TÜRK DÜŞÜNCESİ
AY
Ayda bir çıkar
e
YAY
Sahibi ve Müdürü; Peyami SAFA
e
1 Şubat1934
YAZILAR
SAYIDAKİ
BU
TÜRK
Sahife
MAKALELER
Peyami Safa
İnsanın yeni mânası
,...
Semavi Eyice
Zeyrek
Nureddin Seyin
Azmi Güleç
H.Z. Ülken
Abdülkadir Karahan
......
173
Dünya büyük bir tiyatro muharririni kaybetti
Türklerde atsevgisi............................ .
Anadolu köylerine ait ciddi araştırmalar ......
Nef'i'nin yerme ve sövmedeki hüneri ........ .
177
182
188
192
.
Salo
ve yeni bulunan
mozaikleri
................. ETDİ ame
TİZ
ŞİİRLER
Behçet Kemal Çağlar
Osman Attilâ
Halide
Dolu
Taşkınoğlu
C.
Mehmet
Turan
Yarar
Mustafa İzzet Adiloğlu
Ali Püsküllüoğlu
Günay
Köksoy
Cerrahpaşa taşına yaslanmış
Böyleydi.
.................
Aydınlık bahçe
..
Sevmek korkusu
Sümru Tunç
Baha Oral
İstanbul
Franz
Kafka
...... 201
202
203
204
Günler
..............
üstüne
geçiyor
Karıncalar
ROMAN
Selâmi Alper
söylüyorum
>
Bahçe ............................... Ga
.. 204
Devir Cumhuriyet ....................... an.
205
Tarlaaşkı
Bir aşk
Dâva
ömrümüzden
...................................... rfelarer ”
VE
HİKÂYE
(Hikâye)
(Roman
- Çev,
Nebahat
BRE ise mn
Peyami
Safa)
...
210
214
TERCÜMELER
Robert
Kanterş
Dil ve Edebiyat
........ e
mı
m...
218
HAREKETLER
İzzettin Mete
S.S.
Edibe
Dolu
Elif Naci
T.D.
iş
aaa
pH BE
.
,
Kitaplar (Tarihi Maddeciliğe Reddiye)
Tiyatrolar
»
Sergiler
(Maria
Stuart)
(Yarın
Başka
(Üç sergi)
Olacaktır)
......... 221
.
............
230
................................. 232
Elif Naci'nin sergisi etrafında
Kültür hareketleri ......,
Kayıplarımız SESE
Topyekün cevap
İNSANIN
YENİ
eee mernmasassssayüz 289
erener 240
Bu makalede,
o
Ciltli
Peyami
SAFA
MÂNASI
. 161
Tarih boyunca
Fuat Gedik
1 Şubat 1954
, 165
insan ideali
Hilmi Ziya Ülken
Camii
DÜŞÜNCESİ
Sayı: 3
Ronesanstan
beri, kendi kendini
gayeleştiren
ve Allahı öldürerek onun yerine geçmek istiyen insanın tabiatı
fethetmeğe
omuvaffak
olduğu
halde, kendi
kendini
niçin
fethedemediği izah ediliyor ve bundan doğan teknik ve mânevilik mücadelesinin
bugürkü
medeniyet
buhranındaki
rolü
gösteriliyor. Dünyanın ve medeniyetin kaderi insana
vereceği
yeni mânaya bağlıdır. Ona maddi-mârevi bütünlüğünü kazandırmağa çalışan yeni bir insanlık ve medeniyet hamlesi karşısımdayız.
!
Batı medeniyetinin bizi nasıl kurtaracağını düşünmeden
önce, onun
kendi kendisini nasıl kurtaracağını düşünmeliyiz. Doktoru can çekişen bir
hastaya benziyoruz. Selâmeti Batıda aradığımız tarihten beri, yüz yıldan
beri, Avrupa medeniyeti, bugün kendisini kıvrandıran buhranın artık her
zekâya teslim olmuş bedahatini hazırlıyan safhalarını yaşamıştır. Batıda
bu buhranın total karakterini inkâr eden yoktur ve bu, orta malı bir hakikattir. İlimde fiziğin ve lojiğin temellerini yıkan, plâstik sanatlarda kübizm ve edebiyatta sürrealizm gibi kendilerindön önceki estetik ölçüleri
ortadan kaldıran, sosyâl müesseselerin hepsini sarsan ve politikada demir
perde gibi dünyayı ikiye ayıran bu buhran, Batı medeniyetinin bütün kollarını sardığı için bir çağ sonu işaretlerini taşımaktadır. İnsanın Rönesans
anlayışile artık doymaz ve kanmaz olduğunu Batıda hemen
herkes biliyor.
Kendi &endisini yeniden inşaya çalışan insanın yeni zamanlar içinde
ğı mâna buhran ve inkılâp geçirmektedir.
Gökyüzünden umduğunu bulamadığı için bin yıllık bir hayalden
disini koparan Ortaçağ insanının, yavaş yavaş, hummalı tecessüsünü
ten yere indirişi, Rönesans denilen hadisenin -kaba saba bilindiği gibi
üncü ve XV inci yüzyıllar
arasında
değil,
son
incelemelere
göre
aldı-
kengökXIV
XLII
nci yüzyıla kadar uzanan hareket noktasını teşkil eder. Bu, insanın kendi
kendinden ve ana tabiatten başka hiç bir transandantal gerçeğe artık ümi-
dini bağlamadığı bir dönemin başlangıcıdır. Bütün hakikati kendi kendisi
ile tabiat arasındaki münasebet içinde görmiye başlıyan insanın yeni ihtirası, tabiati son sırrına kadar anlıyarak fethetmek ve kendi mânasını bu
fethin gerektirdiği bilgilerin sınırı içinde aramak, daha kısacası, Protagoras'ın deyimile kendi ölçüsünü kendinde bulmağa çalışmak olacaktı. Bü-
tün yeni çağ bu fethin tarihi ve insanın Allahı öldürerek onun yerine geç-
162
TÜRK
DÜŞÜNCESİ
mesi gayretlerinin macerasıdır. Bu fetih, geçen yüzyılın sonlarında başlı-
yan teknik mucizeler devri ile, bugün, en yüksek zafer noktasına varmıştır. Fakat tabiatin kibirli fatihi onu anladığı ve hükmü altına aldığı nisbette kendi kendini anlamış ve ihtiraslarına hâkim olabilmiş değildir. Bilâkis bu fetih onun gururunu, bencil ihtiraslarını, keyif ve kazanç iştahını
azdırmıştır. Kendi kendini gayeleştiren insanın kendinden daha üstün bir
değerler maverası için kendini vasıta sayması imkânı kalmamıştır. Onun
teknik zaferi ile mânevi bozgunu arasındaki bu tersine nisbet zamanımız-
daki medeniyet buhranının kaynağıdır. XX inci yüzyılın bu nisbetsizliği
inceliyen bütün bilginleri, fikircileri ve bu konu üzerinde yapılan
bütün milletlerarası toplantılar onun sebebini aramaktadır: Rencontres
Internationales de
Genöve
(Milletlerarası
Cenevre
Karşılaşmaları)
toplantılarında, bugün medeniyet buhranına ayrılan çeşitli problemlerin
tartışmalarından biri de «teknik ve mânevi ilerleme» arasındaki çatışma
ve nisbetsizliktir. Toplantıya katılan bilgin ve filozoflar arasında
Marcel Prenant
gibi marksistler de bu nisbetsizliği ve ondan doğan buhranı
kabul etmiş,
fakat bunun sebebini cemiyetin strüktüründe aramak
lâzım geldiğini söylemişlerdir. Onlara göre bu, kapitalist burjuva cemiyetinin
iç zıtlıklarına
ait bir buhrandır. Oysaki, böyle olduğu kabul
edilse bile, kapitalist cemiyetin iç zıtlıkları da bir sebep olmadan önce,
onu doğuran sebeplerin bir
neticesi olmak lâzım gelir. Bu sebepler, insanın
tabiatle olan münasebetinde onu fethetmeğe muvaffak olduğu halde başaramadığı
başka bir fethin
açığından doğan buhranlar serisine bağlıdır ve
bunlar sadece iktisadi olmaktan çok uzaktır. Ortaçağa ait yeni tarih incelemeleri,
insanın gökyüzüne ait ümitlerinden kopuşu hadisesinin başlangıcını
Amerika'nın keşfi
gibi iktisadi
karakteri öne alınan hadiselerden çok daha
öncelere, XII nci,
hattâ daha geri yüzyıllara kadar götürmektedir.
Ortaçağ içinde ağır ağır
gelişen
Rönesans hareketinin bir iktisadi dönüm devri olmadan
önce bir
kültür değişmesi olduğunu ve insanın kendi kendine
verdiği mânanın istihaleye uğradığını bugün daha iyi biliyoruz. Bilâkis
sosyal strüktür ve istihsal tarzları değişmelerinin sebebini bu mâna evriminde
aramak gerekiyor.
XX nci yüzyılın insanı, Ortaçağın sonundan
beri kendi kendine verdiği
bu yeni mânanın, yâni kendi kendini tanrılaştırmanın
yanlışlığını anla-
maktan gelen bir buhran içindedir. Nitekim Yeniçağ içindeki reform
hareketle
ri de bu mânaya karşı duyulan huzursuzluğun bir başlang
ıcı sayılabilir. Böylece insan dinin, ahlâkın ve mânevi tercihlerin
yerine koymak
istediği ilmin de yetersizliğini anlamıştır (Türk Düşünc
esi'nin 1. sayısında
Einstein'ın İlim ve Din makalesini okuyunuz). Bizzat
bu ilim, geçen yüzyıln sonlarına kadar hiç değişmez görünen iki temeli
nin yıkılışına şahit olmuştur. Cenevre toplantısında Ortega y Gasset'nin
dediği gibi, Batı mede-
niyetinin temeli olan ilim ve onun iki temeli olan fizik
ve lojik kendi kendini kökünden
baltalamıştır: «Vahametin bugün herkesin gözüne
görünen
melodramatik bir manzarası olmıyabilir. Çünkü
bir acemi mikroskopta
gördüğü bir damla kanda öldürücü bir hastalı
ğın işaretini farketmiyebilir;
fakat bir teşhis koymasını bilen herkes,
bugünkü fiziğin ve lojiğin düştüğü
TÜRK
DÜŞÜNCESİ
163
durumun bütün politika ve harp felâketlerinden daha derin olarak medeniyetimizin geçirdiği buhranın işaretleri olduğunu takdir eder. Çünkü bu
iki ilim, Batı insanının hayatı emniyetle karşılamasına yarıyacak altın ihtiyatlarını sakladığı birer kasa gibiydi.»
Şöhretli bilgin fiziğin ve Gödel problemile ve son elli yıl içinde Russel,
Whitehead ve Hibert'in çalışmalarile lojiğin nasıl temel değiştirdiğini
anlattıktan sonra devam ediyor:
«Medeniyetimiz artık prensiplerinin iflâs halinde olduğunu biliyor ve
bunun için kendi kendinden şüphe ediyor. Fakat hiç bir medeniyetin bir
şüphe krizile birdenbire ölmesi mümkün değildir. Bilâkis bana öyle geliyor
ki, medeniyetler inançlarının katılaşmasından ve arteryoskleroza uğramasından ölmüşlerdir. Bütün bunlar da gösterir ki, şimdiye kadar medeniyetimizin, daha doğrusu Batılıların tebcil ettikleri medeniyet şekli kurumuş
ve tükenmiştir.»
*
Rönesansın insana verdiği mânayı reddetmeğe
tı medeniyetinin
kaderi, bir bakıma,
başlıyan bugünkü Ba-
teknikle mânevilik
arasındaki
müca-
delenin sonunda doğacak -ve daha şimdiden belirtileri görülen- yeni insan
telâkkisine bağlıdır.
Bu mücadelede zafer ne tekniğin, ne de mâneviliğindir. Tekniğin deildir, çünkü insanın tabiate hükmedişinin ve ilmin, teknik ilerleme nispetinde insana mânevi ve ahlâki değerler kazandıramadığı, yalnız «olan» 1
anlamakla kaldığı ve «olması gereken» i bulamadığı, hattâ bununla meşgul olmağa bile lüzum görmediği anlaşıldı. Atom fiziği yalnız atom bombasını yaptı, bunun iyi veya kötü maksatlara göre kullanılması ihtimalleri
önünde tasasız kaldı. Bugün,
atom
silâhlarını
kontrol
için kurulmasına
çalışılan milletlerarası teşkilât, ilmin bu yetersizliğini telâfi için, insanın
politika yolile barış ve hürriyet gibi değerleri korumağa uğraştığının açık
işaretidir.
,
Teknik-mânevilik mücadelesinde zafer mâneviliğin de değildir. Çünkü
teknik ilerlemenin, insan ideal ve iradesinin hükmü
altında olmak şartile
lüzumlu ve hayırlı olduğunu kabul etmiyen bir geri zihniyete yer yoktur.
Problemin halli, bu çatışmanın, insana verilecek yeni bir mânanın
ışığında tekniği ve mânevi değerleri uzlaştıran bir senteze varılmasındadır. Batı medeniyeti kendi kendini böyle bir sentezle aşabilecek ve içinde
çırpındığı büyük buhrandan kurtarabilecektir.
Medeniyetin
ve fikirlerin tarihine Bakılırsa her medeniyet ve her fikir
bir sentezdir. Her yeni medeniyetin eskilerine neler borçlu olduğu ve onlardan hangi unsurları alarak yeni bir terkip yaptığını biliyoruz. Batı medeniyeti de Grek-Roma-Hristiyanlık üçgenile gösterilen bir sentezdir. Sıfır
dan kalkan ve kendinden öncesine hiç bir elemanını borçlu olmıyan her
hangi bir gerçek ve orijinal düşünceye de rastlamıyoruz. Fakat yeni fikir
ve medeniyet sentezleri, eski parçaları birbirine yamamaktan ibaret eklek-
tik ve bir bakıma
mekanik
değil, elemanlarına
irca edilirse kendi
kendisi
TÜRK
164
DÜŞÜNCESİ
olmaktan çıkan organik bir bütündür. Bu sentez her hangi bir özel düşün.
cenin orijinal icadı olmadan önce tarihin mahsulüdür. Eğer birçok Batı fi.
lozof ve tarihçilerile birlikte orta ve uzak doğu milletlerinin fikir temsil.
cileri de, Batının ve Doğunun canlı değerleri arasında bir sentez arıyorlar
sa, bu, uzun mesafeleri kısaltan ve milletler arasındaki temasları arttıran
ileri teknik vasıtalar devrinde, medeniyetler arasındaki temasların da ço.
ğalması ve bugüne kadar bir kıta medeniyeti halinde kalan Avrupa medeniyetinin, öteki medeniyetlerdeki canlı geleneklerle de zenginleşerek evrensel bir karakter âlmağa başlanmasının neticesidir.
TARİH
Batı insanının üstünde,
kendi kendini
daha yüksek
Doğu
ve Batı softalarından ayrılıyor.
İDEALİ
ÜLKEN
"Tarih boyunca insanın kendi kendine verdiği mâna çağlara ve iklimlere göre değiştiği gibi, bunlar arasındaki benzer-
likler de vardır.
Hilmi Ziya Ülken,
bu incelemesinde, çeşitli
insan anlayışları arasındaki ayrılıkların ve beraberliklerin ışıkaderi ile
doğuşunu ve insanın
ğında çeşitli medeniyetlerin
kendi kendisi bakkındaki telâkkisinin sıkı münasebetini belirtiyor. Yeni zamanları son tipi olan faydacı insanın da nasıl
bir çıkmaza girdiğini ve bunu anlayınca, zekâya ve maddeye
olduğu yeri veren yeni
ancak mânevi değerler içinde lâyık
bir insan tipine doğru giltiğini izah ediyor.
Türk Düşüncesi'nin anladığı ve özlediği mânada insan, kendi kendini
gaye haline soktuğu ve tanrılaştırdığı için bencil ihtiraslarının kulu ve
bir de-
gerler nizamının vasıtası telâkki eden ve kendi mânasını daha yüce bir gayenin gerçekleşmesinde gören, tabiatle ideali barıştırmış topyekün-insandır. Bizzat Batı medeniyetinin bugün hasretini çektiği insandır. Böyle
olunca, Türk Düşüncesi, ne Batı kültürünün insanlığa kazandırdığı yüksek değerlerin, ne de ilmin ve tekniğin düşmanıdır. Ancak, XIX uncu yüzyılın ikinci yarısında sona ermeğe başlıyan bir Batı ve medeniyet anlayışının eksik kalmış mânevi cephesini tamamlamağa ve insana maddi-mânevi bütünlüğünü kazandırmağa çalışan yeni bir insanlık ve medeniyet hamlesinin Türkiyede -karınca kararınca- öncülüğünü ve yardımcılığını yapan
bir tefekkür davranışıdır. Böyle bir ileri insan ve medeniyet anlayışının
özlemini taşıdığı içindir ki, Türk Düşüncesi, Ortaçağ ve Rönesans, yahut
İNSAN
Hilmi Ziya
,Türkiye kendi milli ve mânevi değerlerini bu yeni sentezin içine katmadıkça, Batı medeniyetinin geride kalan eski modeli önünde hayran ve
onu taklitten başka hiç bir ideali olmıyan, yaratıcılıktan mahrum bir seyirci halinde kalacaktır. İçinde bütün dünya milletlerile beraber Türklerin de payı olmıyan bir medeniyet evrensel değildir ve bizim dışımızda
kalır.
kurbanı olmuş
BOYUNCA
Her çağ insanı kendine göre anlamıştır. Fakat bu ayrılıklara rağmen
çağlar arasında insan anlayışı bakımından bâzı müşterek noktalar da vardır. Bir kültür çevresi veya medeniyetin insan anlayışı, onun kendine verdiği mâna, inandığı ve olmak istediği şey demektir. İnsan ideallerinin geçit
resmini yapmak, bunlar arasında birleşik noktalar bulmak ne olmak istediğimizi ve bir dereceye.kadar da ne olduğumuzu anlamaktır. Böyle bir
tarihi seyahat bugünün insanından neyi bekliyebileceğimizi aydınlatmağa
yarar.
Çağlar arasında dolaşırken iklimler arasında dolaşmayı da unutmamalıdır. Çünkü bir iklimde yaşıyan insan telâkkisi aynı zamandaki başka
bir iklimden
oldukça
farklı olabilir. Bir kültür çevresinin
insandan
anla-
dığı şey öteki kültür çevresinin anlayışından -bâzan- iki çağın farkı kadar
ayrı olabilir. Bunun
için, tarihi bir bakış yeryüzündeki
kültür çevrelerine
nazaran coğrafi bir bakışla birlikte gitmelidir ki, değişmeleri veya tipleri
karşılaştırmak mümkün olsun. Böyle bir bakış, bizi safdil bir evrim (€&volution) iddiasından uzaklaştırır.
Kültür antropolojisinin verdiği bütün bilgileri gözden geçirmeğe
kalkmadan mensup olduğumuz Yakın Doğu ve Batı medeniyetinin tanıdığı başlıca tipleri gözden geçirelim. Teknik üstünlüğü ölçü olarak almadığımız için bu anlayışlar arasında hiç bir derece veya evrim farkı da araya-
cak değiliz. Zamanımızda aynı medeniyete mensup olmasına rağmen bir
İngilizin veya Güney Amerikalının, bir Norveçli veya Yunanlının dünya
görüşleri ve insan anlayışları arasında da farklar olabileceğini peşinden
kabul ediyoruz. Böyle olmasına rağmen aynı medeniyete, aynı kültüre
mensup olmak onları birçok bakımlardan biribirine
yaklaştıracağı gibi,
insan nevinin parçaları olarak da yaklaştırır.
Ni
TÜRK
166
DÜŞÜNCESİ
1. İlk önce göze çarpan «iptidai» dediğimiz kavimlerde etnolog ve
sosyologların buldukları bir insan anlayışıdır. Bâzıları bunu bütün insanlı.
ğın kökü saymakta, bâzıları da muayyen kültür çevrelerine mahsus bir tip
gibi görmektedirler. Avustralya, bir kısım Doğu Hint adaları ve daha baş.
ka yerlerde insan kendini tabiatın canlı ve cansız varlıklarla müşterek bir
hayata veya öze sahip saymaktadır. Bu müşterek öz, onu taşıyanlara kuyvet verir. Onları tehlikeli ve cazip kılar. Bu öze sahip olanlar ona sahip ol.
mıyanlardan üstündürler. Bu kuvvet veya öz insanlar ve eşya arasında bir
elektrik şeraresi gibi dolaşır; dokunduğunu çarpar ve ona sahip olanlara
«tabiat üstü» bir değer verir. Bu öz ölümle beraber insandan ayrılır. Bu
insan anlayışına birçokları mantıktan önce (prölogiguc)
diyorlar. Fakat
hemen işaret edelim ki, bu anlayış yalnız muayyen kavimlere mahsus değildir. İlmi düşüncenin baskısı altında kaybolmuş gibi görünmesine rağ-
men medeniyetimize mensup insanlarda da vardır. Nitekim zaman zaman
ilim düşüncesinin altında uyuyan bu anlayışın yüze çıktığı, hattâ hayatımıza hâkim olduğu anlar çoktur.
2. Bir başka insan anlayışı da âdeta mekân bakımından tabiatlen
ayrılmış olan tabiat üstü âlemle tabiati temasa getiren insan görüşüdür.
Burada tabiat ve tabiat üstü iki ayrı âlem düşünülmüştür. Biri ölümlüdür. Öteki ölümsüzdür. Biri sonludur, öteki sonsuzdur. Biri aşağıdır, öteki yüksektir. Biri duyularla kavranır, kendini gösterir; öteki duyularımıza
nazaran gizlidir. İnsan zâhir ve bâtın denen bu iki âlem arasında köprü,
yahut hususi tâbirile berzahdır: onları biribirine bağlar. Bir cephesile tabiat âlemine, ötekisile tabiat üstü gizli âleme mensuptur. Fakat insan kendindeki bu gizli kuvvetin farkında değildir. Gündelik hayatında tabiatin
başka varlıkları gibi yaşar. İki âlem arasında berzah olduğunu anlıyan ve
kendindeki büyük sırra duyulardan başka bir vasıtayla, kalbgözü ile bakmasını bilenler hakiki insanlardır ki, bunlara «insanı kâmil» denir, Agnostiklerde, «manich&en» lerde, İslâm süfilerinde bulduğumuz bu «kâmil in-
san» kendilerinde «rationnel» ile «irrationnel» i, zâhirle bâtını birleştirdik-
lerine inanırlar. Felsefi hiç bir temel aramaksızın,
benzerlerini
eski
dinlerin
ced-Tanrı
(Dieu-ancetre)
bu insan
fikrinde,
anlayışının
alevilikte,
bâtınilikte, Hıristiyanlıkta bulmak mümkündür. Bu anlayışla birincisi arasında birleşik nokta: bütün eşyaya olduğu gibi insanlara da nüfuz eden
tabiat üstü özün akılla kavranamayışıdır.
. 3. Fakat insan bunlardan oldukça farklı, mertebeli bir âlem fikrine
de ulaşmıştır. Böyle bir âlemde ilk göze çarpan, sarsılmaz düzen inancıdır.
Orada hiç bir şey yerini değiştiremez. Her şey kader (fatum) tarafından
kendi mertebesine konmuştur. Bütün varlıkta nasıl bir düzen varsa, cemiyette ve uzviyette de böyle birer düzen vardır. Ayak başın, kol kalbin yerini alamıyacağı gibi, cemiyette de hâkim askerin, köle çiftinin yerini alamaz. Bu mertebeli âlemin esası her şeyin yukarıdan aşağıya doğru üstün
bir örneğe
(prototype)
göre vücut bulmuş
olmasıdır. Bu
üstün
örnek
her
şeyin aslı olan, değişmez, bozulmaz ve üniversel olan Fikir (Id&e) dir. Her
şey fikre göre düzenlenmiştir ve varlığını ona borçludur. Varlık derecesi
idöe'ye yakınlık ve uzaklığa bağlıdır. Bu dünyada
olup biten şeyler değiş-
167
DÜŞÜNCESİ
TÜRK
mektedir ve sonludur. Onları yalnız duyularla kavrarız; gelip geçlikleri için hakikatleri yoktur. Fakat her şeyin ilk örneği olan Idöe'ler değişmezler, sonsuzdurlar. Onları akılla kavrarız. İnsan duyularile bu dünyaya, aklı ile Idöe'ler âlemine çevrilir. İnsan aslında bu üstün Fikir âlemine
mensupken, ondan ayrılmış ve yeryüzüne inmiştir. Aklı ile onu hatırladığı
zaman yine aslına bağlanır ve hakikati kavrar. İnsan güzeli, doğruyu, iyiyi yalnız orada bulur. Bu görüşte insan ideali öncekilerden ayrılmıştır: artık akıl dışı bir prensibe değil, doğrudan doğruya akla ve akılla kavranana
(intelligible) bağlanmaktadır. Fakat burada da insanı tâyin eden onun dı.
şındaki
tabiat üstü ve üniversel
bir prensiptir.
Pythagore
ve Eflatun'dan
başlıyarak Aristo, bütün Ortaçağ, hattâ bir kısım modern filozoflar bu dü,
şüncenin içindedir.
4. Klâsik İlkçağ deyince zihne Eflatun ve Aristo gelir. Fakat onların
dehasile temsil edilen bu devir, umumiyetle, bu insan telâkkisine bağlıdır.
Homeros'tan
beri Chronos'un
Chaos'tan
Cosmos'u
meydana
çıkarışında.
lüleci hamurundan heykel yapan sanatçı gibi Tanrının şekilsiz âleme düzen vermesinde, Parmenides'in Zenon'un değişmez varlıklarında aynı dünHerakliteos gibi istisnalarda bile değişmeya ve isan görüşü hâkimdir.
nin değişmez olduğunu söylemek suretiyle bir nevi düzen fikri kendini gösterir.
Fakat buna karşı klâsik İlkçağda şiddetli bir tepki uyanmıştır: düzen,
kanun,
akıl, kader,
bütün
üstümüzde
bize hükmeden
kuvvetlerin
bizim
icadımız olduğu fikri, Sokrates'ten beri bir daha uyanmıyan sophiste'lerin
müthiş şüpheciliği, bu sefer insan ve tabiat düzenlerini de içine almak üze-
re tam bir anarchie meydana getirmiştir. Protagoras'a göre «insan her seyin ölçüsüdür»; sabit hiç bir hakikat yoktur. Fakat Antisthenes'e göre ka-
nun ilâhi düzenin veya tabiat düzeninin ifadesi olacak yerde, insanların
icadıdır. İnsan tabiatte hiç bir kaide ve baskıya tâbi olmadan yaşar. İtibarilik bakımından insanlar tarafından kurulan kanunla tabiat kanununun
hiç bir farkı yoktur. Böyle bir dünya görüşünde insan idealinin klâsik
İlkçağ telâkkisinden nekadar farklı olduğu meydandadır. Artık insanı düzenliyen ne tabii, ne tabiat üstü, ne rationnel, ne irrationnel hiç bir kuvvet yoktur. Bu anarchiste görüş uzun sürmedi. Yerini yine eski fikirlere
bıraktı. Yankılarını ancak yirmi yüzyıl kadar sonra Modernçağın nihilistlerinde gösterdi.
5. Akılvetabiat kuvvetlerinin mertebeli düzeninde tabiatin akla isyanından doğan anarchigue görüş her nekadar geçici ise de, tabiat ve aklın
yahut arzu ve baskının, ahlâki ifadeyle kötülük ve iyiliğin biribiriyle savaşması|o kadar geçici olmamıştır. Her şeyin kendisine yöneldiği «üstün
iyilik» attık biricik varlık olmaktan çıkmış; eksiklik, kusurluluk ve nerede
ise yokluktan başka bir şey olmıyan «gölge tabiat» bütün geçici, fakat alevli hırslarile isyan bayrağını kaldırmış; müspet varlığın karşısında menfi
varlık, iyiliğin karşısında kötülük, rahmanın karşısında şeytan olarak yer
almıştır.
Böyle bir dünyada insan bu iki zıt kuvvetin arasında kalmış bir
haldedir: onu bir taraftan rahmani, öte taraftan şeytani kuvvetler çekmektedir. O bu ezeli savaşın cenk yeridir. Zaman zaman biri ötekini yendikçe
TÜRK
168
DÜŞÜNCESİ
TÜRK
insan da bir kutuptan ötekine geçer. Fakat ona hükmeden her iki kutup da
artık duyularla ve akılla kavranan rationnel kuvvetler değildir. İkisi de
aklı aşar, ikisi de anlaşılamaz. İnsanın kurtuluşu kendi elinde değildir.
Şeytanı ruhundan koğmak için yaptığı cehd nekadar büyük olursa
olsun, eğer «alnında yazılmış» değilse bu savaştan galip çıkamaz. Kaderin
oyuncağı olduğu halde, dinler ve ahlâkların ondan beklediği yine de kötülükle savaşmasıdır. O bu savaşı rahmet kapılarının açılması için ve açılması ümidile yapar. Bununla beraber bu kör savaşta henüz rahmet kapılarının açılması ümidi uyanmamıştır. İnsan bu bitmez tükenmez savaşın
başarılı akibetinden bazen büsbütün ümidini kesmiş, bazen de onu dünyanın sonuna bırakmıştır. Mehdi bekliyen dinler (Hind dini, manedeizm,
manichöisme, şiilik, vs.) bu dramı ancak bu suretle kapatabiliyor.
6.
Fakat aklın veya tabiat üstü düzenin arzulara dizgin vurduğu,
in-
sanın arzularına karşı koyarak yaşadığı, içindeki aşağı benliğin zincire
vurulduğu, hasılı tabiatin hor görüldüğü ve tabiatten gelen her şeyin ruh
âlemi önünde köle muamelesi gördüğü başka bir görünüş daha vardır. Burada Rahman şeytanı yere vurmuştur. İnsan bu iki kuvvetin savaşına sahne olacak yerde, bütün varlığiyle ikiye ayrılmıştır: bir yanda tabiat üstüne,
rahmana çevrilen üstün benliği; öte yanda arzunun, tabiatin, şeytanın hiylesine râm olan aşağı benliği.. Birinci ikinciyi daima döğecek, kıracak,
ikincisi birinciye baş kaldıracak, fakat insan hakiki varlığını ancak birinci
benliğin zaferile kazanacaktır. İnsanın özü, mahiyeti birincidedir. Onun
ikinciyi kul etmesine «insanlık», ikincinin baş kaldırmasına ve bâzan iğreti bir başarı kazanmasına «Beşeriyet» denir (1). Biz insanlığımızla üstün
âleme, beşeri kusurlarımızla aşağı âleme ve tabiate mensubuz. Birçok dinler ikinciden birinciye geçmenin yollarını öğretmeden başka bir şey yapmamıştır: Hind'de yoghi'ler, İslâm'da süfiler bu geçişin yollarını (tarikat)
göstermekte idiler. Artık burada tabiat üstü düzen akıl değil ruhtur. Zihinle kavranamaz, duygu ile sezilir ve içten yaşanır. Kelimelerle anlatılamaz, hal ile ifade edilir. Böyle bir görüşte insanın yeri üstün ruh âlemine
çevrilen bir mertebeler düzenidir. İnsan, cehdlerile derece derece çevreden
merkeze, duyulardan mânaya, dış âlemden iç âleme doğru nüfuz eder ve
nüfuz ettikçe hakiki insanlığını kazanır. Bu kazanış mantıkla ve akıl ilim-
lerile değil, «haller» ve «kalbler» ilmile mümkündür.
7.
Tasavvufun veya &soterisme'in bu insan telâkkisi nereden
çıktı?
Bü-
yük beşeri dinlerin; Uzak ve Orta Doğu'da bouddhisme, hindouisme, Ya-
kın Doğu'da Hıristiyanlık ve İslâm dinleri insanlığın çok eski bir inancını,
günah fikrini derinleştirdiler. Günah, mantıki yanlışlık veya ahlâki hatâ
gibi rationnel değil, nevinde tek, irrationnel bir kavramdır, Bu kavramın
köklerini bulmak için iptidai dinlere kadar inmek lâzımdır. Kutsal âleme
her tecavüz günahtır. Günah işleyen bunu kutsal kuvvetin cezasına çarpılmakla öder. Mantıki yanlışlığın veya ahlâki hatânın düzeltilmesi akıl'a
düştüğü halde, günahın düzeltilmesi akılla olamaz. Akıl ancak mutlak varlığa teslim olarak günahlardan affı istemek için yardımcılık edebilir.
1.
Bu
ayırmayı
Gökalp
da yapmıştı.
169
DÜŞÜNCESİ
Bu büyük dinlere göre insan aslında günahkâr varlık (p&che originel)
dir; kusurlarla doludur; ve bundan dolayı Gök'ten kovulmuştur. Şeytanın
tuzağına düşmüş, özü Tanrısal cevherden geldiği halde bu aşağı dünyaya
atılmıştır. Aslına dönmesi ancak kendini affettirmesile mümkündür. Bütün bu dinlerde insanın aslı günahtan temizlenmesi ve ilâhi âleme dönmesi
için rahmet kapılarının açılacağı kabul edilir. Dua, ibadet ve zahidlik bu
kapıların açılmasını beklemek içindir. Kimin ve ne zaman affedileceği, kimin kurtulacağı bilinemez. Fakat Allahın rahmetinden hiç bir zaman ümid
kesilmez. Rahmet kapılarının açılması inancında bütün bu dinler birleşiktir. Yalnız Hıristiyanlık Allahı yeryüzüne indirip insanları kurtarmak
için kendini feda etmesi paradoxe'u vasıtasiyle tanrısal âlemin insan kalbine inişini temsil etmiştir. Dinin irrationnel özüne fazla değer verenler
Hıristiyanlıktaki bu paradox'un «anlaşılamaz» lığını en mühim vasıf olarak alırlar. Onlara göre mystere âlemi anlaşılmadan, yalnızca yaşanır ve
inanılır.
8. Renaissance insanı buna karşı bütün kuvvetile içgüdülerin hürlügünü müdafaa etti. Ortaçağ Uzak ve Yakın Doğu'da, Batı'da aşağı yukarı
aynı tarihi seyri çizmiş, mysticisme'i yaratmış, Skolâstik'i kurmuş, «uhrevin saadet uğruna dünyayı hor gören sürekli exercice'lerle maddeden
sıyrılarak mâna âlemine çevirmek ve ruhtan ibaret kalmak istiyen bir ahlâk telkin etmiş olduğu halde; yalnız Batı medeniyeti buna karşı tepki yaparak Renaissance insanını meydana çıkardı. Çünkü Batı medeniyeti Yunan, Roma medeniyetinin doğrudan doğruya varisi idi. Onun enkazı üzerinde kurulmuş ve nerede bulduysa onu diriltmeğe çalışmıştı. Halbuki İslâm dünyası Yunan medeniyetinden dolayısiyle faydalanmış ve bu faydalanması da edebiyat, plâstik sanatlar, hattâ felsefede yarım kalmıştı. Hele
Hind medeniyeti Yunan kökünden büsbütün uzaktı. Şimdiye kadar gördüğümüz kültür çevreleri arasında yalnız Yunan rasyonel (akli) bir dünya görüşüne ulaşmış, hattâ son devrinde bunu da aşarak tabiat üstü ve akıl
düzenlerine isyan eden naturaliste bir dünya görüşü yaratılmıştı. Mystigue
dünya görüşüne tepki bu temele dayanıyordu. Fiillerinde başka bir dünyaya bağlı, şahsi muhtarlıktan (autonomie) mahrum saydığı Ortaçağ insanına karşı ferdin tabii kuvvetlerini bütün hürlüğile geliştiren Renaissance insanı âsi ve anarşik bir tip olduğu için devamlı bir insan ideali değildi. «Deliliğin Öğünmesin nde Erasme'in,
«Gargantua» da Rabelais'nin,
«Denemeler» de Montaigne'in istedikleri böyle bir insandı, Fakat bu suretle, sürüp giden bir içtimai düzen çıkarılamazdı. Onunla ne hukuki sorumluluğu,
ne ahlâki yükümlülüğü,
ne vicdan huzurunu,
vamlı ferdi saadeti kurmaya imkân vardı.
9.
hattâ
ne de de-
Nitekim bizzat Renaissance'ın içinde ikilik baş gösterdi. Giorgione'-
in «Kutsal ve Profan Aşk» tablosunda sezilen bu ikilik Decameron'da, Don
Çuichotte'de, Leonardo'nun felsefi mektuplarında, sanatçıyı ve fikir adamını ortasından ikiye bölen bir buhran yaratıyordu: bir tarafta hür kişiliği bütün imkânlariyle geliştirmek, öte. yanda mutlak önünde duyular
âcz ve inanmak ihtiyacı zaman zaman kafaları kilise ile tabiat arasında
med ve cezir içinde bırakıyor; hattâ kendi içlerinde cidale sevkediyordu.
TÜRK
170
DÜŞÜNCESİ
diyalektik şüphenin kararsızlığı ile kıvranan bu insan tipi, çok şiddetli bir
tecrübeyle
koydu. Mademki insan vicdanında Allahı buluyor; mademki
tabiate nüfuz ediyor; mademki herkes bu imkânlara sahiptir; öyleyse hiç
kimsenin insanlık idealinde ötekilerden farklı ve imtiyazlı olması doğru
değildir. Fransız inkilâbının yaydığı bu demokratik insan ideali Spinoza
ve Locke'da başladı. J. J. Rousseau'da gelişti. Dinlerin istediği kardeşlik,
Yunan ideali olan adalet, Renaissance'ın vâdettiği hürriyet «insan hakları»
iman hamlesinin tepkisi önünde dayanamadı. Bu hamle gerek kiliseye, gerek tabiate karşı insanın iç hayatından, vicdandan geliyordu. Yeni insan
dışa çevrilmiş gözleri kendine bakmıya çağırıyordu. Ortaçağın teşkilât ve
merasimden ibaret ve dini olduğu kadar tabiat ilimlerini de yetmez buluyordu. Dünyaya düzen vermek için yeni bir mihrak gerektiğine inanıyor-
itirazının esası
du. Bu mihrak insanın vicdanıydı. Protestanlığın
birkaç
idealinde
maddeyi değiştirmeden ibaret değildi; dünya görüşünün mihverini değiş“tirmekti: Bu görüşte insan âleme değil, âlem insana bağlıdır. Fakat artık
burada tasavvufun &soterisme'in iç dünya yolunda ilâhi âleme yükselmek
için teklif ettiği mertebeler yoktur. Allahı kalbinde bulan insan hiç bir
teşkilâtın ve tarikatın içinde eriyemez. Kişinin hürlüğü, bütünlüğü ve
muhtarlığı vicdanından gelir. İnsan bu muhtarlığı ile (kilise, cemaat ve
skolâstikten gelen) bütün bağlardan kurtulmuş ve ilâhi âleme gözlerini çevirmiştir. Fakat burada Renaissance'ın «tabiat insan» ındaki mânevi anarsi halledilmiştir. İnsan vicdan nizamile sorumluluk, yükümlülük ve vazite problemlerine cevap vermiş,
ımkânını kazanmıştır.
ve yine bu
nizamla
tabiat nizamına
namuslu
adam
(honnâte
homme)
alıyordu.
Namuslu
adam
. 11.
ne, pratikdi.
bilginin
kovalıyarak
en hücra
bucakla-
O tabiat
düzenini
temaşadan
ibaretken,
bu tabiate ve insana
tesir etmek ve değiştirmek istiyordu. «Bilmek, yapabilmektir» düsturundan hareket ettiği için dünyayı düzeltmek ve mükemmelleştirmek başlıca
gayesiydi- Tekniğin zaferlerine dayandığı için de Don Guichotte'un dramını yaşamadığından
emindi.
İşte bu insan
«ışık»
zekâya inanan «terakki insanı» idi.
13. Bununla beraber bu baş döndürücü
mede gecikmedi.
İnsan kendi
felsefesini
yapan
terakki, insanın
yarattığı makinenin
ve aktıf
belini bük-
kölesi oldu. Hayatı
ma-
kineleşti. Pratik zekâsı faydadan başka bütün gayeleri unuttu. Güzeli, iyiyi.
doğruyu faydanın hizmetinde kullanmıya başladı. Hattâ daha ileri giderek
güzelin, iyinin, doğrunun, son tahlilde, pratik faydaya dayandığını zannetti. Bu suretle değerler düzenini alt üst etti. Kazancın verdiği sarhoşluk
içinde herşeyi bencilik (€goisme) gözlüğile gördü. Eski çağları hayâlcilik.
e
a e
ie
«insan hakları» nı
birbirini
duyurulamamış bütün ideallerini yaymak, milletleri uyandırmak ve insanlık ideali etrafında birleştirmek mümkun olacaktı. Bu yeni iman Ilkçağın
akla güveninden farklıydı. O tamamen nazari olduğu halde, ku, tam tersi-
ge-
çıktı, Kilisenin, cemaatin,
tabiatle
Bu kazançları küçümsemek kabil değildi. Batı medeniyetinin dunyaya yayılması bu sayede mümkün oluyordu. Artık eski çağların gerçekleşememis,
zuldu. Aklın suni düzenine karşı tabiat ve duygunun samimi, sıcak muhitine sığınan insan Hıristiyanlık, Renaissance, Reforme ve monarşinin
sentezlerini aşan yeni bir sentezle meydana
insan
ra kadar sokulmasını temin etti. Artık bu şartlâr altında birbimne kajvılı
kültür çevreleri kalamazdı. Medeniyet bir millet veya kıtanın inhisarından
çıktı. Her fikir, her cereyan dünyanın her tarafında derhal yavılıyordu.
Fakat bu düzen yetmedi. Duygu hürriyet istiyordu, akıl baskı: Bu
leneğin, kralın baskıları yerine bütün çağları kuşatan
Yeni
tırdı; makine kullanılan eşyayı ölçüsüzce çoğalttı. Matbaa, telgraf. telefon.
radyo, nihayet televizyon
vic-
yeniden bo-
toplandı.
etrafında
mediği derecede hızlı bir teknik ilerleme insanın hayat şartlarını esasından değiştirdi. Sürat mesafe güçlüklerini sildi; konfor yaşamayı kolayla;-
dana, tabii ve ilâhi düzene göre kurulmuş olduğuna inanılan bu cemiyette
hiç bir derecenin yeri değişmiyecek surette yukarıdan aşağıya doğru yayılan bir sorumluluğa tâbidi. Descartes'ın
«Metod Hakkında Nutuk» unda,
Leibniz'in «Th&odicâe» de tasvir ettikleri insan buydu.
suni düzenle kanıyor, öteki hür tabiate susuyordu. Muvazene
fikri
(müsavat)
12. Bir yandan da tecrübe ve aklın birlikte çalışmaları sayesinde hılhâkimiyeti artıgi sınırları gittikçe genişliyor; insanın tabiat üstündeki
bir çağın gorHiç
oldu.
zaferi
tekniğin
neticesi
mühim
en
yordu. Bunun
nüfuz
akla,
eşitlik
vicdan arasındaki ahenkli, herkesin bütün kuvvetlerini aynı surette gelişiçindir ki eski çağları
tirebilmesinde buluyordu. Fransız inkılâbı bunun
kendinde hulâsa eden Batı medeniyetinin ideali olarak karşılandı. Her kaAvrupa'yı
kazandı.
bütünlüğünü bu ideali benimsemesile
vim kendi
başka kıtalar takihbetti. Yeni insan ideali uyanan milletlerin sembolu haline geldi.
10. Batı medeniyeti Renaissance'ın aksi kutupta gelişirken akıl düzenini gölgede bıraktı. Ferdin ve vicdanın ifrat derecede büyümesi cemiyetin ve kaidenin son derecede daralmasına, bu da insanın dünya içindeki
yerinin sarsılmasına sebep oldu. Fertle cemiyet, vicdanla kaide, içle dış
arasında yeni bir muvazene ihtiyacı doğdu. Buradan, iki kutup arasında
yeni terkip arayan insan tipi meydana çıktı. Descartesin Akıl ve Sevgi
üzerine kurmak istediği ahlâk, Leibniz'in ahlâkı bu yeni insan tipinin denemeleriydi: bir taraftan Yunan'dan gelen akli düzen, öbür taraftan Hıristiyanlıktan gelen ve Reforme'un yeniden mânalandırdığı mânevi düzen
bu insanın iki temeli idi. Avrupa eskilerinden daha geniş bir terkibe ulaşıyordu. Ortaçağ skolâstik'ini olduğu kadar, Renaissance'ın anarşik insanını, hattâ Re&lorme'un müfrit mânevi fertçiliğini de bu suretle aşmak
mümkün oluyordu. Bu yeni insan yeni bir cemiyete namzetti: Batı'da gittikçe çoğalan Monarşi cemiyeti. Silsileli sorumluluk üzerine kurulan bu
cemiyet düzeninde köylüden krala kadar her mertebe birbirine bağlı idi.
Bu cemiyette münzevi «veli» nin, âsi «şövalye» nin anarşik «hür adam»ın
yerini bir devlet hiyerarşisinde her derecenin hakkını ve vazifesini tanı-
yan
173
DÜŞÜNCESİ
TÜRK
safdillik,
illusion peşinde
koşmakla
itham
etti, İlkçağın
Renaissance'ın
anarşik ruhunu gölgede bırakacak bir cüretle herşeyi inkâra vardı. Mademki pratik zekâ her şeyi yaratıyor, mademki yalnız ona sahip olanlarda kudret vardır; öyleyse yaşamak hakkı yalnız onlarındır. İnsan tabiatın
devamıdır;
tabiate
hükmedense
savaş
ve
yenme
kanunudur.
Kudret
mr
A
|
172
TÜRK
DÜŞÜNCESİ
her şeyi yaratır; değerler, inanışlar onun eseridir. Yaşamak hakkı yalnız
üstün insandadır. O değerler levhasını çizer veya tersine çevirir. Her de.
ğer levhası onun tarafından yapılmıştır ve yeni levhalar eskilerini boza.
caktır. Öyleyse sabit ve üstün bir değer yoktur. İnsan kendi yarattığı de.
gerleri bozan, daima yenilerini yaratan üstün insanın elinde bir illusion
dünyasında yaşamaktadır. Bütün ideallerin
yıkılışına varan bu yeni in-
san tipi, Nietzsche'den Sartre'a, Darwin'den Marx'a kadar nihilist insandır,
14. Fakat insanlık ne böyle bir tipin oyuncağı olacak kadar genç, ne
de âlem onun sahte düzenine uyacak kadar şekilsizdir. Batı medeniyeti
kendi zaferinin tuzağına düşmüştür. Ancak «üstün insan» yarattığını zannettiği değerleri geçmiş asırların içinde buluyor. Hiç bir çağ ötekini yıkmamıştır. Geriye doğru bir göz atınca görürüz ki her çağ öncekinin buhranlarını halle çalışmış ve her insan ideali insanlığa daha geniş bir
terkip
kazandırmıştır. İnsanın akılla bulduğu şeyler, inandıkları, bekledikleri
ve
muhtaç olduklarının okyanusu içinde bir ada gibidir. Yalnızca
tabiatte bizim hiç bir şeyi yaratmadığımız, her şeyi keşfettiğimiz bile
gösterir ki, tabiat zekânın ışığı ile ancak bir kısmını aydınlatabildiği sonsuz
bir düzendir. Eski çağlara bakınca biz insanın daima aklı aşan bir
varlığa çevrildi-
ZEYREK
İstanbul'un fethinden
onu
rüyadan
uyandırmaktadır.
Pratik
tarafından
ödemektedir. Bütün kültür
çevreleri ve tarihi
devrelerile
parçalarından, unsurlardan ve maddeden
ibaret olmadığını anlamak için
bugünün ilmi (1) insanlığın
tecrübesile elele vermiştir.
Bugünün
ideal
insanı, henüz tam şeklini çizmek mümkün olmamakla berabe
r,
tarihi bir
yumak gibi kendi etrafında sararak genişliyen ve
çağların tecrübelerine
dayanan, bunun için de zekâya ve maddeye ancak mânevi değerl
er ve bütün varlık dereceleri içinde lâyık olduğu yeri veren zamani varlıktır.
1
Fizik, şimi-fizik, şimi ve biyolojiden başlıyarak bütün tecrübi ve ras-
ilmin
neticeleri.
”
tarafınEfendi'nin
temeli
Eyice
ları ile açıklamaktadır.
Bizans İmparatorluğunun başkendine, XII. yüzyıl sonlarında, Piriska
adında genç bir Macar prensesi gelin olarak gelmişti. Macaristan tarihinin
en şövalye ve en dindar hükümdarlarından birisi olarak tanınan ve sonra-
ları aziz ilân edilen Ladislaus
1143 e kadar Bizans tahtında
(1077-1095)'un kızı olan bu prenses, 1118 den
bulunarak, imparatorluğa askeri
sahadaki
zaferleri, ekser hallerde muvaffakiyetle neticelenen siyasi faaliyeti ve dirayetli iç politikası ile parlak bir devir yaşatan I. Ioannes Komnenos'un
karısı olmuş ve 1124 de ölmüştür. Bu hükümdar çiftinin, en büyük oğulları
Aleksiyos ile birlikte portrelerini, Ayasofya'nın sağ tarafdaki üst galerisinin nihayetindeki duvarda, bir pencerenin yanında görmek imkânı vardır.
Muhteşem merasim elbisesinin içinde, Bizans saray etiketine alışamamış
bir yabancı ifadesiyle dimdik duran, bu pembe tenli, açık gri renk gözlü,
pençe pençe kırmızı yanaklı, sarı saçları iki yana birer örgü halinde inen
Orta Avrupalı genç prenses Piriska veya, Bizans'a geldiğinde aldığı yeni
ismi ile Eirene'yi ve kocası loannes Komnenos'u
İstanbul'da hatırlatan
Ayasofya'nın yalnız bu hücra köşesindeki mozaik değildir.
Unkapanı'ndan
yonel
Mehmet
Mehmet
attırılın Pantokratoros manastırı kilisesidir.
bu makalesinde mâbedin geçirdiği tarihi macera
ile müştemilâtını ve son gürlerde bulunan, benzerlerinin azlığı
dolayısile bir değer taşıyan zemin mozaiklerini bütün safhaSemavi
zekânın
bugünkü
insanlık, yeni bir ideal yaratmaktan ziyade kendi
hayatının
şuuruna ermek üstünlüğünü göstermiştir.
Alemin pratik ve egoist zekâmıza göründüğu
gib: yalnızca makine
Sultan
Zeyrek
EYİCE
ismini alan Zeyrek kilise camii, XII nci yüzyıl başlarında İmparator IL Ioannes Komnenos'un karsı İmparatoriçe Lirene
sebep olmuştur. Fakat bütün genişliğiyle değerler âleminin
çıkarmakta,
sunra Fatih
dan camie çevrilen ve ilk müderrisi
ve bütün genişliğile insan kuvvelerinin ele alınması aklın hakiki
değeribugünkü taşkınlığı da aynı şekilde bir hayâl sukutu ile bitecektir.
Eşiğinde bulunduğumuz çağ bu hayâl sukutunu haber veriyor. İnsana
bir makine
veya hayvan gözile bakmanın zararlarını insan kendi
ıztıraplarile bol
bol
BULUNAN
Semavi
ğini görürüz. «Aklı ın kendine fazla güveni her çağda bir hayâl sukutuna
ve bir yıkılışa
ni meydana
CAMİİ VE YENİ
MOZAİKLERİ
Bozdoğan
kemeri
istikametinde
giderken,
Atatürk
Bulvarı'nın sağındaki yüksek setin üstünde, şehrin diğer camilerinden tamamen farklı bir görünüşe sahip bir caminin, daha doğrusu eski bir kilisenin kubbelerinin, ev. kümeleri arasından aştığı görülür, Bu binanın önüne
kadar gidebilmek için, Bulvar'dan sağdaki yokuşlardan birine -bir sıra
höcreli büyük duvarı geçtikten sonra ilk yokuşa- sapmak ve İbadethane s0kağını takibetmek lâzımdır. Zeyrek kilise veya bugün halk arasındaki adı
ile kısaca Kilise camii,
dökülmüş
sıvaları, kırık camları,
ot kaplamış
kö-
şeleri ile belki ilk bakışta sekiz yüzyıllık bir tarihe sahip bir eser intibaını
174
TÜRK
DÜŞÜNCESİ
ve tarih şehri İstanbul'un en büyük ana çaj,
mıyabilir. Hattâ, sanat
bırakakmıya
Ri
;
pışlı günlerde büsbütün sefi
kisim ortasında yüks”
YE
pilhassı
desi birkaç eri ayl
en
vE İĞ
bi
perişan bir mezbelelik manzarası arz€ci
istik
bn binanın, önemli ve sık sık ziyaret edilen «turistik
Dir OSSE
OĞUĞUNdan
eski Pantokratoroş
bile şüphe edilir. Fetihtenberi Zeyrek camii adını alan bir sadakatle işlen.
verici
hayret
kilisesi fakat, işte Ayasofya'da
manastırı
miş portreleri bulunan, Macar menşeli prensesle kocası Bizanslı
imparatç.
run adları ile yakından ilgili bir âbidedir. Kısacası, bu kilisenin ait olduğu
manastır ve müştemilâtının 1118 ile 1124 yılları arasında temelini: attıran,
babası gibi sonraları kendisi de azize ilân edilen İmparatoriçe Eirene, inşa.
atı tamamlatan ise kocası Ioannes ile oğulları Manuel'dir. Bizans'ın o deyir.
deki bu en önemli ve büyük manastırının, zamanımıza kadar gelebilen 1136
tarihli «typikon» denen vakfiyesi, doğrudan doğruya patri ge değil fakat İm.
paratora karşı sorumlu olan bu istisnai manastırın teşkilâtını, müştemilit,
arasındaki, kalabalık bir hekim ve müstahdem kadrosuna sahip elli yatak.
lı hastanesini, düşkünlerevini
tanıtmakta
ve bazı Avrupa
kitaplıklarında.
kı elyazmalarının içlerinde görülen kayıtlar, burada bir de kitaplık bulun.
rahiplere mahsus
duğunu ispat etmektedir. Pantokratoros manastırının
höcreleri, fetihten sonra, Fatih külliyesi inşa edilip tamamlanıncaya kadar
bir müddet medrese olarak kullanılmış ve kilise de Fatih tarafından camie
çevrilmiştir. Burada ilk müderris Zeyrek Mehmed Efendi olduğundan, cami de onun adı ile tanmagelmiştir. Manastır ve müştemilâtından bugün
bazı tonoz, duvar kalıntıları ile irili ufaklı birçok sarnıç
ve mahzenler ve
manastırın kitaplık binası olduğu iddia edilen ve fetihtenberi Şeyh Süleyman mescidi adını taşıyan binadan başka bir şey kalntamış
olmasına |
karşılık, Pantokratoros manastırının büyük kilisesi, son yarım yüzyıl içindeki bakımsızlığa rağmen henüz durmaktadır.
Pantokratoros manastırı kilisesi, aslında biribirine bitişik olarak inşa
edilmiş, plân bakımından ayrı üç binadan meydana gelmiştir. Bunlardan
en büyük ve en muhteşemi, giriş vaziyetine göre en sağdaki olup, Herşeye
kadir yâni Pantokratoros İsa'ya ithaf eğilmiş, ana kilise olduğu tahmin
edilmektedir. Bunun solunda dar ve tek sahanlı bir şapel bulunmaktadır
ki, burasının
Hagios Mikhael
adını
taşıyan bir türbe-kilisesi
muhakkak nazarı ile bakılmakta, nihayet en soldakinin
olduğuna
vakfiyede bahsi
geçen Müşfik yâni Eleousa Meryem namına yapılan kilise olduğu zannedilmektedir. Portreleri Ayasofya'nın yukarı galerisinde görülen hükümdar
çiftinden başka, daha birçok Bizans imparator ve imparatoriçesi buraya
gömüldüklerinden, Pantokratoros manastırının kilisesi daha doğrusu kiliseleri, Bizans tarihinin son büyük iki sülâlesinin, Komnenos ve Paleologos
ların muazzam bir aile türbesi halini almışlardır ki, bugün hâlâ Zeyrek camiinin kapısı dışında, küçük meydanlıkta görülen yeşil lâhid, bu türbenin
yadigârlarından biridir. Bizans hükümdar sülâlesine ait daha başka lâhid
ve mezarların, binanın döşemesi altında hâlâ durduğuna ihtimal verilebilir.
Bir müddet önce, İstanbul gazetelerinde üst üste çıkan irili, ufaklı yö”
zılar, şehrin fetihten önceki devrine ait başlıca eski eserlerinden birisi olan
bu tarihi binada bir takım değerli mozaiklerin meydana çıktığını haber VE
TÜRK
175
DÜŞÜNCESİ
riyordu. Bu yazılarda, bu sanat eserlerine karşı alâka gösterilmeyişten do-
layı şikâyet edildikten sonra, nihayet kalabalık bir heyetin bunları yerinde tetkik ettiği yine gazeteler vasıtasiyle duyuldu... ve bunu da bir süküt
devresi takibetti; son haberlere göre ise, bu mozaiklerin Amerikan Bizans
Enstitüsü tarafından temizlenip meydana çıkartılmaları kararlaşmış bulunmaktadır. Eski seyahatnamelerde Pantokratoros manastırı kilisesinin
içinin hattâ dış duvarlarının, muhteşem bir surette mozaik resimlerle süslenmiş oldukları bildirildikten başka, bu gibi kitaplar ve diğer kaynaklar,
bu resimlerin yerlerini, tasvir ettikleri şahısları ve sahneleri de tanıtmaktadırlar. Fakat derhal
şunu
da söylemek
yerinde
olur ki, burada
son gün-
lerde bulunduğu bildirilen mozaikler, bu eski metinlerde bahsi geçenler
doğruya eski kilisenin zeminine
değildir. Bulunan mozaikler, doğrudan
aittirler ve bu bakımdan, kubbe ve duvar mozaiklerinden motif ve teknikleri bakımından tamamen ayrılmakta ve döşeme veya zemin mozaikleri
denen gruba girmektedirler. Fakat bu, benzerlerinin azlığı dolayısiyle onların önem ve değerlerini bir kat daha arttırmaktadır.
Zeyrek camiini evvelce tetkik etmiş olan mütehassıslarca, kenarlarda
görülen bazı izlerden, sağdaki
büyük
kilisenin ahşap
döşemesinin
zengin surette tezyin edilmiş bir esas döşemenin bulunduğu
Zaten yakın zaman
altında.
anlaşılmıştı.
öncesine gelinceye kadar, türbe-şapeli ile sağdaki kili-
senin arasındaki kısımda, yerdeki kalın bir kir tabakasının altında birta-
olunabiliyordu. Bu eski
kım mozaiklerin mevcudiyeti de güçlükle teşhis
kilisenin fetihten sonra camie çevrilmesi sırasında en ufak bir tahribata
uğramaksızın muhafaza edilen ve kesin olarak bilemediğimiz bir devirde
üzerlerine kalın kirişler atılarak tahta bir döşeme ile örtülen bu mozaik
zemin, son günlerde bir tesadüf neticesinde, tamir için ahşap kaplamanın
sökülmesi sırasında ortaya çıkmış ve Şinasi Başeğmez adında genç bir meraklının gösterdiği ilgi sayesinde bu buluntudan haberdar olunmuştur.
Tamamı henüz meydana çıkmış olmamakla beraber, bu mozaiklerin
halen görülebilmekte kadar olanı bile, bunların değerini belirtecek kadar
dikkat çekicidir. Mâbedin sağ yan dehlizinin zemini muhtelif renklerde,
geometrik şekillerde ve yeknesak motiflere göre tertip edilmiş, âdeta bir
kilimi andıran mozaik bir tezyinata sahip bulunmasına karşılık, aynı kilisenin kubbealtı mekânının zemini, renkli mermer ve diğer taşların meydana getirdiği biribirine girift yuvarlak hatlardan yapılan muhtelif sahalara bölünmüş ve bunların herbirinin içlerine, düz ve tek renkli yuvarlak
veya dik dörtgen levhalar konmuştur. Fakat en dışındaki kare çerçeve ile
bu yuvarlak göbeklerin arasındaki boşlukların dolduruluş tarzı bilhassa
ilgi çekicidir. Ortadaki yuvarlak levhanın etrafı, en sonuncuları kare sathı
hudutlandıran geniş çerçeveye hemen hemen değen, muhtelif konsantrik
ve çok zengin tezyinata sahip enli dairelerle çevrelenmiş, köşelerde kalan
üçgen şeklindeki boşluklar ise, yuvarlak, sarı renkte asma dalı kıvrımları
ile bezenmiştir. Fakat en hayret verici nokta, XIL yüzyıla ait olan bu kilisenin döşemesini süsliyen bu asma dalı kıvrımlarının içlerinde, kırmızı
veya yeşil renkli bir zeminin ortasına kakma tekniğinde yapılmış intibaını
bırakan, sarı renkte birtakım şekillerin, bilhassa İlkçağ mitolojisinden ve-
TÜRK
176
DÜŞÜNCESİ
ya Doğu sanatları geleneğinden alınma birtakım efsanevi hayvan tasvirlerinin bulunmasıdır
ki, bunların
arasında
yarısı at, yarısı insan
olan
bir
kentavr, bir kartal, bir arslan ve kanatlı bir ejder farkedilmektedir. Kom-
nenos'lar devrinde Bizans kültüründe bilhassa saray muhitinde
bir antik zevkin hâkim
olduğu bilinmekle beraber, bunun
kuvvetli
bir kilisenin ze-
BÜYÜK
DÜNYA
MUHARRİRİNİ
min tezyinatında bir tezahürüne rastlanması, sanat tarihi bakımından çok
:
önemlidir.
Zeyrek camiinde son günlerde meydana çıkartılan mozaiklerin Bizans
tarihi ve sanati bakımından olan değeri yanısıra, başka bir hususta da bir
değer taşıdığına işaret etmek yerinde olur. Bu bina, üç yüzyıl boyunca bir
Bizans eseri olmasına karşılık, beş yüzyıldan beri de İstanbul'un Türk tarih ve fikir hayatına girmiş, velhasıl türkleşmiş bir anıtıdır. Pantokratoros
Manastırı 1453 ten sonra, Fatih medreselerinin yapılması bitinciye kadar
Anglo-Sakson tiyatro edebiyatmın unutulmaz çehrelerinden biri olan Eugene O'Neill hakkında, bütün meslek hayatını
bu edebiyata ait incelemelerle geçiren arkadaşımız Nureddin
miş ve bir taraftan da adı, Fatih devrinin Molla Zeyrek veya Alaettin Tusıkı bağlarla bağlanmıştır.
Şüphesiz elân batı ilim adamları arasında bu bağları küçümsiyenler vardır. Nitekim İstanbul'daki Bizans eserlerine dair geçen yıl içinde çıkmış
denilerek tarif edilebilen büyük bir yabancı
olan ve ancak «muazzam.
eserde, Pantokratoros kilisesinin «Zeyrek Mehmet Efendi denen birisi» tarafından camie çevrildiğini okumak insanı hayrete düşürmektedir. Fatih'in
de hazır bulunduğu altı gün süren bir mubahesede Molla Hocazade'ye ye-
nildiği için Bursa'ya çekilen ve bir daha İstanbul'a dönmiyen Molla Zey-
rek'i, bu binada ilk defa olarak başlıyan Türk ilim hareketini bir tarafa bırakalım, eğer bugün, hiç beklenmiyen bir tesadüf Zeyrek camiinde Bizans
devrinin şimdiki halde eşsiz diyebileceğimiz bir eserini ortaya çıkardıysa,
bu ancak beşyüz yıl önce fethedilen şehirde o anda şuurlu bir sanat zevkinin ve eski eserlere karşı -velevki bunlar başka bir kültürün akislerini taşısalar bile- bir saygı duygusunun bulunması sayesinde olabilmiştir.
İstanbul'da XHL yüzyılın sonlarına ait çok daha sade ve çok daha az
iyi muhafaza edilmiş bir benzeri, Yeğikule
yakınında İmrahor İlyas Bey
camii olan eski Studios manastırı kilisesinde bulunan bu zemin mozaikleri
tamamen
açılıp temizlendikten
sonra, yalnız Bizans sanatının XII. yüzyıl-
daki zevk ve temayülünü aksettiren bir sanat eseri tanıtılmış olmakla kalmıyacak, fakat Kariye, Ayasofya, Fethiye, Vefa-Molla Gürâni camilerinde
bulunan duvar resimlerinin isbat ettikleri bir hakikat, eski Osmanlı Türklerinin zannedildiğinden çok daha geniş ölçüde olan sanat toleranslarının bir
delili daha ortaya konmuş olacaktır .
SEVİN
Nureddin
ilk büyük medrese olmakla, İstanbul'un ilk Türk ilim merkezini teşkil etsi gibi simalarına, hattâ bizzat Fatih Mehmet'e
BİR TİYATRO
KAYBETTİ
Sevin'in, bu makalesini,
büyük
tiyatro
yazarının
sile yaymlarken bütün tiyatro dünyasının
mızı da ilâve etmek ihtiyacını duyuyoruz.
ölümü
matemini
vesile-
paylaştığı-
Eugene O'Neill öldü. Dünya büyük bir tiyatro muharririni kaybetti.
Nükteden, zarif sözlerden mahrum olduğu için daima tenkit edilen fakat
yarattığı karakterlerle, bunların aralarındaki meselelerin derinlikleri ve
beşeri canlılığiyle öyle eserler vücuda getirmişti ki, belki böyle ustalıklara ihtiyaç görmediğini dünyaya ispat etmek istemişti.
Şahsiyeti:
1888 de dünyaya
gelen Eugene
ronun içinde doğmuş, içinde büyümüş,
O'Neill
(1847-1920)
iyi bir aktördü.
içinde
Aynı
O'Neill tam mânasiyle
yaşamıştı.
zamanda
Babası
Alexandre
tiyat-
James
Dumas'nın
romanından mülhem Monte Cristo isimli bir tiyatro eseri de yazmış ve
Monte Cristo rolünü bizzat oynamıştı. Mektep yaşına girinciye kadar babasının kumpanyasında bir çıkın gibi ordan
oraya sürünmek
Eugene
O'Neill'e tiyatronun güzel taraflarından ziyade tatsız iç yüzünü göstermişti. Çocukluktan çıkınca tekrar onun içine düştü; sahne vazılariyle tiyatro
muharrirlerinin entrikalarını, kendini beğenmiş şımarık aktörün kofluğunu gördü. Bu arada etrafındakilerin muvafık görmediği bir kızla evlendi
ve çok geçmeden ümitsizlikle evinden kaçarcasına denize çıktı. Hasta ruhu kadar vücudu da hasta düşünce onu bir sanatoryoma yatırdılar. Sonraları kendine büyük şöhret getirmiş olan bir perdelik oyunlarından çoğunu
sanatoryomdayken yazdı. Fakirliği, hastalığı, denizin hırçınlığını yakından tattı, birçok muztarip insanla temas etti.
Harvard Üniversitesine (1914-1915) girdi.
Augustus Thomas (1851 1934), David Belasco (1859-1931), E. Sheldon, L. K. Anspacher gibi tiyatro
muharrirlerini de yetiştirmiş olan George Pierce Baker'den ders aldı; ve
bir sene sonra 1916 da Bound East for Cardiff (Cardiffe doğru Şarka)
isimli kısa eseri Provincetown Players kumpanyası tarafından Provincetown'da Wharf Theatre'de oynandı. Bunu diğer
Bir sene sonra
1917 de Provincetown
grubu
kısa
New
oyunları
takibetti.
York'un Greenwich
DÜŞÜNCESİ
TÜRK
178
TÜRK
mesVillage tarafında Mac Dougall sokağına nakledince O'Neill'in tiyatro
leği başladı. O, 1920 de, daha babası ölmeden, Amerika'nın en büyük tiyatro muharriri sayılacak hale gelmişti.
Eserleri: 1920 yılına kadar kritiklere karşı kendini müdafaa edebile-
cek sağlam sanat esaslarını
kurabildi. İki perdelik
sından pek
«Farklı»
hoşlanmadıklarımı, sanat tarafını okadar anlıyamadıklarını yazan münekkitlere verdiği cevapta, «Ezeli romantik idealist hepimizin içimizdedir. He-
pimiz az çok birer Emma'yız (Emma Farklı'nın mağlüp kahramanıdır). o
istidadımıza göre değişir.
«az çok» da bizim kendi uzlaşma
Ya ümitsizlik
içinde kendimizi aldatarak hayalimizi şatafatlı iğreti bir şeyle oyalarız,
yahut hayatımızın en iyi zamanını beklemekle geçirip bir de bakarız za-
man bizimle alay için, karşımıza kabul edilmiye değmez harap ve perişan
bir şey çıkarmıştır. Her iki halde de vaziyetimiz trajiktir ve bize trajik si-
edebili-
malar denir; aynı zamanda en yüksek komediye de mevzu teşkil
riz, eğer onu yazabilecek
derecede
kendimizden
sıyrılabilirsek.» demişti.
Avrupa münekkitlerinin ilgisini bu kara görüşlü hayat felsefesi çek.
miş ve birbirini takibeden oyunları Avrupalıların O'Neili hakkında «mil
letlerarası çapta tek Amerikan tiyatro yazarın hükmünü vermelerine se-
,
bep olmuştu.
O'Neill kritiklerine cevabında, «Beni acıyı tadil etmemekle itham ediyorlar. Yani pesimistçe mi demek istiyorlar? Hiç zannetmem. Bence ha-
kikatin kendisi olan mânalı güzellik ancak faciadadır. Hayatın mânası da
odur, ümidi de. Asaletin en yüksek mertebesi ezelden beri facianın en
yüksek mertebesidir. Muvaffak olduktan sonra daha büyük muvaffakiyetsizliği göze alamayıp ileri atılamıyanlar, ruhça orta sınıf seviyesindedir.
Başarıdan
sonra
duraklamaları,
uzlaşma
arıyan
değersizliklerinin
ispatı-
dır. Onların ne güzel, ne parlak rüyaları vardır kim bilir? Sadece elde edilebileni takibeden adam onu ele geçirmiye ve elde tutmıya mahküm olmalıdır. Varsın başında defne çelengiyle
sanatin tahtına
defne yapraklariyle kahramanı bir arada soladursun.
otursun
İnsanın
ve orada
yaşamasına
hattâ uğrunda can vermesine lâyık değerde bir ümidi, ancak elde edilemi-
yecek şeyin peşinde koşmakla, elde eder. Ümitsizlik içinde bir ümidin müderken kendi
kâfatını bulan kimse yıldızlara talihe en yakın insandır.»
şahsiyetinin ana hatlarını çizmişti.
İngiliz kritiklerinin en ileri gelen siması Ashley Dukes, Elektraya Yas
Yaraşır'ın Londra'daki temsili hakkında yazdığı makalede: «O'Neill yalnız
hikâyesini iyi kavrayıp ortaya atmakla kalmaz, ondan üstün bir kudretle
istifade edip eşhastan her ferdin suçunu bizim hepimizin suçumuz halinde
gösteren bir moralite oyunu vücuda getirir. Ve bu maksat için yalnız klasik efsanenin ruhunu almakla kalmaz, expressionism'in esaslarını, entel-
lektüel dram'ın esaslarını, hattâ dramatik şiirin ruhundan da birşeyler alarak kendi zamanının tiyatrosunda iyi ne varsa ondan istifade etmesini bilir. Ne terk etmişse bugünkü hayatta veya temsilde adi ve lüzumsuz şey-
lerdir; bundan dolayıdır ki onun oyunları tutulur ve tesir yapar. O tiyat
rocunun eseridir; onda alâkayı yakalıyan şey ferdin
şeylerdir.» der.
dimağından
geçen
DÜŞÜNCESİ
179
O'Neill'i taklit edenler pek çıkmadı. Zira taklitçi kolayı arar; halbuki
onun gibi yazabilmek büyük cesaret ve nefse itimat ister. 1930 ların başına
kadar Amerikan sahnesine oniki sene tam mânasiyle hâkim olan O'Neill
anadan doğma tiyatrocuydu; hem öyle bir zamanda gelmişti ki bütün esaslar sarsılmış yeni yeni müphem fikirler türemişti; tiyatro bir kargaşalık
içindeydi. Bütün dünyada expressionist'ler dramatik realisme hücum halindeydi; Amerika da bu hareketlere karşı çok hassastı, çünkü Amerika tiyatrosu gençti, cevvaldi, herşeyi kapmağa müheyyadı. O'Neill dünyanın
ne kadar çabuk değişmekte olduğunu görüyordu, eserlerinde bunu görmek
kabildir. Üslüptaki tereddütleri bunun en bariz delilidir.
Bütün dünya tiyatrosu gibi Amerika bir yirminci asır adamının eser
vermesini bekliyordu. Bu öyle bir adam olmalıydı ki yıkılan esasların yerine konması istenen şeylerin hepsinin üstüne çıksın, kargaşalığı tek başına yatıştırsın.
Amerikan münekkitlerinden Edith J. R. Isaacs 1916 dan beri yeni sanatin bayraktarlığını yapan Theatre Arts mecmuasının yeni fikirlerini onun
nasıl dikkatle takip etmek istediğini 1921 Ocağında dergiye yazdığı mektuptaki şu sözlerle belirtiyor: «Şahsıma mahsus üç dolarım olduğu gün
mecmuanıza abone olacağım.»
Tam o sırada İmparator Jones New York'ta
oynanmıya
başlanmış-
tı. O'Neill yalnız üç dolara sahip olmakla kalmadı Amerikan Tiyatrosunun
en büyük ümidi olarak her tarafta şöhret bulmuştu. Artık etrafında birçok
hayranlar belirdiği kadar yarattığı tiplerden mevzularına, tekniğine kadar her şeyine dil uzatan birçok düşmanlar da peyda oldu. Eserler birbirini takip ediyor, O'Neill'in dostları da düşmanları da durmadan artıyordu.
Gazetelerde, mecmualarda en çok gürültü koparanların dostları mı yoksa
düşmanları mı olduğunu ayırt etmek pek kolay değildir.
hakkaktı: her iki taraf da pek çoktu ve bu çokluk onun
termek için kâfiydi.
Yalnız şu mu-
büyüklüğünü
gös-
Seyircileri günden güne artıyor, her oynanan eseri basılır basılmaz
kapışılıyordu. Eserleri hiç bir Amerikan muharririne nasip olmıyan bir
süratle bütün dünyaya yayıldı: Fransa, İsveç, Rusya,
Çekoslovakya, Japonya onları tekrar tekrar oynadı, nereye gittiyse memleketin en muktedir tiyatro heyetleri, en üstün aktörleri, en mahir rejisörleri, en üstat dekorcuları, bir araya geliyor, onun eserleri için bütün gayretleriyle çalışıyorlardı. Nerede oynadiyse kritiklerle seyircilerden memnun olanlar da
ateş püskürenler de çok oldu.
İstanbul'da Şehir Tiyatrosu Raşit Rıza'nın iltihakiyle ilk defa 1932 de
Anna Christie'yi oynadı; epey geç kalmakla beraber onun bizde de tanın-
masına hizmet etti. Devlet Konservatuvarında her sene birçok eserleri öte-
den beri etüd edilir, Devlet Tiyatrosu
sanatkârları da bu eserleri çok iyi
bilir, fakat nedense Ankara hâlâ Eugene O'Neil/'den birşey seyredemedi.
Eugene O'Neill kırk kadar eser yazdı, fakat yazdıklarından fazla miktara varan birçok eserlerini de yırttığını
söylerler. Bu eserleri 1922 den
1934 e kadar 12 sene biribirinden üstün muvaffakiyetle oynandı. İlk defa
TÜRK
180
DÜŞÜNCESİ
kazandı;
Beyond the Horizon (Ufkun Ötesi) Pulitzer mükâfatını
TÜRK
ikinci
defa Anna Christie, üçüncü defa da
APA
Interlude (Araya Giren
Garip Oyun) aynı mükâfatı kazandı.
Sanati: Mevzu meraklısı seyirci onun öğüileriiğ bakınca şöyle bir
neticeye varır: «Eğer hayat buysa dünyaya hiç gelmemek daha iyi.» Hayatın acı tarafını görmek istiyen onu takdir eder, mevzuda mesut netice
arayan ondan hoşlanmaz; fakat tiyatro eserini sanat için seyreden muhak-
The Dreamy
The Iceman Cometh
Lazarus Lâughed
acı
.
kâbusunu sonuna kadar hissettirmesine rağmen daima yeni yeni mesele.
lerle beslenen temler eserlerinin başlıca muvaffakiyetini teşkil eder.
kazanan
eserlerdendir.
Çünkü
tiyatronun
içinde doğup
Marco Millions
The Moon
Bound
muvaffakiyet
büyümüş
olmakla
- le yetişenlerin yazabileceğini ispat etmişti. Strange Interlude (Araya Gi-
ren Garip Oyun) gibi son derece güç ve tehlikeli tecrübeyi ancak o sağlam teknik ve derin bir tiyatro bilgisiyle yapabilmiştir. Bunu taklit edenler - hattâ bizde de - çıktı, fakat ondaki teknik üstünlük ve bilgi olgunluğu
bunlarda olmadığı için, ancak dış yüzünü görebildikleri şeyin dozunu tayin
edemediler ve tutunamayıp yıkıldılar.
Onun ölümiyle dünya yirminci asrın yetiştirdiği büyük bir tiyatro dehasını kaybetti.
1.
2.
Ah Wilderness!, (Çorak).
Days without End (Sonu Gelmiyen Günler)
Türkçeye
çeviren:
Desire under the Elms (Karaağaçlar Altında Arzu)
viren: Saffet Korkut.
Scan
Welded (Bağlı).
Beyond the Horizon (Ufkun Ötesi).
Gold (Altın) Türkçeye çeviren: Avni Givda.
Dynamo (Dinamo).
“The Emperor Jones (İmparator Jones).
10. The Straw (Saman).
11.
12.
18.
Different (Farklı) Türkçeye çeviren: Avni
Givda.
The Great God Brown (Büyük Tanrı
Brown).
The Fountain (Pınar).
Türkçeye çe-
Geliyor).
(Lazarus Güldü).
(Marco Polo hakkında).
of the Caribees
East for Cardiff
(Caribeelerin Ayı).
(Cardiff'e
.
.
Doğru
Şarka).
Wherethe Cross Is Made (Çapraz Yeri).
The Rope (ip) Türkçeye çeviren: Avni Givda.
Mourning Becomes Electra (Yas Elektraya Yakışır).
Homecoming
.
(Yurda
Dönüş).
The Hunted (Avlananlar).
The Haunted (Tekinsizler).
Strange Interlude
Saffet Korkut.
(Araya Giren Garip Oyun)
(Susuzluk).
. The Web (Örümcek Ağı).
Avni Givda,
3. ALI God's Chillum have Wings (Allahın Bütün Kulları Kanatlıdır).
4.
(Buz Adam
(Şehir Tiyatrosun-
Ile (Arpa Kılı).
Thirst
Eugene O'Neillin eserleri:
Türkçeye çeviren: Avni
The Long Voyage Home (Yurda Doğru Uzun Yolculuk).
In the Zone (Mıntıkanın İçinde).
büyük istidadını teknikle beslemek imkânını bulmuş, tiyatro yazma ilmini
Üniversitede tahsil ederek tiyatro eserini ancak tiyatrodan teknik bilgiy-
Önce)
181
Givda.
The Hairy Ape (Kıllı Maymun).
Anna Christie Türkçeye çeviren: Avni Givda
da oynandı).
The First Man (İlk Adam).
kaba tiplerin içine kadar seyirciyi nüfuz ettirmesini bilir; müşterek hisleri zıt menfaatleri mukadderat bağı ile örmekte büyük mahareti vardır.
En abes sayılabilecek bir hali kabul ettirir; «situation» ve sürpriz unsurla-
Eserleri dünyanın her yerinde, her asırda ve her dilde
Kid (Hülyalı Çocuk).
Before Breakfast (Kahvaltıdan
kak ki, onun ustalığına hayran olur. Karakterleri mükemmel çizilmiştir;
rını tahtaravalli nizamında eserlerine serpiştirir dağıtır; mukadderatın
DÜŞÜNCESİ
.
Warnings (İhtarlar).
Fog (Sis).
Recklesness
(Kaygısızlık).
Türkçeye çeviren:
183
DÜŞÜNCESİ
TÜRK
yirmi mil giderler, Zira, daima yanındakilerden ayrılırlar. Uçan ve kaçan
ne varsa avlamak için sağa, $ola ve dağ tepelerine, çıkarlar. Türk vücudunun at üzerinde ağırlığı yoktur. Türk süvarisi nazarında biz avız. Kendisi
arslan ve atı da ceylandır.» Âşıkpaşazade de sınırlarda savaşan gaziler
hakkında:
«Gecelerde uyku uyumazlardı ve gündüz at arkasından inmez-
lerdi» diyor. Orta Asyadan kopup Avrupa'nın garbına kadar ilerliyen
Türk akıncılarının altında en kuvvetli, en mukavemetli atlar bulunuyordu.
Osmanlı devrinde Viyana surlarına kadar dayanan Türk akıncılarının şanlı hatıraları hâlâ yaşamaktadır. Yahya Kemal «Akıncılar» şiirinde kafile
kafile 'Tuna'dan su içen ve Avrupa'nın canevinde şaha kalkan atlarımızın
nal seslerini, o devrin haşmetiyle beraber bize en özlü mısralariyle yeniden
aksettiriyor:
Bin atlı akınlarda
çocuklar
gibi sendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
Ak Tulgalı Beylerbeyi haykırdı: «İlerle»
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle.
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yeldan.
Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla
Birden yedi kat arşa kanatlandık o hızla.
doğup,
Ve yine Emin Bülent «Dev Şarkısı» nda, Türk'ün at üzerinde
r:
getiriyo
dile
u,
ruhumuz
at üzerinde öldüğünü, mısra mısra akıncı
Şahin gibi cenk atları kişnerken uyandım
Ejder gibi arslanları boğdum oyalandım.
olarak Rumeli
Türkler'in ata karşı gösterdikleri sevginin bir nişanesi
vasiyeti üzeatı,
bindiği
tatihlerinden Lâlâ Şahin Paşa, savaşlarda üzerine
n bazılalarında
padişah
Osmanlı
rmiştir.
re mezarının bir tarafına defnetti
taş diktirmek
rına
mezarla
n
bunları
ini,
sevgiler
olan
karşı
rı da atlarına
Naima'nın, silâh kulyahut kasideler yazdırmak suretiyle göstermişlerdir.
1 yıllarında sal1618-162
ve
övdüğü
diye
lanmakta ve binicilikte eşi azdır
atını gömdürisimli
ır»
«Süslük
sevdiği
çok
Osman
11.
tanat sürmüş olan
«At taMüzesi
Sarayı
müş ve üzerine taş diktirmiştir. Şimdiki Topkapı
şu kitaşında
mezar
bu
bulunan
nde
dairesi
kımları ve saltanat arabaları»
tabe bulunuyor:
«Zıll-ı Hak Hazreti-Osman Han'ın
Süslükir
nam
atı anılmıştır
Emr-i Yezdan ile mevt erişecek
Bu makam
içre gömülmüştür.
Sene
1028
(1618)
Fatihi Mehmet Paşa bir doru
Bunun gibi; rivayet ederler kim Belgrat
gazalarda yol
refiki şefikim
ata ziyade rağBet ve ihtiram ederlermiş benim
TÜRK
184
eyüp
DÜŞÜNCESİ
ata suvar
bunca seferler ve gazalarda o yıp mahsuslatı kefen
ağla
kta
oldu
l
vası
ri Paşaya
e olup habe
ve alâmet büp. |
i üzerine kubbe bina edip
kabr
a
sonr
en
dikt
eyle
defn
p
leyi
oldukta
Mehmet Paşa dahi merhum
iler |
yan etmekle çok ikram ederlermiş.
Esk
ir.
vezirane “kubbe inşa edilmişt
Belgrat'ta anın civarında defnolup
lermiş.».
iyi cins ata bu mertebe itibar eder edilmiş atlar, sahibinin en müşkü!
iye
terb
ve
ş
ilmi
ştir
Hattâ iyi yeti
a
bilir. Ekser cenk meydanlarınd
zamanlarında imdadına yetişmesini de
da
t
ahu
vey
rir
geti
ar
karargâha kad
.vurulan sahibini ortada bırakmayıp
nin
disi
efen
uğu
sol
kar
kal
şaha
nala
sahipsiz kaldığını anlatmak için dört
uğu kadar, en sadık
ş arkadaşı old
yakınlarında alırdı. Velhasıl at bir sava akâr bir dostun Türk folkloruna
vef
ve
k
sadı
s,
muni
ce
4
bir dosttur. Bu dere
i bir kat daha zenginleştirmiş,
etmesi şüphesiz ki onun kıymetin
ebedileştirmek
Canım Kır-At gözün Kır-At
Kaçıp çekilip gidelim
Her yanında
çifte kanat
Uçup çekilip gidelim.
gibi sel olaydı.
ıya mecbur etti!..
Lâkin Bolu Beyi'nin insafsızlığı seni Çamlıbellere çıkarm
Neslin Düldül, aslın Kır-At
Üstünde alınır murat
eder:
Dal boynunda çifte kanat
Hıram-ı dilkeşi dünyayı meftun ettiği yetmez
Felekler de melekler de mülâzımdır temaşaya
Başındaki
tel olaydı.
kahramanlık desKöroğlu gibi halk edebiyatımızda yer alan şairlerin
ı-
reftarı
a yer aldığ
tanları ve at tasvirleri içersinde bilhassa Kır-At'ın başlıbaşın
yor.
N'ola düşse hıram ettikçe hayret zirü bâlâya
Bilhassa eski cenk ve kahramanlık hikâyelerinde bütün kahramanla. |
rın sevdiği atlar, kendilerine mahsus güzel isimler taşırdı. Meselâ Hazret-i |
Peygamberimizin Miraç'a çıktığı gece bindiği Burak'ı, Hazret-i Ali'nin
Düldül'ü ki, bir kır attı, sonradan bütün güzel atlar buna benzetilmiştir. Ve Battal Gazi'nin Aşkar'ı!.. Hele Çamlıbellerin Koç yiğidi, Köroğtu'nun dağlara çıkmasına sebep olan ve bir tay için çekilen işkencenin hikâyesi de burada anlatılmağa değer. Değil mi ki, destanlarımıza ve folklo- /
rumuza kadar tesir eden at, bugün için bile hayatımızın değişmez hatıra-
larında ve hikâyelerinde yaşayacaktır. İşte hikâyenin aslı ve değeri: «Bolu
Beyi at meraklısıdır. Seyisi Yusuf'u güzel ve cins at aramağa gönderir.
Yusuf günlerce gezdikten sonra Fırat nehrinin sularından çıkarak bir kısçıkartır, tayı da verir, kovar. Kör
Yusuf köyüne döner. Oğluna olanı anlatır, İntikam alacağını söyler. Tayı
olur.
Körün
geye
Bİ
oğ-
Sonunda delik-demir (tüfek) icat olunup eski bahadırlık geleneği bozulunca dünyanın tadı kalmaz. Ve bir gün, beylerine dağılmasını söyliyerek
kırklara karışır, kaybolur. Daha önce Kır-At sırrolmuştur. Ö Kır-At ki, ni-
etmekle kalmı
nı görüyoruz. Hem bu tasvirler yalnız at sevgisini ifade
ıyor. Bir halk şairiBir - Zooteknist - gibi, iyi bir atın eşkâlini de bize tanıt
m:
nin şu Kır-At tasvirindeki içten ve samimi ifadesine yine bir göz atalı
İnce boylu kalem kulaklı,
Terazi tabanlı,
uğru
yeleli,
Bir geyik simalı, hatun bilekli
Kalkana benziyor döşü Kıratın!..
Yokuşa yukarı keklik sekişli,
İnişe aşağı tavşan büküşlü,
Düşmanı görünce şahin bakışlı
Kuğuya benziyor boynu Kıratın!..
Ondokuzuncu asırda yaşamış ve bir Türkmen aşiretine mensup olan
rağa aşan aygırdan olma bir tay bulur. Satın alır. Tayın şimdilik gösterişi
yoktur. Fakat ilerde mükemmel bir hayvan olacaktır. Bey, bu tayı görün-
lu Ruşen Ali, dağa çıkar. Bu arada küçük ini Heyecanlı ir
mısralarında
ların methiyesiistiyenlerin seçtikleri yegâne at, Kır-At'lardır. Bu Kır-At'
im:
dinliyel
rından
mısrala
ni Köroğlu'nun
p geçmek
Evet Köroğlu! gönlünü ve atını yalnız Çamlıbellere bağlayı
gördün.
lâyık
ı
Tuna'y
ına
Kır-At'
de
sen
gibi,
n
cedleri
istemedin. Akıncı
melere «Ralhşi.
dırmıştır. Bu şekilde atların vasıflarından bahseden manzu
gibi tasvir
dilber
bir
atı
lerinde
yes adı verilir. Onun için Nef'i «Rahşiye»
terbiye ederler. Oğlu Ruşen Ali de büyür, güçlü bir delikanlı
müddet sonra Kör Yusuf, oğluna intikamını vasiyet ederek ölür.
kahramanlık hikâyelerinde ve at sevgisini
Tuna
atı bir kadın gibi, yoluna can verilen canan
da devrinin en seçkin şairlerinden biri olan Nef'i'ye, atları için kaside yaz.
Yusuf'un gözlerini
ve kendisinin de sonunda kahramanKır-At'ın hikâyesi. Nedense bütün
olan
sebep
asına
tm
yara
lık destanlarını
lu'nun babasının işk ence çekmesine
Fânisin, hey dünya, fâni
ı odur. İki taraf da
atlarla gezdiği gibi halkın da dağda bayırda can yoldaş
gibi sevdi. IV. Murat,
ce çok hiddetlenir.
bir kuvvetle Köroğlu'na hizmet etmişti». İşte Köroğ-
Esirin eyledin beni
Yüzdürmeye Kır-At seni
da tesir
k münevveri de, cahili de,şe.
mısra mısra dillere destan olmuştur. Onu Tür
vüzera şehirde parlak haşarılı
hirlisi de, köylüsü de, fakiri de sever. Vezir,
Beşer meftun-ı etvarı melek hayran-ı
ce yıllar olağan üstü
165
DÜŞÜNCESİ
TÜRK
|
Dadaloğlu'nun aşk ve kahramanlık destanlariyle dolu deyişlerinin yanıbaşında, şimdiye kadar Kır-At üstüne söylenmiş olan şiirlerin en farklı örneğini verdiği gibi Kır atla güzel arasındaki sevgisini dağlar delisi gön-
lünce yar etmesini bilmiştir. Dadaloğlu'yla beraber biz de bu sevgiyi tekrar yaşıyalım:
Şu yalan dünyaya geldim geleli
Severim kır atı bir de güzeli
Değip on beşime kendim bileli
Severim kır atı bir de güzeli.
186
TÜRK
Atın
-Atın
DÜŞÜNCESİ
TÜRK
uzunu
belikısa
boy
1sa boynu
Kuru suratlısı elma
ir i
» klan, İplik.
Severim kır htı bir de güze”.
İ
İ
; kır atı birBİ de güZözeli.
Severim
Hem arka, hem de öne kalkan kıratım.
|
gama
iması
ln gibi ML ram -
$
Mahkemede şeceresin yazdırdım
Soyu belli Türkistandır kıratım.
on beşe yettiği zaman
Eşinir,i haykırır
Selmi
;
Dadaloğlu'nun bizzat güzelle, kır at arasındaki sevgisini canlandırap
Yakışır methine destan kırarım.
at methiyesine geçelim;
.
Enişe gidince ceylan sekişli
Yokuşa çıkınca tavşan büküşlü
Önü bedir.bedir çifte nakışlı
İşte doğuştan beri cenk hayatları at üstünde geçmiş, en kuvvetli düş-
manlarını bile at süre süre sınırlar boyunca takip etmiş bir millet; elbette
i
ki ata bu derece sevgisini göstermekte
tırmadan da geçemezdi. Bu at sevgisini
'
Serim ata kurban canım güzele.
i
3
güzele ördürdüm saçını
Üç
Dirt gigüzele dokuturdum çulunu
Dosta doğru döndürürdüm yolunu
Serim ata kurban canım güzele,
sındaki bir dörtlükle tekrar tazeliyelim:
j
|
dillere
gerçek
destan
olan
olan.
kiymet
Atın ölüsü, beygirin dirisi!
Atın yürüğü, tez sakat olur!
Böylece
ata sö sözlerinde, ) halk hikâyelerinde Türk'ün ata k arşı olan seviy
gi ve muhabbetini canlandıran daha nice nice misaller
SORUN Hele
halk şairlerimizin can yoldaşı, aşk ve macera arkadaşı olan atların tasviri
cidden en özlü mısralarla süslenmiştir. XIV üncü yüzyıl şairleri
nden Rus-
YETER
Atı zapteden, gem'idir!
Atın güzel yürüyenini a, koşu atı çıkarsa bahtına!
A
At at olunca, sahibi mat olur!
At, beslenirken; kız istenirken!
At, binicisini tanır!
At ölür, meydan kalır; yeğit ölür; şanı kalır!
At ile kadına, inan olmaz!
At ile avrat yeğitin bahtına!
At, sahibine göre kişner!
Ata arpa, yeğite pilâv!
Ata dost gibi bakıp, düşman gibi binmelidir!
li
pini, — bi :
Sedden aşar gider balaban gibi
deyişinden sonra, en güzel ve en kuvvetlisi olan Hurşit Bey hikâyesindeki
methiyelerinden sonra; Türk ata sözlerinde de atın
hükmü en özlü cümlelerle ifade edilmiştir:
,
Gerdanına gümüş rahtı düzdürdüm
Hem de halis mecididen sızdırdım
4
At dört kız
Severim kır atı bir de güzeli.
”
,
Halk hikâyelerinde ve şiirlerinde atın bir hayli
şei ve kıymet hükmü hakkında destani bir methile malümat vermesini biiyor:
Üstüne gelince cuşeder gönül
Güzelin dal boylu samur saçlısı
N
sati ata karşı olan takdir hislerini mısralarında canlandırırken, atın men-
Bir saat görmesen açılmaz aynım
Resmi aşkar, donu mercan kıratım
i
yük sağrı kalkan döşlüsü
çekiç başlıst
ha Sanli
187
DÜŞÜNCESİ
gecikmiyeceği gibi, onu mısralaş-
«Kır Atıma
Kır atıma bineyim
Yar yoluna gideyim
Beni aşka düşüren
Gül yüzlümü
göreyim.
Bineyim»
halk şarkı-
TÜRK
DÜŞÜNCESİ
189
Sakaltutan köyü Kayseri'nin takriben 30 km. doğusunda
ağaçsız bir
yaylanın üzerindedir. Deniz seviyesinden 500 ayak yüksekliğindedir. Vol-
kanik olan toprak su akıntıları ve vadilerle kesilmiştir. Burada keskin bir
ANADOLU
KÖYLERİNE
DAİR
volkanik layer görülmektedir. Köylerden birçoğu bu oyuklar ve vadiler
içerisine kurulmuştur. Köylerde umumiyetle pek az ağaç, bilhassa pek az
meyve ağacı vardır. Sakaltutan bu civardaki köylerin en müsaitlerinden
CİDDİ.
ARAŞTIRMALAR
biridir. İçinde içecek suyu ve bir miktar da ağacı vardır. Akan su bahçeleri
sulamaktadır,
H.Z. ÜLKEN
i
Bu sahadaki bütün evler taştan yapılmıştır. Fakat inşaatta esas olarak
bir kısım mağaralar da kullanılmaktadır. Bazı evler iki katlı olup ahırı da-
mın dışındadır. Bazıları yalnız bir katlıdır. Hayvanlar için dam dışında ve-
Anadolu köylerini ilim gözile ciddi bir araştırmağa tâbi tutmak emeli
yerli, yabancı birçok âlimde hayli zamandır yer bulmaktadır. Çok def,
söylenmiştir ki, Afrika ortaları bile geçen yüzyıldanberi etnograflar, etno.
loglar, seyyahlar ve bugün sosyolog ve sosyal antropologların ince tetkik.
leri ile aydınlanmışken, henüz Anadolu köylerine dair esaslı hiç bir tetkik
neşredilmemiştir.
Lushan'ın Caria ve Licia
tahtacılarına
dair
araştırmaları
(1912),
Paphlafonia'ya dair bir iki Alman seyyahının hâtıraları maksattan çok
uzaktı. Alişar'da arkeolojik kazılar yapan John A. Morrison'un aynı za.
manda harabe yanındaki bir köyü tetkik etmesine ilk sosyolojik araştırma
denebilir (1). Birkaç Türk doçenti Anadolu köylerine dair kitaplar neşret- |
tiler (2). Fakat bunlarda tarafsız ilim gözlüğünden ziyade açıkça tarihi
materyalizme çalan bâriz bir «tendance» hüküm sürmekte olduğu için il *
mi araştırma gözile bakmak kabil olamıyordu. Tarafsızlıktan ayrılamadan 1
çalışan Türk sosyologları birçok yerlerde çalışmalara başlamışlardır. Fa-
. kat önümüzde bir İngiliz gencinin Orta Anadolu
köylerine dair yaptığı i
emsalsiz bir araştırma cidden takdir edilecek bir örnek olarak durmakta.
dır (3).
Paul Stirling «Türk köy cemaatlerinin içtimai yapısın adını taşıyan bu
tetkiki yaparak 1951 de Oxford Üniversitesi'nde felsefe doktoru ünvanını«
almıştır. Müellif bunun için eşile beraber Kayseri civarında tam birbuçuk.
yıl geçirmiş, hattâ bu yüzden eşi bir rahatsızlık geçirerek Ankara Numune
Hastahanesi'nde yatmıştır. Daha kısa süren ikinci bir seyahatten sonra
Türk köyünün coğrafi ve tabii şartları, içtimai yapısı ve mânevi hayatı
hakkındaki tetkik tamamlanmış oldu. Henüz yalnız daktilo çoğalma mâ- *
kinesi ile yarı basılmış bir halde bulunan bu tezin esaslarını burada bir iki *
yazı içinde hulâsa edeceğiz.
*
1 John A. Morrison, Alişar, A unit of land occupa
nce in the kanak su basin
of central Anatolia, Chicago Libraries, 1939.
2 Niyazi Berkes,
3
Paul
kara, 1952.
Stirling, The social structure of turk
ish
communitiities,
pea
peasant
AN
ya oturma
odasının arkasında
ahırlar vardır. Bu
oturma
odalarının
stan-
dardı muhtelif büyüklüktedir. Fakat çoğunun yalnız küçük bir penceresi
vardır yahut hiç penceresi yoktur. Tavandaki bir delik ocağın dumanını
çıkarmağa yarar. Yemek pişirmek ve odayı ısıtmak için yakılan ateş duvarın yanındaki bir delikten çıkar. Onun önünde bir tandır bulunur. Evlerden bir kısmında küçük bir stove ile ısıtılan geniş bir oda vardır ki, ayrı
bir kapı ile ev halkı buraya girerler.
Sakaltutan köyünde tam 100 ev vardır. Nufusu 600 kadardır. Evler
arasında münasebetler birbirine karşı kapalıdır. Erkek kardeşler umumiyetle yan kapıdan işlerler. Bu köyün âdetine göre bütün oğullar ölünceye
kadar babalarının evinde kalırlar. Bazan evin darlığı yüzünden bir veya
birkaç erkek kardeş ayrı eve çıkmağa mecbur olur. Fakat bunlar da ayrı
ev açmaktan ziyade «ihtimâl» ananın veya zevcenin evine giderler. Yahut
bazan köyün bir ucundaki kendi tarlaları içinde yeni bir bina kurarlar.
Nâdiren de evlenen oğullar babalarının adını terketmek
zorunda
kalırlar.
Fakat bu hâl gelinlerle kocanın annesi arasında fena münasebetler olduğuna delâlet eder. Böyle ayrılıklara ait tek bir vaka bulamadım. Evlerin
Şokunda ana baba, ihtiyar karı koca, gelinler, büyük çocuklar oturmaktadır.
Köy mektebi on yıl önce kurulmuştur. Mektep hocası askerlik hizmetini bitirdikten sonra altı aylık bir kurs geçirmiş olup, yalnızca okumak ve
yazmak öğrenmiş olan bir gençtir. Çocuklar mektebe üç yıllık bir kurs gör-
mek
için gelirler. Muhtelif
kurs talebeleri
aynı dershanede
ders görmek-
tedirler. Köyün 25 yaşında ve ondan daha küçük gençleri bir dereceye
kadar okumak yazmak bilirler. İmam veya hoca Sakaltutan'la devamlı münasebefte olan bir komşu köyde oturmaktadır. İmamın da hususi dersleri
varsa da, onun verdiği modern öğretim değildir.
İki yıl önce köyün ortasından geçen yeni bir yol yapılmıştır. Bu yol
Kayseri'yi küçük Tamarza kasabasına bağlar (Bu kasabanın 2600 nufusu
vardır). Tamarza bir nahiye merkezidir.. Sakaltutan'ın 20 km. doğu-batısındadır. Bir yıl evveline gelinciye kadar burası idare bakımından tâbi bir
köy idi. Şimdi Talas nahiyesindedir (4). Kış aylarının kalın kar tabakasile
örtülü ayları müstesna olmak üzere, üç veya dört «lorries» her sabah bu4
Talas nahiyesinde eskiden bir Amerikan koleji vardı.
olan bu kolejin civar köy ve kasabalar üzerinde tesiri olmuştur.
30-40
yıl
kadar
faal
TÜRK
190
DÜŞÜNCESİ
TÜRK
|
#va'gigiden yollardan geçer ve akşamlayın döner,
B Uyol;,
a
radan Kayseri'ye
bir lira gitme veya gelme ücreti verilir. Köy halkı Kayseri'ye sık sık iğ
evlenmişlerdir.
Biribirlerile evlenenlerin sahası: Bu evlenenlerin tahlili açıkça göste-
riyor ki, fizik ve içtimai mesafeler arasında uyarlıklar (coincidence) var-
dır.
Oturdukları Yap,
Bu da polygynie'nin başka bir şeklidir. Buna yalnız Kayseri'de değil, muhtelif
Bu hâdise birçok cemiyetlerde görülen polygynie'den başka
derecede olmak
bir şey değildir.
üzere Anadolu'nun başka yerlerinde de rastlanmaktadır.
EL
7
a
Beşik kertme nişanı denen bu şekil Anadolu'nun bâzı yerlerinde vardır.
6
Gelinler: Tetkik etmiş olduğum 91 vakadan.
17 si yakın bir köye gitti.
8 i ikinci derecede yakın köye gitti.
26 sı takriben bir saatlik mesafedeki köylere gitti.
8 i iki saatlik mesafedeki köye gelin gitti.
32 düğün vakasında 3 köy 4 gelin aldı: Diğer köyler birden fazla almadı. 2 kız Kayseri yakınındaki bir köye gitti. Babaları onların evlerini
Kayseri'de yapmağa kalkmıştı. 1 kız Kayseri civarında 50 km. mesafedeki
bir köye gitti. Diğer hiç bir kız beş saatlik mesafeden daha uzağa gitmedi.
Kalın'ın hazırlanması: Kızlardan biri seçilir. Oğlan tarafının kadınları kızın ailesini teftiş için ziyaret ederler. Eğer beğenirlerse, baba kendi
köylerinin üç muhterem ağası veya efendisini beraber alır, kızın babasını
ziyarete gelir. Bu ziyaret bir gün veya iki gün hususi bir misafirperverlikle karşılanır. Birinci seferde kalınmıyacak olursa tekrar edilir. Köyün
içinde bir komşuya yapılan böyle bir ziyaret merasimsizdir. Gündelik hayata göre cereyan eder. «Adviser» ler tarafları memnun etmiye çalışırlar.
Kızın babası umumiyetle kendi verebileceği ve düğünde yapabilceği şeyleri söyler. Bu ziyarete «düngür» ve «dünür» denir. Bir mihr kararlaştırı-
lırsa, paranın ilk yarısı önce verilir: Ve ziyaret eden akraba, kızın en küçük erkek kardeşine, yahut
NUR
5
ye e
kat evlenme rabıtaları kuvvetlidir. Çünkü köylüler biribirlerine bağlıdırlar. Köyün dışından gelen 83 gelinden üç tanesi birinci veya ikinci amca
Pe
biliyorum. Fa-
*
Tr
lin istenir, Sakaltutan'da bu nesil içinde 125 evlenme olmuştur. Yalnız bun-
lardan bir kısmı iki nesil evveline âittir.
Bu listede 14 gelin köylüdür. Bildiğime göre, bunlardan 13 i babasının
kardeşinin oğullarile evlenmiştir. 3 tanesi de anasının kardeşinin oğulla(7): 38 vakada sıkı bir rabıta kurulduğunu
7
döndtüklerinden
lara başvurulur. Nihayet, hattâ komşu köylere de müracaat edilir. İhtimâl
rile evlenmiştir
il
KARARI
Evlenme yaşı: Kızlar 16 yaşından önce kanunen
evlenemezler, 16-13
yaşları arası evlenme için en elverişli olan yaştır. Oğlan çocuklar umumi.
yetle askerlik hizmetlerini yaptıktan sonra evlenirler. Fakat, yalnız birisi. /
nin 16 yaşında nişanlandığını biliyorum ki, 18 yaşına kadar iki sene bek.
lemiştir. Bir tane de 14 yaşında bir oğlan çocuk amcasının 30 yaşındaki dul
birçok deneme ziyaretleri yapılır. Delikanlının namzet kızı ziyarette veya
sokakta görerek beğenmesi, ailesinin de bu beğenilen kızı istemesi hali de
vakidir, fakat, nispeten azdır. Ondan sonra ımihr ve kalın tâyin edilerek ge-
1
224
makla beraber eskiden kalma yalnız bâzı zenginler ve büyük aileler bunu
tatbik ederlermiş.
Gelinin seçilmesi: Hayat arkadaşının seçilmesi işi tereddütsüz ana ba.
28
Üç saat veya daha fazla mesafeden evlenenler
mie) dince caiz sayılır. Fakat yaygın değildir. Medeni nikâh buna mânj ol.
banın mesuliyetine bırakılmıştır. Teşebbüs evlenecek delikanlının babası
tarafından yapılır. Baba ilk defa kendi erkek kardeşine, oğlu için bir gelin
bulmasını söyler. Sonra da kardeşinin karısını bu işe memur eder, Daha
sonra da diğer alâkalılara haber verir. Bir müddet geçince, yakın komşu-
18
21
16
Diğer köylerden evlenenler
lenmeden birkaç ay önce nişan yapılır (5). Çok karı ile evlenme (Polyga,
köylerine ve işleri başına
140
Takriben bir saatlik mesafeden evlenenler
Takriben iki saatlik mesafeden evlenenler
Veya |
arasında evlenme çok yakındır. Bütün gelinler kendi köylerinden
yakın köylerden gelirler. Çocukluk zamanından beri sürüp giden bâz, te
miyetlere mahsus nişanlılık şeklini (betrolhal) bilmezler. Umumiyetle ey
gelmiş olurlar. Umumiyetle
biraz sonra evlenmiş olurlar.
Sakaltutan'ın içinden evlenenler
İki yakın köyden evlenenler (30 mins)
(yahut yerleştikleri ev) «patrilocal» dir. Dayı çocukları ve amca çoc
zevcesile evlenmiştir (6). Diğer vaziyetlerde bâzı gençler askerlik hizmet.
lerini yaptıktan üç sene sonra evlenirler ki, bu suretle 22 veya 23 yaşına
191
çocuğu ile evlenmiştir. 7 tanesi de atlama suretile (cross) teyze oğullarile
gelebilir. Bu yolu katedenlerin mühim bir kısmı yaya olarak, bir kısmı d
eşeklerle seyahat ederler.
Sakaltutan'da evlenme: Umumi tasvir. — Sakaltutan'da evlen,
Anadolu'nun her Müslüman köy cemaatinde hâkim olan kaide ve Selene,
lere tâbidir. Evlenme ana ve baba (yakın akraba) tarafından tanzim edi,
lir. Erkek ve kız çocuklar pek küçük yaşta evlenirler.
DÜŞÜNCESİ
başka
bir
kimseye
üzerinde geniş
beyaz
«kerchief» olan bir yüzük verirler, fakat, bilhassa kızın ana ve babasına
vermezler. Ziyaretçiler gider gitmez yüzük alınır ve kıza verilir.
Gelinin değeri: Bir zevcenin normal bahası nedir sualine umumiyetle
verilen cevap şudur: 500 Türk lirasından 1000 Türk lirasına kadar verilir
(devaluation'dan önce bu 60-120 İngiliz
lirası idi). Bir köylü için bu çok
mühim bir meblâğ teşkil eder. Sakaltutan'da bunun bazan 300-500 Türk
lirası arasında da değiştiğini gördüm. Bir vaziyette oğlanın babası 300 lirayı peşin olarak verdi ve kızın babası sonra 700 lirayı bekledi Komşu bir
köyden daha zengin bir köye gelin giden bir kız için 750 Türk lirası verilmişti.
— Devam
edecek —
TÜRK
193
DÜŞÜNCESİ
Saadet ile nedim olalı peder Han'a
NEF'İNİN
YERME
VE
Ne mercimek görür oldu gözüm ne tarhana
TIBabam saadetle Han'a nedim olalı, gözüm ne mercimek, ne tar—
hana görür oldul
doğaklı bu parçada: «Peder değil bu belâ-yi siyehdir başıma» dedikten
sonra şu beyitleri yazar:
Benim züğürtlük ile ellerim taşaltında
Müzahrafatın o dürr ü güher satar Han'a
Ben ıstırab ile bunda sema'a girmede ol
Dü beyt okur neğamat ile def çalar Han'a
HÜNER;
SÖVMEDEKİ
Abdülkadir KARAHAN
Ölümünün yıldönümünde «Kaza okları» nişancısı olarak:
Din-ahlâk konusunda fazlaca ağır başlı, sert ve geleneklere sıkı sıkıya :
O demde kim peder-i nâ-bekâr-ı sifle-nihad
Beni garib koyub oldu hem-sefer Han'a
bağlı bir adam, bir püriten (puritain), sırası düştüğü, gerektiği zaman bile
kendini yermek ve sövmek zevkinden alıkoymak ister. Böyleleri için, hak.
sızlığa uğranıldığı ve gönül öç alma heyecanile çırpındığı anlarda dah;
edebe aykırıdır diye, eloğlunu çekiştirmek, taşlamak yasaktır. Fakat p..
yatla kitap, sözle iş, hayalle gerçek arasındaki uçurumu bilenlerce, hele
bizde, ömrü boyunca küfürden sakınmış evliya aramanın boşuna olacağı
da inkâr olunamaz. *
Ara sıra olsun kıvamı gelince, hakkedeni hicvetmek ruhu yelpazeler
zulma başkaldırma sezgisini perkiştirir, hattâ sanat duygu ve heyecanının
gelişip serpilmesine de yararlı olabilir. İnsan varlığının kendinden koparı.
lıp atılamıyacak, bir bakıma alışkanlıktan çok bir içgüdü özelliği de gös.
teren
niteliklerinden olan küfürbazlığın da bir hünerli
tarafı, bir sanat.
cephesi vardır. Türk edebiyatında bunu en dokunaklı, en serbest, en sun.
turlu ve en akla hayale gelmez deyimlerle ifadelendiren, başaran sanatkâr;
Erzurumlu Ömer Nef'i'dir. Ölümünün 319, yıldönümü dolayısile bir canlı
derneğimizin anma töreni tertiplediği şu günlerde, biz de, bu yazımızı şairin orta malı olmuş, fakat hemen hiç işlenmemiş bulunan hicivciliğine
ayırdık. Aslında bu konu, basın yoluyla işlenen hakaret ve sövme suçları
için hazırlanmakta olan yeni kanun tasarısı yönünden de, aktüel bir karakter taşımaktadır. Böylece eski edebiyatımızda
yergi
türünün
bir örneği
görülmüş ve küfürün sanatkâr kalemlerde aldığı renkli bir şekil temaşa
edilmiş olur.
ie
Nef'nin -Türkçe Divan'ında da serpintileri bulunmakla beraber- asıl
satirleri Siham-ı Kaza (Kaza okları) adlı yazma şiir mecmuasında
toplanmıştır. Şimdiye kadar ciddi bir incelemeyle ele alınmış
olmadığı
için F. Babinger gibi tanınmış müsteşrikler arasında ve üç yabancı dilde
çıkan İslâm Ansiklopedisi misali ilmi eserlerde bunu,
Türkçe
Divan ile
karıştıranlar bile vardır.
Nef'i, yergilerinde babasından başlamıştır. Genç yaşta ve daha doğum
yerinde bulunduğu sırada, Kırım'a gidip Kırım Hanı'na nedim olan babâ-
“sı hakkında yazdığı bir manzume dikkatimizi, onun taşlama
gücü üzerinde toplar:
alanındaki
!
İki kasid okumuşdu ekâbiri cer içün
,
Anınla doldu yine şehr içinde her hane
benim ellerim taşaltında; o ise kendi
IZüğürtlükle
i
Han'a
inci ve cevher
diye
satıyor.
Ben
burada
süprüntülerini
aıstıran ile kıvranıyorum;
o ise Han'a tef çalarak nağmeler ile dübeyt okuyor... Serseri ve aşağılık
babam, beni kimsesiz bırakın Han ile sefere çıkınca, büyükleri sızdırmak
için iki kaside okumuştu; şehir içinde her ev yine onunla doldul.
Sövmeye
babasından
başlıyan
bir sanatkâr,
elbette
başkalarına
rah-
met okuyacak değildir. Esasen kendisi de, I. Sultan Ahmed'e sunduğu bir
kasidesinde:
Ol safder-i düşmen-küş-i nazmım ki hususâ
Şemşir-i zebanımdan ehibbâ hazer eyler
(Ben nazım
alanında öyle düsman
öldüren
tikle dilimin kılıçından dostlarım bile ürkerl
demekle ve bir taşlamasında;
bir kahramanım
ki: özel
Kahbe hicvine tenezzül mü ederdim ammâ |
Bir kaza ile bu da tab'ıma çesban düşdü
IBen kahveyi (Geredeli sair Nigâr) taşlamaya tenezzül etmezdim,
ama neylim ki, kastum olmaksızın, bu da tabiatıma uugun düştül
mısralarını kaleme almakla, yaratılışında başkasına sövüp sayma meyli olduğunu açıkçâ belirtmiş oluyor. Böyle bir insan, hele Erzurum'un mert ve
sert ikliminde yetişince ve bir az da anarşist ruhlu olunca, elbette, küfürbazlıkta üstad olacaktır.
,
,
i
,
Devlet büyükleri arasında Nef'i'nin en çok yerdikleri, taşladıkları şunlardır: Gürcü Mehmed Paşa, Kemankeş Ali Paşa, Ekmekçi-zade Ahmed
Paşa, Baki Paşa, Hafız Ahmed Paşa, Halil Paşa v.s. Şair her zaman çok
ağır kelimelerle sövmez. Her mısrada hakaret okları ile hasmın canevine
nişan almaz. Öyle kıt'aları olmuştur ki, bu sayede Nef'i'nin kehanetine bile inanılmıştır. Söz gelimi Baki Paşa'ya dair yazılan bu kıt'a bunlardandır:
Yok mu insafın eyâ Baki-ip...
Koy a hırsızlığı bir pare kanaat eyle
*
194
DÜŞÜNCESİ
TÜRK
Idun
yine
iii yeli
TÜRK
hâlâ sefere defterdar
varmağa himmet eyle
den daha da kötüdürler.
LEy namussuz Baki, hırsızlığı bırakıp azıcık kanaatkâr olsana, hiç iy
Gerçekten, İstikamet Efendi'nin ölümü ile yerine geçirilen Baki Paşa
Ve sözgelimi Faizi, Riyazi, Nevi-zade, Vahdeti
gibi şöhretli kimselerin kalem meyvalarıdırlar. Bu bakımdan «El-bâdi az-
lam: - başlıyan daha zalimdir» deyimine göre, ilk saldırganı, kıyıcıyı bul-
insafın yok? İşte önünde sonunda ordu dejterdarı da oldun, senden Önceky |
defterdar İstikamet Efendi yolunda yürümeğe çalışl
196
DÜŞÜNCESİ
|
da, az sonra o yola gitmiş, ölmüştür."
Şairimiz kızdırılmadıkça, haksızlıklara uğramadıkça, yahut yerily, |
büz
dikçe başkasına küfreder miydi? Açıkça bir şey söylenemez. Yalnız
almak için,
belgeler, onun, çoğu zaman karşılaştığı bir yersiz olayın öcünü
belâ okları yağdırdığını göstermektedir. Sözgelimi, Siham-ı kaza'da Güreğ
Mehmed Paşa, ağza alınmıyacak küfürlerle iki kasidede rezil, rüsva edil, |
|
mak elde değildir. Yalnız eserlerinin karakteristiğinde «övmek, övünmek
ve sövmekn kavramlarının geniş rol oynadığı hesaba katılırsa, sataşma ve
küfürlerin ilkin Nef'i tarafından geldiğini düşünmek, gerçeğe daha uygun
gözükür.
Sırası gelmişken bir noktaya daha ilişmekte yersizlik yoktur: Hicvin
her zaman ve her yerde suç olduğu iddiası fazlaca bönlük olur. Bu yolda
da «zaruretlerin mahzurları mubah» kılabileceğinin kabulüne engel sebepler aşılmaz değildir. Ebüzziya Tevfik'in şu sözlerindeki gerçek payı azım-
iktidarın
sanmamak gerekir: «Hiciv erbab-ı
bir
takım
kadr-sikeştan-ı
dediğine göre, yerilen biraz da bunu hak etmiş demek olur. Sonra IV, Mu.
dehre karşı bir nevi silâh-ı müdafaasıdır. Vakıa mezmumdur. Fakat zehir
dahi hadd-ı zatında mühlik olmakla beraber bâzı ilele karşı deva-yi âcildir.
Binaen aleyh Nef'i, muasırininden bâzı ekâbire kadar birçok zevatı hicv
etmiş ise onların ef'al veya akvalı mecburiyet verdiği içindir».
Herkes kötülüğü iyilikle veya sükütla karşılamak zorunda sayılamaz.
Sonra kötülüğü kötülükle karşılamak hem insanların hakkıdır, hem de bir-
istediklerinden yaka silker:
rahim iyilikçiliği istenemez.
miştir. Ama bunlardan birinde:
Üçüncü def'adır bu Hak belâsın vere mel'unun
,
Ki yok yere beni azletti olmuşken senâhânı
(Kendisini övmekte bulunmuş olmama rağmen, üçüncü defadır yı
beni işimden çıkardı, Allah, bu mel'unun belâsım versin)
“ rad'a yazdığı bir kasidede, bâzı kıskançların onu nasıl gözden düşürmek
Dergehinde bir dilim nânı bana çok gördüler
Uydular ulaştılar bir kaç kilâb-ı rüzgâr
(Dünyanın bir kaç köpeği uydular ulaştılar, senin dergâhında bir
dilim ekmeği bana çok gördüler)
Bunlara, o çağlarda hiciv edebiyatının pek yaygın olduğu,
şimdi de
yer yer rasladığımız gibi birbirlerine kızanların, gazete yerine elden ele
dolaşan kâğıt parçaları ile ağız dolusu sövdükleri ve bu bakımdan Nef'i'nin
azıcık da modaya uyduğu, ancak çağdaşlarından fazlaca ileriye gittiği v.s.
gibi noktalar eklenirse, şairin küfürbazlığındaki
|
mış olur sanırız.
kusur şöylece yumuşatıl.
TTarafsızlıktan ayrılmamış olmak için şunu da söylemek gerek: Nef'i
iyi bilir.
yermesini, taşlamasını, sövmesini ustalıkla yapmayı»pek
deyimgelmedik
hayâle
akla
gösterir;
üstünlük
bir
eşsiz
Küfürlerinde
ler, kavramlar, kelimeler bulur. Yıldırımlar yağdırmakta, şimşekler çakmakta beklenmez bir belâdır. Ama haylı zaman da şahıs hürriyetine tecavüzün örneği hâlini alır; kabalaşır, bayağı düpedüz söver; hattâ sanata
ve yandan hücuma aldırmadan tam cepheden ve en ağır, en ağza alınmaz
sözler de kullanır. İşte bunlar, onun sanat “ gücünü
Nef'i'nin en çok sataştığı kimseler çağdaşı sanatkârların tanınmışları-
dır. Bunlardan belli başlılarının yalnız adlarını buraya geçirirsek, problemin kimlere kadar uzandığı daha kolayca göze çarpar:
Haleti,
engeller,
şiirlerinin,
gökten yere pervanesi üstüne düşen bir uçak görünümü almasına sebep
olur. Bununla beraber o, eski edebiyatımızın en gür sesli, en atak, en ta-
ze-ateş dilli ve en mağrur bir şairi olarak kalacaktır. Eserlerine akseden
feveranlı,
?
0.
Nev'i-zade Atayi, Veysi, Itri, Kaf-zade Faizi, Riyazi, Azmi-zade
çok kötülükleri önleyici tesirli bir tedbirdir. Herkesten Eyyub sabrı ve İb-
taşkın, sert ve kararsız tabiatıdır.
Bütün
hüviyetinin
bedii bir
ihtirasla sarıldığını sezdiğimiz bu sanatkârımız, yüksek izzet-i nefsinin
yaralanmasına asla tahammül edemez. Ve görüşümüze göre, Siham-ı ka.
za'nın gök gürültüleri, bu isyanın ifadesini taşırlar.
$
sc
Gani-zade Nadiri, Ruhi, Kanii, Geredeli Nigâr, Meşrebi, Mantıki, Fırsati,
Bahsi, Nihali, Vahdeti v.s.
Okuyucuyu, yalnız kendi düşüncelerimizle değil, bizzat şairle de karşılaştırmayı, bu yazımızın sonunda faydalı gördüğümüz için, buraya
'
Nef'i'nin bir kaç satirlik kıt'asını almakla yetineceğiz:
da iş bazan ima, kinaye sınırlarını aşıp çeşitli tahkir, küfür ve terzil uçurumunda sona erer, Nefes alınmadan, ardarda yerilen, taşlanan bu tanıdık-
Kısmet deyu Ekmekçi gibi zalim u dünun
Çaldın nice bin altununu ey Deli Yâhya ,
Şairin, çoğu dostları olan bu tanınmış sanat adamlarına sataşmaların-
larının da rahat durdukları söylenemez. Gözden geçirdiğimiz yazma metmualarda, Nef'i aleyhinde çağdaşlarından bir kaçının
söyledikleri öy»
le hicivlere raslamış bulunuyoruz ki, Siham-ı kaza'daki en bayağı satirler-
İslâma düşer mi bu tama' böyle vebali
Sağ olsa kabul etmez idi Şapkalı Yahya
196
TÜRK DÜŞÜNCESİ
gibi BE zalim
"(Kısmet diyerek Ekmekçi (Ahmed Paşa)
e v o
Deli Yahya. Bu gözü A
nice bin. altınını çaldın ey
üstü
i
ve alçağı,
eğe Yak,
olsaydı, böyle vebal
şır mı? Şapkali Yahya sağ
dj
n
Fırsati sen bu semti bilmezsicenk
yere
Eyleme gel bizimle yok
madın
Sana kaç kerre dedim anla venk
peze
a
tir
Sözde mazmun gerek
boşuna cenkleşme. Sana
(Fırsati, sen bu yolu bilmezsin, gel bizimle
dır|.
sözde mazmun
kaç defa söyledim, anlamadın; & pezevenk,
lâzım
olmaktan uzaktır.
Bu yukarıki parçalar en saldırganlar, en kıyıcılar
yazan da, ba.
i
Nef'i'nin öyle manzumeleri vardır ki, bunlardan bir beytin
. Fakat her nedenş, .
san da, bugünkü mevzuata göre hapishaneyi boylar
eski yüzyıllarda bu türlü şiirlerin padişaha ve sadrazam gibi müsteşpg
büyüklere tevcihi bir tarafa bırakılacak olursa, yazanına zarar getirdiği
pek de raslanılan olaylardan sayılmaz. Bu nokta üzerinde hukukçular va
edebiyat tarihçileri durabilirler,
FO
SA
'
Fuat GEDİK
Emsâlsiz şaire Safo, Milâddan
Adası) Eros şehrinde doğdu. Dünyaya
önce 612 yılında Lesbos'da (Midilli
gözlerini açtığı sırada Roma henüz
hiçbir önemi olmıyan küçücük bir site idi. Sayrus, İran İmparatorluğu'nu
kurmıya başlamıştı. Safo, Atina'da Solon'la, Hindistan'da Buda ile, Lidya'
da meşhur Kresus'un babası Kıral Alyates'le çağdaştır. Safo, 595 de, henüz
onyedi yaşında şiire başlar, 591 de, yirmibir yaşında Midilli'den nefyedilir,
552 de ellibeş yaşında kendi kendisini öldürmek suretile hayata veda eder.
Eflâtun'un «onuncu ilham: perisi» diye adlandırdığı emsâlsiz şaire daha kendi çağında başta Solon olmak üzere, o çağın bellibaşlı bütün şahsiyetlerini teshir etmiş, şöhretin 'son mertebesine ulasmış, Midilli (Lesbos)
onunla övünmüş,
basmıştır.
onu bir kahraman
,
addetmiş,
paralarına
resmini
onun
Homer'den tam üçbuçuk yüzyıl sonra Grek dünyasına kendisini ve sanatını kabul ettiren şaire Safo bugün bize yalnız birkaç kırıntısı kalan
harikulâde lirik şiirlerile değil, aynı zamanda
teması ile meşhurdur.
Tipi hakkında
kendi
cinsindeki
kimselerle
açık bir fikir sahibi değiliz. Bize hiçbir resmi
gelme-
miştir. Fakat herhalde her erkeğin hoşuna gidebilecek bir güzelliğe sahip
değildi. Zira bir söylentiye göre çirkindi; gözler ve saçlar fazla siyah, ten
fazla esmer.
Buna rağmen kaderin harikulâde şeyler için yaratmış olduğu kadın-
lardan biri idi ve birincisi oldu. Sokrat ona «Güzel» dedi, «Venüs'le Eros'un
kızı», «Apollon'un arkadaşı», «Onuncu müz» unvanlarını aldı ve ölümünden sonra da Afroditle birleştirildi, büsbütün metamorfozlastı.
Şair Baudelaire sıcak ve şehvetli geceler toprağı Midilli'ye kendi vücudlarına âşık çukur gözlü genç kızlar beldesi Lesbos'a yazdığı şiirde âşık
ve şaire, erkek Safo'yu kederli solgun yüzü ile Venüs'den daha güzel bulur.
Paul Verlaine de ona «çukur gözlü, sert göğüslü, çılgın kadın» der.
Safo'nun cinsi sahadaki anormal çizgisine gelince: Bugünkü ahlâk an-
layışımıza göre o, ahlâklı bir kadın değildi. «Estetik bir duygu ve hoşa gi”
den fizyolojik bir vasfın karşılıklı takdir ve tebcili» diye tarif edilen «Lesbiyen aşk» Safo'nun adını almakla beraber bittabi onun tarafından icad
edilmiş değildir. Safo, belki biraz da genç kızlık baharını idrak ettiği çağ-
Tarda genç erkeklerden tamamen
mahrum bir memlekette,
münhasıran
kadınlardan ibaret bir muhitte yaşamış olması neticesi «Lesbiyen» olmuştur. Zira o tarihlerde Lesbos'ile Atina harp halindedir, bütün Midillili deikanlılar harbe gitmiştir ve cepheden dönen erkekleri de Safo, nahif yaratılışı ile belki biraz fazla kaba bulmuştur.
DÜŞÜNCESİ
TÜRK
198
Esasen Grek dünyasında
TÜRK
«adını söylemiye cesaret edemiyen aşk» nor.
mal bir sevişme tarzı idi. O çağda, cinsi hayat üzerine hiçbir tül atılmış ge.
ğildi. Korent aşk işlerinde usta fahişelerile övünür; yalnız yatan adam,
akılsız gözü ile bakılırdı. O militarist İsparta'da bile çocuğundan memnup
lacak adamı seçmek hakkını haizdi. iç.
109
DÜŞÜNCESİ
-çok şiirler'yazıldı. Pierre Louys, «mine çiçekleri üzerinde beyhude geçen
gaatlerle birbirlerini teshir eden Allah'ın kızları» ndan bahseder.
Baudelaire'in Lebos ve bilhâssa“Delphine et Hyppolite adlı şiirlerinde
«adını söylemiye cesaret edemiyen aşk» ın en latif çizgileri canlanır. Paul
Verlaine'in Parallâment'ında Lesbiyen aşkı tahattür ettiren amber koku-
partalı kadınlar kocalarını değiştirebilir ve aşk işlerinde maharet kazan.
lu mısralar vardır. İngiliz şairi A. C, Swinburne'un
siyette olduğu münasebetlerde de bulunmak hakkını haizdiler.
Dini ve milli törenlere Ispartalı erkekler erkek âşıkları ile genç kızlar
da çırılçıplak bir vaziyette iştirâk ederlerdi.
bir kaidesi igi,
surette eriyordu. Fakat hiçbirisi Onuncu müz kadar ateşli yazamadı, ateşli
re zevk hakkında filozofça olmaktan ziyade âmiyane bir fikir sahibiydi,
Safo'nun her kelimesinde hususi ve yanılmaz bir rayiha, mutlak bir mü-
bulu.
mak için kocalarından başka üç dört erkekle de cinsi münasebette
nabilirlerdi. Plutarch'a göre, bütün bunlara ilâveten iki tarafın da aynı cip.
Homosexualitâ Grek cinsiyet
hayatının adeta umumi
Anactoria'sı da Sap-
phics'leri de birer harikadır. Safo'dan yalnız şairler değil ressamlar, heykeltraşlar da ilham almış, onun çeşidli resim ve büstlerini yapmışlardı.
Kanvaslarda, Gautier'nin bir tabirile Safo'nun mermer kar beyazlıkları,
Corröge'in yarı aydınlığında uyuyan Antiyop'un vücudu gibi âşıkane bir
Yunan'ın yedi akıllı adamından biri olan meşhur Solon bile, Plutarch'a gö-
çizemedi, ateşli yaratamadı.
J. Addington: «Dünyanın bütün edebiyatlarındaki
erkek ve kadınlara aşk şürleri yazardı; Psistratis adındaki küçük yeğenine
âşıktı; bu da sonraları Charmos adında bir gence âşık olacaktır.
Midilli ise Lesbiyen aşk için yaratılmış bir ada idi adeta. Safo'nun
etrafını çeviren genç kız ve kadınların hemen hepsi Lesbiyen'dir. Leşboslu Safo adındaki mükemmel eserinde Weighall, Midilli'ye bundan iki
yüz sene evvel giden Tournefort adındaki bir muharririn Midilli kadınla-
kemmeliyet,
dar çıplak dolaştıklarını, elbiselerinin ekseriya göğüslerini örtmediğini an-
ondan ele geçen amber kokulu cümleler:
«Soğuk suyun kenarındaki elma dalları arasında rüzgâr
ve hafif hafif sallanan yapraklardan uyku akıyor».
rında hicaptan pek eser görmediğini, İslâm idaresine rağmen bellerine kaJattığını kaydeder. Diğer bir muharrir de Midilli'de kadınların tarlalarda
çalıştığını, ata binerek ava gittiğini, erkeklerin ise evde yün eğirmekle vakit geçirdiklerini söylemiştir. İşte eski münekkidlerin şairlere değil mito-
lojideki müclere kıyas ettiği, Afrodit'le Eros'un kızı, Apollon'nun arkadaşı,
Onuncu müz, Güzel Safo böyle-bir yerde dünyaya geldi.
Ondokuz yaşında, Lebos diktatörü Mirsilos aleyhine Alkaios ve arkadaşları tarafından tertip edilen bir suikasta adı karışır ve bunlarla birlikte
yakalanarak Pyrrha kasabasına sürgün edilir.
İkinci defa da Pittakos aleyhine yapılan bir. komploya adı karışarak
yirmibir yaşında Midilli'den sürülür, Belki Pittakos'un emrile belki de Ko-
rent'de yapılan bir tavsiye üzerine Sicilya'da o zaman bir Korent kolonisi
olan Siraküze'ye gider. Bir müddet sonra huzuru evlilikte arar,
Kerkolas
adında zengin bir tüccarla evlenir, bu adamdan Kelis adında bir kızı dünyaya gelir. Dikkate değer taraf Lesbiyen şairenin kocasını ve çocuğunu
sevmiş olmasıdır. Mahaza evliliği zamanında;
«— Genç kızlığımı arıyorum galiba» demiştir.
Safo'nun Siraküze'de ne kadar müddet kalmış olduğu bilinmiyor. Yal-
“> di a
dorlin ei
$
e
n
e
ve kocasını da çok geçmeden kaybetyl
s'da karşılaştığımız zaman etrafını geniş bir
kuşatmış olduğunu görürüz. Kalb arkadaşları mânasına
gelen «Hataeraes sında muhtelif belde ve iklimlerin kadınları vardır
Safo'nun eseri bilhassa bu Atis için yazılan hararetli lirik şiirler yüki kilise tarafından Milâddan sonra 380 veya diğer bie takın
zündendir
göre de 1073 de yakıldı.
O tarihten sonr
aç
a Lesbiyen
Bizeiiliniine
biraşk ğerhakkında
şairlerden
yalnız
taklid edilmez bir letafet vardır.» der.
Bu neticeye münekkidler rastgele ele geçmiş bulunan natamam birkaç
şiir, birkaç mısra ve mesut bir tesadüf eseri bir papirüsteki lirik şiirle
düşünce-
ulaştılar. Ya bütün bir eser bize erişebilmiş olsa idi hakkındaki
miz ne olacaktı?
Safo konuştu mu hakikaten mitolojinin dokuz müzü de susabilir. İşte
«Dalların
ucunda,
dalların
tâ ucunda
kızaran
safran
hışırdıyor
elma,
toplayı-
cının unuttuğu, hayır, unutmak değil, yetişip de koparamadığı elma...»
Genç kızlık, genç kızlık, benden nereye gittin»
«Altın pantuflalı şafak...... >
«Seni yumusak
yastıklar
üzerine
«Yeni yastıklarda yatacaksın.»
«Sudan daha lâtif...»
«Gül topuklu lâtif kızlar...»
Aksam
koyup
dinlendireceğim.»
yıldızı,
Plutarch'a göre: «Safo hakikaten müzler arasında sayılmıya lâyıktır.
.
Akşam yıldızına der ki:
u— Oh aksam yıldızı, sen şen şafağın dağıttığı herşey getirirsin sürüleri getirirsin, keçileri getirirsin, çocuğu evine, anasına getirirsin...»
«Ben nedamet eden insan değilim, kalbim çocuk kalbi gibidir.»
u— Aşk toprakla gökyüzünün sevgili gayri meşru çocuğudur.»
«Aşk, köylüyü bile şair yapar.»
uÖlüm bir felâkettir. Allahlar böyle zannediyor, yoksa ölürlerdi.»
Atis ile tanıştığı zaman otuzuna yaklaşmıştı. İlk karşılaştıkları vakit
Atis küçük bir çocuktur:
«— Ben seni çok sevdim. Ben henüz genç kızlığımın baharını yaşıyordum ve sen bana küçücük çirkin bir çocuk gibi göründün...»
Sonra kendisi tarafından şiir haline sokulan şu mektup:
20
TÜRK. DÜŞÜNCESİ
için kalk artık,
5 © «Yemin ederim ki seni sevmiyeceğim artık. Hatparaz
sevgili vücudünü yataktan kurtar, su kenarındaki bee
ziyen geceliğini çıkar ve yıkan. Dolaptan safran reng? bu
elbiseni getir, mantonu giy -Başmı bir çiçek çelengile
m
çıldırtan, güzelliğinle güzellenerek gel.vi
©
ben,
7 ETguvay,
taçla ve bey;
Plutarch'a göre: — Safo hakikaten müzler arasında sayılmıya lâyıktır.
Romalılar Volkan'ın oğlu Kaküs'ün ağzından alev ve ateş çıktığını söyler;
i mah.
Safo'nun da ağzından alevlerle karışık kelimeler dökülüyor, kalbin
veden ateş dışarı çıkıyordu.»
Safo'nun 580 de Samos'a gittiği de rivayet
bir erkek kendisine evlenme teklif eder:
«— Eğer göğüslerim hâlâ emzirebilmiye, rahmim çocuk doğurmıya
şim.
muktedir olsaydı zifaf yatağına titriyen ayaklarla gitmezdim! Fakat
diden yaş, cildimde birçok buruşukluklar yaptı ve aşk artık bana ıstırap
hediye etmeden gelmiyor...»
.— Beni seviyorsan kendine daha genç bir yatak arkadaşı bul. Çünkü
ben genç bir adamla evlenmiye tahammül edemem, fazla yaşlıyım.»
Bu tarihlerde Safo, daha normal bir kadın olarak karşımıza çıkar. Midilli sahillerinde gemiciler, balıkçılarla konuşur ve bu arada Phaon adındaki genç gemiciye âşık olur. Phaon rivayete göre, Midilli'deki bütün ka.
dınları çıldırtacak bir güzelliktedir ve Safo'nun karşısına en kritik anında
çıkmıstır.
«Apollo'nun arkadaşlı nın, «Onuncu müz» ün, «Venüs'le Eros'un kızı.
nın hayranları zarif ve ince Safo'nun alelâde bir gemiciyi sevebileceğine
inanmamış, Phaon'la sevişen Safo'nun ayni isimde diğer bir kadın olabileceğini ileri sürmüşlerdir.
Fakat Arthur Weighall Phaon'a âşık olan kadının şaire Safo oldu- ."
hayatını
ğunu mükemmel bir surette isbat eder. Bir lejanda göre Phaon
semisile
geçilirdi.
Bir gün ihtiyar bir kadın kıyafetine giren Afrodit'i diğer sahile geçirdi ve
karşılığında ücret almadı. Afrodit de bundan pek memnun kalarak onu degıştirdi, gençleştirdi ve güzelleştirdi.
Fakat Phaon çok geçmeden belki de Safo için daha hayırlı olacağı dü-
şüncesile bir gün haber vermeden Midilli'yi terk eder. Safo, bunu duyun-
ca çılgına döner. O da onun arkasından gitmeğe karar verir, Esasen kendisini Lesbos'a bağlıyan tek bir bağ kalmamıştır. Arkadaşları gitmiştir,
kardeşinden nefret etmektedir, Kelis koskocaman bir kadın olmuştur. O
da bir gemiye binerek Phaon'un arkasından gider, evvelâ Korent'e, oradan
da Siraküze'ye doğru yol alır. Korfu adasına beş millik bir mesafede
SÖYLÜYORUM
Çocukluk gözyaşile ıslanmış söylüyorum.
Yaraları kapanmış, uslanmış, söylüyorum.
Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum.
Söyletmeyin kötüyü el atıp da kutuya
Emanet ediyorum her sırrı bir martıya,
Kanım gizli bir yerden karışıyor batıya,
Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum.
Bir yanda minarenin onbeşi, sülün sülün,
Bir yanda bir tek selvi, kimbilir hangi sürgün,
Bir yanda baygın deniz, bir yanda yaralı gün;
Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum.
Ey ruh, kaburga değil, kubbedir senin hizan,
Hadi fırla göğsümden, omzuma bas da uzan:
Minareden bir meyva gibi sarkıyor ezan;
Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum.
Kendim de fark etmeden Cerrahpaşada yattım,
Göğsümde vuran şeyi zaman zaman tıkattım,
Bugün, en son, «çektiğim yeter» dedim, çıkarttım,
Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum.
Kubbeler tepelerle konuşuyor yürekten,
Su altından levendler geçiyor yüzerekten,
Söylenmedik ne kalmış, ne çıkar söylemekten.
Cerrahpaşa taşına yaslanmış söylüyorum.
Lö-
kas adası açıklarına geldiği zaman birden Phaon'u bulmak fikrinden vaz
geçer. Bu adanın cenup ucunda denizden ansızın muazzam beyaz bir duvar gibi göklere yükselen kayalıklar belki de onu bu düşüncesinden vaz
geçirmiştir. Adada iner, Lökas kayalıklarına çıkar ve kendisini aşağıdaki
mavi sulara atarak hayatına son verir,
YASLANMIŞ
TAŞINA
Keyfimin mahzeninde paslanmış söylüyorum.
edilir. Bu sıra
bir kayıkla denizde kazanan bir adamdır. Deniz onun
CERRAHPAŞA
Behçet Kemal
n
ÇAĞLAR