Academia.eduAcademia.edu

Cilt 1 Sayı 3 Ocak

Keyfimin mahzeninde paslanmış söylüyorum. Çocukluk gözyaşile ıslanmış söylüyorum. Yaraları kapanmış, uslanmış, söylüyorum. Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum. Söyletmeyin kötüyü el atıp da kutuya Emanet ediyorum her sırrı bir martıya, Kanım gizli bir yerden karışıyor batıya, Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum. Bir yanda minarenin onbeşi, sülün sülün, Bir yanda bir tek selvi, kimbilir hangi sürgün, Bir yanda baygın deniz, bir yanda yaralı gün; Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum. Ey ruh, kaburga değil, kubbedir senin hizan, Hadi fırla göğsümden, omzuma bas da uzan: Minareden bir meyva gibi sarkıyor ezan; Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum. Kendim de fark etmeden Cerrahpaşada yattım, Göğsümde vuran şeyi zaman zaman tıkattım, Bugün, en son, «çektiğim yeter» dedim, çıkarttım, Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum. Kubbeler tepelerle konuşuyor yürekten, Su altından levendler geçiyor yüzerekten, Söylenmedik ne kalmış, ne çıkar söylemekten. Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum.

TÜRK DÜŞÜNCESİ AY Ayda bir çıkar e YAY Sahibi ve Müdürü; Peyami SAFA e 1 Şubat1934 YAZILAR SAYIDAKİ BU TÜRK Sahife MAKALELER Peyami Safa İnsanın yeni mânası ,... Semavi Eyice Zeyrek Nureddin Seyin Azmi Güleç H.Z. Ülken Abdülkadir Karahan ...... 173 Dünya büyük bir tiyatro muharririni kaybetti Türklerde atsevgisi............................ . Anadolu köylerine ait ciddi araştırmalar ...... Nef'i'nin yerme ve sövmedeki hüneri ........ . 177 182 188 192 . Salo ve yeni bulunan mozaikleri ................. ETDİ ame TİZ ŞİİRLER Behçet Kemal Çağlar Osman Attilâ Halide Dolu Taşkınoğlu C. Mehmet Turan Yarar Mustafa İzzet Adiloğlu Ali Püsküllüoğlu Günay Köksoy Cerrahpaşa taşına yaslanmış Böyleydi. ................. Aydınlık bahçe .. Sevmek korkusu Sümru Tunç Baha Oral İstanbul Franz Kafka ...... 201 202 203 204 Günler .............. üstüne geçiyor Karıncalar ROMAN Selâmi Alper söylüyorum > Bahçe ............................... Ga .. 204 Devir Cumhuriyet ....................... an. 205 Tarlaaşkı Bir aşk Dâva ömrümüzden ...................................... rfelarer ” VE HİKÂYE (Hikâye) (Roman - Çev, Nebahat BRE ise mn Peyami Safa) ... 210 214 TERCÜMELER Robert Kanterş Dil ve Edebiyat ........ e mı m... 218 HAREKETLER İzzettin Mete S.S. Edibe Dolu Elif Naci T.D. iş aaa pH BE . , Kitaplar (Tarihi Maddeciliğe Reddiye) Tiyatrolar » Sergiler (Maria Stuart) (Yarın Başka (Üç sergi) Olacaktır) ......... 221 . ............ 230 ................................. 232 Elif Naci'nin sergisi etrafında Kültür hareketleri ......, Kayıplarımız SESE Topyekün cevap İNSANIN YENİ eee mernmasassssayüz 289 erener 240 Bu makalede, o Ciltli Peyami SAFA MÂNASI . 161 Tarih boyunca Fuat Gedik 1 Şubat 1954 , 165 insan ideali Hilmi Ziya Ülken Camii DÜŞÜNCESİ Sayı: 3 Ronesanstan beri, kendi kendini gayeleştiren ve Allahı öldürerek onun yerine geçmek istiyen insanın tabiatı fethetmeğe omuvaffak olduğu halde, kendi kendini niçin fethedemediği izah ediliyor ve bundan doğan teknik ve mânevilik mücadelesinin bugürkü medeniyet buhranındaki rolü gösteriliyor. Dünyanın ve medeniyetin kaderi insana vereceği yeni mânaya bağlıdır. Ona maddi-mârevi bütünlüğünü kazandırmağa çalışan yeni bir insanlık ve medeniyet hamlesi karşısımdayız. ! Batı medeniyetinin bizi nasıl kurtaracağını düşünmeden önce, onun kendi kendisini nasıl kurtaracağını düşünmeliyiz. Doktoru can çekişen bir hastaya benziyoruz. Selâmeti Batıda aradığımız tarihten beri, yüz yıldan beri, Avrupa medeniyeti, bugün kendisini kıvrandıran buhranın artık her zekâya teslim olmuş bedahatini hazırlıyan safhalarını yaşamıştır. Batıda bu buhranın total karakterini inkâr eden yoktur ve bu, orta malı bir hakikattir. İlimde fiziğin ve lojiğin temellerini yıkan, plâstik sanatlarda kübizm ve edebiyatta sürrealizm gibi kendilerindön önceki estetik ölçüleri ortadan kaldıran, sosyâl müesseselerin hepsini sarsan ve politikada demir perde gibi dünyayı ikiye ayıran bu buhran, Batı medeniyetinin bütün kollarını sardığı için bir çağ sonu işaretlerini taşımaktadır. İnsanın Rönesans anlayışile artık doymaz ve kanmaz olduğunu Batıda hemen herkes biliyor. Kendi &endisini yeniden inşaya çalışan insanın yeni zamanlar içinde ğı mâna buhran ve inkılâp geçirmektedir. Gökyüzünden umduğunu bulamadığı için bin yıllık bir hayalden disini koparan Ortaçağ insanının, yavaş yavaş, hummalı tecessüsünü ten yere indirişi, Rönesans denilen hadisenin -kaba saba bilindiği gibi üncü ve XV inci yüzyıllar arasında değil, son incelemelere göre aldı- kengökXIV XLII nci yüzyıla kadar uzanan hareket noktasını teşkil eder. Bu, insanın kendi kendinden ve ana tabiatten başka hiç bir transandantal gerçeğe artık ümi- dini bağlamadığı bir dönemin başlangıcıdır. Bütün hakikati kendi kendisi ile tabiat arasındaki münasebet içinde görmiye başlıyan insanın yeni ihtirası, tabiati son sırrına kadar anlıyarak fethetmek ve kendi mânasını bu fethin gerektirdiği bilgilerin sınırı içinde aramak, daha kısacası, Protagoras'ın deyimile kendi ölçüsünü kendinde bulmağa çalışmak olacaktı. Bü- tün yeni çağ bu fethin tarihi ve insanın Allahı öldürerek onun yerine geç- 162 TÜRK DÜŞÜNCESİ mesi gayretlerinin macerasıdır. Bu fetih, geçen yüzyılın sonlarında başlı- yan teknik mucizeler devri ile, bugün, en yüksek zafer noktasına varmıştır. Fakat tabiatin kibirli fatihi onu anladığı ve hükmü altına aldığı nisbette kendi kendini anlamış ve ihtiraslarına hâkim olabilmiş değildir. Bilâkis bu fetih onun gururunu, bencil ihtiraslarını, keyif ve kazanç iştahını azdırmıştır. Kendi kendini gayeleştiren insanın kendinden daha üstün bir değerler maverası için kendini vasıta sayması imkânı kalmamıştır. Onun teknik zaferi ile mânevi bozgunu arasındaki bu tersine nisbet zamanımız- daki medeniyet buhranının kaynağıdır. XX inci yüzyılın bu nisbetsizliği inceliyen bütün bilginleri, fikircileri ve bu konu üzerinde yapılan bütün milletlerarası toplantılar onun sebebini aramaktadır: Rencontres Internationales de Genöve (Milletlerarası Cenevre Karşılaşmaları) toplantılarında, bugün medeniyet buhranına ayrılan çeşitli problemlerin tartışmalarından biri de «teknik ve mânevi ilerleme» arasındaki çatışma ve nisbetsizliktir. Toplantıya katılan bilgin ve filozoflar arasında Marcel Prenant gibi marksistler de bu nisbetsizliği ve ondan doğan buhranı kabul etmiş, fakat bunun sebebini cemiyetin strüktüründe aramak lâzım geldiğini söylemişlerdir. Onlara göre bu, kapitalist burjuva cemiyetinin iç zıtlıklarına ait bir buhrandır. Oysaki, böyle olduğu kabul edilse bile, kapitalist cemiyetin iç zıtlıkları da bir sebep olmadan önce, onu doğuran sebeplerin bir neticesi olmak lâzım gelir. Bu sebepler, insanın tabiatle olan münasebetinde onu fethetmeğe muvaffak olduğu halde başaramadığı başka bir fethin açığından doğan buhranlar serisine bağlıdır ve bunlar sadece iktisadi olmaktan çok uzaktır. Ortaçağa ait yeni tarih incelemeleri, insanın gökyüzüne ait ümitlerinden kopuşu hadisesinin başlangıcını Amerika'nın keşfi gibi iktisadi karakteri öne alınan hadiselerden çok daha öncelere, XII nci, hattâ daha geri yüzyıllara kadar götürmektedir. Ortaçağ içinde ağır ağır gelişen Rönesans hareketinin bir iktisadi dönüm devri olmadan önce bir kültür değişmesi olduğunu ve insanın kendi kendine verdiği mânanın istihaleye uğradığını bugün daha iyi biliyoruz. Bilâkis sosyal strüktür ve istihsal tarzları değişmelerinin sebebini bu mâna evriminde aramak gerekiyor. XX nci yüzyılın insanı, Ortaçağın sonundan beri kendi kendine verdiği bu yeni mânanın, yâni kendi kendini tanrılaştırmanın yanlışlığını anla- maktan gelen bir buhran içindedir. Nitekim Yeniçağ içindeki reform hareketle ri de bu mânaya karşı duyulan huzursuzluğun bir başlang ıcı sayılabilir. Böylece insan dinin, ahlâkın ve mânevi tercihlerin yerine koymak istediği ilmin de yetersizliğini anlamıştır (Türk Düşünc esi'nin 1. sayısında Einstein'ın İlim ve Din makalesini okuyunuz). Bizzat bu ilim, geçen yüzyıln sonlarına kadar hiç değişmez görünen iki temeli nin yıkılışına şahit olmuştur. Cenevre toplantısında Ortega y Gasset'nin dediği gibi, Batı mede- niyetinin temeli olan ilim ve onun iki temeli olan fizik ve lojik kendi kendini kökünden baltalamıştır: «Vahametin bugün herkesin gözüne görünen melodramatik bir manzarası olmıyabilir. Çünkü bir acemi mikroskopta gördüğü bir damla kanda öldürücü bir hastalı ğın işaretini farketmiyebilir; fakat bir teşhis koymasını bilen herkes, bugünkü fiziğin ve lojiğin düştüğü TÜRK DÜŞÜNCESİ 163 durumun bütün politika ve harp felâketlerinden daha derin olarak medeniyetimizin geçirdiği buhranın işaretleri olduğunu takdir eder. Çünkü bu iki ilim, Batı insanının hayatı emniyetle karşılamasına yarıyacak altın ihtiyatlarını sakladığı birer kasa gibiydi.» Şöhretli bilgin fiziğin ve Gödel problemile ve son elli yıl içinde Russel, Whitehead ve Hibert'in çalışmalarile lojiğin nasıl temel değiştirdiğini anlattıktan sonra devam ediyor: «Medeniyetimiz artık prensiplerinin iflâs halinde olduğunu biliyor ve bunun için kendi kendinden şüphe ediyor. Fakat hiç bir medeniyetin bir şüphe krizile birdenbire ölmesi mümkün değildir. Bilâkis bana öyle geliyor ki, medeniyetler inançlarının katılaşmasından ve arteryoskleroza uğramasından ölmüşlerdir. Bütün bunlar da gösterir ki, şimdiye kadar medeniyetimizin, daha doğrusu Batılıların tebcil ettikleri medeniyet şekli kurumuş ve tükenmiştir.» * Rönesansın insana verdiği mânayı reddetmeğe tı medeniyetinin kaderi, bir bakıma, başlıyan bugünkü Ba- teknikle mânevilik arasındaki müca- delenin sonunda doğacak -ve daha şimdiden belirtileri görülen- yeni insan telâkkisine bağlıdır. Bu mücadelede zafer ne tekniğin, ne de mâneviliğindir. Tekniğin deildir, çünkü insanın tabiate hükmedişinin ve ilmin, teknik ilerleme nispetinde insana mânevi ve ahlâki değerler kazandıramadığı, yalnız «olan» 1 anlamakla kaldığı ve «olması gereken» i bulamadığı, hattâ bununla meşgul olmağa bile lüzum görmediği anlaşıldı. Atom fiziği yalnız atom bombasını yaptı, bunun iyi veya kötü maksatlara göre kullanılması ihtimalleri önünde tasasız kaldı. Bugün, atom silâhlarını kontrol için kurulmasına çalışılan milletlerarası teşkilât, ilmin bu yetersizliğini telâfi için, insanın politika yolile barış ve hürriyet gibi değerleri korumağa uğraştığının açık işaretidir. , Teknik-mânevilik mücadelesinde zafer mâneviliğin de değildir. Çünkü teknik ilerlemenin, insan ideal ve iradesinin hükmü altında olmak şartile lüzumlu ve hayırlı olduğunu kabul etmiyen bir geri zihniyete yer yoktur. Problemin halli, bu çatışmanın, insana verilecek yeni bir mânanın ışığında tekniği ve mânevi değerleri uzlaştıran bir senteze varılmasındadır. Batı medeniyeti kendi kendini böyle bir sentezle aşabilecek ve içinde çırpındığı büyük buhrandan kurtarabilecektir. Medeniyetin ve fikirlerin tarihine Bakılırsa her medeniyet ve her fikir bir sentezdir. Her yeni medeniyetin eskilerine neler borçlu olduğu ve onlardan hangi unsurları alarak yeni bir terkip yaptığını biliyoruz. Batı medeniyeti de Grek-Roma-Hristiyanlık üçgenile gösterilen bir sentezdir. Sıfır dan kalkan ve kendinden öncesine hiç bir elemanını borçlu olmıyan her hangi bir gerçek ve orijinal düşünceye de rastlamıyoruz. Fakat yeni fikir ve medeniyet sentezleri, eski parçaları birbirine yamamaktan ibaret eklek- tik ve bir bakıma mekanik değil, elemanlarına irca edilirse kendi kendisi TÜRK 164 DÜŞÜNCESİ olmaktan çıkan organik bir bütündür. Bu sentez her hangi bir özel düşün. cenin orijinal icadı olmadan önce tarihin mahsulüdür. Eğer birçok Batı fi. lozof ve tarihçilerile birlikte orta ve uzak doğu milletlerinin fikir temsil. cileri de, Batının ve Doğunun canlı değerleri arasında bir sentez arıyorlar sa, bu, uzun mesafeleri kısaltan ve milletler arasındaki temasları arttıran ileri teknik vasıtalar devrinde, medeniyetler arasındaki temasların da ço. ğalması ve bugüne kadar bir kıta medeniyeti halinde kalan Avrupa medeniyetinin, öteki medeniyetlerdeki canlı geleneklerle de zenginleşerek evrensel bir karakter âlmağa başlanmasının neticesidir. TARİH Batı insanının üstünde, kendi kendini daha yüksek Doğu ve Batı softalarından ayrılıyor. İDEALİ ÜLKEN "Tarih boyunca insanın kendi kendine verdiği mâna çağlara ve iklimlere göre değiştiği gibi, bunlar arasındaki benzer- likler de vardır. Hilmi Ziya Ülken, bu incelemesinde, çeşitli insan anlayışları arasındaki ayrılıkların ve beraberliklerin ışıkaderi ile doğuşunu ve insanın ğında çeşitli medeniyetlerin kendi kendisi bakkındaki telâkkisinin sıkı münasebetini belirtiyor. Yeni zamanları son tipi olan faydacı insanın da nasıl bir çıkmaza girdiğini ve bunu anlayınca, zekâya ve maddeye olduğu yeri veren yeni ancak mânevi değerler içinde lâyık bir insan tipine doğru giltiğini izah ediyor. Türk Düşüncesi'nin anladığı ve özlediği mânada insan, kendi kendini gaye haline soktuğu ve tanrılaştırdığı için bencil ihtiraslarının kulu ve bir de- gerler nizamının vasıtası telâkki eden ve kendi mânasını daha yüce bir gayenin gerçekleşmesinde gören, tabiatle ideali barıştırmış topyekün-insandır. Bizzat Batı medeniyetinin bugün hasretini çektiği insandır. Böyle olunca, Türk Düşüncesi, ne Batı kültürünün insanlığa kazandırdığı yüksek değerlerin, ne de ilmin ve tekniğin düşmanıdır. Ancak, XIX uncu yüzyılın ikinci yarısında sona ermeğe başlıyan bir Batı ve medeniyet anlayışının eksik kalmış mânevi cephesini tamamlamağa ve insana maddi-mânevi bütünlüğünü kazandırmağa çalışan yeni bir insanlık ve medeniyet hamlesinin Türkiyede -karınca kararınca- öncülüğünü ve yardımcılığını yapan bir tefekkür davranışıdır. Böyle bir ileri insan ve medeniyet anlayışının özlemini taşıdığı içindir ki, Türk Düşüncesi, Ortaçağ ve Rönesans, yahut İNSAN Hilmi Ziya ,Türkiye kendi milli ve mânevi değerlerini bu yeni sentezin içine katmadıkça, Batı medeniyetinin geride kalan eski modeli önünde hayran ve onu taklitten başka hiç bir ideali olmıyan, yaratıcılıktan mahrum bir seyirci halinde kalacaktır. İçinde bütün dünya milletlerile beraber Türklerin de payı olmıyan bir medeniyet evrensel değildir ve bizim dışımızda kalır. kurbanı olmuş BOYUNCA Her çağ insanı kendine göre anlamıştır. Fakat bu ayrılıklara rağmen çağlar arasında insan anlayışı bakımından bâzı müşterek noktalar da vardır. Bir kültür çevresi veya medeniyetin insan anlayışı, onun kendine verdiği mâna, inandığı ve olmak istediği şey demektir. İnsan ideallerinin geçit resmini yapmak, bunlar arasında birleşik noktalar bulmak ne olmak istediğimizi ve bir dereceye.kadar da ne olduğumuzu anlamaktır. Böyle bir tarihi seyahat bugünün insanından neyi bekliyebileceğimizi aydınlatmağa yarar. Çağlar arasında dolaşırken iklimler arasında dolaşmayı da unutmamalıdır. Çünkü bir iklimde yaşıyan insan telâkkisi aynı zamandaki başka bir iklimden oldukça farklı olabilir. Bir kültür çevresinin insandan anla- dığı şey öteki kültür çevresinin anlayışından -bâzan- iki çağın farkı kadar ayrı olabilir. Bunun için, tarihi bir bakış yeryüzündeki kültür çevrelerine nazaran coğrafi bir bakışla birlikte gitmelidir ki, değişmeleri veya tipleri karşılaştırmak mümkün olsun. Böyle bir bakış, bizi safdil bir evrim (€&volution) iddiasından uzaklaştırır. Kültür antropolojisinin verdiği bütün bilgileri gözden geçirmeğe kalkmadan mensup olduğumuz Yakın Doğu ve Batı medeniyetinin tanıdığı başlıca tipleri gözden geçirelim. Teknik üstünlüğü ölçü olarak almadığımız için bu anlayışlar arasında hiç bir derece veya evrim farkı da araya- cak değiliz. Zamanımızda aynı medeniyete mensup olmasına rağmen bir İngilizin veya Güney Amerikalının, bir Norveçli veya Yunanlının dünya görüşleri ve insan anlayışları arasında da farklar olabileceğini peşinden kabul ediyoruz. Böyle olmasına rağmen aynı medeniyete, aynı kültüre mensup olmak onları birçok bakımlardan biribirine yaklaştıracağı gibi, insan nevinin parçaları olarak da yaklaştırır. Ni TÜRK 166 DÜŞÜNCESİ 1. İlk önce göze çarpan «iptidai» dediğimiz kavimlerde etnolog ve sosyologların buldukları bir insan anlayışıdır. Bâzıları bunu bütün insanlı. ğın kökü saymakta, bâzıları da muayyen kültür çevrelerine mahsus bir tip gibi görmektedirler. Avustralya, bir kısım Doğu Hint adaları ve daha baş. ka yerlerde insan kendini tabiatın canlı ve cansız varlıklarla müşterek bir hayata veya öze sahip saymaktadır. Bu müşterek öz, onu taşıyanlara kuyvet verir. Onları tehlikeli ve cazip kılar. Bu öze sahip olanlar ona sahip ol. mıyanlardan üstündürler. Bu kuvvet veya öz insanlar ve eşya arasında bir elektrik şeraresi gibi dolaşır; dokunduğunu çarpar ve ona sahip olanlara «tabiat üstü» bir değer verir. Bu öz ölümle beraber insandan ayrılır. Bu insan anlayışına birçokları mantıktan önce (prölogiguc) diyorlar. Fakat hemen işaret edelim ki, bu anlayış yalnız muayyen kavimlere mahsus değildir. İlmi düşüncenin baskısı altında kaybolmuş gibi görünmesine rağ- men medeniyetimize mensup insanlarda da vardır. Nitekim zaman zaman ilim düşüncesinin altında uyuyan bu anlayışın yüze çıktığı, hattâ hayatımıza hâkim olduğu anlar çoktur. 2. Bir başka insan anlayışı da âdeta mekân bakımından tabiatlen ayrılmış olan tabiat üstü âlemle tabiati temasa getiren insan görüşüdür. Burada tabiat ve tabiat üstü iki ayrı âlem düşünülmüştür. Biri ölümlüdür. Öteki ölümsüzdür. Biri sonludur, öteki sonsuzdur. Biri aşağıdır, öteki yüksektir. Biri duyularla kavranır, kendini gösterir; öteki duyularımıza nazaran gizlidir. İnsan zâhir ve bâtın denen bu iki âlem arasında köprü, yahut hususi tâbirile berzahdır: onları biribirine bağlar. Bir cephesile tabiat âlemine, ötekisile tabiat üstü gizli âleme mensuptur. Fakat insan kendindeki bu gizli kuvvetin farkında değildir. Gündelik hayatında tabiatin başka varlıkları gibi yaşar. İki âlem arasında berzah olduğunu anlıyan ve kendindeki büyük sırra duyulardan başka bir vasıtayla, kalbgözü ile bakmasını bilenler hakiki insanlardır ki, bunlara «insanı kâmil» denir, Agnostiklerde, «manich&en» lerde, İslâm süfilerinde bulduğumuz bu «kâmil in- san» kendilerinde «rationnel» ile «irrationnel» i, zâhirle bâtını birleştirdik- lerine inanırlar. Felsefi hiç bir temel aramaksızın, benzerlerini eski dinlerin ced-Tanrı (Dieu-ancetre) bu insan fikrinde, anlayışının alevilikte, bâtınilikte, Hıristiyanlıkta bulmak mümkündür. Bu anlayışla birincisi arasında birleşik nokta: bütün eşyaya olduğu gibi insanlara da nüfuz eden tabiat üstü özün akılla kavranamayışıdır. . 3. Fakat insan bunlardan oldukça farklı, mertebeli bir âlem fikrine de ulaşmıştır. Böyle bir âlemde ilk göze çarpan, sarsılmaz düzen inancıdır. Orada hiç bir şey yerini değiştiremez. Her şey kader (fatum) tarafından kendi mertebesine konmuştur. Bütün varlıkta nasıl bir düzen varsa, cemiyette ve uzviyette de böyle birer düzen vardır. Ayak başın, kol kalbin yerini alamıyacağı gibi, cemiyette de hâkim askerin, köle çiftinin yerini alamaz. Bu mertebeli âlemin esası her şeyin yukarıdan aşağıya doğru üstün bir örneğe (prototype) göre vücut bulmuş olmasıdır. Bu üstün örnek her şeyin aslı olan, değişmez, bozulmaz ve üniversel olan Fikir (Id&e) dir. Her şey fikre göre düzenlenmiştir ve varlığını ona borçludur. Varlık derecesi idöe'ye yakınlık ve uzaklığa bağlıdır. Bu dünyada olup biten şeyler değiş- 167 DÜŞÜNCESİ TÜRK mektedir ve sonludur. Onları yalnız duyularla kavrarız; gelip geçlikleri için hakikatleri yoktur. Fakat her şeyin ilk örneği olan Idöe'ler değişmezler, sonsuzdurlar. Onları akılla kavrarız. İnsan duyularile bu dünyaya, aklı ile Idöe'ler âlemine çevrilir. İnsan aslında bu üstün Fikir âlemine mensupken, ondan ayrılmış ve yeryüzüne inmiştir. Aklı ile onu hatırladığı zaman yine aslına bağlanır ve hakikati kavrar. İnsan güzeli, doğruyu, iyiyi yalnız orada bulur. Bu görüşte insan ideali öncekilerden ayrılmıştır: artık akıl dışı bir prensibe değil, doğrudan doğruya akla ve akılla kavranana (intelligible) bağlanmaktadır. Fakat burada da insanı tâyin eden onun dı. şındaki tabiat üstü ve üniversel bir prensiptir. Pythagore ve Eflatun'dan başlıyarak Aristo, bütün Ortaçağ, hattâ bir kısım modern filozoflar bu dü, şüncenin içindedir. 4. Klâsik İlkçağ deyince zihne Eflatun ve Aristo gelir. Fakat onların dehasile temsil edilen bu devir, umumiyetle, bu insan telâkkisine bağlıdır. Homeros'tan beri Chronos'un Chaos'tan Cosmos'u meydana çıkarışında. lüleci hamurundan heykel yapan sanatçı gibi Tanrının şekilsiz âleme düzen vermesinde, Parmenides'in Zenon'un değişmez varlıklarında aynı dünHerakliteos gibi istisnalarda bile değişmeya ve isan görüşü hâkimdir. nin değişmez olduğunu söylemek suretiyle bir nevi düzen fikri kendini gösterir. Fakat buna karşı klâsik İlkçağda şiddetli bir tepki uyanmıştır: düzen, kanun, akıl, kader, bütün üstümüzde bize hükmeden kuvvetlerin bizim icadımız olduğu fikri, Sokrates'ten beri bir daha uyanmıyan sophiste'lerin müthiş şüpheciliği, bu sefer insan ve tabiat düzenlerini de içine almak üze- re tam bir anarchie meydana getirmiştir. Protagoras'a göre «insan her seyin ölçüsüdür»; sabit hiç bir hakikat yoktur. Fakat Antisthenes'e göre ka- nun ilâhi düzenin veya tabiat düzeninin ifadesi olacak yerde, insanların icadıdır. İnsan tabiatte hiç bir kaide ve baskıya tâbi olmadan yaşar. İtibarilik bakımından insanlar tarafından kurulan kanunla tabiat kanununun hiç bir farkı yoktur. Böyle bir dünya görüşünde insan idealinin klâsik İlkçağ telâkkisinden nekadar farklı olduğu meydandadır. Artık insanı düzenliyen ne tabii, ne tabiat üstü, ne rationnel, ne irrationnel hiç bir kuvvet yoktur. Bu anarchiste görüş uzun sürmedi. Yerini yine eski fikirlere bıraktı. Yankılarını ancak yirmi yüzyıl kadar sonra Modernçağın nihilistlerinde gösterdi. 5. Akılvetabiat kuvvetlerinin mertebeli düzeninde tabiatin akla isyanından doğan anarchigue görüş her nekadar geçici ise de, tabiat ve aklın yahut arzu ve baskının, ahlâki ifadeyle kötülük ve iyiliğin biribiriyle savaşması|o kadar geçici olmamıştır. Her şeyin kendisine yöneldiği «üstün iyilik» attık biricik varlık olmaktan çıkmış; eksiklik, kusurluluk ve nerede ise yokluktan başka bir şey olmıyan «gölge tabiat» bütün geçici, fakat alevli hırslarile isyan bayrağını kaldırmış; müspet varlığın karşısında menfi varlık, iyiliğin karşısında kötülük, rahmanın karşısında şeytan olarak yer almıştır. Böyle bir dünyada insan bu iki zıt kuvvetin arasında kalmış bir haldedir: onu bir taraftan rahmani, öte taraftan şeytani kuvvetler çekmektedir. O bu ezeli savaşın cenk yeridir. Zaman zaman biri ötekini yendikçe TÜRK 168 DÜŞÜNCESİ TÜRK insan da bir kutuptan ötekine geçer. Fakat ona hükmeden her iki kutup da artık duyularla ve akılla kavranan rationnel kuvvetler değildir. İkisi de aklı aşar, ikisi de anlaşılamaz. İnsanın kurtuluşu kendi elinde değildir. Şeytanı ruhundan koğmak için yaptığı cehd nekadar büyük olursa olsun, eğer «alnında yazılmış» değilse bu savaştan galip çıkamaz. Kaderin oyuncağı olduğu halde, dinler ve ahlâkların ondan beklediği yine de kötülükle savaşmasıdır. O bu savaşı rahmet kapılarının açılması için ve açılması ümidile yapar. Bununla beraber bu kör savaşta henüz rahmet kapılarının açılması ümidi uyanmamıştır. İnsan bu bitmez tükenmez savaşın başarılı akibetinden bazen büsbütün ümidini kesmiş, bazen de onu dünyanın sonuna bırakmıştır. Mehdi bekliyen dinler (Hind dini, manedeizm, manichöisme, şiilik, vs.) bu dramı ancak bu suretle kapatabiliyor. 6. Fakat aklın veya tabiat üstü düzenin arzulara dizgin vurduğu, in- sanın arzularına karşı koyarak yaşadığı, içindeki aşağı benliğin zincire vurulduğu, hasılı tabiatin hor görüldüğü ve tabiatten gelen her şeyin ruh âlemi önünde köle muamelesi gördüğü başka bir görünüş daha vardır. Burada Rahman şeytanı yere vurmuştur. İnsan bu iki kuvvetin savaşına sahne olacak yerde, bütün varlığiyle ikiye ayrılmıştır: bir yanda tabiat üstüne, rahmana çevrilen üstün benliği; öte yanda arzunun, tabiatin, şeytanın hiylesine râm olan aşağı benliği.. Birinci ikinciyi daima döğecek, kıracak, ikincisi birinciye baş kaldıracak, fakat insan hakiki varlığını ancak birinci benliğin zaferile kazanacaktır. İnsanın özü, mahiyeti birincidedir. Onun ikinciyi kul etmesine «insanlık», ikincinin baş kaldırmasına ve bâzan iğreti bir başarı kazanmasına «Beşeriyet» denir (1). Biz insanlığımızla üstün âleme, beşeri kusurlarımızla aşağı âleme ve tabiate mensubuz. Birçok dinler ikinciden birinciye geçmenin yollarını öğretmeden başka bir şey yapmamıştır: Hind'de yoghi'ler, İslâm'da süfiler bu geçişin yollarını (tarikat) göstermekte idiler. Artık burada tabiat üstü düzen akıl değil ruhtur. Zihinle kavranamaz, duygu ile sezilir ve içten yaşanır. Kelimelerle anlatılamaz, hal ile ifade edilir. Böyle bir görüşte insanın yeri üstün ruh âlemine çevrilen bir mertebeler düzenidir. İnsan, cehdlerile derece derece çevreden merkeze, duyulardan mânaya, dış âlemden iç âleme doğru nüfuz eder ve nüfuz ettikçe hakiki insanlığını kazanır. Bu kazanış mantıkla ve akıl ilim- lerile değil, «haller» ve «kalbler» ilmile mümkündür. 7. Tasavvufun veya &soterisme'in bu insan telâkkisi nereden çıktı? Bü- yük beşeri dinlerin; Uzak ve Orta Doğu'da bouddhisme, hindouisme, Ya- kın Doğu'da Hıristiyanlık ve İslâm dinleri insanlığın çok eski bir inancını, günah fikrini derinleştirdiler. Günah, mantıki yanlışlık veya ahlâki hatâ gibi rationnel değil, nevinde tek, irrationnel bir kavramdır, Bu kavramın köklerini bulmak için iptidai dinlere kadar inmek lâzımdır. Kutsal âleme her tecavüz günahtır. Günah işleyen bunu kutsal kuvvetin cezasına çarpılmakla öder. Mantıki yanlışlığın veya ahlâki hatânın düzeltilmesi akıl'a düştüğü halde, günahın düzeltilmesi akılla olamaz. Akıl ancak mutlak varlığa teslim olarak günahlardan affı istemek için yardımcılık edebilir. 1. Bu ayırmayı Gökalp da yapmıştı. 169 DÜŞÜNCESİ Bu büyük dinlere göre insan aslında günahkâr varlık (p&che originel) dir; kusurlarla doludur; ve bundan dolayı Gök'ten kovulmuştur. Şeytanın tuzağına düşmüş, özü Tanrısal cevherden geldiği halde bu aşağı dünyaya atılmıştır. Aslına dönmesi ancak kendini affettirmesile mümkündür. Bütün bu dinlerde insanın aslı günahtan temizlenmesi ve ilâhi âleme dönmesi için rahmet kapılarının açılacağı kabul edilir. Dua, ibadet ve zahidlik bu kapıların açılmasını beklemek içindir. Kimin ve ne zaman affedileceği, kimin kurtulacağı bilinemez. Fakat Allahın rahmetinden hiç bir zaman ümid kesilmez. Rahmet kapılarının açılması inancında bütün bu dinler birleşiktir. Yalnız Hıristiyanlık Allahı yeryüzüne indirip insanları kurtarmak için kendini feda etmesi paradoxe'u vasıtasiyle tanrısal âlemin insan kalbine inişini temsil etmiştir. Dinin irrationnel özüne fazla değer verenler Hıristiyanlıktaki bu paradox'un «anlaşılamaz» lığını en mühim vasıf olarak alırlar. Onlara göre mystere âlemi anlaşılmadan, yalnızca yaşanır ve inanılır. 8. Renaissance insanı buna karşı bütün kuvvetile içgüdülerin hürlügünü müdafaa etti. Ortaçağ Uzak ve Yakın Doğu'da, Batı'da aşağı yukarı aynı tarihi seyri çizmiş, mysticisme'i yaratmış, Skolâstik'i kurmuş, «uhrevin saadet uğruna dünyayı hor gören sürekli exercice'lerle maddeden sıyrılarak mâna âlemine çevirmek ve ruhtan ibaret kalmak istiyen bir ahlâk telkin etmiş olduğu halde; yalnız Batı medeniyeti buna karşı tepki yaparak Renaissance insanını meydana çıkardı. Çünkü Batı medeniyeti Yunan, Roma medeniyetinin doğrudan doğruya varisi idi. Onun enkazı üzerinde kurulmuş ve nerede bulduysa onu diriltmeğe çalışmıştı. Halbuki İslâm dünyası Yunan medeniyetinden dolayısiyle faydalanmış ve bu faydalanması da edebiyat, plâstik sanatlar, hattâ felsefede yarım kalmıştı. Hele Hind medeniyeti Yunan kökünden büsbütün uzaktı. Şimdiye kadar gördüğümüz kültür çevreleri arasında yalnız Yunan rasyonel (akli) bir dünya görüşüne ulaşmış, hattâ son devrinde bunu da aşarak tabiat üstü ve akıl düzenlerine isyan eden naturaliste bir dünya görüşü yaratılmıştı. Mystigue dünya görüşüne tepki bu temele dayanıyordu. Fiillerinde başka bir dünyaya bağlı, şahsi muhtarlıktan (autonomie) mahrum saydığı Ortaçağ insanına karşı ferdin tabii kuvvetlerini bütün hürlüğile geliştiren Renaissance insanı âsi ve anarşik bir tip olduğu için devamlı bir insan ideali değildi. «Deliliğin Öğünmesin nde Erasme'in, «Gargantua» da Rabelais'nin, «Denemeler» de Montaigne'in istedikleri böyle bir insandı, Fakat bu suretle, sürüp giden bir içtimai düzen çıkarılamazdı. Onunla ne hukuki sorumluluğu, ne ahlâki yükümlülüğü, ne vicdan huzurunu, vamlı ferdi saadeti kurmaya imkân vardı. 9. hattâ ne de de- Nitekim bizzat Renaissance'ın içinde ikilik baş gösterdi. Giorgione'- in «Kutsal ve Profan Aşk» tablosunda sezilen bu ikilik Decameron'da, Don Çuichotte'de, Leonardo'nun felsefi mektuplarında, sanatçıyı ve fikir adamını ortasından ikiye bölen bir buhran yaratıyordu: bir tarafta hür kişiliği bütün imkânlariyle geliştirmek, öte. yanda mutlak önünde duyular âcz ve inanmak ihtiyacı zaman zaman kafaları kilise ile tabiat arasında med ve cezir içinde bırakıyor; hattâ kendi içlerinde cidale sevkediyordu. TÜRK 170 DÜŞÜNCESİ diyalektik şüphenin kararsızlığı ile kıvranan bu insan tipi, çok şiddetli bir tecrübeyle koydu. Mademki insan vicdanında Allahı buluyor; mademki tabiate nüfuz ediyor; mademki herkes bu imkânlara sahiptir; öyleyse hiç kimsenin insanlık idealinde ötekilerden farklı ve imtiyazlı olması doğru değildir. Fransız inkilâbının yaydığı bu demokratik insan ideali Spinoza ve Locke'da başladı. J. J. Rousseau'da gelişti. Dinlerin istediği kardeşlik, Yunan ideali olan adalet, Renaissance'ın vâdettiği hürriyet «insan hakları» iman hamlesinin tepkisi önünde dayanamadı. Bu hamle gerek kiliseye, gerek tabiate karşı insanın iç hayatından, vicdandan geliyordu. Yeni insan dışa çevrilmiş gözleri kendine bakmıya çağırıyordu. Ortaçağın teşkilât ve merasimden ibaret ve dini olduğu kadar tabiat ilimlerini de yetmez buluyordu. Dünyaya düzen vermek için yeni bir mihrak gerektiğine inanıyor- itirazının esası du. Bu mihrak insanın vicdanıydı. Protestanlığın birkaç idealinde maddeyi değiştirmeden ibaret değildi; dünya görüşünün mihverini değiş“tirmekti: Bu görüşte insan âleme değil, âlem insana bağlıdır. Fakat artık burada tasavvufun &soterisme'in iç dünya yolunda ilâhi âleme yükselmek için teklif ettiği mertebeler yoktur. Allahı kalbinde bulan insan hiç bir teşkilâtın ve tarikatın içinde eriyemez. Kişinin hürlüğü, bütünlüğü ve muhtarlığı vicdanından gelir. İnsan bu muhtarlığı ile (kilise, cemaat ve skolâstikten gelen) bütün bağlardan kurtulmuş ve ilâhi âleme gözlerini çevirmiştir. Fakat burada Renaissance'ın «tabiat insan» ındaki mânevi anarsi halledilmiştir. İnsan vicdan nizamile sorumluluk, yükümlülük ve vazite problemlerine cevap vermiş, ımkânını kazanmıştır. ve yine bu nizamla tabiat nizamına namuslu adam (honnâte homme) alıyordu. Namuslu adam . 11. ne, pratikdi. bilginin kovalıyarak en hücra bucakla- O tabiat düzenini temaşadan ibaretken, bu tabiate ve insana tesir etmek ve değiştirmek istiyordu. «Bilmek, yapabilmektir» düsturundan hareket ettiği için dünyayı düzeltmek ve mükemmelleştirmek başlıca gayesiydi- Tekniğin zaferlerine dayandığı için de Don Guichotte'un dramını yaşamadığından emindi. İşte bu insan «ışık» zekâya inanan «terakki insanı» idi. 13. Bununla beraber bu baş döndürücü mede gecikmedi. İnsan kendi felsefesini yapan terakki, insanın yarattığı makinenin ve aktıf belini bük- kölesi oldu. Hayatı ma- kineleşti. Pratik zekâsı faydadan başka bütün gayeleri unuttu. Güzeli, iyiyi. doğruyu faydanın hizmetinde kullanmıya başladı. Hattâ daha ileri giderek güzelin, iyinin, doğrunun, son tahlilde, pratik faydaya dayandığını zannetti. Bu suretle değerler düzenini alt üst etti. Kazancın verdiği sarhoşluk içinde herşeyi bencilik (€goisme) gözlüğile gördü. Eski çağları hayâlcilik. e a e ie «insan hakları» nı birbirini duyurulamamış bütün ideallerini yaymak, milletleri uyandırmak ve insanlık ideali etrafında birleştirmek mümkun olacaktı. Bu yeni iman Ilkçağın akla güveninden farklıydı. O tamamen nazari olduğu halde, ku, tam tersi- ge- çıktı, Kilisenin, cemaatin, tabiatle Bu kazançları küçümsemek kabil değildi. Batı medeniyetinin dunyaya yayılması bu sayede mümkün oluyordu. Artık eski çağların gerçekleşememis, zuldu. Aklın suni düzenine karşı tabiat ve duygunun samimi, sıcak muhitine sığınan insan Hıristiyanlık, Renaissance, Reforme ve monarşinin sentezlerini aşan yeni bir sentezle meydana insan ra kadar sokulmasını temin etti. Artık bu şartlâr altında birbimne kajvılı kültür çevreleri kalamazdı. Medeniyet bir millet veya kıtanın inhisarından çıktı. Her fikir, her cereyan dünyanın her tarafında derhal yavılıyordu. Fakat bu düzen yetmedi. Duygu hürriyet istiyordu, akıl baskı: Bu leneğin, kralın baskıları yerine bütün çağları kuşatan Yeni tırdı; makine kullanılan eşyayı ölçüsüzce çoğalttı. Matbaa, telgraf. telefon. radyo, nihayet televizyon vic- yeniden bo- toplandı. etrafında mediği derecede hızlı bir teknik ilerleme insanın hayat şartlarını esasından değiştirdi. Sürat mesafe güçlüklerini sildi; konfor yaşamayı kolayla;- dana, tabii ve ilâhi düzene göre kurulmuş olduğuna inanılan bu cemiyette hiç bir derecenin yeri değişmiyecek surette yukarıdan aşağıya doğru yayılan bir sorumluluğa tâbidi. Descartes'ın «Metod Hakkında Nutuk» unda, Leibniz'in «Th&odicâe» de tasvir ettikleri insan buydu. suni düzenle kanıyor, öteki hür tabiate susuyordu. Muvazene fikri (müsavat) 12. Bir yandan da tecrübe ve aklın birlikte çalışmaları sayesinde hılhâkimiyeti artıgi sınırları gittikçe genişliyor; insanın tabiat üstündeki bir çağın gorHiç oldu. zaferi tekniğin neticesi mühim en yordu. Bunun nüfuz akla, eşitlik vicdan arasındaki ahenkli, herkesin bütün kuvvetlerini aynı surette gelişiçindir ki eski çağları tirebilmesinde buluyordu. Fransız inkılâbı bunun kendinde hulâsa eden Batı medeniyetinin ideali olarak karşılandı. Her kaAvrupa'yı kazandı. bütünlüğünü bu ideali benimsemesile vim kendi başka kıtalar takihbetti. Yeni insan ideali uyanan milletlerin sembolu haline geldi. 10. Batı medeniyeti Renaissance'ın aksi kutupta gelişirken akıl düzenini gölgede bıraktı. Ferdin ve vicdanın ifrat derecede büyümesi cemiyetin ve kaidenin son derecede daralmasına, bu da insanın dünya içindeki yerinin sarsılmasına sebep oldu. Fertle cemiyet, vicdanla kaide, içle dış arasında yeni bir muvazene ihtiyacı doğdu. Buradan, iki kutup arasında yeni terkip arayan insan tipi meydana çıktı. Descartesin Akıl ve Sevgi üzerine kurmak istediği ahlâk, Leibniz'in ahlâkı bu yeni insan tipinin denemeleriydi: bir taraftan Yunan'dan gelen akli düzen, öbür taraftan Hıristiyanlıktan gelen ve Reforme'un yeniden mânalandırdığı mânevi düzen bu insanın iki temeli idi. Avrupa eskilerinden daha geniş bir terkibe ulaşıyordu. Ortaçağ skolâstik'ini olduğu kadar, Renaissance'ın anarşik insanını, hattâ Re&lorme'un müfrit mânevi fertçiliğini de bu suretle aşmak mümkün oluyordu. Bu yeni insan yeni bir cemiyete namzetti: Batı'da gittikçe çoğalan Monarşi cemiyeti. Silsileli sorumluluk üzerine kurulan bu cemiyet düzeninde köylüden krala kadar her mertebe birbirine bağlı idi. Bu cemiyette münzevi «veli» nin, âsi «şövalye» nin anarşik «hür adam»ın yerini bir devlet hiyerarşisinde her derecenin hakkını ve vazifesini tanı- yan 173 DÜŞÜNCESİ TÜRK safdillik, illusion peşinde koşmakla itham etti, İlkçağın Renaissance'ın anarşik ruhunu gölgede bırakacak bir cüretle herşeyi inkâra vardı. Mademki pratik zekâ her şeyi yaratıyor, mademki yalnız ona sahip olanlarda kudret vardır; öyleyse yaşamak hakkı yalnız onlarındır. İnsan tabiatın devamıdır; tabiate hükmedense savaş ve yenme kanunudur. Kudret mr A | 172 TÜRK DÜŞÜNCESİ her şeyi yaratır; değerler, inanışlar onun eseridir. Yaşamak hakkı yalnız üstün insandadır. O değerler levhasını çizer veya tersine çevirir. Her de. ğer levhası onun tarafından yapılmıştır ve yeni levhalar eskilerini boza. caktır. Öyleyse sabit ve üstün bir değer yoktur. İnsan kendi yarattığı de. gerleri bozan, daima yenilerini yaratan üstün insanın elinde bir illusion dünyasında yaşamaktadır. Bütün ideallerin yıkılışına varan bu yeni in- san tipi, Nietzsche'den Sartre'a, Darwin'den Marx'a kadar nihilist insandır, 14. Fakat insanlık ne böyle bir tipin oyuncağı olacak kadar genç, ne de âlem onun sahte düzenine uyacak kadar şekilsizdir. Batı medeniyeti kendi zaferinin tuzağına düşmüştür. Ancak «üstün insan» yarattığını zannettiği değerleri geçmiş asırların içinde buluyor. Hiç bir çağ ötekini yıkmamıştır. Geriye doğru bir göz atınca görürüz ki her çağ öncekinin buhranlarını halle çalışmış ve her insan ideali insanlığa daha geniş bir terkip kazandırmıştır. İnsanın akılla bulduğu şeyler, inandıkları, bekledikleri ve muhtaç olduklarının okyanusu içinde bir ada gibidir. Yalnızca tabiatte bizim hiç bir şeyi yaratmadığımız, her şeyi keşfettiğimiz bile gösterir ki, tabiat zekânın ışığı ile ancak bir kısmını aydınlatabildiği sonsuz bir düzendir. Eski çağlara bakınca biz insanın daima aklı aşan bir varlığa çevrildi- ZEYREK İstanbul'un fethinden onu rüyadan uyandırmaktadır. Pratik tarafından ödemektedir. Bütün kültür çevreleri ve tarihi devrelerile parçalarından, unsurlardan ve maddeden ibaret olmadığını anlamak için bugünün ilmi (1) insanlığın tecrübesile elele vermiştir. Bugünün ideal insanı, henüz tam şeklini çizmek mümkün olmamakla berabe r, tarihi bir yumak gibi kendi etrafında sararak genişliyen ve çağların tecrübelerine dayanan, bunun için de zekâya ve maddeye ancak mânevi değerl er ve bütün varlık dereceleri içinde lâyık olduğu yeri veren zamani varlıktır. 1 Fizik, şimi-fizik, şimi ve biyolojiden başlıyarak bütün tecrübi ve ras- ilmin neticeleri. ” tarafınEfendi'nin temeli Eyice ları ile açıklamaktadır. Bizans İmparatorluğunun başkendine, XII. yüzyıl sonlarında, Piriska adında genç bir Macar prensesi gelin olarak gelmişti. Macaristan tarihinin en şövalye ve en dindar hükümdarlarından birisi olarak tanınan ve sonra- ları aziz ilân edilen Ladislaus 1143 e kadar Bizans tahtında (1077-1095)'un kızı olan bu prenses, 1118 den bulunarak, imparatorluğa askeri sahadaki zaferleri, ekser hallerde muvaffakiyetle neticelenen siyasi faaliyeti ve dirayetli iç politikası ile parlak bir devir yaşatan I. Ioannes Komnenos'un karısı olmuş ve 1124 de ölmüştür. Bu hükümdar çiftinin, en büyük oğulları Aleksiyos ile birlikte portrelerini, Ayasofya'nın sağ tarafdaki üst galerisinin nihayetindeki duvarda, bir pencerenin yanında görmek imkânı vardır. Muhteşem merasim elbisesinin içinde, Bizans saray etiketine alışamamış bir yabancı ifadesiyle dimdik duran, bu pembe tenli, açık gri renk gözlü, pençe pençe kırmızı yanaklı, sarı saçları iki yana birer örgü halinde inen Orta Avrupalı genç prenses Piriska veya, Bizans'a geldiğinde aldığı yeni ismi ile Eirene'yi ve kocası loannes Komnenos'u İstanbul'da hatırlatan Ayasofya'nın yalnız bu hücra köşesindeki mozaik değildir. Unkapanı'ndan yonel Mehmet Mehmet attırılın Pantokratoros manastırı kilisesidir. bu makalesinde mâbedin geçirdiği tarihi macera ile müştemilâtını ve son gürlerde bulunan, benzerlerinin azlığı dolayısile bir değer taşıyan zemin mozaiklerini bütün safhaSemavi zekânın bugünkü insanlık, yeni bir ideal yaratmaktan ziyade kendi hayatının şuuruna ermek üstünlüğünü göstermiştir. Alemin pratik ve egoist zekâmıza göründüğu gib: yalnızca makine Sultan Zeyrek EYİCE ismini alan Zeyrek kilise camii, XII nci yüzyıl başlarında İmparator IL Ioannes Komnenos'un karsı İmparatoriçe Lirene sebep olmuştur. Fakat bütün genişliğiyle değerler âleminin çıkarmakta, sunra Fatih dan camie çevrilen ve ilk müderrisi ve bütün genişliğile insan kuvvelerinin ele alınması aklın hakiki değeribugünkü taşkınlığı da aynı şekilde bir hayâl sukutu ile bitecektir. Eşiğinde bulunduğumuz çağ bu hayâl sukutunu haber veriyor. İnsana bir makine veya hayvan gözile bakmanın zararlarını insan kendi ıztıraplarile bol bol BULUNAN Semavi ğini görürüz. «Aklı ın kendine fazla güveni her çağda bir hayâl sukutuna ve bir yıkılışa ni meydana CAMİİ VE YENİ MOZAİKLERİ Bozdoğan kemeri istikametinde giderken, Atatürk Bulvarı'nın sağındaki yüksek setin üstünde, şehrin diğer camilerinden tamamen farklı bir görünüşe sahip bir caminin, daha doğrusu eski bir kilisenin kubbelerinin, ev. kümeleri arasından aştığı görülür, Bu binanın önüne kadar gidebilmek için, Bulvar'dan sağdaki yokuşlardan birine -bir sıra höcreli büyük duvarı geçtikten sonra ilk yokuşa- sapmak ve İbadethane s0kağını takibetmek lâzımdır. Zeyrek kilise veya bugün halk arasındaki adı ile kısaca Kilise camii, dökülmüş sıvaları, kırık camları, ot kaplamış kö- şeleri ile belki ilk bakışta sekiz yüzyıllık bir tarihe sahip bir eser intibaını 174 TÜRK DÜŞÜNCESİ ve tarih şehri İstanbul'un en büyük ana çaj, mıyabilir. Hattâ, sanat bırakakmıya Ri ; pışlı günlerde büsbütün sefi kisim ortasında yüks” YE pilhassı desi birkaç eri ayl en vE İĞ bi perişan bir mezbelelik manzarası arz€ci istik bn binanın, önemli ve sık sık ziyaret edilen «turistik Dir OSSE OĞUĞUNdan eski Pantokratoroş bile şüphe edilir. Fetihtenberi Zeyrek camii adını alan bir sadakatle işlen. verici hayret kilisesi fakat, işte Ayasofya'da manastırı miş portreleri bulunan, Macar menşeli prensesle kocası Bizanslı imparatç. run adları ile yakından ilgili bir âbidedir. Kısacası, bu kilisenin ait olduğu manastır ve müştemilâtının 1118 ile 1124 yılları arasında temelini: attıran, babası gibi sonraları kendisi de azize ilân edilen İmparatoriçe Eirene, inşa. atı tamamlatan ise kocası Ioannes ile oğulları Manuel'dir. Bizans'ın o deyir. deki bu en önemli ve büyük manastırının, zamanımıza kadar gelebilen 1136 tarihli «typikon» denen vakfiyesi, doğrudan doğruya patri ge değil fakat İm. paratora karşı sorumlu olan bu istisnai manastırın teşkilâtını, müştemilit, arasındaki, kalabalık bir hekim ve müstahdem kadrosuna sahip elli yatak. lı hastanesini, düşkünlerevini tanıtmakta ve bazı Avrupa kitaplıklarında. kı elyazmalarının içlerinde görülen kayıtlar, burada bir de kitaplık bulun. rahiplere mahsus duğunu ispat etmektedir. Pantokratoros manastırının höcreleri, fetihten sonra, Fatih külliyesi inşa edilip tamamlanıncaya kadar bir müddet medrese olarak kullanılmış ve kilise de Fatih tarafından camie çevrilmiştir. Burada ilk müderris Zeyrek Mehmed Efendi olduğundan, cami de onun adı ile tanmagelmiştir. Manastır ve müştemilâtından bugün bazı tonoz, duvar kalıntıları ile irili ufaklı birçok sarnıç ve mahzenler ve manastırın kitaplık binası olduğu iddia edilen ve fetihtenberi Şeyh Süleyman mescidi adını taşıyan binadan başka bir şey kalntamış olmasına | karşılık, Pantokratoros manastırının büyük kilisesi, son yarım yüzyıl içindeki bakımsızlığa rağmen henüz durmaktadır. Pantokratoros manastırı kilisesi, aslında biribirine bitişik olarak inşa edilmiş, plân bakımından ayrı üç binadan meydana gelmiştir. Bunlardan en büyük ve en muhteşemi, giriş vaziyetine göre en sağdaki olup, Herşeye kadir yâni Pantokratoros İsa'ya ithaf eğilmiş, ana kilise olduğu tahmin edilmektedir. Bunun solunda dar ve tek sahanlı bir şapel bulunmaktadır ki, burasının Hagios Mikhael adını taşıyan bir türbe-kilisesi muhakkak nazarı ile bakılmakta, nihayet en soldakinin olduğuna vakfiyede bahsi geçen Müşfik yâni Eleousa Meryem namına yapılan kilise olduğu zannedilmektedir. Portreleri Ayasofya'nın yukarı galerisinde görülen hükümdar çiftinden başka, daha birçok Bizans imparator ve imparatoriçesi buraya gömüldüklerinden, Pantokratoros manastırının kilisesi daha doğrusu kiliseleri, Bizans tarihinin son büyük iki sülâlesinin, Komnenos ve Paleologos ların muazzam bir aile türbesi halini almışlardır ki, bugün hâlâ Zeyrek camiinin kapısı dışında, küçük meydanlıkta görülen yeşil lâhid, bu türbenin yadigârlarından biridir. Bizans hükümdar sülâlesine ait daha başka lâhid ve mezarların, binanın döşemesi altında hâlâ durduğuna ihtimal verilebilir. Bir müddet önce, İstanbul gazetelerinde üst üste çıkan irili, ufaklı yö” zılar, şehrin fetihten önceki devrine ait başlıca eski eserlerinden birisi olan bu tarihi binada bir takım değerli mozaiklerin meydana çıktığını haber VE TÜRK 175 DÜŞÜNCESİ riyordu. Bu yazılarda, bu sanat eserlerine karşı alâka gösterilmeyişten do- layı şikâyet edildikten sonra, nihayet kalabalık bir heyetin bunları yerinde tetkik ettiği yine gazeteler vasıtasiyle duyuldu... ve bunu da bir süküt devresi takibetti; son haberlere göre ise, bu mozaiklerin Amerikan Bizans Enstitüsü tarafından temizlenip meydana çıkartılmaları kararlaşmış bulunmaktadır. Eski seyahatnamelerde Pantokratoros manastırı kilisesinin içinin hattâ dış duvarlarının, muhteşem bir surette mozaik resimlerle süslenmiş oldukları bildirildikten başka, bu gibi kitaplar ve diğer kaynaklar, bu resimlerin yerlerini, tasvir ettikleri şahısları ve sahneleri de tanıtmaktadırlar. Fakat derhal şunu da söylemek yerinde olur ki, burada son gün- lerde bulunduğu bildirilen mozaikler, bu eski metinlerde bahsi geçenler doğruya eski kilisenin zeminine değildir. Bulunan mozaikler, doğrudan aittirler ve bu bakımdan, kubbe ve duvar mozaiklerinden motif ve teknikleri bakımından tamamen ayrılmakta ve döşeme veya zemin mozaikleri denen gruba girmektedirler. Fakat bu, benzerlerinin azlığı dolayısiyle onların önem ve değerlerini bir kat daha arttırmaktadır. Zeyrek camiini evvelce tetkik etmiş olan mütehassıslarca, kenarlarda görülen bazı izlerden, sağdaki büyük kilisenin ahşap döşemesinin zengin surette tezyin edilmiş bir esas döşemenin bulunduğu Zaten yakın zaman altında. anlaşılmıştı. öncesine gelinceye kadar, türbe-şapeli ile sağdaki kili- senin arasındaki kısımda, yerdeki kalın bir kir tabakasının altında birta- olunabiliyordu. Bu eski kım mozaiklerin mevcudiyeti de güçlükle teşhis kilisenin fetihten sonra camie çevrilmesi sırasında en ufak bir tahribata uğramaksızın muhafaza edilen ve kesin olarak bilemediğimiz bir devirde üzerlerine kalın kirişler atılarak tahta bir döşeme ile örtülen bu mozaik zemin, son günlerde bir tesadüf neticesinde, tamir için ahşap kaplamanın sökülmesi sırasında ortaya çıkmış ve Şinasi Başeğmez adında genç bir meraklının gösterdiği ilgi sayesinde bu buluntudan haberdar olunmuştur. Tamamı henüz meydana çıkmış olmamakla beraber, bu mozaiklerin halen görülebilmekte kadar olanı bile, bunların değerini belirtecek kadar dikkat çekicidir. Mâbedin sağ yan dehlizinin zemini muhtelif renklerde, geometrik şekillerde ve yeknesak motiflere göre tertip edilmiş, âdeta bir kilimi andıran mozaik bir tezyinata sahip bulunmasına karşılık, aynı kilisenin kubbealtı mekânının zemini, renkli mermer ve diğer taşların meydana getirdiği biribirine girift yuvarlak hatlardan yapılan muhtelif sahalara bölünmüş ve bunların herbirinin içlerine, düz ve tek renkli yuvarlak veya dik dörtgen levhalar konmuştur. Fakat en dışındaki kare çerçeve ile bu yuvarlak göbeklerin arasındaki boşlukların dolduruluş tarzı bilhassa ilgi çekicidir. Ortadaki yuvarlak levhanın etrafı, en sonuncuları kare sathı hudutlandıran geniş çerçeveye hemen hemen değen, muhtelif konsantrik ve çok zengin tezyinata sahip enli dairelerle çevrelenmiş, köşelerde kalan üçgen şeklindeki boşluklar ise, yuvarlak, sarı renkte asma dalı kıvrımları ile bezenmiştir. Fakat en hayret verici nokta, XIL yüzyıla ait olan bu kilisenin döşemesini süsliyen bu asma dalı kıvrımlarının içlerinde, kırmızı veya yeşil renkli bir zeminin ortasına kakma tekniğinde yapılmış intibaını bırakan, sarı renkte birtakım şekillerin, bilhassa İlkçağ mitolojisinden ve- TÜRK 176 DÜŞÜNCESİ ya Doğu sanatları geleneğinden alınma birtakım efsanevi hayvan tasvirlerinin bulunmasıdır ki, bunların arasında yarısı at, yarısı insan olan bir kentavr, bir kartal, bir arslan ve kanatlı bir ejder farkedilmektedir. Kom- nenos'lar devrinde Bizans kültüründe bilhassa saray muhitinde bir antik zevkin hâkim olduğu bilinmekle beraber, bunun kuvvetli bir kilisenin ze- BÜYÜK DÜNYA MUHARRİRİNİ min tezyinatında bir tezahürüne rastlanması, sanat tarihi bakımından çok : önemlidir. Zeyrek camiinde son günlerde meydana çıkartılan mozaiklerin Bizans tarihi ve sanati bakımından olan değeri yanısıra, başka bir hususta da bir değer taşıdığına işaret etmek yerinde olur. Bu bina, üç yüzyıl boyunca bir Bizans eseri olmasına karşılık, beş yüzyıldan beri de İstanbul'un Türk tarih ve fikir hayatına girmiş, velhasıl türkleşmiş bir anıtıdır. Pantokratoros Manastırı 1453 ten sonra, Fatih medreselerinin yapılması bitinciye kadar Anglo-Sakson tiyatro edebiyatmın unutulmaz çehrelerinden biri olan Eugene O'Neill hakkında, bütün meslek hayatını bu edebiyata ait incelemelerle geçiren arkadaşımız Nureddin miş ve bir taraftan da adı, Fatih devrinin Molla Zeyrek veya Alaettin Tusıkı bağlarla bağlanmıştır. Şüphesiz elân batı ilim adamları arasında bu bağları küçümsiyenler vardır. Nitekim İstanbul'daki Bizans eserlerine dair geçen yıl içinde çıkmış denilerek tarif edilebilen büyük bir yabancı olan ve ancak «muazzam. eserde, Pantokratoros kilisesinin «Zeyrek Mehmet Efendi denen birisi» tarafından camie çevrildiğini okumak insanı hayrete düşürmektedir. Fatih'in de hazır bulunduğu altı gün süren bir mubahesede Molla Hocazade'ye ye- nildiği için Bursa'ya çekilen ve bir daha İstanbul'a dönmiyen Molla Zey- rek'i, bu binada ilk defa olarak başlıyan Türk ilim hareketini bir tarafa bırakalım, eğer bugün, hiç beklenmiyen bir tesadüf Zeyrek camiinde Bizans devrinin şimdiki halde eşsiz diyebileceğimiz bir eserini ortaya çıkardıysa, bu ancak beşyüz yıl önce fethedilen şehirde o anda şuurlu bir sanat zevkinin ve eski eserlere karşı -velevki bunlar başka bir kültürün akislerini taşısalar bile- bir saygı duygusunun bulunması sayesinde olabilmiştir. İstanbul'da XHL yüzyılın sonlarına ait çok daha sade ve çok daha az iyi muhafaza edilmiş bir benzeri, Yeğikule yakınında İmrahor İlyas Bey camii olan eski Studios manastırı kilisesinde bulunan bu zemin mozaikleri tamamen açılıp temizlendikten sonra, yalnız Bizans sanatının XII. yüzyıl- daki zevk ve temayülünü aksettiren bir sanat eseri tanıtılmış olmakla kalmıyacak, fakat Kariye, Ayasofya, Fethiye, Vefa-Molla Gürâni camilerinde bulunan duvar resimlerinin isbat ettikleri bir hakikat, eski Osmanlı Türklerinin zannedildiğinden çok daha geniş ölçüde olan sanat toleranslarının bir delili daha ortaya konmuş olacaktır . SEVİN Nureddin ilk büyük medrese olmakla, İstanbul'un ilk Türk ilim merkezini teşkil etsi gibi simalarına, hattâ bizzat Fatih Mehmet'e BİR TİYATRO KAYBETTİ Sevin'in, bu makalesini, büyük tiyatro yazarının sile yaymlarken bütün tiyatro dünyasının mızı da ilâve etmek ihtiyacını duyuyoruz. ölümü matemini vesile- paylaştığı- Eugene O'Neill öldü. Dünya büyük bir tiyatro muharririni kaybetti. Nükteden, zarif sözlerden mahrum olduğu için daima tenkit edilen fakat yarattığı karakterlerle, bunların aralarındaki meselelerin derinlikleri ve beşeri canlılığiyle öyle eserler vücuda getirmişti ki, belki böyle ustalıklara ihtiyaç görmediğini dünyaya ispat etmek istemişti. Şahsiyeti: 1888 de dünyaya gelen Eugene ronun içinde doğmuş, içinde büyümüş, O'Neill (1847-1920) iyi bir aktördü. içinde Aynı O'Neill tam mânasiyle yaşamıştı. zamanda Babası Alexandre tiyat- James Dumas'nın romanından mülhem Monte Cristo isimli bir tiyatro eseri de yazmış ve Monte Cristo rolünü bizzat oynamıştı. Mektep yaşına girinciye kadar babasının kumpanyasında bir çıkın gibi ordan oraya sürünmek Eugene O'Neill'e tiyatronun güzel taraflarından ziyade tatsız iç yüzünü göstermişti. Çocukluktan çıkınca tekrar onun içine düştü; sahne vazılariyle tiyatro muharrirlerinin entrikalarını, kendini beğenmiş şımarık aktörün kofluğunu gördü. Bu arada etrafındakilerin muvafık görmediği bir kızla evlendi ve çok geçmeden ümitsizlikle evinden kaçarcasına denize çıktı. Hasta ruhu kadar vücudu da hasta düşünce onu bir sanatoryoma yatırdılar. Sonraları kendine büyük şöhret getirmiş olan bir perdelik oyunlarından çoğunu sanatoryomdayken yazdı. Fakirliği, hastalığı, denizin hırçınlığını yakından tattı, birçok muztarip insanla temas etti. Harvard Üniversitesine (1914-1915) girdi. Augustus Thomas (1851 1934), David Belasco (1859-1931), E. Sheldon, L. K. Anspacher gibi tiyatro muharrirlerini de yetiştirmiş olan George Pierce Baker'den ders aldı; ve bir sene sonra 1916 da Bound East for Cardiff (Cardiffe doğru Şarka) isimli kısa eseri Provincetown Players kumpanyası tarafından Provincetown'da Wharf Theatre'de oynandı. Bunu diğer Bir sene sonra 1917 de Provincetown grubu kısa New oyunları takibetti. York'un Greenwich DÜŞÜNCESİ TÜRK 178 TÜRK mesVillage tarafında Mac Dougall sokağına nakledince O'Neill'in tiyatro leği başladı. O, 1920 de, daha babası ölmeden, Amerika'nın en büyük tiyatro muharriri sayılacak hale gelmişti. Eserleri: 1920 yılına kadar kritiklere karşı kendini müdafaa edebile- cek sağlam sanat esaslarını kurabildi. İki perdelik sından pek «Farklı» hoşlanmadıklarımı, sanat tarafını okadar anlıyamadıklarını yazan münekkitlere verdiği cevapta, «Ezeli romantik idealist hepimizin içimizdedir. He- pimiz az çok birer Emma'yız (Emma Farklı'nın mağlüp kahramanıdır). o istidadımıza göre değişir. «az çok» da bizim kendi uzlaşma Ya ümitsizlik içinde kendimizi aldatarak hayalimizi şatafatlı iğreti bir şeyle oyalarız, yahut hayatımızın en iyi zamanını beklemekle geçirip bir de bakarız za- man bizimle alay için, karşımıza kabul edilmiye değmez harap ve perişan bir şey çıkarmıştır. Her iki halde de vaziyetimiz trajiktir ve bize trajik si- edebili- malar denir; aynı zamanda en yüksek komediye de mevzu teşkil riz, eğer onu yazabilecek derecede kendimizden sıyrılabilirsek.» demişti. Avrupa münekkitlerinin ilgisini bu kara görüşlü hayat felsefesi çek. miş ve birbirini takibeden oyunları Avrupalıların O'Neili hakkında «mil letlerarası çapta tek Amerikan tiyatro yazarın hükmünü vermelerine se- , bep olmuştu. O'Neill kritiklerine cevabında, «Beni acıyı tadil etmemekle itham ediyorlar. Yani pesimistçe mi demek istiyorlar? Hiç zannetmem. Bence ha- kikatin kendisi olan mânalı güzellik ancak faciadadır. Hayatın mânası da odur, ümidi de. Asaletin en yüksek mertebesi ezelden beri facianın en yüksek mertebesidir. Muvaffak olduktan sonra daha büyük muvaffakiyetsizliği göze alamayıp ileri atılamıyanlar, ruhça orta sınıf seviyesindedir. Başarıdan sonra duraklamaları, uzlaşma arıyan değersizliklerinin ispatı- dır. Onların ne güzel, ne parlak rüyaları vardır kim bilir? Sadece elde edilebileni takibeden adam onu ele geçirmiye ve elde tutmıya mahküm olmalıdır. Varsın başında defne çelengiyle sanatin tahtına defne yapraklariyle kahramanı bir arada soladursun. otursun İnsanın ve orada yaşamasına hattâ uğrunda can vermesine lâyık değerde bir ümidi, ancak elde edilemi- yecek şeyin peşinde koşmakla, elde eder. Ümitsizlik içinde bir ümidin müderken kendi kâfatını bulan kimse yıldızlara talihe en yakın insandır.» şahsiyetinin ana hatlarını çizmişti. İngiliz kritiklerinin en ileri gelen siması Ashley Dukes, Elektraya Yas Yaraşır'ın Londra'daki temsili hakkında yazdığı makalede: «O'Neill yalnız hikâyesini iyi kavrayıp ortaya atmakla kalmaz, ondan üstün bir kudretle istifade edip eşhastan her ferdin suçunu bizim hepimizin suçumuz halinde gösteren bir moralite oyunu vücuda getirir. Ve bu maksat için yalnız klasik efsanenin ruhunu almakla kalmaz, expressionism'in esaslarını, entel- lektüel dram'ın esaslarını, hattâ dramatik şiirin ruhundan da birşeyler alarak kendi zamanının tiyatrosunda iyi ne varsa ondan istifade etmesini bilir. Ne terk etmişse bugünkü hayatta veya temsilde adi ve lüzumsuz şey- lerdir; bundan dolayıdır ki onun oyunları tutulur ve tesir yapar. O tiyat rocunun eseridir; onda alâkayı yakalıyan şey ferdin şeylerdir.» der. dimağından geçen DÜŞÜNCESİ 179 O'Neill'i taklit edenler pek çıkmadı. Zira taklitçi kolayı arar; halbuki onun gibi yazabilmek büyük cesaret ve nefse itimat ister. 1930 ların başına kadar Amerikan sahnesine oniki sene tam mânasiyle hâkim olan O'Neill anadan doğma tiyatrocuydu; hem öyle bir zamanda gelmişti ki bütün esaslar sarsılmış yeni yeni müphem fikirler türemişti; tiyatro bir kargaşalık içindeydi. Bütün dünyada expressionist'ler dramatik realisme hücum halindeydi; Amerika da bu hareketlere karşı çok hassastı, çünkü Amerika tiyatrosu gençti, cevvaldi, herşeyi kapmağa müheyyadı. O'Neill dünyanın ne kadar çabuk değişmekte olduğunu görüyordu, eserlerinde bunu görmek kabildir. Üslüptaki tereddütleri bunun en bariz delilidir. Bütün dünya tiyatrosu gibi Amerika bir yirminci asır adamının eser vermesini bekliyordu. Bu öyle bir adam olmalıydı ki yıkılan esasların yerine konması istenen şeylerin hepsinin üstüne çıksın, kargaşalığı tek başına yatıştırsın. Amerikan münekkitlerinden Edith J. R. Isaacs 1916 dan beri yeni sanatin bayraktarlığını yapan Theatre Arts mecmuasının yeni fikirlerini onun nasıl dikkatle takip etmek istediğini 1921 Ocağında dergiye yazdığı mektuptaki şu sözlerle belirtiyor: «Şahsıma mahsus üç dolarım olduğu gün mecmuanıza abone olacağım.» Tam o sırada İmparator Jones New York'ta oynanmıya başlanmış- tı. O'Neill yalnız üç dolara sahip olmakla kalmadı Amerikan Tiyatrosunun en büyük ümidi olarak her tarafta şöhret bulmuştu. Artık etrafında birçok hayranlar belirdiği kadar yarattığı tiplerden mevzularına, tekniğine kadar her şeyine dil uzatan birçok düşmanlar da peyda oldu. Eserler birbirini takip ediyor, O'Neill'in dostları da düşmanları da durmadan artıyordu. Gazetelerde, mecmualarda en çok gürültü koparanların dostları mı yoksa düşmanları mı olduğunu ayırt etmek pek kolay değildir. hakkaktı: her iki taraf da pek çoktu ve bu çokluk onun termek için kâfiydi. Yalnız şu mu- büyüklüğünü gös- Seyircileri günden güne artıyor, her oynanan eseri basılır basılmaz kapışılıyordu. Eserleri hiç bir Amerikan muharririne nasip olmıyan bir süratle bütün dünyaya yayıldı: Fransa, İsveç, Rusya, Çekoslovakya, Japonya onları tekrar tekrar oynadı, nereye gittiyse memleketin en muktedir tiyatro heyetleri, en üstün aktörleri, en mahir rejisörleri, en üstat dekorcuları, bir araya geliyor, onun eserleri için bütün gayretleriyle çalışıyorlardı. Nerede oynadiyse kritiklerle seyircilerden memnun olanlar da ateş püskürenler de çok oldu. İstanbul'da Şehir Tiyatrosu Raşit Rıza'nın iltihakiyle ilk defa 1932 de Anna Christie'yi oynadı; epey geç kalmakla beraber onun bizde de tanın- masına hizmet etti. Devlet Konservatuvarında her sene birçok eserleri öte- den beri etüd edilir, Devlet Tiyatrosu sanatkârları da bu eserleri çok iyi bilir, fakat nedense Ankara hâlâ Eugene O'Neil/'den birşey seyredemedi. Eugene O'Neill kırk kadar eser yazdı, fakat yazdıklarından fazla miktara varan birçok eserlerini de yırttığını söylerler. Bu eserleri 1922 den 1934 e kadar 12 sene biribirinden üstün muvaffakiyetle oynandı. İlk defa TÜRK 180 DÜŞÜNCESİ kazandı; Beyond the Horizon (Ufkun Ötesi) Pulitzer mükâfatını TÜRK ikinci defa Anna Christie, üçüncü defa da APA Interlude (Araya Giren Garip Oyun) aynı mükâfatı kazandı. Sanati: Mevzu meraklısı seyirci onun öğüileriiğ bakınca şöyle bir neticeye varır: «Eğer hayat buysa dünyaya hiç gelmemek daha iyi.» Hayatın acı tarafını görmek istiyen onu takdir eder, mevzuda mesut netice arayan ondan hoşlanmaz; fakat tiyatro eserini sanat için seyreden muhak- The Dreamy The Iceman Cometh Lazarus Lâughed acı . kâbusunu sonuna kadar hissettirmesine rağmen daima yeni yeni mesele. lerle beslenen temler eserlerinin başlıca muvaffakiyetini teşkil eder. kazanan eserlerdendir. Çünkü tiyatronun içinde doğup Marco Millions The Moon Bound muvaffakiyet büyümüş olmakla - le yetişenlerin yazabileceğini ispat etmişti. Strange Interlude (Araya Gi- ren Garip Oyun) gibi son derece güç ve tehlikeli tecrübeyi ancak o sağlam teknik ve derin bir tiyatro bilgisiyle yapabilmiştir. Bunu taklit edenler - hattâ bizde de - çıktı, fakat ondaki teknik üstünlük ve bilgi olgunluğu bunlarda olmadığı için, ancak dış yüzünü görebildikleri şeyin dozunu tayin edemediler ve tutunamayıp yıkıldılar. Onun ölümiyle dünya yirminci asrın yetiştirdiği büyük bir tiyatro dehasını kaybetti. 1. 2. Ah Wilderness!, (Çorak). Days without End (Sonu Gelmiyen Günler) Türkçeye çeviren: Desire under the Elms (Karaağaçlar Altında Arzu) viren: Saffet Korkut. Scan Welded (Bağlı). Beyond the Horizon (Ufkun Ötesi). Gold (Altın) Türkçeye çeviren: Avni Givda. Dynamo (Dinamo). “The Emperor Jones (İmparator Jones). 10. The Straw (Saman). 11. 12. 18. Different (Farklı) Türkçeye çeviren: Avni Givda. The Great God Brown (Büyük Tanrı Brown). The Fountain (Pınar). Türkçeye çe- Geliyor). (Lazarus Güldü). (Marco Polo hakkında). of the Caribees East for Cardiff (Caribeelerin Ayı). (Cardiff'e . . Doğru Şarka). Wherethe Cross Is Made (Çapraz Yeri). The Rope (ip) Türkçeye çeviren: Avni Givda. Mourning Becomes Electra (Yas Elektraya Yakışır). Homecoming . (Yurda Dönüş). The Hunted (Avlananlar). The Haunted (Tekinsizler). Strange Interlude Saffet Korkut. (Araya Giren Garip Oyun) (Susuzluk). . The Web (Örümcek Ağı). Avni Givda, 3. ALI God's Chillum have Wings (Allahın Bütün Kulları Kanatlıdır). 4. (Buz Adam (Şehir Tiyatrosun- Ile (Arpa Kılı). Thirst Eugene O'Neillin eserleri: Türkçeye çeviren: Avni The Long Voyage Home (Yurda Doğru Uzun Yolculuk). In the Zone (Mıntıkanın İçinde). büyük istidadını teknikle beslemek imkânını bulmuş, tiyatro yazma ilmini Üniversitede tahsil ederek tiyatro eserini ancak tiyatrodan teknik bilgiy- Önce) 181 Givda. The Hairy Ape (Kıllı Maymun). Anna Christie Türkçeye çeviren: Avni Givda da oynandı). The First Man (İlk Adam). kaba tiplerin içine kadar seyirciyi nüfuz ettirmesini bilir; müşterek hisleri zıt menfaatleri mukadderat bağı ile örmekte büyük mahareti vardır. En abes sayılabilecek bir hali kabul ettirir; «situation» ve sürpriz unsurla- Eserleri dünyanın her yerinde, her asırda ve her dilde Kid (Hülyalı Çocuk). Before Breakfast (Kahvaltıdan kak ki, onun ustalığına hayran olur. Karakterleri mükemmel çizilmiştir; rını tahtaravalli nizamında eserlerine serpiştirir dağıtır; mukadderatın DÜŞÜNCESİ . Warnings (İhtarlar). Fog (Sis). Recklesness (Kaygısızlık). Türkçeye çeviren: 183 DÜŞÜNCESİ TÜRK yirmi mil giderler, Zira, daima yanındakilerden ayrılırlar. Uçan ve kaçan ne varsa avlamak için sağa, $ola ve dağ tepelerine, çıkarlar. Türk vücudunun at üzerinde ağırlığı yoktur. Türk süvarisi nazarında biz avız. Kendisi arslan ve atı da ceylandır.» Âşıkpaşazade de sınırlarda savaşan gaziler hakkında: «Gecelerde uyku uyumazlardı ve gündüz at arkasından inmez- lerdi» diyor. Orta Asyadan kopup Avrupa'nın garbına kadar ilerliyen Türk akıncılarının altında en kuvvetli, en mukavemetli atlar bulunuyordu. Osmanlı devrinde Viyana surlarına kadar dayanan Türk akıncılarının şanlı hatıraları hâlâ yaşamaktadır. Yahya Kemal «Akıncılar» şiirinde kafile kafile 'Tuna'dan su içen ve Avrupa'nın canevinde şaha kalkan atlarımızın nal seslerini, o devrin haşmetiyle beraber bize en özlü mısralariyle yeniden aksettiriyor: Bin atlı akınlarda çocuklar gibi sendik Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik. Ak Tulgalı Beylerbeyi haykırdı: «İlerle» Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle. Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yeldan. Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla Birden yedi kat arşa kanatlandık o hızla. doğup, Ve yine Emin Bülent «Dev Şarkısı» nda, Türk'ün at üzerinde r: getiriyo dile u, ruhumuz at üzerinde öldüğünü, mısra mısra akıncı Şahin gibi cenk atları kişnerken uyandım Ejder gibi arslanları boğdum oyalandım. olarak Rumeli Türkler'in ata karşı gösterdikleri sevginin bir nişanesi vasiyeti üzeatı, bindiği tatihlerinden Lâlâ Şahin Paşa, savaşlarda üzerine n bazılalarında padişah Osmanlı rmiştir. re mezarının bir tarafına defnetti taş diktirmek rına mezarla n bunları ini, sevgiler olan karşı rı da atlarına Naima'nın, silâh kulyahut kasideler yazdırmak suretiyle göstermişlerdir. 1 yıllarında sal1618-162 ve övdüğü diye lanmakta ve binicilikte eşi azdır atını gömdürisimli ır» «Süslük sevdiği çok Osman 11. tanat sürmüş olan «At taMüzesi Sarayı müş ve üzerine taş diktirmiştir. Şimdiki Topkapı şu kitaşında mezar bu bulunan nde dairesi kımları ve saltanat arabaları» tabe bulunuyor: «Zıll-ı Hak Hazreti-Osman Han'ın Süslükir nam atı anılmıştır Emr-i Yezdan ile mevt erişecek Bu makam içre gömülmüştür. Sene 1028 (1618) Fatihi Mehmet Paşa bir doru Bunun gibi; rivayet ederler kim Belgrat gazalarda yol refiki şefikim ata ziyade rağBet ve ihtiram ederlermiş benim TÜRK 184 eyüp DÜŞÜNCESİ ata suvar bunca seferler ve gazalarda o yıp mahsuslatı kefen ağla kta oldu l vası ri Paşaya e olup habe ve alâmet büp. | i üzerine kubbe bina edip kabr a sonr en dikt eyle defn p leyi oldukta Mehmet Paşa dahi merhum iler | yan etmekle çok ikram ederlermiş. Esk ir. vezirane “kubbe inşa edilmişt Belgrat'ta anın civarında defnolup lermiş.». iyi cins ata bu mertebe itibar eder edilmiş atlar, sahibinin en müşkü! iye terb ve ş ilmi ştir Hattâ iyi yeti a bilir. Ekser cenk meydanlarınd zamanlarında imdadına yetişmesini de da t ahu vey rir geti ar karargâha kad .vurulan sahibini ortada bırakmayıp nin disi efen uğu sol kar kal şaha nala sahipsiz kaldığını anlatmak için dört uğu kadar, en sadık ş arkadaşı old yakınlarında alırdı. Velhasıl at bir sava akâr bir dostun Türk folkloruna vef ve k sadı s, muni ce 4 bir dosttur. Bu dere i bir kat daha zenginleştirmiş, etmesi şüphesiz ki onun kıymetin ebedileştirmek Canım Kır-At gözün Kır-At Kaçıp çekilip gidelim Her yanında çifte kanat Uçup çekilip gidelim. gibi sel olaydı. ıya mecbur etti!.. Lâkin Bolu Beyi'nin insafsızlığı seni Çamlıbellere çıkarm Neslin Düldül, aslın Kır-At Üstünde alınır murat eder: Dal boynunda çifte kanat Hıram-ı dilkeşi dünyayı meftun ettiği yetmez Felekler de melekler de mülâzımdır temaşaya Başındaki tel olaydı. kahramanlık desKöroğlu gibi halk edebiyatımızda yer alan şairlerin ı- reftarı a yer aldığ tanları ve at tasvirleri içersinde bilhassa Kır-At'ın başlıbaşın yor. N'ola düşse hıram ettikçe hayret zirü bâlâya Bilhassa eski cenk ve kahramanlık hikâyelerinde bütün kahramanla. | rın sevdiği atlar, kendilerine mahsus güzel isimler taşırdı. Meselâ Hazret-i | Peygamberimizin Miraç'a çıktığı gece bindiği Burak'ı, Hazret-i Ali'nin Düldül'ü ki, bir kır attı, sonradan bütün güzel atlar buna benzetilmiştir. Ve Battal Gazi'nin Aşkar'ı!.. Hele Çamlıbellerin Koç yiğidi, Köroğtu'nun dağlara çıkmasına sebep olan ve bir tay için çekilen işkencenin hikâyesi de burada anlatılmağa değer. Değil mi ki, destanlarımıza ve folklo- / rumuza kadar tesir eden at, bugün için bile hayatımızın değişmez hatıra- larında ve hikâyelerinde yaşayacaktır. İşte hikâyenin aslı ve değeri: «Bolu Beyi at meraklısıdır. Seyisi Yusuf'u güzel ve cins at aramağa gönderir. Yusuf günlerce gezdikten sonra Fırat nehrinin sularından çıkarak bir kısçıkartır, tayı da verir, kovar. Kör Yusuf köyüne döner. Oğluna olanı anlatır, İntikam alacağını söyler. Tayı olur. Körün geye Bİ oğ- Sonunda delik-demir (tüfek) icat olunup eski bahadırlık geleneği bozulunca dünyanın tadı kalmaz. Ve bir gün, beylerine dağılmasını söyliyerek kırklara karışır, kaybolur. Daha önce Kır-At sırrolmuştur. Ö Kır-At ki, ni- etmekle kalmı nı görüyoruz. Hem bu tasvirler yalnız at sevgisini ifade ıyor. Bir halk şairiBir - Zooteknist - gibi, iyi bir atın eşkâlini de bize tanıt m: nin şu Kır-At tasvirindeki içten ve samimi ifadesine yine bir göz atalı İnce boylu kalem kulaklı, Terazi tabanlı, uğru yeleli, Bir geyik simalı, hatun bilekli Kalkana benziyor döşü Kıratın!.. Yokuşa yukarı keklik sekişli, İnişe aşağı tavşan büküşlü, Düşmanı görünce şahin bakışlı Kuğuya benziyor boynu Kıratın!.. Ondokuzuncu asırda yaşamış ve bir Türkmen aşiretine mensup olan rağa aşan aygırdan olma bir tay bulur. Satın alır. Tayın şimdilik gösterişi yoktur. Fakat ilerde mükemmel bir hayvan olacaktır. Bey, bu tayı görün- lu Ruşen Ali, dağa çıkar. Bu arada küçük ini Heyecanlı ir mısralarında ların methiyesiistiyenlerin seçtikleri yegâne at, Kır-At'lardır. Bu Kır-At' im: dinliyel rından mısrala ni Köroğlu'nun p geçmek Evet Köroğlu! gönlünü ve atını yalnız Çamlıbellere bağlayı gördün. lâyık ı Tuna'y ına Kır-At' de sen gibi, n cedleri istemedin. Akıncı melere «Ralhşi. dırmıştır. Bu şekilde atların vasıflarından bahseden manzu gibi tasvir dilber bir atı lerinde yes adı verilir. Onun için Nef'i «Rahşiye» terbiye ederler. Oğlu Ruşen Ali de büyür, güçlü bir delikanlı müddet sonra Kör Yusuf, oğluna intikamını vasiyet ederek ölür. kahramanlık hikâyelerinde ve at sevgisini Tuna atı bir kadın gibi, yoluna can verilen canan da devrinin en seçkin şairlerinden biri olan Nef'i'ye, atları için kaside yaz. Yusuf'un gözlerini ve kendisinin de sonunda kahramanKır-At'ın hikâyesi. Nedense bütün olan sebep asına tm yara lık destanlarını lu'nun babasının işk ence çekmesine Fânisin, hey dünya, fâni ı odur. İki taraf da atlarla gezdiği gibi halkın da dağda bayırda can yoldaş gibi sevdi. IV. Murat, ce çok hiddetlenir. bir kuvvetle Köroğlu'na hizmet etmişti». İşte Köroğ- Esirin eyledin beni Yüzdürmeye Kır-At seni da tesir k münevveri de, cahili de,şe. mısra mısra dillere destan olmuştur. Onu Tür vüzera şehirde parlak haşarılı hirlisi de, köylüsü de, fakiri de sever. Vezir, Beşer meftun-ı etvarı melek hayran-ı ce yıllar olağan üstü 165 DÜŞÜNCESİ TÜRK | Dadaloğlu'nun aşk ve kahramanlık destanlariyle dolu deyişlerinin yanıbaşında, şimdiye kadar Kır-At üstüne söylenmiş olan şiirlerin en farklı örneğini verdiği gibi Kır atla güzel arasındaki sevgisini dağlar delisi gön- lünce yar etmesini bilmiştir. Dadaloğlu'yla beraber biz de bu sevgiyi tekrar yaşıyalım: Şu yalan dünyaya geldim geleli Severim kır atı bir de güzeli Değip on beşime kendim bileli Severim kır atı bir de güzeli. 186 TÜRK Atın -Atın DÜŞÜNCESİ TÜRK uzunu belikısa boy 1sa boynu Kuru suratlısı elma ir i » klan, İplik. Severim kır htı bir de güze”. İ İ ; kır atı birBİ de güZözeli. Severim Hem arka, hem de öne kalkan kıratım. | gama iması ln gibi ML ram - $ Mahkemede şeceresin yazdırdım Soyu belli Türkistandır kıratım. on beşe yettiği zaman Eşinir,i haykırır Selmi ; Dadaloğlu'nun bizzat güzelle, kır at arasındaki sevgisini canlandırap Yakışır methine destan kırarım. at methiyesine geçelim; . Enişe gidince ceylan sekişli Yokuşa çıkınca tavşan büküşlü Önü bedir.bedir çifte nakışlı İşte doğuştan beri cenk hayatları at üstünde geçmiş, en kuvvetli düş- manlarını bile at süre süre sınırlar boyunca takip etmiş bir millet; elbette i ki ata bu derece sevgisini göstermekte tırmadan da geçemezdi. Bu at sevgisini ' Serim ata kurban canım güzele. i 3 güzele ördürdüm saçını Üç Dirt gigüzele dokuturdum çulunu Dosta doğru döndürürdüm yolunu Serim ata kurban canım güzele, sındaki bir dörtlükle tekrar tazeliyelim: j | dillere gerçek destan olan olan. kiymet Atın ölüsü, beygirin dirisi! Atın yürüğü, tez sakat olur! Böylece ata sö sözlerinde, ) halk hikâyelerinde Türk'ün ata k arşı olan seviy gi ve muhabbetini canlandıran daha nice nice misaller SORUN Hele halk şairlerimizin can yoldaşı, aşk ve macera arkadaşı olan atların tasviri cidden en özlü mısralarla süslenmiştir. XIV üncü yüzyıl şairleri nden Rus- YETER Atı zapteden, gem'idir! Atın güzel yürüyenini a, koşu atı çıkarsa bahtına! A At at olunca, sahibi mat olur! At, beslenirken; kız istenirken! At, binicisini tanır! At ölür, meydan kalır; yeğit ölür; şanı kalır! At ile kadına, inan olmaz! At ile avrat yeğitin bahtına! At, sahibine göre kişner! Ata arpa, yeğite pilâv! Ata dost gibi bakıp, düşman gibi binmelidir! li pini, — bi : Sedden aşar gider balaban gibi deyişinden sonra, en güzel ve en kuvvetlisi olan Hurşit Bey hikâyesindeki methiyelerinden sonra; Türk ata sözlerinde de atın hükmü en özlü cümlelerle ifade edilmiştir: , Gerdanına gümüş rahtı düzdürdüm Hem de halis mecididen sızdırdım 4 At dört kız Severim kır atı bir de güzeli. ” , Halk hikâyelerinde ve şiirlerinde atın bir hayli şei ve kıymet hükmü hakkında destani bir methile malümat vermesini biiyor: Üstüne gelince cuşeder gönül Güzelin dal boylu samur saçlısı N sati ata karşı olan takdir hislerini mısralarında canlandırırken, atın men- Bir saat görmesen açılmaz aynım Resmi aşkar, donu mercan kıratım i yük sağrı kalkan döşlüsü çekiç başlıst ha Sanli 187 DÜŞÜNCESİ gecikmiyeceği gibi, onu mısralaş- «Kır Atıma Kır atıma bineyim Yar yoluna gideyim Beni aşka düşüren Gül yüzlümü göreyim. Bineyim» halk şarkı- TÜRK DÜŞÜNCESİ 189 Sakaltutan köyü Kayseri'nin takriben 30 km. doğusunda ağaçsız bir yaylanın üzerindedir. Deniz seviyesinden 500 ayak yüksekliğindedir. Vol- kanik olan toprak su akıntıları ve vadilerle kesilmiştir. Burada keskin bir ANADOLU KÖYLERİNE DAİR volkanik layer görülmektedir. Köylerden birçoğu bu oyuklar ve vadiler içerisine kurulmuştur. Köylerde umumiyetle pek az ağaç, bilhassa pek az meyve ağacı vardır. Sakaltutan bu civardaki köylerin en müsaitlerinden CİDDİ. ARAŞTIRMALAR biridir. İçinde içecek suyu ve bir miktar da ağacı vardır. Akan su bahçeleri sulamaktadır, H.Z. ÜLKEN i Bu sahadaki bütün evler taştan yapılmıştır. Fakat inşaatta esas olarak bir kısım mağaralar da kullanılmaktadır. Bazı evler iki katlı olup ahırı da- mın dışındadır. Bazıları yalnız bir katlıdır. Hayvanlar için dam dışında ve- Anadolu köylerini ilim gözile ciddi bir araştırmağa tâbi tutmak emeli yerli, yabancı birçok âlimde hayli zamandır yer bulmaktadır. Çok def, söylenmiştir ki, Afrika ortaları bile geçen yüzyıldanberi etnograflar, etno. loglar, seyyahlar ve bugün sosyolog ve sosyal antropologların ince tetkik. leri ile aydınlanmışken, henüz Anadolu köylerine dair esaslı hiç bir tetkik neşredilmemiştir. Lushan'ın Caria ve Licia tahtacılarına dair araştırmaları (1912), Paphlafonia'ya dair bir iki Alman seyyahının hâtıraları maksattan çok uzaktı. Alişar'da arkeolojik kazılar yapan John A. Morrison'un aynı za. manda harabe yanındaki bir köyü tetkik etmesine ilk sosyolojik araştırma denebilir (1). Birkaç Türk doçenti Anadolu köylerine dair kitaplar neşret- | tiler (2). Fakat bunlarda tarafsız ilim gözlüğünden ziyade açıkça tarihi materyalizme çalan bâriz bir «tendance» hüküm sürmekte olduğu için il * mi araştırma gözile bakmak kabil olamıyordu. Tarafsızlıktan ayrılamadan 1 çalışan Türk sosyologları birçok yerlerde çalışmalara başlamışlardır. Fa- . kat önümüzde bir İngiliz gencinin Orta Anadolu köylerine dair yaptığı i emsalsiz bir araştırma cidden takdir edilecek bir örnek olarak durmakta. dır (3). Paul Stirling «Türk köy cemaatlerinin içtimai yapısın adını taşıyan bu tetkiki yaparak 1951 de Oxford Üniversitesi'nde felsefe doktoru ünvanını« almıştır. Müellif bunun için eşile beraber Kayseri civarında tam birbuçuk. yıl geçirmiş, hattâ bu yüzden eşi bir rahatsızlık geçirerek Ankara Numune Hastahanesi'nde yatmıştır. Daha kısa süren ikinci bir seyahatten sonra Türk köyünün coğrafi ve tabii şartları, içtimai yapısı ve mânevi hayatı hakkındaki tetkik tamamlanmış oldu. Henüz yalnız daktilo çoğalma mâ- * kinesi ile yarı basılmış bir halde bulunan bu tezin esaslarını burada bir iki * yazı içinde hulâsa edeceğiz. * 1 John A. Morrison, Alişar, A unit of land occupa nce in the kanak su basin of central Anatolia, Chicago Libraries, 1939. 2 Niyazi Berkes, 3 Paul kara, 1952. Stirling, The social structure of turk ish communitiities, pea peasant AN ya oturma odasının arkasında ahırlar vardır. Bu oturma odalarının stan- dardı muhtelif büyüklüktedir. Fakat çoğunun yalnız küçük bir penceresi vardır yahut hiç penceresi yoktur. Tavandaki bir delik ocağın dumanını çıkarmağa yarar. Yemek pişirmek ve odayı ısıtmak için yakılan ateş duvarın yanındaki bir delikten çıkar. Onun önünde bir tandır bulunur. Evlerden bir kısmında küçük bir stove ile ısıtılan geniş bir oda vardır ki, ayrı bir kapı ile ev halkı buraya girerler. Sakaltutan köyünde tam 100 ev vardır. Nufusu 600 kadardır. Evler arasında münasebetler birbirine karşı kapalıdır. Erkek kardeşler umumiyetle yan kapıdan işlerler. Bu köyün âdetine göre bütün oğullar ölünceye kadar babalarının evinde kalırlar. Bazan evin darlığı yüzünden bir veya birkaç erkek kardeş ayrı eve çıkmağa mecbur olur. Fakat bunlar da ayrı ev açmaktan ziyade «ihtimâl» ananın veya zevcenin evine giderler. Yahut bazan köyün bir ucundaki kendi tarlaları içinde yeni bir bina kurarlar. Nâdiren de evlenen oğullar babalarının adını terketmek zorunda kalırlar. Fakat bu hâl gelinlerle kocanın annesi arasında fena münasebetler olduğuna delâlet eder. Böyle ayrılıklara ait tek bir vaka bulamadım. Evlerin Şokunda ana baba, ihtiyar karı koca, gelinler, büyük çocuklar oturmaktadır. Köy mektebi on yıl önce kurulmuştur. Mektep hocası askerlik hizmetini bitirdikten sonra altı aylık bir kurs geçirmiş olup, yalnızca okumak ve yazmak öğrenmiş olan bir gençtir. Çocuklar mektebe üç yıllık bir kurs gör- mek için gelirler. Muhtelif kurs talebeleri aynı dershanede ders görmek- tedirler. Köyün 25 yaşında ve ondan daha küçük gençleri bir dereceye kadar okumak yazmak bilirler. İmam veya hoca Sakaltutan'la devamlı münasebefte olan bir komşu köyde oturmaktadır. İmamın da hususi dersleri varsa da, onun verdiği modern öğretim değildir. İki yıl önce köyün ortasından geçen yeni bir yol yapılmıştır. Bu yol Kayseri'yi küçük Tamarza kasabasına bağlar (Bu kasabanın 2600 nufusu vardır). Tamarza bir nahiye merkezidir.. Sakaltutan'ın 20 km. doğu-batısındadır. Bir yıl evveline gelinciye kadar burası idare bakımından tâbi bir köy idi. Şimdi Talas nahiyesindedir (4). Kış aylarının kalın kar tabakasile örtülü ayları müstesna olmak üzere, üç veya dört «lorries» her sabah bu4 Talas nahiyesinde eskiden bir Amerikan koleji vardı. olan bu kolejin civar köy ve kasabalar üzerinde tesiri olmuştur. 30-40 yıl kadar faal TÜRK 190 DÜŞÜNCESİ TÜRK | #va'gigiden yollardan geçer ve akşamlayın döner, B Uyol;, a radan Kayseri'ye bir lira gitme veya gelme ücreti verilir. Köy halkı Kayseri'ye sık sık iğ evlenmişlerdir. Biribirlerile evlenenlerin sahası: Bu evlenenlerin tahlili açıkça göste- riyor ki, fizik ve içtimai mesafeler arasında uyarlıklar (coincidence) var- dır. Oturdukları Yap, Bu da polygynie'nin başka bir şeklidir. Buna yalnız Kayseri'de değil, muhtelif Bu hâdise birçok cemiyetlerde görülen polygynie'den başka derecede olmak bir şey değildir. üzere Anadolu'nun başka yerlerinde de rastlanmaktadır. EL 7 a Beşik kertme nişanı denen bu şekil Anadolu'nun bâzı yerlerinde vardır. 6 Gelinler: Tetkik etmiş olduğum 91 vakadan. 17 si yakın bir köye gitti. 8 i ikinci derecede yakın köye gitti. 26 sı takriben bir saatlik mesafedeki köylere gitti. 8 i iki saatlik mesafedeki köye gelin gitti. 32 düğün vakasında 3 köy 4 gelin aldı: Diğer köyler birden fazla almadı. 2 kız Kayseri yakınındaki bir köye gitti. Babaları onların evlerini Kayseri'de yapmağa kalkmıştı. 1 kız Kayseri civarında 50 km. mesafedeki bir köye gitti. Diğer hiç bir kız beş saatlik mesafeden daha uzağa gitmedi. Kalın'ın hazırlanması: Kızlardan biri seçilir. Oğlan tarafının kadınları kızın ailesini teftiş için ziyaret ederler. Eğer beğenirlerse, baba kendi köylerinin üç muhterem ağası veya efendisini beraber alır, kızın babasını ziyarete gelir. Bu ziyaret bir gün veya iki gün hususi bir misafirperverlikle karşılanır. Birinci seferde kalınmıyacak olursa tekrar edilir. Köyün içinde bir komşuya yapılan böyle bir ziyaret merasimsizdir. Gündelik hayata göre cereyan eder. «Adviser» ler tarafları memnun etmiye çalışırlar. Kızın babası umumiyetle kendi verebileceği ve düğünde yapabilceği şeyleri söyler. Bu ziyarete «düngür» ve «dünür» denir. Bir mihr kararlaştırı- lırsa, paranın ilk yarısı önce verilir: Ve ziyaret eden akraba, kızın en küçük erkek kardeşine, yahut NUR 5 ye e kat evlenme rabıtaları kuvvetlidir. Çünkü köylüler biribirlerine bağlıdırlar. Köyün dışından gelen 83 gelinden üç tanesi birinci veya ikinci amca Pe biliyorum. Fa- * Tr lin istenir, Sakaltutan'da bu nesil içinde 125 evlenme olmuştur. Yalnız bun- lardan bir kısmı iki nesil evveline âittir. Bu listede 14 gelin köylüdür. Bildiğime göre, bunlardan 13 i babasının kardeşinin oğullarile evlenmiştir. 3 tanesi de anasının kardeşinin oğulla(7): 38 vakada sıkı bir rabıta kurulduğunu 7 döndtüklerinden lara başvurulur. Nihayet, hattâ komşu köylere de müracaat edilir. İhtimâl rile evlenmiştir il KARARI Evlenme yaşı: Kızlar 16 yaşından önce kanunen evlenemezler, 16-13 yaşları arası evlenme için en elverişli olan yaştır. Oğlan çocuklar umumi. yetle askerlik hizmetlerini yaptıktan sonra evlenirler. Fakat, yalnız birisi. / nin 16 yaşında nişanlandığını biliyorum ki, 18 yaşına kadar iki sene bek. lemiştir. Bir tane de 14 yaşında bir oğlan çocuk amcasının 30 yaşındaki dul birçok deneme ziyaretleri yapılır. Delikanlının namzet kızı ziyarette veya sokakta görerek beğenmesi, ailesinin de bu beğenilen kızı istemesi hali de vakidir, fakat, nispeten azdır. Ondan sonra ımihr ve kalın tâyin edilerek ge- 1 224 makla beraber eskiden kalma yalnız bâzı zenginler ve büyük aileler bunu tatbik ederlermiş. Gelinin seçilmesi: Hayat arkadaşının seçilmesi işi tereddütsüz ana ba. 28 Üç saat veya daha fazla mesafeden evlenenler mie) dince caiz sayılır. Fakat yaygın değildir. Medeni nikâh buna mânj ol. banın mesuliyetine bırakılmıştır. Teşebbüs evlenecek delikanlının babası tarafından yapılır. Baba ilk defa kendi erkek kardeşine, oğlu için bir gelin bulmasını söyler. Sonra da kardeşinin karısını bu işe memur eder, Daha sonra da diğer alâkalılara haber verir. Bir müddet geçince, yakın komşu- 18 21 16 Diğer köylerden evlenenler lenmeden birkaç ay önce nişan yapılır (5). Çok karı ile evlenme (Polyga, köylerine ve işleri başına 140 Takriben bir saatlik mesafeden evlenenler Takriben iki saatlik mesafeden evlenenler Veya | arasında evlenme çok yakındır. Bütün gelinler kendi köylerinden yakın köylerden gelirler. Çocukluk zamanından beri sürüp giden bâz, te miyetlere mahsus nişanlılık şeklini (betrolhal) bilmezler. Umumiyetle ey gelmiş olurlar. Umumiyetle biraz sonra evlenmiş olurlar. Sakaltutan'ın içinden evlenenler İki yakın köyden evlenenler (30 mins) (yahut yerleştikleri ev) «patrilocal» dir. Dayı çocukları ve amca çoc zevcesile evlenmiştir (6). Diğer vaziyetlerde bâzı gençler askerlik hizmet. lerini yaptıktan üç sene sonra evlenirler ki, bu suretle 22 veya 23 yaşına 191 çocuğu ile evlenmiştir. 7 tanesi de atlama suretile (cross) teyze oğullarile gelebilir. Bu yolu katedenlerin mühim bir kısmı yaya olarak, bir kısmı d eşeklerle seyahat ederler. Sakaltutan'da evlenme: Umumi tasvir. — Sakaltutan'da evlen, Anadolu'nun her Müslüman köy cemaatinde hâkim olan kaide ve Selene, lere tâbidir. Evlenme ana ve baba (yakın akraba) tarafından tanzim edi, lir. Erkek ve kız çocuklar pek küçük yaşta evlenirler. DÜŞÜNCESİ başka bir kimseye üzerinde geniş beyaz «kerchief» olan bir yüzük verirler, fakat, bilhassa kızın ana ve babasına vermezler. Ziyaretçiler gider gitmez yüzük alınır ve kıza verilir. Gelinin değeri: Bir zevcenin normal bahası nedir sualine umumiyetle verilen cevap şudur: 500 Türk lirasından 1000 Türk lirasına kadar verilir (devaluation'dan önce bu 60-120 İngiliz lirası idi). Bir köylü için bu çok mühim bir meblâğ teşkil eder. Sakaltutan'da bunun bazan 300-500 Türk lirası arasında da değiştiğini gördüm. Bir vaziyette oğlanın babası 300 lirayı peşin olarak verdi ve kızın babası sonra 700 lirayı bekledi Komşu bir köyden daha zengin bir köye gelin giden bir kız için 750 Türk lirası verilmişti. — Devam edecek — TÜRK 193 DÜŞÜNCESİ Saadet ile nedim olalı peder Han'a NEF'İNİN YERME VE Ne mercimek görür oldu gözüm ne tarhana TIBabam saadetle Han'a nedim olalı, gözüm ne mercimek, ne tar— hana görür oldul doğaklı bu parçada: «Peder değil bu belâ-yi siyehdir başıma» dedikten sonra şu beyitleri yazar: Benim züğürtlük ile ellerim taşaltında Müzahrafatın o dürr ü güher satar Han'a Ben ıstırab ile bunda sema'a girmede ol Dü beyt okur neğamat ile def çalar Han'a HÜNER; SÖVMEDEKİ Abdülkadir KARAHAN Ölümünün yıldönümünde «Kaza okları» nişancısı olarak: Din-ahlâk konusunda fazlaca ağır başlı, sert ve geleneklere sıkı sıkıya : O demde kim peder-i nâ-bekâr-ı sifle-nihad Beni garib koyub oldu hem-sefer Han'a bağlı bir adam, bir püriten (puritain), sırası düştüğü, gerektiği zaman bile kendini yermek ve sövmek zevkinden alıkoymak ister. Böyleleri için, hak. sızlığa uğranıldığı ve gönül öç alma heyecanile çırpındığı anlarda dah; edebe aykırıdır diye, eloğlunu çekiştirmek, taşlamak yasaktır. Fakat p.. yatla kitap, sözle iş, hayalle gerçek arasındaki uçurumu bilenlerce, hele bizde, ömrü boyunca küfürden sakınmış evliya aramanın boşuna olacağı da inkâr olunamaz. * Ara sıra olsun kıvamı gelince, hakkedeni hicvetmek ruhu yelpazeler zulma başkaldırma sezgisini perkiştirir, hattâ sanat duygu ve heyecanının gelişip serpilmesine de yararlı olabilir. İnsan varlığının kendinden koparı. lıp atılamıyacak, bir bakıma alışkanlıktan çok bir içgüdü özelliği de gös. teren niteliklerinden olan küfürbazlığın da bir hünerli tarafı, bir sanat. cephesi vardır. Türk edebiyatında bunu en dokunaklı, en serbest, en sun. turlu ve en akla hayale gelmez deyimlerle ifadelendiren, başaran sanatkâr; Erzurumlu Ömer Nef'i'dir. Ölümünün 319, yıldönümü dolayısile bir canlı derneğimizin anma töreni tertiplediği şu günlerde, biz de, bu yazımızı şairin orta malı olmuş, fakat hemen hiç işlenmemiş bulunan hicivciliğine ayırdık. Aslında bu konu, basın yoluyla işlenen hakaret ve sövme suçları için hazırlanmakta olan yeni kanun tasarısı yönünden de, aktüel bir karakter taşımaktadır. Böylece eski edebiyatımızda yergi türünün bir örneği görülmüş ve küfürün sanatkâr kalemlerde aldığı renkli bir şekil temaşa edilmiş olur. ie Nef'nin -Türkçe Divan'ında da serpintileri bulunmakla beraber- asıl satirleri Siham-ı Kaza (Kaza okları) adlı yazma şiir mecmuasında toplanmıştır. Şimdiye kadar ciddi bir incelemeyle ele alınmış olmadığı için F. Babinger gibi tanınmış müsteşrikler arasında ve üç yabancı dilde çıkan İslâm Ansiklopedisi misali ilmi eserlerde bunu, Türkçe Divan ile karıştıranlar bile vardır. Nef'i, yergilerinde babasından başlamıştır. Genç yaşta ve daha doğum yerinde bulunduğu sırada, Kırım'a gidip Kırım Hanı'na nedim olan babâ- “sı hakkında yazdığı bir manzume dikkatimizi, onun taşlama gücü üzerinde toplar: alanındaki ! İki kasid okumuşdu ekâbiri cer içün , Anınla doldu yine şehr içinde her hane benim ellerim taşaltında; o ise kendi IZüğürtlükle i Han'a inci ve cevher diye satıyor. Ben burada süprüntülerini aıstıran ile kıvranıyorum; o ise Han'a tef çalarak nağmeler ile dübeyt okuyor... Serseri ve aşağılık babam, beni kimsesiz bırakın Han ile sefere çıkınca, büyükleri sızdırmak için iki kaside okumuştu; şehir içinde her ev yine onunla doldul. Sövmeye babasından başlıyan bir sanatkâr, elbette başkalarına rah- met okuyacak değildir. Esasen kendisi de, I. Sultan Ahmed'e sunduğu bir kasidesinde: Ol safder-i düşmen-küş-i nazmım ki hususâ Şemşir-i zebanımdan ehibbâ hazer eyler (Ben nazım alanında öyle düsman öldüren tikle dilimin kılıçından dostlarım bile ürkerl demekle ve bir taşlamasında; bir kahramanım ki: özel Kahbe hicvine tenezzül mü ederdim ammâ | Bir kaza ile bu da tab'ıma çesban düşdü IBen kahveyi (Geredeli sair Nigâr) taşlamaya tenezzül etmezdim, ama neylim ki, kastum olmaksızın, bu da tabiatıma uugun düştül mısralarını kaleme almakla, yaratılışında başkasına sövüp sayma meyli olduğunu açıkçâ belirtmiş oluyor. Böyle bir insan, hele Erzurum'un mert ve sert ikliminde yetişince ve bir az da anarşist ruhlu olunca, elbette, küfürbazlıkta üstad olacaktır. , , i , Devlet büyükleri arasında Nef'i'nin en çok yerdikleri, taşladıkları şunlardır: Gürcü Mehmed Paşa, Kemankeş Ali Paşa, Ekmekçi-zade Ahmed Paşa, Baki Paşa, Hafız Ahmed Paşa, Halil Paşa v.s. Şair her zaman çok ağır kelimelerle sövmez. Her mısrada hakaret okları ile hasmın canevine nişan almaz. Öyle kıt'aları olmuştur ki, bu sayede Nef'i'nin kehanetine bile inanılmıştır. Söz gelimi Baki Paşa'ya dair yazılan bu kıt'a bunlardandır: Yok mu insafın eyâ Baki-ip... Koy a hırsızlığı bir pare kanaat eyle * 194 DÜŞÜNCESİ TÜRK Idun yine iii yeli TÜRK hâlâ sefere defterdar varmağa himmet eyle den daha da kötüdürler. LEy namussuz Baki, hırsızlığı bırakıp azıcık kanaatkâr olsana, hiç iy Gerçekten, İstikamet Efendi'nin ölümü ile yerine geçirilen Baki Paşa Ve sözgelimi Faizi, Riyazi, Nevi-zade, Vahdeti gibi şöhretli kimselerin kalem meyvalarıdırlar. Bu bakımdan «El-bâdi az- lam: - başlıyan daha zalimdir» deyimine göre, ilk saldırganı, kıyıcıyı bul- insafın yok? İşte önünde sonunda ordu dejterdarı da oldun, senden Önceky | defterdar İstikamet Efendi yolunda yürümeğe çalışl 196 DÜŞÜNCESİ | da, az sonra o yola gitmiş, ölmüştür." Şairimiz kızdırılmadıkça, haksızlıklara uğramadıkça, yahut yerily, | büz dikçe başkasına küfreder miydi? Açıkça bir şey söylenemez. Yalnız almak için, belgeler, onun, çoğu zaman karşılaştığı bir yersiz olayın öcünü belâ okları yağdırdığını göstermektedir. Sözgelimi, Siham-ı kaza'da Güreğ Mehmed Paşa, ağza alınmıyacak küfürlerle iki kasidede rezil, rüsva edil, | | mak elde değildir. Yalnız eserlerinin karakteristiğinde «övmek, övünmek ve sövmekn kavramlarının geniş rol oynadığı hesaba katılırsa, sataşma ve küfürlerin ilkin Nef'i tarafından geldiğini düşünmek, gerçeğe daha uygun gözükür. Sırası gelmişken bir noktaya daha ilişmekte yersizlik yoktur: Hicvin her zaman ve her yerde suç olduğu iddiası fazlaca bönlük olur. Bu yolda da «zaruretlerin mahzurları mubah» kılabileceğinin kabulüne engel sebepler aşılmaz değildir. Ebüzziya Tevfik'in şu sözlerindeki gerçek payı azım- iktidarın sanmamak gerekir: «Hiciv erbab-ı bir takım kadr-sikeştan-ı dediğine göre, yerilen biraz da bunu hak etmiş demek olur. Sonra IV, Mu. dehre karşı bir nevi silâh-ı müdafaasıdır. Vakıa mezmumdur. Fakat zehir dahi hadd-ı zatında mühlik olmakla beraber bâzı ilele karşı deva-yi âcildir. Binaen aleyh Nef'i, muasırininden bâzı ekâbire kadar birçok zevatı hicv etmiş ise onların ef'al veya akvalı mecburiyet verdiği içindir». Herkes kötülüğü iyilikle veya sükütla karşılamak zorunda sayılamaz. Sonra kötülüğü kötülükle karşılamak hem insanların hakkıdır, hem de bir- istediklerinden yaka silker: rahim iyilikçiliği istenemez. miştir. Ama bunlardan birinde: Üçüncü def'adır bu Hak belâsın vere mel'unun , Ki yok yere beni azletti olmuşken senâhânı (Kendisini övmekte bulunmuş olmama rağmen, üçüncü defadır yı beni işimden çıkardı, Allah, bu mel'unun belâsım versin) “ rad'a yazdığı bir kasidede, bâzı kıskançların onu nasıl gözden düşürmek Dergehinde bir dilim nânı bana çok gördüler Uydular ulaştılar bir kaç kilâb-ı rüzgâr (Dünyanın bir kaç köpeği uydular ulaştılar, senin dergâhında bir dilim ekmeği bana çok gördüler) Bunlara, o çağlarda hiciv edebiyatının pek yaygın olduğu, şimdi de yer yer rasladığımız gibi birbirlerine kızanların, gazete yerine elden ele dolaşan kâğıt parçaları ile ağız dolusu sövdükleri ve bu bakımdan Nef'i'nin azıcık da modaya uyduğu, ancak çağdaşlarından fazlaca ileriye gittiği v.s. gibi noktalar eklenirse, şairin küfürbazlığındaki | mış olur sanırız. kusur şöylece yumuşatıl. TTarafsızlıktan ayrılmamış olmak için şunu da söylemek gerek: Nef'i iyi bilir. yermesini, taşlamasını, sövmesini ustalıkla yapmayı»pek deyimgelmedik hayâle akla gösterir; üstünlük bir eşsiz Küfürlerinde ler, kavramlar, kelimeler bulur. Yıldırımlar yağdırmakta, şimşekler çakmakta beklenmez bir belâdır. Ama haylı zaman da şahıs hürriyetine tecavüzün örneği hâlini alır; kabalaşır, bayağı düpedüz söver; hattâ sanata ve yandan hücuma aldırmadan tam cepheden ve en ağır, en ağza alınmaz sözler de kullanır. İşte bunlar, onun sanat “ gücünü Nef'i'nin en çok sataştığı kimseler çağdaşı sanatkârların tanınmışları- dır. Bunlardan belli başlılarının yalnız adlarını buraya geçirirsek, problemin kimlere kadar uzandığı daha kolayca göze çarpar: Haleti, engeller, şiirlerinin, gökten yere pervanesi üstüne düşen bir uçak görünümü almasına sebep olur. Bununla beraber o, eski edebiyatımızın en gür sesli, en atak, en ta- ze-ateş dilli ve en mağrur bir şairi olarak kalacaktır. Eserlerine akseden feveranlı, ? 0. Nev'i-zade Atayi, Veysi, Itri, Kaf-zade Faizi, Riyazi, Azmi-zade çok kötülükleri önleyici tesirli bir tedbirdir. Herkesten Eyyub sabrı ve İb- taşkın, sert ve kararsız tabiatıdır. Bütün hüviyetinin bedii bir ihtirasla sarıldığını sezdiğimiz bu sanatkârımız, yüksek izzet-i nefsinin yaralanmasına asla tahammül edemez. Ve görüşümüze göre, Siham-ı ka. za'nın gök gürültüleri, bu isyanın ifadesini taşırlar. $ sc Gani-zade Nadiri, Ruhi, Kanii, Geredeli Nigâr, Meşrebi, Mantıki, Fırsati, Bahsi, Nihali, Vahdeti v.s. Okuyucuyu, yalnız kendi düşüncelerimizle değil, bizzat şairle de karşılaştırmayı, bu yazımızın sonunda faydalı gördüğümüz için, buraya ' Nef'i'nin bir kaç satirlik kıt'asını almakla yetineceğiz: da iş bazan ima, kinaye sınırlarını aşıp çeşitli tahkir, küfür ve terzil uçurumunda sona erer, Nefes alınmadan, ardarda yerilen, taşlanan bu tanıdık- Kısmet deyu Ekmekçi gibi zalim u dünun Çaldın nice bin altununu ey Deli Yâhya , Şairin, çoğu dostları olan bu tanınmış sanat adamlarına sataşmaların- larının da rahat durdukları söylenemez. Gözden geçirdiğimiz yazma metmualarda, Nef'i aleyhinde çağdaşlarından bir kaçının söyledikleri öy» le hicivlere raslamış bulunuyoruz ki, Siham-ı kaza'daki en bayağı satirler- İslâma düşer mi bu tama' böyle vebali Sağ olsa kabul etmez idi Şapkalı Yahya 196 TÜRK DÜŞÜNCESİ gibi BE zalim "(Kısmet diyerek Ekmekçi (Ahmed Paşa) e v o Deli Yahya. Bu gözü A nice bin. altınını çaldın ey üstü i ve alçağı, eğe Yak, olsaydı, böyle vebal şır mı? Şapkali Yahya sağ dj n Fırsati sen bu semti bilmezsicenk yere Eyleme gel bizimle yok madın Sana kaç kerre dedim anla venk peze a tir Sözde mazmun gerek boşuna cenkleşme. Sana (Fırsati, sen bu yolu bilmezsin, gel bizimle dır|. sözde mazmun kaç defa söyledim, anlamadın; & pezevenk, lâzım olmaktan uzaktır. Bu yukarıki parçalar en saldırganlar, en kıyıcılar yazan da, ba. i Nef'i'nin öyle manzumeleri vardır ki, bunlardan bir beytin . Fakat her nedenş, . san da, bugünkü mevzuata göre hapishaneyi boylar eski yüzyıllarda bu türlü şiirlerin padişaha ve sadrazam gibi müsteşpg büyüklere tevcihi bir tarafa bırakılacak olursa, yazanına zarar getirdiği pek de raslanılan olaylardan sayılmaz. Bu nokta üzerinde hukukçular va edebiyat tarihçileri durabilirler, FO SA ' Fuat GEDİK Emsâlsiz şaire Safo, Milâddan Adası) Eros şehrinde doğdu. Dünyaya önce 612 yılında Lesbos'da (Midilli gözlerini açtığı sırada Roma henüz hiçbir önemi olmıyan küçücük bir site idi. Sayrus, İran İmparatorluğu'nu kurmıya başlamıştı. Safo, Atina'da Solon'la, Hindistan'da Buda ile, Lidya' da meşhur Kresus'un babası Kıral Alyates'le çağdaştır. Safo, 595 de, henüz onyedi yaşında şiire başlar, 591 de, yirmibir yaşında Midilli'den nefyedilir, 552 de ellibeş yaşında kendi kendisini öldürmek suretile hayata veda eder. Eflâtun'un «onuncu ilham: perisi» diye adlandırdığı emsâlsiz şaire daha kendi çağında başta Solon olmak üzere, o çağın bellibaşlı bütün şahsiyetlerini teshir etmiş, şöhretin 'son mertebesine ulasmış, Midilli (Lesbos) onunla övünmüş, basmıştır. onu bir kahraman , addetmiş, paralarına resmini onun Homer'den tam üçbuçuk yüzyıl sonra Grek dünyasına kendisini ve sanatını kabul ettiren şaire Safo bugün bize yalnız birkaç kırıntısı kalan harikulâde lirik şiirlerile değil, aynı zamanda teması ile meşhurdur. Tipi hakkında kendi cinsindeki kimselerle açık bir fikir sahibi değiliz. Bize hiçbir resmi gelme- miştir. Fakat herhalde her erkeğin hoşuna gidebilecek bir güzelliğe sahip değildi. Zira bir söylentiye göre çirkindi; gözler ve saçlar fazla siyah, ten fazla esmer. Buna rağmen kaderin harikulâde şeyler için yaratmış olduğu kadın- lardan biri idi ve birincisi oldu. Sokrat ona «Güzel» dedi, «Venüs'le Eros'un kızı», «Apollon'un arkadaşı», «Onuncu müz» unvanlarını aldı ve ölümünden sonra da Afroditle birleştirildi, büsbütün metamorfozlastı. Şair Baudelaire sıcak ve şehvetli geceler toprağı Midilli'ye kendi vücudlarına âşık çukur gözlü genç kızlar beldesi Lesbos'a yazdığı şiirde âşık ve şaire, erkek Safo'yu kederli solgun yüzü ile Venüs'den daha güzel bulur. Paul Verlaine de ona «çukur gözlü, sert göğüslü, çılgın kadın» der. Safo'nun cinsi sahadaki anormal çizgisine gelince: Bugünkü ahlâk an- layışımıza göre o, ahlâklı bir kadın değildi. «Estetik bir duygu ve hoşa gi” den fizyolojik bir vasfın karşılıklı takdir ve tebcili» diye tarif edilen «Lesbiyen aşk» Safo'nun adını almakla beraber bittabi onun tarafından icad edilmiş değildir. Safo, belki biraz da genç kızlık baharını idrak ettiği çağ- Tarda genç erkeklerden tamamen mahrum bir memlekette, münhasıran kadınlardan ibaret bir muhitte yaşamış olması neticesi «Lesbiyen» olmuştur. Zira o tarihlerde Lesbos'ile Atina harp halindedir, bütün Midillili deikanlılar harbe gitmiştir ve cepheden dönen erkekleri de Safo, nahif yaratılışı ile belki biraz fazla kaba bulmuştur. DÜŞÜNCESİ TÜRK 198 Esasen Grek dünyasında TÜRK «adını söylemiye cesaret edemiyen aşk» nor. mal bir sevişme tarzı idi. O çağda, cinsi hayat üzerine hiçbir tül atılmış ge. ğildi. Korent aşk işlerinde usta fahişelerile övünür; yalnız yatan adam, akılsız gözü ile bakılırdı. O militarist İsparta'da bile çocuğundan memnup lacak adamı seçmek hakkını haizdi. iç. 109 DÜŞÜNCESİ -çok şiirler'yazıldı. Pierre Louys, «mine çiçekleri üzerinde beyhude geçen gaatlerle birbirlerini teshir eden Allah'ın kızları» ndan bahseder. Baudelaire'in Lebos ve bilhâssa“Delphine et Hyppolite adlı şiirlerinde «adını söylemiye cesaret edemiyen aşk» ın en latif çizgileri canlanır. Paul Verlaine'in Parallâment'ında Lesbiyen aşkı tahattür ettiren amber koku- partalı kadınlar kocalarını değiştirebilir ve aşk işlerinde maharet kazan. lu mısralar vardır. İngiliz şairi A. C, Swinburne'un siyette olduğu münasebetlerde de bulunmak hakkını haizdiler. Dini ve milli törenlere Ispartalı erkekler erkek âşıkları ile genç kızlar da çırılçıplak bir vaziyette iştirâk ederlerdi. bir kaidesi igi, surette eriyordu. Fakat hiçbirisi Onuncu müz kadar ateşli yazamadı, ateşli re zevk hakkında filozofça olmaktan ziyade âmiyane bir fikir sahibiydi, Safo'nun her kelimesinde hususi ve yanılmaz bir rayiha, mutlak bir mü- bulu. mak için kocalarından başka üç dört erkekle de cinsi münasebette nabilirlerdi. Plutarch'a göre, bütün bunlara ilâveten iki tarafın da aynı cip. Homosexualitâ Grek cinsiyet hayatının adeta umumi Anactoria'sı da Sap- phics'leri de birer harikadır. Safo'dan yalnız şairler değil ressamlar, heykeltraşlar da ilham almış, onun çeşidli resim ve büstlerini yapmışlardı. Kanvaslarda, Gautier'nin bir tabirile Safo'nun mermer kar beyazlıkları, Corröge'in yarı aydınlığında uyuyan Antiyop'un vücudu gibi âşıkane bir Yunan'ın yedi akıllı adamından biri olan meşhur Solon bile, Plutarch'a gö- çizemedi, ateşli yaratamadı. J. Addington: «Dünyanın bütün edebiyatlarındaki erkek ve kadınlara aşk şürleri yazardı; Psistratis adındaki küçük yeğenine âşıktı; bu da sonraları Charmos adında bir gence âşık olacaktır. Midilli ise Lesbiyen aşk için yaratılmış bir ada idi adeta. Safo'nun etrafını çeviren genç kız ve kadınların hemen hepsi Lesbiyen'dir. Leşboslu Safo adındaki mükemmel eserinde Weighall, Midilli'ye bundan iki yüz sene evvel giden Tournefort adındaki bir muharririn Midilli kadınla- kemmeliyet, dar çıplak dolaştıklarını, elbiselerinin ekseriya göğüslerini örtmediğini an- ondan ele geçen amber kokulu cümleler: «Soğuk suyun kenarındaki elma dalları arasında rüzgâr ve hafif hafif sallanan yapraklardan uyku akıyor». rında hicaptan pek eser görmediğini, İslâm idaresine rağmen bellerine kaJattığını kaydeder. Diğer bir muharrir de Midilli'de kadınların tarlalarda çalıştığını, ata binerek ava gittiğini, erkeklerin ise evde yün eğirmekle vakit geçirdiklerini söylemiştir. İşte eski münekkidlerin şairlere değil mito- lojideki müclere kıyas ettiği, Afrodit'le Eros'un kızı, Apollon'nun arkadaşı, Onuncu müz, Güzel Safo böyle-bir yerde dünyaya geldi. Ondokuz yaşında, Lebos diktatörü Mirsilos aleyhine Alkaios ve arkadaşları tarafından tertip edilen bir suikasta adı karışır ve bunlarla birlikte yakalanarak Pyrrha kasabasına sürgün edilir. İkinci defa da Pittakos aleyhine yapılan bir. komploya adı karışarak yirmibir yaşında Midilli'den sürülür, Belki Pittakos'un emrile belki de Ko- rent'de yapılan bir tavsiye üzerine Sicilya'da o zaman bir Korent kolonisi olan Siraküze'ye gider. Bir müddet sonra huzuru evlilikte arar, Kerkolas adında zengin bir tüccarla evlenir, bu adamdan Kelis adında bir kızı dünyaya gelir. Dikkate değer taraf Lesbiyen şairenin kocasını ve çocuğunu sevmiş olmasıdır. Mahaza evliliği zamanında; «— Genç kızlığımı arıyorum galiba» demiştir. Safo'nun Siraküze'de ne kadar müddet kalmış olduğu bilinmiyor. Yal- “> di a dorlin ei $ e n e ve kocasını da çok geçmeden kaybetyl s'da karşılaştığımız zaman etrafını geniş bir kuşatmış olduğunu görürüz. Kalb arkadaşları mânasına gelen «Hataeraes sında muhtelif belde ve iklimlerin kadınları vardır Safo'nun eseri bilhassa bu Atis için yazılan hararetli lirik şiirler yüki kilise tarafından Milâddan sonra 380 veya diğer bie takın zündendir göre de 1073 de yakıldı. O tarihten sonr aç a Lesbiyen Bizeiiliniine biraşk ğerhakkında şairlerden yalnız taklid edilmez bir letafet vardır.» der. Bu neticeye münekkidler rastgele ele geçmiş bulunan natamam birkaç şiir, birkaç mısra ve mesut bir tesadüf eseri bir papirüsteki lirik şiirle düşünce- ulaştılar. Ya bütün bir eser bize erişebilmiş olsa idi hakkındaki miz ne olacaktı? Safo konuştu mu hakikaten mitolojinin dokuz müzü de susabilir. İşte «Dalların ucunda, dalların tâ ucunda kızaran safran hışırdıyor elma, toplayı- cının unuttuğu, hayır, unutmak değil, yetişip de koparamadığı elma...» Genç kızlık, genç kızlık, benden nereye gittin» «Altın pantuflalı şafak...... > «Seni yumusak yastıklar üzerine «Yeni yastıklarda yatacaksın.» «Sudan daha lâtif...» «Gül topuklu lâtif kızlar...» Aksam koyup dinlendireceğim.» yıldızı, Plutarch'a göre: «Safo hakikaten müzler arasında sayılmıya lâyıktır. . Akşam yıldızına der ki: u— Oh aksam yıldızı, sen şen şafağın dağıttığı herşey getirirsin sürüleri getirirsin, keçileri getirirsin, çocuğu evine, anasına getirirsin...» «Ben nedamet eden insan değilim, kalbim çocuk kalbi gibidir.» u— Aşk toprakla gökyüzünün sevgili gayri meşru çocuğudur.» «Aşk, köylüyü bile şair yapar.» uÖlüm bir felâkettir. Allahlar böyle zannediyor, yoksa ölürlerdi.» Atis ile tanıştığı zaman otuzuna yaklaşmıştı. İlk karşılaştıkları vakit Atis küçük bir çocuktur: «— Ben seni çok sevdim. Ben henüz genç kızlığımın baharını yaşıyordum ve sen bana küçücük çirkin bir çocuk gibi göründün...» Sonra kendisi tarafından şiir haline sokulan şu mektup: 20 TÜRK. DÜŞÜNCESİ için kalk artık, 5 © «Yemin ederim ki seni sevmiyeceğim artık. Hatparaz sevgili vücudünü yataktan kurtar, su kenarındaki bee ziyen geceliğini çıkar ve yıkan. Dolaptan safran reng? bu elbiseni getir, mantonu giy -Başmı bir çiçek çelengile m çıldırtan, güzelliğinle güzellenerek gel.vi © ben, 7 ETguvay, taçla ve bey; Plutarch'a göre: — Safo hakikaten müzler arasında sayılmıya lâyıktır. Romalılar Volkan'ın oğlu Kaküs'ün ağzından alev ve ateş çıktığını söyler; i mah. Safo'nun da ağzından alevlerle karışık kelimeler dökülüyor, kalbin veden ateş dışarı çıkıyordu.» Safo'nun 580 de Samos'a gittiği de rivayet bir erkek kendisine evlenme teklif eder: «— Eğer göğüslerim hâlâ emzirebilmiye, rahmim çocuk doğurmıya şim. muktedir olsaydı zifaf yatağına titriyen ayaklarla gitmezdim! Fakat diden yaş, cildimde birçok buruşukluklar yaptı ve aşk artık bana ıstırap hediye etmeden gelmiyor...» .— Beni seviyorsan kendine daha genç bir yatak arkadaşı bul. Çünkü ben genç bir adamla evlenmiye tahammül edemem, fazla yaşlıyım.» Bu tarihlerde Safo, daha normal bir kadın olarak karşımıza çıkar. Midilli sahillerinde gemiciler, balıkçılarla konuşur ve bu arada Phaon adındaki genç gemiciye âşık olur. Phaon rivayete göre, Midilli'deki bütün ka. dınları çıldırtacak bir güzelliktedir ve Safo'nun karşısına en kritik anında çıkmıstır. «Apollo'nun arkadaşlı nın, «Onuncu müz» ün, «Venüs'le Eros'un kızı. nın hayranları zarif ve ince Safo'nun alelâde bir gemiciyi sevebileceğine inanmamış, Phaon'la sevişen Safo'nun ayni isimde diğer bir kadın olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Fakat Arthur Weighall Phaon'a âşık olan kadının şaire Safo oldu- ." hayatını ğunu mükemmel bir surette isbat eder. Bir lejanda göre Phaon semisile geçilirdi. Bir gün ihtiyar bir kadın kıyafetine giren Afrodit'i diğer sahile geçirdi ve karşılığında ücret almadı. Afrodit de bundan pek memnun kalarak onu degıştirdi, gençleştirdi ve güzelleştirdi. Fakat Phaon çok geçmeden belki de Safo için daha hayırlı olacağı dü- şüncesile bir gün haber vermeden Midilli'yi terk eder. Safo, bunu duyun- ca çılgına döner. O da onun arkasından gitmeğe karar verir, Esasen kendisini Lesbos'a bağlıyan tek bir bağ kalmamıştır. Arkadaşları gitmiştir, kardeşinden nefret etmektedir, Kelis koskocaman bir kadın olmuştur. O da bir gemiye binerek Phaon'un arkasından gider, evvelâ Korent'e, oradan da Siraküze'ye doğru yol alır. Korfu adasına beş millik bir mesafede SÖYLÜYORUM Çocukluk gözyaşile ıslanmış söylüyorum. Yaraları kapanmış, uslanmış, söylüyorum. Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum. Söyletmeyin kötüyü el atıp da kutuya Emanet ediyorum her sırrı bir martıya, Kanım gizli bir yerden karışıyor batıya, Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum. Bir yanda minarenin onbeşi, sülün sülün, Bir yanda bir tek selvi, kimbilir hangi sürgün, Bir yanda baygın deniz, bir yanda yaralı gün; Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum. Ey ruh, kaburga değil, kubbedir senin hizan, Hadi fırla göğsümden, omzuma bas da uzan: Minareden bir meyva gibi sarkıyor ezan; Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum. Kendim de fark etmeden Cerrahpaşada yattım, Göğsümde vuran şeyi zaman zaman tıkattım, Bugün, en son, «çektiğim yeter» dedim, çıkarttım, Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum. Kubbeler tepelerle konuşuyor yürekten, Su altından levendler geçiyor yüzerekten, Söylenmedik ne kalmış, ne çıkar söylemekten. Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum. Lö- kas adası açıklarına geldiği zaman birden Phaon'u bulmak fikrinden vaz geçer. Bu adanın cenup ucunda denizden ansızın muazzam beyaz bir duvar gibi göklere yükselen kayalıklar belki de onu bu düşüncesinden vaz geçirmiştir. Adada iner, Lökas kayalıklarına çıkar ve kendisini aşağıdaki mavi sulara atarak hayatına son verir, YASLANMIŞ TAŞINA Keyfimin mahzeninde paslanmış söylüyorum. edilir. Bu sıra bir kayıkla denizde kazanan bir adamdır. Deniz onun CERRAHPAŞA Behçet Kemal n ÇAĞLAR