Uzun Hikaye
()
About this ebook
Ben o zamanlar on altı yaşındaydım, lise birde. İnce uzun bir oğlan. Saçlarım kirpi gibi dik duruyor; ne yana, ne geriye taranmıyor, beni deli ediyordu.
Babam "İnatsın inat... İnatçı adamın saçı yatmaz. Dedene çekmişsin besbelli. Keşke annene benzeseydin" diyordu.
Keşke...
Annemin le
Related to Uzun Hikaye
Related ebooks
Kesik Baş Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsKuyucaklı Yusuf Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsKürk Mantolu Madonna Rating: 5 out of 5 stars5/5Aşk Batağı Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsYavuz Rating: 4 out of 5 stars4/5ruhumdaki yaralar Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsÖmür Bir Gün Bittiğinde Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsKadınlar Vaizi Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsHaydi Kizlar Gokyuzune Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsOkul Psikoloğunun Anıları 4 Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsDon Kişot: [Resimli] Rating: 3 out of 5 stars3/5Efsuncu Baba Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsAslanlı Yol Rating: 5 out of 5 stars5/5Elveda Panco Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsİffet Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsKar Aydınlığı Rating: 1 out of 5 stars1/5Londra Notları Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsBaharı Bekle Manolyam Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsHer Gün İnsan Olmak Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsYolcu Yolunda Gerek Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsBeyaz Geceler Rating: 5 out of 5 stars5/5Aşk Aşk İçinde Rating: 3 out of 5 stars3/5Kırmızı Pelerin Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsDönüşüm Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsOkul Psikoloğunun Anıları 6 Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsAşk ve Gurur Rating: 5 out of 5 stars5/5Okul Psikoloğunun Anıları Rating: 5 out of 5 stars5/5Düşünceler Senfonisi Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsHüznün Dip Uğultusu Rating: 0 out of 5 stars0 ratings
Reviews for Uzun Hikaye
0 ratings0 reviews
Book preview
Uzun Hikaye - Mustafa Kutlu
Mustafa Kutlu
UZUN HİKÂYE
Uzun Hikâye’nin yayın hakları Dergâh Yayınları’na aittir.
Dergâh Yayınları: 111
Sertifika No: 14420
Türk Edebiyatı - Hikâye: 20
Mustafa Kutlu Dizisi: 14
ISBN: 978-975-995-628-8 (k) 978-975-995-627-1 (e)
1. Baskı: Şubat 2000 II 39. Baskı: Nisan 2015
Global Baskı: Nisan 2016
Dizi Kapak Tasarımı: Mustafa Kutlu
Kapak Uygulama: Ercan Patlak
Sayfa Düzeni: E. Gökçe Aksoy
Kapak Basım Yeri: Hanlar Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti.
Tel: [212] 324 08 82
Dağıtım ve Satış (Türkiye): Ana Yayın Dağıtım
Molla Fenari Sokak Yıldız Han No: 28 Giriş Kat
Cağaloğlu / İstanbul
t: +90 [212] 526 99 41 (3 hat) f: +90 [212] 519 04 21
Dağıtım ve Satış (Global): Cagaloglu
Hobyar Mah. Cemal Nadir Sokak. Büyük Milas İş Hanı Kat 2 Daire 229 Cağaloğlu/ İSTANBUL 34112, TR
t: +90 [212] 639 01 00 II f: +90 [212] 639 4542
Printed in the United States of America
Mustafa Kutlu
UZUN HİKÂYE
I. BÖLÜM
Ben o zamanlar on altı yaşındaydım, lise birde. İnce uzun bir oğlan. Saçlarım kirpi gibi dik duruyor; ne yana, ne geriye taranmıyor, beni deli ediyordu.
Babam İnatsın inat... İnatçı adamın saçı yatmaz. Dedene çekmişsin besbelli. Keşke annene benzeseydin.
diyordu.
Keşke...
Annemin lepiska gibi yumuşacık, sarı saçları vardı. En çok o mavi gözlerini özlüyorum. Benim oğlum okuyacak, yüksek bir memur olacak
der, sonra da göz ucuyla babama bakardı. Sanki anlaşmışlar gibi babam da ona bakar, dudaklarında muzip bir gülümseme:
Hıh... Biz okuduk, bir şey olduk sanki
diye omuz silkerdi.
Ne zaman annem aklıma düşse, o vagondan evi hatırlıyorum. Sisler arasında beliren bir masal gemisi gibi. Hafızamda birtakım resimler, olaylar, insan yüzleri var. Bölük pörçük cümleler, gülüşmeler, hıçkırıklar.
Bunları babama soruyorum.
Hiç yüksünmeden, sanki yazdığı bir romandan pasajlar okuyormuş gibi, bütün teferruatı ile anlatıyor. Ve ben yeniden beş altı yaşların pembe-beyaz dünyasına gömülüyorum.
Küçük istasyon binasının arkasında, battal bir hatta çekilmiş, eski bir vagonda kalıyorduk.
Vagondan ev.
Babam erkenden işe giderdi. Ben uyandığımda yoktu yani. Annem o sırada dışarıda olurdu. Tavuklara yem veriyor tabii. Kızardım ona. Beni bekle, beni uyandır, birlikte yem verelim diye. Dışarıda yakıcı bir güneş vardı. Yazın güneş, kışın kar. Doğuda bir yerlerde olmalıydık. Annem vagon evin önüne bir bahçe kurmuştu. Vagonun çatısına çekilmiş iplere dolaşık ebruli, mavi kahkaha çiçekleri, cennet süpürgeleri, gece safaları, kadifeler, hatta teneke kutulara dikilmiş iki de karanfil vardı.
Havalar serinleyince karanfilleri içeri alırdık. Vagon evin ırmağa bakan yüzüne bir pencere açılmıştı. Karanfilleri onun önüne koyardık. Sabah uyandığımda, pencereden sızan güneş gözlerimi kamaştırır; ortalığı bir karanfil kokusu kaplardı.
Tavuklar için küçük bir tahta kümes, bir de fino köpeğimiz vardı.
Annem tulumbadan su çeker, elimi yüzümü yıkardı. Sonra vagonun gölgesine çekilip fasulye ayıklardı.
Ben oralarda oynar, kargalara taş atardım. Öğleye doğru posta katarı geçer; onun ardısıra bir marşandiz çuflaya-puflaya istasyona girerdi.
Posta katarları hep asker mi taşır?
Bende kalan fotoğraflar hep böyle.
Tiren istasyonda pek az kalır, bu aralıkta askerler bağırış-çağırış tulumbaya saldırır; döke-saça el-yüz yıkar, şişeleri yarıbuçuk doldurup bir telaş yeniden tirene koşarlardı.
Marşandizler çobanların, koyunların, iri kangal itlerinin, kömür ve maden yüklü vagonların yorgun, ihtiyar katarlarıydı.
Annem istasyon binasının önüne, raylar arasına kadar gitmeme katiyen izin vermezdi. Zaten az sonra; yani tirenler çekip gittikten, ses-seda kesildikten sonra makasçının karısı ile kızı gelir, gölgeler uzamış, ikindi serini bastırmış olur, annem ırmağa bakan tarafa bir kilim serer, oracıkta oturur saatlerce konuşurlardı.
Makasçının karısı çok dertli idi. Sarhoş ve huysuz kocası gece-gündüz dövüyordu onu. Sekiz on yaşlarındaki küçük kızı bu şiddet ortamından fena halde etkilenmiş; belki adamın bir tokadını, tekmesini yemiş ve dili tutulmuştu. Nadiren birkaç kelime konuştuğunu hatırlıyorum. Annesinin yaptığı bez bebekleri bana gösterir, Bebek... Bebek...
diye çırpınırdı. O ıssızlık içinde bana bir kardeş gibi sarılmıştı. Bir dediğimi iki etmez; yabani armutlara kedi gibi tırmanır, bozkırın ortasında yemlik, kuzukulağı, mantar, yer elması ne bulursa getirirdi.
Ben bu kızla birlikte kargaları kovalamaktan, köpekle yarışmaktan yorgun düşer, annemin dizine başımı koyar ve o saatlerde uyumuş olurdum.
Zihnimde kalan; gökyüzü, bulutlar ve annemin berrak mavi gözleri.
Akşam ezanının önü sıra babam elinde bir zembil, ekmek, sebze, bana mutlaka bir kâğıtlı veya kırmızı-beyaz halkalı şeker ile çıkagelirdi. Irmağın karşı yakasında uzanan nahiyede galiba bir zahire tüccarının kâtipliğini yapıyordu.
Sonraları, yani annem öldükten, biz babamla birlikte o kasaba senin, bu şehir benim diyar diyar gezmeye başladıktan sonra; belki çıktığımız bu bitmez tükenmez yolculuklar sırasında, bir kamyonun şoför mahallinde, bir at arabası üzerinde veya ikinci mevki bir tiren kompartımanında sormuşumdur:
Baba o vagondan eve nereden geldik biz, niye geldik?
Dediğim gibi, babam hiç yüksünmez, baştan savmaz, hayat hikâyesinin her safhasını olanca ayrıntısı ile saatlerce anlatırdı.
Beni bir küçük çocuk gibi değil, bir arkadaş, bir akran, bir yoldaş gibi görüyordu.
Babam annem ile ailesinin izni olmaksızın evlenmiş. Açıkcası kaçırmış annemi. Kendisi gökkubbenin altında yapayalnız bir adam. Hem yetim hem öksüz. Bulgar muhaciri. Onu, dedesi Pelvan Sülüman büyütmüş. Dede-torun bir fırsatını bularak Türkiye’ye kaçmış. Ailenin diğer fertleri aynı yolu izler iken yakalanmışlar. O yıllarda Bulgaristan komünist. Türkiye ile ilişkileri iyi değil ve sınırdan kuş uçurtulmuyor. Zaten babam kendi babasını küçük yaşta kaybetmiş imiş. Bu hadiseden sonra ne Kırcaali’de kalan annesinden ne de diğer akrabalarından haber alamamışlar.
Sonra aile bağları büsbütün unutulmuş.
Pelvan Sülüman İstanbul’a gelince hemşehrilerden bir