1
Fransa’da ve Türkiye’de Üniter Devlet Sorunu
Baskın Oran
Kavramlar
Türkiye‟de birileri hep aynı şeymiş gibi sunmaya çalışıyor, ama Üniter Devlet ile Ulus-devlet
çok farklı kavramlar. Üniter Devlet‟in anlamı basit: Federal olmayan devlet türü. Yani, anayasal
olarak egemenliği federe devletlerle (eyaletlerle) paylaşmayan merkezî bir otorite. Merkezde
yaptığı yasaları ülkenin her köşesinde uyguluyor. Ama Üniter Devlet çağdaş dünyada otoriter bir
tutum izliyorsa (Türkiye gibi), “milletin bölünmez birlik ve beraberliği”ne zarar verebilir. Onun
içindir ki, ülkenin farklı köşeleri farklı kurallar talep ediyorsa, bu birliği bozmamak için, yine
merkezde yasalar yaparak bu farklılıkları tanıyor. Böylece, vatandaşlığın “zorunlu” değil
“gönüllü” yapılması sayesinde varlığını güvenle devam ettiriyor. Mesela “İngiltere” diye
andığımız ülke (Birleşik Krallık) aslında bir Üniter Devlet; ama başkent Londra dışında İskoçya,
Galler ve Kuzey İrlanda‟nın kendi kuralları, hatta parlamentoları ve hükümetleri var. Londra
bunu onlara tanımış.
Demokratik Üniter Devlet‟e bir diğer örnek, aşağıda uzun uzun anlatacağım bugünkü
Fransa. Üniter Devlet‟in mabedi kabul edilen bu ülkenin anayasası (madde 72) Fransız
topraklarında çok çeşitli etnik, dinsel, vb., kültürlerin yaşadığını kabul ediyor ve bunların kendi
özelliklerine göre nasıl yerinden yönetileceklerini anlatıyor. Bir diğer örnek, İspanya. Yine
federal olmayan bu ülkenin anayasasının 2. maddesi “Bu anayasa, İspanyol Milleti‟ni oluşturan
milliyetlerin ve bölgelerin özerkliğini ve bunların arasındaki dayanışmayı tanır ve garanti eder”
diyor. Bu, maddenin ikinci kısmı. Birinci kısmını merak ediyorsanız: “Bu anayasa, İspanyol
Milleti‟nin dağılmaz birliği, bütün İspanyolların ortak ve bölünmez ülkesi üzerine bina
edilmiştir.” Diğer yandan, federasyonun da demokratik bir düzenleme olduğu sanılmasın. SSCB
bir federasyondu ama çok merkeziyetçiydi, demokratik değildi; bu yüzden de dağıldı gitti.
Sanırım açıklığa kavuşmuştur: Üniter Devlet türü, demokrasiye engel değildir; ama,
sağlam biçimde devam edebilmesi için, ülkenin bazı yerlerinde farklı bünyelerin (alt-kimliklerin)
mevcudiyetini kabul eden zihniyette bir başkent tarafından yönetilmesi gerekir. Yani,
gerektiğinde yerel yönetimlere gerekli yetkiler tanınmalıdır. Aksi takdirde, Üniter Devlet
2
tamamen anti-demokratik olur çıkar. Bugünün dünyasında da anti-demokratik bir devletin devam
edebilmesi mümkün değildir; dağılır gider. Maalesef, bizde bazılarının “Üniter Devlet kırmızı
çizgidir” dedikleri zaman kafalarındaki model, bu farklılıkları inkâr eden anti-demokratik Üniter
Devlet türüdür. 1930‟larde kalmış bir Üniter Devlet.
Ulus-devlet ise bizde bazıları tarafından, 12 Eylül faşizminin yaptığı 1982 Anayasası‟nın
“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” hükmünü gerçekleştirecek devlet
türü diye düşünülüyor. Dahası, bu hükmü zor kullanarak gerçekleştirmek var zihinlerde. Oysa,
Azınlık Raporu‟nda (Ekim 2004) açıkça anlattığımız gibi: “„Devletin ülkesiyle bölünmez
bütünlüğü‟ son derece doğal ve tüm dünyada tartışmasız kabul edilen bir husustur. Fakat
„milletin bölünmez bütünlüğü‟ kavramı, bizlere doğal gibi gelivermekle birlikte, bir Batılıya son
derece terstir. Çünkü bu terimi kullanmak milletin tek parça (monolitik) olduğunu söylemektir
ki, milleti oluşturan çeşitli alt-kimliklerin inkârı anlamına gelir ve dolayısıyla demokrasinin
özüne karşıdır.”
Sonuçta, Fransa‟da 1950‟lerin başına kadar görülen Ulus-devlet uygulaması ile
Türkiye‟nin bugüne kadarki uygulamasından çıkan tek bir Ulus-devlet tanımı var: Ulus‟unu tek
kimlikli kabul eden ve bunu gerçekleştirmek için duruma göre asimilasyon (eritme) ve/veya
etnik/dinsel temizlik uygulayan devlet türü. Yani, rahatça demokratik olabilen Üniter Devlet‟in
aksine Ulus-devlet, alt-kimlikleri inkar etmek suretiyle demokrasiye rahatça engel olabilen bir
devlet türü.
Hatta, ayrıntı istiyorsanız, iki tür Ulus-devlet var. Her ikisi de gerçek demokrasiye engel,
ama ikinci türü “demokrasi” kelimesiyle aynı cümlede bir araya gelemeyecek kadar engel:
Birinci tür, Fransa tipi. Belli bir etnik gruba değil, belli bir kültürel yapıya asimile olunmasını
ister. (Çünkü, aynen İspanya‟da „İspanyol‟ diye bir etnik grup olmadığı gibi, Fransa‟da da
„Fransız‟ diye bir etnik grup yoktur). Homogenliği (tek tipli yapıyı) böyle sağlamaya çalışır.
Aşağıda uzun uzun anlatacağım – Fransa bu nispeten az zararlı modeli bile altmış yıldır aşama
aşama terk etti, Demokratik Devlet‟e geçti. İkinci tür, Türkiye tipi: Belli bir etnik gruba asimile
olunmasını ister. (Çünkü Türkiye‟de „Türk‟ diye bir başat etnik grup vardır). Bu tür Ulus-devlet
ırkçı olmayabilir, ama ırkçılıktan bir önceki istasyondur. Çünkü, homogenliği asimilasyonla
sağlayamazsa, ek olarak etnik hatta etno-dinsel temizlik politikasına da girişebilir. Nitekim,
aşağıda geleceğim, Türkiye Kürtlere hep asimilasyon uyguladı, Gayrimüslimlere de etnik ve
dinsel temizlik. Sonra, Kürtlerin asimile olmayacağını anlayınca, aşağıda ele alacağım gibi, işler
3
karıştı. Bu tür bir devletin Demokratik Devlet türüne geçmesi tabii ki epey sancılı olur; zaten şu
anda acıtan sancılar tamamen buradan geliyor.
İşte, bizde kimilerinin “milletin bölünmez bütünlüğü”nü koruyacak diye alkışladığı bu
Ulus-devlet, belli amaçlarla Üniter Devlet‟le aynı kaba konuyor ve demokrasinin dağılma
getireceğini düşünen bazıları huzura kavuşuveriyor. “Ulus-devlet ve Üniter devlet kırmızı
çizgidir” denmesi, dua okuyup rahatlamak gibi. Kanlı çatışmadan rant sağlayanlara sözüm yok.
Ama bu rahatlayanlar onlardan değil. Üstelik bunlar, çocukları askere gidip de gelemeyenler.
Korkuları da samimi. Fakat yılların milli eğitimi bunlara Ulus-devlet‟i ilah olarak ezberlettiği
için, böyle bir refleks geliştirmişler. Aralarında, maalesef, kendilerini hâlâ solcu diye takdim edip
sol‟u batıranlar özel yer tutuyor. Bunlar, 1960-70‟lerde kulaktan duydukları “antiemperyalizm”
kavramını bugün Batı (hatta, yabancı) düşmanlığı ve insan hakları paranoyası üretmekte
kullanıyorlar.
Tarih
Şimdi bu iki devlet türünün Fransa‟da tarih içinde nasıl oluştuğunu ve nasıl muazzam bir evrim
geçirerek bugünkü Demokratik Devlet‟e dönüştüğünü izleyelim. Tabii, Türkiye‟ye de gerekli
göndermeleri yaparak. Ulus-devlet ve Üniter Devlet‟in Batı‟daki en mümtaz örneği Fransa idi.
İdi. Bizde hep bu ülkeye gönderme yapılmasının sebebi de bu, zaten. Mesela deniyor ki Fransa
“azınlık” kavramını reddediyor, hemen seviniyoruz: “Koskoca Fransa reddederken, biz azınlık
mı yaratacağız?” Mesela deniyor ki Fransız Anayasası “Cumhuriyet‟in dili Fransızcadır” (La
langue de la République est le Français) diyor (madde 2), hemen atılıyoruz: “Bak, aynen bizim
anayasamızın “[Devletin] Dili Türkçedir” demesi gibi (madde 3/1) Fransa da “resmî dili”
dememiş!”
Yalnız, daha ileri gitmeden söylemek zorundayım: Bir değil, iki Fransa var. Biri tarih
içinde kalmış (asimilasyoncu) Fransa, biri bugünkü (demokrat) Fransa: (1) Fransa tarih içinde
Merkeziyetçi Devlet‟i hep yücelten bir ülke olageldi ve 19. Yüzyılda kurduğu Ulus-devlet
modeliyle ciddi biçimde asimilasyon yaptı; (2) Fransa şimdi bambaşka bir ülke. Çünkü:
Bir kere, “azınlık” kavramını reddeden Fransa, bugün ülkesinde kolektif azınlık haklarının
“teritoryal” (bölgesel) diye anılan en aşırı türünü tanımış durumda. Sınır boyları (İspanya ve
Almanya sınırları) ve ada (Korsika) dahil. Bu iki noktayı vurgulayışımın sebebi: Ulus-devlet
olmayan çok daha özgürlükçü devletler bile böyle “uçtaki” yerlerde (hele de, adalarda!) bölgesel
4
haklar tanımaktan nefret ederler, bir gün ayrılabilir diye. İkincisi, “Cumhuriyetin dili” diyor ama,
onun yanında (bizde çok kimsenin hiç duymadığı) “Fransa Dilleri” (Les Langues de France)
diye bir kavram da var. Anayasa Madde 75-1 aynen şöyle: “Bölgesel diller Fransa‟nın ortak
mirasına dahildir” (Les langues régionales appartiennent au patrimoine de la France). Zaten,
Cumhurbaşkanı Mitterrand‟ın 1981‟de yaptığı şu saptama da bu “İki Fransa”nın olabilecek en
veciz anlatımı: “Fransa‟nın kurulabilmesi için, geçmişte, güçlü ve merkeziyetçi bir iktidara
gereksinme duyulmuştur. Bugün ise, dağılmaması için, siyasal iktidarın ağırlıklı olarak yerel
yönetimlere bırakılması zorunlu hale gelmiştir.” (abç)
Önce birinci Fransa‟yı tarih içinde anlatalım, sonra ikinci Fransa‟ya geçelim. Aslında
Fransa, merkeziyetçi olması açısından Batı Avrupa‟da büyük bir istisna. Diğer ülkeler (Hollanda,
İsviçre, İspanya, İtalya, Nazi dönemi hariç Almanya, vb.) hep daha ademimerkeziyetçi oldular.
Hele İngiltere. Fransa‟yı anlayabilmek için asıl İngiltere‟yle birlikte tahlil etmek lazım.
İngiltere tarih içinde bırakınız Ulus-devlet‟i, merkeziyetçilikten bile hep uzak oldu. Çünkü henüz
Merkeziyetçi Krallık‟ın kurulması döneminde (buna biraz aşağıda geleceğiz) Galler‟i, İskoçya‟yı
ve İrlanda‟yı yutmak/asimile etmek istediyse de iç ortam ve koşullar bunu engelledi. Bireysel
hakları güçlendiren bu ortam ve koşullar, İngiltere‟de, Ulus-devletin ruhunu oluşturan
asimilasyona izin vermeyen, gerek duyurmayan, aksine, uzlaşmayı öne çıkaran bir durum yarattı.
Fransa‟da olay çok farklıydı. İktidarı evrimle değil devrimle ele geçiren Fransız burjuvazisi
bireysel haklar‟ın yanı sıra, ilginçtir, devlet‟i de yüceltti.
İngiltere‟de burjuvazinin ortaya çıkmasının ardından Fransa onu takip etti. O tarihlerde,
Paris‟teki kralın amacı basitti: Aristokrasiyi (feodal beyleri) zayıflatarak krallık topraklarını
genişletmek. Tüccarların, yani istikbaldeki burjuvazinin de amacı basitti: Daha geniş topraklarda,
hukuk ve huzur sayesinde ticareti geliştirebilmek. Çünkü iç gümrükler, farklı hukuklar ve
asayişsizlik, ticaret yaptırmıyordu. Güçlerini birleştirdiler. Sonuç, aristokrasiyi denetime alan ve
burjuvazinin zenginleşmesine yardım eden Mutlakiyetçi/Merkeziyetçi Devlet türü oldu; doruğu,
Louis XIV dönemidir (1638-1715). Bu sayede asayiş sağlandı ve ülkede tek bir hukuk geçerli
oldu. Gelişen ticaret çok daha geniş bir Ekonomik Pazar yarattı. Bunun sınırları içinde çok farklı
halklar temelde aynı kültürü paylaşmaya başladılar. Böylece, 16. yüzyılın sonunda, bugün ulus
adını verdiğimiz toplumsal olgu filiz vermeye koyuldu. Bir süre sonra burjuvazi, kendisinden
aldığı vergileri İngiltere‟yle nafile savaşlarda ve zevk-ü sefada harcayan kralı 1789
ayaklanmasıyla devirdi.
5
Burjuvalar, iktidarlarının meşruiyet temelini (o zamana kadar tarihteki istisnasız bütün
hükümdarların yaptığı gibi) Tanrı olarak ilan etmeye devam edemezlerdi, çünkü o iddiayı yapan
adamın kafasını uçurmuşlardı. Zaten, dinsel etkileri temizleyen bir Aydınlanma Çağı yaşanmıştı.
Meşruiyet temeline kendi sınıflarının adını da koyamazlardı, çünkü halk tabakaları tepki
gösterirdi. Egemen bir etnik grup da yoktu adını verecek. J.-J. Rousseau‟nun (1712-1778)
fetvasını yazdığı gibi, meşruiyet temelini millet olarak ilan ettiler, halloldu. Yani, milliyetçilik
ideolojisinin Fransa‟daki ilk işlevi, iktidarın kraldan/aristokrasiden burjuvaziye geçişini
temellendirmek oldu.
Mutlakiyetçi/Merkeziyetçi Devlet sayesinde gelişen burjuvazi onu yıkmıştı. Ama,
dediğim gibi, bireysel haklarla birlikte güçlü devlet kavramını da getirmişti. Bunun somut
ifadeleri, bizzat, tarihte ilk defa “insan hakları” kavramını ortaya atan “1789 İnsan ve Vatandaş
Hakları Bildirgesi”nde görülür. Şu tip cümle ve terimlerde: “Yasaya uygun olarak yakalanan,
direnirse suçlu olur” (madde 7), “...meğer ki, bu inançların açıklanması, yasayla kurulan kamu
düzenini bozmuş olsun” (madde 10), “Yurttaş, ifade özgürlüğünün kötüye kullanılması
hallerinden sorumlu olur” (madde 11), “Kamu gücü, herkesin yararı için kurulmuştur” (madde
12).
Çünkü Fransız burjuvazisi devlet‟e muhtaçtı. Birkaç nedenle: (1) Bir İngiliz veya
Amerikan burjuvazisine oranla zayıftı. Nitekim, İngiltere dünyayı egemenliği altına almış,
mesela 1763‟te Fransa‟yı Kuzey Amerika‟daki bütün sömürgelerinden atmıştı. (2) Fransa‟da
krallık, aristokrasiyi Versailles Sarayı‟na bir tür hapsetme sonucu topraklarının başından
uzaklaştırarak bir karikatür haline sokmuştu. Yani güçlüydü. Burjuvazi onu devirmek için aşağı
sınıflarla (sans-culottes, “Donsuzlar”) ittifak kurmak zorunda kalmıştı. Şimdi onlardan
korkuyordu. Tabii, gelişmekte olan işçi sınıfından da. (3) Burjuvazinin nispî zayıflığı nedeniyle,
Fransa topraklarında yerel diller (patois) güçlüydü. (4) İngiltere emperyalizme başlamıştı ve
gittikçe hızlanan Sanayi Devrimi‟nin hammadde, pazar, sermaye ihracı gibi ihtiyaçları karşısında
rekabet etmek gerekiyordu.
İşte, zaten merkeziyetçi gelenekten gelmekte olan Fransa, 1789‟dan sonra bu
muhtaçlıklar nedeniyle Ulus-devlet mekanizmasını icat ederek içte asimilasyona, dışta
emperyalizme girişti. Asimilasyon; çünkü Fransa‟da Bask, Breton, Norman, Kors gibi yerel
kültürler ve diller yeni “ulusal” kültüre direniyorlardı. “Birlik-beraberlik” sağlanacaktı ki
kolayca yönetmek mümkün olsun. Birlik-beraberlik deyince, tabii, 1871 Paris Komünü
6
denemesini yapmış olan proletaryanın baş eğdirilmesini de unutmamak lazım. Emperyalizm;
çünkü hem ulusal sınırlar ticarete artık dar geliyordu, hem de İngiltere‟yle rekabet
edebilmeliydi.
Bütün bu anlattıklarımı şu formülle özetleyebiliriz: Burjuvazi + Kral =
Mutlakiyetçi/Merkeziyetçi Devlet = Asayiş ve Tek Hukuk = Ticaret = İç Ekonomik Pazar =
Ortak dil, kültür, vs. = Millet = Milliyetçilik ideolojisi = Ulus-devlet = İçte Asimilasyon, Dışta
Emperyalizm.
İngiltere niye “Ulus-devlet” olmadı da özgürlükçü oldu? (1) İskoç ve İrlanda aristokrasisi
(feodalitesi/asilleri) İngiltere‟nin işgal ve asimilasyon çabalarına ciddi biçimde direndi (“Cesur
Yürek” filmini hatırlayınız); (2) İngiliz burjuvazisi çok erken güçlenerek bütün bu bölgeleri
ekonomik (ve tabii, kültürel) etkisi altına aldı; asimilasyon uygulamasına lüzum kalmadı; (3)
İngiliz burjuvazisi, Fransa‟da olduğunun aksine, aristokrasiyi bir devrimle (ihtilalle) alt edip
iktidarı zapt etmedi. Geçiş, bir evrim biçiminde oldu. Çünkü: (a) Aristokrasi, Merkeziyetçi
Krallık‟ı çok erken bir tarihte, daha Osmanlı Beyliği‟nin kurulmasından bile seksen dört yıl
önce, 1215‟te Magna Carta‟yla sınırlamıştı. Düşününüz ki, Osmanlı‟da bu belgeye karşılık düşen
Senet-i İttifak 1808, can ve mal emniyetini getiren Tanzimat Fermanı ise 1839 tarihlidir. Biri beş
yüz doksan üç, öteki altı yüz yirmi dört yıl sonra! (b) Bizzat bu aristokrasi, daha 16. yüzyılın
başından itibaren burjuvaziye dönüşmeye başladı. Zorla çevirip otlak haline soktuğu köylü
tarlalarında (“Çitleme Hareketi”) koyun otlatıp yününü satarak. Bizim kestirmeden “İngiltere”
diye etnik bir adla anıverdiğimiz devletin isminin katiyen bu olmayışı, “Büyük Britanya ve
Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı” gibi tamamen teritoryal (toprağa ilişkin) bir isim oluşu çok şey
söylüyor.
Azgelişmiş ülkelerde (ve biraz farklı olarak Türkiye‟de) Ulus-devlet‟in ortaya çıkması,
yukarıda verdiğim özet-formülün (Burjuvazi+Kral... Dışta Emperyalizm), bir anlamda, bıraktığı
yerden devamla oldu. Emperyalizmle doğrudan tanışan Afrika gibi yerlerde metropol ülkenin
açtığı misyoner okulları Batı kültürü getirdi. Osmanlı‟da ise Avrupa‟ya iki dalga halinde giden
öğrenciler ülkelerine Batı kültürü taşıdılar. Bunlar, döndüklerinde Birinci Meşrutiyet‟i (1876)
kuran “Yeni Osmanlılar” ile İkinci Meşrutiyet‟i (1908) kuran “Jön Türkler” idi. Batı Avrupa‟da
17.-18. yüzyıllarda yaşanan Aydınlanma Çağı‟nı kendi ülkelerine ithal ettikleri için bunlara
“Aydın” dendi. Sınıf kökeni olarak, küçük burjuvazinin okumuş kanadından geliyorlardı. Bu
küçük burjuvalar, aynen 1789‟daki burjuvazinin yaptığını yaptılar: Devleti (Osmanlı‟yı) yıktılar
7
ve onun yerine çok daha merkeziyetçi bir devleti, yani Ulus-devlet‟i kurdular. Hemen ardından,
kendilerinden başka modern devlet yönetme bilgisine sahip sınıf olmaması sayesinde bir ideoloji
(milliyetçilik) formüle ettiler. Onu uygulayarak, Fransa‟da öğrendikleri Jakobenliği (tepeden
inmeci “toplum mühendisliği”ni) uygulamaya koyuldular. Tabii, dışta emperyalizme girişecek
halleri yoktu; içte asimilasyona giriştiler. Asimilasyon, ulusun „u‟sunun olmadığı bir ortamda zor
kullanarak (Tek Millet, Tek Dil, Tek Lider, vs.) bir “Ulus” inşa etmek, yani ülkedeki çok farklı
unsurları (özellikle Kürtleri) ülkedeki egemen etnik-dinsel unsur (Türkler) içinde eritmek
anlamına geliyordu.
Bu çok zor politika, hâlâ dinsel niteliklerini koruyan bir ortamda, Türk-olmayan göçmen
Müslümanlarda (Pomak, Boşnak, hatta Çerkes, vs.) çok başarılı oldu. Ama göçmen-olmayan,
Anadolu‟nun otokton (yerli) halkları açısından durum pek öyle değildi. Bir kere, dinleri farklı
olduğu için, Gayrimüslimleri asimile etmek düşünülemezdi. Onun için Cumhuriyet bunları,
Lozan‟ın koruyucu hükümlerini (Madde 37 ilâ 44) açıkça ihlal ederek, sistematik bir ayrımcılık
politikasıyla etnik-dinsel temizliğe tâbi tuttu. Lozan‟ın hemen ardından başlayan bu süreç, doruk
noktasını 1942 Varlık Vergisi ile 6-7 Eylül 1955 pogromunun oluşturduğu olaylarla sürdürüldü.
(Pogrom, azınlığa çoğunlukça yapılan devlet destekli saldırıdır). Bugün de, hâlâ tasfiye
edilemeyen „1936 Beyannamesi‟yle sürdürülüyor. Sonuçta, Osmanlı‟nın en güçlü döneminde
nüfusun 1/3‟ünü oluşturan, Cumhuriyet‟in ilk yıllarında oranları 1/55 olan Gayrimüslim
vatandaşların oranı günümüzde 1/1000‟e düştü. Hani, “İstanbul‟da Vatikan kuracak” olan
Rumlar var ya, sayılarını başarıyla 2000‟e indirmiş bulunuyoruz. Yetmiş iki milyonda iki bin.
Diğer otokton halkların en önemlisi Kürtler idi. Bunların yaklaşık tümünün Müslüman,
yüzde 75‟ininin de Sünni oluşu asimilasyona elveriyordu. Nitekim, bir kısmı asimile edildi. Ama
çeşitli nedenlerle (ülkenin ekonomik pazarına dahil edilmeme, tecrit edilmiş bir bölgede yoğun
yaşama, isyanlar, aşağılanma, baskılar, vb.) büyük çoğunluk asimile edilemedi. Bunda, Kürtlere
“Türk‟üm, Doğruyum, Çalışkanım, Varlığım Türk Varlığına Armağan Olsun!” biçiminde
yapılan bunaltıcı vurgunun itici rolü de büyük oldu. Problemin kaynağı, üst-kimliği teritoryal
(ülkesel) olarak saptamış Fransa‟nın aksine, Türkiye Cumhuriyeti‟nde üst-kimliğin etnik („Türk‟)
olarak saptanmış olmasıydı. Osmanlı‟dayken bütün alt-kimlikler “Osmanlı” üst-kimliğinde
toplandığı için kuramsal bir sorun çıkmıyordu. Ama Türkiye‟de, (hele de rejimin başlangıç
yıllarında) bizzat kendisi bir etnik alt-kimlik olan Türk unsurunun aynı zamanda üst-kimlik ilan
edilmesi, herkesin Türk oluverdiğinin ilanı, Kürtlerde büyük tepki doğuracaktır. (Bkz. aşağıdaki
8
şema). Sonuçta, Mesut Yeğen‟in bu terimleri taşıyan kitabında hatırlattığı gibi, bir dönem
“Müstakbel Türk” olmaları umulan Kürtler asimile edilemeyip de direnince, 2005‟te
Genelkurmay tarafından “Sözde Vatandaş” biçiminde “tenzil-i rütbe”ye uğratılacaklardır.
Nihayet, 17.08.2009 tarihli Cumhuriyet‟te Prof. Mümtaz Soysal onların Kuzey Irak‟a
gönderilmesini önererek vatandaşlıktan atmayı da bir tür tamamlamış olacaktır.
Bu son anlattıklarımı da, yukarıda “... Dışta Emperyalizm” diye biten formülün bir
devamı olarak şu formülle özetleyebiliriz: Batı kültürü = Aydınlar = Ulus-devlet = Milliyetçilik
İdeolojisi = Millet İnşası = “Herkes Türk‟tür” = Kürt milliyetçiliği / direnişi. Türkiye‟nin Kürt
sorununu bu formül özetler. Kemalist aydınlar Fransa‟yı taklit ederek içte asimilasyon
uygulamışlardır, herkesi Türk yapıp çıkmışlardır, bu da Kürt tepkisi doğurmuştur. Bir bakıma, o
zaman yapılanlar, kendi dönemi açısından çok acayip değildir. Düşünün ki bütün Avrupa size
“Türkler Avrupa‟nın hasta adamı” diyor. Osmanlı size “Etrak-ı bî idrak” diyor. “Türk ne bilir
âdâbı, lak lak içer ayranı” diyor. 1930‟lara gelince bütün Avrupa, bırakınız faşizmi, resmen ırkçı
rejimlerle dolup taşıyor. İsviçreli, Macaristanlı profesörler Kemalizm‟e harıl harıl Türkçü teori
üretiyor. Son derece tahrik edici. Ama, artık seksen altı yıl sonra bunların bu kadar ters sonuç
verdiği ortadayken, Kürtleri bu kadar yabancılaştırdığı ortadayken devam ettirilmesini ve
savunulmasını korkunç buluyorum. Ülkeyi bu kadar bölen, insanı ve haklarını bu kadar yerin
dibine batıran bir Türkçülük anlayışını tek kelimeyle korkunç buluyorum.
Örneğin, şu anda, Siyasi Partiler Kanunu Madde 43/3 şöyle demektedir: “...aday adayları
Türkçeden başka dil ve yazı kullanamazlar.” Madde 81: “Tüzük ve programların yazımı ve
yayınlanmasında, kongrelerinde, açık veya kapalı salon toplantılarında, mitinglerinde,
propagandalarında Türkçeden başka dil kullanamazlar; Türkçeden başka dillerde yazılmış
pankartlar, levhalar, plaklar, ses ve görüntü bantları, broşür ve beyannameler kullanamaz ve
9
dağıtamazlar.” Bu yasa maddeleri, kurucu antlaşmamız Lozan‟ın açık ihlalidir: “Herhangi bir
Türk uyruğunun gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konuları
ile açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır.”
(Madde 39/4). İşin tuhaflıkları arasında şu da vardır: Temmuz 2007 seçimlerinde “Kürtçe seçim
propagandası” yapmaktan Orhan Miroğlu‟na üç dava açılmış, şu anda bunlardan biri altı ay
hapisle sonuçlanmıştır. Fakat Miroğlu Yargıtay‟a gidememektedir, çünkü yeni usule göre kendisi
“Denetimli Serbestlik” altındadır. Beş yıl boyunca her üç ayda bir izlenecek, Kürtçe konuşup
konuşmadığı Mersin Savcılığı‟na bildirilecek, konuştuğu tespit edilirse cezası infaz edilecektir.
(Taraf, 11.09.08). Dahası, Türkiye‟de q, x, w harflerini kullanmak hapis cezasını gerektiren bir
suçtur. Bu yüzden Kars eski milletvekili Mahmut Alınak birkaç kere hapse girmiş, Avukat
Mehdi Tanrıkulu da beş ay hapis cezasına çarptırılmıştır. (Milliyet, 08.02.08).
Fransa‟nın Türkiye için örnek gösterilmesi ise tamamen geçersizdir. Fransa 1950‟den
beri muazzam bir değişime uğradı ve azınlıkları açısından inanılmaz bir ademimerkeziyetçidemokratik yapı kurdu. Onlara her türlü kolektif ve hatta teritoryal azınlık hakları verdi. Bazıları
Fransa‟yı hâlâ 1950 öncesi Fransa sanmakta. Jakonbenliğin bayrağını Fransa icat etmişti, onun
çöpe attığını şimdi Türkiye sırtladı taşıyor. Şimdi, bu “ikinci Fransa”yı, bugünkü Fransa‟yı
görelim.
Günümüzde Fransa: Azınlık Dilleri ve Dinleri1
Burjuvazisi olmadığı için, “millet”i Fransa kadar bile inşa edemeyen Türkiye, asimile edici
platform olarak “Türk Devleti” kavramını ve “Türkçe”yi kullanmıştır. Aynen, Fransa‟nın
Fransızcayı kullanmış olması gibi. Ama iki asimilasyon arasındaki fark muazzamdır: Fransa‟da
herkesin değerlerine asimile edildiği Frank diye bir etnik grup yoktur, onların da Fransızca diye
bir dili. Franklar, İ.S. 5. Yüzyıl başında bu toprakları işgal ederek “Francia” adını veren bir
Germen boyudur. Fransızca da Romalıların Latincesinden türemiştir. Oysa Türkiye‟de herkesin
asimile olması istenen “Türk” diye bir etnik grup ve onların dili Türkçe vardır. Bu etnik grubun
değerlerinin “üst-kimlik”, Türkçenin de “bütün vatandaşların anadili” olarak empoze edilmesi,
ikinci önemli etnik grup olan Kürtleri Türkiye‟ye çok yabancılaştıracak, bitmek tükenmek
bilmeyen ayaklanmalara yol açacaktır. Fransa adının Germenlerden geldiğini bildikleri bile çok
şüpheli olan kimselerin, “Türkiyeli” üst-kimliğine akıl almaz bir itirazı da var: “Fransalı
demiyoruz ki, Fransız diyoruz!” Ama bu iki terim farklı değildir ki. Bugün Fransız dediğimiz
10
insanlara Osmanlı‟da “Fransevî” denirdi; Fransalı demekti. Bizim ulusalcılar büyük olasılıkla
“Britanyalı” (British) terimini de duymamışlar; sadece “İngiliz”i bilmekteler. “Türkiyeli”
teriminin “British” ile tamı tamına paralel olduğunu idrak etmeleri epey zaman alacağa benzer.
Ulusalcılarımızın, Atatürk‟ün “Ne Mutlu Türk‟üm Diyene” özdeyişi üzerine oturup
düşündüklerini de sanmıyorum. Atatürk “doğana” demedi ve bu o zamanın ırkçılık atmosferi için
çok ileri bir anlayıştı; ama vatandaş “Türk‟üm” demiyorsa ne olacaktır? Cevap maalesef şu
olmuştur: Mutsuz olacaktır, yani edilecektir.
Mitterrand‟ın o veciz sözü, bir daha hatırlanmaya değecek kadar önemli: “Fransa‟nın
kurulabilmesi için, geçmişte, güçlü ve merkeziyetçi bir iktidara gereksinme duyulmuştur. Bugün
ise, dağılmaması için, siyasal iktidarın ağırlıklı olarak yerel yönetimlere bırakılması zorunlu hale
gelmiştir.” Fransa bugün tam da bunu yapmış bulunuyor. Bugün, Fransa‟da, onu örnek
gösterenlerin inanamayacağı bir düzen var: Devlet okullarında Fransızca dışında altı “bölgesel”
dilde öğretim yapılıyor. Bazı bölgelerde oranın bölgesel dili mahkeme duruşmalarında
kullanılıyor. Bazı bölgelerde daha henüz Fransızcaya çevrilmemiş Alman yasaları geçerli. Yani,
Fransa‟da çokdillilik ve çokhukukluluk var. Üstelik, Fransa‟nın Korsika adasının ayrı bir
“hukuksal varlık”ı, ayrı bir Meclis‟i, ayrı bir Yürütme Organı var. Şimdi bunları teker teker
görelim.
Önce şunu belirteyim: Türkiye‟yle karşılaştırma yapabilmek için, bu yazıda yalnızca
“Metropol Fransa” (veya, Kıta Fransası) denilen, bizim bildiğimiz Fransa‟yı anlatacağım.
Fransa‟nın “Deniz Aşırı Topraklar” diye adlandırdığı bütün Fransa‟yı ele almayacağım. Azınlık
hakları oralarda fevkalade daha fazladır; örneğin, Fransa sınırları içinde olan Yeni Kaledonya
bölgesinde Fransızca dili birinci değil, yerel dillerin yanında ikinci dildir.
Daha önce de belirtildiği gibi, Fransız Anayasası‟nın 2. maddesi şöyledir: “Cumhuriyetin
dili Fransızcadır”. Bizim anayasamızın 3/1 maddesindeki “[Devletin] Dili Türkçedir” ibaresini
hatırlatıyor. Fakat Fransa‟da bir de “Fransa Dilleri” (Les Langues de France) kavramı vardır.
Bunun bizde karşılığı olsaydı, “Türkiye dilleri” olurdu. Fransa Kültür ve İletişim Bakanlığı
bünyesinde bulunan ve eski adı “Fransızca Dili Genel Delegasyonu” olup 16 Ekim 2001‟de
“Fransızca Dili ve Fransa Dilleri Genel Delegasyonu” (Délégation Générale à la langue
française et aux langues de France) olarak değiştirilen resmî kurum, “Fransa Dilleri” kavramını
şöyle tanımlamaktadır: “Fransa dilleri terimiyle kastedilen, Cumhuriyet topraklarında Fransa
yurttaşlarınca geleneksel olarak konuşulan ve hiçbir devletin resmî dili olmayan, bölge veya
11
azınlık dilleridir.” Burada “hiçbir devletin resmî dili olmayan” dediğine bakmayınız, Alsace
bölgesindeki Alsasça, Almancanın aynısıdır, sadece içinde bazı bölgesel kelime ve terimler
vardır. Bu “bölge ve azınlık dilleri”nin sayısı, Deniz Aşırı Topraklar da katıldığında, yetmiş
beş‟in üstündedir. Yalnızca Metropol Fransa‟dakiler on altı tanedir ve bunlar “Bölgesel Diller”
ve “Teritoryal Olmayan Diller” diye ayrılır.
“Bölgesel” Fransa Dilleri on tanedir: Alsas dili, Bask dili, Breton dili, Katalan dili,
Korsika dili, Batı Flamanca, Mozel Fransik dili, Frankoprovansal dili, Oy dilleri, Ok dilleri
(Oksitan). “Teritoryal Olmayan” Fransa Dilleri altı tanedir: Diyalektal Arapça, Batı Ermenicesi,
Berberce, Jüdeo-İspanyol dili, Romani (Çingene) dili, Yidiş (Yahudi) dili. Bütün bu dillerin
konuşulması, yazılması, yayınlanması, sanat konusu yapılması, vb., tamamen serbesttir. 1951‟de
çıkan Yerel Dil ve Diyalektlerin Öğretimi Hakkında “Deixonne Yasası” bunların arasından
Breton, Bask, Katalan ve Oksitan dillerinde öğretim yapılabileceğini ilan etmiş (madde 10), bu
dillerin hangi üniversitelerde öğretim ve araştırma konusu yapılacağını da saptamıştır (madde
11). 16 Ocak 1974 tarihli kararnameyle Korsika dili, 30 Mayıs 2003 tarihli idarî kararla da
Alsace-Moselle‟de konuşulan azınlık dili Alsasça “eğitim konusu” (l’objet d’un enseignement)
olabilecek diller arasına katılmıştır.
Burada bir parantez açıp, Alsace-Moselle bölgesi ve burada konuşulan azınlık dili
hakkında kısa bilgi vereyim. Fransa‟nın Almanya sınırındaki bu bölge, aynen 1918-39 arası
Türkiye‟den ayrılan ve sonra dönen Hatay gibi veya 1878-1918 arası Rusya‟ya geçip sonra geri
dönen Kars-Ardahan gibi. 1871‟de Almanya‟nın kurulması ve Fransa‟yı yenmesi üzerine
Almanya‟ya verilen ve ancak 1918‟de Fransa‟ya geri dönen Alsace-Lorraine‟in bir parçası.
Aşağıda anlatacağım kolektif azınlık haklarının geçerli olduğu bu yer, Alsace ilinin tamamından
ve Lorraine ilinin Moselle kesiminden oluşur. Diğer bölgeler gibi, kendi bayrağı vardır
(drapeau). Yukarıda da belirttim; burada konuşulan dil, dil uzmanlarına göre ayrı bir dil
olmayıp, Almancanın bir ağzıdır. Buna rağmen bu diyalekt “Fransa Dilleri” kapsamında bir
azınlık dili olarak kabul edilmiştir ve bunun sağladığı bütün ayrıcalıklardan (artı haklardan)
yararlanmaktadır. Biraz aşağıda anlatacağım gibi, Fransa‟nın bu bölgesinde insanlar özel ve
kamusal yaşamlarında bu dili kullanırlar ve Alman hukuku altında yaşarlar. Bütün belediyelerde,
belediye nizamnamesi öngördüğü takdirde Alsasça kullanılır. Bu bölgede kurulmuş dernekler de
faaliyetlerinde Alsasça kullanırlar. 1993‟te Colmar İstinaf Mahkemesi, bir derneğin genel
kurulunun Alsas diyalektinde yapıldığı gerekçesiyle açılan iptal davasını reddetmiştir. Bu
12
tarihten sonra derneklerde Alsasça kullanılmasında bir engelin bulunmadığı kabul edilmiştir.
Alsasça, Alsace‟daki kamu kurumlarında da serbesttir. 4 Ağustos 1994 tarihli, Fransızca Dilinin
Kullanılmasına Dair “Toubon Yasası” eğitimde, iş ilişkilerinde ve kamu hizmetlerinde
Fransızcanın kullanılmasını zorunlu kıldığı halde, Alsace‟da bu böyledir. Çünkü aynı yasanın 21.
maddesi şöyle der: “İşbu yasanın hükümleri, Fransa‟nın bölgesel dillerine ilişkin yasama
metinlerine ve düzenlemelerine karşı uygulanamaz ve bu dillerin kullanılmasına engel
oluşturamaz.” Dolayısıyla, bu bölgede kamu kurumlarında da yerel dilin sözlü olarak
kullanılmasının yasak olmadığı sonucuna varılmıştır ve uygulama böyledir. Bölgede, 1919‟dan
bu yana seçim ve propaganda afişleri de Fransızca ve Almanca basılmaktadır. “10.08.1979 tarih
ve 1619 s. genelgeden bu yana, karayolu levhalarındaki yerleşim yeri isimleri iki dilde
yazılabilir. Strasbourg‟un tarihî kesiminde sokak isimleri iki dildedir.”
Devrimin yapıldığı 1789‟da nüfus yirmi sekiz milyondu. Bunun içinde altı milyonu
(yüzde 21) Fransızcayı hiç bilmiyor, altı milyon kadarı da uzunca bir konuşmayı sürdürecek
kadar beceremiyordu. İyi bilenlerin sayısı üç milyonu geçmemekteydi (yüzde 10.7). Hatta,
1863‟te, yani emperyalist yayılmanın arifesinde yapılmış bir istatistik bile otuz sekiz milyonluk
Fransa‟da yedi buçuk milyon vatandaşın Fransızca bilmediğini ortaya koymuştu (yüzde 20).
Yani, devrimden yetmiş yıl sonra bile her beş vatandaştan biri Fransızca bilmiyordu. Sözünü
etmekte olduğumuz “Birinci” Fransa, bu Fransızca meselesini Ulus-devlet gücüyle çözmeye
girişecektir. Bunu da, muazzam emperyalist yayılma sayesinde inşa ettiği “ulusal gurur”
ortamında, iki yöntemle yapacaktır: Zorunlu askerlik ve zorunlu/parasız temel öğretim. Yine de
Baskça, Bretonca, Alsasça gibi yerel diller Fransızcanın asimilasyonuna bugüne kadar
direnecektir.
Fransız Krallığı yalnızca din konusunda baskı yaptı, dil değil. Çünkü zamanın “tutunum
ideolojisi” yani birleştirici tutkalı din idi ve 16. Yüzyılda ortaya çıkan Protestanlar karşısında
kralın Katolik olması gerekiyordu. Nitekim Huguenot‟lar (Fransız Protestanları) 1572‟de St.
Barthélemy Katliamı‟na uğratıldılar. Bunların hayatta kalabilmiş asilleri Katolikliği kabul
zorunda kaldılar, kitleler ise Fransa‟dan kaçtılar. Tabii, olanlar Fransa‟ya oldu çünkü bu insanlar
hem sermayenin hem de ileri teknolojinin (özellikle, saat teknolojisi) sahibiydiler. Onları
kucaklayan İngiltere gibi ülkeler ihya oldular. Fransa, Sanayi Devrimi‟ni başlatma şerefini
İngiltere‟ye böyle kaptırdı.
13
Aynı olayı bizde İttihatçılar 1915‟te Ermenilere, Rumlara ve Süryanilere, Cumhuriyet
Türkiyesi de tüm Gayrimüslim vatandaşlara yapmıştır, ülkenin tek burjuvazisi olan bu insanları
Cumhuriyet tarihi boyunca etnik-dinsel temizliğe uğratacaktır. Sonuç, Türkiye‟nin
sınaileşmesinin/ kalkınmasının en az yarım yüzyıl ertelenmesidir. Yani, Fransa din uğruna kendi
ayağına kurşun sıkmışsa, Türkiye de aynı şeyi milliyetçilik uğruna yaptı. Üstelik, Kemalizm‟in
hedeflediği “milli burjuvazi” en kısa zamanda, daha Atatürk döneminde, uluslararası burjuvaziye
eklemleniverecektir. Kemalizm‟in önde gelen kalemi F. R. Atay bu süreci Çankaya adlı
kitabında birinci elden anlatır.
Fransız yargısındaki durum da kimilerine fevkalade bölücü, dehşet verici gelebilir. 1919,
1922 ve 1928 tarihli cumhurbaşkanlığı kararnameleri, mahkemelerde savunmaların Fransızca,
Almanca veya yerel diyalektle (Alsasça) yapılabileceğini belirtmiştir. Yine aynı kararnamelere
göre noter belgeleri, eğer taraflar Fransızcayı yeterince bilmediklerini beyan ederlerse, Alsasça
düzenlenebilir. Yargıç isterse, Fransa‟da duruşmalarda tarafların doğrudan doğruya azınlık
dilinde konuşmaları da mümkündür. Çünkü yeni Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası‟nın 23.
maddesine göre: “Yargıç, tarafların kullandığı dili biliyorsa, ayrıca bir çevirmen getirtmek
zorunda değildir.”
Eğitimdeki durum daha da çarpıcı: Bu azınlık dilleri özel ve resmi okullarda okutuluyor.
Fransız topraklarının tamamında, Milli Eğitim Bakanlığı‟nın 2002 yılı verilerine göre 250 bin
öğrencinin okuduğu bu dillerin özel okullarda isteyen öğrencilere öğretilmesi anaokulundan
itibaren serbesttir. O kadar ki, örneğin Bask ve Alsace-Moselle bölgelerinde isteyen anaokulları
ve ilkokullar eğitimi tamamen Bask veya Alsas dilinde verebilirler; hiçbir hukuksal engel yoktur.
Orta öğretimde de durum aynıdır. Bazı okullar ise bu dillerde dersler sunmakla yetinirler. Devlet
bu sisteme malî katkı yapar. Örneğin, İspanya sınırında konuşulan Bask dili, bölgede yüzde 70
oranında devlet, yüzde 30 oranında ana-babalar tarafından finanse edilmektedir. Devlet
okullarında veya devletle sözleşmeli okullarda ise bu dersler, aynen yabancı dil dersleri gibi,
haftada iki saatle sınırlıdır. “İki Dilli” (bilingue) denilen türde her düzeyde (ana, ilk, orta
düzeyde) okullarda ise, 31 Temmuz 2001 tarihli idarî karar gereğince derslerin yarısı Fransızca,
yarısı azınlık dilinde okutulur . Bu okullarda “bölgesel diller” diye ayrı bir bölüm de vardır.
Nitekim Alsace-Moselle‟de kimi okullar yarı yarıya Almanca (Alsasça) ve Fransızca eğitim
verir. Üniversiteye kadar durum böyle devam eder. Üniversitede de Edebiyat ve Bölgesel Diller
bölümüne devam etmek mümkündür. Kimi bölgelerde yalnızca azınlık dilinde eğitim veren
14
yüksek öğretim kurumları mevcuttur. Örneğin Bayonne kentindeki Bask Etüdleri Enstitüsü
(L’Institut d’Etudes Basques) böyledir. İlave etmeye gerek var mı: Sözünü ettiğim bütün bu
“Fransa Dilleri” için bütün bu dersler, normal ders saatleri içindedir.
Kültür ve sanatta da durum aynı. Bu bölge ve azınlık dilleri yalnızca eğitim alanıyla
sınırlı değil. Bu diller kültür, eğitim ve medya alanlarında korunuyor. Müzik, kitap, tiyatro,
etnolojik zenginlik, arşiv, müze, sinema gibi çok çeşitli alanlarda Fransa devleti tarafından
finanse ediliyor. Örneğin, “Fransa Dilleri Kitaplığı” adlı program, bu Fransa Dilleri‟nde yazılmış
veya bu dilleri araştıran kitap alımı yapan kütüphanelere kredi vermek ve bu dillerde yayın
yapacak yayınevlerine malî teşvikte bulunmak için kurulmuştur. Fransa‟da bir işbölümü vardır:
Milli Eğitim Bakanlığı Fransızca dilinin, Kültür ve İletişim Bakanlığı da “Fransa Dilleri”nin
korunması ve geliştirilmesi için faaliyet gösterir.
Bu noktaya kadar Korsika dilinden hiç bahsetmedim. Çünkü biraz aşağıda bu adadaki
özerk idarî statüyü anlattığım zaman, buradaki Korsika dili eğitiminin ve genel yerinin ne
durumda olduğu kendiliğinden anlaşılacak. Burada şu kadarını söylemekle yetineyim:
Korsika dili 1974‟ten bu yana ilk ve orta dereceli okullarda ve ayrıca 1980‟de açılan Corte
Üniversitesinde okutulmakta. 1998 verilerine göre adadaki ilkokul öğrencilerinin yüzde 85‟i
okullarda ve özellikle de “iki dilli” 11 okulda Korsika dili öğrenmekte.
“Laiklik konusunda da Fransa bizim bildiğimiz Fransa değildir!” demek istemezdim, ama
ne yapayım ki öyle. Fransa‟da dinsel azınlıklar da vardır, bu azınlıkların kâğıda geçmiş ve
uygulanan hakları da. Fransa‟da din ile devlet işlerini birbirinden ayıran 1905 yasasından sonra
din konusunda standart bir uygulama olmuştur. Ama Alsace-Moselle bölgesi hariç. Örneğin,
Fransa‟nın hiçbir yerinde ilk ve orta dereceli kamusal okullarda zorunlu veya seçimlik hiçbir din
dersi okutulmaz; yasaktır. (Ama, bu okullar, isteyen ana-babanın çocuğuna okul dışında din dersi
aldırabilsin diye Çarşambaları tatildir, buna karşılık Cumartesi okul vardır. Özel okullar din
derslerine kendileri karar verirler). Oysa, Alsace-Moselle bölgesinde ilk ve orta dereceli özel ve
kamusal okullarda din dersi zorunludur. Yalnızca, ana-babalar, çocuklarının Katolik, Protestan,
Yahudi veya Ahlak derslerinden hangisini seçeceğini saptayabilir.
Fransa‟nın hiçbir yerinde din adamları devletten maaş almazlar, devlet tarafından
atanmazlar, müminlerin verdikleri bağışlarla geçinirler, devlet protokolünde de yer almazlar.
Oysa bu bölgede, Fransa‟ca tanınmış üç din ve mezhebin (Katoliklik, Protestanlık, Yahudilik)
din adamları devlet memurudur, devletten maaş alırlar, bunlara idarî birim komünler lojman
15
tahsis ederler. Katolik cemaati tarafından seçilen başpiskoposun atamasını bizzat Cumhurbaşkanı
yapar. İki tanınmış Protestan kilisesi için de durum aynıdır. Yahudi cemaati tarafından seçilen
başhahamı vali onaylar. Hahamların dışında, helal et kesimciye (sacrificateur) ve sünnetçiye de
(mohel) devlet maaş verir. Bütün bu din adamları devlet protokolünde yer alırlar.
Fransa‟nın hiçbir yerinde dinsel mezarlık yoktur; bütün mezarlıklar belediyelere aittir ve
hukuksal olarak farklı dinden insanlar karışık olarak gömülürler ve ayrılmaları da yasaktır.
Örneğin Yılmaz Güney, Paris‟in kuzey kesimindeki Père Lachaise mezarlığında herkesle birlikte
yatmaktadır. Oysa bu bölgede mezarlıklar dinsel mezarlıktır ve yanlarındaki dinsel yapıya
aittirler. Bu nedenle Alsace-Moselle‟deki mezarlıklarda “Müslüman Karesi” denilen özel
Müslüman gömme alanları ayrılmıştır.
Bizde Fransa‟dan (ve dünyadan) habersiz kişilerin Türkiye‟ye örnek olarak verdiği,
“azınlık kavramını reddeden”, “laik” Fransa‟da İçişleri Bakanı aynı zamanda Din İşleriyle
Görevli Devlet Bakanı‟dır. Alsace-Moselle dışındaki tüm bölgelerde bu sorumluluk büyük
ölçüde sembolik olmakla birlikte, bu bölgede devletçe tanınmış bu inançlar, İçişleri Bakanı‟nın
yani devletin resmî ve fiilî himayesi altındadır. Yani, hem malî hem protokoler açıdan bu durum
bu bölgedeki dinler ve mezhepler için bir dinsel ayrıcalık (artı hak, kolektif hak) oluşturur.
Fransa’da Bölgesel Özerklik2
Bırakınız Deniz Aşırı Toprakları, Metropol Fransa‟da bile iki azınlık kendi bölgelerinde özel
hukuksal/yönetsel azınlık haklarına sahiptir: Alsace-Moselle bölgesi ve Korsika adası.
Düşününüz – biri Alman sınırında, öbürü ada. “Dinsel ve etnik haklar”, “özel temsil hakları”,
“özel yönetim hakları”: Bunlar, azınlıkların talep ettikleri grup haklarıdır, kolektif haklardır.
Bunların içinde en ciddi olanı üçüncüsü yani “özel yönetim hakları”dır ve Ulus-devletler bunu
vermekten hiç hoşlanmazlar. Çünkü bu, azınlığın kendi kendini yönetmesi ve kendini “millet”ten
soyutlaması, ayırması demektir. Böyle durumlarda azınlık ya kimi konularda kararları kendisi
alır, ya da daha ileri gider ve bu özerkliği teritoryal (sınırları belli bir toprak parçası) biçime
sokarak belli bir bölgede uygulatır.
Alsace-Moselle ve Korsika için burada bahsettiğim, bu sonuncu durum, bu taleplerin en
ciddi olanının en radikal/aşırı biçimidir. Alsace-Moselle‟de önemli ölçüde hukuksal artı haklar
vardır, Korsika‟da da doğrudan doğruya yönetsel azınlık hakları. Görelim:
16
(a) Alsace-Lorraine‟in Fransa‟ya dönmesinden sonra, Alsace-Moselle‟de Fransız ceza
yasaları hemen yürürlüğe sokulmuş, ama Alman hukukundan gelen yerel yasaların bir kısmı
korunmuştur. Fransa Yargıtayı, bu bize çok acayip gelecek durumu, 1937‟de aldığı bir kararla
“Bu yasalar Fransız yasası haline gelmiştir” diyerek tevil etmek zorunda kalmıştır. Çok da
akıllılık etmiştir, çünkü bugün Fransa‟da Alsace-Lorraine‟de hiçbir azınlık sorunu yoksa, bu tür
pragmatik akıllılıklar sayesinde yoktur.
(b) Almanya sınaileşmeye Fransa‟dan önce başladığı için, sosyal güvenlik önlemleri
açısından zamanının önünde olmuştur. Bölge Fransa‟ya geçtikten sonra bu hukuk kuralları da
muhafaza edilmiştir. Örneğin bu bölgede, sosyal sigortalıların yüzde 20 yerine yüzde 10 katılım
payı ödedikleri ek bir sosyal güvenlik sistemi yürürlüktedir.
(c) 19. yüzyıl Almanyasında belediye başkanı gerçek bir yönetim makamı niteliği
taşıdığından, bölge 1918‟de Fransa‟ya geçtikten sonra da buradaki belediye başkanlarının
yetkileri, Fransa‟nın diğer belediye başkanlarınınkinden fazla olmuştur. Durum ancak 1982 yerel
yönetim yasası sonucu eşitlenebilmiştir.
(d) Bu bölgedeki dernekler Alman Medeni Kanunu‟nun çeşitli maddelerine tabidirler.
Örneğin bölgesel hukuka göre kurulmuş bir dernek, kâr amacı güdebilir.
(e) Dahası, Alsace-Moselle bölgesinde geçerli olan kimi yasalar, örneğin Yerel Dernekler
Yasası Fransızcaya çevrilmemiştir bile; Almanca olarak durmaktadır. 1975‟te İstinaf
Mahkemesi, bu yasanın Almanca olması nedeniyle geçersiz olduğu yolundaki bir başvuruyu
reddetmiştir. 10 Mart 1988‟de Fransız Yargıtayı bir kararında şöyle demiştir: “Kimi Almanca
yerel hukuk metinlerini yürürlükte tutan 1 Haziran 1924 sayılı yasa, bunların uygulanmasını
Fransızca olarak yayımlanmış olmalarına bağlamamıştır.” Yani Fransa‟da uygulanan kimi
yasalar yalnızca Almancadır.
(f) Bölgenin bu hukuksal ayrıcalıkları, “azınlıkları reddeden” Fransa‟daki Anayasa
Konseyi‟nden de onay görmüş ve Konsey bu azınlık ayrıcalıklarını “Cumhuriyet‟in
bölünmezliği” veya “yurttaşların eşitliği” ilkelerine aykırı saymamıştır.
Son olarak, gelelim Korsika‟ya. Korsika adası Fransa‟dan teritoryal olarak ayrı yönetilen
bir birimdir. O kadar ki, Deniz Aşırı Topraklar‟da uygulanan farklı hukuktan esinlenen özel
statüsü, Metropol Fransa ile bu Deniz Aşırı Topraklar arasına oturan bir yere sahiptir ve bugün
Fransa‟daki tek örnektir. Burada, Korsika‟nın 1982, 1991 ve 2002 yasalarıyla yaşadığı
17
değişiklikleri anlatmayacağım. Yalnızca şu andaki durumunu vereceğim. Korsika‟nın ayrı bir
Hukuksal Varlık‟ı, ayrı bir Meclis‟i, ayrı bir Yürütme Organı vardır.
(a) Korsika Teritoryal Kolektivitesi: Ada, 1991 yılında getirilen “Korsika Teritoryal
Kolektivitesi” (Collectivité Territoriale de Corse) adlı bir özel statüyle yönetilir. Mesela, bizde
Marmara Adası‟nın özel bir statüyle yönetilmesi gibi. Aslında Lozan‟ın 14. maddesi İmroz ve
Bozcaada‟nın özel bir statüyle yönetileceğini öngörmüştür; ama bugüne kadar hiçbir zaman
uygulanmamıştır. Bu statünün getirdiği yetkiler akla gelebilecek bütün alanları içine alır:
Ekonomik kalkınma, mali işler, tarım, ormancılık, turizm, enerji, konut, her türlü ulaşım ve
taşımacılık, eğitim, yükseköğretim, araştırma, meslekî formasyon, her türlü okul inşası, mekânın
düzenlenmesi, çevre koruması, yerel kalkınma, Korsika dili ve kültürünün geliştirilmesi, sanat ve
kültür, devlete ait olmayan tarihsel yapıların korunması, vs.. Korsika Teritoryal Kolektivitesinin
bu işleri, eskiden “ulusal” statüdeyken şimdi “teritoryal” statü kazanan yerel dairelerce
yürütülür.
(b) Korsika Meclisi: Adanın sorunları, 1982‟den bu yana Korsikalılar tarafından altı
yıllığına seçilen bir “Korsika Meclisi” tarafından tartışılır ve karara bağlanır. Yılda üçer ay
sürebilen iki olağan toplantı yapan ve ayrıca olağanüstü de toplanabilen elli bir üyeli bu Meclis
kendi iç tüzüğünü yapar, Korsika bütçesini ve Korsika gelişme planını kabul eder, bir de aşağıda
anlatacağım “Yürütme Konseyi”ni denetler. Fransa Parlamentosu, Korsika‟yı ilgilendiren yasa
tasarıları ve kararnameler çıkarmadan, Korsika Meclisi‟ne danışmak zorundadır. Meclis bunlar
konusundaki eğilimini bir ay içinde bildirir; acil durumlarda bu süre Korsika valisinin talebi
üzerine on beş güne indirilebilir. Meclis, Korsika‟yı ilgilendiren yasa ve düzenlemelerde
değişiklik yapılmasını Fransız Hükümeti‟ne önerme yetkisine sahiptir. Korsika Meclisi‟nin
işlemez hale gelmesi durumunda, Fransız Hükümeti, Bakanlar Konseyi kararnamesiyle onu
dağıtabilir. Bu durumda, iki ay içinde yeni bir Meclis seçimine gidilir. Bu süre içinde cari işlere
Yürütme Konseyi Başkanı bakar ve onun bu kararları Korsika valisinin onayıyla yürürlüğe girer.
Korsika Meclisi‟ndeki görüşmeler genellikle Fransızca olarak yürütülmekle birlikte, isteyen
üyeler Korsika dilinde konuşabilir. Meclis 26 Haziran 1992‟de Korsika dilini bütün adada resmi
dil ilan eden bir karar almıştır (md.1). Aynı karar, resmi dil olarak “Korsika halkının dili
Korsikacanın” ve “Devletin resmî dili olan Fransızcanın” Korsika Meclisinin iki resmi dili
olacağını belirtmiştir (md.2). Md. 5‟e göre her düzeyde öğrenciler haftada maksimum üç saat
18
Korsika dili göreceklerdir. Bununla birlikte o tarihten bu yana Korsika Meclisi‟nden ve Fransız
Hükümeti‟nden bu konuda bir ses gelmemiş, bu karar bir sonuç yaratmadan kalmıştır.
(c) Korsika Yürütme Konseyi: Yürütme Konseyi, Korsika Meclisi içinden seçilen bir
başkan ve altı üyeden oluşur. Konsey‟in görevi, Korsika Teritoryal Kolektivitesi‟ni her alanda
yönetmek ve özellikle de ekonomik, toplumsal, eğitsel ve kültürel kalkınma konuları ile mekânın
düzenlenmesi konularında faaliyet göstermektir. Konsey başkanı ve üyeleri Meclis‟in
toplantılarına ve görüşmelerine katılabilirler. Meclis, Konsey‟i bir güvensizlik oyuyla
düşürebilir. Fakat bu gerçekleşmeden önce, boşluk olmasın diye, Meclis‟te siyasal grupların yeni
bir Yürütme Konseyi üzerinde anlaşmaya varmış olmaları şarttır. Yürütme Konseyi başkanı,
Korsika Teritoryal Kolektivitesi‟ni temsil eder. Adanın ita amiri odur. Her yıl Meclis‟e bir rapor
sunan başkan, Kolektivite‟deki kamu hizmetleri konusunda Fransa başbakanına her türlü öneriyi
götürme yetkisine sahiptir. Meclis‟e ve Konsey‟e Korsika Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel
Konseyi danışmanlık yapar.
Çok özetle, Korsika adası devlet içinde devlet gibidir. Hatta, “gibi”si fazladır. AlsaceMoselle bölgesi de; en hoşgörülü Ulus-devletlerin dahi duymaya tahammül edemeyeceği “çokhukukluluk” uygulamasıyla, eski can düşmanı Almanya‟nın dilini mahkemelerde
konuşturmasıyla, Alman yasalarını bile Almanca uygulamasıyla, yine devlet içinde devlettir.
Bu durum (“benzetmek gibi olmasın ama”) Hatay‟da Arapçayı ve Suriye hukukunu, Kars ve
Ardahan‟da da Rusçayı ve Moskof hukukunu geçerli kılmakla aynıdır. Türkiye‟ye durmadan
örnek gösterilen Fransa, işte böyle bir ülkedir. Bitirmeden, sizi bıktırmak pahasına tekrar
Mitterrand‟a dönmek istiyorum çünkü Türkiye‟nin kurtuluşu o sözlerde: “Fransa‟nın
kurulabilmesi için, geçmişte, güçlü ve merkeziyetçi bir iktidara gereksinme duyulmuştur. Bugün
ise, dağılmaması için, siyasal iktidarın ağırlıklı olarak yerel yönetimlere bırakılması zorunlu hale
gelmiştir.”
Sonuç
İşin acayip tarafı Türk ulusçularının dünya konusunda karanlıkta oluşu değil. Çünkü bütün
dünyada milliyetçiler dünyaya kapalıdır. İşin en acayip tarafı, yukarıda anlattığım yeni Fransa‟yı,
hiç Fransa adını anmadan bir reform önerisi olarak yazıp yayınlasaydım ve deseydim ki “Şu
adamıza özerklik verelim, şu bölgemize şu hakları getirelim, şu sınır bölgemizde duruşmalarda
istenilen dil konuşulabilsin, şu bölgemizde ayrı Meclis, ayrı Yürütme bulunsun” veya bunların
19
yarısını demiş olsaydım, “Milletin bölünmez bütünlüğünü bozmak”tan tutun, “halka kin ve
nefret yaymak”tan geçerek “Örgüt propagandası ve üyeliği”ne kadar her bir şeyden mahkemeye
verirlerdi de, hayatımın geri kalanını içeride geçirirdim. İşin asıl acayip tarafı işte burasıdır.
Veya, Ulus-devlet aynen budur.
NOTLAR
(1) Délégation Générale à la langue française et aux langues de France, Le Corpus juridique des
langues de France, Etude réalisée par Violaine Eysséric, Paris, Avril 2005; Les langues de
France: un patrimoine meconnu, une realitée vivante, Fransa Kültür ve İletişim Bakanlığının
web sayfası: www.culture.gouv.fr/culture/dglf/lgfrance/lgfrance_presentation.htm;
www.languefrancaise.net/dossiers/dossiers.php?id_dossier=45;
www.uoc.es/euromosaic/web/document/basc/fr/i3/i3.html#3.1; Jean-Luc Valens, “Le maintien
d‟un droit local en Alsace-Moselle”, Quand la France se nomme diversité, Partie 2, Problèmes
politiques et sociaux, no.909, Fevrier 2005; Le Guide du Droit local: le droit applicable en
Alsace et en Moselle de A à Z, Paris, Publications de l‟Institut du Droit Local/Ecomica, 2002;
Norbert Rouland, Stephane Pierre-Caps, Jacques Poumarede, Droit des minorités et des peuples
autochtones, Paris, Presses Universitaires de France, 1966.
(2) Le Statut particulier de la Corse, www.corse.pref.gouv.fr/scripts/display.asp?P=COstatut;
Collectivité Territoriale de Corse, www.corse.fr/institution/assemblee/?id=1&id2=47;
Présentation du statut de la Collectivité Territoriale de Corse,
www.eurisles.com/Textes/presentation/PresStatut_CTC_FR.html; Vie Publique.FR – Découverte
des institutions, La Corse,
www.vie-publique.fr/decouverte_instit/approfondissements/approf_083.htm; La collectivité
territoriale de Corse, http://www.corse.pref.gouv.fr/scripts/display.asp?P=COloi91legis;
www.transcript-review.org/section.cfm?id=232&lan=fr;
www.tlfq.ulaval.ca/ax1/europe/corsemotion.htm.