Academia.eduAcademia.edu

Kuruluş Sorunu: Bir Devlet İki Cumhuriyet Üzerine

2017, Birikim

Birikim'in Aralık 2017 tarihli 344. sayısında yayımlanmıştır (ss. 80-87) Dinçer Demirkent'in doktora çalışmasına dayanan kitabı Bir Devlet İki Cumhuriyet geçtiğimiz aylarda Ayrıntı Yayınları'ndan çıktı. Kitap çok çalışılmış bir konuyu -Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu-ele alıyor, fakat yeni ve özgün bir perspektif sunmayı başarıyor. Yazarın bunu yapmasını mümkün kılan şey, "kuruluş" sorununu yalnızca bir siyasi tarih meselesi olarak değil, fakat aynı zamanda ve hatta öncelikle kuramsal ve anayasal bir mesele olarak incelemesi; başka bir deyişle, bir toplumun kendisini siyasi-hukuki varlık olarak inşa etmesi anlamında "kurucu edim"in kuramsal/felsefi temellerine ve anayasal tezahürlerine odaklanması. Dolayısıyla hem siyasi tarih, hem anayasa hukuku, hem de siyaset felsefesi literatürleriyle meşgul olan, çok katmanlı ve dikkate değer bir çalışma Bir Devlet İki Cumhuriyet. Yazar bu farklı literatürlerin bulgu ve birikimine dayanarak kitap boyunca onlarla eleştirel bir diyalog sürdürüyor ve bunu yaparken önemli katkılarda bulunuyor. Kitabın temel tezi, başlığın yalınlıkla telmihte bulunduğu üzere, cumhuriyetin iki farklı kuruluşu veya kurucu momenti olduğu. Demirkent birinci kuruluşun 1921, ikinci kuruluşun ise 1924 anayasasında ifadesini bulduğunu; söz konusu iki momentin cumhuriyetin kuramsal, siyasal ve anayasal anlamı konusunda birbirinden farklı ve hatta birbirine karşıt vizyonlar taşıdığını; ve nihayet, anayasal düzenimizin bu iki farklı kuruluş ve iki farklı cumhuriyet arasındaki çatışma bağlamında biçimlendiğini ileri sürüyor. Bu tezi temellendirmeye yönelik zengin ve hareketli tartışmanın kitap boyunca birbiriyle içiçe geçen üç ana düzlemde seyrettiğini söylemek ve dolayısıyla kitabın özgün katkısını üç düzlemde değerlendirmek mümkün. (1) Bunlardan ilki, siyasi tarihimizin en önemli "yeni başlangıç" momenti olarak cumhuriyetin kuruluşunda ne olduğuyla, yani tarihsel olgunun yorumlanmasıyla ilgili. Demirkent'in iki kuruluş savı, bu açıdan bakıldığında, 1921

Kuruluş Sorunu: Bir Devlet İki Cumhuriyet Üzerine Serdar Tekin Birikim’in Aralık 2017 tarihli 344. sayısında yayımlanmıştır (ss. 80-87) Dinçer Demirkent’in doktora çalışmasına dayanan kitabı Bir Devlet İki Cumhuriyet geçtiğimiz aylarda Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Kitap çok çalışılmış bir konuyu ―Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu― ele alıyor, fakat yeni ve özgün bir perspektif sunmayı başarıyor. Yazarın bunu yapmasını mümkün kılan şey, “kuruluş” sorununu yalnızca bir siyasi tarih meselesi olarak değil, fakat aynı zamanda ve hatta öncelikle kuramsal ve anayasal bir mesele olarak incelemesi; başka bir deyişle, bir toplumun kendisini siyasi-hukuki varlık olarak inşa etmesi anlamında “kurucu edim”in kuramsal/felsefi temellerine ve anayasal tezahürlerine odaklanması. Dolayısıyla hem siyasi tarih, hem anayasa hukuku, hem de siyaset felsefesi literatürleriyle meşgul olan, çok katmanlı ve dikkate değer bir çalışma Bir Devlet İki Cumhuriyet. Yazar bu farklı literatürlerin bulgu ve birikimine dayanarak kitap boyunca onlarla eleştirel bir diyalog sürdürüyor ve bunu yaparken önemli katkılarda bulunuyor. Kitabın temel tezi, başlığın yalınlıkla telmihte bulunduğu üzere, cumhuriyetin iki farklı kuruluşu veya kurucu momenti olduğu. Demirkent birinci kuruluşun 1921, ikinci kuruluşun ise 1924 anayasasında ifadesini bulduğunu; söz konusu iki momentin cumhuriyetin kuramsal, siyasal ve anayasal anlamı konusunda birbirinden farklı ve hatta birbirine karşıt vizyonlar taşıdığını; ve nihayet, anayasal düzenimizin bu iki farklı kuruluş ve iki farklı cumhuriyet arasındaki çatışma bağlamında biçimlendiğini ileri sürüyor. Bu tezi temellendirmeye yönelik zengin ve hareketli tartışmanın kitap boyunca birbiriyle içiçe geçen üç ana düzlemde seyrettiğini söylemek ve dolayısıyla kitabın özgün katkısını üç düzlemde değerlendirmek mümkün. (1) Bunlardan ilki, siyasi tarihimizin en önemli “yeni başlangıç” momenti olarak cumhuriyetin kuruluşunda ne olduğuyla, yani tarihsel olgunun yorumlanmasıyla ilgili. Demirkent’in iki kuruluş savı, bu açıdan bakıldığında, 1921 Anayasası’nı “kuruluş”dan ziyade “kurtuluş” bağlamında değerlendiren ve onu müstakil bir kurucu edim olarak değil de dönemin şartlarında ulus-devlete geçişin zorunlu, kusurlu ve aşılması mukadder bir basamağı olarak kodlayan anlayışa karşı çıkıyor. Ve hemen 1 belirtmeliyim ki bunu bence ikna edici bir biçimde yapıyor. (2) 1921 Anayasası’nının farklı ve müstakil bir kuruluş olduğu tezi, kuramsal temellerini “kurucu iktidar” tartışmasından alıyor. Yazar, bu düzlemde, kurucu iktidarın normatif niteliği veya meşruiyeti sorununa sistematik olarak kayıtsız kalan Türkiye anayasa hukuku literatürüyle tartışarak, kurucu iktidarı “halk egemenliği” ve “demokratik meşruiyet” açısından ele almaya yöneliyor. Kitapta “kurucu iktidarın demokratik teorisi” olarak adlandırılan bu girişim, Türkiye’de layıkıyla tartışılmayan, hatta belki tam anlamıyla farkında bile olunmayan bir dizi siyasi/felsefi temel meseleyi mercek altına alması bakımından son derece önemli. Fakat Demirkent’in kısmen Hannah Arendt ve büyük ölçüde Carl Schmitt’e dayanarak yürüttüğü spesifik tartışma ve bu tartışma üzerinden açmak istediği teorik hat, bana kalırsa bazı önemli sorunlarla malûl; bu sorunlara aşağıda işaret edeceğim. (3) Nihayet, kitap ilk iki düzlemdeki tartışmadan hareketle üçüncü bir tartışma daha açarak, cumhuriyetin iki kuruluşu arasındaki tansiyonun anayasal tarihimizi nasıl biçimlendirdiğini ve biçimlendirmeye devam ettiğini, “dinamik cumhuriyet” başlığı altında ve “kurucu iktidarın sürekliliği” savı temelinde soruşturuyor. Bu soruşturma, ilk ikisiyle karşılaştırıldığında nispeten daha kısa ve dar kapsamlı tutulmuş olmasına rağmen, kurucu edimin niteliği ile anayasal tarihin seyri arasındaki ilişkiyi irdelemesi bakımından özellikle kayde değer. İki Kuruluş Tezi Şunu sorarak başlayalım: Cumhuriyetin iki farklı/karşıt kuruluşunu birbirinden ayırt eden şey tam olarak nedir? Demirkent’e göre bu sorunun yanıtı 1921 ve 1924 kuruluşlarında siyasal topluluğun nasıl tahayyül edildiği ve buna bağlı olarak egemenliğin ve siyasal meşruiyetin nasıl kavrandığıyla ilgili. Yazarın tabiriyle 1921’in “üst kurgu”su, kendi heterojenliğinin farkında olan bir topluluk anlayışına dayanmış ve dolayısıyla etnik, sınıfsal ve cinsiyet olarak parçalı, hatta çatışmalı bir “halk” anlayışını esas almıştır. 1924’ün “üst kurgu”su ise siyasal topluluğu etnik bakımdan homojen, sınıf çatışmalarının ve cinsiyetler arası eşitsizliğin bulunmadığı yekpare bir “ulus” olarak vazetmiştir. Kitapta “halk” ve “ulus” terimleriyle ayırt edilen bu iki siyasal topluluk kavrayışı, siyasal meşruiyetin temellendirilmesi ve egemenliğin tesisi bakımından da ister istemez iki farklı kurucu siyasete, iki farklı anayasal vizyona ve sonuç olarak iki farklı cumhuriyet tipine işaret ediyor. Yazar birinci kuruluşun siyasal meşruiyet anlayışında halkın kendi kaderini “bizzat ve bilfiil” şekillendirmesi anlamında demokratik bir nitelik taşıyan “halk egemenliği” ilkesinin önemli bir rol oynadığını; oysa ikinci kuruluşun, ulusu soyut ve yekpare bir varlık olarak vazetmek suretiyle, “saf temsil” esasına dayalı “ulus egemenliği” anlayışına dayandığını savunuyor. 2 Demirkent’in yürüttüğü tartışmada birinci kuruluşun üç sacayağı olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan ilki, Mondros Mütarekesi akabinde kendiliğinden ortaya çıkarak yerel direnişi örgütleyen kongre iktidarları süreci. Yazar, özerk kongreleri halkın kendi kaderini bizzat ve bilfiil belirleme iradesini ortaya koyan, böylece halk egemenliğinin yerel düzeyde doğrudan icra ve tecrübe edildiği kamusal alanlar yaratan hareketler olarak görüyor. “Doğal olarak, bölgelerindeki bütün Müslüman nüfusu temsil ettiğini düşünen bu örgütlenmeler, interregnum [iktidar boşluğu] durumunda kurucu faaliyetin nüveleri olacaktır. Bu kurucu faaliyet, kongrelerde delegeler tarafından alınan kararlar, kimi zaman yasama faaliyetine varan düzenlemelerle kalmamakta, (…) halkın doğrudan, temsilsiz varlığına da dayanmaktadır. Kararların alındığı mitingler bunun en önemli göstergesidir.” (s. 98) Demirkent, ikinci olarak, dönemin “halkçılık” anlayışına dikkat çekiyor. Cumhuriyetin iki farklı kuruluşu içinde halkçılığın tek ve sabit bir anlam taşımadığı, sınıfların reddine dayalı bir korporatizmden ibaret olmadığı ve dolayısıyla toptancı bir yaklaşımla ele alınmaması gerektiği uyarısı özellikle önemli. Yazara göre, birinci kuruluş halkçılığının ayırt edici özelliği “halkı egemenlerden (egemenlerden genellikle zenginleştiği ve zorbalaştığı düşünülen Osmanlı bürokratları, memurları ve aydınları kast edilmektedir) ayırarak ele alması ve onu ‘bir’ değil, ‘parçalı’ olarak kavramasıdır” (s. 127). Henüz etnik ve sınıfsal bir homojenleştirmenin tahrifatına uğramamış olan bu bakış açısı, “halk” mefhumunu aynı zamanda yerel somutluğu içinde anlamakta, ademi merkeziyeti ve yerel özerkliği savunan bir siyasi vizyon taşımaktadır. Üçüncü ve son olarak ise elbette 1921 Anayasa’sı var. “Cumhuriyetin birinci kuruluşu, kongre iktidarlarından halkçılık programına, şûralar yönetimine ve 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu’na varan olgu ve belgelerle ortadadır ve 1921 Anayasası’na şöyle yansımıştır: ‘Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.’” (s. 23-24) Demirkent’in haklı olarak belirttiği gibi, 1921 Anayasası’nın bu ilk maddesi iki farklı unsur veya ilke barındırır. Bunlardan ilki egemenliğin kaynağıyla ilgili olup, onun “kayıtsız şartsız millete ait” olduğunu vazetmekte ve böylelikle siyasal meşruiyeti topluluğa dışsal veya aşkın bir zeminde değil, bizzat topluluğun ortak iradesinde temellendirmektedir. Bu ilke “Türkiye anayasa tarihinde hiçbir değişikliğe uğramadan yerini korumuştur” (s. 24). Maddenin son kısmı ise egemenliğin icrasıyla ilgili olup, “halkın bizzat ve bilfiil” kendini yönetmesi esasına dayanır ve “anayasacılık tarihinde başka bir örneği yoktur” (s. 24). Kitabın en önemli katkılarından biri, 1921 anayasa görüşmelerine odaklanarak, anayasacılık tarihimizde daha sonra yok sayılacak bu fikrin, halkın bizzat ve bilfiil 3 kendini yönetmesi fikrinin, Birinci Meclis tartışmalarında nasıl ele alındığını incelemesi.1 Demirkent bir yandan “mesleki temsil” ve “yerel yönetimlerin özerkliği” gibi demokratik anlamda halkçı düzenlemelerin kurucu mecliste hangi argümanlarla savunulduğunu ve eleştirildiğini serimleyerek, diğer yandan da bu müzakereler sonucunda ortaya çıkan anayasayı analiz ederek (ki anayasanın son halinde mesleki temsil reddedilmiş, buna mukabil yerel özerklik belli kısıtlar dahilinde kabul görmüştür) somut ve parçalı bir çokluk olarak anlaşılan “halk” fikrinin birinci kuruluşu nasıl biçimlendirdiğini gösteriyor. Kitapta 1924 Anayasası, birinci kuruluşa son veren ve cumhuriyet formunu korumakla birlikte cumhuriyetin tipini kalıcı olarak değiştiren farklı ve karşıt bir kuruluş olarak takdim ediliyor. “1924 Teşkilatı Esasiye Kanunu, 1921’in halkın doğrudan doğruya kaderini belirleme ilkesine yer vermemiş, doğrudan demokrasi araçlarını gündemine almamıştır. Bununla bağlantılı olarak, halk tarafından seçim yoluyla oluşturulacak özerk yerel birimlere ilişkin düzenlemeler 1924’te anayasadan çıkarılmıştır.” (s. 165) Demirkent ikinci kuruluşa yön veren siyasi vizyonu, birinci kuruluş halkçılığının terk edilmesi ve hatta tersine çevrilmesi olarak görüyor. Buradaki ana fikir şöyle ifade edilebilir: “Halk”ın etnik ve sınıfsal olarak parçalı olduğunu kabul eden ve yerel özerklikler dolayımıyla halk egemenliğine kısmi de olsa somut bir gerçeklik kazandırmaya yönelen birinci kuruluşun aksine, cumhuriyetin ikinci kuruluşu “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütle” sloganında ifadesini bulan yekpare ve homojen bir “ulus” anlayışını esas almıştır. Kitap, bu anlayışa dayalı siyasi kararın, Mustafa Kemal’in Halk Fırkası adıyla bir parti kuracağını duyurduğu Aralık 1922’den yeni anayasanın kabul edildiği Nisan 1924’e uzanan “uzun 1923”ün olayları içinde nasıl biçimlendiğini inceleyerek, ikinci kuruluşa giden yolun hangi siyasi hamlelerle döşendiğini, hangi argümanlar temelinde savunulduğunu ve böylece bildiğimiz cumhuriyetin nasıl ortaya çıktığını gösteriyor. Demirkent’in “iki kuruluş” tezi, her şeyden önce, kongre iktidarlarıyla başlayıp 1921 Anayasası’na uzanan siyasi oluşum sürecini “kuruluş”dan ziyade “kurtuluş” paradigmasına hapseden, dolayısıyla müstakil bir kurucu edim olarak görmeyen, aksine yekpare bir ulusdevletleşme sürecinin geçici aşaması olarak takdim eden hakim anlatıyı sorgulaması bakımından kıymetli. Yazarın sunduğu yeni perspektif, cumhuriyetin birinci kuruluşunu, merkeziyetçi ve tekçi bir rejime evrilmesi illa da mukadder olmayan bir demokratik imkan momenti olarak görmemize olanak veriyor: “Birinci kuruluşun dayandığı halk egemenliği ve halkçılık, somut halkın parçalılığını kabul etmiş, temsil ilişkisini buna paralel olarak düşünmüş, 1 Bu vesileyle 1921 anayasa görüşmesi tutanaklarının yakın zamanda Murat Sevinç ve Dinçer Demirkent tarafından derlenerek tafsilatlı bir analizle yayınlandığını da belirtelim: Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası: 1921 Anayasası ve Tutanakları (İstanbul: İletişim Yay., 2017). 4 buna uygun modeller arayışına girmiştir” (s. 131). Kitapta bu yönde derinleşen sorgulamanın, birinci kuruluşu idealize etme tuzağına düşmediğini de hemen belirtelim. Hem anayasa görüşmelerine hem de 1921 Anayasası’nın nihai metnine dair gerçekçi ve özenli bir muhasebe sunuyor Demirkent. “İki kuruluş” tezinin aynı derecede önemli bir diğer veçhesi ise cumhuriyetin iki kurucu momenti arasındaki içsel tansiyonun nihayete ermediğini vurgulaması ve anayasal tarihimizi bu tansiyonun seyri açısından okumayı mümkün kılması. Kitapta “dinamik cumhuriyet” başlığı altında kavramsallaştırılan bu okumaya aşağıda geri döneceğiz. Fakat daha önce Demirkent’in argümanında merkezi bir yer tutan “kurucu iktidar” tartışmasına bakmak durumundayız. Kurucu İktidarın Demokratik Teorisi Kitabın bu düzlemde yürüttüğü tartışmanın temelinde kurucu iktidarın “meşruiyeti” sorunu var. Yazar, Türkiye anayasa hukuku öğretisine hakim olan bakış açısında kurucu iktidarın hukuk boşluğu durumlarında ortaya çıkan “olgusal” bir güç olarak görüldüğüne; yani savaş, devrim veya hükümet darbesi akabinde yeni bir anayasa yaparak hukuk boşluğuna son veren fiili iktidar olarak tarif edildiğine; böylelikle de her tür “normatif” değerlendirmeden azade tutulduğuna dikkat çekiyor (burada “normatif” terimini sadece hukuki değil, fakat aynı zamanda siyasi ve felsefi anlamda kullandığımı özellikle belirtmeliyim). Demirkent’e göre bu bakış açısının en mühim ve problemli sonucu, “demokratik meşruiyet” meselesinin literatürde sistematik olarak ihmal edilmesi. “Kurucu iktidarı bu kavrayış çerçevesinde ele alan eserlerin düzenin demokratik meşruiyeti ve kurucu iktidar arasında bağ kurmak gibi bir sorunu da yoktur. Örneğin bir askeri darbe ya da devrim sonucunda oluşan anayasa aynı değerdedir.” (s. 27) Burada doğru bir tespit ve haklı bir itiraz söz konusu. Demirkent, bu tespit ve itirazdan hareketle, kurucu iktidarı “halk egemenliği” çerçevesinde yeniden düşünmeyi, yani halkın kendi kendisini belirlemesi ve kendisine siyasi-hukuki bir varoluş vermesi anlamında halk egemenliğinin icrası olarak kavramsallaştırmayı öneriyor. Kitapta “kurucu iktidarın demokratik teorisi” olarak adlandırılan bu öneri, halkın yalnızca egemenliğin ilkesel kaynağı değil, fakat aynı zamanda bizzat kurucu edimin öznesi olarak konumlandırılması ve dolayısıyla “anayasa”nın ― Latince kökenli constitution terimine atıfla― bir “birlikte-kurma” (constatuere) edimi olarak kavranması esasına dayalı. Demirkent’in önerisi, bu genellik düzeyinde alındığında, bence de cazip bir öneri. Ne var ki yazarın söz konusu öneriyi kuramsal olarak tatmin edici bir tarzda temellendirebildiğini söylemek kolay değil. Biraz kestirmeden gidecek olursam, sorun şu ki kurucu iktidarın demokratik teorisi, anayasanın kurucu öznesi olarak halkın vazedilmesinden ibaret olamaz. 5 Şayet “halk” derken ―yazarın ısrarla ve bence de haklı olarak vurguladığı üzere― yekpare ve homojen bir makro özneden değil de, farklı çıkar ve görüşleri olan somut ve parçalı bir çokluktan bahsediyorsak, şu soruyu sormak ve daha önemlisi yanıtlamak durumundayız: Halkın bir yandan çokluk olarak kalması, yani tek bir ses, tek bir irade veya tek bir organ tarafından temsil edilmemesi, fakat diğer yandan da kendine hukuksal-siyasal bir form vermesi, yani kendini bir anayasal topluluk olarak tesis etmesi nasıl mümkün olacak? Bu soru, yazarın görmezden geldiği veya sormadığı bir soru değil. Aksine kitap boyunca farklı vesilelerle (özellikle çokluk olarak “halk”ın siyasal birliği problemi çerçevesinde) sorduğu, fakat ne yazık ki tatmin edici bir biçimde yanıtlamadığı bir soru. Hemen belirtelim ki sorunun tatminkar bir yanıta kavuşmaması, öncelikle, Demirkent’in demokratik meşruiyet problemini münhasıran kurucu iktidarın “kim” tarafından icra edildiğine dair bir problem olarak ele almasıyla ilgili: “Temel mesele… kuranın kim olduğu meselesidir” (s. 14). Yazarın yalnızca “kim” sorusuna odaklanması, kurucu iktidarın “nasıl” icra edildiği veya anayasanın “nasıl” yapıldığı sorusunun kitapta ihmal edilmesine yol açıyor. Demirkent anayasanın nasıl yapıldığına ilişkin normatif soruları, meselenin halk egemenliğiyle ilgili özünü kaçıran prosedürel sorular olarak görüyor ve bunları “teknik olarak yapılması mümkün analitik ayrımlar” diye kodlayıp bir kenara itiyor (s. 17). Oysa anayasanın nasıl yapıldığı sorusu bence Demirkent’in kendi argümanı açısından hayati önemde bir soru. Yazarın kurucu iktidarın öznesi olarak halka işaret eden, kurucu edimi halk egemenliğinin icrası olarak kavramaya yönelen, fakat aynı zamanda halkın yekpare bir blok olmadığını, parçalı ve somut bir çokluk olduğunu vurgulayan bir bakış açısına dayandığını tekrar hatırlatalım. Böyle bir bakış açısı, kurucu iktidarın demokratik meşruiyetini, somut ve parçalı halkın anayasa yapım sürecine katılımı açısından ele almak durumunda değil mi? Ve eğer bunu yapacaksa, “birlikte-kurma”yı mümkün kılan prosedür ve dolayımlara bakmak, yani anayasa yapım sürecinin nasıl örgütlendiğine odaklanmak durumunda değil mi? Bu vesileyle, “nasıl” bir anayasa yapım sürecinin demokratik meşruiyet üretebileceğine dair normatif soruşturmanın çağdaş siyaset felsefesinde giderek derinleştiğini, yani Demirkent’in “teknik olarak yapılması mümkün analitik ayrımlar” diye kodladığı sorulardan (“anayasa seçilmiş bir meclis tarafından mı yapılmış” veya “anayasa halkoyuna sunulmuş mu” gibi sorulardan) ibaret olmadığını, aksine bu yalınkat soruların çok ötesine geçerek demokratik anayasacılığın anlamını “kurucu edim”den hareketle yeniden tarif etmeye dönük bir ivme kazandığını kaydedelim.2 2 Bu yöndeki en gelişkin araştırma çerçevesi için özellikle bkz. Andrew Arato, Post Sovereign Constitution Making: Learning and Legitimacy (Oxford: Oxford University Press, 2016). 6 Yazarın anayasa yapım sürecinin modalitesini (yani kurucu edimin “nasıl” ifa edildiğini) ihmal ederek, demokratik meşruiyet sorununu yalnızca kurucu iktidarın öznesi (yani “kim” tarafından ifa edildiği) açısından ele alması, büyük ölçüde, kitabın kuramsal ardalanında Carl Schmitt’in taşıdığı ağırlıkla ilgili. Demirkent, kurucu iktidarın demokratik teorisini kısmen Hannah Arendt’e (özellikle Devrim Üzerine), ama asıl olarak Carl Schmitt’e (özellikle Anayasa Öğretisi) dayanarak temellendirmeyi, bu iki düşünürden aldığı kuramsal öğeleri mümkünse telif etmeyi, değilse en azından birbirine teğellemeyi deniyor. İzlediği temel strateji, kabaca söyleyecek olursak, Schmitt’in kurucu iktidar (yani her türlü yasallığın dışında ve üstünde yer alıp, anayasanın formuna ve tipine karar veren egemen siyasi irade olarak halk) anlayışını, Arendt’in çoğulcu kamusal alan ve “konsey” fikriyle birlikte düşünmek. Demirkent, Schmitt’in homojen bir halk anlayışından yana olduğunu ve bu anlayışın demokrasi kuramı açısından içerdiği problemleri teslim ediyor. Fakat bu problemlerin, bence fazla iyimser bir biçimde, kendi argümanı için büyük bir sorun teşkil etmeyeceğini varsaymış gibi görünüyor. Bir teoriden beğendiğimiz unsurları seçip alarak kendi argümanımızın hizmetine sürebileceğimizi ve bunu yaparken kendimizi söz konusu teorik unsurların istenmeyen bagajlarından muaf tutabileceğimizi varsaymakta, elbette, ziyadesiyle iyimser bir yan var. Şunu sorabiliriz mesela: Schmitt’in kurucu iktidarı kavrama tarzı ile homojen halk anlayışı arasında özsel bir ilişki yok mu? Aynı şekilde, Schmitt’in halk egemenliği ve kurucu edim arasında tesis ettiği ilişkiyi, halkın ancak “alkış/tezahürat” yoluyla veya “evet/hayır” diyerek karar verebileceğini vazeden ve böylece demokratik meşruiyeti plebisiter birliğe indirgeyen bakış açısından yalıtarak demokratik teorinin kullanımına sunmak sahiden mümkün mü? Veya tersinden soracak olursak, halkı (tam da Demirkent’in yapmak istediği üzere) kendi içinde ayrımlar ve çelişkiler bulunan parçalı ve dinamik bir çokluk olarak kavradığımız andan itibaren, böyle bir çokluğun iradesini ―ister istemez kendisi de çoğul ve tansiyon yüklü iradesini― artık Schmittçi “karar” modeli içinde düşünmeye devam edebilir miyiz? Velhasıl, halkın homojen ve yekpare bir varlık olmadığını, aksine heterojen ve parçalı olduğunu kabul eden her teorik yaklaşım, şayet verimsiz bir eklektizme teslim olmayacaksa, Schmitt’in kurucu iktidar anlayışıyla ciddi ve temelli bir hesaplaşmaya girmek durumunda. Çağdaş siyaset felsefesinde bu hesaplaşmanın en önemli uğraklarından birini kuşkusuz Hannah Arendt’in düşüncesinde, daha özel olarak onun “iktidar” (power) ve “otorite” (authority) ayrımında buluyoruz. Demirkent, Arendt’e tahsis ettiği sayfalarda iktidar/otorite ayrımını ele aldığı halde, bu ayrımın kendi argümanı açısından taşıdığı aksiyomatik önemi fark etmemiş gibi duruyor. Burada tafsilatlı bir tartışmaya girmek mümkün olmasa da, şu noktanın altını özellikle çizmek durumundayız: Arendt için “iktidar” müşterek eylemde ortaya çıkan bir 7 yapabilme kapasitesini, buna karşılık “otorite” bir meşruiyet iddiasını ifade eder. Bu nedenle iktidar/otorite ayrımı, “kuruluş” tartışması bağlamında, kurucu edimi gerçekleştiren “iktidar”ın, her kim tarafından icra edilirse edilsin, kendinden menkul bir “otorite” taşımadığı ve dolayısıyla ayrıca meşrulaştırılması gerektiği anlamına gelir. Bu yaklaşım, tahmin edilebileceği gibi, Schmitt’in Anayasa Öğretisi’yle örtük bir polemik içermektedir. Anayasa Öğretisi’nin, Demirkent tarafından da alıntılanan önemli bir pasajında, Schmitt şöyle yazıyor: “Kurucu iktidar (Verfassunggebende Gewalt), gücü veya otoritesi (Macht oder Autorität), kendi siyasal varoluşunun tipi ve formu hakkında somut ve bütünsel kararı verme kapasitesine sahip siyasi iradedir”.3 Buradaki “güç veya otorite” formülüne dikkat edelim. Bu formül, “güç” ve “otorite” terimlerinin birbiri yerine geçebileceğini ima ederek, kurucu iktidarın kendinden ayrı bir meşruiyet ölçüsüne (ve dolayısıyla aslında herhangi bir meşruiyet ölçüsüne) tabi kılınamayacağını, başka bir deyişle, meşruiyetinin veya otoritesinin kendinden menkul olduğunu dile getirir. Bu ise meşruiyet sorununun en baştan askıya alınması veya zaten ciddiye alınmaması demektir. Dolayısıyla Arendt’i “iktidar” ve “otorite” arasında kategorik bir ayrım yapmaya sevk eden şey, öncelikle, kurucu edimin meşruiyeti sorununu (Schmitt’in aksine) sahiden ciddiye almış olması. Arendt’e göre bu sorun, ne sadece halkın kurucu iktidar öznesi olarak vazedilmesi suretiyle çözülebilir (Schmitt’in plebisiter kuramı), ne de sadece anayasanın içeriğine veya maddi varlığına havale edilebilir (liberal kuram). Tam da bu nedenle, kurucu edimin “otorite”sini, halk iradesinin plebisiter tezahürlerinde değil, fakat kamusal tartışma ortamında, yani farklı görüş ve çıkarların karşılaştığı “müşterek müzakere” (common deliberation) pratiğinde temellendirmeye yönelir Arendt. Bu verimli bakış açısının, özellikle çağdaş deliberatif demokrasi kuramlarında karşılık bulduğunu da hemen belirtelim. Deliberatif demokrasi paradigması, halk egemenliğinin icrasını kamusal tartışma ve müzakere süreçleriyle ilişkilendirmesi, anayasanın “nasıl” yapıldığını derin biçimde önemsemesi ―çünkü anayasa yapımının hangi koşullarda sahici bir “birlikte-kurma” edimi olabileceğini soruşturması― ve nihayet demokratik anayasanın ancak çoğulcu ve katılımcı usuller uyarınca yapılabileceğini vurgulaması bakımından, kurucu siyasetin demokratik teorisi için bana kalırsa Carl Schmitt’den çok daha zengin bir perspektif sunuyor.4 Demirkent’in argümanını bu verimli perspektife açılmaktan alıkoyan şey, öyle görünüyor ki, kurucu iktidar tartışmasını yürütürken temelde 3 4 Carl Schmitt, Verfassungslehre (Berlin: Duncker & Humblot, 1928), s. 75-76. Bu hususu detaylı olarak ele aldığım bir tartışma için bkz. Serdar Tekin, Founding Acts: Constitutional Origins in a Democratic Age (Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 2016), özellikle 5. ve 6. bölümler. 8 Schmitt’in kavramsal yörüngesine bağlı kalmış olması ve bu nedenle de demokratik meşruiyet sorununu, son tahlilde, ancak Schmittçi bir volontarizmin terimleriyle ele alabilmesi. Dinamik Cumhuriyet Buraya kadar, kitabın odağını oluşturan “iki kuruluş” tezini ve bu teze eşlik eden “kurucu iktidar” kavrayışını ele aldık. Demirkent bu iki düzlemde yürüttüğü tartışmadan hareketle, cumhuriyetin anayasal düzenine ―1924 sonrası anayasal momentleri de içeren― bütüncül bir perspektiften bakmayı deniyor aynı zamanda. Kitapta “dinamik cumhuriyet” olarak anılan bu yaklaşım, 1921’in parçalı “halk” anlayışı ile 1924’de tahkim edilen yekpare “ulus” kurgusu arasındaki tansiyonun sona ermediği varsayımına dayanıyor. Yazar, söz konusu tansiyonun cumhuriyet tarihi boyunca yeni bir biçim kazandığını, “kurulmuş siyasal birlik ile onun kuşatamadığı ‘demokratik fazlalık’ arasındaki çatışma” formunu alarak anayasal düzenimizin seyrini yönlendirdiğini ileri sürüyor: “Siyasal birliğin kuşatamadığı kesimlerin, yani demokratik fazlalığın talepleri, cumhuriyet kurumlarının çizdiği sınırların genişleme ve daralma eğilimlerini belirler. Örneğin sınıf çatışması sonucu yoğunlaşan talepler, cumhuriyet kurumlarını nasıl esnetmiştir? Kürtler ve gayri Müslim azınlıklar siyasal birliğin neresindedir, onu nereye taşımışlardır? Din, cumhuriyet kurumlarını nereye kadar zorlamıştır? Kadınların cumhuriyet içindeki yeri nedir?” (s. 16) Demirkent, bir yandan, 1924 rejimi tarafından dışlananların siyasi mücadelesini, cumhuriyetin müesses nizamına meydan okuyan, onu aşındıran ve değişime zorlayan dinamik bir güç ―dolayısıyla kurulu düzende varolmaya devam eden bir tür kurucu iktidar― olarak görmeyi teklif ediyor; diğer yandan da, 1960 ve 1980 askeri darbelerini takiben yapılan anayasaların, aralarındaki önemli farklara rağmen, 1924’ün üst kurgusuna bağlı kaldıklarını ve dolayısıyla onu farklı biçimlerde konsolide ettiklerini belirtiyor. Bu okuma, kuramsal dayanakları açısından yine bir çifte referansa sahip. Yazar, hem Schmitt’in “kurucu iktidarın sürekliliği” tezini esas alıyor, hem de bu tezi Schmitt’den çok farklı gaileleri olan ve kitapta özellikle Jacques Rancière ile temsil edilen agonistik demokrasi kuramının merceğinden yorumluyor. Yukarıda değindiğimiz kurucu iktidarın demokratik meşruiyeti tartışmasında olduğu gibi, burada da Schmitt’i Schmitt’e rağmen okuma ve ondan radikal demokratik bir imkan çıkarma yönündeki hermeneutik zorlamanın sürdüğünü söylemek mümkün. Öte yandan, “form”a karşı “olay”a ağırlık veren, anayasal mutabakat iddiaları karşısında daimi bir şüphecilik besleyen ve demokratik siyaseti “pozitif” bir edim (otonomi) zemininde değil de, daha ziyade bir “negasyon” edimi (dışlananların itirazı) üzerinden kavramsallaştıran agonistik demokrasi kuramı, Demirkent’in “dinamik cumhuriyet” tartışması için verimli bir eksen sağlıyor. 9 Yazarın 1961 ve 1982 Anayasaları’nı incelerken bu ekseni gayet işlevsel bir tarzda kullandığını hemen belirtelim. “1960 ve 1980 askeri darbelerinin gerçekleştiği koşullar, darbe öncesi yaşanan siyasal çatışmalar birbirinden farklıdır. Buna bağlı olarak, darbeler sonucunda ortaya çıkan anayasal düzenler, siyasal birliğe çizilen sınırlar bakımından birbirinden farklılaşmıştır. Her iki anayasa da cumhuriyetin ikinci kuruluşunun dayanağı olan ulus egemenliği üst kurgusunu referans almış, fakat egemenliğin kullanımı konusunda birbirinden ayrışmıştır.” (s. 208) Demirkent, egemenlik yetkilerini meclis çoğunluğunun tek başına ve denetimsiz olarak kullanmasını engellemek üzere hazırlanan 1961 Anayasası’nın, bir yandan egemenliğin icrasını farklı kurumlar arasında dağıtma yoluna gittiğini, diğer yandan da sosyal ve siyasal hakları “parçalı bir toplum varsayımına yaklaşacak biçimde” anayasal teminat altına aldığını kaydediyor. Buna mukabil, 1982 Anayasası’nın ise “gelişkin ve örgütlü halk hareketlerine karşı” cumhuriyetin siyasal birliğini mümkün olan en dar sınırlara çekme amacı taşıdığını vurguluyor: “Halkın doğrudan siyasal müdahale araçlarını fiilen kullanmaya başladığı yerel yönetim deneylerinin ortaya çıkması, cumhuriyetin sınırlarının dışına itilmiş etnik ve dilsel farklılıkların tanınma mücadeleleri, işçilerin grev hakkını kullanarak kendi kararlarını uygulatmak istemeleri, kurucu meclis tutanakları incelendiğinde görüleceği gibi, cumhuriyetin daraltılmış sınırlara çekilmesi kararının temelini oluşturur.” (s. 210) Dolayısıyla, kitapta savunulduğu biçimiyle “dinamik cumhuriyet” perspektifi ―bence ikna edici bir biçimde― 1961 ve 1982 Anayasaları’nı toplumsal ve siyasal mücadelelerle ilişkisi bakımından ve bu mücadeleler karşısında müesses nizamın verdiği iki farklı tepki olarak ele almayı, böylece cumhuriyetin ikinci kuruluşuyla tahkim edilen anayasal düzenin genişleme ve daralma eğilimlerinin test edildiği momentler olarak değerlendirmeyi mümkün kılıyor. Altını çizmek istediğim son bir nokta var. Demirkent’in çalışması, her şeyden önce (ve bazılarına katıldığım, bazılarını ise tartışmalı bulduğum spesifik tezlerinin yanı sıra) “kuruluş” sorununu salt bir siyasi tarih meselesi olarak görmemesi, aksine “kurucu edim”in kuramsal ve felsefi temellerine, normatif ve demokratik anlamına odaklanması bakımından önemli bir çalışma. Türkiye’de siyasi tarih ve tahayyülün biçimlenişinde “kuruluş”un ne denli başat bir rol oynadığı düşünülürse, kurucu siyaseti kuramsal bir mesele olarak inceleyen çalışmaların azlığı, ülkedeki siyaset kuramı birikimi açısından başlı başlına bir zaafiyet işareti. Bir Devlet İki Cumhuriyet, elbette hiçbir çalışmanın tek başına üstesinden gelemeyeceği bu zaafiyetin giderilmesi yönünde değerli bir katkı sunuyor. 10