M Ü L Â K AT I YA PA N: G Ü L LÜ S O N A K A L A N
135
Mülâkat / Interview
Prof. Dr. Burhanettin Tatar
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi
1965 yılında Samsun’da doğdu. 1988’de OMÜ İlahiyat Fakültesi’ni
bitirdi. Yüksek lisans çalışmaları esnasında aynı fakülteye İslam
Felsefesi Ana Bilim Dalı’nda Araştırma Görevlisi olarak atandı.
1993 yılında doktora çalışmalarını sürdürmek üzere gönderildiği
Amerika’da “Interpretation and the Problem of Authorial Intention” adlı doktora teziyle doktor unvanını aldı. Doktora tezi İngilizce ve Türkçeye aktarılmış şekilleriyle Amerika’da ve Türkiye’de
yayımlandı. Farklı felsefi konularla ilgili olarak muhtelif makaleleri yayımlanmış bulunmaktadır. 2002 yılında İslam Felsefesi
alanında Doçentlik unvanını aldı. 2008 yılında aynı alanda Profesörlüğe yükseltildi. Halen OMÜ İlahiyat Fakültesi’nde öğretim
üyesi olarak çalışmaktadır. Ulusal ve uluslararası birçok yayını
söz konusudur.
Öncelikle mekân kavramı hakkında konuşmak isteriz.
Mekân ne demektir, insan ve mekân arasında nasıl bir
ilişki vardır?
Dilerseniz bu soruya yönelik en temel cevabı Heidegger’in “Dasein” (orada-varlık) kavramına referansla
verelim. Heidegger’in özellikle ilk dönem felsefesinde
merkezi yer tutan bu kavram, insanın daima ‘açıklık’ olarak bize kendisini
Prof. Dr. Burhanettin Tatar
136
KADEM KADIN ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
tecrübe ettiren mekânda var olduğunu ve varoluşunu mekâna göre
kavrayabildiğini söylemektedir. Bu hususu daha iyi anlayabilmek
için insanı ‘ruh’ ve ‘beden’ şeklinde iki farklı kategoride ele alan klasik yaklaşımı ve insanın en temel noktasını “düşünme” (cogito) olarak
ele alan Kartezyen düşünceyi hatırlamak iyi olur. Hem klasik yaklaşım hem Kartezyen düşünce insanı ancak zihinsel olarak tasarlanabilen ruh-beden gibi unsurlara veya “düşünüyorum” gibi muhtevadan
yoksun görünen bir bilince göre anlamak istemiştir. Oysa Heidegger,
“Dasein” kavramıyla, insanın kendisini ancak mekân içinde fark edebildiğini vurgular. Biz mekânsal bir varlık olarak dünyaya geliriz ve
mekân (dünya) bizim bilincimizi önceler. Biz mekânı (kısacası dünyayı) fark etmeden önce mekân bizi çoktan belirlemiştir. Bu mekân
başka insanlar, dil, tabiat, kültürel yapılar şeklinde ve tarihsel olarak biçimlenmiş hâliyle karşımıza çıkar.
Merleau Ponty’nin insan bedeninin öncelikle bir mekân olduğuna
dair vurgusunu da burada hatırlamak yararlı olacaktır. Mekân derken, aynı zamanda “ben” dediğimiz gerçekliğin bedensel boyutunu
da kastetmekteyiz. Buna göre yakın-uzak, burası-orası gibi kelime
çiftleriyle algılamaya çalıştığımız mekân, bize ‘en yakın’ olandan
yani bedenimizden hareketle kavradığımız bir kategoridir. Burada
‘kategori’ derken kastettiğimiz şey ‘bir araya getirme, düzen verme’
işlemimizdir. Biz mekân kategorisi sayesinde kendimizi ve diğer
varlıkları burada-orada, yakın-uzak gibi kavranabilir düzen veya
ilişkiler ağı içinde kavrarız.
Buna ilaveten biz, bilincimiz ve eylemlerimizle daima kendi dışımıza
taşan varlıklarız. Zaten “Dasein” kavramı da bu noktada insanın
kendi dışına açık bir varlık olarak yaşadığına dikkat çekmektedir.
Biz kendi dışımıza nasıl taşıyorsak o şekliyle var olmaktayız. Bu
yüzden mekân dediğimiz kategori hem bizim dışımızda var olagelen
hem de bizim kendi taşma eylemlerimizle üretmekte olduğumuz bir
gerçeklik alanıdır. Bunun başka bir ifadesi şudur: İnsan kendisini
hem kendi ötesinden hareketle anlar hem de kendisini öteye taşırdığı sürece kavrar. Burada ‘öte’ diye andığımız dış mekânla karşılıklı
ilişki içindeyizdir. Mekân bizi ve biz de mekânı üretip şekillendiririz.
M Ü L Â K AT
137
Almanca “bildung” kelimesi, çoğu zaman eğitim (pedagoji) veya karakter eğitimi tabiriyle anlamlandırılır. Bu kısmen doğrudur. Ama
kelimenin kökenindeki “bild” (resim) kelimesine baktığımızda insan
varlığının ne denli mekânsal olduğunu daha iyi fark ederiz. Bizler
bilincimizle, duygularımızla, eylemlerimizle, geleceğe dair tasarımlarımızla daima bilinç mekânı, duygu mekânı, beden mekânı, tasarım mekânı gibi mekânlar şeklinde var oluruz. Bu yönüyle biz
çoklu mekânların kendisiyiz ve bu çoklu mekânlar sayesinde dışarısı veya ötesiyle ilişki kurarız. Bilinç mekânı, duygu mekânı, beden
mekânı dediğimiz şeyler sonunda bir “resim” (bild) oluştururlar. Biz
bu mekânların oluşturduğu bir resimiz. Bu yüzden herkes kendisini belli bir imge veya imaj içinde kavrar. Başkalarını da onlara ait
imajlar içinde kavrar. Bu imajlar yani mekânlar genelleştirildiğinde
(soyut mekânlara / tasarımlara dönüştürüldüklerinde) ortaya Tanrı
imgesi, erkek imgesi, kadın imgesi gibi mekânlar/imgeler çıkmaktadır. Bu nedenle biz hemen her şeyi ‘mekân’ formunda anlarız. Öyle
ki zamanla ilgili kelimelerimizin çoğu mekânsaldır. “Geçmişte kalan
bir hadise” şeklinde bir ifade kurduğumuzda geçmiş artık şimdi yani
burada bir daha olmayacak ve kendisinden sürekli uzaklaştığımız
bir öteki mekân hâline getirilmektedir.
Tam da bu noktada kutsal mekân ve profan mekân
kavramlarını ele alacak olursak bu iki kavram
birbirinden nasıl ayrılır, insan bu mekânlarla nasıl ilişki
kurar, kurduğu ilişkinin farklılaşan yönleri nelerdir?
Bu soruları anlayabilmek için öncelikle bazı asli unsurlara işaret
etmeliyim. Semavi dinler (Yahudilik, Hristiyanlık, İslam) Allah’ı daima “müteal” yani aşkın (transcendent) bir varlık olarak kabul eder.
Burada “müteal” kelimesi Tanrı’nın bizim bedenimizin ait olduğu
mekâna (Heidegger’in Dasein kelimesindeki “Da” yani dünyaya)
ait olmadığını vurgulamaktadır. Zira putperest ve panteist inançlar çoğu kez Tanrı’yı ya tabiat veya kâinatla özdeşleştirirler ya da
tabiatın (doğrudan görünmeyen) bir parçası gibi algılarlar. Her ne
kadar semavi dinler Tanrı’yı bildiğimiz şekliyle mekânın “ötesi” yani
KADEM KADIN ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
138
kâinatın sınırlarını aşan bir varlık olarak ele alsalar da hâlâ “aşkın”
veya “öte” kelimeleri mekânsal kelimelerdir. Kısacası, bizler her ne
kadar Tanrı’yı mekândan münezzeh olarak dile getirsek de hâlâ O’nu
mekâna dair kelimelerle algılamaktayız. Bundan kaçınmanın yolu
da yoktur zira –yukarıda söylediğim gibi– “biz”, çoklu mekânların
kendisiyiz. İşin açıkçası dinî metinler de insanın bu mekânsal boyutunu güçlendirecek bir dile sahiptirler. Zira “Tanrı’ya yakın olmak”,
“Tanrı’dan uzaklaşmak” gibi dinî ifadeler, anlam açısından doğrudan mekâna vurgu yapmasalar da hâlâ mekânsal bildirimlerdir. Hakeza Kur’an’da yer alan “şah damarından daha yakın” ifadesi tam
anlamıyla mekânsal bir ifadedir ve Allah’ın insanı öncelikle mekân
üzerinden göz önüne aldığını dile getirir. Arapça “insan” kelimesinin
genelde “unutma” eylemiyle (nisyan) ilgili olduğu söylenir. Şayet durum buysa insan ‘unutmanın kendisinde gerçekleştiği mekân /varlık’
olarak ele alınıyor demektir.
Bu analizlere göre “kutsal mekân” dendiğinde ya insanın ötesi anlamında ‘dış mekân’ (yer) veya insanın kendisi anlamında ‘iç mekân’
ön plana çıkmaktadır. Başka bir ifadeyle kutsal mekân tabiri sadece
Kâbe, cami, kilise, havra, kutsal nehir, kutsal dağ gibi bir “yer”i (topografik alanı) göstermez. Aynı zamanda kutsal kabul edilen bazı
insanları da kapsar. Çoğu dinlerde veya cemaatlerde aziz, şeyh, şaman, lider, baba gibi figürler bedensel-ruhsal boyutta kutsal mekân
olarak kabul edilirler. Mistik veya tasavvufi yaklaşımların çoğu,
seçkin gördükleri bazı insanlarda ortaya çıkan “ilahî aşk”ı, büyük
oranda Tanrı’nın tecelli ettiği bir kutsal mekân şeklinde algılar.
Dolayısıyla bu tür yaklaşımlarda “gönül” veya “kalp” kelimeleri insanın duygusal mekân / coğrafyasından ziyade kutsallaşan mekânı
simgeler.
Mircea Eliade, kutsal mekân tabirini “hierofani” (kutsalın tecellisi)
merkezinde ele alır. Onun tespit ve yorumuna göre, dinler “kutsal
mekân”ı, kutsal gücün bir yerdeki tecellisi olarak ele aldıkları için
o yer artık zamanın başlangıcı hâline gelir. Kutsal mekân zamanın
başladığı yer olarak bizatihi zaman-dışı (ab initio) kalandır. Burada
“zaman dışı” tabiri “kronolojik olarak algılanamaz olan” anlamına
M Ü L Â K AT
139
gelmektedir. Böylece kutsal mekân “dünyanın merkezi” olur. Diğer
tüm mekânlar o mekândan hareketle kavranabilir. Bu açıdan bakıldığında tüm profan mekânlar kutsaldan hareketle anlaşılan ve
kutsal olmayan mekânlar anlamına gelmektedir.
Ancak benim yaklaşımım Eliade’nin yaklaşımından kısmen farklılaşmaktadır. Şöyle ki, profan mekân (seküler mekân), Tanrı inancı
veya tasavvurunu kendi sınırlarının dışında tutan “boş mekân”dır.
Mesela antik kültürlere baktığımızda yer veya mekânlar genelde
bugün mitik dediğimiz anlatılar içinde anılan insanüstü güçlerce
“ele geçirilmiş” ve “kontrol edilen” mekânlardır. Pek çok inanç sisteminde kutsal mekânlar, insanüstü güçler tarafından ele geçirilen ve
kontrol edilen mekânlardır. Mesela Şintoizm’de “kami” inancı tamamen bu yaklaşıma dayalıdır. Hakeza şaman kültüründe de durum
böyledir.
Sekülerlik dediğimiz husus, bu insanüstü güçlerce ele geçirilmiş
mekânları “boşaltmak” suretiyle kendisini tarihe kabul ettirmeye
başladı. Öyle ki sonunda kutsal mekânlar boşaltılmaya başlanınca
kutsal zaman (ab initio) da kronolojik tarihin bir parçasına dönüştü.
Bugün dinler tarihi dediğimiz disiplin, kronolojik zaman merkezinde
kutsal mekân ve zamanı bilgi konusu olarak gören bir seküler yaklaşımdır. Dahası tüm bilimler (İlâhiyat bilimleri de dâhil) seküler karakterde yol almaktadır. Şöyle ki, dinler tarihi veya İslam tarihi, bir
tarih yazıcılığı (historiografi) olarak kutsal mekânı kronolojik açıdan
ele almaktadır. Ama İslam tarihi alanında çalışan kişi, aynı zamanda bir “inanan” insan olarak o mekânı bir tür kutsalın tecellisi (hierofani) veya “mübârek mekân” şeklinde algılayabilmektedir. Dolayısıyla günümüzde kutsal mekân ve profan mekân tabirleri, Eliade’nin
varsaydığı gibi birbirinden tamamen ayrışan mekânlardan ziyade
iki farklı bakış açısına göre kutsallaşan veya profanlaşan bir süreci
göstermektedir. Mesela bir cami mimarı için caminin mimari tasarımı ve bu tasarımın inşaî faaliyet süreci tamamen seküler (profan)
bir boyuttadır. Buna karşılık aynı mimar, inanıyorsa, o mekânı kutsallaşan bir süreç olarak görebilmektedir.
140
KADEM KADIN ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Dahası sosyal medyada bir cami, havra, kilise, kutsal nehir ya
da dağın resim veya videosunu yayınlamak tamamen profan bir
mekânda kutsal mekânı profanlaştırmaktır. Ama bu paylaşımı yapan kişi o mekânda gidip ibadet edebilmektedir. Umarım geldiğimiz
nokta, sorunuzun anlamını daha iyi kavramamıza izin vermektedir. Kutsal mekân, görünmez olanın görünmezliğinin temsilidir.
O ruhsal veya zihinsel anlamda bir “boşluk” tecrübesidir. Mesela
Kâbe, Allah’ın mekândan münezzeh oluşunun yani beden ve akılla “doğrudan kavranamazlığı” anlamında bir sonsuz boşluğun yapı
(sütrüktür) aracılığıyla üretilen bir mekânsal boşlukta temsilidir.
Biz Kâbe’ye baktığımızda kendi kavrayışımızın sınırlarıyla yüzleşiriz. Zira Allah’a mekân, zaman ve suret atfedemeyiz. Buna karşılık
inancımız o sonsuz boşluğu doldurmaya çalışır. Kâbe’nin fotoğrafını veya videosunu yayınladığımızda ise ortada boşluk değil, bir
yapının sureti mekânı kaplamaya başlar. İşte bu seküler ve profan tutumdur. İlginç olan, namaz saatlerinde bazı TV kanallarının
Kâbe mekânının canlı görüntüsünü aktarmaya başlamasıdır. Bu
aynı anda hem kutsal hem de profan tecrübesine insanların alıştırılmasıdır. Kimi zaman dindar insanların elinde kutsal mekânlar
–“dinî yayınlar” kategorisi içinde görselleştirildikleri için– profanlaşma sürecine sokulmaktadır. Böylece dindar insanların kutsal
mekânlara aidiyet hislerini güçlendirmeye çalışmak, aynı zamanda
tersinden, kutsal mekânların profanlaştırılarak insanlara aidiyeti sonucunu üretmektedir. Bu durumu, manevi olanın –hakkında
konuştukça–maddileşmesine benzer bir durum olarak görebiliriz.
Zira manevi olan –hakkında konuştukça– ‘bilincimizin karşımızda
duran bir şey’ hâline gelir. Yani biz manevi olanın referansına dönüşürüz. Kutsal mekân da bu şekilde bizden hareketle algılanan bir
şey (profan mekân) hâline gelir. Oysa ‘kutsal mekân’ kendisinden
hareketle kendimizi algıladığımız mekândır. Hasılı kendimizi (insan) merkeze aldığımızda bir mekân profanlaşır. O mekânı (yani
o mekânda temsil edilen aşkın varlığı) merkeze alarak kendimize
yöneldiğimizde o mekân kutsal olmaya başlar.
M Ü L Â K AT
141
Kadının mekânla, kutsal ve profan mekânla kurduğu
ilişki hakkında neler söylemek istersiniz? Türkiye
özelinde bu ilişkinin tarihi serüveni nasıldır ve süreç
içerisinde bu ilişki nasıl farklılaşmıştır?
Kanaatimce kadının mekânla kurduğu ilişki, yukarıda genel olarak
değinmeye çalıştığım formatta gelişmiştir. Ancak kadının kendisini
mekâna taşırma ve mekânı şekillendirme süreci, erkeklerden farklı
olmuştur. Zira insanlık tarihinde etkin bir anlatı /metafizik /pratik
/ yapı olarak karşımıza çıkan ataerkillik, özellikle sosyal mekânın
üretim ve kontrolünün büyük oranda erkeklerin elinde olması anlamına gelmektedir. Bu yüzden kadının sosyal mekânla ilişkisi, erkeklere nazaran daha sınırlı-kısıtlı görünmektedir. Kendi tarihimizde,
söz gelimi, Bâcıyân-ı Rum teşkilatında veya günümüzde Çin’de Mosuo anaerkil etnik grubunda olduğu gibi, bu genel durumla uyuşmayan örneklere rastlayabiliriz. Daha geriye gidersek, Hz. Peygamber
döneminde kadınların ev mekânı ve sosyal alanda kayda değer bir
etkinlik içinde olduklarını görmekteyiz. Ne var ki ataerkillik uzun
insanlık tarihinde genelde ‘kendisini doğrulayan kehanet’ (selffulfilling prophecy) olarak iş görmüş ve âdeta ‘doğal kanun’ etiketi
altında bir tür kurala dönüşmüştür. Burada ‘doğrulanan kehanet’
tabiriyle, kadınların erkeklerin ürettiği bu kurgusal ‘doğal kanun’
fikrine büyük oranda uyum sağlamalarına ve hatta onu destekleyecek eylemler gerçekleştirmelerine işaret ediyorum. Bu durumu çok
açık biçimde İbn Hazm’ın Güvercin Gerdanlığı (Tavku’l-Hamame)
adlı eserinde görmekteyiz. İbn Hazm, kadınların yaratılış açısından
erkeklerin çoğundan daha zeki olmalarına rağmen, zekâlarını kadınlar arası entrika ve şahsî çıkar ilişkisi bağlamında kullanmalarını
esefle karşılar. O, bunu –babası başbakan olduğu için- çocukluğunda
kaldığı sarayın harem kısmında yıllar süren gözlemlerine dayanarak söylemektedir.
Alanın uzmanı olmamakla birlikte, kadınların sanayi devrimiyle
beraber sosyal alanda daha görünür ve etkin olmaya başladıklarına
dair bilgi kırıntıları var zihnimde. Benim genel okumalarım esnasında edindiğim izlenim, kadınların son yüzyılda mekân bağlamında
142
KADEM KADIN ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
daha ‘talepkâr’ olmaya başladıklarıdır. Burada ‘talepkâr’ kelimesini hem erkekler tarafından üretilen mekânlarda görünme/var olma
(fabrikalar gibi) veya kendilerini dış dünyaya taşırmak suretiyle
kendi mekânlarını üretme anlamında kullanıyorum. Bu durum
bana oldukça önemli görünmektedir, zira tam da bu ‘talep’, ataerkil
zihniyetin veya eylem türlerinin farklı bir açıdan görünür olmasını
ve kritiğini kolaylaştırmıştır. Bu noktada ‘talep’ durumu aynı zamanda mekâna dair söylem ve kelimelerin de kritiğini beraberinde
getirmiştir.
Kadının profan ve kutsal mekânlarla ilişkisine dair sorunuzun cevabı, kanaatimce, farklı dinler ve kültürlere göre değişkenlik arz
edecektir. Zira hiçbir din veya kültürde profan ve kutsal mekân tasavvuru aynı değildir. Bu durumu pagan, Hristiyan ve İslam inançlarındaki mekân tasavvurlarında rahatça görebiliriz. Putperestlik
ya da paganlık, her şeyden önce parçalı mekân tasavvuru demektir. Yani birtakım semavi veya metafiziksel güçler (tanrılar) farklı
mekânlarla ilişkilendirilirler ve her biri kendine ait mekânın kontrolünü elinde tutar. Günümüz Japon Şintoizm’inde tanrı kavramı olmamakla birlikte, “kami” denen tabiat güçleri (ki bu, ölen bir insanın
da kami olabileceği anlamına gelmektedir) farklı mekânların kontrolünü ellerinde tutmaktadırlar. Bu durumda erkek veya kadının kutsal mekânlarla ilişkisi yeknesak yani bütüncül değildir. Hristiyanlıkta kilise eşiğinin öte (dış) tarafı profan mekânın başlangıcı olarak
algılanmaktadır. Buna göre Hristiyanlık, paganlığa göre, ikili bir
mekân tasavvuru içinde kadını algılamaktadır. Benim okuduğum
ve Orta Çağ Hristiyan yaklaşımını sergileyen bir metinde, “kadının
yeri evidir” vurgusu dikkat çekicidir. O dönemin dinî otoriteleri kadının kiliseye pazar günleri gelmesini teşvik etmekle birlikte, kocası
açısından evde kalması daha uygun görülürse, evde kalabileceğini de
söylemektedir. Buna göre “erkek” faktörü, kadının kutsal ve profan
mekânlarla ilişkisine doğrudan dâhil edilmiş olmaktadır.
İslam inancı, açıkça kutsal ve profan ayrımını yapmamakla birlikte
bazı beldelerin “mübârek” olduğunu vurgular. Ancak günümüzde
bazı İslam düşünürlerinin İslam kültüründe sekülerleşmenin Emevî
M Ü L Â K AT
143
Devleti’yle birlikte başladığı tezini ciddiye alırsak veya Fazlur
Rahman’ın tespitine uyarak, Gazzâlî sonrası ilimlerin dinî (kutsal)
ve dinî olmayan (profan) şeklinde birbirinden fiilen ayrıştırılmaya
başlamasını sekülerliğin filizlenen tohumları gibi görecek olursak,
bu durum aynı zamanda İslam tarihinde kadının kutsal ve profan
mekânlarla olan ilişkisine bakışımızı da belirleyecektir. Söz gelimi
İslam tarihinde bazı kadınların dinî alanlarda eserler ürettiklerini
biliyoruz. Ama buna karşın Orta Çağ’da ve Osmanlı Dönemi’nde kadınların matematik, fizik, kimya, astronomi gibi disiplinlerde eserler
ürettiklerine dair herhangi bir bilgiye sahip değilim.
Geleneksel İslam kültüründe tüm mekânlar –metafiziksel düşünce
ve iman açısından– Allah’a ait görülür. Yani pagan ve Hristiyan
kültüründe gördüğümüz üzere yatay bir kutsal-profan mekân ayrışması yoktur. Buna karşılık dikey ve zamansal karakterde ‘çok işlevli
mekân tasavvuru’ söz konusudur. Yani aynı yer yemek mekânı, sonra sohbet mekânı, sonra ibadet mekânı, sonra uyku mekânı olabilir.
‘Bu dikey ve zamansal çoklu mekân tasavvurunda hangisi kutsal
hangisi profan mekâna karşılık gelir? sorusu açıkça cevaplanabilir
görünmemektedir. Bu durum kadının kutsal veya profan diye günümüzde ayrıştırılan mekânlarla ilişkisini de belirsizleştirmektedir.
Bu noktada şu hususa da değinmeliyim: Günümüz İslam kültüründe
kutsal ve profan mekân ayrımı –Fazlur Rahman’ın isabetle yorumladığı gibi– hem seküler otoriteler hem de dinî ulema tarafından
el birliğiyle üretilmektedir. Görebildiğim kadarıyla sekülerlik, bir
“konumlandırma” faaliyetidir. Yani sekülerlik, mitik veya kutsal
imge veya güçlerden arındırılmış ve boşaltılmış mekânlarda hemen
her şeyin insanın irade ve tasavvuruna göre “konumlandırılması”
faaliyetidir. Sosyal (kamusal) alanda dinî faaliyetler de bu konumlandırma faaliyetine tâbi olup cami, Kur’an kursu, kilise, havra
vb. kurumsal mekânlarla sınırlandırılır. Buna paralel olarak kimi
‘muhafazakâr aileler’ kız çocuklarını seküler addettikleri eğitim kurumlarına göndermediklerinde seküler mekân tasavvuruna açık bir
destek sunmuş olmaktadırlar. Benzer şekilde “dinî tahsil” adı altında kızların sadece din eğitimine izin verdiklerinde, ‘muhafazakâr
144
KADEM KADIN ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
aileler’ dinî-dünyevî ayrışması şeklindeki seküler mekân tasavvurunu kendi içlerinde yeniden üretmiş olurlar.
Bütün bu gelişmelere baktığımızda özellikle günümüz İslam kültüründe kadının kutsal-profan mekânlarla ilişkisi sadece seküler
değil, aynı zamanda kendisini muhafazakâr gören insanların eliyle ortaklaşa şekillenmektedir. Sadece klasik medrese eğitiminden
geçmiş ‘ulema’ değil, aynı zamanda bazı İlâhiyat Fakültesi öğretim
üyeleri de dinî-dünyevî ilimler ayrışmasına vurgu yapıp bunları ayrıştırmaya çalıştıkça, yani İlâhiyat fakültelerinden profan karakterde gördükleri dersleri ya kaldırma ya da azaltma yoluna girdikçe,
kadının kutsal –profan mekânlarla ilişkisini de şekillendirmektedirler. Zira ilimler bu şekilde ayrıştıkça, ilimler üzerinden kadının
olaylara, ‘dinî hayat’ kavramına ve mekânlara bakışı da ayrışacak
ve biçimlenecektir.
Son olarak sorunuza “giysi” fenomeni üzerinden kısaca değinmek
isterim. Bizler ilk bakışta kadının ev, cami, okul, fabrika, mağaza
gibi yerler üzerinden kutsal ve profan mekânlarla ilişkisini tartışmaya alışkınız. Oysa belki kadının giysisi, kadının kutsal-profan
mekânlarla ilişkisinde başat rol oynamaktadır. Bu hususu anlamak
için şu soruyu sormalıyız: Bizzat giysi bir mekânın üretimi olduğuna göre, İslam kültüründe ‘muhafazakâr kadın’ın giysisi kutsal
mekân mıdır yoksa profan mekân mıdır? Özellikle 28 Şubat sonrası
üniversitelerde ortaya çıkan ağır seküler baskılara ve gerilimlere
baktığımızda, ‘başörtüsü sorunu’ hem seküler hem de muhafazakâr
kesimleri şu giysi felsefesinde buluşturmuş görünmektedir: Kadının
giysisi –en azından kısmî olarak– kutsal mekânın üretimidir. Bu
durumda seküler otoriteye göre bu kutsal mekân, seküler mekânda
görünürlük kazanamaz. Muhafazakâr insanlara göre kadının giysisi
kutsaldır ve seküler mekânlarda görünürlük kazanmalıdır. Buna
göre 28 Şubat sonrası seküler otoritenin sosyal ahlakı ortadan kaldıracak şekilde ürettiği ve tümüyle irrasyonel başörtüsü sorunu her iki
tarafın en temelde (profan-kutsal ayrışmasında) buluşmasını ama
bu buluşma sonrası iki mekân arasındaki ilişkinin formatı noktasında ayrışmasını kapsamaktadır.
M Ü L Â K AT
145
Günümüzde hâlâ kadın giysisi ve başörtüsünün nadiren de olsa
bazı ‘ulema’ ve hatta kimi İlâhiyat öğretim üyelerince yeterince
muhafazakâr görünmedikleri ve ahlakî idealleri tam yansıtmadıkları gerekçesiyle sorun olarak gündeme getirilmesi, kadın giysisinin bir tür kutsal mekân gibi görülmesiyle ilgilidir. Burada ironik
ve hatta paradoksal olan husus, aynı kişilerin ‘dışarı’yı (evin dışı)
seküler olarak kabul edip, ‘dışarıya ait giysi’yi kutsal gibi görmeleridir. Bu yaklaşım Fazlur Rahman’a göre, dışarının gittikçe daha
koyu bir formatta sekülerleşmesine tersinden destek vermektir.
Kanaatimizce bazı ‘ulema’ veya İlâhiyat öğretim üyelerinin kendilerini ‘dışarı’ya önce yabancılaştırmaları ve sonra bu yabancılığı
aşmaya çalışmaları bir ‘yazma-silme-yeniden yazma’ şeklinde paradoksa yol açmaktadır. Bu yaklaşımın özeti kabaca şudur: Bugün
kadınların kutsal mekânlarla ilişkisi –bu tür ulema veya öğretim
üyelerinin katkılarıyla-ait olmadıklarını düşündükleri bir profan
mekân algısı üzerinden ele alınan kutsal mekânla ilişkiye evirilmiş görünmektedir. Yani kutsal mekân, artık doğrudan değil, dolaylı olarak erişilebilen, dolayısıyla hem erkek hem de kadından
uzaklaşmış bir mekân gibi görünmektedir. Bu ise, tüm mekânların
Allah’a ait olduğuna dair köklü tarihsel ve dinî bilinçle zıtlaşan bir
yaklaşımdır. Ve bu zıt görünümler veya yaklaşımlar içinde yaşamak kadının kutsal mekânla ilişkisinde kritik bir durum arz etmektedir.
Kadının mekânla kurduğu ilişkide dili bir belirleyen
olarak ele alabilir miyiz? Zira bu ilişkinin ortaya
çıkmasında birtakım kalıp ön yargıların etkili olduğunu
söyleyebiliriz. Bu ön-yargıların oluşumunda dilin rolü
nedir ve aynı zamanda dilin oluşan bu ön yargıların
aşılmasında ne tür bir işlevi vardır?
Son derece kritik bir soru bu. Uzun zaman önce İslâmiyat dergisinde “Kadın Bilincinin Özgürleşmesi Bağlamında Dil Sorunu” başlıklı
bir makalemde Gadamer ve Habermas arasındaki dil ve özgürleşme/gelenek bağlamındaki tartışmaya değinmiş ve kadın bilincinin
146
KADEM KADIN ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
özgürleşmesinin her şeyden önce bir dil sorunu olduğuna dikkat
çekmiştim. Habermas- Gadamer tartışması, sizin de değindiğiniz
şekilde, ön yargı ve ön yargıların aşılmasında dilin rolü üzerine
odaklanmaktadır. Kabaca özetlersem, Habermas kritik düşünce
sayesinde dilin gerisindeki “ilgi” veya “çıkar” ilişkilerine gidebileceğimizi ve bunları ifşa ettikçe özgürleşmiş iletişim alanlarını inşa
edip koruyabileceğimizi ileri sürmektedir. Yani o kabaca “dilin arka
planında kalan” birtakım sosyal, siyasi, ekonomik ilişkiler ağına
nüfuz edebileceğimizi varsaymaktadır ve bu nüfuzu eleştirel aklın
gerçekleştirebileceğini düşünmektedir. Bunun anlamı, aklımızın ön
yargıları bir kenara koyabilecek güçte olduğudur. Gadamer ise ön
yargı kavramını “görüş imkânı” olarak kabul ederek, onu öncelikle
değer değil, ontolojik açıdan ele almak gerektiğini söylemektedir.
Yani ön yargılar –değer açısından olumlu ya da olumsuz olsun-bize
farklı bir şeyleri görme imkânını sunarlar. Bu yüzden ön yargıları
nihai olarak geride bırakamayız. Onları ancak değiştirip dönüştürebiliriz. Zira bizim ulaşacağımız ve doğru kabul ettiğimiz her yargı,
aslında bir ön yargıdır. Yani daha sonra oluşturacağımız yargılar
için bir tür basamak veya hareket noktasıdır. Bunun nedeni bizim
gelenek içinde yaşıyor olmamız ve asla dil dediğimiz geleneği bir
kenara bırakma imkânımızın olmayışıdır.
Bu tartışmalar açısından bakıldığında gerek Habermas gerek
Gadamer’in kabullendiği şey, bir özgürleşme imkânının daima
önümüzde bulunduğudur. Ancak Gadamer’e göre biz, dil (gelenek) tarafından belirlendiğimiz için özgürlüğümüz hiçbir zaman
“nihai” (Habermas’ın düşündüğü gibi “baskıdan tamamen arınmış”) bir iletişim özgürlüğü olmayacaktır. Zira baskıdan veya zorlamalardan tamamen arınma gibi durumlar hâlâ bizim tarihsel
yani kısıtlı kavrayış ufkumuz içinde tasarlanmış şeylerdir. İnsan
aklı hiçbir zaman, tarih üstü bir noktadan hareketle olayları veya
baskı-şiddet türü hususları mutlak anlamda açıklayabilecek ve
anlamlandırabilecek pozisyonda değildir. Bunun yerine tarihsel
sınırlılığımız bizi daimî diyalog içinde tutmaktadır. Gadamer’in
yaklaşımı açısından bakıldığında, kadın ve erkek tarihi sürecin daimî diyalogunu sürdüren katılımcılar oldukça ve her türlü
M Ü L Â K AT
147
şiddet, baskı gibi hususları fark ettirecek ve ortadan kaldıracak
şekilde dili (geleneği) dönüştürdükçe daha iyi ve daha ahlakî /adil
bir ortam oluşturulabilir.
Bu analizlerden sonra sizin sorunuza dönersek, kanaatimce, dil
kadının mekânla olan ilişkisini belirleyen başat unsurdur. Burada
dili, Gadamer’i izleyerek, GELENEK olarak anlıyorum. Yani dil,
örf, âdet, davranış ve yerel uygulamalar anlamında anlaşılan “gelenek” değil, kelimenin en genel anlamıyla GELENEK’tir. Burada
dil, basitçe söz dizimi, gramer kuralları, kelimeler gibi soyut bir
şey değildir. Aksine o dünyanın dile gelişidir. Buna göre kadının
mekânla olan ilişkisi, kadının ait olduğu ve hepimizin bir şekilde tecrübe ettiği bu dünyanın dil olarak tezahür biçimidir. Bunun
diğer ifadesi şudur: Kadın bir yerde bir mekâna dâhil olduğunda
veya bir mekânı ürettiğinde sadece ortada kadın ve mekân yoktur.
Aksine orada dünya şu ya da bu açıdan dil içinde tezahür ediyor
demektir.
Bu açıdan bakıldığında, kadın, geleneğin (dilin) bir parçası veya
safhası olarak daima dünyayı dile getiren ve kendi üretimiyle /
emeğiyle dünyayı biçimlendiren bir varlıktır. Buna rağmen tarihsel süreçte ataerkil kültür yapılanmalarında oluşan erkek merkezli anlatılar veya metafizikler, kadının mekânla olan ilişkisinde
dünyayı dile getiren ve dünyayı dönüştüren işlev veya rolünü bir
şekilde karanlıkta bırakmış veya gölgelemiştir. Bu yüzden muhtemelen insanlık tarihinin en büyük ön yargılarından biri ataerkillik
dediğimiz anlatılar / metafizikler /pratikler /yapılardır. Bana göre,
tam da bu ataerkillik dediğimiz ön yargılar en azından son iki yüz
yıldır kadın bilincinin ve varlığının özgürleşmesi noktasında bir tür
sıçrama taşı görevini üstlenmektedirler. Yani ataerkil ön yargıları
dil (gelenek) içinde fark ettikçe onu sorgulama/ değiştirme /dönüştürme imkânlarına erişebilmekteyiz. Burada kadının tamamen
özgürleştirilmesi gibi kolayca ideolojik şemaları maskeleyecek sloganlardan bilerek kaçınıyorum. Çünkü mutlak özgürlük denen şey,
Gadamer’in ele aldığı şekliyle, diyalog süreci içinde anlaşılmadıkça bir başka gizli tutsaklık formatına dönüşme riskini kendisinde
148
KADEM KADIN ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
barındırmaktadır. Bu yüzden kadınların mekânı ürettikçe bu diyalog sürecinde dünyayı daha fazla dile getireceklerini ve dönüştüreceklerini düşünmekteyim. Kadının mekânla ilişkisinde dünya
dile geldikçe, kadının sesi diyalogun dolayısıyla dünyanın kurucu
bir gücü hâline gelmektedir.
Bu değerli mülakat için KADEM Kadın Araştırmaları
Dergisi adına teşekkürlerimizi sunarım