Bilim Felsefesi Notları IV:
GEOMETRİ BİLMEYEN NEDEN GİREMEZ?
Mustafa ÇAKIROĞLU *
Ageometretos medeis eisito!
(Geometri (matematiksel olanı) bilmeyen giremez!)
Platon’un, kendi kurduğu okulun, “akademi”nin kapısına astığı söz.
Alt Başlıklar
Giriş: Felsefe üzerine bir yazının kendisi felsefe midir?
Felsefe’nin Mekan ve Zamanla İlişkisi
Yavaş Bilim Akademisi
Çok yayın her zaman iyi yayın demek değildir!
Felsefe ve Sıkılma
Bilim çağında felsefe ne işe yarar?
PhD ne demektir?
Sohbet ve Felsefe
Giriş
*
iletişim: geometribilmeyengiremez [at] protonmail.com
Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi
Bilim Tarihi ve Felsefesi Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi
Felsefe üzerine bir yazının kendisi felsefe midir? Müzik notalarını yazıp da hiç bu müziği
çalmayan, söylemeyen kişinin müzik yapması kadar felsefedir belki. Felsefî düşünceler ve
teoriler felsefî bir yaşam içindir, bizzat kendisi için veya akademik kadro için değildir.
“Kendinde bir felsefî teori” olamaz. Felsefenin merkezinde insan, insanın doğası
ve physis/fizik~doğa vardır. Felsefî teoriler yaşam pratikleriyle ve eylemle desteklenmelidir
demiyorum, bizzat kişinin eylemleri felsefî bir teoriye, manaya dayandığında o yaşam felsefî
bir yaşam olur, diyorum. Bunun ne önemi var? Bir şeyin manasının ve bağlamının (yönelim
ve niyetliliğin) olup olmamasının ne önemi varsa, bunun da aynı derinlikte ve anlamda önemi
var. (Text, context’i kadar ve boyunca anlamlıdır.)
Felsefî teori üretmenin değil ama felsefî bir yaşamın amacı kendini dönüştürmektir. Varlığın
ve dolayısıyla hakikatin bütünüyle ilgili anlama, açıklama ve yorumlama çabası olan felsefeyi
yapan filozof bu şekilde ilk önce kendinden yola çıkar, kendindeki dönüşüm, iyileşme,
dinginleşme ve derinleşmeyi hedef alır. Sonrası ise bir taşın atıldığı su içinde oluşturduğu
halkalardır. Canlı ve şölen havasında bir yaşam, düşüncelerin yaşam pratiğiyle kesişmesinden
elde edilir. Deneysellik, hata yapma, kurgulama (spekülatif olma), farkında olma, çıkarım
yapma, eleştirellik ve daha iyisini yapmaya gayret, epistemik bir cemaate mensubiyet,
iyileşme ve derinleşme, yoğunlaşma ve uzaklaşma, ayrıştırma ve bütünleştirme, tüm bu
yaşam yolculuğunda “yolda olan felsefeci”nin uğradığı duygusal ve düşünsel duraklardır.
Canlılık ve hakikatin iyileştirici, saflaştırıcı özü tüm bu süreçlerin sonunda bu yolu yürüyen
kişinin ruhuyla bütünleşir, içsel bir yıkım ve ölüm deneyiminden sonra yeni bir yaşam gücü,
görüşü ve anlayışı bu şekilde oluşur. Kendini bilme merkezli döngüsel ve pratik bir yaşamdır
felsefe. Hakikat çapkınlarının değil, hakikat aşıklarının ve sadıklarının yolunu aydınlatır her
daim.
Bilim, din, mit, doğa, ahlak, güzellik, teknoloji, soyut değerler vd. hepsi de felsefenin
kapsama alanındadır; zira felsefe tüm var olanların üzerine atılmış ezeli bir boyadır, varlığın
tenine sinmiş kokudur. Geometri bilmeyenlerin asla giremediği, bu kokuyu koklayamadığı ve
bu boyayla boyanamadığı şeydir felsefe, felsefî bir yaşam ve felsefî bir duruş. Geometri
bilenler; yani mantıksal düşünme, konuşma ilkelerine sahip olanlar, varlığı soyut düşünceye
indirgeyebilenler ve en önemlisi de tüm bilgi süreçlerinin ve bilme yetimizin dayandığı temel
öndeyileri / dayanakları bilenler ve bu öz-dayanağa göre nasıl bir konum aldıklarının farkında
olanlardır. Bu aynı zamanda insanın kendi sınırlarını, insanı ve insan doğasını, neyin bilgi
neyin kanaat/sanı olduğunu bilebilmesinin de ön şartıdır. Geometri bilenler felsefe tarihi
papağanlığı yapıp durmazlar. Filozofların bayiliğini yapmaktansa tüm hayat ve problemler
karşısında kendi felsefe yapma reflekslerini harekete geçirirler. Felsefe yapma refleksi;
dünyanın/şeylerin göründüğü gibi olduğunu zannetmekten kurtularak, duyuların ve dilin
ötesinde hakikatin ruhsal rahmini, başlangıcı, özü, mayayı, anlamı ve sonrayı, tarih ve zaman
dışı olanı aramaktır. Yaşamın her anında, her veçhesinde sonsuzluğa kadar giden bir
yaşanmışlık izi bırakacağını bilmektir; felsefî refleks…
Zamanın, mekanın ve iradenin özgür, mutlak, bağımlı konumlandırılmasıdır felsefe. Kader,
karakter, iyi, güzel, doğru, bilgi, hatırlama, unutma, hayal etme, gerçek olma ve hissetme ne
demektir? Budur felsefede olanlar. Dildir, sohbettir, kelimedir, sestir, fiziktir, titreşimdir,
çarpmadır, yıkım ve yapımdır, yeniden söküm ve yeniden inşâdır. Hayat gibi, hakikatin
kendini ortaya koyma şekli gibi. Oyunsal, sobeleyici, diyalektik ve bütünleştirici. Hepsi de,
belli ölçüde, yerli yerince vardır felsefede. Gerçek bir felsefede olmayan şey korku ve
kaygıdır. Anksiyete ve korkuyla felsefe yapılamaz. Akıl tutulur. Kalp körelir. Eleştirellik
felsefenin motorudur. Korkular felsefeyi güdükleştirir, ideolojik, manipülatif siperlere
dönüştürür. Felsefenin spekülatif olması; her sözün felsefi bir değerinin olabileceği anlamına
gelmez. Burada spekülatiflik kurgusallığı ve teori temelli olmayı imler. Teori temelli bir
düşünsel etkinlik idea’ların bilgisine ulaşmada epistemik bir metottur ve ancak geometri
bilenler teori temelli kurgular inşâ edebilirler. Yine de dilsel sınırları aşar (ya da oraya
çarpar!) felsefe; Wittgenstein’ın Tractatus’ta dediği gibi; üzerine konuşulamayan hususunda
susmalı, der. Üzerinde konuşulamayacak şeyi anlamak için ise felsefe ırmağına atlayıp
denizlere döküleceğin güne kadar yoldan ayrılmamak gerekir. Araştırarak, okuyarak,
dinleyerek, yazarak, hatırlayarak ve en önemlisi de dikkat kesilerek! İçinde ve dışında olan
bitene ve elbette kendine dikkat kesilerek! Dikkat kesilme becerisi günümüzün en çok aranılan
özelliğidir desek, abartmış olmayız.
Felsefe’nin Mekan ve Zamanla İlişkisi
Felsefe doğayla ve doğal olanla bütünleşmiş kent ortamları için mümkündür. Köylüleşen kent
ortamları ve köylü bir dile angaje olan siyasi ve kültürel hayatımız felsefeyi de imkansız
kılmaktadır. Mekanın ötesinde zaman da felsefe için önemlidir: felsefe için özgür zaman
gerekir;
schole. İngilizce’de
“okul”
school
kelimesiyle
karşılanır.
“School”
da
Grekçe schole’den gelir. Anlamı “boş / özgür zaman” demektir. Nitekim Aristoteles’in
kurduğu “Okul”un adı: Lyceum’dur. Yani günümüzdeki LİSE. Hocası Platon’un “Okul”unun
adı ise: Academy (Academia)’dir. Günümüzdeki AKADEMİ.
İtalyanların “dolce far niente!” (hiçbir şey yapmamanın güzelliği) dediği, Taoculukta Wu-Wei
olarak karşılık bulan “çabasızlık öğretisi”… Kant’ın dost sohbetleriyle ünlü uzun öğle
yemekleri… İletişim çılgınlığının ortasında “kendine ait bir zaman”ın var mı? Kendi
telos’una vakit ayırabiliyor musun?
Sanat, bilim ve felsefe… Özgür/boş zaman olmadan ve dikkatini vermeden olmaz.
Köylüleşen bir hayat tarzında schole’ler olmaz ve schole olmadan da bir düşünce üretimi
olmaz. İnsan kendinde doğuştan içkin olan telos’u (amaç – hayat amacı) uyandırmak için
uğraşır durur. Bu da fiziksel çabayla birlikte daha çok da düşünsel bir çabayı gerektirir. Tarım
toplumları felsefeden uzak toplumlardır. Kırsalda ve köylüleşen toplumlarda düşüncenin
kendisi homojendir ve felsefenin motorları olan eleştirellik ve özgürlük söz konusu
değildir. Eleştirinin yerini polemik ve kavga, düşünmenin yerini şüphe alır, farklılık ise
sapkınlıkla karşılık bulur. Böyle bir yaşam alanında felsefenin ve felsefî öznenin varlığına yer
yoktur. İnsanın kendinde varolan telos’u bilme, ona ulaşma arzusu aynı zamanda dinî
arayışların da bir orijinidir. Varoluş orijini. Ve her insan doğuştan bir telos’a sahiptir. Şeyhül
Ekber bu bağlamda “istidad en gizli duadır” der. Telaşlı, korkulu ve kaygılı bir kent
hayatında telos arayışına, istidad arayışına yer kalmıyor doğrusu. Her ne kadar Dücane
Cündioğlu “Tanrıyı Şehre Çağırmalıyız!” dese de.
Yavaş Bilim Akademisi
Günümüz akademik ortamları için de benzer sorunlar var. Akademik özgürlükler, eleştirel
düşüncenin silikleşmesi, akademide istihdam ve lisansüstü eğitim süreçleri, yayın yapma
politikaları, dergiler, atıf sistemleri alanlarındaki grilik, hızlı yayın yapma ve yükselme
baskısı (mobbingden kaçış yolu olarak akademik unvanları yükseltme hedefi ve
gayreti), Epistemik Cemaat’in bir tür köylüleşmesi… En çok da zaman baskısı altındayız.
2010 yılında Almanya Berlin’de bir akademi kuruldu: Yavaş Bilim Akademisi (Slow Science
Academy; slow-science.org ). Akademi tek sayfalık sitesinde bir manifesto yayınladı. Özetle
şunu diyorlar;
“Biz bilim insanıyız. Blog yazmıyoruz, tweet atmıyoruz. Zamanımızı kendimize ayırmak
istiyoruz. Düşünmek için, özümsemek için vakte ihtiyacımız var. Size sürekli yaptığımızın ne
anlama geldiğini, ne işe yarayacağını anlatamayız çünkü belki de henüz bilmiyoruzdur.
Bilimin zamana ihtiyacı var… ”
Yalın bir dille yazılmış bildiri. Meramı net. Düşünmek için, okumak ve yazmak için zamana
ihtiyacımız var diyor. Bilimin ve felsefenin doğasında var olan yavaşlığı yeniden geri
kazanmalıyız diyor. Yavaşlayarak derinleşebilir, felsefe yapabilir, bilgi üretebiliriz.
Çünkü dikkat kesilmek demek biraz da yavaşlamak demektir.
Çok yayın her zaman iyi yayın demek değildir!
CERN deneylerinin merkezinde olan Hadron çarpıştırıcısında detekte edilen ve atom altı
parçacıkların kütlesinin kaynağı olarak gösterilen Higgs parçacığını doğru bir şekilde teorik
olarak öngören Nobel Ödüllü fizikçi Peter Higgs de The Guardian’a verdiği bir röportajda
“Günümüz akademi dünyasında kimse bana iş vermek istemezdi” diyor. Az sayıda
makalesiyle tarihe damga vurmuş büyük bir fizikçi, şimdi olsa az yayın yaptığım için bana iş
vermezlerdi diyor. Einstein da öyle, az sayıdaki makalelerinin her biri 3-4 sayfayı geçmiyor.
Düşündürücü doğrusu.
Felsefe ve Sıkılma
Özgün bir felsefe için biraz “sıkılmaya” da ihtiyacımız var. Fazla eğlence ve oyalanma,
savsaklama, sosyal medya ve “gösteri toplumu” odaklı bir iletişim-bilgi ağının pençesindeyiz.
Sıkılmak neden önemli? Uzunca anlatmadan, Nil Karaibrahimgil’in TEDx konuşmasını
izlemenizi öneririm: “Tavşan deliğinden aşağı!”
Bilim çağında felsefe ne işe yarar?
Bilim alanındaki gelişmeler her ne kadar tüm varlık alanındaki soruları açıklamaya çalışsa da
açıklamaya ve anlamlandırmaya yetmiyor. Zira bilimsel yöntemin temel bir çıktısı olan
açıklama için varlığı ayrıştırıp, bütünden ayırması, kesip biçmesi, daha keskin bir tabirle
varlığın canına okuması gerekiyor. Geriye de ruhu kaçmış, örselenmiş bir nesnenin, olgunun
kriminal izleri kalıyor. Felsefeye olan ihtiyaç, tam da burada yeniden kendini daha güçlü bir
şekilde hissettiriyor. Yapılan onca bilimsel çalışmayı eleştirel süzgeçten geçirmek,
değerlendirmek, sahte olanla bilim olanı ayırmak ve resmin bütününü görmek, hakikat
araştırmasında anlamlı olanla anlamsız olanı filtreden geçirmek için felsefenin sunduğu
imkanlar bugün her zamankinden daha fazla. Bilhassa da bilim felsefesi! ve bilim
felsefecileri! için. Bilim felsefecilerine günümüzde duyulan ihtiyaç her zamankinden daha
fazladır. Bununla birlikte bilim felsefesi yapmak bugün ne kadar elzemse o kadar da
zorlaşmıştır. Dünya genelinde bir yılda yapılan yayın sayısı 2.5 milyon; tam bir epistemik
şiddet! Akademisyenler farklı alanlardaki çalışmaları takip edip okumaları bir yana kendi
alanlarındaki çalışmaları bile takip etmekte zorlanmaktalar. Yayınların çok hızlı ve spesifik
alanlardaki artışı (çoğu da özensiz, yenilik getirmeyen, postmodern paradigmayla malul)
bunun en büyük nedeni. Bilim felsefesiyle uğraşanların bu büyüklükteki bir bilim havuzunu
kritik etmesi mümkün değil elbette. En iyisi her bilim insanının kullandığı PhD unvanının
anlamına uygun olarak, çalışmalarını bilim felsefesinin temel soruları ve bakış açısısıyla
filtreden geçirmesi. Felsefî temelli araştırma ve soruşturmalar her alandaki çalışmaların
kalitesini ve etkisini de artırabilir. Bunun için de lisansüstü eğitim (yüksek lisans ve doktora)
programlarına Bilim Tarihi ve Felsefesi, ve dahi Bilim Etiği dersleri zorunlu olarak
konulmalıdır ki bilim insanlarımızda temel bilim eğitiminin; tarihle, felsefeyle ve etikle
kesişiminin şekillendirdiği bir akademisyen, bilge, hoca, filozof PhD tipolojisi oluşabilsin.
Üniversitelerin dönüşümü ve değişiminin tartışıldığı günümüzde bu konuda bir şey
yapılmadığı takdirde üniversitelerin modern kapital şirketlere dönüşmesi ve sermayenin isteği
ve arzusu doğrultusunda şekillenmesi an meselesidir. Yeni Nesil üniversite arayışları, bilgi ve
iletişim ekseninde dijital değişim ve dönüşümün hız kazandığı, yapay zekanın, robot
teknolojilerinin, mahremiyetin / özel hayatın gizliliğinin tarihe karışması, kullanıcı
sözleşmelerinin kullanıcıdan yana anlamsızlığının, sosyal medyaların h-egomonik baskısının
ve
applikasyonların
hayatı
kuşatmasının,
ekran
öğrenmesinin
beynimizi
nasıl
evrimleştirdiğini ve ekranik okuma öğrenme süreçlerinin bilgiyi kullanma, hatırlama,
ilişkilendirme süreçlerine olan negatif etkilerini, hatırlamanın ve hafızanın yanıltıcılığını,
dolayısıyla geçmiş ve sözlü tarih denilen şeyin tamamen bir kurgusal yanılsama olduğunu ve
daha bir çok gündelik hayata ilişkin temel sorunlarımızı felsefî perspektiften tartışmak; iyi,
güzel ve doğru olanı bulmak ve yaşamak zorundayız. Her zamankinden daha çok felsefeye,
felsefî düşünceye, eleştirel yaklaşıma ihtiyacımız olduğu açıkça ortada.
PhD ne demektir?
Herhangi bir alanda doktora yapmış kişiler PhD unvanı alırlar. Ne demektir PhD? Doctor of
Philosophy; yani felsefe doktoru! PhD unvanı hangi alanda alındı ise o kişiden, o alanda
üretilen bilginin felsefesine hakim olduğu ve alanına özgün katkı yaptığı varsayılır; bu
unvanla alanının felsefe doktorudur artık. Akademinin en saygın ve evrensel unvanıdır belki
de PhD!
Bilimin domine ettiği, bilim temelli bir felsefe elbette mümkün (nöro-felsefe gibi) ama yeterli
değildir. Belki sakıncalı bile olabilir bazı yönlerden. Tersi ise tarihsel sürece daha uygun gibi
görünüyor; felsefe temelli bilim.
Felsefe yapmak yerine felsefe tarihini öğrenmeye odaklanmak, bir adım ötesinde mış gibi
felsefe etkinlikleri içinde bulunmak: dilin sınırlarına gelip sıkışmış, metnin (text)
cenderesinde darası alınmış kuru tasnifler, spekülatif değeri bile olmayan yeniden-yenidenyeniden tekrarlanan bıkkınlık cümleleri… varlığın görünüşleri arkasındaki dayanağı, değişen
şeylerin arkasında değişmeden duran şeyi, ‘her şeyin’ kendisine dayandığı/tözü olan arkheyi
bulmaya odaklı bir arayıştan (bilim dediğimiz şey bu arkhe arayışının sonucunda
oluşmuştur) ne kadar da uzağa düşüldüğünü görmek düşündürücüdür. Bunun ete kemiğe
bürünmüş şekli; skolastik tehlikenin modern görünümlü makyajlı yüzü üniversitelerdir.
Felsefe artık devletin kurumsal bir organıdır üniversitede. Felsefe akademisinin üyeleri ise
anabilim dallarına ayrılmış görev alanlarında düşünsel bağımsızlık ve özgürlük ihtiyacı dahi
hissetmeden, yaşamın kendisinde içkin olan felsefeyi yaşamak yerine mümkün olduğunca
yaşamdan yalıtılmış bir alanın rehaveti içinde (ne) ders (olsa) verirler, makale yazarlar, kitap
okurlar. Modern felsefe dediğimiz şey de nihayetinde budur; biraz ders, biraz metin. Çıkış
noktası bilgelik aşkı ve arayışı –philosophia- olan felsefe’nin koridorlarında bilge
tipolojilerine ve bilgece yaşamlara/duruş ve tavırlara, anlık karşılaşmalara, iz bırakan
etkilenmelere nadiren rastlarız! Ve bu tespit tüm akademya için de carîdir denilebilir.
Sohbet ve Felsefe
Sözün, beyan etmenin, sohbetin sihir olduğuna inanılır. Sohbet insanı mayalar. Ataullah
İskenderî (ks)’nin dediği gibi; her kelimenin üzerinde, içinden çıktığı kalbin kisvesi
vardır. Akademilerde sohbet ediliyor mu? Belki konuşuluyordur, sunum, seminer, toplantı
gibi çoğu performatif nitelikte etkinlik yapılıyordur ama sohbet ediliyor mudur? Ediliyorsa
temel bir felsefe ve bilgi üretme yöntemi olarak yaygın mıdır? Oysa felsefe yapmak;
yazmaktan çok sohbet etmektir, diyalogtur. Şüphesiz yazmak da bir tür düşünme faaliyetidir
ama asla diyalog ve sohbet kadar açılımlı, tesirli ve etki(leşim)li olamaz. Söz uçar, yazı kalır,
doğrudur. Peki ya kalma’nın katılığını istemiyor, uçma’nın hafifliğini istiyorsak? (Sohbetteki
espriler hiç unutulmaz çünkü ruhu vardır: espri, ruh anlamındaki spirit’ten gelir. Bir işin
esprisini anlamak, o işin ruhunu, en ince ayrıntısı anlamak demektir.) Mevlana Mesnevi’sinin
sadece ilk 18 beytini yazmıştır. Gerisini Hüsamettin Çelebi sohbetlerden yazıya geçirmiştir.
İlk 18 beyit de Bişnev! (dinle!) ile başlar ve hikaye anlatacağını söyler;
Bişnev in ney çün hikâyet mîküned,
Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned
(Dinle, bu ney neler hikâyet eder,
Ayrılıklardan nasıl şikâyet eder.)
Sohbet; konuşmaktan çok dinlemedir. Konuşulan konudan ziyade konuşanın kendisi
önemlidir sohbette. Ve sohbetin akışını asıl belirleyen de dinleyendir. Konuşulan konularla
birlikte akıl ve kalp bir ırmak gibi akar, kıvrılır, tıkanır, yükselir, bendleri yıkıp taşar, önüne
geleni yoluna katar, genişler ve sığlaşır, daralır ve derinleşir, sakin aktığı da olur, şelale gibi
çağladığı da… Nihayetinde bir denize dökülüp sessizliğe kavuşurlar… “cûylar kim deryaya
vardılar, hamuş oldular…” İşte o sessizlik ve büyük varoluşa katılma, benlik ve iddiadan
vazgeçip ruhsal dinginliğe kavuşma felsefenin ve filozofun da en önemli duraklarındandır.
Birçokları buraya gelemeden yolda başka yerlere saparlar. Yolun sonundaki sükunet değerli
ve nadir olduğu kadar oraya ulaşmak da bir o kadar zordur. Sokrates’in dediği gibi; bildiğim
bir şey varsa, o da hiçbir şey bilmediğimdir; ancak daireyi tamamlayanların söyleyebileceği,
tam bir içsel ve zihinsel bütünlük, dinginlik ve okyanusa (varlığa) dökülme hali. Oysa
Sokrates sohbetin üstadıdır. Karşıdaki kişiye hiçbir şey öğretmeden onun kendinde var olanı
sezmesini, hatırlamasını sağlar. Platon Menon diyaloğunda, Sokrates’in ağzından aktarır ve
eğitimsiz bir kölenin geometri bildiğini, köleye bilmediği yeni hiçbir şey öğretmeden fark
ettirir, hatırlatır esasen. Düşünceyi doğurtur. Kişinin içinde mayalanmış ve büyümüş olanı,
düşünceyi, geometriyi açığa çıkarır, sorular sorarak. Yavaş yavaş ve şehrin yaşam dolu
caddelerinde, liman kentlerinin kendine özgü genişleyen zaman demlerinde…
Bilmenin kendisini, bilginin özünü, bilgeliğin, yani felsefî uğraşların yavaşlık ve dikkat
isteyen doğasını anladığımızda ve buna göre akademiyi, eğitimi, kendimizi ve anlayışımızı
değiştirdiğimizde gerçek bir felsefî uyanışın ve bilgeliğin sınırlarında dolanmaya
başlayabiliriz.