Mustafa Kutlu’nun Uzun Hikâye’si
Giriş
Ortadaki Adam (1970), Gönül İşi (1974), Yokuşa Akan Sular (1979), Yoksulluk İçimizde (1981), Ya Tahammül Ya Sefer (1983), Bu Böyledir (1987), Sır (1990), Hüzün ve Tesadüf (1999) gibi yapıtlarıyla, edebiyatımızda öykü türünde adını duyurmuş bir yazardır Mustafa Kutlu. Çoğu araştırmacının saptadığı gibi ilk iki öykü kitabında yer yer Sabahattin Ali ve Sait Faik’in etkileri göze çarpar. Ancak kısa süren bu etkilenme döneminden sonra Anadolu’daki yaşamı, toplumsal değişiklikleri, bu değişikliklerin yol açtığı değerler çatışmasını konu edinen öyküler kaleme almaya başlar. Çağdaşları, klâsik öykü düzenini bozan, olayda, zamanda ve mekânda parçalanmış, karmaşık ve kapalı, genelde bireyin yalnızlığını ve iç dünyasındaki sıkıntıları yansıtan Kafkavari ve postmodern öyküler yazarken, Mustafa Kutlu geleneksel öykü tarzına yönelmiş ve bu çizgisinden hiç sapmamıştır. Hatta Kemal Tahir’in
“Benim toplumumda sınıf var mı? Yok… Sınıf olmayınca çatışması da yok… Toplumda görünen tabakalaşmalar sınıf değil; uyuşmazlıklar, çatışma değil… Ayrıca benim insanım, toplumda yalnız da kalmıyor… O hâlde ben romanda batının anladığı dram dışında bir dram anlayışına varmam gerekir. Belki batının kişi dramına karşılık, ben toplumun dramını işlersem, kendi romanımı vereceğim.”
İsmet Bozdağ, Kemal Tahir’in Sohbetleri, Ankara 1980, s. 141
diyerek gösterdiği yolu Kutlu, öyküde izlenmektedir. Kemal Tahir, “Benim de masalım var, halk hikâyelerim var… Öyleyse romanımı oturtacağım temel var bende…”
İsmet Bozdağ, age., s. 141 ifadesiyle bizde bir anlatı geleneğinin varlığına işaret edip bu kaynaklara dayanmayı benimserken, Kutlu da, aynı düşünceye koşut biçimde, geleneksel anlatı kaynaklarımız olan kıssalara, menkıbelere, mesnevîlere ve tasavvufî öykülere yönelmiştir. Yazar bunu,
“Kendi yazdığım hikâyelerin kendi geleneğimizden çıkmasını düşündüğüm için kıssalardan başlamak üzere menkıbelerden ve mesnevîlerden hem biçim hem de muhteva bakımından faydalandım, onlardan çağdaş bir biçim, çağdaş bir muhteva dokumaya başladım. Bunun temelinde tasavvuf düşüncesi yatıyor. Ve onun mazmunlarını, mecazlarını, dilini bugün için kullanmaya çalıştım."
Tevfik Yılmaz Demir, Mustafa Kutlu’nun Hikâyeciliği, Yüzüncü Yıl Ü. Sosyal Bilimler Ens. Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı, basılmamış yüksek lisans tezi, Van 1995, s. 27
diyerek belirtir ve yapıtlarında da uygular. Yoksulluk İçimizde, Bu Böyledir ve Sır adlı öykü kitaplarında söz konusu geleneksel anlatı türlerinin izleri hem içerik hem biçim hem de dil-anlatım bağlamında daha da belirgin bir biçimde görülür. Makalenin ana konusu bu olmamakla beraber Mustafa Kutlu’nun öykücülüğündeki çizgiyi belirlemek ve bu çizgiyi Uzun Hikâye’ye bağlamak için bu giriş bilgilerine gereksinim vardır.
Olay Örgüsü
Uzun Hikâye, her şeyden önce öyküde yer alan bir kişi tarafından anlatılan (homodiégétique, öz öyküsel anlatım, benzer anlatıcı) bir öyküdür. Öyküde, bir kasaba delikanlısı olan anlatıcı, geriye dönüşlerle ailesini, doğumunu, mutlu çocukluk günlerini, annesinin ölümünü, babasıyla beraber değişik kasabalarda yaşadıklarını, aşklarını, hüzünlerini, dostluklarını ve babasının mücadelesini anlatır.
Öykü, kahramanın on altı yaşındaki fiziksel görünümünü ve bir çağrışımla annesini anımsamasıyla başlar. Ardından “… ben yeniden beş altı yaşların pembe-beyaz dünyasına gömülüyorum.” (s. 8) ifadesiyle daha da geriye, on bir yıl öncesine, çocukluk günlerine dönülür. Yaşadıkları vagondan ev, doğal çevre, komşuları makasçının eşi ve kızı anlatılır. Bundan sonra kahraman anlatıcı, yeniden bir geriye dönüş yapıp, babasının macerasını anlatmaya koyulur. Bu macera çerçevesinde, babanın çocuk yaşlarda dedesiyle Bulgaristan’dan kaçarak İstanbul’a yerleşmesi, dedenin ölümü, babanın aşkı, sevdiği kızı kaçırmak zorunda kalması, İstanbul’u terk edip bir kasabaya yerleşmeleri, kahraman anlatıcının doğması, babanın kasaba ortaokulunda çalışırken müdürle ters düşmesi, adının sosyaliste çıkması ve ailenin buradan ayrılması aktarılır. Kahraman ve ailesi, bundan sonra bir nahiyede, tren istasyonundaki vagondan bir evde yaşamaya başlarlar. Hamile olan anne, bir gün aniden rahatsızlanır ve ölür. Kahraman, daha küçük bir çocukken yaşamının ilk büyük acısını tadar.
Öykünün başından annenin ölümüne değin süren bölüm giriştir (s. 8-30). Girişte esas itibariyle şu olay halkaları vardır:
Babanın anneye âşık olması (s. 14) ve birlikte kaçmaları (s. 17)
Babanın ortaokul müdürüyle çatışması (s.20) ve kasabayı terk etmeleri (s. 21)
Annenin ölümü (s.30)
Anlatıcı, bu olay halkalarını anlatırken iç içe giren geriye dönüşler yaparak kronolojik sıraya uymamışsa da, bu durum olaylar zincirinde bir kopukluğa neden olmamıştır. Esas itibariyle bu giriş bölümünde anlatıcının ailesi tanıtılır.
Öykünün giriş bölümünden sonra, anlatıcı zamanda bir atlama yaparak, -annenin ölümünden on altı yaşına gelinceye kadarki olayları anlatmaksızın- öyküsüne on altı yaşındaki yaşamından itibaren devam eder (s. 31). Ancak bu atlama, vak’a bütünlüğüne zarar verecek, olaylar zincirinde bir eksikliğe neden olacak nitelikte değildir. Annenin ölümünden sonra gelişme bölümü başlar (s.31). Bu bölümdeki olay halkaları şunlardır:
Kahraman ve arkadaşı Celâl, ikisi birden savcının kızı Ayla’ya âşık olur (s. 42). Kahraman, hasta bir çocuk olan Celâl’e acıdığından aşkını gizler, hatta arkadaşıyla Ayla arasında aracılık yapar (s.51)
Baba, bir arsa sorunu nedeniyle kasabanın Belediye Başkanı İskender Zopuroğlu’yla tartışır, haksızlığa karşı çıkar (s. 44-45). Bu olaydan dolayı polis, evlerine baskın yapar ancak bir şey bulamaz (s.46)
Baba oğul, polis baskınından sonra bu kasabayı terk etmek zorunda kalırlar (s. 57).
Üçüncü olay halkasından sonra yine zamanda bir atlama söz konusudur. Kasabadan ayrılırken lise 1’de okuyan ve on altı yaşında olan kahraman (s.57), bunu izleyen bölümde liseyi bitirmiş, iki yıl üniversite sınavına girmiş ve kazanamamıştır (s. 61). O hâlde arada dört yıl atlanmıştır. Baba oğul, geldikleri bu kasabada bir kitap evi açarlar. Bundan sonra olaylar şöyle sürer:
Kahramanın arkadaşı Tabelâcı Kara Turan, Kuaför Venüs’ün kızı Suna’ya âşık olur. Bu aşk öyküsünde (s. 65-79), Turan’ın aşkı uğruna yaptıkları anlatılır. Ancak Suna, Turan’ın aşkına karşılık vermez ve bir tiyatrocuyla kaçar (s. 78).
Baba, kasabanın Yeşil Hanyeri gazetesinde yazılar yayımlamaya başlar ( s.80). Siyasîlerin eleştiren yazıları nedeniyle tutuklanır (s. 89).
Kahraman, kasabanın ileri gelen ailelerinden Hancıların kızı Feride’ye âşık olur (s.96). Feride de onu sever ancak kahraman, sevdiğini rahatsız eden Sarhoş Selâmi’yle kavga edince (s.104), olay duyulur. Aile kızı sokağa çıkarmaz. Kahraman, Feride’yi kaçırmak isterse de, kız, ailesinden korktuğu için bunu kabul etmez (s. 108).
Gelişme bölümündeki (s. 31-108) olay halkalarına bir bütün olarak bakıldığında, bunları iki kümede toplamak mümkündür.
İlk kümede, ikisi kahramanla ilgili olmak üzere üç aşk öyküsü vardır:
Bunlar; a. Kahraman, savcının kızı Ayla ve Celâl arasındaki aşk, b. Kara Turan, Suna aşkı, c. Kahramanla Feride arasındaki aşk öyküleridir. Söz konusu öyküler, kendi içinde başı sonu olan, neden-sonuç ilişkisi bakımından birbirine bağlanmayan üç bağımsız olay halkasıdır. Bu olay halkalarında kasabalarda yaşanan aşklar anlatılır.
Bu üç aşk öyküsünün dışında, babanın çevresinde gelişen ve kasabalardaki maddî ya da siyasî çatışmaları konu edinen olay halkaları da ikinci kümeyi oluştururlar. Bu kümede iki olay halkası vardır:
a. Baba ile İskender Zopuroğlu arasındaki çatışma, b. Gazetelerdeki yazıları nedeniyle baba ile kasabadaki siyasîler arasındaki çatışma. Bu olay halkaları, Uzun Hikâye’ye toplumsal bir içerik kazandırır ve bunlar da kendi içinde başı sonu olan, diğer halkalara bağlanmayan bağımsız öykülerdir.
Uzun Hikâye’nin sonuç bölümünde (s.109-115) tek bir olay halkası vardır: Baba oğul, birbirinden ayrılırlar (s. 111). Oğul (kahraman-anlatıcı), babasının verdiği daktiloyu da alarak, bir trene binip kasabayı terk eder (s.111). Gece vakti, meçhul bir istasyonda trenden iner, bir kasaba otelinde, babadan kalma daktilosuyla kendi öyküsünü (Uzun Hikâye’yi) yazmaya başlar (s. 114).
Sonuç olarak Uzun Hikâye tek bir ana vak’aya bağlanan olay halkalarından oluşmaz. Vak’a, çatışma üzerine kurulmamıştır. Olay halkaları, bağımsız öyküler hâlinde, kahramanın yaşam öyküsü içinde bütünlüğe kavuşurlar. Olayların anlatımında kimi kez kronolojik akışa uyulmamışsa da, gelişme bölümünden itibaren kronolojiye uyulmuştur. Bu nedenle Uzun Hikâye, düzenli bir vak’a kuruluşuna sahiptir.
Konu
Uzun Hikâye, genç bir anlatıcının babası ile beraber Anadolu’nun çeşitli kasabalarında yaşadıklarını anlatan bir otobiyografik öyküdür. Olay örgüsünden de anlaşılacağı gibi, kasabalarda yaşanan aşklar, ayrılıklar, hüzünler, hayal kırıklıkları, umutlar ve toplumsal adaletsizlikler, bu öykünün tematik dokusunu oluşturur. Aslında Mustafa Kutlu, bir baba oğlun yaşam öyküsü çevresinde, Anadolu’nun küçük kasabalarındaki yaşamı konu edinmektedir.
Öyküde en geniş yer tutan tema aşktır. Girişte yer alan baba-anne aşkı, daha sonra kahraman-Ayla-Celâl arasındaki aşk, Tabelâcı Turan-Suna aşkı, kahramanla Feride arasındaki aşk, bu temayı işleyen olay halkalarıdır. Baba ila anne arasındaki aşkın dışındakilerin hepsi, mutsuz aşk öyküleridir. O hâlde söz konusu aşk öykülerinin çoğunda bir hayal kırıklığı ve hüzün duygusu hâkimdir. Uzun Hikâye’de, bu aşk öykülerinden hareketle aslında Anadolu’nun küçük kasabalarındaki masum, tedirgin, töresel nedenlerden dolayı çoğu kez gizlenen ve deli dolu yaşanan sevdalar, sevgiliye ulaşmak uğruna yapılan fedakârlıklar işlenir. Bu bakımdan söz konusu aşklarda, töresel anlayış yanında, taşra insanının tutkusunu, vefasını ve coşkun sevdasını bulmak mümkündür. Babanın aşkı uğruna sinemayı yakması (s. 16-17), Tabelâcı Turan’ın Suna’ya olan aşkını kanıtlamak için türlü delilikler yapması; belde başkanlarından birinin belediye başkanına gönderdiği meyve dolu at arabasını Kuaför Venüs’ün dükkânı önüne yıktırması (s. 75), kasabaya açılan lunaparktaki balona binip sevdiğinin evine güller yağdırması (s. 77-78), Anadolu insanının sevda anlayışını yansıtan örneklerdir. Ayrıca anlatıcı da kasabalardaki aşklara ve kasabalıların bu tür olaylara yaklaşımına ilişkin
“Söz aramızda, o yıllarda, o dağlar ardında kalmış kasabada, bir kızla bir oğlanın değil gizli gizli buluşup konuşması, şöyle yolda bir an olsun yan yana gelmesi bile zordu.” (s. 32), “Kız Sanat Okulu dağılır, kasabanın liselilere nazaran daha gelişkin kızları birer ikişer önümüzden geçer; arkalarından gûya kızlarla hiçbir ilişkileri yokmuş da tesadüfen oradan geçiyormuş pozlarda delikanlılar, tedirgin adımlarla onları takip ederdi.” (s. 42), “Ah bu kasabalar. Hiçbir sırrın saklı kalamadığı küçük kasabalar.” (s. 54), “Ah bu küçük kasabalar. Her biri bir gizli sevda cehennemi. Karşılıksız aşkların törpülediği gençlik.” (s. 72), “Ve bu ücra kasabalarda sevenlerin kavuşması için hâlâ delikanlıların yaz günü karlı dağdan kar getirmesi isteniyordu.” (s. 104-105)
gibi cümlelerinde küçük kasabalarda yaşanan aşkları anlattığına işaret eder. Böylece Mustafa Kutlu aslında aşk temasını işlerken de Anadolu’daki yaşam temasına bağlı kalır.
Uzun Hikâye’deki ikinci önemli tema, baba çevresinde gelişen olaylarda dile getirilen Anadolu’daki kasabalarda yaşanan adaletsizlikler ve bunun sonuncunda çıkan toplumsal çatışmalardır. Öyküde bu anlamda üç çatışma vardır. Bunlar; a. Baba ile kasaba ortaokulunun müdürü arasındaki çatışma, b. Baba ile İskender Zopuroğlu arasındaki çatışma, c. Baba ile siyasîler arasındaki çatışmadır. Her üç çatışmada da ana neden adaletsizliktir. Kasabalardaki bürokrat, eşraf ya da siyasîler, yetki ve güçlerini kullanarak güçsüzlükleri ezmeye çalışırlar. Baba, bu tür haksızlıklara karşı çıkar; ancak o da çeşitli haksızlıklara uğrar. Böylece Mustafa Kutlu, -bu öyküde bir ana sorun olarak değilse de- Anadolu’daki toplumsal sorunları, babanın erdem mücadelesi çerçevesinde dile getirir. Esas itibariyle bu çatışmalar Uzun Hikâye’ye toplumsal bir içerik kazandırır.
Mustafa Kutlu’nun öyküsünde, bu iki temanın yanında göç ve yol temi de önemli bir yer tutar. Baba, Bulgaristan’dan İstanbul’a kaçmış bir göçmendir. Baba oğul, çeşitli haksızlıklara uğradıkları için bir kasabadan diğerine göç ederler. Hatta kahraman bu nedenle “yollarda doğmuş, yollarda büyümüşüm.” (s. 18) der. İstasyon, trenler, yolcular, kahramanın çocukluğunu geçirdiği vagondan ev, öyküde bu bakımdan önemlidir. Uzun Hikâye’nin bir tren yolculuğuyla son bulması da anlamlıdır. Hatta yapıtın kapağındaki, tren fotoğrafı, bir anlamda yol temasına işaret etmek için konulmuştur denilebilir.
Sık sık göç etme, istasyonlar ve trenler Mustafa Kutlu’nun yaşamında da önemli bir yer tutar. Nitekim Beşir Ayvazoğlu bu konuda şunları yazar: “Mustafa Kutlu’nun çocukluğu, yedi yaşına kadar, babasının sık sık yer değiştirmesini yüzünden, o nahiye senin, bu nahiye benim, dolaşmakla geçer. Şuuru uyandığında, Kemah’ın Kamerik nahiyesinde, yörenin ünlü beylerinden Sarıoğulları’nın geniş bir arazi ortasındaki kır evinde oturmaktadır. Nahiyede kiralık ev bulunamadığı için yerleşmek zorunda kaldıkları bu ‘yalnız ev’, Kutlu’nun hayatında ve hayal dünyasında çok önemli bir yer tutar.(…) Komşuları yakınlardaki Cebesoy İstasyonu’nun lojmanlarında oturan demiryolculardır. Bu ev, bu istasyon, asker dolu trenler, biraz öteden geçen Fırat, karanlık geceler, kar, gecenin sessizliğinde yankılanan tren düdükleri ve kurt ulumaları…” (Defterimde 40 Suret, İst. 1996, s. 164-165).
Uzun Hikâye’ye egemen olan ana duygu hüzündür. Annenin ölümü, kahramanın daha küçük yaşta annesiz kalması, aşkların hep mutsuzluk ve ayrılıkla sonuçlanması ve babanın erdem mücadelesinde sürekli yenik düşerek, çeşitli baskılar sonucu, bulunduğu yerlerden göç etmek zorunda kalmaları, hapse düşmesi, baba oğlun ayrılması… Bütün bunlar, öyküde hüzün duygusunun ağır bastığını gösterir. Bu olumsuzluklara karşın, baba oğul karamsarlığa kapılıp yaşama umudunu yitirmezler. Örneğin kahraman, arkadaşı Celâl uğruna, sevdiği kızla onun arasında aracılık yapar ve ıstırabını içine gömerek “Sevdiğim kız, ilk aşkım, beni değil onu mutlu etti. Varsın etsin.” (s. 55) der. Dolayısıyla Mustafa Kutlu, hüznün yanında yaşama sevgisi temasını da işler. Kahraman her türlü acıya, annesini yitirmesine, aşklarında büyük acılar yaşamasına, babasından ayrılmasına karşın, hiç umudunu yitirmez. Aynı biçimde, baba her türlü haksızlığa uğramasına karşın, mücadelesini sürdürür. Bu bağlamda annenin ölümünden sonra babanın mızıka çalması (s. 30), hüznün yanında acılara dayanmayı da ifade eder. Öykünün sonunda babasından ayrılan kahramanın sabaha karşı otel odasında babasından aldığı mızıkayı üflemesi, mızıkanın nağmelerinin “… otel penceresinden sızıp kasabanın dumanı tüten kırmızı kiremitli damlarına doğru yayılmaya…” (s. 115) başlaması, hatta “Aa.. Bayağı çalıyorum. Çalıyorum be..” (s. 115) diyerek sevinmesi, bütün acılara karşın, yaşamın sürdüğüne işaret eder. Bu bakımdan mızıka, öyküde hem hüznün, hem yaşamın simgesidir. Mızıkanın yanı sıra daktilo, babanın kullandığı bir araç olarak erdemin ve toplumsal mücadelenin simgesidir. Her iki alet de öykünün sonunda babadan oğula geçer. Bu, yaşamın sürdüğünün, hüznün ve erdem mücadelesinin babadan oğula, kuşaktan kuşağa geçtiğinin göstergesidir.
Kişiler
Uzun Hikâye, bir baba oğlun yaşam öyküsü çerçevesinde kasaba yaşamını konu edinen bir yapıt olduğundan, kişiler de doğallıkla kasaba insanlarıdır. İlgi merkezi oğul (kahraman-anlatıcı) ve baba olmakla beraber, kasabada yaşayan çeşitli insanlar da öyküde önemli yer tutar. Hatta Uzun Hikâye, kasabalı insan portrelerinden oluşan bir tablo öyküdür denilebilir. İncelemede bir kolaylık olması açısından bu kişileri şöyle gruplandırabiliriz:
Kasabalı gençler
Kahraman-anlatıcı başta olmak üzere, onun arkadaşları olan Kara Turan, Celâl, Üçgen Erdoğan, Suna, Ayla ve Feride bu grubu oluşturur.
Uzun Hikâye, yaşamının gençlik dönemini çeşitli kasabalarda geçirmiş bir delikanlının öz yaşam öyküsüdür. Bu kasabalı delikanlı, aynı zamanda Uzun Hikâye’nin anlatıcısıdır. Dolayısıyla kahraman hakkında bildiklerimiz kendisinin (anlatıcının) verdiği bilgilerle sınırlıdır. Adını belirtmeyen kahraman-anlatıcı, dış görünüşü üzerinde fazla durmaz. Öykünün başında on altı yaşındayken cılız, ince ve uzun, saçları kirpi gibi dik duran (s. 7) bir liseli genç olarak betimler kendini. Yirmi yaşına geldiğinde ise yüzündeki sivilceler kaybolmuş, kolayca taranabilen uzun saçlı, yakışıklı bir delikanlı olmuştur (s. 61).
Kahraman-anlatıcı, öykünün başında ailesiyle ilgili bilgiler verir. Kendi deyişiyle yollarda doğan ve yolculukta büyüyen (s. 18) kahraman, çocukluk yıllarını mutlu bir biçimde “…yanında bozbulanık bir ırmak akan, bir küçük nahiyenin kıyıcığında ıssız bir istasyonda…” (s. 23) vagondan bir evde geçirmiş ve küçük yaştan itibaren büyük acılarla yüz yüze gelmiştir. Bu acıların ilki annesinin ölümüdür. Annesizlik onu babaya daha da yakınlaştırır ve öykü boyunca baba oğul dostluğu sürer. Kahramanın acılarının bir bölümü ise babasının çeşitli haksızlıklara ve baskılara maruz kalması sonucu, sık sık yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalmaları nedeniyledir. Bu bakımdan yaşamında göç, yol ve ayrılık olgusuyla sıkça karşılaşacak hatta babasından kalan muhacirlik ve bir mekâna ait olmama duygusu öykü boyunca ona eşlik edecektir. Nitekim kendisi bu duyguyu, “Nereliyim acaba? (…) . Coğrafyaya, mekâna dair bir bağlanma, bir aidiyet duygusu yok bende. Zihnimi eşiyor, hafızamı yokluyorum. Hep yollar, kıvrılıp giden tozlu yollar, eski dökülen otobüsler, kamyon karoserleri, tiren rayları, vagonlar, kurum, is.” (s. 18) diye ifade eder.
Kahramanın ıstıraplarının bir başka nedeni de ayrılıkla sonuçlanan gençlik aşklarıdır. Gerek savcının kızı Ayla’ya, gerek Feride’ye olan aşkının ayrılıkla sonuçlanması onun genç ruhunda yaralar açar. Ancak bütün bu olumsuzluklara karşın, delikanlı, umutsuzluğa ya da bunalıma düşmez, bahtsızlığına, yoksulluğuna isyan etmez, yalnızlık çekmez, aksine öykünün sonunda yaşadıklarından dolayı olgunlaşmış, öz güven duygusuna ulaşmış bir karakter olarak görülür. Nitekim yapıtın sonunda babadan kalan daktilosuyla yazmaya başlaması, sonra mızıkayı üfleyerek, “Aa Bayağı çalıyorum. Çalıyorum be…” (s. 115) demesi bir öz güven işareti olarak anlaşılabilir. Bu özelliklerinden dolayı Uzun Hikâye’nin kahramanı günümüzdeki pek çok öykü ve romanda görülen, kendisiyle ve çevresiyle çatışan, yalnız, içe kapanık, sıkıntılı ve bunalımlı tiplerden oldukça farklıdır.
Son olarak, çocukluğunu bir istasyonda, vagondan bir evde geçiren, lise yıllarında karpuz sergilerinde çalışan, garsonluk yapan, yazlık sinemalarda kuru yemiş satan, futbol oynayan bu kahraman, saydığımız yönleriyle öykü yazarı Mustafa Kutlu’dan izler taşır.
Bk. Beşir Ayvazoğlu, age., s. 164-168
Kara Turan, Uzun Hikâye’nin bir diğer portresidir. “Orta boylu, zayıf ama kayış gibi sağlam kara-kavruk bir oğlan.” (s. 65) olan Tabelâcı Turan, çocuk yaşta babası tarafından terk edilmiş, annesi Kömürcü Halimeyle yaşayan bir kasaba delikanlısıdır. Yoksulluk içinde büyüyen bu genç, çocuk yaşta resme ilgi duyar, Tabelâcı Osman’ın vitrininin önünden ayrılmaz. Sonunda okulu bırakıp Osman Ustanın yanında çıraklığa başlar, ustasıyla birlikte kasabadaki kahvehane veya lokantalarının duvarlarına resimler yaparlar. Bu yönüyle kasabada sanata karşı özel yeteneği olan gençleri temsil eder Turan. Ustası ölünce işleri o sürdürür. Kahraman anlatıcının futbol arkadaşı olan bu delikanlı, öyküde Suna’ya olan aşkıyla öne çıkar. Aşkı uğruna akıl almaz delilikler yapar (s. 75-78). Ancak sevdiği kız aşkına karşılık vermez, üstelik bir başkasıyla kasabadan kaçar. Bu kasaba delikanlısının da halk evi salonunda bir resim sergisi açmak, bir magazin dergisinin açtığı artist yarışmasına katılmak, bir tavuk kümesi yapıp yumurta ticaretine başlamak gibi kendine özgü küçük hayalleri vardır.
Sonuç olarak Kara Turan, sanat tutkusu, delişmen aşkı ve hayalleriyle tipik bir kasaba delikanlısı portresi çizer.
Bunların yanı sıra, içe kapalı, duygulu, okumaya meraklı ve kas erimesi nedeniyle yürüyemeyecek ölçüde hasta olan, savcının kızı Ayla’ya vurulan Celâl, “… değirmi çehresi, kestane rengi saçları ile…” (s. 42) okulun en güzel, alçakgönüllü kızı Ayla, o yıllardaki filmlerin etkisiyle, vücut geliştirmeye ilgi duyan, daha sonra artist olmak için İstanbul’a kaçan (s.54) “Kaportacı İsmail Usta’nın genç irisi çırağı…” (s. 32), kasabanın külhanbeyi delikanlısı Üçgen Erdoğan, Kara Turan’ın deli gibi sevdiği, genç irisi, İncitmez lâkaplı, frapan, burnu havada biri olan ve bir tiyatrocu ile kaçan, daha sonra pavyona düştüğü söylenen Kuaför Muallâ Hanımın kızı Suna, kahramanın âşık olduğu, utangaç, duygulu, kasabanın ileri gelen ailelerinden birinin kızı olan Feride, kasabaların kendine özgü, küçük, hatta kapalı dünyalarında gizli aşklar yaşayan, delicesine seven, kimi büyük kentlerde ünlüler gibi yaşama hayalleri kuran taşralı gençler olarak öyküde yer alırlar. Farklı mizaçlara sahip bu gençler, aslında aşkları, hüzünleri, sevinçleri ve hayalleriyle taşra kültürünü yansıtırlar.
Kasabalı Büyükler
Öyküde, gençlerin yanı sıra onlardan yaşça büyük olan kasabalı insanlar da vardır. Kuşkusuz bunların ilki, kahramanın babası Ali Beydir. Kahraman-anlatıcının verdiği bilgilere göre baba, çocuk yaşta dedesiyle birlikte Bulgaristan’dan kaçıp İstanbul’a yerleşmiştir. Bu yalnız dede-torun, sırt sırta verip hayata tutunurlar (s. 10). Ancak dede ölünce, ortaokul sona kadar okuyan çocuk, öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalır. Aynı mahallede oturan bir kızı sever. Aileden gelen her türlü baskıya çıkarak kızı kaçırır ve evlenirler. Bu evlilikten kahraman doğar, ancak anne bir süre sonra ölür. Bundan sonra baba, yaşamını oğluyla birlikte Anadolu’nun çeşitli kasabalarında sürdürür.
Babanın öyküdeki en önemli özelliği mücadeleci kişiliğidir. Yaşamının her aşamasında bu özellik göze çarpar: Eşi Münire ile her türlü engele rağmen evlenir, hatta bu uğurda sinema bile yalar. Haksızlığa hiçbir zaman ödün vermez, onurlu ve mücadelecidir. Bu nedenle bir kasabada, çalıştığı ortaokulun müdürüyle, sonra Belediye Başkanı İskender Zopuroğlu’yla, gazetedeki yazılarından dolayı siyasî güçlerle çatışır. Üstelik türlü haksızlıklara uğrar; sosyalistlikle suçlanır, evinden barkından olur, yaşadığı yerlerden göç etmek zorunda kalır, hapse atılır. Ancak hiç yılmaz, umutsuzluğa kapılmaz. Kahramanın deyişiyle o, her şeyini “… hak yolunda, millet yolunda harcamaya can atan bir şövalye.” dir (s.85)
Babanın bir diğer özelliği yokluklar içinde büyümesine, öğrenimini yarıda bırakmasına karşın, bir kültürlü bir insan olmasıdır. Okumaya ve yazmaya çok meraklı olan baba, ülkenin toplumsal ve siyasal sorunlarına da ilgi gösterir; hatta bir kasabanın gazetesinde yazılar kaleme alır. Anlatıcının verdiği bilgilere göre, kâtiplik, puantörlük, muhasebe yardımcılığı, bir kitapçıda tezgâhtarlık, avukat yardımcılığı gibi işler yapmış, kitapçıda çalışırken epeyce kitap okumuş, yazmaya da o günlerde başlamıştır (s. 13). Daha sonra ise, arzuhâlcilik
Mustafa Kutlu’nun babası Nurettin Bey de emekli olduktan sonra Cihan Kıraathanesinde istidacılık yapmıştır. Bk. Beşir Ayvazoğlu, age., s. 166., dava vekilliği, kitapçılık gibi işler yapar. Anlatıcı, babasının kültürlü bir insan olduğunu, “Hem benim babam oldu-bitti gazete okur, yanından hiç ayırmadığı Remington marka eski daktilosunda geceler boyu takatuka bir şeyler yazardı.” (s. 33) diyerek belirtir.
Öyküde, sağlam kişiliğiyle dikkati çeken baba, oğluyla ilişkilerinde hep bir dost gibidir. Aşkında vefalıdır, genç yaşta eşini kaybetmesine karşın, onu hep sever (s. 39). Her türlü acıya katlanır, isyan etmez, kanaatkârdır. Doğayı sever. Öykünün başında kâtipçilik yaptığı ortaokula günlerce çalışarak güzel bir bahçe yapması (s. 18), sürekli yanında küpe çiçeği ile saka kuşu bulundurması onun bu yönünü gösterir.
Saydığımız bu özellikleriyle baba, taşralı kültürlü bir insan tipi çizer. Öyküde o, bir yönüyle kasabaların kültürel, toplumsal ve siyasal yaşamını yansıtma işlevi görür. Okuyucu, baba aracılığıyla kasabalardaki toplumsal çarpıklıkları, haksızlıkları ve kültürel yaşamı tanıma olanağı bulur.
Baba kadar mücadeleci olmasa da kasabanın Hanyeri Matbaası ve Yeşil Hanyeri gazetesinin sahibi Musa Çavuş (s. 80-82) ile kasabanın tarihi, edebiyatı ve folkloruyla ilgili araştırmalar yapan emekli öğretmen Şeref Bey de taşradaki kültürel çevreyi yansıtan kişilerdir. Bunlardan özellikle Şeref Bey, kendini kültürel araştırmalara adamış, bu yolda üç ciltlik Mufassal Hanyeri Tarihi, iki ciltlik Hanyeri Folkloru, tek ciltlik Hanyeri Meşhurları gibi yapıtlar kaleme almış, ancak yayımlatma olanağı bulamamış, yerel gazetelerde yazılar kaleme alan, Anadolu’da örneğine hemen çoğu ilde rastlanabilen, keşfedilmeyi bekleyen kültür tutkunu taşralı bir araştırmacı olarak göze çarpar (s. 82-85).
Bunların yanı sıra, yetmiş beş-seksen yaşlarında, eski beylerden Sarıkaya Otelinin sahibi Emin Efendi (s. 33-34), kahvehaneyi çalıştıran Kurban Emi (s. 35), kasabanın şişman fotoğrafçısı Foto Tombul Mehmet Güleç (s. 35), Aşçı Lütfî Efendi (s. 35), Berber Adem (s.35), Leblebici Tahir (s. 35), Meksika usulü geniş kenarlı hasır şapkasıyla Gazozcu Nurettin (s. 36), işportacılıkla geçinen, yoksul, bir bacağı sakat, Celâl’in babası Çerçi Abdullah (s. 37), öykünün orta hâlli taşra esnafını oluşturan kişileridir.
Söz konusu kişilere, onlardan ayrı olarak kasabalardaki toplumsal çarpıklıkları, adaletsizlikleri yansıtma işlevi gören ve babasıyla çatışan iki yüzlü bir bürokrat ortaokul müdürü (s. 19-20) ile yoksul Çerçi Abdullah’ı ezmeye çalışan ve eski bir eşkıya olan eşraf artığı Belediye Başkanı İskender Zopuroğlu’nu (s. 43-44) da katmak gerekir.
Bir bütün olarak değerlendirildiğinde, aşkları ve özlemleriyle gençler, kültür sevdalısı aydınlar, orta hâlli esnaf, iki yüzlü bürokrat ve zalim eşraf, kasaba yaşamını yansıtan figürler olarak öyküde yer alırlar. Mustafa Kutlu, fazla ayrıntıya inmeksizin, küçük fırça darbeleriyle bu ‘bize özgü’ taşra insanlarını, yaşama biçimleri, aşkları, özlemleri, hüzünleri ve kavgalarıyla resmetmeyi başarmış, böylece insanları ve çevresiyle Anadolu’daki yaşamdan bir kesiti tablolaştırmıştır.
Zaman ve Mekân
Her şeyden önce Uzun Hikâye, geriye dönüş üzerine kurulmuş bir öyküdür. Kahraman-anlatıcı, öyküde anne ve babasının geçmişinden başlayıp, kendi doğumunu ve yirmi yaşına değin yaşadıklarını geriye dönüş tekniğiyle anlatır. O hâlde öyküdeki olaylar, anlatma zamanından önce yaşanmış olaylardır. Ancak öykü geriye dönüş tekniğiyle kurulu olsa da, zamanda bir kopuş söz konusu olamaz. Çünkü zaman, geçmişin belli bir noktasından ‘şimdi’ye doğru art zamanlı olarak akar. Dolayısıyla Mustafa Kutlu, önceki öykülerinde görülen bu zamansal düzen ve bütünlük anlayışını Uzun Hikâye’de sürdürür.
Uzun Hikâye’deki ana mekân kasabadır. Öyküde, kahvehanesi, oteli, lokantası, fotoğrafçısı, berber dükkânı, kuaförü, kitapçı dükkânı, matbaası, mezarlığı ve ırmak kıyısıyla birbirinin hemen hemen benzeri olan ve bir kültürü, yaşama biçimini simgeleyen bir Anadolu kasabası görülür. Kasaba öyküde, salt olayların geçtiği cansız bir mekân değil, aynı zamanda bir kültürdür. Örneğin kasabadaki lokanta ve kahvehanelerin duvarlarını süsleyen resimlerdeki karlı dağlar, turnalar, iri gövdeli serin gölgeli ulu ağaçlar hep Anadolu’daki halk kültürünü yansıtan ögelerdir. Kimi zaman bu çevreye doğal çevre de katılır. Örneğin kahraman çocukluk yıllarını geçirdiği istasyonu ve vagondan evi betimleyen, “İstasyon binası çok küçük. Üst katında şefin dairesi. Yan tarafta makasçının daha da küçük evi. Demiryolu geçici işçilerinin kaldığı çadır. Bir su deposu. Birkaç ölgün akasya, bir iki söğüt ağacı. Hepsi bu. Aşağıda çağıldayan ırmak. Irmağın öte yakasında bir tahta köprü ile geçilen nahiye merkezi. Çorak, ağaçsız, gri tepeler.” (s. 24) gibi ifadeler, bu kasabaları tamamlayan doğal çevre olarak tabloda yer alırlar.
Sonuç
Uzun Hikâye, hem biçim hem de içerik bakımından Mustafa Kutlu’nun önceki öykülerinden farklılıklar gösterir. Her şeyden önce bu yapıt, yazarın Yoksulluk İçimizde, Ya Tahammül Ya Sefer, Bu Böyledir ve Sır adlı kitaplarında görülen, kendi içinde müstakil; ancak birbiriyle birleştirildiğinde de bir bütün oluşturan ve kıssa geleneğinden kaynaklanan zincirleme öykülerden oluşmaz. Uzun Hikâye, adına da uygun olarak, tek ve 115 sayfadan oluşan uzun bir öyküdür. Ayrıca yazar, bu kitabında diğer öykülerinin çoğunda işlediği Anadolu’daki toplumsal değişme, bunun sonucunda yiten değerler, yeni değer yargılarıyla eski değer yargıları arasındaki çatışma konusuna da değinmez.
Mustafa Kutlu kendisiyle yapılan bir söyleşide Uzun Hikâye ile önceki öyküleri arasındaki farkları, “Şöyle söyleyeyim, Uzun Hikâye’ye gelinceye kadar yazdığım metinlerde bir dil kaygısı, ideoloji, mesaj ve benim Ortadaki Adam’dan bu yana Türkiye’deki toplumsal değişme teması hep vardı. Bu kitap esasen bir baba-oğul hikâye. Duygusal bir metin. Bunda modernizm, gelenek, Türkiye’nin meseleleri aranmamalı.” Diyerek belirtir. Mustafa Kutlu, “Sanattan Çok Hayatı Önemserim”, (konuşan: Fuat Atik), Eğitim Bilim, Mayıs 2001, s. 57 Bu yapıtta, yazarın çoğu öyküsünde göze çarpan, dünyayı, hayatı, hatta toplumu, tasavvufî bakış açısıyla yorumlama çabası da görülmez. Ancak Anadolu kasabalarındaki toplumsal yaşamı, bu kasabalarda yaşayan insanların aşklarını, acılarını, yalnızlıklarını, dostluklarını, umutlarını, küçük mutluluklarını, kendilerine özgü kavgalarını dile getirmesi bakımından Uzun Hikâye, yazarın önceki öyküleriyle aynı çizgidedir. Dolayısıyla da bu öykünün de ana teması, Anadolu’daki yaşamdır. Anadolu temasını işlemesini ve taşralı insanları konu edinmesi bakımından önceki çizgisini sürdüren yazar, öyküdeki kurgusal düzen ve dil-anlatımda da bu tarzından sapmamış; olay akışı bakımından düzenli, zaman ve mekânda kopukluklara meydan vermeyen, sade bir dil ve kısa, öz bir anlatımla, okuyucuyu yormayan öykü tarzını sürdürmüştür.