Academia.eduAcademia.edu

Ukrayna’nın Turuncu Devrim’i Üzerine

Ukrayna’nın Turuncu Devrim’i Üzerine Alkım Saygın “Demokrasinin, sağcısının da solcusunun da paylaştığı klasik tanımlaması belli; halkın halk eliyle, halk için yönetimi. Bizim cici demokrasinin de ne ölçüde bu tanıma uyduğu belli. Ön seçimlerde millî irâdenin satışa çıkarıldığını ve parayı verenin düdüğü çaldığını, Mısır’daki sağır sultan bile duydu. Şâibe altındaki iktidârların kurdukları ‘mebus pazarları’, bunların millî irâdeyi mi yoksa gayrı millî irâdeyi mi temsil ettiklerini kamuoyuna düşündürdü.”1 Bu sözler, Doğan Hoca’ya âit; cici demokrasiyi yerden yere vurduğu yazıların birinden. Türk demokrasisi için söylenmiş olsa da bu sözler, cici demokrasinin görüldüğü her ülke için; yâni, hemen tüm geri kalmış ve gelişmekte olan ülkeler için de geçerli. İşte, böyle bir “satışa çıkarılan millî irâde”, böyle bir “mebus pazarı”, 2004 yılında Ukrayna’da da kuruldu ve Ukraynalı seçmenlerin önemli bir kesimi, “millî irâde” adına AB(D)’nin irâdesini iktidâra taşıdı. Bu insan(cık)lar, hiçbir demokratik meşrûiyeti olmamasına karşın, AB(D) medyası ve bezirgân Soros’un yönlendirmeleri doğrultusunda meclisi, hükümet binâlarını, televizyon kuruluşlarını bastılar, seçimle gelmiş bir iktidârı zor kullanarak devirmeye çalıştılar ve devletin en tepesine bir işbirlikçiyi çıkarttılar. Bütün bunlar, Ukrayna’da cici demokrasinin mârifetleri. Cici demokrasinin Ukraynacası ise Turuncu Devrim. Dolayısıyla Turuncu Devrim, yalnızca Ukraynalılar için değil, tüm Üçüncü Dünyâcılar için de son derece önemli. “Günümüzde bir ülke, ekonomik ve siyasî bakımdan nasıl tahakküm altına alınıyor?”, “Neo-emperyalizmin klasik emperyalizmden farkı nedir?”; “Millî devlet ilkesinin işlemediği bir ülkede özgürlük ve demokrasi, aslında kimin ‘özgürlük’ü, kimin ‘demokrasi’sidir?”, “Gayrı millî bir demokratik devrim olanaklı mıdır?”, “Medya ve neo-emperyalizm ilişkisi nasıldır?” gibi soruların cevaplarını görebilmek için Turuncu Devrim üzerinde dikkatle düşünmemiz gerekmektedir. Bu bakımdan, Turuncu Devrim’i yalnızca AB(D) ve Rusya’nın Soğuk Savaş sonrası dönemde iktidâr mücâdelesi olarak görmek eksiklik olur. Gerçi temel mesele, emperyalizmin ortaya çıkışından beri hep aynıdır; ezen milletler-ezilen milletler diyalektiğidir. Fakat, bu diyalektikte demokratik ve meşrû mekanizmaların nelere, nasıl ve kimler tarafından âlet edildiği değişmektedir. Hâliyle, klasik emperyalizmden neoemperyalizme geçişi, bu değişim üzerinden de okuyabiliriz. Dahası, Turuncu Devrim Ukrayna’yı, Ukrayna üzerinde oynanan oyunları ve Soğuk Savaş sonrası güç ilişkilerini anlatmakla kalmıyor, bir canlı türü olarak insanın bilinçaltında ne gibi saplantılar barındırdığını, iktidâr hırsı uğruna bâzı kişilerin neleri göze aldığını/alabileceğini, bu saplantılar uğruna kendisini ve ülkesini nasıl bir çıkmaza sürükleyebileceğini, bunları yaparken günümüze özgü şart ve gerekleri nasıl kullandığını, kendisini bunlar aracılığıyla nasıl kullandırdığını da anlatıyor. Benim buradaki amacım, şu ya da bu siyasî lîderi “şirin göstermeye çalışmak”, “aklamak”, “popülaritesini arttırmak” ya da bir diğerini “karalamak”, “itibârsızlaştırmak” değildir. AB(D) ve Rusya arasında bir “tercih yapma” ya da böyle bir tercihi benimsetme derdinde de değilim. Ben bu konuları, kişisel bazda ve uluslararası ilişkiler bağlamında değil, kişiler üzerinden ve siyâset, toplum ve devlet felsefesi sorunları bağlamında değerlendireceğim. Bu girizgâhı, bölümün başında bize ışık tutan değerli görüşlerini aktardığımız Doğan Hoca’nın şu tespitleriyle bağlayalım: “Meşrûiyetini tamâmen yitirme yolundaki siyâsetçiler oligarşisine bizim söyleyeceğimiz, Anayasa’nın daha ilk satırlarında,  1 https://academia.edu, 04.11.2016 Doğan Avcıoğlu, Cici Demokrasi Üzerine, 14.04.1970 2 ‘Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşrûiyetini kaybetmiş bir iktidâra karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni yapan Türk milleti’ yazdığını hatırlatmaktan ibâret olacaktır.” Bu direnme hakkı, tüm geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerdeki anti-emperyalist ve tam bağımsızlıkçı güçlerin en doğal hakkıdır. İster Turuncu Devrim, ister Kadife Devrim, ister Gül Devrimi, ister Lâle Devrimi, ister Kel-Kel hareketi, isterse “Arap bahârı” olsun, hiç fark etmez; cici demokrasinin başı, görüldüğü yerde etkin bir biçimde ve meşrû yollarla ezilmelidir! Ancak, bu meşrûluk şartı konusu, gerçekten de yüksek türden bir felsefî bilinci gereksemektedir.2 SSCB’nin dağılmasından sonra Orta Asya ve Karadeniz’in nasıl “paylaşılacağı”(!) sorunu, AB(D) ve Rusya arasında önemli bir sorun hâline geldi. Bölge ülkeleri, SSCB’den kopuş süreciyle eş zamanlı olarak kendi kimliklerini arama, millî devletler kurma sürecine girmişlerdi ve bu süreç, büyük güçlerin bölgede etkin olmak istemelerinden dolayı, sürekli manipüle edildi/edilmekte. Bağımsız Devletler Topluluğu için bağımsızlık aslında, Rusya’dan ekonomik ve siyasî anlamda bağımsızlıktı; dolayısıyla, bu bağımsızlığın sağlanması için Batıyla birtakım “bağımlılık” ilişkileri kurmak, onlar için sorun değildi.3 Yâni bölgede bağımsızlık, henüz “tam bağımsızlık” olarak düşünülmüyor ve hattâ, Rusya’nın “olası saldırılarına karşı”(!) NATO’nun boyunduruğu altına girmek, bağımsızlık için zorunlu bir unsur olarak görülüyordu. Bağımsızlık konusundaki bu çelişki, SSCB’nin dağılmasından hemen sonra başlamıştı ve “bağımsızlık”ını ilân eden bu devletlerde siyâset kurumu bir anda, “Batı yanlısı” ve “Rus yanlısı” partiler arasında savrulmuştu. 1991 yılında bağımsızlığını ilân eden Ukrayna’da da üç yıl içinde, Batı yanlıları ve Rus yanlıları arasında, sonradan “duygusal” ayrışmayı da içerecek bir siyasî kutuplaşma başlamıştı. İktidârı elinde bulunduran Leonid Kuçma, “denge siyâseti”(!) izlemek yolunu seçti ve bir taraftan, Rusya’yla iyi geçinmeye çalışmak, diğer taraftan da NATO üyeliği konusunda nabız yoklamak istedi. Kuçma’nın, dînî ve siyasî nüfûzundan yararlanarak ülkede birlik ve berâberlik ortamının oluşmasına katkı sağlamak amacıyla Papa’yı Ukrayna’ya dâvet etmesi, Rusya’yı ciddî endişelere sevk etti ve Ukrayna’yla olan ilişkilerinde yeni bir yol ayrımına geldiler. Fakat Rusya’nın, Ukrayna’yı kaybetmek gibi bir seçeneği yoktu; Karadeniz Filosu’nun âkıbeti konusu, Rusya’nın elini kolunu bağlıyordu. Kısa bir süre sonra, Karadeniz Filosu’nun âkıbeti belli oldu; Rusya ve Ukrayna arasında bölünerek Ukrayna’daki Rus askerî varlığının –eğer uzatılması konusunda taraflar anlaşamazlarsa– 2017’de son bulması kararlaştırıldı. Rusya’nın Karadeniz’deki üstünlüğü ve Karadeniz üzerinden sıcak denizlere açılabilmesi için bu filo, vazgeçilemez bir önemdeydi ve Rus jeopolitiği açısından 2017 sonrası için de gerekli önlemlerin alınması; Ukrayna iç siyâsetinde etkin olunması gerekecekti. Oysa, NATO’nun buna seyirci kalması da mümkün değildi.4 SSCB dağıldıktan sonra ABD, Karadeniz’i bir “Amerikan gölü” hâline getirmek istiyordu. Yâni Ukrayna, tam anlamıyla köşeye sıkışmıştı. Kuçma ise yüzü Batıya dönük bir lîderdi; ama, Rusya’yı da kaybetmek istemiyordu. Yine de ülkesinin geleceğini Batıda arıyor, Ukrayna’da yaşam standartlarını yükseltmek için Batıdan yardım umuyor, bu konuda elinden geleni yapıyordu. Batının böyle bir yardımı karşılıksız yapması ise mümkün olmadığı gibi, kendisi ne kadar iyi niyetli olursa olsun dolandırıcı, rüşvetçi, hîlekâr, ikiyüzlü işbirlikçilerden oluşan kadrosunun Ukrayna’ya faydalı olabilmesi de zâten mümkün değildi. Nitekim, SSCB’nin dağılma evresinde hemen tüm Sosyalist Cumhuriyetler’de olduğu gibi Ukrayna’da da rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma gibi olaylar, artık sıradan hâle geliyordu.5 Yerel 2 The Economist, Revolution In Eastern Europe, 22.05.2007 The Economist, One Victor Too Many For Ukraine, 02.11.2006 4 The Economist, A Troubled Relationship Between Russia And Ukraine, 23.02.2006 5 The Economist, The Ordinary Russian Entrepreneur, 02.11.2006 3 3 yönetimlerin seçimle belirlenmeyip devlet başkanı tarafından atanıyor olması da demokratik seçimlerden bir denetleme ve kontrol mekanizması olarak yararlanılmasını engelliyordu. Örneğin Pavlo Lazarenko, devleti dolandırmaktan hüküm giymiş ve kefâletle serbest bırakılmış bir zattı; ancak Kuçma, onu başbakan yardımcılığına atamakta hiçbir sakınca görmemişti.6 Dağılan SSCB toprakları üzerinde pay kapma yarışı, ABD ve AB’yi aynı saflarda birleştiriyor ve bölgede Rusya’nın ekonomik, siyasî ve kültürel etkilerini azaltarak bu coğrafyayı hem tahakküm altına almak, hem de Rusya’ya karşı yeni bir silâh olarak kullanmak için harekete geçiriyordu. “Batıyla bütünleşme”nin en önemli unsurları ise NATO, AB ve Dünyâ Ticâret Örgütü’ne üyelikti. Kuçma döneminde, bunların hiçbiri sağlanamamıştı ve geçen on yıllık süre içinde Ukrayna’nın “Batıyla bütünleşme”sinde hiçbir önemli mesâfe kat edilememişti. Dolayısıyla, yeni bir yönteme başvurmak gerekecekti. Artık devir, neo-emperyalizm devriydi; Soros ve sivil toplum örümcek ağı, bu işi (de) kotaracaktı. 2001 yılında Kuçma, ABD’nin bütün “uyarılar”ına –daha doğrusu, tehdit ve şantajlarına– rağmen Irak’a yeni radar sistemleri satmış ve Pentagon’un şimşeklerini üzerine çekmişti. Şimdi bütün mesele, Kuçma sonrasını hazırlamaktı ve ellerinin altında tam da aradıkları gibi bir işbirlikçi vardı; Ukrayna’nın “AB(D) ve Rusya arasında sıkışıp kalması”na “son verecek”; yâni Ukrayna’yı, AB(D)’nin pençelerine teslîm edecek bir işbirlikçi; Victor Yuşçenko. Bağımsızlığın ilân edilmesiyle Ukrayna’da, çok ciddî birtakım ekonomik krizler patlak vermişti. İki yıl içinde işsizlik, SSCB döneminin iki buçuk katı artmış ve hiperenflasyon baskısı, daha fazla hissedilir olmuştu. Bunun üzerine Kuçma, Merkez Bankası’nın başına Yuşçenko’yu getirdi. Uyguladığı sıkı para politikasıyla Yuşçenko, göreli bir iyileşme sağladı ve bu “başarı”sı ona, 1999 yılında başbakanlığı getirdi. “İyi bir işbirlikçi” olarak Yuşçenko’nun yıldızının parlaması/parlatılması, işte bu dönemde başladı. “Batıyla yakın ilişkiler kurmak” için ülkesini, AB(D) emperyalizmine ve küresel sermâyeye açtı. Bu yönüyle, bize çok tanıdık gelen bir öykü bu; Yuşçenko için, Ukrayna’nın Özal’ı diyebiliriz. Yuşçenko’nun “az zamanda çok ve büyük işler yapması”, Kuçma’yı bile kaygılandırmaya başlamıştı. Daha bir yıl bile dolmadan Ukrayna ekonomisi, % 6 büyümüştü; 2001 yılında ise % 10. Kuçma’nın on yıllık iktidârı boyunca yapamadığını Yuşçenko, başarmış gibi görünüyordu; ama, nasıl bir “başarı”? Ukrayna, gerek SSCB döneminde, gerekse de bağımsızlığını kazandıktan sonra, AB’nin tarım ambarıydı; ekonomisi, büyük oranda tarıma dayanıyordu. Küresel sermâyenin istek ve beklentileri doğrultusunda Yuşçenko, tarıma aktarılan kaynakları kesmiş, çiftçiyi kendi kaderine terk etmiş, tarımcılığın gelişmesi için gerekli altyapı hizmetlerini sağlamak yerine bu işi yerel yönetimlere; yâni, kendi kaderine bırakmış, “devlet kapitalizmine son vermek” mottosu altında Ukrayna’nın kendi millî burjuvasını oluşturmak yerine burjuvanın kompradorlaşmasına ve küresel sermâyenin her zamanki gibi yabancı ortaklık sistemiyle Ukrayna’yı içeriden ele geçirmesine zemin hazırlamıştı. Ekonomi, kâğıt üzerinde büyüyordu büyümesine; ama, Ukrayna millî ekonomisi, yabancıların denetimine geçiyor ve Ukraynalılar gerek ekonomik, gerekse de siyasî bakımdan özgürlüklerini kaybediyorlardı. Oysa Kuçma –yine karşılaştırmalı olarak söylersek– Cumhuriyet’in ilk yıllarında CHP iktidârının yaptığını yapmak; ekonomide devletin öncülüğünde birtakım başarılar kazanmak ve güçlü bir ekonominin oluşması için bunlar aracılığıyla güçlü bir millî burjuva yaratmak istiyordu. Henüz iki yıl bile dolmamıştı ki Yuşçenko, ortada ne devlet bıraktı, ne de millî burjuva. İşte, bu “üstün başarılar”ı(!) sonucu 6 Adrian Karatnycky, Ukraine’s Orange Revolution, 12.04.2005 4 Kuçma, onu görevden aldı; hattâ, geç bile kalmıştı. Aradan geçen on sekiz ay boyunca Yuşçenko, yapacağını fazlasıyla yapmıştı. Hâliyle, bunu içine bir türlü sindiremedi ve o zamâna kadar Ukrayna siyâsetinde pek etkin olamamış on kadar merkez sağ partiyi bir araya getirerek Bizim Ukrayna Partisi’ni kurup yeniden iktidâra oynadı. Dolayısıyla, Turuncu Devrim’in öyküsü, aynı zamanda da Yuşçenko için bir intikam ve yarım kalan işleri tamamlama öyküsüdür. 2004 yılında yapılan devlet başkanlığı seçimleri, gerek Ukrayna açısından, gerekse de “renkli devrimler” târihinde önemli bir kilometre taşıdır. Buna geçmeden önce, Victor Yanukoviç’ten de biraz bahsedelim. Yuşçenko, on sekiz ay süren başbakanlığı döneminde ve özellikle de arkasındaki AB(D) medyasının desteğiyle, halk arasında oldukça beğenilen bir lîder hâline gelmişti. Fakat, ekonomide uygulamaya koyduğu birtakım düzenlemeler sonucu, orta ve daha alt sınıfların sorunlarını içinden çıkılamaz hâle getirmiş ve Ukrayna’yı ayakta tutan bu sınıfların omuzlarına düşen yükleri arttırmıştı. Buna rağmen, Bizim Ukrayna Partisi, bir sonraki seçimlerde % 30 oy almayı başarmıştı. Kuçma ise bunu, büyük bir tehlike olarak gördü ve Yuşçenko’nun karşısına etkin bir rakip çıkartmak istedi; Donetsk Vâlîsi Victor Yanukoviç. Nitekim Yuşçenko, ne kadar işbirlikçiyse, Yanukoviç de o kadar “millîci”ydi. Başbakanlık koltuğuna oturur oturmaz, orta ve daha alt sınıfların ekonomik ve sosyal haklarında birtakım iyileşmelere gidilmesi, tarımcılığın gelişmesi ve millî burjuvanın güçlenmesi için gerekli önlemleri aldı. Yanukoviç için Ukrayna’nın NATO ve AB süreci belirsizliklerle doluydu; ancak, “büyük âbi”leri Rusya, kendileriyle işbirliğine her zaman açık olmuştu ve Rusya’yla ters düşmekten özenle sakınılmalıydı. Böyle bir siyasî atmosfer içinde Ukraynalılar, 31 Ekim 2004 günü, başkanlık seçimlerinin ilk tur oylaması için sandık başına gitti. Oylamaya, yirmiden fazla aday katılmıştı; ancak asıl yarış, Devlet Başkanı Kuçma, Başbakan Yanukoviç ve Yuşçenko arasındaydı. Sonuçlar ise gerçekten de kritikti. İlk turda Yuşçenko % 39.80, Yanukoviç ise % 39.30 oy almıştı. Artık, AB(D) ve Rusya arasındaki ipler de gerilmeye başlamıştı. İkinci tur oylamalarından sonra ise –beklenildiği üzere– yer yerinden oynadı. 21 Kasım günü yapılan ikinci tur oylamalarında Yanukoviç’in % 49, Yuşçenko’nun ise % 46 oy aldığı açıklandı. Ne var ki, Yuşçenko ve Yulia Timoşenko yanlıları; yâni, Bizim Ukrayna Partisi’nin bayrağının renginden dolayı kendilerine verdikleri isimle Turuncular, bu sonuçların sandık çıkış anketleriyle örtüşmediği; Başbakan Yanukoviç’in, iktidâr gücünü kullanarak seçim sonuçlarına hîle karıştırdığı gerekçesiyle sokaklara döküldüler. YuşçenkoTimoşenko ikilisi, Turuncuları “sivil itaatsizlik”e çağırdı.7 1990’ların başında Timoşenko, küçük bir doğalgaz şirketi kurdu ve kısa zamanda şirketini büyüttü. Yaklaşık on yıllık bir süre içinde şirket, millî gelirin % 20’sine denk bir bütçeye ulaştı. Bu çabası ona, Ukrayna Birleşik Enerji Sitemleri Başkanlığı’nı getirdi ve henüz 40 yaşını doldurmadan, başbakan yardımcılığına kadar yükseldi. Yâni, Ukrayna’nın en zengin kadını oldu ve kişisel servetinin on milyar dolar civârında olduğu tahmin ediliyor. Kısa zamanda bu denli büyük bir servet edinmesi ise nasıl bir şahsiyet olduğu hakkında yeterli bir fikir edinmemizi sağlıyor. 21 Kasım gecesi başlayan bu halk ayaklanmasının sinyâllerini Timoşenko, oylamadan çok önce vermişti aslında; bir konuşmasında, “Seçimlere hîle karıştırılacağı yönünde duyumlarımız var, biz de gerekli hazırlıkları yapıyoruz.” demişti. Bugünden bakıldığında anlaşılıyor ki, başından beri Yuşçenko-Timoşenko ikilisi, hep B plânı üzerine oynamışlar; Yuşçenko’nun seçimleri kazanması için değil, kaybetmesi hâlinde ki bu, 31 Ekim oylamasında belli olmuştu; yâni, Kuçma’yı destekleyen kesim ve Yanukoviç’in oyları birleştirildiğinde, Yuşçenko’nun şansı kalmıyordu; ne yapacaklarını çok önceden 7 Lionel Beehner, One Year After Ukraine’s “Orange Revolution”, 22.11.2005 5 tasarlamışlardı. Bağımsızlık Meydanı’nda toplanacak kalabalık için çadırlar hazırlanmış, yiyecek ve içecekler konuşlandırılmış, parti bayrakları günler öncesinden alanda bekletilmiş ve partinin gençlik kolları, “Hîlekâr başkan istemiyoruz!” biçiminde pankart ve dövizleri günler öncesinden hazırlamıştı. Her şey, öngördükleri gibi gitti de. 21 Kasım gecesi Bağımsızlık Meydanı’nda toplanan Turuncular, dondurucu soğuğa karşın meydanı terk etmeyeceklerini söylüyor ve iktidâra meydan okuyorlardı. Partinin gençlik kolları, kendilerine “öğretildiği gibi”, Turuncuları “sâkin olma”ya çağırıyor ve polise karşı aslâ şiddet uygulamamak yönünde onları “bilinçlendiriyor”du.8 Zâten, işin bütün büyüsü ve kurnazlığı da bu! Dünyâ kamuoyuna, kendi hak ve özgürlüklerini “demokratik ve meşrû yollar”la(!) arayan bir insan kitlesi görünümü vermeleri, kendilerine tebliğ edilmişti. Artık devrimler, silâh yoluyla; kan, şiddet, vahşet yoluyla yapılamazdı; özellikle de Avrupa kamuoyu, bu kıtada kan görmeye aslâ tahammül edemiyordu. Dolayısıyla Turuncular, gerek mâğduru oynamak, gerekse de “hakları”nı(!) “demokratik ve meşrû yollar”la(!) aramak bakımından hemen tüm dünyâya, demokrasi havârîleri biçiminde takdîm edildiler. Bu havârîler, Bağımsızlık Meydanı’na toplanan polis güçlerini şarkılarla, danslarla “selâmlıyor” ve polis kalkanlarını çiçeklerle kaplayarak şiddete aslâ geçit vermeyecekleri mesajını veriyorlardı. Attıkları sloganlardan en ilginci ise “Nazileri yendik, haydutları da yeneceğiz!” sloganıydı. “Haydutlar” ise tabiî ki, “seçim sonuçlarına hîle karıştıran zorbalar”dı; resmî devlet görevlilerine diyorlardı yâni. Ertesi gün Yuşçenko, “sandık çıkış anketleri”ne dayanarak seçimleri kazandığını ilân etti ve yandaşlarının önünde, devlet başkanlığı yemin töreni düzenledi. Böylelikle, Ukrayna’da üç devlet başkanı ortaya çıktı; görevini henüz devretmediği için Kuçma, Merkez Seçim Kurulu’nun duyurduğu sonuçlara göre Yanukoviç ve bu anketlere dayanarak kendi kendisini devlet başkanı ilân eden işbirlikçi Yuşçenko. Elbette bu durum, hiçbir biçimde kabûl edilemezdi ve Yuşçenko-Timoşenko ikilisi, Kuçma’dan görevi devralmak için gösterileri tırmandırmaya karar verdi; Bağımsızlık Meydanı’nı turuncuya boyayıp tüm dünyâya gövde gösterisi yaptılar. Ne var ki, Merkez Seçim Kurulu, seçimlere hîle karıştırıldığı iddiâsını geçersiz buldu ve Yanukoviç’in seçimleri kazandığını ilân etti. Kurul, açık bir biçimde Yanukoviç’ten yana tavrını koymuştu; Turuncuların ise bunu kabûl etmeyeceği âşikârdı. Bunun üzerine Yuşçenko, Başkanlık Sarayı’na doğru Turuncuları yürüyüşe çağırdı; tüm meslek kuruluşlarını da genel greve. Turuncu Devrim’le öngörülen şu “başarılı bir sivil darbe”nin tesis edilmesi için ülkede, olabildiğince büyük bir “sivil direniş”, siyasî belirsizlik, ekonomik çöküş olması gerekliydi. Soros’un sivil toplum örümcek ağı, bunu sağlamak için tâ 1991’den beri hazırdı ve kısa zamanda bunu başardılar. Ukrayna’nın büyük bir iç savaşa doğru gitmekte olduğu, artık yüksek sesle dile getiriliyor ve kimse, bu kriz ortamı için bir çıkar yol bulamıyordu. Yanukoviç ise “Devlet başkanı olarak biz, muhalefetle diyalog kapısını her zaman açık tutuyoruz ve her türlü görüşmeye açığız.” şeklinde demeçler veriyor, seçim sonuçlarını muhalefetin kabûl etmesi çağrısında bulunuyordu. Oysa Turuncular, iktidâr lehine yayın yapan birtakım televizyon kuruluşlarını basıyor ve Yuşçenko onlara, “Hükümet binâlarını kuşatın!” çağrısında bulunuyordu. Ukrayna’daki bu gösteriler, dış basında da geniş yankılar buldu. Yanukoviç’i ilk tebrik eden Putin, seçimlerin âdil ve meşrû olduğunu, muhalefetin bu sonuca rızâ göstermesi ve gösterilere son verilmesi gerektiğini söylemiş; AB(D) medyası ise bunu, Ukrayna’nın iç işlerine müdahâle olarak değerlendirmişti. Bu medyaya göre seçim sonuçları, Ukraynalıların gerçek tercihlerini yansıtmıyordu ve hîle iddiâları, ciddî bir biçimde araştırılmalıydı. AB üyeleri de Ukrayna’daki seçimleri tanımayacaklarını duyuruyor ve bu kervâna, ABD de 8 Christopher John Chivers, Youth Movement Underlies The Opposition In Ukraine, 28.11.2004 6 katılıyordu. Sonunda, AB(D)’nin yönlendirmeleri doğrultusunda Yuşçenko, seçim sonuçlarını mahkemeye götürmeye karar verdi ve kesin sonuç alınıncaya kadar grevlere devâm etme çağrısını yineledi. Seçim sonuçları Yüksek Mahkeme’de görüşülmekteyken Timoşenko, Bağımsızlık Meydanı’nda toplanan on binlerce kişiye hitâben yaptığı konuşmaları gittikçe sertleştiriyor ve meclisi işgâl etme çağrısında bulunuyordu. Yuşçenko artık, AB(D) medyasının desteğini ve yakın ilgisini arkasına almış ve gerek Ukrayna’da, gerekse de dünyâ kamuoyunda hatırı sayılır bir itibâr toplamıştı. Hem, kendisinin öyle pek fazla bir çaba sarf etmesine de gerek yoktu; yapılacak ne varsa, onun adına NED yapmaktaydı. NED’in asıl deneyimi, Yugoslavya’nın dağılma sürecinden gelir. Özellikle de NATO üyesi ülkelerde, Gladyo yapılanmalarını kullanarak ve gençliği içine çekecek birtakım sivil toplum örgütleri kurarak/kurdurarak iktidâra, kendi işbirlikçilerini getiriyorlar. Belgrat’ta OTPOR hareketi başta olmak üzere birtakım sivil toplum örgütlerinin kaydettiği başarılar, ABD yetkililerini bile şaşkına çevirmişti. Aynı şekilde, Gürcistan’da KHARMA ve Ukrayna’da da PORA hareketi, NED’in acımasız yüzünün en açık göstergeleriydi ve bunları, hemen tüm dünyâya yaymak niyetindeler. Bu örgütlerin stratejileri ise son derece basit; iktidâr aleyhine tüm muhalefeti tek bir çatı altında birleştirmek, büyük medya kuruluşlarının desteğini almak ve medya aracılığıyla, iktidârın günlerinin sayılı olduğuna halkı inandırmak, dezenformasyon ve destabilizasyon teknikleriyle hazırlanmış birtakım bilgi ve belgelerle iktidârı zayıflatmak, bunları yaparken basit sloganlarla konuşmak, basit birtakım simgelerle geniş halk kitlelerinin bilinçaltlarını kontrol altında tutmak; ama, belki de hepsinden önemlisi, belirli bir sivil toplum örümcek ağıyla “demokrasi havârîleri” yetiştirmek ve ilk kıvılcımı da bunlar aracılığıyla çakmak.9 Ukrayna’da ilk kıvılcım, 21 Kasım’da çakıldı. Devlet başkanlığı seçimlerinin ikinci tur oylamasına hîle karıştırıldığı iddiâsıyla Yuşçenko ve PORA hareketiyle yetiştirilen havârîleri, derhâl harekete geçtiler10; halkı, isyâna teşvik ettiler.11 Şu hâlde, PORA hareketini biraz daha yakından inceleyelim. Bakınız, The New York Times yazarı C. J. Chivers, 28.11.04 târihli yazısında ne diyor, özetleyerek çeviriyorum: “Gösteriler, Yuşçenko’nun kendi zaferi resmen kabûl edilinceye kadar hükümeti protesto çağrısıyla başladı ve Bağımsızlık Meydanı’nda çok kısa bir süre içinde bir çadır kent kuruldu. Tüm hafta boyunca süren gösterilerde en büyük çabayı, 13-19 yaş arası gençler ve üniversite öğrencileri sarf etti. Kiev’deki bu muhalif hareketin işâretleri, daha önce demokrasi yanlısı gösterilerde verilmişti ve bunlara katılanların büyük bir bölümünü de yine bu gençler oluşturuyordu. Ukrayna’da, gençlik hareketlerinin birçok örneği vardı. Daha önce de silâhsız sokak gösterileri düzenlenmiş, SSCB’nin yerleşik devlet gücüne meydan okunmuş ve dağılmasına katkı sağlanmıştı. 21 Kasım’da başlayan gösterilerde de PORA hareketi, etkin bir rol üstlendi. ‘PORA’nın anlamı: ‘Zamânı geldi!’ Bağımsızlık Meydanı’nı dolduran bu gençlerin misyonunu, PORA sözcüsü Mariana Savytska isimli 19 yaşında bir genç şöyle açıklıyor: ‘Yanukoviç’in seçimlere hîle karıştıracağını duyduk ve böyle bir durum için hazırlandık; millî irâdenin yükselmesi için bir şeyler yapmaya karar verdik.’ Bu gençler, Batı yanlısı şehirlerde yetişmiş, iyi bir eğitim almış ve Batıyla bütünleşmek isteyen gençlerdi. Aradan geçen süreçte PORA hareketi artık, Yuşçenko’nun Batıya dönük politikaları için bir araç olarak algılanmaya ve bu hareketin para kaynakları sorgulanmaya başlanmıştı. Hâl böyle olunca Batılı devletler, onlara maddî destek sağlamadıklarını açıklamak zorunda kaldı. Tartışmalar büyürken, Mikhail Pogrebinsky isimli bir siyâset bilimci ve başkanlık danışmanı, şu açıklamayı yaptı: ‘Para, en önemli şey değil, Ukrayna’da yeteri kadar para var; en önemli 9 Thomas Vinciguerra, The Revolution Will Be Colorized, 13.03.2005 Steven Lee Myers, Recent Outcast Is Back In Favor In Ukraine Race, 17.01.2006 11 Adrian Karatnycky, Ukraine’s Orange Revolution, 12.04.2005 10 7 şey moral destek, medya desteği ve teknik destektir ki bu, daha da önemli.’ Pogrebinsky, PORA hareketinin Kiev’de üç bin resmî üyesinin bulunduğunu, değişik gruplar arasında çok sayıda destekçisinin olduğunu, kesin sayının bilinmediğini söylüyordu. PORA hareketinin örgüt disiplini, içyapısı hakkında önemli detaylar veriyor. Her biri farklı bir görev üstlenmek üzere birtakım alt birimleri var. Örgütün kuralları ise açık alanda içki yasağı, uyuşturucu yasağı ve provokasyon yasağı. Üyelerine bakılırsa, amaçlarını gerçekleştirmek için son derece kararlılar. Olga isimli 18 yaşında bir PORA üyesi şöyle söylüyor: ‘Gerekirse, mücâdelemizi yeraltında sürdürürüz.’ Tania Yucherain isimli 20 yaşında bir başka öğrenci de ‘Gösterileri ne kadar sürdüreceksiniz?’ sorusuna, ‘Dayanabildiğimiz kadar.’ cevâbını veriyor. Ruslan Yatechin isimli 22 yaşında bir otobüs şoförü ise ‘Kazanıncaya kadar.’ cevâbını.”12 Görünen o ki, 13-19 yaş arası gençler ve üniversite öğrencileri, meydanlara akarak “özgürlük ve demokrasi”(!) için “mücâdele” veriyor(!). Ancak, bu toplumsal olgunun ciddî bir analizi şart. Bakınız, altından neler çıkacak. Zîrâ öğrenci hareketleri, dünyâ siyasî târihine ilk kez gelmiyor. Bunun yoğun bir şekilde yaşandığı 68 kuşağı, ya da daha gerilere gidersek, bizde özellikle de askerî tıbbiye öğrencilerinin örgütlenmesi ve kurdukları İttihat ve Terakki Fırkası, bu örgütlenme tarzının çok eskilere gittiğini gösteriyor. Ama, çok önemli bir farkı daha gösteriyor. Bu insanlar, belirli bir dünyâ görüşüne sâhip; kimlikleri, kişilikleri oturmuş, hayâtı ve insanları anlama konusunda deneyimleri olan, dünyâda olup bitenleri tâkip eden, bunlar hakkında politikalar üretebilen insanlardı. Hareketlerini felsefî ve doktrinel temellere dayandırabilen, hiç kimsenin “yönlendirmesi” olmaksızın “kendi” eylemlerinin öznesi olan insanlardı; “kendi” hayâlleri, gelecek için “kendi” umutları olan, kimseye piyon olmayacak kadar açıkgöz, inandıkları uğruna ölümü bile çekinmeden göze alan insanlardı. Ukrayna’daki bu “demokrasi havârîleri”ne baktığımızda ise baskın grubun “teenage grubu”; yâni, 13-19 yaş arası gençler olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, kimse bize bu gençlerin –daha doğrusu, büyüme çağındaki bu çocukların– “özgürlük ve demokrasi savaşçıları” olduğunu anlatmasın; bizim zihnimiz, böyle bir “gerçek”i anlamaya elverişli değil! Bu ergenlik dönemi gençliğinin kimlik arama çabasını, kimse bize “özgürlük ve demokrasi mücâdelesi”(!) olarak yutturmaya kalkışmasın! Belki otoriter bir baba rolüne tepki, belki hoşlandığı kıza gösteriş, belki kendisini ispatlama çabası başkadır, demokratik devrim başka! Kaldı ki, demokratik devrimin dışarıdan birilerinin desteğiyle; Pogrebinsky’nin de söylediği üzere “moral destek, medya desteği ve teknik destek”le sağlanamayacağı da apaçık ortadadır. Beyinleri yıkanmış, kimlikleri ve kişilikleri devşirilmiş, kendilerine “Batılı kardeşlerinin yaşam standartları” gösterilerek aşağılık kompleksi aşılanmış bir üniversite gençliğinin de demokratik devrim yapamayacağı ortadadır. Bu devrim için, öncelikle “demokratik devrim”i anlayacak, bunlar üzerinde doğru değerlendirmeler yapacak, yöntem ve program ortaya koyacak bir kitlenin olması gerekir. Çağdaş demokrasilerde “demokrasi mücâdeleleri” ise sınıf esaslarına göre oluşturulmuş siyasî partiler aracılığıyla yapılır. Kimse bize bu devşirme yeni yetmeleri, belirli bir ekonomik ya da sosyal sınıf olarak yutturmaya çalışmasın! Sınıf olmak için, üretim araçlarıyla belirli bir ilişki içinde olmak ve üretimden belirli bir pay almak gerekir. Bu kitlenin ise böyle bir emek gücüne sâhip olmadığı ortadadır. Onların “sınıf”tan anladığı tek şey, “okul sınıfı”dır ve “Sınıfın nedir?” sorusuna ancak ve ancak “falanca okul, filânca şube” diye karşılık verebilecek bir kitlenin “demokratik devrim mücâdelesi”(!) yapamayacağı açıktır. 12 Christopher John Chivers, Youth Movement Underlies The Opposition In Ukraine, 28.11.2004 8 Peki, Ukrayna’da bu besleme havârîler nerelerde, nasıl yetiştirildiler? Ne gibi gerekçelerle, nasıl bir finans hareketinin ürünüdür bu havârîler? Arkalarında kimlerin, nasıl bir desteği var? Kendilerine, hangi fonlar tahsis edildi? Bu soruların cevaplarını Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında isimli çalışmasında ayrıntılı bir biçimde veriyor. 1991’den itibâren NED’in “yardımda bulunduğu”(!) sivil toplum örgütleri ve “yardım gerekçeleri”(!) kabaca şöyle: AHRU’ya (Americans For Human Rights In Ukraine) demokratik grupların desteklenmesi, Czervonoharad ve Scranton’nun (Pennsylvania) kardeş kent ilân edilmesi için 32.000 dolar, Lviv Inst.’e İş Destekleme Merkezi’nin geliştirilmesi ve pazar verilerinin hazırlanması için 70.000 dolar, MRC’ye (Market Reform Center) ticârî bankacılık düzeninin önündeki engellerin araştırılması için 87.327 dolar, ECC’ye (Economic Coordination Center) güçlü bir özel sektör yaratılmasına dönük reformların desteklenmesi için 90.564 dolar, INVESTOR’a küçük girişimciler hakkında Batıdaki düzenlemelerin kabûl edilmesini sağlamak için 70.280 dolar, SPURT Ass.’a özelleştirmelerin desteklenmesi ve konuyla ilgili raporların hazırlanması için 118.354 dolar, CDD’ye (Center For Democratic Development) medya, hükümet ve siyasî partilerdeki demokratik genç eylemcilerin eğitimi için 70.000 dolar, CDR’ye (Center For Democratic Reform) Kiev’de DEMOS isimli iki aylık dergi yayını ve siyasî parti programlarının yayınlanması için 10.192 dolar, ekonomik reformları destekleyen ZRIZ isimli bültenin yayınlanması için 15.609 dolar, Democracy Fdn.’ye bağımsız sendikalar kurma girişimlerine destek vermek için 29.010 dolar.13 Liste, böyle devâm edip gidiyor. Nasıl ki, düğünlerde “orta” yapılır; gelin ve dâmâdın yakınları, değişik türden ziynet eşyâları ve para sunarlar ve sunucu da mikrofondan bunları anons eder; “Dâmâdın halasından iki yüz dolar, gelinin dayısından iki bilezik.” diye; işte, bu liste de bu tür bir “orta”; Turuncu Devrim’in “orta”sı; yâni, her şey ortada! Cici demokrasinin cicilikleri ortada! “Demokratik ve meşrû mekanizmalar”(!) mârifetiyle “demokratik hak ve özgürlükler”ini kullandıklarını sanan bu insan(cık)ların hâli ortada! Millî devlet ilkesinin oturmadığı ya da yok sayıldığı bir ülkede (cici) demokrasinin nelere gebe olduğu ortada! Bu “sivil projeler”le(!) ceplerine üç-beş kuruş harçlık konan gençlerin nasıl birer lejyoner hâline getirildiği ortada! Pogrebinsky “Para, en önemli şey değil, Ukrayna’da yeteri kadar para var; en önemli şey moral destek, medya desteği ve teknik destektir ki bu, daha da önemli.” diyordu; işte, paraların nerelerden geldiği ortada! Yuşçenko’ya göre ise bu gösteriler, tamâmen sivil bir hareket ve hiçbir çıkar ilişkisine dayanmıyor: “En önemlisi, halkın bu gösterileri gönüllü olarak yapmasıdır. Bağımsızlık Meydanı’ndaki protesto eylemini gerçekleştiren insanlara, Ukrayna’nın dört bir yanından yardım gönderildi. Kiev’deki 15 özel sağlık kuruluşu, protestoculara ücretsiz olarak yardım etti. Birçok insan, maddî ve mânevî yardımda bulundu. Bunların hepsi, halk tarafından yapıldı.”14 Ne “halk”mış ama! İçinde NED’i var, CIA’i var, CFR’si var, MOSSAD’ı var; var oğlu var! Yuşçenko, bu gerçeklerin üstünü örtmek için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bunu başaramıyor/başaramaz. Bu kirli ilişkiler o kadar geniş ve iç içe ki, ipin ucunu bir kez yakaladınız mı neyin arkasında kimin olduğu, hemen ortaya çıkıyor. Örneğin, Boris Berezovski. Londra’da yaşayan Berezovski, Bizim Ukrayna Partisi milletvekîllerinden Aleksandır Tretyakov ve David Zhvaniya’ya Turuncu Devrim sırasında kullanılmak üzere 23 milyon dolarlık ödeme yaptığını; fakat, bu milletvekîllerinin parayı başka işlerde kullandığının tespit edilmesi üzerine verdiği parayı geri istediğini duyurarak haklarında dâvâ açtı. Yuşçenko aksini iddiâ etse de gerçekler, er ya da geç ortaya çıkıyor. Hem tüm bunlar, kendisi istese de istemese de CFR raporlarında tüm dünyâya bir “başarı”(!) olarak afişe ediliyor. Burada bir tânesinden, kısa bir bölüm aktarıyorum: “Ukraine had benefited from more than a decade of civil-society development, a good deal of it nurtured by donor support 13 14 Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında, syf: 617 Akşam, Asıl Ukrayna Zehirlendi, 26.12.2004 9 from the United States, European governments, the National Endowment for Democracy and private philanthropists such as George Soros. Although such sponsorship was nonpartisan, it reinforced democratic values and deepened the public’s understanding of free and fair electoral procedures. Authentic democratic values were being reinforced by a new generation that had grown up initially under glasnost and later with a broad awareness of democratic practices around the world.”15 Berezovski de harcadığı paralara hayıflansın! Ukrayna’da böyle bir halk ayaklanması finanse etmek yerine bu parayı Türkiye’de borsada değerlendirseydi veya yüksek fâiz karşılığı Merkez Bankası’na borç olarak verseydi, çok daha kolay yoldan köşeyi dönerdi! Şimdi otursun, havaya savurduğu dolarcıklarına hayıflansın! Söz açılmışken, bizim “halk”ımıza bakmamak olmaz. Değerli bir araştırmacı-gazeteci ve televizyon yapımcısı Bânu Avar’dan aktarıyorum: “1983’ten beri hâkim güçler, belli bir plânı uygulamaya koymuşlardır. Bunun için öncelikle, Dışişleri’nde kendilerine hizmet edecek adamlar elde etmeyi ilk sıraya yazdılar. Sonra, üniversiteleri kullanarak gençliğe yöneldiler. BM, Dünyâ Bankası ve AB fonlarını araştırın. Bunların büyük kısmının gençlere ve kadınlara yönelik olduğunu göreceksiniz. Önce gençler üzerinde, ‘bizden bir şey olmaz, Türkiye berbat bir ülke, yaşanmaz’ imajıyla aşağılık kompleksi oluşturuyorlar. Sonra da her bakımdan kayıtsız şartsız kendilerini kabûl eden genç grupları oluşturuyorlar. Bir de Türkiye’de, en çok basını kullanıyorlar, hem de büyük bölümünü, hem de paraya boğarak televizyonları, gazeteleri bu yolla kendilerine hizmet ettiriyorlar. Televizyonlarda, özellikle kadınlara yönelik dejenere program hazırlıyorlar. Diziler ve televole cinsi programlar bunlar. Bu yolla televizyonu önce, duygusal olan kadınların emrine sokuyorlar. Kumandayı, erkeklerin elinden alıyorlar. Hattâ, kadınları kullanarak erkekleri de bu programları izlemeye mecbur bırakıyorlar. Bunlar, öylesine basit televizyon hikâyeleri değildir.”16 Muhalefet, iktidârı neyle suçluyordu? “Dış güçlerin etkisi altında kalmak”, “demokratik ve meşrû mekanizmalar”ı hiçe saymak ve haydutluk yapmakla. Bu süreçte Yuşçenko ve Timoşenko’nun sergilediği tutumun demokratik ve meşrû mekanizmalara ne kadar uygun olduğu ise başlı başına tartışılması gereken bir sorun. Gerek Yuşçenko, gerekse de Timoşenko, seçim sonuçlarının “resmî” olarak açıklanmasını bekleyebilir ve bu îtirazlarını, Yüksek Mahkeme önünde dile getirebilirlerdi; bunu niçin yapmadılar? Bu iki lîder, arkalarındaki AB(D) desteğine güvenerek –eğer halkı isyâna teşvik gibi bir suç varsa hâlâ– çok ciddî bir anayasal suç işlediler. Gerçek anlamda ne özgürlük, ne de demokrasi, hak aramak için başkalarının haklarını çiğnemeye, demokratik hak ve özgürlüklerini küçümsemeye izin vermez. Oysa, Batının “desteği”yle gelen “özgürlük”(!) ve “demokrasi”(!), bu mekanizmaları ve yönelimleri sömürmenin en ideal aracıdır ve Turuncu Devrim sırasında bu, bir kez daha tescîl edilmiştir. Hiçbir demokratik ve meşrû iktidâr, hükümet binâlarının basılmasına ya da basılması çağrısına, meclisin işgâl edilmesine ya da işgâl edilmesi çağrısına kayıtsız kalmaz/kalamaz/kalmaması gerekir. Buna bir kez fırsat tanındığında, demokratik ve meşrû mekanizmalara yeni bir alternatif oluşmuş olur. Haksızlığa uğradığı iddiâsıyla eli silâh tutan herkesin meclisi bastığı bir ülkenin sonu bellidir, böyle bir şeye göz yumulamaz. Beğenmeseler de Yanukoviç Hükümeti, hâlâ iş başındadır ve en kötü hükümet bile anarşi ve şiddet ortamından iyidir. Bu ortam, kimsenin kimseye hesap soramayacağı bir ortamdır; hükümet ise her şeyden önce, vatandaşlarının can ve mal güvenliğini sağlamak yönünde hükmetme irâdesidir ve bir ülkede böyle bir irâdenin olması, hiç olmamasından iyidir. Bu irâde demokratik ve meşrû yollarla sağlanmışsa, bunun korunması için 15 16 Adrian Karatnycky, Ukraine’s Orange Revolution, 12.04.2005 Millî Gazete, BM Hıristiyanlığa Çalışıyor, 24.11.2006 10 gerektiğinde demokratik ve meşrû mekanizmalar bile askıya alınabilir. Böyle dönemlerde seçimler anarşi getirecekse, yapılmasa daha iyidir. Dolayısıyla, seçimlere hîle karıştırmak ki bu, yalnızca bir iddiâdır ve bu konuda kesinleşmiş bir mahkeme karârı yoktur; gibi bir suç varsa ve cezâyı gerektirirse, halkı isyâna teşvik, daha ağır bir suçtur; Yuşçenko ve Timoşenko, bu suçu en ağır şekilde işlemişlerdir. Kaldı ki Yuşçenko, 21 Kasım seçimlerinin hemen ertesinde yandaşlarının önünde yemin ederek kendisini devlet başkanı ilân etmişti; yâni, dünyâ târihinde ilk kez bir “devlet başkanı”(!), iktidârda bulunan hükümete karşı kendi halkını isyâna çağırıyordu. Yuşçenko, hükümeti görevden alabilirdi(!) –teorik olarak en azından– fakat, bunu da yapmadı. Çatışmayı, kargaşayı, bilerek ve isteyerek başlattı. Bu sırada, “kan akmaması için” gerekli her türlü önlemi aldırsa ne fayda; bu, işlenen anayasal suçu ortadan kaldırmaz ki. AB(D) isteseydi, ordu içinden üç-beş generali satın alarak ülkeyi amansız bir iç savaş ortamına sürükleyebilir ve yine iktidâra işbirlikçileri getirebilirdi. Ancak, özellikle de Avrupa kıtasında, artık kan görmeye tahammülleri yoktu. Bu renkli devrimler özelinde Turuncu Devrim, aslında “AB standartlarına tam uygun bir darbe”ydi; “kansız darbe”; kansız, soysuz, yüzsüz bir darbe; kansızlar, soysuzlar, yüzsüzler darbesi! Ceplerine üç-beş kuruş para koydukları, beyinlerini ipotek altına aldıkları geniş bir insan kitlesiyle hukuku, hemen tüm insânî değerleri çiğneyerek iktidâra işbirlikçileri getiriyorlar ve hiç “kan akmıyor”. Yâni, “Kan akıtmamak şartıyla, bizim istek ve hedeflerimiz doğrultusunda her türlü anayasal suçu işlemekte serbestsiniz! Cici demokrasi sağ olsun!” diyorlar. Kan akmamasının yanı sıra, arkalarındaki büyük medya desteğiyle halka, cennet vaad ediyorlar; ülkedeki hemen tüm ekonomik, siyasî ve toplumsal sorunların çözüleceğine, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletileceğine inandırıyorlar ki bunu, geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde geçen yüzyılın ikinci yarısından itibâren mantar gibi türeyen ve “mutlak güç”ü ellerinde bulunduran darbeci generaller bile vaad edemiyordu. Nitekim, “Biraz daha dişinizi sıkın!”, “Elimizden geleni yapıyoruz; ama, bu kadar oluyor!” veya “Uluslararası birtakım güçler, elimizi kolumuzu bağlıyor!” gibi serzenişler, darbeci generallerin geniş halk kitleleri önünde çok sık yineledikleri açıklamalardı. Şimdi ise bu renkli devrimlerle iktidâra taşınan/taşınacak işbirlikçiler, hem de büyük bir fütursuzlukla, her şeyi vaad ediyor. Turuncu Devrim sırasında AB(D) medyası o kadar fütursuzlaştı ki, zamânında Gorbaçov’a bile göstermedikleri bir ilgiyi Yuşçenko’ya gösterdiler; onu âdeta, Ukraynalıların ve onların şahsında geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerdeki halkların “demokrasi mesihi” hâline getirdiler. Peki bu ilgi, bu iltimas niye? Şöyle îzah edeyim. İsa Peygamber, Filistin’de bu kadar büyük acılar çekmemiş ve İsevîler, canları pahasına öğretilerini savunmak ve etrâfa yaymak için bu denli çaba göstermemiş olsalardı, milyarlarla ifâde edilen bir kitleyi etkilemeyi başarabilirler miydi? Ya da şöyle soralım: Kendisine din tebliğ edilmiş peygamberlerden hiçbirinin göreli olarak “rahat” bir hayâtının olmayışı, acabâ bir tesâdüf müdür? İnsanlığın önüne bir “kurtarıcı” olarak konulan “büyük insanlar”, hep çok büyük sorunlarla baş etmek zorunda kalmış ve kendilerini tâkip eden insanlara, bizzat kendi yaşamlarındaki sorunlara direnme güçleriyle örnek olmuşlardır. Örneğin Musâ Peygamber, Allah’ın bir mucizesiyle Kızıl Deniz’i yarmış, Mısır’da üç yüz yıl süren bir köleliği Firavun’un boğulmasıyla tamâmen sona erdirmiş, kavmini daha iyi bir coğrafyaya yerleştirebilmek için çölde oradan oraya savrulmuş ve bütün bunların bedelini de çok acı bir biçimde ödemiştir. Kezâ, İbrâhim Peygamber Nemrut karşısında, Yusuf Peygamber bizzat kendi kardeşleri ve kavmi karşısında, Hz. Muhammed de yine bizzat kendi kabîlesi ve Mekkeliler karşısında çok büyük acılar çekmiş ve bu olaylar, onları geniş halk kitlelerine bir “örnek” hâline getirmiştir. Dolayısıyla Yuşçenko, öyle sıradan bir kimse değil; “seçilmişler”den(!) olması, basit bir tesâdüf değil; Ukrayna’da bu şarlatanlığın sergilenmesi, renkli devrimler târihinde Ukrayna ve Turuncu Devrim’in bir dönüm noktası olması tesâdüf 11 değil. Bunun nedeni şu. Geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelere yeni bir mesih olarak pazarlanması için böyle bir şahsiyetin büyük acılar çekmesi ve büyük bedeller ödemesi gerekecekti. Bu unsurların yeteri kadar “büyük” olması için de Ukrayna’dan daha elverişli bir yer yoktu. On sekizinci yüzyıldan beri hep vârolagelmiş Doğu-Batı ayrımı, Ukrayna’da Rusya’nın Karadeniz Filosu dururken NATO’ya girme ve ülkesi hakkında hiçbir bilmemne kriterlerini –Kopenhag, vb.– sağlamadığı ortadayken AB üyeliği çabası, ülkedeki eski Sovyet bürokrat sınıfı ve komprador burjuva arasındaki çekişmeler bize, niçin Ukrayna ve Yuşçenko’nun seçildiğini apaçık bir biçimde gösteriyor.17 Bir de Yuşçenko’nun, Putin’in emri üzerine zehirlendiği iddiâsı var.18 Yâni “Görüyor musunuz, ‘özgürlük ve demokrasi’(!) için ne bedeller ödendi; gerek kişisel, gerekse de ülke olarak ne acı bedeller ödendi ve sonunda, demokrasi kazandı.” mesajı verilmek isteniyordu. Aynı târihlerde Gürcistan, Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan, Belârus ve Moldova’da da benzer şekilde, renkli devrim film senaryoları uygulanmaya çalışılıyordu; peki, niçin bu ülkelerde hiçbir “demokrasi mesihi” çıkmadı/çıkamadı? İşte, bu sorunun cevâbı budur. Dinler târihine şöyle bir baktığımızda hemen görürüz ki, isimleri bilinen peygamberlerin ortak noktaları, çok büyük acılar çekmiş olmalarıdır ve ancak onların isimleri unutulmuyor. Aynı şekilde, bundan elli-yüz yıl sonra da bir Saakaşvili ismini, belki kimse hatırlamayacak; ama Yuşçenko, ders kitaplarında okutulacak. Peki târih, Yanukoviç’i nasıl mı anlatacak? Ben, hiç iyi şeyler düşünmüyorum; Yanukoviç, elinde meşrû güç kullanma yetkisi olduğu hâlde ve bunu yapmak, onun anayasal ve ahlâkî sorumluluğu olduğu hâlde bunu yapmamıştır. Sıkıyönetim karârı alması gerekirken; yâni, günler öncesinden hazırlandığı belli olan bu halk ayaklanmasının giderek büyüyeceği açıkken Yanukoviç, bunu yapmaktan kaçınmış ve seçimlerin ertelenmesine, âsâyişin sağlanmasına çalışmamıştır. İsteseydi, tüm bunları yapabilirdi; polis ve asker gücü, bu amaç doğrultusunda ona hizmet etmekle mükellefti. Kuçma da zâten, bunun sinyâllerini vermişti; fakat, AB(D)’nin “demokrasi mesihi” Yuşçenko, Yanukoviç’in de zihnini iğdiş etmiş ve seçimlerin her hâlükârda daha iyi olacağına onu inandırmıştı. Bu, çok daha vahim bir tablodur ve bu basîretsizlik, bu anlayışsızlık, bu dar görüşlülük, yenilir yutulur cinsten değildir. Demokrasilerde muhalefet, muhalefetin demokratik ve meşrû yönelimleri, anayasal hak ve özgürlükleri de hukuk sistemi içinde güvence altına alınır ve gerçekleştirilir; bunlar, demokrasinin olmazsa olmazlarıdır. Ancak bu durum, hükümetin hükümet etme görevini engelleme hak ve yetkisini hiç kimseye vermez/veremez. Demokrasilerde hükümete bu görev, demokratik ve meşrû yollarla verilir; Yanukoviç Hükümeti de demokratik ve meşrû yollarla kurulmuş bir hükümettir. Bu hükümetin hükümet etme görevi, yine ancak bu yollarla elinden alınabilir; muhalefet ise doğrudan hükümet ve hattâ, meclise yönelik silâhlı eylem çağrısında bulunmuştur ki, böyle bir tablo karşısında Yanukoviç’in sıkıyönetim ilân etmemesi, büyük bir zâfiyetin tescîlidir. Bu o kadar öyledir ki, ayaklanmanın beşinci gününde Turuncular, başbakanlığı kuşatmış ve Yanukoviç’i içeri sokmamışlardır ki, zâfiyetin can alıcı noktası da burasıdır. Gerçi, işlerin bu noktaya varacağı, Soros’un Mart ayındaki Kiev ziyâreti sırasında anlaşılmıştı. Misyonunun “SSCB toprakları üzerinde ‘demokrasi havârîsi’ yetiştirmek” olduğunu belirten Soros, bu konuda elindeki tüm kaynakları seferber edeceğini açıklamıştı. Dediğini yaptı da! İşte, Turuncu Devrim bu! Demokratik ve meşrû yollarla iktidâra gelmiş bir hükümeti gayrı demokratik ve gayrı meşrû yollarla etkinsizleştirmek, geniş halk kitlelerini hükümet aleyhine kışkırtmak, ülkede kargaşa çıkartmak, demokratik ve meşrû mekanizmaları işlevsiz kılmak, yandaş medya aracılığıyla tek yanlı propaganda yapmak ve bütün bunların sonucunda, devletin en tepesine işbirlikçileri yerleştirmek! 17 18 The Economist, Is The European Union Losing The Will To Enlarge Itself?, 28.04.2005 The Economist, Ukraine’s Government, 16.01.2005 12 İmdi, buradaki “turuncu” rengi, gerçek özgürlük ve demokrasinin yüzündeki utancın rengidir; “devrim” ise gerçek anlamda tüm demokratik ve meşrû mekanizmaları devirmek. Cici demokrasi ve meclis arasında bir tercih yapan Yanukoviç, meclisin açık kalması için gerektiğinde demokrasiden bile vazgeçilebileceğini aklına bile getirmeyerek tercihini, cici demokrasiden yana kullanmıştır. Ama Yuşçenko, kendi devlet başkanlığı döneminde bunları eksiksiz bir biçimde yapacaktı. Yâni, Yanukoviç’in zamânında yapması gerektiği hâlde yapmadığı/yapamadığı şeyleri Turuncu Devrim, bizzat ona karşı yapacaktı. Biz, bunları gâyet iyi biliriz. Bu işbirlikçilerin neler yapabileceğini, işbirlikçi basının bir ülkenin kaderiyle nasıl oynayabileceğini, gâyet iyi biliriz. Bu oyunlar, Dâmat Ferit ve mütâreke basını döneminde bu topraklarda fazlasıyla oynandı. Şansımız şu ki, Mustafa Kemal Paşa gibi bir devrimciye sâhiptik ve Cumhuriyet’in kurulma sürecinde, onun üstün başarıları sonucu bu oyunların yinelenmesinin önüne geçildi. Eğer Takrîr-i Sükûn Kânunu çıkartılmasaydı; henüz yol yakınken işbirlikçi basının önü kesilmeseydi, bugün ne Cumhuriyet kalırdı, ne de demokrasi. Gerçi, bugün itibâriyle Türk demokrasisi, çağdaş bir demokrasi değil, cici demokrasi; ama, bu demokrasinin diyalektik karşıtını yine kendi içinden çıkartma olanağımız hâlâ mevcut. Ukrayna ve renkli devrimlerin uygulanmaya çalışıldığı diğer ülkelerde bu da yok. Dolayısıyla bugün bizler, eğer o zamanki Takrîr-i Sükûn Kânunu’nun önemini göremiyor ve anlayamıyorsak, kafamızı biraz kaldırıp kuzey komşumuz Ukrayna’da oynanan bu oyunlara bakmamız yeterli olacaktır. Ukrayna ve Türkiye arasında, büyük bir benzerlik var; devletin kurulma süreci ve demokrasiye geçiş, eş zamanlı olarak gerçekleştirilmek istendi. Ne var ki, farkımız da burada başlıyor; Mustafa Kemal Paşa, bu ikisinin aynı anda olamayacağını gördü ve demokrasiye geçişi erteledi. İşte, Yanukoviç ve Kuçma’nın en büyük hatâları da bu oldu; “demokrasi” adına cici demokrasiyi taçlandırdılar. Ukraynalıların, biz gerçek Kemalist dostlarından öğrenecek çok şeyleri var. Bu noktada, bir başka düşündürücü konu ise şu. Yanukoviç’in bu zâfiyeti, berâberinde kamu düzeninin tesîsinde de büyük bir otorite boşluğu yarattı. Artık, Bağımsızlık Meydanı’ndaki gösterilere Polis Okulu öğrencileri de katılmaya ve Yuşçenko’yu destekleyen Batı bölgelerinde bâzı polis memurları, “Yuşçenko’ya bağlılık yeminleri” etmeye başlamıştı. Yâni, Ukrayna’da polis teşkilâtının artık “yalnızca bir kanadı”(!) hükümete bağlıydı ve öbür kanadı, “muhalefetten emir alıyor”du(!). Oysa Yanukoviç, pasif davranmaya devâm ediyor ve onun bu davranışı, hükümetteki bâzı bakanların tavrını da belirliyordu. Polis teşkilâtındaki bu ayrışma karşısında gerek İçişleri Bakanı Kikola Bilokon, gerekse de Savunma Bakanı Aleksandır Kuzmuk, yalnızca “taraf olmayın çağrısı”(!) yapmakla yetinmek zorunda kalıyordu. İşte, cici demokrasinin başka birtakım cicilikleri! “Demokrasi” adına demokrasinin hemen tüm ön koşulları, ancak bu şekilde ortadan kaldırılabilirdi! Gösteriler sırasında, Kiev sokaklarında şöyle bir iddiâ dolaşıyordu; Yuşçenko, Millî Kurtuluş Komitesi isminde “alternatif bir hükümet” kuracak ve Ukrayna Muhafız Alayı isminde kendisine bağlı yeni bir güvenlik teşkilâtı oluşturacak. Bu iddiânın ne kadar doğru olduğunu bilemiyoruz; ancak, meclisi ve başbakanlığı basan, polis teşkilâtını bölen bir gürûhun böyle bir plânının olması da mümkündür. Otorite boşluğu olan, devlet zâfiyetinin kurumsallaştığı, güvenlik güçlerinin ayrıştırıldığı her ülkede, bu tür plânlar hep yapılagelmiştir. Yanukoviç, elindeki gücün farkında değildi ve hiçbir zaman da farkında olamadı. Gerek fizîkî bakımdan, gerekse de psikolojik olarak hep çok güçsüz kaldı; böyle bir kimse tabiî ki, iktidârda uzun süre kalamaz. Seçimler için faydalı olur diye Putin’in Kremlin’den gönderdiği “imaj-maker”lardan da hiçbiri, bu güçsüzlüğü düzeltemez. İnsan, önce kendi içinde bu gücü bulmalı ve buna iknâ olmalı. Eğer bu yoksa –ya da kendisini buna iknâ edememişse– ne yapsanız boş. Turuncu Devrim’in siyasî sonuçlarından farklı olarak kültürel ve toplumkuramsal alandaki etkilerine de bakmak lâzım. Nitekim Turuncu Devrim, Ukrayna’da kültürel 13 bakımdan tâ öteden beri var olan bir ayrımı; Doğu-Batı ayrımını siyâsete, daha önce hiç olmadığı kadar etkin bir biçimde taşıdı ve Ukraynalıların, “duygusal” bakımdan birbirlerinden ayrışmalarının önünü açtı. Gerçi, özellikle de Üçüncü Dünyâ tipi demokrasilerde geniş halk kitlelerinin “demokratik yönelimler”i, hiçbir zaman yalnızca ekonomik ve siyasî nedenlere dayanmamıştır/dayanamamıştır. Bu yönelimler etnik, dînî, kültürel farklılıklara göre şekillenmiş ve demokratik mekanizmalar, bu ülkelerde birleştirici değil, ayrıştırıcı bir rol üstlenmiştir. Gelişmiş ülkeler, bu ülkeler üzerinde “doğal bir hak”(!) iddiâ ettikleri için ekonomik ve siyasî tahakküm kurmalarını sağlayacak hemen her şeyi mubah görüyor. Üçüncü Dünyâ tipi demokrasilerin mâruz kaldığı sorunların temelinde bu var. Yâni asıl sorun, bu tür farklılıklara sâhip olmak değil, bunların emperyalistler tarafından kullanılarak “demokratik ve meşrû mekanizmalar”(!) mârifetiyle iktidâra işbirlikçilerin taşınmasıdır.19 Bu tür farklılıklara sâhip olmayan hemen hiçbir coğrafya yok; fakat, Üçüncü Dünyâ tipi demokrasilerde bu farklılıklar, sorunların çözümü için bir zenginlik olarak görülmüyor, sorunların kaynağı olarak düşünülüyor ve baskın taraf, “Öteki’yi yok etme” temelli politikalar üretiyor. Bu tür farklılıklar, yalnızca kültürel ve toplumkuramsal alanda kalsa mesele yok. Siyâsete taşındığı anda ki AB(D), bir yolunu bulup bunu başarıyor; ister işbirlikçisi, isterse “millîci”si olsun, bu siyâset tarzı, zamanla hemen herkesin “işine gelmeye başlıyor”. Ukrayna özelinde bu farklılıklar, Doğu-Batı ayrımı şeklinde; bu ayrımın, MâvilerTuruncular ayrımıyla siyâsete taşınmasıyla tezâhür etti. Ukrayna’yı Dinyeper Irmağı, coğrâfî açıdan Doğu-Batı ekseninde ikiye bölmekteydi ve özellikle de on sekizinci yüzyıldan beri bu ırmağın doğusu Rusya’nın, batısı ise Avrupa’nın etkisinde kalmıştı. Doğuda geniş mâden yatakları vardı ve Ruslar bunu öğrendiklerinde, bu coğrafyaya Rus göçmenler yerleştirmeye başlamış; bölgede gerek siyasî, gerekse de nüfus bakımından kendilerinin güçlü olmasını sağlamışlardı. On sekizinci yüzyıldan beri ülkenin doğusunda Rusça, batısında ise Ukraynaca konuşuluyordu ve ülkenin doğusu Ortodoks, batısı ise Katolikti. Doğuda okur yazar oranı düşük, batıda ise yüksekti. Ne var ki bunlardan hiçbiri, Ukraynalıların “birlikte yaşama irâdesi”ni zedelememişti. Yuşçenko-Yanukoviç çekişmesi ise bu irâdenin sonunu hazırlıyordu. Hâl böyle olunca, bu farklılıkları birleştiren birtakım unsurların; örneğin, Yuşçenko’ya Doğu bölgelerinden de oy çıkması ya da Yuşçenko’nun bir “Doğulu” olması gibi unsurların da artık bir önemi kalmaz. Turuncu Devrim’in hemen ardından Yuşçenko ve Timoşenko’nun yollarını ayırma karârı da bu irâdenin güçlenmesini engelleyecekti. Turuncu Devrim sırasında Yuşçenko’yu destekleyen Batı ve Kuzey bölgelerinin önemli bir kısmı, Timoşenko’ya destek vermeye başlayacak; Yuşçenko ise “intikam” almak istercesine, bu bölgelere “ekonomik yaptırımlar” uygulayacak ve artık, Doğu-Batı ayrışmasının yanına bir de “Batının doğusu-Batının batısı” şeklinde yeni bir ayrışma eklenecek; her seçim döneminde Ukrayna’nın parçalanması tehlikesi, daha derinden hissedilecekti.20 Yuşçenko, iktidâra gelmeden önce böyle konuşmuyordu. Nitekim, bir demecinde şöyle demişti: “İktidâr, çok yanlış bir kart oynuyor; seçimleri kaybettiğini bile bile, bu insanları ayrılıkçılık yönünde kışkırtıyor ve Ukrayna’nın bütünlüğünü tehdit ediyor.” Fakat, 28 Kasım günü, Doğu bölgelerinden gelen yüzlerce delege, Severodonetsk’te toplanarak özerklik talebinde bulunmuş; seçim sonuçlarına saygı duyulmaması hâlinde, kendi demokratik tercihlerini gerçekleştirmek için Ukrayna’nın idârî yapısına ilişkin yeni bir kânun teklîfi hazırlayacaklarını ve referanduma sunacaklarını açıklamışlardı. Benzer şekilde, Yevgeni Kuşnarov isimli bir bölge vâlîsi de “Kiev’e 480 km uzaktayız; ama, Rusya’ya 40 km yakınız.” diyerek mesajlarını açık bir biçimde ortaya koymuştu. İşte bunlar, Ukrayna’nın parçalanması tehlikesinin en açık göstergelerinden ikisi olarak kayıtlara geçti. Ayrıca, 19 20 Lionel Beehner, Post-Orange Ukraine, 15.08.2006 Clifford Levy, Orange Revolution Parties Will Share Power In Ukraine, 16.10.2007 14 Yuşçenko’nun bu bölgeye uyguladığı “ekonomik yaptırım kararları” ve hızla artan siyasî mülteci talepleri de nasıl bir demokrasi anlayışına sâhip olduğunu apaçık bir biçimde gösterdi; demokratik faşizmin nasıl bir şey olduğunu hatırlattı.21 Doğu bölgelerinin siyasî yönelimlerini değiştirmek, bu bölgeleri iktidârı için risk olmaktan çıkartmak için Yuşçenko, bu bölgelerin ekonomik yapısını ve demografik özelliklerini de değiştirme yoluna gitti. Bu bölgelerde temel geçim kaynağı, kömür mâdenciliğiydi ve kömür ocaklarının hemen hepsinin işletmesi Rusların elindeydi. Daha göreve gelir gelmez Yuşçenko, Ukrayna’ya kömür ithâl etmenin kömürü mâdenlerden çıkartmaktan daha ucuz olduğu; bu mâdenlerin bir yük olduğu yönünde açıklamalar yaptı ve kapatılması için kamuoyu baskısı yaratmaya çalıştı. Soros’un sivil toplum örümcek ağı sâyesinde bunu başardı da. Bu mâdenlerin kapatılmasıyla bölgede işsizlik mi artmış, hayat mı pahalılaşmış, kitlesel göçlerle insanlar mı telef olmuş; Yuşçenko’nun, Soros’un umurunda mı? Onlar için önemli olan bir tek şey var; “küresel imparatorluk”. Bunun tesîsine muhalif her türlü kitlesel hareket “ortadan kaldırılmalı”, bu birkaç yüz bin insanın nice trajedilere konu hayatları ise “hava-cıva”. İşte, liberal demokrasinin iç yüzü ve cici demokrasinin, “bölparçala-yönet” anlayışıyla mükemmel bir sentezi!22 İktidârlar, gelip geçicidir; kültürler, toplumlar, medeniyetler ise kalıcıdır. Üçüncü Dünyâ tipi demokrasilerde bu tür ucuz politikaların ve Turuncu Devrim gibi dış müdahâlelerin belki de en onulmaz yarası, birlikte yaşama irâdesini zayıflatmak ve güçlenmesini engellemek, toplumları ayrıştırmaktır. Hem bu ayrışma, bize de çok tanıdık gelmiyor mu? Umarız, bizim insanımız da bu ayrışmanın yıkıcı etkilerini yol yakınken görür ve gerekli dersleri çıkartır. Bakınız, Ukrayna’nın yaşadığı bu acı ve bir o kadar da düşündürücü süreçte, Bavyera Eyâleti Başbakanı Edmund Stoiber ne diyordu: “Ukrayna, Türkiye’ye göre daha Avrupalıdır; Türkiye’nin üye olmasındansa Ukrayna’nın üye olmasını tercih ederiz.” AB’leri de liberal demokrasileri de Turuncu Devrim’leri de onların olsun! Bu topraklarda, bunların hiçbirinin mayası tutmaz! Kaçınılmaz son; Yanukoviç Hükümeti düştü! Turuncuların başlattığı halk ayaklanması, kısa sürede tüm Ukrayna’ya yayılmış ve değişik toplum kesimlerinden büyük destek toplamıştı. Başta birtakım işçi sendikaları olmak üzere çok sayıda dernek ve vakıf, seçim sonuçlarının iptâli için gösterilere başlamıştı. Meclisin ve hükümetin daha fazla yara almaması için, Yanukoviç Hükümeti hakkında gensoru önergesi verildi ve 450 sandalyeli mecliste 229 milletvekîli, hükümetin düşmesi yönünde oy kullandı. Dahası, ilk kez bir seçim sonucunun meclis karârıyla yok sayılması için bir önerge verildi ve bu önerge de 255 oyla kabûl edildi. Yâni, demokratik mekanizmalardan çıkan bir sonuç, ilk kez bir başka demokratik mekanizmayla geçersiz kılınıyordu –daha doğrusu, demokratik mekanizmalar mârifetiyle bu mekanizmalar, işlevsiz hâle getiriliyordu– ve bu da Turuncu Devrim’in gerçek yüzünü görmemiz açısından son derece önemli. Böylelikle, ülkedeki siyasî kargaşa zincirine bir halka daha eklenmiş oldu. Ciddî ekonomik sorunlarla baş etmeye çalışan Ukraynalılar, ülkedeki bu siyasî belirsizliğin yansımalarını daha fazla hissetmeye başlıyordu. Maaşlarını alamıyor, bankalardan para çekemiyor, devlet kurum ve kuruluşlarına hiçbir şekilde ulaşamıyorlardı. Doğu bölgeleri yerel yönetimleri ise özerklik görüşmelerine başlıyor ve referandum hazırlıklarını sürdürüyorlardı. Yüksek Mahkeme ise sonunda, duruma el koydu ve Merkez Seçim Kurulu’nun Yanukoviç lehine aldığı karârı kânunlara aykırı bularak ikinci tur sonuçlarını iptâl etti. Turuncular, başlattıkları halk ayaklanmasının on ikinci gününde hedeflerine ulaştılar.23 21 USA Today, As Freedoms Wane In Ex-Soviet Bloc, Ukraine Fills The Gap, 11.05.2008 The Economist, bush And The World, 07.04.2005 23 Christopher John Chivers, How Top Spies In Ukraine Changed The Nation’s Path?, 17.01.2005 22 15 Halk ayaklanmasıyla birlikte meclis, hükümet, devlet kurum ve kuruluşları, güvenlik güçleri hiçe sayılmış, seçim sonuçlarının yok sayılması için meclis karârı çıkartılmış, Yüksek Mahkeme üyeleri üzerinde baskı kurulmuş ve Turuncu Devrim’in demokratik ve meşrû mekanizmalar üzerindeki tahakkümü tesis edilmişti. Mahkeme Başkanı Anatoli Yarema, ikinci tur oylamalarının 26 Aralık’ta yenilenmesine karar verdiklerini ve bu karârın temyize kapalı olduğunu açıkladı. Devlet Başkanı Kuçma ise seçimlerin sil baştan yenilenmesini istiyor; ikinci turu iptâl edilen bir seçimin ilk turunun da geçersiz sayılması gerektiğini savunuyordu. Yüksek Mahkeme’nin bu karârına en çok sevinenler ise AB(D) yetkilileriydi. Beyaz Saray, “Ukrayna’daki krizin demokratik çözümü için bu karar, iyi bir başlangıçtır.” açıklamasını yaptı. Demokratik ve meşrû mekanizmaların yok sayılmasıyla başlayan bir halk ayaklanmasına, şimdi yine bu mekanizmalarla son verilmesi bekleniyor ve bu işe hukuk da âlet ediliyordu. Meclise paldır küldür getirilen yeni bir düzenlemeyle, seçim kânunu değiştirildi ve devlet başkanının bâzı yetkileri meclise devredildi. Artık devlet başkanının, hükümeti atamasına son verilecek ve devlet başkanı yalnızca başbakan, dışişleri ve savunma bakan adaylarını geri çevirebilecekti. Aynı düzenlemeyle, Merkez Seçim Kurulu da feshedildi ve yeni atamalar yapıldı. 26 Aralık’ta bu kez Yuşçenko, oyların % 52’sini aldı; Yanukoviç ise % 44’te kaldı. Yuşçenko, Bağımsızlık Meydanı’ndan halka şöyle seslendi: “14 yıl önce, bağımsızlığımızı ilân etmiştik; ama, özgür olamamıştık. Bugün, özgürlüğümüzü ilân ediyoruz. Bu zafer Ukraynalılarındır. Ukrayna’da bundan böyle, demokrasi dönemi başlamıştır. Ukrayna demokrasisinin güçlenmesi için, AB’ye tam üye olmamız gerekli. Ukrayna’nın kaderi, AB halklarının kaderiyle ortaktır. Bizler, aynı medeniyetin birer parçasıyız. Özgür ve bağımsız Ukrayna’nın yeri, AB’nin kıyısı değil, tam merkezidir.” Turuncu Devrim sırasında gösterdiği “üstün hizmetler”den(!) dolayı kendisine Turuncu Prenses denilmeye başlanan Timoşenko ise şöyle konuşuyordu: “Seçim sonuçları, Yanukoviç’e açık bir mesajdır; çek git.” Böylelikle turuncu iktidâr, “bağımsızlık” konusunda Kuçma döneminde izlenen “denge siyâseti”ni bir tarafa bırakıp AB(D)’ye oynayacaklarını ve “tam bağımsızlık” gibi bir alternatifin masada olmadığını ilân etti. Yuşçenko’nun, devlet başkanlığı yemin töreninden hemen sonra ziyâret ettiği Moskova’da, başbakanlığa Timoşenko’yu atayacağını duyurması ise Rusya’da soğuk duş etkisi yarattı. Seçim döneminde, Putin’in emri üzerine Yuşçenko’nun zehirlenmek istendiği iddiâsı, yüksek sesle dile getiriliyor ve Yanukoviç’e karşı geniş halk kitleleri üzerinde baskı yaratılmak isteniyordu. Dolayısıyla Yuşçenko’nun, başbakanlığa Timoşenko’yu ataması da bu iddiânın rövanşı niteliğindeydi. Rusya’da rüşvet yoluyla haksız kazanç sağlamakla suçlanan ve hakkında yakalama emri çıkartılan Timoşenko, Interpol bültenlerinde ismi geçen önemli bir sîmâydı ve böyle bir kimsenin iktidârı da kısa sürdü; henüz ilk ayını bile doldurmadan, hakkında ciddî birtakım yolsuzluk iddiâlarına mâruz kaldı.24 Bir taraftan medya, diğer taraftan da fısıltı gazetesi boş durmuyor; Turuncu Prenses hakkında rüşvet iddiâlarını dile getiriyordu. Bu iddiâlar, bizzat Yuşçenko’nun atadığı bürokrat sınıfı arasında bile konuşuluyor ve Yuşçenko üzerindeki baskılar artıyordu. Turuncu Devrim sırasında, Kuçma dönemine âit yolsuzlukların hesâbını soracakları konusunda taahhütte bulunan kadro, bunların hesâbını sormak bir tarafa, yolsuzlukların kaynağı olarak görülmeye başlanıyor ve Yuşçenko’ya verilen destek, % 60’lardan % 20’lere kadar geriliyordu.25 Bu dönemde, Timoşenko’nun özel hayâtı araştırılıyor, günlük harcamalarının listeleri manşetlere taşınıyor; “Çantası bile, aldığı 3300 dolar maaşı kat kat aşıyor!” şeklinde haberler yapılıyordu. Bu gazeteler arasında Ukrainskaya Prevda gazetesinin yeri önemli; Ukrayna’nın Tansu Çiller’i hâline gelen Timoşenko’yla ilgili yolsuzluk iddiâlarının üzerine açık yüreklilikle giden bu 24 25 The Economist, A Second Bite Of The Orange, 01.10.2007 Taras Kuzio / Lionel Beehner, Kuzio: Orange Revolution “Over But Not A Failure”, 27.07.2006 16 gazete, ulaştığı bilgi ve belgeleri kamuoyuyla paylaşıyordu. AB(D) medyası ise kendilerine yakışanı yaptı; Forbes dergisi Timoşenko’yu, “dünyânın en güçlü üçüncü kadını” olarak gösterdi. Hakkındaki rüşvet ve yolsuzluk iddiâları ise hak getire!26 Yuşçenko’nun “hamam reformu”, böyle bir “imaj düzeltme” çabasının ürünüdür. Nitekim, Ukraynalılar arasında dolaşan şehir efsânelerinden biri de rüşvet ve yolsuzlukların, Kiev’in belirli birtakım hamamlarında görüşülüp karâra bağlanıyor olmasıydı. Yuşçenko’nun “çözüm”ü ise hazırdı; devlet görevlilerinin hamama gitmesini yasakladı ve hamama giden görevliler hakkında soruşturma başlatılacağı açıklaması, ülke gündemini bir anda ters yüz etti. Turuncular bile Yuşçenko’yu, popülist olmakla ithâm etmeye başladı ve bu çabası, umduğu gibi sonuçlanmadı. Üstelik, rüşvet aldığı ve rüşvetin sembolü hâline geldiği gerekçesiyle trafik polisliğini de kaldırdı. Bu zihniyetin sonu, meclisi kapatmaktır ki, sırası geldiğinde onu da yaptı ve yönetim kademelerinde istifâlar baş gösterdi. Bu istifâlar sırasında gündeme gelen bir iddiâ gerek Ukrayna’da, gerekse de hemen tüm dünyâda, geniş yankı uyandırdı. Devlet Başkanlığı Genel Sekreteri Zinçenko, Savunma ve Güvenlik Konseyi Başkanı Poroşenko’nun yolsuzluklara bulaştığını iddiâ ediyor ve şöyle söylüyordu: “Turuncu Devrim’i finanse edenlerden biri olan Poroşenko, iktidâra geldikten sonra bu katkılarını fazlasıyla çıkartıyor ve kimse, buna ses çıkartmıyor.”27 Cici demokrasi, ses çıkartmalarını engelliyor; ama, Zinçenko gibi dürüst insanları da böyle bir açık yüreklilikle konuşturuyordu. Hem bu istifâ, önemli bir dönemeç oldu ve ardından, çok sayıda devlet görevlisi de istifâ etti; Ukraynalılar artık, Timoşenko ve Yuşçenko’nun da istifâsını bekliyordu. Bu kez Mâviler de sokaklara inmiş ve bâzı bölgelerde Turuncuların da desteğini alarak büyük kitlesel protestolara başlamışlardı. Yuşçenko, bu protestoların yeni bir halk ayaklanmasına dönüşmesinden endişe ederek târihî bir karar aldı ve 8 Eylül 2005 günü, Timoşenko’yu görevden aldığını açıkladı.28 Karârı, şu şekilde duyurdu: “Ukrayna’nın, entrikalarla uğraşacak zamânı yok; hükümet takım ruhunu kaybettiği için Timoşenko, görevden alınmış ve yerine, Yuri Yekhanurov atanmıştır.” Ne var ki Yuşçenko, Turuncu Prenses’i “harcamak” istemiyordu ve Yekhanurov Hükümeti’nde ona, daha alt düzeyde bir görev teklîf edildi.29 Timoşenko ise bunu reddetti ve 26 Mart 2006 genel seçimlerine hazırlanacağını açıkladı.30 Timoşenko Hükümeti, yalnızca altı ay dayanabilmişti ve bir taraftan yolsuzluk iddiâları, diğer taraftan da Turuncu Devrim’le patlak veren ekonomik krizler, Timoşenko’yu daha da “sorumsuz” davranmaya zorluyordu.31 The Times gazetesinin bir iddiâsına göre Timoşenko, hakkındaki yolsuzluk iddiâları nedeniyle iktidârda uzun süre kalamayacağını biliyor, bu reformları mecliste bekleterek geniş halk kitlelerinin desteğini kaybetmekten sakınıyor, 2009 yılında yenilenecek devlet başkanlığı seçimlerine hazırlanıyordu. Ancak, “Turuncu Devrim”den bahsedildiğine göre, ortada bir “devrim”; “radikal” bir değişim olmalıydı; bundan ise eser yoktu. İktidârı boyunca Timoşenko, hiçbir radikal değişim sağlamadı/sağlayamadı, ucuz popülizmle günü kurtardı; yolsuzluk iddiâları ise giderek arttı. Onca “değişim” çığırtkanlığına karşın, Kuçma dönemi bürokrat sınıfını bile tasfiye edemediler; idârî yapıda da hiçbir değişim sağlayamadılar ve bu bakımdan da Ukrayna’daki bu halk ayaklanmasını devrim olarak görmek, uygun değildir aslında. Hem Yuşçenko, isteseydi de bu yolsuzlukların üzerine gidemezdi; neyin ucu kime kadar dokunuyor, bunların dökülüp saçılmasına fırsat veremezdi. 2005 yılı yaz aylarında Ukrayna basınında şu tür ifâdeler, geniş bir yer buldu: “Yuşçenko’nun 19 yaşındaki oğlu, The Economist, Ukraine’s Government Sacked, 08.09.2005 Steven Lee Myers, Ukraine Gets Prime Minister, 22.09.2005 28 Steven Lee Myers, Ukraine Parliament Approves New Premier After Rivals’ Deal, 23.09.2005 29 The Economist, Ukrainian Privatisation, 27.10.2005 30 Lionel Beehner, One Year After Ukraine’s “Orange Revolution”, 22.11.2005 31 Judy Dempsey, Ukraine’s Revolution Is Mired, 07.08.2005 26 27 17 130 bin dolarlık Ferrari kullanıyor!”; “Andrey, 20 bin euro değerinde pırlanta işlemeli cep telefonu kullanıyor!”.32 Şüphe yoktur ki, 19 yaşında bir delikanlının böyle bir serveti kendi başına sağlaması mümkün değildir. Yuşçenko’nun getirdiği “açıklama” ise ilginçtir: “Andrey’i tanıyanlar, onun ne kadar ‘terbiyeli ve inançlı bir çocuk’ olduğunu bilirler.”33 Şu hâlde, bizim aklımıza da şu sorular gelmektedir: Peki Yuşçenko, gerçekten de terbiyeli ve inançlı mıdır? Eğer böyle idiyse, bu yolsuzlukların üzerine niçin gitmemiştir? Bu yolsuzluklara, kendisinin herhangi bir dahli var mıdır? Yekhanurov Hükümeti’ni en çok uğraştıran sorun kuşkusuz, Rusya’yla yaşadıkları doğalgaz krizi oldu. Putin’in, enerji kaynaklarını dış politikada etkin bir silâh olarak kullanma stratejisi sonucu Gazprom, bin metreküpünü 50 dolara sattığı doğalgaza 5 kat zam yaparak 230 dolar istiyor ve bunu kabûl etmemeleri hâlinde, doğalgazı keseceğini ilân ediyordu. Bu, yalnızca Ukrayna için değil, aynı zamanda AB için de felâketti; AB’nin doğalgaz ihtiyâcı, büyük oranda Ukrayna üzerinden karşılanıyordu. Almanya için bu oran % 40, Avusturya için % 70, Fransa ve İtalya için % 30, Yunanistan için % 80 ve Baltık Ülkeleri içinse % 100’dü. Bununla yetinmeyen Rusya, Ukrayna’nın kendi toprakları üzerinden Avrupa’ya taşınan doğalgazın % 15’ini almasına son verileceğini de söylüyor ve Gazprom yetkilileri, bunun “hırsızlık” olduğu açıklamasını yapıyordu. Bu zammı karşılaması için Putin, Ukrayna’ya 3.6 milyar dolarlık bir kredi verebileceklerini de duyurdu; fakat Başbakan Yekhanurov, “Ukrayna’nın böyle bir krediye ihtiyâcı yok.” diyerek bunu reddetti. Artık doğalgaz krizi, “resmen” başlamıştı; AB(D) medyasına göre ise bu kriz, Rusya’nın “enerji emperyalizmi”nden başka bir şey değildi. Çok fazla dayanamayan Yekhanurov Hükümeti, Gazprom’la anlaşma yoluna gitti; Rusya’dan alacakları doğalgazın bin metreküpü 230 dolar olacak, Rusya üzerinden gelen Türkmenistan ve Kazakistan doğalgazına ise 95 dolar ödeyeceklerdi. Krizin aşılmasından sonra Yekhanurov’un ilk demeci ise “Dersimizi aldık, bundan sonra doğalgaz bağımlılığımızı azaltmak için her türlü önlemi alacağız.” oldu. Hükümet yoğun bir diplomasi trafiğiyle bu krize çözüm ararken Timoşenko, beklenen çıkışı yapmış ve “Yeniden meydanları dolduracağım!” demişti. Görevden alınmasının ardından geçen bu kısa sürede Turuncu Prenses gitmiş, yerine Ukrayna’nın Eva Peron’u gelmişti.34 Hem artık, gözü daha yükseklerde; devlet başkanlığındaydı. Ukrayna’da “solcu”(!) ve popülist yeni bir Eva Peron görmek istemeyen AB(D) medyasında ise yaygın görüş, Ugandalı siyâsetçilerin bile Timoşenko’dan daha liberal olduğuydu. 26 Mart 2006 günü ise Ukraynalılar, yeni meclisi belirlemek için sandık başına gittiler. % 3’lük seçim barajının uygulandığı ve kırk beş siyasî partinin katıldığı seçimlerden Yanukoviç’in Bölgeler Partisi, oyların % 32’sini alarak birinci parti olarak çıktı. Bu “başarı”(!) aslında, Yuşçenko’dan beklenenlerin sağlanamaması nedeniyle beklenen bir sonuçtu. Bölgeler Partisi, gerek doğalgaz krizinin çözülmesi konusunda arabuluculuğa soyunması, gerekse de Rusçanın okullarda öğretilmesi ve ikinci resmî dil olması konusunda sergilediği tutumla, Ukrayna’daki Rus kökenlilerin desteğini aldı. Hem, 2005 yılında AB, Ukrayna’ya yalnızca iki yüz milyon dolarlık bir “yardım”da bulunurken Rusya, üç milyar dolarlık bir “destek” sağlamıştı ve bu “destek” de Yanukoviç’e oy olarak yansıdı. Böylelikle Rusya, Ukrayna’daki devlet başkanlığı seçimlerinin rövanşını, 26 Mart genel seçimleriyle almış oluyordu.35 Seçim kampanyası boyunca Yuşçenko ve Timoşenko’nun söylemleri, NATO ve AB üyeliğine dayanıyordu. Ukrayna’da Rusya’nın Karadeniz Filosu dururken NATO üyeliği pek mümkün görülmezken AB üyeliği, daha mâkûl görülüyor; fakat, bu sıralarda patlak veren AB Anayasası krizi ve özellikle de AB’nin genişlemesi konusunda 32 Steven Lee Myers, Recent Outcast Is Back In Favor In Ukraine Race, 17.01.2006 Star, Yuşçenko, 28.07.2005 34 Steven Lee Myers, Recent Outcast Is Back In Favor In Ukraine Race, 17.01.2006 35 Taras Kuzio / Lionel Beehner, Kuzio: Orange Revolution “Over But Not A Failure”, 27.07.2006 33 18 Fransa’nın sergilediği tutum, Ukraynalıları ciddî bir biçimde endişelendiriyordu. Aynı şekilde, Yuşçenko ve Timoşenko’nun seçim vaadlerini de havada bırakıyordu. Ayrıca Yuşçenko’nun, devrimin rengi olan turuncunun patentini satın alarak bunu markalaştırması da Ukraynalıların gözünden kaçmadı. AB yetkilileri ise Timoşenko’nun son çıkışlarından dolayı onu yalnız bırakıyor; ama, Yuşçenko’ya da açık bir destekte bulunamıyorlardı. Hâliyle, taşıma suyla değirmen, ancak bu kadar dönebilmiş ve AB(D) emperyalizminden medet umanların hayâlleri suya düşmüştü. 26 Mart seçimlerinde Yanukoviç’in Bölgeler Partisi % 32, Timoşenko Bloku % 22, Yuşçenko’nun Bizim Ukrayna Partisi % 13, Ukrayna Sosyalist Partisi % 5 ve Ukrayna Komünist Partisi de % 3 oy aldı. Turuncu Devrim, daha bir yıl geçmeden, yeni bir yenilgiyle karşılaştı ve Yuşçenko, başkanlık seçimleri sırasında kendisine destek olan bölgeleri, Timoşenko Bloku’na kaptırdı.36 26 Mart seçimlerinden sonra da sular durulmadı ve yeni hükümeti kurma çalışmaları, yaklaşık üç ay uzadı. Bu süreçte de tam bir uzlaşı sağlanamadı. Yuşçenko, Bizim Ukrayna Partisi ve Timoşenko Bloku’nun koalisyon hükümeti kurmalarını istiyor; Mâvilerin iktidâra gelmesini engellemeye çalışıyordu. Oldukça zor geçen görüşmeler sonucu Yanukoviç ise Bölgeler Partisi, Ukrayna Sosyalist Partisi ve Ukrayna Komünist Partisi’yle koalisyon hükümeti kurmak için anlaştıklarını açıkladı ve yeni kabîne güvenoyu aldı. Hemen ardından, Meclis Başkanı Aleksandır Maroz, hükümetin göreve başlaması için yeni kabîneyi Yuşçenko’nun onayına sundu. Ne var ki, Timoşenko Bloku ve Bizim Ukrayna Partisi, bu oylamanın da usûlsüz olduğunu ve iptâl edilmesi için mahkemeye başvuracaklarını açıklayarak halkı, yeniden Turuncu Devrim sırasında olduğu gibi ayaklanmaya çağırdılar; yine aynı oyunu oynamak istediler. Demokratik ve meşrû yollarla gelmiş ve meclisten güvenoyu almış bir hükümet için, yeniden isyân girişiminde bulundular.37 Timoşenko yanlıları, yeniden Bağımsızlık Meydanı’nı doldurdu, yeniden çadırlar kuruldu, meydan yeniden turunculara boyandı ve yeniden meclisin işgâl edilmesi çağrıları yapıldı. Oran itibâriyle bakıldığında Mâviler, tüm oyların % 40’ını; Turuncular ise % 35’ini almıştı ve Yanukoviç’in, daha önce devlet başkanlığı koltuğuna oturtulması nasıl engellendiyse, şimdi de başbakanlık koltuğuna oturtulması engellenmeye çalışılıyordu. Timoşenko, bu kez daha da ileri giderek, Yuşçenko’nun elindeki yetkiyi kullanıp meclisi feshetmesini istiyor ve meclisin açık kalmasının ülke demokrasisine hiçbir katkı sağlamayacağını savunuyordu. Yuşçenko, kendisinden beklenen açıklamayı yaptı: “Meclisten güvenoyu alan Yanukoviç Hükümeti, Turuncu Devrim sonrası zamansız bir karardır.” Bu açıklama, hemen tüm Ukraynalıları şaşırttı. Hiçbir demokratik meşrûiyete sâhip olmayan bir gerekçeyle Yuşçenko, iktidârı Timoşenko’ya “hediye etmek”, eğer bu olmayacaksa meclisi feshetmek niyetindeydi ve bu çaba, Turuncular arasında bile demokrasiye saygısızlık olarak değerlendirildi. Ancak Yanukoviç, bu kez “dersini iyi çalışmıştı”; meclis gücünü arkasına alarak yeni bir düzenleme getirdi ve devlet başkanının veto yetkisini elinden aldı. Bâzı Turuncuların da destek verdiği bu yeni düzenlemeyle, devlet başkanının başbakanı, dışişleri ve savunma bakanlarını veto etmesi engellendi. Bu ise Yuşçenko, Bizim Ukrayna Partisi ve Timoşenko Bloku için tam bir felâketti. Bu gelişmeler karşısında Yuşçenko’nun, Yanukoviç Hükümeti’ni kabûllenmekten başka bir seçeneği kalmamıştı ve artık şöyle söylüyordu: “Yanukoviç yetkilerini çiğneyecek olursa, meclisi feshetmekte tereddüt etmeyeceğim.”38 AB(D) medyasının ise boş durmaya niyeti yoktu; Yanukoviç Hükümeti’ni, “karşı-devrimci”(!) olmakla ve Ukrayna’yı “medeniyetten kopartmaya çalışmak”la ithâm ettiler. 36 Steven Lee Myers, Reform Leader Suffers Setback In Ukraine Vote, 27.03.2006 Judy Dempsey, Ukrainian Ousted By Revolution Set To Lead Again, 18.07.2006 38 Steven Lee Myers, Ukraine In Uneasy Power Balance As Premier Is Approved, 05.08.2006 37 19 Bu yeni düzenlemeyle ilgili olarak tâ öteden beri, çok sayıda değerlendirme yapılıyor ve pek çok siyâset bilimci, oldukça değişik şeyler söylemelerine karşın, şu noktada birleşiyor: “Ukrayna’da Turuncu Devrim’in siyâset kurumu itibâriyle zâfiyete uğramasına yol açan temel unsur, ülkede uygulanan yarı başkanlık sistemidir; yâni, eğer devlet başkanı ve hükümet aynı partiden çıkmıyorsa, ülkede siyasî krizler kaçınılmazdır.”39 Acabâ, öyle mi? Devlet başkanlığı döneminde Yuşçenko’nun, Başbakan Timoşenko’yla da aralarında birtakım anlaşmazlıklar çıkmış ve siyasî krizler patlak vermişti. Üstelik, Turuncu Devrim’in geleceği hakkında ciddî birtakım endişeler de dile getirilmeye başlanmıştı ve Yekhanurov da ülkeyi, bu siyasî krizlerden kurtarmayı başaramamıştı. Yâni, devlet başkanı ve hükümetin aynı partiden olması bile sistemin tıkanmasını engelleyememişti. Asıl sorun, Turuncu Devrim’le ortalığa salınan aptallık hipnozunun tüm Ukrayna’da etkin olamaması(!) ve Ukraynalıları, bir bütün olarak kavramayı başaramamasıydı(!). Bunları başarsın(lar), diye söylemiyoruz elbet, belirli türden bir ayrışmadan bahsediyoruz; siyâseten ve “duygusal” bir ayrışmadan. Bu durum, seçimlerde oyların dağılımında da belirgin. Aslında, Turuncular ve Mâvilerin oy oranları, % 40’lar civârında; fakat, “kararsızların dönemsel tercihleri”, bu gruplardan birini diğerinin önüne geçiriyor. Oysa, asıl vurgulanması gereken, böyle ithâl bir devrimle ülke birbirine eş iki farklı kutba bölünmüşken ülkenin idârî yapısı, anayasal düzen, demokratik hak ve özgürlüklerin kullanımı gibi konularda nasıl bir düzenleme getirilirse getirilsin; ister başkanlık, isterse yarı başkanlık, bu sonucun hep kaçınılmaz olacağıdır. Gerek siyâseten, gerekse de “duygusal” olarak ayrışmış böyle iki farklı kitlenin varlığı, hiçbir sistemi uzun süre ayakta tutamaz. Kendi ülkemizle karşılaştırmak gerekirse, Cumhurbaşkanını halkın seçmesine dönük anayasa değişikliği, ülkemizdeki muhafazakâr“laikçi” ayrışmasını ortadan kaldırabilmiş midir? Bu ayrışma gerek siyâseten, gerekse de “duygusal” olarak hâlâ çok güçlüyken, getirilebilecek herhangi bir demokratik düzenleme, bu ayrışmayı ortadan kaldırabilir mi? Doğan Hoca’ya sorsak, bize yine şöyle derdi: “Olan bitenleri yadırgayanlardan değiliz. Cici demokrasi için bütün bunlar olağandır. Aslında, cici demokrasinin göbeklenen oligarşisine anayasa elbisesi, hayli süredir dar gelmekte ve elbise, çeşitli yerlerinden patlamaktadır. Üzerine zâten bir türlü oturmayan elbiseyi şâibeli oligarşinin vücûduna uydurarak çok partili faşizme yönelmesi, her zaman mümkündür. Yalnız ne var ki, meşrûiyeti su götürür hâle gelmiş bulunan oligarşi, bu gidişle meşrûiyetini tamâmen yitirmiş olacaktır.”40 Gerçekten de cici demokrasinin göbeklenen oligarşisine anayasa elbisesi, her zaman dar gelecek ve bir yerlerinden patlak verecektir. Şurasını burasını yamasanız ne fayda; cici demokrasi bu, ele avuca gelir mi! Cici demokrasinin görüldüğü rejimlerde, istediğiniz anayasa değişikliğini, istediğiniz reformu yapsanız da fayda etmez. Bir ülkede millî ekonomi, millî kültür ve millî devlet ilkeleri egemen değilse, o ülkede bu tür ayrışmalar kaçınılmazdır. Ha Ukrayna, ha Türkiye, hiç fark etmez! CFR yardakçılarının (da) Ukrayna’daki bu siyasî krizleri mevcut sistemin kendi iç çelişkilerine dayandırma çabaları boş, anlamsız, saçma; asıl çelişkileri görmekten uzak. Cici demokrasinin başını ezebiliyor musunuz, bundan haber verin. Eğer bunu yapamıyorsanız, “Anayasayı bir kere delmekten bir şey olmaz.” diye diye sonunda, delik deşik bir anayasa bulursunuz ve meşrûiyetini tamâmen kaybetmiş bir anayasayı da ancak ve ancak polis gücüyle yürürlükte tutabilirsiniz. Kaldı ki, bu çelişkilerin arkasında yatan nedenler arasında ön sırada yer alan dış politika savaşımlarını; AB(D) ve Rusya arasındaki “iktidâr mücâdeleleri”ni de unutmamak lâzım. Bir ülkede eğer gerçek anlamda bir demokratik devrim yapılacaksa, bunun ayakta kalması, önündeki millî sıfatına bağlıdır. Millî olmayan bir “demokratik devrim”; Ukrayna’daki gibi ithâl bir devrim, hele bir de Üçüncü Dünyâ’da denenmekteyse bu devrim, büyük güçlerin paylaşım savaşımlarıyla çatırdayacak ve 39 40 Taras Kuzio / Lionel Beehner, Kuzio: Orange Revolution “Over But Not A Failure”, 27.07.2006 Doğan Avcıoğlu, Cici Demokrasi Üzerine, 14.04.1970 20 yıkılacaktır. Millî demokratik devrim demek, iktidâra anti-emperyalist ve tam bağımsızlıkçı bir siyasî kadronun demokratik ve meşrû yollarla gelmesi ve ülkedeki tüm ekonomik, siyasî ve toplumsal yapıyı, tüm hukukî düzenlemeleri millî ekonomi, millî kültür ve millî devlet ilkeleri doğrultusunda yeni baştan belirlemesi demektir. Gayrı millî bir “demokratik devrim” ise Ukrayna örneğinde de görüldüğü gibi, büyük güçler arasındaki bir iktidâr mücâdelesidir. Bunun bedelini ise mâsum halklar ödüyor/ödeyecek. Zamanla Yanukoviç Hükümeti, meclis gücünü kullanarak siyasî nüfûzunu arttırdı; bunu “içine sindiremeyen” Yuşçenko ise arkasındaki AB(D) medya desteğini de kullanarak hükümeti içeriden yıkmak için kamuoyu baskısı yaratmaya çalıştı. Bu sıralarda Yanukoviç’in, muhalefetten milletvekîli transfer edip anayasayı değiştirerek Yuşçenko’nun meclis kararlarını veto yetkisini ortadan kaldırıp kendisini tek etkin güç hâline getirmek istediği yönünde haberler çıkartıldı.41 Yangının başlaması, küçük bir kıvılcıma bakıyordu ve bu kez mahkeme karârıyla, Bağımsızlık Meydanı’nda gösteri düzenlemek yasaklanmış olmasına karşın Turuncular, yeniden bu meydana çağrılıyordu. Hem, gösteriler de beklenildiği gibi sert geçti. Yaklaşık yüz bin kişinin katıldığı tahmin edilen bu gösterilerde Turuncular, Yuşçenko’nun meclisi feshederek erken seçim karârı almasını istediler. Yuşçenko da onları kırmayarak meclisin feshedildiğini ve erken seçimlerin 27 Mayıs 2007 târihinde yapılacağını açıkladı. Aynı film, bir kez daha tekrarlandı.42 Mâviler, bu kez çok iyi örgütlenmişti; kendi demokratik hak ve özgürlüklerini kullanmak ve Ukrayna üzerinde aynı oyunun bir kez daha oynanmaya çalışılmasını protesto etmek için ülkenin hemen her bölgesinden kalkan binlerce otobüsle meclisin önünde toplandılar, çadırlar kurdular ve tüm dünyâyı, bu haksızlığa engel olmaya çağırdılar. 2 Nîsan günü başlayan sokak gösterilerinin bastırılması için alınan “güvenlik önlemleri”(!) ise Turunculara bile, “Bu kadarı da olmaz!” dedirtti. Artık protesto gösterileri, şiddetli çatışmalara dönüşmüş ve Kiev sokakları, savaş alanı hâline gelmişti. Turuncu Devrim sırasında gösteriler, tek taraflıydı; şimdi ise Mâviler de sokaklardaydı ve Turunculara karşı kendi hak ve özgürlüklerinin mücâdelesini veriyor, bu sırada kendilerini koruma refleksiyle karşı saldırıya geçiyorlardı. Böylelikle, Ukraynalıların “birlikte yaşama irâdesi”nin dibe vurduğundan kimsenin şüphesi kalmamış ve AB(D) emperyalizmi, önemli bir aşamayı daha geride bırakmış; Yuşçenko’nun iktidâr hırsı, Ukrayna’yı bu hâle getirmişti. Kuçma döneminden beri süregelen kuyruk acısı, gözlerini kör etmiş; makam ve mevkîlerin geçici, ülkeye verilen zararların ise kalıcı olduğunu unutturarak daha da acımasız olmasına neden olmuştu. Yuşçenko, bulunduğu konum itibâriyle yalnızca Turuncuların değil, aynı zamanda Mâvilerin de devlet başkanı olduğunu ve onları da temsil ettiğini hiç aklına getirmeden, gösterilerin bastırılması için her yola başvurulacağını söylemiş ve Mâvileri, bu konuda tehdit etmişti. Üstelik, bu karışıklık ortamının bizzat Yanukoviç tarafından kışkırtıldığını ve kendisine yönelik bir darbe girişiminde bulunulmak istenildiğini bile iddiâ etti ve AB(D) medyasının desteğiyle, Yanukoviç üzerinde baskı yaratmaya çalıştı. Ama, bu kez başaramadı; bu baskıya aldırış etmeden Yanukoviç, Mâvilerle birlikte Başkanlık Sarayı’na doğru yürüyüşe geçti ve şunları söyledi: “Meclis, kânunlara uygun ve demokratik bir seçimle oluşmuştur; hükümet de demokratik ve meşrû yollarla kurulmuştur. Yuşçenko’nun meclisi feshetme karârı, hiçbir bakımdan meşrû değildir. Anayasa Mahkemesi’nin, duruma el koymasını ve karârı iptâl etmesini istiyoruz. Yuşçenko, demokrasiyi hiçe sayarak tamâmen duygusal bir karar almış ve hatâ yapmıştır. Bu yanlıştan âcil olarak geri dönülmesi gerekmektedir.”43 41 Judy Dempsey, Ukrainian Ousted By Revolution Set To Lead Again, 18.07.2006 The New York Times, Not An Orange Revolution, 04.05.2007 43 The Economist, An Election Looms In Ukraine, 31.05.2007 42 21 Yanukoviç’in bu açıklaması gâyet ölçülü, demokratik ve meşrû mekanizmalara saygılı bir açıklama olduğu hâlde, AB(D) medyası Yanukoviç’i, “darbe kışkırtıcılığı”(!) yapmakla ve halkı kin ve nefrete tahrik etmekle ithâm etmeye devâm ediyor, Yanukoviç üzerindeki baskıyı arttırmaya çalışıyordu. Oysa Yanukoviç, sözlerini şöyle sürdürmekteydi: “Eğer yeniden sandık başına gidilecekse, milletvekîli seçimleri ve başkanlık seçimleri birleştirilmelidir.” Verdiği mesaj çok açık; demokratik ve meşrû mekanizmaların ve hukukun yok sayıldığı, millî irâdenin değerden düşürüldüğü bir sırada bu siyasî krize, yine demokratik ve meşrû yollarla bir çözüm üretmek istemekteydi. AB(D) medyasına göre ise Yanukoviç, “darbe kışkırtıcılığı” yapmaktaydı. Doğrusu, literatüre yeni bir kavram kazandırdılar; seçim isteyen ve anayasal demokrasiyi savunan bir darbe kışkırtıcısı. Şu hâlde bunlar, ya darbenin ne demek olduğunu bilmiyor, ya da demokrasinin! Gösterilerin büyümesi ve dış baskılar sonucu Yuşçenko ve Yanukoviç, meclisin feshedilmesi ve seçimlerin yenilenmesi konusunda “uzlaştıkları”nı açıkladılar. Erken seçimler, 30 Eylül’de yapılacaktı; başkanlık seçimleri ise hak getire! Bu “uzlaşma”da, askerî kanattan gelen açıklamalar da etkin oldu. Generaller şöyle söylemekteydi: “Silâhlı kuvvetler, devlet başkanının emri altındadır ve emir gelmesi hâlinde, Ukraynalıların can ve mal güvenliğini sağlamak için, gösteriler kim tarafından düzenlenmiş olursa olsun bastırılacaktır.” Yâni asker, Yuşçenko’nun yanında olduğunu/olacağını açık bir biçimde ortaya koyuyor ve Yanukoviç’e hareket sahası bırakmıyordu. Bu açıklamada, “gösteriler kim tarafından düzenlenmiş olursa olsun” sözü, oldukça dikkat çekiciydi; gerek Mâviler, gerekse de Turuncular için sarf edilmiş gibi görünse de aslında, bu sözün gerçek muhatabı başbakandı.44 Kendisini iktidâra taşıyan Turuncuların gösterileri için emri altındaki orduya Yuşçenko’nun, “Gösterileri bastırın!” demesini beklemek mümkün olmadığına göre, bu söz de doğrudan Yanukoviç’eydi: “Başbakan da olsan, ‘halkı kışkırtmaktan dolayı’ seni alıkoyarız.” Nasıl bir darbe kışkırtıcılığı ki, darbe kışkırtıcılığı yapmakla ithâm edilen tarafın iktidâr olması beklenirken aynı taraf, iktidârdan zor kullanılarak tasfiye edilmek isteniyor! Bu durumda Yanukoviç’in değil, Yuşçenko’nun darbeden medet umduğunu söylemek gerekir! Nitekim, bir ülkede eğer demokrasi iflâs etmişse, o ülkede darbe için en ideal ortam hazırdır. Anayasa Mahkemesi Başkanı İvan Dombrovski, “üzerindeki ağır baskılar”dan yakınıyor ve istifâ edeceği yönünde açıklamalar yapıyordu. Onun böyle konuşmasına neden olan kimdi? Bu “uzlaşma karârı” hakkında AB(D) medyasının dünyâya servis ettiği başlıklar şöyleydi: “Yanukoviç, geri adım attı!”, “Yuşçenko güçleniyor!”; “Yanukoviç, darbe kışkırtıcılığından vazgeçti!”. Ukrayna’da sular durulmuyor, her geçen gün yeni bir sokak çatışması haberi geliyor, siyasî belirsizlik giderek derinleşiyordu.45 Bu sıralarda patlak veren bir olay; Yuşçenko’nun “hükümet yanlısı bir tutum sergilemek”le ithâm ettiği Başsavcı Siyatoslav Piskun’u görevden alma girişimi, bardağı taşıran son damla oldu. Piskun’a en büyük destek, İçişleri Bakanı Vasili Tsuçko’dan geldi; bu karârın hukuka uygun olmadığını savundu. Yuşçenko’nun gözü ise hiç kimseyi ve hiçbir şeyi görmüyordu. Emrindeki muhafız alayına, Piskun’u makâmında basmaları ve alıkoymaları tâlîmâtını verdi. Ancak, beklemediği bir girişimle karşılaştı; İçişleri Bakanı Tsuçko, kendisine bağlı polis güçleriyle karşı direniş başlattı ve Yuşçenko’nun muhafızlarını dışarı attılar. Artık, Ukrayna’da Turuncular ve Mâviler arasındaki kavgalara polisler ve askerler de karışmıştı. Gerilimin tırmanması üzerine Yuşçenko tüm taraflara “Sâkin olun!” çağrısında bulunmuş olsa da çok geçti. Kiev sokakları, günlerce süren çatışmalara sahne oldu. Başsavcı Piskun ise teslîm olmayı kabûl etti ve yerine atanan Victor Şemçuk, Piskun hakkında yasal işlem başlattı. AB(D) medyası ise tüm bunların da yine Yanukoviç tarafından tezgâhlandığı ve seçimleri 44 45 Steven Lee Myers, Ukraine Rivals Agree On Election, 27.05.2007 Andrew Kramer, Ukraine’s Quarreling Leaders Agree On Early Election, 05.05.2007 22 engellemek için polisler ve askerleri birbirine düşürmeye çalışmak gibi affedilemez bir hatâ işlediği safsatasını ajanslara geçti.46 30 Eylül 2007 günü Ukraynalılar, bu siyasî belirsizlik ve kargaşa ortamı içinde ve son üç yılda beşinci kez sandık başına gittiler. Yirmi siyasî partinin yarıştığı seçimlerden Yanukoviç ve Bölgeler Partisi birinci çıktı. Sonuçlar şöyle: Bölgeler Partisi % 35, Timoşenko Bloku % 31, Bizim Ukrayna Partisi % 14, Ukrayna Komünist Partisi % 5, Halk Partisi % 4, Ukrayna Sosyalist Partisi ise barajı geçemedi. Seçim sonuçlarının açıklanmasıyla hem Yanukoviç, hem de Timoşenko, kendilerini seçimlerin gâlibi ilân ettiler; fakat hiçbir parti, tek başına iktidâr olabilecek çoğunluğu kazanamadı.47 Bölgeler Partisi 175, Timoşenko Bloku 156, Bizim Ukrayna Partisi ise 72 sandalye kazanmıştı. Timoşenko, kendi sandalye sayılarına Bizim Ukrayna Partisi’ninkileri de ekleyince, kendisini Turuncuların lîderi olarak gördüğü için, seçimlerden birinci parti olarak çıkmamış olsa da kazanan tarafın Turuncular ve kendi lîderliği olduğunu savundu.48 Hem, seçim sonuçları hakkında “Demokratik güçler, sonunda zaferi kazanmıştır.” açıklaması da bunun bir örneği; Yanukoviç’e verilen oyların hiçbir demokratik ve meşrû tercihe dayanmadığını iddiâ ederek başbakanlığı doğal bir hak olarak görüyordu.49 26 Mart seçimlerine göre Bizim Ukrayna Partisi’nin oylarını % 1 arttırırken Timoşenko Bloku’nun yaklaşık % 10 arttırması ve bir buçuk milyon seçmenin daha oyunu alması ise Yuşçenko’ya güvenin giderek azaldığını gösteriyordu. Yuşçenko’nun en önemli seçim vaadi, NATO ve AB’ye tam üyelikti. 2007 yılında yapılan bir anket, Ukraynalıların % 70’e yakınının NATO’ya sıcak bakmadığını ortaya koyuyor ve bu da Yuşçenko’nun elini zayıflatıyordu. Bölgeler Partisi ise geçen seçimlere göre oylarını % 3 arttırmış ve seçimlerden yine birinci parti olarak çıkmayı başarmıştı.50 Ne var ki, oy oranındaki bu artış, meclis aritmetiğine yansımadı. Seçim sisteminin bir “cilvesi” olarak Bölgeler Partisi’nin sandalye sayısı, 185’ten 175’e düştü. Bunda, Yanukoviç’in genel olarak oylarını arttırmış olmasına karşın, bâzı bölgelerde ciddî bir oy kaybı yaşaması etkin oldu. Bu kaybın nedeni olarak, doğalgaz borçları konusunda Rusya’nın zamansız çıkışı gösteriliyor. Seçimlerin hemen öncesinde Rusya, Ukrayna’nın doğalgaz borçları konusunda birtakım açıklamalar yapmış ve Yanukoviç Hükümeti’yle kısa sürede uzlaşmış; bu sonucun, Yanukoviç’e bir desteğe dönüşmesini ummuştu. Fakat bu “müdahâle”, özellikle de “kararsızlar” üzerinde ters tepki yaratmış ve geçen seçimlerde Yanukoviç’e verdikleri desteği çekmelerine yol açmıştı. Yuşçenko da doğalgaz konusunda Rusya’ya olan bağımlılığı azaltmak için Azerbaycan ve Kazakistan’la yeni birtakım arayışlara girmiş ve bu konuda AB(D)’nin de tam desteğini kazanmıştı. Dolayısıyla, Bölgeler Partisi’nin seçimlerden birinci parti olarak çıkması, Yanukoviç’i iktidâra taşımaya yetmedi ve turuncu ittifak yeniden kuruldu; başbakanlığa da Turuncu Prenses getirildi ve Turuncu Devrim, bir kez daha “kan tâzeledi”.51 Unutulmamalıdır ki, tezin olduğu her yerde dâimâ bir anti-tez de olacaktır; diyalektiğin yasası budur. Tez, kendi anti-tezini yine kendi içinden çıkartır ve bu ikisi, sentez aşamasında bir araya gelerek yeni bir tez yaratır. Ancak, burada kaçırılmaması gereken can alıcı nokta şu ki, doğada egemen olan diyalektiğin insana ihtiyâcı yoktur; tohum, kendi başına da büyür, bitki olur, yeni tohumlar verir ve bu, böyle devâm eder. Diyalektiğin insan toplumlarında işlemesi içinse bu diyalektiği uygulamaya koyacak plânlı, örgütlü; bu amaç The Economist, Ukraine’s Political Instability, 11.05.2007 Clifford Levy, Rivals For Prime Minister Claim Victory In Ukraine, 02.10.2007 48 Clifford Levy, Opposition Claims Victory In Ukraine, 01.10.2007 49 Clifford Levy, Orange Revolution Parties Will Share Power In Ukraine, 16.10.2007 50 Clifford Levy, Ukrainian Prime Minister Reinvents Himself, 30.09.2007 51 The Economist, Ahead Of Ukraine’s September Election, 05.07.2007 46 47 23 doğrultusunda bilinçli bir şekilde çalışacak bir insan kitlesinin olması gerekir. Bugün itibâriyle neo-emperyalizm, kendi tezini bize mutlak hakîkat olarak dayatmaktaysa da aslında, kendi diyalektik karşıtına da zemin hazırlamış oluyor. Bize düşen görev, umudumuzu korumak ve anti-emperyalist ve tam bağımsızlıkçı bir sivil toplum örgütlenmesini emperyalistlere karşı gerçekleştirmek. Nitekim, koltuğunuza oturup bahârın gelmesini bekler gibi devrimin gelmesini bekleyemezsiniz. Özgürlük budur; insan toplumlarında diyalektiğin işlemesine katılıp katılmamakta özgürsünüz. Yâni özgürlük, seçme özgürlüğüdür ve bir kez bir seçim yaptığınızda, onun gereklerini yerine getirme sorumluluğunu da üstlenirsiniz. Birinci Timoşenko Hükümeti nasıl yıkıldı? Arkalarında AB(D) medyasının desteği varken, nasıl oldu da Timoşenko görevden alındı? İşte diyalektik, tam da budur; tez, kendi karşıtını yine kendi içinden çıkarttı ve medya desteğiyle kurulan bir hükümet, yine medya desteğiyle yıkıldı. Ama bu, elbette “kendiliğinden” olmadı. Bunun gerçekleşmesi için, “özgürlük”lerini bu yönde kullanan bir insan kitlesi gerekliydi ve bu sağlandığı anda diyalektik işledi. İkinci Timoşenko Hükümeti ise bu diyalektiğin sentez aşamasıdır ve aynı zamanda da yeni bir diyalektik için tez aşamasıdır ki bu, böyle daha sürecektir. Peki, kesin çözüm nedir? Emperyalizmin yeryüzünden silinmesidir ki, bunu mutlak anlamda sağlayacak olanın da güneş teknolojisi olduğuna inanıyorum. Bu teknolojinin yaygınlık kazanabilmesi ve emperyalizme son noktanın konulabilmesi için, geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde bu diyalektik mücâdeleleri sürdürmekten; bu ülkelerin her birinde millî demokratik devrimleri gerçekleştirmekten, bu mücâdeleleri sağlam bir sivil toplum örgütlenmesi içinde sürdürmekten başka bir yol yok. Yâni emperyalizm, insanlığın kaderi değildir. Emperyalizmin diyalektiğine son vermenin yolu, bu diyalektiğin içinden çıktığı üretim teknolojisini değiştirmektir ve bunun yolu da millî demokratik devrimlerdir. Ülkemiz eğer askerî güçle kuşatılmışsa, “Diyalektiğin târihteki işleyişi içinde tez, kendi anti-tezini yaratır nasıl olsa.” deme lüksüne sâhip değiliz; böyle bir durumda, Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı gibi klasik emperyalizme, yine onun anlayacağı şekilde cevap vermek; milleti örgütleyerek askerî mücâdeleyi sürdürmek gerekir. Ülkemiz eğer sivil toplum örümcek ağıyla kuşatılmışsa, bu durumda da yine, “Diyalektiğin târihteki işleyişi içinde tez, kendi anti-tezini yaratır nasıl olsa.” deme lüksüne sâhip değiliz. Böyle bir durumda, bu sivil toplum örümcek ağına, yine sivil toplum örgütlenmesi içinden anti-tez yaratmak; neo-emperyalizme, yine onun anlayacağı şekilde cevap vermek gerekir. Eğer diyalektiğin ne olduğunu, doğadaki işleyişi ve târihteki işleyişi arasındaki bu farkı görüp anlayabilirsek, emperyalistler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, her zaman umutlu olmamız için yeteri kadar neden bulup sayabiliriz; diyalektik, bizden yana çünkü! Anti-emperyalist ve tam bağımsızlıkçı bireyler olarak bizler, ivedilikle örgütlenmeli ve gerek ülkemizdeki, gerekse de tüm geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerdeki işbirlikçilere karşı harekete geçmeliyiz. Yöntemimiz, elbette demokratik seçimlerdir; “asker kuyrukçuluğu” yapmak, henüz daha 12 Mart döneminde hiçbir işe yaramadığı/yaramayacağı belli olan “Ordu-millet el ele!” çığırtkanlığı yapmak, NATO ve AB yanlısı bir ordunun millî bir hükümeti iktidâra taşımasını beklemek ya da 12 Eylül öncesindeki gibi gayrı demokratik ve gayrı meşrû yollara sapmak değildir. İşe öncelikle, nasıl bir ülkede ve nasıl bir dünyâda yaşamak istediğimiz sorusuyla başlamalıyız. Câhit Sıtkı Tarancı, bunun cevâbını veriyor; yolunu ise biz gösteriyoruz: Ey anti-emperyalistler ve tam bağımsızlıkçılar, örgütlenin ve birleşin! Memleket İsterim Memleket isterim; gök mâvi, dal yeşil, tarla sarı olsun. 24 Kuşların, çiçeklerinin diyârı olsun. Memleket isterim; ne başta dert, ne gönülde hasret olsun. Kardeş kavgasına bir nihâyet olsun. Memleket isterim; ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun. Kış günü herkesin, evi barkı olsun. Memleket isterim; yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun. Olursa bir şikâyet ölümden olsun. Kaynaklar Avcıoğlu, Doğan, (1970). Cici Demokrasi Üzerine, Devrim, 14 Nîsan. Beehner, Lionel, (2005). One Year After Ukraine’s “Orange Revolution”, CFR Publication, 22 Nov. Beehner, Lionel, (2006). Post-Orange Ukraine, CFR Publication, 15 Aug. Büyükakıncı, Erhan, (2004). Değişen Dünyâda Rusya Ve Ukrayna, Ankara: Phoenix Yayınevi. Chivers, Christopher John, (2004). Youth Movement Underlies The Opposition In Ukraine, The New York Times, 28 Nov. Chivers, Christopher John, (2005). How Top Spies In Ukraine Changed The Nation’s Path?, The New York Times, 17 Jan. Dempsey, Judy, (2005). Ukraine’s Revolution Is Mired, International Herald Tribune, 7 Aug. Dempsey, Judy, (2006). Ukrainian Ousted By Revolution Set To Lead Again, International Herald Tribune, 18 Jul. Gromadzki, Grzegorz, (2005). Will The Orange Revolution Bear Fruit?, Warsaw: Stefan Batory Foundation. Kamalov, İlyas / Kanpolat, Hasan, (2010). Değişen Karadeniz Jeopolitiğinde Türkiye-Ukrayna İlişkileri, Ankara: Veritas Yayınevi. Karatnycky, Adrian, (2005). Ukraine’s Orange Revolution, The New York Times, 12 Apr. Kramer, Andrew, (2007). Ukraine’s Quarreling Leaders Agree On Early Election, The New York Times, 5 May. Kuzio, Taras / Beehner, Lionel, (2006). Kuzio: Orange Revolution “Over But Not A Failure”, CFR Publication, 27 Jul. Levy, Clifford, (2007). Opposition Claims Victory In Ukraine, The New York Times, 1 Oct. Levy, Clifford, (2007). Orange Revolution Parties Will Share Power In Ukraine, The New York Times, 16 Oct. Levy, Clifford, (2007). Rivals For Prime Minister Claim Victory In Ukraine, The New York Times, 02 Oct. Levy, Clifford, (2007). Ukrainian Prime Minister Reinvents Himself, The New York Times, 30 Sep. Myers, Steven Lee, (2005). Ukraine Gets Prime Minister, The New York Times, 22 Sep. 25 Myers, Steven Lee, (2005). Ukraine Parliament Approves New Premier After Rivals’ Deal, The New York Times, 23 Sep. Myers, Steven Lee, (2006). Recent Outcast Is Back In Favor In Ukraine Race, The New York Times, 17 Jan. Myers, Steven Lee, (2006). Reform Leader Suffers Setback In Ukraine Vote, The New York Times, 27 Mar. Myers, Steven Lee, (2006). Ukraine In Uneasy Power Balance As Premier Is Approved, The New York Times, 05 Aug. Myers, Steven Lee, (2007). Ukraine Rivals Agree On Election, The New York Times, 27 May. Olçar, Kemal, (2007). Karadeniz Politikaları Ve Türkiye-Ukrayna Stratejik İlişkileri, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık. Purtaş, Fırat, (2005). Ukrayna’da Turuncu Devrim, Stratejik Araştırma Ve Etüt Bülteni, Cilt: 3, Sayı: 6. Vinciguerra, Thomas, (2005). The Revolution Will Be Colorized, The New York Times, 13 Mar. Yıldırım, Mustafa, (2005). Sivil Örümceğin Ağında, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları.