YAZARLAR
Prof. Dr. Emine Gürsoy NASKALİ, 1973 yılında Oxford Üniversitesi (St.
Anne's College) Şarkiyat bölümünden mezun oldu. Doktorasını Türk dili
alanında (Sinan Paşa'nın Tezkiertü'l-Evliyası) İstanbul Üniversitesinde yaptı. 1977-1984 yıllarında Helsinki Üniversitesi Asya ve Afrika bölümünde,
1987-1989 yıllarında Oxford Üniversitesinde ders verdi. 1984-2016 yılları
arasında Marmara Üniversitesi Fen Fakültesinde öğretim üyesi oldu, Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü müdürlüğü, Fen Edebiyat Fakültesi dekanlığı gibi idari
görevlerde bulundu. Türk dili, Osmanlıca, Orta Asya Türk lehçeleri ve edebiyatı, destanlar, Kafkaslar, Sibirya, kültür tarihi, yakın dönem siyasi tarih üzerine birçok yayını bulunmaktadır. Uygurca, Kumukça, Kırgızca, Türkmence,
Altayca, Osmanlıca metinler neştertmiş, Altay Destanı Maaday Kara ve Manas
Destanı'nı yayınlamış, Altayca-Türkçe ve Hakasça-Türkçe sözlüklerini hazırlamıştır. Yassıada Zabıtlarını yayınlamıştır. Yakın dönem tarihimizle ilgili Celal
Bayar Arşivinden Serbest Fırka Anıları, Cumhuriyet Tarihi Soyadı Hikayeleri
ve Toplu Savunma vb. kitapları vardır. Acta Turcica Çevrimiçi Tematik
Türkoloji Dergisinin sahibidir. Tütün, Tuz, Saç, Ayakkabı, Hapishane, Defin, Av
ve Avcılık, Ekmek, Ökzüsler ve Yetimler, Çoban, Veda, Kasap, Ağıt, Temizlik,
Geyik, Korku, Yılan, Hediye, Uçmağa Varmak, Beden, Lanet, Hakaret, Yemin,
Kahve, Deve, Avare, Yorgan, Kahve - Kırk Yıllık Hatırın Kitabı, Nuh, Argo,
Hutbe, Arı ve Bal, Mum, Meyve, At ve Atçılık, Takvim, Renk, Muska, Balık,
Çerez, Taş, Kahve Yanında Bir Lokum, Kuş Dili, Mutfak Gereçleri, Kap Kacak,
Kartpostal, Ağlamak, Zeytin, Küslük, Yalan, Kanto vb. başlıklarla kültür birikimimizi derleyen uzun soluklu bir dizinin editörüdür.
Nevzat ÇAĞLAR, Ocak 1972 Mersin Anamur doğumlu. Anamur'da Cengiz
Topel İlkokulu, Anamur Ortaokulu ve Anamur Lisesi'ni bitirdikten sonra, 1994
yılında, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Coğrafya Öğretmenliği bölümünden mezun oldu. Bozyazı 15 Temmuz Milli İrade Mesleki ve Teknik
Anadolu Lisesi'nde Coğrafya Öğretmeni olarak çalışmaktadır. Yayın hayatına
2008 yılında Gerçemek (Aydıncık) dergisinde başladı. İçel Sanat, Erciyes,
Gerçemek, Çağdaş Türk Dili, Yemek ve Kültür dergilerinde, Ali F. Bilir ve F.
Saadet Bilir tarafından hazırlanan Abdülkadir Bulut'a Sevgi Sözleri adlı kitapta,
Anamurlu Şair Abdülkadir Bulut'un şiirleri ve Üveyikler Göçerken adlı çocuk
romanı üzerine, Emine Gürsoy Naskali editörlüğünde hazırlanan Renk, Çerez,
Kuş Dili, Kültürümüzde Taş, Kap Kacak kitaplarında, Anamur ve Bozyazı
halk kültürüyle ilgili çeşitli yazıları yayımlandı. Son olarak Haziran 2018'de,
Anamur ve Bozyazı Çocuk Oyunları ve Oyuncakları adlı kitabı Kömen yayınları tarafından yayımlandı.
Dr. Mehmet Ali TEMİZ, 1984 yılında Antalya'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Antalya'da yaptı. Lisans öğrenimini Süleyman Demirel Üniversitesi
Burdur Eğitim Fakültesinde tamamladıktan sonra 2009 yılında Van Yüzüncü
Yıl Üniversitesi'ne araştırma görevlisi olarak girdi ve lisansüstü eğitimlerini Fen Bilimleri Enstitüsü Biyoloji anabilim dalında tamamladı. Biyokimya
alanında Etil Alkol ile Oluşturulan Oksidatif Stresli Sıçanlarda Keçiboynuzu
Çekirdeği'nin (Ceratonia siliqua L.) Karaciğer Koruyucu ve Antioksidan
Etkisi başlıklı yüksek lisans tezini ve Zeytin Yaprağı (Olea europaea L.)
Ekstraktı'nın Deneysel Diyabette Antidiyabetik, Antioksidan, 8-OHdG ve
Koruyucu Etkilerinin Araştırılması başlıklı doktora tezini hazırladı. 2018 yılından beri Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Teknik Bilimler MYO Tıbbi
ve Aromatik Bitkiler Programında Dr. öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
Dr. Metin EREN, 1976 yılında Bitlis'te doğdu. 1998 yılında Van Yüzüncü Yıl
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği bölümünü
bitirdi. 2001 yılında Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Türk Halk Edebiyatı bilim dalında Bitlis Masalları Üzerine Bir Araştırma
başlıklı çalışmasıyla bilim uzmanı unvanını aldı. 2010 yılında Van Yüzüncü
Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Halk Edebiyatı bilim dalında
Van Gölü Havzası Ölüm Gelenekleri ve Türk Kültür Ekolojisi İçerisindeki Yeri
başlıklı çalışmasıyla doktor unvanını aldı. 2009-2010 yılları arasında Halep
Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde Türkçe okutmanı, 2014-2015
yılları arasında Indiana Üniversitesi Folklor ve Etnomüzikoloji Bölümü'nde
misafir araştırmacı olarak çalıştı. 2010-2013 yılları arasında Mardin Artuklu
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde çalışmalarını sürdürdü. 2013'ten beri
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü'nde sözlü kültür, halk inançları ile ilgili çalışmalarını sürdürmektedir.
Dr. Suzan Akkuş MUTLU, 2004 yılında Pamukkale Üniversitesi, FenEdebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. Eskiçağ Tarihi Bilim
Dalı'nda 2007 yılında Eski Ön Asya Toplumlarında Kölelik Müessesi başlıklı
tez ile Yüksek lisansını, 2012 yılında Eski Mezopotamya'da Törenler başlıklı
tez ile doktorasını tamamladı. 2009 yılından beri Nevşehir Hacı Bektaş Veli
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü'nde doktor öğretim üyesi
olarak çalışmaktadır.
Dr. Alpay TIRIL, 1973 yılında Karşıyaka'da doğdu. Ege Üniversitesi'nden
Peyzaj Mimarlığı Bölümü'nü bitirdi. Aynı anabilim dalında hazırladığı İzmir
İli Güzelbahçe İlçesi Örneğinde Alan Kullanım Kararlarının İrdelenmesi
Üzerinde Araştırmalar başlıklı teziyle yüksek lisansını tamamladı. Dokuz
Eylül Üniversitesi'nden Tarih alanında, Cumhuriyet Döneminde Sinop (19231950) başlıklı teziyle yüksek lisans; Ankara Üniversitesi'nden Sosyal Çevre
Bilimleri alanında Akılcı Kullanım Işığında Sulak Alanların Yönetimi: Gediz
Deltası Örneği başlıklı teziyle doktora derecesi aldı. 2000-2003 yıllarında
Kültür Bakanlığı'nda çalıştı. Halen Sinop Üniversitesi Turizm İşletmeciliği ve
Otelcilik Yüksekokulunda doktor öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
İrfan POLAT, 1990 Erzurum doğumlu. 2014 yılından beri Yüzüncü Yıl
Üniversitesi'nde araştırma görevlisi olarak çalışıyor. 2014 yılında Recep Tayyip
Erdoğan Üniversitesi'nde Sanatçının İntiharı başlıklı tezle yüksek lisansını tamamladı. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Türk Halkbilimi anabilim dalında doktora öğrenimi görüyor.
Berkant ÖRKÜN, 1986 yılında Mersin'de doğdu, ilköğretim ve lise eğitimini
Mersin'de bitirdi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans öğrenimi gördükten sonra Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı
bölümünde burslu olarak yüksek lisansa başladı. Mersin Üniversitesi Türk Dili
ve Edebiyatı bölümünde Meslek Folkloru Bağlamında Mersin'de Balıkçılık
isimli teziyle yüksek lisansını tamamlamıştır. Halen Marmara Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği bölümünde doktora öğrencisidir. Medine
Sivri ile birlikte çıkardığı Çocuk ve Gençlik Edebiyatında Göstergebilimsel Bir
Uygulama: Aytül Akal isimli bir kitabı ve makaleleri vardır.
Mine KILIÇ, 1999 yılında KSÜ Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümünden mezun olan Kılıç, ayın üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsünde
Kahramanmaraş Merkez Ağzı adlı teziyle 2001'de yüksek lisansını tamamladı. Milli Eğitim Bakanlığındaki öğretmenlik görevi 19 yıldır Kahramanmaraş
ve İstanbul'daki liselerde devam etmektedir. Şu anda Marmara Üniversitesi,
Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Doktora
Programı öğrencisidir.
147
Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde Zehir
Berkant Örkün1
Giriş
Kendisini "seyyah-ı âlem ve nedim-i beniâdem" yani "dünya gezgini
ve insan dostu" olarak tanımlayan Evliya Çelebi, Semih Tezcan'ın
deyimiyle dahî olduğunu çok geç fark ettiğimiz büyük bir dahîdir.2
Nitekim onun büyük eserini, Seyahatname'yi, ilk kez 7 Ocak 1814'te
tanıtan Hammer: "… beş yüzyıldan beri Osmanlı ülkesini bu kadar çok gezen devlet adamları ve kadılar arasında yalnızca Evliyâ
Efendi kendi seyahatlerini bu kadar ayrıntılı, anlaşılır ve akıcı olarak yazmıştır."3 diyerek onun gözlem yeteneğine vurgu yapmıştır.
Bu nedenle Seyahatname araştırmacılar için bitmek tükenmek bilmeyen bir hazine gibidir. Tarihçiler, edebiyatçılar, tıpçılar, mimarlar, dilbilimciler hatta felsefeciler bu hazineden yararlanmakta, dolayısıyla da özgün ve değerli araştırmalar ortaya çıkmaktadır.
1
2
3
Berkant Örkün, Marmara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Türk Dili ve
Edebiyatı Eğitimi Doktora Programı Öğrencisi. İstanbul.
Semih Tezcan, (2011). "Evliya Çelebi'nin Doğum Günü". M. Sabri Koz (ed.). Evliyâ
Çelebi Konuşmaları içinde (s. 283-291) Yapı Kredi Yayınları. İstanbul.
Joseph von. Hammer, (1814). "Türkçe Bir Seyahatnâmenin İlginç Bulunuşu". Çev.
Nuran Tezcan. M. Sabri Koz (ed.) Evliyâ Çelebi Konuşmaları içinde. (s. 268-274).
Yapı Kredi Yayınları. İstanbul.
148 Zehir
Bu araştırmanın amacı da Seyahatname'de geçen zehir ile ilgili kavramları, olayları ve bilgileri belirlemek ve bu bağlamda on yedinci
yüzyıl Osmanlı toplumunda, Evliya Çelebi'nin dilinden zehrin nasıl algılandığını ve bütünüyle zehir kültürünü tüm yönleriyle ortaya
koymaktır. Çalışma sırasında, Seyahatname'nin on cildi de taranmış ve zehirle ilgili olan ifadeler ele alınmış ayrıca Seyahatname'de
geçen zehir ile ilgili anlatılar çeşitli başlıklarla sınıflandırılarak
verilmiştir.
Evliya Çelebi ve Zehir
İnsanoğlunun; bitki, mineral ve hayvansal orijinli zehirleri çok eski
zamanlardan beri bildiği kaynaklardan anlaşılmaktadır. Bu kaynaklardan en eskisi milattan önce 1500'lü yıllara dayanan ve Mısır
Hekimliği hakkında bilgi veren Ebers papirusu'dur (Güley-Vural:
1976: 6).4 O çağlardan bu yana zehirli bitkiler, hayvanlar ve zehirli
ilaçlar ve bunlara karşı geliştirilen çeşitli panzehirler insanoğlu için
önemli bir merak konusu olmuştur. Gördüklerini en ince ayrıntılarına kadar anlatmayı seven Evliya Çelebi de insanoğlu için bu kadar
önemli bir olguya eserinde oldukça yoğun bir biçimde yer vermiştir. Örneğin Çelebi, bazı bölgelerde ölümlerin önemli bir kısmının
zehirlenme vakalarından kaynaklandığını şu sözlerle ifade etmiştir:
"Ammâ hikmet-i Hudâ halkı tâ'ûndan ölmezler. Ekseriyyâ ishâl
ve zehîr ve hummâ-yı muhrıka ve ağrı hastalığından yollanırlar."
(Kahraman ve diğerleri. 2011: 2. Cilt, 8. Kitap s. 301)
(Ama Allah'ın hikmeti halk veremden ölmez. Genellikle ishal, zehir, tifo ve ağrı hastalığından ölürler.)
Çelebi'nin de söylediği gibi onun döneminde zehirlenme vakaları
tâ'ûndan yani verem hastalığından bile daha yaygın görülmektedir.
Bu ise zehrin toplumsal anlamdaki önemini bize göstermektedir.
4
Güley, Mustafa: Vural, Nevin (1976). Toksikoloji. Ankara Üniversitesi Eczacılık
Fakültesi Yayınları. Ankara.
149
Ayrıca, Çelebi'nin zehirle ilgili anlatılarına bir bütün halinde bakıldığında, zehrin hem sakınılan hem de işlevsel olarak kullanılan, temel olarak iki yönü olduğu görülecektir.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde Zehirle İlgili Kullanılan
Terimler
On yedinci yüzyılda üç kıtayı baştanbaşa gezen Evliya Çelebi zehir
için Seyahatname'de daha çok; zehir, zehirnâk, zehri-mâr, semm-i
helâhilli (öldürücü zehir), ağu gibi terimler kullanmıştır. Bu terimlerden zehri-mâr, bağlamsal olarak metnin kimi yerlerinde sadece
yılan zehri anlamında ifade edilse de özellikle deniz, göl ve ırmak
suyunun zehirli olduğunu anlatmak için sadece "zehir" anlamında
kullanılmıştır.
"Bu dahi Azak denizi kenârında bir zehr-i mâr sulu yerdir."
(Kahraman ve diğerleri. 2011: 2. Cilt, 8. Kitap s. 2)
(Bu yer Azak denizi kenarında yılan zehri gibi zehirli sulu bir yerdir.)
Bilindiği gibi Farsça -nâk eki sonuna geldiği Farsça ve Arapça kelimelere -li anlamı katan bir ektir. Dolayısıyla zehirnâk ise "zehirli"
anlamına gelmektedir.
"...bu cebelde zehirnâk hayvânâtlar olmaz derler." (Kahraman ve
diğerleri. 2011: 1. Cilt, 3. Kitap, s. 111)
(…bu dağda zehirli hayvanlar olmaz derler)
Semm-i helâhilli ise Arapça bir tamlama olup "öldürücü zehir" olarak kullanılmıştır. Bu tamlama metinde oldukça fazla kullanılmıştır.
"Sarımsak olur, ammâ fenâ olur ve semm-i helâhil kadar âdemi
helâk eder sümûmiyyeti vardır." (Kahraman ve diğerleri. 2011:
2. Cilt, 10. Kitap, s. 270)
(Sarımsak olur ama fena olur ve öldürücü zehir kadar etkili, insanı
fenalaştıran acısı vardır.)
150 Zehir
Ağu kelimesi ise Eski Türkçede zehirli anlamına gelmektedir. Bu
kelime diğer kelimelere göre daha az kullanılmıştır.
"Ammâ bu Nâsîbîn sâhrâlarından ve Karkaya kal'ası dibinden cereyan eden nehre Habur-ı Karkaya derler ammâ bu nehir kenarında ve Nâsîbîn içre Kâşîyan akrebi gibi kâtile akrebi olur kim gâyet
ağuludur." (Kahraman ve diğerleri. 2011: 1. Cilt, 4. Kitap, s. 344)
(Ama bu Nasibin ovalarından ve Karkaya kalesi dibinden akan nehre Habur-ı Karkaya derler. Bu nehir kenarında ve Nasibin içinde
Kaşiyan akrebi gibi katil akrep olur ve çok zehirlidir.)
Özellikle ağu kelimesinin Türkçe kökenli olduğu ve Uygur metinlerinde yer aldığı halde Evliya'nın metninde daha az kullanılması
dikkat çekicidir.
İnsanların Başka İnsanları Zehirleyerek Öldürmesi
Evliya Çelebi, Seyahatname'de insanların başka insanlar tarafından
zehirle öldürülmesi konusuna oldukça fazla yer vermiştir. Bu konuda özellikle taht kavgası için Osmanlı'dan kaçan Cem Sultan'ın
başına gelenleri ve Cem Sultan'ın zehirlenmesini Seyahatname'nin
birinci5, ikinci6 ve dokuzuncu7 kitaplarında tekrar tekrar anlatır:
Sultân Bâyez'îd-i Velî ile ceng-i azîm edüp âhir-i kâr münhedim
olup on bir sene Mekke ve Medîne ve Yemen ve Aden'de seyâhat edüp andan Mısır'a gelüp andan İslâmbol'a gelmek sadediyle
Rodos'ta Malta ceneraline uğrayup anlar bir gemiye koyup 'Seni
İslâmbol'a götürsünler' deyü hîle edüp Cem Şâh'ı doğru Fransa'ya
götürüp anasının anası Fransa kralının avreti idi. Cem Şâh'ı ana teslim edüp cümle tevabi'yle Cem Şâh'a bir sarây-ı âlî ihsân edüp başka
bir hükûmet yer verüp sayd (u) şikârda pâdişâhâne zevk (u) safâlar
edüp şeb (u) rûz huzûrunda on sekiz ban oğlu ban el kavşırup çâker
bendesi gibi hizmetinde olurlardı. Âhir bu ahvâl Cem Şâh karındaşı Sultân Bâyezîd'e mün'akis olup bir nâme ile Fransa kralından
Cem Şâh'ın kaydbend ile der-i devlete gelmesin ricâ etdiler. Fransa
5
6
7
(Kahraman ve diğerleri. 2011: 1. Cilt, 1. Kitap, s. 47)
(Kahraman ve diğerleri. 2011: 1. Cilt, 2. Kitap, s. 30)
(Kahraman ve diğerleri. 2011: 2. Cilt, 9. Kitap, s. 132)
151
kralı dahi Cem Şâh'ı zehirli ustura ile tırâş etdirüp Yemen ve Aden
seyyâhı iken Cem Şâh diyâr-ı ademe gidüp Bâyezîd Hân izniyle
na'şın Bursa'da Koca Murâd-ı Sânî cenbinde başka bir kubbe içinde
âsûdedir. (Kahraman ve diğerleri. 2011: 1. Cilt, 2. Kitap, s. 30)
(Sultan Bayezid Veli ile savaşmaya niyet edip son kazancı yıkılmış olup on bir sene Mekke, Medine, Yemen ve Aden'e seyahat
edip oradan Mısır'a gelip, Mısır'dan İstanbul'a geçmek umuduyla
Rodos'ta Malta generaline uğramıştır. Orada Cem Şah'a bir hile
yaparak, İstanbul'a götürüyoruz diye bir gemiye bindirip Fransa'ya
götürmüşler ve Fransa kralının karısına teslim etmişler. Cem Şah'a
ve onun uşaklarına bir saray verip padişahın ganimetleriyle gece ve
gündüz huzurunda uzun boylu on sekiz oğul, köle gibi hizmetinde bulunurlardı. Cem Şah'ın kardeşi Sultan Bayezid bunu duyunca
Fransa kralından Cem Şah'ın Osmanlıya geri gönderilmesini rica
ettiler. Yemen ve Aden'de bir gezgin iken (Fransa'ya gelen) Cem
Şah'ı, Fransa kralı zehirli ustura ile traş ettirdi. Ademin diyarına giden Cem Şah'ın naaşı Bayezid Han'ın izniyle Bursa'da Koca
Murad-ı Sani yanında başka bir kubbe içinde huzurla yatmaktadır.)
Çok farklı biçimlerde zehirleyerek öldürme yöntemleri varken Cem
Sultan'ın zehirli ustura gibi bir yöntemle öldürülmesi dikkat çekicidir. Ama Evliya Çelebi, Cem Sultan'ın neden zehirli ustura ile
öldürüldüğünü, Cem Sultan'ın cenazesini İstanbul'a getiren kişiyle
padişah arasında geçen şu konuşmada açıklamıştır:
"Ya Sa'dî, bu karındaşım Cem'i nice katl etdiler" dedikde Cem
Sa'dîsi eydir: "Vallâhi pâdişâhım gerçi bâde-nûş idi, ammâ bu mutalsam câmdan gayrıdan içmezdi ve kâfirler ile ihtilât etmeyüp bir
yere gitmezdi. Dâ'imâ ebyât-ı eş'âr ile ilme meşgûl idi. Hikmet-i
Bâri bir banoğlu berberi var idi, ol zehirli ustura ile Cem Şâh'ı
trâş edüp yüzü ve gözü şişüp boğdular ve hakîr ile na'şı ve muhallefâtların pâdişâhıma getirdim, vâkı'-ı hâl budur" deyü i'lâm etdi.
(Kahraman ve diğerleri. 2011: 1. Cilt, 1. Kitap, s. 47)
("Ya Sadi bu kardeşim Cem'i nasıl katlettiler" dedi. Cem'in kölesi
dedi ki: "Vallahi padişahım zehirli şarap ile öldürülebilirdi ama bu
sihirli camdan başka bir şeyde içmezdi ve başka kafirlerle karşılaşıp bir yere gitmezdi. Devamlı şiir ile ilim ile meşgul idi. Bâri
bilge diye bir prens oğlu berberi vardı, o zehirli ustura ile Cem Şah'ı
traş etti. Zehir yüzünü ve gözünü şişirip onu boğdu. Ben cenazeyi
152 Zehir
kimselere benzemeyen padişaha getirdim, bütün olay budur" diye
söyledi.)
Buna göre, Cem Sultan zehirlenerek öldürülme olasılığını her daim
düşünmüş ve tedbirini buna göre almış ama yine de zehirlenmekten
kurtulamamıştır. Evliya'nın da bu olayı yineleyerek anlatmasının bir
nedeni de Osmanlıdaki taht kavgasında, başka devletlere sığınarak,
onlarla işbirliği yaparak bir yere ulaşılamayacağı kanısına dikkat
çekmek olabilir. Asıl olarak ise; Cem Sultan'ın nasıl öldüğü tartışılan bir konudur. Osmanlı tarihçisi Hans Joachim Kissling, Cem
Sultan'ın zehirlenmeyle ölmediği, doğal yollardan öldüğü ile ilgili
kaynakların da olduğunu söylemiştir.8
Eserdeki bir başka zehirleme olayı ise yine iktidar kavgasından kaynaklanmıştır. Evliya, Selçuklu döneminde oğlu Gıyaseddin'in babası Alaeddin'i zehirleyerek öldürmesini hem üçüncü kitapta9 hem de
onuncu kitapta10 ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır:
Zamân-ı Selçuk'da on iki derveze idi. Âl-i Osmân'da dördü kalup
gayrileri seddetdiler. Ammâ iç kal'asının cirmi ma'lûmum değildir
ve cümle çâr-kûşe seng-i ebyaz ile gûnâ-gûn tasarruf-ı hendese-i
mi'mârî ile fürûşlu ve zîhli ve mukarnaslı ve gûyâ Alâ'iyye kuleli üstâdâne binâ olunmuş şekl-i murabba' bir kal'a-i musanna'dır.
Bu kal'a-i Konya Sultân Alâ'edd'în Keykubâd b. Gıyâseddîn müceddeden binâ etdükten sonra şâhin âşiyânından süzülür gibi cânib-i erba'asında olan düşman diyârlarına süzülüp şikârlar alup niçe
yüz feth-i fütûhlar etdi. Âhir Erzurûm kurbunda niçe havâriciler
zuhûr edüp diyâr-ı İslâm'ı nehb (u) gâret etdiklerinde anların üzerine sefere gidüp intikâm almak sadedinde iken Erzurûm kurbunda
Kubâdiyye nâm bir mahalde oğlu Gıyâseddîn devlet-i dünyâ içün
pederi Alâ'eddîn'e zehir verüp sene 600 târîhinde merhûm olup
cümle müddet-i hilâfeti 26 sene olmuştur. (Kahraman ve diğerleri.
2011: 1. Cilt, 3. Kitap, s. 17)
8
9
10
Kissling, Hans. J. (1969). Sultan Bâyezîd II ve Françesko II Gonzaga. İstanbul
Üniversitesi Türkiyat Mecmuası. C.XV, s. 57.
(Kahraman ve diğerleri. 2011: 1. Cilt, 3. Kitap, s. 17)
(Kahraman ve diğerleri. 2011: 2. Cilt, 10. Kitap, s. 55)
153
(Zamanında Selçuk'ta on iki mahalle vardı. Osman Devleti'nde
dördü (merkezde) diğerleri ise (merkezi) çevreler idiler. Ama iç
kalesinin hacmini bilmiyorum. Ve (bu kale) cümle dört köşe beyaz taş, mimarın ölçülü tasarrufu ile çeşit çeşit konsollu, pervazlı,
kubbe şeklinde ve güya kare şeklinde ustaca inşa edilmiş bir süslü
kaledir. Bu kaleyi Konya Sultanı Alaaddin Keykubad b. Gıyaseddin
yeniden inşa ettirdikten sonra şahin yuvasından süzülür gibi dört
yandaki düşman diyarlarına süzülüp ganimetler alıp nice fetihler
yaptı. Sonunda Erzurum yakınında nice dava sahipleri ortaya çıkıp
İslam topraklarını yağma ettiklerinde, onların üzerine sefere gidip
intikam almak isterken, Erzurum yakınında Kubadiyye ismindeki
bir bölgede oğlu Gıyaseddin dünya devleti için babası Alaaddin'e
zehir verdi. (Alaaddin) 600 senesinde ölmüştür ve onun saltanatı 26
sene sürmüştür.)
Onuncu kitapta ise Gıyaseddin'in babasını zehirledikten sonra onun
askerleri tarafından öldürülmesini ise Evliya şu şekilde aktarır:
Ba'dehu Sultân Alâ'eddîn Erzurûm semtine azîm asker ile sefere
gidüp Fenâde (Kubâdiyye) nâm mahalde şikeste-hâtır olup hasta yatırken oğlu Gıyâseddîn devlet-i dünyâ içün babası(nı) Sultân
Alâ'eddîn'e zehir verüp ol mahalde asker dahi Gıyâseddîn('i) pâre
pâre edüp ikisinin na'şın bu yerden Konya'ya getürüp iç kal'ada defn
etdiler. (Kahraman ve diğerleri. 2011: 2. Cilt, 10. Kitap, s. 55)
(Daha sonra Sultan Alaaddin Erzurum semtine askeri ile sefere
gitmiş, Kubadiye ismindeki bölgede ganimeti düşünürken hasta olmuş ve oğlu Gıyaseddin tarafından devleti ele geçirmek için zehirle
öldürülmüştür. O zaman (sefere katılan askerler de) Gıyaseddin'i
öldürmüş ve ikisinin cenazesini de Konya'ya getirip iç kalede defin
etmişlerdir.)
Böylece Çelebi'ye göre, baba katili olan Gıyaseddin babasının askerleri tarafından cezalandırılmıştır. Ama Gıyaseddin'in askerler
tarafından öldürüldüğü tarihsel gerçekliğe uymamaktadır. Çünkü
babasından sonra Gıyaseddin bir süre daha devleti yönetmiştir.
Evliya Çelebi'nin bu tarihsel gerçeklikten sapması ya yanlış bir bilgiye sahip olduğunu gösterir ya da (Cem Sultan anlatısı gibi) iktidarı
kanlı yollardan ele geçirmek isteyenlerin sonunun iyi olmayacağını,
anlatıyı gerçekdışına çıkararak, göstermek olabilir.
154 Zehir
Zehirlenme vakaları saray ve çevresinde görüldüğü gibi bir şehrin
beyleri ve ileri gelenleri arasında da oldukça sık rastlanan bir durumdur. Evliya Çelebi önemli beylerin kadehkârları olduğunu, beylerin zehirlenmemek için gittikleri her yere bu kadehkârları götürdüklerini şu şekilde belirtmiştir.
Andan behranik ve kopar, ya'nî bu ikisi beğlerin kadehkârlarıdır
kim beğler bu ikisinin meşveretleriyle ellerinden şarâb içüp gayrıdan içmez, zîrâ niçe yüz kere şarâb ile beğleri zehirlemişlerdir.
(Kahraman ve diğerleri. 2011: 1. Cilt, 5. Kitap, s. 185)
(Onda memurlar vardır, yani bu ikisi beylerin kadehlerini içerek
kontrol edenlerdir. Beyler bu ikisinin fikriyle, onların elleri dışında
başka kimseden şarap içmez, zira en az yüz kere şarap ile beyler
zehirlenmişlerdir.)
Beyler arasında olduğu gibi dini mertebe de kutsal kişiliklerin de
zehirlendiği örneklerde Seyahatname'de verilmiştir.
Ve Hazret-i İmâm Hasan ibn Hazret-i Alî radıyallâhu anhümâ.
Hazret-i sıbt-ı a'zam Seyyid-i mu'cem zi'l-izzü'l-celî Hazret-i İmâm
Hasan ibn Alî. Vilâdet-i bâ-sa'âdetleri hicretden evvel Mekke'de
doğdular. Sene 3. Hilâfetleri ancak altı ay olup Hasan hüsn-i rızâları
ile ferâğat etdiler. Ömr-i azîzleri 46 sene. Kendi hâtûnları zehir verüp târîh-i şahâdetleri fî sene 43." (Kahraman ve diğerleri. 2011: 2.
Cilt, 9. Kitap, s. 330)
(Ve Hazret-i İmam Hasan ibn Hazret-i Ali ki Allah ondan razı olsun.
Hazret-i sıbt-ı azam Seyyid-i mucem zi'l-izzü'l-celî Hazret-i İmam
Hasan ibn Ali. Kutlu doğumları hicretten öncedir, Mekke'de doğdular. Sene 3. Halifelikleri ancak altı ay sürmüş olup Hasan kendi
rızaları ile feragat ettiler. Aziz ömürleri 46 senedir. Kendi hatunları
zehir verdi, şehit olduğu tarih Hicri 43.)
Eserde vezirlerin de zehirlendiği anlatılmıştır. Örneğin Budin veziri
iken Vezir Hacı Mehemmed Paşa'nın bir Yahudi hekim tarafından
öldürülmesi de şu şekilde yer almıştır:
Vezîr Hacı Mehemmed Paşa: Budin vezîri iken bir hekîm-i Yahûdî
mesmûm şerbet verüp merhûm oldukda 'Kırk Mehemmed isimli
155
âdem zehirledim' deyü Yahûdî i'tirâf etdikde Yahûdî katl olunup
Mehemmed Paşa Budin'de medfûndur. (Kahraman ve diğerleri.
2011: 1. Cilt, 1. Kitap, s. 77)
(Vezir Hacı Mehemmed Paşa: "Budin veziri iken bir Yahudi hekim
zehirlenmiş şerbet verip Kırk Mehemmed isimli adem zehirledim"
diyerek Yahudi (suçunu) itiraf edince öldürülmüştür. Mehemmed
Paşa ise Budin'de gömülüdür.)
Eserde geçen başka insanlar tarafından zehirleme vakalarını ele aldığımızda hemen hepsinin iktidar mücadelesi için yapıldığını söyleyebiliriz. Bu önemli bir ayrıntıdır çünkü padişahlar, vezirler, beyler
hatta dini kutsal kişilikler için zehrin ve zehirlenme olayının sosyal
boyutunu açıkça gösterir.
İnsanlar tarih boyunca sadece başka insanları zehirlemeyi değil aynı
zamanda kendilerini de zehirlemeyi seçmişler ve ölümlerinin bu
yolla daha kolay olacağını da düşünmüşlerdir. Nitekim, eserde İsfaç
kralı'nın istediği amaca ulaşamayıp bir zehirli kadeh içerek intihar
etmesi buna örnektir:
Ve Ustolni- Belgrad dest-i küffârdan gideli niçe kralları ve niçe
irşekleri ve niçe başpapasları bu deyrin mihrâbı önüne ve derûn-ı
deyre gömerler, iki tarafı sâfî maşâdlık mezârlığıdır. Ortası tâ mihrâba varınca iki yüz amûd üzre mahzendir kimbunda olan altun
hazînesinin hisâbın Hâlık-ı Kevneyn bilir. Guruş hazînesi taşra harem altındadır. Hatta kral-ı selef kızlarından İzarila Son nâm duhteri pâkize-ahteri mürde olup bin milyon mâlını ve yüz milyon altununu bu deyre vakf edüp hâlâ durur. Ve niçe bunun emsâli milyon
mâllar bunda medfûndur. Anıniçün İsfaç kralı bir dolu kâse şarâb
zehr-i nâbı nûş edüp eydir: 'Bu tâc taht-ı İskender dedemin tahtı
bana harâm olsun. Nemse'nin Beç kal'asındaki İstifani manastırındaki mâla mâlik olmayınca bu devlet-i İsfaç bana ve evlâdlarıma
harâm olsun' deyü ta'ahhüdler eder. (Kahraman ve diğerleri. 2011:
2. Cilt, 7. Kitap, s. 104)
(Ve Ustolni-Belgrad kafirlerinin sözüyle gideli nice kralları, psikoposları ve başpapazları bu kilise mihrabı önüne ve kiliseye gömerler, iki tarafı da saf maşadlık mezarlığıdır. Ortası mihraba varıncaya
kadar iki yüz direk üzerine mahzendi. Buradaki altınla dolu hazine-
156 Zehir
nin hesabını ancak iki âlemin yaratıcısı Allah bilir. Kuruş hazinesi
ise haremin altındadır. Hatta kralın önceki kızlarından İzarila Son,
namı ölmüş yıldızın temiz kızıdır ki onun milyonlarca malı ve yüz
milyon altını bu kilise vakfında durur. Ve bunun gibi nice mallar
burada gömülüdür. Onun için İsveç kralı bir kâse dolu saf zehiri içerek: 'Bu İskender dedemin tacı tahtı bana haram olsun. Nemse'nin
Beç kalesindeki İstifani manastırındaki mala sahip olamadıktan
sonra bu İsveç devleti bana ve evlatlarıma haram olsun' demiştir.)
Bunun yanında Evliya Çelebi hiç beklenmedik zehirlenmelerin de
olduğunu eserinde anlatır. Örneğin buhur denilen tütsülerin hatta
kahve ve şerbetlerin bile insanları zehirlediğini şu şekilde ifade etmiştir.
Ammâ Mısırlı mâbeyninde buhûr verirken başlarına şâl örtmek
memnû'dur, zîrâ birkaç kerre buhûr verüp başı örtülü iken depelenmişlerdir. Ve ba'zısı kahve ve şerbeti içer içmez şekilli eder, zîrâ
birkaçı kahve ve şerbet ile zehirlenmişlerdir, andan havf ederler.
(Kahraman ve diğerleri. 2011: 2. Cilt, 10. Kitap, s. 210)
(Ama Mısırlı saray odasında tütsü ile buhar verilirken başlarına şal
örtmek yasaklanmıştır, zira birkaç kere böyle buhar verilirken başı
örtülü olanlar çırpınmışlardır. Ve bazısı kahve ve şerbeti içer içmez
onu etkiler, zira birkaçı kahve ve şerbet ile zehirlenmişlerdir, ondan
korkarlar.)
Zehirli Hayvanlar ve Böcekler
Yılan zehiri
Evliya Çelebi eserinde zehirli hayvanlara da oldukça yoğun bir biçimde değinmiştir. Bunlardan en önemlisi yılanlardır. Eserin birçok
yerinde "zehr-i mâr" diyerek yılan zehrinden bahseden Çelebi, yılanların çok tehlikeli olduğunu şöyle anlatmıştır:
Ba'zı zamân vâki' olmuş kim sayyâdlar yılanlar ile ceng ederken yılan sayyâdın yüzüne atılup gözünden urursa halâs olmayup sayyâd
şehîd olurmuş. Zîrâ gâyet semm-i helâhilli yılanlardır kim deveyi
kulağından, katırı tırnağından sokup ân-ı vâhidde helâk eder, böy-
157
le bir kattâl yılanlardır. (Kahraman ve diğerleri. 2011: 2. Cilt, 10.
Kitap, s. 145)
(Bazı zamanlar olmuştur ki avcılar yılanlar ile savaşırken yılan avcının yüzüne atılıp gözünden sokarsa, o avcının kurtuluşu olmayıp
ölürlermiş. Zira gayet öldürücü zehre sahip yılanlardır ki deveyi
kulağından, katırı tırnağından sokup anında öldürürler, böyle çok
öldürücü yılanlardır.)
Bu kattal (çok öldürücü) yılanların bağda çalışan insanları da sokarak öldürdüğü eserde şöyle geçmektedir:
Evvelâ cümleden mukaddem merkad-i Hazret-i Şüca' Baba, Battâl
Gâzî refîklerindendir. Bâğ çapalarken yılan zehirleyüp merhûm
olup yine Şücâ' bâğları içinde medfûndur. (Kahraman ve diğerleri.
2011: 1. Cilt, 1. Kitap, s. 236).
(Evvela çok eskilerden bir kabir olan Hazret-i Şüca' Baba, Battâl
Gâzi yoldaşlarındandır. Bağ çapalarken yılandan zehirlenip ölmüş
olup yine bu bağda gömülüdür.)
Yılanların altın tozlarını koruduğunu da ve zehriyle tehlike saçtığı
da şu şekilde ifade edilmiştir:
Cümleden ziyâde çöl ve çölistânında altun tibri pâyimâl-i rimâldir. Ammâ su'bân-misâl mü'ekkilleri vardır, sem-i helâhili ile âdemi
helâk eder. (Kahraman ve diğerleri. 2011: 2. Cilt, 10. Kitap, s. 460)
(Hepsinden ziyade çöllerde altın tozu, kumlar gibi ayaklar altına
alınır. Ama büyük yılan misali koruyucuları vardır ve öldürücü zehri ile insanı öldürür.)
Akrep Zehiri
Çelebi, akrebin yılandan daha çetin ve daha zehirli bir hayvan olduğunu da vurgulamıştır:
Cenâb-ı Bârî bunların tabî'atına göre yılandan halk olan akreb ü
çıyanı bu Sincâr Dağında ve Saçlı Kürdü dağında ol kadar zehirnâk yılan u çıyan ve akreb halk etmişdir kim dere ve depelerinde
(ve dağ) u bâğlarında mâl-a-mâl akreb ü çıyandır. Ammâ bi-emr-i
158 Zehir
Hudâ bu cebel-i Sincâr'da Hazret-i Nûh'un keştîsi müstekır olduğu
Sin Kayası nâm mahalde aslâ yılan u çıyan ve akreb yokdur. Anda
bir mesîregâh mastaba vardır, Kürd bapirleri teferrüc (ü) istirâhat
içün ol sofada işret ederler.
Ammâ Sincâr'ın bu mahallinden gayrı olan yerlerdeki akreb bir
âdemi sançsa yedi sâ'atde amân vermeyüp helâk eder. Diyâr-ı
Acem'de Kâşiyân akrebi bu Sincâr akrebinin yanında pire-i Sincâr
gibi Sancar bir bî-muzır akrebdir. Ammâ bu Sincâr akrebi soksa ol âdem akrab yere varmadan akreb zehrinden merhûm olur.
(Kahraman ve diğerleri. 2011: 1. Cilt, 4. Kitap, s. 48)
(Ulu Tanrı bunların doğasına göre yılanlardan olan akrebi ve çıyanı
bu Sincâr dağında, Saçlı Kürdü dağında zehirli yılanlar, çıyanlar
ve akreplerle yaratmıştır ki bu dağların derelerinde, tepelerinde ve
bağlarında çokça akrep ve çıyan vardır. Yüce Allah bu Sincar dağında Hareti Nûh'un gemisinin oturduğu Sin Kayası'nın olduğu yerde
asla yılan, çıyan ve akrep yoktur. Orada bir mezar yeri vardır, Kürt
ileri gelenleri oranın rahat, huzurlu olduğuna işaret ederler.
Ama Sincâr'ın dışındaki yerlerde olan akrep bir ademi soksa,
yedi saatte hiç acımadan bu zehir ademi öldürür. Acem diyarında
Kaşiyan akrebi bu Sincar akrebinin yanında Sincar piresi gibi olan
Sancar bir akreptir. Ama bu Sincâr akrebi bir insanı soksa, akrep
daha yere varmadan insan ölür.)
Arı Zehiri
Yılan ve akrep kadar olmasa da Evliya Çelebi eserinde arı zehrinden
de bahsetmiştir:
(…) bu şehre istîla edüp âsitâne-i Sultân İbrâhîm'i nehb ü gâret
ederken bi-emri Hudâ kabr-i İbrâhim'den âşîyan edinen arılar bir
kere boşanup gürûh-ı kefereye gürûh-ı enbûh girişüp küffâra eyle
nîş-i zehirnâk ururlar kim ol şehre dâhil olan (…) keştîleri sâhil-i
bâhirde kalır. (Kahraman ve diğerleri. 2011: 2. Cilt, 9. Kitap, s. 198)
(… bu şehri istila edip Sultân İbrâhim dergahını yağmalarken Yüce
Allah'ın emri ile İbrâhim'in kabrine yuva kuran arılar ortaya çıkıp
kâfir topluluğuna, kafir kalabalığına karşı saldırmışlar zehirli iğneleriyle onları sokmuşlardır ve şehre gelen gemilerin hepsi sahil
kenarında kalmıştır.)
159
Bunun yanında çıyanlar ve çeşitli haşeratların da zehir salgılayan
çok tehlikeli yaratıklar olduğundan bahsetmiştir. Bu hayvanlar sadece insanları zehirlemekle kalmazlar, aynı zamanda başka hayvanları
da zehirlemektedirler. Çelebi, bir yolculuğu sırasında şahit olduğu
hayvanların birbirini zehirlemesini de oldukça akıcı bir dille anlatır:
Sultân-ı Dumbiye hudûdudur. Bu mahalde birkaç ukkâb leşi iki
kepçe kuyruk leşi bulduk. Bunlar birbirleri ile ceng edüp kepçe kuyruk zehrinden ukkâbları helâk olmuş, kepçe kuyruklar dahi ukkâbların helâk olmuş, kepçe kuyruklar dahi ukkâbların minkârları zahmından helâk olmuşlar. Ammâ râyihalarından yanlarına varılmak
mümkin olmayup bed-râyiha-i sümûmlarından temâşâ edemedik,
zîrâ râyihaları sam yeli gibi gelirdi. (Kahraman ve diğerleri. 2011:
2. Cilt, 10. Kitap, s. 480)
(Sultanı Dumbiye sınırındadır. Bu civarda birkaç kartal leşi ve iki
kepçe kuyruk leşi bulduk. Bunlar birbirleri ile savaşmışlar ve kepçe
kuyruk zehriyle kartalları öldürmüş. Kepçe kuyruklar da kartallar
tarafından gagalarıyla vurularak öldürülmüş. Ama kokularından
yanlarına gitmek mümkün olmadı, zehirlerinin kokusundan bunları
seyredemedik ki kokuları sam yeli gibi gelirdi.)
Zehirli Hayvanların ve Haşeratların Olmadığı
Kutsanmış Yerler
Evliya Çelebi Seyahatname'de bazı yerlerin tılsımlı olduğunu ve buralarda zehirli hayvan ve haşeratların barınamadığını ifade etmiştir.
Örneğin bu yerlerden birisi Fındıklı Yaylası'dır.
Cümle yedi aded yaylalardır. Her birinde birer gûne hâssası vardır.
Evvelâ Sürmeli yaylada aslâ tâ'ûn olmaz. Habîb-i Neccâr hazretleri
niçe zemân bu yaylada sâkin olup halkı dîne da'vet etmişdir. Zirâ
peygamberdir demişler ve ihtilâf etmişler. Anların du'ası berekâtıyla bu Sürmeli yayla'da aslâ vebâ olmaz. Ve Gökdepe yaylası, gâyet
bâlâ azîm yayladır. Bunda cemî' i hayvânâtları aslâ Ülker urmaz.
Ve Çatalağaç yaylası; anda aslâ ısıtma olmaz. Halkı gâyet tendürüst
olur. Ve Fındıklı yaylada aslâ ve kat'â yılan ve çıyan ve akrep ve
gayri zehirli haşerâtlar olmaz. (Kahraman ve diğerleri. 2011: 1. Cilt,
3. Kitap, s. 32)
160 Zehir
(Hepsi toplam yedi yayladır. Her birinde farklı hususlar vardır.
Öncelikle Sürmeli yaylada asla veba olmaz. Allah dostu Neccâr
hazretleri çok uzun zamanlar bu yaylada kalmış ve halkı dine davet
etmiştir. Nitekim ona da peygamberdir demişler ve itaat etmişlerdir.
Onların duası ve bereketiyle bu Sürmeli yaylada asla veba olmaz.
Ve Göktepe yaylası ki gayet yüksek bir yayladır. Burada bütün hayvanları asla Ülker vurmaz. Ve Çatalağaç yaylası orada asla sıtma
olmaz. Halkı gayet temizdir. Ve Fındıklı yaylada asla yılan, çıyan,
akrep ve zehirli haşeratlar olmaz.)
Fındıklı Yaylası'nda olduğu gibi Erces Dağı'nda da hiç zehirli hayvan olmadığını ama Fındık Yaylası'ndan farklı olarak bunun din büyüklerinden kaynaklandığını uzun uzun anlatır:
Bu şehrin hâ'ilinde olan cebel-i Erces'de aslâ yılan ve çıyan ve akreb ve mûr (u) mâr ve gayrı mesmûm cânavar haşarâtları yokdur.
Bir rivâyetde bu kûh-ı bülend ricâlü'l- gayb makâmı olduğundan
yırtıcı cânavar ve mesmûm hayvânâtlar olmaz derler. Rivâyet-i
uhrâda Hazret-i Ömer asrındaki fethinde sekiz yüz sene mu'amer
olan Baba Rüten-i Hindî hazretleri, ashâb-ı güzînin güzîdesi idi, bu
cebelde sâkin olup anların hayr du'âsı berekâtiyle bu cebelde zehirnâk hayvânâtlar olmaz derler. Hâlâ bu cebel-i bülend üzre bâğ-ı
Baba Riten derler. Kendi biter ve kendi yiter eşcâr-ı müsmirrât-ı
gûnâgûndur. Zîrâ Baba Riten bâğbânların pîrîdir. İsm-i şerîfi Ebû
Zeyd-i Hindî Baba Rüten'dir. Ashâb-ı güzînden bu kadar müsinn
kimesne olmamışdır, ammâ kemâl-i riyâzât ile mu'ammer olmuşdur derler. Kabri yine Hindistân'dadır. Hazret huzûrunda Selmân-ı
Fâris belin bağladı. Hâlâ Baba Rüten Bâğı Erces dağında ma'lûmdur. Bunların nutk-ı dürer-bârlarıyla bu dağda zehirli hayvân olmaz. Rivâyet-i uhrâda Hazret-i Yayhâ asrında Kayser Erces bu şehri binâ etdikte hükemâ-yı kudemâdan Falaska nâm hakîm bu kûh-ı
bülende çıkup yetmiş aded muzır haşarâtlar eşkâlin birer amûd üzre
edüp her birin birer mutalsam edüp anın içün bu dağda aslâ zehirli
hayvânât yokdur derler. (Kahraman ve diğerleri. 2011: 1. Cilt, 3.
Kitap, s. 111)
(Bu şehrin hemen eteklerine kurulduğu Erciyes Dağı'nda asla akrep, çıyan, zehirli yılan ve diğer zehirli haşaratlar yoktur. Bir rivayette: 'Bu yüksek dağ Rical'ül-gayb makamı olduğundan yırtıcı
canavar ve zehirli yaratıklar olmaz' derler. Başka bir rivayette: ' Hz
Ömer zamanındaki fethinde sekiz yüz sene ömür süren Baba Riten-i
161
Hindi hazretleri, bu dağ huzurlu olup, onların hayr duası ile zehirli
hayvan olmaz, der. Hala bu yüksek dağ üzerine Baba Riten Bağı
derler, kendi kendine yetişen çeşitli meyve veren ağaçlar vardır.
Baba Riten bağcıların piridir. Mübarek ismi Ebu Zeyd-i Hindi Baba
Riten'dir. Ashab-ı güzünden bu kadar yaşlı kimse olmamıştır, ama
tam perhiz ile uzun yaşamıştır, derler. Kabri Hindistan'dadır. Hazret
huzurunda Selman-ı Farisi belini bağladı. Hala Baba Riten Bağı
Erciyes Dağı'nda bellidir. Bunların mübareklikleriyle bu dağda zehirli hayvan olmaz. Diğer bir rivayette: 'Hazret-i Yahya zamanında
Kayser Erces, bu şehri yaptığında eski hekimlerden Falaska isimli
biri bu yüksek dağa çıkıp yetmiş adet zararlı haşeratların şekillerini
birer direk üzerine yaparak her birine tılsım yapmıştır. Onun için bu
zehirli dağda asla zehirli hayvan yoktur' derler.)
Zehirli Silahlar/Aletler
İnsanların avlanmak ve savaşmak için eski çağlardan beri zehri kullandığı bilinmektedir. Örneğin son dönemde, Tanzaya'daki Kuumbi
Mağarası'nda yapılan bir araştırmada günümüzden on üç bin yıl önce
kemikten yapılmış zehirli ok uçlarına rastlanılmıştır.11 Dolayısıyla
on yedinci yüzyılda yaşamış Çelebi döneminde de zehrin silahlarla
birlikte kullanıldığı sıkça görülmektedir.
Çelebi, farklı şehirlerde gördüğü ya da duyduğu bu zehirli silahlardan ve aletlerden de bahsetmiştir. Örneğin aşağıdaki alıntıda
Türklerin bir kaleyi ele geçirmeye çalışırken uçları zehirlenmiş
kılıçlar kullandığını yaşlı bir Hıristiyan'ın ağzından çok çarpıcı bir
biçimde anlatmıştır:
Ba'dehu küffâr mezkûr esîr ümmet-i Muhammedleri kırup cümle söz
başı olan kefere kapudanları ve papasları ve irşekleri ve şagları ve
birovları bir yere yüz elli nefer küffârlar gelüp ser-i kârda olanlarından ve gayri keferelerden cem' olup müşâvere ve turvin ederlerken bir küffâr-ı âkıbetkâr ihtiyârı eydir: 'Bire cânım, bir kere bizim
Fargaçi kapudan zamânı Nemse çârnâsârı yedi kralın yedi kerre
11
Özdemir, O (2016). Tanzaya'daki 13 000 Yıllık Ok Uçlarında Zehir Bulundu.
http://arkeofili.com/tanzanyadaki-13-000-yillik-ok-uclarinda-zehir-bulundu/.
Erişim Tarihi: 01.12.2017.
162 Zehir
yüz bin askeriyle gelüp bu kal'ayı yedi ay döğüp aslâ kal'amızın yanına gelemeyüp meterise komayup top menzili alarkadan döğdü ve
yedi aydan sonra kış geldi ve çâsâr hâ'ib ü hâsır gitdi. Kal'adan bir
taş kopartmadan yıkılup gitdi. Şimdi ise kal'amız sedd-i İskender
iken ve içinde bu kadar askerimiz ve bu kadar yarar top u tüfengimiz ve bî-hisâb cebehânemiz var iken Türk askeri geldiği gibi
hemân ol gece amân u zamân vermeyüp bize aslâ göz açdırmayup
kal'anın her tarafında güpe gündüz kat-ender-kat meterise girüp
topa tüfenge bakmayup beşinci gün handak kenârına geldiler ve
Yassı Tabya'yı aldılar ve kırk gündür kim çekdiğimiz derd-i belâ-yı
mihnet (ü) serencâmı Hazret-i Îsâ ve Hazret-i Meryem Ana bilir. Ve
hâlâ kal'amızın der (ü) dîvârları kalmayup bayır bayır olup sokak
sokak yollar oldu. Ve altı yedi kere Türk yürüyüşler edüp birkaç
kere kal'a içine bî-bâk ü bî-pervâ kudurmuş yılanlar gibi kal'aya girüp her girişde beşer altışar yüz nefer Hıristiyanlarımız Türk yılanları sokdu ve kılıçları zehrinden bu kadar âdemlerimiz öldü ve bu
kadar esîrlerimiz anlara gitdi ve kendiler bî-bâk ü bî-pervâ şikârların alup ordularında karâr etdi. (Kahraman ve diğerleri. 2011: 1.
Cilt, 6. kitap, s. 205)
(Daha sonra esir ümmet-i Muhammedleri kırıp tüm söz başı olan
kâfir kaptanları, papazları, piskoposları, memurları ve yargıçları,
150 nefer kâfirler bir yere gelip ve diğer kâfirlerle buluşup görüşürlerken işin sonunu düşünen yaşlı bir kâfir: 'Bre canım, bir kere
bizim Fargaçi Kaptan zamanı Nemse İmparatoru yedi kralın yedi
kere yüz bin askeriyle gelip bu kaleyi yedi ay dövüp asla kalemizin
yanına bile gelemeyip toplarla ancak açıktan dövebildi. Yedi aydan
sonra kış geldi ve imparator çaresiz gitti. Özellikle o zaman kalemiz yalın idi. Kaleden bir taş bile koparamadı. Şimdi ise kalemiz
İskender Şeddi iken, içinde bu kadar askerimiz, bu kadar top, tüfek
ve hesapsız cephanemiz var iken Türk askeri geldiği gibi hemen o
gece bize aman vermeyip göz açtırmadılar, kalenin her tarafındaki
topa tüfeğe bakmayıp beşinci gündük hendek kenarına geldiler ve
Yassı Tabya'yı aldılar. Kırk gündür çektiğimiz derdi belayı, sıkıntı
ve acıyı ancak Hazret-i İsa ve Meryem Ana bilir. Hâlâ kalemizin
duvarları kalmayıp bayır bayır olup, sokak sokak yollar oldu. Ve
altı yedi kere Türkler hücuma başlayıp birkaç kere kale içine korkmadan çekinmeden kudurmuş yılanlar gibi girdi, her girişte beşer
altışar yüz nefer Hıristiyanımızı Türk yılanları soktu, zehirli kılıçlarıyla bu kadar adamımız öldü, bu kadar adamımız esir oldu ve
kendileri pervasızca avları alıp ordularına götürdüler.)
163
Kılıçlar gibi tüfeklerde kullanılan kurşunların da zehirli olduğunu
Çelebi şöyle anlatmıştır:
Ve dahi kâmil bin fuçı leb-ber-leb kırk nev'a görülmemiş kurşumu
var. Ba'zısı telli kurşumdur, tüfengden çıkdıkda iki başı ku(r)şum,
ortası iki karış uzun demir teldir, açılarak gidüp râst geldiği yerleri
iki biçüp helâk eder. Ve ba'zı kurşumlarının içi nohudlu ve arpalı
ve zincîrli ve topraklı ve neftli ve eşek sidikli ve zehirli ve toprakdan yapılmış müdevver yağlı kurşumları fıçı fıçı hâzır-bâş durur.
Hakîkatü'l-hâl bu mezkûr kurşumlardan her kim yedi ise halâs olmayup cümle şehîd oldular. (Kahraman ve diğerleri. 2011: 1. Cilt,
6. Kitap, s. 229).
(Ağzına kadar dolu tam bin fıçı hiç görülmemiş kurşunu var. Bazısı
telli kurşundur, tüfeğinden çıkınca iki başı kurşun, ortası iki karış
uzun demir teldir. Açılarak gidip rast geldiği yerleri ikiye biçip
helâk eder. Bazı kurşunlarının içi nohutlu, arpalı, zincirli, topraklı,
neftli, eşek sidikli, zehirli ve topraktan yapılmış yuvarlak yağlı kurşunları fıçı fıçı hazır durur. Gerçekte bu anılan kurşunlardan her kim
yedi ise kurtulamayıp tamamen şehit olmuştur.)
Çelebi bir savaş esnasında savaşta kullanılan cephaneleri sayarken
zehirli kurşun ve zehirli demir parçalarını da gördüğünü ifade etmiştir:
Ve yüz fıçı zehirli kurşumlar…yürüyüş günleri asker-i İslâmın ayakları altına dökecek dörder çatal demirden eşek sidiği ile zağlanmış
ve semm-i helâhil ile yağlanmış demir paçarızlar var. (Kahraman ve
diğerleri. 2011: 2. Cilt, 8. Kitap, s. 211)
(Ve yüz fıçı zehirli kurşunlar… yürüyüş günleri İslâm askerinin
ayakları altına dökecek dörder çatal demirden eşek sidiği ile yağlanmış ve öldürücü zehir ile yağlanmış demir parçacıkları var.)
Çelebi'nin bahsettiği bütün bu silahlar, dönemin savaş teknolojisinde çeşitli zehirlerinde farklı biçimlerde kılıçlarda, oklarda ve kurşunlarda kullanıldığını göstermektedir.
164 Zehir
Zehirli Sular
Evliya Çelebi için sular çok önemlidir bu nedenle o gittiği şehirlerdeki ırmaklardan, göllerden ve denizlerden mutlaka söz etmiştir. Bu
suların içilebilir olup olmadığını, içilebilirse tadının nasıl olduğunu
ve şifalı olup olmadığını özellikle belirtmiştir. Örneğin Süveyş denizinden bahsederken suyunun zehirli olduğunu, diğer deniz sularının
tadıyla karşılaştırarak şöyle açıklar:
Ve hikmet-i Hallâk-ı âlem bu hattın Karadeniz tarafı sehel şordur. Akdeniz tarafı acıdır. Boğazhisâr'dan taşrası dahi acıdır.
Bahr-i Muhît dahi ziyâde acıdır. Ammâ Bahr-i Kulzüm kim Bahr-i
Süveys'dir. Allahümme âfinâ zehr-i mârdır. (Kahraman ve diğerleri.
2011: 1. Cilt, 1. Kitap, s. 17)
(Alemin Yaratıcısı'nın hikmetidir ki bu hattın Karadeniz tarafı az
acıdır. Akdeniz tarafı acıdır. Boğazhisar'dan dışarısı daha da acıdır.
Okyanus ise daha fazla acıdır, ama Kızıldeniz ki Süveyş denizidir,
Allah korusun yılan zehridir.)
Bununla kalmayarak Çelebi suları iyi denilen kimi yerlere gittiğini, tadı övülen suları denediğini ama bahsedildiği gibi bu yerlerde
suyun ab-ı hayat değil zehr-i mâr (yılan zehri) misali öldürücü bir
zehir gibi olduğunu da dile getirmiştir:
"Bu Bahr-i Haraz'dan İskender'in yetmiş günde ka'r-ı zemînde hafr
etdirdiği yerden Bahr-i Haraz yol bulup zîr-i zemînden cereyân
ederek Faşa çayıyla Karadeniz'e munsab olur" demiş ammâ hakîr
buna i'tirâz etdim ki bin ell târihinde Azak gazâsına giderken kal'ai Tarabefzûn'dan Mikrilistân'a ve andan Abaza diyârına giderken
mezkûr Faşa çay-ı azîminin sâhilinde meks edüp, bir âb-ı hayât
nehr-i lezîzdir kim niçe kere nûş etdik, bu hâlâ seyâhat edüp manzûrumuz olan Bahr-i Haraz zehr-i mâr-misâl bir semm-i helâhîl-i
Bahr-i Haraz'dır, âdem tahâret etse avret yerini âteş-misâl yakar.
(Kahraman ve diğerleri. 2011: 1. Cilt, 2. Kitap, s. 155)
("Bu Hazar Denizi'nden İskender'in yetmiş günde yer altında kazdırdığı yerden Hazar Deniz'i yol bulup yer altından akarak Faşa
Çayı'yla Karadeniz'e katılır" demiş ama itibar etmeyip buna itiraz ettim. Bin elli tarihinde Azak kazasına giderken Trabzon Kalesi'nden
165
Mikrilistan'a ve oradan Abaza diyarına giderken anılan büyük Faşa
Çayı'nın kıyısında konakladık. Bir hayat suyu lzeetli nehirdir ki
nice kereler içtik. Bu hâlâ seyahat edip görmüş olduğumuz Hazar
Denizi yılan zehiri gibi çok acı bir Hazar Denizi'dir. İnsan abdest
için alsa vücudun mahrem yerlerini ateş gibi yakar.)
Zehire Faydalı Gelen Formüller ve Panzehirler
Evliya Çelebi eserinde ayrıca zehre faydalı gelen bazı yöntemlerden
de bahsetmiştir. Bu yöntemler şunlardır:
Ve mâ-tekaddem bu bağda belsem ve belisân ağacları var imiş.
Hazret-i Îsâ mübârek dest-i şerîfleri ile dikmiş. Mısır'dan gayrı
diyârda olmaz imiş. Yağın çıkarup teberrüken pâdişâhlar hazînesinde hıfz ederlerdi. Ve âdem zehir yese andan bir kırat tenâvül etse
halâs olur. Ve bir âdemi akreb yılan ve çıyan ve bö ısırsa sokduğu
yere belisânı dürtseler ve yedirseler halâs olur ve sızıya sürseler şifâ
bulur. (Kahraman ve diğerleri. 2011: 2. Cilt, 10. Kitap, s. 256)
(Ve o Yüce Allah ki bu bağda belsem ve belisan ağaçları varmış.
Hazreti İsa mübarek sözleriyle, dualarıyla dikmiş. Mısır'dan başka yerde olmazmış. Yağını çıkarıp uğuruyla padişahlar hazinesinde
korurlardı. Ve bir insan zehir alsa, ondan da bir miktar yese hemen
iyileşir. Ve bir insanı akrep, yılan, çıyan ve börtü böcek ısırsa, onun
soktuğu yerden sürdüklerinde o yara iyileşir ve o insan şifa bulur.)
"Gâsûl tohmunun ekmeği yürekde rîhi ve kanı kat' edüp zehir marazına gâyet nâfi'dir. Ammâ ekmeği karadır ve kahve ta'mındandır."
(Kahraman ve diğerleri. 2011: 2. Cilt, 10. Kitap, s. 352)
(Gâsûl (bir bitki) tohumunun ekmeği yürekte yenilenip zehir illetine karşı oldukça faydalıdır.)
Bu yöntemler dışında Çelebi panzehirlerden de özellikle bahsetmiştir. Örneğin ayıların kusmuğundan yararlanarak bir panzehir çeşidi
yapıldığını şu şekilde anlatmıştır:
Bu yaylağın cânib-i kıblesinde Ayu kayası nâm bir mutalsam yek
pâre kayadır kim ol kaya içinde cevâhirden ve zeheb-i hâlisden inşâ
olunmuş bir ayu sûreti olduğundan Ayu kayası derler. İllâ hâze'l-ân
166 Zehir
zemherîrde kırk gün ayular mağârâlarda çille çeküp kırk birinci gün
ininden çıkup ibtidâ bu kayaya urûc edüp mutalsam olan ayunun
mekânı yerine varup cihânı seyr (ü) temâşâ eder. Zamân-ı kadîmde
bu kaya üzre bu tılsımât-ı Leka-yı bî-bekâ kral kehenelerine inşâ
etdirüp her ayu kim panzehire mâlik ise panzehirin ol kaya üzre
ayular kusup panzehirin koyup giderlermiş. Ba'dehu sehhâr ve sehhâreler ve keheneler ol ayuların panzehirlerin alup anınla niçe yüz
bin gûne sihir edüp hârık-ı âde şeyler ederlermiş. (Kahraman ve
diğerleri. 2011: 2. Cilt, 8. Kitap, s. 61)
(Bu yaylağın kıble tarafında Ayu kayası isminde sihirli tek bir kaya
vardır, içinde değerli taşlardan saf altından yapılmış bir ayı sureti
olduğundan dolayı buna Ayu kayası derler. Aralık-Ocak arasında
ayılar kırk gün mağarada çile çekip kırk birinci gün yerlerinden
çıkarlar ve işe başlayarak bu kayaya çıkarlar. Büyülü olan ayının
mekânı yerine varıp dünyayı seyrederler. Eski zamanda bu büyülü mekânın üzerine, bir kral yardımcılarına bir yapı yaptırıp hangi ayı panzehir özelliğine sahip ise o ayılar bu kaya üzerine kusup
giderlermiş. Büyücü kadınlar, büyücü erkekler ve yardımcıları bu
ayıların panzehirlerini toplayıp o panzehirlerle büyüler ve ilaçlar
hazırlarlarmış.)
Bilindiği gibi çeşitli tedavi yöntemleri dışında bir zehrin etkisini
azaltmak için en çok kullanılan yöntemlerden birisi de o zehrin panzehirini bulabilmektir. İnsanoğlu panzehir yapmayı çok eski çağlardan beri bilmektedir. Nitekim, Çelebi 17. yüzyılda da panzehirlerin
önemli olduğunu, bu nedenle de panzehirlerin padişahlar ve beyler
arasında hediye olarak verildiğini eserinde anlatmıştır:
Ertesi gün râh hedâyâları yürüdü. Evvelâ yigirmi deve yükü arpa
ve darı ile mülemma' baksumât misilli yenice pişmiş ekmek ve elli
sindiyân Zengi mızrak ve yigirmi fîl kalkanı ve yigirmi çift fil dişi
ve on çift gergerdân şâhası ve bir izâr keler derisi ve bir izâr alaca
misk kedisi derisi. Ve on kız ve gulâm-ı Habeşî, ellerinde birer kutu
ile geldiler, her kutuda amber ü misk ve seylân u akîk ve zeberced
ve kallemisk ve pânzehir ve aynü's-semek makûlesi taşlar ile mâl-âmâl. (Kahraman ve diğerleri. 2011: 2. Cilt, 10. Kitap, s. 464)
(Ertesi gün hediyeler gitti. Öncelikle yirmi deve yükü arpa ve darı
ile çeşit çeşit peksimet misali yeni pişmiş ekmek, elli sindiyan (bir
ağaç türü) Zengi yapımlı mızrak, yirmi fil kalkanı, yirmi çift fildişi,
167
on çift gergedan şâhası, izar derisi, izar misk kedisi derisi, Habeşi
on kız ve on oğlan ellerinde birer kutu ile geldiler. Her kutuda mis
kokulu fıstiki yeşili süs taşı, balık çeşidi taşlar, panzehir ve bir sürü
mal vardı.)
Bütün bu anlattıklarından yola çıkarak, on yedinci yüzyıl insanın
zehrin etkilerini durdurmak için hem bitkisel hem de hayvansal çözümler aradığını, panzehirler ürettiğini ve bu panzehirlerin çok değerli olduğunu söyleyebiliriz. Bu panzehirlerin padişahlar ve beyler
arasında birbirine hediye edilmesi ise hemen her bölgede farklı panzehirler geliştirildiğinin kanıtıdır.
Sonuç
Evliya Çelebi sadece bir seyyah değil, Sarayda, iç oğlanlar mektebinde yetişmiş biri olarak gezdiği yerlerin en önemli özelliklerini
bir belgeselci gözüyle eserinde bize sunan bir "bilgin seyyah"tır. Bu
bağlamda bakıldığında, Seyahatname, on yedinci yüzyıl Osmanlı
Devleti'nin çok ayrıntılı çekilmiş bir fotoğrafı gibidir. Bu fotoğrafta
hangi ayrıntıya odaklanırsanız odaklanın bu ayrıntının rastgele durmadığını, Evliya'nın büyük anlatısının içinde mutlaka önemli olduğunu görürsünüz. Nitekim Evliya Çelebi, eserinde zehir kavramını
da bir ayrıntı olmaktan çıkarmış, onu birçok özelliğiyle ele almıştır. Kendisinden önceki ve sonraki seyyahların zehir konusundaki
verdiği bilgilerle karşılaştırıldığında bu çok daha iyi anlaşılacaktır.
Üstelik zehir, Seyahatname'de sadece korkulan bir kavram olarak
da ele alınmamış aynı zamanda çeşitli savaş aletleriyle birlikte kullanılmasıyla işlevsel bir özellik kazanmıştır. Eserde, hayvan zehirlerine karşı geliştirilen yöntemler ve panzehirlerden bahsedilmesi
de insanoğlunun on yedinci yüzyıl Osmanlı hayatında, zehrin öldürücü etkilerine karşı önlem aldığının en büyük göstergesidir. Ayrıca
beylerin ve sultanların bu panzehirleri birbirine hediye etmesi de
zehir konusunda ülkelerarası bir işbirliğinin var olduğunun en açık
ifadesidir. Bunun yanında zehrin hem halk arasında hem askerler
168 Zehir
arasında hem de saray çevresi etrafında nasıl algılandığını ve kullanıldığını çok yönlü olarak bize gösterebilmiştir. Örneğin halk bağda, bahçede ve kayalıklarda çeşitli zehirli hayvanlardan korkarken;
yüksek sınıfa mensup beyler ve paşalar içecek ve yiyeceklerle zehirlenmekten korkmuşlardır.
Bütün bu yönleriyle değerlendirdiğimizde; günümüzde toksikoloji
denilen zehir bilimi hakkında ve zehire toplumsal bakış hakkında
Evliya Çelebi'nin kendi döneminden bize oldukça fazla bilgi verdiğini söyleyebiliriz.
169
KAYNAKLAR
Dankoff, Robert (2010). Seyyah-ı Âlem Evliyâ Çelebi'nin Dünyaya Bakışı.
çev. Müfit Günay. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul.
Dankoff, Robert (2013). Evliyâ Çelebi Okuma Sözlüğü. çev. Semih Tezcan.
Yapı Kredi Yayınları. İstanbul.
Güley, Mustafa; Vural, Nevin (1976). Toksikoloji. Ankara Üniversites
Eczacılık Fakültesi Yayınları. Ankara.
Kahraman, s. A; Dağlı, Y; Dankoff, R. (2011). Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi
2 (7.-10. Kitaplar). Yapı Kredi Yayınları. İstanbul.
Kahraman, s. A; Dağlı, Y; Dankoff, R; Kurşun, Z; Sezgin, İ. (2011). Evliyâ
Çelebi Seyahatnâmesi 1 (1.-6. Kitaplar). Yapı Kredi Yayınları. İstanbul.
Kissling, Hans. J. (1969). Sultan Bâyezîd II ve Françesko II Gonzaga.
İstanbul Üniversitesi Türkiyat Mecmuası. C. XV, s. 47-73.
Koz, M. Sabri (Ed.) (2011). Evliyâ Çelebi Konuşmaları/Yazılar. Yapı Kredi
Yayınları. İstanbul.
Özdemir, O (2016). Tanzaya'daki 13 000 Yıllık Ok Uçlarında Zehir
Bulundu. http://arkeofili.com/tanzanyadaki-13-000-yillik-ok-uclarinda-zehir-bulundu/. Erişim Tarihi: 01.12.2017.
Tezcan, S; Tezcan, N. (2011). Evliyâ Çelebi. Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları. Ankara.