.

.
mekanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mekanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2014 Perşembe

Beyoğlu'nda Aylak Bir Gün

Dün Beyoğlu'nda aylak bir gün geçirdim, bu bana hep iyi gelmiştir. Beyoğlu'nun eski çehresinin değişmiş olmasına, dokusunun bozulmasına, sanki görünmezmişsiniz gibi içinizden gelip geçen gürültülü kalabalığına rağmen; bir parçası olmaktan hep zevk almışımdır. Kendimi sürekli bir turist gibi hissediyor olmaktan belki, hep keşfedilecek bir şey var orada ve kimsenin tam bilemediği, ele avuca gelmeyen, hep şekil değiştiren bir şey.

Bu sefer ortasından başladım. Tepebaşı'ndan girdim Cadde-i Kebir'e. Bunun için şıkır şıkır balık pazarının içinden, daracık ama kocaman Nevizade Sokağı'ndan, gündüz biracılarının ve kokoreçcilerinin arasından, parlatılarak özenle dizilmiş şahane kırmızı boncuklara benzeyen ancak etiketi 20 ila 30 TL arasında olan kiraz tezgahlarının önünden geçerek Galatasaray'a vardım. Galatasaray Lisesi önünde, gezipartisi.org yazan tişörtler giymiş gençlerin standı ve yan sokakta bekleyen iki minibüs dolusu çevik polis karşıladı beni. Gençler gelip geçenlere broşür dağıtıyor, polislerse sıkılmakla meşguldüler. Polislerin işsizlikten sıkıldığı bir dünya ne güzel olurdu! Hızlı adımlarla Yapı Kredi Kültür Merkezi'ne yürüdüm, aklımda Oktay Rifat'ın dizeleri ile.


Evet, Elleri Var Özgürlüğün: Oktay Rifat 100 Yaşında sergisine gitmekti amacım. Bu yüzden yola çıkarken çantama kütüphanemdeki Oktay Rifat'ın şimdi kapanmış olan Adam Yayınları'ndan çıkmış olan "Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler"  kitabını atmıştım. Yolda farkettim ki, o kitabı aldığım tarihi yazmışım üstüne. 1985. Hiç eskimeyen şeyler ne güzel. Sergi, Oktay Rifat'ın çocukluğundna başlayarak fotoğraflarından, sanat ev hayat üzerine görüşlerini içeren sözlerden, çok az da olsa özel eşyalarından, pek bilinmeyen ressam yönünü vurgulayan tablolarından oluşuyor. Orhan Veli sergisine göre şiirleri pek az geldi gözüme, daha çok şiirine rastlamak isterdim sanırım. 



Şiirlerin ve resimlerin yanı sıra, ahşap işlerine olan el yatkınlığını da görme fırsatı buluyoruz sergide, şu tepsi misal. Kendi elleriyle yaptığı bu ahşap tepsiyi de o boyamış.


Özel eşyalarına gelince, Burberry pardesüsü, şapkası, hep kullandığı Doğu Alman harikası Erika marka daktilosu, hokkası, kol saatleri, kocaman bir çanak olan kül tablası, köstekli saatleri ve mührü vardı. 


Sonuç olarak, İkinci Yeni'nin ve modern şiirimizin kurucularından olan Oktay Rifat'ın insan yönünü görme şansına sahip olmak çok güzeldi. Sergi 22 Haziran'a kadar gezilebilir.


Bu kolaj Nursen için :)

Sergiden çıktım, bu sefer doğruca Mandabatmaz Kahvesi'ne. Geçen gittiğimde sokaktan tabureleri kaldırmalarını istemişti Belediye, sokak dedimse geçit orası. Neyse, bu sefer dışarıya attıkları taburelerin hepsi değişik milletlerden insanla dolu, cıvıl cıvıl. Mandabatmaz Kahvesi, Beyoğlu'nda 1967'den beri çalışan, küçücük bir geçidin içindeki küçücük bir ocak. Ancak bir kahve yapıyorlar ki azizim, köpüğün üstüne manda bıraksan batmaz! Efendime söyleyeyim, Oktay Rifat şiirleri ile kahvemi içtikten sonra üstünüze afiyet, düştüm gene yollara. Sırada Yapı Kredi Yayınları var. Yapı Kredi Yayınları, bastıkları her kitabı ve dergiyi sürekli olarak % 20 indirimli olarak bulabileceğiniz bir memba, ayrıca her ay belirledikleri yazarların eserlerine özel indirimler yapıyorlar. Bu ayın yazarı Sabahattin Ali imiş. Girdim içeri, bir dolaş bir dağıl. O sırada bir delikanlı elinde bir kitap, ortada duran görevli kıza indirim oranını sordu, "elinizdeki kitap  6.40 TL ye iniyor" dedi kız ilgisiz bir şekilde, çocuk da "ama benim 6 TL'm var ve harcamak istemediğim için kitap almak istiyordum" dedi, kız omuz silkti, eli istemez bir şekilde kitabı rafa geri koymaya hazırlanırken ben atıldım "istersen sana üstünü tamamlayabilirim, al kitabı" dedim ve çocuğa para verdim. Yüzü aydınlandı çocuğun ve kasaya gidip kitabı aldı, çıkarken el salladı bana. Ne kitabı olduğuna bakmadım bile. Kitap okuyanlar, kitaba sevinenler hiç bitmesin bu dünyada.

Galatasaray Lisesi önündeki gezipartisi.org gençleri bir vatandaşla röportajlarını kameraya çekiyorlardı, açıktan geçmemi rica ettiler. Çevikler hala sıkılmakla meşguldü, oh iyi. Bir sonraki durak Bitap Sahaf, kapıdan bir merhaba dedim Şeref'e.  Beyoğlu'nun simgelerinden Pandora Kitabevi eski dükkanının tam karşısına taşınmış, sevindim. Yolda gitar çalan iki genç sokak müzisyenin etrafında toplanmış insanlar, el çırparak tempo tutuyorlardı. Baktım söyledikleri şarkı hiç tanıdık değil, Kürtçe imiş. Kürtçe çalan sokak müzisyenleri de varmış demek, neden olmasın, bi baktım dünya da yerinden oynamıyor yani. Güzel de söylüyordu keratalar.


Oradan tam Taksim'e gelirken baktım ki Selçuk Demirel sergisi var Fransız Kültür Merkezi'nde. Kaçar mı, girdim içeri. Önce güvenlik kontrolünden geçip ardından Beyoğlu'nun bir vahasına, bahçesine attım kendimi. Geniş, ferah, kocaman kayısı rengi güllerle ve ağaçlarla dolu bu bahçeye gelmeyeli çok olmuş. Kafe tıklım tıklım. Akşam keyfi, nasıl sıcak, bunalmışım zaten, milletin yediği salatalara baktım, hemen bir sipariş, ton balıklı salata ve bira. Mis. yemekle beraber yeni aldığım Vüsat O. Bener'in Siyah-Beyaz öyküleri. Mis ötesi. Ardından sıra sergide.


İnsanoğlu Kuş Misali adlı sergide Selçuk Demirel'in 1974-2014 yılları arasında genellikle dış basında yayınlanan; insan hakları ihlalleri, politika, ekonomi ve  güncel hayat üzerine desenleri yer alıyor. 





Neredeyse hepsini çektim sergiyi gezdikten sonra. Yukarıdakiler tadımlık. Sergi 31 Ağustos'a kadar gezilebilir. Bence pek de güzel olur burada bir mola vermek.

Fransız Kültür Merkezi'nden çıkıp Taksim meydanına yürüdüm. Meydan, iş çıkış kalabalığı ile dolu. Gezi Parkı'na baktım, burada bir bina ne kötü olur Yarabbim diye düşündüm. Anıtın etrafındaki insanlara baktım, biri ayakkabılarını çıkarmış sırtını anıta vermiş müzik dinliyor kulağında kulaklık, iki adam anıta yaslanmış sohbet ediyor, 3 çocuk biri su satıcısı ip oynuyorlar biri yatmış bir ağacın altına serdiği kartonların üzerine biri bir ağacın altında oturmuş birini bekliyor sanki diğerleri çimende ayakkabı tezgahı etrafında ayakkabı cilalayıp gülüşüyorlar teyzenin biri yorulmuş az ilerideki parmaklığa oturmuş... İçim bir kabardı ki.


"Bu meydan halkındır ey efendiler, alamazsınız!" diye bağırmak istedim. Bu görüntüleri bozmak isteyenlerin suratlarına yaradana sığınıp kocaman bir tokat atmak istedim. Ben de o çimenlere oturayım istedim. O çimenlere, o ağaçlara kastedenlere karşı durmak borcumuzdur. Nazım'ın dediği gibi; "Hürriyetin ilk şarkısı anlamaktır, anladığını anlatmayan alçaktır!"


14 Kasım 2008 Cuma

şu bu..

Foto: Kemal Vural

-ingilizlerdi galiba, aksilikler üçlemeden bitmez diyen. üçlediler şükür. önce dünden başlayalım. iş çıkışı bir heyecan metroya binip cevahir'e gittim. cevahir dünyanın en büyük alışveriş merkezlerinden biri(öyle diyorlar) ve her zaman cavıl cuvul, bana sorarsanız en büyük değil de en hantal merkezi, hafif ucube bile denebilir, her şey var maşallah, bi beaver yok. nerede ayol, bakmadığım yer kalmadı, beaver gitmiş arkadaş, her yeri de sabunla mı yıkamışlar nedir, içim acıdı, alt dudağım sarktı (meğerse 4 kasım'da gelmiş, 8 kasıma kadar çizim yapmış ve çizerken izlenebiliyormuş, seneye bu zamanlara kısmetse artık, neredeyse gitmeyen ne olsun).. bu moralle katlardan katlara geçerken ayakkabı katında bir ayakkabı beğendim, onun da numarası yok. bi tek o dükkanda değil Türkiye'de yok (bu lafa bayılıyorum şimdi, hemen bilgisayara gidip bakıyorlar ve böyle diyorlar insana, "hamfendi valla Türkiye'de stoğu yok"-napcaz yani, nerde var, hangi ülkede?) etti mi iki. ben ders almam ki, bunun üzerine bu akşam da "Issız Adam" filmine gitmek üzere bir acele bir telaş karşı yakaya geçtim, önce trafikten 19.00 ve 19.15 seanslarını kaçırdık farklı sinemalarda. bari 21.15'e girelim dedik, onlar da dolu. hem de Palladium'da, yeni açılan ve "ıssız adam" filminin çağrıştırdığı ıssızlığa sahip çarşıda. etti üç. oh, rahatladım. bu sefer üstüne gidip Köfteci Ramiz/kuruluş 1928 Akhisar'da (valla logosu böyle) köfte yedik. öyle lezzetliydi ki.. o kadar İnegöl, Tire, Akçaabat, tükürük, Sultanahmet köfteleri yedim; bunun da yeri ayrı yahu. --Tire köfteleri de ne güzeldi değil mi sevgili Liz? 4 saatlik İzmir-Akyaka yolunu 8 saatte aldığımız o unutulmaz yolculukta bir saat kalmıştık lokantada -kalan zamanı da outletlere girip çıkarak harcamıştık efendim, hepsini girip denetledik adeta-) Bir de adamların tabelasına bakıp "sütçü Ramiz köfteci mi olmuş yani" diyordum, geri alıyorum. köfte sevenler, bir de burayı deneyin.
-Livaneli'nin son kitabını bitirdim, "Son Ada". ülkece yaşadığımız durumları alegorik olarak anlatan, kolay okunan, düşündüren, ilginç bir anlatı. değişik bir şey okumak isteyenlere gönül rahatlığı ile önerebilirim. kitapla ilgili Remzi Kitabevi Kitap gazetesinde yayınlanan bir yazı burada, Radikal kitaptan bir yazı da burada.
-EFT (emotional freedom techniques-duygusal özgürleşme teknikleri) eğitimi, hayatımda katıldığım en iyi eğitimlerden biriydi. hani açılayım açılayım diyordum ya, tam da öyleydi işte. keşke okullarda okutulsa. sonra bir ara uzun uzun anlatırım, ama merak eden varsa lütfen buraya ve tekniğin kurucusu Gary Craig'in sayfası için de buraya. geçen haftadan beri konuyla ilgili okumalar yapıyorum, dileyenle paylaşabilirim.
-yukarıdaki fotograf acı seven biri olarak çok hoşuma gitti. cennet gibi ayol :) hayatımda o kadar kırmızı biberi bir arada görmedim.

10 Mart 2008 Pazartesi

halim

ben bu yazıyı yazarken bunu dinledim, isterseniz siz de okumadan önce tıklayın, bir yandan çalsın bakalım :)) benim en sevdiğim müzisyenlerden yann tiersen'den "a quai (rıhtımda)".



sağolsun arkadaşlar "ne oldu, niye yazmıyorsun" diye soruyorlar, merak etmeyin bişeyim yok, iyiyim şükür. hatta şu yukarıdaki esra erbaş'ın sevimli fotografındaki kız çocuğu gibi hayata merak ve mutlulukla bakmaktayım. ve yine o kızcağıza olduğu gibi, oyun oynamaktan ve tadını çıkarmaktan yazamaz haldeyim :) en son perşembe yazmışım, misal o akşam iş çıkışı gene lisedeki tiyatro ekibimizden serpil isimli bir arkadaşımızla buluşmaya cihangir'de yeni açıldığını duyduğum ama görmediğim kaktüs'e gittim (tülaycım sen gelince de gidelim buraya). serpil'i de 25 yıldır (peheyy) görmemiştim, mekana önce ben vardım. firuzağa tarafında inmişim taksiden, halbuki kaktüs cihangir ana caddedeymiş, hızlı hızlı serpil'in tarif ettiği sokaklarda yürüyüp vardım. içerisi beyoğlu'ndaki mekandan oldukça büyük, iki katlı, daha modern döşenmiş, her yer kedilerle dolu. hem duvarlarda yürüyen kediler var, hem küllükler fincanlar kedi desenli, hem gerçek kediler, hatta köpekler içeride rahat rahat dolaşıyorlar. bir masaya oturdum, garson güleryüzle bir şey söylemeden bir bardak su verdi bana, ben de "ah canım" diyorum kendi kendime, "kimbilir alı al moru mor mu geldim nedir, yüzüm kırmızı herhalde, acıdı çocuk" filan diyorum, meğerse her oturana önce bir bardak su ikram ediyorlarmış (ne iyi fikir), sonradan öğrendim :) neyse, serpil geldiğinde gene acayip bişey oldu, sanki aradan o zamanlar geçmemiş gibi, sarılıp öpüşüp vırvırvır konuşmaya başladık gülüşerek. tabii biraz saçlarda kırlar, yüzde yaşanmışlıklar mevcut, ama gözler aynı pırıltılarda. güya oradan kalkıp bir yere gidecektik, gidemedik, sohbet öyle güzel geldi ki, hem serpil'le hem karşımda oturan güzel adamla konuşurken saatleri unutuvermişiz gene. aaa bir baktım, yanıma koyduğum çantamın üstüne bir sarı kedi konuşlanmış, nasıl uyuyor ama görmeniz lazım. kafa yan yatmış, patisinin birini çantanın sapının altından geçirmiş filan, dağıtmış kendini. cep telefonuyla resmini çektim, bakınız aşağıda.

benimkine gülerken bizim yan tarafta oturan hanımın da siyah kabanının üzerine siyah bir kedinin çöreklendiğini zor farkettik, allahtan kırmızı kurdelesi vardı boynunda, yoksa o da tam araziye uymuştu yani :) haftasonu da oyuncakçı olan arkadaşımızın dükkanında bu sefer büyüyen bir halka şeklinde toplanıp ciğer partisi yaptık. hava pek güzeldi, belki toplanır dışarıya gideriz demiştik ama nerde. kaldık orada.

bu sabah benim temizlik günümdü, yaklaşık 11 yıldır 3. evimde aynı temizlikçim. evine yardımcı alanlar anlayabilirler bunun ne kadar lüks bişey olduğunu. sabah bu yüzden çıkarken, sepet gibi kafama rağmen, ona destek olsun diye yatağın çarşaflarını söktüm, çamaşır makinasını çalıştırdım çıktım, gelince hazır bulsun diye. işyerine vardığımda cebimde bir mesaj "ben gece hastalandım, gelemeyeceğim". yapacak bişeyim yok, ne yapalım. akşam eve dönerken gözümün önüne evimi su basmış, suların köpürerek medivenlerden indiği falan gibi sahneler geldikçe kafamdan uzaklaştırıyorum, geldim neyse bir vukuat yok, sadece nemli nemli kapalı beklediği için çamaşırlarım yumaklaşmışlar. yeniden kısa programda yıkadım onları, az önce de astım. asıl zor kısım yatağı yapmak. yani yastıklarla çarşaf gene neyse de, nevresim geçirmek biraz zor bir zanaat. yurtta nevresim geçirirken biri yatağın üstüne çıkar silkelerdi yorganı, biri aşağıdan düzeltirdi, çünkü yurt müdüremiz nazi subayı gibi kollardı yataklarımızı, nedense. yatağını düzgün yapamayanı kara kaplı defterine yazardı, sonra toplantılarda yapılan hataları anlatırken gözlerimize öyle bakardı ki tirtir titrer, "acaba ben miyim bu dediği" diye birbirimize sokulurduk. bir arkadaş da çengelli iğne yöntemi geliştirmişti nevresimi yerleştirmek için. koca koca manda gözü kadar çengelli iğneler almıştı, nevresimin köşelerine yorgandan geçirir tuttururdu bu iğneleri, böylece yorgan nevresimin içinde oynamazdı. ama benim bu akşam ilk yöntemden başka çarem yoktu, çıktım yatağın üstüne, silkele babam silkele yaptım. artık formdan mı düşmüşüm, yoksa yaşlanıyor muyum, veyahut artık nevresimlerle yorganlar bu sisteme karşı bağışıklık mı geliştirdiler bilmiyorum, epey bir mücadele etmem gerekti. hatta nevresimin içine girmeyi bile düşündüm. neyse, olduğu kadar artık. benim hatun halbuki tek eliyle takıyor bunları. bir dahaki sefer bu bölümü çaktırmadan izleyeyim bakayım, nedir sırrı.

akşam iş çıkışı gene 202'me bindim, koşarak yakaladım otobüsü ışıklarda dururken. şöföre "iyi akşamlar" dediğimde, "göremeyince bekledim sizi" dedi. kendimi amelie kadar mutlu hissettim. oturdum cam kenarına, dayadım kafamı cama, uyumaya başladım. derken bir cırlak ses, uykumdan fırladım kaza mı oldu ne oluyoruz diye. yok, ama kaza gibi bir sarışın hanım binmiş elinde torbalar gelip yanıma oturmuş, şöföre para verecekmiş de onu söylüyormuş. hay allahım deyip başımı camdan yana çevirdim, bir saniye geçmedi kadın bu sefer cep telefonuyla bağıra bağıra ciyak ciyak "hayati abiiiiiii aldık hediyeyi geliyoz biz ha abi" filan diye konuşmaya başlamaz mı? elimle omzuna vurdum ve "biraz sessiz olur musunuz ayrıca bakınız" dedim ve "cep telefonunuzu kapatınız" işaretini gösterdim. kadın hayati abisine "ha ha ha, tamam abi" deyip telefonu kapattı, benden tarafa bakmayarak yanında başka torbalar taşıyan ve sesi çıkmayan kıza "burası çok uyuz, bunlarla mı uğraşacam, hadi yukarıya çıkalım" dedi, torbalarını toplayıp gittiler. ne üzüldüm. yanda oturan çift bana bakıp başlarını salladılar, ben de onlara başımı salladım, "uykumdan fırladım yahu" dedim, güldüler. yakın zamanda bu kadar cırlak bir ses duymamıştım vallahi. kadın kavgaya başlasa cevap veremezdim yani, tutulur kalırdım o sese karşı. bırrr. neyse benim uykum kaçtı tabii, hiç sevmediğim mecidiyeköy trafiğini izlemeye başladım, adım adım, korna sesleri, akan sel gibi insanlar... önümde iki orta yaşlı kadın oturuyordu, birisinin sürekli gülen yüzü ve kırmızı gözlükleri (doğal olarak) dikkatimi çekmişti bindiğimde, o sırada o kadın çakralarını açtırdığından filan bahsediyordu, böylece kadının neden (ya da nasıl) güleryüzlü olduğunun sırrına da vakıf olmuş oldum. sonraki durakta yanıma bu sefer hoş bir genç hanım oturdu, oturur oturmaz cep telefonunu çıkardı, birini aradı, bu sefer yan taraftaki çift atladılar "lütfen kapatın" diye, kız kapattı ama bir miktar söylendi, yok şöförünki de açık, bu arabalarda artık farketmiyor işgüzarlık yapılıyor filan. bu arada baktım çakralarını açtıran kadının bir-iki çakrasında tıkanmalar başladı, omuzları düştü, canım ya, eve ulaşabilseydi keşke diye düşündüm, sonra dayadım başımı cama gene uyudum.

16 Kasım 2007 Cuma

şurdan burdan-4

-ilk haberimiz Yaşamın Kıyısında filminde esas oğlan Nejat'ın babasına verip de ısrarla "oku" dediği Selim Özdoğan'ın Demircinin Kızı romanı Türkçe basılmış. merak edenlere ben duyurmuş olayım. İstiklal Kitabevi'nin bastığı kitabının tanıtımından öğreniyoruz ki, Fatih Akın'ın sevimli filmi Im Juli(Temmuz'da) nin de yazarı Selim Özdoğan'mış.


-9 Eylül 2007 tarihli yazımda bahsedip de herkesi meraklara düşürdüğüm Pizza Hut'ta kahvaltı olayını sonunda bağlıyorum. Haftaiçi her gün 5.90 YTL'ye zengin kahvaltı tabağı ve 1.50 YTL'ye de sınırsız çay uygulamasına da başlamışlar. Haftasonları 9.90 YTL'ye açık büfe kahvaltı servisi de devam. ancak her Pizza Hut'ta bu hizmet yok. Hafta içi kahvaltı tabağı, hafta sonu da açık büfe kahvaltı veren restoranlar: Acıbadem, Bağdat Caddesi, Kozyatağı, Süreyya Plajı, Bahçeşehir Prestige ve 7. Cadde/Ankara. Hergün kahvaltı tabağı veren restoranlar ise Beşiktaş, Atakule/Ankara ve Balçova Kipa/İzmir. şimdi bu bölüm gerçekten kültür hizmeti oldu, Pizza Hut'un kendi sitesinde bile yok. sevildiğinizi bilin :)




-Mercan Dede son albümünü çıkarmış. ismi 800. bu yılın Mevlana'nın 800. doğum yılı olarak kutlanması nedeniyle bu albümünde barış temasını işlemiş. Mercan Dede, bu sefer her zamanki mistisizmini rapçi Ceza ile harmanlamış. şarkılar genelde 6 dakikadan uzun, müzikler gene etkileyici ama birden Ceza çıkıp sözleri rap formunda söyleyince ilk dinlemede biraz şok geçirmeniz olası. şarkılardan birinde Yıldız Tilbe'nin de vokali var. "Tutsak" isimli bu şarkının sözlerini de Yıldız Tilbe yazmış. oldukça arabesk nağmeleri olan bu şarkı, enteresan.



ey gökyüzü aydınlık mısın benim kadar ve karanlık
hasret yakarmış, kavuşmak varmış
güneşten sıcak, sudan çıplak
sanırım hiçbirşey yok aramızda aşktan başka



vay hayat, ey hayat



denizde vardı oltam bir balık tuttum zannettim
baktım hepsi rüyaymış mekanım yanmış bir orman
ve tek seçimse çaresizlik ona inanma
göz gördüğünden korkmaz
eski bensem bir çiçek olsam da solmam
anlatsın bilen kimse
hep çeken bilir demişler çekense susmuş
hep konuşmuş çekmeyen kim varsa
anlatsın derdi çeken hüzün kaplı yüzlerinde
karışmakta dertler
ellerinde kürekle kazma
ve der ki şeytan yazma
ben olsam neyle anlatırım neyle anlarım
ben anlatmazsam hangi sazla mürekkebim elimde kağıdım aynam
gönlü saydam olan anlar ancak
işte sayfam hergün intihar peşinde ve umutlar peşinde
bu dünya kapkaranlık ışık başka yerde herkes peşinde
herkes sandığı kadar iyi olsaydı keşke
en azından ay beklerdi üstümde yalnız gecede


başka seveceksin başka şekilde başka biçimde
güneşten sıcak sudan çıplak
hiç kimsenin kalbi/şansı yok
bu benim kendi alın yazım
seveceğim başka yolu yok
seveceksin başka yolu yok



naklen mutluluk istiyoruz (hahaha) di mi
naklen huzur istiyoruz
naklen sevgi
niye varız

aşktan başka



şarkıyı kaç kere dinledim bu sözleri yazmak için şaşırdım. ortadaki "bir oltam vardı" diye başlayan italik bölümü Ceza seslendiriyor. sözleri bilip takip edince rap hoş bişey yahu. ah, bir de naklen mutluluk istiyoruz'dan sonraki hahaha benden değil, Yıldız Tilbe orada gülüyor, konuşur gibi. peşinden "di mi" diyor. var ya onun o arızalı halleri, kaydı gözümün önüne canlanıyor duyunca. alem kadın.



bence başarılı bir albüm, şarkıların podcast'larını doublemoon'un sitesinden şuraya tıklarsanız, dinleyebilirsiniz. ayrıca, radikal'de yayınlanan Mercan Dede ve 800 söyleşisi için de buraya tıklayabilirsiniz.




- İhsan Oktay Anar'ın son kitabı "suskunlar"ı bitirdim bu hafta. çok güzeldi, Anar'ın uzun cümleleri, tınıları kulağınızda şındırdayan kelimeleri ile bir zaman tünelinde Osmanlı'ya gitmek gibiydi. kendinize bir iyilik yapın, okuyun. Radikal Kitap'ta yayınlanan İhsan Oktay Anar ve Suskunlar yazısı için de buraya tıklayabilirsiniz.



-kitap kurtları ve iflah olmaz alışverişkoliklerin vazgeçilmez adresi (kendimi tarif ettiğim anlaşılmıyor değil mi) ideefixe.com'da sanal kitap fuarı başladı. oldukça avantajlı fiyatlarla sunulan kitapların yanısıra, yazarların önerileri, kitap listeleri, söyleşileri de var ama benim için bu fuarı daha özel kılan, fuar nedeniyle düzenlenen bilgi yarışması. burada çeşitli romanlardan rastgele seçilmiş parçaları veriyorlar, siz kitabın ne olduğunu bulmaya çalışıyorsunuz. geçen yıl büyük ödül araba idi. bu yılki ne acaba deyip baktım ki, siteden kendisinin seçtiği 50 kitap verilecekmiş en çok doğru yanıtı bulan kişiye. allah allah, arabalar mı pahalandı kitaplar mı?? bu yılki sorular biraz zor sanki. yarışmaya katılmasanız bile, ilginç olabilir.

19 Eylül 2007 Çarşamba

şurdan burdan-2


akşam eve geldiğimden beri bloga müzik eklemeye çalışıyorum. gördüğünüz gibi başaramadım. şaşkınım. ekleyebilseydim size bu sefer zafer erdaş'tan bahsedecektim. sonunda da devlet opera ve balesi'nin ekim'de başlayacak yeni sezon biletleri satışa çıktı diyecektim. devlet tiyatrolarının da bilet satışları başladı. henüz şehir tiyatrolarından ses yok, pazartesi başlayacağız dediler, bakalım. bu arada, devlet tiyatrolarının oyunları bu sezon sadece taksim aziz nesin sahnesinde, cevahir sahnesinde ve oda tiyatrosunda. yani taksim sahnesi (eski maksim) yok listede. bir de akm büyük salon yok. sezon ortası akm boşaltılacak söylentileri ayyuka çıkmış durumda, opera baleciler de kadıköy'deki yenilenen süreyya sineması (ilk müdürü nazım hikmet'in babasıymış biliyor musunuz) ile anlaşmışlar bu dedikodulara göre. harbiye muhsin ertuğrul sahnesini de alıyorlarmış ellerinden tiyatrocuların. bakalım neler olacak?


göztepe'deki oyuncak müzesi'nde ekim ayında yeni seminerler başlıyor. neler yok ki, fotografçılık, illüzyon sanatı (kim istemez şapkadan kuş çıkarmayı :)), çocuğumu keşfediyorum semineri, fosil keşif atölyesi ve yaratıcılık. ben en çok sonuncusuyla ilgilendim. şair-fotografçı akgün akova tarafından verilecek bu seminerlerin kayıtları devam ediyor. ben telefonla kendisiyle görüştüm, eski bir dostumdur, "arkadaşlarına da haber ver" dedi, ben de veriyorum. dersler 6 ekimde başlıyor, cumartesi günleri 1 saat olarak verilecek, 3 aylık seminerin bedeli 125 YTL. kayıtlar müzede alınıyor. bu haftasonu gidip kaydımı yaptıracağım, ilgilenenler varsa bana mail atarlarsa sevinirim. müzeyle iletişim ve daha ayrıntılı bilgi için lütfen tıklayınız: http://www.istanbuloyuncakmuzesi.com/tr/iletisim.asp eğer hala görmediyseniz, lütfen bir haftasonunuzu bu müze için ayırınız. bakın pazar günleri cafelerinde kahvaltı servisi de vermeye başlamışlar, üstelik 1927 doğumlu ak sakallı theo dede ile oyuncak boyama seansları da var!


haftasonu epeydir denemek istediğim domates reçelini yaptım. ramazan filan bakmadan yazıyorum, belki iftara denemek isteyen olur, değişik bir lezzet. aslında bu reçeli rumlar yaparmış, bozcaada'da tatmıştım, fakat onların domatesleri küçük, oval ve yumruk gibi sertti, içlerine badem koyup kirece yatırarak yaparlarmış. şimdi nerede o domatesler ve o vakitler? benimkisi şipşak bir tarif işte. yarım kilo (paketliyse 2 paket) cherry domates alınır, yıkanır, sapları çıkarılır. bu arada 3 su bardağı tozşeker ve yarım çay bardağı su ile koyu kıvamlı bir şerbet hazırlanır. sonra şerbetin içine 3-4 adet karanfil ile 2-3 çubuk tarçın atılır. birbirlerini pişerken ezmesinler diye büyük bir tencerede, şerbet ile domatesler yaklaşık 20 dakika kaynatılır. pişerken oluşan köpükler alınır. derken 20 dakikanın sonunda, yarım limon suyu karışıma eklenir, birkaç dakika daha kaynatılıp tencere ateşten alınır. tarçınları ister çıkarın, ister bırakın; reçel soğumaya bırakılır. pişerken ezilmesinler diye fazla karıştırmıyoruz. benimkinden yaklaşık 3 küçük kavanoz çıktı. biri anneme, biri teyzeme, biri bana. tadım sonuçları çok iyi. hem pratik hem değişik tatlar arayanlara ve hamaratlığı ile göz doldurmak isteyenlere önerilir.

11 Eylül 2007 Salı

şurdan burdan

uzungöl - fotograf: arzu cebeci
birkaç gündür hava soğuk ya, ne giyeceğimi şaşırmış vaziyetteyim. neyse ki sokakta gördüğüm insanlar da benim gibiler, kimi botlarını çıkarıp giymiş, kimi hala kısa kollularla üzerine şal atmış gezmekte. yarın (çarşamba) yağmur geçişi olabilir demişlerdi, bakalım gene ne giyeceğiz? ben kafamda çok plan yapmıyorum açıkçası, sabah kalkıp o mahmurlukla dolabın önünde durup bakıyorum ve içimden bir sesin "işte bu, yanına bu, aha bi de bu" demesini bekliyorum.

yukarıdaki uzungöl fotosu da ne alaka diyenlere, bu akşam ben sem'le buluştum heyy! balık mevsimi açıldı, terazinin balığa özlemi bitti diye yazdığından beri, biz iki karadenizli aramızda balık sohbeti yapmaktaydık. ben de onu sahrayı cedit'teki karadeniz lokantası nostoni'ye davet ettim. evimin yakınındaki bu lokanta, acil karadeniz lezzeti istediğinizde size mütevazi ve sıcak dekoru, güzel yemekleri (hamsi ve pide çeşitlemeleri, turşu kavurması, muhlama, karalahana sarması ve karalahana çorbası, kaygana, laz böreği, hamsili pilav gibi), fonda usulcacık çalan karadeniz müzikleri (kazım koyuncu'ya rahmetler olsun, volkan konak'a selamlar) ve uygun fiyatları ile benim aklıma ilk gelen yerlerden biridir. sem'le osmanbey'de buluşup iki katlı 202-taksim-üstbostancı otobüsü ile geldik sahrayıcedit'e, sonra oturduk hem yemeğe hem sohbete. bir sürü ortak noktamız çıktı, konuşacak daha çok şeyimiz olduğu da. sanırım o da keyif aldı nostoni'den. güzel bir akşam geçti yani, ben anılarımı anlattıkça ne kadar absürd olduklarını farkettim. o da farketti tabii, bunları senaryo haline getireceğiz o da filme çekecek, siz de seyredeceksiniz :)

yarın gece ilk sahura kalkılacak, müslüman alemine ramazan geldi. bu nedenle yarın işyerinde geleneksel ramazan'a merhaba kahvaltımız var. herkes birşeyler getiriyor ve kurulan büyük sofrada hepimiz yiyerek kahvaltımızı işyerinde yapıyoruz. benim payıma ekmek düştü. geçen yıldan beri, her kahvaltıya ekmek yapıyorum. bir sinbo ekmek makinam var ve hakikaten güzel ekmekler yapıyorum. katkısız ve dışarıda bulamayacağınız karışımlarla ekmek yapmak çok zevkli birşey. ben bu sefer çavdarlı-cevizli-haşhaşlı bir karışım hazırladım yarın için. sanırım en çok çavdarlı ekmeği seviyorum.

chuck palahnuik okuyorum bugünlerde. görünmez canavarlar'ı okumuştum, şimdi tıkanma var elimde. onun anti-kahramanlarını, herşeyle dalga geçen anarşist ve küfürbaz yanını seviyorum. bir sürü stephen king'i peşpeşe okuduktan sonra (kara kule'den sonra sırasıyla yaratık, tılsım, kara ev ve o'yu okudum) misal bacağım ağrısa, bunu "o" yapıyordur diye düşünmeye başladığımı farkedip ara verdim :) tamam, king acayip hayalgücü olan acayip bir adam, kabul. ama gene de kara kule'si onun şaheseri. benim hayatımda kara kule var ya, artık ben hiç sıkılmam. roland'ı düşünür avunurum. valla.

ezginin günlüğü'nün 25. yıl tribute albümünü aldım. birçok şarkıcı grubun şarkılarını yeni düzenlemelerle söylemiş. kabul etmek gerek, bazıları ilk dinleyişte kulak tırmalıyor, tamam tamam ikinci ve sonraki dinleyişlerde tırmalamaya devam edenleri de var.. ama yaşar ebruli'yi, sezen aksu 1980'i, fuat saka hişt'i, haluk levent sabah türküsü'nü ve barış akarsu leyla'yı çok güzel söylemişler bence. müzik eklemeyi bilseydim birini eklerdim şimdi.

caz ve ecm sevenler jan garbarek geliyor kasım'da istanbul'a. biletler biletix'de çıktı. anathema da ekim sonu istanbul'da. artık hareketleniyor mekanlar. tiyatrolar başlayacak diye de seviniyorum. ama hala programlar belli değil, mail atıp sordum ne zaman çıkacaklar diye, ay ortası diye cevap aldım. haber veririm size de.

işte böyle günler. bu akşam limonata gibi bir hava vardı, yürürken bir sürü blog arkadaşımın mutluluktan sözedişi geldi aklıma, eylül yaradı galiba, ben de iyi hissediyorum kendimi :)

9 Eylül 2007 Pazar

pazar kahvaltısı keyfi

pazar günlerini pek sevmem eskiden beri. ben çocukken pazar günleri hep yıkanan çamaşırların, yapılması gereken banyonun, son anda yetiştirilmesi gereken ödevlerin ve babam için de radyodan dinlenen futbol maçlarının günüydü. hep bir telaş, aman haftaya eksiksiz başlanılsın diye. ama cumartesi öyle midir ya? cumartesi günü ne yaparsan yap, ertesi gün gene tatildir bilirsin. neyse, bu pazar günlerinin en büyük zevki herhalde kahvaltısıdır ve cemal süreya'nın dediği gibi de mutluluğun kahvaltıyla bir ilgisi olmalıdır.

istanbul'da pazar kahvaltısı keyfi yapmak için şafakla yola çıkmakta fayda vardır. boğazda azıcık deniz göreyim de birşeyler yiyeyim diyorsanız hele. tabii ki hisar'da, bebek'te, yeniköy'de filan kahvaltının mutlulukla doğrudan ilgisi vardır. ama anadolu yakasında oturanlar için bunları göze alacak zaman ve nakit yoksa, ne yapılmalıdır?

benim en sevdiğim ve denediğim kahvaltı mekanlarından biri koşuyolu biber'dir. özellikle acıbadem'de yaşadığım zamanlarda biber'e çok sık giderdim. gerek kapalı mekanı, gerekse bahçesi hem çok zevkli, hem de fiyatı uygun bir seçenekti. şimdi biraz uzaklara düştük. acıbadem'de yaşarken bir de "o ağacın altı"na giderdik, evet evet "o" ağacın altı. türk filmlerinden hatırladığımız o güzel şarkıya atfen, çamlıca'ya çıkarken, bilfen kolejinin hemen yanında, açık havalarda hem tarihi yarımadayı hem adaları görebileceğiniz, kadıköy'de de nokta tespiti yaparak eğlenebileceğiniz bir yer. artık nargilesi ve pide bahçesi de var. paralı günlerimizde gitmeyi en sevdiğimiz yer maria'nın bahçesi, küçükyalı sahilde, inanılmaz yeşil ve ayrıntılarla dolu bahçesinde ege'nin binbir çeşit otları ve zeytinyağı ile maria'nın yarattığı mucizeleri tatmak insanın ömrüne ömür katar (kahvaltı 35 YTL). biraz daha uzağa uzanabiliyorsanız, dragos sahilde 0216 restoran (ya da fiziki engelliler vakfı) bahçesi de hem uygun fiyatları (kahvaltı 20 YTL) hem de adalar manzarası sunar. ve işte bugünkü keşif.. aylardır gazetelerin içinden" pizza hut'ta cumartesi-pazar günleri açık büfe kahvaltı keyfi 9.90 YTL" insertleri dökülmekte ve tarafımca dikkate alınmamaktaydı. meğerse ne büyük hataymış, heyhat! bu pazar evimin az ötesindeki pizza hut'ta ettik kahvaltımızı efendim ve çok memnun kaldık. deneyiniz, evde oturmaktansa çolkuk çocuk pizza hut'a geliniz, çocuklarınız bahçesinde oynasın siz son derece zengin açık büfeden istediğiniz kahvaltılığı isterseniz çeşit çeşit pizzaları yiyiniz ve gazetenizi okuyunuz.

hangi pizza hut'larda bu hizmet var ve diğer gelişmeler için lütfen burayı tıklayınız.

25 Ağustos 2007 Cumartesi

mekan, kapı, çıkış,sanat (paintjam)

cumartesi günü de 7.30 da uyanılır mı? uyandım işte. halbuki perşembe gecesi de azıcık kestireyim diye 20.30 da uzanıp gece 04.00 de uyanmıştım. dün gece geç de yattım aslında. kızıltoprak'ta benzinci civarında cafe for gift lovers diye çok şirin bir yer açılmış, önce oraya gittik. cafedeki herşey aynı zamanda satılık :) zevkli bir sahibi de olduğu etraftaki ıvır zıvırdan, seçtiği müziklerden, satışa koyduğu ve kullandığı organik envai çeşit üründen belli oluyor zaten. çok rahat, çok keyifli ufacık bir mekan. oradan kalkıp kalamış'ta yeni açılan kahve dünyası'na gittik. nasıl kalabalık, zor yer bulduk. kalamış'ta, cemil topuzlu caddesinin başladığı dörtyol ışıklarda eskiden yelken pastanesi şimdi citibank olan yerin karşısında koccaman bir yer açmış kahve dünyası. içinde kahve olan herşeyi hem güzel, hem ucuz yapıyorlar. 3 kişi türk kahvesi içtik, yanında 330 ml su ve kocaman bir çikolata ile. hesap 6 YTL geldi. aynısını semt pastanesinde bile iki katına içerdiniz. lütfen gloria jeans ya da starbucks'a gideceğinize bir seferliğine de olsa, kahve dünyası'na bir şans veriniz. hiç değilse yerli. masadaki atıştırmalık bonbonları nasıl yediğimizden de bahsetmedim üstelik :))) -- bu arada kadıköy'de eski migros'un yerine yeni açılan alkım kitabevinin içinde de bir şube açmışlar. geçen pazar kitabevi gezisi yaptıktan sonra orada bir çikolata fondü yedik yonca ile. kimseye söylemeyelim dedik ama siz kimse sayılmazsınız :=) altında küçük bir tealight mum olan kabın içinde gelen erimiş çikolatayı , yanında servis edilen ince dilimlenmiş çilek ve muz parçalarına ince uzun çubuklar aracılığıyla batırıp bulayıp yiyorsunuz. üstelik az da değil ha. biz iki kişi yedik ama 3 kişi de rahat rahat yiyebilir. hatta tatlı olur çok baymasın derseniz, 4 kişi bile tadımlık yapabilir. bedeli 5 YTL. kahve dünyası deyip bunu söylemeden geçemezdim, bir de orada 2 tür türk kahvesi satılıyor. biri normal biri çifte kavrulmuş türk kahvesi. kahveseverlere duyurulur.

bu arada geçen hafta yky'den yeni çıkan macar yazar magda szabo'nun kapı adlı kitabını okudum. Çok etkileyici bir kitap. Bir kadın yazarın yanında 20 yıl çalışan bir başka kadının, Emerenc''in yazarın gözünden hayatı. Emerenc başta tüm kapıları kapalı, sırlarla dolu biri gibidir. Ancak roman ve zaman ilerledikçe kapıları açılır ve sırları ortaya dökülür. Magda Szabo bu kitabı otobiyografik unsurlardan da yararlanarak yazmış, keyifli bir dili olan bu kitabı da Emerenc''i de çok seveceksiniz. yky kendi sitesinde kitabı şöyle tanıtıyor:
“Karşılıklı bağlılığımız, aşk gibi, birtakım tanımlanamayan bileşkelerin sonucuydu çünkü birbirimizi kabullenebilmek için bir sürü ödün vermemiz gerekmişti.”
Bir yazar ve ona ev işlerinde yardımcı olan yaşlıca hizmetçisi… Macaristan’ın önde gelen yazarlarından Magda Szabo’nun ince ve hüzünlü bir mizah duygusuyla kaleme aldığı Kapı, otobiyografik unsurlar da taşıyor.Szabo’ya Fransa’nın en saygın ödüllerinden Femina’yı kazandıran romanda, hayvanların ve insanların dilinden anlayan, cesur, bilge Emerenc, yazara yaşama, sanata ve ölüme ilişkin doğru bildiklerini sorgulatıyor.Kapı’yı Türkçe’ye Hilmi Ortaç çevirdi… (benim notum: çok da güzel çevirmiş, Hungaroloji mezunuymuş, ben üniversiteye gireceğim zaman bu bölümün duyurusu vardı, ilk sınıflar 20 kişi oluyormuş, ikinci sınıflar 10 kişi, 3. sınıfta 3 kişi varmış, macaristan macarca dil bilen türk arıyor ve çok zor buluyormuş. o zaman neden orayı seçmedim diye ara sıra hala üzüldüğüm olur)

aa başıma ne gelmiş de haberim yokmuş arkadaşlar, ben geçen yıl haziran'da netkitap.com adlı internet sitesine natsuo kirino isili bir japonun yazdığı çıkış isimli kitabına kısacık bir eleştiri yazmıştım. kitabı çok beğenmiştim bu arada, lütfen gerilim severler-uzakdoğu severler kaçırmasın. sonra dün kitapyurdu.com adlı sitede gezerken, bu kitaba REGURGITATE rumuzlu birisinin benim netkitap'ta yaptığım eleştirinin aynısını kopyalayıp yapıştırdığını gördüm. inanamadım ya. kitapyurdu editörüne bir hışım bir şeyler yazdım bakalım ne olacak. (benim yazdığım burada, REGURGITATE'ninki burada ) --- not:bugün 29/08/2007 az önce bir mail aldım kitapyurdu'ndan, uyarım için teşekkür ediyorlar ve o yorumu da kaldırmışlar. hehehe.

bu arada mailime sevgili teyzem acayip etkileyici bir gösteri atmış. lütfen sonuna kadar seyredin, süprizi sonda, etkileneceğinizi düşünüyorum: http://www.biertijd.com/mediaplayer/?itemid=3193

not: yazılara link eklemeyi öğrendim !! yani bu yazıda italik yerleri tıklarsanız konuyla ilgili web sayfasına ışınlanabilirsiniz. misal, yeni açılan cafe'nin resimlerini,yerini ve müşteri yorumlarını görebilirsiniz. ya da size en yakın kahve dünyası'nı keşfedebilirsiniz.