Murat sönmez
more and the most
Phone: 05323507291
Address: TOBB ETÜ, MTF, Mimarlık Bölümü, Söğütözü Bulvarı, No:43, Söğütözü
Phone: 05323507291
Address: TOBB ETÜ, MTF, Mimarlık Bölümü, Söğütözü Bulvarı, No:43, Söğütözü
less
Related Authors
Ali Cengizkan
Middle East Technical University
Pelin Tan
Batman University
Defne Gonenc
Middle East Technical University
Neşe Gurallar
TED University
sevin yildiz
University of Illinois at Chicago
Esra Sert
MEF University
Yelta Köm
Bauhaus-University-Weimar
Aybike Batuk
Kadir Has University
Gürbey Hiz
Kadir Has University
InterestsView All (8)
Uploads
Papers by Murat sönmez
Due to the desire of humankind using conceive the complex universe we live in, many theories have appeared in history. Even though the Chaos theory was used in human sciences at first, it gives us hope concerning the future use in social sciences including architecture and sociology in terms of breakthroughs. In this context, the theory, which analyses the nonlinear complex systems, can now be seen as a tool to investigate the current situation of architecture.
Metropolitan cities can now be assumed as the most complex scene of architectural experience in the context of nonlinear natural atmosphere and linear orders created by society. There is a direct relationship between the design process and the views of today's architects in the face of chaos and order. Through the chaos theory, this paper will discuss today's individual views on complexity in daily life and the attitude of today's architect on the edge of chaos.
Keywords: Chaos Theory, Architect, Complexity, Order, Metropolitan City.
and modernization in Turkey. Sugar Factories have become the tools of urban and
social transformation and developed the regions where they are established. But, over
time, the ideologies that formed sugar factories decayed. Such a decay could be caused
by reasons such as the lack of adaptation to the changing economic and technological
conditions in a short time, the restriction of sugar production with the amendments
made to the law, and the inability to maintain the continuity of the modern daily life in
the campus areas. In this respect, this study is to discuss the dark depression faced
by the sugar industry theoretically within the framework of Timothy Morton’s concept of Dark Ecology. This phenomenon is developed from ecological awareness and
is dark-depressing. This concept is a way of thinking about future coexistence called
Dark Ecology. Sugar factories will become inactive and turn into brownfields as an
inevitable end of all industrial areas such as the Ruhr region in Germany and Docklands in England. When the day of this inactivity comes, methods of accepting the
dark sides of these areas and living with them have to be found. With this discussion,
the uncertain future of sugar factories, which are the places of industrialization and
modernization, will be approached with the new-dark perspective created by Timothy Morton. Thus, it will be possible to contribute to the infrastructure for the future
of the areas theoretically.
yararlılık oluşturabileceği, binaya veya kente nitelik katabileceği yönünde düşüncelerle şekillenmemiştir. Bugünlerde, mimarlığı metrekare cinsinden elde edilen fazla büyüklüklerle tanımlayan anlayışların etkisi ile de boşluğun mimarlık kültürümüzde bir yer edinme olasılığı pek mümkün görünmüyor. Bu iddianın anlamı, boşluğun/boşlukların kentlerimizde ve mimari mekanın üretilmesinde bir içerik veya değer edinemeyecek olmasıdır. Başka bir ifade ile de, buluşma, toplanma, etkileşim veya iletişim gibi kamusallığa katkı yapan eylemler ve alanların; boşlukların, mimarlık ve kent kültürümüzde geçmişte olduğu gibi şimdi ve gelecekte de mekânsal arayışların odağı haline gelemeyeceğidir.
Bu durumda tasarımı
boşluğun niteliği üzerine kuran her tasarımın, mimarlık kültürümüzde, tartışmalı hale geldiği, eleştirildiği söylenebilir. Bu çerçevede, esrin ve Affan Yatman ile Vedat İşbilir’e ait Ankara Kızılay binası bizleri 31 yıl öncesinden boşluk-bina-kent-mimarlık ekseninde çok önemli tartışmalarla
baş başa bırakmıştır. Bu yazı, geçtiğimiz günlerde bir alışveriş merkezi olarak açılmış ve mimari tavrı nedeniyle birçok eleştiriye maruz kalmış Kızılay Binasına ait, mimari nitelikleri; tasarlanmış boşluğun ve buna bağlı binanın bağlamıyla etkileşimleri çerçevesinde tartışmaktadır.
Güncel tasarım ortamlarında düşünce ile imge arasındaki kavramsal ve mekânsal ilişki tartışılmalıdır. Kolayca erişilebilen imgelerin, bir tasarım problemini çözdüğüne yönelik yanlış kanı, tasarımcıları tasarıma ait problemlerin çözümünde, düşünce geliştirmek ve bunu derinleştirmek yerine, “Etkileyici imge nasıl üretilebilir?” sorgulamasına yönlendirdiği; imgelerin oluşturduğu görselliğin mimarlığın gündeminde tartışmalı bir alanı kurduğu söylenebilir. İmgelerin tasarım sorunlarına çözüm olarak kullanılması bir taraftan kavram ve düşüncenin öte taraftan tasarımı çözecek zihinsel eylemlerin gelişmesini engelliyor. Bu kapsamda Stüdyo çalışmaları üretilen iki temel soru üzerinden yapılan çalışmalar ile başlatılmıştır:
Bildiğimiz imgeler bildiğimiz gerçekleri üretmiyor mu?
Bildiğimiz imgeler bilmediğimiz gerçekler üretiyor mu?
İmge üzerine gelişen sorgulama, tasarım düşüncesinin ve kişisel yaklaşımların eksikliğinin tartışılmasına da aracı olmuştur. Düşüncenin belirgin sınırlardan çıkmasına aracılık etmesi için Resim1-15 arasındaki fotoğraflar katılımcılara gösterilmiştir.
Bir imgenin zihnimizde farklı çağrışımlar ve düşünceler doğurmasına izin vermek farklı çağrışımlar ve düşüncelerin üretilebilmesine dolayısıyla farklı gerçeklere ulaşmamıza neden olabilir.
Stüdyo sürecinde 3’er kişi olarak oluşturulan grupların her bir katılımcısından 5 adet mikro fotoğraf çekmesi istenmiş, yapılan oylama ile bu fotoğraflar önce 3’e düşürülmüş, sonrasında grubu temsil eden bir fotoğraf seçilmiştir. Seçilen fotoğraf diğer 6 gruba iletilmiş ve fotoğraf üzerinden hayal kurmaları istenmiştir. Böylelikle “hayalimi kur” stüdyo çalışmaları üretim süreci başlamıştır. Gelen senaryolar bağlamında her grup kendi final senaryosunu hazırlamıştır. Her bir senaryo, kolektif olandan kopmanın ve “Alternatif Mekânsal Gerçek” olarak tanımlanan kendine ait hayalin ifadesidir. Bu sayede stüdyo açılımında sorulan, “Bildiğimiz imgeler bildiğimiz gerçekleri üretmiyor mu?” ve “Bildiğimiz imgeler bilmediğimiz gerçekler üretiyor mu?” sorularına verilebilecek olası cevapların kapsamı belirginleşmiştir. Alternatif gerçeklik, bildiğimiz imgelere farklı bakabilmek ve bilmediğimiz gerçeklikleri tutarlılıkla tanımlayarak bu tutarlılığı ortaya koyacak kavramsal ve mekânsal araçları üretmek olarak tanımlanmıştır.
Stüdyo sürecinin başlangıcında spesifik bir çalışma yöntemi belirlenmemiş, yöntemin süreçte geliştirebileceği öngörülmüştür. Aslında tüm sürecin bir denemeyi kapsadığı ve her şeyin bu deneysellik üzerine geliştiği söylenebilir. Süreç boyunca “Ne olacak?” ve “Nasıl olacak?” gibi sorgulamalar yapılmış, bu sorgulamalara geliştirilen çözüm önerileri yeni soruları beraberinde getirmiştir. Böylece yöntem kendi kendini inşa etmiştir.
Sonuç:
Bu çalışma imge üzerinden farklı düşünsel ve mekânsal üretimlerin nasıl yapılabileceğinin araştırması olmuştur. Bilindik durumlara farklı biçimde bakmayı ve bu farklılığın yaratıcı düşünceyi harekete geçirmesine izin vermenin yolları aranmıştır. İmgeler üzerine kurulu tasarım ortamları için yaratıcılığı imge üzerinden kurmaya çalışmanın araçları ve yöntemi geliştirilmeye çalışılmıştır.
Bildiğimiz imgelerin bilmediğimiz gerçekleri üretmediği bir mimarlık ortamında alternatif gerçekleri üretmenin yollarından biri düşünceyi üretme, tasarımı yapma ve mimari ifadeleri farklılaştırma yöntemlerini deneysel hale getirmek olabilir. Bu stüdyo süreci belirli bir yönteme öğrencileri yönlendirme ve onların yapacaklarını önceden tahmin ederek veya bilerek süreci katı bir düzene bağlamak yerine düşüncenin doğmasına ebelik edecek bir deneyselliği yöntem olarak önerir. Sonuç ürünler tutarlı bir hayal etme sürecinin oluşturduğu senaryoların “foto grafik ifadeleri” olarak düşünce ve üretim arasında yenilikçi bir temas aralığının ürünleridir.
Güz döneminden bugüne, “yıkım ve doxa” kavramlarının anlam ve içerikleri bağlamında,
mimarlık ve kent ilişkilerine yönelik farklı ölçeklerde mekânsal tartışmalar yapmakta ve
tasarımlar üretmektedir. Mekânı üretmede düşünce ve yapıma yönelik sınırlarımız giderek katılaşmaktadır. Teknolojik, toplumsal, ekonomik, kültürel ve yapısal gelişim ve dönüşümler bir taraftan mimarın yeni araçlar edinmesini sağlarken öte taraftan mimarlık eylemini bir düzen ve disiplin içine sokuyorlar. Bu bir standart olma halidir;
benzer veya aynının giderek her şeyi ele geçirmesi durumudur. Aynılaşma, teknolojik
ve düşünsel benzerliklerin sonucu olarak, tasarım alanının öznel, çelişkili, karmaşık, kaotik ve karşıt yapısını giderek törpülemektedir. Mekânsal farklılıkların ve çeşitlenmelerin artması beklenen günümüz mimarlık ortamı aksine olumsuz tekrarlar üzerine gelişen arayışların kendini daha çok gösterdiği verimsiz bir süreç geçirmektedir.
"Yıkım Ekibi" mimarlık ve kent alanında özgün olmayı engelleyen ve kamu yararını gözetmeyen, düşünceyi kontrol altına alan veya nasıl düşünmek gerektiğini söyleyen tüm düşünce ve eylemleri reddeder. Tasarım alanında süregelen geleneksel bakışları, düşünce ve üretme biçimlerini göz ardı eder. Yenilikçi, farklı olana götürecek tüm ifade ve düşünsel araçları destekler; bunların üretilmesi veya düşünülmesi için üzerimizde baskı kuran her tür düşünce, ifade, yaklaşım ve disipline edici tahakküm unsurunu
belirleyerek yıkmaya girişir. Burada tartışmanın odak noktasında yer alan tahakküm kavramı, mimarlığın bilgi ve düşünsel alanına etki eden güç/ hüküm sahibi her çeşit inisiyatif yapılarını ve bunların etki alanlarının oluşturan söylem, önyargı, kanaatleri ifade eder.
mimari ve kentsel açıdan etkilerinin akademik platformda tartışılması ve yeni değerlendirmelerin ortaya çıkarılması planlanmaktadır. Alpullu örneğinde olduğu gibi fabrika kırsal bir alana konumlanmış ve o bölgeyi sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan geliştirmek, modernleştirmek üzerine bir sistem kurgulanmıştır. İkinci olarak Erzurum kentinin merkezinde kurulan Şeker fabrikası 1950’lere kadar kendi iç dinamikleriyle gelişememiş, dönemin gerisinde kalmış olan bir kent yapısına eklemlenerek sadece kent için değil, ilçe ve köyde yaşayanlar için de istihdam imkanları sunmuş, sosyo-kültürel çeşitlilikler kazandırmıştır. Ankara Şeker Fabrikası ise başkentte kent merkezine uzak olması sebebiyle sunduğu sosyal ve kültürel donanımlar kentin bütününü etkilememiştir. Bu bağlamda endüstriyel kalkınma hamlelerinin, kırsalın, kentin ve başkentin mekansal gelişimine, sosyal ve demografik yapısına, yerel ekonomisine katkılarının şeker fabrikaları özelinde incelenmesi sağlanacaktır.
Bu bağlamda, bu çalışma, günümüz mimarlık ortamında mimarlığa, mimara ve onun üretimlerine yönelik kabul görmüş/geçerli sayılan eylemlerin, kabul edilmiş bakışların bir sorun alanı tanımladığı; bunlara dışarıdan bakabilmenin birçok sorunu görülebilir kılacağı iddiası üzerine geliştirilmiş yaklaşımları içermektedir. Bu yaklaşımların pratik ve eğitime yönelik sonuçları, deneysel bir alanda, kişisel yaklaşımın temelini oluşturmaktadır.
Aim: This study makes a discussion about contrasting sensations which allows the architecture to obtain effective and creative results in producing the space by deviating from the existing architectural behaviour. These contrasting sensations are the perceptions of darkness as well as light; emptiness as well as forms; actions as well as images; essence of matter as well as the material. It is aimed to explain the immaterial expressions of the spaces formed within the scope of these perceptions. Method: In this study, all creations are based on the two domains of reality: the superior and the inferior. Therefore, in order to explain the conditions of existence of the creatures, the superior was questioned. In the context of the comprehension of the superior, the physical and material states of the creatures were examined. Within this framework architectural creations were also handled with a similar understanding. The architectural space was considered as a reflection of the superior. Results: The space has been tried to be understood on the intellectual foundations seeking the superior. In the spaces built on these intellectual foundations it does not mean that the matter is indeed gone or is ignored. On the contrary, matter is considered profoundly. Matters come out by transcending their physical reality and creating perceptual situations. Therefore, an immaterial creation involves depth of thinking and diversity of perception other than those we see directly. Conclusion: The expression of all this content , in architecture, is the immaterial tectonics. Immaterial tectonics are the expressions of space by matters and methods used by challenging the habitual senses. Key Words: Contemporary Architecture, Matter And Space, Tectonic
architecture’s production of some of its spaces, metaphysical
spaces, with the approaches and contents of minimalist thinking.
This study aimed to borrow some conceptual tools from
the theoretical content of minimalism to explain the material
and formal existence of such spaces. Method: Therefore, the
study commenced with a literature review on minimalist
discourses. The scope of this review included contemporary
discussions, interpretations, and applications of the 1960s,
since Minimalism emerged as discourses in the 1960s. Although
formally characterized as ‘basic and simple’, it was
argued that the qualities of minimalism, which is too complex
in its intellectual essence, might also exist in the spatial states
of architecture beyond its physical situations. Results: It was
found that all forms are actually ‘tools of expressing’ in minimalism,
and that they have evolved in an intellectual base.
On that sense, it can be said that there is a match between
minimalism and the states of space beyond its material and
formal existence. Conclusion: Minimalism tackles the idea of
creation beyond the elements it uses. It was questioned how
a design concept based on this ideological background create
its own forms. The form of creation found through these interrogations
may also elucidate the existence of metaphysical
space. The spatial existence can mediate all the formal, physical,
material situations and be thought of as a state that reveals
the dominance of thinking and perception.
Due to the desire of humankind using conceive the complex universe we live in, many theories have appeared in history. Even though the Chaos theory was used in human sciences at first, it gives us hope concerning the future use in social sciences including architecture and sociology in terms of breakthroughs. In this context, the theory, which analyses the nonlinear complex systems, can now be seen as a tool to investigate the current situation of architecture.
Metropolitan cities can now be assumed as the most complex scene of architectural experience in the context of nonlinear natural atmosphere and linear orders created by society. There is a direct relationship between the design process and the views of today's architects in the face of chaos and order. Through the chaos theory, this paper will discuss today's individual views on complexity in daily life and the attitude of today's architect on the edge of chaos.
Keywords: Chaos Theory, Architect, Complexity, Order, Metropolitan City.
and modernization in Turkey. Sugar Factories have become the tools of urban and
social transformation and developed the regions where they are established. But, over
time, the ideologies that formed sugar factories decayed. Such a decay could be caused
by reasons such as the lack of adaptation to the changing economic and technological
conditions in a short time, the restriction of sugar production with the amendments
made to the law, and the inability to maintain the continuity of the modern daily life in
the campus areas. In this respect, this study is to discuss the dark depression faced
by the sugar industry theoretically within the framework of Timothy Morton’s concept of Dark Ecology. This phenomenon is developed from ecological awareness and
is dark-depressing. This concept is a way of thinking about future coexistence called
Dark Ecology. Sugar factories will become inactive and turn into brownfields as an
inevitable end of all industrial areas such as the Ruhr region in Germany and Docklands in England. When the day of this inactivity comes, methods of accepting the
dark sides of these areas and living with them have to be found. With this discussion,
the uncertain future of sugar factories, which are the places of industrialization and
modernization, will be approached with the new-dark perspective created by Timothy Morton. Thus, it will be possible to contribute to the infrastructure for the future
of the areas theoretically.
yararlılık oluşturabileceği, binaya veya kente nitelik katabileceği yönünde düşüncelerle şekillenmemiştir. Bugünlerde, mimarlığı metrekare cinsinden elde edilen fazla büyüklüklerle tanımlayan anlayışların etkisi ile de boşluğun mimarlık kültürümüzde bir yer edinme olasılığı pek mümkün görünmüyor. Bu iddianın anlamı, boşluğun/boşlukların kentlerimizde ve mimari mekanın üretilmesinde bir içerik veya değer edinemeyecek olmasıdır. Başka bir ifade ile de, buluşma, toplanma, etkileşim veya iletişim gibi kamusallığa katkı yapan eylemler ve alanların; boşlukların, mimarlık ve kent kültürümüzde geçmişte olduğu gibi şimdi ve gelecekte de mekânsal arayışların odağı haline gelemeyeceğidir.
Bu durumda tasarımı
boşluğun niteliği üzerine kuran her tasarımın, mimarlık kültürümüzde, tartışmalı hale geldiği, eleştirildiği söylenebilir. Bu çerçevede, esrin ve Affan Yatman ile Vedat İşbilir’e ait Ankara Kızılay binası bizleri 31 yıl öncesinden boşluk-bina-kent-mimarlık ekseninde çok önemli tartışmalarla
baş başa bırakmıştır. Bu yazı, geçtiğimiz günlerde bir alışveriş merkezi olarak açılmış ve mimari tavrı nedeniyle birçok eleştiriye maruz kalmış Kızılay Binasına ait, mimari nitelikleri; tasarlanmış boşluğun ve buna bağlı binanın bağlamıyla etkileşimleri çerçevesinde tartışmaktadır.
Güncel tasarım ortamlarında düşünce ile imge arasındaki kavramsal ve mekânsal ilişki tartışılmalıdır. Kolayca erişilebilen imgelerin, bir tasarım problemini çözdüğüne yönelik yanlış kanı, tasarımcıları tasarıma ait problemlerin çözümünde, düşünce geliştirmek ve bunu derinleştirmek yerine, “Etkileyici imge nasıl üretilebilir?” sorgulamasına yönlendirdiği; imgelerin oluşturduğu görselliğin mimarlığın gündeminde tartışmalı bir alanı kurduğu söylenebilir. İmgelerin tasarım sorunlarına çözüm olarak kullanılması bir taraftan kavram ve düşüncenin öte taraftan tasarımı çözecek zihinsel eylemlerin gelişmesini engelliyor. Bu kapsamda Stüdyo çalışmaları üretilen iki temel soru üzerinden yapılan çalışmalar ile başlatılmıştır:
Bildiğimiz imgeler bildiğimiz gerçekleri üretmiyor mu?
Bildiğimiz imgeler bilmediğimiz gerçekler üretiyor mu?
İmge üzerine gelişen sorgulama, tasarım düşüncesinin ve kişisel yaklaşımların eksikliğinin tartışılmasına da aracı olmuştur. Düşüncenin belirgin sınırlardan çıkmasına aracılık etmesi için Resim1-15 arasındaki fotoğraflar katılımcılara gösterilmiştir.
Bir imgenin zihnimizde farklı çağrışımlar ve düşünceler doğurmasına izin vermek farklı çağrışımlar ve düşüncelerin üretilebilmesine dolayısıyla farklı gerçeklere ulaşmamıza neden olabilir.
Stüdyo sürecinde 3’er kişi olarak oluşturulan grupların her bir katılımcısından 5 adet mikro fotoğraf çekmesi istenmiş, yapılan oylama ile bu fotoğraflar önce 3’e düşürülmüş, sonrasında grubu temsil eden bir fotoğraf seçilmiştir. Seçilen fotoğraf diğer 6 gruba iletilmiş ve fotoğraf üzerinden hayal kurmaları istenmiştir. Böylelikle “hayalimi kur” stüdyo çalışmaları üretim süreci başlamıştır. Gelen senaryolar bağlamında her grup kendi final senaryosunu hazırlamıştır. Her bir senaryo, kolektif olandan kopmanın ve “Alternatif Mekânsal Gerçek” olarak tanımlanan kendine ait hayalin ifadesidir. Bu sayede stüdyo açılımında sorulan, “Bildiğimiz imgeler bildiğimiz gerçekleri üretmiyor mu?” ve “Bildiğimiz imgeler bilmediğimiz gerçekler üretiyor mu?” sorularına verilebilecek olası cevapların kapsamı belirginleşmiştir. Alternatif gerçeklik, bildiğimiz imgelere farklı bakabilmek ve bilmediğimiz gerçeklikleri tutarlılıkla tanımlayarak bu tutarlılığı ortaya koyacak kavramsal ve mekânsal araçları üretmek olarak tanımlanmıştır.
Stüdyo sürecinin başlangıcında spesifik bir çalışma yöntemi belirlenmemiş, yöntemin süreçte geliştirebileceği öngörülmüştür. Aslında tüm sürecin bir denemeyi kapsadığı ve her şeyin bu deneysellik üzerine geliştiği söylenebilir. Süreç boyunca “Ne olacak?” ve “Nasıl olacak?” gibi sorgulamalar yapılmış, bu sorgulamalara geliştirilen çözüm önerileri yeni soruları beraberinde getirmiştir. Böylece yöntem kendi kendini inşa etmiştir.
Sonuç:
Bu çalışma imge üzerinden farklı düşünsel ve mekânsal üretimlerin nasıl yapılabileceğinin araştırması olmuştur. Bilindik durumlara farklı biçimde bakmayı ve bu farklılığın yaratıcı düşünceyi harekete geçirmesine izin vermenin yolları aranmıştır. İmgeler üzerine kurulu tasarım ortamları için yaratıcılığı imge üzerinden kurmaya çalışmanın araçları ve yöntemi geliştirilmeye çalışılmıştır.
Bildiğimiz imgelerin bilmediğimiz gerçekleri üretmediği bir mimarlık ortamında alternatif gerçekleri üretmenin yollarından biri düşünceyi üretme, tasarımı yapma ve mimari ifadeleri farklılaştırma yöntemlerini deneysel hale getirmek olabilir. Bu stüdyo süreci belirli bir yönteme öğrencileri yönlendirme ve onların yapacaklarını önceden tahmin ederek veya bilerek süreci katı bir düzene bağlamak yerine düşüncenin doğmasına ebelik edecek bir deneyselliği yöntem olarak önerir. Sonuç ürünler tutarlı bir hayal etme sürecinin oluşturduğu senaryoların “foto grafik ifadeleri” olarak düşünce ve üretim arasında yenilikçi bir temas aralığının ürünleridir.
Güz döneminden bugüne, “yıkım ve doxa” kavramlarının anlam ve içerikleri bağlamında,
mimarlık ve kent ilişkilerine yönelik farklı ölçeklerde mekânsal tartışmalar yapmakta ve
tasarımlar üretmektedir. Mekânı üretmede düşünce ve yapıma yönelik sınırlarımız giderek katılaşmaktadır. Teknolojik, toplumsal, ekonomik, kültürel ve yapısal gelişim ve dönüşümler bir taraftan mimarın yeni araçlar edinmesini sağlarken öte taraftan mimarlık eylemini bir düzen ve disiplin içine sokuyorlar. Bu bir standart olma halidir;
benzer veya aynının giderek her şeyi ele geçirmesi durumudur. Aynılaşma, teknolojik
ve düşünsel benzerliklerin sonucu olarak, tasarım alanının öznel, çelişkili, karmaşık, kaotik ve karşıt yapısını giderek törpülemektedir. Mekânsal farklılıkların ve çeşitlenmelerin artması beklenen günümüz mimarlık ortamı aksine olumsuz tekrarlar üzerine gelişen arayışların kendini daha çok gösterdiği verimsiz bir süreç geçirmektedir.
"Yıkım Ekibi" mimarlık ve kent alanında özgün olmayı engelleyen ve kamu yararını gözetmeyen, düşünceyi kontrol altına alan veya nasıl düşünmek gerektiğini söyleyen tüm düşünce ve eylemleri reddeder. Tasarım alanında süregelen geleneksel bakışları, düşünce ve üretme biçimlerini göz ardı eder. Yenilikçi, farklı olana götürecek tüm ifade ve düşünsel araçları destekler; bunların üretilmesi veya düşünülmesi için üzerimizde baskı kuran her tür düşünce, ifade, yaklaşım ve disipline edici tahakküm unsurunu
belirleyerek yıkmaya girişir. Burada tartışmanın odak noktasında yer alan tahakküm kavramı, mimarlığın bilgi ve düşünsel alanına etki eden güç/ hüküm sahibi her çeşit inisiyatif yapılarını ve bunların etki alanlarının oluşturan söylem, önyargı, kanaatleri ifade eder.
mimari ve kentsel açıdan etkilerinin akademik platformda tartışılması ve yeni değerlendirmelerin ortaya çıkarılması planlanmaktadır. Alpullu örneğinde olduğu gibi fabrika kırsal bir alana konumlanmış ve o bölgeyi sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan geliştirmek, modernleştirmek üzerine bir sistem kurgulanmıştır. İkinci olarak Erzurum kentinin merkezinde kurulan Şeker fabrikası 1950’lere kadar kendi iç dinamikleriyle gelişememiş, dönemin gerisinde kalmış olan bir kent yapısına eklemlenerek sadece kent için değil, ilçe ve köyde yaşayanlar için de istihdam imkanları sunmuş, sosyo-kültürel çeşitlilikler kazandırmıştır. Ankara Şeker Fabrikası ise başkentte kent merkezine uzak olması sebebiyle sunduğu sosyal ve kültürel donanımlar kentin bütününü etkilememiştir. Bu bağlamda endüstriyel kalkınma hamlelerinin, kırsalın, kentin ve başkentin mekansal gelişimine, sosyal ve demografik yapısına, yerel ekonomisine katkılarının şeker fabrikaları özelinde incelenmesi sağlanacaktır.
Bu bağlamda, bu çalışma, günümüz mimarlık ortamında mimarlığa, mimara ve onun üretimlerine yönelik kabul görmüş/geçerli sayılan eylemlerin, kabul edilmiş bakışların bir sorun alanı tanımladığı; bunlara dışarıdan bakabilmenin birçok sorunu görülebilir kılacağı iddiası üzerine geliştirilmiş yaklaşımları içermektedir. Bu yaklaşımların pratik ve eğitime yönelik sonuçları, deneysel bir alanda, kişisel yaklaşımın temelini oluşturmaktadır.
Aim: This study makes a discussion about contrasting sensations which allows the architecture to obtain effective and creative results in producing the space by deviating from the existing architectural behaviour. These contrasting sensations are the perceptions of darkness as well as light; emptiness as well as forms; actions as well as images; essence of matter as well as the material. It is aimed to explain the immaterial expressions of the spaces formed within the scope of these perceptions. Method: In this study, all creations are based on the two domains of reality: the superior and the inferior. Therefore, in order to explain the conditions of existence of the creatures, the superior was questioned. In the context of the comprehension of the superior, the physical and material states of the creatures were examined. Within this framework architectural creations were also handled with a similar understanding. The architectural space was considered as a reflection of the superior. Results: The space has been tried to be understood on the intellectual foundations seeking the superior. In the spaces built on these intellectual foundations it does not mean that the matter is indeed gone or is ignored. On the contrary, matter is considered profoundly. Matters come out by transcending their physical reality and creating perceptual situations. Therefore, an immaterial creation involves depth of thinking and diversity of perception other than those we see directly. Conclusion: The expression of all this content , in architecture, is the immaterial tectonics. Immaterial tectonics are the expressions of space by matters and methods used by challenging the habitual senses. Key Words: Contemporary Architecture, Matter And Space, Tectonic
architecture’s production of some of its spaces, metaphysical
spaces, with the approaches and contents of minimalist thinking.
This study aimed to borrow some conceptual tools from
the theoretical content of minimalism to explain the material
and formal existence of such spaces. Method: Therefore, the
study commenced with a literature review on minimalist
discourses. The scope of this review included contemporary
discussions, interpretations, and applications of the 1960s,
since Minimalism emerged as discourses in the 1960s. Although
formally characterized as ‘basic and simple’, it was
argued that the qualities of minimalism, which is too complex
in its intellectual essence, might also exist in the spatial states
of architecture beyond its physical situations. Results: It was
found that all forms are actually ‘tools of expressing’ in minimalism,
and that they have evolved in an intellectual base.
On that sense, it can be said that there is a match between
minimalism and the states of space beyond its material and
formal existence. Conclusion: Minimalism tackles the idea of
creation beyond the elements it uses. It was questioned how
a design concept based on this ideological background create
its own forms. The form of creation found through these interrogations
may also elucidate the existence of metaphysical
space. The spatial existence can mediate all the formal, physical,
material situations and be thought of as a state that reveals
the dominance of thinking and perception.
Çalışmada; TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nde 1. sınıfların dersleri kapsamında yürütülen Yapı Teknolojileri 108 derslerinin içeriği, mimari tasarım sürecinde malzeme, teknik, teknoloji ve tektonik kavramlarının alışılagelmiş ayrımı dışında daha bütünsel bir yaklaşımla ele alınmıştır.
inşa edilen Şeker Fabrikalarının kurulması, ülke için katma değer yaratacak önemli bir hamle olarak değerlendirilmelidir. Şeker Fabrikalarının kurulması sadece önemli bir gıda maddesinin üretimi olarak düşünülmemelidir. 19.yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’da teşviklerle desteklenen pancar şekeri üretimine yönelik girişimler Cumhuriyet’in ilanından sonra gerçekleşebilmiş ve dönemin ideolojik yaklaşımının bir parçası olarak görülmüş ve ilerletilmiştir. Bunun yanı sıra şeker fabrikaları toplumsal yapıdaki değişikliklerin de somut göstergeleri olmuş, konumlandırıldıkları kırsal alanları modern yaşam alanlarına dönüştürmüşlerdir. Bu çalışma endüstrileşme faaliyetleri doğrultusunda yurt geneline yayılmaya çalışılan stratejik bir sektör olarak, köyden kente göçün engellenmesi, bölge ekonomisinin güçlenmesi, modern tarım ve hayvancılık tekniklerinin gelişmesine katkı sağlama amacıyla Doğu Anadolu’nun önemli merkezlerinde eş zamanlı olarak kurulan Şeker Fabrikalarını ele alacaktır. Bu amaçla Şeker fabrikalarının ilk etapta (1926-1934) yapılan ilk dört şeker fabrikası (Alpullu, Uşak, Eskişehir, Turhal) ile Elazığ, Erzurum, Erzincan ve Malatya'nın (1956) da içinde yer
aldığı ve Şeker Sanayinin Tevsi Programının (1951) hazırlanmasından sonra ikinci etapta (1953-1956) inşa edilen on bir fabrikadan son dört fabrika incelenecektir. Şeker fabrikalarındaki toplumsal hayatın izleri mimari donanımları açısından ele alınacak, kurulmalarındaki stratejik farklılıklar karşılaştırmalı ve bağlamsal olarak değerlendirilecektir.
mekânın çeperlerine odaklanmaktadır. Bu çerçevede önemli bir soru, bir mimarlık gerçekliği ve soyut ifadeler olarak cephe ve yüzey kavramlarının
mimarlık uygulamaları ve kuramsal alanlarındaki pozisyonlarına yöneltilmiştir. Mimarlıkta Cephe/yüzey nedir sorgulaması çeperlerin ne
olduğunun, ne ifade ettiğinin, nasıl kullanıldığının ve mimarların çeperleri nasıl yapılandırdığının kuram ve uygulamada sonuçlarını içerir.
Cephe kavramı Rönesans ve Postmodern mimarlık aralığında anlamları ve mekânsal karşılıkları bakımından analiz edilmiştir. Kavramın dilde ve
mimarlık düşüncesindeki yeri seçilen mimarlar ve binaları bağlamında ele alınmıştır.
Ondokuzuncu yüzyılda, cephe kavramının yüzey kavramı yönünde dönüşümü ve yüzeyin hem tarihi hem de kuramsal bir kaygı olarak mimarlar tarafından nasıl inşa edildiği önemlidir. Özellikle Gottfried Semper teorileri ile yüzey kavramının anlamlı hale gelmesinde önemli bir kaynak olarak çalışmada incelenmiştir.
Yüzey kavramının çağdaş mimarlıktaki içeriği/niteliği Coop- Himmelb(l)au, Toyo Ito, Bernard Tschumi, Herzog & de Meuron, Rem Koolhaas, FOA, Jean Nouvel, Frank Gehry gibi mimarların söylem ve uygulamalarında analiz edilmiş ve çeperlerin içeriğini şekillendiren etmenler ve binaların yer aldığı bir grafik ifade hazırlanmıştır.
Yüzeyin estetik bir unsur olarak temsilin kaynağı olması, üretim ve yapım
arasındaki bağı kurması ile farklı yüzey tasarımlarının oluştuğu gözlemlenmiştir. Bu farklılıkların genel bir ifade ile yüzey başlığı altında
adlandırılması ile çeperlerde oluşturulmuş anlam zenginliğini ve mekânsal niteliklerin indirgendiği savlanmaktadır. Bu çerçevede çalışma güncel mimarlıkta yüzey kavramının anlam çeşitliliğini, özgünlüğünü ifade edecek kavram ve sıfat önerileri ile hazırlanmış bir okuma modelini içerir. Araştırmadan ile elde edilen bulgular bir yüzey kuramı önerisi ile
sonuçlandırılmıştır. Yüzey kuramı çağdaş yüzeyin duyusal etkiler, nesnelliğini şekillendiren sabitler ve değişkenler olarak belirlenmiş/açıklanmış temel nitelikleri kapsamında program, endüstriyel ve dijital üretim modelleri, mimarın kişisel tutumları, para-bağlamsalcılık, arkitekturesk ve paraimgesellik olarak tanımlanmış kavramlar ile oluşturulmuştur.
This study focuses on the boundaries of the space in the context of the concepts of façade and surface in a historical continuity. Within this framework, an important question is towarded to the positions of façade and surface concepts that are the realities of architecture and abstract terms. In architecture, the inquiry of what the façade/surface is covers the results in theory and implementation of what the boundary is, what they mean, how they are used and how architects reconstitute the boundaries.
In 19th century, the transformation of façade concept in the direction of surface concept and how the surface was constructed by architects under both historical and theoretical concerns are of prime significance. Especially, the theories of Gottfried Semper are reviewed as important references for the surface concept’s becoming meaningful.
The content/quality of the surface concept in contemporary architecture is analyzed in the speeches and the implemantations of the architects as CoopHimmelb(l)au, Toyo Ito, Bernard Tschumi, Herzog & de Meuron, Rem Koolhaas, FOA, Jean Nouvel, Frank Gehry and there prepared a graphical representation that includes the factors shaping the content of boundaries and the buildings.
It is observed that with the surface being an aesthetical element of
representation, connecting the production and construction different surface designs were created. It is assumed that by naming those differences in a general term-surface- the meaning richness in the boundaries and the spatial qualities are reduced. Within this framework, this study includes a reading model prepared with the concepts and adjective suggestions that expresses the diversity of meanings of the surface concept and its authenticity in contemporary architecture.
The findings of the research are finalized with a surface theory suggestion. Surface theory is constituted with the concepts of sensual actions, constants shaping the objectivity and program defined/explained the fundamental features as variables, industrial and digital production models, architecturesque, para-contextuality and para-fictitiousness.
Günümüzde farklı faktörlerin mimarlıkta eğitim, teori ve uygulama alanlarını nasıl etkilediğine dair farklı çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmaların ilgili alanlar arasında diyalektik ilişkiler tanımlamaya ve analiz etmeye ayrıca bütünlük ya da etkileşim kurmaya yönelik yaklaşımlar sergilediği söylenebilir. Ama her şeyden önce eğitim, kuram ve uygulama alanlarının özerk yapılar olduğunu kabul etmek gerekir. Eğitim, kuram ve uygulama alanlarının etkileşimi ve bağlantıları üzerinden sorun ya da çözüm üretmek yerine bu alanlara yönelik anlamlı kavramlar tanımlamak daha yenilikçi kuramsal yaklaşımların ortaya çıkmasına neden olabilir. Böylece eğitim, kuram ve pratik alanları veya bunlar arasındaki olası sorunları/çözümleri odak hale getirmek yerine kavramlar üzerinden tüm alanları ilgilendiren kuramsal üretimler yapılabilir. Kavramları ön plana çıkarmak olarak değerlendirilebilecek bu yaklaşımla, kavramların içeriği ve anlamları mimarlığın farklı alanlarından beslenerek yeniden tanımlanabilir ve her alan için yeni içerik üretilebilir.
Bu bağlamda çalışmada, güncel mimarlığın kodları olarak tanımlanan kavramlar üretmek için üç aşamadan oluşan bir araştırma metodolojisi seçilmiştir. İlk aşamada 10 akademisyen-mimar (P1 grubu) ve 10 uygulayıcı-mimar (P2 grubu) ile derinlemesine görüşmeler yapılmıştır. Görüşmelerde farklı faktörlerin mimarlık üzerindeki etkilerini tartışmak amacıyla 8 soru hazırlanmış ve sorulmuştur. Bu görüşmeler sonucunda çağdaş mimariyi etkileyen odak noktalarına ulaşılmıştır. İkinci aşamada, görüşmeler metne dönüştürülerek MaxQda-18 programıyla aracılığıyla analiz edilmiştir. Bu aşamanın sonunda istatistiksel olarak öne çıkan farklı kavramlara ulaşılmıştır. Bu kavramların metinde yer alan bağlamlarının net bir şekilde ifade edilebilmesi için kavram ve metin ilişkileri özetler halinde incelenmiştir. Bu kavramların tüm metinlerdeki yoğunlukları ve önemlerinin analiz edilebilmesi için bir tablo oluşturulmuştur. Kavramlar, araştırma sorularıyla olan bağlantılarına ve kullanım sıklıklarına göre haritalama yöntemiyle analiz edilmiştir. Oluşturulan kavram haritasında belirgin kavram ilişkileri belirlenmiş ve bu ilişkiler bağlamında analizler yapılmıştır. Üçüncü aşamada bu kavram haritası, kavramların kullanım sıklığı ve örüntüsü açısından istatistiksel olarak analiz edilmiştir. İlk olarak Mann Whitney U Testi ile P1 ve P2 gruplarının kavramları kullanma sıklıkları karşılaştırılmıştır. Böylece, akademisyen ve pratisyenlerin güncel mimarlığa bakış farklılıkları tanımlanmıştır. Sonrasında korelasyon analizleri yapılmıştır. Korelasyon analiziyle, akademisyen ve pratisyen grupların derinlemesine görüşmelerde kullandıkları kavramların kendi aralarındaki ilişkileri ve bunun anlamı tanımlanmıştır. Korelasyon analizlerinde %99 güven düzeyinde anlamlı olan kavramlar belirlenmiş ve yorumlanmıştır.
Bu çalışmada güncel mimarlığın ilgili tüm alanlarına yönlendirilen “Nasıl?” sorusunun doğurduğu kuramsal içeriği analiz edilmiştir. Derinlemesine görüşmelerle başlayan ve korelasyon analizleriyle bitirilen bu analiz süreci sonunda nitelik, eleştirel yaklaşım, özgünlük, yeniden düşünmek, çevreci yaklaşımlar, teknolojiyle bütünleşme, multidisipliner yaklaşımlar, eğitim ve pratik alan ilişkisi, etik, vb. kavramlara ulaşılmıştır. Bu kavramlar güncel mimarlıkta yaşanan değişim ve dönüşümlerin kavramsal kodları olarak tanımlamıştır. Bu kavramların korelasyonlarının “Nasıl eğiteceğiz, kuramsallaştıracağız, üreteceğiz?” gibi görüşmelerin sorgulama odaklarına cevaplar ürettiği anlaşılmıştır. Sonuçta hem güncel mimarlığın kavramsal kodları tanımlanmış hem de eğitim, kuram ve pratiğin özerk alanlarından beslenen kavramların mimarlıkta yaşanan değişim, dönüşüm ve farklılaşmaları açıklayan anlam ve içerikleri tanımlanmıştır.