.

.
mim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Kasım 2008 Salı

çantamın içi çıfıt çarşısı

Sevgili Öykücü mimlemiş beni, çanta içi ile ilgili uzun süredir dolaşan bir mim varmış meğerse. bana denk gelmedi, ama bu çanta içlerini kadın dergilerinde görmüştüm, hülya avşar'ın çantasının içi, fem güçlütürk'ün tatil bavulu, nil karaibrahimgil'in alışveriş listesi, gülben ergen'in olmazsa olmazları benzeri yazılar. benim çanta içi de meşhur olcak şimdi, yaşasın :)

bi kere benim bütün çantalarım büyüktür, içine mutlaka bir kitap, bir defter ve kocaman cüzdanım sığacak. çanta alışverişi yaparken bazen kendi çantamdaki kitabı çıkarır bakarım boyutuna, sığacak mı diye. çünkü efendim bu kocaman çantalar iyidir hoştur ama adamın omzunu da eğerler yani. bu nedenle arada minnacık çantalı kadınlara özenirim, içine cüzdanım bile sığmayacak çantalar ve sivri topuklarla tıngır tıngır saçlarını savurarak yürüyen kadınlar. var onlardan. ben değilim, benim herşeyim yanımda olacak kardeşim. neler mi mutlaka? işte resimdekiler en minimize hali. kitap, cüzdan, mentollü sigaram-çakmak (ama sosyal sorumluk gereği sigara size ve çevrenizdekilere zarar verir sloganını üste getirdim), restoran ve cafelerden toplanmış kibritler, ıslak mendiller (bu sefer az kalmış, genelde 4-5 tane olur), kırmızı kaplı defterim, kurşun kalemlerim, akbilim, bozuk para cüzdanım, kameram (kilim desenli bez çantasını taaa Guetamala'lardan Nurdan getirmişti), kağıt törpü (bendeniz sakar olduğumdan tırnağımı sağa sola takarım bol bol), rujlarım (hahay gören de ne kokoş sancak beni, bunların biri pembe, biri kahve tonu, diğeri de cancan kırmızı). bunların dışında bugünlerde Dot Tiyatrosunun oyun programını çantamda gezdiriyorum. ev anahtarımla cep telefonum da bunlara mutlaka katılır. bir de parfüm şişem olur, bugün nedense çıkmadı, işyerinde bıraktım herhalde. işte böyle bir çıfıt çarşısı çantam. bu dökümü yapınca kağıt mendil alayım yanıma diye düşündüm. öyle pek meşhur olacak bir hali de yokmuş çantamın ya. hem öykücü'nün tahmin ettiği gibi bir kurumuş gül de yok içinde (dağılmayacağını bilsem taşırdım o ayrı :)). mim dalgası gereği ben de topu eğer kabul ederse sevgili elektra'ya atıyorum, hocam sizin çantanızda neler var bakalım??

Not: Biri şu günlere yavaşlamasını söyler mi lütfen?

24 Eylül 2008 Çarşamba

hayaller

gecikmiş bir mim yazısı daha. halbuki ben pek dakikimdir, her buluşmaya vaktinden önce giderim. ama bu aralar bloga yazma konusunda biraz rahat davrandığımın, bu rahatlığımın da giderek bir alışkanlığa dönüşüyor olduğunun, aslında kendimce çok önem verdiğim yazma işine de sekte vurduğunun, huzursuzca farkındayım (nobelli yazar cümlesine benzedi). herşey sarı defter yüzünden oldu. geçen kış ve baharda her çantamın içine kolaylıkla uyan, kareli olduğu için her ruh halinde rahatça yazabildiğim, spiralli olduğundan kolayca kıvırabildiğim sarı defterim yaz başında bitti. aradım taradım, evet ortalıkta bir sürü küçük ve orta ebatta defter var, ama onun gibisi yok. bir tane kırmızı buldum sonunda, ümitlendim, ama yok, o da sarının yerini alamadı. geçen kış hatırlıyorum da, motorun üst katında bile, buz gibi havada hem sıgaramı içer hem pıtır pıtır yazardım ben. zaten artık sıgara da içilmiyor, lakin bu başka bir konu. ne diyecektim, ah mim demiştim. sevgili gulteinen mimlemişti beni hayallerim konusunda. bir süre düşündüm ne yazabileceğimi. çocukken hayallerim yoktu benim, kitaplarım ve uzak diyarlar vardı sadece. bir gün para sıkıntısı çekmeden canımın istediği yere gidebilmekti hayal dediğin. belki işim bunu sağlardı, sağladı da bir süre, gerçi hep aynı yerlere gidiyordum ama olsun. bavul yapmak, bavul açmak, değişik otel odaları çok hoşuma giderdi. sonra iş seyahatleri kesildi. derken öyle çok kitabım oldu ki, kıyıp başkalarına vermek/atmak şöyle dursun bakmaya da doyamıyordum onlara, kocaman bir kütüphane hayal etmeye başladım. belki evde bir özel oda. hani şu ingiliz evlerindeki gibi, camlı büyük dolaplar, ortada bir masa, üzerinde abajur, kenarında rahat bir koltuk, devasa aydınlık pencereler, anladınız siz. tam Türk mimarisini anlattığımın farkındayım bu arada. bu yüzden evimin arka odasındaki kütüphanemde 3 sıra halinde duruyor kitaplarım, ne yapsam bilmiyorum. yenisini alınca eskilerden ayırayım diyorum, onu da pek yapamıyorum açıkçası.

lise 2'deyken okulun tiyatro koluna girdiğimden bahsetmiştim daha önce. işte o zaman bir başka hayalim daha oldu, hayal olarak da kaldı. tiyatroyla profesyonel olarak uğraşamadım ama elimden geldiğince oyunlara gidip emeklerini alkışlamayı bir borç bildim tiyatrocuların. tam bir deli işi, bana pek uygundu aslında, suya yazı yazmak gibi birşey tiyatro. her oyunun sonunda ağlarım alkışlarken, o yoğun duygu alışverişini öyle hissederim ki içimde, nefesim kesilir.

düşündüm de hayal ettiklerim olmadı ama aklımdan hayalimden geçirmediklerim geldi başıma hayatım boyunca, hem iyi hem kötü. hayatımın anlamı saydığım işimi kaybedeceğim hiç aklıma gelmezdi misal, bir sabah ansızın kaybediverdim. evlenme hayalleri kuran biri değildim hiç, ama evlendim, hatta boşandım. küba'yı hep merak ederdim, aaa birgün bir fırsat çıktı, ben küba'ya gidiverdim misal. yazmayı hep sevdim, küçükken defterlerim vardı, yazılarla çizgilerle doldurduğum. bir baktım büyümüş de internette yazar olmuşum. hiç kırk yaşında nasıl olacağımı düşünmemiştim, hoop günler geçivermiş ben kırkımı da geçmişim.

"Karanlıktaki Adam"ı okuyorum iki gündür, Paul Auster'in yine çok katmanlı son romanı. "yaşam insanı hayal kırıklığına uğratıyor, değil mi?" diye soruyor bir yerde. belki öyle. bir hayat belki hiçbirşey değildir, ama hiçbirşey de bir hayat değildir. mutlu hissetmektir bütün mesele, mutlu hissetmeye emek vermekte, çoğunlukla başkalarını gülümsetebilmekte.

8 Eylül 2008 Pazartesi

10 eylül-dünyanın sonu olsa idi


sevgili rehavet beni mimlemiş, efendim 10 eylül'de dünya yok olacakmış, öyle bir tiyo almış, bakalım ne yapacakmışım bu kalan zamanda?


bi kere onlar yazdığında 4 gün filan varmış, ben dün akşam okudum, bugün de düşündüm, giderek az zaman kalıyor, hani filmlerde yüksek tonda tık tık tık eden bir saat var ya, kafamın içinde ondan var sanki. ilk tepkim şu oldu zaten: iki günlük dünya diyolardı inanmıyodun, al işte. o bütün geleceğini düşünerek yapmadığın şeyler, karizmayı çizdirmeyelim diye vazgeçtiklerin, dik duracağım diye başını çevirip gittiklerin, hepsi hepsi boşmuş. keşke iktisat okuyup hayatını karanlık, havasız, sıkıcı ofislerde içi kararmış, havalı ve sıkıcı insanlarla geçireceğine tiyatrocu olsaydın. tüüü tüküreyim bu kavanoz dipli dünyaya, hadi bi ben gidiyor olsam bişeyler yazardım kalanlara, biriktirdiğim kendimce önemli şeylerimi dağıtırdım insanlara filan, ama yok, gezegen gidiyor. o görmek isteyip hayaller kurduğum ülkeler, yıkanamadığım denizler, yaptıramadığım spa masajları, sürünemediğim losyonlar gidiyor. okuyamadığım (bırak yazamadıklarımı) kitaplar, seyredemediğim filmler, dinleyemediğim konserler gidiyor. bayramda trabzon'a gidecektim, önceden alıp ödemeye başladığım uçak biletim gidiyor (neyse ki borçlarım da gidiyor hehehe). gördüğünüz gibi, dünyadan gitmek bir dert, şu mavi bir bilyeye benzeyen dünyamızın gitmesi ayrı bir dert oldu içime. lost'un sonunu da öğrenemedik anasını satayım. daha "var mısın yok musun"da biri 500 bin yeteleyi alamadı be. bu sezon trabzonsporum da güzel takım kurmuştu, belki başa oynayacaktık yahu. geçende son vişnelerden alıp likör kurmuştum, onlar da olamayacaklar yani, öyle mi? ne için? cern deneyi yüzünden. amerikalı bir genç, bu deneyin ne olduğunu rap şarkısı şeklinde anlatmış, merak edenlere klibi burada. ay bi sürüparçacıkları yerin bilmemkaç metre altında, eksi 271 derecede birleştirip ayrıştıracaklarmıymış ne. neyse, vakit gene de azalıyor, tık tık tık. üzülüp dövünerek bir gün geçti, yeter. yarın işe gitmeyeceğim kardeşim bi kere. metrolar, vapurlar, otobüsler bedava, ama gitmeyeceğim. gidip annemle oturacağım, ne istiyorsa onu yapalım beraber. gidip deniz kenarında oturalım. ne zamandır ayırmaya üşendiğimiz resimleri de alalım yanımıza, bakalım hayatımıza, kah gülüp kah ağlayalım. bu dünyadan biz de böyle geçtik, ne yapalım. sonra gideyim sevdiceğimi bulayım, onunla dolaşalım, ya da oturalım. evde güzel bir şey için sakladığım ne kadar giysi varsa giyeyim, ne kadar içki-yiyecek varsa yiyelim içelim. sonra arkadaşları dolaşalım, sanki dünya batmayacakmış gibi. haftasonu için planlar yapalım gene. sonra beraber yatalım uyuyalım, dünya batarsa batsın, herşey boşmuş be. işte öyle.

şimdi mimi kime atacağım ben? öyle az zaman kaldı ki. boşverin kardeşim, yaşamaya bakın.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

aaa ne tesadüf!

Ne zamandır yazmıyorum, yazmadıkça daha zor geliyor başlamak. Bazen yazmasam da biriktirdiğimi hissederim, şimdi onu da hissetmiyorum. Sanki bir çakıl taşına dönüşmüşüm, sular çağlayarak akıp gidiyor üzerimden, öyle kayganım ki, arada sallanıyorum yerimden, ama duruyorum gene de. Ne sular gelip gidiyor üzerimden oysa. Kaygan yüzümün üstü çiziklerle dolu, çarpmaların etkisi. Ancak paçalarını sıvamaya ve ıslanmaya üşenmeyen birinin gözüne çarpar da, beni uzanıp eline alırsa görebilir. Yoksa suya bakıldığında (su da berraksa tabii) taşlar içinde bir taşım işte.

Yahu ben hayatımın en büyük tesdüfünü yazacaktım di mi günlerdir? Rastlantı işte deyip geçtiğimiz bir sürü şey veya tesadüfün iğne deliği, anlattığımda “yok artık bu kadar da olmaz, şaka mı bu” denilen öyle çok şey var ki hayatımda. Ama hayati/memati değil hiçbiri de. Sevgili Öykücü’nün etkileyici varoluş hikayesine benzemiyorlar yani, düşünsem de aklıma gelmiyor şimdi. Onun yerine ben size, tesadüfler üzerine kurulu aklıma ilk gelen iki filmi yazayım. Biri Sliding Doors, Türkçesi Tesadüfün Böylesi. Hani şu ismini bir yere bakmadan doğru yazıp yazamayacağımdan emin olamadığım sarışın İngiliz Gwyneth Palthrow’un filmi. Hani bir sabah sevgilisini evde uyurken bırakır da her zamanki gibi metroya gider, işine yetişmek için telaşlıdır. Ama metronun kapıları tam burnunun dibinde kapanır ve o metroyu kaçırır. Derken bir bakarız aslında metroyu yakalamıştır. Işte çok sıradan görünen bu günlük rutinin içindeki ufacık bir detayın (metroyu yakalamak gibi) nasıl da önemli şeyleri tetikleyebileceğini göstere göstere ilerler film. Herşeyin sebebi metronun yakalnaması ya da kaçırılması olmuştur. Ikinci film ise sevgili John Cusack’ın sevimli Kate Beckinsale ile başrollerinde oynadığı Serendipity, onu da Türkçeye Tesdüf diye çevirmişler. Bu filmde de Noel öncesi hediye almak için son şansların kullanıldığı Bloomingsdale’de aynı eldivene hamle edince tanışan bu çiftin hikayesi. O geceyi paten yaparak, konuşarak, eğlenerek geçirirler. Ardından da kız telefon numarasını bir kitabın içine yazar, erkek de bir kağıt paranın üzerine. Eğer kader tekrar karşılaşmalarını isterse, kitap Jonathan'ı, para da Sara'yı bulacaktır.


Belki de tesadüf yoktur, ummadığımız vardır sadece. Bir de Özdemir Asaf’ın Fal şiirinde dedikleri:


Olacaksa olmaz da, olmayacaksa olur,
Kiminin yazısı o, kimininki de budur.
Kimi ardından koşar, yetişir zamanında,
Kiminin önündedir birdenbire yok olur.
Kimi bir yerdedir der, o gelir oralardan,
Kimi bildiği yerde bildiğini unutur.
Biri oraya gider,o orada bilerek,
Biri hiç anlamadan yoluna çıkar durur.
Kimi aradığını yitirir aradıkça,
Kimi de arayandır, aranan onu bulur.

31 Mayıs 2008 Cumartesi

mutluluk

bu çok gecikmiş bir mim yazısıdır. sevgili melih, şimdi tarihine bakamayacağım kadar zaman önce mutluluğun tarifi üzerine mimlemişti beni. oturup esaslı bir yazı yazarım diye, şu diye, bu diye diye bu vakte kadar geciktim işte. bu sabah gazetede Pakize Suda'nın yazısını görünce artık bunun ilahi bir işaret olduğuna karar verdim ve yazmaya geldim buraya. önce size Pakize Suda'nın yazısını sunuyorum:


*Akşam oluyor, eve dönüyorsunuz. Pencereniz ışıklı. İçeri giriyorsunuz sofra kurulmuş. Herkes iyi.
*Üç gündür aklınız başınızda değil. Bir test sonucunu bekliyorsunuz. Zaman geçmek bilmiyor. Nihayet... Yaşasın!
*Sabahın erken saatleri. İstanbul sessiz. Boğaz’ın kıyısındasınız. Bir şilep geçiyor, bir martı bağırıyor, bir karabatak suya dalıp çıkıyor, bir motorun sesi geliyor.
*Ayrılığa alışmaya çalışıyorsunuz. Zor. Köprüleri tam atmamışsınız henüz. İçinizde bir umut, gözünüz kulağınız telefonda. "Bip bip"... Beklediğiniz mesaj geliyor.
*Okuldan geliyorsunuz. Evde poğaça kokusu. Anneniz sesleniyor. "Limonata da var."
*Arabada gidiyorsunuz. Yaşadığınız şehir arkada kalmış. Sağınızda solunuzda çiçek açmış ağaçlar, uzakta yemyeşil tepeler, aralarda kırmızı damlı beyaz badanalı küçük evler. Bir kır kahvesine yanaşıyorsunuz.
*Uyanıyorsunuz, içeriden kızarmış ekmek kokusu geliyor.
*Koltuğa yayılmışsınız. Elinizde sizi çok sarmış olan bir kitap. Yanınızda kahveniz.
*Tatile çıkmaya iki gün kalmış.
*Birazdan sevgilinizle buluşacaksınız, kendinizi çok güzel buluyorsunuz.
*Doğduğunuz şehre gidiyorsunuz birkaç günlüğüne. Anneniz babanız mutlu. Yeniden çocuk oluyorsunuz.
*Galiba o da size karşı ilgisiz değil.
*A! Ağrı kesildi!
*Belki on yere CV’nizi bıraktınız. Ama tık yok. Tam bu topraklara sitem etmekteyken bir telefon!
*Bir hasta ziyaretinden dönüyorsunuz. Hastanenin kapısına çıktığınızda derin bir nefes alıyor ve hayata doğru yürüyorsunuz.
*Elinizde bira, dev ekranda maç seyrediyorsunuz. Üstelik sizin takım 2-0 önde.
*Hava buz gibi. Donarak geliyorsunuz eve. Ocağın üstünde çaydanlık!
*Bir el ensenizde, şakaklarınızda, sırtınızda, omuzlarınızda dolaşıyor. Gevşiyor, gevşiyorsunuz. Uyumak üzeresiniz.
*Bir yaz günü, yeni yıkanmış, çiçekleri sulanmış, denize bakan balkonda sofra kuruyorsunuz. Bir içeri, bir dışarı...
*Çocuğunuzun üç gündür düşmeyen ateşi düşmüş.
*Kapı çalınıyor. Açıyorsunuz. O!
*Onu ilk kez görüyorsunuz. Camın arkasında, minicik, pembe, uyuyor.
*Uyanıyorsunuz, aklınıza geliyor, "Bugün pazar." Yeniden uyuyorsunuz.
*"Oğlum doktor" diyorsunuz.
*Böyle yüzlerce "an" sayılabilir.Ne kolay olduğunu gördünüz mutlu olmanın. Herkes gün içerisinde defalarca mutlu hissedebilir kendini. Maksat farkına varmak elbet. İdrak etmek.Ha, ama sizin kafanızda "büsbüyük" tarifler varsa onu bilemem. İşiniz zor.




Ne güzel anlar değil mi? her maddeyi okuduktan sonra gözlerinizi kapatıp hissetmeye çalışın, içiniz nasıl ferahlayacak şaşacaksınız. ben de mutlulukla ilgili böylebir yazı yazmayı planlıyordum, hazır geldi önüme :) aslında ben suriye'ye gittiğimde yazmıştı melih, ben de cevabımı oradaki gezi anlarımın üzerine kurmayı düşünmüştüm. yabancı bir ülkede neyi nasıl kime soracağınızı bilemezken gülen bir yüze rastlamaktan, bilmediğiniz bir dilde yazılmış menüde tanıdık bir yemeğe rastlamaktan, alışveriş yaptığınız dükkanda size nerelisiniz dediklerinde türküm dediğinizde "aaa istanbul'dan mı?" diyen tezgahtarın parlayan gözlerinden, gecenin dördünde yorgunluktan ve uykudan binbir zorlukla gözlerinizi açık tutabildiğiniz bir uçak yolculuğunda başınızı çevirip uçak penceresinde uzansanız dokunabilecekmişsiniz gibi gelen ayla gözgöze gelmenizden bahsedecektim. sonradan buna hevesle yaptığınız bir yemeğin tam kıvamında olduğunu farkettiğiniz anı, günlerdir toplamaya üşendiğiniz odalarınızı bir çırpıda toplayıp odanın kapısından bakıp içinizin hafiflediği o anı, geçen yazdan beri giymediğiniz ve görünce ne kadar sevdiğinizi hatırladığınız ama bir ara kilo aldığınız için içine giremediğiniz bir elbisenin içine sonraki yaz başında gene girebildiğinizi aynanın karşısında gördüğünüz anı, çok bezdirici geçen bir işgününden sonra gece kırmızı bir kadife koltukta sevgilinizin omzuna yaslanıp "var mısın yok musun"u bile seyretmenin ne hoş olup gözlerinizi yumduğunuz anı ekleyecektim. belki sonuna Leo Buscaglia'dan "mutluluk öyle bir kez yakalandığında sürekli devam eden birşey değildir, mutluluk anların toplamıdır" sözünü yazacaktım. ama sonunda böyle oldu.
ah, şimdi de ne oldu biliyor musunuz, listeye bir ilave daha: gecikmiş bir mimi cevaplamanın verdiği haz :)) sevgili melih, gecikme için kusura bakma. sevgili sem ile vladimir'in de hala yazmasını bekliyoruz, değil mi? bu arada, sahi sizin de var mı böyle yakında yaşayıp da "ahanda işte bu!" dediğiniz anlar? yazsanıza :)

14 Mayıs 2008 Çarşamba

benim alfabem


işte benim alfabem, ilk aklıma gelenlerle:

A- Annem, Ada'lar, Açıkhava konserleri
B- Babam
C- Cep telefonu: İcat olmadan önce insanlar nasıl yaşarmış?
Ç- Neden bu harfle başlayan kelimeler hep tamlama gibi olur? Çay çorba, çoluk çocuk, çanak çömlek... ama bence ç ile başlayan en güzel yiyecek Çikolatadır, neyin içine/üstüne girse yakışır. bir de Çizgi romanlar var tabii. en sevdiğim tom miks'di. sahi, yeniden yayınlanmaya başlayan Doğan Kardeş dergisini aldınız mı? çocukluğumuzdakinden farklı artık (ne değil ki), şimdi sadece yetişkin çizgi romanları var içinde, pek de güzeller. tülay, burada senin için biriktiriyorum ben sana bunları, sürpriz.
D- Defter. kalemlerle beraber en sevdiğim kırtasiyedir, çantamda hep bir defter bulunur. bi de Dijital kameram. öyle ya, hayat beklemez :)
E- Eğitimcilik. en sevdiğim meslek. iş hayatına başladığım ve en zevkle yaptığım iş. bugün olsun, gene yaparım.
F- İlk sevgilimin adının baş harfi. işin matrağı yıllarca onun adını öyle bildikten sonra, 25 yıl sonra karşılaştığımızda sadece lisedeki arkadaşlarının ona böyle seslendiklerini, bunun dışındaki tüm hayatındaki adının başka birşey olduğunu söyledi.
G-Gümüş. Gümüş takıları çok severim.
H- Hayat. geriye doğru anlaşılır ama ileriye doğru yaşanır.
I- Islık çalmak. çalabildiğim tek enstrüman :) burada bir selam yollayalım Melih Cevdet Anday'a: Balıklar için deniz lazım /Sevişmek için işsiz olmak .../Ve geceleri yatakta/Duymamak için tabanların sızısını/ Zengin olmak lazım./Halbuki ıslık çalmak için,/Birşey lazım değil.
İ- İstanbul'un tüm karizması üstündeki noktadan mıdır?
J- Lost başlamadan önce bu soruya herhalde jale, jandarma, jöle gibi hedehödö cevaplar verebilirdim ama şimdi Josh Holloway diyorum :) o ne güzel gülümsemedir kardeşim.
K- Küba. Kitaplar. Kırmızı renk. Kadife. (bu bağlamda kırmızı kadife kaplı Küba'yı anlatan bir kitap tam cuk otururdu değil mi, ama yok öyle bi kitap henüz)
L- Lost. seyrettiğim en yaratıcı dizi. umarım akla yatkın bir şeklide biter.
M- Murathan Mungan. üniversite yıllarından beri çok severek okuduğum, bir sonraki eserini merakla beklediğim yazar.
N- Nine West, ayakkabı-çanta.
O- Opera, yüksek sınıflara hitap eden bir sanat değildir'e beni inandıran ve her gösterisini merakla takip ettiğim İstanbul DOBGM sanatçıları.
Ö- Öpücük balığı. bu nereden çıktı? Atilla Atalay'ın bu öyküsü geldi aklıma, pek güzeldir. bir de Özdemir Asaf.
P- Prag, bir baharda gidip yürüyerek her yerini görmek istediğim şehir.
R- Rugan, ayakkabıları da çantaları da pek severim.
S- Siyah giysiler, hem zayıf gösterir hem asil. üstelik her ortama da uyarlar.
Ş- bu harften aklıma peşpeşe gelen iki şeyin Şiir ve Şarap olması tesadüf mü??
T- Trabzon, babamın şehri. bi de tiyatro, tadı damağımda kalan uğraş, şimdi her oyunun sonunda alkışlarda ağlarım, iyi mi?
U- Uzaklar. hep uzakları özleyenin sılası yoktur.
Ü- Ümit. ben şahsen ümit yerine umut kelimesini daha çok severim, ümit sanki simit gibi bir tat bırakıyor ağızda. gerçi simit de çok sevdiğim bir yiyecektir, sabahlarımın en sadık yoldaşı çıtır simitle çay, vapurda. neyse, aslında ben okuduğum şu cümleyi söyleyecektim burada: sanat, ümitsizlerin yaşama sevincidir.
V- Sevgili Vladimir, beni bu alfabeyiş oluşturmam için mimleyen arkadaşım, teşekkür ederim.
Y- bu harfte de kargaşa var, Yolculuk mu daha önce yoksa Yaz akşamları mı (yaz geçer/ gene gelir) veyahut Yann Tiersen'i mi daha evvel anmalı? bilemedim şimdi.
Z- bu maddeyi aynen vladimir'inkinden kopyalamalı, tam uygun bir bitiş olmuş. Zaman, sadece birazcık zaman...

şimdi de mim dalgası usulü, topu sevgili Sem'e atıyorum. belki bir etkim olur da yazar yeniden.

Meraklısına Not: en üstteki harika alfabeyi hazırlayan fotografçı abba richman. kendisinin diğer çalışmalarına buradan ulaşabilirsiniz.

27 Mart 2008 Perşembe

hedef 55


onun yaşadığı apartmanın bahçesinde, bir tenekenin üzerine oturmuş bekliyordu yağmuru seyrederek. hava düşündüğünden soğuktu ve içine işliyordu karanlık gece. günlerdir görüşmemişlerdi, onu görüp nedenini öğrenmeliydi, hem çok da özlemişti. "iyice çıldırmış olmalıyım, ne işim var burada" dedi kendine, ama devam etti beklemeye. bir sigara yaktı, sonra şarkı söylemek geldi içinden. aklında en çok yağmur kaldı.

22 Mart 2008 Cumartesi

çocuk istismarını durdurun!


efendim şu adreste internet üzerinden gerçekleştirilen bir kampanya var çocuk istismarına karşı. çocuk istismarının büyük bölümü internette gerçekleştiğinden, buna karşı temel eğitimin de gene internet üzerinden verilebileceğini savunan bu kampanyaya, çocuk istismarına karşı olan tüm blog yazarları davetli. beni sevgili endişeli peri davet etmiş, memnuniyetle.
(kampanya şartları: 'çocuk istismarını durdurun' sloganına ve -forumdan edinilebilecek- ilgili banner'a blogunuzda yer verip, çocukluğumuzdan hatırladığınız bir şarkı ve şu anda dinlediğimizde hissettirdiklerinden bahsetmek...)
ben çok hareketli bir çocukmuşum, anneme çok çektirmişim, itiraf ediyorum. bu yüzden beni uyutabilmek ve biraz kafalarını dinleyebilmek için küçüklükten beni ayakta/elde çarşafın ya da battaniyenin içinde sallamaktan ve bu sırada uyumamı ummaktan başka çareleri kalmamış. ama bendeniz başucumda çalan bir radyo ile mışıl mışıl uyurmuşum, sonra keşfetmişler. herkes bu gürültüde nasıl uyuduğumu merak ederken ben sakin sakin uyurmuşum. bu yüzden eminim çok çeşit şarkı dinlemişimdir ama radyo yayınındaki hiçbir şarkıyı hatırlamıyorum. hatırladığım ilk şarkı ise, bana sanırım babamın ilk kez söylediği "bir küçücük aslancık varmış" şarkısı. şimdi yazım için internetten sözlerini araştırdım, hatırladığım eksik olur diye, bakın şöyleymiş tamamı:
bir küçücük aslancık varmış
Bir küçücük aslancık varmış
Kırlarda koko koşar oynarmış
Kırlarda koko koşar oynarmış
Annesi onu çok severmiş
Babası onu çok severmiş
Sen benim ca ca canımsın dermiş
Sen benim caca canımsın dermiş
Aslan baba harpte vurulmuş
Aslan baba harpte vurulmuş
Küçük aslan köyden kovulmuş
Küçük aslan köyden kovulmuş
ben bu sözlerin tamamını hatırlamıyorum ama çok neşeli başlayıp sonunda aslan babanın gidip de dönmediğini ve o zaman da çok üzüldüğümü-hatta ağladığımı hatırlıyorum. şimdi bir daha baktım da, hakikaten yahu, bu çocuk şarkısı mı şimdi? korku filmi gibi bişey. bu da bi nevi çocuk istismarı. allah allah. bakın buradan ekşi sözlükte de yazılan benzer yorumları okuyabilirsiniz. "bir nesil hala ağlamaktadır" demiş birisi, hakikaten ha. hiç düşünmemiştim o zamanlardan beri. lütfen çocuklarınıza bu şarkıyı söylemeyiniz, ya da başka son bulunuz. teşekkürler.
kampanyaya katılmak isteyen tüm arkadaşları davet ediyorum ben de.
sevgili Mahallenin Delisi'ne not: mimini okudum, en kısa zamanda bomba gibi bir senaryo ile geleceğim :) sevgiler.

3 Mart 2008 Pazartesi

nefes kesilmesi üzerine çeşitlemeler


Sevgili Öykücü beni mimleyeli neredeyse üç hafta oluyor herhalde, utandığımdan saymadım. Bir de sağolsun ne yazacağımı hevesle beklediğini söylemiş. İyice utandım ve kasıldım şimdi. İtiraf ediyorum bir süre düşündüm ne yazacağımı, sonra içinden çıkamadım bıraktım. Şimdi de niyet ettim tamamlamaya. Epi topu üç soru canım, ne olabilir yani sonunda. Hadi bakalım.

Birinci soru, nefesimi kesecek anlar üzerine. Yani bu soruda bir gelecek beklentisi, bir kalp çarpıntısı söz konusu demek ki. Hayatımı değiştirmek üzerine düşüncelerim var, bunu yavaş yavaş gerçekleştiriyorum şimdilerde. Mesela her şeyi ayarlayıp, yeni bir hayata başlamak üzere mevcut işimden ayrılma anı benim nefesimi kesebilir bu yüzden. İşyerinden arkadaşlarım okumuyor diye rahat rahat yazıyorum valla, düşününce bile omuzlarım dikleşip gülümsemeye başladım, o kadar yani. Hayal ettiğim ve etmeye cesaret bile edemediğim bir şeylerin başıma gelmesi de nefesimi kesebilir. Bunların içinde, geçenlerde katıldığım koçluğa giriş seminerinde 5 yıl sonradan yazdığım mektuptaki gelişmeler var. Bu gerçekten çok iyi bir fikir bu arada, 5 yıl sonradan kendinize mektup yazmak yani. Kendinizi, hayatınızı nasıl görüyorsunuz 5 yıl sonra, neleri değiştirmiş nelere ulaşmışsınız bunları kağıda dökmek gerçekten çok etkileyici bir deneyim. Vaktiniz olunca deneyin derim ben. Belki bir ara sizinle o mektubu da paylaşırım. Ah, bir de gidip görmeyi çok istediğim yerler var; Mardin, Meksika, Yunan Adaları, yeniden Küba gibi, elime biletlerimi aldığım andan itibaren nefesimin kesileceğine eminim.

İkinci soru, hemen yapabileceğim halde neden yapmadığımı bilmediğim nefesimi kesecek anlar üzerine. Yani bu sefer de sen mutlu edeceğini bildiğin halde yapmayı ertelediğin ya da hemen yapmayı tercih etmediğin şeyler. Bu soruda da acayip bir irdeleme var. Sonu çünkü “deli misin o halde, git ve yap kardeşim”e varabilir. Ben bu derece “hayat kısa ayol, ne duruyorsun git ve yap” hallerini çok yaşadığım ve yaptığımdan dolayı, aklıma gelen pek bir şey yok. Sadece yazmaya daha çok vakit ayırmayı istiyorum, kendim okumaktan zevk alacağım kitabı yazmak istiyorum.

Geldik son soruya, bir daha dünyaya gelme şansım olsaydı ne yapardım? Sevgili Öykücü’nün dediği gibi üniversitede kendime daha çok vakit ayırmayı ve farklı etkinliklerde canım çıkıncaya kadar bulunmak isterdim. Mümkünse şimdiki aklıma daha erken ulaşmayı isterdim bir de, nasıl olacaksa, nasılsa atışlar serbest. Yapmaktan gerçekten zevk alacağım şeyi bulmak için kendimi daha rahat alandan alana atabilecek cesarete sahip olmayı isterdim. Bir de hayatımı paylaşabileceğim, “sen benim sıra arkadaşımsın” diyebileceğim kişiyi daha erken bulmak isterdim.

Bitti işte, üç soru işte, niye gözümde büyütmüşüm ki :) Hadi sevgili Artemis (o artık bir de mimler tanrıçası) , sevgili Vladimir (haha gene ben önce davrandım, sizin planlarınız ne alemde) ve sevgili Sofi; sizlerin cevaplarını bekliyorum heyecanla.
Meraklısına Not: Boğaz'da denize giren bir çocuğun nefesinin kesildiği anı gösteren fotograf arif aşçı'ya ait, daha önce bahsetmiştim, hatırlamak için buraya.

15 Ocak 2008 Salı

yeni yılın ilk mimi

yeni yılın ilk mimine sevgili artemis tarafından yakalandım 12 ocak'ta. aslında o kadar çok olmamış ama bana daha uzun süredir erteliyormuşum gibi geldi, yazayım dedim. bu seferki mim konusu enteresan. Yapmak Zorunda Olduğumuz Halde Bir Türlü Yapmadığımız Kolay İşler. düşündüm düşündüm, yapmak zorunda olup da yapmadığım işlerin neredeyse tamamının aslında zor olduğuna karar verdim :)





filmlerimi hale yola sokmak mesela. tv dolabının altında iki sıra halinde karman çorman duruyorlar. son aldığım filmleri yerleştiremedim bile. gene ayıklama yapmam lazım. ama bu zor bir iş. tüm iki rafı dök, her filmi elden geçir, otur kapaklarına bak, hatırlamaya çalış, kafanda sıralama yap, vazgeçebileceklerini ayır, seyretmediklerine hayıflan, yazılarını bir daha oku, acaba seyretmeden atsam mı diye düşün filan. baksanıza çok iş. aynı zorluğun beş katı fotograflarım için de geçerli. bir koca tekerlekli kutu aldım fotograflarım için. baskıdan aldığım zarfların içinde, varlıklarını unuttuğum bir sürü resim. aslında hediye gelen üç-beş albüme onları seçip yerleştirsem ne güzel olur. ama bu da zor bir iş. bu zorluğun master derecesi ise kitaplarım için geçerli. kitaplarım çünkü filmlerimden on, resimlerimden beş kat daha fazla.







onlar da kitaplığımda üç sıra halinde duruyorlar, aradığımı hala bulabiliyorum acayip gelişmiş yön duygum sayesinde, ama acıklı. bazen kitaplığımın karşısındaki divana oturup öööööle bakıyorum vallahi. ön sıradakiler en yeniler ya da en gözümün önünde olmasını istediklerim ya, gözlerimle okşuyorum hepsini, canlarım filan diyorum içimden (çünkü benim için zenginliğin ölçüsü istediğin kitabı, cdyi, filmi alabilmek ve zorunlu kalınca taksiye binecek kadar parası olmaktır). yeni bir kitaplık almayı da düşündüm elbet, ama yeni kitaplığa açacak yer bulamadım. görüyorsunuz, erteliyorum ama zor işler bunlar. demek ki mimin cevabı bunlar değilmiş. o halde neymiş? utansam da söylemeliyim ki, yapmak zorunda olduğum halde, bu da kolay olduğu halde en ertelediğim şey giysilerimi toplamaktır. dolabın yanında duran ütü masasına sererim üstümden çıkardıklarımı. halbuki düzgün sermeye çalışacağıma, askısına asabilirim değil mi? yok, hayır, illa duracaklar orada. sonra ani gelen bir enerji patlaması olduğunda doğrudan gider onları toplarım. bundan gayrı da dağınıklık yoktur evimde. aferim bana.



şimdi mim dalgası gereği benim de mimleyecek arkadaşlar bulmam gerek, biliyorum sevgili melih bu aralar yoğunsun ama vaktin olursa yazar mısın? bir de sevgili talis, sen ne dersin? bir de taze blogger sevgili yasemin, senin yapmak zorunda olup da bir türlü yapamadığın kolay şeyler nedir?



Meraklısına not: fotografları yazarken kalkıp çektim, herhangi bir müdahale yoktur, dağınıklığın kusuruna bakmayın demiştim di mi:))

26 Aralık 2007 Çarşamba

blogger halleri

sevgili rehavi beni mimlemiş. bayram seyran derken bugüne kaldı yanıtlamak.

1- Blog yazmaya ilk defa nasıl başladım?
efendim 10 mayıs 2006'da, sevgili arkadaşım o zamanki adıyla hepbanahepben bey, şimdiki adıyla kont vladimir'in ısrarları sonucunda netlarus'ta kendime bir sayfa açarak blog dünyasına ilk titrek adımlarımı attım. sonra yemek bloglarını keşfettim. deli gibi yemek blogu okuyup tarifleri print ediyor, haftasonları o bloglardan öğrendiğim enteresan tarifleri deniyordum. sonra bir baktım bu yemek blogları çok güzel de, böyle günlük olarak takip edilmeleri insan bünyesine zararlı olabiliyor, özellikle Türk hanımlarının anatomik yapısı düşünülürse :) bu yüzden yemek bloglarını gündelik takibimi bıraktım. sonra netlarus'ta oluşturduğumuz kabilemiz hafiften çatlamaya başlayınca, ben önce oradaki sayfama yazmayı ve gazeteler dışında internette birşeyler okumayı bıraktım, ah bir de alışveriş siteleri tabii (ideefixe, gittigidiyooo, d&r gibi). derken bir gün haruki murakami'ye sardım. türkçe'de yayınlanmış kitapları bitince, ingilizcelerini aldım, kafka on the shore kitabını okuyorum. aklıma geldi, nette onunla ilgili ne var ne yok diye bakarken, sevgili return2'nun maalesef şimdi internetin kara boşluğuna karışan kelimelerinden oluşan bloguna rastladım (bir yazısının bir yerinde elindeki kitabın adı geçiyormuş meğerse, gugil abinin azizliği), okudum hoşuma gitti. onun linklerinden sırayla abi'yi, rehavet'i okudum, hoşuma gitti. sonra onlara yorum bırakmaya başladım. sonra da netlarus'tan tebdil-i mekanda ferahlık vardır diyerek blogspot'a geldim. blogspot'taki doğumgünüm de 2 ağustos 2007.

2- Blog yazılarımın konusu belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum? Yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum?
belli bir çizgisi var mı okuyuculara sormak gerek, var mı ne dersiniz? ben dünyayı nasıl algılıyorsam öyle yazmaya çalışıyorum, içimden geldiği gibi. bazen yazmak gelmiyorsa içimden, başka birşey mutlaka halime tercüman oluyordur diye bakıp başka birşey gönderiyorum sayfaya, karikatür gibi, alıntılar gibi.

3- Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum?
hayır, hayatımın doğal bir parçası bilgisayar. bilgisayarı açınca da blog arkadaşlarıma uğramak benim için keyifli bir şey, onları okuyup yorum bırakınca sanki kapıda rastgelip iki laf edivermişiz gibi mutlu oluyorum. yorulmuyorum, aksine dinleniyorum. okumak istediğim şeyleri yazmak terapi gibi.

4- Blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı?
hayır, kendimi illa ki yazmam lazım diye kasmıyorum şimdilik. ama ilginçtir ki, insan okunmak, ilgi görmek istiyor kesin. tracker'i yeni yerleştirdim sayfaya, ona bakmak bile heyecan verici olabiliyor bazen. hala en ilgi çeken yazının kamyon yazıları olması gibi:)

5-Blog yazmayı daha ne kadar sürdüreceğim?
bilmem. kendimi çok zorunlu, baskı altında veya tutuk hissedeceğim zamana kadar yazmak isterim. umarım uzun sürer ve hepimiz burada oluruz.
bu mim konusunda yazı bitiminde pas atmak adettendir, ben de sevgili vladimir'e ve sevgili sem'e pas atıyorum, hadi bakalım.
Meraklısına Not: Resmi buradan buldum, gugılda mim yazınca bu çıktı valla. sanırım bir polonya sayfası. resmin altında da yorumlardan biri şuydu, aynen alıyorum: "haaaa dobre dobre;DD". bu ifadeyi görünce buraya almaya karar verdim :)) gerçi bir başka yorum da "na zdjeciu to nie ja, tylko kolezanka, dziekuje w jej imieniu, a p³ci nie znamy :)" idi, bu cümlede hiç bir kelime tanıdık gelmedi ama olsun :))

26 Kasım 2007 Pazartesi

kişisel notlar

Mimlendim, sobelendim, hadi bunlar neyse ama ben oyuna çağırıldım yahu! Katılmamak olur mu?? Sevgili Gulteinen beni oyuna (haylazlığa) çağırıyor, kapının önünde oynayacağız anne bak valla uzaklara gitmeyeceğiz, söz. Hem sen çağırdığında hemen geleceğim ben, az daha demeyeceğim, gideyim ha oyuna?

Ben küçükken de yazardım. Bir sürü defterim vardı resimler çizdiğim, konuştururdum çizdiğim tipleri, kimbilir ne oldu o defterler. Bir ara kahraman isimleri yabancı olan hikayeler yazmaya kalktığımı hatırlıyorum, afacan beşler, gizli yediler filan gibi. Sonra büyüdüm, şiire sardırdım, her 3 Türk’ten dördünün şair olduğu bir ülkede normaldir. Pek kimselere göstermedim şiirlerimi, bir Sunay’a gösterdim, bir de bir arkadaş web sayfasında yayınlamıştı. Sonra da 4-5 yıl aralıklarla süren bir günce dönemim oldu. Derken, aynı şeyleri döne döne yazmaktan sıkıldım bıraktım yazmayı. Taa ki bir gün Vladimir “hadi sen de netlarus’a gel bak çok güzel” diyene kadar.. o gün bugündür yazıyorum gene işte. Çıkını bağladım sopanın ucuna, sopayı vurdum sırtıma, dere tepe düz gidiyorum, bir bakıyorum arkama, bir arpa boyu yol gitmişim...

Ben aslında sanatla uğraşmalıydım. Tiyatroya eğilmeliydim mesela, lise yıllarında çalışmıştım bir ara. Üniversite sınavlarına girme arifesinde bıraktım. Hadi onu ıskaladım, yazı yazabileceğim bir işe girmeliydim. Hayatta en imrendiğim insanlar sevdikleri işi eğlenerek yapıp para kazananlar. Gezi yazarları misal. Hem gez, hem fotograf çek, hem yaz, hem anlat... Hadi bunlar olmadı, eğitimcilikte kalmalıydım ben, eğitimcilikte de bunların hepsi var.

İlk kopyam konusunda daha önce yazmıştım sanırım, kimya sınavında aspirinin formülünü yanımdaki haylaz öğrenci Sami elime tutuşturuvermişti. ben ne yapacağımı bilmezken öğretmen sanki anlamış gibi gelmişti, azıma atmıştım kağıdı, Sami ağzının içinden söylenmişti, küfür de etmiş olabilir, bilmiyorum. aspirinin formülün yiyen ilk Türk olarak tarihe geçtiydim o zaman sanırım.

Cep telefonum artık cüzdanımdan daha önemli. Ayrı bir telefon rehberim yok, herkesin numarası orada kayıtlı. Bodrum’da tatildeyken sırt çantamdan çalmışlardı telefonumu, yalnızdım üstelik. Ezbere bildiğim tüm numaraların kendi numaralarım olduğunu farketmiştim acıyla. Ne oldu sonra? Hiiiiiç, ders almadım, hala ayrı bir telefon rehberim yok ama Turkcell sitesinde rehberimi yedekledim, tavsiye olunur.

En saçma huyum deyince durup düşünüyorum. Yastık denince uykumun gelmesi mi desem, yoksa Gulteinen gibi su içsem yarıyor durumundan mı bahsetsem, bir kitaba/albüme/filme kafayı taktıysam ve internet sitelerinde "tükendi" ibaresini gördüysem onu bulana kadar rahat etmeyip mutlaka bulana kadar uğraşmaktan mı, yoksa Trabzon'a gittiğim akşam konuşmamın değişip koyu bir aksanla konuşmaya başlamaktan mı?

Aşk bence insana yaşadığını hissettiren, evrende var olduğunu hatırlatan, olumlu enerji veren bir duygu. Aşk, Amelie'nin film müzikleri, gıcır gıcır meyva tezgahları, uçsuz bucaksız gibi görünen yemyeşil bir çayırda soluksuz kalana kadar koşup kendini çimenlere atıp kahkahalarla gülmek. O ilk haliyle kalmıyor tabii, bu kadar enerjiye bünye mi dayanır? Kalmıyor derken (kimi toz olup havaya karışıyor bu heyecanların, onlar ayrı), kimi sevgiye dönüşüyor, kalp çarpıntısı hafifliyor ama gözlerde o pırıltı kaldığı sürece aşk var bence. Birlikte geçirilen günlerin, paylaşılan şeylerin zenginleştirdiği bir yolculuk aşk. Uzun uzun anlatımlara gerek duyulmayan; bir bakışın, bir sözcüğün, bir dokunuşun kendinizi ifade etmeye yeterli olduğu bir konfor. O yanında yokken onu hatırladığında içinin ısınması.

Benim en sevdiğim bloglar sorusu biraz enteresan olmuş. Daldan dala dolaştığım, favoriler arasında kayıtladığım herhalde 50-60 tane blog vardır. Boş vakit buldukça gün içinde daldan dala konmaktayım. Ama bazılarına günde birkaç kez girip baktığım da var, hele tanıdıklarımın bloglarına daha bile çok belki-onlara verilen yorumları takip anlamında da hafiyelik etmişliğim var (bu da saçma bir huy sayılabilir mi) onlar da yandaki sütunda var zaten.

Gelelim topu kime atıp oyuna çağıracağıma... İstop oynardık eskiden, şimdiki çocukların istopu kaldı mı emin değilim, attım topu havaya ve diyorum ki: hadi bakalım bakalım, ülker hanım, elektra hanımcığım ve neolitik hanım, buyrun bakalım :)
Meraklısına not: Yukarıdaki resim Trabzon'da Boztepe'deki iftar topunun yanında çekilmiştir.

2 Kasım 2007 Cuma

hem gribim hem mimlendim

Gribal enfeksiyon nedeniyle bu haftayı rölantide geçirdim. bi kutu nuropren, bi kutu kalsiyum sandoz, bi şişe iliadin sprey (mucizevi bişey), bolca limon-mandalina-hatta greyfurt, yarım kavanoz bal, iki bobin tuvalet kağıdı harcadım. şimdi fena değilim. bu enfeksiyonun da bir ömrü var neyse ki, ne demişler: ilaç alırsan 7 günde, almazsan bir haftada geçer :) sesim hala karga gibi, yüzümün rengi atık, ama fena değilim gene de. dün rapor aldım işe gitmedim. rapor almak için sabah evden çıktım, acıbadem kozyatağı'na mı gitsem diye düşünürken, evin yakınındaki sağlık ocağı aklıma geldi. oraya gittim ilk kez. sabah olduğu için pek kalabalık değildi. herkes elinde ssk ya da bağkur cüzdanlarıyla oturuyordu. ben de ikisi de yok. gişedeki görevli kıza "sağlık cüzdanım yok, parayı peşin mi ödemem gerekiyor" diye sordum, bu arada etrafta pos makinesi arıyorum, ama yok. kız "TC kimlik numerooonuz?" dedi. cep telefonuma kaydetmiştim bu numarayı neyse, söyledim. elime bir kağıt verdi üzerinde 12 yazıyor, "3 numaralı odaaa" dedi. peki. gidip 3 numaralı odanın önünde beklemeye başladım. iki kişi sonra bana sıra geldi, muayene oldum, raporumu aldım, bana bir de aspirin c yazdı doktor. çıktım gittim, ilk kez TC vatandaşı olmanın böyle bir yönü olduğunu yaşamış oldum, bedava sağlık hizmeti. neyse, dün yattım evde. palahniuk'un gösteri peygamberi kitabını bitirdim. bu kitap bence şimdiye dek okuduğum en iyi palahniuk kitabıydı. sonra kalkıp palahniuk'un web sayfasına girdim. ağzım açık kaldı. hiç böyle yazar sayfası görmemiştim. her kitabında Amerikan sistemini, kapitalizmi, tüketim toplumunu yerden yere vuran saldırgan palahniuk; kendi web sayfasında üzerinde kitaplarının adı olan tişörtler satıyor! bunun dışında anıları, kitapları üzerine yazılanlar, eleştirileri, başka metinleri, metin yazma ipuçları, üye olursanız değişik atölye çalışmaları filan da var. ilginçti.

bugün işe gittim. penceremden gün kapkara görünüyordu. ama önce Devlet Opera'sından bana mail gelip de Aralık ayında Kadıköy Süreyya Opera'sında Folklorama oynayacak haberini alıp, ona bilet alınca pek bir mutlu oldum. üstüne bir de İzmir'deki kadim dostum Vladimir'in kolisi gelince, keyfim bin kat arttı. koliden bir kutu çikolata ile beraber bir sürü film, bir sürü mp3 cdsi ve daha bir sürü şey çıktı. gerçi Vladimir bu kolileri hazırlarken evde bayağı yer açıldığını söyledikçe, eline geçen atmaya kıyamadığı şeyleri de bana yolluyor hissine kapılmıyor değilim :) oburluğun gözü kör olsun, kutudan çıkan kremini şekerini yerken dişim kırılıyordu az kalsın! neyse, sağolsun varolsun, vallahi Vladimir'cim ellerin dert görmesin, bak şimdi senin mp3'leri dinliyorum bi yandan.

derken bir baktım sevgili artemis beni mimlemiş. iki tane özlü söz yazacakmışız. valla aradım taradım, not aldığım sözlere baktım, size de olur mu bilmem, bir gün bir sebeple birşey hoşunuza gider not alırsınız ama sonra bakınca acayip gelir size, hatırlayamazsınız onunla ne yakınlık kurduğunuzu filan, öyle oldum ben de. sonra gene elime ilk geçen iki sözü seçtim. sonra arada necefli maşrapa niyetine özlü sözler koymayı da aklımın kenarına not ederek onları ekliyorum:






şimdi mim dalgası gereği, topu sevgili hep'e, sevgili gulteneinen enkelini'ye ve yaklaşık bir aydır yazar tıkanması yaşayan sevgili sem'e atıyorum.

8 Ekim 2007 Pazartesi

korku filmleri mi? bırrrr....

Bazı bloglarda ne zamandır bir korku filmi havasıdır gitmekteydi. derken bir baktım öykücü beni mimlemiş. en korktuğum 3 filmi yazmamı istiyor. Yavaş yavaş yazıyorum korkmayayım diye, siz de yavaş okuyun korkmayın :)

Korkuyla haşır neşir bir çocukluğum olmadı, ilkokuldayken beni gece evde yalnız bırakıp gezmeye gittiğinde annem-babam, yaşıtlarım bunu çok korkunç bulurken ben hiç korkmazdım. Korku filmleri ile tanışmam televizyondan oldu, televizyon ekranının ve yayın kurallarının elverdiği ölçüde korkunç sayılan filmlerdi bunlar. Ben gene de filmler yerine kitapları tercih ederim, herşeyi sizin hayalgücünüze bırakan, milim milim sözcük sözcük gererek ilerleyen kitaplar..bırr.. neyse, bir gece karanlık salonda yalnız başıma 1961 yapımı Dehşet Saati (Edgar Allan Poe’nun Kuyu ve Sarkaç öyküsünden uyarlama) filmini seyretmeye başladım. konusu şöyle geçiyor kaynaklarda: Kötü şöhrete sahip bir İspanyol Engizisyon işkencecisinin oğlu olan Nicholas Medina eşini yeni kaybetmiştir ve babasının annesini öldürme anılarını zihninden atamamaktadır. Nicholas'ın İngiliz karısı Elizabeth'in ölümünün üstünde bir sır perdesi vardır ve bu yüzden Elizabeth'in erkek kardeşi Francis olayı araştırmak için Medina şatosuna gelir. Azap çekmekte olan Medina, Elizabeth'in diri diri gömüldüğüne inanmaktadır ve karısının ona seslendiğini duyduğuna emindir. Aslında Elizabeth ölmemiştir ve bu, sevgilisi Dr. Leon'la birlikte Medina'yı delirtmek için kurdukları planın bir parçasıdır. Medina'yı çizginin ötesine iterek amacına ulaşır. Artık kendisini babası sanmaya başlayan Nicholas, Engizisyon cübbesi giyerek Francis'i bir masaya bağlar ve çelik bıçaklı devasa bir sarkacı, çaresiz kurbanının üstüne yavaş yavaş inecek şekilde ayarlar… Fiziksel olarak stilize, yaratıcı bir şekilde görüntülenmiş, kanlı sahnelere yer vermeyen bu korku filminde Corman, başta kâbus kabilinden zindanlar ve işkence odası olmak üzere, etkili ve klostrofobik bir korku atmosferi kurmuştur. daha bismillah, girişte deniz kıyısı, karanlıklar, tam kayalıkların kenarında devasa bir şato, yıldırımlar çakıyor, rüzgar uğulduyor filan. bu sahnede kendi kendime şunu dediğimi hatırlıyorum: haha-korkalım diye herşeyi bir arada kullanmışlar, korkmayacağım-haha. fakat filmin devamında gördüğüm şeyler karşısında tırnak yemek, yastığa sarılmak, koltuğa tırmanmak yetmez hale gelince; kalkıp korka korka televizyonu kapattığımı hatırlıyorum. ne garip filmdi yarabbim. hala korkuyorum sanırım, bu yüzden aklıma ilk bu film geldi. şimdi düşününce, belki de o kadar korkunç değildi diyorum ama o zaman bana çok korkunç gelmişti.


Sonra Pet Sematary – Hayvan Mezarlığı. Stephen King’in aynı adlı kitabından uyarlanmış film. çocukların çok sevdiği kedileri ölür, evin yakınındaki kızılderili mezarlığı için de oraya gömülenlerin geri döndüğü konusunda söylentiler vardır, çocuklar bu yüzden kediyi mezarlığa gömerler. Kedi geri gelir, ama huyu değişmiş vahşileşmiştir. bu arada çocuklardan biri trafik kazasında ölür. acıdan çıldıran baba, çocuğunu da alıp mezarlığa götürerek gömer… kader ağlarını örmeye başlar tıkır tıkır tıkır...

ve üçlemenin son filmi Saw-Testere. Ama illa ki birincisi.

Bu yazıyı yazarken aslında gerilim-macera türünü daha çok sevdiğimi farkettim. Old Boy mesela sevdiğim filmlerden biriydi. Ayrıca Tarantino’lar, tüm filmleri favorim. Kill Bill hem film hem film müziği olarak en beğendiğim çalışmalardandır. bir de reha erdem'in, Korkuyorum Anne diye bir filmi vardır ki, korku filmi değil şenlikli cümbüşlü bir filmdir, izlemeyenlere tavsiye olunur.

ve bu filmlere ait linkleri bulmaya çalışırken kaan oktay'ın şöyle bir çalışmasına rastladım. konuyla ilgisi nedeniyle ekleme gereği duydum, bu korkulu konudan böyle bir çıkış yapmak iyidir:))

KORKU FILMLERINI TANIMA REHBERI
Listelere geçmeden sizin için hazırladıgımız kısa ve eğlenceli “Korku Filmlerini Tanıma Rehberi”:
1 - Eğer filmde genç bir kız ve o kızın sevişme sahnesi varsa, gece olmadan o kız mutlaka ölecektir.
2 – Filmin bir sahnesinde "Kimse var mı?" diye bağıran karakteri büyük bir “sürpriz” beklemektedir. “Sürpriz”in elinde balta veya tabanca vardır ve soruyu soran bahtsız arkadaşın nerede olduğunu biliyordur. Aynı şekilde "Sen burada bekle ben bir bakıp geleyim" diyenler hiçbir zaman geri gelmez.
3 - "Galiba bu sefer öldü artık kaçmama gerek yok" diye düşünen kurbanlar, katilin son bir defa dirilip izleyicilerin yüreğini hoplatacağını gözardı etmektedir… Artık kimse bu tür sürprizlere şaşırmaz zannetseniz de, o sahne filmin en heyecanlı bölümüdür aslında.
4 - Filmin son sahnesinde, katilin vücudundaki 82 kurşun yarasına ve kopmuş kafasına bakarak kesin öldü zannetseniz de katil mutlaka son bir titreme yapar… Stüdyo bir iki yıl sonra filmin devamı çekmeye karar verirse diye…
5 - İri göğüslü genç kızlar katilden kaçarken mutlaka takılıp düşerler. (yer çekiminden olsa gerek!)
6 - Zavallı kurban katilden kaçabilmiş ve arabaya ulaşabilmiş ise arabanın motorunun ilk seferde çalışmayacağından emin olabilirsiniz. Araba ancak katil kapıyı açmak üzereyken çalışır ama o durumda bile katilin arka koltuğa atlamasına engel olunamaz.

sizin eklemeleriniz var mı?

1 Ekim 2007 Pazartesi

mim-sayfa 187


Bir derse giderken kampüsün içinden geçiyordu. Kuşlar yeni yaprak vermiş ağaçlarda ötüyorlardı. Bütün kış onların şarkılarını duymamıştı, ama şimdi ötüyorlar, tatlı melodileri etrafa yayılıyordu. Cik cik diye ötüyorlardı, cik cik. Benim bu mülk cük cük, benim bu bölgecik cik cik, bana ait cik cik...


Shevek ağaçların altında bir dakika kadar kıpırdamadan durup dinledi.


Ursula K.Le Guin, Mülksüzler, Metis Yayınları, Aralık 2003

Çeviren:Levent Mollamustafaoğlu


(Not: Ursula K. Le Guin tarafından 1974'de yazılmış ütopik bilimkurgu roman. Mülksüzler 1975'de bilimkurgu dünyasının 2 büyük ödülü Hugo ve Nebula'yı almıştır. Konu 'Annares' ve 'Urras' adlı bir ikili dünya sisteminde geçer. Annares Odo'cu anarşistlerin, Urras ise kapitalist ve devletçilerin dünyasıdır. Hikaye Shevek adlı bir Annaresli'nin Urras'a gidişiyle başlar. Vikipedi'den)


bu mime önce çarpım tablosu-tolga'nın sayfasında katıldım, sonra sevgili endişeli peri'de. bir mim de sevgili elektra'dan geldi. konu kitap olunca hiiiiç erinmem. bu mim için sıkı hazırlık yaptım :) kitaplığın önüne geçip, sevdiğim kitapları elledim, kimine gülümsedim, açtım hepsinin 187. sayfasını okudum, kimini unutmuşum az daha karıştırıp yerine bıraktım. sonunda bunu buldum. güzel oldu. bu yazıyı okurken, kitaplarını uzun zamandır okşamadığını farkedip, içi cızlayan dostlarımı ben de bu deneyime davet ediyorum, hadi bakalım. sizin eteklerinizden neler dökülecek, görelim :)