Academia.eduAcademia.edu

Epistem ve Dil-Michel Foucault'da Tarih ve Eklemlenme

2009, EKEV Akademi Dergisi, 2009, Sayı 39, ss. 11-32.

Episteme and Language: History and Articulation in Michel Foucault

EKEV AKADEMİ DERGİSİ Yıl: 13 Sayı: 39 (Bahar 2009) 11 EPİSTEM VE DİL: MICHEL FOUCAULT’DA TARİH VE EKLEMLENME Himmet HÜLÜR (*) Özet Foucault, ifadeleri, kelimeleri, metinleri ve eserleri her çağın kendine özgü bilgi ve dil düzenini açısından çözümler. Bilgi ve dilin oluşumu ve değişimini köken ve süreklilik görüşünü reddederek ele alır. Özne anlayışına meydan okuması, eser ve yazarın anonim bütünlükler tarafından oluşturulan, dağıtılan ve yayılan konumlar olduğunu işlemesi Foucault’nun çalışmalarındaki sabit temalardır. Foucault, dilin belirli bir düzeninin nasıl oluştuğunu ve değiştiğini arkeolojik ve arşivsel bir yaklaşımla inceler ve insan ve toplum bilimlerinde baskın olan süreklilik, köken ve özne kavrayışlarını reddederek bilgi ve dilin keyi ve tarihsel boyutunu açığa çıkarır. Bu makalede, Foucault’nun eser ve özneyi olduğu kadar dil ve bilgiyi iktidarın işlevleri olarak çözümlediği ve bu anlamda dilsel ve metinsel olana öncelik veren yapısalcı ve post-yapısalcı görüşlerden farklılaştığı vurgulanmaktadır. Anahtar Kelimeler: Michel Foucault, Arkeoloji, Soybilimi, Dil, Tarih, Epistem Epistme and Language: History and Articulation in Michel Foucault Abstract Foucault analyses statements, words, texts and works with regard to the distinctive order of knowledge and language of each age. He considers the formation and transformation of knowledge and language through rejecting the view of root and continuity. His challenging the conception of subject, his treating work and author as positions constituted, distributed and proliferated by anonymous unities are constant themes in Foucault’s studies. Foucault investigates how a certain order of language is formed and changed through an archaeological and archival perspective and through rejecting the conceptions of continuity, root and subject he reveals the arbitrary and historical dimension of knowledge and language. In this article, it is emphasized that Foucault’s analyses of knowledge and language as well as work and subject, as functions of power make him differentiated from the post-structuralist views that give priority to what is considered as linguistic and textual. Key Words: Michel Foucault, Archaeology, Genealogy, Language, History, Episteme *) Doç. Dr., Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü. (e-posta: [email protected]) 12 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ Giriş Dilin sabit veya nesnel bir doğasının olmadığı Foucault’nun temel bir görüşüdür ve bu görüşünü Batı tarihi içinde dilsel oluşumların farklı dönemlerinin niteliklerini saptayarak ortaya koyar. Bu anlamda, dilin değişen ve kırılgan niteliğinin, kelimeler ve şeyler arasındaki ilişkinin keyiliğinin belirlenmesinde arkeolojik ve soybilimsel çözümlemeler önemli bir rol oynar. Foucault’nun bu girişimlerinde, vurgunun söylemsel oluşumları ve bilgiyi neyin nasıl mümkün kıldığına yapıldığı önceki arkeolojik çalışmalarla bilgi ve dildeki dönüşümlere ve kırılmalara yapıldığı sonraki soybilimsel çalışmalar birbirini tamamlayıcıdır. Söylemlerin ve doğruluk biçimlerinin her bir dönemde nasıl oluştuğu ve bunların zamanla nasıl dönüşüme uğradığı Foucault’nun dil ve bilgi çözümlemesin merkezindedir. Dil, bilgi ve doğruluk, tarihsellikleriyle ve tarih içindeki belirlenmişlikleri ve kırılganlıklarıyla ele alınır. Tarihin yansız bir çözümlemesini yapmak mümkün olmadığı gibi tarihin kendisi de çözümleme üzerindeki etkisiyle bu yansızlığa müsaade etmez. Dolayısıyla, tarihin bilgi ve dil oluşumları açısından incelenmesindeki temel sorun, iktidar veya dil oyunlarında kurtulma arayışıyla değil, herhangi bir dönemde söylenebilenlerin ve yazılabilenlerin hangi iktidar biçimlerine maruz kalmakla ilişkili olduğunun açığa çıkarılmasıyla yani dilsel eklemlenmenin herhangi bir biçiminin gelip-geçici, kırılgan ve keyi bir biçim olduğunun görülmesi ve kanıksanmasıyla ilgilidir. Böylelikle tarihin doğruluk iddialarının ve söylemsel anlatılarının keyiliklerinin ve kırılganlıklarının açığa çıkarılması, modern dönemin başlıca karakteristiği olan öznellik ve nesnellik düşüncesinin yadsınması demektir. Bu girişim, aynı zamanda, ilerleme, insanlık ve evrensellik gibi yandaş modern kavramların içinin ne kadar boş olduğunu ve bir oldu bittiyle etkinlik kuran tarihselliklerini sergilemeyi amaçlar. Herhangi bir dönemde bilgi olarak kabul edilen şey o dönemde etkin olan iktidar mekanizmasının bir işlevidir ve bu anlamda hileli ve şaibelidir. Bu hile ve şaibe, başka daha doğru sayılan bir bilgi türüne başvurulmaksızın ve her doğruluk iddiasının keyiliğe dayalılığı kabul edilerek deşifre edilir. Söylemsel oluşumlar, ifadeler ve kelimelerin herhangi bir tarihsel düzeni, dilsel eklemlenmenin herhangi bir verili biçimi, dil ile dünya arasında, kelimeler ve şeyler arasında bırakalım bir karşılıklılık ve eşleşme yansıtmayı, söyleyen ve yazanı sürekli olarak anonim bir doğruluk oyununa boyun eğdiren, onları boşluğa tutunduran maddi ve yaptırımcı bir mekanizmadır. Söylemsel oluşumlar ve bilgi biçimleri açısından değişmez yasalar yoktur, hem de bunların tarihsel ortaya çıkışı ve tarih sahnesinden kayboluşu insan etkinliğinden bağımsızdır. Böylece, bu görüş, evrimci görüşlerin tersine derin ve temel yasalara göndermede bulunan yapısalcı yaklaşımların temel iddialarına da karşı çıkar. Foucault, kendi arkeolojik ve soybilimsel çözümlemelerini, hümanist bilgi ve dil anlayışının olduğu kadar klasik yapısalcı anlayışının da temel varsayımlarını reddederek ortaya koyar. EPİSTEM VE DİL: MICHEL FOUCAULT’DA TARİH VE EKLEMLENME 13 Dil ve İktidar: Foucault ve Post-yapısalcılık Aydınlanma mirasının evrensel ve nesnel dil görüşünün eleştirisi post-yapısalcı yaklaşımların ortak bir paydasıdır. Foucault da çoğu post-yapısalcı gibi dilin tarihsel ve keyi karakterini vurgular. Ancak onun düşüncesinin kendine özgü boyutu, söylem, ifadeler ve kavramların şeylerin karşılığı olmadan, bir anlam bulmadan önce siyasal bir oluşumun parçaları olmalarıdır. Bu bağlamda, Foucault’nun iktidara odaklanması, onu bazı postyapısalcı düşünürlerden, özellikle Derrida’dan ayıran en önemli kesittir. Derrida’nın, dilin sınırsızlığı ve gösterenlerin sonsuz çoğaltılmasının dildeki sınırları bütünüyle ortadan kaldırması ve sabit bir anlamın olanaksızlığını beraberinde getirdiği (Derrida, 1997: 6) görüşünden farklı olarak Foucault dilsel oluşumun iktidardan bağımsız olmadığını ileri sürer. Buna karşın, Foucault’nun görüşleri post-yapısalcı düşünürlerden Deleuze’ünkilere daha yakındır. Deleuze’ün (2006: 100-101) kendi ifadesiyle ikisinin “ortak bir felsefe görüş”lerini, “Soyutlamalardan, Bir’den, Tüm’den, Us’tan, Özne’den” hoşlanmamalarının yanında, “[k]arma durumları, düzenekleri, Foucault’nun tertibatlar olarak adlandırdığı şeyi çözümlemeyi görev” edinmeleri, kökenleri aramamaları, “şeyleri oldukları yerlerde, ortamla birlikte” ele almaları, “yeninin oluşumunu, Foucault’nun ‘aktüalite’ dediği şeyi” aramaları ve bu anlamda her ikisinin Nietzsche çizgisinde buluşmaları oluşturur. Foucault’nun yalnızca gösterenin gösterilen üzerindeki belirleyiciliği görüşünü reddetmekle kalmaması, aynı zamanda gösteren ve gösterilenin her ikisini de “söylemsel öncesi bağlamda” saptayan “maddeci bir kavrayış”a sahip olması, onu, anlamlandırmanın ele alınmasında “gösterenlerin serbest oyunu”na öncelik veren post-yapısalcılardan farklı olarak iktidar üzerinde yoğunlaşmaya götürmüştür. Bu anlamda, Saussure, Lyotard, Derrida, Kristeva ve Baudrillard’ın aksine Nietzscheci Deleuze ve Guattari gibi Foucault’ya göre “kültür, basitçe bir anlamlandırma sistemi değil, bir maddi ve söylemsel eklemlenme sistemidir”. Foucault’nun soybilim anlayışının odağında, “bilgi ve söylemsel pratiklerden, dilden çok iktidar”ın yer alması, Derrida gibi gösterenin değil Nietzsche çizgisinde bedenin vurgulanmasını beraberinde getirmiştir. “İktidarla beden arasındaki ilişki hem bedenlerin üzerindeki iktidar hem de bedenlerin iktidarı olarak işler, beden İstenç ve Arzu vasıtasıyla işler, böylece Foucault epsitemik çerçeveler tarafından belirlenmemiş olan bir güç keşfeder, orada söylemin ‘tarihsel a priori’sinin temeli, onu açıklayan daha öncelikli bir gerçeklik tarafından oluşturulur. Bu nedenle Foucault’nun post-yapısalcılığı dil ile değil siyaset ile ilgilidir” (Olssen, 2003: 194). İktidarın doğası gereği olumsal ve keyi oluşu, beden ve iktidar arasındaki ilişkinin de değişken ve keyi olmasını beraberinde getirir. Böyle bir iktidar anlayışı Foucault’yu hem değişmez yasalara vurgu yapan yapısalcılıktan hem de dilsel çoğalmaya ve farklılaşmaya odaklanan post-yapısalcılıktaki başat Derridacı kavrayıştan ayırır. Ancak, Foucault, dili çözümlemenin içinde tutmasına karşın onun maddeci yaklaşımı, anlamlandırmanın dünyadan önce geldiği görüşünü savunan Saussurecü dil görüşünden ayrılır. Derrida ve bu çizgideki post-yapısalcılık, dilsel olanın önceliğini vurgular ve her türlü çözümlemenin merkezine dil biçimlerini yerleştirir. Dilin ve metnin dışında hiçbir şey olmadığını ilan eden bu yaklaşım, söylemi her şeyin üzerine yerleştirerek “söylem- 14 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ den kurtulma”nın olanaksızlığını vurgular. Foucault dili belirleyici görmemesine karşın, onun önemini yadsımaz, çünkü ilgisi yalnızca söylenenle sınırlı değildir, söylenmeyen veya söylem dışı kalan toplumsal kurumlar ve pratikler de onun bilgi-iktidar analizinin bir parçasıdır. Buna karşın, Foucault’nun dilin veya söylemin önemini vurgulaması Derrida ile arasındaki farkın çok keskin olmadığını gösterir. Derrida’nın dilin önemini vurgulaması, Levi-Strauss, Lacan ve Lyotard çizgisinde yer alarak, “her söylemin kendi doğruluğunu ürettiği halde”, anlamın hiçbir zaman tamamlanmayacağını, her zaman belirsiz kalacağını ve böylece bu doğruluğun kesin bir anlamının olamayacağını kapsar. Derrida’ya göre kelimeler kendi dışlarında kaldığı varsayılan gösterilene bağlı olarak anlama kavuşmadıkları için, “gerçekliği betimlediğimizi asla varsayamayız”, bu anlamda “bulunuş metaiziği”nin dünyanın kelimelerle anlaşılabileceği öngörüsü hiçbir zaman gerçekleşemez. “Dünyanın bağımsız ontolojik statüsünün olduğu inancı Derrida’ya göre pozitivizmin, rasyonalizmin, ampirizmin ve tarihsel maddeciliğin yarattığı mittir” (Olssen, 1999: 45-46). Foucault,’ya göre dilden bağımsız bir dünyadan söz etmek olanaksızdır ancak bu dünyanın dilde oluştuğu anlamına gelmez, çünkü her tarihsel dönemde dil de belirli oluşum kurallarına tabidir. Foucault’nun söylem üzerine düşünceleri, iktidarın maddi oluşumunu yansıtır. Derrida’dan farklı olarak, metnin dışında hem metnin bir oluşum süreci hem de metnin epistemik-dönemsel bir anlamlandırma dizgesinin bulunduğunda ısrar eder. Bu açıdan örneğin ceza söylemin etkinliğiyle sınırlı değildir, “çünkü maddi olan işkence, makineler ve zindanların cezalandırmanın ideolojisi nedeniyle anlamları” vardır. “Ancak, açıkça ilgili oldukları halde sonuçtaki biçimler yalnızca söylemden veya hukuktan çıkarsanamaz. Daha doğrusu, disiplinin ve cezalandırmanın toplumsal biçimleri bilgi, teknik ve maddi nesnelerin sentetik ve görece özerk bileşimini temsil eder. Bu nedenle hapishanenin, kliniğin ve akıl hastanesinin gelişmesi bu çoklu eklemlenmenin sonuçlarıdır”. Böylece Foucault, Sembolik Etkileşimciler gibi maddi öğeleri ihmal eden Baudrillard ve Derrida’nın post-yapısalcılığından ayrılır. Metnin kurgusallığına ve anlatısallığına dikkat çekerek “inşaya dahil olan bir yanlılığı” deşifre etme girişimi yapıbozumculukta başat bir eğilimdir. Daha özel olarak ise Derrida, metni anlamlandırmanın bağlamsal pratiği ve toplumsal oluşumundan çok metinsel anlamın farklılaşan doğasına vurguda bulunur. “Derrida’nın görüşünde dil basitçe sonsuzluğa dağılan gösterenlerin sonsuz bir oyunudur ve sonsuz oyunu herhangi bir durdurma çabası ve gerçek dünyaya referans bir kavrama başvurmak olanaksızdır”. Diğer taraftan Foucault, “metaiziği metinde” sınırlandıran yapıbozumcu tutumdan farklı olarak metnin maddi oluşumuna dikkat çekerek, “en kıymetli kesinliklerin tarihsel inşalarının izini sürmekle, onların rastlantısal tarihsel temelini ifşa etmekle ve belirli bir tarihsel dönemde iktidar ve bilgi arasındaki iç-ilişkileri bulmakla ilgilenir. Bu şemada, kültür bir anlamlandırma sistemi değil, bir maddi ve söylemsel eklemlenme sistemidir. Ve anlam yalnızca gösterenlerin serbest oyununun sonucu değildir, anlamlandırma süreçleri iktidar yani maddi kültür tarafından etkilenir” (Olssen, 2003: 195) . Foucault’nun dilin keyi yapısını, dil oyunları değil iktidar oyunlarında görmesi, onunla dil merkezli Derridacı post-yapısalcı yaklaşımların “metin okuma”sı arasındaki temel farkları yansıtır. EPİSTEM VE DİL: MICHEL FOUCAULT’DA TARİH VE EKLEMLENME 15 Özellikle, dilin öznel olduğunu reddetmelerinin yanında evrensel ve nesnel olduğuna karşı çıkmaları açısından Foucault ve Derrida ortak bir görüşe sahiptir. Foucault ve Derrida’nın her ikisinin de Heidegger’i izleyerek “indirgenemez olan düşüncenin tarihselliğini daha genel bir yolla indirgenemez olan deneyimin geçiciliğini yeniden düşünmeye” çalışmaları, çağdaş dünyada çok geniş etkinlik alanına sahip olan “Anglo-Amerikan geleneğinin pozitivizmi ve Franko-Alman geleneğinin idealizmi”nin temellerini sorgulamaları demekti. Onlara göre ne “ampirik nesnellik”, ne de “aşkın öznellik” başlama noktaları olamaz, çünkü “dil, bütün mümkün deneyimin sınırı ve ufkudur”. Dilin kuralları ve konuşmanın birbirinden ayrılamazlığını öngören bir bakış, “Ferdinand de Saussure’ün ifadesiyle, “verili olan dil değil dillerdir” görüşünü savunarak evrensel bir dil, temsil ve iletişim biçimini reddeder; elde kalan temsil değil farklılaşma yani “konuşma ve olayların sonsuz bir dizisi”, Wittgenstein’ın ifadesiyle “farklı dil oyunlarının tesadüi kesişmesi”dir. Böylece, “bir söylemin, metnin, göstergenin veya her neyse onun anlaşılabilirliği, ne nesnel olarak verili bir dünyada, önvarsayılan aşkın bir bilinçte, öncel bir kökende (söylemin akışından önce ve tam da ondan bağımsız), ne de mutlak bir sonda (bu akışın kendisine ereksel olarak yönlenebileceği) temellendirilebilir” (Campillo, 2000: 113). Söylemi orijinal bir bilince, yetkin bir özne olarak yazara bağlayan düşünce biçimine meydan okur ve yazara atfedilen ayrıcalıklı konumun altını boşaltır. Ancak “onun ölümünün bıraktığı boş mekanı belirlememiz gerekir - yazarın adının işaretlediği mekan. Yazarın adında ne olduğunu ve metnin içinde onun hangi işlevleri yürüttüğünü sorgulamamız gerekir. Foucault’nun önerisi tam da budur: yazılı söylemlerle ilişkili olarak ‘yazar işlevi’ni çözümlemek” (Campillo, 2000: 117-118). Foucault ve Derrida’nın her ikisinin de evrensellik ve nesnellik anlayışlarını yadsımaları onları Kartezyen öznellik ve kesinlik karşısında buluşturur. Ancak, Derrida’dan farklı olarak Foucault’ya göre özne veya yazar anlamların farklılaşması ve çoğalması nedeniyle değil, ‘boyun eğme’ nedeniyle ortadan kalkar. Foucault düşüncesinde iktidarın ‘doğruluk’ dayatması, bireylerin yetkinlik veya öznellik kazanmalarını değil, tabi olmalarının ve otomatik olarak yönetilmelerinin olanaklarını belirler. Başka bir deyişle öznellikler disiplinsel iktidar tarafından üretilmektedir. Bu anlamda özne Althusser’in ve Frankfurt Okulu düşünürlerinin ele aldığı gibi iktidarın kendisini yeniden üretmek için inşa ettiği işlevsel bir araçtır. Bu düşünürlerin hepsinde, her ne kadar farklı çerçevelerde sunsalar da, ortak bir görüş olarak iktidarın bir özgürlük miti veya illüzyonu yarattığının vurgulandığı görülmektedir. Foucault’nun söz-merkezcilik karşıtlığı, insanın gerçekliğe dolaysız olarak ulaşamayacağını ve tarih ve deneyimlerin tek aracının dil olduğu görüşünü kapsar. Bu Nietzscheci bakış açısı, anlamın oluşmasında tarihsel bağlamın önemine dikkat çekerek nesnel bir bilginin olanaksızlığını savunur. Dili tarihsel bağlam içinde “inşa edilen keyi bir gösteren/ gösterilen/gösterge ilişkileri sistemi” olarak kavraması Foucault’yu “insan bilimlerinin (özellikle tarih ve tıp disiplinleri) altını arkeolojik olarak kazıma”ya ve “onların kavramsallaştırmalarını yetkin kılan igüratif ve anlatısal stratejileri” ve “dilsel protokollerinin derin yapısını” ortaya çıkarmaya sevk etmiştir. “Özel olarak, delilik ve tıp araştırmalarında Foucault herhangi bir dönemde (epistem) bilgi oluşturan söylem bütününün kendisini 16 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ (sözlü ve yazılı anlatısal ifadeler) veya ‘arşiv’i incelemiştir. Foucault, tarihçilerin şeylerin gerçek dünyasını sorunsuz olarak temsil etmekten veya ona karşılık gelmekten ziyade –bu orijinal anlam arayışından vazgeçmek demektir- tarihi oluşturan dilsel temeli (yani anlatısal ifadeleri) incelemeleri gerektiğini savunur” (Munslow, 1997: 120-122). Tarihin doğru bir anlamını bulmaya çalışmak yerine anlamın nasıl düzenlendiğinin araştırılması, arşivsel araştırmanın en öncelikli çabasıdır. Böylece her bir epistemde söylemsel pratikler ve bilginin oluşumu ve düzeninin nasıl ortaya çıktıkları ve yayıldıkları, bireylerin davranışlarına ve sözlerine taşınan bilgi ve doğruluk biçimlerinin bu düzenler içinde incelenmesi ve anlaşılması mümkün olur. Tarihsel Anlatılar: Köken, Süreklilik ve Öznenin Altının Kazılması Foucault’nun önceki arkeolojik ve sonraki soybilimsel araştırmaları hümanist tarih görüşünün temel iddialarını reddeder. Bu anlamda eser ve yazar hakkında Foucault’nun görüşleri, en az üç düzeyde onu sürekliliği ve özneyi vurgulayan ve doğruluğu eserin bütünlüğünde gören hümanist kavrayışlardan ayırır. İlk olarak, Foucault’nun yazar ve eserle ilgili görüşleri onun özneyi ele alışının en önemli bağlamlarından biridir. Onun düşüncesinde Ortaçağdan sonra, doğruluk ve yazar arasındaki ilişki tamamıyla yeni bir biçim almıştır. Ortaçağın metinleri yazarlarına bağlı olarak doğruluk taşırken, onyedinci yüzyıldan itibaren yazarlarından bağımsız anonim doğruluk ölçütleri gelişir ve doğruluk artık bilimsel metinleri üreten bireysel yazara başvurarak teyit edilmez, böylece “doğruluk indeksi olarak yazar kaybolur” (Foucault, 1977: 127-128). Yazarın kayboluşunun temel nedeni, disiplinsel bilginin “doğru kabul edilen bir önermeler mecmuası, kurallar ve tanımlar, teknikler ve araçlar işleyişi” olması ve “anlamı veya geçerliliği, bulucusu durumundaki kişiye bağlı olmaksızın, onlardan yararlanmak isteyen ve yararlanabilecek herkesin kullanımına açık, bir çeşit ortak bir sistem oluşudur” (Foucault, 1987: 37). İkincisi, bir kitap veya esere bütünlük atfetme de sorunludur, çünkü kitabın sınırları hiç bir şekilde belirgin değildir, kitap “başka metinlere, başka kitaplara, başka cümlelere gönderme sistemi” içinde bulunur, “o bir şebekenin içinde bir düğümdür”. Eserin bütünlüğünün sorgulanması, onun bağımsız oluşunu yıkar; “o yalnızca bir karmaşık söylem alanına bağlı olarak kendini ifade eder, kendini inşa eder” (Foucault, 1992: 23). Üçüncüsü, yazar ve eserin bütünlüğüyle ilgili eleştirilerine paralele olarak Foucault (1977: 140) kendi Nietzscheci soybilimsel yaklaşımını ortaya koyarken, tarihin teleolojik kavranışını ve “köken” ikrini reddeder. Yöntemsel olarak, Foucault arkeolojik ve soybilimsel araştırmayla, bir dönem içinde dilin nasıl düzenlendiğini ve tarihsel olanaklarını ve bu düzenin ortaya çıkışındaki keyiliği ve iktidar ilişkilerini ifşa eder. Eser ve yazar bağımsız değildir tersine içinde yer aldıkları anonim sisteme bağlıdır. Yine de, hümanist düşüncenin yüce eserinin bütünlüğünün çözülüşü, eserin bütünüyle buharlaşıp yok olması değildir. Eser etkisi, gelip giden veya hayal meyal eser olarak hala ortadadır. Kaufman’ın (2001: 81) ifadesiyle, Foucault ve Deleuze hiç bir şey değil midir, onlarınki veya başka bir “eser” nerededir? “Deliliğin Tarihi, Farklılık ve Yinelenme ve Foucault ve Deleuze’ün çok sayıda başka eserleri kesinlikle vardır, ancak onlar aynı zamanda, kayıp eserin, yalnızca bütünüyle farklı bir değiş tokuş –şu çılgınca ödül- biçi- EPİSTEM VE DİL: MICHEL FOUCAULT’DA TARİH VE EKLEMLENME 17 minde, işlemeyen bir değiş tokuş biçiminde gelip giden anlarda dokunulan, eserden ayrı kalan aşırı düzeyde kişisel olmayan ve kişisel olan jest dizisinin aptallaştırıcı bir kamuflajıdır”. Üstelik McLeod’ın (2001: 95-96) çok farklı alanlarda ‘Foucault etkisi’ altında girişilen araştırmaları dikkate alarak vurguladığı gibi, “‘Foucault’dan söz ederken ismin kişiden daha fazlasını kastettiği açıktır ve üstelik tek ‘Foucault’ yoktur. Foucaultcu çalışmaların yaygınlaşması bir dizi farklı Foucault etkileri doğurmuş ve disiplinsel ve ulusal olarak özgün ‘Foucaultlar’ın icat edilmesini sağlamıştır”. Böylece, ‘Foucault etkisi’ farklı tarihselliklerin içinde belirlenmiş olarak ortaya çıkar. Foucault, ifade veya söylemsel oluşumların ele alışında herhangi bir sözceleme öznesini dışlar. “Özne bir değişkendir, veya daha çok ifadenin bir değişkenler dizisidir. O, ilkel işlevden veya ifadenin kendisinden çıkarılan bir işlevdir. Bilginin Arkeolojisi bu özne-işlevi çözümler: özne ifadesinin türüne ve eşiğine göre değişen bir konum veya yerdir ve ‘yazar’ın kendisi, basitçe, belirli durumlarda bu mümkün konumlardan biridir”. Böylece konuşma “mümkün özneler için ortaya konulan konumlarda anonim bir mırıltıdır” (Deleuze, 1999: 47). Foucault, dili her çağda baskın olan bir bütünlüğün içinde inceler, kelimelerin, metinlerin, önermelerin, tümcelerin düzenliliklerini bu bütünlüğün parçaları olarak ortaya koyar. Ona göre her çağın kendine özgü bir dili yapılandırma tarzı, kendine özgü dili gruplandırma biçimi vardır. Bu anlamda, klasik dönemde “dilin varlığı” temsile dayanır, ancak ondokuzuncu yüzyılda aynı varlık literatürde yeni bir işleve sahip olur. “Dilin tarihsel varlığı” her dönemde ifadelerin dağılımı ve yayılmasını sağlar; bu nedenle dilin varlığı “dağıtıcı bir bütünlüktür” (Deleuze, 1999: 48-49). Bu açıdan, “Her çağ, ifadeleri için geçerli olan koşullara göre söyleyebileceği her şeyi söyler. Her çağda her şeyin her zaman söylenmesi muhtemelen Foucault’nun en büyük tarihsel ilkesidir: perdenin arkasında görülebilecek herhangi bir şey yoktur, her seferinde perdeyi veya temeli betimlemek daha da önemlidir, çünkü onun arkasında veya derinlerinde hiçbir şey yoktur” (Deleuze, 1999: 46-47). Bilginin oluşumunu, buna bağlı olarak söylem, ifade ve kavramların oluşumunu çözümlemesinde, Foucault, tarihsel ve toplumsal araştırmaların yerleşik kavramları yerine yeni kavramlar geliştirir. Smart’ın ifadesiyle Bilginin Arkeolojisi, “tarihsel analizde süreksizlik, kopma, sınır ve dönüşüm kavramlarının kullanımıyla ilgili kuramsal ve yordamsal sorunları ele almadan önce zemini temizleme işine girişir: sürekliği işaret eden çeşitli kavramlar, gelenek, etki, gelişme ve evrim ve ruh; söylem gruplarını türlere ayıran kategoriler (örneğin bilim, literatür, felsefe, tarih, kurgu, v.b.); son olarak ‘eser ve kitabın … bütünlükleri. Bu bakış açısından süreklilik, bir dizi oluşum kuralının etkisidir” (Smart, 2002: 30). Söylemlere atfedilen sürekliliklere duyulan kuşku söylemin oluş anının dikkate alınmasını beraberinde getirir; bu anlamda bilim, roman veya siyasal konuşmada yazılan ve söylenen ifadelerle ilgili olarak söylemin tasvirinde “neden başka bir ifadenin değil de belirli bir ifadenin ortaya çıktığı” sorusu önem kazanır ve ifadenin ortaya çıkışındaki spesiiklik, “varolma koşulları” ve sınırları, başka ifadelerle ilişkisi ele alınır (Foucault, 1992: 25-28). İfade ve kavramlar kullanılma biçimlerini ve anlamlarını belirleyen söylemsel oluşumdur: “Bir dizi ifadenin bir dağılım sistemi tasvir edilebildiğinde; nesne- 18 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ ler, ifadeler, kavramlar ve tematik tercihlerin bir düzenliliği (bir düzen, karşılıklı ilişki, konumlar ve işleyişler, dönüşümler) tanımlanabildiğinde, anlaşılabilmek için, söylemsel oluşum ile ilgilenmekte olduğumuzu söyleyeceğiz”. ‘Bilim’, ‘ideoloji’, ‘kuram’, veya ‘nesnellik alanı’ gibi kelimeler bu dağılım için yetersizdir. “Bu bölünmenin (nesneler, ifade tarzı, kavramlar, tematik tercih) öğelerinin tabi olduğu koşullara oluşum kuraları demeliyiz. Verili bir söylemsel bölünmede, oluşum kuralları varolma (aynı zamanda birlikte varolma, sürdürme, değiştirme ve kaybolma) koşullarıdır” (Foucault, 1992: 38). Söylemsel oluşumların böyle bir ele alınışı, düşünce tarihinin eser, gelenek, köken ve yazar ile ilgili yaklaşımları ile uyuşmaz. Ekonomi, tıp ve gramer gibi çeşitli alanlarındaki söylemsel yapılarda “ifadelere yüklenen bütünlük, ortak bir nesne, stil, kavramlar veya tematik tercihler”le değil, söylem öncesi oluşumlarla açıklanır. Foucault, “bir söylemin ve öğelerinin (‘nesneler, ifadeler, kavramlar ve kuramsal opsiyonlar’) oluşumunu yöneten kurallar ve ilişkiler sistemi”ni, özneye veya toplumdaki belli başlı kurumlara göndermede bulunarak açıklamaz. Onun sözünü ettiği “oluşum sistemleri, ‘söylem öncesi’ düzeyde” söylemin varolmasını mümkün kılar. “Söylemin arkasında yatan oluşum kurallarını ve ilişkilerini, ‘söylem öncesi’ düzenlilikler olarak betimlemek, bir kurucu düşünce veya bilinçten bahsetmek değildir çünkü ‘söylem öncesi’ kaçınılmaz olarak söylemin boyutları içinde kalır”. İfadelere yüklenen bütünlüğe yönelik başka bir sorun, “anahtar kavramların ve ilişkilerin berraklaştırılması”dır; bu da “‘ifadeler’in tanımlanmasını ve ifade, söylem ve söylemsel oluşum” arasındaki bağlantıların açığa çıkarılması demektir (Smart, 2002: 31-32). Kısaca, söylem bir dizi ifadeyi kapsar, bu aynı zamanda ifadeleri ifade yapanın “tek bir söylemsel oluşuma ait olmaları” demektir. İfadelerin çözümlenmesi “anlam, niyet ve köken anlayışlarını” devre dışı bırakır. Foucault “bir grup ifadenin bütünlüğünü, kitaplar, metinler ve yazarların ötesinde ve onların üzerinde, zaman içinde, epistemolojik geçerlilik, bilimsellik veya doğruluktan bağımsız olarak” ele almak için “bir söylemin pozitiliği” kavramını kullanır. Foucault, “bir söylem içinde referansın aynı kavramsal alanda ve aynı düzeyde aynı şeye verildiğini ortaya koyar”ak anlamın nasıl kendi içinde işleyen bir sistemde üretildiğini gösterir. İfadelerin çözümlenmesine yeni bir boyut getiren arşiv sayesinde “ifadenin oluş biçimi ve telaffuz edilmesi” betimlenir, ancak bu betimleme hiç bir şekilde tamamlanamaz. Yine tarihsel yakınlık arşivin betimlenmesini daha da karmaşıklaştırdığında, “bizim kendi arşivimiz –konuşmamızın kuralları, söylemimizin nesnesi- hepsinden daha karmaşıktır ve Foucault tarafından ulaşılamaz olarak görülür. İfadeler, arşiv, söylemsel oluşumlar ve pozitilikler alanının betimlemesinin ve çözümlenmesinin farklı düzeylerini tasvir etmek için kullanılan terim arkeolojidir” (Smart 2002: 32). Foucault, arkeolojik araştırmasında söylemsel ve söylemsel olmayan “(kurumlar, siyasal olaylar, ekonomik pratikler ve süreçler)” alanlar arasındaki ilişkileri vurgulasa da, söyleme öncelik vermesi bu ilişki üzerinde yoğunlaşmamasını beraberinde getirmiş, ancak bu ilişkiyi daha sonraki soybilimsel çalışmalarında ele almıştır (Smart, 2002: 33). Bu açıdan soybilimsel araştırması Foucault’nun önceki çalışmalarını tamamlayıcı bir açılımdır. Foucault’nun (1992: 47-49) “nesneleri kökene veya şeylerin temeline atıfta bulunmadan, onları bir söylemin nesneleri olmalarını sağlayan, bu şekilde ortaya çıkışlarının ta- EPİSTEM VE DİL: MICHEL FOUCAULT’DA TARİH VE EKLEMLENME 19 rihsel koşullarını oluşturan kurallar bütünüyle ilişkilendirerek tanımlama”sı, içinde “nesnelerin biçimlendiği, biçimlerinin bozulduğu, ortaya çıktığı ve kaybolduğu” söylemsel pratiklerin ele alınmasını sağlar. Böylece, Foucault söylem çözümlemesiyle, kelimeler ve şeyler arsındaki bağın zayılığını ve söylemsel pratiklerle ilgili bir dizi kuralın bulunduğunu ortaya koyar. Bu kuralar varolan epistemik çerçeve içinde nesnelerin düzenlenmesini tanımlarlar. Bu bağlamda Foucault’ya göre göstergeler, içeriklere ve temsillere öncelik verir, bu nedenle, söylemleri göstergeler olarak değil “sözünü ettikleri nesneleri sistematik bir şekilde oluşturan pratikler olarak” ele alır. Benzer bir şekilde, kelimeler ve şeyler arasındaki keyilik ve zayıf bağ Foucault’nun söylemsel oluşumun bir parçası olarak incelediği kavramların oluşumu incelemesinde de vurgulanır. Foucault, kavramların oluşumunu, öznellik, köken ve tarihsel süreklilik temalarını devre dışı bırakarak ele alır. Ona göre, kavramsal oluşum sisteminin çözümlenişi, “hangi şemalara (seri, eşzamanlı gruplaşma, çizgisel veya karşılıklı değişim) göre bir söylem türünde ifadelerin birbirleriyle ilişkilendirilebildiği”, “ifadelerin mükerrer öğelerinin nasıl tekrar görünebildiği, ayrışabildiği, bütünleşebildiği, genişleme veya sınırlanma içinde olabildiği, yeni mantıksal yapılara dahil edilebildiği, diğer taraftan yeni semantik içerikler elde edebildiği ve kendi aralarında kısmi örgütler oluşturabildiği”ni belirlemeyi gerektirir. “Bu şemalar, kavramların içsel inşalarının yasalarını değil onların gelişimini ve insan zihnindeki bireysel doğuşunu değil, metinler, kitaplar ve eserler boyunca anonim dağılışını betimlemeyi olanaklı kılar. Bir dağılım, bir söylem türünü niteler ve kavramlar arasındaki, tümdengelim biçimleri, türetme, uyum, aynı zamanda uyumsuzluk, kesişme, yerine geçme, dışlama, karşılıklı değişme, yerinden edilme, v.b.ni tanımlar. Böyle bir çözümleme içinde kavramlar ve bu alanın maruz kaldığı kurallar birlikte varolabildiği bir alanla bir tür kavram öncesi düzeyle ilgilidir” (Foucault, 1992: 60). Örneğin, onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda, ‘kavram öncesi’ düzeyde Genel Gramer’i karakterize eden dört şema –atfetme, eklemlenme, gösterme, türetme; dilin gramer düzeni ve isim, iil, sıfat, ses ve sözdizimi arasındaki bağlantıları; Genel Gramer’in “geçerlilik alanı”nı, “önermelerin doğruluk ve yanlışlığı”nın ölçütlerini, “normallik alanı”nı, “bazı ifadelerin söylemle alakasız, temelsiz, marjinal veya bilim dışı” bulunarak dışlanmasını, “iililik alanı”nı, “elde edilen çözümleri, bugünkü sorunların tanımını, kullanım dışı olan kavramları ve bildirimleri” saptamayı; Genel Gramer’in Matematik, felsei analiz, Doğal Tarih ve Refah analizi ile ilişkisini ve bu anlamda “bir alandan diğerine kavramların dolanımı, transferi ve değişimini, kavramların biçimlerini veya uygulanma alanlarındaki değişimleri”ni belirlemeyi; “‘olmak’ iilinin, haber edatının, iilin katı ve esnek sonlandırılmasının eşzamanlılığı ve ardışıklığını” (atfetme), “sessel öğelerin, alfabenin, ismin, isim halinin ve sıfatların” farklı kavrayışlarını (eklemlenme); “özel ismi ve genel ismi, göstereni, isim kökenini, heceyi veya kapalı anlatımı” (gösterme); “orijinal ve türetme dilin, metafor ve igürün, şiirsel dilin farklı kavrayışlarını” (türetme) mümkün kılmıştır (Foucault, 1992: 60-62). Böylece, “söylemin sabitleri kavramın ideal yapıları”nda değil, “söylemin içsel düzenliliklerinin temelindeki kavramsal ağ”da; “ifadelerin çoğulluğu” “kavramların 20 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ uyumu”nda değil, belirli bir söylemsel pratiğin kurallarında aranarak, sonsuza açılan köken ve “tüketilemeyen ufuk” teması gereksizleşir. “Tarihin derinliklerinden yükselen ve tarih vasıtasıyla kendisini sürdüren bir ufuk yerine, bunun karşıtı olarak betimlenen ‘kavram öncesi’, en ‘yapay’ düzeyde (söylem düzeyinde) gerçekte işleyen kurallar grubudur”. Kavram öncesi temasıyla, söylemin çeşitlenmesi, farklı alanlarda söylemsel düzenlilikler ve söylemsel pratikler bireylerden bağımsız ve onlar üzerinde belirleyici olarak ele alınır (Foucault, 1992: 62-63). Söylemsel pratikler, bireyin bir ikir, arzu, imge ifadesi veya “konuşan özne”nin gramatik cümleler kurarken ‘yeterliliği’ ile karıştırılmamalıdır. Söylemsel pratikler, “her zaman verili bir dönemi tanımlayan zamanda ve mekanda belirlenen ve verili bir sosyal, ekonomik, coğraik veya dilsel alanda, söyleme işlevinin işleyişinin koşullarını belirleyen anonim, tarihsel kuralar bütünüdür” (Foucault, 1992: 117). Bu bağlamda, özne veya birey söylemin, ifadelerin, metinlerin veya kelimelerin yapıcısı değil, taşıyıcısı konumundadır. Her dönemde etkin olan anonim eklemlenme biçimi ‘özne etkisi’ni oluşturur, dağıtır ve yayar, bireyleştirme yoluyla farklı söyleme ve görme biçimlerinin olanaklarını yaratır. Söylemsel oluşumun en küçük parçaları olarak ele aldığı ifadelerin oluşumunu ve ortaya çıkışlarını inceleyen Foucault, özel söz edimlerinin “biçimsel pragamtik” özelliğine değil, içeriğine odaklanır ve bu içeriğin “tarihsel bir a priori olarak işleyen bir kurallar sistemi tarafından mümkün” kılındığını iddia eder. Onun “bir ifadenin anlam ve anlaşılırlığının bir ‘referans alanı’ veya bir ‘ilgili alan’ olarak adlandırdığı şeye bağlı olduğunu” ileri sürmesi “hangi referans alanıyla ilgili olduklarına bağlı olarak, iki farklı göstergeler dizisinin aynı ifadeyi oluşturabileceği gibi aynı gösterenler dizisinin iki farklı ifadeyi oluşturabilmesi” demektir. Foucault’nun “konuşan, yazan özne ile ifade arasındaki ilişkiyi ele alışı” Habermascı “söz edimi kuramı” ile uyuşmaz. Habermascı bakış açısından “söz edimleri bir dizi doğruluk iddiaları” taşırlar, “konuşmacının bu iddia için sorumluluk aldığı sahici bir inancı ifade ederler” ve “ortaya konuldukları iletişimsel bağlam içinde” toplumsal olarak kabul edilirler. Foucault ise öznelerin söz edimlerinde alabilecekleri konumların ifadeler tarafından belirlendiği görüşüne sahiptir (Freundlieb, 1998: 172-173). Foucault, özneyi herhangi bir düzeyde söylemin ve ifadenin aktif yaratıcısı olarak görmediği için konuşma ve yazmanın verili kurallar sistemi tarafından belirlendiğini ileri sürer. Arkeolojik araştırmanın temel ilgisi, insan bilimlerinin ortaya çıkışı ve onların söylemleridir. Bu ilgide önemli bir yer tutan “söylemsel pratikler ne bilimlerdir, ne bilimselliğin önceden tasarlanmasıdır, ne de bilime alternatif bilgi biçimleridir. Söylemsel pratiklerden kaynaklanan oluşum, bilimsel söylemin sonuçta içinden oluşabileceği bir bilgi bütününün doğduğu temelleri oluşturur” (Smart, 2002: 43). Foucault, Bilginin Arkeolojisi’nde arkeoloji ve bilim arasındaki ilişkiyi, söylemsel oluşumun ortaya çıkışını ele aldığı düzeyler ve bilimsel düşünce sistemleri tarihinin çözümlenmesi bağlamında ortaya koyar. “Söylemsel bir oluşumdan bilimsel söylemin doğuşu bir söylem tarafından elde edilebilecek bir maddilik veya varlık biçimini oluşturur. Bu bağlamda, burada, önce söylemsel oluşum, daha sonra ise söylemsel oluşumun içinden bilimsel söylemin ortaya EPİSTEM VE DİL: MICHEL FOUCAULT’DA TARİH VE EKLEMLENME 21 çıkışını Smart’ın (2002: 44-46) anlatımıyla kısaca aktaralım. Foucault, bir söylemsel oluşumun onlar aracılığıyla veya içinden doğabileceği dört tür eşik saptamıştır”: pozitilik, epistemolojikleşme, bilimsellik, biçimselleşme. “Pozitilik eşiği, ifadelerin oluşumu için tek bir sitemin uygulanması açısından söylemsel bir pratiğin bireyselleştiği ana tekabül eder. Geçerlilik iddiaları, doğrulama ve tutarlılık normları bir dizi ifadeyle eklemlendiğinde, bu bir bilgi için model oluşturarak ‘söylemsel oluşum epistemolojikleşme eşiğine geçer... İnşa edilen epistemolojik igür, önermelerin inşasını yöneten ölçütlere ve yasalara uyum sağladığında bilimsellik eşiğine geçilir. Bilimsel bir söylemin kendi aksiyomları, öğeleri, önermesel yapılar ve dönüşümlerini tanımladığı noktada biçimselleşme eşiğine geçilir.” Ancak, bu eşiklerin Foucault’ya göre “düzenli bir kronolojisi” yoktur, çünkü söylemsel oluşumlar onları farklı zamanlamalarla geçebilir. Burada, “bir bilimin doğuşunun basitçe doğruların doğrusal birikiminin bir etkisi veya aklın evriminin bir işareti” olmadığı, bilimin “içinde oluştuğu özel söylemsel pratiğin biçimlendirdiği öğeler bağlamında çözümlenmesi” gerekliliği vurgulanmaktadır. “Söylemsel oluşumun içinden yükselebileceği eşiklerin tipolojisi temelinde Foucault, bilimsel düşünce sistemleri tarihini” biçimselleşme, bilimsellik, epistemolojikleşme olmak üzere üç düzeyde ele alır. Tarihsel çözümlemenin ilki olan “biçimselleşme, matematik tarafından, onun sürekli geçmiş ‘olaylar’ı kendi gelişim sürecinin içsel bir parçası olarak ele geçirişi ve belirlemesi ile örneklenir”. Çözümlemenin ikinci düzeyindeki bilimsellik “bir bilimin bilim öncesi temelden doğuş yörüngesi ile, tam olarak gelişmeyi ilerleten ve/veya engelleyen koşullar ile ilgilenir. Bu düzeyde bir analiz, doğru/yanlış, ussallık/usdışılık, bilim/bilim dışı arasındaki karşıtlıklar ve farklılıklar bağlamında yapılanan bilimlerin epistemolojik bir tarihini oluşturur”. Üçüncü olarak epistemolojikleşme analizi “söylemsel pratiklerden bilgiyi doğuran bir çabanın ortaya konduğu arkeoloji düzeyi” ile ilgilidir. Bilginin Arkeolojisi’nde, insan bilimlerinin ortaya çıkışı, söylemlerin süreksizliği, kökensizliği ve öznesizliğini vurgulayan bir bakışla ele alınır. Foucault, sonraki çalışmalarındaki soybilimsel ilgiye karşın, arkeolojik bakış açısını işlemekten uzaklaşmamıştır. Foucault’nun arkeolojik ve soybilimsel bakışının her ikisi de, “şeylerin tarihsel başlangıçlarının arkasında tekil bir nokta veya andan çok dağılım, uyumsuzluk (disparity), farklılık ve bölünmenin” bulunduğunu kapsar (Smart, 2002: 47). Shapiro’nun (2003: 266) ifade ettiği gibi arkeoloji doğrudan disiplinlere dayalı üretilen doğruluğu ele alırken, soybilimi ise daha çok iktidar ve bilgi oluşumlarıyla ilgilenir. Foucault’nun (1977: 162-163) Nietzsche’den esinlenen soybilimsel tarih araştırması, “bizi sarmalayan bütün süreksizlikleri görünür kılmaya çabalar”; Foucault’ya göre, bilginin Nietzscheci bir soybilimsel bakışla incelenmesi, “bütün bilginin haksızlığa dayandığını (bilme eyleminin kendinde bile doğruluk veya doğruluğun temeline hiç hak verilmez) ve bilgi içgüdüsünün kötücül olduğunu (insanlığın mutluluğuna karşı ölümcül birşey) açığa çıkarır”. Bu açıdan; “Bilgi kendisini, ortaya çıktığı ilk gereksinimlerden, ampirik kökenlerinden yavaşça koparıp, yalnızca aklın taleplerine tabi olan saf spekülasyon olamaz; onun gelişimi özgür bir öznenin oluşumu ve ileri sürüşüne bağlı değildir, o içgüdüsel şiddetine sürekli köleleştirme yaratır”. 22 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ Soybilimi, tarihsel olayların ortaya çıkışına “karmaşıklık, kırılganlık ve olasılık” açısından bakarak, geleneksel tarih araştırmalarının doğrusallık, süreklilik anlayışlarını ve “şeylerin kökeni” varsayımından hareketle ileri sürülen gelişme ve bilginin oluşumu görüşünü reddeder. Soybilimi şeylerin varsayılan kökeninin arkasındaki “uyumsuzluk ve dağılım”ı açığa çıkarır. Bu anlamda Nietzscheci “soybilimi ve doğuş çözümlemesi” geleneksel tarih anlayışına alternatiftir. “Soybiliminin, tarihsel başlangıçların arkasında yatan olayların çoğulluğunu açığa çıkarma”sı bütünlük ve özdeşlik temalarını bozguna uğratır, “olayları birleştiren kopuşsuz süreklilik varsayımı” yerine “olaylarla bağlantılı dağılım” anlayışını getirir. Tarihsel ortaya çıkış, “karşıtlıklar, çatışmalar ve boyun eğme sisteminin geçici tezahürleri” ve bir aşaması olarak görülür. Ayrıca tarihsel ortaya çıkışta “oluşturucu bir öznenin yeri yoktur”, öznelerin değil baskıların etkinliğini yansıtır. Nietzsche’yi izleyerek Foucault, insanlığın zaman içinde “savaş, çatışma ve güçten hukukun üstünlüğü sistemine ilerlemediğini, bir baskı biçiminden diğerine geçtiğini”, tarihsel değişmenin bu baskı biçimlerinin kurumsallaşması ve “kurallar sistemi üzerinde çatışma ve rekabet” ile belirlendiğini savunur. Bu anlamda, “kuralar sistemine sahiplik” bir tür yorumdur ve “sonuçta insanlığın gelişimi, soybiliminin kaydetmeye çabaladığı, ‘bir dizi yorum’ olarak” ele alınır. Böylece soybilim, bilgiyi belirli bir tarihsel bağlama yerleştirir ve onu bir bakış açısı olarak kavrar (Smart, 2002: 48-50). Olayların arkasında “saklı bir anlam ve temel”in değil, “daha fazla yorumlama katmanı”nın bulunması, soybiliminin sonsuz bir yorumlamaya girişmesi demektir. Soybilimi, “hiç bir evrensel, anlama için kalıcı bir temel sağlayan hiçbir sabit” tanımaz. Bakış açısallığı vurgulayan soybilimsel çözümleme Foucault’nun daha önceki “arkeolojik bilginin sınırlarını belirleme” çabasına koşuttur. Özetle, soybilimi olaylara “kaderin, düzenleyici mekanizmalarının veya oluşturucu öznenin niyetinin ürünü olarak değil, rastlantısal çatışmaların, şansın ve hatanın, iktidar ilişkilerinin ve onların niyetlenilmemiş sonuçlarının etkisi olarak odaklanır” ve onun “nesneleri geleneksel tarihte olduğu gibi ‘en soylu dönemler, en üstün biçimler, en soyut ikirler, en saf bireysellikler’ değil, ‘aşağıda’ unutulan veya daha sıradan varolma ve bilgi biçimleridir (örneğin, beden ve cinselliğin)” (Smart, 2002: 52-53). Foucault’nun hem çalıştığı tarihsel konular hem de bunları işleme biçimi, bunları tarihe yerleştirme biçimi onu geleneksel tarihçilerden ayırır. Tarihçiler arasında Foucault’nun “anti-tarihsel” bir düşünceye sahip olarak görülmesinin nedeni “doğrusal tarihsel nedenselliği reddetmesi” ve bilginin yapıları arasında süreksizlikleri işleyen bir tarih ikri geliştirmesidir. Üstelik, Foucault’ya göre, insan bilinci geçmişi manipüle ederek işlediği için geçmiş eserlerin sabit ve sahici bir doğru anlaşılması mümkün olmaz. Bu tutum tarihin doğruluğunun bilinebileceğini ve temsil edilebileceğini varsayan “Batı kültürünün büyük miti”nin temel kalıplarını sarsar. Bu nedenle onun düşüncesi “Anglo-Amerikan gelenği açısından kökten sevimsizdir” (Munslow, 1997: 120-123). Bu gelenekte etkin olan ampirizm, “kanıtın geçmişte meydana gelenin doğruluğuna karşılık geldiğini” ve “doğru tarihsel bir ifade”nin, “ulaşılabilir ve doğrulanabilir kanıtlara karşılık gelen ve bunlara uyan bir önerme” olduğunu ileri sürer, tarihsel nesnelliği bu çerçevede ele alır. “Yapıbozumcu ve diğer kültürel tarihçiler, Foucault’yu EPİSTEM VE DİL: MICHEL FOUCAULT’DA TARİH VE EKLEMLENME 23 izleyerek, özellikle kanıt ve bağlam, bilen ve bilinen arasındaki ilişkilerde –yazılı tarihin metinlerarasılığı olarak değinilen- karşılıklılık kuramının hatalarını keşfetmeyi yeğlerler”. Ampirizmin geçmişin doğruluğunu verilere bağlaması “sahte bir girişimdir”, çünkü “Tarih gerçekte neyin meydana gelmiş olduğunun bir kaydı değil, verileri kendi toplumsal gerçeklik versiyonlarına göre organize ettikten sonra tarihçilerin neyin meydana gelmiş olduğu hakkında söyledikleridir”. Bu bağlamda, Foucault kanıtı, “epistemin söylemsel pratiğinin ürünü olarak görür”, tarihçilerin kanıtı kavrayışı ise “epistemik arşivin egemen dilbilimsel protokolüne” uygundur (Munslow, 1997: 126-127). Foucault’nun bakışında, tarihçinin içinde bulunduğu kültürel bağlamda anlam, dilin iktidarından bağımsız olmadığı için, “tarihçinin kendisine ve okurlarına dürüst olmak için, kendi yaşadığı kültürel sınırın ötesinde bulunan ampirist-garantili tarafsız bir nesnellik iddiasından sakınması gerekir”. Bunun yanında, Foucault, ampirist nesnellik kadar yeniden inşacı temsil anlayışına da saldırır. “Yalnızca nesnellik bir mit değildir, daha anlamlı olarak kelime(ler) ve şey(ler), ifade(ler) ve kanıt(lar) arasındaki modernist göndergesellik kuramının bütünüyle olanaksızlığını kavramamız gerekir”. Onun post-modern bir bakış açısını içinde barındıran tarih görüşü, “sadece, ‘doğru’nun ‘orada’ olduğunu ileri süren karşılıklılık kuramı masalını reddetmez, aynı zamanda belirli bir tarihsel doğrunun tasvirin ötesinde varolmuş gibi ortaya çıkmasını sağlayan şeffaf bir anlatıya olan yeniden inşacı inancı da dışlar. Böylece, Foucault bu genel konumdan hareket eden derme çatma mitleri dışlar: kaba gerçekçilik, tarafsız tarihçiler, nesnellik, ilerleme, istikrar, süreklilik, kesinlik, kökenler ve tarih, ideoloji, kurgu ve bakış açısı arasındaki ayrım”. Ampirizmin ve yeniden inşacılığın doğruluk istencini reddeden Foucault’nun soybilimi, onaltıncı yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar geçerli olan epistemlerin her birinde “insanların bilgiyi söylemler ve pratikler olarak bilinçsiz bir şekilde” nasıl oluşturduklarını açığa çıkarmaya çalışır. “Her bir epistem Batı düşüncesinde çeşitli disiplinleri, alanları veya bilgi kollarını (o, disiplin ile; hukuk, ekonomi, biyoloji, tarih vb kastetmiştir) karakterize eden düşünce soyutlamalarından (kavramlar) oluşmuştur” (Munslow, 1997: 123-125). Bu açıdan “dil, ideoloji, iktidar ve tarih yazımı”nı birbirinden ayrıştırmak olanaksızdır. Kanıtın doğru anlamına ulaşmaya çalışan ana akım tarihçilerin tersine yapıbozumcu tarihçi onun çoklu ve mümkün mesajlarını açığa çıkarmaya çalışan anlatılar ortaya koyarlar (Munslow, 1997: 130). Tarihi, “katastroik epistemik değişimin haritası” olarak gören Foucault, “onun içeriğini değil, bu içeriğin geçmişte insanlar ve tarihçi tarafından içinde yeniden-temsil edildiği biçim ve dil yapısını inceleyerek anlayacağımızı ileri sürer”. Kültürel değişmeyi anlamak için iktidarı söylemde konumlandırır, ancak ana akım tarihçilerin tersine “iktidarın kökenlerini devlet, emperyal merkezler veya sınıf çatışmasında” değil “anlatısallaşmış duygularda ve güdülerde arar –özellikle emek, yaşam ve dilin üç ampirikliğinde”. Foucault, ana akım tarihçilerin ampirizmi kadar “inşacı kuramların (elbette kendisininki de dahil) da yalnızca söylemsel oluşumlar olarak, ne tümevarımsal çıkarsama sürecinin, ne kanıtın kurallarının, ne de karşılıklılık kuramının ürünleri olduklarını, ancak dayatılan dilsel veya daha kesin olarak anlatısal süreçler olarak varolabilecekleri sonucunu çıkarır” (Munslow, 1997: 133-134). Foucault, ampirist ve yeniden inşacı tarih anlayışlarını red- 24 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ dederken, dil ve bilginin anonimliğinin ve iktidarla ilişkisinin altını çizer. Nesnelerin ve kültürel öğelerin, tarihsel oluşumların bu iktidar sarmalında anlatısallaşan biçimlerinden bağımsız eklemlenmesinin herhangi bir yolu da mümkün değildir. Bu anlamda yansızlık ve nesnellik kadar kanıt da bir mittir. Benzeyişten Yapıya, Yapıdan Organizmaya Mutasyon; Eklemlenmenin Katastroik Dönüşümleri Foucault’ya göre, onbeşinci yüzyıldan itibaren dil ve algılama, bilgi ve doğruluk Batı kültürü içinde süreklilik göstermemiş, bunlar birbirinden kökten farklı epistemler içinde düzenlenmiştir. Kelimler ve şeyler arasındaki ilişki Rönesansta, klasik ve modern dönemin her birinde sil baştan yeniden belirlenmiş, her birinde eklemlenme, yeni ilkeler doğrultusunda oluşturulmuştur. Kelimeler ve Şeyler, aşağıda özetle aktarılan bu epistemlerin her birinde egemen olan eklemlenme, bilgi ve kültürün ayrıntılı çözümlemelerini kapsar. Rönesans episteminde benzeyiş, klasik çağda temsil, modern dönemde ise anlamlandırma literatürde egemen yazma ve söyleme biçimleridir. Onaltıncı yüzyılın sonuna kadar Rönesans döneminde benzeyişe dayalı bilgi dört tür andırışın eklemlenmesiyle oluşmuştur: convenientia, şeylerin andırışından çok mekanda bitişiklik ve yakınlık dereceleri ve uyumlarını kapsar; aemulatio, mekanda yakın olmadan ve hareketsiz olarak şeylerin birinin diğerine benzeyişi; analoji, Eski Yunan ve ortaçağ düşüncesindeki içeriği değişmiştir ve konu edindiği andırış şeylerin görünüşü değil, ilişkilerin benzerliğidir, hem mekanda bitişikliği hem de aradaki mesafeye rağmen anıştırmayı kapsar; sympathies, şeyleri sindirme yoluyla birbirine özdeş ve aynı kılan bir hareketlilik ilkesidir (Foucault, 1970: 17-25). Bu dört andırış, “dünyanın kendi üstünde nasıl sarmalandığını, kendini katladığını, kendini yansıttığını, kendisiyle bir zincir oluşturduğunu ve böylece şeylerin birinin diğerine benzeyişini” ifade eder. Ancak bunlara ek olarak başka bir andırış olmadan, benzeyişlerin ve andırışların herhangi bir bilgisinden söz edilemez. Benzeyişlerin bilgisi ancak işaretlerin deşifre edilmesiyle sağlanır. “İşaretler sistemi, görünür ve görünmez ilişkisini tersine çevirir. Benzeyiş, dünyanın derinliğinden şeyleri görünür kılan görünmezliğin biçimiydi, ancak bu biçimin kendi döngüsünde ışığa açılabilmesi için onu kendi köklü görünmezliğinden çıkaran görünür bir igürün olması gerekir (Foucault, 1970: 25-26). Bütün bunlardan onaltıncı yüzyıl epistemi için çıkarılabilecek en önemli sonuç, bilginin birikim ve ekleme yoluyla oluştuğudur. Böylece, “bir düşünce kategorisi olarak” mikrokozm bu bilgide önemli bir yer tutar; “doğanın bütün alanlarında katlanan benzerliklerin işleyişi” yoluyla “herşey kendi aksini, daha geniş başka bir düzeyde makrokozmik dayanağını bulacaktır; tersten, en yüksek alanların görünür düzeni yerin en karanlık derinliklerinde yansıma bulacaktır”. Onaltıncı yüzyıl bilgisi, “onun arkeolojik düzeyinde –yani onu neyin mümkün kıldığı düzeyde araştırıldığında, “insanlar, göstergeler ve anlam arasına üçüncü terim olarak sokulan benzeyişin sonsuz zenginlikleri ve gösterge ve gösterdiği üzerinde aynı benzeyiş tarzını dayatan monotonluk arasında bir uyum”un zorunluluğu farkedilir. Bu anlamda bu dönemde mikrokozmoz ve makrokozmoz ilişkisi bilginin teminatı olmuş ve genişleme sınırlarını belirlemiştir (Foucault, 1970: 30-31). Onlatıncı yüzyılda dil, keyi bir sistem olarak değil doğanın bir parçası olarak EPİSTEM VE DİL: MICHEL FOUCAULT’DA TARİH VE EKLEMLENME 25 anlaşılmıştır. Bu açıdan gramer, doğa bilimleri ve esoterik disiplinler aynı epistemolojik çerçeveye dahil edilmiştir. Tek fark, bir doğanın ve bir çok dilin olmasıdır. Başlangıçta Tanrı insanlara şeyleri benzeştiren saydam bir dil vermiş, ancak [b]u saydamlık insana bir ceza olarak Babil’de yıkılmıştır”. Tanrı, Babil’deki bu cezayı unutturmamak için “andırış hafızasını barındıran” tek dil olan İbraniceyi insanlara bahşetmiş, “Yalnızca İbranicenin bir zamanlar Tanrı’nın, Adem’in ve yeni yaratılan dünyanın hayvanlarının ortak dili olduğunu göstermek için, bütün diğer diller bu radikal andırışı kaybetmiştir”. Bu kayba karşın yani “dilin artık adlandırdığı şeylere doğrudan bir benzeyiş taşımamamsı”na karşın, “o hala başka bir biçimde vahiylerin mahali olmayı ve doğrunun açık hale geldiği ve ifade edildiği alana dahil edilmeyi sürdürür. ... Bu nedenle kendi Kilisesinin dili olan Latincenin bütün yer küre üzerine yayılması Tanrının isteğiydi” (Foucault, 1970: 35-37). Böylece, Rönesans döneminde, bilgi ve dil, andırış ilkelerine ve ilişkilerine dayanan bir benzeyiş sisteminin parçası olmuştur. Birikme ve eklenme yoluyla oluşan bilgiye koşut olarak, Rönesans yazmaya öncelikli bir saygınlık vermiş, yazıyı konuşulandan üstün tutmuştur, çünkü Tanrı, Adem aracılığıyla dünyaya ilk önce yazılı sözleri öğretmiştir, bu anlamda onaltıncı yüzyılın esoterisizmi söz değil yazıya dayanır. Bu dönemdeki bilginin zıtlıklarına karşın birbirinden ayrılmaz iki biçimi vardır; ilki “içinde dil ve gözlemin sonsuza kadar kesiştiği, dağılmamış tek bir yüzeyin oluşumuna yol açan, görülen ve okunan, gözlem ve ilişki arasında ayrımın olmaması”, ikincisi “birincisinin tersine, sabit tefsirin tekrarı vasıtasıyla, herhangi bir yüklenebilir terim olmadan katlanan bütün dilin doğrudan bir çözülmesidir” (Foucault, 1970: 38-39). Onaltıncı yüzyıl bilgisi, görme veya ispat etme değil yorumlamaya dayanmış, bu da bir taraftan dilin genişlemesi, yayılması ve “sonsuz birikimi”ne yol açmış, diğer taraftan “Batı kültüründe ilk defa dil”in kendisini duraklatıp, kapatamayan, “tamamıyla açık boyutu”nu beraberinde getirmiştir. “Yorumun görevi, tanım gereği, hiç bir zaman tamamlanamaz” ve “orijinal Metnin hükümranlığı” olmadan hiç bir yorumdan söz edilemez. Bu dönemde dil, “ilk Metin ve Yorumun sonsuzluğu”nun büyük çaplı bir “kültürel deneyimi”ni yaşamıştır. Foucault, “dil deneyimi ile şeylerin bilgisinin aynı arkeolojik şebekeye ait olduğu”nu göstermeyi amaçlar. Bilmek benzeşimleri aydınlatmaktır, ancak bu bir göstergeler sitemi aracılığıyla mümkündür, göstergeler ise “neyin benzer olduğunu bilmenin sonsuz ve zorunlu olarak tamamlanmamış görevi”yle karşı karşıyadır. “Göstergeler andırışlardan başka bir şey olmasa bile, benzeyişin kendi içinde bilinemeyeceği için tam da doğanın bilgisinin sürekli yeni benzeyiş göstergeleri bulduğu gibi; yorum, üzerine yorum yaptığı ve hiç bir zaman ifade edemediğiyle benzeşir. Ve doğadaki sonsuz oyunun kendi bağlantısını, biçimini ve sınırını mikrokozm ve makrokozm ilişkisinde bulması gibi, sonsuz yorum görevi gücünü, yorumun bir gün kendi bütünlüğünde açığa çıkaracak olan etkili olarak yazılmış bir metin vaadinden alır” (Foucault, 1970: 40-42). Rönesans episteminde “nesneler çağdaşların Varlığın büyük Zinciri olarak adlandırdığının bir parçası olarak görülmüştür. Karşılaştırma dizini (nesneler arasında gizli bağları arama) analojiye genişlediğinde, nesneler arasında doğal bir sempati (keyi bir şekilde) varsayılmıştır –bu nedenle de bir bağlantılı zincir” (Munslow 1997: 132). Nesneler arasında kurulan 26 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ benzeyiş ilişkisi en temelde zayıf, kırılgan ve keyidir. Nesneler arasında karşılaştırma ve ilişki, bu ilişkinin bilgisi ve dili andırışa dayalı benzeyişlerden hareketle, benzeyişlerin yorumlanmasıyla oluşturulurken bu karşılaştırma ve ilişkinin zayıf bağı aynı zamanda Rönesansın bilgi ve dil sisteminin çatırdamasını, dolayısıyla köklü dönüşümlere maruz kalmaya açık oluşunu da içinde taşır. Foucault, Batı dünyasında Stoacılardan itibaren göstergeler sisteminin gösteren, gösterilen ve koşul olmak üzere üç öğesinin bulunduğunu, Rönesansta bu sitemin daha karmaşık olarak “işaretler, onların belirttiği içerik ve göstergeleri onların gösterdiği şeylere iliştiren andırış”tan oluştuğunu, ancak bu eklemlenmenin tek bir benzeyiş biçimini aldığını, klasik dönemde dilin temsilsel işaretlerle sınırlandığını, onyedinci yüzyıldan itibaren göstergeler sisteminin gösteren ve gösterilen ikiliğine dönüştüğünü belirtir (Foucault, 1970: 42). Dil, klasik dönemde temsil iken, modern düşüncede anlamlandırma haline gelmiştir. “Dil ile dünya arasındaki köklü akrabalık çözülmüştür. Yazılan kelimenin önceliği sürüncemeye girmiştir. Ve içinde görülen ve okunanın, görülebilen ve ifade edilebilenin sonsuz biçimde iç içe geçtiği o tek biçimli katman da yok olmuştur. Şeyler ve kelimler birbirinden ayrılmak durumunda kalmıştır. Bu nedenle göz görmeye yalnızca görmeye, kulak ise duymaya yalnızca duymaya yönelmiştir”. Böylece klasik dönem hala içinde bulunduğumuz “göstergelerin anlamlandırılması”na dayanan kültür düzeninin ilk adımıdır. Onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda temsilin egemenlik kurmasıyla “dünyanın dokusu içinde kaydedilmiş bir şey olarak dilin eski katılığı çözülmüş; bütün dil yalnızca söylem değerine sahip olmuştur” (Foucault, 1970: 43). Foucault’ya göre “modernliğin ilk literatür eseri” olan Cervantes’in Don Kişot romanında Rönesansın dünyası tersine çevrilir ve benzeyiş ve kelimeler arasındaki önceki ittifak bozulur, “kelime ve şeyler artık birbirine benzeşmez”. Kelimelerin artık şeylerin benzeyişleri veya göstergeleri olmaktan kurtulmasıyla, doğruluk şimdi kelime ve şeylerin birbirine benzeşimleri temelinde değil apayrı bir temelde ortaya çıkar. “Don Kişot’un doğruluğu, kelimelerin dünyayla ilişkisinde değil, sözel göstergelerin kendileri tarafından birbirleri arasında dokudukları ince ve sabit ilişkidedir. Kahramanlık serüvenlerinin boş kurgusu dilin temsilsel iktidarı haline gelmiştir. Kelimeler kendi doğalarını gösterge olarak içselleştirmişlerdir” (Foucault, 1970: 47-48). Böylece, onyedinci yüzyılda benzeyiş çağının kapanmasıyla, “[a]ndırış artık bir bilgi biçimi değil, bir hata hali”ne gelir (Foucault, 1970: 51). Bu zamandan itibaren Batı dünyasında benzeyişin yerine ölçme ve karşılaştırmaya dayanan özdeşlik ve farklılık geçmiş böylece Batı kültürünün episteminin temelleri değişmiştir (Foucault, 1970: 54). “Klask dönemin Düzen ile ilişkisi Rönesans döneminin Yorum ile ilişkisi kadar özseldir” (Foucault, 1970: 57). Yorumdan varlığın temsiline dayalı düzene geçiş dilin bütün varlığında bir değişmeyi beraberinde getirir. Klasik dönem bilme ve söylemeyi ortak bir zeminde birbiriyle kaynaştırmış, bilgi ve dil görülebilirlik çerçevesi içinde temsil sağlama amacına yönelmiştir. “Bilgi, onaltıncı yüzyılda paylaşılmasına rağmen, ifade edildiğinde bile hala bir sırdı. Onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda kapalıyken bile bilgi üzeri bir örtüyle kaplanmış söylemdir. Bunun nedeni sözel iletişim sistemine girmenin bilimin doğasında oluşudur...ve dilin doğasının EPİSTEM VE DİL: MICHEL FOUCAULT’DA TARİH VE EKLEMLENME 27 ilk kelimesinden itibaren bilgi oluşudur. Söyleme, aydınlatma ve bilme, kelimenin keskin anlamıyla, aynı düzene aittir” (Foucault, 1970: 88-89). Bilme ve söylemenin görülebilirlik temelinde bütünleşmesinin yanında klasik dönem dilin varlıkla ilişkisinde yeni bir biçimin gelişmesine sahne olur. Yeni bir kelime ile, olmak iili aracılığıyla, varlığa temsil yolu açılmış, varlığın ifade edilmesi ve onun kendi içinden doğrulanması sağlanmış, bu da söylemin bütün olanağına zemin oluşturmuştur (Foucault, 1970: 94). Foucault, Klasik dil deneyimini, önerme, eklemlenme, adlandırma, türetmeden oluşan birbiriyle ilişkili dört kuram temelinde incelemesinin yanında (Foucault, 1970: 115), bütün bu deneyimde adlandırmanın hayati önemine dikkat çeker: Ad verme aynı zamanda sözel temsile bir temsil verme ve onu genel bir tabloya yerleştirmedir... Dilin bütün çeşitli işlevleri onda kesişir, çünkü adlandırma ile temsiller bir önermenin içine igürler olarak girme yeteneğine sahip olurlar. Bu nedenle, yine adlandırma aracılığıyla söylem bilgiye eklemlenir. ... bütün Klasik söylemi düzenleyen Addır: yazmak veya konuşmak şeyleri söylemek veya kendini ifade etmek değildir, o dille oynama sorunu değildir, o adlandırmanın hükümran edimine girmek, dil aracılığıyla şeylerin ve kelimelerin özlerinde biraraya geldiği ve onlara bir ad vermeyi olanaklı kıldığı yere hareket etmektir (Foucault, 1970: 116-117). Klasik dönemde dil, “olmak iiline dayanan ve adlar şebekesinde açığa çıkan bir özdeşlikler ve farklılıklar sistemidir”, bu dönemde “‘söylem’in temel görevi şeylere bir ad atfetme, ve o adda onların varlığını adlandırmadır”. Bu açıdan klasik dönem boyunca Batılı kültüre egemen olan söylem ontolojinin alanı oluştur (Foucault, 1970: 120). Klasik dönemin temsil kuramına koşut olarak bigi biçimlerini doğal tarih, genel gramer ve refah analizi oluşturur. Ancak onsekizinci yüzyılın sonlarında Batılı epistemde bir mutasyon yaşanır ve dilbilimi, biyoloji ve siyasal ekonomi klasik “bilgi biçimlerinin varolmadığı alanda, onların boş bıraktıkları mekanda” ortaya çıkar. Böylece, klasik bilginin dönüşümü “modern felsei düşünümün iki büyük biçimi”nin ortaya çıkmasını beraberinde getirir. “Birincisi, mantık ve ontoloji arasındaki ilişkiyi sorgular; biçimselleşme ve karşılaşma yoluyla yeni bir biçimde, mathesis sorunuyla ilerler. İkincisi, anlamlandırma ve zaman arasındaki ilişkileri sorgular, tamamlanmamış olan ve muhtemelen tamamlanamayacak bir açmayı amaçlar ve yorumlamanın temalarını ve metotlarını tekrar dikkatlere getirir” (Foucault, 1970: 206-207). Klasik dönemde doğal tarih kapsamındaki bilgi oluşumunun temelinde bulunan “temsil, dilin, bireylerin, doğanın ve gereksinimlerin varlığının biçimini yönetir.” Bütün ampirik alanlarla ilgili temsile dayalı bir dil öngören Klasik dönem düşüncesi “ad ve düzen arasındaki ilişkiler”i, modern düşünce ise “doğruluk biçimi ve varlık biçimi ile anlamın ilişkisi”ni sorun edinmiştir (Foucault 1970: 208). Klasik dönemde “[d]oğal tarih, görülebilenin adlandırılmasından başka bir şey değildir”. Bunu “açık bir basitlik” oluşturur. “Tournefort, Linnaeus ve Buffon’un çalışmaları “zamanın başlangıcından beri görülebilir olanın” ifade edildiği izlenimini verir, oysa daha yüzyılı geçmemiş bir görülebilirlik alanında bulunurlar. Foucault’ya göre, doğal tarihi mümkün kılan “daha sıkı ve yakından” bakma değil, “görüşe tam bir saygınlık” 28 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ verilmesi, görülebilirliğin diğer duyusal eksiklerden bağımsızlaştırılması “üstelik siyah ve beyaza” indirgenmesidir. Görülebilirlik alanının “kavrayış veya dikkatten çok şeylerin kendilerine bırakılması doğal tarihin olanak koşulunu tanımlar”. Doğal tarih, şeyleri sistematik olarak görmekle uyumlu olduğu kabul edilen gözlem yapmayı ön planda tutar, böylece temsil edilenler ve çözümlenenler “herkes tarafından kavranabilir ve bu nedenle herkesin anlayabileceği bir ad verilebilir” hale gelir. “Kendi kendilerinde teşhir edilen, bütün benzeyişlerden boşaltılan, renklerinden bile temizlenen görsel temsiller şimdi sonunda genel tarihin uygun nesnesini neyin oluşturduğunu sağlayabilirdi”. Bu nesne, dört değişkeni kapsıyordu: “öğelerin biçimi, bu öğelerin niceliği, onların birbirileriyle ilişkili olarak mekanda dağılımları ve her bir öğenin göreli büyüklüğü”. Botanikçilerin herhangi bir şeyin yapısı olarak gördükleri bu dört değişken vasıtasıyla, şeyleri dilde belirsizliklerden uzak bir şekilde, görülebilirliğe atfedilen kesinlikle eklemlemek mümkündü (Foucault, 1970: 132-134). Görülebiliri sınırlandırma ve iltreleme aracılığıyla yapı onun dilde aktarılmasını sağlar. ... Klasik çağda doğal tarih aracılığıyla işleyen yapı kuramı, dilde önerme ve eklemlenmenin oynadığı rolü onların bir ve aynı işlevi yerine getirdikleri bir tarzda uygular. ... yapı, doğal tarihin olanağını mathesise bağlar. Gerçekte, o görülebilirin bütün alanını, bütün değerleri bir nicelik tarafından olmasa bile en azından mükemmel olarak açık ve her zaman sonlu tasvirler tarafından belirlenebilen bir değişkenler sistemine indirger. Bu nedenle doğal varlıklar arasında bulunan farklılıklar düzeni ve özdeşlikler sistemini yerleştirmek mümkündür (Foucault, 1970: 135-136). Doğal tarihte egemen olan “görülebilirin bir tasvirinin açık basitliği” modeli zoolojiden çok botaniğe aittir, çünkü “bir bitkide hayvanda olduğundan daha çok görülebilir organ” bulunur, bu da “görülebilirliğin sınılandırma alanı”nı mümkün kılar. Doğal tarih, nesnesini “işlevler ve görünmez dokular değil, yüzeyler ve çizgiler” açısından ele alır ve “herhangi bir içsel örgütlenme ve talileştirme ilişkisine girmeden, görülebilir, eşzamanlı ve birlikte meydana gelen değişkenleri sarmalar” (Foucault, 1970: 137). Onyedinci yüzyıldan onsekizinci yüzyıla kadar bilgi, “açık bir farklılık ikrini temsil eden dilsel protokollere göre” bitişiklik ve süreklilik temelinde oluşturulmuş; bu çerçevede farklılık teması nesneler arasında karşılaştırma yoluyla işlenmiştir. “Bu ikinci epistem, bu nedenle, sınılandırma ve ölçmenin istikrarına adanmış ve özel olarak düzenin gerçek dünyada öncelikle şeffaf bir dil aracı vasıtasıyla kurulabileceği ikrine yer verilmiştir” (Munslow, 1997: 132). Klasik bilgide dil, şeffaf ve görülebilir farklılıkların adlandırılması, karşılaştırılması ve sınılandırılması işlevini görmüştür. Ancak, onsekizinci yüzyılın sonunda Cuvier “Klasik çağın muhafaza ettiği hayvan görülebilirliğinin bütün biçimlerini açar ve ayrıştırır”. Bu değişme, “Batı kültürünün doğal boyutunda bir mutasyon”un göstergeleridir; “sınılandırmanın yerine anatomi, yapının yerine organizma, görülebilir karakterin yerine talileştirme, çizelge yerine seriler” geçer (Foucault, 1970: 138). Böylece, “bilginin alanı, artık özdeşlikler ve farklılıklar” olmaktan çıkar ve “organik yapıların, yani toplamı bir işlev yerine getiren öğeler arasındaki iç ilişkilerin oluşturduğu bir EPİSTEM VE DİL: MICHEL FOUCAULT’DA TARİH VE EKLEMLENME 29 alan” haline gelir. Yeni bilgi düzeninde bu alanın örgütleyici ilkelerini, Analoji ve Ardışıklık oluşturur (Foucault, 1970: 218). Onsekizinci yüzyılın sonunda Batı düşüncesinde, “temsil, bir temel sağlama iktidarını” ve “şeylerin ve bilginin ortak varlığını tanımlama” gücünü kaybetmeyle karşı karşıya kalmış (Foucault, 1970: 238, 240), bu kırılma sonucunda ondokuzuncu yüzyılda, Yaşam, İstenç ve Kelimenin felsefelerinin yolu açılmıştır (Foucault, 1970: 243). Modern epistemin gelişiyle birlikte yaşam, dil ve emek “görülebilirliğin temelleri”nin ötesinde bir kapsama sahip olmuştur. “Sabit ayrımlar şebekesiyle görülebilir düzen artık bir uçurumun üzerinde yalnızca zayıf bir parıltıdır” (Foucault, 1970: 251). Onsekizinci yüzyılın sonundan yirminci yüzyılın başına kadar egemen olan modern veya antropolojik epistem katastroik kaymaları kapsar. Bu epistem, bilginin merkezine insanı yerleştirir ve toplumsal değişmenin anlaşılmasını tarih disiplinine dayalı hale getirir. Bu epistem insanlık için hayati bir açmazı; “kendi yaşadığı toplumsal deneyimin ürünü olarak insan” ile “bilginin oluşturucusu olarak İnsan” arasında bir gerilimi devreye sokar. Ancak, “Böyle bir epistemik gerilim çok uzun süremez, en sonunda, düşüncenin temeli olarak İnsan ikri karanlığa karıştıkça ve bilgi (sonuç olarak bilginin öznesi olarak İnsan) epistemik bir yaratımdan daha başka bir şey olarak kavranmadıkça, keşif (hem ampirik hem de çıkarımsal bir hayvan olarak İnsan) neredeyse tamamıyla kaybolacaktır ve böylece biz kesinliğin, tarihin ve bilen bir hayvan olarak İnsanın ölümüne tanık oluruz”. Foucault’nun tarih hakkındaki kışkırtıcı düşüncesi, “tarihin bugünkü statü krizinden kısmen sorumlu olmuştur. Dördüncü episteme kayışı işaret eden, içinde modernist tarihin krizinin varolduğu bu entelektüel mekandır”. Bu çerçevede, şimdiki post-modern epistem, yirminci yüzyılın kapanmasıyla bilgide yeni bir katastroik kırılmaya yol açarak (Munslow, 1997: 133) Aydınlanma düşüncesinin “ilerleme, pozitivizm ve epistemolojik kesinlik modelleri”ni kesintiye uğratır, kesin sınırlar ve tartışmasız doğrular (Bristow, 1997: 220) yaşamın, dilin ve bilginin parametreleri olmaktan uzaklaşır. Sonuç Foucault’nun çalışmaları birkaç nedenle yapısalcılıktan çok post-yapısalcılık içinde yer alır. Birincisi; de Saussure, Barthes ve Levi-Strauss’un yapısalcılıklarındaki tarihin derin temelini oluşturan ve yüzeydeki görünümleri ona göre açıklanan “tarih dışı tek orijinal yapı” ve “bir evrensel kurallar sistemi veya yasalar veya ilkesel yapılar” kavrayışın tersine “düzenliliklerin tüm tarihsel dönemlerde ve bütün kültürlerde aynı olmadığını, daha çok özel zamanlar ve mekanlara has olduğunu” varsayan post-yapısalcı bir bakış açısı benimser. İkincisi; Durkheim, Hegel, de Saussure, Barthes, Levi-Strauss ve Althusser gibi yapısalcıların parçaların yapıdan hareketle çözümlenebileceği düşüncesini reddeder. Üçüncüsü; de Saussure, Barthes ve Levi-Strauss gibi yapısalcılar, tarih ve ardsürem yerine eşsüreme odaklanırlar. Foucault’nun önceki arkeolojik çalışmalarında tarihsel epistemleri vurgulaması, bu yaklaşımla arasındaki mesafeyi ortaya koyarken, sonraki Nietzscheci soybilimsel araştırmalarında iktidar çözümlemesine daha fazla yer vermesi bu mesafeyi daha da genişletmiştir (Olssen, 2003: 192-193). Foucault, yapısalcılıktan bu tür nedenlerle ayrılışının yanında, post-yapısalcılıkta çözümlemeyi metinde odaklandıran 30 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ Derridacı bakıştan da ayrılmaktadır. Foucault’ya göre metin maddi bir örgü içinde, bilgi-iktidar sarmalı içinde düzenlenir, o, metni kendi içinde incelemek yerine, onu içinde bulunduğu tarihselliği deşifre ederek konumlandırır. Bu bakış açısıyla metnin anlaşılmasında, metin dışı hayati bir yer tutar. Metin, sonsuz yorum çeşitliliğinin değil, iktidarın bir skandalının, doğruluk istencinin oldu bittiyle dayatılan işleyişinin alanıdır. Metnin dışında skandal vardır ve metin bu skandal aracılığıyla varlık bulur. Batı kültüründe dilin onaltıncı yüzyıldan itibaren köklü kırılmalarla ve süreksizliklerle belirlenmesi; dilin önce benzeyişe, daha sonra temsile ve ardından anlamlandırmaya dayalı düzenlenmesi başlı başına bu skandalı açığa vurur. Çünkü birbirinden kökten farklı bilgi ve dil düzenlerinin olması demek bu düzenlerden herhangi birinin kendisini keyi bir şekilde dayatması demektir. Foucault’nun, arkeolojik ve soybilimsel bakış aracılığıyla modern toplumda egemen olan söylemsel pratikleri ve bilgi/iktidar ilişkilerini çözümlemesi nasıl bir söylem ve doğruluk düzeninin egemen hale geldiğini anlamamıza katkı sağlar. Foucault’nun daha çok sonraki çalışmalarına atfedilen iktidar vurgusunun, aslında arkeolojik ilgisini destekleyen ve tamamlayan bir kapsamı vardır. İki bakış türü de ana akım tarih anlayışının temel kalıplarının dışında yer alır. Foucault, önceki çalışmalarında arkeolojiye dayalı olarak bilgi ve söylemlerin oluşumunu ve dönüşümünü çözümlerken, buna paralel olarak sonraki çalışmalarında soybilimsel ilgisiyle bakışçılığı ve bilgi ve söylemin süreksizliklerini ele alır. Doğruluk ve söylem biçimlerinin olanaklarını arkeoloji çözümlerken, soybilimi bu biçimlerin tarihsel ortaya çıkışlarındaki çatışmaları, kırılmaları ve buna bağlı olarak keyilikleri ele alır. İktidarın tarihsel ortaya çıkışlarda oynadığı sabit rol, köken ve özne kavrayışlarının devre dışı bırakılmasıyla ve her iki bakış türünün yardımıyla açığa çıkarılır. Modern iktidar teknolojisi kendi devamlılığının üretimi için baskının değil özgür iradenin hayatiliğini, yaşamın içinde dolaşarak, onu üreterek, çoğaltarak ve yaşatarak keşfetmiştir. Bu aynı zamanda ölümün yaşamın içinde yer edinmesi demektir. Bu açıdan, bireyleştirme ve özneleştirme boyun eğiş biçimlerinin çoğaltımından başka bir şey değildir. İnsan, biyolojik ve iziksel varlığı üzerinde siyasal olanın anlam ve etkinlik kazandığı çok çetreil bir bilgi-iktidar sarmalının nesnesi haline gelir. Beden, yalnızca üzerinde uzmanların ürettikleri bilgi ve söylemin sıradan insana taşındığı ve böylece yaygınlaşan bir denetimi yansıtan bir alanı ifade etmez, sorunun o denli önemli olan bir başka tarafı da günlük yaşam içinde, anlık eylem ve etkileşimlerde, algılama ve söyleme biçimlerinde bedenin disiplinsel doğrularının sürekli üretiliyor ve çoğaltılıyor olmasıdır. Yaşamın ve bedenin doğrularını algılama ve söylemenin tekeli hiçbir kimse veya sınıftın elinde değildir, ancak bu söylemin doğrularının evreninin sınırlarının sonsuza uzandığı anlamına gelmez. Bu sınırlar tarihsel iktidarın yerleştirdiği söylemsel oluşum kuralları tarafından belirlenir. Emek, yaşam ve dil üzerindeki modern denetim, bilimsel ve disiplinsel bilginin ve doğruluk söylemlerinin otomatikleşen işleyişiyle geçerlilik kazanır; mikro yaşam alanlarında algılama, anlamlandırma, söyleme, düşünme, başarma ve üretmede maddileşerek etkinliklerini sürdürür; bu anlamda bireylerin özgürce boyun eğmeyi sürdürerek gördükleri ve söyledikleri doğrular, kısaca modern çağın insanlığını yaratan ve kuşatan EPİSTEM VE DİL: MICHEL FOUCAULT’DA TARİH VE EKLEMLENME 31 doğrular keyi, kırılgan ve zayıf yapılıdır; tarihsel süreklilik ve nedenselliğin ürünü değil daha önceki bilgi ve doğruların felaketle kesintiye uğramaları sonucunda etkinlik kurmuşlardır. Birikimsel bir tarihten bir şekilde süzülüp gelmeyen ve bir kökene dayalı olmayan doğruluk istencinin ve söyleminin olanakları egemen bilgi-iktidar pratiklerince belirlenmektedir. Bilgi ve doğruluğun en önemli boyutu ‘gerçeklik’in keşi ve temsilini, yani değişmez anlamları değil, iktidar, denetim ve üretimin gereklerini içlerinde barındırmasıdır. Bu anlamda modern çağda bilgi alanlarının gelişmesi ve genişlemesi ile, insanların dünyayı, tarihi, olayları ve kendilerini anlamalarında daha yetkin hale gelmeleri söz konusu değildir. Tersine, dil ve yaşamı, beden ve düşünceyi denetime bağlayan düğümler ve işlemler daha da sıkılaşır. Ancak, tarih, dil ve bilginin modern kesinlikleri üzerinde kuşkuların artması, insanın merkezine yerleştiği söylemsel oluşumların keskin kırılmalarını beraberinde getirerek içinde tarih, bilgi ve iktidarın yeniden örgütlendiği yeni bir çağın kapılarını aralar. Böylece, dil ve bedenin anlatıları kökten farklılaşmaya, söylenebilirin yapısı tamamıyla farklı bir biçime dönüşmeye, tarih çok daha farklı biçimlerde ‘anlatı’lmaya başlar. Kaynakça Bristow, Joseph (1997). Sexuality. New York: Routledge. Campillo, Antonio (2000). Foucault and Derrida, The History of a Debate on History.” Angelaki Journal of the Theoretical Humanities. 5 (2): 113-135. Deleuze, Gilles 1999 Foucault. Tr. and Ed. by Sean Hand. London: Continuum. Deleuze, Gilles (2006). Müzakereler. Çev. İnci Uysal. İstanbul: Norgunk Yayıncılık. Derrida, Jacques (1997). Of Grammatology. Tr. by G. Chakravorty Spivak. Baltimore: The Johns Hopkins University Press,. French, Patrik (2004). “A Different Life? Barthes, Foucault and Everyday Life.” Cultural Studies.18 (2/3): 290-305. Foucault, Michel (1970). The Order of Things. London: Tavistock Publication. Foucault, Michel (1977). Language, Counter-Memory, Practice. Oxford: Basil Blackwell. Foucault, Michel (1987). Söylemin Düzeni. Çev. Turhan Ilgaz. İstanbul: Hil Yayın. Foucault, Michel (1992). The Archeology of Knowledge. London: Routledge. Freundlieb, Dieter 1998. Foucault’s Theory of Discourse and Human Agency. In Colin Jones and Roy Porter (Eds.), Reassessing Foucault: Power, Medicine and the Body, (pp. 152-180). New York: Routledge. Kaufman, Eleanor (2001). The Delirium of Prise: Bataille, Blanchot, Deleuze, Foucault,Klossowski. Baltimore: The Johns Hopkins University Press. McLeod, Julie (2001). “‘Foucault Forever’.” Discourse: Studies in the Cultural Politics of Educatio. 22 (1): 95-104. 32 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ Munslow, Alun (1997). Doconstructing History. New York: Routledge. Olssen, Mark (1999). Michel Foucault: Materialism and Education. Westport: Bergin & Garvey. Olssen, Mark (2003). “Structuralism, Post-structuralism, Neo-liberalism: Assessing Foucault’s Legacy.” J. Education Policy. 18 (2): 189-202. Shapiro, Gary (2003). Archaeologies of Vision: Foucault and Nietzsche on Seeing and Saying. Chicago: The University of Chicago Press. Smart, Barry (2002). Michel Foucault. New York: Routledge.