T.C.
İSTANBUL SABAHATTİN ZAİM ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SOSYAL HİZMET YÜKSEK LİSANS PAROGRAMI
REFAH DEVLETİ VE YOKSULLUK
SHZ 516 YOKSULLUK VE SOSYAL HİZMET
Dr. Abdülhakim BEKİ
Mahmut ÇİFTÇİ
İstanbul, 2018
ÖZET
Bu çalışmada, refah devletinin anti-tezini oluşturan sosyalist devlet ve liberal devlete değinildikten sonra, refah devletine değinilmiştir. Uygulamada tek bir refah devletinin olmasının söz konusu olmadığı gerçeği düşünüldüğünde farklı refah devleti tipolojilerine atıf yapılmış ama çalışmada ağırlıklı olarak İskandinav modeline vurgu yapılmıştır. Çalışmanın son kısmında ise yoksulluk olgusunun dünyada ulaştığı dramatik boyut izah edilmeye çalışılmış ve refah devletinin yoksulluğu minimize etme noktasında ki etkisine vurgu yapılmıştır. Refah devleti özellikle vergilendirme politikalarını sistematik kullanışı ve sosyal haklara değer veren yapısıyla, yoksulluğun azaltılması noktasında ciddi etkileri olan bir devlet modelidir; lakin sistemsel olan bu sorunun çözümünün ancak sistemsel çapta yapılacak müdahaleler ile ortadan kaldırılabileceği reddedilmeyecek bir gerçektir.
Anahtar Kelimeler: Refah Devleti, Yoksulluk, İskandinav Modeli, İsveç
GİRİŞ
Kavramların ve olguların küreselleştiği zannedildiği hâlbuki sadece küre-yerelleştiği bir dünyada gerçek manasıyla tüm küreyi tesiri altına alan nadir hususlardan olan yoksulluk, Zambiya’dan Amerika’ya Somali’den İspanya’ya Kolombiya’dan Çin’e tüm dünyayı tesiri altına almıştır. Yoksulluğun acımasız koşullarından bireyi göreceli de olsa koruyacak ona kalkan olacak yegâne mekanizma devlettir. Devlet modelleri içerisinden bunu yapmaya en yakın olan ise şüphesiz ki refah devletidir. Zira sosyalist devlet bireyin özgürlük alanını daraltırken liberal devlet bireyi piyasa ekonomisinin acımasız koşullarıyla yüz yüze bırakır. Refah devleti ise hem bireyi piyasanın acımasız koşullarıyla yüz yüze bırakmaz hem de siyasi baskı mekanizması kurmaz. Bu çalışmada yoksulluğun minimize edilmesi belki de Dünya Bankasının kapısında yazıldığı gibi yoksulluğun tamamen ortadan kaldırılması noktasında refah devletinin fonksiyonuna değinilmiştir. Refah devleti kendi içerisinde bir çok alt sınıfa ayrılan uygulama modellerine sahiptir. Bunlar içerisinden şüphesiz ki en ideal olanı İskandinav modelidir. Bu çalışmada ağırlıklı olarak vurgulanacak refah devleti modeli İskandinav modeli olacaktır. Asrımızın en büyük problemi olan yoksulluğun çözümü elbette ki tek bir devlet modeline indirgenemez, zira insanlığın tekâmülü devam etmektedir. İlerleyen dönemlerde refah devletinden daha iyi bir yapı da bir devlet modelinin doğuşu veyahut doğmuş ama bir kenarda unutulmuş bir devlet modelinin ihyası sorunun çözümüne ek fayda sağlayacaktır. Her şeyden önemlisi dünyada bugün yaşanılan yoksulluk sistemsel çapta bir problemin bireylere yansımış halidir. Sistemsel olan bu problemin çözümünde yapılacak olan sistemsel müdahaleler, bu sistemi işleten egemen gücün yapısında yapılmaya çalışılan değişim çabaları hayati bir öneme sahip olmak ve sorunun en keskin çözümü olmakla beraber kısa vadede gerçekleşmesinin pek de mümkün olmadığı gayet açıktır.
REFAH DEVLETİ VE YOKSULLUK
Refah devleti sistemi bir tez olmaktan ziyade bir anti-tezdir. Bu sistem liberalizm ve sosyalizme bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. "Ne liberal sistem ne de sosyalist sistem toplumların gereksinim ve beklentilerine cevap veremediği görülmektedir. Bireycilik esasına dayalı liberal sistem, fertleri çok yalnız ve korumasız bırakmış; aksine, toplumculuk esasına dayalı sosyalist sistem ise, insanları devlet tahakkümü altında çaresiz bırakmıştır. Dolayısıyla, bu iki sisteme tepki olarak, her ikisinin de olumsuzluklarını bertaraf edebilecek yeni bir sistem arayışı doğmuş ve üçüncü yol olarak refah devleti düzeni bulunmuştur"(Özdemir, 2007:24)
Refah devletinin bir tepki akımı olarak ortaya çıkışı düşünüldüğünde, refah devletini anlatmadan önce tepkinin kaynağı olan liberal devlet ve sosyalist devlet kavramlarının anlatılmasının daha yararlı ve anlamlı olacağı düşüncesiyle önce adı zikredilen devlet modelleri daha sonrasında ise refah devleti modeli anlatılacaktır.
1.LİBERAL DEVLET
Latince "liber" kelimesinden türeyen liberalizmin en önemli ve en olumlu atfı hürriyet kavramına karşı gösterdiği hassasiyetidir. Birey kimliğinin muhafazası, bireyin cemaate feda edilmemesi, bireyin biricikliği kavramsallaştırması liberalizmi muarızlarından ayıran en belirgin vasıflardır. Liberalizm tarihsel süreç içerisinde klasik liberalizm ve neo-liberalizm olmak üzere ikili bir ayrıma da tabi tutulmaktadır; lakin neo-liberalizm klasik liberalizmden büsbütün farklı olmaktan ziyade arada çok az farklılıklar barındıran ve klasik liberalizme tekrardan dönüşü ifade eden bir yapıdır.
"Liberalizme göre devletin genel bir sosyal refah sağlama görevi yoktur"(Özdemir,2007:48). "Liberaller, sosyal eşitliği arzulanabilir bir şey olarak görmezler, çünkü insanlar aynı doğmamıştır. Servet ve sosyal konum eşitsizlikleri, insanlar arasında eşitsiz beceri ve değer dağılımının yansımasından başka bir şey değildir"(Heywood, 2014:49).
Liberalizmin toplumsal hayata düzenleyici yönde olumlu müdahalelerde bulunma noktasında ki tavrının anlaşılması için John Locke, Thomas Jefferson, Nozick, Spencer, Adam Smith, Milton, Friedman ve Hayek'in görüşleri belirleyicidir.
John Locke liberal devletin olumlu piyasa müdahaleleri ve gelirin adilane olarak yeniden dağıtımı gibi konularda devletin rolünün gece bekçisi gibi çalışan asgari bir devlet olması gerektiğini iddia etmektedir. Locke; devletin mülkiyeti korumak dışarıdan gelecek saldırılara karşı bir savunma sağlamak gibi minimal işlevlerin ötesinde bir fonksiyonu olmaması gerektiği tezini savunur(Lucke, 1968; Akt: Heywood, 2012/2014:61-63).
Amerika'nın kurucu babalarından ve değişmez anayasasının mimarlarından olan Thomas Jefferson; en iyi devletin en az yöneten devlet olacağını söylemiştir.
Liberalizmin temelini asırlar karşısında ölümsüzleşen Ulusların Zenginliği adlı eseriyle atan Adam Smith; piyasanın kendi kendini düzenleyen ve dışarıdan hiçbir müdahaleye gerek duymayan bir mekanizma olduğunu savunur. Piyasaya devlet müdahale etmemelidir, zira bir müdahale olacaksa bunu görünmez el (yani piyasa) kendi kendine yapar (Smith, 1976; Akt: Heywood, 2012/2014:65)Smith'in görünmez el kavramsallaştırılması çoğu zaman sosyalistler tarafından ölü el söylemiyle mizahi bir şekilde ifade edilmiştir. Birçok iktisatçının hemfikir olduğu konu piyasanın doğal işleyişine müdahale edilmemesi durumunda piyasanın başarısız olacağıdır(Özdemir, 2007:39).
Darwin' in Türlerin Kökeni adlı eserinde vurguladığı doğal seleksiyon sürecinden ilham alan Spencer, insan toplumunda da bir doğal seleksiyon süreci olduğunu iddia eder. Doğaları gereği hayatta kalmak için en uygun olanlar zirveye tırmanırken, bu özelliği barındırmayanlar dibe düşerler. Bundan dolayı, servet, sosyal konum ve siyasi iktidar eşitsizlikleri doğaldır ve kaçınılmazdır ve de yönetimin bu duruma müdahaleye yönelik hiçbir teşebbüsü olmamalıdır. Spencer'ın Amerikalı müridi William Summer bu ilkeyi, 1844'te "çöplükteki ayyaş, tam da olması gereken yerdedir" iddiasıyla açıkça ortaya koymuştur (Heywood, 2012/2014:67).
Nozick'in adalet anlayışına göre, devletin gelirin yeniden dağıtımı noktasında hiçbir hakkı yoktur. Herhangi bir refah devleti şekli kabul edilemez; zira bu durum bireysel özgürlükleri ihlal eder. Gelirin yeniden dağıtımı ancak sivil toplum kuruluşları ve hayır örgütleri yoluyla yapılır. Bu durumda da dezavantajlı durumda bulunan birey için hiç kimsenin fedakarlıkta bulunması gerekmez (Nozick, 1974; Akt: Özdemir, 2007:83).
Neo-liberalizm olarak adlandırılan günümüz liberalizminin iki önemli teorisyeni vardır: "Hayek ve Friedman" Hayek, İngiltere Başbakanı Thatcher'ın Friedman ise Amerika Başkanı Reagan'ın danışmanlıklarını yapmıştır. Hayek ve Friedman devletin sosyal sorumluluklarını özelleştirmesi görüşünü savunmaktadır (Özdemir, 2007:63) Hayek ve Friedman'ın ilginç bir görüşü ise demokrasinin ancak liberal piyasa ekonomisiyle varlığını devam ettirebileceği tezidir (Koray, 2007:23) Bu noktada demokrasinin en büyük kuramcısı Robert Dahl (2017) Demokrasi Üzerine adlı eserinde liberal piyasa ekonomisinin demokrasinin bir zorunluluğu olmadığını söyleyerek Hayek'den ve Friedman'dan büsbütün farklı bir görüş öne sürmüştür.
2.SOSYALİST DEVLET
Paylaşmak anlamına gelen sosyalist terimi Latince "sociare" kelimesinden türemiştir. Liberalizimin sosyal sorumluluk sahasında acziyetine bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. Sosyalizm bir tez olmaktan ziyade bir antitezdir. Hareket tarzını, mefkûresini, anlamlandırma biçimini anlamak için ilk etapta liberalizme bakmak ve bunun aksi yönündeki istikametin sosyalizm olduğunu söylemek çoğu zaman doğru olacaktır. Çatışma; sınıf; emperyalizm; proletarya en sık kullanılan kavramsallaştırmalarıdır. Sanıldığının aksine kurucusu Marx değildir. Marx' den önce yaşayan Saint Simon(Sim Saymın) Robert Owen (Rabırt Ovın) gibi Marx ve arkadaşlarının ütopyatik sosyalist olarak adlandırdığı kişilerdir.
Liberalizm ilhamını Darwin'in doğal seleksiyon sürecinden alan Spencer'in) görüşünde yok olanlar yaşamak için gerekli donanıma sahip olmayan ve yok olmayı hakeden varlıklardır tezi hakimdir Sosyalistlerin kendisinden ilham aldığı Rus anarşist Peter Kropotkin ise türlerin hayatta kalmasının ve gelişmesinin temel sebebini karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma olduğunu ifade eder( Heywood, 2012/2014:121).
Eşitlik kavramsallaştırması sosyalizmi diğer tüm ideolojilerden ayıran en belirgin vasfıdır. Liberaller fırsat eşitliğini destekler, lakin sosyal ve ekonomik eşitlik kavramsallaştırmasını gereksiz bulurlar, sosyalistler ise sosyal ve ekonomik eşitsizliğin de olması gerektiğine inanırlar. Yani sosyalizm mutlak eşitlik kavramını kabul eden yegane ideolojidir.
Sosyalizmi diğer ideolojilerden ayıran bir diğer yön ise ortak mülkiyet fikridir. Birçok kişi sosyalizmin bu yönünü tam anlamadığı için haksız eleştirilerde bulunmuştur. Buradaki ortak mülkiyetin kapsamına insanların özel eşyaları mobilyaları vs. dahil edilmez, burada kast edilen sermayedir. Yani ihtiyaç fazlalığıdır.(Heywood, 2012/2014:125) Burada en büyük problem sosyalistlerin ortak mülkiyet kavramsallaştırmasını kabul ettirmek için kullandığı "servetin soysuzlaştıracağı ve yozlaştıracağı tezidir. Aynı servet devlet diye soyutlaştırılan ama insanlar tarafından idare edilen mekanizmayı da soysuzlaştıracağıdır. Kaldı ki bu kadar çok sermayeye aynı oranda da güce sahip olan bir devletin ıslahı, liberal düzendeki devletten çok daha zordur. Kanımca tarihteki en önemli totaliter rejimlerin büyük kısmının sosyalist kökenli olmasının temelinde bu olgu yatmaktadır.
Sosyalizme giden yollar noktasında sosyalistler devrimsel sosyalizm ve evrimsel sosyalizm olarak iki alternatif sunmuşlardır. Daha çok şiddet öğelerini içinde barındıran evrimsel sosyalizm proletaryanın ayaklanması sonucu gerçekleşir. Mao'nun dediği gibi iktidar silahların namlusundadır. Evrimsel sosyalizm ise sosyalist devrimin, Kamboçya' daki ifadesiyle sıfır yılının başlangıcının, ancak sandıkla olacağını iddia eder. Bu kuramın en büyük savunucusu olan Eduard Bernstein Marksistlerin gereksiz devrim ve şiddet çığırtkanlığı yaptığını düşünür ( Özdemir, 2007:57; Bernstein, 1898; Akt: Heywood, 2012/2014:128-131).
Sosyalizm liberalizme nazaran refah devleti vasıflarına daha çok haizdi; lakin içinde barındırdığı baskı, şiddet, özgürlükleri kısıtlama, birey kimliğini önemsememe gibi vasıfları sebebiyle pek rağbet görmedi gerçi Anthony Crosland'ın Sosyalizmin Geleceği adlı eserinde de vurguladığı gibi insanların sosyal bir devlet için hürriyetinden ve haklarından bu kadar feragat etmesine gerek yoktu. Zira refah devleti artık mevcuttu. Refah devleti hem sosyal sorumlulukları yerine getiriyor bunu yaparken de ortak mülkiyet kavramsallaştırmasından ziyade vergilendirme yolunu seçiyor hem de insanların hürriyetlerini liberal bir devlet kadar iyi savunuyor ve kolluyordu(Crosland, 1956; Akt: Heywood, 2012/2014:151-152).Bununla birlikte unutulmaması gereken bir konu sosyalizmde çokcana eleştirdiğimiz şiddet öğelerinin devletin doğasında zaten var olduğudur. Max Weber'in devlet üzerine yaptığı tanım en çok rağbet gören tanımdır. Weber'e göre devlet: "Meşru şiddet tekelidir"( Acemoğlu ve Robinson, 2012/2015:81).
3.REFAH DEVLETİ
Alan yazınında sosyal devlet, refah devleti, refah rejimi ve sosyal refah devleti, Keynesyen refah devleti gibi terimlerle nitelendirilen bu devlet sistemine biz çalışmamızda alan yazınında da en çok kullanılan terim olan refah devleti terimiyle nitelendireceğiz.
Refah devleti terimi ilk olarak Başpiskopos Temple (Tempıl) tarafından 1941 yılında ilk defa telaffuz edilmiştir, ancak literatürde yaygınlaşması 1942 yılında hazırlanan Beveridge Raporu ile gerçekleşmiştir. Alan yazınındaki genel eğilim ise refah devletinin 1945'li yıllardan itibaren başladığıdır. Başlangıç yeri ise Batı Avrupa Devletleridir (Özdemir, 2007:16-17).
Refah devletinin tanımı noktasında ise bilimsel literatürde nerdeyse her kavram için var olan kavramın tanımı üzerine konsensüsün olmaması durumu burada da hakimdir. Kavramın birçok tanımı olmakla beraber burada en çok ön plana çıkanlardan bazıları alınmıştır.
Asa Briggs'e göre refah devleti: "Piyasa güçlerinin rolünü azaltmak amacıyla, bilinçli bir şekilde örgütlü kamu gücünün kullanıldığı bir devlet türüdür"(Briggs, 1999; Akt: Özdemir, 2007:19).Özdemir’e göre ilhamını dini ve insani duygulardan alan bir devlet sistemidir(Özdemir, 2007:68).
Refah devleti, kapitalist ekonomilerde sanayileşme ile ortaya çıkan sorunlar, artan eşitsizlik ve güvensizlik karşısında siyasal hakların gelişmesiyle devletin süreç karşısında seyirci kalamayacağı ve müdahale etmesi düşüncesinden hareketle gelişmiştir. Refah devleti şahıslara ve ailelere asgari bir gelir güvencesi veren, onları toplumsal tehlikelere karşı koruyan, sosyal eğitim, sağlık, barınma gibi sosyal hizmetler alanında belli bir standart getiren devlettir (Durdu, 2009:41).
Refah devleti, piyasa değerine bakılmaksızın vatandaşlarına minimum bir gelir garanti etmektedir. Refah devleti, yaşlılık, işsizlik, hastalık gibi belli sosyal gerçekler karşısında aileleri ve bireyleri destekleyerek riskleri minimize etmektedir. Ayrıca refah devleti, sınıflar ve statüler arasında ayrım olmaksızın tüm halkın eşit haklara sahip olmasını hizmetleri düzenleyen anlaşmalarla sağlamaktadır (Şenkal ve Sarıipek, 2007:155).
Sosyal refah devleti, "klasik olarak genellikle vatandaşların sosyal durumlarıyla, refahlarıyla ilgilenen ve onlara asgari bir yaşama düzeyi sağlamayı ödev bilen devlet olarak tanımlanmıştır. Bir diğer tanımı ise: "Fertlere yalnız klasik özgürlükleri sağlamakla yetinmeyip aynı zamanda, onların insan gibi yaşamaları için zorunlu olan, maddi gereksinimlerini karşılamalarını da kendisine ödev olarak benimseyen devlet"tir (Toprak, 2015:153).
Refah devletinin bir diğer tanımı ise şudur: "Bireylere ve ailelere asgari bir gelir güvencesi veren, onları toplumsal tehlikelere karşı koruyan, onlara sosyal güvenlik olanakları sağlayan, toplumsal konumları ne olursa olsun tüm vatandaşlara eğitim, sağlık, konut gibi sosyal hizmetler alanında belirli bir standart getiren devlettir (Koray, 2018:87).
Refah devletinin tanımlanması noktasında mihenk taşı konumda olan kişi Keynez'dir; zira refah devletinin en parlak dönemini yaşadığı 1945-1975 yılları arasında bu devlet sistemi Keynezyen Refah Devleti olarak tanımlanmış ve dünya genelinde büyük bir uzlaşı sağlamıştır. Refah devletinin öncülüğünü yapan Keynez 1942 yılında yayınlanan ve Refah devleti kavramsallaştırmasını literatürde yaygınlaştıran Baveridge Raporunada ciddi bir destek sağlamıştır. Keynez'e göre işsizlik işsizlik ödenekleri ve yeni istihdam sahalarının açılmasıyla çözülebilirdi. Keynez devletin ekonomiye aktif müdahalede bulunması taraftarıydı ve ekonomide tam istihdamı hedefliyordu. Bunları yaparken temel gayesi daha adil ve eşitlikçi bir toplum yapısı oluşturmaktı. Birçok kişi için bir hayalden ötesini ifade etmeyen bu durum Keynez için mümkündü; zira devletin bunu yapmak için elinde vergi politikası faiz oranlarının manipülasyonu vb. gibi birçok araç mevcuttu (Özdemir, 2007:194-197). Keynes'e göre neo-klasik teorinin ücret ve fiyat esnekliği nedeniyle ekonominin kendiliğinden tam istihdama ulaşacağını öne süren görüşü yanlıştır. Keynes piyasanın kendi haline bırakıldığında toplumsal kaynakların tam istihdam edileceği bir denge oluşturmadığı görüşünden hareket etmiştir (Durdu, 2009:47-48).
Refah devleti noktasında Keynes'in fikirleri birçok iktisatçı tarafından kabul gördü. Uygulandığı dönemde beklentilerin çok üzerinde olumlu sonuçlar verdi ve bu dönem altın çağ olarak adlandırıldı, lakin daha sonrasında ortaya çıkan petrol krizi, siyasi gerilimler, sosyal maliyet, neo-liberal ideolojik propaganda sebebiyle Keynesyen teori ve refah devleti uygulamaları azalmaya hatta yok olmaya yüz tuttu.
Refah devletinin toplum üzerindeki etkisi üç şekilde gerçekleşmektedir: Birincisi, refah devleti bireylere ve ailelere, minimum bir düzeyde gelir garantisi sağlamaktadır. İkincisi, kişilere ve ailelere belirli sosyal risklerin üstesinden gelmelerine destek olarak, onları bu gibi olası durumlar karşısında güvence altına almaktadır. Üçüncücü ise, sosyal refah hizmetleri aracılığıyla, statü ve sınıf farkı gözetmeksizin tüm vatandaşlara en iyi yaşam standartlarını sunmaktadır (Toprak, 2015:154).
Refah devletinin en bariz üç özelliği; müdahaleci, düzenleyici ve geliri yeniden dağıtıcı olmasıdır. Müdahalecidir; çünkü piyasa başarısızlıkları üzerine harekete geçer ve doğan sorunların giderilmesine yönelik olarak önlemler alır. Düzenleyicidir; zira iş piyasalarındaki düşük ücretlerin işçileri sefalete düşürmemesi için asgari bir ücret belirler, sosyal güvenlik ve sosyal yardım hizmetlerini üstlenir. Geliri yeniden dağıtıcıdır; çünkü vergi ve diğer politikalar ve transfer harcamalarıyla gelirin paylaşımına müdahalede bulunur ve bu şekilde toplumsal huzursuzlukların çıkmasına engel olur (Özdemir, 2007:21).
Refah devletinin en önemli fonksiyonlarından biride toplumsal barışı sağlaması ve toplumsal kaosun önüne geçmesidir. Gelir dağılımındaki uçurum açıldıkça uçurumun altında ezilenlerde intikam ve nefret duyguları da körüklenir. Bu durum her şeyden önce toplumsal barış için bir rizikodur. Mağdur ve mazlum olan bu insanlar (bu durumda gaddar ve zalimlerin olması lazım) narkoz etkisi gören bazı söylemlerle belli süre yatıştırılabilir, lakin her narkozun etkisi belli bir süre ile sınırlıdır. Bu süre nihayete erdiğinde alt sosyo-ekonomik gruptan olan insanlar önlerinde bir kaos ortamı yaratmak için hiçbir engel bulamazlar ve muhtemelen kaotik durum er ya da geç gerçekleşir. Bu noktada Dünya Bankası başkanlığı yapmış McNamara'nın 1975 yılında yaptığı bir konuşmada geçen ilgili pasaj düşüncelerimizi destekleyici yönde argümanlar sunmaktadır,
"Tarihsel olarak şiddet ve sivil ayaklanmaların yoksulluktan kaynaklandığı, yoksulluğun, kentlerin sosyal ve ekonomik yapısına yönelik olarak uçtaki siyasal akımlar tarafından istismar edilmeye elverişli bir konu olduğu yolundaki sözleri siyasal kaygının önemli boyutlara ulaştığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir"(Şenses,2013:47). Pratikte ise Arjantin'de ortaya çıkan ekonomik kriz sonucunda halkın süpermarketleri yağmalaması ve sonrasında polis ve halk arasında vuku bulan çatışmalarda yüzlerce kişinin ölmesi ve yaralanması, Meksika'da neoliberal politikalara karşı bir tepki olarak dört belediye binasının işgal edilmesi, Zambiya'da gıda sübvansiyonlarının kaldırılması sonucu halkın çıkardığı isyanda devlet görevlileri ve halk arasında çatışmalar yaşanması... Sayılan örnekler yaşanan vakaların sadece bazılarıdır (Şenses, 2013:55).
Refah devleti insanlara sağladığı güvenceler ve oluşturduğu huzur iklimi sebebiyle milletler tarafından şiddetle arzulanmaktadır, lakin devletler bu konuda pek istekli değildir. Peki neden istekli değildir? Görünüşte her bürokrat, her siyasetçi hatta her diktatör ve manipülatör halkının refah içinde yaşamasını ister; görünürde evet ama güç ve servet kelimeleri cümle içerisinde en son fedakârlık ve azalma sözcükleriyle kullanılmak isterler aynı şekilde güçlü ve servet sahibi olanlarda güçlerinin ve servetlerinin azalmasından pek hoşnut olmazlar, bu noktada kendisinden fedakârlık beklenilmesine de pek sıcak bakmazlar. Her ne kadar yapacakları fedakarlıklar sonucunda, servetlerin azalan kısmı dahi yedi kuşak onlara yetecek olsa durum aynıdır; zira mesele akıl sınırları aşan ama akıldan dayanağını alan bir haldedir. Koray'ın (2018) dediği gibi "Eşitsizliğin hüküm sürdüğü ortamda birilerinin bu mekanizmaları kendi işine gelecek biçimde kullanacağı bilinmektedir" (s.75).Bahsedilen bu şahsiyetlerde fedakârlık edip paylaşmaktan ziyade esas olan daha fazlasına sahip olmaktır. Bu noktada da Kuzey Kore'de ve Zimbabve'de yaşanılan vakalar söylemlerimizi destekleyici yöndedir.
Kasım 2009' da Kuzey Kore hükümeti iktisatçıların para reformu olarak adlandırdığı bir uygulama başlattı. Para birimi olan Won'dan iki sıfır attı.100 eski Won artık bir yeni Won'a tekabül ediyordu. Hükümet ilk etapta kişilerin eski paralarını yeni paralarla değiştirebileceğini söyledi, sonra 100 bin Won'dan fazla kimsenin para değiştiremeyeceğini söyledi 100 bin Won yalnızca 40 dolara tekabül ediyordu; yani vatandaşların tüm servetinden alabilecekleri yalnızca 40 dolardı. Kuzey Kore yönetimi böylece muazzam bir servete sahip oldu ve vatandaşların miktarı telaffuz dahi edilemeyen muhteşem birikimine el koydu (Acemoğlu ve Robinson, 2012/2015:371).
Ocak 2000'de Zimbabve'de Zimbank tarafından bir milli piyango düzenlendi. Piyango bankada para hesabı bulunan yüz binlerce kişi arasından birine çıkacaktı. Kazanan bileti kurayla çekmek için banka görevlisi Chawawa görevlendirildi. Kazanan bileti çektiğinde gözlerine inanamadı, zira biletin üzerinde Ekselansları RG Mugabe yazıyordu. Mugabe 1980'den beri Zimbabve'yi demir yumruğuyla yöneten Zimbabve başkanıydı. Banka, kuranın binlerce hak sahibi arasından çekildiğini açıkladı. Ne şanslı adam! O paraya hiç de ihtiyacı olamadığını söylemeye gerek yok elbette. Çok değil kısa bir süre önce kendisini ve kabinesini yüzde 200'e varan maaş artışıyla ödüllendirmişti (Acemoğlu ve Robinson, 2012/2015:353).
Refah devletinin en belirgin vasfı gelirin yeniden dağılımını sağlayan adilane bir mekanizma ile kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumlardır. Gelirin adilane dağıtımı refah devletinin oluşumunun temelini teşkil eder. Kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumlar ise hem bu temelin eksik yanını tamalar hem de refah devletinin sürekliliğini sağlar. Kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumların mücadele edeceği en önemli iki saik hukuksuzluk ve yolsuzluktur. Refah devleti tesis dahi edilse hukukun üstünlüğü ve yolsuzlukla mücadele aktif olmadığı sürece refah devleti varlığını devam ettiremez.
ABD'li ünlü iş adamı Cornelius Vanderbilt'in (Kornilyus Vendırbılt):"Hukuku ne diye umursayacakmışım? Gücüm yok mu? (Acemoğlu ve Robinson, 2012/2015:309) sözü güç ve hukuk arasındaki denklemi çok güzel ifade eder. Yolsuzluklara karşı gösterilecek veya gösterilmeyecek tavrın insana tesiri noktasında Kemal Tahir'in (2007) Rahmet Yolları Kesti eserinde şu sözler geçmektedir, "Ahlaki açıdan yozlaşmış ve soyguncularına karşı dur deme erdemini kaybetmiş bir millet bir yerden sonra soyguncularına sempati beslemeye başlar." Refah devletinin öncelikle temini, daha sonra sürekliliği ve en sonda sosyo-siyasi yapının bir komedi sahnesine dönüşmemesi için genelde kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumlar özelde hukukun üstünlüğünün sağlanması ve yolsuzluklarla mücadele edilmesi esastır. Acemoğlu ve Robinson'a (2012/2015) göre son 300 yıl içerisinde refah içerisinde yaşayan milletlerin tamamında kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumlar mevcuttur (s.421-429).
Refah devletlerinin sınıflandırmasında bir çok farklı model söz konusudur. Bu çeşitliliğin zamanla artması ve çeşitlenmesi ihtimal dahilindedir; zira refah devletleri için model sınırlandırılması pek mümkün değildir ve çeşitliliğin artması daha iyi modellerin oluşmasına önayak olacaktır.
Leibried, refah devleti tipolojisini dört başlık altında yapmıştır,
1)Kurumsal Refah Modeli- Bismarck Modeli
2)Modern Refah Devleti-İskandinavya Modeli
3)Kalıntı Refah Devleti- Anglo Sakson Modeli
4)Tam Oluşmamış Refah Devleti- Latin Havzası Modeli (Toprak, 2015:159-160)
Titmuss refah devleti tipolojisini üç başlık altında yapmıştır,
1)Kurumsal Refah Devleti (Sosyal Demokratik Refah Modeli)
2)Korporatist Katolik Refah Devleti (Muhafazakar Refah Devleti Modeli)
3) Liberal Refah Devleti (Kalıntı Refah Modeli)
Therborn refah devleti tipolojisi dört başlık altında yapılmıştır,
1) Güçlü Müdahaleci Refah Devletleri
2) Yumuşak Telafi Edici Refah Devletleri
3) Tam İstihdam Odaklı Küçük Refah Devletleri
4) Piyasa Odaklı Küçük Refah Devletleri (Toprak, 2015:155-156)
Esping Andersen refah devleti tipolojisi üç alt başlıktan oluşmaktadır,
1)Liberal Refah Devleti
2) Muhafazakar Refah Devleti
3) Sosyal Demokrat Refah Devleti
Avrupa'da genel olarak 4 refah devleti modeli vardır,
1) İskandinavya Modeli
2) Baveridge Modeli
3) Bismarck Modeli
4) Yardımlaşma Modeli (Şenkal ve Sarıipek, 2007:155-156).
Furniss ve Tilon refah devleti tipolojisi üç alt başlıktan oluşmaktadır,
1) Pozitif Devlet
2) Sosyal Güvenlik Devleti
3) Sosyal Refah Devleti (Özdemir, 2007:129)
Refah devletleriyle ilgili sınıflandırılmaların birbirinden çok farklı kriterlere göre yapılmış olması refah devleti tipolojilerinin çeşitliliğini arttırmıştır. Genel olarak bu sınıflandırmalarda sosyal refah harcamaları referans alınmaktadır; yalnız Esping-Andersen bu yaklaşımı doğru bulmamakta bunun yerine dekomodifikasyon [bireylerin ya da ailelerin piyasa katılımından bağımsız olarak sosyal açıdan kabul edilebilir bir yaşam standardını gerçekleştirebilme dereceleri] düzeyine bağlı bir sınıflandırma önermektedir (Toprak, 2015:156, Özdemir, 2007:124). Koray (2018) ise sosyal harcamalar ve uygulana politikalara ek olarak gelir dağılımı, işsizlik, yoksulluk, dışlanmışlığın varlığı ve boyutu gibi konularında refah devleti tipolojilerinde belirleyici olduğunu söyler (s.97).
Günümüzde refah devletleri dışında kalan devletler de dahi sosyal harcamaların payı her geçen gün artmaktadır, salt sosyal harcamalar ekseninde oluşan bir refah devleti yaklaşım bizi bazı aldatıcı verilere götürebilir, zira kapitalizmin dünyada oluşturduğu eşitsizlik ve acı o kadar büyük çaptadır ki en azından kapitalizm yaşamak için bunları yatıştırma gereksinimi hissetmektedir. Acıyı kısa süreli dindiren bir narkoz konumunda olan sosyal yardımlar bu noktada kapitalizmin ekmeğine yağ sürmektedir. Bunun yerine çalışma hakkı, istihdam oranı, gelirin yeniden dağılımı gibi kavramları kullanmak bizi daha sağlıklı bir refah devleti tanımlamasına ulaştıracağı kanaatindeyiz.
Refah devleti tipolojilerindeki geniş yelpazenin incelenmesi bu makalenin kapsamını aşacak dercede geniş olması hasebiyle bu çalışmada refah devleti modellerinin en iyisi ve refah devleti deyince ilk akla geleni olan İskandinav modeli incelenecektir.
3.1. İskandinav Modeli
Literatürde, sosyal demokrat refah devleti, evrensel refah devleti, modern refah devleti, İsveç Modeli, Kurumsal refah devleti gibi adlarla anılan İskandinav modeli içerisinde olan ülkeler beş tanedir:"Norveç, İsveç, Finlandiya, Danimarka, Hollanda"dır.
İskandinav modeli uluslararası alanda en çok ilgi gören modeldir. Tüm dünya tarafından refah devletinin ideal sekli olarak tanımlanır(Toprak, 2015:161; Şenkal ve Sarıipek, 2007:157). Bu modelin eşsiz özelliklerinden biri de herkese yüksek düzeyde gelir güvencesi sağlama ve gelirin adaletli olarak yeniden dağıtımıdır. Devletin en önemli sosyal politikası tam istihdamdır. Bu modelde tam istihdam sağlamanın yolu olarak, ilk başvurulacak çare, devletin işveren yükümlülüğünü üstlenmesidir. Yani devlet istihdamı tam istihdamı sağlamanın asıl yolu olarak görülmüştür (Özdemir, 2007:140; Toprak, 2015:161). Günümüzde vatandaşlarına yaptıkları sosyal yardım olarak tanımlayan -ki bu yardım değil olsa olsa bir hakkın gereğinin yapılmasıdır- ve bunlar vasıtasıyla halkını kendine gebe yapan, istihdam noktasında her şeyi devletten beklemeyin söylemi ile halkını kapıdan bir dilenciyi kovarcasına kovan devletlerin tahakküm sürdüğü bir dünyada İskandinav modeli gerçek bir devrimdir belki dünyanın özlediği ve beklediği devrim değildir lakin buna giden yolun mihenk taşıdır.
Diğer rejim tiplerinden farklı olarak, devlet ikinci ya da sonuncu olarak devreye girecek bir kurum olarak görülmemekte, aksine devlet tüm vatandaşlarının sosyal haklarını sağlamanın temel bir aygıtı olarak görülmektedir. Bütçenin önemli bir kısmı sosyal harcamalara transfer edilmektedir (Toprak, 2015:161-162). Ülke bütçelerinde sosyal harcamalara ayrılan payın bir imkan meselesinden ziyade bir öncelik meselesi olduğu zihinlere kazınması gereken temel bir konudur. Bu noktada aydınlatıcı bir veri Türkiyede asgari ücret politikasıdır. Asgari ücrete yapılacak cüzi bir artışın ülke ekonomisini kaosu sürükleyeceği iddiasını sayısız münadisiyle insanlara nida ettiren kişiler işler yolunda gitmeyince bu cüzi artısı yapmış ülke ekonomisi için oluşturduğu korkunç senaryoların hiçbiri tahakkuk etmemiştir.
İskandinav modelinin bir diğer emsalsiz özelliği insanları refah devleti olmanın bir gereği olarak korumakla birlikte bu durum sebebiyle onların özgürlüğünden taviz vermesini istememesidir Buna ek olarak bu model yaşlılardan daha çok gençlere yönelik sosyal politika uygulamalarına ağırlık vermesi sebebiyle de diğer rakipleri arasından sıyrılır ( Özdemir, 2007:141).
İskandinav modelinin temelinde yatan ilke tüm vatandaşlara çeşitli yardımların yapılmasıdır. Sistem herkesi kapsar, geneldir ve yardımlar bireye verilir. Öyle ki evli kadınlar eşlerinden bağımsız haklara sahiptir. Bu sistemin finansmanı geniş tabanlı ve yüksek seviyedeki vergilerle sağlanmaktadır, lakin toplum bu durumdan şikayetçi değildir; bilakis destekleyicidir (Şenkal ve Sarıipek, 2007:157-158; Özdemir, 2007:141).
Sosyal güvenlik ve yardım sistemlerinin yoksulluğun azaltılması üzerindeki etkisi bağlamında en yaygın olarak kullanılan ölçüt, bu politikalar sonucunda yoksulluktan çıkanların sayısının bu kapsamda yapılan transferler öncesindeki yoksul nüfusa oranıdır. Bu açıdan, sanayileşmiş ülkeler arasında İskandinav ülkeleri en başarılı örnekleri oluşturmuştur. Bu ülkelerde özelliklede İsveç'te ekonominin gerileme dönemlerinde ortaya çıkan yoksulluğu hemen hemen tümüyle bertaraf etmiştir (Şenses, 2013:233).
İskandinav refah devletlerinin temel karakteristiği evrensel gelir garantisi üzerine yaptıkları üçlü vurgudur; çocuklar sakatlar ve yaşlılar için oldukça gelişmiş hizmet anlayışıdır. Gelir garantisinin sağladığı geniş ve cömert güvenlik ağı yoksulluğa karşı etkili bir güvencedir. Bakim hizmetleri ailelere hem çocuk hem kariyer sahibi olma imkanı sağlar ve ayni zamanda kadınların istihdam oranlarını da maksimumlaştırır (Şenkay ve Sarıipek, 2007:159-160).
İskandinav modeli hem yaşlı hem de çocuk yoksulluğunu makul seviyede tutan, maksimuma yakın istihdam oranı sağlayan ve önleyici tedbirlere en çok öncelik veren modellerin basında gelmektedir. Nakdi yardımlardan ziyade ayni yardımlara öncelik vermektedir. TH. Marshall tarafından vurgulanan medeni, siyasi ve sosyal hakların tümü bireylere sağlanmıştır. İşçi işveren arasındaki bütünleşmenin sağlandığı nadir sistemlerdendir (Şenkal ve Sarıipek, 2007:160-161).
İskandinav modelinde temel hak ve özgürlüklerin yanı sıra sosyo-ekonomik hak ve özgürlüklerinde iyi bir konumda bulunması gelirin yeniden dağılımına ve toplumsal eşitliğe ciddi bir katkı sağlar. Bu şekilde sistemin yaşayabilirliliği ve inandırıcılığı artar. Bu model tam olarak çalışma merkezli toplum modelidir. Çalışma hakkını merkeze alır ve refah politikalarını buna göre düzenler. Çalışma hakkı ve sosyal vatandaşlık birçok yönüyle kurumsallaşmıştır (Koray: 2018:111-114).
4. YOKSULLUK
Yoksulluk sorunu, ilerlemiş dünyanın geride kalmış ayağını oluşturmaktadır. Bu sorun, asırlar boyunca bireysel sebeplere dayandırılarak izah edilmiştir hâlbuki sorun bireysel olan bir “yoksulluk” değil sistemsel olan bir “yoksunluk” tur. Kavramsallaştırma olarak yoksulluk yerine yoksunluğun tercih edilmesi bizce daha makul ve makbuldür, zira eldeki kaynakların var olan insan ihtiyaçlarını karşılamak noktasında yetersiz kaldığı durumda bir yoksulluktan söz edilebilir. Eldeki kaynakların insan ihtiyaçlarını karşılama noktasında yeterli olmasına rağmen gelirin adil dağıtılmaması sebebiyle ortaya çıkan ihtiyaçların temin edilememesi durumu yoksulluk kavramsallaştırmasından ziyade yoksunluk atfıyla nitelendirilmelidir. Daha duru bir ifadeyle yoksulluk, kaynak yokluğudur, yoksunluk, kaynak dağılımı sorunudur.
Yoksulluk problematiğinde fazlacana ihmal edilen bir nokta yoksulluğun bireysel değil sistemsel sebeplerden kaynaklandığıdır. Koray'ın da (2017) belirttiği gibi eşitsizliklerin ardındaki temel faktör var olan dünya düzenidir. Bu düzene dokunmadan istenen hedeflerin sağlanması yoksulluk problemine çözüm bulunması pek de mümkün değildir. Günümüz gerçeklerinin bize gösterdiği gibi, var olan dünya düzeninin hegemonyası arttıkça insanların sosyo-ekonomik koşullarının düzelme imkanı azalmaktadır (s.12). Stiglitz(2002/2002), var olan dünya düzeninin gündeminde olan ve olmayanları şöyle özetlemiştir: “İstikrar gündemdedir, iş sahası yaratmak değil. Vergilendirme gündemdedir, toprak reformu değil. Bankaları kurtarmak için yapılacak yardımlar gündemdedir, işlerinden olan yoksulları kurtarmak değil(s.102).
Yoksulluğun tanımı noktasında bilimsel literatürde tam bir kaos söz konusudur, zira mesele bilimin soğukkanlılığı ile incelenemeyecek derecede duygusal ve travmatiktir. Bu yüzden dolayı yapılacak yoksulluk tanımlamalarında bilimsel vurgudan ziyade duygusal vurgunun daha yararlı olacağı düşünüleceği için burada yapılacak yoksulluk tanımlamalarında bu yönü ön plana çıkan tanımlamalar alınacaktır.
Yoksulluk:" Giyilen birkaç parça eski giysiden utanmak, çoğunlukla varoşlarda ve gecekondu semtlerinde yaşamak, sorunlu evlilikleri sürdürmek, çoğu zaman umutsuzluk ve özgüven eksikliği içinde olmak, kendini yetersiz ve ikinci sınıf insan olarak görmektir"(Zastrow, 2010/2016:164-165).
Yoksulluk: "Acıdır, az yiyecekten ve uzun çalışma saatlerinden gelen fiziksel acıdır, günlük ilişkilerde aşağılanmaktan ve güçsüzlükten gelen duygusal acıdır, en temel ihtiyaçları karşılamak için yapılmak zorunda kalınan çaresiz seçimler nedeniyle ahlaki acıdır (Koray, 2010:1).
2009 İnsani gelişim endeksine göre bu endeksin en üst sıralarında olan Japonya'da dünyaya gelecek bir kişinin ortalama yaşam süresi 82,3 yıldır, bu endeksin en alt sırasında yer alan Zambia'da dünyaya gelecek bir kişinin ortalama yaşam süresi 40,5 yıldır. Bir tek bu veri üzerinde düşündüğümüzde bile insanlar arasındaki çarpıcı eşitsizlik ortaya çıkmaktadır. İnsan yaşamının süresi doğulan ülkeye göre yarı yarıya azalmaktadır. Bizim kontrolümüz dışında gerçekleşen nerede doğduğumuz o anda ortalama ne kadar uzunlukta bir yaşam yaşayacağımız belirlemektedir (Semerci, 2010:11) Dünyaya bir yoksul olarak gelmenin cezası çoğu zaman ömrünün yarısını feda etmektir. Feda edilmeyen kısmın başlangıcının ve devamının ise pek iyi olmayacağını söylemek sanırım pek iddialı bir söylem olmaz.
Açlık ve yetersiz beslenme küçük çocuklarda zihinsel engellere varacak derecede tahrip edici sonuçlara neden olabiliyor. Bebeklerin beyin gelişiminin yüzde sekseni 0-3 yaş aralığında tamamlanıyor. Eğer bu dönemde yeterli protein alınmazsa beyin gelişimi durma noktasına kadar geliyor. Bu zarar ilerleyen yaşlarda telafi edilemiyor (Zastrow, 2010/2016:173).
Gallup araştırması olarak adlandırılan ve 68 ülkeyi kapsayan araştırmaya göre, dünya vatandaşlarının yüzde 26'sı yoksulluğu ve yoksul ile zengin arasındaki uçurumu dünyanın en önemli sorunu olarak görmektedir, yani yoksulluk terörden (%12) savaş ve çatışmalardan(%9) çok daha önemli bir sorun olarak algılamaktadır (Koray:2010:15). Milletlerin görüşleri böyleyken devletlerin öncelikleri çok farklıdır, hâlbuki kuruluş amaçları halkın sorunlarını ve isteklerini kendine öncelik edinmekti! Gallup araştırma verileri sonucunda milletlerin en büyük problem olarak gördüğü konulardan biri olan gelir adaletsizliği sayısal veriler üzerinde de teyit edilmektedir. Kişi başına 129 bin dolar gelir ile kişi başına düşen gelir ortalamasında dünyanın birinci devleti olan müslüman Katar ile yine bir müslüman ülke olan ve kişi başına ortalama gelirin 300 dolar olduğu Somali arasında gelir farkı 430 kattır. Bu koşullar içinde milletler arasındaki eşitsizliği nihayete erdirmek pek mümkün olmasa da tahammül edilebilir bir seviyeye çekmek mümkündür. Bunun için ise öncelikle küresel çapta yapılacak müdahalelerle ihtiyaç vardır, çünkü problemin kendisi küresel çaptadır. Bu şartlar altında milletler arasında yapılacak bir refah yarışını en güzel niteleyecek tabir Rousseau'nun (1995) İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı adlı eserde geçmektedir: "Bir dev ile bir cüce aynı yolda yürüseler her ikisinin atacağı her yeni adım deve yeni bir üstünlük sağlayacaktır (s.129) Daha önce de söylediğimiz gibi yoksulluk bitirilmesi imkansız olan bir vaka değil sistemsel şartlardan kaynaklana bir durumdur, var olan gelir yelpazesi üzerinde yapılacak ufak transferlerin yoksulluğa etkileri noktasında Zastrow ve Koray'ın verileri dikkate şayandır.
ABD'de en varlıklı yüzde 20'lik kesim, toplam gelirin yüzde 50'den fazlasını alırken en yoksul yüzde 20'lik kesim gelirin sadece yüzde 5'ini almakta. En varlıklı yüzde 20'lik kesimin büyük serveti göz önünde bulundurulduğunda, bu servetin az bir kısmının dahi transfer yoluyla yoksul kısma aktarılması durumunda yoksulluğun ortadan kalkacağı açıkça görülebilir (Zastrow, 2010/2016:172).
BM 2005 Raporu'nda, bir doların altında gelirle yaşayan bir milyardan fazla aşırı yoksulu, yoksulluktan kurtarmak için 300 milyar dolarlık bir harcamaya ihtiyaç olduğu tahmin edilmiştir. Bu harcamanın dünyanın en zengin yüzde 10'un gelirinin ancak yüzde 1,6 sı düzeyinde olduğu söylenmektedir. Yoksulluğun bitirilmesi için yukarıdan aşağıya doğru çok mütevazi bir transferin dahi yaralı olacağı açıktır (Koray: 2010:14).
Hükümetler yoksulluğu ortadan kaldırabilecek kaynaklara sahip ama bunu yapma niyetinde değiller. Girecekleri bir savaş, yapacakları bir ideolojik propaganda, muarızların tasfiyesi için harcanacak bir kaynak gibi durumlarda milyonlarca bazen milyarlarca dolar kaynak bulan devletler, söz konusu yoksulluğun bitirilmesi, yoksulların yaşam koşullarının değiştirilmesi, yoksulların insan haysiyetine yaraşır bir yaşam sürmesi gibi konular olduğunda nakaratları ahenkli olan ama çoğu zaman insanı sıkan o klasik şarkıyı söylemektedirler: "Bütçemiz buna el vermiyor, Bunların yapılması durumunda ülkede kriz olur ."( Zastrow, 2010/2016:181; Koray,2010:14).
Sosyal adalet, gelirin adil dağılımı, yoksulluğun dizginlenmesi gibi kavramlar siyasi ve iktisadi güç sahipleri tarafından sürekli imkânsızmış gibi lanse edilmektedir, lakin bu konuların tahakkuku için ne bir sihirli değneğe ne de bir mucizeye ihtiyaç vardır. Meseleyi öncelik meselesi olarak addetmek kâfidir. Öncelik meselesi olarak sayılan siyasi propaganda, güç gösterileri, destekçilere sunulan lüks hayat ve kaynaklara sınırsız erişim imkânı gibi telaffuzunun dahi belli bir matematik birikimini gerektirdiği ödenekler bunun en açık örnekleridir.
Yoksulluğa çözüm noktasında sunulan alternatif bir yöntem "Temel Gelir Uygulaması"dır. Koray'a (2007) göre temel gelir uygulaması herhangi bir kritere ve incelemeye bağlı olmaksızın tüm vatandaşlara yönelik bir hak olarak düşünülmektedir. Bu önerinin kökenleri ütopyatik sosyalistlere dayanmaktadır. Bu öneri ile sosyal adalet ve sosyal güvence noktasında belli bir standartın yakalanacağı düşünülmektedir (s.35-37).
Temel gelir uygulaması dışarıdan bakıldığında gayet pozitif duygular uyandırmaktadır, lakin bu öneri üzerine derinlemesine yapılacak bir zihin egzersizinde tehditkar noktalar hemencecik göze çarpmaktadır. Her şeyden önce temel gelir uygulaması "çalışma merkezli toplum" ilkesine aykırıdır. Bugün sosyal yardım faaliyetlerinde dünyanın vardığı nokta insanları yardımlarla ayakta tutmak değildir, yeni istihdam ortamları oluşturarak yeniden hayata kazandırmaktır. Temel gelir uygulaması tüm topumu kapsayacak geniş bir yelpazede düşünülmektedir. Dünyada cüzi sosyal yardımların yapılmasında dahi yaşanan sıkıntılar göz önünde bulundurulduğunda bu durumun pek uygulanabilir olmadığı ortadır. Bir an için uygulanabilir olduğunu düşünsek dahi bu sefer karşımıza yeni risk alanları çıkmaktadır. Sürekli miskinler, acizler, tembeller olarak nitelendirilen yoksullar bu uygulamayla daha fazla etiketlenecek ve kendilerine vurulan bu haksız yaftalara görece haklı mesnetler bulunacaktır.
Yoksulluk konusunda temel problem gelirin yeniden dağıtılması meselesidir. Bu mesele büyümek, gelişmek, ilerlemek kavramlarından dahi çok daha önemlidir. Eğer ilki olmazsa ikincileri sadece belli bir kesim için anlamlı olgular olur. Forbes dergisinin listesinde yer alan en zengin 500 kişinin varlığı dünyanın en fakir 416 milyon insanın gelirini aşmaktadır (Koray, 2010:6). Bugün dünya üzerinde yüz altmış dolar milyarderi ve yaklaşık iki milyon dolar milyonerine karşılık yüz milyon evsiz vardır. Dünya ülkelerinin çoğunda servet belli aileler ve bireylerin elinde yoğunlaşmış durumdadır. Bu serveti elinde bulundura küçük grup diğer büyük grubun yoksullaşması sayesinde bu servete sahiptir. Yani servet ve yoksulluk birbiriyle ilişik kavramlardır (Zastrow,2010/2016:170-172). Refah devletlerinin asıl mesuliyeti ise tam olarak bu noktada başlar, çünkü refah devletleri toplumdaki bölüşüm mekanizmasının adilane işlemesiyle mükelleftir. Bunu yaparken elinde vergilendirme, para politikalarını tayin etme, sübvansiyon alımları gibi birçok imkâna sahiptir. Eğer ortada bir refah devleti yoksa bu muazzam gelir adaletsizliği yoksulluk döngüsünü oluşturur.
Birçoğumuz dünyanın eşit fırsatlar diyarı olduğunu düşünmekte ve çaba gösterenlerin sınıf atlayabileceğini düşünmektedir. Kapsamlı araştırmalar ise bu düşünceyi teyit etmek bir yana tekzip etmektedir. Yoksul ailelerde doğan çocuklar yetişkinlik döneminde de yine aynı koşullarda yaşıyor. Yoksulluğa bir kere yakalandığınızda ki bu büyük ölçüde doğduğunuz an oluyor, ömrünüzün geri kalanını bu döngü içerisinde yaşamak zorunda kalıyorsunuz( Zastrow, 2010/2016:165)
Yoksulluk döngüsü, yoksulluk kültürü olarak nitelendirilen kavramın en önemli savunucularından olan Antropolog Oscar Lewis, bu kültür içinde büyüyen bireyler fazlasıyla kaderci, çaresiz, bağımlı, aşağılık kompleksine sahip olma eğilimindedir. Yaşadıkları hayatta mutsuz, gelecek noktasında plan yapma konusunda umutsuzdurlar. Her türlü psikolojik bozukluğa da yatkındırlar demiştir. Yoksulluk kültürü, bir kez oluştuktan sonra onu besleyen iktisadi etmenler ortadan kalksa dahi devam eder. Yoksulların toplumdan izole yaşıyor olmaları, onların çoğu zaman gettolara hapsedilmesi onları bu kültüre hapseden temel sebeptir. ABD'de yoksulluk döngüsü içinde yaşayanlar için öteki Amerika tanımını ortaya koyan Michael Harington, Yanlış ailede, yanlış şehirde, yanlış ırk ya da etnik grupta ya da yanlış endüstride doğmak. Bu hata bir kez yapıldığında irade ve erdemin iyi bir örneği olunsa bile bu kişilerin büyük çoğunluğu öteki Amerika'yı terk etme şansını hiç bulamayacak sözlerini sarf etmiştir (Zastrow, 2010/2016:177-179). Yoksulluk kültürünü yok etmek yoksulluğu yok etmekten daha zordur (Oktik,2008:75). Ortada bu tarzda yanlış ve anlamsız bir döngü var ise bunu meşrulaştıracak bir argümana sahip olmak bir zorunluluktur bu noktada bireyselcilik miti hemencecik imdada yetişmektedir.
Bu mit temel olarak yoksulluğu, insanların yetersizliklerine yanlışlarına, ahlaksızlıklarına, tembelliklerine bağlamaktır. Oysa ahlaki açıdan yozlaşma ne kişilerin seçimlerine bağlanabilir ne de klasik ahlaki öğretilere bağlanabilir. Evinde bekleyen yavrusuna bir lokma ekmek götürmek için bir erkekle gayrimeşru ilişkide bulunan kadını ahlaksız olarak nitelendiren bir doktrin ne kadar ahlaki addedilebilir? Her şeyden önce işsiz, yoksul ve bunların zorunlu sonucu çaresiz ve de sorumsuz kitleler karşısında biraz hayırseverlik, biraz suçlama karışımı olan duyguların ötesine geçmek ve daha sorgulayıcı olmak gerekli görünüyor. Bunu yapmak pek kolay olmadığından, çoğu zaman yoksulların görüş alanının dışına itildiği, görmezlikten gelindiği veya ötekileştirildiği bir toplum ve dünya oluşmasının önüne geçmek pek mümkün olmamaktadır. Toplum dışına itilen bu kitlelere de merhamet dilencisi ile isyancı olmak arasında gelinen acımasız bir dünya kalmaktadır unutmamak gerekir ki bu insanların isyancı olma kimliği doğası gereği uzun bir süre masum kalınamama ilkesinin zorunlu sonucudur. Bauman'ın da dediği gibi masum yoksullar toplumun açık düşmanlarıdır, savunmasız, korumasız ve sessiz açık düşmanları... (Koray, 2010:11).
Fakirler tembel değildir; hatta çoğunlukla iyi durumda olan insanlardan daha çok çalışırlar ve günün daha büyük bir bölümünü çalışarak geçirirler. Birçoğu kısır döngüler içindedir: gıda eksikliği sağlıklarının bozulmasına neden olur, bu da para kazanma kapasitelerini sınırlar, sonuçta sağlıkları daha da bozulur. Zar zor hayatta kalan bu insanlar çocuklarını okula gönderemezler ve çocukları da yoksul bir hayat yaşamaya mahkum olur. Yoksulluk nesilden nesle geçer (Stiglitz, 2002/2002:104).
Yoksulluğu bitirebilmeye yönelik teorilerin genel özelliği insanların çalışır durumda olması olarak ön plana çıkmaktadır, peki durum gerçekten böyle mi? En azından çalışan yoksulluk tanımlamasının alan yazınında bu kadar hakim olduğu bilimsel paradigma için olmamalı.
İşsizlik doğal olarak yoksullukla bağdaştırılıyor. Ancak çalışıyor olmak da yoksulluğa maruz kalmamanın garantisini vermiyor, 1,5 milyondan fazla hane reisi tam zamanlı olarak çalışmasına rağmen yoksulluk sınırının altında gelire sahip. Toplumun büyük çoğunluğu çalışmanın insanı yoksulluktan kurtaracağını zannediyor, ne kadar da iyi niyetli! Dünyada iki dolarlık geliri olan yaklaşık iki milyar insan zaten çalışmakta ve çalışmak vasfının yanında yoksul diye gurur ve onur verici bir ünvana da sahip olması gayet manidar... (Zastrow, 2010/2016:177, Koray,2010:8).
Çalışan yoksulların aldıkları yetersiz ücretin yanı sıra tartışılması gerekilen bir diğer nokta bu cüzi geliri kazandıkları çalışma ortamlarıdır. Bu noktada Kleın’in (2000/2012) anlattıkları şaşkınlık yaratacak düzeydedir: “Filipinler’de on beş dakikalık molalar haricinde tuvalet kapıları kilitli tutulmaktadır. Çalışanlar ise tuvaletlerini makinelerin altındaki plastik torbalara yapmaya zorlanmaktadır. Çin’de işçilerin makinelerin altında uyumak zorunda oldukları üç günlük vardiyalar belgelenmiştir. Honduras’ta işçilere amfetamin iğneleri yapılarak kırk sekiz saat boyunca aralıksız devam eden çalışma süresinde ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Cavite’de işçiler, sabah ikilere kadar çalışmaya zorlanmakta ve ütü bölümünde çalışan ve cildi yanık izleri içerisinde bebekler doğuran kadınlara rastlanılmaktadır. Meksika’da çalışan hamile kadınlar gece saatlerine kadar ücretsiz ve zorunlu mesaiye tabii tutulmaktadır ve kadın işçilerle yapılan sözleşmeler 28 günlüktür. İşçiler düzenli olarak utanç verici regl kontrolüne girmektedir, hamile kalması durumunda derhal işten çıkartılmaktadır. El Salvador’da çalışan kadınlar fabrikaların dağıttığı doğum kontrol haplarını zorunlu olarak kullanmaktadır. Böylece kadınların hamile kalmasının önüne geçilmektedir. Sri Lanka’da bir kadın doğum yaptıktan sonra işini kaybetmekten korktuğu için, çocuğunu tuvalette boğmak zorunda kalmıştır. (s.232-243).
Hayırseverlik ve yoksulluk bağlantısı herkesçe bilinen bir durumdur. Yoksullar sayesinde insanlar hayırseverliklerde bulunurlar. Bu duruma farklı bir bakış açısıyla yaklaşan Ehrenreich'in (Erınriç)görüşleri ise fazlacana dikkat çekici: "Bir kişi hayatını sürdürebileceğinden daha az bir parayı kabul ederek sizin için çalışıyor ise örneğin sizin daha ucuz ve kolay şekilde beslenebilmeniz için aç kalıyorsa, becerilerinin, sağlığının ve hayatının bir kısmını size hediye ediyor, kendini size feda ediyor demektir. Çalışan yoksullar olarak adlandırılanlar, toplumumuzdaki en büyük hayırseverlerdir. Kendi çocuklarını ihmal ederek başkalarının çocuklarının bakımını üstlenirler, sağlıksız barınma koşullarında yaşayarak diğer evlerin temiz ve mükemmel olmalarını sağlarlar, enflasyonun düşük, borsa endekslerinin yüksek kalması için muhtaçlığa katlanırlar. Çalışan yoksul olmak isimsiz bir hayırsever olmaktan farksızdır (Ehrenreich, 2001; Akt: Zastrow, 2010/2016:180).
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 25. Maddesi, her insanın kendisinin ve ailesinin sağlığını ve refahını sağlayacak bir yaşam, yaşama hakkı olduğunu söyler. Bu madde yoksulluğun hayırseverlik ekseninde yaklaşılmaması bilakis bir hak ekseninde incelenmesi gereğine vurgu yapan uluslararası bir hukuki normdur. Konunun bu eksende incelenmesi hem konuya farklı bir bakış açısıyla yaklaşmayı sağlayacaktır hem de bu bakış açısından kaynaklanan farklı çözüm önerilerini ortaya çıkaracaktır.
Yoksulluğu insan hakları ihlali olarak kavramsallaştırmak, hayırseverlik yerine sorumluluk/yükümlülük kavramlarını da beraberinde getirir. Hak ihlalinden bahsetmek aynı zamanda bu hak ihlalinden kimin sorumlu olduğu sorusunu da sormamızı sağlar. Yoksul kişileri, hakları ihlal edilmiş kişiler olarak gördüğümüz noktada yoksulluğu yoksul kişilerin başarısızlıkları, kaderleri, talihsizlikleri ya da onların sorumsuzlukları olarak değerlendirmekten ziyade yoksulluğu oluşturan koşullara dikkatimizi yöneltiriz ( Semerci, 2010: 3-4).
Bir insan hakkı ihlali olarak yoksulluk tanımlamasının en önemli vasfı yoksulluğa yardım/hayırseverlik bakış açılarından bakarak yardım kavramından ziyade bir hak kavramı olarak atıf yapmasıdır. Yardım üstte olanın altta olana yaptığı lütuftur, halbuki insanlar devleti kendilerine lütufta bulunması için kurmadı, haklarını güvence altına almak için kurdu ve bunu yaparken de devletin iktisadi gücünün temelini ve büyük kısmını verdiği vergiler (veya lütuflar) yoluyla sağladı. Bir nevi kendilerini güvence altına aldıkları bu vergilerin zor ve sıkıntılı günlerinde kendilerini kurtaracağını tahayyül etti ve gerçekten bu düşünce bir hayal olarak kaldı. Devletler ya bu hakları vermedi ya da verdiğinde bir lütuf, bir erdem, bir hayırseverlik, bir minnet vasıtası olarak gösterdi.
Kamu hukukunda hakların kazanılması kişilerin iradesine bağlı değildir. Herkes salt insan olma sıfatı sebebiyle, insan onuruna yaraşır bir yaşam sürme hakkına sahiptir ve bu hak hiçbir halükârda terk edilemez, devredilemez, yardımseverlik ve iyilik gibi farklı tanımlarla nitelendirilemez, zira kamu hukukunda haklar devlete karşı ileri sürülen ve devlet zorbalığına karşı bireyi koruyan temel güvencelerdir (Akkuş ve Aktükün, 2016: 100).
Yoksulluk ölçütleri noktasında literatürde en çok ön plana çıkan yaklaşımlar mutlak yoksulluk kriteri ve göreli yoksulluk kriteridir. İnsanları kazandıkları birkaç dolar üzerinden veya yoksul bir ülkede görece iyi olan 5-10 dolarlık gelir üzerinden sınıflandırmanın kusurlu ve hatalı tarafları saymakla bitmeyecek kadar fazladır, bu yüzden çalışmada bu ölçütlere yer verilmeyecektir. Bunun yerine Amartya Sen'in yapabilirlik yaklaşımına değinilecektir.
Yapabilirlik yaklaşımı insanların refah seviyesini ölçmek için gerçekten neler yapabildiklerine, nasıl bir hayat sürebildiklerine bakmamız gerektiğini söyler. Kişilerin yapabilirlikleri sağlandıktan sonra eylemi yapıp yapmaması kendi tercihine bırakılmıştır. Başka bir ifadeye bu yaklaşımda kişilerin gelirlerinden çok, bunların bireylerin hayatlarını değiştirebilme kapasitesi üzerinde durulmaktadır. Buna göre kişi yardım edilecek bir varlık olarak değil, yapmak istediklerini gerçekleştirebilecek bir aktör olarak görmek gerekir ve onun bunları gerçekleştireceği koşulları sağlamak gerekir (Semerci,2013:13, Koray,2010:5).
Gelir dağılımı ve yoksulluk arasındaki bağı en güzel anlatan sözlerden biri Gandhi'ye aittir. Hindistan yoksul bir ülke değil, yoksulların yaşadığı zengin bir ülkedir (Şenses, 2013:328). Refah devletinin yeniden vergilendirme yoluyla gelirin adil dağılımı, çalışma merkezli toplum yapısıyla lütuftan ziyade hak kavramına vurgu yapan yanı, piyasanın acımasız koşullarında bireyi destekleyen ve koruyan tavrı şüphesiz ki yoksulluğun azaltılmasında çok büyük bir pay sahibi olacaktır, lakin küresel çapta bir problem olan ve insanlık tarihini en uzun süre meşgul eden problemlerin başında gelen, birçok kanlı ihtilalin, savaşın, kavganın başat faktörü olan yoksulluğun bitirilmesi sanıldığından çok fazla emek ve çaba gerekmektedir. Kaldı ki bu çabalar küresel çapta uygulanmadığı sürece pek de anlamlı olmayacaktır. Var olan durumun eleştirisini bile yapmanın dahi çok boyutlu bir yaklaşım ve uzun bir emeği gerektirdiği meselede çözüm yollarının belirlenmesi takdir edileceği üzere ne çok kolaydır ne de içinde bulunan durumda anlamlıdır. Tüm bu olumsuzluklara rağmen refah devleti uygulamalarının bu doğrultuda atılan önemli adımlar olduğunu yadsımamak gerekir.: Yoksulluk konusu alt kavramları ve etkileşimde olduğu sistemler hasebiyle gayet geniş bir konudur. Bu çapta geniş bir konunun bir makalenin kapsamının fazlacana dışında satırların yazarının ise iktidarının üzerinde olduğu düşünüldüğünde çalışmanın başlangıç için dahi yetersiz olduğu çok açıktır.
SONUÇ
Refah devleti; vatandaşlarına sağladığı minimum gelir garantisiyle, yardım yerine çalışmayı ön plana çıkartan çalışma merkezli toplum yapısıyla, bireyi piyasanın acımasız koşullarıyla baş başa bırakmayan korunaklı yapısıyla, geliri yeniden dağıtıcı olan onarıcı yapısıyla yoksulluk zehirinin panzehiri olmaya adaydır. Dünyada an itibariyle yaşanılan yoksulluk, bireysel sebeplerden ziyade sistemsel sebeplerden kaynaklanmaktadır. Var olan dünya düzeninin devamlılığı yoksulluğun bitirilmesinin önündeki en büyük engeldir. Sistemsel bazda müdahalenin şu an için pek de mümkün olmadığı düşünüldüğünde, uygulanacak en doğru stratejinin ülkeler bazında refah devleti uygulamalarına ağırlık vermek olduğunu söylemek sanırız pek de hatalı olmayacaktır. Bu şekilde birey hem acımasız egemen sistemin yıkımlarından en az hasar ile kurtulacak hem de mevcut düzenin oluşturduğu çarpık sistemi değiştirme edimi bir yerden başlamış olacaktır. Refah devleti uygulamalarında tek tip bir modelden veya tekâmülü nihayete ermiş bir sistemden bahsetmenin mümkün olmadığı düşünüldüğünde, ülkelerin yerel yapısını var olan imkân ve sınırlılıklarını göz önünde bulundurarak farklı refah devleti uygulamalarını tatbik etmeleri veya yeni refah devleti modelleri üretmeleri karmaşık olan yoksulluk problematiğine karşı kuşatıcı ve kapsayıcı çözüm önerileri getirme ihtimalini de arttıracaktır. Problemin kendisi olan yoksulluğun, milyonlarca değişken ile girdiği etkileşim düşünüldüğünde problemin karmaşıklığı rahatcana anlaşılabilir. Elbette ki bu kadar karmaşık olan bir problemin çözümü tek bir veya birkaç refah devleti uygulamasıyla nihayete ermeyecek gibidir. Bu yüzden farklı tipte refah devleti modellerinin üretilmesi problemin çözümüne ek katkı sağlayacaktır. Ama problemin çözümü bunların hepsinin ötesinde var olan dünya düzeninin değiştirilmesi suretiyle gerçekleşecektir.
KAYNAKÇA
Acemoğlu, D. ve Robinson, J.A. (2015). Ulusların Düşüşü.(Çev. Velioğlu, F.R.) 9. Baskı, İstanbul: Doğan Kitap.
Akkuş, P. ve Aktükün, Ö.B. (Ed.). (2016). Sosyal Hizmet ve Öteki: Disiplinlerarası Yaklaşım. (2.Baskı). İstanbul: Bağlam Yayıncılık.
Dahl, R.A. (2010). Demokrasi Üzerine. (Çev. Kadıoğlu, B.) 2. Baskı, Ankara: Phoenix Yayınevi.
Durdu, Z. (2009). Modern Devletin Dönüşümünde Bir Ara Dönem: Sosyal Refah Devleti. Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 22, 37-50.
Heywood, A. (2014). Siyasi İdeolojiler. (Çev. Bayram, A.K., Tüfekçi, Ö., İnaç, H. , Akın, H. ve Kalkan, B.) 8. Baskı, Ankara: Adres Yayınları.
Kleın, N. (2012). No Logo. (Çev. Uysal, N.) 4. Baskı, Ankara: Bilgi Yayınevi.
Koray, M. (2007). Sosyal Politikanın Anlamı ve İşlevini Tartışmak. Çalışma ve Toplum, 4, 19-55.
Koray, M. (2010). Büyüyen Yoksulluk-Yoksunluk Sorunu ve Sosyal Hakların Sınırları. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, 42, 1-31.
Koray, M. (2017). Eşitlik ve Sosyal Devletin Vaatleri ya da Sınırları. Emek Araştırma Dergisi, 8 (12), 1-26.
Koray, M. (2018). Sosyal Politika. (5.Baskı). Ankara: İmge Kitabevi.
Oktik,N. (Ed.). (2008). Türkiye’de Yoksulluk Çalışmaları. İzmir: Yakın Kitabevi Yayınları.
Özdemir, S. (2007). Küreselleşme Sürecinde Refah Devleti. İstanbul: İTO Yayınları.
Rousseau, J.J. (1995). İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı. (Çev. İleri, R.N.) 5. Basım, İstanbul: Say Yayınları
Semerci, P.U. (Ed.). (2010). İnsan Hakları İhlali Olarak Yoksulluk. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Stiglitz, J.E. (2002). Küreselleşme: Büyük Hayal Kırıklığı. (Çev. Taşçıoğlu, A. Ve Vural, D.) 2. Baskı, İstanbul: Plan B Yayıncılık.
Şenkal, A. ve Sarıipek, D.B. (2007). Avrupa Birliği’nin Karşılaştırmalı Refah Modelleri ve Sosyal Politikada Devletin Değişen Rolü. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2 (14), 146-175.
Şenses, F. (2013). Küreselleşmenin Öteki Yüzü Yoksulluk. (6. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.
Tahir, K. (2007). Rahmet Yolları Kesti. (2.Baskı). İstanbul: İthaki Yayınları.
Toprak, D. (2015). Uygulamada Ortaya Çıkan Farklı Refah Devleti Modelleri Üzerine Bir İnceleme. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 21, 151-175.
Zastrow, C. (2016). Sosyal Hizmete Giriş. (Çev. Çiftçi, D.B.) 4. Baskı, Ankara: Nika Yayınevi.
.
21