadeleri, izleyicinin konumu, stüdyo tasarımı, kullanılan ıĢık ve renk uyumu, mutfak oyunları ve kamera hareketleri, dıĢ mekânın kullanımı ve Web Adreslerine, Facebook ve Twitter sayfalarına yönlendirme Ģekli ve amacı, genel format gereği tüm bölümlerde aynı olup, bu yapının diğer incelediğimiz 2. Sezon,21. Bölüm ve 2. Sezon, 34. Bölüm‘dede tekrarlandığını görüyoruz. Genel format içerisinde bölümlerde ele alınan farklılıklar ise Ģunlardır: 2. Sezon, 21. Bölüm‟ün adı“Televizyon karşısında Yemekler”dir. Bölümde yemeğe dair toplumsal kalıp yargıların yıkılmaya çalıĢıldığını görüyoruz. Bu bölümde mutfak Ģefinin iddiası ―alışık olmadığınız tatları, alışık olduğunu malzemelerle verebilirsiniz. Hikaye onları nasıl bir araya getirdiğinizdir‖ Ģeklindedir. Örneğin, bir tarifte balık yoğurt, peynir bir araya getiriliyor. Oysa toplumsal algı balıkla yoğurdun ya da peynirin etkileĢime gireceği korkusuyla birlikte yenilmemesi gerektiği yönündedir. 2. Sezon, 34. Bölüm‟ün adı ise “Fırından meze çıktı”dır. Bu bölüm de de yemek Ģefinin yiyecek malzemeleriyle oyun oynadığına ve bilinmedik tatlara davetiye çıkardığına Ģahit oluyoruz. Bölüm sonunda izleyiciye, sarımsağın yemeğin içine kabuklarıyla konduğunda lezzeti daha fazla arttırdığı öğretilirken, fıstık, soya, salça, zahter ve turĢunun balığa verdiği lezzetin hazzı hissettiriliyor. ARDA‟NIN MUTFAĞI ―Keşfet, Pişir Ye!‖sloganıyla,karizmatik bir erkeğin, kurnazca malların tüketimini teĢvik ettiği yemek programı olan ―Ardanın Mutfağı‖, izleyiciye tüketim odaklı bir dünya sunarken geleneksel cinsiyetçi kalıpları da yerle bir ediyor. Her ne kadar kolay bulunabilen, her evde olduğunu iddia ettiği malzemelerle yemek yaptığını söylese de kullandığı malzemelerin çeĢidi, miktarı ve kalitesi kolay kolay her eve giremeyecek cinsten. Ancak programda yemek hammaddelerini ahenkle bir araya getiriĢindeki becerisi ve sunumu, izleyici üzerinde sürekli tüketim yoluyla uyuĢturma etkisi yarattığı söylenebilir. 2.Sezon, 20 Bölüm‟ün adı “Ekmek Arası Lezzetler” dir. Sandviç yapmak için 2 kilo bonfile etin kullanılması gerektiğini sıradanlaĢtırarak sunduğu program içeriğinde, yemek Ģefinin sakin, ağırbaĢlı ve karizmatik olduğu gözlenmektedir. Ekranda kot gömlek, kot pantolon ve hafif kirli ancak bakımlı sakalıyla geleneksel algının tersine hamur da yoğuran cool erkek figürü mutfakta harikalar yaratmaktadır. Program esnasında mutfak olarak dizayn edilmiĢ stüdyoda oldukça yumuĢak ıĢık kullanılmakta ve ilham verici canlı renklerin uyumuna dikkat edilmektedir. Akıllı fırın üzerine asılı rengârenk havlunun üzerindeki nazar boncuğu ise programın baĢarısını dile getirmenin simgesel ifadesidir. 539 Bu programda da stüdyoda izleyici yoktur. Bununla birlikte yemek Ģefinin anlatım tarzı ve stüdyoda yaĢanan zevki ve heyecanı paylaĢmak üzere davetkâr tutumu, izleyiciyi görüntüdeki mutfağın bir parçası haline getirmektedir. Program boyunca kamera, yemek Ģefinin usta ellerine yakın çekim yaparken programa yerleĢtirilen sponsor firma ürünlerine de aynı ilgiyi göstermeyi ihmal etmemektedir. Sandviç yapmak için cabatta ekmeğine ve bonfilo ete ihtiyaç olduğunu vurgulayan Ģef, sponsor firma ürünü olan mutfak robotuna olan ihtiyacın da altını çizmektedir. Eti yumuĢatmak için dört parmak testinin nasıl yapıldığı konusunda izleyiciyi eğittiği programda, Türk mutfak kültüründe yaygın olmayan festo sos, muhteĢem bir tat için mozerella peyniri ve parmesan peynirinin belki de hiç bilinmeyen tadının çekiciliği izleyicileri baĢka diyarlara götürmektedir. Mantarı, soğanı, kabağı ve pastırmayı ahenkle bir araya getirdiği sandviçler sayesinde yemek Ģefi, arkadaĢlarıyla yaptığı bilgisayar turnuvasında sergilediği olağanüstü yeteneği ile üstünlük ve farkındalık elde etmektedir. Isırılan yudumların ardından, yüzlerdeki beğeni ifadeleri Ģefin yeteneğinin onayıdır. Program arasında sponsor firmanın bir ürünün reklamının da yapıldığı ―advertorial kapak‖ bölümünün dıĢında web adresine, Facebook ve Twitter sayfalarına yaptığı yönlendirmeler de reklam sürecinin programdan sonra da devam ettiğinin bir göstergesidir. Program boyunca gösterilen karizmatik tavır, samimiyet ve coĢku ifadeleri, izleyicinin konumu, stüdyo tasarımı, kullanılan ıĢık ve renk uyumu, mutfak oyunları ve kamera hareketleri, dıĢ mekânın kullanımı ve Web Adreslerine, Facebook ve Twitter sayfalarına yönlendirme Ģekli ve amacı, genel format gereği tüm bölümlerde aynı olup, bu yapının diğer incelediğimiz 3. Sezon, 13. Bölüm ve 3. Sezon, 18. Bölüm‘dede bazı küçük ilavelerle tekrarlandığını görüyoruz. Genel format içerisinde bölümlerde ele alınan farklılıklar ise Ģunlardır: 3.Sezon, 13. Bölüm‟ün adı “Bulgurlu Greyfurtlu Yerelması, Kabak Carpaccio”dur. Yukarıdaki bölümden farklı olarak dıĢ mekân çekimiYeĢilköy pazarında yapılmıĢtır. Esnafla selamlaĢma, tokalaĢma, hal hatır sorma ile halkın içinden sıradan mesajı verilmeye çalıĢılırken, yapılan yemeklerle bu sıradanlığın dıĢına çıkılmıĢ, pek de alıĢık olmadığımız, farklı kültürlerden mutfağımıza gelen çiğ sebze ile yemek yapma fikrini zihinlere aĢılamıĢtır. Bu arada sağlıklı bir çevre için kese kâğıdı kullanmanın önemine değinirken, kök sebzeler konusunda izleyiciyi bilgilendirmekte ve kaliteli bir döküm tencerenin de ekonomik faydaları üzerinde durarak tüketicilerin algılarını bu yöne çevirmeyi baĢarmaktadır. Elbetteki program boyunca Ģefin, ―arkadaş‖ diye hitap ettiği sponsor firmanın mutfak malzemelerinin (su ısıtıcısı, akıllı fırın, karıĢtırıcı, doğrayıcı v.s) gerekliliğinin, gerek sözcüklerle gerekse görüntüyle yapılan vurgulamalarla altı sık sık çizilmektedir. 3.Sezon, 18. Bölüm‟ün adı “Vanilya ve Çikolata Cupcake‖ dir. Bu bölümde de dıĢ çekim program sponsoru olan, ürettiği cam ürünleriyle çok bilindik bir markanın satıĢ mağazasında gerçekleĢmektedir. Kameraman eĢliğinde, izleyiciye bütün mağaza gezdiriliyor ve firmanın ürünler gösteriliyor. Mağazanın tezgâhtarı ürünler hakkında bilgi verirken yemek Ģefine bakmakla beraber aslında bilgilendirdiği ekranlarının baĢındaki izleyicilerdir. Tezgâhtara cupcake yapmak istediğini ve bunu için yeni bir ürünlerinin olup olamadığını sorarak, yaratılan yeni satıĢ alanında biraz tiyatro sahneleyerek izleyicinin dikkatini ürün üzerinde daha fazla yoğunlaĢtırıyor. Ġstediği ürünü bulunca da ―servisleri bununla yaparsanız, bütün gün yapacağınız bütün yemekleri bunlarla sunarsanız, sade sevgililer gününü değil, her günü acayip güzel yemekler yaparsınız‖ diyerek gerçek amacı ortaya koyuyor. Program içeriğinde ise bu defa uzmanlığı pastacılık olan bir konuk yer almakta. NeĢeli ve çok bilgili tavırlarıyla pasta yapımının püf noktalarını anlatıyor. Pasta yaparken kimyager gibi çalıĢmak gerektiğinden bahsederken her zaman olduğu gibi sponsor firma ürünü olan karıĢtırıcı alet tezgah üzerinde ve kamera da yakın çekimde. Az önce izleyicinin kameranın gezdiği mağazada gördüğü cam mutfak eĢyaları ise bütün cazibeleriyle mutfağın her yanına saçılmıĢlar. Cupcake hamuru karıĢtırıcı alet tarafından çevrilirken ―Böyle bir arkadaş varsa işimiz beş dakikadabiter‖ denilerek izleyicide bu alete karĢı bir ihtiyaç yaratılmakta ve bu ürünü almaya teĢvik edilmektedir. Elbette ki bu arada sponsor firma ürünü dıĢında, böylesi lezzetleri elde etmede olmazsa olmaz malzemeler sıralanmaktadır. Vanilya aroması, Ģeker hamuru, pasta altı kağıtları, gıda boyaları,cupcake kalıpları ve krema sıkma 540 poĢeti‘nin her yerde bulunan ürünler olduğundan bahsedilerek bu ürünlere ulaĢımının da artık çok kolay olduğunun atı çizilerek geleneksel mutfaklar için daha önce ihtiyaç olmayan ürünleri ihtiyaç haline getirmektedirler. Pastayı yaptıktan sonra bayıla bayıla tadına bakmaları, ortaya çıkan lezzeti ―Bu ne ya! Efsane!‖―ġahane olmuĢ‖, gibi nitelendirmelerle ifade etmeleri, ağızlarını Ģapırdatarak, lezzet ifadesi garip sesler çıkartarak ve parmaklarını yalayarak yemeleri ekran baĢındakileri izleyicileri, sunucunun yaĢadığı zevki tatmaya ve daha fazla tüketmeye bir davettir. 541 -Eski bir Rum Köyü olan Tepeköyü ve bu köyde Ģarap üretimi yapan bir Rum asıllı vatandaĢın restoranı -Denizli Ģehir görüntüleri (travertenler, termaller v.s) -Denizli cam, Kocabay Lokanta -Yol üstü kokoreççi -Mesire alanı -Yöresel köy evi -Restore edilmiĢ, tarihi bir Ġstanbul evi -Giritli bir ailenin iĢletmesi -Gerçek Girit lezzetlerini sunmaya çalıĢtıklarını söylemeleri -Bembeyaz masalar ve nezih bir ortam görüntüsü -Deniz ürünlerini farklı sunmaları -Ürettikleri Ģarabı sunmaları -Tarihi güzellikler -Geleneksel yerel ve bölgesel Türk mutfağının çekiciliği -Yiyeceklerin fiyatı ve kalitesi -ġahsiyetli bir yer -Seçkin -Sıra dıĢı --Farklı kültürleri ve tatları alabileceğiniz bir mekan -Sakin -Huzurlu -Bu değerler gizli kalmamalı -Program konuğuyla sunucunun iki eski dost olarak sohbet eĢliğinde yemek keyfi -MüĢteri değil misafir -Dostluk -Takdir edilme -HoĢ sohbet -Misafirperver -Dostluk -Sohbet -Dostluk -Memnuniyet -Kamera önünde izleyici yok. -Kamera önünde izleyici yok. -Kamera önünde izleyici yok. -Mekânın içinde ve dıĢında uzun süreli yakın ve orta uzaklıkta çekimler. -Sohbet anında yakın çekim Tavsiyeler Kamera Hareketleri Ġzleyicinin Konumu Samimiyet ya da CoĢku Ġfadeleri Programın Yapıldığı Yeri Tanımlama Sözcükleri Programın Yapıldığı Yerin Farklılığı Programın Yapıldığı Yer/Yerler Analiz Edilen Bölüm Denizli Gökçeada Giritli Lokantası Program Adı Tadı Damağımda -Cankurtaran (Eski Ġstanbul) -Mutlaka gidilmeli -Günün farklı saatlerinde eĢsiz ada çekimleri -Üzüm bağı çekimleri -Deniz ürünleri çekimleri -Ġç mekân çekimleri -Gidilmeli -DıĢ mekân çekimlerinde daha çok geniĢ açıda ve uzak çekimler -Yiyeceklere yakın çekimler -Ġç mekanlar yakın ve orta uzaklıkta çekimler -Mutlaka gidilmeli 542 Erzurum Manisa Malatya Maceracı -Gelgör restoran -Altınbulak köyü -Abdurrahman Gazi Türbesi -Yakutiye Medresesi -Kula ilçesi Akgün Mahallesi -Tarihi jeotermal hamam -Köy düğünü -Turgut Özal müzesi -Arapgir Ġlçesi -Yazıhan Ġlçesi -Darende Tohma Kanyonu -Akçadağ Sultansuyu At YetiĢtirme merkezi -Arguvan Kızık köyü -Erzurum‘a özgü yiyecek ve içecek kültürü -Dini ve tarihi yapılar -Gelenek görenek ve kendine has kültürel özellikler -Tarihi ve doğal güzellikleri -Geleneksel yerel ve bölgesel Türk mutfağının çekiciliği -Manisa‘ya gelenek görenekler ve kültürel özellikler -Tarihi ve doğal güzellikleri -Geleneksel yerel ve bölgesel Türk mutfağının çekiciliği -Malatya‘nın gelenek görenekler ve kültürel özellikleri -EĢsiz -MuhteĢem -EĢsiz -MuhteĢem -EĢsiz -MuhteĢem -Dostluk -Ġnsanların sıcak yaklaĢımları -Açık yürekli insan iliĢkileri -Annem, babam, kardeĢim Ģeklindeki hitap tarzı -Kamera önünde kurgulanmıĢ izleyici topluluğu olmamakla beraber, dıĢ çekimleri izleyen halktan kiĢiler var. -Halkla yapılan sokak röportajları -Tanrı misafiri -Dostluk -Sıcak insan iliĢkileri -Kamera önünde kurgulanmıĢ izleyici topluluğu olmamakla beraber, dıĢ çekimleri izleyen halktan kiĢiler var. -Halkla yapılan sokak röportajları -Tanrı misafiri -Dostluk -Sıcak insan iliĢkileri -Kamera önünde kurgulanmıĢ izleyici topluluğu olmamakla beraber, dıĢ çekimleri izleyen halktan kiĢiler var. -Halkla yapılan sokak röportajları -DıĢ mekân çekimlerinde daha çok geniĢ açıda ve uzak çekimler -Yiyeceklere yakın çekimler -Ġç mekânlarda yakın ve orta uzaklıkta çekimler -Dini mekânlarda yavaĢ ve yakın çekimler -DıĢ mekân çekimlerinde daha çok geniĢ açıda ve uzak çekimler -Yiyeceklere yakın çekimler -Ġç mekânlarda yakın ve orta uzaklıkta çekimler -DıĢ mekân çekimlerinde daha çok geniĢ açıda ve uzak çekimler -Yiyeceklere yakın çekimler -Ġç mekânlarda yakın ve orta uzaklıkta çekimler -Mutlaka tekrar tekrar gelinmeli -Bu güzellikler yaĢanmalı -Mutlaka tekrar tekrar gelinmeli -Bu güzellikler yaĢanmalı -Mutlaka tekrar tekrar gelinmeli -Bu güzellikler yaĢanmalı 543 TADI DAMAĞIMDA Yemeğin ve Ģarabın eĢleĢtirildiği ―Tadı Damağımda‖ programının gurmesi, bu sezon baĢına kadar olan programlarında yemek yediği restoranlarda eleĢtiri ya da övgülerde bulunuyor ve bunu da restoran iĢletmecisinin yüzüne ekran karĢısında, izleyicinin önünde yapıyordu. Bu sezon formatında bazı değiĢikliklerde bulunmuĢ, konuk ettiği ünlü isimlerle beraber, onların önerdiği bir lokantada yemek yiyor ve gurmelik dıĢında da konuklarıyla sohbet ediyor. AĢağıda ele aldığımız bölümler ise her iki formattan örneği içeriyor. Analiz edilen bölüm adı “Giritli Lokantası”dır. Program gurmenin yayına hazırladığı yeni sezon formatındadır. Ana tema iki dostun yemek keyfi‘dir. Giritli Lokantası, Ġstanbul‘un tarihi semtlerinden olan Ahırkapı‘da bulunmaktadır. Tarihi bir Sultanahmet evinin restore edilmesiyle hizmete girmiĢtir. Giritli bir aile tarafından iĢletilen restoran Girit‘e dair tatları sunma konusunda iddialıdır. Eski antika eĢyalarla donatılmıĢ mekân, bu programda gurmeyi ve onun yakın dostu olan bir akademisyen/yazarı konuk ediyor. Program boyunca yiyeceklere, gurmeye ve konuğa yakın çekimler yapan kamera, restoran içinde geniĢ açılı çekimler gerçekleĢtiriyor. Ġzleyiciyi hem kıskandıran hem de meraklandıran görüntülerin ardından kamera dıĢ çekimlere yöneliyor ve sokak adına varıncaya kadar restorana ulaĢım güzergâhını izleyiciye ezberletiyor. Gurme konuğuyla yaptığı söyleĢide yemeği yaĢam kültürünün bir parçası olarak ele alıyor ve her eve giren televizyonda her eve giremeyen yiyeceklerden övgüyle bahsediyor. Bu bağlamda entelektüel bir sohbeti doruğa ulaĢtıran gurme, ―haute cuisine‖ (yüksek mutfak) yorumlarıyla izleyenlere bilmediği bir kapının aralığından bakabilme imkanı tanıyor. Halk arasında çok da yaygın olarak tüketilmeyen ahtapotun damak zevkine göre nasıl piĢirilmesi gerektiğinin derdine düĢen gurme bu sorunun çözümünü Gökçeada‘da bulacak,belkide hayatında hiç ahtapot yememiĢ ve de yemeyecek olan izleyiciyi de bu derdine ortak edecek ve Gökçeada‘ya beraberinde sürükleyecektir. Elbette ki bunu da TV aracılığıyla izleyiciye sunduğu fantastik tüketim odaklı, ulaĢılması imkânsız hayaller sunarak yapacaktır. Analiz edilen bölüm adı “Gökçeada 125. Bölüm”dür. Ana tema ise,―çorak topraklardaki bereket‖tir.Bu bölüm, programın ilk formatında hazırlanmıĢtır. Yani gurme eleĢtirilerini ya da övgülerini restoran iĢletmecisinin karĢısında yapmakta ve bir öğretmen edasıyla verdiği öğütlerin ardından, o iĢletmenin hizmetini ve ürününü puanlandırarak ödüllendirmekte ya da cezalandırmaktadır.Belirli bir kriteri olmayan tamamen gurmenin damak zevkine uygun yapılan bu değerlendirme sonunda övgü alan restoran, izleyicide aynı tadı tatma merakı uyandırmakta, izleyici için artık orası ilk fırsatta gidilmesi gereken yerler arasına girmektedir. Deniz, kum, Ģarap görüntüleriyle baĢlayan programda adaya geliĢ güzergâhı ve süresi tüm ayrıntılarıyla anlatılmaktadır. Kolay ulaĢılabilirliği konusunda ikna edilen izleyiciler daha sonraki program akıĢında ne yenir? Ne içilir? Nereye gidilir? Konusunda bilgilendirilerek ilgileri ve merakları anlatılanlar üzerine yoğunlaĢtırılmaktadır. Damakta tat bırakacak lezzetlerin peĢinde olan gurme, üretilen Ģarapları tadarken ve teknik konularda yetiĢtiricisinden çok daha fazla bilgi aktarırken, kendini izleyen seyirciye engin bilgi birikimi karĢısında Ģapka çıkarttırmaktadır. Kadehlerdeki Ģarap çeĢitlerine, dövülmüĢ dibek kahvesine, Panayot ustanın sakızlı kahvesine, Barba Yorgo‘nun Ģaraplarına ve yemeklerine yakın çekim yapan kamera ile birlikte gurmenin yaptığı yorumlar izleyicinin merak ve o an Ģehrin karmaĢasından kurtulup orada olma arzularını kamçılamaktadır. Gurme için sorun olan, ahtapotundoğru olarak piĢirilememe sorunu adada çözüme ulaĢmıĢtır. Ancak adanın gizemleri bir programla çözülemeyecek kadar çoktur ve final bölümünü, izleyicinin merakını bir sonraki programa kadar canlı tutacak Ģekilde, bir anlamda izleyiciyle aynı gün ve saat için randevulaĢarak sonlandırmaktadır. Analiz edilen bölüm adı “Tadı Damağımda Denizli”, Ana tema ―Ege‟de yöre yemeklerini keşfetme‖ olup, bu bölüm de, programın ilk formatında hazırlanmıĢtır. Formatı gereği yukarıda örneğini çözümlediğimiz program ile yapım ve içerik olarak aynı özellikleri taĢımaktadır. 544 Bu bölümde ise Denizli, travertenler, termaller ile baĢlayan çekici görüntüler, yöresel kebaptan tatmak üzere Kocabay lokantada düğümlenmektedir. BeĢ yıldızla taçlandırılan kebap görüntülerinin ardından izleyiciye, Kızılcabölük yol üstünde Bağlı Kokoreççide mola verdirilmektedir. Ġzleyiciye ―fast food‖ yiyeceklerin alternatifi olarak sunulan kokorecin ardından gurme, Goncalı Piknik Yeri ve Kızılcabölük‘de bir köy evine konuk olmakta ve burada yöresel tatların hazzını yaĢarken, izleyiciyi de bu hazza davet etmektedir. MACERACI Gezi yemek programlarının en dikkat çekicilerinden biri de Anadolu‘nun farklı güzelliklerini ekrana getiren ―Maceracı‖dır. Program formatında sunucu kendisine sunulan yemekleri büyük bir iĢtahla yemekte, yerken çıkardığı seslerle ve yüz ifadeleriyle de hissettiği hazzı izleyicinin hafızasına kazımaktadır. Analiz edilen bölümün adı “Maceracı – Erzurum”dur. Ağırlıklı olarakdıĢ mekân çekimleri yapılan programda tarihi ve doğal güzelliklerin yanında yemek kültürü de izleyiciye sunulmaktadır. Ramazan ayında Erzurum‘da yapılan çekimlerde ramazan davulcusu mizanseniyle baĢlayan program, sahurda Ģehrin en ünlü cağ kebapçısında devam etmektedir. Kadayıf dolmasının yapıldığı atölyede yapılan yakın çekimlerin ardından, gençlerin ramazanda oruç tutmaya özendirildiği Altınbulak köyünde, köylüler ile yapılan sohbetlerde çekilen görüntülerle izleyicinin dikkati bir noktada toplanmakta, toplanan dikkat ise Abdurrahman Gazi Türbesi‘nde gerçekleĢtirilen ağır çekimler eĢliğinde hafif bir dini müzikle ilahi bir coĢkuya dönüĢmektedir. Türbe tarihi, türbe görüntüleri vehikâyelerinin anlatıldığı bu kısmın ardından, Yakutiye Medresesi‘ne geçilmekte ve kurulan iftar sofralarına konuk olunmaktadır. Ġftar açma görüntülerinin ardından, Erzurum‘a özgü yerel objelerle döĢenmiĢ evdeki sıra gecesi ise izleyicinin ilgisini farklı bir boyuta taĢımaktadır. Program sırasında sunucunun röportaj yaptığı kiĢilerle kurduğu ikili diyaloglar ise zaman zaman ekran baĢındakileri ĢaĢırtacak hatta kızdıracak kadar sınır tanımaz bir samimiyeti içermektedir. Analiz edilen bölümün adı “Maceracı – Manisa”dır. Formatı gereği yukarıda örneğini çözümlediğimiz program ile yapım ve içerik olarak aynı özellikleri taĢımaktadır. Genel Ģehir görüntüleriyle baĢlayan program, Kula ilçesinde devam etmektedir. Kula‘da, Osmanlıdaki sosyal hayatın bugünde korunduğunu söyleyen sunucu programa ―Akgün mahallesinden Ak bir yemeğe doğru‖ göndermesiyle bir eve konuk olarak devam etmektedir. Samimi bir sosyal ortamda mahalle sakinlerinin yaptığı yerel yemek olan ―kapama‖yı büyük bir hazla, kendini kaybedercesine yiyen sunucu, bir anlamda izleyicileri de kurulan büyük yer sofrasına davet etmektedir. Programa yerel kültürle geleneklerin harmanlandığı ―köy düğünü‖yle devam edilmekte, keĢkek, sarma, aĢure, toparlak/yuvarlak denen düğün yemeklerinin tadı izleyicinin bilinçaltındançağrılmakta ve bu tatları yeniden hatırlamaları sağlanmaktadır. Bu tatları bilmeyenlere de mutlaka tatmaları gerektiği telkin edilmektedir. Program, zeybeklerin gösterisi, geleneksel yerel nikah töreni görüntüleri, geleneksel adetlerden örnekler (Oyunlar, kına), tarihi jeotermal hamam, peribacaları, Kula, Burgaz Volkanik bölgesi ve yaĢlı bir Yörük çiftle yapılan röportajın adından son bulmaktadır. Analiz edilen bölümün adı “Maceracı – Malatya”dır. Formatı gereği yukarıda örneğini çözümlediğimiz program ile yapım ve içerik olarak aynı özellikleri taĢımaktadır. ġehrin genel görüntüsü ile baĢlaya program, Malatya‘nın ilgi çeken yerlerinin gezilmesiyle devam etmektedir. Bunlar arasında önemli bir yere sahip olan ―Turgut Özal Müzesi‖ Türkiye‘nin bir dönemine Ģahit olmuĢ çeĢitli objeleri barındırdığından, görülmesi gereken yerlerin baĢında gelmekte ve ekran baĢındaki izleyicilere iĢaret edilmektedir. Bununla birlikte, Arapkir üzüm pekmezi ve pestilinin çekiciliği izleyicide mutlaka tüketilmesi gerektiği izlenimini yaratmaktadır. Battalgazi‘nin AliĢar Köyü‘nde yapılan ―kiraz yaprağı köftesi‖ mutlaka tadılması gereken lezzet olarak izleyiciye sunulurken, Somuncu Baba Türbesi ise mutlaka görülmesi gereken yer olarak vurgulanmaktadır. Darende Tohma Kanyonu‘nu gezip, Akçadağ Sultansuyu At YetiĢtirme Merkezi‘nde röportaj yapan sunucu, Arguvan Saz dinletisi ile programı sonlandırmaktadır. 545 ĠÇERĠK ANALĠZĠ BULGULARI Yukarıda incelenen yemek programlarına yapılan içerik analizi neticesinde elde edilen bulguları Ģu Ģekilde sıralayabiliriz:  Pazar ekonomisi, yemek kültürü bilgisini, insanların talep ettiği ve takip ettiği bir ticari konu haline dönüĢmüĢtür.  Televizyon yeni tip üretim ve satın alma alanıdır.  Yemek artık sıradan değil bir konsept içinde sunulan bir tat ve hazdır. Bu nedenledir ki bütün dünyada olduğu gibi Türkiye‘de de yayınlanan yemek Ģovları sayesinde, artık mutfak Ģeflerinin starlaĢtığı bir dönemi yaĢıyoruz.  Yemek, tüketim için bir amaç olmaktan çok nihai amaca varmak için bir araçtır.  Yemek programları mekân olarak belli bir formda kendini izleyenlere sunar. Bu aynen tiyatro benzeri bir sunumdur. Yiyecek o kadar da önemli değildir.  Reklamveren firmalar için yemek programları yeni tanıtım ve satıĢ alanlarıdır. Bu alanda ürün yerleĢtirme yoluyla marka kimlikleri oluĢturulur.  Yemek programları aracılığıyla geleneksel cinsiyetçi kalıp yargıların yıkıldığına Ģahit oluyoruz. Tüketim odaklı dünyada ekranda yemek piĢiren karizmatik erkek kurnazca malların tüketimine teĢvik ediyor. Sunulan içerikte iyi yaĢamın simgesi, ―iyi yemeği‖ yapan ve iyi yemekten anlayan modern erkek imajı çiziliyor.  UlaĢılamaz, gerçekçi görüntülerle sunulan görsel haz, izleyici üzerinde sürekli tüketim yoluyla uyuĢturucu etkisi yaratır.  Bilhassa gezi yemek programlarında restoranları tanımlama sözcükleri; zarif, seçkin vs.dir. Ġzleyici bu ayrıcalığı yaĢamaya ve sunucunun yaĢadığı zevki tatmaya davet edilir.  Gıda, iyi bir hayat için yaĢam sembolüdür.  Ġnsanların vizyonları verilen öğütlerle veyaratılan zevk aracılığıyla geniĢletilir.  Bilgi, eğlence, eğlenceli bilgi ve yemek fantezileriyle gıda tüketmek, hazzın kaynağıdır.  Yaratıcı, zevk düĢkünü bir yaĢam stili vaat edildiğinden, izleyici hayal kurmaya teĢvik edilir.  Verilen tariflerde sağlık etkileri ve ekonomik imkânsızlıklar da göz ardı edilmektedir. SONUÇ Günümüzün yoğun yaĢam koĢullarında birey, gereksinimlerini karĢılamak için, toplumsal iliĢkileri kullanıyorsa da, temelde daha karmaĢık olan bazı psikolojik ve sosyal ihtiyaçlarını -örneğin hoĢ vakit geçirme, boĢ zamanını değerlendirme, bilgilenme, eğlenme v.s gibi-medyadan gidermeye çalıĢır. Bunun için de kendisine sunulanlar arasından tercihte bulunur. Bu durum ise kapitalist yapının sürekliliği için akıl almaz stratejilerin geliĢtirilmesinin uygun zeminidir. Sermaye odaklarının ürettiği stratejiler, bu ihtiyaçlarla oluĢan kanallardan bireyin algısına sızar. Ona daha fazla ve farklı olanı tüketmesi için baskı yapar. Bunu da kitle iletiĢim araçları ve çeĢitli iletiĢim teknikleriyle gerçekleĢtirirler. Görünürde birey kendi tercihlerini belirlediğini zannederken gerçekte kendisine sunulan tüketim dünyasının esiri olmuĢtur. Bu durumda medyanın bireye sunduklarının, birey tarafından doğru okunması günümüz ekonomik sosyal ve siyasal yapısında kaçınılmaz bir gerçekliktir. Bu ona, kapitalist düzenin kendisine biçtiği rolün ne olduğunu daha iyi kavrama ve anlama olanağı sağlayacaktır. Örneğin yemek programları sermaye odaklarının nihai amaçlarına ulaĢmalarında bir araç olabildiği gibi, yayınlandığı zamanın sosyal ve ekonomik gerçekliklerinin üzerini örten, toplumun algısını yönlendiren bir nevi toplumsal afyon görevi de görebilir. 546 KAYNAKÇA Akgün, M.(yayın tarihi bilinmiyor). ―21. Yüzyılın Yükselen FetiĢizmi: Yemek‖, http://www.radikal.com.tr/ yazarlar/muge_akgun/21_yuzyilin_yukselen_fetisizmi_yemek1103097 (EriĢim: 13.07.2013). Altuntuğ, N. (2010). ―Geleneksel Tüketim Olgusunun Kırılma Noktası: Yeni Bir Tüketim Paradigmasına ve Tüketici Kimliğine Doğru‖, iç. Organizasyon ve Yönetim Bilimleri Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, 2010 ISSN: 1309 -8039 (Online). AĢtı, N.(2007). ―Yemek PiĢirme Terapisi‖, iç. Medimagazin, 10 Aralık http://www.medimagazin.com.tr/authors/nesrin-astI/tr-yemek-pisirme-terapisi-72-371407.html 2007, Aziz, A. (2006).Televizyon ve Radyo Yayıncılığı. Ankara: Turhan. Aziz, A.(2010).Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri ve Teknikleri. Ġstanbul: Nobel. 5. Basım. Balcı, ġ.,Bekiroğlu, O. (2012). ―Ġçerikten Anlama Giden Bir Tünel Olarak Ġçerik Çözümlemesi: 2011 Genel Seçimleri‘nde Ak Parti TV Reklamları Üzerine Bir AraĢtırma‖, iç. Görsel Metin Çözümleme, (ed. Özlem Güllüoğlu), Ankara: Ütopya Yayınları. Baudrillard, J. (2010).Nesneler Sistemi. Ġstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi. Bauman, Z. (2006).Küreselleşme. Ġstanbul: Ayrıntı, 2. Basım. Baysoy, C.(yayın tarihi bilinmiyor). ―Meta FetiĢizmi ve Antagonizma‖, http://www.otonomdergisi.org/emek-ve-de-er-teor-s/makaleler/emek-ve-de-er-teori/meta-fetiizmi-ve-antagonizma, (EriĢim: 12.07.2013). Berger, A.A. (1993).Kitle İletişiminde Çözümleme Yöntemleri. (ed. Nazmi Ulutak, Aslı Tunç), EskiĢehir: Anadolu Üniversitesi Basımevi, ss.97-103. Berger, A. A. (2012).Kültür Eleştirisi.Ġstanbul: Pinhan. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı Sanayi Genel Müdürlüğü, Beyaz EĢya Sektörü Raporu, Sektörel Raporlar ve Analizler Serisi, 2013/1, s.9. Cheviron, N. T. (2009). ―Haber Yorumundan Seyir ve Gösteriye‖, iç. Metin Çözümlemeleri,(der. Yasemin G. Ġnceoğlu ve Nebahat A. Çomak), Ġstanbul: Ayrıntı Yayınları. DağtaĢ, E.,DağtaĢ, B. (2006). ―Tüketim Kültürü, YaĢam Tarzları, BoĢ Zamanlar ve Medya Üzerine Bir Literatür Taraması‖, iç. Bilim Eğitim Toplum Dergisi, Cilt 4, Sayı: 14. DağtaĢ, E. (2005). ―Magazin Eklerinde ÜniversitesiĠletiĢim Dergisi, 2005/21. Tüketim Kültürünün ĠzdüĢümleri‖, iç. Gazi Devrim, A. (2010-2011). ―Marx‘ın Değer ve Fiyat Teorisi‖, Karl Marx, iç. Doğu Batı DüĢünce Dergisi, Yıl:14, Sayı:55, Kasım, Aralık, Ocak 2010-2011. Edgar, A.,Sedgwick, P. (2007). Kültürel Kuramda Anahtar Kavramlar Sözlüğü, (çev. Mesut KaraĢahan), Ġstanbul: Açılım Kitap. Fiske, J. (2003).İletişim Çalışmalarına Giriş.Süleyman Ġrvan(Çev.). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Gökçe, O. (1994). İçerik Çözümlemesi. Konya: Selçuk Üniversitesi Yayınları. Güngör, N.,Binark, F. M. (1993). ―Televizyonda ve Basında Haberler: KarĢılaĢtırmalı Ġçerik Çözümlemesi‖, iç. Amme Ġdaresi Dergisi,Cilt.26, Sayı.3,Eylül 1993. Lull, J. (2001). Medya İletişim Kültür. Nazife Güngör (Çev.).Ankara: Vadi Yayınları. Maigret, E. (2004).Medya ve İletişim Sosyolojisi. Halime Yücel(Çev.).Ġstanbul: ĠletiĢim. Mcquail, D. (1994).Kitle İletişim Kuramı. Ahmet Haluk Yüksel (Çev.).EskiĢehir: Kibele sanat Merkezi Yayını, 1.Baskı. 547 Ömer, Aytaç. (2006). ―Tüketimcilik ve MetalaĢma Kıskacında BoĢ Zaman‖, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı:11, Cilt:1, Yıl:2006, ss.27-53. Rabasiere, H. (1960). In Defense of Television, Glencoe: Free Press., s.373 den Aktaran: Özlem Güllüoğlu, ―Bir Kitle ĠletiĢim Aracı Olarak Televizyonun Popüler Kültür Ürünlerini Benimsetme ve Yayma ĠĢlevi Üzerine Bir Değerlendirme‖, iç. Global Media Journal, Bahar 2012, Yeditepe Üniversitesi. Ritzer, G. (2011).Sosyoloji Kuramları.Himmet Hülür (Çev.). Ankara: De Ki Basım Yayım. Stone, P. vd., (1996). The General İnquirer: A Computer Approach To Content Analysis. Cambrige: MIT Press. TaĢkaya, M.(2009). ―1980‘lerden 2000‘lere Türk Sinemasında Ürün YerleĢtirme Uygulamalarında Görülen Nicel DeğiĢim‖, iç. ĠletiĢim Kuram ve AraĢtırma Dergisi, Güz, Sayı:29, ss.108-109. (103-132) Ünyay, E. B. (2009).‘'Yemek programlarına ―doyuyoruz‖. http://www.milliyet.com.tr(EriĢim: 20.07.2013). Wayne, M. (2006).Marksizm ve Medya Araştırmaları.BarıĢ Cesar (Çev.). Ġstanbul: Yordam. Yanıklar, C. (2010). ―Tüketim Kültürü, Kapitalizm ve Ġnsan Ġhtiyaçları Arasındaki ĠliĢki Üzerine Bir TartıĢma‖, iç. C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2010, Cilt:34, Sayı:1, (ss.25-32). Yaylagül,L. (2008). Kitle İletişim Kuramları Egemen ve Eleştirel Yaklaşımlar.Ankara: Dipnot. Yüksel, E., vd. (2013).İletişim Kuramları. EskiĢehir: Anadolu Üniversitesi Yayını. Ġnternet Kaynakları http://kapitalism101.wordpress.com. (2010), ―The Law of Value 2: The Fetishism of Commodities‖, 5 Mayıs 2010, http://kapitalism101.wordpress.com/2010/05/05/the-law-of-value-2-thefetishism-of-commodities/, (EriĢim: 12.07.2013). http://krasno.sosyomat.com. ―kapitalizmin yeni paradigması http://krasno.sosyomat.com/blog/3808035, (EriĢim: 12.07.2013). 1- meta fetiĢizmi‖, http://www.mucizelezzetler.com/sss, (EriĢim: 19.08.2013). http://www.sondakika.com. (2013) ―Tv‘lerdeki Yemek Programları Zücaciyelerin Yüzünü Güldürüyor‖, 06.01.2013, http://www.sondakika.com/haber/haber-tv-lerdeki-yemekprogramlari-zucaciyelerin-yuzunu-4226788/ (EriĢim: 19.08.2013). 548 BĠR TURĠZM HAKKI OLARAK SOSYAL TURĠZM VE ENGELLĠLER Serhat Özgökçeler1 Doğan Bıçkı2 ÖZET Bu çalıĢmanın temel konusunu sosyal turizm ve engelli turizmi oluĢturmaktadır. Dünyada engelli bireylerin sosyal turizme katılımının teĢvik edilmesi hususunda uygulamaların ele alınacağı çalıĢmada, ayrıca Türkiye için de bazı değerlendirmeler yapılacaktır. ÇalıĢmada bazı ülkelerin sosyal ve engelli turizmi konusunda oldukça baĢarılı olmalarının arka planında, sosyal politikalar geliĢtirmede öncü ülkeler olduğunun altı çizilmektedir.Günümüzde bu alanda baĢarılı olan ülkelerdeki etkin engelli turizm faaliyetleri,sadece seyahate katılma durumuyla iliĢkilendirilmemekte; bunun yanında sosyal politikaların ve temel insan haklarının tamamlayıcısı olarak da ele alınmaktadır. Anahtar Kelimeler: Turizm, turizm hakkı, sosyal turizm, engelliler, engelli turizmi ABSTRACT Social tourism, and disabled tourism are the main subjects of this study. This current study will seek to analyze applications supporting participation of people with disabilities to the social tourism in the world, and also will end with evaluate the situation of Turkey in this context.Some countries (France, Spain, Belgium, the UK etc.) were choosen as the study subject not only because they are the most visited tourist destination in the world but also due to their reputation in effective social policies.Nowadays in these developed countries, development of social and disabled tourism activities are no more solely a matter of travel participation. Besides this people with disabilities participation to travelis considered as ―integral part‖ of social policies and humanrights. Keywords: Tourism, tourism right, social tourism, people withdisabilities, disabled tourism GĠRĠġ Günümüzde turistik hareketler, sınıf-farkı gözetilen toplumlarda, imtiyazlı ve satın alma gücü yüksek olan varlıklı bireylerin, turizm hareketlerine katılmaları Ģeklinde tanımlanan aristokratik yapıdan sıyrılarak baĢka bir niteliğe geçiĢ yapmıĢtır. Bu yeni evrede anılan hareketler, satın-alma gücü düĢük olan ―dar gelirli bireyler‖in, çeĢitli kolaylıklarla turizm hareketlerine katılmalarına imkân vermektedir. Bir diğer anlatımla, bugünün turizm yapısı, bireysel olmaktan çıkıp; kitlesel ve sosyal turizm olma yolunda ilerlemektedir. Bu noktada ―turizm hakkı‖, kiĢisel geliĢim hakkının somut bir ifadesi; sosyal turizm ise, bu hakkı uygulama isteği üzerine kuruludur. 1950‘li ve 1960‘lı yıllardan itibaren hız kazanmaya baĢlayan sosyal turizm, çerçevesi iyi belirlenmiĢ sosyal yöntemler sayesinde, nüfusun ―düĢük gelirli‖ kesimlerinin turizme iĢtirak etmesinden doğan tüm kavram ve olaylar olarak tanımlanabilmektedir. Sosyal turizmin kapsamı içerisinde değerlendirilen turizm türleri arasında baĢta engelliler olmak üzere, gençlik, orta yaş, üçüncü yaş ve öğrenci turizmi sayılabilmektedir. Bu çalıĢmada sosyal turizm, engelliler açısından bir imkân olarak ele alınmakta ve bu bağlamda engelli bireylerin topluma entegre olmasında sosyal turizmin önemi vurgulanmaktadır. Ayrıca, engellilerin sosyal kaynaĢma alıĢkanlığının kazandırılması; sosyal eĢitliğin sağlanması; bunun sosyo-ekonomik yapı içinde yayılması ve kendileri için yeniden aktif bir yaĢam ortamının tesis edilmesi bu çalıĢmadaki temel amaçların bir kısmını oluĢturmaktadır. 1 AraĢ. Gör., Uludağ Üniversitesi Ġ.Ġ.B.F., ÇalıĢma Ekonomisi ve Endüstri ĠliĢkileri Bölümü, [email protected], [email protected] 2 Doç. Dr., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Ġ.Ġ.B.F., Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected], [email protected] 549 KAVRAMSAL ÇERÇEVE: TURĠZM VE TURĠZM ÇEġĠTLERĠ Bir Kavram Olarak Turizm Sanayi Devrimi ile birlikte çalıĢma hayatı, yapısal olarak hızlı bir dönüĢüm geçirmekte ve yeni nitelikler kazanmaktadır. Devrim-öncesi sosyal hayat ile çalıĢma hayatındaki etkisi devam feodal kalıntılar hâkimiyetlerini kaybetmiĢ; iktisadî ve sosyal hayat,kapitalist üretim biçiminin gerektirdiği vasıfları kazanma doğrultusundahızlı geliĢme evresine girmiĢtir. Özellikle toplumun büyük bir kesimini meydana getiren çalışanların yeni haklar elde etmesi ve bunları geniĢletme çabası, sosyal hayat içinde birçok yeni olgunun ortaya çıkmasına neden olmuĢtur. Bu anlamda turizmin de bu dönem içinde-18. ve 19. yüzyıllarda- ortaya çıktığı tahmin edilmektedir3. Zira bireylerin turizm denebilecek aktiviteler içine girebilmeleri, ancak belirli koĢulların mevcut olmasıyla mümkün hâle gelebilecektir. Söz konusu koĢulların baĢındagelen ―boĢ zaman‖ ve ―ekonomik yeterlilik‖, anılan döneminçıktılarıolma özelliği taĢımaktadır. Böylece geniĢ halk kesimlerinin turizm olgusundan yararlanmaları da yavaĢ yavaĢ gündeme gelmeye baĢlamıĢtır (Çamur, 1986: 23). Bir kavram olarak turizmin tanımlanması konusunda yazarların bakıĢ açısına ve anılan kavramın ele alınıĢ amaçlarına göre farklı tanımlar yapılmıĢtır.Türk Dil Kurumu‘na ait ―Büyük Sözlük‖te kavram, dinlenme, eğlenme, görme, tanıma vb. amaçlarla yapılan gezi; bir ülkeye veya bir bölgeye turist çekmek için alınan ekonomik, kültürel, teknik önlemlerin, yapılan çalışmaların tümüolarak tanımlanmaktadır (TDK,http://www.tdk.gov.tr, 12.08.2013).BirleĢmiĢ Milletler Dünya Turizm Örgütü‘ne (UNWTO) göre iktisadî ve sosyal bir fenomen olarak değerlendirilen turizm, insanların devamlı olarak yaşadıkları yerler dışında tüketici olarak iş, merak, din, sağlık, spor, dinlenme-tatil, eğlence, kültür ya da aile ziyareti, kongre, seminerlere katılmak gibi nedenlerle, bireyselveya toplu şekilde yaptıkları seyahatlerden ve gittikleri yerde yirmi dört (24) saati aşan veya ülkenin bir konaklama tesisinde en az bir geceleme süre ile konaklamalarından ortaya çıkan seyahat ve geçici konaklama hareketlerine verilen addır (UNWTO, http://www2.unwto.org/en/, 12.08.2013). Bununla birlikte turizm, turistik varlıkların değerinin toplumca daha iyi anlaĢılmasına ve bu sayede tarihî, doğal ve kültürel değerlere sahip çıkılmasına vesile olan bir unsurdur. Bu zihniyet gelecek kuĢaklara da aktarılarak, ülkelerin öz-varlıklarının sonsuza dek korunmasına uzanan bir sonuç doğurabilecektir. Günümüzde her kesimce kabul görmüĢ iktisadî, sosyal, politik, sağlık, kültürel, malî iĢlevleri olan turizmin önemi aĢağıdaki gibi özetlenebilmektedir (Smith, 1988: 183; Ulucak, 2000: 6):       Millî gelire katkı sağlayan önemli bir faaliyettir; Ekonomiyi geliştiren bir hizmet sektörüdür; Milyonlarca insanı ilgilendiren bir üretim ve tüketim olayıdır; İş ve istihdam kaynağı olma özelliğine sahiptir; Doğal, kültürel ve sosyal çevreyi korumanın ve geliştirmenin etkili bir aracıdır; Sağladığı dövizle dış ödemeler dengesini olumlu yönde etkileyen bir endüstridir. Wang‘ın (2000: 3) iĢaret ettiği ve yukarıda da değinildiği üzere, turizme ait farklı tanımlamalar, kavramla ilgili farklı amaçların altını çizmede kullanılmakta; bu durum turizm olgusunun dinamik bir yapıya sahip olmasını beraberinde getirmektedir. Dünya‟da ve Türkiye‟de Turizm Uluslararası turist giriĢleri ve turizm gelirleri, 2. Dünya SavaĢı‘nın sona ermesinden sonra,sürekli olarak bir artıĢ eğilimi göstermiĢtir. Bu artıĢta, ülkelerin refahseviyelerinin yükselmesiyle turizme ayrılan kaynakların artırılmasının yanı sıra; ülke halkları arasındaki yakınlaşmanın da önemli etkisi bulunmaktadır (Gülen &Demirci, 2012: 23). KüreselleĢme olgusu da, turistler dâhil, her türden insanın yer değiĢtirmesiyle sıkı Ģekilde bağlantılıdır. KüreselleĢme sayesinde çok daha fazla sayıda insan, küresel seyahatle ilgilenmekte; dünyanın dört bir yanıyla ilgili bilgi sahibi olmakta ve kendini dünyanın bir yerleĢiminden ötekine 3 Wang (2000: 3), turist ve turizm kavramlarının 1500‘lü yıllardan önce kullanılmadığını ve ancak 1700‘lü yıllardan itibaren anılan kavram(lar)ınliteratürde yer aldığını belirtmektedir. Bu duruma, D. Defoe‘nin 1720 yılında kaleme aldığı A Tour Through the Whole Island of Britain isimli eser örnek gösterilmiĢtir. 550 taĢıyacak çok hızlı ve modern araçlar ellerinin altında bulunmaktadır.Küresel turizmin artmasında çok etkin rol oynayan diğer bir unsur ise; nispeten düĢük maliyetli ulaĢım ve organize turların mümkün hâle gelebilmesidir. Bunun sonucu olarak da geçmiĢ dönemlerde dünyanın en ücra ve/veya gidilme ihtimali olmayan mekânları, artık küresel turizmin bir parçası hâline gelmektedir (Ritzer, 2011: 344). BirleĢmiĢ Milletler Dünya Turizm Örgütü (UNWTO) verilerine göre uluslararası turizm hareketleri, yılda ortalama olarak 1950-‗59 döneminde %11,7; 1960-‗69 arasında% 8,3; 1970-‘79 arasında%6; 1980-‗89 arası dönemde %3,9; 2004-‗08 döneminde %9,8 oranında artmıĢtır (Gülen & Demirci, 2012: 23).Dünya genelinde arızî olarak meydana gelen krizlere rağmen, uluslararası turist akıĢı sürekli bir artıĢ göstermektedir. ġöyle ki; 1950‘li yıllarda 25 milyon olan uluslararası turist akıĢı, 1980 yılında 278 milyona; 1995 yılında 528 milyona ve nihayet 2012 yılında 1 milyar 35 milyona ulaĢmıĢtır. UNWTO Tourism Highlights-2013 isimli Rapor‘a göre, 2013 yılı için %3 ilâ %4 oranında bir artıĢ beklenmektedir. Ayrıca 2030 yılı için,uluslararası seyahat gerçekleĢtiren kiĢi sayısının1 milyar 800 milyon olacağı tahmin edilmektedir.Bu Rapor‘da 2012 yılında Asya ve Pasifik Bölgeleri‘nde %7‘lik bir artıĢın yaĢandığı ifade edilirken; Orta ve Doğu Avrupa‘da %8; Asya‘nın güney doğusu ile Kuzey Afrika‘da ise; %9‘luk artıĢınmeydana geldiği belirtilmektedir. Bunun dıĢında Dünya genelinde 2011 yılında elde edilen toplam turizm gelirleri 1 trilyon 42 milyar Amerikan Doları iken; 2012 yılında söz konusu gelirlerde artıĢ yaĢanarak 1 trilyon 75 milyar Amerikan Doları‘na yükselmiĢtir (UNWTO, http://dtxtq4w60xqpw.cloudfront.net/sites/all/files/pdf/unwto_highlights13_en_hr_0.pdf, 14.08.2013). Yayımlanan Rapor‘da Avrupa Bölgesi‘nde 2012 yılının genelde eksi rakamlarla geçtiği görülürken; geliĢmekte olan ülkelerin (Çin gibi) cazibesinin oldukça arttığı, elde ettikleri gelirlere bakıldığında açıkça ortaya çıkmaktadır. UNWTO‘nun rakamlarında ilk sırayı 126,2 milyar dolarlık gelirle ABD alırken; bunu sırasıyla İspanya ve Fransa‘nın takip ettiği görülmektedir. ABD bir önceki yıla göre gelirini yaklaĢık %9 oranındabüyütmeyi baĢarırken; ilk üçte yer alan Ġspanya ve Fransa düĢüĢle karĢı karĢıya kalmıĢtır (sırasıyla -6,6% ve -1,5%).Ekonomik krizden ağır yara alan ülkelerin baĢında gelen Ġspanya‘da kötü geçen turizm dönemi sonrası gelir rakamı 2012 yılında bir önceki yıla göre 4 milyar Dolar düĢüĢ kaydetmiĢ; Fransa‘nın gelirleri ise; 54,5 milyar Dolar seviyesinden 53,7 milyar Dolara gerilemiĢtir. Ortadoğu bölgesinde BirleĢik Arap Emirlikleri‘nin hızlı çıkıĢ yaptığı görülürken, 31. sırada yer alan bu ülkeyi bölgede 32. sıradaki Mısır ile 35. sıradaki Suudi Arabistan takip etmiĢtir (http://dtxtq4w60xqpw.cloudfront.net/sites/all/files/pdf/unwto_highlights13_en_hr_0.pdf, 10.08.2013). 2012 yılında dünya genelinde dolaĢan 233 milyon turistin 39 milyonunu Asya ve Pasifik ülkeleri sağlamıĢtır. Afrika, kuzeyindeki ülkelerde meydana gelen siyasî hareketlerin turizmi olumsuz etkilemesine rağmen; %6‘lık bir büyüme göstermiĢ; Avrupa, 2012 yılında uluslararası dolaĢımda en çok turist çeken bölge olma özelliğini yine korumuĢtur. Ekonomik durumdaki %3‘lük bir artıĢla oluĢan pozitif havanın etkisiyle Avrupa‘ya giden turist sayısı 535 milyona uzanmıĢ; Amerika ise toplamda 162 milyon turistle %4 oranında büyümüĢtür (TUYED,http://www.tuyed.org.tr/untwo-duenya-turizmbarometresini-acklad/, 10.08.2013). Türkiye‘de de turizm, ekonominin olumlu seyrine paralel olarak geliĢmektedir. Türkiye‘de 1980sonrası dönemde, turizm sektöründe önemli atılımlar gerçekleĢtirilmiĢtir. Turizm, ekonomide gözde sektörlerden biri hâline gelirken; bu geliĢmenin sosyal, kültürel ve iktisadî etkileri önemli boyutlara ulaĢmıĢtır. 1983 yılından günümüze kadar geçen sürede, Türkiye‘de turizm hem turist sayısı hem de turizmgelirleri yönünden önemli sayılabilecek artıĢlar göstermiĢtir (Gülen & Demirci, 2012: 24).Ayrıca son yirmi yıllık süre içinde Türkiye‘nin turizm gelirlerindeki iyileĢme, yatırımcıların dikkatini bu sektöre yöneltmiĢ ve turizm alanında elde edilen gelirler, ihracat yapan diğer sektörlerce elde edilememiĢtir. 2011 yılı itibariyle, Türkiye dünya turizm pazarından %2,7; Avrupa turizm pazarından ise %5,1 pay alarak dünya sıralamasında turist girişleri açısından 8‘inci; turizm gelirleri açısından 9‘uncu sırada yer almıĢtır. Bununla birlikte ülkemiz, 2012 yılında Ġngiltere‘yi geçerek Dünya‘da 6. sıraya; Avrupa‘da ise; 4. sıraya yükselmiĢtir. 2011 yılında 34,7 milyon turist ağırlayan Türkiye, 2012 yılında %3 büyüyerek 35,7 milyon turist sayısına eriĢmiĢtir.Uluslararası turizm gelirleri bağlamında 551 Türkiye‘ye bakıldığında, 2011 yılında toplam turizm geliri 25 milyar Dolariken; 2012 yılında %0,9 oranında büyüyerek 25,6 milyar dolar olmuĢtur(http://www.saglikturizmi.gov.tr/138-turkiyedeturizm.html, 10.08.2013; http://dtxtq4w60xqpw.cloudfront.net/sites/all/files/pdf/unwto_highlights13_en_hr_0.pdf, 10.08.2013). Özetle, gerek sosyal gerekse ekonomik bir fenomen hâline gelen turizm, günümüz dünyasında önemi giderek artan bir ―alan‖ durumuna gelmektedir. Buna ek olarak, bireylerin bir ―hak‖ olarak çeĢitli amaçlarla turizm hareketlerine katılacağı ve böylelikle yeni turizm kültürlerinin ve çeĢitlerinin geliĢeceğini belirtmek mümkündür. Bir Hak Olarak Turizme Katılım Turizme katılımın bir ―hak‖olarak değerlendiriliĢinde, en önemli referans noktalarından birisini ―Turizmde Global Etik İlkeler Bildirgesi‖ oluĢturmaktadır (http://ethics.unwto.org/sites/all/files/docpdf/turkey.pdf, 14.08.2013).Dünya Turizm Örgütü, 13. Genel Kurulu‘nu gerçekleĢtirdiği Santiago-ġili‘de, turizmin toplum ve çevreye olumsuz etkilerini azaltmak, dünya turizminin sorumlu ve sürdürülebilir gelişimini bir dizi ilkeye bağlamak amacıyla, 1 Ekim 1999 tarihinde anılan Bildirge‘yi kabul etmiĢtir. Toplam 10 Bölüm‘den oluĢan bu Bildirge‘ninözellikle 7. ve 8. Bölümleri turizme katılımı bir hak olarak değerlendirmektedir. Buna göre, ―Turizme Katılma Hakkı‖ baĢlığını taĢıyan 7. Bölüm, dört alt baĢlıktan meydana gelmektedir. Bunlar: 1. Dünyanın sahip olduğu değerler, tüm insanlara açıktır. Yerel ve uluslararası turizm hareketine katılmak boĢ zaman değerlendirmesinin en iyi Ģekli olarak görülmeli ve her türlüengelleyici unsur ortadan kaldırılmalıdır; 2. Turizm hareketine katılmak, Ġnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘nde belirtilen dinlenme, çalıĢma saatlerinin sınırlandırılması ve ücretli izin hakkının bir sonucu olarak değerlendirilmelidir; 3. Sosyal turizm, özellikle de gruplar hâlinde yapılan turizm, kamu görevlilerinin desteğiyle geliĢtirilmelidir; 4. Aile, gençlik, öğrenci, üçüncü yaĢ ve engellilerin turizm hareketine katılması kolaylaĢtırılmalı ve teĢvik edilmelidir. Ġlgili Bildirge‘nin 8. Bölümü‘nün konusu ise;―Turizm Hareketinde Özgürlük‖tür.Bu bölüm de kendi içinde beĢ alt baĢlıktan oluĢmaktadır. Bunlar da sırasıyla: 1. Turist, Ġnsan Hakları Evrensel Bildirgesi uyarınca kendi ülkelerinde ya da ülkelerarası seyahat etme özgürlüğüne sahiptir. Transit geçiĢ, konaklama ve kültürel alanları ziyaret sırasında gereksiz formalite ve farklı muamele görmemeleri gerekir. 2. Turist, yerel ya da uluslararası iletiĢim kurma, idarî, adlî, sağlık hizmetlerinden yararlanma, diplomatik kurallar gereği kendi ülkesinin dıĢ temsilcilikleriyle bağlantı kurma haklarına sahiptir. 3. Turiste, ziyaret ettiği ülkede, kendisiyle ilgili özel bilgilerin gizliliği konusunda güvence verilmelidir. 4. Sınır geçiĢlerinde uygulanan vize, sağlık, gümrük iĢlemleri, uluslararası anlaĢmalar dikkate alınarak mümkün olduğunca basitleĢtirilmeli; bu konuda ülkeler arasında ortak bir yöntem geliĢtirilmelidir. Turizm, sektördeki rekabeti baltalayan vergi ve harçlardan arındırılmalıdır. 5. Turist, uluslararası konvertibiliteye sahip para birimini kullanma hakkına sahip olmalıdır. Dünyadaki en büyük turizm pazarını oluĢturan Avrupa Birliği (AB), üye ülkeleri ve konumu ile turist haklarıkonusunda öncü bir rol üstlenerek, bir takım önemli uygulamalarıhayata geçirmeye çalıĢmaktadır. Bu bağlamda, AB‘nin –turizm- tüketici politikasıiyi bir örnekteĢkil etmekte ve turizm sektörünü de yakından ilgilendirmektedir.AB, üye ülkeler arasında seyahati teĢvik etmekte ve turizm alanındahizmet veren kamu ve özel kuruluĢların sunduklarımal ve hizmetleriiyileĢtirmeleri ve turist haklarına gereken önemi vermeleri için yoğun hukukî düzenlemeler vebilgilendirme çalıĢmalarıyapmaktadır. Gerekli tedbirlerin alınmamasıdurumunda ise; üye olmayan ülkelere turist akıĢının olabileceği, Avrupa Komisyonu tarafından belirtilmiĢtir (Çiçek& Özgen, 2001: 145). 552 Bunun yanında, AB tüketici politikasının turizmi etkileyen temel eylem alanlarıikibaĢlık altında toplanabilmektedir. Bunlar(Ersin, 1997‘den akt. Çiçek& Özgen, 2001: 145-6):  Tüketiciyi Koruma Standartları  Ürün Hakkındaki Bilgilendirme‘dir. Ayrıca AB bağlamında turist hakları, genel olarak ―tüketici hakları‖kapsamında korumaaltına alınmaktadır. Bu doğrultuda, AB tarafından doğrudan turist hakları ile ilgili alınan Komisyon kararlarıda mevcuttur. Bunları Ģu Ģekilde özetlemek mümkündür(Ġçöz vd. 2000‘den akt. Çiçek & Özgen, 2001: 146):Tüketicinin Bilgilendirilmesi ve Eğitimi;Otellerde Standart Enformasyon Oluşturulması; Paket Tur Yönergesi (Konsey Karar No: 90/314/EEC); Otellerde Yangın Güvenliği (Konsey Karar No: 86/666/EEC) ve Engelli Kişilerin Turizm Faaliyetlerinden Yararlanması4. Türkiye özeline bakıldığında, 1990‘lı yıllara kadar, ―Borçlar Kanunu‖ ve ―Türk Ticaret Kanunu‖nda yer alan tüketicinin korunması konusundaki hükümler daha sonra 1995 yılında yürürlüğe giren 4077 sayılı ―Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun‖ ile genel anlamda önemli adımlar atılmıĢtır. Seyahat acentasının sunduğu hizmetleri bir turizm ürünü, bundan yararlanan kiĢi de tüketici olarak kabul edildiği için turistin öncelikle tüketiciler için çıkartılmıĢ genel korunma yasalarından yararlanması gerekmektedir. Tüketicinin korunması ile ilgili temel ilke ve amaçlar, genelde kanun düzeni ve genel sağlık kurallarına uygunluk; özelde ise tüketicinin çıkarlarıdır. Bu temel ilke ve amaçlara ulaĢmak için üretilen mal ve hizmetlerin fiyat, kalite, standart doğru ölçü ve tartı, ilan ve reklamlar, kullanma süresi, ambalaj, garanti ve benzeri çok değiĢik yönlerden denetlenmesi gerekmektedir.Genel turizm iliĢkisinde turist alıĢveriĢini (hukukî olarak sözleĢmesini) seyahat acentesiyle yapmakta; tüketici niteliksel ve niceliksel olarak anlaĢtığı ürünün bedelini peĢin ya da taksitle ödemekte ve acentenin yükümlülüklerini yerine getirmesini beklemektedir (Akay, http://www.turizmtrend.com/akademi/yayinlar/, 12.08.2013).Bununla birlikte ülkemizde turizm hakkı noktasında, “Paket Tur Yönergesi”, “Engelli Kişilerin Turizm Faaliyetlerinden Yararlanması”5ve “Otellerde Yangın Güvenliği” ile ilintili hükümler de yer almaktadır. Turizm ÇeĢitleri ve Alternatif Turizm Bilindiği üzere turizm, günümüzdeki en geniĢ, en hızlı geliĢen sanayilerden birisidir. Bu hızlı büyüme, turizm ürünlerinin ve mekânlarının çeĢitlendirilmesini sağlamaktadır (Sezgin & Karaman, 2008:432). Dünyadaki iktisadî, siyasî, teknolojik geliĢmelere paralel olarak, turizmin ―tüketim biçimleri‖nde de son dönemlerde önemli değiĢimler gözlenmektedir.Turizm etkinliğine katılan kişi sayısına bakılarak yapılan sınıflandırma kapsamında üç farklı turizm çeĢidi gündeme gelmektedir. Bunlar (Erdoğan, 2003):  Bireysel Turizm,  Grup Turizmive  Kitle Turizmi‟dir. Bireysel turizmde, birey herhangi bir tura veya gruba katılmadan, nereyegideceğini kendisi plânlayarak kendi baĢına ya da ailesiyle birlikte seyahatini gerçekleĢtirmektedir. Grup turizmi, birbirini tanıyan bireylerin bir araya gelerek tasarladığı veya bir grup,seyahat acentesi tarafından 4 AB, engelli bireyler için turizm alanında da ―fırsat eĢitliği‖ tesis etmek ve bu bireylerin topluma entegrasyon sürecini hızlandırmak için baĢlıca engellilik tiplerine göre turizm iĢletmelerinin gerek personel ve gerekse teknik düzenlemeleri nasıl yapması gerektiğine iliĢkin bir el kitabı yayınlamıĢtır. 5 T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 1993 yılında yayımlanan ―Turizm Yatırım ve ĠĢletmeleri Nitelikleri Yönetmeliği'nde‖ konaklama iĢletmeleri kapsamında engelli turistlerle ilgili düzenlemeler turist haklarının korunması konularıyla ilgili maddeler yer almaktadır. Engelli turistlerle ilgili düzenlemeler Ģöyle sıralanmıĢtır (Akay,http://www.turizmtrend.com/akademi/yayinlar/avrupa-birligi-turist-haklari-ile-ilgili-politikalarin-turkturizmine-etkileri-5011.html, 11.08.2013):  Müşteriler tarafından kullanılan tüm mahaller ile açık alanların bedensel engelli misafirler tarafından da kullanılabilmesini sağlayıcı fiziki düzenlemeler. Bu düzenlemeler özel işaretlerle belirtilir.  Tesis başına en az bir oda olmak üzere, oda sayısının %1‟i oranındaki yatak odası ve banyosunun bedensel engellilerin kullanımına uygun olarak inşa ve tefriş edilmesi. 553 bireyler bir araya getirilerek yapılan seyahat olarak değerlendirilmektedir. Kitle turizmi ise; bireysel ve grup turizmini de içeren çeĢitli amaçlarla yapılan seyahatler bütününü anlatmaktadır(Erdoğan, 2003). Turizmhareketlerindeki yoğunluğun yılın diğer aylarına da taĢınması, dolayısıyla döviz girdilerinin ve/veya turizmdenelde edilen gelirlerin artırılması, turizm yatırımlarının daha verimli kullanılması ve bunun gibi turizminbirçok ―olumlu‖ sonuçlarının yansıması alternatif turizm seçeneklerini gündeme getirmektedir (Oktayer vd., 2007: 129). Alternatif turizm, geleneksel, klâsik kitle turizmi ve Ģehir turizminin ―olumsuz‖ etkilerini azaltmak amacıyla oluĢturulmuĢ; yeni turistik ürünlerin biraraya getirilmesiyle meydana gelmiĢ bir turizm çeĢididir (Hacıoğlu & Avcıkurt, 2008: 8). Akpınar & Bulut‘a (2010: 1577) göre alternatif turizm, doğal kaynak stoklarını koruyarak kaliteli bir çevre oluĢturmayı ve yöre halkının turizm ile ilgili aktivitelerini kontrol ederek bu yönde ekonomik fayda sağlamayı amaçlamaktadır. Bu nedenle sürdürülebilir geliĢimin temelleri ile alternatif turizm kavramları arasında yakın bir iliĢki bulunmaktadır.Alternatif turizmin sınıflandırılmasında, genellikle ülkenin çekicilik[iĢletmeler, doğal güzellikler, sosyokültürel zenginlikler gibi] özellikleri yanında; dünya konjonktüründeki moda eğilimlerinin de dikkate alındığı görülmektedir (Çontu, 2006: 12).Ayrıca alternatif turizm faaliyetlerini geliĢtirebilen ülkeler, rakipleri karĢısında güçlü konuma gelebilmektedirler. Alternatif turizm faaliyetleri içine, kongre turizmi; golf turizmi; spor turizmi; sosyal turizm; sağlık turizmi; macera turizmi; kültür turizmi; inanç turizmi; eko-turizm; gençlik turizmi; engelli turizmi; yaĢlı turizmi; etno-turizm gibi turizm türleri6 girmektedir (Gülen & Demirci, 2012: 34). Bu çalıĢmada bir turizm çeĢidi olan ―engellilere yönelik sosyal turizm‖konusu ayrıntılı olarak ele alınacağından,diğer turizm çeĢitleri üzerinde durulmayacaktır. SOSYAL TURĠZM Dünya‟da Sosyal Turizm Bugün bilinen hâliyle sosyal turizm faaliyetlerinin hangi tarihte ortaya çıktığı net olarak bilin(e)mese de, sosyal turizm kavramı, 20. yüzyılın baĢlarında rakımı yüksek yerlerde, beden egzersizlerine dayanan tatillerde uzmanlaĢmıĢ kurumlar ya da Ġsviçre ve Fransa‘da yoksul ailelerin çocukları için kurulan tatil kampları ile baĢlamıĢ olabileceği belirtilmektedir. Resmî makamlar ise; sosyal turizmin ilk formlarına Ġkinci Dünya SavaĢı‘ndan sonra dâhil olmaya baĢlamıĢtır. Bu katılım, bazı ülkelerce (BirleĢik Krallık, Hollanda gibi) müdahaleyi tercih etmeyen bir tutum altında sergilenmiĢ olsa dâhi, sosyal turizm faaliyetlerini organize eden bazı Avrupaülkelerinde (Fransa, Ġtalya, Portekiz ve Ġspanya gibi) işçi hareketleri ile sıkı bir iliĢki içinde gerçekleĢmiĢtir. Sosyal turizmi teĢvik etme çabaları özellikle 1950‘li ve 1960‘lı yıllarda hız kazanmaya baĢlamıĢ ve merkezi Brüksel‘de olan ve bugün hâlen geniĢ-çaplıtanıtım ve temsil iĢleriyle uğraĢan Uluslararası Sosyal Turizm Örgütü(ISTO) dedâhilbirçokkurum, birlik ve eĢgüdüm sağlayanoluĢum bu dönemlerde ortaya çıkmıĢtır (http://www.festtravel.com/download/bits_barcelona.pdf, 30.08.2013). Sosyal turizmin tam olarak ne olduğu konusunda birçok düĢünce olduğundan, kavramı kesin olarak tanımlamak oldukça güçtür. Hunziker (1951: 1), sosyal turizmin ne olduğuna dair ilk tanımlamayı yapan kiĢilerden biri olarak literatürde yer almaktadır. Ona göre söz konusu kavram, ―toplum içinde yaĢayan dezavantajlı grupların ya da ekonomik açıdan zayıf kesimlerin turizm faaliyetine katılımları noktasında ortaya çıkan bir tür fenomen ve/veya iliĢkiler‖dir.Hunziker daha sonraki yıllarda, anılan kavramın içeriğini bir takım yorumlarla zenginleĢtirerek Ģöyle tanımlamıĢtır (Hunziker, 1957: 2): ―Özel/moral hizmetlere bağımlı, düĢük gelir sahibi bireylerin katılımları ile nitelik kazanan özel bir turizm türü‖. 6 Buna ek olarak, tarım turizmi, çiftlik turizmi, kırsal turizm, av turizmi, kuş gözlemciliği turizmi, yat turizmi, yayla turizmi, dağ ve kayak turizmi, karavan turizmi, ipek yolu ve han-kervansaray turizmi, maç turizmi, gölşelâle turizmi, akarsu sporları turizmi, mağara turizmi, trekking, bitki inceleme turizmi, yamaç-paraşütü turizmi, triatlon turizmi, paraşütle atlama turizmi, dalış turizmi, bungee-jumping, hava sporları turizmi gibi turizm türleri alternatif turizm türleri olarak ele alınabilmektedir. Bu konuyla ilgili detaylı okuma yapmak için bkz. Ritzer (2011: 338-46). 554 Konuyla ilgilenen çeĢitli kurumlar birbirinden farklı metotlar kullansa dahi (içeriğin,beklenen sonuçların, hedeflerin, düĢüncelerin ve inançların tespit edilmesi gibi)hemen hepsi aynı ilkeye dayanmaktadırlar: En yoksun kişiler de dâhilherkesin dinlenmeye, rahatlamaya ve günlük, haftalık ve yıllık olarak işten izinalmaya hakkı vardır. ISTO‘ya göre sosyal turizm,―iyi tanımlanmıĢ sosyal yöntemler sayesinde nüfusun düĢük gelirli kısımlarınınturizme iĢtirak etmesinden doğan tüm kavram ve olaylar‖dır.Günümüzde de ISTOmezkûr tanımı, turizmin kalkınma ve dayanıĢmayayaptığı katkıları da içerecekĢekildegeniĢletme eğilimindedir (http://www.festtravel.com/download/bits_barcelona.pdf, 29.08.2013). Sosyal turizm, ekonomik yönden zayıf olan kesimlerin bir takım özel önlemler ve kolaylaĢtırıcılar yolu ile turizm faaliyetlerine katılmalarının sağlanmasından doğan bir turizmtürüdür. Sosyal turizmde temel ölçüt ―ekonomik güç‖tür. Bu grupta yer alanlar, işçiler; memurlar; emekliler; gençler; (bedensel) engelliler; çiftçiler; esnaf ve zanaatkârlardır (www.meb.gov.tr/aok/Aok_Kitaplar/AolKitaplar/Turizm_1/5.pdf, 15.07.2013). Minnaert ve diğerleri (2011: 404) sosyal turizmin tanımlanmasının oldukça güç olduğuna ve bugünün Avrupası‘nda bu konuyla ilgili olarak ortak bir kavramsal çerçeve çizilemese de genel olarak dört farklı yorumun yapıldığınaiĢaret etmektedir. Bunlara kısaca değinmek gerekirse (Minnaert vd., 2011: 404-5): Sosyal turizm,spesifik bir turizm çeşidi olarak,ekonomik açıdan güçsüz veya dezavantajlı bireylerin turizm faaliyetlerine katılmalarını teşvik eder (katılım modeli); ii. Sosyal turizm, ekonomik olarak ya da başka yollarla dışlanmış kesimleri de içine alarak toplumun tüm kesimlerinin turizme katılımlarını teşvik eder (içer[il]me modeli); iii. Sosyal turizm, ekonomik açıdan ya da başka yollarla dışlanarak dezavantajlı konuma gelen bireylere özgü olarak tasarlanmış bir turizm modelidir (adaptasyon modeli); iv. Sosyal turizm, maddî destekleri içine alarakseyahat ve turizm gibi hak ve imkânlarıdezavantajlı kesimlere sunar (teşvik modeli). i. Günümüzde özellikle Avrupa‘da sosyal turizm ile ilgili yukarıda ele alınan dört model de birlikte kullanılmaktadır.Fakat bazı ülkelerde, söz konusu modellerden biri, diğerlerininönüne geçebilmektedir. Mesela Belçika‘da yer alan―Tatile Katılım Merkezi‖ katılım modelini benimsemektedir. Bu Merkez, düĢük gelirli grupların tatile/turizme katılımlarını artırabilmek içinhem konaklama tedarikçileri hem de turizm cazibe merkezleri idarecileriyle müzakere etmekte ve sonuçta vergi/tarife oranlarının düĢürülmesi sağlanmaktadır. Bu müzakere sürecinde, baĢta özel sektör olmak üzere pekçok kurum ―gönüllülük‖ esası ile hareket etmekte ve ortak hedef ―sosyal sorumluluğun teĢvik edilmesi‖ olmaktadır. Bu modelin özgün karakteri ise; standart sınırlarının olmasıdır. Dolayısıyla bu modelde, sosyal turizm kullanıcılarına ―sınırlı bir program‖ çizilmektedir (Minnaert vd., 2011: 406). Ġkinci bir model olan içer[il]me modelide standart turizm ürünleri ve hizmetleri üzerine kurulu olsa da (sadece dezavantajlı kesimleri değil; herkesi kapsar), yalnızca dezavantajlı hedef gruplara yönelik sınırlı bir programsunmamaktadır.Bu yaklaĢıma örnek olarak Fransa gösterilmektedir. Burada ―Chéques Vacances‖ ya da ―Tatil/Seyahat Çekleri‖ adı verilen bir uygulama ile içerilme modeli iĢletilmektedir. Anılan uygulama ile spesifik tüketici kitlelerinin oluĢturulması; Tatil/Seyahat Çekleri Ulusal Ajansı (ANCV) tarafından ilk kez tatile çıkacaklara yönelik tatil burslarının verilmesi öngörülmektedir. Buna ek olarak, devlet ve yerel kaynaklardan sosyal turizm tesislerinin yenilenmesi için bütçe ayrılmaktadır. Bu sistemin temel amaçlarından biri de gelir seviyesi farklılığınabakılmaksızın toplum içindeki her katmandan bireyin tatil etkinliklerine katılımının sağlanmasıdır. Ayrıca bu modelin benzerini Macaristan‘da da görmek mümkündür (Minnaert vd., 2011: 406). Adaptasyon modeli, dezavantajlarından ötürü tatil aktivitelerine katılmakta sorun yaĢayan sosyal turizm tüketicileri için bir takım ―özel hükümler‖i uygulamaya koymaktadır.İngiltere‘de kurulan ―Break Hayırseverlik Örgütü‖ söz konusu modeli esas almaktadır. Bu Örgüt, öğrenme güçlüğü çeken çocuklar ve ailelerinin kısa süreli tatil yapmalarına imkân veren bir yaklaĢıma sahiptir. Break‘in toplam dört tane merkezi bulunmakta ve bu merkezlerde, alanında uzman özel bakım personelleri (özellikle fiziksel engelli ve ağır bakım gerektiren engelliler için) istihdam edilmektedir 555 (http://www.break-charity.org/, 31.08.2013).Bumerkezlerde dezavantajlı gruplar için indirimli tatil kampanyaları tertip edilmektedir. Sosyal turizmden ortaya çıkan maliyetlerin yarısını söz konusu gruplar; diğer yarısını da Örgüt -yardım toplama yöntemiyle-karĢılamaktadır. Bunun dıĢında bu modelde farklı hedef gruplarına odaklanan baĢkaprogramlar da yer almaktadır: İngiltere‘de yaĢlılara yönelik olarak ―YaĢlılar Ġçin Ulusal Ġyilik Fonu‖ (National Benevolent Fund for the Aged); Fransa‘da uzun-süreli hasta çocuklar için ―Fransa Vakfı‖ (Fondation de France); İngiltere‘de tek-ebeveynli aileler için ―Tek Ebeveynli Aileler‖ (One Parent Families) ya daBelçika‘da 13-19 yaĢ arasındaki genç ebeynler için oluĢturulan CRZ-Belgium (Minnaert vd., 2011: 406). Teşvik modeli ise; yukarıda değinilen üç modelden esaslı bir biçimde ayrılmaktadır. Bu modelde, ―toplumsal fayda‖ temel ilke olarak kabul edilmektedir.Buna göre, turizmin çok yoğun olmadığı dönemlerde âtıl kalan turistik tesisler/merkezler, cazip kampanyalarla, sosyal turizmtüketicilerine kullandırılabilmektedir. Böylece hem sosyal turizm tüketicileri için oldukça makul maliyetlerde tatil imkânı sağlanabilmekte hem de daha önceden yoğun olmayan turizm sezonlarında hizmet akitlerine son verilmek durumunda olan çalıĢanlar için ―devamlılık‖ arz eden bir istihdam kapısı oluĢmaktadır(Minnaert vd., 2011: 406-7).Dolayısıyla böylesi bir yaklaĢım, diğer modellerden farklı olarak gerek ekonomik gerekse toplumsal yarar sağlama noktasında daha ―bütüncül‖ bir yapı ortaya koymaktadır. Avrupa Ekonomi ve Sosyal Komitesi‘nin (EESC/CESE–AESK) 14 Eylül 2006 tarihli 429. oturumunda dört çekimser oya karĢılık, toplam yüz otuz sekiz oyla kabul edilerek yürürlüğe giren Barcelona Bildirgesi‟nde belirtildiği üzere, AESK‘nin sosyal turizmle ilgili olarak görüĢleri,bütüncül bir bakıĢ açısı ile teĢvik modeli bağlamında değerlendirilebilmektedir. Zira, Komite‘nin ―Avrupa‘da Sosyal Turizm‖ baĢlığı altında yer alan görüĢlerinde, öncelikli olarak, sosyal turizm olgusu ayrıntılı bir Ģekilde tanımlanmakta7 ve bu olgunun turizm hakkından8 bağımsız düĢünülemeyeceği belirtilmektedir. Sonrasında,Komite‘nin sosyal turizmin esaslarını beĢ (5) madde hâlinde ele aldığı görülmektedir. Bunlar sırasıyla, çoğunluğun turizmden yararlanmahakkı; sosyal turizminsosyalentegrasyona olan katkısı;sürdürülebilir turizm yapılarının oluşturulması;istihdam ve ekonomik kalkınmayakatkısı ve küresel kalkınmaya olan katkısıdır (http://www.festtravel.com/download/bits_barcelona.pdf, 31.08.2013). TeĢvik modelini dünya genelinde baĢarıyla uygulayan ülkelerin baĢında İspanya gelmektedir. Burada ―IMSERSO‖olarak adlandırılan Program aracılığıylaĠspanya‘nın kıyı bölgelerindeki turistik merkezlerdeyoğun turizm sezonu ile sezon-dıĢı dönem arasında kalan dönemlerde engelli ve yaşlı bireyler içinsosyal hizmetler ve sosyal turizm olanakları sağlanmaktadır.Bu Program‘ın finansmanın %70‘i sosyal turizm tüketicisi, kalan %30‘luk kısım ise; kamu sektörü tarafından karĢılanmaktadır. Bununla beraber, 2008-2009 dönemi içinde yaklaĢık 1 milyon katılımcı, kıyı bölgelerindetoplam 300 otelde sosyal turizm faaliyetlerinde yer almıĢ; toplam 79,300 adet iĢ imkânı ortaya çıkmıĢ ve Ġspanyol Hükûmeti 2009-2010 yılları için 105 milyon € bütçe ayırmıĢtır (http://www.imserso.es/imserso_01/index.htm, 01.09.2013). Avrupa genelinde sosyal turizmde ve yönetiminde çalıĢan çeĢitli organlar da bulunmaktadır. Bunlar: Ulusal federasyonlar ya da konsorsiyumlar; sosyal turizm veya sosyal turizm ile ilgili 7 Uluslararası Sosyal Turizm Örgütü‘ne (ISTO) göre; sosyal turizm, ―düĢük gelirli nüfusun turizme katılmasından doğan tüm kavram ve olaylar iyi tanımlanmıĢ sosyal kurallardan kaynaklanmaktadır.‖ Günümüzde ISTO, bu tanımı turizmin kalkınma ve dayanıĢmaya yaptığı katkıları da içerecek Ģekilde geniĢletmek çabası içindedir. Özetle herkes için sosyal ve sürdürülebilir bir turizmfikri benimsenmektedir. 8 Herkesin günlük,haftalık ve yıllık olarak dinlenme ve kiĢiliğinin her unsurunu ve sosyal bütünleĢmesini geliĢtirmesini sağlayacak ―boĢ vakit hakkı‖ vardır. ġüphesiz, herkes bu kiĢisel geliĢim hakkını kullanma hakkına sahiptir. Turizm hakkı, bugenel hakkın somut bir ifadesidir ve sosyal turizm bu hakkın uygulamadaküresel olarak eriĢilebilirliğini temin etme isteği üzerine kuruludur. Dolayısıyla sosyal turizm, Dünya‘da, Avrupa genelinde ve özellikle bazı AB üyesi ülkelerdeönemli bir endüstri olan turizmle ilgisiz veya bunun dıĢında değildir; aksine buevrensel turizme iĢtirak etme, seyahat etme, baĢka bölgeleri ve ülkeleri tanımahakkını ki; bu turizmin temelini oluĢturur, uygulamanın bir yoludur (http://www.festtravel.com/download/bits_barcelona.pdf, 31.08.2013). 556 faaliyetlere odaklanmış kamu kuruluşları; sosyal turizm, spor ve kültür dernekleri; işbirliğikurumları; sendikalar ve ortak girişimlerdir. Türkiye‟de Sosyal Turizm Türkiye‘desosyal turizm, 1960‘lı yıllarda ücretli yıllık izin hakkının yürürlüğe girmesiyle baĢlasa da ne yazık ki; turizmin bu türü yeterince geliĢ(e)memiĢtir.Denilebilir ki; salt sosyal turizm özelinde değil; genel anlamda Türkiye‘de turizm sektörü,uzun yıllardır ―döviz kazandırıcı‖cihetiyle bakılmıĢ ve aktif dıĢ-turizme ağırlık verilmiĢtir. Bunun en önemli nedeni, ülkenin iktisadî geliĢmiĢlik sorununu çözememiş olması ve dıĢ borçları ödemede dövize olan gereksinimdir. Ancak günümüzde bu anlayıĢın terk edilmesi gerekmektedir. Zira yabancı turistağırlıklıturizm piyasasının kırılganlığı bütün çabalara rağmen devam etmektedir. Bu kırılganlık, özellikle fiyat pazarlıkları konusunda konaklama iĢletmelerini zorda bırakmakta;―herşey dâhil‖ türünden az gelir getiren turizm türleri öne çıkmaktadır. Öte taraftan, yalnızca ekonomik önlemlerle iç-turizmin geliĢimi ―sınırlı‖ olacağından, bireylerarasında seyahat kültürünün yerleĢmesi; ulusal tatil takviminin turizm dönemlerine uygun biçimde düzenlenmesi; yerli turiste uygun alt veüst yapının desteklenmesi gerekmektedir (Öter, 2006: 10).Türkiye‘de doğal kaynakların fazla oluşu, turizm mevsiminin uzunluğu, kamu kurumlarından birçoğunun turistik tesislere sahip oluşu ve devletin finansal desteği gibi etmenler (Çamur, 1986: 25), sosyal turizmin gerçekleĢtirilip yaygınlaĢtırılması noktasında olumlu bir durum ortaya koymaktadır. Buna karĢılık,ülkemizdeki sosyo-kültürel düzeyin düşüklüğü; turistik tesislerimizin pekçoğunun sadece ekonomik seviyesi yüksek bireylerin yararlanabileceği nitelikte oluşu; toplumumuzda tatil yapma alışkanlığının yaygın olmayışı; insanların büyük bir bölümünün tarımsal alanlarda çalışması ve bundan dolayı yazturizmine katılma fırsatını bulamamaları; ekonomik koşulların yeterli olmaması nedeniyle turizm yatırımlarına yeterli kaynak ayrılamayışı; ülkemizde sosyal turizmin yalnızca kamu kampları biçiminde devlet kurumları, bankalar ve sanayi kuruluşları tarafından kendi çalışanlarına yönelik olarak yoğunlaşmış olmasıda Türkiye‘deki sosyal turizmin önündeki açmazlardan bazılarını oluĢturmaktadır (www.meb.gov.tr/aok/Aok_Kitaplar/AolKitaplar/Turizm_1/5.pdf, 29.08.2013).Dolayısıyla, dünyada ve Avrupa‘da olduğu gibi, Türkiye‘de de sosyal turizmin ekonomik, çevresel ve sosyal açıdan ―sürdürülebilir‖ bir faaliyet alanı olduğu ve bu üç alanda da ihtiyaç duyulan bir aktivite hâline geldiğiunutulmamalıdır. SOSYAL TURĠZMĠNBĠR ALANI OLARAK ENGELLĠ TURĠZMĠ Dünyada ve Türkiye‟de Engelli Gerçeği BirleĢmiĢ Milletler (BM), dünya nüfusunun yaklaĢık %10 ilâ %12‘sininya da bir baĢka tabirle 600 milyondan fazla bireyin engellikategorisinde yer aldığını tahmin etmektedir.Söz konusu nüfusun yaklaĢık %80‘i ise;düşük-gelirli ülkelerde ikâmet etmektedir.Engelli bireyler, yoksullar arasında en çok göze çarpan dezavantajlı kesimlerden biri olmakla birlikte;dünya genelinde yoksulluk sınırı altında yaĢayanların %82‘sini de yine aynı grup teĢkil etmektedir (Dark & Light Blind Care, 2008: 2). Engellilik yoksulluğun hem sebebi hem de sonucu olmaktadır. Engelli birey, engelli olmayanlarla aynı imkânlara sahip olamadığından özellikle eğitim, sağlık, beslenme, teknoloji gibi temel hizmetlere eriĢememekte; ayrıca emek piyasasına eĢit koĢullarda katılamamakta ve neticede yoksulluk sarmalından çıkamamaktadır. Bununla birlikte, yoksul olarak dünyaya gelen ya da sonrasında yoksulluk sarmalında yer alan engelli ya da sonradan engelli olan birey, Ģayet kendisine birtakım desteklerin sunulamaması durumunda, özellikle engellikle ilgili tıbbî/medikal gereksinimlerini karĢılamakta zorluk çekebilmektedir. Türkiye‘de engellilik oldukça önemli bir yer oluĢturan konuların baĢında gelmektedir. Eski ismiyle BaĢbakanlık Özürlüler Ġdaresi BaĢkanlığı‘nın (Ģu anki ismi Engelli ve YaĢlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü), yine eski ismiyle BaĢbakanlık Devlet Ġstatistik Enstitüsü (Ģu anki ismi Türkiye Ġstatistik Kurumu) ile müĢtereken 2002‘nin Aralık ayında yapmıĢ olduğu araĢtırma sonuçlarına göre; engelli olan nüfusun toplam nüfus içindeki oranı % 12,29‘dur. Buna göre ülkemizde 8.431.937 kiĢi engelli olarak yaĢamlarını sürdürmektedir. Söz konusu %12,29‘luk özürlü oranının % 7,092‘u erkek; % 5,022‘si kadın olarak ifade edilmektedir (www.tuik.gov.tr/IcerikGetir.do?istab_id=14, 11.08.2013). Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bünyesinde yer alan Ulusal Özürlüler Veri Bankası (ÖZVERİ),30 Mart 2013 tarihinden itibaren, bazı kamu kurum ve kuruluĢlarına herhangi bir sebepten 557 dolayı baĢvurmuĢ engelli bireylerin verilerinin derlenmesi görevini yürütmektedir. Buna göre, Türkiyede toplam 1.559.222 engelli kiĢi bulunmaktadır. Yine ÖZVERĠ‘de kayıtlı, adresi ve engel grubu bilgisi bilinen engelli kiĢilerin engel gruplarına göre dağılımlarına bakıldığında, süreğen hastalıklar ilk sırada yer almaktadır (808.335 kiĢi). Bunu sırasıyla zihinsel, ortopedik, görme, ruhsalduygusalve işitme engelliler izlemektedir(http://www.sgkrehberi.com/haber/11037/, 21.08.2013). Engellilere Yönelik (Sosyal) Turizm yada Engelsiz Turizm Dünya genelinde, engelli bireyler önceleri saklanan, unutulan veya alt-sınıf olarak görülen bir kesimi oluĢturmaktaydı. Ne yazık ki; hâlen engellilere böyle yaklaĢılan toplumların varlığı da bilinen bir gerçektir. Engelli insanların da engelli olmayanlar gibi istihdam, seyahat, turizm, alışveriş, boş zaman uğraşları gibi hayatın birçok kesitlerinde yer alabileceği düĢüncesi çok az ilgi görmüĢtür. Bu nedenle de turizm altyapısını oluĢturan ulaĢım, konaklama ve diğer öğelerin engelli insanlar tarafından kullanımı oldukça zayıftır (Artar & Karabacakoğlu, 2003). GeçmiĢten günümüze, seyahat olgusunu engelliler için bir ―hak‖ olarak kabul eden modern toplumlar ve bu toplumların tüm kesimlerinin bu doğrultuda örgütlenmesi yolunda önemli adımlar da atılmaktadır. Bu bağlamda, 1981 yılının BM tarafından Uluslararası Engelliler Yılı olarak ilân edilmesiyle, engellilere yönelik tutumlarda davranıĢlarda önemli ölçüde anlayıĢ değiĢikliği gözlenmiĢtir. Bu değiĢikliği pekiĢtirmek amacıyla, yine BM tarafından 1983-1992 yılları Engelliİnsanlar On Yılı olarak belirlenmiĢ; bu dönemde belirginleĢen veEngelli İnsanlara Yönelik Dünya Eylem Programıile daha da geliĢen anlayıĢ, günümüzde çağdaĢ toplumun vazgeçilmezleri arasına girmiĢtir. BirleĢmiĢ Milletler Genel Sekreterliği‘nin 1997 yılındaki Dünya Engelliler Günü nedeniyle verdiği mesajda engellileri, dünyanın ―en büyük azınlığı‖ olarak nitelemiĢtir.Öte yandan dünyanın en büyük azınlığı olarak nitelenen engelliler, turizm endüstrisi için de dünyanın en büyük özel pazarı anlamına gelmektedir.Engelliler için yıllardır ihmal edilmiĢ etkili yasal düzenlemelerin bir çok ülkede (özellikle de geliĢmiĢ ülkelerde) hayata geçirilmesi ve bu yasal düzenlemelerin yavaĢ yavaĢ etkisini göstermeye baĢlaması eskiye oranla çok daha mobil hâle gelmiĢ; çeĢitli ekonomik ve sosyal olanaklara kavuĢmuĢ engelliler toplumunu seyahat etmeye giderek daha da yakınlaĢtırmıĢtır. Ayrıca engelli insanlara eĢlik edecek kiĢiler de dikkate alındığında turizm pazarının boyutları oldukça büyümektedir. Bu büyümenin nedeni, engelli insana sunulan her turizm olanağının aynı anda bu insanın eĢine, çocuklarına, ailesine ve arkadaĢlarına da sunulmuĢ olmasındandır (Artar & Karabacakoğlu, 2003). ÇeĢitli kaynaklardan edinilen bilgilerde, ABD‘deki engellilerin toplam nüfusunun ise; 50 milyona yaklaĢtığı ve bu kesimin alım gücünün 175 milyar dolara ulaĢtığı ifade edilmektedir. Ayrıca daha küresel bir fikir edinebilmek için dünyanın büyüyen ekonomisi Çin‘de 60 milyon (çalıĢabilir durumda 25 milyon) ve Japonya‘da 5 milyon (18 yaĢın üzerinde 3 milyon) engelli bulunduğu söylenebilmektedir (http://www.tursab.org.tr/tr/engelsiz-turizm/dunyada-ve-turkiyede-engelsizturizm-pazari_487.html, 01.09.2013). Avrupa Komisyonu ve desteklediği kurum olan ENAT (European Network forAccessible Tourism) tarafından yapılan araĢtırmalarda, Avrupa‘da yaĢayan yaklaĢık 37 milyon engelli ve 120 milyon engelli grubuna giren yaĢlı birey bulunmaktadır. Toplam 157 milyon bireyden oluĢan bu topluluğun %74‘lük kısmı (116 milyon) ―seyahat edebilir bireyler‖ olduğu tahmin edilmektedir.Ancak söz konusu %74‘lük kesimin sadece %17‘lik kısmı (20 milyon) engelli ve engelli grubuna giren birey aktif olarak yurtdıĢı tatiline çıkabilmektedir. Bu sebeple ―engelli turizmi‖âtıl turizm pazarınahareket kazandıracak önemli bir etken olabileceği gibi;sezon yoğunluğunun düĢtüğü aylarda da pazarını hareketlendirecek bir büyüklüğe sahip olabilecektir (http://worldhealthand3rdagetourism.org/PDFs/Ayhan_METIN.pdf, 01.09.2013). Öter‘in (2006: 6-7)de belirttiği gibi, Fransa‘da iç-turizm desteğinin demografik yapılanması noktasında engelliler büyük rol oynamaktadır. Tatil desteğinde bu gruba öncelik verme politikası uzun yıllardır sürmektedir. Karşılama, etkinliklere katılabilme, diğerinsanlarlakaynaşma konularında uygulamaların iyileĢtirilmesi hedeflenmektedir. 2001 yılında ―Turizm ve Engellilik‖etiketialtında birkampanya baĢlatılmıĢve 1500‘ün üzerinde tesise, bu etiket verilmiĢtir.Verilen etiket ile engellilerin gezileri boyunca kullandıkları araç ve tesislerden en yüksek derecede yararlanabilmeleri, bağımsız 558 hareket etmeleri hedeflenmiĢtir. Fransa‘da dört engel türüne (motor, görsel, iĢitsel ve zihinsel) uygun çözümler araĢtırılmaktadır. Türkiye‘de geçmiĢten günümüze değin engellilere yönelik sosyal turizm faaliyetlerine iliĢkin güncel bilgilere ulaĢmak oldukça güçtür; ziraülkemizde sosyal turizmle ilgili geliĢmeler hem yenidir hem verilerin yakın zamandan itibaren kayıtları tutulabilmektedir.Dolayısıyla Türkiye‘de ―Engelsiz Turizm‖ noktasında ne yazık ki büyük aĢamalar kaydedilememiĢtir. Bu durumu teyit etmesi açısından Ģu örnek gösterilebilir.TÜRSAB Ar-Ge‘nin 2008 yılında hazırladığı bir Rapor‘a göre, Turizm Bakanlığı‘ndan iĢletme belgeli tesislerde 1.176 adet engellilere özel oda bulunmaktadır.O dönemde Türkiye çapında toplam oda sayısı yaklaĢık 385 bindir. Bununla beraber, engelli derneklerindeki uzmanlar bu envanterin tümünün engellilerin kullanımına uygun standartlarda olmadığını belirtmiĢlerdir. Engelliler için yapılmıĢ olduğu ifade edilen ―özel odalar‖da ya da diğer fasilitelerde bile engellilerin bunları kullanımında problemler çıkabilmektedir. Buna ek olarak, Antalya 605 oda ile engellilere göre en çok odası bulunan ilimizdir. Bu ilimizi, 159 oda ile Muğla izlemektedir. Ġstanbul‘un yatak kapasitesi ise;sadece 147‘dir (http://www.tursab.org.tr/tr/engelsiz-turizm/dunyadave-turkiyede-engelsiz-turizm-pazari_487.html, 29.08.2013). Türkiye‘de engelli bireyler için düzenlenensosyal turizmin yeterince geliĢememesinin belli baĢlı sebeplerini Ģöyle sıralamak mümkündür:Engellilerin kullanabileceği yeterli toplu ulaşım araçlarının olmaması; kentin ya da beldenin görülmeye değer yerlerinin, müze ve ören yerlerinin engellilere uygun şekilde dizayn edilmemesi (engellilerin kullanabileceği WC‟lerin olmaması, rampaların uygun şekilde yapılmaması gibi); kaldırımların engellilerin kullanabileceği biçimde yapılmaması; engellilere yönelik serbest park etme imkanları, uygun işaretlendirmelerin bulunmayışı; engellilerin kullanımına uygun telefon kulübelerinin olmaması; kendi arabasıyla ülkemize giriş yapan konukların sınır kapılarında işlemlerini kolayca yaptırabilecekleri mekansal düzenlemelerin bulunmayışı nedeniyle sıkıntı yaşamaları; turistlere de hizmet veren hastane, sağlık ocağı, karakol gibi kamu binalarında engellilerin bu hizmetler faydalanmasına dönük donanımların yetersizliği; hatta ilk bina girişlerinde bile sorunun yaşanıyor olması (bu arada düzenlemeler yapılırken engellilerin yalnızca yürüme değil, görme ve işitme gibi sorunlar yaşıyor olabilecekleri de unutulmamalıdır); sorun yaşayan engellinin başvurabileceği özel merci ve mekanların bulunmaması. Ayrıca 21.06.2005 taihinde yürürlüğe giren ―Turizm Tesislerinin Belgelendirilmesine ve Niteliklerine ĠliĢkin Yönetmelik‖e göre 80 oda ve üzerinde olan oteller ile tatil köylerinde toplam oda kapasitesinin ancak %1‘i oranında engelli odası bulundurulması yükümlülüğü olduğundan, iĢletmeler bunu minimum düzeyde tutmakta, bu nedenle 300 odası olan konaklama merkezlerinde bile engelli odası 3‘ü geçmemektedir. Bu nedenle mevcut olan engelli odası sayısı, grup halinde gelmek isteyen engelli ziyaretçileri ağırlamaya yetmediğinden, gerek yurtdıĢından, gerekse yurtiçinden gelen bu tip taleplere olumsuz yanıt verilmek zorunda kalınmaktadır; hâlihazırda mevcut olan engelli odalarının bir bölümünün ise engellilerin ihtiyaçlarını karĢılayacak düzeyde bulunmadığı tespit edilmiĢtir; bahsi geçen Yönetmelik‘te odaların yanında, tesislerin giriĢi, genel tuvaletler, yeme-içme ünitesi, mola noktası, temalı parklar ile eğlence merkezlerinde de bedensel engellilerin kullanımına uygun düzenlemeler yapılması gerektiği belirtilmiĢse de, iĢletmelerde ya bunlara hiç uyulmamakta, ya da yeterli düzeyde düzenleme yapılmamıĢ bulunmaktadır. Görüldüğü üzere, engelsiz turizmin önündeki en önemli handikapların baĢında, engelli birey ve aileleri içinkolayca erişilebilir turizm merkezlerinin nitelik açısından yetersiz, nicelik açısından ise az olması gelmektedir. Bunun yanında, diğer sorunlu alanlara iliĢkin tespit ve önerilerise aĢağıda yer alacaktır. DEĞERLENDĠRME VE BAZI ÖNERĠLER Bugünün dünyasında, insanoğlunun değiĢik amaçlarla turizm hareketlerine iĢtirak edeceğini ve yeni turizm çeĢitlerinin geliĢeceğini söylemek mümkündür. Giderek artan oranda ivme kazanan ve çeĢitlilik arz eden turizm hareketlerinin, istihdam ve sosyal politika;kalitenin artırılması; teknoloji ve araştırma-geliştirme; tüketicinin korunması; çevre politikası ve benzeri politikalarla olan derin bir iliĢkisini söz konusudur. 559 Sosyal turizm, yukarıda anılan politikalardan belki de önemlisi olan ―sosyal politika‖ya bakan yönü nedeniyle yeni bir turizm fenomeni olarak değerlendirilebilmektedir. Bununla beraber, dünya turizm pazarında en çok turist çeken destinasyon merkezlerinin aynı zamanda sosyal politikalar geliĢtirme noktasında da oldukça etkin ve baĢarılı olmaları (Fransa, Ġngiltere, Ġspanya, Belçika gibi) tesadüf değildir.Aynı zamanda, sosyal turizmin geliĢtirilmesiartık bir seyahate katılma olgusunun ötesinde;sosyal politikaların ve insan haklarının tamamlayıcı bir unsuruolarakdüĢünülmektedir. Sosyal turizm, turizmi özel gereksinimleri olan bireyler (engelliler, gençler, yaĢlılar, madde bağımlıları, tek ebeveynli aileler) için daha ―eriĢilebilir‖ hâle getiren tüm giriĢimleri ihtiva eden; çeĢitli sektörler, aktiviteler ve gruplar için sosyal ve ekonomik faydalar üreten bir turizm türüdür. Sosyal turizmin mottolarından birisiherkes için sosyal, sürdürülebilir turizmdir. Bu doğrultuda,sosyal turizmin temel hedeflerinden biri, vatandaĢların seyahate ulaĢmalarını kolaylaĢtırmak; diğeri ise; turizmi bir araç konumuna getirerek, bireysel geliĢimi, aile bütünleĢmesini, nesillerarası buluĢma ve sosyal entegrasyonu sağlamaktır. Sosyal turizmin ilgilendiği gruplardan birisi engellilerdir. Dünya nüfusunun %10-%12‘lik bir kesimini (600 milyon) oluĢturan engelliler, sosyal turizm açısında ilgilenilmesi gereken, en büyük dezavantajlı grupların baĢında gelmektedir.Engelli bireylerin turizmden yararlanma hakkı, sosyal turizmin baĢat konularından birini oluĢturmaktadır. Turizmin toplum geneline yayılması sayesinde tatil döneminden yararlanan insan sayısı önemli ölçüde çoğalmıĢ olsa da, engelliler gibi çeĢitli sebeplerden dolayı tatile eriĢimi olmayan birçok grup hâlâ mevcuttur. Ekonomik yetersizlik, söz konusu hakkın ―evresel‖ olmasını engelleyen en genel etmen olarak karĢımızda durmaktadır. Dolayısıyla ―engelsiz turizm‖in sağlıklı Ģekilde gerçekleĢebildiği yerlerin, engellilerin turizmden yararlanma haklarının da realize edilmiĢ olması gerekmektedir. Ġktisadî unsurlar yerine sosyal koşullara odaklanan sosyal turizm ve engelli turizmi ekonomik, sosyal ve çevresel sürdürülebilirlik ilkelerini karĢılayarak turistik yerlerin inĢası ya da onarımında yardımcı olabilmektedir. DeğiĢik sosyal ve engelli turizm çeĢitlerinin yönetim tarzı, turistik yerlerin ve alanların sürdürülebilirliğinde önemli bir rol oynamaktadır. Sürdürülebilirlik, esasen insan faaliyetlerinin çeĢitli unsurları arasında bir denge sağlamaktan ibaretse; sosyal turizm, turizmi yoksulluktan kurtuluĢ yolu olan bir iktisadî faaliyet alanı olarak gören birçok geliĢmekte olan ülkeler için de sürdürülebilir kalkınma aracı teĢkil etmektedir. Engelli turizmi, istihdam ile ekonomik ve küresel kalkınmaya katkı sağlamaktadır. Engellilere yönelik hizmet sunan turizm Ģirketleri ve organları, faaliyetlerini düzenlerken, ekonomik kriterlerin ötesine bakmalıdırlar. Kullanılması gereken kriterlerden bir tanesi, birturistik yerin sürdürülebilirligi için ana faktör olan istikrarlı, yüksek kalitede istihdamının oluĢturulması olmalıdır. Engelli turizmin özellikle dönemselliğe karĢı mücadeleye katkısı, istihdamda kalite ve istikrar amaçlandığında temel kriterlerden biri olmalı ve Avrupa engelli turizm modelininayrılmaz kısımlarından birini oluĢturmaktadır. Ayrıca engelli turizmin yönetiminde kamu-özel sektör ortaklıkları, bu kriteri yerine getirebilmek için yararlı bir araçve gösterge olabilmektedir.Buna ek olarak, engelli turizminin geliĢtirilmesi için gereken Ģartlar, bir bölgenin ve orada oturan engellilerin turistik faaliyetleri, kalkınmayıdestekleyen bir kuvvet olarak görmesini gerektiren koĢullar ile aynıdır. ġöyle ki; yerel ekonomi ve sosyal istikrar, toplulukların geçimlerini turistikfaaliyetlerden kazanabildigi ölçüde kuvvetlendirir. Bir çok uluslararası kurumun önerdiği gibi, engellilere yönelik turistik faaliyetler her türlü savaĢ ve felâket için iyi birpanzehir teĢkil edebilmektedir. Sosyal turizmin ve dolayısıyla engelli turizminin toplumsal, çevresel ve iktisadî açıdan sürdürülebilir bir eylem olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla engelli turizmini geliĢtirmek için her üç temelin de sağlam olması büyük önem arz etmektedir.Bitirirken, dünyada baĢarılı ülke uygulamalarından hareketle, Türkiye‘de yeni geliĢen bir alan olan sosyal turizm ve engelli turizmi ile ilgili Ģu tavsiyelerde bulunmak,çalıĢmanın amacınaulaĢması bakımındanbüyük önem taĢımaktadır:  Türkiye ivedilikle Avrupa Sosyal Turizm Plâtformu bünyesinde yer almalı ve buradaki geliĢmeleri, ülke özelindeki gerçekleri de dikkate alarak, tatbik etmelidir. 560  Türkiyeengelli turizminin, turizm ve sosyal politika ile hedefler paylaĢan önemli bir faaliyet alanı olduğunu ve tanınmayı, geliĢtirilmeyi, uzmanlaĢmıĢ teknik yardımı, desteği ve teĢviki hak eden bir aktivite alanı olduğunu göz önünde bulundurmalıdır.  Türkiye, engelli ve sağlık turizmine görece uygun bir ülke olduğunu daha iyi enstrümanlarla tanıtmalı; bunun için yapılacak giriĢimlerin salt T.V. kanallarına verilen reklamlarla kısıtlı olmadığını bilmelidir.  Engelliler için sosyal turizm programlarının potansiyel kullanıcılarına verilebilecek en temel tavsiye, ―hakları‖ olan ama çeĢitli sebeplerden dolayı eriĢememiĢ oldukları turizm gibi bir aktiviteye katılmalarıdır.  Türkiye‘de engellilerin seyahat hakkının tespit edilmesi veseyahat iĢletmelerinin en yakın zamanda engelliler pazarına girmesi gerekmektedir.  Engelli turizm içinde önceden belirlenen engelli kiĢilere nakit mali destekler yerine; devlet güvencesinde nakite yerine geçebilen tatil ya da seyahat çekleri verilmelidir.  Bilindiği üzere 2005 yılında yürülüğe giren Yönetmelik, engelliler açısından yalnızca 80 odası olan otel ve tatil köylerini kapsamakta; diğer turistik tesisleri kapsam-dıĢında tutmaktadır. Yönetmelik‘in tüm turizm belgeli iĢletmeleri de içine alacak Ģekilde düzenlenmesi ile Yönetmelik-dıĢında kalan iĢletmelerin de engellilere hizmet verir hâle gelmesi sağlanabilecektir. Böylelikle, ülkemize gelen engelli turistlerin hiçbir engele maruz kalmadan turistik tesislerden yararlanması sağlanmıĢ olacaktır.  Merkezî ve yerel yönetimler tarafından halkın demografik analizlerinin yapılarak, seyahate çıkmakta zorlananların saptanması gerekir.  Kültür ve Turizm Bakanlığı‘na bağlı AraĢtırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü tarafından otel ve restoran gibi turistik iĢletmelere, engelli pazarının potansiyeline yönelik bir eğitim çalıĢması verilmelidir.  Yalnızca engellilere yönelik hizmet vermek amacıyla yapılan iĢletmelere özel yatırım teĢvikleri verilmelidir. Örneğin bu amaçla kurulacak butik bir otelin, engelsiz konuklara da hizmet verebilecek kapasiteye sahip olması nedeniyle, boş kalması gibi bir sorunu da yaĢanmayacaktır.  Bakanlık‘ça yalnızca söz konusu özel pazara yönelik ürünleri kapsayan broĢür, CD gibi tanıtım materyalleri üretilmelidir. Bu tanıtım materyallerinde, engelsiz turizm alanında ödül alan tesis ve kuruluĢların iletiĢim bilgilerine yer verilmelidir. KAYNAKÇA Akay, B. (y.y.). http://www.turizmtrend.com/akademi/yayinlar/avrupa-birligi-turist-haklari-ile-ilgilipolitikalarin-turk-turizmine-etkileri-5011.html, 11.08.2013. Akpınar, E., Bulut, Y. (2010). ―Ülkemizde Alternatif Turizm Bir Dalı Olan Ekoturizmi ÇeĢitlerinin Bölgelere Göre Dağılımı ve Uygulama Alanları‖, III. Ulusal Karadeniz Ormancılık Kongresi, C: IV, ss: 1575-94. Artar, Y.,Karabacakoğlu, Ç. (2003). Türkiye‟de Engelliler Turizminin Geliştirilmesine Yönelik Konaklama Tesislerindeki Altyapı İmkânlarının Araştırılması. Ankara: MPM Yayınları. Break Charity. http://www.break-charity.org/, 31.08.2013. Çamur, S. (1986). ―Sosyal Turizm‖, Planlama Dergisi, S: 2, ss: 23-5. Çiçek, O.,Özgen, I. (2001). ―Avrupa Birliği‘nde Turist Hakları ve Adaylık Sürecinde Türkiye‘deki Uygulamalar‖, Dokuz Eylül Üniversitesi SBE Dergisi, C: 3, S: 3, ss: 139-53. 561 Çontu, M. (2006). ―Alternatif Turizm ÇeĢitleri Ve Kızılcahamam Termal Turizmi Örneği‖, Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Turizm ve Otel iĢletmeciliği Anabilim Dalı, BasılmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Bolu. Dark &LightBlindCare. (2008). http://www.lightfortheworld.nl/docs/policies-and-papers/disabledpeople-in-tvet.pdf?sfvrsn=8, 22.08.2013. Erdoğan, N. (2003).Çevre ve (Eko)turizm. Ankara: Pozitif Matbaacılık. Gülen, K. G. & Demirci, S. (2012). Türkiye‟de Sağlık Turizmi Sektörü. Ġstanbul: ĠTO Yayınları. Hunziker, W. (1951). Social tourism: Its nature and problems. Geneva: International Tourists Alliance Scientific Commission. Hunziker, W. (1957). ―Cio che rimarrebe ancora da dire sul turismo sociale‖, Revue de tourisme, 2, pp: 52–57. IMSERSO. http://www.imserso.es/imserso_01/index.htm, 01.09.2013. MEB. www.meb.gov.tr/aok/Aok_Kitaplar/AolKitaplar/Turizm_1/5.pdf, 15.07.2013. Minnaert, L. vd. (2011). ―What is social tourism?‖, CurrentIssues in Tourism, Vol: 14, No: 5, pp: 40315. Oktayer,N. ve diğ. (2007). Türkiye‟de Turizm Ekonomisi.1. Baskı,Ġstanbul: Elma. Öter, Z. (2006). ―Avrupa Ülkelerinde Ġç Turizme Katılımın Desteklenmesi: Fransa Örneği‖, Süleyman Demirel Üniversitesi II. Ulusal Eğirdir Turizm Sempozyumu, 9-12 Kasım, Bildiri Kitapçığı, Eğirdir-Isparta, ss: 41-9. Ritzer, G. (2011). Küresel Dünya. M. Pekdemir (Çev.). Ġstanbul: Ayrıntı. Smith, S. L. J. (1988). ―Denning Tourism: A Supply-side View‖, Annals of Tourism Research, Vol: 15, pp: 179-90. TUYED. http://www.tuyed.org.tr/untwo-duenya-turizm-barometresini-acklad/, 10.08.2013. TÜĠK. (2002). www.tuik.gov.tr/IcerikGetir.do?istab_id=14, 11.08.2013. Ulucak, E. M. (2000). ―Turizmin Turistik Yörelerdeki Sosyo-Kültürel YaĢama Etkileri ve Fethiye Yöresinde Bir Uygulama‖, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Turizm iĢletmeciliği Eğitimi Anabilim Dalı BasılmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Ankara. Ġnternet Kaynakları http://www.festtravel.com/download/bits_barcelona.pdf, 30.08.2013. http://www.saglikturizmi.gov.tr/138-turkiyede-turizm.html, 10.08.2013. http://www.sgkrehberi.com/haber/11037/, 21.08.2013. TDK. http://www.tdk.gov.tr, 12.08.2013. http://www.tursab.org.tr/tr/engelsiz-turizm/dunyada-ve-turkiyede-engelsiz-turizm-pazari_487.html, 01.09.2013. UNWTO.http://dtxtq4w60xqpw.cloudfront.net/sites/all/files/pdf/unwto_highlights13_en_hr_0.pdf14.0 8.2013. UNWTO. http://ethics.unwto.org/sites/all/files/docpdf/turkey.pdf, 14.08.2013. UNWTO. http://www2.unwto.org/en/, 12.08.2013. Wang, N. (2000). Tourism and Modernity, Oxford: Pergamon Press. http://worldhealthand3rdagetourism.org/PDFs/Ayhan_METIN.pdf, 01.09.2013. 562 ÖMERKÖSE OTURUMU KENT-IV: MEKANSAL AYRIġMA 563 564 SOSYAL DIġLANMANIN MEKÂNSAL ĠZDÜġÜMÜ:ROMAN MAHALLELERĠ Duygu ÇUKUR GÖKCE1 ÖZET Mevcut toplumsal - ideolojik yapı içerisinde dezavantajlı grup olarak konumlanan Romanlar; sosyal, kültürel, ekonomik ve mekânsal alanda çok boyutlu sosyal dıĢlanma süreçleriyle karĢı karĢıyadır. Romanlar, düĢük eğitim seviyesi, sınırlı sağlık hizmetleri, iĢsizlik, sosyal güvenceden yoksunluk, dıĢlanma (örn. iĢ piyasalarından, eğitim kurumlarından, konutlardan, kamusal alandan dıĢlanma), örgütlenememe, yoksulluk, kötü fiziki yaĢam standartları, kentsel hizmetlere sınırlı eriĢim gibi çok boyutlu ve birbiriyle doğrudan iliĢkili sorunlar yaĢamaktadır. Romanlar, içe kapalı ve izole bir yaĢam sürdürerek kimliklerini ve kültürlerini korumaya çabalamaktadır. Kentin güvenliği ve toplumun refahı açısından tehlikeli olarak nitelendirilen Roman mahalleleri, kent yaĢamıyla bağlarını yitirmiĢ ve çöküntü alanlarına dönüĢmüĢ durumdadır. Son dönemde rantı yüksek kent merkezlerindeki Roman mahalleleri, kentsel dönüĢüme konu olmaktadır. Bu projelerle Romanlar yerlerinden edilmekte, yaĢam biçimi ve alıĢkanlıklarına uygun olmayan tektip projeler yapılmakta, projeler sosyal içerme önlemlerini kapsamamakta, eğitim, sağlık, istihdam gibi tüm alanları kapsayıcı nitelikte çok boyutlu ve bütünleĢik ele alınmamakta ve Romanların katılımlarını yeterince sağlamamaktadır. Böylece sosyal dıĢlanma ve mekansal ayrıĢma derinleĢmekte ve toplumsal çatıĢma artmaktadır. Bildiride, Romanların sosyal dıĢlanma süreçleri irdelenecek ve Romanların kültürel sürekliliklerini, sosyal içermelerini ve sağlıklı bir çevrede yaĢama haklarını gözeten katılımcı, çok boyutlu ve bütünleĢik bir kentsel dönüĢüm planlamasının çerçevesi oluĢturulmaya çalıĢılacaktır. Anahtar Kelimeler: Sosyal dışlanma, mekansal ayrışma, Roman mahalleleri, kentsel dönüşüm ABSTRACT Gypsies located as a disadvantaged group in existing social - ideological structure have faced with processes of multi-dimensional social exclusion in social, cultural, economic and spatial levels. Gypsies have multi-dimensional and directly related to each other problems such as low level of education, limited health care, unemployment, lack of social protection, exclusion (eg, exclusion from job markets, educational institutions, housing, the public sphere), not organizing, poverty, poor physical living standards, limited access to urban services. Gypsies strive to protect their identity and culture maintaining an introverted and isolated life. Gypsy neighborhoods that considered to be hazardous to the safety of the city and prosperity of the society, have lost the bonds to the life of the city and turned depressed areas. Recently, the Gypsy neighborhoods in urban centers in regions with high rent, are the subject of urban renewal. In the models applying urban renewal: Gypsies are displaced, projects do not comply with their cultural lifestyle and habits, they do not include social inclusion measures, education, health, employment topics are not dealt within a multi-faceted and integrated method and adequate number of Gypsies do not participate. Thus, social exclusion and spatial segregation are deepening and social conflicts is increasing. In this paper, the processes of Gypsies' social exclusion will be examined and the frame of a multifaceted, participatory and integrated urban renewal planning will be completed that takes Gypsies' cultural sustainability, social inclusions and their rights to live in a healthy neighborhood into consideration. Keywords:Social exclusion, spatial segregation, Gypsy neighborhoods, urban renewal. 1 Yrd.Doç.Dr. , Süleyman Demirel Üniversitesi Mimarlık Fakültesi ġehir ve Bölge Planlama Bölümü, [email protected] 565 GĠRĠġ 1980 sonrası dönemde benimsenen neo-liberal politikaların etkisiyle ülkemizde ekonomik, sosyal, kurumsal, siyasal ve mekânsal alanda önemli bir kırılma yaĢanmıĢtır. Uluslararası sermaye yatırımlarının serbestleĢmesi, gelir dağılımındaki eĢitsizliğin artması, toplumsal sınıflar arasındaki sosyal, kültürel ve fiziksel iletiĢimin azalması, sosyal, siyasal ve mekansal ayrıĢmanın derinleĢmesi, kentsel toprağın aĢırı değer kazanması ve paylaĢım sorunu bunun çıktılarıdır. Tüm karmaĢık ve dinamik yapısıyla toplumsal süreçler kentsel mekanda somutlaĢmaktadır. Söz konusu dönemde kenti biçimlendiren yeni yasalar, yeni aktörler, dolayısıyla yeni bir planlama sistemi ve yeni bir kent ortaya çıkmıĢtır. Özellikle 2000‘li yıllarda çıkarılan yasalarla kentsel dönüĢüm için altyapı oluĢturulmuĢtur. Merkezi idareye (TOKĠ‘ye) planlama, dönüĢüm uygulaması yapma ve proje üretme konusunda geniĢ yetkiler verilmiĢ; dönüĢümün yerel ayağı olarak belediyelerin rolleri ve yükümlülükleri tanımlanmıĢ; eski kent parçalarının dönüĢümü olanaklı kılınmıĢtır. Ġlhan Tekeli‘ye göre, bugün yap-satçıların ve müteahhitlerin yerini yeni aktörler olarak TOKĠ ve kurumsallaĢan büyük inĢaat Ģirketleri almıĢtır. Kıt bir kaynak olan kentsel toprağın değerinin artmasıyla belirli grupların ya da kiĢilerin müzakere güçleri artmıĢtır. YaĢanan değiĢim ve dönüĢüm sürecinin mevcut planlama anlayıĢı ile denetlenemeyeceği anlaĢılmıĢ ve müzakerelere dayalı stratejik mekansal planlama ve bunun uygulama aracı olarak dönüĢüm projeleri, kentsel tasarım projeleri ön plana çıkarılmıĢtır (URL1). Böylece planlama anlayıĢı parçacı plana (mevzi imar planı) indirgenmekte, kentler ise uluslararası emlak piyasasının bir parçası haline gelmekte ve diğer dünya kentleriyle yarıĢması hedeflenmektedir. Mevcut kentsel dokuda gerçekleĢen dönüĢüm projeleriyle, konut siteleri, alıĢveriĢ merkezleri, ofis yapıları, rezidanslar vb.inĢa edilmiĢ, yapı yoğunlukları arttırılmıĢ, sıra veya nokta bloklarla oluĢturulan bir imar düzeni getirilmiĢtir (Görgülü ve Görgülü, 2010). Bu süreç; yerinden edilme, mülkiyetin el değiĢtirmesi - soylulaĢtırma, bölgesel özelliklerin, fiziksel ve sosyal dokunun dikkate alınmaması, yeni yaĢam alanlarının sadece toplumun üst ve orta-üst gelir grubuna sunulması, orta ve orta alt gelir grubunun konut ve barınma hakkının ihmal edilmesi vb. ile sonuçlanmaktadır (Görgülü ve Görgülü, 2010; Türkün vd., 2010). 2009 yılında ―Planlama ve Mimarlık Alanının Son On Yılı‖nın değerlendirildiği sempozyumdaki sunumunda Ġlhan Tekeli, son yıllarda ağırlık kazanan bu dönüĢümlerin dört farklı Ģekilde yaĢandığını belirtmiĢtir:  Gecekondu bölgeleri ya da deprem riski taĢıyan bölgelerdeki dönüĢümler,  Merkezi iĢ alanında hızla ve uzak mesafeye desantralizasyon süreci ve soylulaĢtırma olgusunun önünü açan dönüĢümler,  Belediye baĢkanları tarafından genellikle ideolojik kaygılarla dayatılan dönüĢümler,  Modernitenin aĢınmasıyla beraber günlük hayatın içine sızan kapalı sitelerin oluĢumuyla yaratılan dönüĢümler (URL1). 2009 yılında Bayındırlık ve Ġskan Bakanlığı tarafından düzenlenen KentleĢme ġurası‘nın ―Kentsel DönüĢüm, Konut ve Arsa Politikaları Komisyonu‖ raporunda kentsel dönüĢümle iliĢkili mevcut durum değerlendirmesi yapılmıĢ ve saptanan sorunların çözümüne yönelik stratejiler geliĢtirilmiĢtir. ġura‘da bugüne kadar süregelen kentsel dönüĢüm uygulamaları;  planlama sürecinden bağımsız, parçacıl, noktasal olması,  mevcut yasalarda boĢlukların bulunması,  dönüĢümün çoğunlukla toplumun en alt grubunun yaĢadığı alanlarda gerçekleĢmesi,  katılımın genellikle formalite olarak değerlendirilmesi ve katılım sürecinin yönetilememesi,  uygulamaların müteahhitlik mantığıyla sürdürülmesi, bilimsel ölçütlerin dikkate alınmaması,  eriĢilebilir konut seçeneklerinin sınırlı olması,  mekânsal ayrıĢma ve sosyal dıĢlanma riskinin bulunması, 566  sosyal dokunun göz ardı edilmesi, yerinden edilme tehdidi,  TOKĠ uygulamalarının kimliksiz ve niteliksiz çevreler ortaya çıkarması (tek tipleĢmeye yol açması, yöreye özgü karakteristiği ve geleneksel yaĢam ve mekân biçimlerini göz ardı etmesi),  dönüĢümün genellikle rant alanları yaratması vb. yönlerden eleĢtirilerek süreç, adaletsiz ve sürdürülemez olarak nitelendirilmektedir. Ülkemizde önemli büyüklükte olan ve en fazla mağduriyet / dıĢlanma yaĢayan Roman nüfusunun yaĢadığı mahalleler, kent merkezlerinde rantı yüksek bölgelerde konumlanmaları ve çöküntü alanı niteliğinde olmaları nedeniyle kentsel dönüĢüme konu olmaktadır. Dezavantajlı bir grup olarak Romanlar; sosyal, kültürel, ekonomik ve mekansal alanda çok boyutlu sosyal dıĢlanma süreçlerine maruz kalmaktadır. Ülkemizde uygulandığı Ģekliyle kentsel dönüĢüm projeleri, bu grubun yaĢadığı mağduriyetlere ek bir boyut oluĢturma riskini taĢımaktadır. Bu nedenle bildiride, ülkemizde farklı illerdeki Roman mahalleleri özelinde yapılmıĢ alan çalıĢmalarına (örn. Akkan vd., 2011; BaĢaran, vd., 2011; Ertürk, 2009; Gültekin ve Güzey, 2007; Gültekin, 2009; Güzey, 2009; Kaya ve Zengel, 2005; Kılınç, 2007; Kolukırık, 2006; Marsh, 2008; Toprak, 2009; Tuna vd., 2006; Türkiye‘de Romanların Durumu, 2010; Uzun, 2009) dayanılarak, Romanların sosyal dıĢlanmaları ve mekansal ayrıĢmalarının düzeyi saptanacak ve bu mahallelere yönelik gerçekleĢtirilecek bir kentsel dönüĢüm projesinin çerçevesi oluĢturulmaya çalıĢılacaktır. ROMANLARIN SOSYAL DIġLANMA SÜREÇLERĠ Evrensel ölçekte dezavantajlı bir grup olan Romanlar, dünyada en çok dıĢlanan topluluktur ve sosyal dıĢlanma süreçleri çok boyutludur. Göçebe yaĢam tarzını benimseyen ve herhangi bir yurtları olmayan Romanlar, Hindistan‘dan Avrupa‘nın farklı ülkelerine göç etmiĢler ve göç ettikleri her ülkenin azınlık grubu olarak farklı düzeylerde dıĢlanmalara ve asimilasyonlara maruz kalmıĢlar, yerleĢik hayata geçmeye zorlanmıĢlardır (Arayıcı, 2008). Özellikle 1924 yılındaki nüfus mübadelesi sırasında, Bulgaristan ve Yunanistan‘dan gelerek, baĢta Marmara, Ege ve Akdeniz bölgeleri olmak üzere ülkemiz coğrafyasının her tarafına yayılmıĢlardır. Roman nüfusa, Avrupa‘da maruz bırakılan sistematik baskı ve yasalardan hiçbiri uygulanmamıĢtır (Kılınç, 2007). Ancak dünyanın çeĢitli ülkelerinde olduğu gibi, ülkemizde de toplumsal yaĢamda ve mekanda dıĢlanma ve sorunlarla karĢılaĢmaktadırlar. Sosyal dıĢlanma; emek piyasasından kopma, eğitim ve sağlık gibi hizmetlere eriĢememe, siyasi, sosyal ve kültürel yaĢama katılamamayı içeren çok boyutlu eriĢim ve katılım sorunudur. Karar alma süreçlerine, toplumsal kaynaklara ve hizmetlere eriĢimin zayıf olması durumudur (Akkan vd., 2011). Romanlara yönelik kalıcı politikalar üretebilmek için sosyal dıĢlanmanın çok boyutlu ve dinamik yapısını anlamak gerekmektedir. Genç bir nüfusa sahip olan Romanların ortalama hane halkı büyüklüğü farklılık (3.5, 7.5, 11 gibi ) göstermekle birlikte, genellikle 7 - 8 kiĢi arasında değiĢmektedir. Bir evde birden fazla hane bir arada yaĢayabilmektedir. Ortalama evlilik yaĢı 15 - 16 civarındadır. Eğitim ile iliĢkileri en kopuk gruplardan biridir. Eğitim seviyesi ve okullaĢma oranı oldukça düĢüktür. Okulu terk etme oranı yüksektir, devamsızlık sık yaĢanmaktadır ve üçüncü, dördüncü sınıfa gelmiĢ çocukların hala okuma yazma bilmedikleri gözlenmektedir. Bunun çeĢitli nedenleri bulunmaktadır. Aile bütçesine katkıda bulunmak için erken yaĢta çalıĢmak zorunda olmaları, okul masraflarının aile bütçesi tarafından karĢılanamaması, okuldaki dıĢlanma - ayrımcılık nedeniyle okuldan soğuma, erken yaĢta evlilik, kızların kardeĢlerine bakma yükümlülüğü, konar-göçer yaĢam (yazları Ģehri Ģehir gezerek bohçacılık, çobanlık veya seyyar satıcılık yapmaları, kıĢları da mahallede geçirmeleri), müzisyenliğin ağır basması, vb. etkenler sıralanabilir (Akkan vd., 2011). Mahallerde okuyan bir rol model olmaması bu durumu pekiĢtirmekte ve aynı okulda bir arada okumaları birbirlerini etkilemelerine neden olmaktadır. Romanların çoğu, düzenli gelir getirmeyen ve sosyal güvencesiz iĢlerde çalıĢmaktadır ya da iĢsizdir. SanayileĢme ve makineleĢmenin sonucu, Romanların geleneksel mesleklerinden olan elek üretimi, demir iĢçiliği, bakır kaplama ve sepet dokuma gibi el sanatlarında ekonomik değer kaybı yaĢanmıĢtır. DüĢük eğitim düzeyi nedeniyle, iĢ piyasasında tercih edilen herhangi bir meslek için gerekli yeterliliği elde edememekte ve böylece istihdam ağlarına ve güvenceli iĢlere eriĢememektedirler. Genellikle marjinal ve mevsimlik iĢlerde (örn. hurdacılık, kağıt ve plastik 567 toplayıcılığı, hamallık, müzisyenlik, temizlik, mevsimlik tarım iĢçiliği vb.) çalıĢmaktadırlar. Tüm Ģehirlerde niteliksiz, güvencesiz, sağlıksız ve ağır iĢ koĢullarında çalıĢan Romanlar, ekonomik yaĢamdan dıĢlanmakta, yaĢadıkları kentin en yoksul kesimini oluĢturmakta ve kronik hastalıklar ya da sağlık sorunları (bronĢit, astım, böbrek hastalıkları, verem vakaları, iĢ kazaları vb.) yaĢamaktadırlar. Hırsız, tembel, güvenilmez oldukları yönündeki önyargılı yaklaĢım (örn. yaĢadığı mahallenin ikametgah kağıdında görülmesi) nedeniyle formel istihdam ağlarına eriĢememektedirler. YaĢadıkları Ģehrin ekonomik olanakları kapsamında örneğin fabrikalarda, turizme dayalı hizmet sektöründe çalıĢtırılmamaktadırlar. Gelirin daima belirsiz olduğu, geçim stratejilerinin günü kurtarmak üzere inĢa edildiği bir hayat süren Romanlar, elektrik ve su faturalarını ödeyememekte, çoğu yerde kaçak kullanmaktadırlar. Büyük bir kısmı Sosyal YardımlaĢma ve DayanıĢma Vakfı, Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu, Sosyal Güvenlik Kurumu ve belediyelerden ayni ya da nakdi yardım (kömür yardımı, Ramazan gıda paketi, engellilik yardımı gibi) almaktadır. Romanlar toplumda, sosyal yardımlara bağımlı bir grup olarak algılanmaktadır. Sağlıksız beslenme, sağlıksız altyapı, zor hayat koĢulları, yüksek sigara kullanımı, alkol tüketimi ve bir dereceye kadar uyuĢturucu bağımlılığı sağlık sorunlarına neden olmaktadır. Romanların sağlık hizmetleri kapsamında en iyi iĢlediğini düĢündükleri mekanizma olan YeĢil Kart uygulaması, Roman aileleri için önemli bir sağlık güvencesidir. Hastanelere eriĢimleri ise yeterli düzeyde değildir. Romanlar, 1990‘lardan buyana çeĢitli illerde örgütlenerek yaĢadıkları sorunları siyasi ve sosyal platformlara taĢımaktadırlar. 2005‘ten itibaren Roman derneklerinin sayısı hızla artmıĢ ve Ege ve Marmara bölgesi baĢta olmak üzere bölgesel ve ulusal federasyonlar kurulmuĢtur. Ancak siyasi partiler, meslek kuruluĢları, sendikalar gibi birçok siyasi ve sosyal kurumda Roman temsiliyeti yok denecek kadar azdır (Akkan vd., 2011; Toprak, 2009). Ülkemizde her Ģehirdeki Roman mahallesinde aynı düzeyde dıĢlanmıĢlık söz konusu değildir. Kimi Roman mahallelerinin toplumla iletiĢimi daha güçlü, kiminin daha zayıftır. YaĢadıkları Ģehirlerde inĢa edilmiĢ Roman algısı, çoğu zaman dıĢlayıcı ve damgalayıcıdır (Kolukırık, 2005). AĢağılanmakta, küçümsenmekte, potansiyel suçlu görülmekte ve ―buçuk millet‖ olarak tanımlanmaktadırlar (Aksu, 2003). Toplumda, Romanların formel sistemlerin dıĢında kalmak istediklerine dair bir inanç vardır. Romanlar arasında da ―yerliler‖ ve ―sonradan gelenler‖ ikiliği yaĢanmaktadır. Roman grupları arasındaki bu durum, mahalleye geliĢ zamanının, yapılan iĢin ve elde edilen gelirin farklı olmasıyla iliĢkilidir. Mahalleye ilk yerleĢen ―yerliler‖, mahallenin ―temiz‖ olduğunu ancak ―sonradan gelenler‖ tarafından bozulduğunu iddia etmektedir. Birbirlerine kızdıklarında toplumdaki dıĢlayıcı dili kullanmakta ve ―onlar Çingene, biz Romanız‖ demektedirler. Romanlar Türk ve Müslüman kimliği altında Çingene ya da Roman alt-kimliği olarak kimliklerini tanımlarlar. Toplumda yer edinebilmek için çoğu zaman kimliklerini gizlemekte ve dil, din, hukuk gibi konularda içinde bulundukları topluma uyum sağlamaktadırlar (Selin, 2003). Romanların kendi içlerinden biriyle evlenmeleri, toplumun geri kalanıyla ticaret dıĢında hiçbir iliĢkiye girmemeleri ve içe kapalı, izole bir yaĢam sürdürmeleri; kültürlerini ve kimliklerini koruyup sürekliliğini sağlamaları, dıĢlanmalara karĢı kendilerini korumaları, güvende hissetmeleri ve sosyal dayanıĢma nedeniyledir (Kolukırık, 2009). Özetle Romanlar, yeterince, emek piyasasına, eğitim ve sağlık hizmetlerine eriĢememekte; siyasi, sosyal ve kültürel yaĢama katılamamaktadır. Anılan sorunlar, birbiriyle iliĢkisi nedeniyle bir kısır döngü içerisinde sürmektedir. Sosyal dıĢlanma sürecinin önemli bir bileĢeni olan mekânsal ayrıĢma ise ayrıca değerlendirilmiĢtir. ROMAN MAHALLELERĠ VE MEKÂNSAL AYRIġMA Kent sosyolojisi literatüründe ―ayrıĢma‖nın sosyal dıĢlanma süreçleri içerisinde gerçekleĢtiği belirtilmektedir. Mevcut kentsel düzen mekansal ayrıĢmayı pekiĢtirmekte, diğer bir deyiĢle, farklılıkları keskinleĢtirmekte ve birbirinden yalıtmakta, toplumsal sınıfların yüz yüze gelmelerine, bilgi alıĢveriĢinde bulunmalarına, iletiĢimlerine ve kültürel açıdan zenginleĢmelerine olanak sunmamaktadır. Toplumdaki sosyal ve etnik bölünmelere dayalı ayrımcılık, ―bölünmüĢ‖, ―kutuplaĢmıĢ‖ ya da ―parçalanmıĢ‖ Ģehirlerin oluĢumuna neden olmaktadır. 568 Gültekin (2009), mekansal ayrıĢmayla ilgili literatürde, kentsel mekanda mekansal ayrımın birincil sebebinin konut eĢitsizliği olduğunun ileri sürüldüğünü ve bunun, sıklıkla ırk ve etnik köken odaklı analiz edildiğini belirtmiĢtir. Buna göre Marksist yaklaĢım, mekansal ayrımı din, kültür ve etnik kökenle iliĢkili değil, sınıf kavramı, ekonomi ve toplumdaki daha geniĢ yapısal güçlerle iliĢkili açıklamaktadır. Konut piyasası ancak bu güçlerin alt kategorilerinden biridir ve ırk temelli ayrımcılık, yapısal eĢitsizliğin bir formudur. Öte yandan, Neo-Weber yaklaĢım, ―konut sınıfları‖ kavramını geliĢtirmiĢtir. Konut kıt bir kaynaktır ve farklı gruplar konuta eriĢimin farklı desenlerine sahiptir. Bireyler güçleriyle konut piyasasındaki iliĢkilerinde bir diğerinden farklıdır. Buna göre, etnik gruplar ve göçmenler de genel tercihleri ve sınırlamalar nedeniyle belirli mahallelere ve belirli konut tiplerine bağlıdır. Sonuç olarak her iki yaklaĢım, bireylerin sahip olduğu kaynakların onların konut piyasasındaki güçlerini belirlediği fikrini benimsemektedir. Sonraki tartıĢmalar genel hatlarıyla iki grupta toplanabilir: biri, azınlıkların yetersiz konut koĢullarını dıĢsal faktörlere bağlayan ve ayrıĢmanın dezavantajları üzerine yoğunlaĢan çalıĢmalar; diğeri, ayrıĢmayı bireysel, kültürel ya da gönüllü tercihlere yani içsel faktörlere dayandıran çalıĢmalar. Gönüllü toplumsal ve mekansal ayrıĢma aracılığıyla zengin ve yoksul gettolar oluĢmaktadır. Yoksul gettolar, aynı geçmiĢe sahip insanların kümelenmesiyle oluĢmakta ve çok iyi geliĢmiĢ iç sosyal ağlar tarafından desteklenmektedir. Sosyal ağlar; grupların kültürlerinin ve kimliklerinin korunmasını sağlamaktadır (Gültekin, 2009). Görüldüğü gibi, dıĢlanma süreçleri çok katmanlı ve karmaĢıktır, oluĢum faktörleri farklıdır ve bir alandaki ayrımcılık diğer alanlarda ayrımcılığa neden olabilir ya da bunun olasılığını arttırabilir (Gültekin ve Güzey, 2007; Ratcliffe, 1998). Öte yandan, sosyal dıĢlanma, mali kaynaklara ve barınmaya eriĢimi engellediği için konut alanlarında dıĢlanma ve ayrıĢmaya neden olmaktadır. Kısaca sosyal dıĢlanma ve mekansal ayrıĢma birbiriyle etkileĢim içindedir. Etnik bir grup olarak Romanlar yaĢadıkları her Ģehirde mekansal ayrıĢmaya tabidir. Romanlar kentsel eĢitsizliğin ve kentsel yoksulluğun aĢılmasında bir hayatta kalma stratejisi olarak güçlü sosyal ağlarla toplumdan izole, içe kapalı bir ―adacık‖ halinde mahallelerinde yaĢamayı tercih etmektedir. Bu, konut ayrımının hem bir zorunluluk hem de bir gönüllülük sonucunda oluĢtuğunu anlatmaktadır. Bunun avantaj ve dezavantajları bulunmaktadır. Güven hissetme, yalnızlığı azaltma, kimliklerin korunması, günlük sorunların çözümü, yardımlaĢma – dayanıĢma, iĢbirliğini kolaylaĢtırma, kültürel özelliklerin korunup yaĢatılması, birlik – beraberlik gibi avantajlar; grubun toplumla uyumu ve topluma katılımını engelleme, olumsuz imajı - dıĢlanmayı pekiĢtirme, konut piyasasının sınırlı seçenekler sunması, iĢsizliği kronik hale getirme, bireyleri enformel sektöre veya yoksulluğa zorlama, suç ve Ģiddete eğilimi artırma vb. dezavantajlar barındırmaktadır (Gültekin ve Güzey, 2007). ġehrin güvenliği ve toplumun refahı için ―tehlikeli‖ olarak tanımlanan Roman mahalleleri, suçun ve her türlü yasa dıĢı aktivitenin merkezi olarak damgalanmakta ve Ģehir yaĢamı ile bağlarını giderek yitirmektedir. ġehrin geliĢiminde tehdit ve bir müdahale ve dönüĢtürme alanı olarak algılanan bu mahalleler, altyapı ve ulaĢım sorunları, kötü konut yapıları, yarattıkları illegal ekonomi ile Roman gettolarına dönüĢmüĢ durumdadır. Kamu yetkilileri ve Ģehrin halkı Roman mahallelerini ―yakınından bile geçilmemesi gereken‖ suç mahalleleri olarak betimlemektedir (Akkan vd., 2011). Mahalleye girmek isteyen yabancılara saldırdıkları, para çaldıkları, küfrettikleri, güvenilmez oldukları, kamu mallarına zarar verdikleri, temiz olmadıkları vb. söylenmektedir. Söz konusu algı, Ģehirle kurulan iliĢkileri zayıflatmakta, toplumsal yaĢama katılımı zorlaĢtırmaktadır. Mahallelerde iki – üç alt grup bulunmaktadır. Bu gruplar, sadece sosyal (örn. yarı göçebe yaĢamı devam ettirenler) ve ekonomik özellikleri ile değil, aynı zamanda konut yapısı ve konut gelenekleri ile de birbirinden ayrıdırlar. Kimi çadırlarda, kimi barakalarda, kimi de görece daha iyi koĢullardaki konutlarda yaĢmaktadır. Konutlar genellikle 1, 2 veya 3 katlıdır, büyüklükleri 40 – 100 m2 arasında değiĢebilmekle birlikte ortalama 40 – 60 m2‘dir. Genellikle ikiden fazla hanenin bir arada yaĢadığı konutlar ortalama 2 odalıdır, mutfak, banyo ve tuvaletler ortaktır. Mutfak genelde ikamet giriĢindedir ve mutfağa özel ayrılmıĢ bir alan değildir. Tuvalet ve banyo bahçede yer alabilmektedir. Konutlarda mahremiyet ve hijyenik koĢullar mevcut değildir. Bahçe ya da avluda at, koyun, tavuk beslenebilmektedir. Sokak, kahvehane, avlu / bahçe ortak yaĢam alanlarıdır ve yaĢlı, genç, çocuk, kadın, erkek herkesin zamanının büyük bölümü bu mekanlarda geçmektedir. Sokaklar genelde dardır, 569 çıkmaz sokaklar yer almaktadır. Mahallelerde sosyal altyapı (örn. çocuk park ve oyun alanı, sağlık ve sosyal hizmet alanları) ve kimi yerlerde teknik altyapı (örn. yol, toplu taĢıma, elektrik, su, kanalizasyon) ile belediye hizmetlerinin (örn. çöp toplama) yetersiz olduğu görülmektedir. YaĢadıkları mekan aynı zamanda yaptıkları enformel iĢlerin organizasyonunda büyük bir rol üstlenmektedir. Kağıt, hurda ve plastik toplayıcılığı ile elde edilen malzemeleri ayrıĢtırdıkları ve geri dönüĢüm fabrikalarına göndermeden önce beklettikleri bir depo olarak ve at arabacılığı iĢinin organizasyonunda önemli bir iĢlev görmektedir. Atların bakımı ve yaĢaması için gerekli olan ahırlar için küçük bir eklenti yapılmaktadır. Bu nedenle Roman yaĢam mekânlarının yalnızca bir barınma mekanı olarak düĢünülmemesi gerekmektedir. Böyle bir düĢünce, Romanların geçim stratejilerini de riske atmaktadır. Romanlar olumsuz konut koĢullarına ek olarak, kamusal alanlardan / mekânlardan dıĢlanmakta, ayrımcılığa uğramaktadır (Eke ve Kurt, 2009). ġehrin merkezi yerlerine, alıĢveriĢ merkezine, bazı kamu kurumlarına, lokantaya gidemedikleri, önyargılarla karĢılaĢtıkları belirtilmektedir. Roman mahallesinde yaĢamak bir gönüllü tercihten öte, yaĢadıkları yoksulluk sebebiyle bir zorunluluk, seçenek yokluğudur. Yapılan alan araĢtırmalarında olumsuz yaĢam koĢullarına rağmen çoğunluk, mahallelerinde yaĢamaktan dolayı mutludur ve baĢka yerde yaĢamak istememektedir. Mahalle dıĢında yaĢamı idame ettirme korkusu yanında, dıĢarıdaki yaĢama duyulan özlem de sıkça vurgulanmaktadır. Mahalleden çıkmak, topluluk dıĢına çıkmak anlamına da gelmektedir. Eğitim alabilen, meslek sahibi olabilen az sayıda kiĢi mahalle ile yani Roman topluluğu ile iliĢkilerini koparabilmektedir. Roman mahalleleri, bir taraftan Romanların Ģehir içinde tutunabilecekleri tek alan, diğer taraftan da damgalamayı sürekli hissettikleri ve mümkün olduğu ilk anda kurtulmak istedikleri bir alandır. Romanların bir Ģehre yerleĢimi ya da o Ģehirde yerleĢik hayata geçiĢleri genellikle Ģöyle bir süreç izlemiĢtir. Avrupa‘dan göç edip herhangi bir Ģehre yerleĢen Romanlara Ģehir dıĢında bir bölge ayrılmıĢ ve aileler hiçbir bedel ödemeden tek katlı evlere yerleĢtirilmiĢtir. Geçen yıllar içerisinde, Romanlar çocuklarının evlenmesi ve ailelerinin büyümesiyle evlerini iki ya da üç kata çıkarmıĢ ya da bahçe alanı yeterli büyüklükteyse eklentiler yapmıĢtır. Bu mahalleler tapu ve kira ödeme sorununun yaĢandığı gecekondu tipi yerleĢimlerdir. Ġlk yerleĢen hanelerin ilgili belediye tarafından verilmiĢ, konutlarda oturma iznini tanımlayan tahsis belgeleri bulunmaktadır. Bu belge, gecekondu affıyla verilen tapu tahsis belgelerinden farklı olarak kiĢiye sadece arsa üzerinde kurulu binada oturma hakkı vermekte, bunun dıĢında devretme, satma ve kiralama hakkı vermemektedir. Zaman içerisinde söz konusu mahallenin Ģehrin geliĢim yönü içerisinde kalmasıyla ya da yakın çevresine çeĢitli yatırımların yapılmasıyla arsaların piyasa değeri yükselmiĢtir. Böylece mahalle kentsel dönüĢüme konu olmuĢtur ya da olmaktadır. Bölgenin suçtan temizlenmesi, barındıkları konutların yaĢanabilecek koĢullarda olmaması, kentsel dönüĢüm kararının meĢruiyet gereklilikleri olarak sunulmaktadır. Kentsel dönüĢüm projeleriyle genellikle Ģehir merkezinden uzağa yüksek katlı TOKĠ konutları yapılmakta ve Roman nüfus yerinden edilerek yaĢam biçimlerine uygun olmayan (apartmanların sokak yaĢamına ve çalıĢtıkları iĢlere uygun olmaması, sağlıklı kamusal alanın tasarlanmamıĢ olması vb.) bu apartmanlara yerleĢtirilmektedir. TOKĠ‘ye yerleĢtirmenin çoğu mahallelinin rızasıyla olmadığı ya da bilinçsizce sözleĢme imzalandığı sıkça söylenmektedir. Birçok kiĢi, imza atmayıp mahalle yıkıldıktan sonra yine mahallede yaĢamaya devam etmektedir. Hemen hemen çoğu aile ev taksitlerini ödeyememektedir. TOKĠ, sözleĢme hükümleri gereğince ödeme yapamayan her haneden evleri tahliye etmelerini istemektedir. Henüz dönüĢümün uygulanmadığı her Roman Mahallesi ise bu süreci belirsizlik ve korkuyla beklemektedir. Bu haliyle kentsel dönüĢüm projeleri, Romanların mağduriyetlerine ek bir boyut oluĢturma riski taĢımakta ve mekânsal ayrıĢmayı arttırmaktadır. SONUÇ VE ÖNERĠLER Topluma katılım ve kaynaklara eriĢim mekansal pratiklerle doğrudan iliĢkilidir. Romanların söz konusu çok boyutlu ve birbiriyle doğrudan iliĢkili sosyal dıĢlanma süreçleri; karar alma süreçlerine, toplumsal kaynaklara ve hizmetlere eriĢimlerini sınırlandırmakta, mekansal ayrıĢmayı derinleĢtirmektedir. Son dönemde gündemde olan kentsel dönüĢüm projeleri yerinden edilmeye ve 570 farklılıkları göz ardı etmeye neden olduğu için Romanların dıĢlanmalarına bir boyut daha eklemektedir. Romanların kültürel sürekliliklerini, sosyal içermelerini ve sağlıklı bir çevrede yaĢama haklarını göz önünde bulundurarak, Romanlara yönelik dıĢlanmanın her boyutu için öneriler geliĢtirmek ve kentsel dönüĢüm projelerini bu çerçevede bütünleĢik ve sürdürülebilir ele almak gereklidir. Roman mahalleleri için planlanan ya da planlanacak kentsel dönüĢüm projeleri, öncelikle katılımı sağlamalı, yerinden edilmelerini engellemeli, sosyal içermelerini sağlamalı, Romanların kültürel özellikleri, yaĢam biçimleri ve alıĢkanlıklarına uygun olmalı, eğitim, sağlık, istihdam gibi tüm alanları kapsayıcı nitelikte çok boyutlu ve bütünleĢik ele alınmalıdır. Bir kentsel dönüĢümden bahsedildiğinde öncelikle, kentsel dönüĢüme konu olan alanların farklı özellikler (konumlandığı alan, mülkiyet, yapısal durum, doğal özellikler, arsa değeri, kullanıcı profili vd.) taĢıması nedeniyle dönüĢüm türlerinin tanımlanması ve kentsel dönüĢüm projelerinin diğer sektörel politikalar ve üst ölçekli plan kararlarıyla iliĢkilendirilerek planlanması önem arz etmektedir. Bu nedenle dönüĢüme konu olacak her Roman mahallesi için hangi dönüĢüm türünün uygulanması gerektiği belirlenmelidir. Kentsel dönüĢüm uygulama alanları ve önceliklerinin bilimsel ve teknik yöntemlerle belirlenmesine iliĢkin ilkelerin oluĢturulması da diğer bir gerekliliktir (BĠB). Hak sahiplerinin ve projeyle ilgili diğer tarafların (projelerin uygulanacağı alanda yaĢayan kiracı, esnaf vb.) da sürece katılımının sağlanması kalıcı, baĢarılı ve sürdürülebilir bir kentsel dönüĢüm için önkoĢuldur. DönüĢüm kararının verilme süreci toplumsal müzakere süreçleriyle desteklenmeli ve dönüĢüm projeleri Ģeffaf, hesap verebilir bir planlama yaklaĢımıyla hazırlanmalıdır. Romanlar için mahallenin barınma alanı olmaktan öte yaĢam alanı olarak korunması ve savunulması; güvence ortamının korunması ve Roman toplumunun ayakta kalması demektir. Bu nedenle yerinden iyileĢtirme politikaları ile bu mahalleleri elveriĢli koĢullara sahip yaĢama alanlarına dönüĢtürmek gereklidir. Bu kapsamda kentsel dönüĢüm projelerinde soylulaĢtırmayı en aza indirgeyecek ve zorla yerinden etmenin önüne geçecek biçimde ―mahalle eylem planları‖ hazırlanmalı ve uygulanmalıdır (BĠB). Kentsel dönüĢüm alanlarındaki hak sahiplerinin yaĢam kültürüne uygun nitelikli proje seçenekleri sunulması da aynı derecede önemlidir. Romanların yaĢam biçimleri, alıĢkanlıkları ve gereksinimleri mekan kullanımlarını ve tercihlerini etkilemektedir. Roman kültürü birçok gelenek ve adetleriyle bölgelere göre farklılık göstermekle birlikte; özgürlüğe düĢkünlük, esneklik, içinde bulunulan anı yaĢama (bugünü yaĢama), kapalı ve sınırlı alanlardan hoĢlanmama, müziğe ve dansa yatkınlık gibi bazı ortak özellikler göstermektedir (Kaya ve Zengel, 2005; Southern and James, 2006; Toprak, 2009). Üst ölçekli planlara uygun kentsel tasarım projeleri ve mimari projeler hazırlanırken, Romanların özgür, esnek, renkli, müzik ve dansa odaklı, sokak ağırlıklı yaĢam biçimleri göz önünde bulundurulmalıdır. Projelerde mekanın ―kullanım değeri‖ göz önünde bulundurulmalı, mahalle temelli yaĢam biçimlerinin devamlılığı gözetilmeli ve ödenebilir bütçeli esnek konut tipolojileri oluĢturulmalıdır. Projeler, aynı zamanda, Romanların çok boyutlu ve birbiriyle iliĢkili sorunlarına çözüm üretmelidir. Yoksul ve genellikle deprem tehdidinin olduğu yerleĢim alanlarında yaĢayan Romanlar için kentsel dönüĢüm projeleriyle giriĢimciliğe dayalı istihdam fırsatları ve finansman kaynakları sağlanmalı, fiziki yaĢam koĢulları iyileĢtirilmeli, okulla kurulan iliĢki ve toplumla iletiĢim güçlendirilmelidir. Örneğin bünyesinde psikolojik destek veya eğitimi teĢvik edici / destekleyici faaliyetler sunan ―toplum merkezleri‖ tasarlanabilir, kreĢler önerilebilir, okul sadece eğitim kurumu olmaktan çok, Roman çocukların sosyalleĢebileceği bir alan olarak tasarlanabilir (örn. spor faaliyetleri, korolar, müzik grupları) (Akkan vd., 2011). Mahallede sanat atölyeleri, okuma evleri tasarlanabilir. Kentsel hizmetlere eriĢim ve kamusal mekana / yaĢama katılım olanaklı hale getirilebilir. Elbette öneri politikalar sadece kent plancılarının ehliyet sınırları içinde çözüm üretilebilecek konular değildir. Geçimlerinin ve hizmetlere eriĢimlerinin garanti altına alınması konusunda ilgili disiplinlere, yerel yönetimlere ve sivil toplum örgütlerine de görevler düĢmektedir. DönüĢüm projeleri sosyal projelerle desteklenmeli ve gerektiğinde pozitif ayrımcılık yapılmalıdır. 571 Toplum arasındaki empatiyi sağlamak, etnik farklılıklara toplumların renkli yüzleri ve çeĢitliliği olarak saygı duymak önemlidir. Roman mahalleri için düĢünülen kentsel dönüĢüm projeleri de sosyal içermeyi sağlayacak biçimde gerçekleĢtirilmelidir. Toplulukların toplum içinde bütünleĢmesini vurgulayan 21. yüzyılın yaklaĢımı ve hükümet politikaları, benzersizliği bir potada eritme, kültürel farklılıkları ortadan kaldırma, kültürel, ekonomik ve mekansal asimilasyona neden olma potansiyeli taĢımaktadır. Bu nedenle ―toplumsal bütünleĢme‖ yerine, ―sosyal içerme‖ politikaları tanımını kullanmak amaca daha uygun olacaktır. Böylece ötekileĢtirme aĢılabilecektir. Kısaca, kentsel dönüĢüm projeleriyle yerel ekonomik kalkınmaya katkıda bulunacak, suç oranını azaltacak, mekansal ayrıĢmayı engelleyecek, aidiyet duygusunu geliĢtirecek ve toplumsal iletiĢimi güçlendirecek eriĢilebilir kamusal ve özel mekanlar tasarlanmalıdır. KAYNAKÇA Aksu M. (2003). Türkiye‟de Çingene Olmak. Ġstanbul:Ozan Yayıncılık. Akkan B. E., Deniz, M.B., Ertan M. (2011). Sosyal Dışlanmanın Roman Halleri.Ġstanbul:Punto. Arayıcı A. (2008). ‗‘Gypsies: the Forgotten People of Turkey‘‘. International Social Science Journal, 59, 193-194, 527-538. BaĢaran Uysal A., OkumuĢ G., Sakarya Ġ. (2011). ‗‘Determination of the Strategies for the Urban Rehabilitation in the Romani Settlement (Çanakkale City, Turkey)‘‘. 23rd Enhr Conference Workshop 16: Minority Ethnic Groups and Housing, Toulouse. (BĠB) Bayındırlık ve Ġskan Bakanlığı KentleĢme ġurası. (2009). Kentsel DönüĢüm, Konut ve Arsa Politikaları Komisyonu Raporu. Eke M. K., Kurt Topuz S. (2009). ‗‘Devlet YurttaĢ ĠliĢkisi Kapsamında Çingene/Roman Kökenli YurttaĢların YurttaĢlık AlgılayıĢı: Edirne Örneği‘‘. TÜBĠTAK Proje No: 108K382. Ertürk F. (2009). ‗‘NesliĢah ve Hatice Sultan (Sulukule) Mahalleleri Kentsel DönüĢüm Projesi, (Yüksek Lisans Tezi)‘‘. ĠTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, Ġstanbul. Görgülü, Z., Görgülü, T. (2010). Türkiye‘de Planlama ve Mimarlık Alanının Son 10 Yılı. Mimarlık, 352. http://www.mimarlikdergisi.com/ index.cfm?sayfa= mimarlik&DergiSayi=366&RecID=2328 Gültekin, T.N., Güzey, Ö. (2007). ‗‘Divided Cities: Social and Residential Segregation a Gypsy Neighborhood in Menzilahır, Edirne, Turkey‘‘. The Gypsy Lore Society, The Gypsy Lore Society 2007 Annual Meeting and Congress Manchester, UK. Gültekin N. (2009). ‗‘The Impact of Social Exclusion in Residential Segregation: A Gypsy Neighbourhood Fevzi PaĢa in Turkey‘‘. G.U. Journal of Science, 22, 3, 245-256. Güzey, Ö. (2009). Sulukule‘de Kentsel DönüĢüm: Devlet Eliyle SoylulaĢtırma. Mimarlık, 346 (73-79). Kaya Ġ, Zengel R. (2005). ‗‘A Marginal Place for the Gypsy Community in a Prosperous City: Ġzmir‘‘. Turkey, Cities, 22, 2,151–160. Kılınç Demirvuran G. (2007). ‗‘Kentsel Ölçekte Mekansal AyrıĢma: Edirne Çingene Mahallesi Örneği, (Yüksek Lisans Tezi)‘‘. Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Ankara. Kolukırık S. (2005). ‗‘Türk Toplumunda Çingene Ġmgesi ve Önyargısı‘‘. Sosyoloji AraĢtırmaları Dergisi, 8, 2, 52-71. Kolukırık S. (2006). ‗‘Sosyolojik Perspektiften Türk(iye) Çingeneleri: Ġzmir Çingeneleri Üzerine Bir AraĢtırma‘‘. Uluslararası Ġnsan Bilimleri Dergisi, 3, 1, 1-24. Kolukırık S. (2009). Tarlabaşı Çingenelerinin Kimlik Algısı, Dünden Bugüne 572 Çingeneler.Ġstanbul:Ozan. Marsh A. (2008). ‗‘EĢitsiz VatandaĢlık: Türkiye Çingenelerinin KarĢılaĢtıkları Hak Ġhlalleri‘‘. Türkiye‘de Romanlar Ayrımcı Uygulamalar ve Hak Mücadelesi, Ġstanbul, 53-107. Ratcliffe, P. (1998). ‗‘Race, Housing and Social Exclusion‘‘. Housing Studies, vol.13, No.6, 807-818. Selin C. (2003). ‗‘A Case Study of Gypsy/Roma Identity Construction in Edirne‘‘. (MA Thesis), The Graduate School of Social Sciences of Middle East Technical University, Ankara. Southern R., James Z. (2006). ‗‘Final Report: Devon-wide Gypsy and Traveller Housing Needs Assessment‘‘. Social Research & Regeneration Unit A University of Plymouth Centre of Expertise. Toprak Karaman. Z. (2009). ‗‘Participation to the Public Life and Becoming Organized at Local Level in Romani Settlements in Izmir‘‘. Land Use Policy, 26, 308–321. Tuna M., Oğuz Z.N., Kolukırık, S. (2006). ‗‘Menemen Çingenelerinin Sosyo-Kültürel Özellikleri: KazımpaĢa Mahallesi Örneği‘‘. Uluslararası Çingene Sempozyumu, UlaĢılabilir YaĢam Derneği, Ġstanbul. Türkiye‘de Romanların Durumu. (2010).Türkiye‘de Çalma ve Ġnsana YakıĢır ĠĢ KoĢulları Sorunları Raporu. Türkün A., ġen B., Öktem Ünsal B., Aslan ġ., Yapıcı M. (2010). ‗‘Ġstanbul‘da Eski Kent Merkezi ve Gecekondu Mahallelerinde Kentsel DönüĢüm ve Sosyo-Mekansal DeğiĢim‘‘. TÜBTAK Proje No: 108K134. URL 1: http://www.yenimimar.com/index.php?action=displayArticle&ID=752 Uzun H. (2009). ‗‘Kentsel DönüĢüm Uygulamalarının Kent Özlemi ve Kentlilik Açısından Değerlendirilmesi: Sulukule-TaĢoluk Örneği‘‘. (Yüksek Lisans Tezi), Kadir Has Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ġstanbul. 573 574 SONUÇ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyoloji Bölümü ve Sosyoloji Derneği‘nin ev sahipliğinde gerçekleĢen VII. Uluslararası Katılımlı Ulusal Sosyoloji Kongresi 2-5 Ekim 2013 tarihleri arasında Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi‘nde gerçekleĢtirilmiĢtir. Kongrede sosyolojinin ilgi alanına girebilecek birçok konu tartıĢılmıĢtır. Atatürk Kültür Merkezinde bulunan A, B, C, D, olmak üzere 4 salonda ayrıca Edebiyat Fakültesi içerisinde yer alan AMFĠ ve Ömer Köse Salonlarında birbirinden farklı temalar iĢlenmiĢtir. Ömer Köse salonunda 2, diğer tüm salonlarda 12 oturum gerçekleĢtirilmiĢtir. Ana teması ―Yeni Toplumsal Yapılanmalar: GeçiĢler, KesiĢmeler, Sapmalar‖ olan kongrede özellikle akademisyen sosyal bilimcileri ve sosyologları bir araya getirerek güncel, tarihsel ve teorik bağlamda sosyolojik sorunlar tartıĢılmıĢtır. Kongreye, Türkiye‘deki üniversitelerden akademisyenlerin yanı sıra yurtdıĢındaki üniversitelerden de katılım olmuĢtur. Bunun yanında farklı kamu kurumlarında çalıĢan öğretmenler, bağımsız araĢtırmacılar, uzmanlar, gazeteciler de bildirili olarak kongreye katılım sağlamıĢlardır. Kongre, salt Sosyoloji Bölümlerinin değil diğer bilim dallarından katılımcıların da destekleriyle gerçekleĢmiĢtir. Bu bilim dallarından bazıları Ģunlardır: Felsefe Grubu Öğretmenliği Bölümü, Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, Felsefe Grubu Eğitimi, Din Psikolojisi Anabilim Dalı, Ġngiliz Dili Eğitimi, Sosyal Hizmet Bölümü, Kamu Yönetimi Bölümü, Tarih Bölümü, Müzik Anabilim Dalı, ÇalıĢma Ekonomisi ve Endüstri ĠliĢkileri Bölümü, ĠnĢaat Mühendisliği Bölümü, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Enformatik Bölümü, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Moda Tasarımı Bölümü, Uluslararası ĠliĢkiler Bölümü, Tarım Ekonomisi Bölümü, ĠĢletme Anabilim Dalı, Kadın ÇalıĢmaları ve Toplumsal Cinsiyet Bölümü, Resim Bölümü, Sosyal Politika Bölümü, Fotoğraf Bölümü. Bu bağlamda kongrede, diğer konuların yanı sıra özellikle, gençlik, demokratik açılım süreci, Gezi Parkı odaklı geliĢmeler, medya ve popüler kültür, sosyal medya, göç, siyaset, LGBT gibi güncel toplumsal konular sosyolojik açıdan değerlendirilmiĢtir. Kongre süresince Türkiye‘nin önde gelen sosyologları ve sosyal bilimcilerinin yanı sıra, Helsinki Üniversitesi Sosyoloji Bölümü BaĢkanı Prof. Dr. Pekka Sulkunen ve Avrupa AraĢtırma Konseyi AraĢtırma Programı Uzmanı Dr. Lionel Thelen de kongreye çağrılı konuĢmacılar olarak katılmıĢtır. BaĢbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Prof. Dr. BeĢir Atalay tarafından gerçekleĢtirilen açılıĢ konferansı ―Açılım Sürecinde Devletin Rolü‖ baĢlığıyla Türkiye‘de son 10 yılda gerçekleĢen toplumsal ve siyasal geliĢmelerin altını çizerken, süreç içerisinde devletin etkinliği ve gerçekleĢtirilen düzenlemeler vurgulanmıĢtır. Prof. Dr. BeĢir Atalay‘ın açılıĢ konferansını takip eden ―Çözüm Sürecinde Kürt Sorunu‖ baĢlıklı panelde de Prof. Dr. Ferhat Kentel, Prof. Dr. Mesut Yeğen, Prof. Dr. Ahmet Özer ve Prof. Dr. Rüstem Erkan gibi konunun uzmanı sosyal bilimciler bildirilerini sunmuĢlardır. Toplumumuzu son 30 yıldan fazla süreden beri meĢgul eden ve hatta en ciddi toplumsal sorunlardan birisi belki de birincisi olan Kürt Sorunu ilk defa bir sosyoloji kongresinde ayrıntılı ve farklı boyutları ile tartıĢılmıĢtır. Bu anlamda kongrenin böylesine can alıcı bir konuyu olabildiğince kapsamlı bir Ģekilde tartıĢılma ortamını sağlamıĢ olması dikkate değerdir. CumhurbaĢkanlığı Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa Ġsen ―Sosyoloji ve Edebiyat‖ paneline katılarak kongreye destek vermiĢtir. Panelde Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Dekanı Prof. Dr. Pervin Çapan ve Kadir Has Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman da sunumlarıyla Edebiyat ve Sosyoloji iliĢkisi üzerinde oldukça değerli katkılar sağlamıĢtır. Karikatürist Piyale Madra, daha önce yayınlanmıĢ karikatürlerini kongre düzenleme kuruluna göndererek katkı sağlamıĢtır. Kongre boyunca AKM fuayede dev ekranlara yansıtılan karikatürler, katılımcıların ilgisini çekmiĢtir. Kongre katılımcıları 57 oturumda bildirilerini sunarlarken, ―Çözüm Sürecinde Kürt Sorunu‖, ―Sosyoloji ve Edebiyat‖ ve ―Medya‖ panellerinde Türkiye‘nin önde gelen sosyal bilimcileri ve sosyologları önemli sunumlar gerçekleĢtirdiler. YaklaĢık olarak 500 sosyal bilimcinin katıldığı kongrede Türkiye‘nin farklı birçok üniversitesinden gelen katılımcılar geniĢ bir yelpazede farklı konularda sunumlar gerçekleĢtirmiĢ ve benzer alanda çalıĢma yapan bilim insanlarıyla bir araya gelebilme fırsatını yakalamıĢtır. Özellikle doktora düzeyindeki genç sosyal bilim insanları ve 575 araĢtırmacıların kongreye katılımı oldukça yoğun düzeyde gerçekleĢmiĢtir ve bu durum özellikle doktora tez süresince araĢtırma yapan genç bilim insanlarının alanın uzman akademisyenleri tarafından dinlenerek, eleĢtiriler ve katkılarla araĢtırmalarını geliĢtirme imkânı yaratmıĢtır. Kongre bildirileri yalnızca kent/kentleĢme, göç, aile, toplumsal cinsiyet, kültür, müzik, siyaset, sınıf iliĢkileri, din, medya, hukuk, toplumsal hareketler gibi toplumsal dünyaya form kazandıran ve bazen de kanıksanarak görünmezleĢen olay, olgu ve yapılanmaları eleĢtirel bir biçimde tartıĢmamıĢ aynı zamanda bir bilim ve disiplin olarak sosyoloji üzerine, baĢka bir ifade ile kendi üzerine de tartıĢmalar yürütmüĢtür. Özellikle sosyal bilimlerde yöntem tartıĢmaları ve sosyolojinin tarih ile iliĢkisi tartıĢılarak hem sosyal bilimlerin arasındaki iliĢkiselliğe odaklanılmıĢ hem de sosyolojinin kökeni eskile dayanan tartıĢma konularından olan bilgi, bilim, nesnellik, pozitivizm, hermeneutik gibi kavram ve konular üzerine tartıĢmalar yürütülmüĢtür. Kongrenin ilgi çeken diğer tartıĢma odağının ise çevre, kentleĢme ve mekân üzerine olduğu ifade edilebilir. Kongre süresince Çevre ve Kent üzerine odaklanan oturumlarda, günümüz dünyasının baĢta gelen sorunlarından olan küresel ısınma, çevre ve doğanın tahribatı ve kentleĢme ve mekâna dair tartıĢmalara odaklanılmıĢtır. ―Kent: DıĢlanma ve KarĢılaĢmalar‖ oturumu kentsel mekânlarda farklı kültürlerin karĢılaĢmalarıyla oluĢan sorunlar ve çözüm imkânları üzerinde durulmuĢtur. Kongrenin en ilgi çeken ve en çok tartıĢılan konularından birisi de toplumsal cinsiyet meselelerine dair tartıĢmalar olmuĢtur. ―Toplumsal Cinsiyet I: Kadın Yoksulluğu ve ÇalıĢma‖ ―Toplumsal Cinsiyet II: Erkeklik‖, ― Toplumsal Cinsiyet V: ġiddet‖, ―Toplumsal Cinsiyet III: Ataerkillik‖, ―Toplumsal Cinsiyet IV: Milliyetçilik ve Cinsiyetçilik‖, ― Toplumsal Cinsiyet VI: Doğu-Batı Arasında‖ oturumlarında milliyetçilik, ücretli emek piyasası, Ģiddet, milliyetçilik, muhafazakarlık ve medya gibi diğer toplumsal konular ile iliĢkili bir biçimde ve özellikle kadınların toplumsal konumlanıĢlarına odaklanılan tartıĢmalar yürütülmüĢtür. Özellikle heteroseksüel olmayan, gey, lezbiyen, biseksüel ve trans bireylerin baĢta eğitim alanı olmak üzere farklı toplumsal alanlarda yaĢadıkları sorun ve dıĢlamalara odaklanan LGBT oturumu Türkiye‘de gerçekleĢtirilen sosyoloji kongrelerine oturum düzeyinde ilk kez ele alınan bir tartıĢma olarak ön plana çıkmıĢ ve kongreye önem kazandırmıĢtır. Kongrenin en ilgi çeken oturumunun Türkiye gündemini 2013 Haziranından bu güne iĢgal eden ve hala etkileri sürmekte ve tartıĢılmakta olan Gezi Parkı olaylarını konu edinen ―Gezi Parkı‖ oturumu olduğunu belirtilebilir. Oturumda bir taraftan Gezi Parkı olaylarının sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal boyutları tartıĢılırken özelikle gençlik ve demokrasi temalarına değinilmiĢtir. Ayrıca kongre çerçevesince, toplumsal sınıflar ve eĢitsizlikler, kentsel dönüĢüm çalıĢmaları, medya ve iktidar iliĢkisi ve sağlık ve eğitim politikalarında yaĢanılan dönüĢümler gibi birçok tema küreselleĢme ve neoliberalizm kavramlarıyla iliĢkili olarak tartıĢılmıĢtır. VII. Ulusal Sosyoloji Kongresi ayrıca ―Çocuk I: Çocukluk Halleri‖, ―Siyaset I: Siyaset ve Kimlik‖, ―Bilim ve Yöntem TartıĢmaları‖, ―ÇalıĢma-Emek I: Güvencesizlik‖, ―Kent I: DıĢlanma ve KarĢılaĢmalar‖, ―ÇalıĢma-Emek II: Yoksulluk ve Ġstihdam‖,―Suç ve Hukuk I: Çocuk ve Gençlik‖, ―Kent III: Mekan ve Kültür‖, ―ÇalıĢma ve Emek III: Ücretli Kadın Emeği‖, ―Suç ve Hukuk II: Suça BakıĢ‖, ―Etnisite II: Dil, Temsil, Ġdeoloji‖ ve ―Tüketim‖ ―Din IV: Din ve Ötekilik‖ ve ―Kent IV: Mekânsal AyrıĢma‖ gibi farklı birçok çalıĢma alanını içeren oturumlar gerçekleĢtirilmiĢtir. Bu oturumlar arasında katılımın yoğun olduğu oturumlar ―ÇalıĢma-Emek II: Yoksulluk ve Ġstihdam‖, ―Suç ve Hukuk I: Çocuk ve Gençlik‖, ―Kent III: Mekan ve Kültür‖, ―Bilim ve Yöntem TartıĢmaları‖ ve ―Din IV: Din ve Ötekilik‖ oturumları olarak dikkat çekmiĢtir. Ayrıca ―Din IV: Din ve Ötekilik‖ oturumu da neredeyse tamamen dolu bir salonda birçok sosyal bilim insanını bir araya getirerek katılımın yüksek olduğu diğer bir oturum olmuĢtur. ―Göç I: Göç ve Kültür ― oturumunda ise yine neredeyse tamamen dolu bir salonda Türkiye‘de Göçmenlik hallerini tartıĢmaya açarken, ayrıca Avrupa Türklerinin de Göç ve Gündelik Hayat bağlamında gündeme getirilmesini sağlamıĢ ve özellikle Gündelik Hayat üzerine tartıĢmalarla sosyolojinin Türkiye‘deki bu yeni çalıĢma alanına dair bilimsel tartıĢmalar ve fikir paylaĢımları sağlanmıĢtır. ―Suç ve Hukuk I: Çocuk ve Gençlik‖ oturumunda sapkınlık ve etiketleme kavramları üzerine tartıĢma ortamları oluĢurken, etiketleme kavramının yerine Türkçe kökenli ―damgalama‖nın 576 kullanılmasını önerilmesi gibi gelecek çalıĢmalara yön verecek akademik bilgi paylaĢımları yaratılmıĢtır. Özellikle öğrencilerin yoğun olarak katıldığı ―Bilim ve Yöntem TartıĢmaları‖ oturumu, sosyal bilimler ile felsefenin iliĢkisinin ve sosyal bilimlerin temelindeki yöntem tartıĢılması, sosyal bilimcinin ötekiye göre konumlanıĢının etik olarak sorgulanması ve kadın sosyal bilimcilerin akademideki deneyimlerine dair araĢtırma sonuçlarının aktarılmasıyla zengin ve verimli bir oturum olarak değerlendirilebilir. Öğrencilerin yoğun katıldığı bir diğer oturum, ―Kent III: Mekan ve Kültür‖, sanat kavramı ve sanatın iktidarla iliĢkisi üzerine zengin ve verimli bir tartıĢmaya sahne olmuĢ ve kongrenin sadece bilim insanlarını değil aynı zamanda sosyal bilim okuyan ya da sosyal bilimlere ilgi duyan öğrencileri ve diğer ilgilileri bir araya getirmesi anlamında önemli katkı sağlamıĢtır. ―Gençlik‖ oturumunda Değişime Ayak Uyduramayan Gençlik ve İntihar: Adıyaman Örneklemi adlı bildiride, kırsal kesimde yaĢayan gençlerin özellikle 14-18 yaĢ arası lise çağı gençliği araĢtırma örneklemine alınarak çaresizlik duygusu ve gerginliklerinin sonucunda görülen intihar vakalarının temelleri anlatılmaya çalıĢılmıĢtır. Ġntihara yönelmede yalnızlık hissiyatının ve toplumsal değiĢimlere uyum sağlayamamanın gençler üzerinde büyük etkileri olduğu vurgulanmıĢtır. Okullarda Şiddet ve Suç adlı bildiride ergen suçlarının günümüzde arttığı ve bu suçların genellikle okullarda yoğunlaĢtığından bahsedilmiĢtir. Ergenlerin Ģiddet, suç ve suçlu kavramlarını nasıl algıladıkları, tanımladıkları ve toplumda Ģiddetin kaynakları ile ilgili görüĢlerinin ne olduğu istatiksel veriler ıĢığında analiz edilmiĢtir. Ortaöğretim Öğrencilerinin Şiddet İçeren Bilgisayar Oyunlarına İlgileri Üzerine Bir Araştırma adlı bildiride Samsun‘da yapılan ortaöğretim okullarındaki alan araĢtırmasının sonuçlarından yola çıkılarak gençlerin çoğunluğunun bilgisayar oyunu oynadıkları ve bunlarında yine çoğunluğunun Ģiddet içeren oyunları tercih ettikleri, bu tür oyunlara daha çok Meslek Liseleri öğrencilerinin yöneldikleri, Ģiddet içeren oyun oynayan öğrencilerin okuma alıĢkanlıklarının daha düĢük olduğu, internet kafelere daha çok gittikleri, bilgisayar baĢında daha çok zaman geçirdikleri, geleceğe dönük beklentilerinin daha düĢük olduğu yani kısaca Ģiddet içeren oyunlar gençler üzerinde bir takım olumsuz etkilere sahip olduğu anlatılmıĢtır. Biyografilerin ve Yapısal Süreçlerin İç İçeliğinde Biçimlenen Stratejiler: Genç Kadınların Yetiştirme Yurdu Yaşantıları adlı sunum araĢtırmacının hem katılımlı gözlem yapması hem de genç kadınlarla görüĢmeler gerçekleĢtirmesi açısından ilgi çeken bir bildiri olmuĢtur. Aynı zamanda yapılan alan araĢtırmasının verilerine dayanarak, yetiĢtirme yurdu deneyimi olan genç kadınların uyguladıkları her bir kiĢisel idare etme ve tutunma stratejisinin, aynı zamanda kiĢisel deneyimleri kuĢatan toplumsal eksenlerle ve yapısal süreçlerle kurulan kaçınılmaz iliĢkiler ağında nasıl Ģekillendiği tartıĢılmıĢtır. ―Toplumsal Cinsiyet‖ oturumunda gerçekleĢtirilen sunumlardan ilgi çeken birisi Lisede Okuyan Erkek Çocukların “İdeal Erkek” Algısı adlı sunumdur. EskiĢehir ilinde bir lisede 15-17 yaĢ arasındaki odak görüĢmesi yapılan erkek çocuklara yöneltilen ―ideal erkek‖ var mıdır, varsa nasıl olmalıdır, kendilerini ―ideal erkek‖ kavramı karĢısında nasıl konumlandırmaktadırlar ve ideal erkek dendiğinde ilk akıllarına gelen kiĢi kimdir gibi açık-uçlu sorulara verilen cevaplar tartıĢılmıĢtır. Diğeri ise kadına yönelik Ģiddet uygulayan erkeklerin yaĢamları boyunca toplumsal kurumlarla bağlantılı olarak yaĢam deneyimlerinin anlaĢılması amacıyla yapılan nitel araĢtırma bulgularının sunulduğu“Erk”ten Erkeğe, Bebekten Katile adlı bildiri olmuĢtur. ―Medya ÇalıĢmaları‖ oturumunda sunulan Şike: Sahadan Çok Toplumsal Hayatımıza Nasıl Yansı(tıl)dı? adlı bildiri güncel niteliği açısından öne çıkan bir sunum olmuĢturve 3 Temmuz 2011 tarihinde gerçekleĢtirilen ġike operasyonunun gazeteler üzerinden toplumsal hayata nasıl ve ne Ģekilde aktarıldığı üzerinde durulmuĢtur. Ayrıca seçilen gazetelerin baĢlıkları söylem analizine tabi tutularak kanaat önderlerinin Ģike ile ilgili yorumlarından da örnekler verilmiĢtir. Sığınmacılık ve BütünleĢmenin konu edildiği ―Göç‖ oturumu da ilgi gören bir oturum olmuĢtur. Oturumda sunulan Başarılı Bir Uydu Kent Örneği Olarak Isparta‟dan Sığınmacılık Sorunun Görünümleri adlı bildiride geçici sığınma sürecinde sığınmacıların uydu kent adı verilen kentlere yerleĢtirildiği ve Türkiye‘de 2012 yılı itibariyle toplam 53 uydu kent bulunduğu, Isparta‘nın da sığınmacıların yerleĢtirildiği uydu kentlerden biri olduğundan bahsedilmiĢtir. Ayrıca örnek uygulamaları ile ön plana çıkan Isparta‘da yaĢayan sığınmacılara sağlanan olanakların, uygulamaların ve politikaların neler olduğu ve sığınmacıların durumu tartıĢılmıĢtır. Yine özgün bir nitelik taĢıyan Tarihi Kent Merkezinde Göç, Yoksulluk ve İstihdam: İstanbul Süleymaniye Bölgesi Bekâr Odalarıadlı sunumdaerkek göçmenlerin barınma ihtiyaçlarını karĢılayan ve göçmen mekânları olarak kabul edilen 577 bekâr odaları tartıĢılmıĢtır. Ekim 2011-Nisan 2013 tarihleri arasında Ġstanbul Süleymaniye Bölgesi‘nde bekar odalarında yapılan alan araĢtırmasının bulgularına dayanan ve elde edilen sonuçların paylaĢılarak metropol kent yaĢamı ve sorunları içinde ‗gölgede kalmıĢ‘ ve ―yok sayılmıĢ‖ yaĢamların aktörleri olan bekar odası ikametçisi durumundaki erkek göçmenlerin göçmenlik halleri, barınma ve istihdam nitelikleri, yoksullukla baĢ etme stratejileri ve yaĢam pratikleri ele alınmıĢtır. Sosyoloji İçin Emek Göçünü Yeniden Tanımlamakadlı bildiri ise yeni bir teori ortaya koyması açısından önemli görülmüĢtür. Bu bildiride emek göçü sosyoloji için yeniden tanımlanmıĢtır ve iĢ ve sınıf gibi önemli iki sosyolojik kavramı her göçün nihayetinde emek göçü ile iliĢkilendirilebileceği tezi ileri sürülmüĢtür. C7 Toplumsal Cinsiyet oturumunda sunulan 2003-2013 Yılları Arasında Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyetadlı bildiride 1950‘lerde yapılan bir çalıĢma tekrar ele alarak 2003 yılından baĢlayarak 2013 yılına ders kitaplarında toplumsal cinsiyet olgusunun nasıl ele alındığı değerlendirilmiĢtir. Bildiride, bunca zaman sonra bile ders kitaplarında halen cinsiyetçi sözcükler, cümleler, metinler, resimler, fotoğraflar, karikatürler, grafikler ve sayıların yer aldığından söz etmiĢtir. Diğer yandan Toplumsal Hafıza Bağlamında Türk Silahlı Kuvvetleri‟nin “Sivil” Kanadı: Subay Eşleriadlı sunum özgünlüğü noktasında öne çıkan bir konu olmuĢtur. Bu bildiride ordunun etrafında yer alan kadınların anlatılarından yola çıkarak ―Kemalist milli aile‖ projesinin temel taĢıyıcıları konumundaki subay eĢlerinin nasıl Kemalist muhafazakârlığın çeperi içinde görev aldıklarını açıklamaya çalıĢmıĢtır. Ayrıca eĢlerinin benzeri bir rütbe sistemi içinde örgütlenmiĢ ordunun ―sivil‖ kanadını oluĢturan kadınların toplumsal kimliklerini eĢlerinin üniformaları üzerinden nasıl tanımladıkları tartıĢılmıĢtır. Kongrenin en dikkat çekici oturumu ilk kez bir ulusal kongre de oturum düzeyinde konu edinilmesi dolayısıyla ―LGBT‖ oturumu olmuĢtur. Metropoldışı Üniversite Öğrencilerinin Gözünden Metropolleşen Taşra, Kadın-Erkek İlişkileri ve LGBT Öğrencilerin Örgütlenme Deneyimleriadlı bildiride LGBT öğrencilerinin deneyimleri anlatılırken “LGBT” ve Akademinin İnşası: İlişkiler, Tehditler, Fırsatlar adlı sunumdaTürkiye‘de akademiyle LGBT örgütlerinin kurduğu iliĢkinin nasıl olduğu vurgulanmıĢtır. LGBT Hareket ve Muhalefet Alanı: Gerilimler, İttifaklar, Dönüşümleradlı bildiride ise heteroseksizm ile yüzleĢen bir muhalefet pratiğinin toplumsal dünyanın dönüĢümünde taĢıyacağı imkanlar vurgulanmıĢtır. Kutluğ Ataman'ın ―Lola ve Bilidikid‖ filmi üzerinden LGBT bireylerin sinemadaki temsilini inceleyen LGBT Bireylerin Sinemadaki Temsili Üzerine Bir İnceleme: Lola ve Bilidikidadlı sunum oturumda yer almıĢtır. Sonuç olarak sosyal etkinliklerle dört gün süren ve uluslararası katılımlarla da desteklenmiĢ olan VII. Ulusal Sosyoloji Kongresinin, çok geniĢ bir katılımla ve oldukça geniĢ bir perspektiften, birçok tarihsel ve güncel sorunun ve konunun tartıĢılmasına olanak sağlaması anlamında baĢarılı geçtiği söylenebilir. Bunun temel nedeni, birçok gözlemcinin de ifade gibi, bu kongrede, yıllardan beri var olan ve yaĢamakta olduğumuz ancak görmediğimiz ya da görmezden geldiğimiz Kürt Sorunu gibi bazı çetrefilli konuların ve Gezi Parkı Olayları ve Kentsel DönüĢüm gibi son derece güncel ve ―sıcak‖ konuların açıkça ve tüm boyutları ile tartıĢılmıĢ olmasıdır. Prof. Dr. Muammer Tuna Düzenleme Kurulu BaĢkanı 578 KATILIMCILAR LĠSTESĠ Prof. Dr. Abdullah KORKMAZ Ġnönü Üniversitesi Prof. Dr. AbdulreĢitJelil QARLUQ Niğde Üniversitesi Prof. Dr. Abdurrahman AYHAN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Prof. Dr. Alaattin KARACA Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Prof. Dr. Ali ÇAĞLAR Hacettepe Üniversitesi Prof. Dr. Ali ERGUR Galatasaray Üniversitesi Prof. Dr. Ali ERKUL Cumhuriyet Üniversitesi Prof. Dr. Ali Osman GÜNDOĞAN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Prof. Dr. Ali Rıza ABAY Yalova Üniversitesi Prof. Dr. Aylin GÖRGÜN BARAN Hacettepe Üniversitesi Prof. Dr. AyĢe DURAKBAġA Marmara Üniversitesi Prof. Dr. AyĢe GÜNDÜZ HOġGÖR ODTÜ Prof. Dr. Aytül KASAPOĞLU Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Bahattin AKġĠT Maltepe Üniversitesi Prof. Dr. Banu ERGÖÇMEN Hacettepe Üniversitesi Prof. Dr. BeĢir ATALAY Devlet Bakanı ve BaĢbakan Yardımcısı Prof. Dr. Birsen GÖKÇE Prof. Dr. Cemal YALÇIN Cumhuriyet Üniversitesi Prof. Dr. Dilek CĠNDOĞLU Mardin Artuklu Üniversitesi Prof. Dr. Doğu ERGĠL Fatih Üniversitesi Prof. Dr. Duane GILL Oklahoma Devlet Üniversitesi Prof. Dr. Erdal Tanas KARAGÖL TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE Anadolu Üniversitesi Prof. Dr. Eren Deniz TOL Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Prof. Dr. Ergün YILDIRIM Yıldız Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Erkan PERġEMBE Ondokuz Mayıs Üniversitesi Prof. Dr. Faruk KOCACIK Cumhuriyet Üniversitesi Prof. Dr. Ferhat KENTEL Ġstanbul ġehir Üniversitesi Prof. Dr. Fuat KEYMAN Sabancı Üniversitesi Prof. Dr. Füsun ÜSTEL Galatasaray Üniversitesi Prof. Dr. Gülsen DEMĠR Adnan Menderes Üniversitesi Prof. Dr. Hasan Bülent KAHRAMAN Kadir Has Üniversitesi Prof. Dr. Hatice Nur ERKIZAN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Prof. Dr. Hüseyin GÜL Süleyman Demirel Üniversitesi Prof. Dr. Hüsniye CANBAY TATAR Ġnönü Üniversitesi Prof. Dr. Ġhsan SEZAL TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Prof. Dr. Ġsmail COġKUN Ġstanbul Üniversitesi 579 Prof. Dr. Ġsmail DOĞAN Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Ġsmail TUFAN Akdeniz Üniversitesi Prof. Dr. Ġsmet EMRE Bartın Üniversitesi Prof. Dr. Kayhan DELĠBAġ Adnan Menderes Üniversitesi Prof. Dr. Korkut TUNA Ġstanbul Ticaret Üniversitesi Prof. Dr. KurtuluĢ KAYALI Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Mansur HARMANDAR Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet MEDER Pamukkale Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet TEMEL Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Prof. Dr. Memmet RZAYEV Nahçıvan Devlet Üniversitesi Prof. Dr. Meral ÖZTOPRAK Yeditepe Üniversitesi Prof. Dr. Mesut YEĞEN Ġstanbul ġehir Üniversitesi Prof. Dr. Muammer TUNA Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Prof. Dr. Musa TAġDELEN Sakarya Üniversitesi Prof. Dr. Mustafa AYDIN Konya Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Mustafa ĠSEN CumhurbaĢkanlığı Genel Sekreterliği Prof. Dr. Nadir SUĞUR Anadolu Üniversitesi Prof. Dr. Namık AÇIKGÖZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Prof. Dr. Nevin GÜNGÖR ERGAN Hacettepe Üniversitesi Prof. Dr. Nihat AYCAN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Prof. Dr. Nilay ÇABUK KAYA Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Niyazi USTA Ondokuz Mayıs Üniversitesi Prof. Dr. NurĢen ADAK Akdeniz Üniversitesi Prof. Dr. Ömer AYTAÇ Fırat Üniversitesi Prof. Dr. Önal SAYIN Ege Üniversitesi Prof. Dr. Pekka SULKUNEN Helsinki Üniversitesi Prof. Dr. Pervin ÇAPAN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Prof. Dr. Ruhi KÖSE Yüzüncü Yıl Üniversitesi Prof. Dr. Rüstem ERKAN Dicle Üniversitesi Prof. Dr. Sebahattin ÇEVĠKBAġ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Prof. Dr. Serap SUĞUR Anadolu Üniversitesi Prof. Dr. Serdar M. Değirmencioğlu Cumhuriyet Üniversitesi Prof. Dr. Sevda DEMĠRBĠLEK Eylül Üniversitesi Prof. Dr. Sibel YAMAK Galatasaray Üniversitesi Prof. Dr. Songül SALLAN GÜL Süleyman Demirel Üniversitesi Prof. Dr. Veysel BOZKURT Ġstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Yasemin IġIKTAÇ Ġstanbul Üniversitesi 580 Prof. Dr. Yıldız ECEVĠT Ortadoğu Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Zafer CĠRHĠNLĠOĞLU Cumhuriyet Üniversitesi Doç. Dr. A. Baran DURAL Trakya Üniversitesi Doç. Dr. Ahmet TALĠMCĠLER Ege Üniversitesi Doç. Dr. Aylin NAZLI Ege Üniversitesi Doç. Dr. Bayram ÜNAL Niğde Üniversitesi Doç. Dr. Betül ALTUNTAġ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Doç. Dr. Birsen ġAHĠN KÜTÜK Hacettepe Üniversitesi Doç. Dr. Doğan BIÇKI Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Doç. Dr. Dolunay ġENOL Kırıkkale Üniversitesi Doç. Dr. Eda ÜSTÜNEL Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Doç. Dr. Elvan YALÇINKAYA Niğde Üniversitesi Doç. Dr. Emre GÖKALP Anadolu Üniversitesi Doç. Dr. Fatime GÜNEġ Anadolu Üniversitesi Doç. Dr. Firdevs GÜMÜġOĞLU Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Doç. Dr. Gül ÖZSAN Marmara Üniversitesi Doç. Dr. H. ġebnem SEÇER Dokuz Eylül Üniversitesi Doç. Dr. Halime ÜNAL Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Doç. Dr. Hatice ġebnem SEÇER Eylül Üniversitesi Doç. Dr. Helga RĠTTERSBERGER TILIÇ ODTÜ Doç. Dr. Ġhsan ÇAPCIOĞLU Ankara Üniversitesi Doç. Dr. Ġlknur ÖNER Fırat Üniversitesi Doç. Dr. Ġlknur YÜKSEL KAPTANOĞLU Hacettepe Üniversitesi Doç. Dr. Ġncilay CANGÖZ Anadolu Üniversitesi Doç. Dr. Kasım KARAMAN Erciyes Üniversitesi Doç. Dr. Levent ERASLAN Kırıkkale Üniversitesi Doç. Dr. Mevlüt ÖZBEN Atatürk Üniversitesi Doç. Dr. Murat ATAN TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE, Gazi Üniversitesi Doç. Dr. Musa ġAHĠN Yalova Üniversitesi Doç. Dr. Mustafa TALAS Niğde Üniversitesi Doç. Dr. Müge K. DAVRAN Çukurova Üniversitesi Doç. Dr. Nazmi AVCI Süleyman Demirel Üniversitesi Doç. Dr. Nihal MAMATOĞLU Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Doç. Dr. Özlem CANKURTARAN ÖNTAġ Hacettepe Üniversitesi Doç. Dr. Saniye DEDEOĞLU Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Doç. Dr. Serdar SAĞLAM Hacettepe Üniversitesi Doç. Dr. Sıtkı YILDIZ Kırıkkale Üniversitesi 581 Doç. Dr. Sibel KALAYCIOĞLU ODTÜ Doç. Dr. ġerife GENĠġ Adnan Menderes Üniversitesi Doç. Dr. Talip KARAKAYA Dumlupınar Üniversitesi Doç. Dr. Taner TATAR Ġnönü Üniversitesi Doç. Dr. Türkan ERDOĞAN Pamukkale Üniversitesi Doç. Dr. Umut OMAY Ġstanbul Üniversitesi Doç. Dr. Ünal ġENTÜRK Ġnönü Üniversitesi Doç. Dr. Yıldız AKPOLAT Atatürk Üniversitesi Doç. Dr. Yücel CAN Niğde Üniversitesi Doç. Dr. Zeynep Kıvılcım Ġstanbul Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Adem GüRLER Giresun Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Adem SAĞIR Karabük Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Ali ESGĠN Ġnönü Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Ayça DEMĠR GÜRDAL Bülent Ecevit Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Aylin AKPINAR Marmara Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Aylin Yonca GENÇOĞLU Erciyes Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Aysel GÜNĠNDĠ ERSÖZ Gazi Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. AyĢın K. TURHANOĞLU Anadolu Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. AyĢula KURT Karadeniz Teknik Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Aziz Cumhur KOCALAR Cumhuriyet Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. BarıĢ ĠġÇĠ PEMBECĠ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. BarıĢ SEÇER Dokuz Eylül Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Bekir KOCADAġ Adıyaman Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Bekir KOCADAġ Düzce Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Betül DUMAN Yıldız Teknik Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Beyhan ZABUN Gazi Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Burak Bilgehan ÖZPEK TOBB Ekonomi Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Bülent KARA Niğde Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Bülent ġEN Süleyman Demirel Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Celalettin YANIK Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Cem ERGUN Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Cengiz YANIKLAR Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Cevdet YILMAZ Süleyman Demirel Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. CoĢkun TAġTAN Ağrı Ġbrahim Çeçen Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Çağrı ERYILMAZ Artvin Çoruh Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Didem GÜRSES Yıldız Teknik Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Duygu ÇUKUR GÖKÇE Süleyman Demirel Üniversitesi 582 Yrd. Doç. Dr. Ebru ÇETĠN Ege Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Elif YILMAZ MSGSÜ Yrd. Doç. Dr. Elife KART Akdeniz Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Emel GÜLER YILMAZ Marmara Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Emin YĠĞĠT Adnan Menderes Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Emre YILDIRIM Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Engin ÖNEN Ege Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Engin SARI Ankara Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Erdal YILDIRIM Tunceli Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Esma ESGĠN GÜNDER Celal Bayar Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Fatih ARSLAN Cumhuriyet Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Fatma ÖZGÜ SERTTAġ TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE Yıldırım Beyazıt Üni. Yrd. Doç. Dr. Feyyaz KARACA Pamukkale Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Fuat GÜLLÜPINAR Anadolu Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Göknur Bostancı EGE Ege Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Gönül DEMEZ Akdeniz Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Gülhan DEMĠRĠZ Adnan Menderes Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Güney ÇEĞĠN Pamukkale Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Hakan Övünç ONGUR TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Hande ġAHĠN Celal Bayar Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Hasan GÜLER UĢak Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Hasan SANKIR Bülent Ecevit Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Hasan ġEN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Hatem ETE Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Hatice HARMANKAYA Selçuk Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Hatice KARAKUġ Artvin Çoruh Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Ġbrahim MAZMAN Kırıkkale Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Ġdiris DEMĠREL Adnan Menderes Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Kemal DĠL Çankırı Karatekin Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Leyla KAHRAMAN NevĢehir Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Lütfiye BOZDAĞ Ġstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. M. Zeki DUMAN Yüzüncü Yıl Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Mehmet Nuri GÜLTEKĠN Gaziantep Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Metin KILIÇ Düzce Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Metin AKSOY Yrd. Doç. Dr. Mezher YÜKSEL Kırıkkale Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Miki SUZUKĠ HĠM Ondokuz Mayıs Üniversitesi 583 Yrd. Doç. Dr. Murat Cem DEMĠR Tunceli Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Musa ÖZTÜRK Mardin Artuklu Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. N. Aslı ġĠRĠN ÖNER Marmara Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Nadide KARKINER Anadolu Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Nahide KONAK Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Özlem IRMAK BALKIZ Adnan Menderes Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Pelin Önder EROL Ege Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Salih AKKANAT GümüĢhane Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Selin AKYÜZ Zirve Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Sercan GÜRLER Ġstanbul Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Sevda MUTLU Cumhuriyet Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Sezer AYAN Cumhuriyet Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. ġahin DOĞAN Çankırı Karatekin Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Tahir PEKASĠL Mardin Artuklu Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Temmuz GÖNÇ ġAVRAN Anadolu Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Tülay AKKOYUN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. UlaĢ SUNATA BahçeĢehir Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Veda Bilican GÖKKAYA Cumhuriyet Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Yalçın YILMAZ Marmara Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Yılmaz YILDIRIM Afyon Kocatepe Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Yonca ODABAġ Atatürk Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Yücel KARADAġ Gaziantep Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Zafer DURDU Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Zühal GÜLER Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Zülküf KARA Mardin Artuklu Üniversitesi Dr. Abdülkadir MAHMUTOĞLU Gençlik ve Spor Bakanlığı Dr. Ahmet TÜMAY TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE Dr. Ali Rıza AKTAġ Ankara Üniversitesi Dr. Bülent ÖNGÖREN Muğla Halk Sağlığı Müdürlüğü Dr. Demet GENCER KASAP Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi Dr. Deniz Sezgin Dr. Derya KÖMÜRCÜ Yıldız Teknik Üniversitesi Dr. Duygu ALPTEKĠN Selçuk Üniversitesi Dr. Esin CANDAN Dokuz Eylül Üniversitesi Dr. Funda KARAPEHLĠVAN ġENEL Marmara Üniversitesi Dr. Füsun KÖKALAN ÇIMRIN Dokuz Eylül Üniversitesi Dr. GülĢah Kurt Galatasaray Üniversitesi 584 Dr. Günnur ERTONG TÜBĠTAK- BĠLGEM- YTE Dr. Hatice BAYSAL Dr. Lionel THELEN European Research Council and Young Researchers (Avrupa AraĢtırma Konseyi ve Genç AraĢtırmacılar) Dr. Lülüfer KÖRÜKMEZ Ege Üniversitesi Dr. Mehmet BOZOK Artvin Çoruh Üniversitesi Dr. Mehmet BULUT Gençlik ve Spor Bakanlığı Dr. Meral SALMAN Dr. Mualla YILDIZ Ankara Üniversitesi Dr. Murat Kahraman GÜNGÖR TÜBĠTAK-BĠLGEM-YTE Dr. Necdet SUBAġI Dr. SavaĢ ÇOBAN Bağımsız AraĢtırmacı - ĠletiĢimci Dr. Sergender SEZER Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Dr. Serkan SAYGAN Ege Üniversitesi Dr. Türkan FIRINCI Gazi Üniversitesi Dr. UĢak Üniversitesi Dr. Zerrin ARSLAN Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Uzm. Psk. Özgür TAN Okt. Esra VONA KURT Süleyman Demirel Üniversitesi ArĢ. Gör. Dr. Aysun YARALI AKKAYA Yüzüncü Yıl Üniversitesi ArĢ. Gör. Dr. Cem ÖZATALAY Galatasaray Üniversitesi ArĢ. Gör. Dr. Melih ÇOBAN Marmara Üniversitesi ArĢ. Gör. Dr. Mina FURAT Niğde Üniversitesi ArĢ. Gör. Dr. Özlem ALTINSU SÖNMEZ Selçuk Üniversitesi ArĢ. Gör. Dr. Sanem BERKÜN Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ArĢ. Gör Atik ASLAN MuĢ Alparslan Üniversitesi ArĢ. Gör Engin ARIKAN Türk-Alman Üniversitesi ArĢ. Gör. Abdurrahim GÜLER Hacettepe Üniversitesi ArĢ. Gör. Arzu BOR Selçuk Üniversitesi ArĢ. Gör. Aslıhan Burcu ÖZTÜRK Hacettepe Üniversitesi ArĢ. Gör. Aslıhan AKKOÇ Afyon Kocatepe Üniversitesi ArĢ. Gör. Aykut AYKUTALP Ağrı Ġbrahim Çeçen Üniversitesi ArĢ. Gör. AyĢe ALĠCAN Süleyman Demirel Üniversitesi ArĢ. Gör. AyĢe GÖNÜLLÜ ATAKAN Orta Doğu Teknik Üniversitesi ArĢ. Gör. AyĢe KALAV Akdeniz Üniversitesi ArĢ. Gör. Bahar BAYSAL Uludağ Üniversitesi ArĢ. Gör. Bahar USTA Karadeniz Teknik Üniversitesi 585 ArĢ. Gör. Cem Koray OLGUN Hacettepe Üniversitesi ArĢ. Gör. Betül DURMAZ Anadolu Üniversitesi ArĢ. Gör. Cihan ERTAN Akdeniz Üniversitesi ArĢ. Gör. ÇağdaĢ Ümit YAZGAN Anadolu Üniversitesi ArĢ. Gör. Çağlar ÖZBEK Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ. Gör. Demet BOLAT Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ. Gör. Deniz Ali GÜR Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ. Gör. Deniz AġKIN Anadolu Üniversitesi ArĢ. Gör. Ebru AÇIK TURĞUTER Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ. Gör. EvĢen ALTUN Dokuz Eylül Üniversitesi ArĢ. Gör. Emre ÖZCAN BaĢkent Üniversitesi ArĢ. Gör. Emre YILDIZ ArĢ. Gör. Ercan GEÇGĠN Ankara Üniversitesi ArĢ. Gör. Erhan AKARÇAY Anadolu Üniversitesi ArĢ. Gör. Ezgi KARMAZ Kırıkkale Üniversitesi ArĢ. Gör. Fatih KAHRAMAN Süleyman Demirel Üniversitesi ArĢ. Gör. Fatime YALINKILIÇ Fırat Üniversitesi ArĢ. Gör. Fatma TOSUN Ġstanbul Üniversitesi ArĢ. Gör. Fazilet DALFĠDAN Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ArĢ. Gör. Gaye Gökalp YILMAZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ. Gör. Halime ÜNALDI Batman Üniversitesi ArĢ. Gör. Harun BODUR Erciyes Üniversitesi ArĢ. Gör. Hatice DURAN OKUR Ġnönü Üniversitesi ArĢ. Gör. Hıdır APAK Mardin Artuklu Üniversitesi ArĢ. Gör. Hülya TANOBA Anadolu Üniversitesi ArĢ. Gör. Ġlker AYSEL Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ. Gör. Ġrem Burcu ÖZKAN Ġstanbul Üniversitesi ArĢ. Gör. Ġsa ERASLAN Fatih Üniversitesi ArĢ. Gör. Ġsmail Hakkı YĠĞĠT Fatih Üniversitesi ArĢ. Gör. Kerem ÖZBEY Artvin Çoruh Üniversitesi ArĢ. Gör. Latife AKYÜZ Orta Doğu Teknik Üniversitesi ArĢ. Gör. M. Seyyid YELEK Ġstanbul Üniversitesi ArĢ. Gör. Dr. Melih ÇOBAN Marmara Üniversitesi ArĢ. Gör. Meral TĠMURTURKAN Akdeniz Üniversitesi ArĢ. Gör. Nazar BAL Ankara Üniversitesi ArĢ. Gör. Nazmi ÇĠÇEK Anadolu Üniversitesi ArĢ. Gör. Nevin ġAHĠN MALKOÇ Orta Doğu Teknik Üniversitesi 586 ArĢ. Gör. Nihan BOZOK Artvin Çoruh Üniversitesi ArĢ. Gör. Nurullah GÜNDÜZ Fatih Üniversitesi ArĢ. Gör. Nurullah GÜNDÜZ Fatih Üniversitesi ArĢ. Gör. Oğuz Özgür KARADENĠZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ. Gör. Orçun GĠRGĠN Ege Üniversitesi ArĢ. Gör. Orhan IRK Dokuz Eylül Üniversitesi ArĢ. Gör. Orse DEMĠREL Kocaeli Üniversitesi ArĢ. Gör. Osman Vahdet ĠġSEVENLER Ġstanbul Üniversitesi ArĢ. Gör. Oya ACET Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi ArĢ. Gör. Ömer KÜÇÜK Balıkesir Üniversitesi ArĢ. Gör. Özgün TURSUN Zirve Üniversitesi ArĢ. Gör. Özlem KAHYA Süleyman Demirel Üniversitesi ArĢ. Gör. Pelin BUDAK Fırat Üniversitesi ArĢ. Gör. Sedat YAĞCIOĞLU Hacettepe Üniversitesi ArĢ. Gör. Selcan PEKSAN Ġstanbul Üniversitesi ArĢ. Gör. Selda GÜZEL Selçuk Üniversitesi ArĢ. Gör. Sercan KIYAK Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ. Gör. Serdar NERSE Batman Üniversitesi ArĢ. Gör. Serdar ÜNAL Adnan Menderes Üniversitesi ArĢ. Gör. Seren Dikel Ġstanbul Üniversitesi ArĢ. Gör. Serhat ÖZGÖKÇELER Uludağ Üniversitesi ArĢ. Gör. Sevcan KARCI UĢak Üniversitesi ArĢ. Gör. Sibel EZGĠN AĞILLI Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ArĢ. Gör. Sümeyye AYDIN Ondokuz Mayıs Üniversitesi ArĢ. Gör. Timur DEMĠR Gaziantep Üniversitesi ArĢ. Gör. Tuba GÜN Anadolu Üniversitesi ArĢ. Gör. Tuba SÜTLÜOĞLU Anadolu Üniversitesi ArĢ. Gör. Tuğba METĠN Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi ArĢ. Gör. Umut KOLOġ Ġstanbul Üniversitesi ArĢ. Gör. Volkan ERTĠT Aksaray Üniversitesi ArĢ. Gör. Yasemin CEYLAN ArĢ. Gör. Zeynep KURNAZ Hacettepe Üniversitesi ArĢ. Gör. Zuhal ÇĠÇEK Pamukkale Üniversitesi Öğr. Gör. Altun ALTUN Hakkari Üniversitesi Öğr. Gör. AyĢe DERĠCĠOĞULLARI ERGUN Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Öğr. Gör. Dr. Bengül GÜNGÖRMEZ Uludağ Üniversitesi Öğr. Gör. Dr. Gül AKTAġ Pamukkale Üniversitesi 587 Öğr. Gör. Dr. KurtuluĢ CENGĠZ Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Öğr. Gör. Eser ÖRDEM Çukurova Üniversitesi Öğr. Gör. Kadir ġAHĠN Karabük Üniversitesi Öğr. Gör. Mehmet ReĢit SEVĠNÇ Harran Üniversitesi Öğr. Gör. Memet Devrim KORKMAZ Tunceli Üniversitesi Öğr. Gör. Mümtaz Levent AKKOL Bozok Üniversitesi Öğr. Gör. Neslihan DEDEOĞLU Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Öğr. Gör. Polat S. ALPMAN Yalova Üniversitesi Öğr. Gör. Yasemin YÜCE TAR Ondokuz Mayıs Üniversitesi Öğr. Gör. Zehra SEVĠM Siirt Üniversitesi Abdullah KARATAġ Ankara Üniversitesi Adem BÖLÜKBAġI Sakarya Üniversitesi Ahmet ELNUR Akdeniz Üniversitesi Ahmet Hüsrev ÇELĠK Marmara Üniversitesi Ahmet ÖZALP Kırıkkale Üniversitesi Ali BAYRAMOĞLU Yeni ġafak Gazetesi Ali KELEġ Dokuz Eylül Üniversitesi Ali ÜNSAL Yahya Turan Anadolu Öğretmen Lisesi Alper ÇELĠKEL Maltepe Üniversitesi Alper MUMYAKMAZ Gazi Üniversitesi Arzu SERT Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü Aybike DĠNÇ Kırıkkale Üniversitesi Ayçin ALP Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Aysel TEKGÖZ Fırat Üniversitesi AyĢe Duygu FENDAL Orta Doğu Teknik Üniversitesi AyĢe TEKĠN Süleyman Demirel Üniversitesi AyĢe YÜCEL Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Bahar MERMERTAġ Mardin Artuklu Üniversitesi Balım Sultan YETKĠN Indiana Üniversitesi BeĢir AYVAZOĞLU Türk Edebiyatı Dergisi Editörü Bilge DURUTÜRK Hacettepe Üniversitesi Canan ġAHĠN Niğde Üniversitesi Celal ĠNCE Anadolu Üniversitesi Cemalettin Öcal FĠDANBOY BaĢkent Üniversitesi Deniz KAN Akdeniz Üniversitesi DurmuĢ Ali SAĞLIK Konya Cumhuriyet BaĢsavcılığı Duygu KARADON BahçeĢehir Üniversitesi 588 Ece ERBUĞ Hacettepe Üniversitesi Emel ERKAN Kocaeli Üniversitesi Emma SAYGI DOĞRU Hacettepe Üniversitesi Enver ERCAN Varlık Dergisi Editörü Ertuğrul ÖZKÖK Hürriyet Gazetesi Esin KAYA Süleyman Demirel Üniversitesi Esin ÇINAR Adnan Menderes Üniversitesi Ezgi YĠĞĠT AkĢehir Cumhuriyet BaĢsavcılığı Denetimli Serbestlik Müdürlüğü Fatih GÜNAYDIN Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fatma SOLMAZ Fırat Üniversitesi Fatma ġAHĠN Niğde Üniversitesi Fehime YÜKSEL Akdeniz Üniversitesi Fethi NAS Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Filiz YILMAZ Bingöl Üniversitesi Funda SÖNMEZ Adnan Menderes Üniversitesi ġebnem AVġAR KURNAZ Aile ve Sosyal Pol. Bakanlığı Gökhan PĠRLĠ Adnan Menderes Üniversitesi Gökhan ġEN Gazi Üniversitesi Hacer AKICI Ali Akkanat Anadolu Lisesi Hale ALAN BaĢkent Üniversitesi Halil Ġbrahim KÖPRÜBAġI Erciyes Üniversitesi Hasan GÜRBÜZ Mersin Üniversitesi Hasan KALA Kırıkkale Üniversitesi Hilal GALĠP Jacobs Üniversitesi Hülya ÜRÜNDÜ Niğde Üniversitesi Ġbrahim KEġ Necmettin Erbakan Üniversitesi Ġsmail ġAHĠN Ankara Üniversitesi Kamer ÇIRAK Niğde Üniversitesi Maide GÖK Hacettepe Üniversitesi Mehmet EMĠN TEKATLI Necmettin Erbakan Üniversitesi Mehmet Sıdık KILIÇ Yalova Üniversitesi Merve ÖĞÜTCÜ Dumlupınar Üniversitesi Muharrem SARIKAYA Habertürk Gazetesi Mustafa Hakan GÜVENÇER Muğla Valisi Münevver ARIKAN Mersin Üniversitesi Nazife ALĠOVA Ankara Üniversitesi Nur EvĢan NAVRUZ Niğde Üniversitesi 589 Nuri Can AKIN Ankara Üniversitesi Nuriye ÇELĠK Niğde Üniversitesi Okan BALDĠL Niğde Üniversitesi Onur Ali TAġKIN Ankara Üniversitesi Öner ÖZCAN Ankara Üniversitesi Özcan ÖZGÜR Muğla Hamle Gazetesi Özden TENLĠK Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Özge ACAR Adnan Menderes Üniversitesi Özgür KIRAN Ondokuz Mayıs Üniversitesi Özlem AYDOĞMUġ Ege Üniversitesi Pınar ATLI Karabük Üniversitesi Piyale MADRA Karikatürist Rukiye Gül ÇAM Niğde Üniversitesi Sadettin ELĠBOL Yazar Saim Can BERĠTAN Marmara Üniversitesi Samet GÜNEġ Aile ve Sosyal Pol. Bakanlığı Selda ADĠLLER Ankara Üniversitesi Sertaç Timur DEMĠR Lanchaster Üniversitesi Seval AKSOY Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü Sümeyye TOPTAġ Niğde Üniversitesi ġenol SIRMA Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Taha AKYOL Hürriyet Gazetesi Tevfik Orkun DEVELĠ Hacettepe Üniversitesi Tolga YILMAZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Tuba GÖKTEPE Adnan Menderes Üniversitesi Uğur GÜNAY YAVUZ Akdeniz Üniversitesi Uzman Dr. Uğur Zeynep GÜVEN ERCAN Yeditepe Üniversitesi Uzman Mahmut GÜRSOY Adıyaman Üniversitesi Uzman Psikolog ÖZGÜR TAN Muğla Halk Sağlığı Müdürlüğü Ülkü GÜR Anadolu Üniversitesi Veysel Mehmet ELGĠN Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Vuslat Doğan ERSEN Aile ve Sosyal Politikalar Ġzmir Ġl Müdürlüğü Yağmur AKGÜN Niğde Üniversitesi Yasemin ARSLANTÜRK Atatürk Üniversitesi Yasin DALGIÇ YeĢim DOĞAN Mardin Artuklu Üniversitesi Yusuf EKĠNCĠ Gaziantep Üniversitesi 590 Zafer DEMĠRTAġ Niğde Üniversitesi Zelal KARATAġ Ankara Üniversitesi Zübeyde DEMĠRCĠOĞLU 591