Academia.eduAcademia.edu

Pozitivist Felsefe

AUZEF-Felsefe bölümü Pozitivist Felsefe ders özeti. Pozitivizm, Viyana Çevresi, Popper, Russel, Frege, Tutarlılık Teorisi, Doğruluk Teorisi, Uygunluk Teorisi, Carnap, Ernst Mach, Mantıkçı Pozitivizm, Mantıkçı Empirizm, Mantıksal Atomizm, Yeni Pozitivizm, Wittgenstein, Sentaktik Analiz, Doğrulanabilirlik, Temel Önerme, Protokol Önerme, Mutlak Doğru

1. POZİTİVİZMİN TEMELLERİ-1 Pozitivizmin, bilgi çağının oluşmasında etkin bir rolü olmuştur. Teknoloji ve onun üretimi için bu konuda eğitilmiş insanlara ihtiyaç vardır. Bu alandaki özel bilgiyle donatılmış insanlara sahip olunmadıkça teknolojik başarı da söz konusu olamaz.” Karar verme yetkisine sahip kesiminin “bilgi”yi teknoloji ve üretim ile özdeşleştirmesi büyük bir tehlikedir. Paradoksal gibi görünen bir ifadeyle, “teknoloji üretmeye yönelik bilgi”, aslında tek başına teknoloji üretmek için yeterli değildir; neyin, nasıl ve ne zaman yapılacağını da ‘bilmek’ gerekir. Teknoloji üretebilmek için farklı alanlara ait ve bu alanları kapsayan “bilgi”, felsefedir, kültürdür, yani genelliği olan, olayları kavrayış olanağı getiren, bakışı zenginleştiren bir bilgidir. Uzmanlık bilgisi kendisini sorgulamaya yönelik değildir. Pozitivizm günümüz düşüncesini, dünya görüşünü, toplumsal ve bireysel veya en geniş anlamda kültürel bakış açısını etkilemiş bir düşünce biçimidir. Pozitivizm bir düşünce dönüşümüne işaret eder; geçmiş ile günümüz arasında bir köprüdür. Birçok pozitivist düşünür, pozitivizmi, önceki felsefi anlayışlara ve onun problemlerine bir tepki olarak tanımlamışlardır. Pozitivizm önceki felsefi akımlardan ayrı tutulmalıdır, gerçekte pozitivizm ile öncekiler arasında bir devamlılık söz konusudur. Pozitivizm, bazı geleneksel felsefe problemlerinin yeni bir aynadan günümüze yansıyan yüzüdür. Hem günümüzün sorunlarını hem de geçmişten devralınan sorunları çeşitli yönleriyle anlamak ve onlara nasıl bir çözüm getirildiğini görmek için pozitivizm çok önemli bir ipucudur. Pozitivizm, toplum ve birey arasında hep var olagelmiş etkileşimin günümüzdeki adıdır. Pozitivizm çağımızı karakterize eden kültürel, sosyal, bireysel olayların ve sorunların kavranılmasında, tanımlanmasında ve çözüm üretilmesinde dikkate alınması gereken felsefi bir akımdır. Pozitivizm 20. yüzyıl biliminde yaşanan dönüşümün ürünüdür. Pozitivizm, Antikçağ’dan bugüne kadar gelen bir felsefi anlayışın ulaştığı son noktadır. Bu akımın kurucuları kendilerini önceki felsefi sistemlerden ayırmış olsalar da, pozitivizm, “Antikçağ Felsefesi”yle başlayan bir çizginin en üst basamağıdır. Felsefi bir bakış olarak pozitivizmin, Antikçağ’dan itibaren çeşitli örneklerine rastlanabilir. Ancak pozitivizm genelde, “Viyana Çevresi” olarak bilinen anlayışla sınırlıdır. Viyana Çevresi, “Mantıkçı Empirizm”, “Mantıkçı Pozitivizm” gibi çeşitli adlarla da anılmaktadır. Viyana Çevresi Pozitivizmi’nin kendine özgü birçok özelliği vardır. Viyana Çevresi Pozitivizmi’nin ortaya çıkmasında o dönemin siyasi yapısından, sosyal ve tarihi koşullarına kadar uzanan bir alan etki etmiştir. Viyana Çevresi’nin yeni bir felsefe anlayışı olması, kurucularının bu anlayışı siyasi tercihleriyle ilişkilendirerek açıklamasını gerektirmiştir. Çevre düşünürlerinin öncülerinden olan Otto Neurath’ın 1919 yılında kısa süreli de olsa Bavyera Sovyet Cumhuriyeti’nin ekonomi bakanlığı yapması, bu yeni ve bir bakıma devrimci felsefi anlayışı siyasi-kültürel bir zemin üzerine oturtmak isteyenlerin kullandıkları bir örnektir. Hitler Almanya’sı, Sovyetler Birliği ve dünya savaşları ise, siyasi-kültürel arka planı biçimleyen önemli etkenlerdir. Viyana Çevresi’nin kurulmasında rol oynayan özel bir etkenden söz etmek gerekirse, bu Friedrich Albert Moritz Schlick (1882-1936) olabilir. Schlick, bir grup bilim adamını bir araya getirmiş ve çeşitli felsefi sorunların ele alınmasını sağlamak suretiyle söz konusu akımın doğuşunda çok önemli bir rol üstlenmiştir. Kişiliği kadar, özellikle Rölativite Teorisi’yle uğraşmış olması yeni ve bir anlamda da devrimci bir anlayışla problemlere yaklaşımını sağlamıştır. Bir düşünce akımının doğuşu incelenirken mutlaka dikkate alınması gereken etken, incelenen düşünce akımının içinde yer aldığı tarihsel süreçtir. Viyana Çevresi kendisine özel birtakım sıfatlar yakıştırmış ve kendisini önceki düşünce akımlarından kesin çizgilerle ayırmaya özen göstermiştir. Viyana Çevresinin, önceki felsefi akımlarla kendine özgü ilişkisi vardır. “Geçmiş ile bağını koparmaya yönelik anlayış”, Viyana Çevresi’ni karakterize eden özelliklerinden birisi olmanın da ötesinde, bu akımın aynı zamanda varlık sebeplerinin başında gelir. Viyana Çevresi düşünürleri önceki felsefi sistemleri boş birer metafizik yapı olarak görmüşlerdir. Metafizik olan bir şey anlamsızdır; anlamsız olan bir şey ise metafiziktir. Önceki felsefe, hiçbir cevabı olmayan, o güne kadar kimsenin cevaplayamadığı ve bundan sonra da cevaplayamayacağı sorular üzerine kurulmuştur. Metafizik soruların cevapları yoktur; çünkü onlar anlamdan yoksundurlar. Çevre düşünürlerini bir araya getiren ortak çalışma programları, anlamsız metafiziği bilim ve felsefeden uzaklaştırmak isteği üzerine kurulmuştur. Çevre’nin metafizik karşıtı tutumu, bu akımın doğuşunu belirleyen bir etkendir ama bu tutum aynı zamanda bir süreç içinde oluşan bir gereklilik konumundadır. Metafizik karşıtlığı o dönemin bilimsel gelişimi tarafından beslenip geliştirilmiştir. Metafizik karşıtlığını besleyen gerekçelerinin anlaşılması, aslında Viyana Çevresi Pozitivizmi’ni anlamak için birinci derecede öneme sahiptir. Mach’ın felsefe anlayışı içinde metafizik karşıtlığı, onun düşünce sistemiyle yakından ilgilidir ve sisteminin temel özelliklerinden birisidir. Mach bir bilim adamıdır; ama duyumcu bir filozoftur ve duyumculuğu, metafiziği dışta bırakan bir özellik taşımaktadır. O dönemin bilimsel çalışmaları ve Viyana Çevresi’ni kuran düşünürlerin tamamının farklı bilimlerden gelmesi, metafizik karşıtlığını da Viyana Çevresi için âdeta zorunlu bir kabul haline getirmiştir. Cevabı verilemeyen soruların ve hesabı verilemeyen cevapların çevre düşünürlerinin gözündeki adı metafiziktir. Geleneksel felsefe yargılarının doğrulukları veya yanlışlıkları, deney ve gözlemle gösterilemez. Metafizik karşıtı tutum kadar Viyana Çevresi’ni karakterize eden diğer bir özellik, “doğrulama” kavramıdır. Popper’in çok bilinen “yanlışlanabilirlik” kavramı, çevrenin “doğrulanabilirlik” tanımıyla birlikte günümüze kadar taşınmış meşhur tartışma konusunun kavram çiftleridir. “Doğrulama”, sadece metafizik yargıları ayırt etmeye yarayan bir kavram değildir; o aynı zamanda bilimi ve bilimsel düşünüşü karakterize edebilen bir kavramdır. Bir bilim adamı ileri sürdüğü yargıları ispatlamak, yani onların doğruluğunu göstermek durumundadır. Doğrulama; Bilimin ve bilimselliğin özelliği, Metafizik önermeleri ayırt etmeye yarayan bir ölçüt, Anlam sorununun çıkış noktası. Felsefenin önermeleri nasıl doğrulanacaktır? Bilimler deney ve gözlem yöntemini kullanarak bu işlemi gerçekleştirmektedirler, felsefe için böyle bir olanak yoktur. Felsefe zaten geleneksel olarak deney ve gözlem konusu olmayan olayları konu almıştır. Bu düşünürlere göre felsefenin görevi, dil analizidir. Dil analizi sayesinde hesabı verilebilen önermelerden oluşan, metafizikten arındırılmış bir felsefe olanaklı hale gelebilir. Dil analizinin “anlam” kavramı ile bağı vardır. Dil analizinin en önemli aracı mantıktır. Russell ve Frege gibi düşünürler sayesinde mantık çalışmalarındaki ilerleme, Viyana Çevresi düşünürlerinin hedeflerine ulaşmasına yardım edecek son derece güçlü bir araç elde etmelerini sağlamıştır. Çevre düşünürlerinin metafiziğe karşı olan tavırlarının zamanla aşındığını da unutmamak gerekir. Ahlak ve estetik yargılarımız, teolojik inançlarımız, bireysel tercihlerimizi belirler; bireyin (ve yerine göre de toplumun) davranışlarını yönlendirebilir. Bu gibi önermeler doğrulanabilir değildir; dolayısıyla metafizik karakterdedirler. Viyana Çevresi’nin doğuşu ve gelişimini en az “doğrulama” kavramı kadar belirleyip etkileyen, “apriori” kavramıdır. Bu kavram “doğrulama” ile ilgi içindedir; ama aynı zamanda Kant felsefesiyle ve o dönemde ortaya çıkmış olan bilimsel gelişmelerle de çok yakın ilgi içindedir. Viyana Çevresi’nin bir amacı, eski felsefe anlayışına alternatif bir felsefe ortaya koymaktır. Çevre düşünürlerinin ele aldıkları “apriori” kavramı, Kant’ın tanımladığı şekliyle ve özellikle “sentetik apriori yargılar” ile ilgili tanım bağlamında karşımıza çıkmaktadır. Kant için sentetik apriori yargılar, deney ve gözlemden önce gelirler ve onlara anlam verirler. Kant’ın göz önünde bulundurduğu ve açıklamaya çalıştığı “deney ve gözlem”in en yetkin örneği, Newton sistemi içinde karşımıza çıkar. Newton sisteminin temel bazı özellikleri: Öklid Geometrisini kullanması, Matematiksel bir yapıda olması, Zaman/mekân tanımı. Newton Yasaları ile her türlü cismin hareketi açıklanır. Kant, bilimsel bilgiyi “salt” (pure) ve “deneysel” (empirical) olmak üzere ikiye ayırmıştır. Newton sisteminin hem matematiksel dokusu hem de Öklid geometrisine bağlı olarak tanımladığı uzay (yani sistemi üzerine inşa ettiği formel özellikteki bilgiler), Kant için “salt bilgi” türüne birer örnektir. Newton yasaları, yani ‘cisimlerin hareketini’ açıklayan, ‘üzerine kuvvet etki eden bir cismin hareketini’ öngören yasalar ise, yine Kant için “deneysel bilgi” türüdür. Newton sisteminin formel yapısı (empirik bilginin üzerine kurulduğu zemin), deney ve gözlem aracılığıyla oluşturulmuş değildir. Formel bilgiler, bir fizik sisteminin kurgulanabilmesi için zorunludur. Bilimsel bir sistemdeki kavramlar arasındaki ilişkiler, matematik ve geometri gibi formel özellikteki bilgiler aracılığıyla oluşturulabilir. Formel bilgilerin oluşturduğu doku, deneye ve gözleme anlam verilmesini sağlar (matematik ve geometrik dil aracılığıyla bilimsel bir sistem kurgulanır). Bir cismin hareketini açıklamak için bilimsel bir sistemde geometrik bir modele ve matematik bir dile ihtiyaç vardır; bu aynı zamanda teorinin deney ve gözlemlerimize anlam vermesi demektir. Bu noktada Kant’ın “sentetik apriori” yargıların özellikleri, işlev ve görevleri daha net olarak görülebilir. Deney ve gözlemden önce gelen ve onları anlamlandıran yargılar fizik sistemleri ile sınırlı değildir. Bu duruma tipik bir örnek Kant felsefesinden etkilenmiş olan Freud’dur. Freud’un kullandığı “süper ego” ve “ben” gibi kavramlar gözlemlere anlam verirler. Bu tür kavramlar gözlem veya deney konusu değildir. Çünkü onları deneyle veya gözlemle algılayamayız ama yaptığımız deney ve gözlemlerin anlaşılabilir olması için gereklidirler. Deney ve gözlemi önceleyen, onlara anlam veren, hatta bir bakıma onları mümkün kılan ögelerin (Kantçı bağlamda) apriori özellik taşıyor olması, çevre düşünürlerinin felsefe anlayışıyla uyuşması söz konusu değildir. Kant’ın apriori zorunlu yargılarının bilimsel gelişmelere bağlı olarak gözden geçirilmesi ihtiyacı, Viyana Çevresi’nin ortaya çıkmasında önemli bir etkendir. Bunu fark edenlerin başında M. Schlick gelmektedir. Einstein fiziğinin öngördüğü rölatif zaman ve mekân anlayışının, Newton fiziğinin üzerine kurulduğu Öklidçi mekân anlayışından farklı olduğu, M. Schlick’in dikkatini çekmiştir. Bu fark aynı zamanda pozitivist felsefe anlayışının klasik felsefe anlayışından ayrılışını ifade eden önemli kopuş noktalarından birisidir. Kant’ın felsefe sisteminde Öklid geometrisi, apriori sentetik yargıların en önemli dayanaklarından birisidir. Fakat Rölativite teorisi, Öklid geometrisi dışında da bir geometrinin olabileceğinin ve bu geometri ile fizik dünyanın anlaşılabileceğini; dolayısıyla Kant’ın kullandığı şekliyle ‘apriori sentetik’ yargıların hiç de zorunlu olmaları gerekmediğini göstermiştir. Kant’a göre, Newton sisteminin kullandığı Öklid geometrisini sezgisel olarak kavrarız ve bu geometri fizik dünyanın anlaşılmasında yegâne yöntemi temsil eder. Fizik nesneler dünyasının bizim için anlamlı olabilmeleri için, belli birtakım önbilgilere (Kant’ın ifadesiyle “salt bilgi”ye) ihtiyaç vardır. Bu önbilgilerden birisi de geometridir. Geometri, nesneler arasında koordinasyon kurmamızı sağlar. Bu koordinasyon sayesinde fizik dünyanın bilgisinden söz ederiz; bu sayede onun bilgisine ulaşırız. Kant, kurduğu sistemle bu noktayı aydınlatmış ve aynı zamanda geometrinin temellerini de sorgulamış, böylece Newton sisteminin epistemolojik açıdan kavranılmasına olanak sağlamıştır. Öklid geometrisi ile Newtoncu fizik tam bir uygunluk içindedir. Newton’un ilkelerinin deney ve gözlem ile ilişki içinde olmasına karşılık, Öklid geometrisi için böyle bir gereksinim yoktur. Biri “salt bilgi”, diğeri ise “deneysel bilgi” türüdür. “Salt bilgi” aynı zamanda sezgisel olarak kavranılır, deneyden öncedir ve deneysel bilgiye anlam verir. Böylece Kant, Newton sisteminin ihtiyacı olan epistemolojik zeminini kurmuştur. Başta M. Schlick olmak üzere farkına varılan nokta, rölativite teorisinin fizik dünyayı kendine özgü bir biçimde ve yeni bir “kavramsal yapı” olarak kurgulamasıdır. Bu kavramsal yapıya bağlı olarak oluşan yeni tasarımın çıkış noktasında ise rölativist fiziğin dayandığı yeni geometri bulunmaktadır. Çünkü bu geometri, Öklid geometrisinden farklı bir mekân anlayışı içermektedir. 19. Yüzyılın sonunda ve 20. Yüzyılın başında, önce geometride gerçekleşen değişiklikler ve yeni fizik anlayışının kullandığı Öklid dışı geometriler, hem geometrinin fizik dünya ile ilgisinin yeniden tanımlanmasını hem de geometrinin kendisinin sorgulanmasını gerektirmiştir. Bu sorgulama aynı zamanda Kant’ın, özellikle de onun “apriori” kavramının gözden geçirilmesi demektir. Bütün bunlar da sonuçta yeni felsefi sorunların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. 2. POZİTİVİZMİN TEMELLERİ-2 Geometrik bir sistem her şeyden önce aksiyomatik bir yapıdır. Bu aksiyomlar hem içinde yaşadığımız fizik dünyaya hem de günlük yaşantımızla uygunluk içindedir. Geometrinin fizik dünya ile olan ilişkisinde dikkati çeken iki önemli nokta vardır. Fizik dünyanın anlaşılmasında geometriye ihtiyaç duyulması, Geometrinin zihinsel işlemler olarak kurgulanması. Enformasyonlar: Duyu organlarımız aracılığıyla elde edilir ve fizik dünyanın kavranılmasında asıl rolü üstlenir (renk, ses, koku gibi veriler). Fakat aynı fizik nesneler, aralarındaki uzaklık-yakınlık, büyüklük-küçüklük gibi ilişkiler, hız ve hareket gibi özellikler açısından da kavranılır ve anlam taşırlar. Nesnelerin bu özelliklerini ise geometrik bir sistem aracılığıyla tanımlayabilir ve kavrayabiliriz. Geometri çok öncelikli bir konumda bulunmaktadır. Çünkü “hız” ve “hareket”, fizik dünyanın bilimsel olarak kavranılmasında en temel iki kavramdır ve aynı zamanda bu iki kavram için geometriye, onun dilini oluşturan çizgilere ihtiyaç duyulur. Geometri, fizik dünyayı anlamada kullanılan kavramlar arası ilişkilerin kurulmasında bir ön koşul durumundadır. Geometrinin felsefi açıdan dikkati çeken ikinci özelliği, zihinsel bir işlem olarak kurgulanmasıdır. Fizik yasası (mesela Newton teorisi) tüm evrende geçerlidir ve dolayısıyla nesnelerin değişen ve bize bağlı olan özelliklerini değil de tüm nesneler için ortak özellikleri ifade eder. Hareket, fizik nesnelerin renk, koku, şekil gibi algı konusu olan çeşitli özelliklerinden sadece birisidir ama onlardan çok farklıdır. Bizim için önemli olan farkı ise, matematik ve geometri yardımıyla ifade edilmesidir. Fizik dünyanın anlaşılmasında renk, ses, koku, şekil ve hareket gibi doğrudan algılanabilen nitelikler dışında, içerikleri birtakım kavramların da önemli rolleri vardır Kütle, ivme, mekân gibi kavramlar doğrudan algı konusu olamayıp fizik nesnelerin hareketine anlam verir. Bu kavramlar aynı zamanda kendi aralarında ilişkilendirilerek tanımlanırlar. Kavramlar arasındaki bu ağ Newton sistemi’ni oluşturur. Kavramlar arasında kurulan ilişki (veya oluşturulan ağ), matematik ve geometri aracılığıyla sağlanır. Kant’a göre geometri, fizik nesnelerin hareketini anlamak için bir ön koşuldur ve apriori olarak zorunludur. Fizik dünya Öklid geometrisinin öngördüğü şekildedir. Bu geometri hem aşkın (transcendental) özelliktedir hem de fizik nesneler için tek ve zorunlu bir ilişki tanımlar. Kant için bu geometri (Öklid geometrisi), sezgisel yolla kavranılır. Fizik nesneler dünyasının yegâne dili Öklid geometrisi değildir, Öklid dışı geometriler ortaya çıkmıştır. Bu durumda sezgi de Kant’ın düşüncesinin tersine, bu geometriyi kavramanın tek yolu olmayacaktır. Sezgiyi dışlamak, giderek fizik dünyaya ilişkin bilgilerimizin yeniden gözden geçirilmesini gerektirecektir. Rölativist fizik “zaman ve mekân”ı ölçülebilir özellikte tanımlamıştır. Bu özellik sayesinde bilincimizin, geometrinin nokta, uzay, boyut gibi çok özel objelerinin bilgisini ölçme yoluyla ve dolayısıyla objektif bir yöntemle, sezgiyi de dışlayarak (böylece de aşkın bir alan tanımlamamıza ihtiyaç olmadan) oluşturabileceği sonucu çıkmaktadır. Kant gibi Schlick de mekân algımızın analizinin aslında bir doğa felsefesi olduğu düşüncesindedir. Felsefenin geleneksel problemi olan fizik nesneler dünyasının anlaşılması, bir bakıma geometrinin ne olduğunun ve mekânla geometri arasındaki ilişkinin anlaşılmasına dayandırılmıştır. Geometri ne sadece formel bir sistem olarak görülebilir ne de sadece fizik cisimlerin hareketini tasvir etmekle sınırlı kalabilir. Sorun, geometrinin epistemolojik yorumudur. Viyana Çevresi için felsefe sorunları yeni değildir. Yeni olan verilen cevaplardır. Viyana Çevresi felsefesi aslında Antikçağ’dan beri gelen bir anlayışın son halkasıdır, bu zinciri kısaca rasyonelleştirme olarak adlandırabiliriz. Bu rasyonelleştirmenin son adımı, Viyana Çevresi ile birlikte, konuşma dilinin ayrı bir inceleme konusu yapılması sayesinde gerçekleşmiştir. Newton fiziği, Rölativist fizik ve Kuantum fiziği, nesneler dünyasını anlaşılır (rasyonel) hale getirmiştir. Fizik dünyanın rasyonelleştirilmesi, matematik ve geometri aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Konuşma dilinin rasyonelleşmesinde kullanılan araç mantıktır. Fizik nesnelerden sonra “dil” de, rasyonelleştirilerek kavranılmaya çalışılmıştır. Bu özellik rasyonelleştirme adımının son halkasıdır. Çevre düşünürleri, rölativist fiziğin farklı bir geometri kullandığının ve dolayısıyla mekânın, Kant’ın düşündüğünün aksine, tek ve zorunlu bir tasvirinin söz konusu olmadığının da farkındadırlar. Kant ve çevre düşünürleri arasında geometrinin, deney ve gözlemi öncelemesi ve böylece ona anlam vermesi konusunda köklü bir görüş ayrılığı yoktur. Yeni Kantçı filozoflara göre, Kant’ın temel görüşü olan “fizikte, mekânın aşkın olma görevini sürdürmesi ve geometrinin fizik içindeki yeri” önemini korumuştur. Mekân: Fizik nesneleri kuşatır (kendisi de fizik dünyanın bir parçasıdır) Kültürel, tarihi, toplumsal etkiler veya fizyolojik özelliklerimizi oluşturur (kavram tasavvuru), Dilsel kavram (günlük konuşma dilinde). Kant’ın başarısı, fizik mekân ve onun tasavvuru arasındaki farkı görmesi ve felsefi sonuçlarını irdeleyebilmesi olmuştur. Mekân’a ilişkin sorunlar Viyana Çevresi’nin hem başında yer almış hem de onun doğuşunu biçimlemiştir. Mekân ile ilgili olarak tartışılan sorunlar, “anlam problemi” ve “doğrulama problemi”, dolayısıyla da dil ile ilgili olan sorunları bazen dolaylı bir şekilde tetiklemiş veya doğrudan etkilemiştir. Sorgulanan problem, elbette geometrinin ve mekânın kendisidir aynı zamanda geometri ile fizik nesneler arasındaki ilişki üzerinedir. Geometri, fizik dünya hakkındaki bilgilerimizin yine ön koşulu durumundadır. Fakat bu önkoşul, Kant’ın onu yorumlayışından farklı ve empirik felsefeye uygun olmalıdır. Bütün bu tartışmaların çıkış noktası: Geometrik model değiştirildiğine, fizik dünya ile ilgili bilgilerimizde de değişiklik olmaktadır. Geometri sadece bilimsel bilgileri değil, içinde yaşadığımız fizik nesnelere ilişkin günlük bilgilerimizi de ilgilendirmektedir. Geometri, fizik nesnelere ilişkin bilgilerin biçimlenmesinde, bu bilgilerimizin oluşmasında birinci dereceden sorumludur. Bu durumda fizik dünyanın bilgisini sorgulamak, aynı zamanda geometrinin ne olduğunu sorgulamak anlamına gelmektedir. Geometrinin genel olarak bilginin kendisi için bir model konumunda olduğunu ayrıca belirtmek gerekir. Frege ile birlikte, konuşma dili ayrı bir problem alanı halini almaya başlamıştır. Özellikle Frege ve Russell gibi düşünürler sayesinde dil, bağımsız bir problem alanı olmuştur. Dil zemini üzerinde yapılan tartışmaları “anlam problemi” olarak nitelendirmek mümkündür. Fizik dünya ve bu dünyaya ilişkin bilgilerimiz arasında kalan bir alan “dil”dir. Dil, farklı türden bilgilerin taşıyıcısı durumundadır. Bilgilerimiz doğrudan algıladığımız fizik dünya ile ilgilidir, bu bilgileri aktarabilir ve onları paylaşabiliriz. Algılar (öznel-subjektif) kişiseldir paylaşılan bilgiler (nesnel-objektif) ise kişiler arasıdır. Kavramlar ve yargılar, kelimeler ve önermeler aracılığıyla bireyler arasında aktarılır. Eğer neyin nasıl söylendiğini ve aktarıldığını sorgularsak, bir yandan dilin formel yapısını diğer yandan da dilin anlam boyutunu dikkate almamız gerekecektir. Dilin anlam boyutunun farkına varılmasında dönüm noktası şüphesiz Frege’dir. Russell ve Frege başta olmak üzere o dönemin mantık ve matematikçilerinin çalışmaları ise, dilin formel yapısının ve işleyişinin gündeme gelmesinde ve anlaşılmasında baş rolü oynamıştır. 3. POZİTİVİZMİN TEMELLERİ-3 Duyu organlarımız aracılığıyla elde edilen deney ve gözlem bilgileri öznel bir temel üzerine kurulmuşlardır, yani öznel türdendir. Algılarım, yani öznel deneyimlerim, dili aracılığıyla bilgi haline gelirler ve aktarılırlar. Sübjektif temel üzerine kurulmuş fizik dünyaya ilişkin bilgilerimizin objektifliği dil sayesinde sağlanır. Kavramları ifade etmede kullandığımız kelimeler de aslında sübjektif ve objektif bilgileri birlikte taşırlar. Bir kavram, kişiye göre değişen duygusal bir içerik kadar, herkes için ortak olan bilgisel bir içerik de taşıyabilmektedir. Kavramlar deney ve gözlem hakkında bilgi verseler bile, deney ve gözlemden elde edilmeyen bazı ön kabuller içerebilirler. Tek tek kavramların içerdikleri bazı bilgiler, ancak başka kavramlarla olan ilişkileri çerçevesinde bir anlam taşıyabilir. Bir fizik sistemi içindeki kavramlar, yargılar ve dolayısıyla onların içerikleri, birbirlerine (âdeta bir ağ şeklinde) bağlanırlar. Karşılıklı ilişkilerin oluşturduğu böyle bir bağ içindeki yargılar bize bilgi verirler. Bu yargıların taşıdıkları bilgi (knowledge, cognition/Erkennen), duyu organlarımız aracılığıyla fizik dünyadan elde edilen bilgilerden (acquaintance/Kenen veya yaşantı/experience/Erleben) farklıdır. Sistem içindeki yargıları birbirleriyle ilişki içinde kavrarız. Bu ilişkiler ağının oluşturduğu bütünlük, yani bilimsel sistem, yargılar arasında mantıksal, dilsel, matematik vb. kurallar aracılığıyla kurulabilir. Bilimsel bir teori ( bilgi sistemi), bu anlamda kavramlar arasında kurulan ilişkiler yumağıdır. Teorik yargıların gerek kendi aralarındaki ilişkiler gerekse deney ve gözlem önermeleriyle olan ilişkisi “mantıksal” özellikte olmak durumundadır. Çünkü özellikle teorik ifadelerde bu ilişki, dedüktif özellikte bir çıkarım ilişkisidir. Mantıksal ilişkinin bir ucunda teorik ifadeler arasında kurulan ilişki, diğer ucunda ise gözlem önermeleriyle yasalar arasında kurulan çıkarım ilişkisi bulunur. Tutarlılık teorisi: Schlick’e göre, kavramların anlamları, aralarındaki mantıksal ilişkiler aracılığıyla belirlenir. Bilginin söz konusu olduğu yerde tasavvurlar (images/Vorstellungen) değil, kavramlar vardır. Schlick’in dikkate aldığı bilgi (knowledge ve cognition), kavramlar arasındaki formel ilişkilerle tanımlanır. Yaşantıyla farkına varmak, o nesnenin bilgisine sahip olmak demek değildir. Bilgi, aktarılabilir bir özelliktedir; aktarma ise, Schlick’e göre, formel işlemlerle sağlanır. Bir kavramın içeriği, kişiseldir; yaşantı bu içeriğe ulaşmanın yoludur. Yaşantı sonucunda ulaşılan içerik, bireyin kişisel deneyimine bağlıdır ve aktarılabilir özellikte değildir. (Schlick’in kullandığı kavramlar) Yaşantıya bağlı olarak ortaya çıkan bir “tanıma” sözkonusudur ama bir bilgi ve dolayısıyla ona karşılık gelen bir kavram söz konusu değildir. Bu bakış, Kant’ın düşünce fizik dünya arasında sezgi aracılığıyla kurduğu köprüyü de yıkmış olmaktadır çünkü başta bilim olmak üzere tüm sistemli bilgilerimiz formel/mantıksal bir işlem olarak açıklanabilmektedir. Kavramlar için bilginin söz konusu olduğu yerde ‘anlam’ da söz konusudur. “Anlam” problemi çevre düşünürlerinin ağırlıklı olarak üzerinde durdukları asıl problem konumundadır. Fizik dünya ile olan ilişkinin en alt basamağında duyumlar yatmaktadır. Fizik nesneler hakkında bilgi ise kendi içinde tutarlı bir takım dilsel formlar aracılığıyla sağlanmaktadır. Protokol önermeler, o anda algılanan, ama bir teori içinde anlam taşıyan önermelerdir. Yapılan bir deney sonucunu ifade eden, örneğin “voltmetre şu an 2 amperi gösteriyor” ifadesi bir protokol önermedir. Bir protokol önerme bir yaşantı içermekle birlikte arkasında teorik bir kurgu ve bu kurgunun verdiği anlam bulunur. Bilgi, akıl temeli üzerine inşa edilmiştir. Duyumlar, bilginin kaynağı değildir; sadece ham verileri sağlarlar. Fizik dünyanın mantıksal bir tasarım olarak inşası: Wittgenstein’ın resim teorisinde (picture theory) Carnap’ın dünyanın mantıksal inşasında (Logische Aufbau der Welt). Viyana Çevresi’nin vatanındaki filozoflar ağırlıklı olarak tutarlılık teorisinin sıkı savunucuları arasındadır. Uygunluk teorisi: (Russell ve Ayer gibi düşünürler) bilgi, “temel önerme” adı verilen ve fizik dünya hakkında doğrudan bilgi veren gözlem önermeleri vasıtasıyla oluşturulur. Metafizik karşıtlığı Viyan Çevresi’nin doğuş gerekçelerinden biri olmanın ötesinde çalışma programlarının ana başlıklarından biri olmuştur. Asırlar boyunca işlenegelmiş metafiziğin bir anda felsefeden uzaklaştırılması hiçbir şekilde mümkün olmamıştır. Yani çevre düşünürleri sayesinde geleneksel metafizik adeta güncelleşmiş ve daha da yoğunlaşmıştır. Fakat Viyana Çevresi’nin asıl önemli özelliği, Antikçağ ile başlayan felsefe geleneğinin son halkası olmasıdır. Fizik dünyada bir düzenlilik vardır, gerek felsefe gerekse bilim bu düzenliliği rasyonel bir şema haline getirmek suretiyle anlaşılabilir kılar. Anlaşılabilirlik, yani rasyonelleştirme, bir sistemin tutarlı olması, mantıksal bir işleyişinin (yani aklımızın işleyişine uygun) olmasıdır. Tabiatın kendisinde, bilimin yapısına uygun rasyonel bir işleyiş, kısaca bir düzenlilik (yani bir kozmos) vardır. Newton sistemiyle doruk noktasına ulaşan dünya görüşünün öngördüğü nesneler dünyasının özelliği, rasyonel ve determinist yapıda olmasıdır. Aristotelesçi anlayışa göre fizik dünya, organik bir yapı; Newton sistemine göre ise fizik dünya, bizim dışımızda ve bir saat gibi işleyen mekanik bir yapıdır. Ama bu yapı her iki sisteme göre de düzenli olarak işleyen, rasyonel bir yapıdır; o bir ‘kozmos’tur. Çevre düşünürlerini de bu gelenek içinde düşünmek yerinde olacaktır. Bugün biz fizik dünyayı kaotik bir yapı, konuşma dilini de puslu bir yapı olarak kabul etme olanağına sahibiz. Aklımızın bir özelliğini (rasyonel düşünüş) fizik dünyaya yansıtmak; onun yapısının ve işleyişinin bir özelliği olarak görmek gereği artık yoktur. Viyana Çevresi felsefesini, “konusunu rasyonelleştirerek kavrayan ama aynı zamanda onun rasyonel bir yapıda olduğunu -örtük bir şekilde de olsa- kabul eden” geleneksel felsefi anlayışın bir devamı şeklinde yorumlamak mümkün görünmektedir. 4. GÜNÜMÜZ POZİTİVİZMİN ÖNCÜLERİ-1 “Pozitivizm”, bilimsel bir yönteme işaret etmek amacıyla ve bu yöntemin felsefeye uygulaması anlamında ilk defa Saint-Simon tarafından kullanılmıştır. Auguste Comte ile birlikte pozitivizm, felsefi bir hareketin adı haline gelmiştir. Pozitivizm, sadece felsefede değil, bilimde, sanatta, edebiyatta, hukukta belirli bir düşünce biçimini ifade etmektedir. Pozitif bilimler deyimiyle, kuralları belli olan, belirli kurallara göre işleyen bir bilgi türü kastedilmektedir. Felsefi bir görüş olarak pozitivizmin temel özelliği, bilimi tek geçerli bilgi olarak görmesi ve olguları (facts) bilinebilen ve üzerinde inceleme yapılabilecek tek obje olarak kabul etmesidir. Pozitif görüş açısından felsefe, bilimsel yöntemi kullanması gereken bir bilgi türüdür. Pozitivist felsefenin iki ayrı döneminden söz etmek mümkündür: S. Simon’la başlayan dönem, Viyana Çevresi düşünürleriyle başlayan dönem. Saint-Simon’un kullandığı anlamda pozitivizm, toplumsal yapıyı bilimsel çalışmalar vasıtasıyla ve bilimsel yöntemler kullanarak yeniden düzenlemeyi amaç edinen bir tutumun adıdır. S. Simon, aralarında Ansiklopedist d’Alembert’in de bulunduğu düşünürlerin yanında eğitim görmüştür. S. Simon’a göre insanlık yeni bir çağda, bilimsel gelişmelerin getirdiği yenilikler çağında yaşamaktadır. Değişen topluma pozitivist esaslara göre, yani bilimsel bir yöntem çerçevesinde yeniden yön vermek gerekir. S. Simon’la birlikte bu görüşü paylaşan diğer düşünürler: Fransa’da Charles Fourier, Pierre Joseph Proudhon; İngiltere’de faydacı ekolden Jeremy Bentham, James Mill, dolayısıyla da Thomas Malthys ve David Ricardo’dur. Pozitivist felsefenin görevi, bütün bilimlerin ortak olan genel ilkelerini bulmak ve bu ilkelere göre toplumun yeniden kurulmasını temin etmektir. Pozitif felsefe, bilimden ayrı bir yönteme sahip olamaz. Dolayısıyla da bu felsefede, bilimsel bilgi dışında bir bilgiye (özellikle metafiziğe) ve bilimsel yöntem dışında bir yönteme yer yoktur. Pozitivist felsefenin temelleri aslında, Francis Bacon’a kadar geri gitmektedir. Bacon, Aristotelesçi görüşlere karşı çıkarak gözlem ve deneyim temele alınıp bilimin bu esaslara göre yeniden kurulması gerektiğini savunmuştur. S. Simon’un görüşlerini yayan ve pozitivizmin gelişmesini sağlayan düşünür ise Auguste Comte olmuştur. Comte’a göre pozitivizmin amacı, toplum olaylarını incelemek ve topluma yön vermektir. Comte felsefesinin çıkış noktası, onun meşhur üç hal kanunudur: Teolojik evre, Metafizik evre, Pozitif evre (bilimsel evre). Comte’un pozitivizmi sosyolojinin kurulmasına büyük katkısı olmuştur. Comte’un İngiltere’deki çağdaşlarından olan Jeremy Bentham ve James Mill’e göre de geçerli bilgi ancak bilimsel bilgi türünde olabilir. Bentham, ahlakı (etik) kesin bilimler örneğine göre kurmak istemiş, böylece pozitivist felsefenin prensiplerini ahlak alanına uygulamaya çalışmıştır. S. Simon ve A. Comte pozitivizminin izinden yürüyen diğer bir düşünür John Stuart Mill’dir. Mill, liberal düşüncenin önde gelen savunucularından olmuş, bu görüşün etkili olmasında rol oynamıştır. Mill, pozitivist felsefenin en önemli ilkelerinden olan deneyciliği, yaptığı mantık çalışmalarıyla desteklemiştir. Mill, mantığı bilimsel verileri dogmatik olarak değerlendirilmesini önleyecek bir araç olarak kullanmak istemiştir. Simon ve Comte pozitivizmi sosyal olayları ön plana alırken, başta fizik ve biyoloji olmak üzere doğa bilimlerini çıkış noktası yapan diğer bir pozitivist anlayıştan da söz edebilir: Sosyal pozitivizm, Evrimci pozitivizm. Darwin, Spencer ve Haeckel tarafından kurulmuş olan evrim teorisi; Fechner, Wundt ve Lipps tarafından geliştirilen deneysel psikoloji, bilgiyi pozitivist bir anlayışla ve bir evrim içinde ele alınmasına sebep olmuş ve zemin hazırlamıştır. Bu anlayışın ilk büyük temsilcilerinden birisi Herbert Spencer’dır. H. Spencer’a göre evrim sadece fizik dünyada değil, biyoloji, psikoloji ve sosyolojide de söz konusudur. Toplum, tıpkı bir organizma gibi gelişir. Ahlak da evrimin sonuçlarından birisidir. Spencer’ın pozitivist anlayışı, bilimin görünüşün ötesine geçemeyeceğini kabul etmesinde kendini gösterir. Spencer’a göre bilim, mekânın, zamanın, enerjinin ve diğer kavramların işaret ettiği hadiselerle, onların görünüşleriyle ilgilenirken din bu hadiselerin özü üzerinde durur. Spencer pozitivizminde materyalist ve spirtüalist görüşlerin birleştirilmesi söz konusudur. Spencer’ı pozitivist yapan asıl özellik, felsefi analiz için bilimsel bilginin ve bilimin metodolojisinin kullanılması gerektiğini savunmasıdır. Sadece olguların bilinebileceğini ve bilginin bilimsel yöntemlerle elde edilebileceğini kabul etmek, pozitivizmin temel prensiplerinden birisidir. Bilgilerimizdeki gelişme, bir önceki yöntemlerden ve daha önce elde edilmiş bilgilerden yararlanarak yeni bilgilerin elde edilmesi demektir. Tekçi (monist) görüş, önce Alman filozofu Ernst Haeckel tarafından savunulmuştur. Haeckel’e göre madde ve enerji, temel varlığın (substansın) ayrılmaz iki özelliğidir; diğer bir deyişle temel varlık, bu ikisinin bileşimi demektir. Spencer’ın etkileri Wilhelm Wundt üzerinde de görülür. Deneysel psikolojinin kurucusu olan Wundt, materyalist monizm yerine psikofiziksel paralelliği koymuştur. Pearson’a göre duyum izlenimleri, nötr elemanlar olup, fizik ve psikolojik dünya bu elemanlardan ibarettir. Bu görüş daha sonra B. Russell ve Wittgenstein’ın etkisiyle dil analizi halini almıştır. 5.GÜNÜMÜZ POZİTİVİZMİN ÖNCÜLERİ-2 E. Mach’ın duyumları temele koymasını fizyolojide yaptığı çalışmalara bağlamak mümkündür. Mach’ın metafiziğe karşı olan tutumu pozitivist felsefe üzerine büyük etki yapmıştır. Ernst Mach’a göre felsefi kavramlar bilimsel çalışmalar ışığında ele alınmalıdır. Mach, felsefeyi bilimden ayrı düşünmemektedir. Mach’ın, felsefi görüşleri ve bilimsel çalışmaları ışığında kavramları yeniden tanımlamak suretiyle getirdiği yeni yorumlar, Einstein’ın Rölativite teorisini kurmasında dolaylı bir etkisi olmuştur. Fakat öte yandan, aynı çalışmaların bir sonucu olarak atomun varlığını kabul etmemesi, bilimsel çalışmaları olumsuz bir şekilde etkilemiştir. Bir kavram, bilimde kullanılıyor bile olsa, eğer duyumlara indirgenip tanımlanıyorsa metafizik bir kavramdır. Duyumlar sadece fiziksel nesneler dünyasının değil, psikolojimizin de temelindedir. Bedenimiz ve duyumlar evrenin bir parçasıdır . Evreni duyumlardan ibaret olarak gördüğü için Mach’a göre bilimler bir bütünlüğe yönelmiş durumdadır. Tek tek bilimler, duyumların belirli yönleriyle ilgilenirler. Felsefe ise, tek tek bilimlerden aldığı malzemeyi yorumlamak suretiyle olguları bir bütün olarak görür, yani hem fizik hem de psikolojik hadiseleri tek bir sistem içinde toplar (düşünce ekonomisi). Mach’ın bu görüşleri Viyana Çevresi adıyla anılacak olan pozitivizme yön vermiştir. Schlick de aynı geleneği sürdürmüş, Mach’ın düşüncelerinin ve yaptığı çalışmaların yayılıp gelişmesinde katkısı olmuştur. 1922 yılından itibaren Viyana Üniversitesi’nde Schlick’in girişimiyle ve başkanlığında, hepsi farklı alanlardan gelen bilim adamlarının katılmasıyla toplantılar düzenlemeye başlanmıştır. Toplantıların Viyana’da yapılması dolayısıyla bu yeni pozitivizm, başlangıçta “Viyana Çevresi” adıyla anılmıştır. Daha sonra bu akım “Mantıkçı Pozitivizm,” “Mantıkçı Empirizm,” “Mantıksal Atomizm” ve “Yeni Pozitivizm” gibi deyimlerle ifade edilmiştir. Viyana’da yapılan toplantılara katılan düşünürlerin bazıları şunlardır: H. Hahn (matematikçi), O. Neurath (sosyolog), V. Kraft (tarihçi), K. Reidemeister (matematikçi), F. Kaufmann (hukukçu), P. Frank (fizikçi), E. Kaila (psikolog), K. Gödel (matematikçi), H. Feigl, E. Zilsel, B. V. Juhos, H. Neider, R. Carnap, G. Bergman, M. Natkin, K. Menger, T. Radokovic. Bu ekolün tarihindeki diğer önemli bir kişi L. Wittgenstein’dır. Çevre toplantılarına doğrudan katılmamakla birlikte görüşleriyle büyük bir etki yapmıştır. 1929 yılında çevre düşünürleri, yaptıkları seminerler neticesinde yeni birtakım özellikler taşıyan felsefi bir akımın kendiliğinden oluşmaya başladığını görmüşlerdir. Çevrenin yayınları: “Bilimsel Dünya Kavrayışı: Viyana Çevresi” (Carnap, Hahn ve Neurath) “Erkenntnis”-“Felsefe Yıllığı” (Carnap ve Reichenbach), “Birleştirilmiş Bilim” (Neurath) Berlin Grubu: F. Kraus, H. Reichenbach, Herzberg, Parseval, W. Dubislav, K. Grelling. Königsberg, Prag, Kopenhag, Paris, Cambridge, Massachusetts’de yapılan kongreler sayesinde “Çevre”nin görüşleri sadece yaygınlaşmakla kalmamış yeni özellikler de kazanmıştır. Bu ekolün temsilcileri, bir kişinin fikirlerinin veya bir görüşün klasik anlamda izleyicileri olmamışlardır. Çevre’yi oluşturan düşünlerin (özellikle başlangıçta) sadece ortak tutumlarından söz edilebilir. Bu tutumu ise şu şekilde ifade etmek mümkündür: Felsefe bilimsel karakterde olmalıdır (deneysel bilimlerde olduğu gibi açıklık, mantıksal tutarlılık, ispatlanabilirlik bulunmalıdır) Spekülatif, ispatlanamayan, dogmatik varsayım ve görüşlere yer verilmemelidir. Felsefeye bilimde olduğu gibi empirik bir nitelik kazandırmak mümkün olabilir. İddiaları deneysel bilimlerde olduğu gibi denetlemek ve ispatlamak imkân dahiline girebilir. Felsefede, bilimdeki deneyin yerini tutabilecek araç, mantıktır (mantıkçı pozitivizm, mantıkçı empirizm). Çevre düşünürleri, felsefeye yeni bir problem daha kazandırmış olmaktadır: Mantık ve dil. Felsefe problemleri bir dil problemi halini almış, bu problemin incelenmesinde ise, mantık bir araç ve yeni bir araştırma alanı haline gelmiştir. Bu konuda yapılan çalışmaların başlatıcısı G. Frege, B. Russell ve L. Wittgenstein olmuştur. Gerek Wittgenstein gerekse diğer Çevre düşünürlerine göre felsefe, bir bilim değildir. Felsefenin görevi, kavramların, tanımların analizlerini yapmaktır. Bu analiz de yine dil analizinden başka bir şey değildir. Çevre düşünürlerinin hem dil analizine dayanan çalışmalarının hem metafiziğe karşı olan tutumlarının hem de felsefeyi deneysel bilimler modeli üzerine kurma anlayışının merkezinde “doğrulama” kavramı bulunmaktadır. Çevre düşünürlerini metafiziksiz bir felsefe yapmak istemişlerdir, metafizik, anlamsız önermelerden ibarettir. Metafizik, fiziksel gerçeklik hakkında denetlenmesi mümkün olmayan birtakım yargılar ileri sürer. Metafiziğe yer vermeyen bir felsefe yapmak için, metafizik ifadeleri metafizik olmayan ifadelerden ayıracak kriter doğrulanabilirliktir. Metafizik önermeleri doğrulama imkânı yoktur. Bir ifade eğer doğrulanabilirse metafizik değildir. Doğrulanmaya en iyi örnek, deneysel bilimlerin önermeleridir. Bilimler, olayların yargılarla olan bağlantısının tek anlamlılığını kontrol etmek için doğrulama yöntemlerini kullanır. Wittgenstein doğrulanabilirliği, bir ifadenin anlam kriteri olarak kabul etmiştir: Bir önermeyi anlamak, bu önermenin hangi durumda doğru olacağını bilmek demektir. Bu anlayış aynı zamanda Çevre düşünürlerinin ortak görüşünü ifade etmektedir. Weismann: Bir ifadenin doğruluğuyla ilgili hiçbir şey söylemiyorsa, bu ifade anlamdan yoksundur; çünkü bir ifadenin anlamı, onun doğrulama yöntemidir. Felsefe, tıpkı bilimlerde olduğu gibi, doğrulanabilir önermelerden ibaret hale getirilmek istenmiştir. Sorun: Estetikle, ahlakla ilgili cümlelerin ve mantık önermelerinin deneyle doğrulanmaları söz konusu değildir. Bu gibi güçlüklerin etkisiyle önerme, cümle ve ifade arasında bir ayrım yapılması yoluna gidilmiştir. Önerme: Bir özne, bir yüklem ve bir bağlaçtan meydana gelen bir yargıdır, mantık alanında kullanılırlar (doğrulanabilir/yanlışlanabilir). Cümle: Emir, hayret, yargı bildiren, bir özne ile bir fiilden meydana gelen, gramatik açıdan düzgün kelimeler dizisidir. İfade: Yazılı veya sözlü olarak bir bilgi aktarmaya yarar. Doğrulama ile anlam arasında bağ kurulması, cümle veya ifadeler için söz konusu olacaktır. Her cümlenin dile getirdiği bir ifade vardır. Bir ifade farklı cümlelerde dile getirilebilir. Bir cümlenin anlamlı olması (dile getirdiği ifadenin doğrulanması problemi), dilin yapı ve özelliklerinin araştırılmasına ihtiyaç duyulacaktır. Yapılan doğrulama işlemi aynı zamanda bir yönüyle terimlerin anlamları arasında cereyan etmektedir. Çevre düşünürleri, bir ifadenin anlamlı olmasını, o ifadenin doğrulanabilir olmasına bağlamışlardır. Bir ifadenin anlamını bilmek, bu ifadenin ne şekilde doğrulanabileceğini bilmek demektir. Çevre düşünürleri sadece metafiziğe karşı değildirler; felsefeyi bir dil analizi olarak görürler. 6. POZİTİVİZMİN ÖNCÜSÜ: RUDOLF CARNAP (1) Felsefi bir anlayış olarak pozitivizm, birbirine bir ölçüde yakın iki farklı görüşü hatıra getirir: Simon, Comte başta olmak üzere sosyolojinin de kurucularından olan düşünürlerin temsil ettiği pozitivizm, XX. yüzyılın hemen başlarında ortaya çıkan pozitivizm (Viyana Çevresi Pozitivizmi, Mantıkçı Empirizim, Mantıkçı Pozitivizm) Viyana Çevresi düşünürleri belli bir akımın veya felsefi bir görüşün temsilcisi olmamışlardır. Bu düşünürlerin ortak tarafı, Çevre'nin çalışma programı ve hedeflerdir. Bu hedefler arasında, metafizik karşıtı tutum şüphesiz en temel özelliktir. Carnap, Çevrenin önde gelen bir düşünürü olup, hem çalışmalarıyla Çevre'ye yön vermiş hem de yapılan çalışmalardan etkilenmiştir. Kant'ın mekân anlayışı Carnap'ın ilgisini çeken bir sorundur. Carnap'ın ilgi alanı, fizikte kullanılan zaman ve mekânın felsefi açıdan incelenmesidir. “Dünya'nın Mantıksal Yapısı” (The Logical Structure of the World/Die Logische Aufbau der Welt) “Felsefede Sahte Problemler” (Pseudoproblems in Philosophy). Carnap, diğer Çevre düşünürleri gibi, empirist bir anlayışa sahiptir. Carnap'ın empirizm anlayışı, bilimsel terimlerin fenomenalistik bir dil aracılığıyla tanımlanabileceği inancına dayanır. Felsefe, çözülemeyen metafizik sorunları bir kenara bırakmalı, çözülebilir sorunları ele almalıdır. Bir filozof, tıpkı bir bilim insanı gibi, bilimsel yöntemlerle felsefeye yaklaşmalı ve çözülebilir sorunlarla uğraşmalıdır. Viyana Çevresi (Vienna Circle/Wiener Kreis) veya Ernst Mach Derneği (Ernst Mach Society/Verein Ernst Mach). Viyana Çevresi, hiçbir zaman bir sistem kurma veya bir felsefi görüşü öne çıkarma yoluna gitmemiştir. Felsefi sorunlara bilimsel bir bakış açısıyla yaklaşmayı hedefleyen bir çalışma programı oluşturmayı amaçlamıştır. Pozitivizmin, Türkiye'de önemli bir yankısı olmuştur. Özellikle materyalizmle eşleştirilmiştir. Viyana Çevresi düşünürlerinin temsil ettiği felsefi anlayış “Aristotelesçi fizik anlayışının ve bu fizik anlayışının dayandığı metafizik anlayışın bittiği yer” olarak da nitelendirmek mümkündür. Pozitivizmin metafiziğe karşı bakışının aslında Aristotelesçi metafiziği hedeflediğini söylemek yerinde olacaktır. Bu “yeni metafizik”i, Newtoncu bilimin tasvir ettiği evrene ilişkin metafizik olarak nitelemek mümkündür. Newton fiziğinin felsefi yorumu, Kant tarafından yapılmıştı. Ne var ki bu yorum henüz tamamlanmış sayılmazdı; çünkü Newton sisteminin öngördüğü (mekanist/determinist) fizik dünya henüz eleştirilmemişti. Bu eleştiri Rölativite ve Kuvantum fiziği aracılığıyla gerçekleşecek ve Newton fiziğinin de kavramsal olarak gözden geçirilmesini gerektirecektir. Çevre düşünürlerinin anlamsız olarak ilan ettikleri metafizik, aslında Aristotelesçi felsefenin (özellikle ontolojik içerikli) sorunlarını kapsıyordu. Çevre düşünürleri ikili bir görev üstlenmiş oldular: Aristotelesçi metafiziği (daha doğrusu Aristotelesçi fizik anlayışının içerdiği metafiziğin kalıntıları) temizlemek, Rölativite ve Kuvantum fiziğinin ontolojisini (Newton fiziğinin öngördüğü ontolojiye ek olarak) kurmak. Yeni fizik, özellikle de Rölativite teorisi, Kant'ın Newton fiziğini yorumlarken kullandığı (zaman ve mekân gibi) temel kavramlara yeni anlamlar kazandırmıştı. Kavramsal analiz, dilin mantık aracılığıyla analizini sağlayan (buna sentaktik analiz de diyebiliriz) bir çalışma olarak da görülebilir. Mantığın gelişiminin dilin analizine olanak vermesi, adı “analitik felsefe” olan tek seçeneğe olanak verecekti. Her türlü teorik bilgi, aslında mantıksal/sentaktik tutarlılık olarak tanımlanabilir veya tanımlanmalıdır. Kavramlar arası ilişki, mantıksal/sentaktik bir ilişkidir. Carnap'ın da yapmak istediği, “dünyanın mantıksal yapısı”nı dile yansıyan biçimiyle kurmaktı. Dilin olgularla ilişkisi, gözlem terimleriyle/önermeleriyle kurulur; geriye kalan tüm (bilgisel) yapı, sentaktik bir kurgudur; daha ötede bir şey yoktur ve elbette metafiziğe hiç yer yoktur! “Felsefede Sahte Problemler (Pseudoproblems in Philosophy)”. A. Tarski'nin sunduğu bildiri, “doğru” kavramının semantik incelemesidir. Bu inceleme, Viyana Çevresi'nin felsefe literatürüne yapmış olduğu ve felsefenin gündeminden hiç düşmeyecek olan çok büyük katkıdır. Carnap'ın ve Çevre düşünürlerinin felsefeyi bir dil analizine indirgeyen görüşlerinin arka planında, geleneksel metafizik karşıtlığı yatmaktadır. Bir yandan G. Frege'nin diğer yandan B. Russell'ın mantık çalışmaları, felsefenin yeniden inşa edilmesinde Çevre düşünürlerinin kullanabileceği son derece güçlü araçlar olmuştur. Mantığın, daha yerinde bir ifadeyle mantıksal/dilsel analizin, önemli bir uygulama alanı bilimin kendisidir. Mantıksal analiz, eski felsefi problemlerin gözden geçirilmesine olanak vermenin dışında, bu yeni bilimlerin gerektirdiği kavramsal değişimin ihtiyaçlarını karşılayabilecek olanaklara da sahiptir. Felsefe, bilimin yöntemini, doğrulamayı kullanmalıdır. Mantık ve dilin mantıksal analizi, hem bilimin yapısının ve işleyişinin aydınlatılmasına hem de felsefenin bilim ile ortaklığının kurulmasına olanak verebilecek özellikleri içermektedir. Wittgenstein'ın 1921 yılında yayınlanan “Tractatus Logico-Philosophicus” isimli eseri, toplantıların tetiklediği çalışmaların ulaştığı doruk noktalarından birisidir. Carnap'ın başarılarından birisi, formel analizi felsefesinin temeline koyması ve bu konuda yapmış olduğu çalışmalarıdır. Formel analiz, Çevre düşünürlerinin ortak çalışma konusudur. Bilimsel önermeler, doğrulanabilen önermelerdir; fakat eğer metafizik felsefeden uzaklaştırmak istenirse, bilimdeki uygulama felsefede geçerli olamayacaktır. Çünkü felsefe empirik bir bilim değildir. Burada yapılacak olan şey, kolayca tahmin edilebileceği gibi, dil analizi ve mantığı kullanmak olacaktır. Felsefe sonuçta bilimin dilsel ve mantıksal analizine yönelmiş ve aynı zamanda kendisi de bir dil ve mantık analizi halini almıştır. Dilin analizi ve bu analizde yoğun bir şekilde mantık kullanılması, günümüzde de bütün hızıyla sürmektedir. Günümüz felsefesi bu bakımdan Viyana Çevresi düşünürlerinin açtığı yoldan ilerlemektedir. Bilim, kabaca söylemek gerekirse, teorik ifadelerden ve gözlem ifadelerinden oluşmaktadır. Bilimsel yasaların, gözlem ifadelerine tam olarak indirgenebilir olmaları gerekir. Tıpkı bilimde olduğu gibi felsefede de doğrulamayı mantıksal/sentaktik bir işlem olarak tanımlamak mümkün hale gelebilecektir. Teorik ifadelerle gözlem önermeleri arasındaki ilişki iki farklı başlık altında savunulmuştur: Uyumluluk (coherance), Uygunluk (correspondance). Felsefi önermelerin “doğrulanabilir” olması, dolayısıyla metafizik olmamaları, mantık ve sentaktik bir yöntem kullanılarak tespit edilebilir. Metafizik önermeler, empirik önermelere indirgenebilir olmayan önermelerdir. Metafizik önermeler (bilimsel özellik taşımayan önermeler), empirik içerikli olmayan (gözlem önermeleriyle ilişkisi kurulamayan) önermelerdir. Carnap'a göre bilimsel bir teori, aksiyomatik formel bir sistemdir. Bir teorinin gözlemle denetlenebilir ilişkisi, Çevre düşünürleri için protokol önermeleri aracılığıyla olacaktır. Felsefe, bilimin dilsel ve mantıksal analizi ile uğraşır. Başta Carnap olmak üzere, Çevre düşünürlerinin belli bir dönem özellikle üzerinde durdukları sorun, teorik ifadelerle gözlem ifadelerini birbirinden ayırabilmek ve aralarındaki (mantıksal) ilişkiyi açıklayabilmek olmuştur. Empirik yasalar, nesnelerin gözlemlenebilir veya ölçülebilir özellikleriyle ilgilidir. Gözlemlere dayanılarak ulaşılan endüktif genellemeler, olgular hakkında bilgi ortaya konulmasına ve öndeyide bulunulmasına olanak verirler. Süreç, ölçme ve gözlem çerçevesinde oluşturulur. Teorik yasalar ise nesnelerin ve olguların özellikle dolaylı olarak gözlenebilen veya ölçülebilen özellikleriyle ilgilidir. Bu sebeple doğrudan değil, dolaylı bir şekilde ve empirik yasalar aracılığıyla denetlenebilirler. Carnap için teorik yasaların (tutarlılığı değil de) doğruluğu, empirik yasalarla denetlenecektir. 7. POZİTİVİZMİN ÖNCÜSÜ: RUDOLF CARNAP (2) Newton'la birlikte bilim anlayışımızda köklü bir değişiklik gerçekleşmiş, “niçin” sorusu yerine “nasıl” sorusu geçmiştir. İkinci sorunun cevabı rasyoneldir, tektir ve empiriktir. Bilimsel bir teori başka bir bilimsel teorinin sınırlı da olsa “niçin”lerine cevap verebilir, fakat kendi içinde yine “nasıl”lara cevap arar. Isıtılan bir gazın veya bir maddenin moleküllerinin nasıl hareket ettiğini istatistiksel mekanikle, termodinamikle veya başka bir yasayla açıklayabiliriz; ama eğer o moleküllerin niçin öyle hareket ettiklerini anlamak istersek, Kuvantum fiziğine başvurmamız gerekebilir. “Niçin?” ve “nasıl?” soruları arasındaki bu ilişki, öyle görünüyor ki, Carnap’ın ileri sürdüğü teorik yasa ve empirik yasa arasındaki ilişkiyi anlamamıza katkıda bulunabilir. “Niçin” sorusu kolayca metafizik bir alana kayabilir. Hâlbuki “nasıl” sorusu, Çevre düşünürlerinin hedefi olan “bilimin mantıksal analizi” çabasıyla örtüşmektedir. Gerek Carnap'ın gerekse Çevre düşünürlerinin gündeminde çok önemli bir yer tutan diğer önemli bir sorun, analitik ve sentetik önerme ayrımıdır. Çevre düşünürleri için önermeler “analitik” ve “sentetik” olmak üzere ikiye ayrılırlar. Analitik önermelerin temel özelliği, empirik olmayan bilgi vermeleridir. Dilsel tanımlar (örneğin “bütün evlenmemiş kişiler bekârdır” şeklindeki tanımlar) analitiktir; bu anlamda apriori'dir ve dolayısıyla da empirik bir bilgi vermezler. Sentetik önermeler ise aposteriori'dir, yani empirik içerikli bilginin de taşıyıcısıdır. Analitik bir önerme, ancak ve ancak L-Doğru veya L-Yanlış olan bir önermedir (L: Logicaly). Sentetik bir önerme ise, analitik olmayan bir önerme olarak tanımlanacaktır. Gödel’in çalışmasıyla “İspat” (“proof”) ve “mantıksal sonucu olma” (“logical consequence”) kavramlarının birbirinden ayrılması gerektiğinin ortaya çıkması bir yana, güvenilirliğinden kuşku duyulmayan matematiğin formel yapısının sanıldığı gibi sağlam olmadığının anlaşılması, çok büyük ölçekli bir devrime işaret ediyordu. İkinci büyük devrim, A. Tarski'nin ortaya koyduğu şekilde, semantik bir incelemeye yer vermeyen herhangi bir çalışmanın dikkate alınması imkânsız hale gelmişti. Viyana Çevresi'nin çalışma programı, özellikle başlangıç dönemlerinde doğrulama işlemi ile adeta özdeşleşmiştir. Bu düşüncenin arkasında yatan amaç, metafiziği bilimden ve felsefeden uzaklaştırma isteğidir. Doğrulanabilir yargılardan oluşan bir felsefe, metafizikten arındırılmış bir felsefe olacaktır. Fakat felsefenin gözlemle ve deneyle ilişkisi yoktur; dolayısıyla da felsefi önermelerin bilimsel bir önermenin doğrulanmasından farklı bir yöntemle doğrulanması gerekir. Bu durumda doğrulama işlemi, başlangıçta sentaktik açıdan tanımlanmaya çalışılırken artık semantik özellikleri açısından anlaşılması gerekecektir. Bilimsel bir özellik taşısa da, bir önermenin gözlemle ilişkilendirilemeyen kısımları metafizik özelliktedir. Diğer bir sorun, gözlem önermelerinin gözlemlerle ne şekilde ilişki kurduğunu açıklayabilmektir. Viyana Çevresi düşünürleri, bu ilişkinin protokol önermeleri aracılığıyla sağlandığı görüşündedirler. Carnap teorik terimlerin içeriklerinin bütünüyle gözlem terimlerine indirgenebileceği görüşünden vazgeçer ve teorik terimlerin belirli bir bağlam içinde, yani ancak belirli bir teori içinde anlamlı olabileceğini ileri sürer. Daha sonraları “yanlışlama” (“falsification”) kavramı yerine “çürütülebilirlik” (“refutability”), doğrulanabilirlik yerine ise “pekiştirme” (“confirmation”) kavramları geçecektir. Mantığın matematiğin gelişimine olan katkısı, dolaylı da olsa empirik bilimlerin gelişimine de bir katkı olarak değerlendirilebilir. Mantığın bugünkü seviyesine ulaşmasında başta Carnap olmak üzere, Çevre düşünürlerinin büyük katkısı olmuştur. İndüktif mantık, olasılık teorisi ve modal mantık bu alanların başında gelmektedir. Modal mantık, Tarski'nin katkısından sonra Carnap tarafından semantik yönden ele alınmıştır. Carnap, modaliteyi önermelerin mantıksal özellikleri açısından tanımlamıştır. “Zorunluluk” kavramı “mantıksal doğru” kavramı aracılığıyla tanımlanmış olmaktadır. Carnap modalite tanımını, Tarski'nin semantik tanımı çerçevesinde vermiştir. Yani modalitenin dilin semantik kurgusu çerçevesinde ele alınabilmesi, Carnap'ın katkısıyla anlaşılmış olmaktadır. Carnap'ın modaliteyi “mantıksal doğru”, (“L-doğru”) kavramı aracılığıyla ele alması, felsefi sorunların bir dil problemi olarak görülmesi açısından çok önemli bir aşamadır. Çünkü Carnap “Np”yi mantıksal bir kavram olarak tanımlamıştır. Carnap'ın bilim felsefesini bir dil felsefesi olarak ele alması, yine bu Çevre'nin felsefe anlayışının tipik katkılarından bir diğeridir. Carnap’a göre bir dili, “mantıksal terimler” ve “mantıksal olmayan terimler” olarak ikiye ayırmak mümkündür. Mantıksal terimler, (eklemler, önermeler gibi) mantıksal birimlerdir. Bilim dili de yine bu mantık ve matematik sembolleri kullanarak sentaktik olarak inşa edilebilir. Felsefenin görevi, Viyana Çevresi’nin özelliklerine tam olarak uygun bir şekilde, dil analizi yapmaktır. Bir dil analizi olarak felsefe, bilim de dahil olmak üzere, mantıksal terimleri (ve aynı zamanda önermeleri), mantıksal olmayan terimlerden (yani aynı zamanda önermelerden) ayırt eden bir etkinliktir. Diğer bir ifadeyle felsefe, bilim dilinin ve konuşma dilinin mantıksal analizi olarak karşımıza çıkacaktır. Teorik yasalar, empirik dünya hakkında bize doğrudan bilgi vermezler; buna karşılık örneğin indüktif genellemeler aracılığıyla deney ve gözlemin ötesine geçilmesine olanak verirler. Ortaya attıkları bu tarz yorumlar ise empirik yasalar aracılığıyla sınanırlar; daha doğrusu sınanabilmeleri gerekir. Carnap, diğer Çevre düşünürleri gibi sentetik önermelerin empirik olarak doğrulanabilir olduğu görüşündedir. Carnap, doğrulanabilirlik sorununu, “obje dili” kavramı aracılığıyla ve tutarlılık teorisi çerçevesinde açıklamaya çalışmıştır. Burada karşımıza çıkacak olan kavramlar, “protokol önermeleri” ve “fiziksel dil” gibi isimlerle ifade edilecektir. Carnap'ın, Tarski'nin doğruluk tanımı çerçevesinde modaliteyi dilsel/mantıksal bir çerçevede ele alması, bu konuda çok önemli bir basamak olarak kabul edilir. Carnap daha sonra “Anlam ve Zorunluluk” (“Meaning and Necessity”) isimli çalışmasında ele aldığı inanç-önermeleri (belief-sentences) ile ilgili görüşleri de yine felsefeyi bir dil analizi olarak gören anlayışın getirdiği yeni ve son derece özgün bakış açısının tipik bir örneğidir. Analitik felsefenin veya dil felsefesinin Viyana Çevresi ile ortaya çıktığı düşünülür. Gerek bu düşünce akımının gerek Carnap'ın yukarıda kısaca ifade edilmeye çalışılan görüşleri de bu yargıyı doğrulamaktadır. Bu felsefe anlayışını aslında Newton sisteminin Aristoteles'in fizik anlayışında yaptığı köklü değişimin felsefeye yansıması olarak görmek yerinde olacaktır. Elbette analitik felsefenin veya dil felsefesinin doğuşunda özellikle mantık alanında Frege, Russell gibi düşünürlerin yapmış oldukları çalışmaların büyük etkisi vardır. Fakat bu döneme daha geniş bir açıdan bakıldığında, Viyana Çevresi’nin felsefe anlayışını, Aristotelesçi metafiziğin son kalıntılarının elenmesi olarak da yorumlamak sanırım yanlış olmayacaktır. Çevre düşünürlerinin asıl karşı çıktıkları metafiziğin, Aristoteles'in tekil nesnelerin üzerine kurduğu metafizik olduğunu ileri sürmemiz gerekir. Aristotelesçi metafizik, tekilin metafiziğidir; Newton'la başlayan metafizik ise, fizik dünyanın işleyişine dikkatimizi yönlendirir. Amaç artık, fiziksel nesnelerin (tekilin) 'metafizik öz'lerini araştırmak değil, Carnap'ın, Wittgenstein'ın ve Çevre düşünürlerinin gündemini oluşturan “dünyanın mantıksal/dilsel yapısı”nın anlaşılmasıdır. Fizikçiler, filozoflar ve matematikçiler arasında tartışma konusu olan mekânı üç farklı şekilde ifade edebiliriz: Formel mekân, analitik apriori’dir ve aksiyomatik bir yapıya sahiptir. Matematik ve özellikle bağıntılar mantığı aracılığıyla inşa edilir. Sezgisel mekân sentetik apriori özelliktedir ve sezgi ile bilinir. Fiziksel mekân, empirik içeriklidir. Amaç, yapının ve dolayısıyla da kavramların mantıksal ve matematik analizini yapmaktır. Newton fiziği bize, -zaman ve mekân kavramlarının tanımına bağlı olarak inşa edilmiş olan- bir fizik dünya kurgusu sunmuştur. Sezgi, bu yapının kurulmasında; matematik ve mantık ise bu yapının işleyişinin anlaşılmasında kullanılabilecek araçlar olacaktır. Carnap'ın ve Viyana Çevresi'nin felsefi sorunların ele alınmasında en karakteristik yönlerindenbiri, analitik/sentetik ayrımıdır. 8. TEMEL ÖNERMELER VE DOĞRULAMA (1) Temel önermeler, konuları hakkında doğrudan bilgi aktarır. Bilgi aktarmaya yarayan önermelerin hepsi, temel önerme değildir (genelleme ifade edebilir, teorik bilgi dile getirebilir). Empirist gelenekte: Her türlü önermenin temeline temel önermeleri koyulur, Diğer önermenin temel önermelere indirgenebileceğini ispatlanır, Yaşantımızı dile getiren temel önermelerle doğrudan algılanan olayları dile getiren temel önermeler arasında da bağıntı kurulur. Önermeler arasındaki ilişkinin açıklanmasında ve ayrıca her türlü önermenin temel önermelere indirgenebileceğinin gösterilmesinde “doğrulama” kavramı bir kriter olarak karşımıza çıkmaktadır. Temel Önermelerin Dış Dünya İle Olan İlişkisi Russell: Temel önermeler, doğruluğunun delili (evidence) olan bir algı dolayısıyla ortaya çıkan önermedir. Olaylar (events), cümlelerin doğruluğunun bir ispatıdır. Bir temel önermenin doğrulanması problemini incelemek, olaylardan ne kastedildiğini açıklamayı ve hem olaylarla ilgili kelimeler arasındaki, hem de önermeyi oluşturan kelimelerin kendi aralarındaki ilişkinin aydınlatılmasını gerektirmektedir. Dil ve dil dışı nesneler arasındaki ilişkinin arkasında felsefenin klasik problemi olan “hakikat” problemi bulunur. Günümüz felsefesinde ‘hakikat’ (‘truth’) hakkında başlıca dört tip felsefe ayırt edebiliriz: Hakikat’ yerine ‘güvenceyle iddia edebilirlik’i koyan teori (Dewey), Hakikat yerine ‘olasılığı’ koyan teori (Reichenbach), Hakikat’i, ‘tutarlılık’ (‘coherence’) olarak tanımlayan teori (Hegelciler ve mantıkçı pozitivistler), Hakikatin uygunluk (correspondence) teorisi Dış Dünya ve Yaşantılarla İlgili Temel Önermeler: Russell’a göre, bir temel önerme sadece dili kullanandan bağımsız olgularla değil, dili kullananın yaşantısıyla da ilişkili olabilmektedir. Russell, temel önermelerin iki yönünü incelemiştir. Bu incelemeyi, “epistemolojik” ve “mantıksal hakikat teorisi” başlığı altında ikiye ayırmaktadır. Bir “doğrulanabilir” önerme, bir yaşantıyla belli türden uygunluğu olan bir önermedir; bir “doğru” önermenin de bir olguyla tamamen aynı türden uygunluğu vardır. Epistemik ve Mantıksal Yönden Doğrulama Epistemolojik yön: Yaşantılar açısı. Nesneleri sadece algılara, yaşantıya indirgemenin (dışımızdaki fiziksel olguların bağımsız varlığını kabul etmeme) felsefedeki adı solipsizmdir. Russell için: “olgular, yaşantılardan daha geniştir (böyle olması en azından mümkündür)”. Russell, bir önermeyi ve dolayısıyla da bir önermenin doğrulanmasını, hem olgularla hem de yaşantıyla ilgi içinde ele alır. Russell’ın yaşantıları dile getiren temel önermeleri ve epistemolojik doğrulamayı temele aldığı görülmektedir. Dilin Dil Dışı Nesnelerle İlişkisi: Gösterme Bağıntısı Olgulara dayanan en basit türden yargıları (yani yaşantılarla ilgili yargıları) diğer bütün yargılardan (mesela fiziksel olgulardan söz eden yargılardan) ayıran özelliklerden birisi, ikinci tür önermelerin değişkenlik ihtiva etmesidir. ‘A’ bir insandır.” ifadesinde “a” bir değişken durumundadır. “Değişken” bir nesneye, bir olaya (genel bir ifadeyle herhangi bir şeye) işaret edebilir. Böyle bir önermenin doğruluğu, değişken ile temsil edilen şey hakkındaki bilgilerin onaylanmasına bağlıdır. Bu onaylanmanın temelinde ise, dilin dil dışı nesnelerle ilişkisi bulunmaktadır: “Gösterme” (denoting). Gösterme: ‘İşaret eden bir ifade’ (‘denoting phrase’). Bir ifade, yalnızca formu gereği işaret etmektedir. Bir ifade, bir şeye işaret ediyor olmasa da, işaret edici olabilir; (Fransa’nın şimdiki Kralı), Bu ifade, belirli bir objeye işaret edebilir (İngiltere’nin bugünkü Kralı), Bir ifade, belirsiz olarak (ambiguously) işaret edebilir (bir insan). Russell işaret eden terimlerle bu terimlerin işaret ettikleri nesneler arasındaki ilişkiyi, bilgi türleri arasında yaptığı ayrımla birlikte düşünmektedir. Bilgi Türleri: Tanıyarak Bilme, Tasvirle Bilme Russell’a göre nesneler hakkında iyi ayrı yoldan iki ayrı tür bilgi elde ederiz: Tasvir (description), Tanıyarak bilme (acquiantance). Göstermenin konusu yalnızca mantık ve matematikle değil, bilgi teorisinde de büyük önem taşımaktadır. Mesela, belirli bir anda güneş sisteminin kütle merkezinin belirli bir nokta olduğunu sadece tasvirle biliriz. Algıda, algı objelerini tanıyarak biliriz; düşüncede çok daha soyut karakterdeki objeleri tanıyarak biliriz. Tanıyarak bilme, hem algı objelerine (yani nesnelerden gelen verilere) hem de düşünce objelerine (yani yaşantılara) ait bir bilgi türüdür. Tasvir: Herhangi bir şey hakkında onun ne olduğuna, mahiyetini bilmeden elde ettiğimiz bilgilere işaret eder. Russell-Whitehead: Principia Mathemetica. Russell iki tür tasvirden söz eder: Belirsiz tasvir (Şöyle şöyle olan bir şey: a so and so), Belirli tasvir (Şöyle şöyle olan tek bir şey: the so and so). Russell’ın asıl üzerinde durduğu belirli tasvirdir. Tasvir dendiğinde belirli tasviri düşünür. Russell, tasvir konusunu dilde ortaya çıkan bazı paradokslar yardımıyla ele almıştır. Waverley paradoksu: Eğer a ile b özdeşse, birisi doğru olduğunda öteki de doğru olur ve bir önermede bu önermenin doğruluğunu veya yanlışlığını değiştirmeden biri yerine öteki konulabilir. Russell’a göre, benmerkezci (egocentric) terimler dışında, a değişkeni yerine koyacağımız bir ifade, ilgili olduğu nesnenin bir tasviridir. Şahıs isimleri, cins isimler, genel terimler hep birer tasvir değeri taşır ancak bu gibi ifadelerin tek başlarına anlamları yoktur. İşaret eden ifadelerin içinde yer aldıkları önermelerin bir anlamı yoktur; ancak bu ifadelerin içinde yer aldıkları önermelerin bir anlamı vardır. Tasvirler teorisi, anlam (meaning) ve görsel anlam (significance) problemine dikkat çeker. Gerek bir ifade ve gerekse bu ifadenin sahip olabileceği anlam ile bu ifadenin işaret ettiği nesne arasında bir aynılık olamaz. Tavsiye bilgi, dışımızdaki nesnelerin bilgisidir. Söz konusu nesnelerin bilgisinin tasvirsel olduğunu kabul etmek, belli bir obje yorumunu da beraberinde getirmektedir. Tasvirsel bilgiler nesnelerin mahiyetini tam olarak veremez, çünkü bu bilgiler bir yönüyle duyu verilerine dayanır ve duyu verilerinin ötesine geçemez. Bir obje olarak masa hakkındaki bilgim, doğrudan bir bilgi değildir. Duyu verileri aracılığıyla masayı tasvir ederiz. Biz bir tasviri biliriz. Böyle bir durumda, obje hakkındaki bilgimiz tasvirle bilinen bir bilgidir. Duyu Verileri ve Yaşantılar Russell’a göre, bizim bilebildiğimiz masanın kendisi değil, masaya ait duyu verileridir. Duyu verilerini duyumlardan ayırmak gerekir: Görmeyi, görülen şeyden ayırmamız gerekir. Russell’ın duyu verileri dediği şey, fiziksel nesnelerin temsilcileridir ve bizim için asıl fiziksel nesneler bu duyu verileridir Biz bu duyu verilerini tanıyarak biliriz. Böyle bir durumda, duyu verilerinin temeli yaşantılarda bulunacağı açıktır. Russell, solipsist bir düşünür değildir. Duyu verilerinin süjeden, yani bilenden bağımsız ve empirik bir araştırmanın konusu içinde girebilen özellikte olduğunu kabul eder. Duyu verileri objektiftir: Mantıksal olarak bir duyu verisi, süjenin farkına vardığı bir objedir, bir şeydir. Duyu verisi özneye (inanç ve iradede olduğu gibi) mantıksal olarak bağlı değildir. Duyu verileri (fiziksel olgular), yaşantılardan daha geniştirler. Tasvirlerle elde edilen bilgilerin başlıca önemi, kişisel yaşantı sınırlarımızın ötesine geçebilmemize izin vermesidir. Tanıyarak bilme, fiziksel olgulara (duyu verilerine) ve yaşantılara bağlıdır. Tanıyarak bildiğimiz şeyleri iki farklı gruba ayırabiliriz: Duyu verileri, Yaşantılar. Russell “yaşantı” kelimesinden, bize olan her türlü duyguyu anlamaktadır. Tanıyarak bildiğimiz şeyler: Dış duyuların verileri İç gözlemler (düşünceler, hisler, arzular gibi iç duyumların verileri), Hatırlama (iç duyuların veya dış duyuların verileri), Benlik (şeylerin farkına varan veya şeylere yönelik istek taşıyan). 9. TEMEL ÖNERMELER VE DOĞRULAMA (2) Temel önermelerin, konuları hakkında doğrudan bilgi aktardıkları kabul edilir (Empirist görüş), konusu, dış dünya ve psikolojik yaşantılar olabilir. Fakat bilgi aktarmaya yarayan önermelerin hepsi, hiç şüphesiz temel önerme değildir. Bazı önermeler bir genellemeyi ifade edebilir, bazıları da teorik bilgiler dile getirebilir. Her türlü önermenin temel önermelere indirgenebileceğinin gösterilmesinde “doğrulama” kavramı bir kriter olarak karşımıza çıkmaktadır. Tasvirle Bilmenin Önemi Sübjektif bir temel kurulmuş olan tanıyarak bilme, bilginin meydana getirilmesinde de asıl görevi üstlenmiş durumdadır. Russell: Anlayabildiğimiz her önerme tamamen tanıyarak bildiğimiz öğelerden olmalıdır. Fiziksel objeler ve diğer kişilerin zihni (mind) hakkındaki bilgimiz, sadece tasvirle elde edilmiş bilgidir. Buradaki zihinsel işlem çift taraflıdır. Verilmiş bir ifadenin öğelerini tanıyarak bilmenin yanı sıra, tanıyarak bildiğimiz özelliklerden hareket ederek tasvirsel bildiğimiz özelliklerin, başkasına da olduğuna dair tasvirsel bir bilgi elde ederiz. Russell bu açıklamalarıyla, tanıyarak elde edilen bilgilerle tasvirle elde edilen bilgiler arasında bir bağ kurmuş olmaktadır (duyu verilerinin üzerine). Duyu verileri hem nesneler hakkında bilgi aktarırlar hem de yaşantılarımızla ilgilidirler. Tasvirle bilme: Nesnelerin mahiyetini değil de onların görünüşleri hakkında bilgi elde etmemiz. Kendi yaşantıma dayanarak ve tanıyarak elde ettiğim bilginin başkalarının yaşantılarında da bulunabileceğini elde ettiğim ve objektif özellik taşıyan bilgilerden yararlanmak suretiyle söyleyebilirim. Aynı ilgiyi fiziksel nesnelerle ilgili olan temel önermeler ve yaşantılarımızla ilgili olan temel önermeler ya da epistemolojik nitelikteki ifadeler ve mantıksal nitelikteki ifadeler arasında da kurmak mümkündür (bu ifadeler, hem tasvirle hem de tanıyarak elde edilen bilgilere tekabül etmektedirler). Tasvirle elde edilen bilgilerle tanıyarak elde edilen bilgiler arasında bir ilişki kurulabilmesinin yolu, bu değişkenin elenebilmesi olacaktır. Russell bu indirgeme işlemini benmerkezci terimler vasıtasıyla yapmıştır. Benmerkezci Terimler Russel’a göre, duyu verilerini salt nicel olarak ifade etmenin tek başına bir anlamı yoktur. Duyu verilerini dile getiren ifadelerin yaşantılarla ilişkisi olmalı, yeni yaşantılardan türetilmelidir. İşte bu türetilme, benmerkezci terimlere çevrilebilmesi demektir. Russell’a göre, Konuşana ve onun zaman-mekân içindeki durumuna göre anlamı değişen kelimelere, ‘benmerkezci tekil terimler’ denir. Russell, dört tane temel benmerkezci kelime kabul etmiş, fakat bunlardan birisine daha ayrıcalıklı bir yer vermiştir: Ben, Bu (nominal tanımı olmayan asıl benmerkezci kelime), Burada, Şimdi. Benmerkezci kelimelerden, objektif ve nicel değeri olan ifadelere doğru gidiş vardır. Hem bilimin hem de sağduyunun (common sense) amaçlarından birisi, benmerkezci tekil terimlerin özellikleri yerine, yansız ortak terimler koymaktır. “Ben” yerine ismim, “burada“ yerine enlem ve boylam ve “şimdi” yerine tarih kullanılır. İşaret edilen nesneler değil sadece tasvir eden ifade önermenin bir öğesidir. Tasvirin temelinde tanıyarak bilme vardır. Tanıyarak bilme bir yaşantıdır. Kendi yaşantımızı tanıyarak, başkaların yaşantısını tasvirle bilebiliriz. Yaşantılarımız, benmerkezci kelimelere indirgenerek ifade edilebilir. Russel: Bilgi teorisinin kesin olarak mutlak bir özelliği vardır: Bilgi teorisi, ‘Ne bildiğimi nasıl bilirim?’ sorusunu sorar ve kaçınılmaz bir şekilde kişisel yaşantıdan hareket eder. Bilgi teorisinin verileri benmerkezcidir. Değişkenlik ihtiva eden mantıksal türden ifadeler, değişkenlik ihtiva etmeyen epistemolojik türden ifadelere benmerkezci terimler sayesinde indirgenebilirler (temel önermelerin, benmerkezci terim ihtiva edebilen temel önermelere indirgenmesi). Temel Önermelerin Doğrulanması İdrak ettiklerim benim yaşantılarımdan ve önyargılarımdan (prejudices) türetilmek zorundadır. Benim idraklerim aslında benden tüketilmiş olmak zorundadırlar. Russell, dışımızdaki olaylarla ilgili (yani değişkenlik ihtiva edebilen) ifadelerin, kişisel yaşantıları dile getiren ifadelerden farklı doğrulama değerine sahip olduğunu açıkça ifade etmektedir. Yaşantılarla ilgili temel önermeler vasıtasıyla dile getirilen bilgiler bana ve benim farkına varmama dayandığı için, ancak benim tarafımdan, doğrudan ve kesin bir şekilde doğrulanabilirler. Dışımdaki olaylarla ilgili temel önermelerle dile getirilen bilgiler ise, tanıyarak elde ettiğim bilgileri dışımdaki objelere yansıtma sonucunda ve tasvirle elde edilmiş bilgiler olarak ortaya çıkarırlar, dolaylı bilgi özelliği taşıyacaklar, tam ve kesin olarak doğrulanmaları da söz konusu olmayacaktır. Ayer’in Yaklaşımı Ayer’in temel önermeler ve doğrulama hakkındaki görüşlerinin kesin şekli Dil, Hakikat ve Mantık isimli eserinde ortaya koymuştur. Ayer’e göre dilsel bir ifadenin anlamlı olarak kabul edilebilmesi, bu ifadenin doğrulanabilir olmasına bağlıdır. Doğrulama ve Anlam Bir cümlenin ifade ettiği önerme (proposition) ancak ve ancak analitik ya da empirik olarak doğrulanabiliyorsa bu cümlenin her yönüyle anlamlı olduğu söylenebilir. Ayer cümleyi, doğrulanacak eleman olarak kabul eder. Bilgi teorisi ve özellikle mantık açısından bir önerme, tanım gereği, doğru veya yanlış olabilen dilsel bir kuruluş olarak kabul edilir. Doğrulanabilir olan dilsel kuruluşlar, sadece önermeden ibaret olamazlar. Ayer, önerme ve cümle arasındaki ilişkinin açık olmadığı düşüncesindedir. Günlük dilde, iki ayrı cümlenin bir önermeyi ve bir cümlenin iki ayrı önermeyi ifade edecek şekilde kullanılması mümkündür. Böyle bir durumda, hangi önermenin hangi cümleyi doğrulayacağı, cümleyle cümle arasındaki ilişkilerin (doğrulama açısından) gösterilebilmesi gerekir. Ayer, anlamlı olan bir cümleyi anlamlı olmayan cümlelerden ayırmak ve cümleyle önerme arasındaki ilişki kurabilmek için üçüncü bir kavrama, “ifade” kavramına başvurmuştur. “Önerme”, “cümle” ve “ifade” arasında ayrımı birtakım dilsel uzlaşımlar vasıtasıyla yapmak mümkün olabilir. “Doğrulama” ilkesinin bir özelliği, cümleler ve aynı zamanda ifadeler arasında bir ayrım yapmak imkânı sağlamasıdır. Eğer bir ifadenin doğruluğu tespit edilirse, bu “ifade”nin dile getirdiği cümlenin anlamlı olduğuna da karar verilebilir. Sıkı ve Gevşek Doğrulama Doğrulama kavramıyla ilgili olarak ortaya çıkan önemli bir problem, yaşantılar ve olgularla ilgili önermelerin birbirlerinden farklı özellikler taşımasından kaynaklanmaktadır. Ayer, böyle bir güçlük karşısında, “sıkı” (strong) ve “gevşek” (weak) doğrulama ayrımı yapmıştır: ‘Doğruluğu’ ancak ve ancak tecrübe (experience) vasıtasıyla kesin olarak kurulabilen bir önerme, sıkı anlamında doğrulanabilir. Önermenin doğruluğu için mümkün bir tecrübeden söz etme imkânı varsa, bu önerme gevşek anlamda doğrulanabilir. Ayer’in “sıkı” doğrulaması Russell’ın “içinde değişken bulunmayan” olarak nitelendirdiği ifadelerle ortak özellikler taşımaktadır. Ayer: Nihai doğrulamadan söz etmeye izin veren bir empirik önermeler sınıfı vardır, ‘Temel önermeler’ olarak isimlendirdiğim bu önermeler, yalnızca tek bir yaşantı içeriğine işaret ederler. Ayer, Russell’dan farklı olarak “temel önermeler” deyimini sadece yaşantıları dile getiren önermeler için kullanır. Gözlemle Doğrulama Ayer’in üzerinde durduğu diğer problem, olgularla dolaylı ilişkisi olan ifadelerin nasıl doğrulanacaklarını açıklamaktadır. Ayer’in amacı, herhangi bir ifadenin gözlem ifadeleriyle ilişkisinin bulunmasının probleme çözüm getireceğini düşünmektedir. 10. DOĞRULAMA VE SENTAKS(1) Sentaktik Analiz Yöntemi “Çevre Düşünürleri”nin dil’i analiz etmeye dayanan felsefi anlayışı, Carnap tarafından dil’i sentaks açısından ele almak (buna dil’in sentaksını ortaya koymak da denilebilir) suretiyle geliştirilip sürdürülmüştür. Hem Viyana Çevresi’nin felsefe anlayışı hem de bu anlayış içinde “doğrulama” kavramının açıklanması, en geniş ve gelişmiş haline Carnap’la ulaşmıştır. Wittgenstein’ın kitabı (Tractatus) kitabından okuduğumuza göre, kendilerini bize gösteren (show themselves) fakat dile getirilemeyen bazı şeyler vardır; mesela cümlelerin mantıksal yapısı ve dil ile nesneler (world) arasındaki ilişki. Dil hakkında bir teori kurmak mümkündür. Bu düşünce daha sonra dilin “mantıksal sentaksı” olarak isimlendirdiğim teoriye yol açtı. Çevre’nin üyeleri, Wittgenstein’ın aksine, dil hakkında ve özellikle dilsel ifadelerin yapıları hakkında konuşmanın mümkün olduğu sonucuna ulaştılar. Çevre Düşünürleri, felsefi problemleri bir dil problemi olarak değerlendirmişlerdir. Carnap’ın bu anlayışa katkısı ise, dil’i sentaks açısından ele almak olmuştur. Carnap: “Felsefe bilim mantığıyla, diğer bir deyişle, bilimin kavram ve cümlelerinin mantıksal analiziyle yer değiştirmiştir; bilim mantığı, bilim dilinin mantıksal sentaksından başka bir şey değildir.” Sentaks ve Doğrulama Sentaks açısından bakıldığında doğrulama, bir önermeyle başka önerme veya önermeler arasında mantıksal sentaks kurallarına göre işlem yapabilmektedir. Carnap: Verilen bir önermenin mantıksal analizinin başlıca görevlerinden birisi, bu önerme için bir doğrulama yöntemi bulmaktır. Carnap için doğrulama yöntemi iki türlü olabilir Gözlem, Mantıksal işlem. Hem dolaylı hem de doğrudan doğrulamanın ve ayrıca bu iki doğrulama arasındaki ilişkinin incelenmesi mantıksal sentaksın konusunu teşkil etmektedir. Mantıksal Sentaks Carnap’a göre bir dilin mantıksal sentaksı, o dilin formel teorisidir. Formel teori, bir dil’deki bütün ifadelerin (kelimelerin, cümlelerin) arasındaki ilişkileri düzenler. Bir dili formelleştirmek için ayrıca o dilin kavramlarının, kelimelerinin mantıksal karakterinin de tayin edilmesi gerekir. Bir dilin formelleştirilmesi, yani mantıksal sentaksının kurulması, Carnap ve Carnap ekolüne göre felsefe problemlerinin çözümünü temin edebilecektir; bu bakımdan da felsefe dilin mantıksal sentaksıdır. Doğrulama, bir önermeyle diğer önerme veya önermeler arasında formel nitelikte işlem yapmak; yani formel kurallara uyarak bir önermeden diğer önerme veya önermelere geçmektir. Doğrulanabilirlik bu işlemlerin gerçekleştirilebilmesidir. Böyle bir işlemin gerçekleştirilmemesi, yani bir ifadenin doğrulanamaması demek, bu ifadenin metafizik olması demektir. “Her şeyin ilkesi şudur” gibi metafizik karakterde bir ifade ne doğrudan (yani gözlem yaparak) ne de dolaylı olarak doğrulanabilir. Dil dışı (yani fiziksel) nesnelerin varlığı üzerinde durmak felsefi çalışmanın konusu değildir. Protokol İfadeler ve Doğrulama Viyana Çevresi’nin felsefe anlayışına göre dilin fiziksel nesnelerle ilgisi, protokol ifadeler aracılığıyla kurulur. Protokol ifadeler, dil’in fiziksel nesnelerle olan ilişkisini yine dil içinde kalarak çözmek görevini üstlenmişlerdir. Protokol ifadeler deney ve gözlem hakkında bilgi verirler. Bilim, deney vasıtasıyla temellendirilmiş bir ifadeler sistemidir. Doğrulama, protokol ifadelerle ortaya çıkar. Protokol ifadeler deney ve gözlemleri tespit etmeye yarar. Protokol ifadelerinin bu özellikleri temel önermeleri andırmaktadır. Fakat temel önermelerin bir özelliği, bilginin bir bakıma başlangıcı ve çıkış noktası durumunda olmasıdır. Halbuki protokol ifadelerden genel bilgilere mesela bilimsel yasalara doğru bir gidiş söz konusu değildir. Gidiş tersinedir. Kanunlar, protokol ifadelerden çıkarımlanamazlar (erschlossen/inference). Kanunlar her zaman mevcut olan protokol ifadeler dikkate alınmak suretiyle seçilir ve vazedilir ve yeni katılan protokol ifadeler yardımıyla tekrar tekrar doğrulanırlar.” Sentaks açısından bakıldığında bir ifadenin doğrulanması (dolaylı doğrulama) “Mantıksal analiz yoluyla protokol ifadelere ulaşmaktır”. Çevre düşünürlerinin doğrulamayı bir mantıksal analiz problemi olarak görmelerinin yanı sıra, genel ifadelerden protokol ifadelere doğru bir gidiş tasarlamalarının gerekçesi de yine onların felsefi anlayışlarında yatmaktadır. Protokol ifadeleri, yapılan gözlemin özelliğine göre ikiye ayrılır. Doğrudan yapılan bir gözlem, Dolaylı gözlem. Dolaylı deney ve gözlemlerin arasında teorik bir bilgi bulmak mümkündür (kullanılan aletin, aletin kullanılmasındaki amacın arkasında bir bilgi sistemi, bilimsel bir sistem olabilir). Bilimsel bir çalışma sonucu yapılan ikinci tür deney ve gözlemler, “Alet şunu gösteriyor…”, “Yapılan ölçme sonucunda …ortaya çıktı.” şeklinde bir protokol ile dile getirilir. Protokol İfadeler ve Tekil İfadeler: Doğrulama Birimleri Her iki tür protokol ifadelerin ortak bir özelliği, (bir protokol ifadesiyle dile getirilen bir hadisenin protokol ifade özelliği taşımayan) birden çok cümleyle de ifade edilebilmesidir. Tekil ifadeler, protokol ifadelerin doğrulayıcılık görevlerini yapmalarını sağlarlar. Tekil ifadeler, ayrıca psikolojik bir olayın doğrulanmasında da rol oynarlar: “Başım ağrıyor”. Yaşantılarla ilgili protokol ifadeler, o anda söz konusu olan yaşantıları psikolojik, fizyolojik veya biyolojik yönden dile getirebilecek tekil ifadelere indirgenebilirler. Yaşantılar, önce o andaki psikolojik, fizyolojik duruma indirgenmekte ve daha sonra bu durum tekil ifadelerle dile getirilmektedir. 11. DOĞRULAMA VE SENTAKS (2) Fiziksel Dil ve Birleştirilmiş Bilim Tekil ifadelerin iki temel özelliği vardır: Belli bir zaman ve yerde olup biten bir şeye işaret etmesi; İşaret edilenin doğrudan algılanabilmesi. Gözlemler günlük dilin kelimeleriyle ifade ediliyorlarsa, bu dile Viyana Çevresi düşünürlerince “fiziksel dil” adı verilmiştir. Çeşitli dilsel ifadelerin veya farklı nitelikteki bilgilerin dönüştürülüp ifade edileceği böyle bir dilin bulunabileceği iddiası “fizikalizm” adı altında bilinir. Fizikalizmin temel özelliklerinden birisi, fiziksel dilin bütün bilimlerin ortak dili durumunda olmasıdır. Carnap: Fiziksel dilin bütün bilimlerin dili olabilmesi için, bu dilin yalnızca süjelerarası değil aynı zamanda evrensel bir dil olması gerekecektir. Neurath: Fizikalizmde ifadeler, görmek, işitmek tat almak ve diğer (fiziksel olaylar olarak) ‘duyu algıları’ (‘Sinnesemfindungen’) ve hatta ‘organ duyumları’ (‘Organemfindungen’) ile ilgili ifadeler üzerine kurulmuştur. Fiziksel dil, günlük dil içinde nesneleri ve bu nesnelerle ilgili algılarımızı ifade ettiğimiz kelimeleri kullanır. Fiziksel dil, günlük dilin ancak arınmış kısmını, bilgisel kısmını ihtiva eder. Çevre düşünürler, fiziksel dilin varlığından hareketle “Birleştirilmiş bilim” (Unified Science, Einheitwissenschaft) adı altında meşhur görüşlerini ileri sürmüşlerdir. Bu görüşe göre, matematik, mantık gibi formel bilimlerin dışında kalan bilimler arasında bir ortaklık vardır. Bu durumda fiziksel dil, bilimler arasında dil yönünden bir birlik meydana getirmiş olmaktadır. Farklı bilimlerin incelediği objeleri ifade etmek için başvurulan kelimeler veya deyimler hep günlük dilde zaten kullanılan kelimeler veya deyimlerdir. Günlük dil, çeşitli bilimlerin ve dolayısıyla onların fiziksel temeli durumundadır. Dolaylı Doğrulama Doğrudan gözlem konusu olmayan olayları ifade etmede kullanılan kavramlara günlük konuşma dilinde rastlanmaz, konuştuğumuz günlük dil ile doğrudan ilişkileri yoktur. Carnap yalnızca önermeler arasında değil, kavramlar arasında da indirgeme ilişkisi kabul etmektedir. Önermeler için temelde “fiziksel dil”, kavramlar için ise temelde “doğrudan verilen” vardır. “Doğrudan verilemeyen”lerin taşıyıcısı da yine “fiziksel dil” olacaktır. İndirgenmek istenen kavram, kurma kurallarına göre bir cümle içinde ifade edilmekte, dönüştürme kuralları yardımıyla da fiziksel dil’e ulaşılmaktadır. Bu işlem bir dolaylı doğrulama’dır. Dil ile Dil Dışı Nesneler Arasındaki İlişkinin Kurulması Russell için dil dışı nesneler, bu nesneden alınan sertlik, parlaklık gibi çeşitli duyu verilerinin bir kümesidir. Dil dışı nesnelerin varlığının ve dolayısıyla dil ile dil dışı nesnelerin ilişkisinin bir problem olmaktan çıkarılmasını Carnap, aşağıdaki ayrımıyla temin etmek istemiştir: Gerçek obje cümleler (Real Objektsätze/real object sentences), Sahte obje cümleler = yarı sentaktik cümleler (Syntaktische Sätze/pseudo object sentences) veya İçeriksel Konuşma Tarzı (Inhaltliche Redeweise/material mode of speech), Sentaktik nitelikte cümleler (Syntaktische Sätze/syntactical sentences) veya Formel Konuşma Tarzı (Formale Redeweise/formal mode of speech). Gül kırmızıdır. Gül bir nesnedir. “Gül” kelimesi bir nesne kelimesidir. İki ve üçüncü gruptaki cümleler, birinci gruptaki cümlelerin aksine nesnenin nitelikleri hakkında bize bilgi vermemektedirler. Nesnelerin nitelikleriyle ilgili bilgi taşımayan analitik cümleler arasında sadece formel kurallara göre işlem yapmak mümkündür. Birincinin obje cümlesi olması demek, bu cümlenin doğrudan doğruya nesne hakkında bilgi vermesi demektir. Yani bu cümlenin objesi doğrudan doğruya gül’dür. Halbuki diğer cümlelerden nesne hakkında (mesela gülün kırmızılığı, büyüklüğü vs. hakkında) bir bilgi elde edemeyiz, çünkü onların objesi, dilsel bir ifade olarak “gül”dür. Bu yüzden ikinci ve üçüncünün doğruluğuna hiçbir gülü gözlemeden, “gül” kelimesinin hangi sentaktik türden olduğunu düşünmek suretiyle karar verebiliriz. Halbuki birinci cümlenin doğruluğu için söz konusu nesnenin gözlenmesi gerekir. Analitik Cümle: Öznelerinin işaret ettiği nesneler hakkında bir bilgi vermez. Doğrulama Formel Bir İşlemdir Sentaks açısından hem dolaylı hem de doğrudan doğrulama formel bir işlem olarak tanımlanabilmektedir. Çünkü bir ifadenin dolaylı olarak doğrulanması, bu ifadeyi doğrulayabilecek ifadelere (yani protokol ifadelere) sentaks kurallarını kullanarak ulaşmak demektir. Sentaks kurallarını kullanmak ise formel işlem yapmak demektir. Carnap ve diğer bazı düşünürler için fiziksel nesnelerin varlığı boş bir hipotezdir. Deney veya gözlemi dile getiren bir ifadenin doğrulayıcısı deney ve gözlemdir. Çevre düşünürlerinin amacı, hem doğrudan hem de dolaylı doğrulama işlemini tamamen sentaks açısından tanımlayabilmektir. 12. DOĞRULAMA VE SEMANTİK Semantik Nedir? Semantik, “işaretler teorisi” olarak bilinen semiyotiğin (sentaks ve pragmatikle birlikte) bir dalıdır. Semantik: İşaretler ve işaret edilen şeyler arasındaki ilişkiyi inceler. Bir ifadeyle (işaret sistemiyle) bu ifadenin işaret ettiği arasında nasıl bir bağın olduğunu, bir ifadenin anlamının nasıl tanımlanacağını, bir ifadenin doğruluğunun ne demek olduğunu araştırmak, semantiğin konusu içine girmektedir. Semantik aynı zamanda insan zihninin -düşünce süreçlerinin, idrakinin (cognition), kavramsallaştırmanın (conceptualization)- araştırılmasının da merkezindedir. “Semantik” denilen şey genel olarak kavramlar ve en fazla da kelimeler arasındaki bağıntılardan söz eder. Morris: Bir işaretin delalet ettiği şey (designatum) bir objeler sınıfı olup, bu işaret ettiği kendi semantik kurallarına göre işaret edebilir. Semantik, kelimelerin anlamlarının, özellikle işaret ettikleri şeylerle ilgi içinde araştırılmasıdır. Semantik, odak noktasında anlam ve doğruluğun bulunduğu bir araştırma alanıdır. Semantik, çeşitli disiplinlerin farklı yönlerden değerlendirdiği bir kavram durumundadır. Semantik ve Sentaks Semantik, sentaksın tamamlayıcısı durumundadır. Bu durum, sentaksın bir yoruma ihtiyaç göstermesinden ileri gelmektedir. Sentaktik hale getirilmiş fakat semantik açıdan yorumlanmamış bir dilin bir anlam taşımayacağı kabul edilir. Semantik Açıdan “Doğru” Kavramı Tarski, “doğru” tanımını şöyle yapmıştır: Bir cümlenin falanca türlü olduğunu söylediği şeyler (state of affairs) gerçekten de öyleyse, bu cümle doğrudur. Tarski’ye göre anlatılmak istenileni daha açık hale getirmek ve ona daha kesin bir biçim vermek semantiğin görevidir. İstenilen kesin tanım ancak bir üstdilde (metalanguage) verilebilir. İngilizcenin yapısını, gramerini vs.yi Türkçe olarak açıklamak istersek, Türkçe üstdil, İngilizce ise obje dili olur. “Kar yağıyor.” doğru bir cümledir, ancak ve ancak kar yağıyorsa. Bilim dilini semantik analizinden amaç, bilimin yapısını, bilimin metodolojisini yani bilimin özelliklerini ortaya koymaktır. Semantik açıdan “doğru”nun tanımını vermek, felsefi bir çalışma yapmak anlamına gelmemektedir. Amaç, bir ifadenin “doğru” olmasının ne anlama geldiğini her türlü felsefi görüşten bağımsız olarak ortaya koymaktır. Semantik Üstdil ve “Mutlak Doğru” Kavramı Semantik bir sistemin kurulması demek, bir obje dilinin bir üstdil vasıtasıyla ifade edilmesi ve yorumlanması demektir. Obje dili, mesela Türkçe, İngilizce gibi günlük diller olabilir. Tamamen formel olarak kurulmuş matematik, mantık gibi diller de istenirse obje dili olarak anılabilirler. Cümleler, kurallar yardımıyla yorumlanmış, yani anlaşılabilir kılınmış olur; çünkü bir cümleyi anlamak, bu cümleyle neyin varsayıldığını bilmek demek, bu cümlenin hangi şartlar altında doğru olması gerektiğini bilmek demektir. Semantik bir sistemin kurulmasındaki amaç, obje dilinin ifadelerini anlamlı kılmaktır. Böyle bir amaç için bir üstdile ihtiyaç vardır. Carnap’ın deyişiyle semantik bir sistem şu şekilde kurulabilir: İşaretlerin bir sınıflandırması, Kurma kuralları (rules of formation), Gösterme kuralları (rules of signation), Doğruluk kuralları (rules of truth). Doğru kavramı (diğer semantik kavramlarda olduğu gibi) normal mantık kurallarıyla birlikte günlük konuşma diline uygulandığında kaçınılmaz bir şekilde karışıklıklara ve çelişmelere yol açar. Semantik bir üstdilde, genel olarak bilim dili için ve özellikle de günlük dil için geçerli olabilecek tam bir doğru tanımına ulaşmak söz konusu değildir. Günlük dilin aksine, formel bir dilin evrensel karakterde olması beklenemez. Formel aksiyomatik olmayan diller (günlük dil, bilim dili vs.) için, semantik üstdilde, kesin bir doğru tanımı verilememekte; formel diller için ise, tanımdaki kesinlik, doğru’nun kesin bir tanımı anlamına gelmemektedir. Doğru ve Doğrulama Her doğrulamış ifadeye doğru gözüyle bakılabilmesine karşılık, tersi doğru değildir (geometrideki aksiyomlar doğru olarak kabul edilirler, fakat doğrulanmış değillerdir). Matematik, geometri gibi disiplinlerde doğrulama yerine ispat kavramı kullanılıır. “Doğru”nun kesin bir tanımının verilemediği bir yerde “doğrulama”nın tam olarak tanımlanamamasının diğer bir sebebi, “dilsel bir işlem olarak doğrulama”nın tam bir tanımının verilememesidir. Empirik bilimlerde gözlem önermesinin, deney veya gözlemlerle test edilmesi, aynı zamanda dilsel planda bir doğrulama işlemine işaret eder. Bir gözlem önermesinin deney veya gözlemle doğrulanmasından önce ve sonra zihinde tasarlanan ve zihinde gerçekleşen işlemler, doğrulamanın dilsel yönünü meydana getirir. Bir teori, hangi deneylerin yapılacağını tayin ettiği gibi, yapılan deneyler (sadece bu deneyi dile getiren önermenin değil) bir teorinin doğrulanmasını (veya yanlışlanmasını) da tayin edebilmektedir. Bir gözlem önermesiyle, bu önermenin ait olduğu sistemin teorileri, hipotezleri, aksiyomları arasında karşılıklı bir ilgi vardır. 13. DOĞRULAMANIN TEMELLERİ(1) Bir dil içinde yapılan doğrulama işleminin en basit birimleri, doğrulanan önermenin özne ve yüklemidir. Bir önerme gözlem veya deney vasıtasıyla doğrulanmışsa, bu önermede yüklem özne üzerinde tasdik edilmiş demektir Dilsel bir işlem olarak doğrulamanın temeli araştırılmak istenirse, terimlerin sahip oldukları özelliklerin tespit edilmesi ve terimler arasındaki bağıntıların incelenmesi gerekir. Dilsel Bir İşlem Olarak Doğrulama “Kitap mavidir.”, “Alet 3 amper gösteriyor.” gibi önermelerin deney veya gözlem vasıtasıyla doğrulanması, bu önermelerle dile getirilen olayların gerçekten mevcut olması demektir. Bir önermenin doğrulanmasından söz edildiğinde sadece gözlem ve deneyin değil, bu önermeyi meydana getiren terimlerin anlamalarının da hesaba katılması gerekir. Bir önermenin terimleri ve bu terimlerle diğer terimlerin anlamları arasında (zihinsel olarak) yapılan işlemler, doğrulamanın dilsel yönünü meydana getirir. Frege’nin Katkısı Frege, bir dilsel ifadede anlam (Sinn; sense) ve medlul (Bedeutung; meaning, reference, nominatum) ayrımı yapmıştır (bir sembolün, bir kelimenin, bir harfin veya bir ismin sahip olduğu anlamın işaret edilen şeye ilişkin anlamdan ayrılması gerektiği). Bir cins isim, kelime, işaret, bileşik işaretler, ifade, kendi anlamını ifade eder, medlulünün manasını belirler veya medlulünü işaret eder. Tasavvur sübjektiftir; birinin tasavvuru başka birinin tasavvuru değildir. Bu durum, tasavvur ve bir işaretin anlamı arasındaki asıl farkı meydana getirir. Fikir, bir cümlenin anlamı durumundadır. Bir cümlenin medlulü ise o cümlenin doğruluk değeridir. Fikirler, Pisagor teoreminde yer alan fikirler gibi zamana bağlı olmadan doğrudurlar. Fikirlerin yaratılmaları söz konusu değildir. Düşüncede, fikirlerin üretilmesi değil, onların idrak edilmesi (comprehend) söz konusudur. Bilimsel çalışma, fikir yaratması değil, doğru fikirlerin keşfidir. Doğru bir fikirden söz edilebilmekle beraber, bir fikrin doğrulanmasından söz edilemez. Doğrulama işlemi, doğru veya yanlış değeri alabilen bir cümle için söz konusu olabilir. Bir cümlenin doğruluğundan söz edebilmem için, en azından o cümleyi anlamış olmam, bu cümle ile ifade edilen fikri kavramış olmam ve bu cümlenin öğeleri durumundaki kelimelerin ifade ettikleri hakkında bir tasavvurumun olması gerekir. Frege’nin de işaret ettiği gibi doğruluk, nesne ile dilsel ifadeler arasındaki bağıntı demek değildir. Çünkü doğru, üstdile aittir. “Kalem” kelimesi ile bir nesneye işaret edebiliriz; fakat “doğru” kelimesiyle işaret edebileceğimiz herhangi bir nesne yoktur. “Doğru”, bir üstdil kavramıdır. Lewis’in Yaklaşımı Lewis “Bütün terimlerin delalet etme ve kaplam anlamında veya tarzda bir manası vardır ve bu terimlerin ima etme veya içlem tarzında bir manası vardır. Terimlerin bu iki tarz anlamı gelenekseldir ve bilinir. Delalet: Terimin uygulandığı bütün bilfiil mevcut nesneler sınıfıdır. Kaplam: Terimin doğru ve kesin olarak uygulanması söz konusu olabilecek mümkün ve tutarlı olarak düşünülebilecek bütün nesneler sınıfıdır. Medlul: Nesnelerdeki bir özellik olup, varlığı terimin doğru ve kesin olarak uygulanacağını, yokluğu ise uygulanamayacağını gösterir. İçlem: Terimi doğru ve kesin olarak uygulayacağımız bir nesneye aynı zamanda uygulanma durumunda olan bütün diğer terimlerle olan eşdeğerliğidir. Bir örnek olarak, “İnsan canlı bir varlıktır.” veya daha kısa deyişle “İnsan canlıdır.” ifadesini göz önüne alalım. Böyle bir ifadenin doğru olması, yani bu ifadenin (dil içinde bir işlem olarak) doğrulanması, yüklemin (“canlı” teriminin), özne (“insan”) üzerine tasdiki demektir. İfadelerin nasıl doğrulanacağına karar verebilmek için ilkin bir ifadenin ne anlama geldiğini kavramak gerekmektedir. Lewis için, bir ifadenin anlamı terimlerin içlemi ve kaplamıdır. Lewis’e göre, doğru bir önermenin kaplamı bilfiil evrendir (actual world), yanlış bir önermenin kaplamı ise boştur veya sıfırdır. Bir önermenin içlemi ise, bu önermenin dedüktif sonuçlarıdır. Lewis, analitik ifadelerin özelliğini, “evrensel olmak” şeklinde belirlemiştir. Sentetik bir ifade ise, eğer kendisiyle çelişik değilse, içlemi ve kaplamı ne sıfırdır ne de evrenseldir, bu gibi ifadeler, nesneler hakkında bilgi verirler. Quine, “Empirizmin İki Dogması” isimli makalesinde, analitik-sentetik ayrımına karşı çıkmıştır. Carnap’ın Çözümü Carnap, bir ifadenin çift taraflılığını, yani bir ifadenin hem işaret etme hem de işaret ettiği şeyden bağımsız bir anlam taşıması durumunu “içlem” ve “kaplam” kavramlarıyla izah etmek istemiştir. Carnap, işaret edici olarak da isimlendirildiği içlem ve kaplamı şu üç kavrama uygulamıştır: Bildirisel cümleler (declarative sentence), Tekil ifadeler (individual expression), Yüklemler (predicators). Bir yüklemin kaplamı, bu yüklemin uygulandığı tekillerin sınıfı; içlemi bu yüklemin ifade ettiği özelliğidir. Bir cümlenin kaplamı, bu cümlenin doğruluk değeri; bir cümlenin içlemi, bu cümle tarafından ifade edilen önermedir. Tekil bir ifadenin kaplamı, bu ifadeye atfedilen bir tekildir; bir tekil ifadenin içlemi, bu ifade tarafından dile getirilen yeni bir türün kavramı olup, bu kavram bireysel kavram olarak isimlendirilir. Carnap, dilsel ifadeleri içlem ve kaplam açısından ele almakla çözmek istediği problemi şu şekilde ifade etmiştir: “İki işlem (verilen bir ifadenin manasını anlamak ve bu ifadenin evrenin aktüel durumuna uygulanıp uygulanmayacağını ve nasıl uygulanacağını araştırmak) arasındaki fark, bir ifadenin içlemi ve kaplamı kavramları vasıtasıyla bizim yöntemimizin açıklamaya çalıştığı iki farklı semantik faktör arasında bir ayrım ileri sürer.” Carnap’ın amacı: İçlem ve kaplam aracılığıyla dilin yapısını aydınlatmak, dilin dil dışı (fiziksel) nesnelerle olan ilişkisini ortaya koymaktadır (doğrulama). Carnap’a göre yalnızca cümle doğru veya yanlış değeri alabilmektedir. Bir önermenin temel bir özelliği, olgularla olan ilişkisidir. Bir önermenin doğruluğunu da yine olgularla ilişki içinde düşünmek mümkündür. Yani, “Kar beyazdır.” önermesi, eğer kar beyaz görünüyorsa; “Kalem yeşildir.” önermesi, eğer kalem yeşil görünüyorsa doğrudur. Şey’lerle ilgili olarak kabul edilebilecek tek açıklama, varlıklarını dilsel kuruluşlara bağlı olduğunu kabul etmektir. Şey’lerin diğer bir özelliği, içlem, kaplam, terim gibi semantik öğelere anlam kazandırması, deyim yerindeyse, bir varlık atfetmesidir. Carnap için ontolojik problemler tamamen dilseldir. 14. DOĞRULAMANIN TEMELLERİ (2) Bir dil içinde yapılan doğrulama işleminin en basit birimleri, doğrulanan önermenin özne ve yüklemidir. Doğrulama, en basit seviyede özne ve yüklem arasında gerçekleşir. Eğer bir önerme gözlem veya deney vasıtasıyla doğrulanmışsa, bu önermede yüklem özne üzerinde tasdik edilmiş demektir. Dilsel bir işlem olarak doğrulamanın temeli araştırılmak istenirse, terimlerin sahip oldukları özelliklerin tespit edilmesi ve terimler arasındaki bağıntıların incelenmesi gerekir. Doğrulama İşleminin İçlem ve Kaplam Açısından Değerlendirilmesi Dilsel bir işlem olarak doğrulamanın, terimlerin anlamları, (diğer bir ifadeyle içlemleri) arasında yapılan bir işlem olarak tanımlanabileceği bu sayede ortaya çıkmaktadır. Frege: Dilsel bir ifadenin işaret ettiği nesne ile bu ifadenin anlamı arasında bir özdeşlik yoktur. Dilsel bir ifade, hem (somut veya soyut) bir nesneye işaret etmekte hem de bu işaret ettiği nesneden ayrı olarak düşünebileceğimiz bir anlam taşımaktadır. “Doğrulama” kavramı incelenirken göz önünde bulundurulması gereken diğer bir husus, dilin birtakım paradokslara (veya antinomilere) açık olmasıdır. Yukarıdaki problemlere çözüm arayan bir teorinin ayrıca çokanlamlılık, kaypaklık gibi öteki dilsel problemlere de bir açıklık getirmesi beklenir. “Doğrulamanın ne olduğuna verilecek cevap, her düşünürün felsefi sistemiyle ilgi içindedir. Carnap, felsefi düşüncelerindeki değişmeye paralel olarak “doğrulama” yerine “pekiştirme” (“confirmation”) kavramını koymuştur. Carnap’ın görüşü: Tam doğrulama yoktur, ancak kısmi bir doğrulamadan söz edilebilir. Bu ise pekiştirme demektir. Dilsel bir işlem olarak doğrulama: Bir cümlenin terimleri arasında kurulan bağdır. Bir cümlenin doğrulanması, bu cümleyi meydana getiren terimler arasındaki bağın tasdik edilmesidir. Terimler arasında kurulan bağ, “Neyi doğrularız?” sorusunun da cevabı olmaktadır. Alternatif Görüşler Russell’a göre, belli bir nesneye işaret etme durumunda olan tekil bir ifadenin tek başına bir anlamı yoktur. Böyle bir terimin anlam kazanabilmesi için mesela bir cümle içinde kullanılması gerekir. Bir ifadenin anlamını olgularla uygunluk yerine, dil içindeki tutarlılıktan hareket ederek açıklamaya çalışan düşünürler de vardır. Nitekim başta Carnap ve Wittgenstein olmak üzere bazı düşünürler, dil ve dil dışı nesneler arasındaki ilişkiyi tutarlılık açısından, yani dil içinde kalması suretiyle açıklamaya çalışmışlardır. Bu anlayış, Carnap’da doruk noktasına ulaşmıştır. “Doğru” kavramıyla ilgili alternatif görüşlerin çıkış noktasında, “Bir ifadenin anlamını bilmek, bu ifadenin doğru veya yanlış olduğunu, yani doğruluk değerini bilmektir.” anlayışı bulunmaktadır. Çeşitli düşünürler, ilkin bir ifadenin anlamının kavrandığına, doğruluk değeri hakkında daha sonra karar verildiğine işaret etmişlerdir. Böylece, bir ifadenin anlamıyla doğruluk değeri arasında tam bir örtüşme olmadığına dikkat çekmişlerdir. Alternatif görüş olarak nitelendirilen anlayış, “doğruluk değeri”nden ayrı olarak, “doğruluk değeri şartı”ndan söz eder. Mesela, “Sinan bardağı kırdı.” ifadesi, bardağın kırılmış olması halinde doğru değeri alır. Ancak, bu ifadenin bir doğruluk değeri alabilmesi için de, her şeyden önce, bardağın mevcut olması, Sinan isimli birinin bulunması, bu kişinin belli bir eylemi gerçekleştirmiş olması gerekir. Ancak bu sayede, “Sinan bardağı kırdı.” ifadesinin bir anlamı olabilir. Bu durumda artık, bir önermenin doğruluk değeri yerine, yeni bir kavrama ihtiyaç duyulacaktır. Bu kavram, yani “doğruluk değeri şartı” kavramı da, iki farklı kavram aracılığıyla açıklanmaktadır: Bunlar, “gerektirirlik” ve “önceden varsayma”dır. Gerektirirlik: Bir S1 ifadesinin doğruluğunun bir S2 ifadesine bağlı olması, Önceden varsayma: Yeni bir S1 ifadesinin doğruluk şartının bir S2 ifadesi tarafından sağlanması anlaşılır. “Bu nesne bir kitaptır.” ifadesi, bu nesnenin içinde birtakım yazıların bulunmasını gerektirir. “Bugünkü Fransa Kralı dazlaktır.” önermesinin doğruluğu ise, Fransa Kralı’nın mevcut olmasını önceden varsayar. Böyle bir şart göz önüne alınmadığı takdirde, söz konusu önermenin doğruluk değeri ikinci planda kalır. “Doğru” analizine esas teşkil etmesi gereken yön, bu ifadenin doğruluk şartı olmalıdır. Dolayısıyla, bir ifadenin doğrulanmasının başka ifadeleri varsaydığını ve gerektirdiğini göstermek ve bu yolla “doğrulama” kavramını ele almak mümkündür. Teorik olarak bir ifadenin içlem ve kaplamı ile aynı ifadenin doğruluk şartı arasında bir kopukluk olmamalıdır. Bir ifadenin doğruluğunu tahkik edebilmek için, bu ifadenin gerektirdiği diğer ifadelerin bilinmesine ihtiyaç olduğu da ortaya çıkmış olmaktadır. Bir S1 ifadesi olgularla ilişkili ise, bu ifadeyi doğrulamak için şüphesiz deney veya gözleme başvurmak gereklidir. Fakat bütün işlem bundan ibaret değildir. Çünkü doğrulanan sadece S1 değildir. Bu ifadenin gerektirdiği diğer ifadelerin de doğru olmaları söz konusudur. Bu durumda, “Doğrulanan nedir?” sorusunu cevaplamak mümkün hale gelir. Doğrulanan sadece S1 ifadesi değil, bu ifadenin bağlı olduğu diğer ifadelerdir. “Niçin tam doğrulama yoktur?” sorusunun cevabı: Çünkü, S1 ifadesinin gerektirdiği ve önceden varsaydığı ifadelerin sayısını sınırlayamayız. Bu yüzden, bir S1 ifadesinin tam olarak doğrulanması söz konusu olamaz. En basit bir ifadenin bile tam ve mutlak doğrulamasından söz edemeyiz. Tam Bir Doğrulamanın Yapılamamasının Bilimde ve Felsefedeki Önemi Teorik olarak, “doğrulama” kavramının tam olarak tanımlanamaması ve tam bir doğrulamadan söz edilememesi sonucu, gerek felsefede gerekse bilimler açısından bazı değerlendirmelerin yapılmasına imkân verebilir. Empirik bilimlerin konusu, tekrarlanan olaylardır. Bilimsel çalışmalar, daha dakik gözlem ve deneylerin yapılmasına izin veren aletler sayesinde, tekrarlanan olaylar arasında bilimsel kanun ve teorilerde ifadesini bulan bağlar kurulur. Kurulan bu teorilerin, konuları olan nesnelerin mahiyetini tam olarak yansıttıkları söylenemez. Bilimsel kanunlarla tabiat hadiseleri aynı şey değildir. Tabiat hadiselerini anlamaya çalışmamız, sadece dışarıdan bakarak bir saatin mekanizmasını anlamaya benzer. Bu durumda, bilimsel teori ve kanunlar vasıtasıyla tabiatı tam ve eksiksiz olarak kavramak söz konusu değildir. Nitekim Newton da, kurduğu bilimsel sistemin tabiatın kendisini değil, sadece fizik hadiselerinin bir tasvirini verdiğini, nesnelerin gerçek mahiyetinin bizce bilinmediğini söylemektedir. Felsefi bir çalışma çerçevesinde bilimin yapı ve işleyişinin veya doğrulama, determinizm, zaman, mekân gibi kavramların incelenmesi, bilimsel çalışmalara doğrudan bir katkı sağlama amacı taşımamaktadır. Çünkü her bilim, kendi problemiyle uğraşır. Bu bakımdan, bilimle felsefe arasında ancak dolaylı bir ilişkiden söz edilebilir. Bilimin yapı ve özelliklerinin incelenmesinde en büyük katkıyı pozitivist düşünürler yapmışlardır. Bu anlayışa göre felsefe, kavram ve dil analiziyle uğraşan bir etkinliktir. Böyle bir anlayışla yapılan çalışmalar neticesinde “doğrulama” kavramının tam olarak tanımlanamadığı ve felsefede tam bir doğrulamadan söz edilemeyeceği ortaya çıkmış ve pozitivist görüşün temel bir prensibi de sarsılmıştır. Bilimde olduğu gibi felsefede de mutlak doğrulama yoktur.