Aktüel Arkeoloji Dergisi / www.aktuelarkeoloji.com
Nağış Gıda Basın Yayın Dağıtım Rek. Org. San. Tic. Ltd. Şti.
Hakan NAĞIŞ
Yazı İşleri Müdürü
Murat NAĞIŞ
[email protected]
Yayın Koordinatörü
Ayşe TATAR
[email protected]
Editör
Mehmet BEZDAN
[email protected]
İÇİNDEKİLER
Mart - Nisan 2011 - 20
Asur Sergisi
Sunay Akın Röportaj
Mehmet BEZDAN
4
22
Görsel Yönetmen
Özgür ERYAŞAR
[email protected]
Reklam ve Halkla İlişkiler
Ergin BAYTOK
[email protected]
Bilişim Danışmanı
Ramazan AKTAŞ
[email protected]
Fotoğraf Editörü
Aykan ÖZENER
Bilge YILMAZ
Haber Asistanı
Efe SUBAŞI
[email protected]
İngilizce Çeviriler
Ayşe TATAR
Yazınsal ve Görsel Katkıda Bulunanlar
Lukka Ülkesi
Sezer SEÇER
32
Likya Tarihi
Prof. Dr. Nevzat ÇEVİK
36
Myra ve Limanı Andriake
Prof. Dr. Nevzat ÇEVİK - Süleyman BULUT
50
Ksanthos
Prof. Dr. Jacques des COURTILS
66
Letoon
Doç Dr. Laurence CAVALIER
76
Limyra
Dr. Martin SEYER
84
Tlos
Prof. Dr. Taner KORKUT
92
Prof. Dr. Gül Işın, Prof. Dr. Jacques des Courtils,
Prof. Dr. Nevzat Çevik, Prof. Dr. Taner Korkut,
Doç. Dr. Laurence Cavalier, Yrd. Doç. Dr. İsa Kızgut,
Dr. Martin Seyer, Sunay Akın, Sezer Seçer, Mualla Erkut,
TRT Genel Müdürlüğü, Ögr. Gör. Süleyman Bulut
Doç. Dr. Burçin Erdoğu, Yrd. Doç. Dr. Metin Alparslan,
Gamze Polat, Levent Yılmaz, Servet Somuncuoğlu
Mine Şişçi, Hüdai Yılmazkan, Önder Önerbay
Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği, İstanbul 2010 Avrupa Kültür
Başkenti Ajansı, İstanbul Oyuncak Müzesi, Konya Arkeoloji Müzesi
İstanbul Arkeoloji Müzeleri,
TC Kültür ve Turizm Bakanlığı,
Kapak Fotoğrafı:
TC Kültür ve Turizm Bakanlığı,
Topal Gavur’dan Apollonios’a
Prof. Dr. Gül IŞIN
104
Rhodiapolis
Yrd. Doç. Dr. Isa KIZGUT
112
Beydağları
Yrd. Doç. Dr. Isa KIZGUT
122
Temsilci Koordinatörü
Samet HARMANDAR
[email protected]
Muhabir Temsilci
Ertuğ ERGÜRER
Atatürk Üniversitesi
İletişim ve Abonelik
www.aktuelarkeoloji.com
Tomtom Mah. Yeniçarşı Cad. No: 12/A
Gürhan 3. Kat No: 31 Galatasaray 34433 İstanbul Türkiye
Tel : (+90) 212 2442502
[email protected] -
[email protected]
Dağıtım
YAYSAT
Baskı
Pasifik Ofset
www.pasifikofset.com
Cihangir Mah. Güvercin Cad. No: 3/1 Baha İş Merkezi A Blok Kat:2
34310 Haramidere Avcılar İstanbul
Tel: (+90) 212 412 17 77
Yazıların tüm sorumluluğu yazarlara aittir.
2 ayda bir yayımlanır, basın yayın meslek ilkelerine uyar.
Yayın çalışmaları ve yönetim-idari çalışmalar kişilerin gönüllü
katılımlarıyla gerçekleşmektedir.
“Aktüel Arkeoloji Dergisi’nin yayın projesi
Tüpraş’ın desteği ile sürdürülmektedir”
Likya
EDİTÖRDEN
Uzun zamandır duyurusunu yapmak için sabırsızlandığımız
bir haberi sizlerle paylaşmak istiyorum. Sizlerden gelen yoğun
istek doğrultusunda “ I. Ulusal Aktüel Arkeoloji Fotoğraf
Yarışması ”nı düzenliyoruz. Amacımız, Anadolu’nun arkeolojik
değerlerini, sizlerin kareleri ile dünyaya hep beraber göstermek.
Anadolu’nun her köşesinde yer alan arkeolojik değerleri objektilerinizle gün ışığına kavuşturma sırası siz fotoğraf severlerde…
Çalışmalarımızın hızlandığı Şubat ayı boyunca, hemen
hemen her gün başka bir haberle hem gündemimiz hem de
duygularımız değişti, bizleri hem çok üzen hem de çok mutlu
eden olaylar yaşadık. Önemli bir değerimizi, bir hocamızı kaybettik. Trakya Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. İsmail FAZLIOĞLU 04 Şubat 2011 tarihinde
aramızdan ayrıldı. Değerli hocamıza Allah’tan rahmet, ailesi,
yakınları ve tüm arkeoloji camiasına başsağlığı diliyoruz.
Yirminci sayımızda sizleri bütün seyyahların gözbebeği
olmuş ve üzerine yazmaktan keyif aldıkları “Işık Ülkesi: Likya”
yolculuğuna çıkarıyoruz. George E. Bean’ın söylediği gibi “25
yıllık keşilerime baktığımda; en zevkli yolculuklarımı Likya’da
yaptığımı anımsıyorum.” Bu sayımızın, bu seneki başucu
yayınlarından bir tanesi olacağına inanıyoruz.
Uzun zamandır sizlerle buluşturmak istediğimiz şair-yazar
ve ikir insanı Sunay AKIN da bu sayımızda sizlerle. Kültür
politikaları, müzecilik ve arkeoloji üzerine gerçekleştirdiğimiz
sohbetimiz, eminim ki olaylara ve konulara başka bir açıdan
bakmamızı sağlayacak.
Haydarpaşa Garı’nın geleceği hakkında bir yazıyı tasarlarken, gelen bir son dakika haberi tüm yazıyı değiştirdi. Haber,
ajanslara şöyle yansıdı: “Mimar Sinan’ın Ayasofya’yı örnek alarak
yaptığı Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii, tıpkı Haydarpaşa Garı
gibi onarılırken tutuştu.” Ve haber şu şekilde bitiyordu: “Yangın
akıllara Kasım ayında meydana gelen Haydarpaşa faciasını
hatırlattı. Haydarpaşa’da da restorasyon sırasında yangın çıkmış
ve tarihi bina büyük zarar görmüştü.”
Hiç kimse anımsamadı; çünkü hafızalarımızda bu ve buna
benzer yüzlerce haberden hiçbir iz yok. Bir şekilde tarihi
miraslarımızı koruyamıyoruz, bu çok açık; ama onaramıyoruz
da. Tarihi camiyi yaptıran Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa ve
yapan Mimar Sinan yaşasaydı, muhtemelen bizlere şu şekilde
seslenirdi: Lütfen üzülmeyin! Çünkü “Geçmiş bir felakete
üzülmek, bir yenisini davet etmenin en emin yoludur” -William
ShakespeareDaha güzel haberlerle buluşmak üzere…
Mehmet BEZDAN
İ
RG
SE
Asurlular İstanbulda
“Asurlular İstanbul’da” adlı sergi,
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Ajansı Kültürel Miras ve Müzeler Direktörlüğü ve İstanbul Kültepe Kazısı
Başkanlığı işbirliği, Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nın desteği, Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla
hayata geçirilerek, Aya İrini Müzesi
Atrium’unda düzenlenen kokteylle ziyarete açıldı.
Eski adı, çivi yazılı belgelere göre
Kaniş veya Neşa olan Kültepe, Erciyes
Dağı’nın eteğinde, bereketli bir ovanın
ortasında tarihi ve doğal anayolların
birleştiği noktada yer alıyor. Bu konumuyla Kültepe, eski dünya ticaretinde ve siyasetinde önem kazanarak,
özellikle MÖ 3. binin sonlarında ve 2.
binin ilk çeyreğinde Anadolu-SuriyeMezopotamya arasında parlak bir ticaret ve sanat merkezi olarak öne çıkıyor.
Yazının Anadolu’ya girdiği ve aydınlanmanın başladığı yer olan Kültepe/
Kaniş/Neşa’yı bu sergi ile yakından
tanıma fırsatı yaratılıyor.
Anadolu’ya gelen Asurlu tüccarların merkez olarak seçtiği Kültepe’de
bulunan yaklaşık 25 bin civarındaki
çivi yazılı tablet, Asurlu veya yerli
tüccarların ticari faaliyetleri, yönetim
ve hukuk sistemi, sanat ve dini inançları hakkında bizlere zengin bilgiler
veriyor. Sistemli bir ticaret sayesinde
kurulan ilişkiler aracılığıyla, Anadolu
halkı ilk kez bu dönemde yazıyla karşılaşıyor.
Bu çağdan sonra Anadolu insanı,
Kültepe Kaniş-Karum’undan edindikleri deneyim ve birikimle, Anadolu’nun
ilk merkezi devletini, yani Hitit
Devleti’ni kurmuştur. Hitit uygarlığının oluşmasına kaynaklık eden ve MÖ
3. binyıldan itibaren Kültepe’de gelişen kültürün etkileri, Hititler ve sonraki kültürler aracılığıyla günümüze
kadar ulaşıyor. Doğu ve Batı arasında
bir köprü olduğunu vurguladığımız
Anadolu’nun Batı kültürlerinin oluşmasındaki katkısı ve etkisi, bu sergide
yer alan eserlerle izlenebilir.
Küratörlüğünü Dr. Şeniz Atik’in
yaptığı, tasarımını Şahin Paksoy’un
hazırladığı sergide; 60 yılı aşkın bir süredir kazı çalışmalarının yürütüldüğü
Kültepe-Kaniş Karum’unda ortaya çıkarılan ve günümüzde Ankara Anadolu
Medeniyetleri Müzesi, Kayseri Müzesi ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde
korunan eserler arasından seçilen 495
arkeolojik eser sergileniyor.
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı
Anadolu’dan İstanbul’a ve İstanbul’dan Avrupa’ya Uzanan Etkileşimlerin Sergisi
28 Aralık 2010 – 29 Mart 2011
Aya İrini Müzesi
4
4
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
5
ANADOLU UYGARLIKLARI
FRİGYA UYANIYOR
ve şehir armalarında, parti amblemlerinde, heykellerde, resimlerde ve özgürlüğün konu olduğu toplumsal gösterilerde görmek her zaman olasıdır.
“Frigya Uyanıyor” adlı fotoğraf
ve reprodüksiyon sergisinin amacı;
Frigya’nın arkeolojik eserleri yanında,
Frigler’in somut olmayan dünya kültür
mirasına olan katkılarını bir kez daha
yinelemektir.
Anadolu
topraklarında yeşeren
uygarlıklar, batı toplumlarının kültürel altyapılarını şekillendirmiş, çağdaş
demokrasilerin temelini oluşturmuştur.
Bu kültürel değerlerin bir kısmı da,
bugün Eskişehir, Afyonkarahisar ve
Kütahya topraklarında bulunan Frigya Uygarlığı’dır. 3000 yıllık Frigya,
yüzlerce yıldır Friglerin dünya kültürüne armağan ettiği özgün değerlerle
anılır. Güney Amerika ülkelerinde,
Fransa’da, İspanya’da, Amerika’da
bugün bile Frigya’nın izleri vardır.
New York’ta, Paris’te, Barselona’da,
Amerikan Senatosunda, Fransa Parlamentosunda; müzikte, giyimde ve
mimaride onların adı hep geçer. Frigya
ve Kral Midas mitolojileri dünyadaki
bütün sanat dallarında etkisini göstermiştir. Sahne sanatları, müzik, plastik
sanatlar, mimarlık, fotoğraf, sinema ve
yazın sanatlarını etkileyen Frigler ve
Midas; yüzlerce yıldır dünya sanatçılarına esin kaynağı olmuştur.
hayatında birçok ticari işletme ve düşünceyi etkilemiş, sayısız kuruluş, şirket ismi ve ürün adı olarak “MİDAS”
ismini seçmiştir. Botanik ve zooloji
alanındaki bilim insanları da, keşfettikleri bitki ve hayvanlara Midas’ın
“altın dokunuş” mitolojisinden esinlenerek “Midas” adını vermiştir.
Özellikle Friglerin adı ile anılan
ve “bir dünya kültür mirası” olan Frig
başlığı, ”özgürlük” simgesi olarak günümüzde Avrupa ve Amerika’da hala
kullanılmaktadır. Frig başlığını, ülke
Friglerin dünyaca bilinen fakat ülkemizde farkına varılmayan, somut
olmayan kültürel değerlerini, öncelikle ilgili akademik çevrelere duyurabilmek, Frig simgelerini sanatçıların
eserlerinde, belediyelerin de kent merkezinde kullanmalarını teşvik etmek,
arkeoloji ve tarihe olan ilgiyi artırmaktır.
Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği tarafından içeriği oluşturulan
sergi; Afyonkarahisar, Kütahya ve
Eskişehir’in “Dağlık Frigya” olarak
tanımlanan Frig Vadisi’nde çekilen 50
adet fotoğraf ve reprodüksiyon ile 100
adet 3 boyutlu Frig Vadisi fotoğralarından oluşuyor.
Kral Midas ve Frigya; dünya ticaret
6
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
7
BELGESEL
Fotoğralar:
Servet SOMUNCUOĞLU
KAYAYA AKTARILAN TARİHİN İZİNDE
Türkiye’nin teknik altyapısı ve yayın
kalitesi ile dünya ölçeğinde yayın yapan televizyon kanalı TRT Belgesel; yayınlarına her
gün bir yenisini ekleyerek ülkemizin kültür
ve turizm tanıtımında önemli bir rol oynuyor.
TRT Belgesel kanalının yöneticilerinin bu
konudaki heyecanları ve yeniliklere açık bir
görüntü çizmeleri kısa süre içerisinde ülkemizden dünyaya yeni bir pencere daha açılmasını sağladı. Belgesel konusundaki açığı,
çeşitli konulardaki yapımlarla doğru şekilde
dolduran kanal, son dönemde gerçekleştirdiği yayınlarla hem ülkemizde hem de dünyada
geniş bir izleyici kitlesine ulaşmayı başardı.
Bu başarıdaki önemli faktörlerden bir tanesi
de; yayınların 5 farklı dilde gerçekleşmesi.
Yaptığı belgesellerle dikkat çeken kanal, son
olarak “Damgaların Göçü” Belgeseli ile yeni
ve iddialı bir çalışmanın daha altına imzasını atıyor. Belgesel, yapımcı-yönetmen Servet
Somuncuoğlu imzasını taşıyor.
8
Aktüel Arkeoloji
DAMGALARIN GÖÇÜ
Üç bölüm olarak hazırlanan belgesel;
Ankara’nın Güdül ilçesinde bulunan – sayıları binlerle ifade edilen - kaya resimleri ve
mezarlar üzerine yapılan çalışmaları anlatılıyor. “Anadolu’nun bilinen tarihini tartışmaya
açma” iddiasını taşıyan belgeselin danışmanlar kurulunda Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Prof.
Dr. Şükrü Haluk Akalın, Prof. Dr. Ahmet Taşağıl, Prof. Dr. Yaşar Çoruhlu, Doç. Dr. Yücel
Şenyurt, Doç. Dr. İsmail Doğan, Dr. Musta-
Aktüel Arkeoloji
9
fa Aksoy, Dr. Cengiz Saltaoğlu gibi önemli
isimler yer alıyor. TRT Belgesel kanalının
önemli çabası ve desteği ile hazırlanan belgesel, kanalın kültür ve tarih alanında yapacağı
çalışmaların önümüzdeki dönemlerde de devam edeceğini göstermesi açısından oldukça
önemli.
Konu hakkında görüşlerini aldığımız TRT
Turizm ve Belgesel Kanal Koordinatörü,
Hüdai Yılmazkan“Damgaların Göçü Belgeseli, ilk duyduğumuz andan itibaren bizleri
çok heyecanlandıran bir çalışma. Çok önem
verdiğimiz, üzerinde bir o kadar da titizlikle
çalıştığımız belgeselin çekimleri sırasında basına tek bir kare fotoğraf verilmedi. Her şey
tamamlandıktan ve bütün ayrıntılardan emin
olunduktan sonra ilan edilmeliydi. Çalışmalar sırasında hiçbir fedakarlıktan kaçınmadık.
Gelecekte, kazılar ilerleyip bulgular gün yüzüne çıkarıldıkça biz de bu çok özel çalışmayı
kayıt altına almaya devam edeceğiz. Böylesine bir projeye öncülük etmekten ülkemiz ve
kurumumuz adına gurur duyduğumuzu belirtmeliyim.”
Belgesel, yapılacak bilimsel çalışmalarla birlikte önümüzdeki dönemde de devam
edecek. Kaya resimleri ve mezarlarının bulunduğu Ankara’nın Güdül ilçesindeki alanda
gelecek yıl başlayacak bilimsel çalışmalara
belgeselin danışmanlarından Gazi Üniversitesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Yücel
Şenyurt başkanlık edecek.
10
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
11
DENEYSEL ARKEOLOJİ
EGE’NİN İLK TEKNESİ
Ege Denizi’nde, Batı Anadolu ile Kıta
Yunanistan arasında yer alan adalar topluluğu ‘’Kiklad Adaları” olarak bilinmektedir.
Kıta Yunanistan, Kiklad Adaları, Girit ve
Batı Anadolu’da yapılan arkeolojik kazılar;
Ege’nin bu farklı bölgelerinin birbirleriyle
her zaman bağlantı halinde olduğunu göstermiştir. Günümüzden 4500 yıl önce Ege
Bölgesi’nde, Kiklad Adaları’nın baskın olduğu bir kültür ortaya çıkmıştır. Bu dönemde gerek ham madde ihtiyacını karşılamak
gerekse adalar arası ve dış dünya ile bağlantı
kurmak için deniz tek ulaşım yolu, tekneler de
tek ulaşım araçlarıdır.
Literatürde “Kiklad Tekneleri” olarak bilinen teknelerin tasvirlerine; seramikler, kaya
üzerindeki motiler ve “Kiklad Tavaları” olarak isimlendirilen bir buluntu grubunda rastlanmıştır. Ayrıca kurşundan yapılmış tekne
modelleri de mevcuttur. Söz konusu buluntu
grubu sadece Kiklad Adaları ile sınırlı değildir; Kıta Yunanistan, Girit ve Batı Anadolu’da
Liman Tepe ve Bakla Tepe’den de bilinmektedir. Ege Bölgesi’nin farklı kesimlerinin birbirleri ile bağlantı halinde olduğunu gösteren
obsidyen (volkanik cam), seramik, maden
gibi çok sayıda buluntu, bu dönemde yoğun
ticaret faaliyetlerine işaret etmektedir. Söz
konusu faaliyetler şüphesiz deniz yoluyla, bu
tip teknelerle gerçekleştirilmiş olmalıdır.
Projenin danışmanlığını yapan, teknelerin
imalatını gerçekleştiren, daha önce antik Uluburun II, İzmir Kayıkları ve Kybele teknesini
yapan arkeolog ve 360 Derece Tarih Araştırmaları Derneği Başkanı Osman ERKURT;
teknelerin en önemli özelliği olarak dikişli
teknik ile yapılmış olmalarını gösteriyor. Bu
tekneler, omurga konulduktan sonra, kaplama
tahtaları birbirine dikilerek birleştiriliyor.
Ankara Üniversitesi Sualtı Arkeolojik
Araştırma ve Uygulama Merkezi ve Prof.
Dr. Hayat Erkanal başkanlığındaki çalışma
grubu; proje kapsamında bir adet 14 m ve iki
adet 19 metrelik Kiklad Teknesi imal ederek,
bir “Kiklad Tekneleri Filosu” oluşturmuştur.
Bu önemli proje, Ankara Üniversitesi’nin ve
Urla Belediyesi’nin desteğiyle gerçekleştirilmektedir.
Mualla ERKURT
360 Derece Tarih Araştırmaları Derneği
12
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
13
2 Yıl Abone
Kitaplardan
birini
Ol
seç, SENİN
4
1
1 L
T
A
B
O
1 Yıl Abone
N
Kitaplardan
birini
Ol
seç, SENİN
E
57L
T
L
İ
K
ABONELİK
info@ak tuelarkeoloji.com
0212 244 25 02
14
Aktüel Arkeoloji
w w w.aktuelarkeoloji.com
KENT
İSTANBUL’UN KÜLTÜR ENVANTERİ
İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürlü-
ğü, Türkiye Bilimler Akademisi ve İstanbul
Büyükşehir Belediyesi ortaklığında; İstanbul
2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın ve
Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nün
destekleriyle hayata geçirilecek olan “İstanbul Kültür Mirası ve Kültür Ekonomisi Envanteri” projesi tamamlandı.
stanbul’un tüm kültürel mirasına ilişkin
detaylı bilgilerin, raporların, fotoğralar ve
tabloların internet ortamında erişilebilir hale
getirilmesini sağlayacak proje ile kültürel mirasımızın ne olduğunun bilinmesi ve bu bilginin yayılması; kültürel mirasın korunması,
aslına uygun yaşatılması ve tanıtılması amaçlanıyor.
İstanbul 2010 Avrupa
Kültür Başkenti Ajansı
Proje kapsamında derlenen kültür mirası
envanteri ile kentteki tarihi dokunun korunmasına yönelik alan yönetimi, çevre düzenlemesi, restorasyon, koruma, yeniden değerlen-
dirme çalışmalarına temel olacak, kapsamlı,
güncellenebilir ve kolay ulaşılabilir bir veri
tabanı sistemi oluşturuldu. Kamuoyunun kullanımına açılacak olan internet portalı aracılığıyla (www.istanbulkulturenvanteri.gov.tr),
İstanbul’un taşınır - taşınmaz, somut olmayan
kültür mirasına ilişkin detaylı bilgiler, aişler,
haritalar, raporlar, fotoğralar, ilmler, tablolar, belgeler ve klasiklere kolayca erişilebilecek.
Kültür ekonomisi envanteri ile de
İstanbul’un kültür ve sanat kapasitesinin,
aktörlerinin, üretiminin, tüketiminin, iş gücünün, yatırımlarının ve ticaretinin proili
ortaya çıkartılarak, kültür ekonomisinin kent
içindeki yeri ortaya kondu. Bu envanter verileri İstanbul’u yaratıcı ve buluşçu bir çevre
haline getirecek, sektörel destek, mekansal
kümelenme ve İstanbulluların kültüre daha
geniş katılımının sağlanması konusunda politika arayışlarına da yardımcı olacak.
MS 161-180 yıllarında, Roma İmparatorluğu’nun
görkemli kenti Sagalassos’ta inşa edildi Antoninler
Çeşmesi. Yüzyıllar sonra büyük bir depremle yıkıldı
ve efsaneler arasındaki yerini aldı. Neredeyse 1800
yıl sonra, 1994 yılında Sagalassos Antik Kenti’nde
yapılan kazılarda bu muhteşem çeşmenin parçaları
yeniden gün ışığına kavuştu.
Son altı yıldır Aygaz, Antoninler Çeşmesi’nin
restorasyon çalışmalarına sponsor olarak, kültürsanat etkinliklerini destekleme geleneğini sürdürüyor.
16
Aktüel Arkeoloji
Yapılan çalışmalarda, Roma İmparatorluğu
zamanında bir prestij simgesi olan bu anıtsal
çeşmenin tamamlanması için, 3 bin 500 parça bir
araya getirildi.
Aygaz olarak, böylesine zorlu bir çalışmanın
sponsorluğuyla, Anadolu tarihinin gizli kalmış bir
hazinesini gün ışığına çıkarmanın mutluluk
ve gururunu yaşıyoruz.
400 bloktan oluşan bu görkemli yapının tüm
parçaları kazı dönemini takiben yere indirildi.
Depreme karşı güçlendirme çalışmaları
sonrasında, Sagalassos Antik Kenti’nin anıtsal
miraslarından olan Antoninler Çeşmesi,
yeniden suyla buluştu.
Aktüel Arkeoloji
17
KİTAP
PELOPONNESSOS SAVAŞLARI
“Atinalı hukydides Atinalılar ile Peloponessoslular arasındaki savaşı anlatacak. Her şeyi başından itibaren anlatmasının nedeni bu savaşın diğerlerinden çok önemli bulduğuna inanmasıdır.
Üstelik hem Atinalılar hem de Peloponnesoslular bu dönemde en parlak çağlarını yaşıyorlardı.
Diğer kentler ise iki taratan birisini destekliyordu. Bu savaş öyle bir savaş oldu ki hem Helenler,
hem barbarların bir bölümü bundan etkilendi. Kısacası tüm dünyayı etkisi altına alan bir savaş
oldu.”
hukydides
Çeviren: Furkan Akderin
Belge Yayınları
BİR PAMPHYLIA SEYAHATİ
Danieloğlu, Kaleiçi’nde “bizim eve sadece 50 adım uzakta” diyerek konumlandırdığı Aya İrini
Kilisesi (Kesik minare) civarında oturan, oldukça varlıklı, saygın ve hayırsever bir Rum ailesine mensuptur. Dönemin birçok batılı gezgin ve araştırmacısına Antalya’da ev sahipliği de
yapan yazarın, “Neden yanı başımızdaki antik kalıntıları görmeye gitmiyoruz… Bu kalıntıları
İngiliz ve Fransız seyyahların yazılarından öğreniyor olmak gerçekten utanç verici…” diye
yakınması ve öykünmesi, elinizdeki “1850 Yılında Yapılan bir Pamphylia Seyahati” başlıklı
eseri var eden temel nedendir…
D.E. Danieloğlu
Suna-İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü
TÜRKİYE’DEKİ ROMA İMPARATORLUK DÖNEMİ LAHİTLERİ
Lahitler, Anadolu’nun Roma İmparatorluk Dönemi heykeltraşlığı içinde çok
özel bir anlama sahiptir. Oldukça fazla sayıda ele geçmelerine karşın çoğunun
yayınlanmamış olması ve depolarda saklanmalarının karmaşık bir durum yaratması nedeniyle bu lahitler hakkında genel bir bakış açısı kazanmak oldukça
zordur. Konunun anlaşılmasını kolaylaştırmak amacıyla bu çalışma sonuna en
önemli ve güncel eserleri içeren bir kaynakça eklenmiştir.
Guntham KOCH
Suna-İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü
18
Aktüel Arkeoloji
Homer Kitabevi Parmaklarınızın Ucunda
www.homerbooks.com
ARKEOKONFERANS
19 Ocak 2011
Eda GÜNGÖR
Roma Döneminde Anadolu’da Pişmiş Toprak
Kandil Sanatı
2 Şubat 2011
Dr. Gamze GÜNAY EDLE VON GRAEVE
Ionia Bölgesi Hellenistik Dönem
Pişmiş Toprak Kandilleri
Türk Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü
OCAK
25 Ocak 2011
Doç. Dr. Felix PİRSON
‘’Archäologie (fast) ohne Ausgrabung:
Neue Forschungen in Elaia, der Hafenstadt
Pergamons’’
Suna-İnan Kıraç
Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü
Anadolu Medeniyetleri Müzesi
26 Şubat 2011
Savaş KARAKAŞ
Bir Yönetmen Bir Belgesel - Tatlı Tuzlu Antalya
27 Ocak 2011
Oktay BELLİ
Urartu Takıları
ŞUBAT
KONFERANS
OCAK
13 Ocak 2011
Andreas SCHACHNER
Bir Anadolu Beyliğinden İmparatorluğa “Hattuşa”
12 Şubat 2011
Prof. Dr. Klaus SCHMIDT
Göbekli Tepe Taş Devri’nin Kutsal Dağı
10 Şubat 2011
Fikret ÖZCAN
Pişmiş Toprak Heykelcik Üretimi ve İkonografisi
24 Şubat 2011
Rafet DİNÇ
Tralleis Arsenal Binası
Aktüel Arkeoloji
ŞUBAT
KONFERANS
29 Ocak 2011
Prof. Dr. Abdüsselam ULUÇAM
Hasankeyf Gerçeği
OCAK
15 Ocak 2011
Prof. Dr. Nurettin ARSLAN
1881’den 2010’a Assos Kazıları
KONFERANS
KONFERANS
16 Şubat 2011
Dr. Sylvia FÜNFSCHILLING
Hadrianoupolis’ten Cam Buluntular
23-24 Şubat 2011
Sempozyum “Oryantalizm; panzehir”
Zeynep Çelik, Gülsüm Karamustafa,
Genco Gülan
15 ve 16. sayıda
Xsantos ilanları
ŞUBAT
24 Şubat 2011
Prof. Dr. A. Nejat BİLGEN
Seyitömer Projesi. Kuzeybatı Anadolu’da
çok evreli bir yerleşim tepesi
Das Seyitömer Projekt. Ein mehrphasiger
Siedlungshügel in Nordwest – Anatolien
5 Ocak 2011
Dr. Ali Kazım ÖZ
Hadrianoupolis Mozaik Buluntuları
ARKEOLOJ‹ VE SANAT YAYINLARI
OCAK
ŞUBAT
10 Şubat 2011
Prof. Dr. François Bertemes
MÖ 2. Binyılın İlk Yarısında Tavşan Adası ve
Güney Egenin İletişim Ağı
Tavşan Adası und das südägäische
Kommunikationsnetzwerk in der
1. Hälte des 2.Jts.v.Chr.
Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi Oditoryumu
İstiklal Cad. Nur-u Ziya Sok. No: 5 - Beyoğlu
20
ATÖLYE
SEMİNER
Alman Arkeoloji Enstitüsü
ARKEOLOJ‹ VE SANAT YAYINLARI
ARKEOLOJ‹ VE SANAT YAYINLARI
arkeoloji yay›nc›l›¤›nda 1978’den beri
arkeoloji
yay›nc›l›¤›nda
1978’den
beri
topra¤›n
alt›ndan k⤛d›n
üzerine
topra¤›n alt›ndan k⤛d›n üzerine
arkeoloji yay›nc›l›¤›nda 1978’den beri
topra¤›n alt›ndan k⤛d›n üzerine
2.
bask›
2.
bask›
33.y›l
33.y›l
33.y›l
2.
bask›
2.
bask›
‹STANBUL AYASOFYASI SERAF‹M MOZAY‹⁄‹ NEZ‹H BAfiGELEN • YUMUKTEPE HÖYÜ⁄Ü YERLEfiMES‹
ARKEOBOTAN‹K
ANAL‹ZLER‹N‹N
ÖN SONUÇLARI
BURHANHÖYÜULAfi ‹STANBUL
AYASOFYASI
SERAF‹M MOZAY‹⁄‹
NEZ‹H BAfiGELEN
• YUMUKTEPE
GIROLAMO
FIORENTINO
•
TRIPARTITE
PLAN
EVSEL
VE
KAMUSAL
M‹MAR‹DE
KUL2.
2.
⁄Ü YERLEfiMES‹
ARKEOBOTAN‹K ANAL‹ZLER‹N‹N ÖN SONUÇLARI BURHAN
ULAfi
bask› KRAL YOLU
bask› (M.Ö. 5800-3100) ALEV ERARSLAN • ELAZI⁄/GEZ‹N HÖYÜ⁄Ü
LANIMI
GIROLAMO FIORENTINO • TRIPARTITE PLAN EVSEL VE KAMUSAL M‹MAR‹DE KULÜZER‹NDE
B‹R
YERLEfi‹MALEV
YER‹ERARSLAN
BÜLENT DEM‹R
• ANT‹K DÖNEM’DE
BANKACILIK
LANIMI
(M.Ö.
5800-3100)
• ELAZI⁄/GEZ‹N
HÖYÜ⁄Ü KRAL
YOLU
ERKAN
ILDIZ
•
DIOCLETIANUS
VE
CONSTANTINUS
REFORMLARINDAN
SONRA ROÜZER‹NDE
B‹R
YERLEfi‹M
YER‹
BÜLENT
DEM‹R
•
ANT‹K
DÖNEM’DE
BANKACILIK
‹STANBUL
AYASOFYASI
SERAF‹M
MOZAY‹⁄‹
NEZ‹H
BAfiGELEN
• YUMUKTEPE
HÖYÜMA BÜROKRAS‹S‹
EFRUM‹YE
ERTEK‹N
• “EBED‹
KENT,
PRENSLER
KENT‹”
NIKOMEERKAN
ILDIZ • DIOCLETIANUS
VE CONSTANTINUS
REFORMLARINDAN
SONRA
RO- چ
YERLEfiMES‹
ARKEOBOTAN‹K
ANAL‹ZLER‹N‹N
ÖN
SONUÇLARI
BURHAN
ULAfi
DEIA
FÜSUN TÜLEK
• ANT‹KERTEK‹N
DÖNEM’DE
‘ÖTEK‹KENT,
DÜNYA’,
‘APOTHEOSIS’
VE
‘CONSEMA
BÜROKRAS‹S‹
EFRUM‹YE
•
“EBED‹
PRENSLER
KENT‹”
NIKOMEGIROLAMO
FIORENTINO ÖZEL
• TRIPARTITE
EVSEL
VE KAMUSAL
M‹MAR‹DEVEKULCRATIO’
KAVRAMLARI
TERAMANPLAN
ÇINAR
• ERKEN
HIR‹ST‹YANLIK
B‹DEIA
FÜSUN
TÜLEK
• ANT‹K
DÖNEM’DE
‘ÖTEK‹
DÜNYA’,
‘APOTHEOSIS’
VE
‘CONSELANIMI
(M.Ö.
5800-3100)
ALEV
ERARSLAN
•
ELAZI⁄/GEZ‹N
HÖYÜ⁄Ü
KRAL
YOLU
ZANS’TA
MELEK
TASV‹RLER‹
GÜLÇ‹N
PEHL‹VAN
•
HERO‹K
MANZARA
RES‹MLER‹NCRATIO’
KAVRAMLARI
ÖZEL
TERAMAN
ÇINAR
ERKEN DÖNEM’DE
HIR‹ST‹YANLIK
VE B‹ÜZER‹NDE
B‹R
YERLEfi‹M
YER‹
DEM‹R •• ANT‹K
BANKACILIK
DE ZAMAN
NESL‹HAN
ÖZGENÇ
• BÜLENT
DARÜLFÜZANS’TA
MELEK
TASV‹RLER‹
GÜLÇ‹N
PEHL‹VAN
•
HERO‹K
MANZARA
RES‹MLER‹NERKAN
ILDIZ
• DIOCLETIANUS
VE CONSTANTINUS
REFORMLARINDAN SONRA RONUN’DA
KLAS‹K
F‹LOLOJ‹
Ö⁄RET‹M‹
YADE
ZAMAN
NESL‹HAN
ÖZGENÇ
• DARÜLFÜMA
BÜROKRAS‹S‹
EFRUM‹YE
ERTEK‹N
•
“EBED‹
KENT,
PRENSLER KENT‹” NIKOMEPILDI MI?
BÜLENT
BERKOL Ö⁄RET‹M‹
• STRABON’UN
NUN’DA
KLAS‹K
F‹LOLOJ‹
YADEIA FÜSUN
TÜLEK
•
ANT‹K
DÖNEM’DE
‘ÖTEK‹
DÜNYA’,
‘APOTHEOSIS’ VE ‘CONSE’SINDA
KOMANA
TAPINAK
PILDI
MI? KAVRAMLARI
BÜLENT
BERKOL
• STRABON’UN
CRATIO’
ÖZEL
TERAMAN
ÇINAR
•
ERKEN
HIR‹ST‹YANLIK VE B‹KÖLELER‹ VE B‹R
YAZARIN
DENS‹ZL‹KLER‹
’SINDA
KOMANA
TAPINAK
ZANS’TA
MELEK
TASV‹RLER‹
GÜLÇ‹N
PEHL‹VAN
•
HERO‹K
MANZARA
RES‹MLER‹N‹SMA‹L KAYGUSUZ
• B‹L‹M
VE B‹L‹RB‹LKÖLELER‹
VENESL‹HAN
B‹R YAZARIN
DENS‹ZL‹KLER‹
DE
ZAMAN
ÖZGENÇ
•
DARÜLFÜMEZL‹KKAYGUSUZ
ÜZER‹NE NOTLAR
Orta Lik‹SMA‹L
• B‹L‹M II:
VE 1.B‹L‹RB‹LNUN’DA
KLAS‹K
F‹LOLOJ‹
Ö⁄RET‹M‹
YAya’da
Köybafl›
Antik
Yerleflimi:
Yaz›t›
ve
Co¤rafi
MEZL‹K
ÜZER‹NE
NOTLAR
II:
1. Orta
LikPILDI
MI?
BÜLENT
BERKOL
•
STRABON’UN
Konumuna
Anlams›z Yaz›t›
Bir Çal›flma,
ya’da
Köybafl›‹liflkin
Antik
Yerleflimi:
veTAPINAK
Co¤rafi2.
’SINDA
KOMANA
Myra
ve
Andriake:
Bilimsel
Temeli
Olmayan,
Konumuna
‹liflkin
Anlams›z
Bir
Çal›flma, 2.
KÖLELER‹
VE
YAZARINSENCER
DENS‹ZL‹KLER‹
Kaz› Amaçl›
ÖnB‹R
Düflünceler
fiAH‹N
Myra
ve
Andriake:
Bilimsel
Temeli
‹SMA‹L KAYGUSUZ • B‹L‹M VE Olmayan,
B‹L‹RB‹LKaz›
Amaçl›ÜZER‹NE
Ön Düflünceler
SENCER
MEZL‹K
NOTLAR
II: 1.fiAH‹N
Orta LikTel: (0212) 249 92 26, Yeni Çarfl› ya’da
Cad. Köybafl›
16/A, Galatasaray,
Beyo¤lu
‹stanbul / e-mail:
[email protected]
Antik Yerleflimi:
Yaz›t› ve- Co¤rafi
Konumuna
‹liflkin
Anlams›z
Bir
Çal›flma,
2.için
Abonelik
www.arkeolojisanat.com
• Kitabevimiz
www.arkeopera.com
Tel:
(0212) 249için
92 26,
Yeni Çarfl› Cad. 16/A, Galatasaray,
Beyo¤lu - ‹stanbul
/ e-mail:
[email protected]
Myra ve Andriake: Bilimsel Temeli Olmayan,
Abonelik için www.arkeolojisanat.com
• Kitabevimiz
Kaz› Amaçl› Ön Düflünceler
SENCER fiAH‹N için www.arkeopera.com
135.
say›
135. say›
135. say›
RÖPORTAJ
Röportaj: Mehmet BEZDAN
Sunay’ın harikalar diyarı
Sunay Akın’ın arkeolojiye olan ilgisinin sadece bu
dizelerden oluştuğunu sanıyorsanız, ne yazık ki büyük
ustayı tam anlamıyla tanımamışsınız demektir. Eğer
tanrı Apollon’un aşkı Defne ile Amerikalı astronotlar
arasındaki bağlantıyı biliyorsanız, evet siz iyi bir Sunay
Akın takipçisisiniz.
Uzun asfalt yolun sonundaki Arnavut kaldırımlı sokak,
her zamanki gibi güne erken başlıyor. Nedeni sokağın
sonunda yer alan köşkte, dünyanın çeşitli noktalarından
bir araya getirilen oyuncaklarla çocuk tarihinin anlatıldığı
İstanbul’un yegâne Oyuncak Müzesi’nin bulunması.
Alacahöyük’te olduğu gibi iki aslan değil; ama iki zürafanın
sizi karşıladığı Müze, yüksek apartmanların arasında bir
zaman kapsülü olarak adeta zamana direniyor. Küçükken
dinlediğimiz masallarda şekerden yapılmış evler vardı ya
hani; rüya gibi, işte öyle bir yer İstanbul Oyuncak Müzesi.
Ve bu harikalar diyarı İstanbul’a hediye edildiğinden beri,
22
Aktüel Arkeoloji
çocukları ve çocuk yanlarını içinde bir yerlerde saklayan
büyükleri kendisine çekiyor.
İtiraf etmeliyim ki; İstanbul Oyuncak Müzesi’nde kendinizi,
sürekli doğum gününü kutlayan küçük bir çocuk gibi
mutlu hissediyorsunuz. Bu büyüye teslim oluyorum ve
bir süre sonra kendimi, Müze’nin kendi gibi huzurlu olan
Kafe’sinde buluyorum. Her köşesinde başka bir ayrıntının
olduğu duvarları incelerken, hiçbir zaman, kaybetmediği
heyecanlı görüntüsüyle Sunay Akın geliyor. Sanırım; O’nun
yazdığı her kelimenin ya da yaptığı her çalışmanın bu kadar
güzel olmasını sağlayan da heyecanı. Emerson’un dediği
gibi “Yapılırken heyecan duyulmayan işler başarılamaz”.
Kalemiyle; arkeolojiye belki de hiç görmediğimiz
bir pencereden bakmamızı sağlayan Usta’yla kültür
politikaları, arkeoloji, müzecilik; ama aslında hayatın
kendini konuştuğumuz sohbete konuk olmak isterseniz,
işte size Sunay Akın’ın yarattığı harikalar diyarı…
Aktüel Arkeoloji : Arkeolojiye olan
yakınlığınızı yazdığınız kitaplardan
ve söyleşilerinizden biliyoruz. Arkeolojiyle aranızdaki bu bağ nereden
geliyor?
Sunay Akın: Bu bağ; İstanbul’a ilk
geldiğim gün ziyaret ettiğim yerle
bağlantılı. Ben, çocukları daha iyi eğitim
alsın diye Trabzon’dan çıkıp İstanbul’a gelen bir ailenin çocuğuyum. Babamın, ben
henüz 10 yaşındayken, ailesini İstanbul’a
getirmesinin nedeni; Trabzon’da eğitim
olanaklarının son derece sınırlı olmasıydı. Benim babam, para kazanmak, zengin
olmak için İstanbul’a gelmedi. Tek arzusu
çocuklarının iyi bir eğitim alması, üniversitede okumasıydı. Bunu yapmadan önce,
yani ailesiyle birlikte İstanbul’a taşınmadan önce, 5 yıl boyunca her yaz tatilinde
bizi bir aylığına İstanbul’a getirirdi. “Çocuklarım İstanbul’u tanısın” düşüncesiyle
yaptı bunu. Ben 6 yaşında ilk kez İstanbul’a
geldiğimde, babamın bizi İstanbul’daki ilk
günümüzde götürdüğü yer neresiydi biliyor musunuz: İstanbul Arkeoloji Müzesi.
İşte bu nedenle benim için İstanbul, her
zaman Arkeoloji Müzesi’ndeki eserlerdir.
O günden itibaren “İstanbul” denince aklıma gelen ilk görüntü; o arkeolojik eserlerdir.
A.A: Sizin için; Arkeoloji ve Müze, aileden
gelen eğitimin bir parçası diyebilir miyiz?
S.A: Çok doğru. Tarih ve arkeoloji sevgisi
ve bunu sağlayan babam ilkokul mezunu
biliyor musun? Çünkü o bir Cumhuriyet
Bir dostun sıcaklığına
öylesine
yaslamak istiyorum ki başımı
ya omzunu uzat sevgilim
ya da telleri kopuk
bir kemanı
aydını, Cumhuriyet çocuğu. Bu sevgi
bana babamdan, babama da Cumhuriyetten geçti. Babam radyo dinler, gazete
okurdu. Demek ki; o dönemde radyolarda neler anlatır neler konuşulurdu anlayın işte.
A.A: Bir kültür politikasından ve onun sonuçlarından bahsediyoruz…
S.A: Kesinlikle! İşte cumhuriyetin insanlara verdiği değerler. Bir düşünelim; bankalara bile Eti Bank, Sümer Bank adını
koymuş Cumhuriyetin kurucusu. Bu bir
rastlantı mıdır? Bu; kültür politikasıdır.
Bakın bu gün politikada kullanılan bir
söylem var: Alt kimlik, üst kimlik. Bana
yurtdışında soruyorlar “Orijininiz nedir?” diye. Tek bir yanıt veriyorum: HİTİT. Arkasından da ekliyorum: “içinden”.
Demek ki; Cumhuriyetin ışığında yetişen
ilkokul mezunu babamda bile Tarih ve
Arkeoloji sevgisi çok yoğun bir şekilde
vardı.
A.A: Bu düşünce sisteminin oluşmasını
sağlayan nedir sizce?
S.A: Bunun nedeni; Cumhuriyetin kazandırdığı Anadolu kimliğidir. Gazi’nin,
Kurtuluş Savaşı’nın ardından yabancı
bir gazetecinin savaş hakkındaki sorusuna, “Hektor’un öcünü aldım!” demesi
bir rastlantı değildir. (A.A. : Bu konuda okurlarımıza küçük bir hatırlatma
yapmak isterim; 1915 yılında Çanakkale önlerine gelen düşman gemilerden bir tanesi; adını, binlerce yıl önce
yine bu sahilleri işgal etmek için gelen
Akha Kralı Agamemnon’dan almıştı.
Garip bir tesadüf olmalı(!)) . Bir diğeri
ise, duyduğumda beni çok etkilemişti: Gazi, Sakarya Meydan Muharebesi
sırasında; savaşı yönetirken bir an duruyor ve yanındakilere ne diyor biliyor
musun? Bir Hitit Müzesi kurmalıyız.
Oysa savaş daha devam ediyor. Ne olacağı belli değil. Ama O’nun kafasında
bir Hitit Müzesi var. İşte Cumhuriyet
Kanadının altına sığınacak
bir kuş arayan
eskimiş saçak gibiyim sensiz
ya da bütün balinaların
kıyıya vurup
intihar ettiği
bir deniz
Bir hitit çanağıyım
toprağa gömülü
ve sen
ilk kazısını yapan
bir arkeolog ürkekliğiyle
ellerinin arasına
al beni
Tek dileğimdir çünkü benim
sana yakın bir sunay akın
Antik Acılar Kitabı
Aktüel Arkeoloji
23
ve işte O’nun düşünce şekli…
A.A: Bahsettiğimiz düşünce sistemi içinde arkeoloji ve müze bir toplumun gelişimi için ne anlam ifade ediyor?
S.A: Müze aydınlanmacıdır. Demokrasi; bir topluma, müzelerden verilir.
Anadolu’daki bu arkeoloji sevgisi; demokrasi sevgisidir. Aydın olmak; kartvizitlerde adlarımızın önüne koyduğumuz unvanlarla paralel değildir. Bir
ülkede demokrasinin var olup olmadığının ölçüsü; o ülkenin müzelere ve
Arkeoloji’ye verdiği değerle birebir
doğru orantılıdır. Bugün; Efes antik
kentinde antik çağa ait 20 bin kişilik bir
tiyatro var. Bu antik kentin; o dönem
nüfusu ne kadar? Yaklaşık olarak o kadar. Yani; neredeyse bütün bir kenti içine alacak kadar büyük bir tiyatro salonu
yapmışlar. Bugün Efes’in bulunduğu
İzmir’in Selçuk ilçesi. Selçuk’un nüfusu yaklaşık 30 bin. Tiyatro salonu yok!
Dünyaya bir gök taşı çarpsa, insanlık denen uygarlık yok olsa, yıllar sonra uzaylılar dünyaya gelseler; öyle ya, tanımaya
çalışıyorlar dünyayı, “Burada acaba eski
bir uygarlık var mı?” sorusuna yanıt bulacaklar. Efes antik kentini de bulsalar,
Selçuk kasabasını da bulsalar… Bakarlar ki; birinde, şehri içine alacak kadar
büyük bir tiyatro salonu var, diğerinde;
tiyatro salonu yok. Uzaylılar, Uygarlık
çizelgesinde hangisini ileriye, hangisini
geriye koyarlar? Arkeoloji sevgisini ve
demokrasinin gelişimini bundan daha
güzel bir örnekle anlatamam sanırım.
A.A: Ülkemizde arkeolojinin önemi tam
olarak algılanabildi mi?
S.A. İnsan iki şeyi ilk elden alır: İnancı
ve etnik özelliği. İkisi de güzeldir; çünkü bunlar kültürleri oluşturur. Bunların
ramazan pidesi vardır, paskalya çöreği
vardır, türküleri, kıyafetleri, folkloru,
mimarisi vardır da vardır. Ama ilk elden
aldığımız bu değerler üzerine politika
yapmak da ilkelliktir. Türkiye’nin yaşadığı yakın tarih de budur. Son 50-60 yıl…
Bu nedenle; Türkiye’de arkeolojik kazılar belediyelerin; İstanbul’da İSKİ’nin,
İGDAŞ’ın dozerleriyle başlıyor. Arkeolojinin kendi alanında çalışma yapmak
isteyenlere “Para yok!” deniliyor. Önü
24
Aktüel Arkeoloji
kapatılıyor. Ama ihale ile alınan bir çalışmada dozer bir yeri açarken eski eser
çıktığında “Hay Allah!” diyor bir defa
oradaki müteahhit. “Eyvah işler uzadı
kahretsin, gelin kaldırın!” diyor. İşte bu
ülkede bu kadar demokrasi olur. Çok
renkli, çok kültürlü toplumda demokrasi istiyorsan, politika yapmak istiyorsan,
hayatı derinleştireceksin. Yani arkeolojiye, kültürel çalışmalara, kültür politikalarına ilk sırayı vereceksin. Türkiye’nin
bütün yaşadığı sıkıntılar, televizyon haberlerinde izleyip rahatsız olduğumuz
olaylar, aslında doğru kültür politikalarıyla çözülebilecek olaylar. Nohut nohut
olsun, fasulye fasulye olsun, buğday buğday olsun, incire incir diyelim, kayısıya
kayısı diyelim; ama hepsinin bir araya
gelip karıştığı aşurenin tadı bozulmasın.
Bunun için de, bir Hitit kazanına ihtiyacımız var. Demokrasinin ve arkeolojinin
önemini anlatabiliyor muyum? Vatan
sevgisi, ülke sevgisi, gerçek milliyetçilik; ülkede, arkeolojiye verilen değerle
ölçülür. Başka hiçbir şey değil. Bir ülkede arkeolojiye, arkeologlara, bilimsel
kazılara, çalışmalara ne kadar değer
veriliyorsa, fon ayrılıyorsa o ülkede o
kadar demokrasi vardır.
A.A: Müze kültürümüz sizce ne düzeyde?
Sadece yapısal anlamda değil; düşünce
dünyamızdaki yeri de sorgulanmalı sanırım…
S.A. Şimdi biz, hafızası belli olmayan
bir toplumuz. Koruyamıyoruz. Neden?
Şimdi biz ağaçlarımızı koruyamıyoruz.
Bırak tarihi eserlerimizi, denizlerimizi
koruyamıyoruz. Arkeolojik bir eser ney-
Aktüel Arkeoloji
25
se; deniz de o, ağaç da o. Genelde; baktığımız zaman, korumacılık konusunda
eksiklerimizin çok olduğunu görüyoruz.
Zayıf olduğumuzu görüyoruz. Denizlerimiz kirlendi, yeşil alanlarımız yok oluyor. Antik kentlerimizi koruyamıyoruz,
barajlar kuruyoruz üstüne; yanlış enerji
politikalarıyla. Koruyamıyoruz. NEDEN? Çünkü bir topluma korumacılık
düşüncesi müze koridorlarından yayılır. Bütün bu olaylar Almanya’da olabilir mi? Olmaz, OLAMAZ! Almanya’da
Allianoi diye tarihi bir kent çıksa,
Alman üstüne baraj yapar mı? Bunun
tartışması bile olmaz. Çünkü Alman her
gün bir müzeye giderse ömrünün on altı
yılını sokağa çıkamadan Almanya’nın
müzelerinde yaşar. Yani; korumacılık
düşüncesi müzelerden verilir. Müzeleri
olan bir toplumda korumacılık hakimdir. Küçümsemiyorum, hatta destekliyorum ama ağaç dikme kampanyalarıyla,
denizden çöp toplama kampanyalarıyla
korumacılığı anlatamayız. Bunun merkezi müzelerdir. Bir toplum müzeler
varsa korumacıdır.
A.A. Sanırım yeterli sayıda ve nitelikte
müzemiz olmadığı ortada…
S.A. Finlandiya’nın Tampere kenti 250
bin nüfusa sahip, kuzeyde küçük bir
kent ve tam 150 tane müze var. Tampere
kenti İstanbul’un Dudullu ilçesi kadar.
Bugün, 15 milyonluk İstanbul’da kaç
müze var? Müze demek; kültür hizmeti
26
Aktüel Arkeoloji
sunan sergilenen eserleriyle o kıvama
gelmiş, sergilenen eserlerin nitelikleriyle o ismi almayı hak etmiş ve dahası
kültür etkinlikleri sunan mekândır.
Bu açıdan bakarsak İstanbul’daki müze
sayısı iki elin parmaklarını geçmez. İşte
tüm mesele bu!
A.A: İstanbul Oyuncak Müzesi, dünyadaki oyuncak müzeleri arasında ilk 5’te
yer alıyor. Bu müzeyi gezen herkes, burada ne kadar çok emeğin olduğunu, ne kadar önemli bir kültür hizmeti yaptığınızı
çok daha iyi anlar. Dolayısıyla müzecilik hakkında sizin fikirlerinizin önemli
olduğunu düşünüyorum. Ülkemizdeki
müzelerin niteliği hakkında ne düşünüyorsunuz. ?
S. A: Üzülerek söylüyorum ki; pek çoğu
arkeoloji deposu. Eserleri toprak altından çıkarıp yan yana dizerek müze olmuyor. Müze bu değil. Ama haksızlık
da etmek istemem, Türkiye’de yıllarca
müzecilik ihmal edilmiş. Müzecilik yapan insanlar, Türkiye’nin en zor koşullarında görev yapanlar arasındadır. Bu
nedenle hayatını bu işe adamış insanlar
benim için; en saygın insanlardır. Onları rencide etmek asla istemem. Şu anda
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Müzeler
Genel Müdürlüğü bütün iyi niyeti ve
gayretiyle çok güzel şeyler yapıyor. Müzeciler benim arkadaşlarım, onları çok
seviyorum. Zaten onlar da aynı sıkıntıları dile getiriyor. Çok, çok zor koşullar-
da çalışıyorlar.
A.A. Peki bir yazar olarak sizce; aydınlar
ve sanatçılar bu konuda gerekli desteği
veriyor mu?
S.A. Asıl sıkıntılı nokta da bu. Müzeciler ve arkeologlar gereken desteği sanatçılardan göremiyorlar. Ben müzeci
değilim, arkeolog da değilim. Ama ben
müze severim, arkeoloji severim. Benim
kimliğim edebiyatçı. Ben şair - yazarım.
Ama edebiyatçı ve şair yazar olarak;
dünyanın dört bir yanına gitmiş, binlerce müze gezmiş biri olarak bu ülkede müzeciliğin ne olması gerektiğinin
ışığını ben taşımayacağım da, bu ülkeye
kim taşıyacak? Binlerce müze gördüm.
Hayatımda en mutlu olduğum anlar
müzede geçirdiğim saatler, en sevdiğim
mekânlar da müzelerdir. Paris’te, Eifel
Kulesi’ni dördüncü gidişimde gördüm.
Umrumda bile değil Eifel Kulesi! Daha
önceki üç gidişimde müzelerdeydim.
Hala da öyle; müzeler, sahalar, antikacılar… Antikacılar çarşısı da müzedir;
çünkü gündelik hayatın tarihi oradadır.
Hollanda’da çok güzel bir antikacı var.
Ne satıyor biliyor musunuz? Sadece eski
tıp araç gereçleri satıyor. Tıp tarihi var
orada. Hiçbirimizin göremeyeceği objeler var. Şimdi; ben, bunları keşfettim. Bu
birikimi, bu ışığı, avuçlarımda topladım.
Bunu Türkiye’ye yaymaya ve taşımaya
çalışıyorum. Ne yapıp yapamadığıma
bir yargıç karar verecek; o da ZAMAN.
Ama benden sonra karar verecek; çünkü sıra bende. Daha onun konuşmaya
hakkı yok! Benim hakkımda iyi şeyler
söylenmesi için yapmıyorum bunları.
Benim taşım cilalı olmasın; düzgün olsun yeter. Zaman karar verecek ne kadar
parlak olup olmadığıma. Bir öz eleştiri
yapalım. Bir ülkeye müzenin önemini,
gerekliliğini şairler yazarlar anlatmayacak da kim anlatacak? Nerede şairler
yazarlar?
A.A. Anlatmışlar mı sizce?
S. A. Göremiyorum. Benim olmam marifet değil. Ötekiler nerede? Frankfurt
Kitap Fuarı’na her yıl giden şair ve yazarlar, kaç tane müze gezmiştir sanıyorsunuz? Ben bu sorunun yanıtını biliyorum,
onun için soruyorum. Ya da kaçı umursamıştır, yüreği ile koşmuştur müzelere?
Gelmişken görelim. Yüreğinle koşmak
heyecanlanmak başka bir şey. Onlarca
kez görmeme rağmen, uçağa bindiğimde gideceğim müze için heyecanlanırım
hala; çünkü mutlaka bir değişiklik, yeni
bir sergi vardır. Bizdeki müzeler, depo
gibi atıl kalmış. Müze bir metindir. Na-
sıl ki bir sinema filmi çekmeden önce
bir senaryo gerekiyorsa, müzenin de
bir senaryosu olmalıdır. Şimdi bu konuda kim yardımcı olacak müzecilere?
Burada, kendine sanatçı diyen şairler,
yazarlar, ressamlar, müzisyenler; yani
bizler ön ayak olacağız. Burada kar makinesi biziz, yolu biz açacağız.
A.A: Aydınların ve sanatçıların bu konuda sorumluluklarını hatırlamaları gerekiyor, öyle değil mi?
S.A. Aynen öyle. Aydın olmak. Bu heyecan, sevgi bizden gelmeyecek de topluma nereden gelecek? Hangi kaynaktan
gelecek bu su? Bu nedenle; müzecilik ve
arkeoloji konularındaki bu uzaklık artık
yeter.
A.A. Aydınlık bir geleceğin, ülkenin sahip olduğu müze sayısıyla eşdeğer olduğunu söylüyorsunuz?
S.A. Kesinlikle efendim. Şimdi Avrupa’da
mı demokrasi daha güçlü, bizde mi?
Avrupa’nın mı ekonomisi güçlü, bizimki
mi? Avrupa bizden daha gelişmiş. Peki
soruyorum. NEDEN? Birliğe üye olmak istediğimiz Avrupa ülkeleri önce
zengin olup sonra mı müzelerini kurdu; yoksa müzelerini kurup her adımı bilgi dolu aydınlanmanın ışığında
yürüyerek, o koridorlardan geçerek
mi bugünkü güce ulaştılar? Louvre
Müzesi koridorlarının uzunluğu 13 km.
D’Orsay Garı kapatıldı. Ne oldu? Müze.
Haydarpaşa ne olacak? Akla gelen yegane şey otel ya da kongre merkezi. Kimsenin aklına müze yapmak gelmiyor.
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin
yeri Haydarpaşa Garı’dır. Neden?
Çünkü Haydarpaşa Garı Anadolu’nun
gardrobudur, Anadolu’ya açılan kapıdır. İstanbul’u İstanbul eden de Anadolu
medeniyetleridir. İstanbullu bunu bilir.
Bu nedenle Haydarpaşa Garı’na trenle
gelen bir Anadolulu, merdiven çıkarak
girmez İstanbul’a, merdivenlerden iner.
İstanbul bilir, Anadolu üstündür. Büyük
medeniyetler vardır orada. İstanbul, alçak gönüllü bir şehirdir. İstanbul hiçbir
zaman; “Biz yedi kuşak İstanbulluyuz”
diyen; burnu büyüklerin kenti olmamıştır. Gerçek İstanbul’dan söz ediyorum.
Aktüel Arkeoloji
27
Bu nedenle; bir hayalim de Haydarpaşa
Garı’nı bir Anadolu Medeniyetleri Müzesi haline getirmektir; Antik Çağdan
başlayıp günümüze kadar gelen tarih
çizgisinde…
A.A. Müze binaları ve tarihi yapıların bu
amaçla kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz?
S.A. Var olan tarihi bir eser içine
müze kurmak çok doğru değil. Tarihi
mekânlar müze olarak kullanılmalıdır; ama daha çok tematik müze olarak
kullanılabilir. Örneğin; benim aklımda
Kurbağa Müzesi var. Bir yazar kendini
anlatırken şöyle başlamış: bir yaşındayken kurbağadan korktum. Orhan Veli.
Sabah serenat çeker kurbağalar. Ona
şiir yazan kim? Tevfik Fikret. Öpülünce prens olan kurbağaya dek… Bu tür
müzeler için; eski tarihi binalar kullanılabilir; ama Anadolu Medeniyetleri
Müzesi’nden söz ediyorsak, bu kadar
mükemmel eserleri, var olan bir hacim
içine koymak yerine, mimarisiyle özgün bir müze yaparak orada sergilemek
doğru olandır. Ankara’ya başlı başına
bir müze kurmak gerekir. Haydarpaşa Garı, tarihi eserdir. Müzeyi orada
kurmayacaksınız. “Haydarpaşa Garı
Anadolu Medeniyetleri Müzesi olsun”
dememle çelişmez bu düşüncem. Haydarpaşa Garı U şeklinde bir bina. Arkası
bomboş. Oraya kalıcı olmayan çelik ve
cam konstrüksiyon kullanarak müzeyi
arkaya doğru büyütebilirsin. Haydarpaşa Garı, müzenin sadece kapısı olur. Zaten, Haydarpaşa’nın koridorları yetmez
ki müze olmaya. D’Orsay Müzesini görenler ne demek istediğimi anlayacaktır.
Asıl olan, müzenin metninin yazılmasıdır. Bu yüzden; biz edebiyatçılar, konuya el atmalıyız diye düşünüyorum.
Bizim katacağımız çok şey var. Benden
28
Aktüel Arkeoloji
başka kim var tartışılır da… Ama ileride
olacaktır. Biz kar makinesiyiz.
A.A: Son dönemde gezdiğiniz müzelerden hangisini beğendiniz?
S.A. Çorum’daki Arkeoloji Müzesi’ni
çok beğendim. Alacahöyük Kazısı çok
önemli bir kazı, tabi buradan çıkan eserler de.
A.A. Yazılarınızda, söyleşilerinizde Hitit’e
vurgu yapıyorsunuz. Hitit’i sizin için bu
denli özel kılan nedir?
S. A. Biz, Koç’un yaptığı Anadol arabalarla büyüdük. Onun simgesi Hitit
geyiğiydi. Sonra, Eti bisküvileri ile büyüdük. Simgesi Hitit Güneşiydi. Benim
çocukluğumda; bisküvide bile arkeoloji
vardı. İşte bu; bir kültür politikasıdır.
Şimdi biz neredeyiz? Ben bir Hitit çocuğuyum. Benim kendimi Hitit olarak
tanıtmamın nedeni bu. Ama sadece
Hitit değil. Mesela Apollon hayranıyım.
Apollon, Anadolu demektir. Apollon’a
sahip çıkmadık. Amerika uzaya gönderdiği roketlere Apollo (Apollon’un Latincesi Apollo’dur.) adını verdi. Apollon’u
anlayamazsan, bu bilgiyi alamazsan, küçümsersen, sahip çıkmazsan, uzayda yerin yok senin. Uzaya giden yol nereden
geçiyormuş? Arkeolojiden geçiyormuş.
Arkeolojinin ne demek olduğunu anlayamıyorsan, ona gereken önemi değeri
vermiyorsan, uzayda yerin yoktur. Oysa
Amerika’nın uzaya gönderdiği roketlerde de Apollo adı yazıyor.
A.A. Arkeoloji sevginiz ve bilginiz eserlerinizde sizi nasıl besliyor?
S.A. Ben; arkeolojiyi, bir edebi eser ortaya çıkarırken, renk olarak kullanıyorum. Ressam paletinde, bir renk olarak
duruyor arkeoloji. Yoksa başlı başına arkeoloji, haddim değil. O kadar güzel ki-
taplar var ki, ben onlardan beslenip
bir Sunay Akın metni oluşturmak için
tarihten, coğrafyadan, felsefeden, psikolojiden nasıl yararlanıyorsam, arkeolojiyi de mutlaka paletimde tutuyorum.
Edebiyat yapmak, bunlardan bir senfoni
oluşturmaktır. Arkeolojiye tek başına
bir enstrüman olarak hakim olmak,
bambaşka bir sanat.
A.A. Arkeoloji, paletinizdeki hangi renk?
S.A. Bordo
A.A. Neden Bordo?
S.A. En sevdiğim renklerden biridir.
Trabzonluyum. Güneş bizim orada bordo batar. Belki de en önemlisi, babam
bir terzi ve annem O’na bordo renkli bir
ceket diktirmek için dükkana gittiğinde
tanışıyorlar. Bu yüzden bordo... (Söz konusu ceket İstanbul Oyuncak Müzesi’nin
girişinde sergileniyor)
A.A. Sizinle daha önce yaptığımız sohbet
sırasında Antik Dönem oyuncakları üzerine çalıştığınızı söylemiştiniz.
S.A. Ben şunu tespit ettim: Arkeolojik
çalışmalar sırasında çıkan pek çok oyuncak ya da minyatür, “heykelcik” diye
kaydedilmiş. Başlı başına oyuncak konulu bir arkeoloji müzesi düşünüyorum.
Bugün fırsatım olsa “çocuğun tarihini”
anlatan “Arkeolojide Çocuk” konulu bir
müze kurmak isterim. Her şeyiyle çocuk olmanın tarihi… Çocukluk; kazasız
belasız atlatılması gereken, “Bir an önce
büyüsün, iyi bir eğitim alsın” diye düşü-
nülen bir süreç bizde. Oysa çok yanlış,
geleceği şekillendiren var eden hep çocukların hayalleridir.
A.A: Hıncal Uluç “Kapıyı Anahtarla Açmak” kitabında, sabah kahvesini içerken
Kraliçe Sophia Müzesi’ndeki hediyelik
eşya bölümünden aldığı kahve fincanını
uzun uzun seyrettiğini anlatır. Çünkü
üzerinde belki de dünyanın en ünlü tablolarından Guernica vardır. Müzelerin
hediyelik eşya bölümleri, kültürel hizmetin önemli bir parçası. Bu müzenin kurucusu ve dünyada pek çok müzeyi gezmiş
biri olarak; müzelerdeki hediyelik eşya
kültürü hakkında ne düşünüyorsunuz?
S.A. Ne yazık ki müzelerin hediyelik
eşya bölümleri çok zayıf. Oysa Avruİlustrasyon: Önder Önerbay
Aktüel Arkeoloji
29
pa tıklım tıklımdır. Bizde müze gezme
kültürü olmadığı için ya da yeni yeni
başladığı için diyelim; müzelerden hediyelik eşya alma, oradaki bir objeye sahip
olma heyecanı bizde yok. Yeni yeni başlayacaktır. İstanbul Oyuncak Müzesi’nin
hediyelik eşya bölümüne bin bir özenle
koyduğum objeler hak ettiği ilgiyi görmediler. Ama bu kültür oluşacaktır. Ne
kadar müzemiz var ki zaten; bu sevgi,
öğreti insanlara yayılsın. Benim evim,
odam bu tür Avrupa’daki müzelerin
hediyelik eşya bölümlerinden aldığım
objelerle dolu. Asıl olan doğru müzeleri kurmak. Müzecilik, bekçilik değildir.
Depoculuk değildir. Bir müzeye gelen
insan, oraya tekrar gelme arzusunu hissetmeli. Çok etkilenmeli. Özlemeli orayı. Ama bunun için de doğru müzeleri
kurmalıyız. Fikir olarak, doğru metin
olmalı. Oyuncak Müzesi’ne hatada 2-3
kez gelen ve buradan evine gidenler var.
Merak ettim ve sordum birine: Neden?
“Burada ruhumu yıkıyorum. Sonra da
eve gidip duş alıyorum” dedi. Böyle müzeler kurmalıyız. Victor Hugo der ki: “Ey
şair; bana yağmurdan bahsetme, yağdır”.
Bu da onun gibi bir şey. Ben yağdırırım,
nasıl olması gerektiğini anlatamam. Bir
şiiri anlatmak gibi… Oysa asıl olan şiirdir. Anlatılmaz ki! Herhangi bir konuda,
bir müzeyi kurarım. Metnini, objelerin
nasıl konulması, nasıl bir gezi düzeni
içinde olması gerektiğini her şeyiyle kurarım. En büyük arzum boş bir araziye
mimarisiyle o konuda uzmanlarıyla oturup, orada bir metin yazmak, onu oluşturmak.
A.A: Pek çok kişi gibi tarih ve arkeolojiyle ilgili çok ilginç bağlantıları sizin kitaplarınızdan öğrendim. Pek çok konu-
30
Aktüel Arkeoloji
yu bir potada eritiyorsunuz. Arkeoloji
de bunlardan biri…
S.A. Arkeoloji, bildiğiniz gibi Edebiyat Fakültelerindedir. Neden? Edebiyat
Fakültesine baktığında Arkeoloji, Sanat Tarihi, Felsefe, Psikoloji, Sosyoloji,
Tarih, Coğrafya gibi pek çok disiplini
görürsünüz; çünkü edebiyatçı bütün
bu enstrümanları kullanarak onlardan
bir senfoni yaratan insandır. Nasıl bir
senfoni orkestrasında şef; ülemeli, vurmalı, yaylı çalgıların hepsini duyuyor ve
onları yönetiyorsa, edebiyatçının da bu
bilimsel disiplinlere hakim olması gerekiyor. Bu nedenle arkeoloji eğitimi almış
bir insanın gözünden kaçabilecek ayrıntıları ortaya çıkarmak bana düşer.
A.A: Dünyanın ilk aşk şiirini bir de sizden dinlemek isteriz?
S.A: Samuel Noah Kramer 1951 yılında
İstanbul’a geliyor. Sümer tabletleri üstünde çalışıyor. 2461 no’lu tableti inceliyor. İşte o tablet; bir aşk şiiridir. Yazan,
yani şair; bir kadın ve bir krala yazıyor.
Malumunuz Sümer’de her yıl hasat döneminde toprakların verimli kılınması
için Kral, aşk ve doğurganlık tanrıçası
İnanna’nın rahibelerinden biriyle evleniyordu. Rahibe, Kral’a aşık oluyor ve
bu şiiri yazıyor. Samuel Noah Kramer’in
kitabını ilk okuduğumda çok etkilendim. Şimdi bir şey yapmam gerekiyor.
İstanbul’da nice aşkların tanığı bir eser
var: Kız Kulesi. “Kız Kulesi bir müze olsun” dedim 1992 yılında, dünyanın ilk
aşk şiirini oraya koyalım ve tüm dünyaya duyuralım. “Hey, Dünya’nın yazılı
ilk aşk şiiri İstanbul’da, Kız Kulesi’nde.
İki kıtanın arasında...” Şiir; kıtalardan
oluşur ya, ilk aşk şiiri de iki kıtanın arasında bu yüzden. Bunu yapsaydık, Salacak kıyısı Japon turistlerden geçilmezdi.
İşte sana turizm. Ama asıl olan kültür
politikasıdır. Kültür politikası üretiyorum ben. Ne yazık ki Kız Kulesi, lokanta
yapıldı. Ama eminim bir gün; benim bu
düşüm gerçekleşecek. Bir gün Kız Kulesi
müze olacak ve ilk aşk şiiri orada sergilenecek.
A.A: Siz gündeme getirdikten sonra, bu
önemli eser 14 Şubat’ta ayrı bir bölümde
sergilenmeye başlandı.
S.A. Çok doğru, tabi bunlardan memnun oluyorum. Benim başlattığım o kadar çok şey var ki. Benim adımı anmasalar da ben memnunum. Ben “Anonim”
olayım mühim değil. Işık kaybolmasın.
Korumacılık düşüncesinin olduğu yerde ben varım zaten. Önemli olan ışığın
kendisi, ışığı taşıyan el değil.
A.A. “Avcının değil, aslanların tarihini
anlatmayı istiyorum” diyorsunuz. Antik
Dönem’e ait aslan tarihini sizden okumak
çok keyili. Sizi bu konuda yeni araştırmalara iten, heyecanlandıran yeni bir
konu, bir kitap çalışması var mı?
S.A. Yeni bir kitap hazırlıyorum. İlk bölümde hiç bilinmeyen Çanakkale Savaşı
olacak. Okurlarınıza kısaca anlatmak
En eski aşk şiiri
Eski babil dönemi
MÖ 18.yüzyıl, büyük bir olasılıkla Kral Şusin için seçilmiş bir
gekin tarafından söylemek için
kaleme alınmıştır.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri
isterim. Yer, Ege Denizi… heseus, Girit Adası’na Minotaurus adlı öküz başlı
canavarı öldürmek için yola çıkacaktır.
Babası Kral Aigeus’a, bu tehlikeli görevi
başarırsa, dönüş yolunda gemisine beyaz
yelken çekeceğini söyler. heseus, zorlu
bir mücadelenin ardından Minotauros’u
öldürür. Zafer sarhoşluğu içinde ülkesine dönerken gemisindeki yelkeni değiştirmeyi unuttur. Bunun üzerine kıyıda
oğlunun yolunu bekleyen Kral Aigeus,
kara bayrağı görür görmez oğlunun başına bir felaket geldiğini sanarak, kendisini denize atıp intihar eder. Bu olaydan sonra denize Kral’ın adı verilerek
“Aigeus’un Denizi” dendi. Bu ad zamanla değişerek “Ege Denizi” olmuştur. İşte
Ege Denizi’nin adı buradan geliyor. Ege
Denizi adını evlat hasretine dayanamayan bir kraldan, bir babadan alıyor.
Baba - oğul trajedisinden alıyor.
Ve 1915 yılında Çanakkale önüne gelen işgal gemileri. Amiral Guepret, işgal güçlerinin Fransız Komutanı: “Bana
Yüzbaşıyı çağırın” der. “Yüzbaşım, bu
Türkler, garanti suya mayın bırakmıştır”.
“Git mayınları temizle, bize İstanbul’a
giden yolu sen aç. -Bu büyük bir onurdur.- Ve İstanbul’a vardığımızda seni
Binbaşı yapacağım. Nişanlı olduğunu
biliyorum. Nişanlını da Paris’ten getirip
sana İstanbul’da düğün yapacağım” der.
Şimdi biz şöyle biliyoruz: Nusrat Mayın
Gemisi mayın döşedi. Bunlar gelip mayınlara çarptı. “Afedersiniz ama bunlar
suda mayın olduğunu bilmiyorlar mı?
Burada bir şey eksik değil mi?”. O sırada
bizde bir şüphe. Mayınlar suda mı, değil
mi? Cemal Bey diyor ki (Soyadı Kanunu çıkınca Durusu soyadını alacak) “Bir
uçakla 300 metre yukarıdan baksak, mayınların suda olup olmadığını anlarız”.
Uçak da ne biliyor musunuz? Zamanında Kahire’ye gitmek için havalanan,
Kaz Dağları’nda o efsanevi İda Dağı’nda
düşmüş bir uçak. Onarılıyor. Uçağa da
Japonya’dan dönüş yolculuğunda batan
Ertuğrul Firkateyninin adı veriliyor.
Şu iç içeliğe bakar mısınız? Mayınların
suda olmadığı anlaşılıyor ve Nusrat bir
kez daha mayın döşüyor. Ama Amiral
Guepret’in elinde rapor: “Mayınlar sudan temizlendi. Tam yol İstanbul” diyor.
İşte bu nedenle mayınlara çarpıyorlar.
Peki, ne oluyor o an? Amiral Guepret
ökeleniyor. Savaş Mahkemesi’ni kuruyor. Yüzbaşını yargılıyor: “Beni aldattın!” Yüzbaşı: “Hayır, ben görevimi
yaptım”. Ne bilsin, Türkler düşmüş uçağı
onarmış! Karar diyor, Amiral “İDAM!”
Sabah 05.30’da bu geminin grandi direğine asılacaksın. Yüzbaşı tarihe geçmeyi
düşünüyordu, Binbaşı olmayı hayal ediyordu. Dahası, nişanlısıyla İstanbul’da
evlenmeyi umut ediyordu. Şimdi ise
ölüm, birkaç saat ötesinde. Amiral Guepret soruyor. “Mahkumun son dileği?”.
Yüzbaşı başını kaldırıyor göz yaşları içinde Çanakkale önü, Ege Denizi üstünde
yüzbaşı gözyaşları içinde şunu söylüyor:
“BABA”. Ve Amiral Guepret, öz oğlunu
Ege Denizi’nde, adını oğlunun ölüm haberine dayanamayarak intihar eden bir
babadan alan Ege Denizi’nin üstünde
1915 yılında gemisinin direğine astırıyor. İşte arkeoloji bu. Ben, arkeolojiyi
enstrüman gibi kullanıyorum. Benim
orkestramda; Arkeoloji birinci keman.
Öykü burada bitmiyor. Sunay Akın’ın
yakında çıkacak kitabında da yer alacak
öykünün devamını okumak için biraz
daha sabretmemiz gerekiyor…
Yunan Mitolojisindeki 9 ilham perisini
bilmeyen yoktur. “Müze” sözcüğünün kökeni 9 ilham perisinden (Mousa-Museler)
gelir. Ben müzeleri her zaman; en sevdiğim peri olan Kalliope’nin (epik şiirin,
destanların ilham perisidir) evi olarak
algılıyordum. Bir müzenin, her salonunda başka bir ilham perisinin bulunduğunu ilk kez İstanbul Oyuncak Müzesi’nde
hissettim. Tarih perisi Kleio sizi Asker
Salonu’nda beklerken, Melpomene ise savaşın tüm trajedisini anlatmak için yanı
başında… Uzay Salonu’nda ise, gök bilimi perisi Urania dünyaya ve yakın tarihe
biraz da yüksekten bakmamıza yardımcı
oluyor.
Ve bu Müze’de Zeus’un güzel kızları
Muse’lerin oluşturduğu koronun şeliğini Apollon değil, Sunay Akın yapıyor. Bu
güzel korunun birinci kemanı ise Arkeoloji…
Aktüel Arkeoloji
31
LUKKA ÜLKESİ
Hattuša’da, Nişantepe’nin
doğusunda, yer alan
Güneykale Anıtı
Yazı ve Fotoğraf
SEZER SEÇER
Tawagalawa
Mektubu
32
Aktüel Arkeoloji
M . Ö. 2 . B İ N YI L’ DA Lİ KYA
MÖ 2. binyıl Anadolu’sunu; Orta Anadolu’da
Kızılırmak kavsi içinde Hatti, Hatti’nin kuzeyinde Pala, Kaška, doğuda Azzi Hayaša ve
Išuwa, batıda Wiluša, Šeha, Arzawa-Mira ve
Anadolu’nun batı kıyıları ile bir kısmı Kıta
Yunanistan’da olduğu düşünülen Ahhiyawa,
Hatti’nin güneybatısında Pedašša ve Walma,
güneyde Kargamış, Kizzuwatna, Tarhuntašša
ve Lukka, gibi başlıca bölgelere ayırmak mümkün olmaktadır.
Anadolu’nun güneyinde yer aldığı bilinen
Lukka Ülkesi, antik Likya ile eşitlenmektedir. Bu eşitlemenin yapılmasında fonolojik
dayanaklar kadar yazılı belgelerden sağlanan
bilgiler de etkili olmuştur. Bu kaynakları; çivi
yazılı belgeler, Luwi hiyeroglili yazıtlar ve Mısır kaynakları şeklinde gruplandırmak mümkündür. Lukka kelimesinin kökeni ve türevleri
incelendiğinde (Lu-(luk(k)a/i/e-)) ışık, parıltı,
aydınlanmak, gün doğumu, şafak vb. Hititçe
ve Luwice kelimelerle türetilmiş anlamlar karşımıza çıkar. Sadece bu kelime anlamları bile,
“Işık Ülkesi” olarak da bilinen Likya ile Lukka
Ülkesi arasında bir bağ kurmaya yeterlidir.
Hitit çivi yazılı belgelerinde, yaklaşık 30 adet
tablette adı geçen Lukka Ülkesi’nin, zaman zaman “Lukka Adamları”, “Lukka Şehri”, “Lukka
Ülkesi” ya da “Lukka Ülkeleri” şeklinde, farklı
kullanımlarla karşımıza çıkıyor olması, Lukka
Ülkesi hakkındaki ilgiyi arttırmaktadır. Çok
detaya girmeden genel olarak Hitit tarihinde,
Lukkalıların varlığına bakılacak olursa, ilk kez
Telipinu Dönemi’nde (MÖ 1525-1500) “Lukka
Şehri” olarak metinde yer alan Lukkalıların, II.
Muršili Dönemi’nde (MÖ 1343-1310) “Lukka
Ülkesi” şeklinde kendilerinden bahsedildiği
görülür. II. Muršili’nin, tahta geçmesinin 2. yılında, Arzawa kralına sığınmış olan ve Lukka
Ülkesi içerisinde yer aldıkları bilinen; Attarimma (=Telmessos?), Huwaršanašša ve Šuruta
Ülkelerinden Arzawa Ülkesine sığınan kölelerin geri verilmemesi üzerine, II. Muršili’nin
Arzawa’ya savaş açtığı bilinmektedir. II. Muršili
Dönemi’ne ait bir diğer metin olan,“Veba ve
Düşmana Dair Arinna’nın Güneş Tanrıçasına Dua Metni”nde ise; Lukka Ülkesi’nin,
Arinna’nın Güneş Tanrıçası’ndan hür olduğu
ve vergi ödemeyi bırakarak Hatti Ülkesi ile
savaştıkları görülür. Bu sayede II. Muršili Dönemi başlarında ya da daha öncesinde, Lukka
halkının Hitit Devleti’ne bağlı olduğu ancak
daha sonra isyan ettikleri ortaya çıkmaktadır.
II. Muwattalli Dönemi’nde (MÖ 1310-1282)
yazılmış olan “Alakšandu Antlaşması”nda ise;
Lukka Şehri, Hatti Ülkesi’nin düşmanları arasında gösterilmekte ve olası bir seferde Wiluša
kralının desteğinin istendiği görülmektedir.
Ancak yine aynı döneme denk gelen Kadeš
Savaşı’nda (MÖ 1285), Hatti Ülkesi’nin yanında savaşanlar arasında, Lukka halkının da yer
almış olması akılları karıştırmaktadır. Bilim
insanlarının bir kısmı Kadeš Savaşı öncesinde
Lukkalıların, Hatti Ülkesine tekrar bağlandığını, diğer bir kısmı ise paralı asker statüsünde
ya da kendi çıkarları doğrultusunda hareket et-
tiklerini düşünmektedir. Lukka hakkında bize
bilgi veren ve önemli bir tablet olan, “Tawagalawa Mektubu”nda ise; Lukkalı Adamların
Attarimma kentinin yakılmasının ardından,
hem Ahhiyawa Ülkesi kralının kardeşi olan
Tawagalawa’yı, hem de Hatti kralını yardıma
çağırdıkları görülür. Bahsi geçen Hitit kralının,
yapılan araştırmalar neticesinde III. Hattušili
olduğu kabul edilmektedir. Hatti kralından
yardım isteyen Lukkalıların, III. Hattušili
Dönemi’nde (MÖ 1275-1250) Hatti Devleti’ne
bağlı oldukları açıktır. “IV. Tuthaliya’nın Prensleri/ Komutanları İçin Talimatı” metninde,
Lukka halkının Hatti Ülkesine sorun olmaktan vazgeçmediği görülür. Bu nedenledir ki,
IV. Tuthaliya (MÖ 1250-1220) güneye bir sefer
düzenler. Seferin tüm detayları “Yalburt Anıtı” olarak bilinen taş bloklara kaydedilmiştir.
Bu yazıt içerisinde geçen yer adları sayesinde
Likya=Lukka eşitliği kesinlik kazanmıştır. Anıtın 9. bloğunda “Lukka Ülkelerini mahvettim,
Wiyanawanda Ülkesi’nde ben Büyük Kral, …
yaptım” cümlesi okunmaktadır. Yazıtta geçen
Wiyanawanda Antik Çağ’daki Oinanda kenti
ile eşitlenen bir Lukka kentidir. Metnin devamında IV. Tuthaliya Pina(li)’yi (=antik Pınara)
cezalandırır, Awarna’ya (= antik Xanthos) gider
ve oradan da D/Talawa (= antik Tlos) kentine
iner. Ayrıca yazıtta Patara/Patari Dağı’ndan da
bahsedilir ki, bu yer adı da antik Patara kentinin
adı ile eşitlenmektedir. Yazıtın sonlarında ise;
“Bu topraklarda Hatti’nin büyük krallarından,
babam ve atalarımdan hiçbiri ilerleyemedi” ibaresi dikkat çekmektedir. Bu cümle Lukka’nın,
IV. Tuthaliya Dönemi’nden önce, hiçbir zaman
IV. Tuthaliya
(MÖ 1250-1220)
güneye bir sefer
düzenler. Seferin tüm
detayları “Yalburt
Anıtı” olarak bilinen
taş bloklar üzerine
kaydettirir, bu bloklar
bugün Konya ilinin
Ilgın ilçesinde
yer alır
Yalburt Anıtı Çizimi
Aktüel Arkeoloji
33
Kadeş savaşı sırasında
Mısırlılar tarafından esir
alınan Lukkalı askerlerin
betimlendiği Abu Simbel
tapınağı.
tam olarak ele geçirilemediğinin kanıtıdır. Ancak Hattuša’da, Nişantepe’nin doğusunda yer
alan “Südburg/Güneykale Anıtı”ndan anlaşıldığına göre, IV. Tuthaliya’nın bu zaferi kalıcı olmamıştır. II. Šuppiluliuma Dönemi (MÖ 12101200) ait bu anıtta, Lukka Ülkesi’nin idare
altına alındığından bahsedilir ki, bu da Lukka
Ülkesi’nin II. Šuppiluliuma Dönemi öncesinde
tekrar isyan ettiğinin bir göstergesidir.
Hitit çivi yazılı belgeleri dışında Lukkalılardan bahsedildiğini daha önce dile getirmiştik. Bunlardan biri Kuzey Suriye’de yer alan
Ugarit’in kralı Ammurapi’nin Alašiya (=Kıbrıs)
kralı’na yazmış olduğu mektupta: “Benim tüm
asker ve savaş arabalarımın(?) Hatti Ülkesi’nde
olduğunu ve gemilerimin de Lukka Ülkesi’nde
beklediklerini babam bilmiyor mu? Düşmanın
yedi gemisi bize çok zararlar verdi” şeklindeki ifadesinden, Lukka Ülkesi’nin denize kıyısı olan bir yerde bulunuyor olması gerekliliği
açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca deniz kavimlerinin güneye inme hareketini gerçekleştirdiği bu dönemde, Ugarit gemilerinin Lukka
Ülkesi’nde olması, Lukka ülkesinin deniz gücünü vurgulamaktadır.
Mısır kaynaklarında ise, Lukka adı, Kadeş Savaşı’na katılan ülkeler dışında, “Merneptah Steli” olarak bilinen ve Büyük Karnak
Tapınağı’nın doğu duvarında bulunan yazıtlarda da yer almaktadır. Merneptah’ın (MÖ 12131204) Libya işgalcilerine ve müttefiklerine karşı kazandığı büyük zaferin anlatıldığı bu yazıt,
Merneptah’ın 5. yılına aittir. Yazıtta Lukka “Rwkw” şeklinde geçmektedir.
Ayrıca El-Amarna tabletlerinden de Alašiya
Kralının adı geçmeyen bir Mısır firavununa
yazmış olduğu tablette, Lukka halkından şöyle
bahsedilmektedir: “Kardeşim, neden bu konu
hakkında beni suçluyorsun? Ben hiç bir şey yapmadım. Aksine (durumu) haber verdim. Alašiya
da korsanlardan rahatsız. Lukkadan gelen bu
adamlar, kendi ülkemde de her yıl bir kent işgal
ediyorlar”. Bu metinden anlaşılabileceği gibi,
Lukka halkının deniz gücünü iyi kullandıkları
hatta korsanlık yaptıkları açıktır.
Hatti Ülkesine sürekli olarak sorun yaratmış olan Lukka Ülkesi’nin bir türlü kontrol
altına alınamayışına ve korsanlık faaliyetleri
gerçekleştirmelerine şaşırmamak ve sadece
Likya Bölgesi’nin coğrafyasına bakmak yeterli
olacaktır. Böylesine dağlık bir bölgeye ulaşmak ve Lukka Ülkesini sürekli kontrol altında
tutmak, Hatti Ülkesi için oldukça zordu. Aynı
şekilde, bulunduğu Tekke Yarımadası’nın, MÖ
2. binyıl’da, günümüz kıyı şeridinden çok daha
fazla doğal limanlara sahip olması; Lukka halkının korsanlık yapmaları ve Alašiya gibi bir
ülkeye saldırmalarını son derece mantıklı kılmaktadır. Keza aynı coğrafyada yaşamış olan
Likyalıların da korsanlık yaptıkları Strabon
tarafından dile getirilmektedir. Yine de bu
bilgiler dışında ne yazık ki, Lukkalı insanların yaşayış tarzlarına dair herhangi bir bilgiye
sahip değiliz. Lukka Ülkesi’nin nerede yer aldığını yazılı belgeler neticesinde net olarak biliyor olsak da, elimizde herhangi bir arkeolojik
verinin olmayışı araştırmaları zorlaştıran bir
etkendir. Arkeolojik verilerin ele geçmemesi
bu halkın, ufak beylikler şeklinde yaşadıkları
ya da yarı göçebe oldukları ihtimalleri da akla
getirmektedir. Dileğimiz ve umudumuz, yazılı
belgelerle kanıtlanmış olan bu lokalizasyon çalışmalarının, arkeolojik verilerle desteklenmesi ve “Lukka” adının, adına yaraşır bir şekilde
“aydınlanma”sının sağlanmasıdır.
Alakšandu Antlaşması
34
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
35
LİKYA
“…bu toprakların şimdiki yoksulluğu ve terk edilmişliği bir yana, sahip
olduğu birçok antik dönem kalıntısı; onun bir zamanlar antik dünyanın en
kalabalık ve en bahtiyar bölgelerinden birisi olduğunu anlatır…”
William Martin Leake, 1800
36
“Tanrı ve insan bir olup
Likya’yı yaratmış. İnsana
boşluğu duvarlarla
sınırlamak mekanlar
yapmak düşmüş. İstemiş
ki evinde kendisi, kamu
binalarında yönetimi,
tapınakta tanrısı,
onurlansın. Tanrı da tüm
bunlar için cömertçe
malzeme sunmuş
insanına: taş sunmuş,
çamur sunmuş, ağaçların
en iyisini sunmuş. Üstüne
üstlük eksilmez ışık
düşürmüş üstlerine. En
mavi denizi de değdirmiş
eteklerine. Tanrı ve
insan bir olup Likya’yı
yaratmış”
“25 yıllık keşiflerime
baktığımda en zevkli
yolculuklarımı Likya’da
yaptığımı anımsıyorum.
Bu ülke başka yerlerde
dengi olmayan bir
etkiye sahiptir Manzara
muhteşemdir. Ay ışığında
başka bir evren olur…”
Nevzat Çevik 2000.
George E. Bean, 1952 – 1966.
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
37
Yazı ve fotoğralar:
Prof. Dr. Nevzat ÇEVİK
Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü
Myra-Andriake Kazıları Başkanı
LUKKİ ÜLKESİ HALKI
Antiphellos.
Kaş’tan.
200 yılı aşkın bir süredir Likya keşfe-
dilmektedir. Bu benzersiz bölgeden araştırmacıların ne denli etkilendiklerini yukarıdaki birkaç örnek göstermektedir ki bölge
hala araştırmacıları şaşırtmaya devam eden
muhteşem kalıntıları ve akıl almaz doğasıyla
araştırma ve kazıların ilgi odağı olmaya devam etmektedir. Bugüne dek gerçekleştirilen
kazı ve araştırmalar sonucunda şimdilik aşağıda özetlenecek olan tarih oluşmuştur. Her
bir yeni bulgu bu eski hikâyeye yeni parçalar
eklemekte ve gün geçtikçe Likya daha anlaşılır olmaktadır. Bu çabada Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nün Myra-Andriake
kazılarıyla N. Çevik ve ekibi, Patara kazılarıyla F. Işık - H. İşkan Işık ve ekibi, Rhodiapolis kazılarıyla İ. Kızgut ve ekibi, Tlos
kazılarıyla T. Korkut ve ekibi, hem kazı ve
araştırmaları hem de yoğun yayınlarıyla Likya Uygarlığı’nın aydınlatılması amacına yönelik olarak 22 yıldır yoğun bir gayret göstermektedir.
38
Aktüel Arkeoloji
Likya ismi ilk kez ‘Lukka’ olarak
Albright’ın, Mısır’ın Orta Krallık Dönemi
Byblos metinlerinde görülür. Sonra da, Kıbrıs Kralı’nın Mısır Firavunu Akhenaton’a
Lukka halkını şikayet ettiği Amarna arşivinde bulunan 1375 tarihli mektupta, halktan “Lukki Ülkesi halkı” olarak bahsedilir.
Bölgeden ve bazı kentlerinden Hititçe adlarıyla bahseden Yalburt metinleri ile ilk kez
Lukka’nın yeri tam olarak belirlenmiş olur.
Bu dönemde Lukka ülkesi ve bölgenin Bronz
Çağ halkı Trmmililer, Hitit kontrolü altına
girmiştir. Yazılı belgelerin yardımıyla ‘Lukki’ ya da ‘Lukka’nın, Hititçe’de ‘ışıldamak’
anlamına gelen erken isim olduğu artık bilinmektedir. Bu ismin kökeni, Latince’deki
‘lux’-‘ışık’a kadar gitmektedir. Hellenlerin
Likyalıları ‘Lykoioi’ olarak adlandırması da
bundan kaynaklanır. Luvice kaynaklı Lukka
ismi, yerini Likya’ya bırakır. Dünyanın her
yerindeki kural bir kez daha çalışmış, toprak ve üstündekilerden önce ad değişmiştir. Onlar ülkelerine Trmmise, kendilerine
de “Trmmliyiz” derlermiş. Luvice’de anlamı
‘dağ doruğu’dur ve gerçekten bugün Dirmil
Yaylası’nın eski ismi olan Trmmisil Yaylası
da Kızlar Sivrisi’nin eteklerinde bölgenin en
yüksek ve bitek yaylası özelliğindedir. Bugünün Trmmisil Yaylası’nın Luvice’deki Trmmisa ile bağlantısı kolayca kurulur. Nippur’un
MÖ 420 tarihli çivi yazıtlarında ta-ar-mi-laa-a olarak anılır. Patara’da bulduğumuz Yol
Kılavuz Anıtı, tartışmasızca birbirine bağladığı kentlerle oluşturduğu yol ağının tanıklığında öyküyü doğrular ve bizi yine Dirmil
Yaylası’yla buluşturur.
düfen Tlos’ta bulunan balta yanında, 1989’da
Kyneai’da bulunan taş balta ve Patara’da en
dip kazı katmanında ortaya çıkarılan taş balta, merkezi Likya’nın Bronz Çağa kadar indiğini göstermektedir. Karataş-Semahöyük
bulguları da 3. bin yayla kültürlerine ilişkin
önemli belgeler sunar. Gelidonya Burnu ve
Uluburun’da bulunan 14. ve 12. yüzyıllara
tarihlenen batıklar, büyük limanlara sahip
önemli kıyı kentlerinin Bronz Çağındaki işlerliğine tanıklık etse de, Klasik Çağ ve öncesinde denizciliğin ve dolayısıyla limanların
ve de liman kentlerinin çok da önemli olmadığı düşünülmektedir. Buna rağmen Likya
kıyılarında mutlaka yerleşimler kurulmuş
olmalıdır. Çünkü denizdeki tekneler, Bronz
Çağ gemiciliğinde günlük menziller kat edebiliyorlardı ve bu nedenle de sık sık sahildeki yerleşimlere demir atmak zorundaydılar.
Gagai–Mavikent yüzey araştırmalarında,
mağara içinde in situ olarak korunmuş bir
şekilde bulduğumuz İlk Tunç Çağı seramiği,
ilk kez, Gelidonya Burnu için en geç Bronz
Çağın yerleşim başlangıcı olarak gösterilmesi gerektiğini kesinlikle ortaya koymaktadır.
Ksanthos, Patara, Limyra ve Rhodiapolis gibi
yerleşimlerde, kazılarda elde edilen seramik
veriler MÖ 8. yüzyılı çoktan geçmiştir.
Beydağları.
Üzümcek Dağı.
ESARETTEN DİRENİŞE
LİKYA
Rodos kolonizasyonunun etkin olduğu
MÖ 7. yüzyılda Likya’da da Phaselis gibi bazı
kentlerin önem kazandığını biliyoruz. Bu
dönemde Anadolu’da Lidya egemenliği söz
konusudur. Ancak, Herodotos’un bildirdiğine göre Likya ve Kilikya topraklarının büyük
kısmı, bu yeni egemenden kurtulacak kadar
da güçlüdür. Anlaşılan Kroisos’un işgal alanı
içerisinde bulunmamaktadır. Likya’nın Demir Çağı şimdilik tam aydınlanamamıştır.
Kazıların sürmesiyle bu dönem de belgelenecektir. Bu dönem karanlığında sorun, özellikle seramik kriterlerinin tam oturmamış
olmasından kaynaklanır. Toprak altından
öte, kazı depolarındaki soru işaretli birçok
örnek bile, belki de, ileride bu döneme verilecektir. Likya’nın bağımsız günleri, 540’da
Nereidler
Anıtından
bir yüksek
kabartma
Gamze Polat
LUVİLERİN İZLERİ
Bu halk yeni arayışlarla sahile inip kıyı sakinleriyle buluşmuştur: İlk, MÖ 6. bin ortalarında, Tlos-Girmeler mağara buluntularıyla
belgelenen en eski sakinlerle... Diğer eskiler
ise Dağlık Likya’da Milyaslar, Doğu Likya’da
Solimler’dir. 3. bin yarımadasında dağılmış
birbirleriyle akraba olan bu budunlar, hep
beraber ortak ataları Luvilere iz verirler. TesaAktüel Arkeoloji
39
Kyaenai’den kaya mezarı.
Ksanthos Tiyatrosu ve
klasik dikme anıtlar.
(Ş. Aktaş)
40
Aktüel Arkeoloji
İonia’dan başlayan Pers işgali ile biter: Tarih yeniden yazılmaya başlar.
Yıl 545’tir. Artık, ülkenin tek egemeni Harpagos’tur. Bazı kentlerin
sadece ölüsüne egemen olabilmiştir
Satraplar: Başkent Ksanthos’un kent
ve insanlarıyla birlikte intiharı seçişinde destanlaşmıştır Likyalı direnişi. Persler’in başlangıçta kanla ve
baskıyla egemenlik sağladığı izlense
de, bazı Likya kentlerinin Pers düşmanlarıyla birlik olup savaşmaları
bu egemenliğin sonradan zayıladığını gösterir. Anlaşılan, tek başına
karşısında duramadıkları bu yeni
gücün sınırsız hakimiyetini, yandaş
bularak azaltmışlardır. MÖ 540’tan itibaren
Akhamenid Krallığına vergi ödeyen ve MÖ
480’de Kserkses’in Yunanistan işgali için başlattığı sefere 50 gemiyle katkıda bulunarak
kimin yanında olduğunu açıkça gösteren
Likya, bu dönemde Pers egemenliğindeydi.
Herodotos, bu sefere katılan Likya askerlerinin göğüs ve bacak zırhı, kızılcık yaylar, kamıştan oklar ve mızraklar ile kama ve palalar
kullandıklarını, omuzlarında postlar ve kuş
tüyünden başlıkları bulunduğunu yazar.
Bilinen en erken Pers hanedanı (dinastı) Kheziga’dır (MÖ 526-525). Bu hanedan,
MÖ 526’dan MÖ 380’e kadar Ksanthos’un
egemen ailesidir. Son hanedan Kherei (MÖ
410 – MÖ 390) ile birlikte Ksanthos, Likya
üzerindeki söz sahipliğini yitirmeye başlar.
Erbbina’nın (MÖ 390 - MÖ 380) atandığı
Telmessos, batıda egemenlik merkezi olur.
Pers egemenliğinde bazı Likya prensleri
kendi adına sikke basmaya devam ederler.
Kuprilii bunların içerisinde hanedanlığını en
uzun sürdürendir. Bu prens, olasılıkla, Pers
ordusuna yol gösteren Kybernikos olmalıdır.
Takvimler MÖ 370-360’ı gösterdiğinde, Büyük Satrap Ayaklanması yaşanır.
Likyalılar krala başkaldıran satraplarla aynı
cephede yer alırlar. Bu arada Karia Satrabı
Maussollos usta bir manevrayla kazanacak
gücün yanında yer alır. Bu çıkarcı manevrası
sayesinde Kral Artakserkses’ten Likya armağanı sözü alınır.
Kimon’la birlikte Likya tarihi tekrar değişir. Attikalı komutan, Eurymedon
Savaşı’nı kazanıp Karia ve Likya’yı Perslerin
elinden alır ve Attika-Delos Deniz Birliğine
katar. Tarih ilerledikçe – tüm güçsüz küçük
bölgeler gibi - Likya’nın sahipleri sürekli değişmektedir. Ama Likya’nın durumu aslında
değişmemektedir: Vergiler Persler’e değil
artık Yunanlılara verilmektedir. Bu dönemde değişen yönetim biçimidir: Kent meclisleri ortak kararların alındığı karar makamı
rolünü egemen feodal güçlerden almıştı.
Likya iki büyük egemen güç arasında sıkışmıştı. MÖ 449’da Kalias Barışı ile bu sıkışma
Telmessos. Hermapias
oğlu Amynthas’ın
tapınak mezarı.
Aktüel Arkeoloji
41
Karaburun
Tümülüsü’ndeki Satrap
duvar resmi. Artık
yerinde değil. Çalındı!
biraz da bölünmeye dönmüştü: Artık Pers
gemileri Gelidonya Burnu’na kadar ilerleyebiliyorlardı. Batı Anadolu kıyılarının işgali
için kurulan Delos Deniz Birliğine ödenen
vergilerin MÖ 446’dan itibaren kayıtları bulunmaktadır. Kimon aracılığıyla Birliğe dahil
olan Likya’nın birlik üyeliği kısa ömürlü olur
(MÖ 452-445). Zaten, Birlik üyeliği de ekonomik birlikten öteye gitmez. Peloponnes
Savaşı’na katılmayarak bunu gösterir. Peloponnes Savaşı’nın giderlerini karşılamak için
Likya’ya gelen Melesandros, Likya’da ölür.
PERİKLE’NİN DÜŞÜ
Atina’nın Sparta’ya karşı yenilgiye uğradığı Peloponnes Savaşı sonrasında artan
birlikten ayrılma eğilimi nedeniyle Likya’yı
cezalandırmaya gelen komutanın ölümüyle, Likya üzerindeki Atina etkisi MÖ 429’da
kaybolur ve Delos Birliği de biter. Perslere
ikinci kez egemenlik sırası gelmiştir. Likya
tekrar Pers egemenliğine girer: MÖ 358’e
kadar sürecek bu dönemde, Likya’da imar
ve sanat yoğun bir süreç yaşar. Şaşırtıcı olan,
Yunan ve Pers arasında sürekli el değiştiren
Likya’nın bu baskı altında nasıl bu denli yük-
sek ve özgün bir sanat yarattığıdır. Çünkü
sanatına bakıldığında, kattıklarının aldıklarından daha az olduğunu söylemek zordur.
Bu sanatsal zenginliği yaratan olgu, belki de
geliş gidiş zenginliğidir.
Özgürlüğün güzelliği ve değeri zorluğundadır; kolay ele geçmeyişindedir. Çünkü
bağımlı olan herkes, aynı zamanda tepedeki
bağımsız azınlığın gücünü oluşturduğu için,
özgürlüğün ve buna karşı durmanın yolları
hep kanla çizilmiştir. Bu sonuçtandır, Tlos’un
Ortaçağ beyine Kanlı Ali Ağa denmesinin nedeni. Beşkaza’ya ayrı emniyet atamak zorunda kalan Osmanlı yönetimine dek sürer bu
zapt edilmezlik. Belki de sadece bu nedenle
doğru olabilir, Atinalı İsokrates’in söyledikleri: “Persler hiç bir zaman Likya üzerinde
sürekli egemen olamamıştır”. Harpagos sonrası dönemin seramik bulgularının Pers geleneğinde görünmemesi nedeniyle, Likya’daki
Pers varlığı hep azımsanmıştır. Perikle’nin,
Pers Satrabı Arrtumpara’yı Ksanthos vadisinden atmasıyla yerli egemenliği tekrar kazanılır. Ancak “yabancı” kimdir bilinmez. Çünkü
Mausollos’tan İskender’e ve Rodos’a kadar
sık sık el değiştirir Likya. Ta ki, Likya Birliği
sürecindeki ayrıcalıklı bağımsızlığa kadar…
Likya’nın bağımsızlık savaşının ilk etkileyici
lideri Perikle’dir. Karia satrapı Mausollos’a
karşı, dağınık Likya güçlerini bir araya getirerek verdiği savaşla Likya Birliği, hayallerini
gerçeğe dönüştürmek isterse de, kaybeden
taratadır. Pers Kralı Artakserkses Likya topraklarını ödül olarak işbirlikçisi Karia kralına verir. Artık dinastik (hanedanlık) düzenin
sonu gelmiş ve Pers gücü çözülmüştür.
KÜLTÜREL İŞGAL
Limyra Gaius Ceasar
Anıtı’ndan metop
kabartması.
42
Aktüel Arkeoloji
O kadar ki, İskender Likya’ya girdiğinde
hemen hemen hiçbir önemli Pers direnişi ile
karşılaşmadan kentlere sahip olmuştur. Büyük İskender, yandaşı Nearkhos’u atayarak
eski satrap yönetim biçimini sürdürmüştür.
İdari olarak bir yenilik getirilmemesine karşın, yarımadanın kültürü, bu yeni dönemde
yeni değişiklikler yaşamıştır. Bunların en
radikali kültürel işgaldir: İskender, Anadolu
halklarına Eski Yunanca konuşma ve yazma zorunluluğunu getirmiştir. Ardılları da
bu kültür politikasını sürdürmüştür. Küçük
Asya’daki Hellenizasyon, İskender’in askeri
işgaliyle değil, aslında dil ve yazı mecburiyeti getirmesiyle söz konusu olmuştur. Ve
öylesine de kalıcı olmuştur ki, Roma dönemi
yazıtlarının çok büyük çoğunluğu da Latince
değil, Eski Yunanca yazılmaya devam etmiştir. Anadolu’nun zengin geçmişinden gelen
sanat tabanına eklenen Pers unsurlarına şimdi bir yenisi daha katılmıştır: Zenginleşme
sürmektedir…
Likya topraklarına yönelik egemenlik isteklerinin ardı arkası kesilmez. Çünkü
Ege ve Akdeniz’e sahip olmanın yolları, Likya
limanlarından geçer. Dahası, Elmalı sedirleri ve çamlar diğer değerli ürünlerle birlikte Likya dağlarının vadilerinden sahile
indirilip limanlardan sevk ediliyordu.
Bu limanların güney-doğu Likya’daki
en önemlilerinden ikisi, bugünkü
Rhodiapolis’in bulunduğu bölgede
Finike Limanı ve Melanippe (Karaöz) limanlarıydı. Rhodiapolis’in
en yakınındaki önemli liman, Finike (Phonikus) idi. Ancak Melanippe
ve Atrasas limanları da diğer pek çok
liman gibi bölgeye hizmet vermekte
ve trafik yanında zenginliği de arttırıcı unsurlar olarak önem taşımaktaydılar. Akdeniz sahillerinin en
önemlileri ise Patara ve Andriake limanlarıydı. Limanlar
zinciri ve doğu ile batısındaki
limanlarla güçlü bağlantıları Likya’yı
geniş bir egemenlik için vazgeçilmez
kılmaktaydı.
Likya sahillerinin egemenlik
yolu olduğunu fark eden Büyük
İskender, tüm Likya’ya egemen
oldu. Artık Likya’nın kendi kenPayava Lahdi
Likya tipi
arı kovanları
Bey dağları yaylası
Dereköy
Aktüel Arkeoloji
43
Kekova. Su altında
kalan kalıntılar ve
Likya tipi bir lahit.
dini yönetebilme şansı bitmişti. İskender’in
Babil’de ölümünden (MÖ 323) sonra Likya topraklarına önce Makedonlar girer.
Daha sonra 310’da Likya topraklarına giren
Ptolemaioslar 309’da güçlü filosuyla önce
Phaselis’i ardından da Likya’yı fetheder. Burada, Diodoros’un, Phaselis’i Likya’dan ayrı
olarak anmış olması ilginçtir. MÖ 301’de
de Lysimakhos egemen olur. Egemenlik sık
sık el değiştirir: Likya MÖ 279-78’de Antiokhos I’in, MÖ 278-77’de Ptolemaios II.
Philadelphos’un kontrolündedir. MÖ 197’de
ise sırada Seleukoslar egemenliği vardır. Antiokhos III, Likya’nın özellikle de Myra, Andriake, Patara, Phaselis ve Limyra’nın alınması
üzerinde durur. Çünkü bunlar en önemli limanlardır. Temeli ekonomiye dayalı bir memuri yönetim anlayışıyla Hellenistik Dönem
Likya’sında aristokrasi yeniden güç kazanır.
Suriye Kralı III. Antiokhos’un Anadolu’yu
ele geçirme serüveni, MÖ 189’daki Magnesia
44
Aktüel Arkeoloji
Savaşı’nda yenilmesiyle son bulur.
BAŞKALDIRIDAN
BİRLİĞE
Savaşın ardından imzalanan Apameia Barışı (MÖ 188) sonrasında Romalılar
(Telmessos hariç) tüm Likya’yı Rodos’a armağan eder. Ancak, bu dönemde Likya’da
büyüyen şiddetli hoşnutsuzluk, 22 yıl sürecek bir başkaldırı dönemini başlatır. Rodos
Kongresi’nde Likyalılar, Rodos’a boyun eğmektense her şeye katlanacaklarını bildirmişlerdir. Anlaşılan bir eşya gibi armağan
edilmiş olmak hoşlarına gitmemişti. Bunun
bedelini Rodos’la yaptıkları ilk savaşı (MÖ
187) kaybederek öderler. Rodos’un Likya
işgali karşısında da ilk kez MÖ 168/167’de
Likya Birliği kurulmuş oldu. Bu dönemde
Rodos’un Roma nezdinde gözden düşmesi
ve topraklarını kaybetmesi ile düştüğü ekonomik çöküş Likya’nın palazlanmasına yol
açtı. Rodos’la mücadeleler bitmez, 172’de
Likya’yı tekrar bir yenilgi beklemektedir. Sonuçta Roma’nın Rodos politikasını değiştirmesi ve Likya’ya egemen olmak istemesiyle
Likya’ya bağımsızlığı verilir. Bunun üzerine
Likyalılar Roma kapitol tepesinde Jüpiter
Tapınağı’na bir şükran anıtı armağan ederler. Böylece Likya’da Roma kontrolü başlar.
Tarih, ilk birliği oluşturan Lysanias ve Eudomos isimlerini yazar. Likya birliğiyle birlikte federatif yönetim dönemi başlamıştır.
Birlik ve eyalet günlerinde, Likya en varsıl
çağını yaşar. Kumluca sınırlarında bulunan
Rhodiapolis, Korydalla, Olympos, İdebessos, Akalissos, Korma, Gagai, gibi yerleşimler de Likya Birliğinin üyesidirler. MÖ 3.
yüzyılda tüm Akdeniz’e egemen olan Roma,
Makedonya Krallığını da ortadan kaldırdıktan sonra artık tüm devletler Roma’ya bağlı
hale gelmişti. MÖ 133’te Bergama Krallığı
da Roma’ya devredilir ve böylece Roma’nın
Anadolu’daki ilk eyaleti olan Asia Eyaleti ku-
rulur. Anadolu’nun her bir yanı Roma eyaleti
olurken Likya MS 43 yılına kadar bağımsızlığını sürdürür. Likya, Anadolu’da en son Roma
eyaleti olan bölgedir. Gerçek bağımsızlık ise
MÖ 81’de Sulla tarafından verilir ve Likya ilk
kez “Hür Devlet” konumunu ancak kazanır.
Bunu da Mithridates Savaşı’nda Roma’yı desteklemesiyle kazanmıştır. Anadolu’nun belki
de ilk bağımsızlık savaşlarını veren Pontos
Kralı Mithridates VI. Eupator MÖ 88-89’da
Anadolu’nun büyük bölümünü egemenliği
altına alır.
Anadolu kentlerinin çoğu Pontos
kralına isteyerek kapılarını açar. Hatta Efes
gibi bazı kentlerde Mithridates’e yaranmak için Roma onuruna dikilen heykel ve
anıtları yıkmışlardır. Likya gibi bazı özerk
bölgelerdeki az sayıdaki bazı kentler ise,
müttefik Roma gücüne sığınarak direnmekteydiler. Roma’nın Doğu Akdeniz’deki en
büyük donanma gücü olan Rodos Adasıydı. Ancak Rodos tarihsel dersini iyi almış ve
Mithridates’e karşı bayrak açmıştı. Rodos MÖ
88 yılındaki ada seferine karşı Likyalıların
yardımıyla savunma hazırlıklarını yapmıştı.
Likya’dan gönderilen Pataralı Artapatos’un
oğlu Amiral Kreinolaos komutasındaki gücün ilk görevi, Mithridates’in yola çıktığı Kos
Adası’nı gözetlemekti. Şiddetli savaş sürecinde, Rodos’un yüksek deniz yeteneğinden
öte iki önemli olay Mithridates’in kaderini
ve Rodos’un şansını belirlemişti. Bunlardan
biri, krala yardıma gönderilen güçleri taşıyan nakliye gemilerinin Kaunos açıklarında
fırtınaya yakalanması, diğeri ise kuşatmada
saldırı kulesi dev sambukenin devrilmesi idi.
Kuşatma gücü bırakıp Rodos’tan Likya’ya
hareket eden Mithridates, Likya Birliği donanmasının bulunduğu, Birliğin başkenti Patara’ya hareket eder. Bu mücadelede
Rodos’un yanında Mithridates’e karşı savaşan
Likya, Roma tarafından, Sulla’nın zaferinden
sonra “Roma’nın dostu ve müttefiki” olarak
ödüllendirilir. MÖ 82’de Balbura, Bubon ve
Oinoanda’nın birliğe katılması bu ödüllerden biridir.
LİKYA’DAKİ ROMALILAR
MÖ 1. yüzyıl başlarında bölgenin başına
dert olan Zeniketes, Romalı bir komutan olan
Servilius İsauricus yardımıyla MÖ 78-77’deki
savaşlar sonucu Likya’dan atılır. Bunun sonucunda korsanlık döneminde Zeniketes’in
yuvaları olan Olympos ve Phaselis Likya Birliğinden atılır. Korsanlığa karşı savaşan ve
Aktüel Arkeoloji
45
Ksanthos. Nereidler Anıtı.
Nereidler anıtı
üzerindeki
yüksek
kabartmalar
46
Aktüel Arkeoloji
bu konuda Kilikyalılara benzemeyen Likya,
uygar davranışları nedeniyle Roma kaynaklarınca övülmüştür.
Brutus’la bağlantılı olarak sancılı
dönemler geçiren Likya, Augustus ve Tiberius zamanında Roma’yla ilişkilerin oldukça
iyi olduğu bu imparatorlara adanan anıtlardan anlaşılmaktadır. Hatta Tiberius, Myra
halkı tarafından yaşamı boyunca “tanrı” ilan
edilerek onurlandırılmıştır. Aynı biçimde
Germanicus da heykellerle onurlandırılmıştır. Myra halkı Germanicus ve Agrippina için
“kurtarıcı, velinimet” olarak anmışlardır.
Likya ilginç bir şekilde imparatorluk sınırlarına dâhil edilmekte çevresine
göre çok gecikmiştir. Oysa deniz taşımacılığının alternatifsiz olduğu o dönemlerde
çok önemli limanlarıyla Likya, İmparatorluk
için de önemli olmalıydı. Bunun nedeni, bir
Roma eyaleti olmadan önce de güvenilir ve
sorun yaratmayan bir müttefik olarak bir
eyalet gibi davranmış olmasındadır. Ancak
bu “sorunsuzluk” bittiğinde bölgede iç karışıklıklar başladığında Roma’nın Likya’ya el
atma zamanı da gelmişti. Güvenlik için kurulmuş olan Likya Birliği artık çalışmıyordu.
Ekonomiyi ve politikayı ellerinde bulunduran zengin ve güçlü Likya aileleri ile güçten
pay alamayan diğer aristokratlar arasında
çıkan çatışmalar yaygın bir iç anarşiye dönüşür. Resmi yetkilerin tümünü ellerinde
bulunduran ileri gelenler, İmparator kültüne
de büyük önem vererek İmparatorluktan güç
almaktaydılar. Bunların karşısında da Roma
karşıtı olan ve tabandan destek bulan diğer
üst sınıf bulunmaktaydı. Bu büyük iç karışıklıkta ölümler, talan ve gasp en yoğun biçimde yaşanmaktaydı. Ölenler de –her ne kadar
Roma vatandaşı olarak anılsalar da- Roma
vatandaşlığını almış yerlilerdi. Zaten Likya,
yabancı azınlığın çok az olduğu bir bölgeydi. Korsanlık sürecinde Likya’yı uygarlığıyla
Kilikyalılardan ayıran özellikleri bu dönemde kaybolmuştu. Artık iç savaş vardı. İmparator Claudius, en iyi komutanı Quintius
Veranus komutasındaki askeri müdahaleyle
bu duruma son verdi ve MS 43 yılıyla birlikte
Likya Roma’nın bir eyaleti oldu. Artık Birlik
kararları Roma’nın bölge valisi tarafından
onaylanmadan uygulanamıyordu. Likya’ya
verilen ayrıcalıklı bağımsız haklar çoğunlukla ellerinden alınarak yüksek bir kontrol
mekanizması uygulanmaya konulmuştu.
Sezar’ın öldürülmesinden sonra, Senato Brutus’u Girit Adası’na sürer. Brutus da
güçlenmek üzere kentlere baskınlar düzenler.
Hedete Likya’nın metropolleri de vardır. Oinoanda gibi gönüllüce Brutus’tan yana olanların olmasının yanı sıra çoğunlukla ya zorla
ya da gönülsüzce teslimiyetler yaşanır. Rodoslular gibi Likyalılar da Sezar’a olan saygılarından Brutus’a karşı cephe almışlar ve Naukrates liderliğinde ayaklanmışlardır. Ama
özellikle Ksanthos vadisinde gerçekleşen bu
karşı koyuş başarısız olur. Sikkeler üzerinde Brutus’un zaferini simgeleyen tropaion
ve esir alınan Likyalılar vardır. Bir Brutus
sikkesinin arka yüzünde, trophaion altında
betimlenmiş olan iki gemi pruvasından biri,
Cassius’un Rodos işgalini diğeri de Lentulus
Spinther’in Myra-Andriake işgalini simgeler. MÖ 46 yılında Roma ile Likya arasında
yapılan anlaşmaya göre, Likyalılar Roma
düşmanlarını sınırlarında barındırmayacak,
birbirlerinin düşmanlarına hiçbir yardımda
bulunmayacak, savaşta ise yardımlaşılacaktı. Bunlar dışında Sezar, Likya’dan ayrılmış
olan Phaselis, Khoma, Telmessos gibi yerleri
Likyalılara geri vermiştir. Likya, İskenderiye
savaşında Sezar’a yardıma gönderdiği 5 geminin karşılığını fazlasıyla almıştı. Çok daha
önemli bir karşılığı da Brutus’un Roma’ya
karşı başlattığı isyana destek vermemesiydi.
Brutus, istediği silahları ve parasal yardımı
Likya’dan yeterince alamamıştı. Ancak Likya,
Brutus’a karşı direnişin bedelini ağır ödemişti. En ağır bedel ödeyen kent de Ksanthos’du.
Ksanthos’un perişan halini gören Patara doğrudan
teslim olmayı tercih eder.
Patara’nın tüm altın ve diğer değerli mallarını alan
Brutus, Myra’ya yönelir.
Brutus’un komutanı Lentulus Spinther, Andriake
liman girişi zincirlerini kırıp kenti işgal edince Myra
da teslim olmak zorunda
kalır. Plutarkhos, Brutus’un
Likya’dan 150 talent topladığını belirtir.
Likya ve Pamfilya’nın (Pamphylia),
idari nedenlerle birleştirilerek tek eyalete
dönüştürülmesinin ise Rhodiapolis’te bulunan yeni bir yazıtla, MS 68-69 yılında Galba
döneminde gerçekleştiği artık kesin olarak
bilinmektedir. Daha önce bunu belirten Suetonius doğru çıkmıştır.
MS 1. yüzyılın ikinci yarısında yoğunlaşan hareketlenme, 2. yüzyılda Likya’ya
en parlak dönemini yaşatan alt yapıyı oluşturmuştu. Traian’dan (98-117) Markus
Aurelius’a (161-180) kadarki yaklaşık 100
yıllık süreçte, özelikle de barış ve birleşme
sürecini gerçekleştiren Hadrian ve Antonius
Pius dönemlerinde kent -tüm imparatorluk
gibi- en parlak ve güçlü dönemlerini yaşamıştır. Pax Romana (Barış Dönemi) tüm
bölgeyle birlikte Rhodiapolis’e de yaramıştır.
Traian, 113 yılında Partlara karşı sefere çıktığında Likya’ya uğramıştır. MS
130’larda Laodikeia ve Kibyra üzerinden
Koridalla’ya inen Hadrianus Likya kentlerinin bazılarını ziyaret
etmiştir. Bu süreçte
Rhodiapolis’te
Sebasteion ve içinde
dikilen Hadrianus ve
Sabina heykelleriyle
Bölgede pek çok doğal felaket yaşanmıştır.
Bunlar genellikle salgın hastalıklar ve depremlerdir. Deniz merkezli bazı depremlerin tsunami de
oluşturmuş olabileceği varsayılabilirse de bunun
kanıtını bulmak zordur. Antik deprem kronolojisine göre Rhodiapolis’in etkilendiği bilinen deprem ve diğer
felaketlerden önemli olanlar şunlardır:
MÖ 227
: Likya, Karia ve Rodos
MÖ 199
: Rodos
MS 68
: Myra ve Patara depremi ve tsunami.
MS 141
: Tüm Likya’yı büyük oranda etkilemiş
MS 240
: 5 Ağustos depremi. Arykanda tiyatrosu ve
stadiumu ile Lykiarkhın mezarında tahribata yol açan depremde bazı Likya sahil şehirleri su baskınlarına uğramıştır.
Bu korkunç deprem sonrası İmparator Gordianus III yerle bir
olan Likya şehirlerinin tekrar ayağa kalkabilmeleri için, zarar
gören şehirlere sikke basma hakkı tanımıştır.
Tapınak tipi
mezar.
MS 344
: Rodos merkezli şiddetli deprem.
MS 365
: 21 Haziran veya 370 depremi.
MS 474
: Rodos büyük deprem.
MS 515
: Rodos. Büyük deprem.
MS 529
: Myra büyük deprem.
MS 542’den 740’a kadar kıyamet tabakası. Veba salgını.
Büyük miktarda insan ölümlerinin yaşandığı suskun, karanlık dönem…
MS 565
: Arykanda bazilikasının yerle bir olduğu
ve arkasından Arif Köyü’nün ilk oluşumunun gerçekleştiği
dönem.
MS 7. yüzyıl : Myra, Patara, Kekova, Phellos ve
Ksanthos’un tahrip olduğu büyük deprem.
Aktüel Arkeoloji
47
Myra. St. Nikolaos Kilisesi.
Büyülü bir hastanın
iyileştirilmesi sahnesi.
48
Aktüel Arkeoloji
onurlandırılmış ve imparator kültü tapınımı
görmüştür.
Commodos dönemi ve sonrasında
Likya, prokonsüller tarafından idare edilmiştir. MS 3. yüzyılın başlarında Caracalla’nın
öldürülmesiyle iniş ve kaos dönemi başlar.
Bu karışıklıklar ve İmparatorluğun eski gücünü yitirişi Likya’ya da yansır. Barış ve imar
yılları geride kalmıştır. Gordianus III döneminde (238-244) Likya’da sikke basan ve basmayan kentler bir araya getirilerek, tekrar bir
birleştirme çabasına girilmiştir. Valerianus
döneminde (253-260) Myra ile Side arasında
ekonomik işbirliği ve dinsel birliğin olduğunu gösteren sikke, şehirlerin bir başına da
işlerini yürüttüklerini göstermektedir. İmparator Probus (276-282) Likya’da barışın ve
düzenin korunması için başkaldırıları bastırırsa da bu dinginlik uzun sürmez. 313 yılına
kadar Likya ve Pamfilya aynı vali tarafından
idare edilmektedir. 325 yılı meclis kayıtların-
da ise Likya ve Pamfilya piskoposlukları ayrı
ayrı anılmıştır: Galba dönemindeki birleşme
son bulmuştur ve zaten İmparatorluğun ikiye
ayrılmasıyla Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ve dini Likya’nın yeni resmini oluşturmaktaydı.
FELAKETLER DÖNEMİ
Likya’nın başkenti II. heodosious (MS
408-450) döneminden itibaren Myra’dır. Bu
dönem St. Nikolaos’la simgelenen dönemdir.
Myra toprakları St. Nikolaos’un Myra’yı ünlendirmesinden yüzlerce yıl önce MS 60’da
St. Paulus’un ayak basmasıyla Hıristiyanlıkta önemli bir yer olacağını belli etmişti.
Patara’da doğan Aziz, Likya metropolü olan
Myra’da dinsel okulunu kurmuş, yetkinleşmiş ve misyonunun doruğundayken asal kilisesini kurup Hıristiyanlık dinini yayarak ünlenmiş ve aynı yerde ölmüştür. Myra’nın asıl
ünlenişi ise 6. yüzyılda olur. Sionlu (DemreKarabel) Nikolaos’un, Myralı St. Nikolaos’un
martyrionunu ziyareti ve Rosallia gününde
din adamlarını bir araya getiren Sinod’un
Myra’da toplanmasıyla daha da ünlenip gelişen Myra, o gün bu gündür turistlerin/hacıların ilgi odağı olmuş, kutsal bir merkez
sayılmıştır.
6. yüzyıl, Likya’da felaketler dönemidir. MS 529-530’da Myra merkezli büyük
deprem ve tsunami. MS 542’den 740’a kadar kıyamet tabakası: Veba salgını. Büyük
depremler ve Arap baskınları sonucu büyük
miktarda insan ölümlerinin yaşandığı suskun, karanlık bir dönemdir. İnanılmaz sayıda ölümler Likya nüfusunu azaltmış, gücünü
tüketmiştir.
7. ve 8. yüzyılda, bu kez Araplar
Likya’nın sahibi olmak ister. Teke sahillerinde üs edinmenin nihai amacı İstanbul’a sahip
olmaktı. İstanbul’un kuşatılmasının ardından
yapılan malzeme sevkleri de Likya kıyılarından yapılmaktaydı ve bu rota boyunca Arap
filosu sık sık Likya kentlerine baskın vermekteydi. İslam-Bizans savaşlarının en büyüğü
655 yılında Finike limanında yaşanır. Finike sahilinde demirleyen 30 bin kişilik İslam
ordusu ve denizlerde yankılayan ezan sesleri
İmparator Konstantin’in rüyalarına girer. Diğer gemilerden yükselen çan sesleriyle de bu
psikolojik savaşa yanıt veriliyordu. Ve deniz
savaşını kara savaşına dönüştüren Arap ordusu galip gelir. 9. ve 10. yüzyıllarda kendini
biraz toparlayıp tekrar şapel ve bazilikalar
yapacak kadar sakinleşen bölgedeki Bizans
varlığı 11. yüzyıllarda Türklerin gelişiyle bir
anda yok olur. Artık, tamamen farklı bir kültür ve yönetimin söz konusu olduğu yeni bir
dönem başlamış, Hazar bölgesinden gelip
yöreye yerleşen Teke aşiretiyle birlikte adı da
artık Teke olmuştur. Ancak, kendi içinde de
olsa değişim sürer: Selçukluların yıkılışıyla
Menteşoğulları egemen olur. Bu dönem 90
yıl sürer. Selçuklu ve Beylikler dönemlerine
ilişkin ele geçen verilerden biri, Rhodiapolis
kilise kazılarında bulunan gümüş bir sikkedir. Hamitoğullarına ait sikke 1322 tarihlidir.
1390’da Sultan Beyazıt ilk Osmanlı bayrağını
Likya’ya diker. Tüm Likya sahillerinin Osmanlı egemenliğine geçmesi için ise yaklaşık
bir yüzyıllık mücadele Osmanlıları beklemektedir. Çünkü tüm deniz kurtları, Venedikliler, Cenevizliler ve St. John Şövalyeleri’ni
de temizlemek gerekecektir. Bu mücadeleler
1479’da çoğunlukla kırılır ve Osmanlı güneybatı sahillerine sorunsuz yerleşir. Bu kez
sırada iç isyanlar vardır. Bunların en önemlilerinden biri, 1510’daki Şahkulu Baba isyanıdır.
Likya’da alışkın olduğumuz bir direniş destanı daha yaşanır 1606’da. Aziz
Stephanos Şövalyeleri Finike’ye saldırdıklarında, neye uğradıklarını şaşıran Türkler
kaybedeceklerini anlayınca topluca intihar
etmeyi seçerler. Aslında sular hiç bir zaman
ebediyen durulmayacaktır. Teke Mütesellimi
İbrahim Bey, 1807’lerde 29 ay boyunca güçlü
Osmanlı’ya karşı direnecektir.
Son bayrağı yine halklar birliğinin
son versiyonuyla ve yine destansı bir mücadeleyle diken Mustafa Kemal’le de tüm Anadolu gibi Likya da büyük devrimlerle yeni bir
çağa girer: Cumhuriyet Türkiye’sine.
Karmylessos / Levissi/
Kayaköy
Phaselis Tiyatrosu
Aktüel Arkeoloji
49
Likya’nın Mür soluyan kenti
Myra-AnDrIake
Adonis’in güzeller güzeli annesi Myrhha’ya adını veren Likçe’deki yerel
ismi ile “Muri”, ünlü Myra yağının da üretildiği mersin bitkisinden kök
alır. Günümüzdeki adı olan “Demre”ye kadar da çok değişmeden bugüne
dek yaşar. Myra kazılarından çıkan mür yağı şişeleri, kilise çevresindeki yağ
işlikleri ve hala bu alanda bulunan mersin ağaçları, her dönemde kentin
adına yansır.
50
Aktüel Arkeoloji
Andriake. L. Mayer, 1800. Horrea Hadriani
Aktüel Arkeoloji 51
Myra. Doğu nekropol.
Fellows, çizim G. Scharf,
aile kaya mezarı çizim
çalışması
Myra ve Limanı Andriake
Demre Çayı’nın yüzlerce yıldır taşıdığı metrelerce yükseklikte alüvyon dolgu
altında kalan Myra, Likya kültür ve tarihinin karanlıkta kalmış pek çok konusunu aydınlatabilecek kadar şaşırtıcı bulgular veren Myra, “Anadolu’nun
Pompeisi”dir.
Prof. Dr. Nevzat Çevik
Akdeniz Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü
Myra-Andriake
Kazıları Başkanı
Öğr. Gör. Süleymen Bulut
Akdeniz Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü
Myra-Andriake Kazıları
Başkan Yardımcısı
Fotoğralar;
Myra-Andriake Kazıları
Arşivine aittir:
İzinsiz kullanılamaz.
52
Aktüel Arkeoloji
A
ntalya’nın Demre ilçesinde, deniz ve kara
yollarının buluştuğu Orta Likya’da, her dönemde Likya sanat ve kültürünü nitelikle
temsil eden parlak bir metropoldür. Myra ve
çevresi sadece kültür ve tarihiyle değil doğasıyla da özeldir. Bugün bataklık-göle dönüşmüş olan limanda 146 tür canlı yaşamaktadır.
Bu faunal zenginliği Akdeniz loraları çevreler.
Myra Denizi’nde batmış olan antik yerleşimleri kucaklayan masmavi Kekova suları “en ak
denizi” sunar. Antik Çağdan bugüne; yaklaşık
1,5 metre çöken bölgenin antik kentlerinin
sahil yapılarını altına alan bu sular, zengin
ekosistemler denizidir. Kaya mezarlarının
benzersiz görkemi, Klasik Dönemde Likya’nın
en önemli birkaç yerleşiminden biri olduğunu
göstermektedir. Myra kenti, Likya’nın baştanrısı Apollon Surios’un kehanet tapınağı ve kaynaklarda “Likya’nın en güzel tapınağı” olarak
geçen Artemis Tapınağı ile Likya’nın tanrı ailesine de ev sahipliği yapar.
11 bin 500 kişi kapasiteli, bölgenin en büyük ve en nitelikli tiyatrosu, alüvyon altında
gömülü kentin Roma Döneminde, bölgenin
en büyük merkezi olduğunu göstermektedir.
Likya Birliği içindeki önemli yerini, Strabon,
“Üç oy hakkına sahip en büyük altı kentten
biri” olarak belirtir. Bu durum, Myra’nın güçlü
ekonomisi ve büyük metropol oluşundan kaynaklanan politik ve siyasi ayrıcalığını belgeler.
Bölgenin en önemli limanı Andriake ve
mükemmel sığınma olanakları sunan doğal
limanı taçlandıran görkemli liman yapıları ve
anıtları ile antik dönemlerde uluslararası bir
ticaret merkezi ve asal bir uğraktır. Andriake
kazılarında ele geçen bulguların çeşitliliği tam
bir uluslararası kozmopolit yerleşim karakteri
yansıtmaktadır. Myralı Aziz Nikolaos nedeniyle Hıristiyanlık hac merkezi ve İmparator
Constantinus Porphrogenitus’un tanımıyla,
“Tanrı’nın hizmetkarı kudretli Nikolaos’un üç
kez kutsanmış ve mür soluyan şehri”dir. Bugün de yıllık 500 bin turist sayısıyla bölgede
rakipsiz bir kültür ve doğa turizmi merkezidir.
Myros (Demre) Çayı’nın etkileyici-dev kanyondan taşıdığı 8 m yüksekliğe varan alüvyon
dolgu altındaki saklı ve korunmuş haliyle de,
Likya kültür ve tarihinin karanlıkta kalmış pek
çok konusunu aydınlatma konusunda bilime
çok şey katmaya aday olan bir tür “Anadolu
Pompeisi”’dir.
Klasik Dönemden Osmanlı’ya kadar her
dönemde sığınılmış kalesi, çok özel örnekleriyle kaya mezarları, tiyatro, hamam, nymphaion gibi yüzeyde görünen anıtsal kalıntılarıyla Myra, Likya denilince akla gelenleri en
nitelikli örneklerle anlatır. Daha da önemlisi,
4-8 metre yüksekliğindeki alüvyon örtünün
altında saklanmış olan koca bir antik kentin
görünenlerle karşılaştırılamayacak kadar şaşırtıcı bulgular vereceğini de müjdeler. Myros
Nehri’nin taşıdığı yüksek alüvyonlara gömülerek akıl almaz bir bilgi deposu olarak korunup
saklanan Myra kenti kalıntıları, arkeolojide
yanıtı karanlıkta kalmış pek çok soruyu aydınlatmak için güçlü bir adaydır. Katman katman
çoğalmış olması beklenen, ancak en son 13.
yy baskınıyla antik kente son darbeyi vurduğu
anlaşılan bu alüvyon örtü hem Likya arkeolojisi için hem de Anadolu ve Akdeniz için büyük
bir şanstır. Bu şansın boyutları kazılar sonucu
anlaşılacaktır. Bugün Demre’de gezginleri yönlendiren “Myra” levhası sadece tiyatroya götürmektedir. ‘Arkeolojik Sit’in alan sınırları da,
sadece tiyatro ve akropolü içermektedir. Yani,
Myra’nın, sadece tiyatro ve arkasında yükselen
akropol olduğu sanılmıştır. Yüzey gözlemlerimiz ve jeofizik araştırmalarımız göstermiştir
ki, antik kent en az 2 km çapındaki bir alanda
gömülüdür. Tiyatro ile 1 km güneydoğuda yer
alan hamam arasında kentin kamu merkezi-
nin olduğu anlaşılmaktadır. Kent, St. Nikolaos
Kilisesi’ne doğru da yayılmaktadır. Gelecekteki
kazılarda büyük bir metropole ait kent ve yapı
parçalarının ortaya çıkması sürpriz olmayacaktır. Nitekim 2010 sezonunda kazısını, konsolidasyonunu ve restorasyonunu tamamlayıp
çevre koruma ve düzenleme işlerini bitirdiğimiz ve de 2011 sezonunda turizme açacağımız
800 yıllık şapel, çok iyi korunmuş freskoları ve
mimarisiyle bu beklentimizi doğrulamıştır.
“Myra kent adının Hellen öncesi yer adlandırmaları içerisinde herhangi bir karşılığı henüz
belgelenmemiştir”. Olasılıkla Myra’ya ve sonra
da Demre’ye dönüşmüş olabilecek “Myrrh”
yer adı ünlü Myra yağının üretildiği mersin
bitkisinden (Commiphora myrrha) gelmektedir. Kabuğundan Adonis’in doğduğu bitkidir
Mersin. Bu dünya güzeli kızın adı olan Myrrh
ile mersin ağacı ve Myra’nın ve de Demre’nin
ismi benzer olmalıdır. Daha da önemlisi vegetasyon tanrıçası Artemis ile özdeştir. Kazılardan çıkan mür yağı şişeleri, kilise çevresindeki
yağ işlikleri ve hala bulunan mersin ağaçları,
her dönemde kentin adına yansıyan en kesintisiz özelliğini sunar: Myrhh - Myra - da Myra
(Demre). Neredeyse hiç değişmeksizin gelmiştir günümüze. İsim kaynağı, Adonis’in annesi
güzeller güzeli Myrhha’ya da adını veren mersin bitkisidir. Likçe’deki yerel ismin “Muri”den
kaynaklandığı kolaylıkla düşünülebilir. Ksanthos yazıtında anılan “Muri”den öte, bunun en
kesin kanıtı, Limyra’nın Likçe adının “Zemuri”
olmasıdır. Myra’nın Likçe adının da Myrrh’ün
de kaynağı olan “Muri” gibi bir kelime olması
beklenmelidir. Limyra=Myra, Zemuri=Muri
(Zemuri-Limyra = Muri-Myra) eşleşmesi sa-
Myra. Akropol.
Hava Foto. 2010
Aktüel Arkeoloji
53
Andriake Limanı’ndan
sevk edilen malların
tam listesi çıkmasa
da, yazıtlara göre
içlerinde, tahıl, purpur,
katı katran, safran,
zeytinyağı, şarap, incir
ve balık ticareti yapılan
ve en yüksek vergiyi
ödeyen limandır.
Andriake. Granarium,
Agora, Liman Yapıları
ve Sinagog. Hava
Fotoğrafı, 2010.
54
Aktüel Arkeoloji
nırım en doğru isim kaynağını açıkça göstermektedir.
Myra tarihi, MÖ 3. bin içlerindeki Bronz
Çağ yerleşimcilerinin olası varlığı; Gelidonya ve Uluburun batıkları ile Doğu Likya’da
bulduğumuz verilerin doğruladığı hem karada hem de denizdeki yaşamsal varlık; MÖ
546’da Harpagos’la gelen Pers egemenliği;
kaya mezarlıklarından yansıyan MÖ 5.-4. yüzyıl zengin yerleşimi; Büyük İskender’in gelişi
ile değişerek hızlanan kentleşme; MÖ 197’de
III. Antiokhos’un, Andriakos Çayı ağzındaki
limandan girerek Myra’yı alması; MÖ 168’de
kurulan Likya Birliği’nde, Merkezi Likya temsilcisi olarak 3 oy hakkı ve ayrıcalığıyla bulunması; MÖ 42’de Brutus’un, komutanı Lentulus Spinther’i para toplamak için Myra’ya
göndermesi ve Spinther’in Andriake liman
girişindeki zincirleri kırıp kenti işgal etmesi; MS 60 yılının Ekim ayında Aziz Paulus’un
Kudüs’te yarattığı huzursuzluğun hesabını
vermek üzere Roma’ya giderken Andriake limanına ve ana kent Myra’ya uğraması; Nero
döneminde gümrük yapılaşması ve bunun
belgesi olarak limana dikilen ünlü yazıt; MS
129’da Hadrian adıyla Andriake liman yapılarının inşa edilmesi; MS 141 depremi; MS 2.
yüzyılda Metropolis ünvanı alması; 4. yüzyılın
ilk yarısında St. Nikolaos’un burada yaşaması
ve ölmesi; II. heodosious (MS 408-450) döneminde Likya’nın başkenti ilan edilmesi; bu
tarihten itibaren bölgenin metropolitliğinin,
Metropolis makamı ve rezidansının Myra’da
olması; antik dönem dinlerini yansıtan mimarlık ve heykeltıraşlık eserlerinin Hıristiyanlar tarafından tahribi; MS 529 depremi; 546’da
Sionlu Nikolaos’un Myralı Nikolaos’un meza-
rını ziyareti ve Synod’un Myra’da toplanması
ile Myra’nın hac merkezi olması; MS 789’da
Arap donanmasının Myra’ya saldırması; MS
809’da Harun Reşid’in Myra’ya saldırması;
MS 1034’te Afrikalı Ziridlerin işgali; 1147 yılında Türklerin Myra’ya gelişi; son başpiskopos Eustathios’un 1174 yılında atandığı halde
görevine başlayamaması; 17. yüzyılda dinsel
idarenin Myra’dan Meis Adası’na geçmesi; Osmanlı idaresi; 1923 Türkiye Cumhuriyeti dönemi; Akropol eteğinde küçük bir köy olarak
kurulan Demre’nin bugün 18 bin nüfuslu bir
ilçe haline gelmesi ve 2009 yılında arkeolojik
kazıların başlaması Myra tarihinin önemli
noktaları olarak özetlenebilir.
Kentin politik ve ekonomik gücüne pay
vermek isteyen ünlü Likya zenginleri en önemli yardımlarını Myra’ya yapmışlardır. Likya’nın
en büyük euergetesi olan Opramoas’tan da en
büyük yardımı Myra almıştır: Opramoas MS
142’deki büyük depremin yıktığı yapıların
onarımı için 100 bin, tiyatro yapımı için …?,
Eleuthera Tapınağı ve exedra için …?, gymnasionun perystili ve diğer işler için 56 bin, yağ
için 12 bin, altın kaplı Tykhopolis heykelinin
onarımı için 10 bin dinar bağışlamıştır. Oinoandalı Lykiarkh Licinnius Longus 40 bin dinar,
Kyneailı zengin Iason ise kızı Lykia ile birlikte
Myra’da stoa yapımı için 10 bin dinar, kayınpederi Polykharmos ile birlikte Myra tiyatrosu
için 10 bin dinar yardım vermiştir. Kent henüz
kazılmadığı için Myralı zenginlerin kimler
olduğunu ve neler yaptırdıklarını bilmiyoruz.
Bunlar, sadece, diğer kentlerde bulunmuş yazıtlar yardımıyla bildiğimiz Likya kentlerinden
Myra’ya gelen yatırımlardır. Yüzey gözlemleri,
araştırmalarımız ve sürdürdüğümüz kapsamlı
arkeojeofizik projesi; koca kentten minik izler
verdiği ve beklentilerimizi biçimlendirmekte
yardımcı olduğu için çok değerlidir. Bugün,
bin yılların alüvyon örtüsü seralar ve portakal
bahçeleri ile süslenmiş ve antik kenti tamamen
saklamıştır. Bu büyüklükte bir kentte mutlaka
bulunması gereken sütunlu cadde, agora, toplantı salonu, tapınaklar, konutlar ve nekropoller gibi çok sayıda yapıdan oluşmuş olması kaçınılmaz olan şehir şimdilik çoğunlukla imaj
dünyamızda restitüde olabilmektedir.
Akropol ve savunma sistemi, Myra’nın en
çok gün ışığında olan kalıntılarıdır. Erkeni
akropolde bulunan yerleşim, sonraki dönemlerde dağ sırasıyla deniz arasında kalan düzlükte gelişmiştir. Hellenistik, Roma ve Bizans
dönemlerinin metropolü düzlüktedir. Kalıntılar, Myra akropolünde Klasik Çağdan itibaren Osmanlı’ya kadar her dönemde savunma
yapısının (kale) bulunduğunu göstermektedir.
Andriake. Granarium
ve Sinagog. Hava
Fotoğrafı, 2010.
Aktüel Arkeoloji
55
Andriake. Liman
Yapıları. 2010
Myra. Tapınak Mezar.
Roma Dönemi
56
Aktüel Arkeoloji
Hellenistik Dönem ve sonrasındaki sur duvarları onarımları ve revizyonları kalenin yüzyıllar boyu aktif olarak kullanılmış olduğunu
göstermektedir. Myra’da ticaretin gelişmesiyle
ve bunun kente yansımasıyla birlikte akropol
eteklerinden başlayan ve denize doğru yayılan
bir genişleme söz konusudur. MÖ 5. yüzyıldan
itibaren var olduğunu düşündüğümüz akropol savunma sisteminin bağlantıları, akropol
tepesinin güney eteklerinde de bulunmaktadır. Myros Vadisi boyunca karasal ana ulaşım
noktalarında, Beymelek’ten Gürses’e kadarki
yakın alanda Myra’nın çevresini kuşatan sıkı
bir güvenlik ve iletişim sistemini oluşturan
kuleler ve garnizonlar da kentin çevresel egemenlik alanını kollamaktadır.
MÖ 5.-4. yüzyıl Myra’sının
benzersiz kaya mezarları üç
ana alanda toplanmıştır. Klasik Çağ nekropol organizasyonunun ve mezar inşa teknik-
lerinin tüm detaylarını verecek niteliktedir.
Hem akropolden hem de aşağıdan çıkış yolları
oluşturulmuştur. Tüm mezarlara kaya yüzündeki patikalarla ulaşım sağlanmıştır. Bu yollar
bazen dar geçitler bazen de basamaklı çıkışlar
biçimindedir. Tam bir ölüler kenti gibi kaya
yüzünde bir yerleşim dokusu gibi eksiksiz bir
planlama yapılmıştır. Karşıdan bakıldığında bir yamaç yerleşimi duygusu verilmiştir:
Klasik Çağ yamaç yerleşimi kaya mezarlarında yaşıyor gibidir. Dolayısıyla Likya kaya
mezarlıkları sadece sivil mimarlıktaki ahşap
yapı imitasyonu değil aynı zamanda sivil bir
yerleşim imitasyonudur ve bugün olmayan
sivil ahşap yapılar hakkında bilgi aktarmakla
kalmaz, bugün bilemediğimiz Klasik Çağ sivil
yerleşimleri hakkında da bilgi verirler. Çoğunlukla MÖ 4. yüzyılın ilk yarısına tarihlenirler.
Batı Nekropol (Deniz Nekropolü) tiyatronun
hemen batı yanındaki kayalıklarda düşey ve
yatay sıralanmış olan 47 mezardan oluşmaktadır. Güney Nekropolü, Batı ve Doğu Nekropolü arasındaki kayalıklardaki 11 kaya mezardan
oluşur. Doğu Nekropolü ise (Nehir Nekropolü) 40 mezardan oluşmaktadır. Bu mezarlarda
13’ü Likçe, 10’u Eski Yunanca olmak üzere
toplam 23 yazıt bulunmaktadır.
M YR A A R TE M İ S İ
Toplam 17 kabartma kaya mezar dekorasyonları arasında çok önemli bir yer alan
ve içerik-nitelikleriyle bölgede benzersiz olan
eserlerdendir. Kabartmalar Likya Klasik Çağ
kabartmalarının önemli bir grubunu oluşturur. Hem Klasik Likya yontuculuk sanatının
geldiği düzeyi hem de ölü gömme geleneklerini anlatmaları açısından özeldirler. Bu kabartmalar; mezarların 7’sini süslemektedir. Kabartmalar; çoğunlukla, MÖ 4. yüzyıla tarihlenir.
Özellikle ikisi, kabartmalarıyla tüm Likya’nın
en etkileyici kaya mezarlarıdır. Tapınak cepheli ilk mezar, mimarisiyle, bitkilerden çıkan
tanrıça (Artemis/Myrrh) dizisiyle, aslan boğa
kabartmalarıyla ve tam ortada betimlenen
mezar sahibi aile “fotoğrafıyla” muhteşemdir.
Tanrıça figürü Myra sikkelerinde betimlenen
kırların, doğanın, bitkilerin tanrıçası Artemis/
Myrhh ile aynıdır. Kabartmada ve sikkede görünen figürün adı “Tanrıça Myra”dır, “Myra
Artemisi”dir. Geçmişte Myra’nın simgesi olan
bu betim artık Myra-Andriake kazılarının kurumsal simgesi olarak kesintisiz yerleşim “idolü” özelliğini tekrar kazanmıştır. MS 4. yüzyıl
başlarında, Hıristiyan İmparator’un başa geçmesi ile birlikte yerel piskoposlar kötülüklerin
kaynağını yok ettiklerine inanarak, antik tapınakları ve heykelleri yok etmişlerdir. Ne yazık
ki, “Likya’nın en güzel Artemis Tapınağı” da
olasılıkla Myra Piskoposu tarafından temellerine kadar yıkılmış olabilir. St. Nikolaos’un
Plakoma Ağacı’nı keserek, sembolik olarak
pagan inançlarını yok etme uğraşı ikonlara da
yansımıştır: Kesilen sadece ağaç değil Tanrıça
Artemis’tir, yani pagan inançlarıdır.
Tiyatro altta 29, üstte 9 oturma basamak
sırası 11 bin 500 kişiye hizmet etmektedir:
Likya’da daha kapasitelisi ve daha niteliklisi
yoktur. Hellenistik karakterde kayalık yamaca
oturan caveanın ön ve yan kesimleri tamamen
kemerli-tonozlu alt yapıya oturur. HellenistikRoma tipindedir. Likya’nın “en Romalı” tiyatrosudur. İlk yapım yılıyla ilgili belge olmamakla birlikte onarımların tarihleri bilinir: İlki
141 depremi sonrası onarım, ikincisi ise MS
3. yüzyılın ilk çeyreğindeki onarımıdır. Aynı
yüzyılda, Roma tarzı oyunların gerçekleşebileceği biçimde bazı düzenlemeler yapılmıştır:
40 metre çapındaki orkestranın çevresine parapetler yerleştirilmiştir. Üç katlı sahne binası
frizlerinde Ganimed, Zeus’un kartalı, Mithras, Medusa ve çok çeşitli masklar ve syren ve
menadlar tarafından taşınan girlandlar gibi
zengin kabartmalar ve dekorasyonla bezeli
sahne binası çoğunlukla yıkılmış halde durmaktadır. Tiyatroda bulunan yazıtlar, kentin
değişik yönlerine ilişkin bilgiler verir. Orkestradaki yazıtta kentin ithalat-ihracat işlerinden
kazandığı paradan Likya Birliğine 7 bin dinar
Myra.
Batı Nekropol.
Hava Foto
Aktüel Arkeoloji
57
Myra. Tiyatro. 2010.
11 bin 500 kişi
kapasiteli, bölgenin en
büyük ve en nitelikli
tiyatrosu, alüvyon
altında gömülü kentin
Roma Döneminde
bölgenin en büyük
merkezlerinden
biri olduğunu
göstermektedir.
58
Aktüel Arkeoloji
vergi ödediği yazar. Bu miktar, Likya’daki en
yüksek vergidir. Batı galerisi duvarında ise
“gezici esnaf Gaius’un yeri” yazılıdır. Duvara
kazınmış harler, sessizce duran dev tiyatroda
bir zamanlar yapılan gösterilerde izleyicilere
çerez satan satıcıdan sıcak sesler taşır. Başka
biri ise, resmi ve yazısıyla bir dilek içerir: Zafer
Tanrıçası’nın figürü önünde, “kente şans getir
ve sürekli galip ol” yazılıdır.
Roma Dönemine ilişkin yer üstünde en çok
görünen önemli yapılardan biri; hamamdır.
MS 2. ya da 3. yüzyıla tarihlenir. Bugün yol kenarında, seralar arasına sıkışmış olarak oldukça iyi korunmuş olan hamamın tüm bölümleri
görünmese de görünen beş odası tanımlanabilmektedir. Klasik Likya hamamı planındadır.
Duvarlardaki izlerden hamamın alttan ve duvarlardan ısıtıldığı görülmektedir. Pür Roma
tekniğinde, tamamen tuğlalarla örülen yegâne
Likya hamamıdır. Jeofizik ölçümlerimize göre
3.10 metre derinde hamam zemini ve altında
da yaklaşık 1,5 metre yüksekliğinde “hypocaust sistemi” bulunmaktadır.
Tanrının tekil anıldığı zamanların başlangıcından itibaren Likya’nın en ünlü ve önemli
kenti Myra’dır. Bu dönemdeki ününü, Myralı
St. Nikolaos’a borçludur. Aziz’in, öğretisini
geliştirdiği ve ününü yayarak tüm yaşamını
tamamladığı yer Myra’dır. İmparator Konstantinos döneminde de (MS 324-337) piskopos
olarak görev yapmıştır. MS 4. yüzyılda İmparatorluğun dini olan Hıristiyanlık çok daha
önceden bu bölgelerde olgunlaşmıştır. Sionlu
Nikolaos’un martyrionu ziyareti ve Rosallia
Günü’nde din adamlarını bir araya getiren
Synod’un Myra’da toplanmasıyla 6. yüzyılda iyice ünlenen Myra, o gün bu gündür turistlerin/hacıların ilgi odağı olmuş, kutsal bir
merkez sayılmıştır. Mucizeleriyle ünlenen St.
Nikolaos, geçmişte çocuklar, denizciler, tacirler ve bilim adamlarının koruyucusuyken;
bugün tüm dara düşenlerin sığınağı olmaya
devam etmektedir. Dara düşenlere gizlice ver-
diği yardımların, anlatıldıkça çoğalan öyküleri
nedeniyle bugün dünyanın hemen her yerinde
yılbaşında armağan veren “Noel Baba” olarak
ünlenmiştir. Çocukları koruma/sevindirme,
denizcileri kurtarma, kayıp eşyaları bulma,
gelecekten bilgi verme gibi pek çok mucizesi
anlatıla gelir. Yaşarken Demre’den ayrılmayan
Aziz’in bedenini, MS 808’de Arap istilacılar yok
etmek ister; ancak başka bir rahibin mezarını
dağıtırlar. 1087 Aziz ölüsünün, gurbete çıkma
vaktidir. Bir grup İtalyan tüccar, Aziz’in, esasında bir Roma Çağı lahdi olan mezarını açar
ve ağır kokulu mür içinde korunan kemikleri
yağmalayıp götürürler. Giden kemiklerin mezarına geri dönmesi ve Aziz’in artık vatanında
ve mezarında huzur içinde yatması için Vatikan bir şeyler yapmalıdır. MS 342’de, yaklaşık
70 yaşında Myra’da, vatanında öldüğünde, mezarında gömülmek Aziz’in isteği/vasiyetidir.
Buna her dinden herkes saygı duymalıdır.
Sahibi Mari’de yatan yalnız kilisesinin, en
Likya’nın en kapasiteli
tiyatrolarından biri olan
Myra Tiyatrosu’nun batı
duvarında “Gezici esnaf
Gaius’un yeri” yazılıdır.
Duvara kazınmış
harler, sessizce
duran dev tiyatroda
bir zamanlar yapılan
gösterilerde izleyicilere
çerez satan satıcıdan
sıcak sesler taşır.
Başka biri ise, resmi ve
yazısıyla bir dilek içerir:
Zafer Tanrıçası’nın
figürü önünde, “kente
şans getir ve sürekli
galip ol” yazılıdır.
Aktüel Arkeoloji
59
Myra. Doğu nekropol
Karşıdan bakıldığında
bir yamaç yerleşimi
duygusu veren Likya
kaya mezarları, sadece
sivil mimarlıktaki ahşap
yapı imitasyonu değil
aynı zamanda sivil bir
yerleşim imitasyonudur
ve bugün olmayan sivil
ahşap yapılar hakkında
bilgi aktarmakla
kalmaz, bilemediğimiz
Klasik Çağ sivil
yerleşimleri hakkında
da bilgi verirler. 13’ü
Likçe, 10’u Eski Yunanca
olmak üzere toplam
23 yazıtlı 101 kaya
mezarının çoğu MÖ
4. yüzyılın ilk yarısına
tarihlenir.
60
Aktüel Arkeoloji
erkeni MS 529’a kadar inen birçok yapı evresi
bulunmaktadır. Üç neli kiliseye sonradan bir
nef daha eklenmiştir. Kilise, Aziz’in yaşamını
anlatan benzersiz freskolarıyla özeldir. Prothesis mekânında bulunmasıyla şaşırtan “Havari
Komünyonu”, sahnesinde İsa ekmek-şarap
dağıtmaktadır: Ekmek tarafındaki havarilerin
en önünde Petrus, şarap tarafındakilerin ise
önünde Paulus durmaktadır. Yahuda ise yine
kendini sahneden dışlamış pozisyondadır.
Freskolar stilleri ve ikonografileriyle MS 11.12. yüzyıllardandır. Kilisenin güneyindeki mezar nişlerinde İsa’nın Doğuşu, Çarmıhta İsa,
Anastasis, Göğe Çıkış ve Koimesis -Meryem’in
ölümü- sahnelerinden oluşan Beş Bayram
sahnesi işlenmiştir. Kemer yüzlerinde ise St.
Nikolaos’un yaşamını anlatan siklustan on beş
sahne işlenmiştir: Bu benzersiz freskolar arasında yine “Deniz mucizeleri”, “Üç Komutan
hapiste”, “Aziz’in İmparator Konstantin ve Vali
Ablabius’un Rüyalarına Girmesi”, “Üç komutan İmparator Konstantin önünde”, “Üç komutanın Nikolaos’a teşekkürü”, “Nikolaos’un
Basileus’u Araplardan kurtarışı”, “Nikolaos’un
Demetrios’u boğulmaktan kurtarışı”, “Aziz’in
çocuğu olmayan bir aileye yardımı”, “Aziz’in
büyülü, hasta bir kişiyi iyileştirmesi”, “Üç bekar kızın öyküsü” bulunmaktadır.
MS 808 ve 1034 yıllarında Araplar tarafından yapılan tahribatlar, 1043 yılında IX. Konstantin Monomakhos tarafından onarılmıştır. Mimarisinde kolay ayırt edilen en büyük
değişiklik 1850 yıllarındandır: Rus Çariçesi
Anna Galicia satın aldığı kilisede, büyük çaplı
bir onarım başlatır. Orijinal yapıya uymadığı
hemen göze çarpan kubbelerin 1885’deki onarımda eklendiği kilise duvarındaki Rusça yazıtta anlatılmaktadır.
Myra’nın içme suyu, vadi boyunca ana kayaya oyulan ve kayanın olmadığı yerde taş ve
harçla örülerek yapılan su kanalıyla 20 kilometre öteden getirilmiştir. Hamam ve de tüm
kentin su ihtiyacını bu kanallar sağlamıştır.
Aquadukt ile tamamlanan su kanalı Myra’dan
Andriake’ye su taşımaktadır. Myra ve Andriake yol kavşağında bulunan “Nymphaion” bu
su yolu üzerindedir. 2009 sezonuyla birlikte tarafımızdan kazılmaya başlanan yapı tamamen
kesme taşlarla örülmüş ve arka ve alt kesimleri
ile tüm zeminde ana kayaya oyulmuştur.
Myra’nın liman mahallesi Andriake şansını korunaklı, denizden saklı muhteşem doğal deniz girintisinden alır. Yaklaşık 10 bin yıl
önce bir ada iken, 5 bin yıl önceden itibaren
karasal bağlantısı ile birlikte derin bir koy
oluşmuş ve Roma Döneminde ünlenen Andriake Limanı’na dönüşmüştür. Sonradan nehrin taşıdığı alüvyonlarla bir iç göle dönüşüp
kapanmıştır. Akdeniz seferlerinin Likya’yla
buluştuğu ve Likya’nın dünyaya açıldığı bu
nokta, Akdeniz limanlar zincirinin önemli bir
halkasıdır. Akdeniz sahillerinin olasılıkla en
yüksek kapasiteli uluslararası ticaret limanıdır. Doğudaki komşu kent Limyra’nın limanı
Phonikos ve batıdaki komşu kent Antiphellos
ve Patara gibi tüm Kekova sahil yerleşimleri ile
de bölge içi bağlantıyı sağlar. Finike-Andriake
limanları arasında bir tekne düzenli seferler
yaparmış. Deniz yolu, zorlu dağ yolculuğuyla
ancak ulaşılabilen komşu kentlere, rahat bir
ulaşım seçeneği sunar. Kent yönetimine ait
olan deniz taşımacılığına göz diken ve sık sık
da ihlal eden korsan gemiciler için büyük cezalar konmuştu.
Andriake’nin arkeolojiye ve Likya bilimine
katkısı çok özeldir; çünkü antik dönemlerde
çok sayıda önemli önemsiz liman yerleşimlerinin varlığı ve dokusu bilinmektedir. Ancak
salt liman fonksiyonlarını karşılayan yapılardan oluşan ve sadece liman olan bir yerleşim
bilinmemektedir. Andriake, Roma Döneminde ve öncesinde sadece limanlarda bulunan
depolar, ticari alanlar ve ticari yapılardan oluşan dokusuyla ve bu dokunun nicelik ve nitelikte bölgenin en iyisi olmasıyla özel bir örnek
sunmaktadır. Bizans Döneminde ise liman
fonksiyonlu kullanımın devam etmesi yanında sayısı artan konutlarla ve bu yoğunlaşmaya
bağlı olarak yapılan altı kiliseyle küçük bir yerleşime dönüşmüştür. Liman yapıları dışındaki
oluşum altı kiliseden ve bir sinagogdan görülse
de, Andriake hiçbir zaman piskoposluk listelerinde anılmamıştır. Myra metropolisinin bir
mahallesi olmaya devam etmektedir. Andriake
tarihi, tam bağlılığı nedeniyle Myra’yla paralel
ve ortak gelişmiştir. Dolayısıyla en geç Klasik
Çağdan itibaren Myra’nın varlığına bağlı olarak Andriake Limanı’nın işlediği düşünülür.
Akdeniz sahillerinde sadece iki benzeri
bulunan Andriake Granariumu’nun (Horrea
Hadriani-İmparatorluk Silosu) arkeolojide çok
özel bir yeri vardır. Sekiz bölümden oluşan çok
iyi korunmuş yapı 64,24 x 38,65 metre ölçülerindedir. Duvar yükseklikleri 6.40 metredir.
Toplam 2307 m2 alana oturan granariumun
kapalı bölümlerinin iç alanları toplamı 2.081
metredir. Her bölümün ayrı kapısı bulunduğu
gibi içerden her bölüm birbirine birer kapıyla bağlanmaktadır. Binanın iki yanında bekçi
birimleri vardır. Uzunca yazıt ve girişteki İmparator Hadrian ve karısı Sabina’nın büstleri
yapımın İmparator Hadrian’ın III. Konsüllük
dönemine denk geldiğini belgeler (MS 129):
“HORREA IMP. CAESARIS DIVI TRAIANI
PARTHICI F. DIVI NERVAE NEROTIS TRAIANI HADRIANI AUGUSTI COS. III”. Aynı
kesimde büyük bir yazıt levhasının asıldığına
dair izler vardır. Dördüncü kapının sol tarafında, Myra ve Arneai kentlerindeki “ölçümler”in
nasıl yapılacağına ilişkin bir kararname bulunmaktadır. Buradaki yazıt, Flavius Eutolmius
Tatianus’un valiliğinde (MS 388-392) yazdırılmıştır. Yedinci bölümün cephesinde ise bir
blok üzerinde granarium sorumlusu “Herakleon gördüğü rüya üzerine bunu adadı” yaz-
Myra. Batı Nekropol
Aktüel Arkeoloji
61
maktadır. Adadığı kabartmada İsis-Serapis ve
Pluton ile griphon bulunmaktadır. Herakleon
tarafından İsis’e adanmış bir adaktır. Andriake Limanı’ndaki trafiğin daha fazla olduğu en
yüksek vergiyi ödemesinden anlaşılmaktadır.
Bu limandan sevk edilen malların tam listesi
çıkmasa da, yazıtlara göre içlerinde, tahıl, purpur, katı katran, safran, zeytinyağı, şarap, incir
ve balık bulunmaktaydı. Alım satımı hayli hareketli olan ve her bölgeden yüksek talep gelen
köle ihracatında da Myra, Likya’nın en hareketli pazarıydı.
Limanın çevresinde, liman yerleşimine
ilişkin pek çok yapı kalıntısı bulunmaktadır.
Bunların en önemlisi görkemli liman agorasıdır (Plakoma). Ticaret limanının bu uluslararası alışveriş merkezi limana bakan ve ortadan
açılan anıt kapısıyla girilmekte ve çevresini iki
katlı mekânlar çevrelemekteydi. Limana bakan ön yüzü revaklı olan agora, Likya’nın bu
en önemli limanında ticaret mekânları konusunda gelişmiş olanaklar sunuyordu. Agoranın
ortasında yerin altında bir sarnıç bulunmaktadır. Tavanı büyük dikdörtgen taşlarla örtüldüğü için Plakoma denilen sarnıcın üst alanı
agoranın ortasında bir meydan merkezi oluş-
turmaktadır. 6. yüzyılda agora murex işlikleri
alanıdır. Burada çok değerli kırmızı-mor boya
üretilmekteydi. Ortaya çıkardığımız murex işlikleri ve diğer bulgular, boya üretimine ilişkin
antik kaynakları doğrulamaktadır.
Deniz ve karadan alışverişe ve yolculuğa
gelenlerin fazlalığı nedeniyle yapılmış olduğu
anlaşılan iki hamam Andriake gibi bir limandan olağan beklenenlerdendir. MS 1. yüzyılda
yapıldıkları düşünülen büyük ve küçük hamamlar, oldukça iyi korunmuş durumdadırlar. 2010 sezonu kazılarında bu alanda keşfedilen iki anıttan batıdakine ait olan on bir yazılı
blok üzerinde; Augustus, Gaius Sezar, Julia
Augusta, Livia Augusta, Germanicus, Agrippina, Drusus ve Tiberius’un bronz heykellerinin
Tüm Likya’nın en etkileyici kaya
mezarlarından biri olan tapınak cepheli
mezar, mimarisiyle, bitkilerden çıkan
tanrıça (Artemis/Myrrh) dizisiyle,
aslan boğa kabartmalarıyla ve tam
ortada betimlenen mezar sahibi aile
“fotoğrafıyla” muhteşemdir. Kabartmada
ve sikkede görünen “Tanrıça Myra”dır,
“Myra Artemisi”dir. MS 4. yüzyıl
başlarında, Hristiyan İmparator’un başa
geçmesi ile birlikte yerel piskoposlar
kötülüklerin kaynağını yok ettiklerine
inanarak antik tapınakları ve heykelleri
yok etmişlerdir. “Likya’nın en güzel
Artemis Tapınağı” da olasılıkla Myra
Piskoposu tarafından temellerine kadar
yıkılmış olmalıdır.
MS 5. yüzyıla ait olan
bir sinagogda ele geçen
Menora levhalarından
biri. Hıristiyanlığın
merkezi olan Myra’da
Yahudi cemaatin
varlığını ilk kez bir
tapınakla ve yazılı
plakalarla kanıtlar.
Sinagog’un ve Menora
levhalarının Likya’da
henüz benzeri yoktur.
Andriake’nin nasıl bir
kozmopolit ticaret
yerleşimi olduğuna dair
önemli ipuçları veren
yazıtlardan birinde
“erini epi ton IsraelBarış İsrail’in üzerine
olsun” yazmaktadır.
“Amen” ve “Şalom”
gibi diğer dinsel
ifadelerle de yazıt
sonlandırılmıştır.
Sinagog’un ve Menora
levhalarının Likya’da
henüz benzeri yoktur.
Myra. Batı Nekropol. Hurttuweti kaya mezarı kabartmaları.
62
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
63
Myra St. Nikolaos
Kilisesi. Çocuğu
olmayan bir hastayı
iyileştirme sahnesi.
64
Aktüel Arkeoloji
durduğu anlaşılmaktadır.
Sinagog, 2009 sezonu kazılarının en önemli keşfidir. Yapı, Horrea Hadriani’nin batı köşesi önünde, limana (kuzeye) bakar biçimde
konumlandırılmıştır. 3.90m çapındaki apsisin
bulunduğu ana odanın ölçüleri 7.25x5.08m’dir.
Yapının batısında bir oda daha bulunmaktadır. Sinagogdan toplam 282 parça eser/eser
parçası ele geçmiştir. Büyük çoğunlukla sinagogla ilgisi bulunmayan bu erken buluntular,
Andriake’nin nasıl bir kozmopolit ticaret yerleşimi olduğuna dair önemli ipuçları verir niteliktedir.
Apsisten, yapının zemininde düşmüş ve
kırılmış halde bulunan mermer levhalar üzerinde Musevi dininin bildik sembolleri bulunmaktadır. Menorah plakalarından biri tam,
biri yarımdır. Ortasında yedi kollu Musevi
şamdanı (menorah), sağ yanında şofar ve sol
yanında da lulav işlenmiştir. Üstündeki silmede de üç satırlık yazıt vardır. Yazıtta, plakayı
adayan kişilerin isimleri geçmektedir: Makedonius, Prokles, Romanus, heodote ve Roma.
Samuel’in oğlu Joshua ise bu isimler arasındaki
tek İbrani adıdır. Bulunan üç ayrı yazıttan ikincisinde “erini epi ton Israel-Barış İsrail’in üzerine olsun” yazmaktadır. “Amen” ve “Şalom”
gibi diğer dinsel ifadelerle de yazıt sonlandırılmıştır. Ele geçen üç yazıt genelde bilinen
Eski Musevi adak yazıtlarıyla benzeşmektedir.
Yapı ve mimari bezemeler sinagog kalıntılarının MS 5. yüzyıldan olduğunu göstermektedir.
Keşfin önemi şöyle özetlenebilir: Likya bölgesinde ilk kez Yahudi varlığına ilişkin tapınak ve
onu tümleyen diğer bulgular birarada ortaya
çıkarılmıştır. Likya ve Pamphylia’da başka bir
sinagog daha önce bulunmamıştır. Likya kültür katmanlarına bir yenisi daha eklenmiştir.
Myra.
St. Nikolaos
Kilisesi
Myra Şapel’i. Deesis Sahnesi. Hz. İsa,
Meryem ve Yahya.
Bulgular, Hıristiyanlığın merkezi olan Myra’da
ve üstelik de en baskın olduğu 5. yüzyılda, Bizans Dönemi dinsel/sosyal yapılanmasında
Yahudi cemaatinin yerini ve erken varlığını
açıkça anlatmaktadır.
Myra ve Andriake kazıları, 2009 yılında,
Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Akdeniz Üniversitesi adına başlamış ve kapsamlı bir araştırma programı devreye girmiştir. Kazıların ilk
iki yılında, pek çok kazı - araştırma ve restorasyon programı yürütülmüş olmasının yanı
sıra, 1 bir workshop, bir panel, bir sempozyum,
üç sergi ve iki klasik konser Kazı Başkanlığı
tarafından düzenlenmiştir. Bu yolla da; daha
başlangıçta, halkı ve yetkilileri tam bilgilendirmek, arkeolojik ve kültürel çabalarımızda
bilimin ve korumanın içinde, yanımızda olmalarını sağlamak amaçlanmıştır. Uluslararası
ticaret merkezi olan limanı, kehanet merkezi
olan Apollon Tapınağı, Roma Dönemi metropolünü özetleyen benzersiz tiyatrosu, Myra’nın
dünyaca ünlü simgesi olan Klasik Dönem kaya
mezarları ve St. Nikolaos’u ve daha pek çok
özel yanıyla kazılmadan bile bölge arkeolojisine/Likya bilimine büyük katkılar vermiştir.
Yüzeyde görünenlerin bile akıl almaz zenginliği, en az 2-3 kilometre çapına ve ortalama altı
metre yüksekliğe ulaşan derin alüvyon altında
gizlenen kentin asıl büyük kısmının neler kazandıracağını düşünmek bile büyük heyecan
vermektedir.
2009 yılında henüz başlayan
kazılar ilerledikçe, bilimsel sürprizler yaşanması ve Likya’nın karanlıkta kalmış kısımlarının daha çok aydınlanması umulmaktadır.
İki sezondur sürdürmekte olduğumuz kazı ve
araştırmalarla ele geçen önemli veriler bu beklentimizi doğrulamaktadır.
Aktüel Arkeoloji
65
Likya’nın teslim olmayan kenti
K S A N T H OS
Yazı ve Fotoğraf
Prof. Dr. Jacques des COURTILS
Ksanthos Kazı Başkanı
Bordeaux Üniversitesi
1
838’de, Ch. Fellows, Ksanthos’u keşfettiği zaman ve daha sonraları, bu sitte bulup
Londra’ya getirdiği çok sayıdaki eserle birlikte o tarihe kadar pek az insanın tanıdığı Likya
Medeniyeti birdenbire meşhur oldu. Bununla
birlikte, Prof. Dr. Pierre Demargne’ın (ParisSorbonne Üniversitesi’nde profesör) yönetimindeki bir heyetle Ksanthos’un, bugüne kadar devam eden bilimsel kazılarına başlanması
için 1950 yıllarına kadar beklemek gerekmişti.
1962’de, P. Demargne’dan sonra Fransız kazı
heyetinin başına gelen Henri Metzger tarafından Letoon kazıları, yani Ksanthos şehrinin
idare ettiği dinsel sunağın kazıları, başlatıldı:
tek bir arkeolojik birimi oluşturan bu iki sitin, yine tek bir arkeolojik misyon tarafından
incelenmesi mantıklı gelmişti. Gitgide, başka
Likya sitleri de, gerek Türk, gerekse yabancı
kazı heyetlerince uluslararası işbirliğine iyi
bir örnek vererek incelenmeye başlanmıştır:
Limyra, Patara ve diğerleri… Böylece, Ksanthos ve Letoon’da Fransız kazılarının başlatılmasıyla, en büyük şehri Ksanthos olan Likya
Medeniyeti’ni tanıma yolu genişçe açılmıştır.
Son olarak da 2009 yılında, Fransız “Academie
des Inscriptions et Belles Lettres” kurumu tarafından 200.000 Euro’luk Cino del Duca arkeolojik ödülü Prof. Dr. J. des Courtils’e verilerek
Fransız kazıları mükâfatlandırılmıştır.
Ksant hos’t a Li k y a
Me de ni y e t i ’ n i n Ke şf i
Ksanthos kazılarının başladığı tarihte Likya Medeniyeti, Herodotos ile diğer antik dönem tarihçilerinin bazı yazıları ve 19. yüzyıl
sonunda Avusturyalı epigraların bir kısmını yayınladığı Likya kitabeleri sayesinde tanınmaktaydı. Ksanthos’ta yapılan keşiler ve
66
Aktüel Arkeoloji
Ksanthos kralların mezarları
Aktüel Arkeoloji
67
Sağ üst,
Nereidler Anıtı
üzerindeki Amazonların
savaşının anlatıldığı
yüksek kabartma.
Sağ alt,
Nereidler Anıtı
(S. Alemdar’ın maketi,
foto: T. Zachmann)
Sol alt,
Nereidler Anıtı üzerinde
yer alan Su Perisi (Nereid)
heykellerinden bir tanesi
68
Aktüel Arkeoloji
bunların çabucak yayınlanması, bilim insanlarını ve halkı Likya
Medeniyeti’nin tarihi
ve kalıntıları içine sokmuştur. Bu kentin ve
Letoon’un arkeolojik
önemi, her ikisinin de
UNESCO’nun Dünya
Mirası kapsamına alınmasını açıklamaktadır.
Ksanthos’un Likya
mezarlarını içeren kitabında; P. Demargne, bu
medeniyetin karakteristik özelliklerini belirtmektedir. Ksanthos’un
en muhteşem mezarları
meşhur “pilyeli” mezarlardır: Aslanlı Pilye, Harpili Pilye, Yazılı Pilye…
Bu pilyeler olağanüstü yapılardır. Ağırlığı 10
tonu geçebilen kocaman bir kayadan oluşmakta ve üstünde ölü odası yer almaktadır. Bu anıtlardan yalnızca bir tanesi yazıtlıdır; bu nedenle,
Yazılı Kaya veya Yazılı Pilye olarak adlandırılır:
Bu yazıt da bize, bu mezarın MÖ 5. yüzyılın
sonuna doğru Ksanthos kralı olan Gergis’in
mezarı olduğunu açıklamaktadır. Bu durumda;
Ksanthos ve Likya’nın diğer şehirlerinde olduğu gibi, Ksanthos’ta bulunan pilyelerin krallara
mahsus olduğu sonucu ortaya çıkar.
Bu pilyelerden bazıları alçak kabartmalarla süslüdür: Aslanlı Pilye (MÖ 525’e doğru),
Harpili Pilye (480’e doğru) ve Yazılı Pilye (400’e
doğru) bunlardan bazılarıdır. Pierre Demargne’ın yaptığı inceleme,
bu heykellerin Ksanthos kralları için çalışmaya gelen Yunanlı
sanatçılar tarafından yapılmış
olması gerektiğini göstermiştir. Yunan etkisinin en çok
görüldüğü anıt ise, bugün,
Londra’da bulunan ve Fransız arkeologların restore etmeyi planladıkları
meşhur Nereidler Anıtı’dır: burada
Ksanthos’un son kralı Arbinas’ın mezarı söz konusudur. Mezar, beyaz mermerden İon üslûbundaki bir
tapınak şeklinde inşa edilmiştir. İnşaat tekniği bile
Atina’dan gelen ustaların
varlığını göstermektedir (T
şeklindeki gömmeler); dekor
ise, tamamen Likyalı sahnelerle
(surlara saldıran askerler), Atina sanatından esinlenen sahnelerin
(Parthenon’un frizini andıran asker
Nereidler Anıtı
1838 ’de Charles Fellows tarafından
keşfedilerek Londra’ya götürülen anıt,
bugün British Museum’da sergileniyor .
MÖ 390-380 yıllarında Ksanthos Kralı
Arbinas için yaptırılan anıt mezarın
etrafında su perileri olan Nereidlerin
yapılmış olmasından dolayı bu isimle
anılmıştır.
ve atlılar geçidi) ilginç bir karışımını sunmaktadır.
Bu incelemelerin en ilginç yanı, hem Klasik Yunan etkisinin gücünü araştırmak, hem
de bundan evvelki Likya kültürünün belli başlı
özelliklerini belirlemeyi sağlamak olmuştur.
Bu yerli kültürden Yunan kültürüne geçiş,
Ksanthos’un diğer mezarlarında da görülür:
Gerçekten de, Likya’nın başka yerlerinde olduğu gibi, ahşap yapıları taklit eden çok özel anıtlar görülmektedir. Bu eserler görüldüğünde,
Likyalıların aslında ahşap bir mimariye sahip
oldukları; ama taş ustalığının kendilerine Yunanlılarla kurdukları temaslar sonucu dışarıdan geldiği anlaşılmaktadır.
Aktüel Arkeoloji
69
Ksanthos’taki iki dilli yazılı anıt
Ksanthos büyük
caddesinin doğudan
görünümü.
70
Aktüel Arkeoloji
Ksanthos şehrinde oturanlar; şehirlerini
dış saldırılardan korumak için, muhtemelen
5. yüzyılın sonlarında, şehri çevreleyen büyük suru inşa ettirmişlerdir ve bu surun bazı
kesimleri ise; akropolü korumak amacıyla,
belki de daha önceki asırda yaptırılmıştır.
Bu büyük sur aslında iki tekniği birbirine
karıştırmaktadır: Yunanlılardan miras kalan
taş işleme tekniği ile hem eski Anadolu hem
de Yakın-Doğu medeniyetlerinden kalan sur
inşasının kendine özgü tekniği…
Yabancı etkilerden önceki Likya
Medeniyeti’nin özgünlüğünün bundan
başka iki ayrı örneğini daha sayabiliriz.
Ksanthos’ta, Likya Akropolü’nde, Henri
Metzger’in yönetiminde yürütülen kazılar,
çamurla birbirine tutturulan küçük taşlardan
yapılmış evler ortaya çıkartmıştır. Bu yapılar,
zamanımızdan 6. ve 5. yüzyıldan kalmadır
ve bugün ortadan kaybolmuş olan, ama kazılarda kalıntıları kül halinde bulunan ve bir
yangın sonucunda yandığı saptanan, ahşap
bir katı üzerlerinde taşımaktaydılar. Bir başka örnek de Likya dilince verilmektedir. Likya
yazısını deşifre edebildik, zira Yunanlıların
yazısını biraz değiştirerek taklit etmiştir. Buna
karşılık, Likçeyi anlamakta hâlâ zorlanmaktayız. Ksanthos’ta, Letoon’da ve diğer yerlerde
bulunan iki dilli metinler (Likçe/Yunanca) biraz ilerlememizi sağlamıştır, özellikle de Emmanuel Laroche’un çalışmaları sayesinde. Bugün Anadolulu “Luwi” grubuna ait, Hititçeye
yakın bir dil olduğu bilinmektedir.
Likyalıların kendilerine özgü bir dile ve
sanatsal bir kültüre sahip oldukları görülmektedir; ancak 5. yüzyıldan itibaren bunların
gitgide Yunan dili ve kültürüyle karıştığı gözlemlenmiştir. Bununla birlikte, yeni keşiler
Yunan etkisinin gelmesinden önceki Likya kültürünün ilk etkinlikleri hakkında yeni veriler
sağlamıştır: Ksanthos’ta, bir aslanla bir boğayı
temsil eden olağanüstü iki alçak kabartma bulunmuştur; bunlar karakteristik Anadolu stilindedir ve bu stilde hiçbir Yunan etkisi yoktur.
Aksine, bu alçak kabartmalar Frigler ve NeoHititlerin heykellerine yakın olup, hayranlık
uyandıran örnekleri Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde bolca sergilenmektedir.
Likya’da şimdiye kadar böylesine eski Anadolu geleneğine açıkça bağlanan başka eser bulunamamıştır. Bu ilk keşilerin yanı sıra Fransız
arkeologların halen sürdürdüğü araştırmalar,
MÖ 7. ve 6. yüzyıllardaki Likya Uygarlığı’nın
ilk zamanlarına daha çok ışık tutmaya çalışmaktadır.
He l l e ni st i k v e R oma
Döne ml e ri nde Ksant hos
Payava Lahdi
1838 ’de Charles Fellows tarafından
keşfedilerek Londra’ya götürülen anıt,
bugün British Museum’da sergileniyor .
MÖ 375-360 yıllarında büyük olasılıkla
Satrap Autophrates’e ait olduğu
düşünülen Lahid, yüksek kaide
üzerinde, ahşap yapıları taklit edilerek
yapılan kubbeli lahidlerlerin en güzel
örneklerinden biridir.
Letoon’a Yunan Uygarlığı’nı sokan Ksanthos Kralı Arbinas’ın ölümünden sonra (380’e
doğru), Büyük İskender’in fethi (334) bu
uygarlığın üste çıkmasını sağlamıştır. Oysa
Ksanthos kazıları; bunun, şehir için karanlık
bir döneme işaret ettiğini göstermiştir. Bu dönemde hiçbir anıt yapılmamış, hiçbir önemli
iş gerçekleştirilmemiştir. Aslında, muhtemelen bir tapınağa ait olan iki veya üç blok ve
Yunanca ele geçen birkaç yazıtla bir-iki seramik dışında, MÖ 4. yüzyılın sonundan 1.
yüzyıla kadarki döneme ait olabilecek hiçbir
eser kazılarda bulunmamıştır. 2009’da, Roma
binasının yerinde inşa edilmiş bir tiyatronun
temeli ortaya çıkarılmıştır: 2011’de yapılması
öngörülen kazı çalışmaları, bu yapının inşa
tarihini kesinlikle öğrenmemizi sağlayabilir;
ama şimdiden diyebiliriz ki; bu yapının taş bir
temel üstüne ahşaptan inşa edildiğinin gözlemlenmesi bile çok ilginçtir.
En son yapılan keşilere göre, yalnızca MÖ
1. yüzyılın sonlarında şehir uyanır gibi görünür. Son on yılda yapılan kazılar, şehrin aslında sadece bir agoraya (1950’lerde bulunmuştur) sahip olmadığını ama gerçekte üç agoraya
birden sahip olduğunu göstermiştir. Roma
Döneminde uygulanan bir şehircilik planına
göre yapılan döşemeli iki ana cadde ile revaklarla çevrili iki meydan da keşfedildi. Bu caddeler birbiriyle dik açı çizerek kesişmektedir.
Daha da ilginci ise, Ksanthos şehrine bugün
bile gözle görülebilen halini veren bu şehircilik planından önce, şehrin ilk defa bir değişime
uğradığı da çok yakın bir dönemde keşfedilmiştir: Augustus döneminde, şehir tamamen
yeniden düzenlenmiş ve geniş teraslamalar
sayesinde etrafı resmî anıtlarla çevrili büyük
meydanlar yaratmak mümkün olmuştur. Bu
meydanlardan bir tanesi, bu bölgeye mahsus
özel ve Likya’nın daha başka şehirlerinde de
kullanılmış olan orijinal bir tekniğe göre, yeraltı sarnıçlarının üzerine kurulmuştur. İlginç
bir şekilde, bu ilk evre sona eremeden durdurulmuş ve daha sonra da bugün kalıntıları görülen binalar bunların yerini almıştır.
En muhteşem bütün ise “stoa bazilika”’dan
(kral stoası) oluşan, etrafı revaklarla ve yaAktüel Arkeoloji
71
rım daire biçimindeki bir
Nimfea ile çevrili olan kare
bir meydandır. Bu binaların
çoğu daha sonraları yıkılmıştır ve yalnızca bazı blokları
günümüze kalmıştır. Buna
rağmen, L. Cavalier’nin Ausonius Merkezi’nin “3 Boyutlu Teknolojik Platformu” ile
yaptığı etüt, her tür bilimsel
en iyi garantileri bize veren
bir rekonstrüksiyonu teklif
etme imkânını sağlamıştır. Bu
sayede, her ne kadar Roma
İmparatorluğu’nun içinde küçük bir şehir olarak kalmışsa
da, Ksanthos’un, büyük bir
şehir görünümünü korumaya yarayan, gösterişli anıtlarla
donanmayı istemiş olduğu anlaşılmaktadır.
Bizans mezarının
kazısı (2010)
Tiyatronun stüklerinin
restorasyonu (2010)
72
Aktüel Arkeoloji
B i zans Döne mi n d e
Ksant hos
Bütün Anadolu’da olduğu gibi, Bizans Döneminin başlarında Ksanthos büyük bir kalkınma sağlamıştır. Şehirde iki büyük ve pek
çok küçük kilise ile lüks evler yapılmıştır. Bu
dönemin anıtları da halen ayakta duran Roma
binaları gibi, zeminlerinde muhteşem mozaiklerle süslenmiştir. En güzel mozaikler Büyük
Bazilika’dadır: Yaklaşık bin metrekaresi sistemli
olarak restore edilmiştir. Bu refah döneminin,
7. yüzyılın başlarında birdenbire sona erdiği
görülmektedir.
Bununla birlikte, bundan sonraki dönemde kentin terk edilmiş olduğu düşünülmüş
olsa da, bu döneme tamamen yepyeni bir aydınlanma getiren yeni girişimler başlatılmıştır.
Ksanthos’taki yerleşim, 8. yüzyılda ve hatta
daha da sonrasında devam etmiş olmalıdır.
Bu durum, 2010’daki kazılarda bulunan sayısız
seramiğin ilk incelenmesinden de anlaşılabilmektedir; ancak halen devam eden incelemeler sonucunda kesinlik kazanacaktır. “Cypriot
Red Slip Ware” (CRSW- Kırmızı Astarlı Kıbrıs
Çanak Çömleği) tipindeki kap biçimleri en son
dönem imalatlara ait olabilir ve yine bu imalat
Pednelissos veya Balbura bölgesinde yapılmış
olabilir. Yeni yapılan araştırmalar, MÖ 8. yüzyılda, CRSW’yi taklit eden seramiklerin imalinin atölyelerde devam ettiğini göstermektedir.
Bunun da ötesinde, “Pattern-burnished ware”
denilen ve Pamela Armstrong’un Selçuklu Dönemi seramikleri olarak belirlediği kaplar da bu
seramiklere karışmış olarak bulunmaktadır.
Şehir yerleşiminde de bir düzensizlik gözlemlenmektedir: 2010’da, Orta-Bizans Döneminden kalma ve şehri baştanbaşa geçen ana
caddenin tam ortasında, her türlü geçişi engelleyen küçük bir kiliseyle, bir de mezarlığın
dikildiğini gözlemledik. Başka bölgelerde, özellikle de Suriye’de görülen bu durum, bu dönemdeki halkın yaşam tarzının tamamen değiştiğini
göstermektedir.
Ksanthos mezarlığının ve şehrin diğer Bizans kesimlerinin kazıları henüz bitmemiştir.
Bu kazılar hem şehrin kronolojisi, hem de Türkmen boylarının yerleşmeye başladıkları sırada,
yerleşik ve göçmen halklar arasındaki ilişkiler
hakkında daha başka bilgiler verecektir.
Li k y a Ta ri h i v e
E p i g ra f i si
Son kazılar Ksanthos ve Likya tarihine ışık
tutmuştur: Ksanthos’un geçmişini, eskiliğini
ve Likya Medeniyeti’nin Anadolu kökenlerini
doğrulamış, Hellenistik Dönemdeki gerilemeyi
gün ışığına çıkartmıştır. Ayrıca, Roma Dönemi
ve Bizans Döneminin başlangıcında geri gelen
kalkınmaya yeni bir ışık tutmuştur. Ayrıca, bu
bölgede iyi tanınmayan Orta-Bizans Dönemini
nihayet aydınlatmaktadır.
Epigrafik keşilere de özel bir yer ayırmak
gerekmektedir: 19. yüzyıldan beri bilinen Yazılı Pilye’deki büyük yazıtın (TL44) dışında,
Fransız heyetine bağlı Kanadalı epigralarca
yeni keşiler yapılmıştır: Hellenistik Döneme
ait 16 metinle bazı fragmanları sayabiliriz.İSMAİL FAZRoma İmparatorluğu’na ait buluşların sayısı
da
LIOĞLU
270’e ulaşmaktadır. Metinlerin basitçe bu iki
döneme bölünmesi bile, bu dönemler sırasında şehrin iç durumunun gelişimi hakkında bir
fikir verir. Roma Dönemi metinlerinden çoğu,
Aktüel Arkeoloji
73
Likya asıllı Roma yüksek memurlarının kariyerleri konusunda çok
önemli bilgiler getirir.
Ksant h o s İ ç i n Ge n e l
B i r Yürü t me P l a n ı
Harpiler anıtı
Harpiler Anıtı
1838 ’de Charles Fellows
tarafından keşfedilerek
Londra’ya götürülen
anıt, diger anitlar gibi
bugün British Museum’da
sergileniyor .
Demek ki, Ksanthos kazılarının
bilimsel sonucu çok önemlidir. Son
kazılar yayına hazırlanmaktadır,
bu da dikkate değer olan bu kentin
tarihi hakkındaki bilgilerimizi tamamlamayı sağlayacaktır. Kazılar
bitmekten uzaktır. Bütçelerin yeni
artışı ve geliştirdiğimiz işbirliği
(Türk ve Avusturyalı arkeologlar Kanadalı ve Alman epigralar) sayesinde, çok önemli başka bilimsel
sonuçlar vermeye devam edeceğini
umuyoruz.
Ksanthos’un değerlerinin öne
çıkarılması, her şeyden önce uzman araştırmacı olan arkeologların ana amacı değildir. Bununla
birlikte, kalıntıları korumak ve
ziyaret edilmelerini sağlamak için
çalışmalar yapılmış ve yapılmaya
da devam edilecektir. Bu çalışmalar şimdiye kadar ortaya çıkarılan
yüzlerce metrekarelik mozaiklerin restorasyonlarını içermiştir ve zamanla bu mozaikler halka açılacaktır. 2010 yılında, tiyatroda 2009’da
keşfedilen resimli stüklerin restorasyonu da
yapılmıştır: Söz konusu bu tiyatro, orkestrayı
çevreleyen duvarı süsleyen ve hâlâ görülebilen
resimli, en nadir örneklerden biridir (bunlardan özellikle Manisa (Magnesie du Méandre)
ve Pompei’deki bilinmektedir). Ne yazık ki, bu
resimden çok küçük bir parça kalmıştır ve temsil edilmekte olan muhtemel sahneleri yeniden
oluşturma imkânı vermemektedir. Şimdiye
kadar anıtsal restorasyonlar yapılamamıştır,
zira kent asırlar boyunca yıkıldığından, antik
dönem yapıları tamamen yerle bir olup, taşları
başka yerlerde yeniden kullanılmıştır.
Ancak, antik kentin ayakta kalmış tek anıtı hakkında hazırlamakta oldukları olağanüstü
bir projeyi Fransız arkeologları incelemektedir:
Bu proje, Nereidler Anıtı’nı tamamen yeniden
inşa etme projesidir. Antik mimarlık ve heykel
şaheseri olan bu anıtın aslı, bir müzede sonsuza
dek korunmaya alınacaktır. Hem de, Ksanthos
kentine antik güzelliğini biraz daha kazandırmak için, çığır açan bir teknik sayesinde halen
bir rekonstrüksiyon projesi üzerinde çalışmaktayız. Bu teknik, anıtı bulunduğu yerde, sentetik
malzemeden değil de, mermerden yontularak
tamamen yeniden inşa edilmesini sağlayacaktır. Umarız ki, bu proje gerçekleşebilir.
Letoon Tiyatrosu
** Ksanthos ve Letoon kazıları sırasıyla Pierre Demargne ve Henri Metzger (ikisi de Fransa’nın en saygın bilimsel
kurumu olan “Académie des Inscriptions et Belles-Lettres”
Akademisi’nin üyesidir), sonra Christian Le Roy (Sorbonne
Üniversitesi) ve 1996’dan beri de Jacques des Courtils tarafından yönetilmiştir. Birkaç yıldan beri, yetkililer tarafından
Ksanthos ve Letoon’un ayrılması gerektiği düşünüldüğünden, Letoon kazıları Didier Laroche tarafından yönetilmiştir
ve şuan Laurence Cavalier (Bordeaux Üniversitesi) tarafından yürütülmektedir. Bu kazılara katılmış ve hâlâ katılmakta olan çok sayıdaki bilim adamlarından, Akademi’nin
dört ayrı üyesini daha sayabiliriz: Emmanuel Laroche, Jean
Marcadé, Olivier Picard ve Jean-Pierre Sodini.
Dansöz Lahdi olarak
bilinenen Lahtin uzun
kenarındaki av sahnesi
74
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
75
Likya’nın kutsal alanı
LETOON
MÖ 4. yüzyılla bölge tam olarak Hellenleşmeye başlamadan
önce, yerel tanrılara adanmış bu kutsal alan Kral Arbinas
dönemi ile birlikte Yunanlı Leto ve çocuklarına tapma kültünü
dönüştürülür. Kutsal alanda yer alan her üç tapınak da Hellenistik Döneme tarihlenmekteyse de; Yunan tapınaklarının içinde
bulunan önceki dönem kalıntılar, Likya tipli daha eski yapıların
varlığını kanıtlar.
76
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
77
“
Ely
a
na
”
Likya’n ı n s u pe r i le r i .
Tanrı Zeus’tan hamile kalan ve Hera’nın kıskançlığından kaçan Leto, yeni
doğmuş bebekleri Artemis ve Apollon’la Likya’ya sığınır; ama çocuklarını
yıkamak istediği su kaynağından köylülerce kovulur. Buna çok kızan Leto,
köylüleri kurbağaya çevirir. Sunağa aynı zamanda saygınlık da kazandıran
bu efsane, Letoon’un tarihinde suyun önemini belirtir. Kutsal bir kaynağın
etrafında, Likya dilinde “Elyana” adıyla bilinen su perilerine adanan bu yerde,
MÖ 7. yüzyıldan itibaren sunak kurulur.
Yazı ve Fotoğraf
Doç. Dr. Laurence CAVALIER
Letoon Kazı Başkanı
Bordeaux Üniversitesi
Çeviri: S. Vatin
H
Roma Nympheum
78
Aktüel Arkeoloji
er ne kadar Ksanthos, 1838 yılından beri tanınıyor olsa da Letoon, yani
Ksanthos’un sunağı, Ksanthos’a 4 kilometrelik
bir mesafede bulunmakla birlikte, yalnızca üç
yıl sonra, Beacon Gemisi’nde görevli İngiliz
Deniz Kuvvetleri teğmeni olan Rd. Hoskyn
tarafından keşfedilir. Ertesi yıl, Royal Society
of Geography Kurumu’nda sunduğu tebliğde,
Hoskyn kısaca “çok iyi korunmuş” halde olan
bir tiyatrodan ve bir tapınağın, “muhtemelen
Latone’nin Tapınağı’nın” temellerinden bahseder. Avusturyalı epigralar, O. Benndorf ve
G. Niemann, 1880’li yıllarda burayı biraz daha
ayrıntıyla incelerler, bazı yazıtları, özellikle de
küçük bir kilisenin duvarında tekrar kullanılan eski blokları ortaya çıkarırlar ve halen gözle görülen kalıntıların ilk planını ise Kumandan Krickl çizer. Bununla birlikte, Letoon’daki
ilk bilimsel kazıların 1962’de, H. Metzger tarafından başlatılması için, yaklaşık bir asır daha
beklemek gerekecektir. Sitin arkeolojik açıdan
Fransız arkeologlarca incelenmesi aralıksız
olarak 2006’ya kadar sürmüştür. Çok kısa bir
aradan sonra, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, 2008 yılında, Antik Dönemde bağlı olduğu Ksanthos gibi, UNESCO’nun
Dünya Mirası Listesi’ne alınan bu büyük sitin
yönetimini tarafıma emanet etmiştir.
Hellenistik Dönemden beri, Nicandre de
Colophon (veya belki de Menekrates) Leto’nun
hayatının bazı olaylarını burada sahneleyerek
sunağa mitolojide önemli bir yer vermektedir:
Hera’nın kıskançlığından kaçan Leto, Likya’ya
yeni doğmuş bebekleri Artemis ve Apollon’la
sığınır, ama çocuklarını yıkamak istediği su
kaynağından (Melit Kaynağı) köylülerce kovulunca, kızıp onları köylüleri kurbağaya çevirir.
Roma Döneminde Ovidius tarafından yeniden yazılan bu hikâye, daha sonraları Versailles Şatosu’nun parkında Latone Havuzu’nun
heykelleriyle canlandırılacaktır. Sunağa aynı
zamanda saygınlık da kazandıran bu efsane,
Letoon’un tarihinde suyun önemini belirtmektedir. Gerçekten de, kutsal bir kaynağın
etrafında, Likya dilinde “Elyana” adıyla bilinen
su perilerine adanan bu yerde, MÖ 7. yüzyıldan itibaren sunak kurulmuştur.
S u n a ğ ı n A n ı t l a rı
Yukarıda adından bahsedilen küçük kilisenin dışında, bugün alanda halen görülebilen
kalıntıların çoğu Hellenistik ve Roma dönemlerinden kalmadır. Tiyatronun muhteşem kalıntıları ziyaretçiyi karşılar. Kutsal alanın merkezinde üç tapınağın kalıntıları durmaktadır;
bunlar kuzeyde ve batıda, yeraltı sularının yeryüzüne çıkmasından dolayı geniş bir bölümü
bugün su altında kalan, revaklarla çevrilidirler. Tapınakların güneyindeyse, İmparatorluk
Döneminden kalan absidli büyük bir binanın
kalıntıları bulunur.
Kesinlikle kime adandığı belirlenen tapınak, Leto Tapınağı’dır. Cellasında (kutsal oda)
bu tanrıçaya adanan küçük bir sunak bulunmuştur. Bu tapınak İon tarzında, derin pronaoslu (öngiriş) ve yalancı opistodomosu ile
kuzey-güney aksına bakan büyük bir tapınaktır. Bu yapı, MÖ 4. veya 2. yüzyıl yazarlarına
göre tarihlenmiştir ve çok yakında Ch. Le Roy
ve E. Hansen tarafından yayınlanacaktır. Süslemeleri üzerinde yaptığımız gözlemler ise, bizi
daha çok, MÖ 3. yüzyıla, Lagitlerin egemenliği
dönemine tarihlemeye yöneltmektedir. Kazıların başlangıcında ikinci ortaya çıkarılan tapınaksa Dor üslûbunda, Leto Tapınağına benzer boyutlarda ve aynı doğrultuda bir yapıdır.
Cellasında keşfedilen çok renkli ve üç bölümlü
dekorunda bir yay ve ok kılıfı, bir gül bezek
ve bir lir temsil eden bir mozaiğin bulunması
nedeniyle çok ilginçtir. Kime adandığı sorun
yaratmaktadır: yay ve ok kılıfı Artemis’e, lir ise
Apollon’a atfedilebilir, tapınağın iki tanrıyı da
barındırdığı düşünülebilir. Çözüm, daha küçük ve ilk iki tapınağın arasındaki, üçüncü bir
binanın ortaya çıkarılmasıyla bulunmuştur.
Tamamen yıkık bu küçük binanın Artemis’e
adandığı, ön yüzünde bu tanrıçaya sunulan
heykellerin ayaklığındaki yazıtların bulunmasıyla belirlenmiştir.
Son durumlarına göre; her
ne kadar bu üç tapınak da Hellenistik Döneme ait olarak tarihlenmekteyse de Yunan tapınaklarının, içinde bulunan ve halen
görülebilen kalıntıları, Likya tipli
daha eski yapıların yerini aldıkları
uzun zamandan beri kabul edilmektedir. Kral Arbinas dönemine
kadar uzanan bu ilk tapınaklar, bu
kralın, Yunanlı Leto ve çocuklarına
tapma kültünü, o güne kadar yerel
tanrılara adanmış olan bir tapınağa
Tiyatronun güney girişi
Fethiye Müzesinde sergilenen üç dilde yazılı (Likçe, Yunanca ve Aramice) büyük
dikme taş 1973 yılında Apollon
Tapınağı yakınında keşfedilir.
Antik Dönem boyunca bütün
Likya’nın ulusal kutsal alanı
olan bu sunak, resmi belgelerin
konulduğu bir alana dönüşür.
Bundan dolayı, kazı çalışmaları
sırasında yazıtlar bu alanda
yoğun olarak ele geçmiştir.
Aktüel Arkeoloji
79
2010 kazı çalışmasından
Leto Tapınağı’nın cellasının kapısının rekonstrüksiyon
projesi (D. Laroche)
Leto Tapınağı’nın kuzey duvarının rekonstrüksiyon şeması
(D. Laroche)
Üstte; Apollon Tapınağı’nın mozaikleri
Altta; Önden arkaya doğru Apollo - Artemis - Leto tapınaklarının genel görünümü
80
Aktüel Arkeoloji
sokmak istediğini göstermektedir. Tapınağın,
MÖ 4. yüzyılın ilk dönemlerinde başlayan Yunanlılaşması artık durmayacaktır.
Kuzey ve batıda, bu meydan Dor üslûbunda
bir revakla çevriliydi. Bu revağın ilk hâli Hellenistik Dönemden kalmadır, ancak pek çok
değişime uğramıştır; bunların en şaşırtıcısı ise, Kuzey kısmında, bir imparator kültü
odasının düzenlenmiş olmasıdır. Diğer başka
mecburî tadilatların da yapıldığı görülür; örneğin eşiklerin ve sütun altlıklarının seviyelerinin yükseltilmiş olması. Antik Çağdan beri
yüzeye çıkması engellenemeyen yeraltı suları,
sunağın bu kısmının kırılganlaşmış olduğunu
göstermektedir.
Sunağın güney-batısındaki anıtsal bir grup
kalıntı, bir nympheum (anıtsal çeşme) olarak
tahmin edilmiştir. Oysa batısında iki eksedralı
dikdörtgen bir odası bulunan ve yarım daire
şeklindeki bir revak söz konusudur. Bu odada
Hadrianus’a armağan edilen bir heykelin yazıtı
bulunmaktadır. Revağa karşı, doğuda, Hellenistik Dönemden itibaren eklenen Nympheler
(su perileri) Kültü’ne ait bir duvar oyuğu bulunuyor olmalıydı. Roma anıtına ait pek çok
sayıda saçak bloğu revağın ön tarafında bulunmuştur. Bunun tamamının yayınından N. de
Chaisemartin (Paris Üniversitesi-Sorbonne)
sorumludur.
Dinî bayramlar dolayısıyla düzenlenen yarışmaların yapıldığı yapı, yani tiyatro, büyük
bölümüyle yamaca yaslanmaktadır. Bu durum
neden iyi korunmuş halde olduğunu açıklamaktadır. Yapının kazısı kısmen yapılmıştır,
orkestrası tamamen ortaya çıkarılamamıştır.
MÖ 2. yüzyıldan kalan ve J.-Ch. Moretti tarafından yarışma tiyatroları kategorisine so-
Toplam 230.000 Euro’luk ve beş yıl boyunca kullanılacak bir
bütçeyle öngörülen çalışmaların yarısı gerçekleştirilmiştir. Bu
da tamamı iki yüze ulaşan blok taşlarının asıl yerlerine konmuş
olması demektir:
-Yıkık blokların kaldırılıp, tapınağın platformunun
sağlamlaştırılması;
-Temel katlarının incelenmesi, blokların ilk ait oldukları yerlerine
konması için araştırma ve belirleme incelemeleri (anastilos denilen ilke);
-İki buçuk sütunun ayağa dikilmesi ve yeni beş sütün altlığının
yerlerine konulması;
-Duvarların kuzeyde köşe çıkıntılarıyla birlikte yeniden yükseltilmesi (ortostatlar ve beş adet ikiyüzlü bağtaşı).
kulan Letoon Tiyatrosu, Likya’nın bir sunağa
bağlı tek tiyatrosudur. Diazomalı (tonozlu geçitli) girişleri ve süslemesi (yontulu metoplarla
süslü Dor üslubundaki frizi) bu bölgede özel
olduğunu iyice göstermektedir.
Son olarak, geç dönemde, tapınakların güneyindeki bir manastıra bağlı olan küçük bir
kilise buraya yapılmıştır. Bağışlayıcısının adını
taşıyan güzel bir mozaikle dikkati çeken bu kilise, MS 7. yüzyılda yıkılmıştır.
Letoon ve Likya Epigrafisi
Klasik Dönemden geç döneme kadar uzanan pek çok yazıt, Letoon kazılarında ortaya
çıkarılmıştır. Likçe yazıtlar arasında, Artemis
Tapınağı’nın önüne dikili iki heykel altlığı ve
özellikle de 1973’te Apollon Tapınağı yakınında keşfedilen ve bugün Fethiye Müzesinde sergilenen üç dilde yazılı (Likçe, Yunanca ve Aramice) büyük dikme taş, dikkati çekmektedir.
Yazıtların çoğunluğu tapınakların kuzeybatısındaki kesimden gelmektedir. Bunlardan
bazıları şunlardır: Kitenyenler dikme taşı veya
Likyalıların koinonunun düzenlediği Romaialar Yarışması’nı kazananların listesi. MÖ 2.
yüzyılın ortalarında bütün Likya’nın sunağı
olan bu sunak, gerçekten de resmi belgelerin
halka teşhir edildiği bir yer haline geldiğinden,
yazıtların burada bolca bulunmasının nedeni
açıklanmaktadır. Sunağın kendisine ait (tanrıların şerefine adanan) İmparatorluk Döneminden kalma yazıtları veya imparatorların,
imparator ailesinin, senatörlerin, yerli büyük
ailelerin yazıtları da toplanıp, A. Balland tarafından 1981’de yayınlanmıştır.
Son dönemde ise, Letoon’un Likçe yazıtları, Viyana Arkeoloji Enstitüsü’nden (Avusturya) H. Eichner ve M. Seyer’in hazırladığı
derleme kitaba dahil edilmiştir. Yunanca yazıtların derleme kitabı bitirilmek üzeredir.
Bu çalışma P. Baker ve G. hériault (Kanada
Epigrafi Heyeti) ile D. Rousset’e (EPHE-Paris)
teslim edilmiştir.
Aktüel Arkeoloji
81
Ye ni Çal ı şma l a r
2010 kazı çalışmaları özellikle oldukça verimli geçmiştir. Kültür Varlıkları ve Müzeler
Genel Müdürlüğü’ne 2009 yılında sunulan on
yıllık proje çerçevesinde, özellikle tiyatroyla
kutsal alanın geri kalan kısmı arasındaki ilişkileri iyice anlayabilmek amacıyla, sunağın
antik topografyasını yeniden ortaya çıkartma
kararı alınmıştır. Tapınakların önündeki açık
alanların üzerindeki toprak seki üzerinde yapılan kazılar, şimdiye kadar varlığı bilinmeyen büyük bir yapıyı kısmen gün ışığına çıkartmamızı sağlamıştır. Yapılışına gösterilen
özen (stucco kullanımı, terazzolu döşeme) ve
ortaya çıkarılan iki odadan birinde keşfedilen
bir heykel altlığı, buranın; sunağın önemli bir
binası olduğuna işaret etmektedir. Şimdilik
Hellenistik Dönemden kalma olarak muhtemelen tarihleyebileceğimiz; ancak daha sonra
kesinleştireceğimiz bir dönemde, tapınaklara
hakim olan bu açık alanların tamamının yapıldığı artık şimdi bilinmektedir. Bu sonuçlar;
çok ümit vericidir ve sunağın bütün sırlarını
henüz açığa vurmadığını ispatlamaktadır.
Aynı çerçevede, Kazı Müdür Yardımcısı
olan Yrd. Doç. Dr. S. H. Öztaner, kutsal yolun
doğu ucu ile özellikle de daha önceden bilinen
İmparatorluk Dönemine ait onursal küçük bir
yapının, Arruntiiler Anıtı’nın, ziyaretçilere görünümünün düzenlemelerini başlattırmıştır.
Anıtın ön kısmında yürütülen kazılar sonunda binaya ait yazılı bir blok ile iki ayrı onursal
küçük anıt daha ortaya çıkarılmıştır. Şimdiye
kadar bilinmeyen bu veriler, anıtın yeniden
restitüsyonunu sağlayacaktır.
Tanrıça Leto’ya adanan tapınağın restorasyonu” projesi başlatıldı. Blokların sayısal korunmuşluk oranı (% 75), çok harap durumdaki
çevre sütun dizileriyle (bunlar Paganizmin
hemen sonunda yıktırılmıştır) ve Hıristiyanlığın ilk dönemlerine kadar kullanıldığı için
iyi halde duran cellanın duvarları arasında bir
ortalamayı göstermektedir.
Proje; cellanın kuzey duvarının tamamen,
doğu ve batı çıkıntılarıyla ve bu duvarın gerisindeki sütun dizilerinin kısmen yeniden yapılmasını öngörmekteydi. Bir de, pagan kültlerin yok oluşunu gösteren, batıdaki yıkık sütun
dizilerinin bir kısmını olduğu halde ve yerinde
bırakmak kararlaştırılmıştı. Kuzey önyüzünün
seçilmesi ise, hem bu tarataki kalıntıların kayaya dayandıklarından dolayı sağlam olmaları
hem de alanın girişinin tam karşısında duran
bir önyüz olmasından dolayı gerekmiştir.
Bütün bu çalışmalar, Erik Hansen’in yaptığı ve çok yakında yayınlanacak olan mimari
incelemeyi doğrulamakta veya tamamlamaktadır. 2006’da kesilen bu çalışmalara yeniden
devam edilmesi arzulanmaktadır. Bu arada, iç
bölme duvarının da yerinde yükseltilmesinin
imkânı söz konusudur. Bu da kapının dev gibi
boyunun büyüklüğünü anlamamızı sağlayacaktır.
Bütün bu çalışmalar, tapınağın MÖ
275’lere doğru inşası sırasında kullanılan
malzemeye benzer bir taş (Limrata) kullanılarak gerçekleştirilmiştir.
P e y za j Dü ze n l e me l e ri
2010 Temmuzunda sitin peyzaj düzenlemeleri projesini hazırlamak üzere bir çalışma
yapılmıştır. Sunağın özel durumundan ve
özellikle de, suyun devamlı olarak burada bulunmasından bir fayda sağlayabilmeyi amaçlayan bu proje, Kumluova Belediye Başkanı
olan Sayın A. Karaca’yla yapılan işbirliği sayesinde, zaten kendisinin bize geçen yılki kazılarda yaptığı lojistik yardım ile mükemmel
şartlarda kazılar gerçekleştirilmiştir, sonuca
erdirilebilir. Çiçek açan bodur ağaçların dikilmesi ve sunağın sularla kaplı kısımlarından geçmeye yarayacak köprü geçitlerin yerlerine konulması öngörülmüştür. Bir ziyaret
yolunun açılması ve turistleri bilgilendirecek
panoların hazırlanması da bitmek üzeredir.
Likya’nın bir sunağa bağlı tek
tiyatrosu olan Letoon Tiyatrosu,
dini bayramlar dolayısıyla
yarışmaların yapıldığı Likya’nın
en özel tiyatrosudur. Ziyaretçileri
karşıdan selamlayan tiyatro, oldukça
sağlam olmasını olasılıkla kayalık
bir yamaca yaslanmasından dolayı
sağlamış olmalıdır.
R e st orasy on Çal ı şmal arı
Arkeologlar, gitgide hem bilimsel sonuçların hem de kalıntıların önemini ortaya çıkartma gereğinin zorluklarıyla karşılaşmaktadırlar. Bu son nokta Letoon gibi UNESCO’nun
Dünya Mirası Listesi’ne alınan bir kutsal
alanda özellikle çok hassastır. Turistik amaçlarla arkeolojik bir alanın değerlerinin öne
çıkarılması, önce anıtların korunmasıyla olur.
Bu çerçevede, tiyatronun kuzey geçidinde, kesinlikle belirlenemeyen eski bir dönemde yapılan kaçak kazılar sırasında yapının bu kısmı
çok hasara uğramıştır. Buranın restore edilme
önerisi proje olarak sunulmuştur. Yetkili makamlar eğer kabul ederlerse, bu restorasyonun
çalışmaları 2011 sonbaharında başlayabilir. Bu
işleme ek olarak, 2010’da keşfedilen ve kazı çalışmaları 2011 sezonu sonunda bitirilebilecek
bir yapının stüklerinin önemli bir restorasyonuna da başlanabilir.
2000 yılında, “Likyalıların sunağının ve
82
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
83
Li my ra
P e ri k l e ’ de n Kâf i - B aba’y a
Perikle gümüş sikkeleri
Limyra’nın güneyinden
akropolisin görünüşü
Likçe ismi Zemuri olan Limyra, en parlak çağını, MÖ 4. yüzyılda, doğu
Likya hanedanının yerleşim kenti haline geldiği zaman yaşar. Hanedan Perikle, yüzyılın ilk yarısında Ksanthos hükümdarı Arttumpara’yı yenerek tüm
bölgenin politik yönünü değiştirir ve sonrasında tüm Likya’yı yönetimi
altına alır.
L
Dr. Martin SEYER
Avusturya Arkeoloji
Enstitüsü
(Österreichisches
Archäologisches Institut)
Limyra Kazıları Başkanı
84
Aktüel Arkeoloji
imyra antik kenti, Bey Dağları’nın güneybatı uzantısı olan Toçak Dağı eteklerinde uzanır,
doğu Likya’da yer alan modern Finike’nin kuzeydoğusuna yaklaşık 6 kilometre uzaklıktadır.
Antik kentteki araştırmalar, 1812 yılında, C. R.
Cockerell kalıntıları ziyaret etmesi ve Siderija/
Sidarios Lahtini keşfetmesiyle başlamıştır. Sonrasında, C. Texier, C. Fellows, J. A. Schönborn
gibi bazı bilim insanlarının ve O. Benndorf
yönetimindeki Avusturya Likya Araştırmaları
üyelerinin yolu Limyra’ya düşmüş ve kendilerini kalıntıları incelemeye adamışlardır. Buranın bir kent olarak tespiti, T.A.B. Spratt ve E.
Forbes kaynaklarından bilinmektedir. Bu erken
araştırma yolculukları, çeşitli kaya mezarlarının yer aldığı nekropol alanları ve mezarların
üzerilerindeki sayısız Likçe ve Yunanca mezar
yazıtlarına odaklanmıştır.
Kentteki modern araştırmalar, 1966 yılında
Alman arkeolog J. Borchhardt’ın, Likya kralı
Limyra Akropolisi’nin
genel görünüşü
Perikle’nin MÖ 4. yüzyıla tarihlenen ve Heroon olarak adlandırılan mezar tapınağını keşfetmesiyle başlar. 1969 yılında, Alman Arkeoloji
Enstitüsü İstanbul Şubesi adına Borchhardt tarafından yürütülen kazılar başlatılmıştır. 1984
yılından 2001 yılına kadar kazılara bir Avusturya projesi olarak Viyana Üniversitesi Klasik Arkeoloji Enstitüsü (Institute for Classical
Archaeology of the University of Vienna) tarafından devam edilmiştir. 2002 yılında ise proje
t. Marksteiner tarafından teslim alındığında,
kazı çalışmaları Avusturya Arkeoloji Enstitüsü
(OeAI)’ne geçmiştir. 2007 yılından itibaren de
kazılara M. Seyer tarafından devam edilmektedir.
Kentin erken dönem yerleşimlerine ait herhangi bir bilgi yoktur. Limyra’nın Likçe ismi
Zẽmuri, muhtemelen MÖ 2. binyıla tarihlenen
Hitit metinlerinde rastlanan zumarri kelimesine işaret eder. Batı kentin kuzey bölgesindeki
Aktüel Arkeoloji
85
Ptolemaion yapısının modeli.
Ptolemaion yapısından
mermer aslan.
86
Aktüel Arkeoloji
kazılarda oldukça derine inilmiş ve birkaç prehistorik çanak çömlek parçası ve fırın kalıntılarının keşfedilmiş olmasına rağmen. Buna rağmen, kazı çalışmaları sırasında bu denli erken
döneme tarihlenen tabaka gün ışığına çıkarılmamıştır. Yapıların ve alanın sınırlı sayıdaki
kalıntıları, tanımlama yapabilmek için yeterli
olmadığından buradaki yerleşimin en geç MÖ
6. yüzyılda var olduğunu söyleyebiliriz.
Zẽmuri, Ksantoslu Hanedan Kuprrli tarafından sikke basılan yerdi ve bu dönemde,
Likya’nın hiyerarşik yerleşimi içinde mutlaka
önemli bir konumdaydı. Kent en parlak çağını MÖ 4. yüzyılda, doğu Likya hanedanının
yerleşim kenti haline geldiği zaman yaşamıştır.
Hanedan Perikle, yüzyılın ilk yarısında Ksanthos hükümdarı Arttumpara’yı yenerek tüm
bölgenin politik yönünü değiştirmiştir. Sonrasında tüm Likya’yı yönetimi altına almış sınırları kısa süreliğine de olsa kuzeye ve doğuya
doğru genişletmiştir. Perikle hükümdarlığının
sonuna ilişkin bir bilgi yok. Bilim dünyasında,
ismi, MÖ 370 ve 360 yılları arasında ortaya çıkan Satrap ayaklanmasına Likyalıların da katılımıyla özdeşleştirilir, bu süreçte tarihten yok
olmuştur. Limyralı Perikle, Likya’nın bilinen
son hanedanıdır. Yerel büyük krallıkların nispeten bağımsız hükümdarlık biçimi, isyanın
Akhamenidler tarafından bastırılmasıyla birdenbire beklenmedik bir sona ulaşmıştır.
MÖ 4. yüzyılda Limyra’da, alanı yaklaşık
25 hektar çeviren ve tepede istihkâma sahip
olan duvarların inşa edildiği, kapsamlı bir yapı
programı geliştirilmiştir. Dikkati çeken kaleye benzer iki kule yapısı, muhtemelen kendilerinden sorumlu olan hükümdarın gücü ve
önemini simgelemek amaçlı yapılmıştır. Ayrıca bu zamanda, akropolise hanedanın anıtsal
Heroon’u da inşa edilmiştir. Bir podyum üzerinde yükselen ve her yüzde sütunların yerine
doğal büyüklükleri aşan dört karyatidin yer
aldığı amphiprostyl bir yapı olarak tasarlanan
bu anıt, sadece mimaride değil aynı zamanda
heykeltraşlık süslemelerinde de yerel ve Yunan
unsurlarını birarada taşır. Yan duvarlar askeri
temalar içeren frizlerle, her iki akroter Perseus
tarafından başı kesilen Medusa ile ve Bellerephon tarafından öldürülen Khimaera ile süslüdür.
Batı kentin kuzeyindeki alan, gerçekten
yerleşim amacına hizmet etmiştir, MÖ yaklaşık 400’den sonra akropolis tepesinin yamacına kayaya oyulmuş evlerle küçük bir yerleşim
kurulmuştur. Bu durum, bu dönemden sonra,
kayalık ve güney kent arasındaki tüm bölgenin
yerleşim gördüğü sonucunu ortaya koyar.
Klasik Dönemin toplamda yaklaşık 500
Perikle Heroon’undan friz.
mezara sahip beş nekropolü de ayrıca MÖ 4.
yüzyıldan sonra ortaya çıkmıştır. Bu gömü
alanlarından Nekropol II ve III hemen kent
alanına kurulmuş olmalıdır ki diğerleri ise çevreye dağılmış durumdadır. Eğer nekropolleri
ve iç bölgelerdeki yerleşimlerde yer alan bireysel mezarları da hesaba katarsak mezarların sayısı oldukça artar. Limyra, bütün Likya kentleri
arasında en fazla sayıda mezar yapısına sahip
kenttir. Ayrıca, 59 mezarın Likçe yazıta sahip
olması da dikkate değerdir ki bununla Limyra
bu dilde yazılmış tüm yazıtların neredeyse üçte
birine sahiptir. Ek olarak, kabartmalarla süslü mezarların sayısı da diğer Likya kentlerine
oranla Limyra’da daha fazladır.
Hiç şüphesiz, en görülmeye değer nekropoller Nekropol I’dir. Arykandos Vadisi’nin tepesine yerleştirilmiş olan nekropol, sahip olduğu 9 mezarla Likya mezar mimarisinin en güzel
ve en iyi korunmuş örneklerini ortaya koyar.
Klasik sur duvarının batısında yer alan Nekropol II, yaklaşık 250 kaya mezarı ve lahitleri
ile sadece Limyra’nın değil aynı zamanda tüm
Likya bölgesinin de en geniş nekropolüdür. Burada Tebursseli kaya mezarı gibi dikkate değer
mezar yapıları bulunmuştur: Mezar odasının
üstünde yer alan savaş kabartması, bu dönemin
Yunan etkisinin izlendiği kültürel dünyada görülen tarihsel tasvirlerden biri sayılır. Burada
Perikle Heroon’u modeli.
Aktüel Arkeoloji
87
Ptolemaion kalıntıları
Xuwata kaya mezarı
(Nekropol II)
88
Aktüel Arkeoloji
mezarın sahibi, kendisini, kralı Perikle ile birlikte Ksanthos vadisindeki savaş alanında, rakibi Arttumpara’yı bozguna uğratarak zafer kazanmış bir Yunan kahramanı olarak betimler.
Olayın tarihsel yorumu, ilişikteki Likçe yazıtla
doğrulanmıştır. Aynı nekropolde bulunan [X]
uwata kaya mezarındaki kabartma da eşit ölçüde savaş betimiyle ilişkilidir. Bu betimlemeler,
Phidias tarafından yapılan Athena Parthenos
heykelinin ünlü kalkanı örnek alınarak yapılan
bir düelloyu betimler.
Muhtemelen seçkin sınıfın gömü bölgesi
olarak algılanan tüm anıtsal mezarlar arasında, Nekropolis III’teki iki katlı Xñtabura Lah-
di, özel bir anımsamayı hak eder, Limyra’daki
kalıntılar için bir dönüm noktası olarak hizmet
eder. Yapının alt kısmının üç tarafını çevreleyen tasvir, bilinen Likya mezar kabartmalarına uyum sağlamaktadır. Sadece batı kısımda
karşılıklı oturan sakallı iki adamın arasındaki
çıplak genç betiminin, ölünün yargılanması
sahnesini betimlediği düşünülmüştür, ayrıca
bu sahne palaestradan bir sahneyi de betimliyor olabilir.
Limyra’nın Hellenistik ve Erken Roma
dönemleri, sadece dağınık birkaç yapı ile belirlenebilir; yine de yapıların mimarilerindeki
yüksek kalite, anıtsallık ve sahip oldukları heykeltraşlık bezemeleri bu dönemdeki yerleşimlerin önemine tanıklık ederler. Aşağı kentte
Roma tiyatrosundan çok uzakta olmayan yerde
bulunan Ptolemaion, bu etkileyici yapı grubuna
aittir. Yapı, mimari açıdan her kenarda yaklaşık
15 metre ölçüsünde kare yer planı, üstünde konik tavana sahip yuvarlak bir tapınakla birlikte
masif altlığa bölünür. Alt kat; duvar arşitravı,
triglif-metop frizi ve bir sima ile Dor üslubunda tasarlanmıştır. Mimari unsurlar, bugün hala
bazılarının kalıntılarının gözle görülebildiği
gibi çok renkli bir şekilde boyanmıştır. Attika
sütun altlıkları ve İonik başlıklarla 18 oluklu
sütunu içeren üst kat, üç basamaklı bir krepidoma üzerinde yükselir. Bu yuvarlak yapının
bir iç odaya (cella) sahip olup olmadığı ise belirsizdir. Mermerden yapılmış devasa aslanla-
Gaius Caesar
Anıtı’ndan friz bloğu.
rı da içeren heykeltraşlık bezemeleri, alt katta
köşelere yerleştirilmiştir. Metop ve triglif frizinin 6 bloğu bilinmektedir ve Kentauromachy’i
(Kentaurlar Savaşı) betimler: Sahne, hayvansal
pozlardaki savaşçıları içerir. Yapının dış kısmı,
araba yarışı sahnesiyle dekore edilmiştir.
Doğal ölçülerden daha büyük olan heykel parçaları, tarihlemede önemlidir. Bulunan
heykel başlarından biri Ptolemaios III portresi
olarak tanımlanmıştır: bu nedenle, yapının ilk
kuruluş tarihinin MÖ 3. yüzyıl olduğu düşünülebilir. Ayrıca mimari heykeltraşlık ve mimari
dekorasyonun stilistik yapısı, Ptolemaios II hükümdarlığı dönemine işaret eder.
Agustus’un evlat edindiği, torunu ve mirasçısı Gaius Ceasar (Sezar), doğuya olan diplomatik görevinin dönüşünde, MS 21 Şubat 4’te
Limyra’da ölmüştür. Öldüğü yerde anısına bir
anıt dikilmiş, bedeni ise Roma’daki Augustus
Mausoleum’a defnedilmiştir. Kireçtaşı temeller
ve kireçtaşı kesme taş bloklar üzerinde yükselen bu anıt mezardan iri opus caementitium
(harçlı moloz) parçaları, Limyra’nın aşağı şehrinin batısında korunmuş halde bulunmuştur.
Bu kesme taş bloklar üzerinde, kaide 60 metre
uzunluğunda devam eden mermer plaka frizle süslüdür. Sahneyi, Gaius Ceasar’ın hayatını
konu alan normal boyuttaki figürler oluşturur. Kaidenin üzerindeki yapı, Halikarnassos
veya Belevi’dekine benzer Asya Minor Mezar
Anıtları’na benzer formdadır, piramit mermer
çatıyla sonlandırılmıştır. Hiç şüphesiz Augustus
dönemine tarihlenebilen ve Roma’da paralelleri
bulunan mimari dekorasyonun kalitesi, sadece
Limyra’da değil aynı zamanda Asya Minor’un
genelinde de inşa edilen yapılarda dikkate değerdir.
Limyra’daki tiyatro, muhtemelen MÖ 2./1.
yüzyılda inşa edilmişti ve tek başına durmaktaydı. Bugünkü görünüşü, sadece bu yapıya değil aynı zamanda diğer birçok Likya kentindeki
yapılara da zarar veren MS 141’deki deprem
sonucunda gerekli görülen geniş bir onarım
Aktüel Arkeoloji
89
Xñtabura Lahdi.
Ptolemaios III portresi
Gaius Caesar Anıtı’ndan mimari
dekorasyon.
90
sonrasındaki biçimini yansıtır. MS 151/152
yılına tarihlenen bir yazıta göre Rhodiapolisli Opramoas Limyra’daki tiyatronun onarımı
için 10 bin dinar vermiş ve Heroon’u üzerinde bunu açıklamıştır.
Tiyatronun yanı sıra diğer ek yapılar da
Limyra’nın İmparatorluk Dönemindeki kentsel açıdan en parlak zamanlarını yansıtır. 7
ana yol arasında, günümüzde su seviyesinin altında kalan 8.40 metre genişliğindeki
sütunlu sokak özel olarak bahsedilmeyi hak
eder: Güneydoğudan Ptolemaion olarak adlandırılan yapıya uzanan bu yol, kentin ana
yollarından birini oluşturur. Sıra sütunları
ile bu sokak, genellikle Asya Minor ve Suriye bölgelerinde görülen sütunlu sokak tipine önemli bir örnek oluşturur. Bu sokağın
sınır noktalarının her ikisini de vurgulamak
dikkate değerdir. Ptolemaion’un yanındaki
kuzey sınır, mimari olarak, muhtemelen geç
Antonius Severus dönemine tarihlenen bir
kapıyla vurgulanmıştır. Sokağı doğuya yönlendiren güney uçtaki sınırda ise, Flavius
heodosius’un heykel kaidesinin kalıntıları
bulunmuştur. Bu kişi MS 376’da Kartaca’da
idam edilmiştir, fakat oğlu heodosius I’in
tahta çıkmasının ardından itibarını yeniden
kazanmış ve birçok kentte heykellerle onurlandırılmıştır.
Geç Antik Dönemde, Bizans Döneminde,
bu kent piskoposluk merkeziydi. 4. ve geç 9.
yüzyıl arasında, Myra metropolitliğine bağlı
Limyra’daki diğer piskoposlarla birlikte toplam altı piskoposun adı bilinmektedir. MS
geç 5. / erken 6. yüzyılda iki duvar çemberiyle kent birbirinden bağımsız iki bölgeye ayrılmıştır. Doğudaki sur, yaklaşık 5.5 hektarlık
bir alanı sınırlandırırken, batıdaki kent sadece 3 hektarlık alanı kapsar.
Bizans Dönemi anıtları arasında, üç kilise
yapısı dikkate değerdir. Mimari heykeltraşlık
eserlerine göre geç 5. yüzyıla veya erken 6.
yüzyıla tarihlenebilen yaklaşık 40 x 23 metre boyutlarındaki piskoposluk kilisesi, doğu
kentin merkezine inşa edilmiştir ve muhtemelen 7. yüzyılın ikinci yarısındaki Arap
akınları sonucunda tahrip olmuştur. Kilisenin güneydoğusuna hafifçe uzanan geniş
yapı, Piskopos Sarayı ile bağlantılı görülür.
Ptolemaion Kilisesi olarak adlandırılan yapı
da ayrıca 400 parça plaka ve yüksek kalitede kireçtaşı sütun başlıklarının da arasında
bulunduğu birtakım mimari kalıntılar temel
alınarak 6. yüzyılın ilk yarısına tarihlenebilir. Üçüncü kilise, kentin akropolisine kaya
yamacı üzerine inşa edilmiştir ve yalıtılmış
yeri ve çevresindeki küçük odaların varlığından dolayı, muhtemelen bir manastır olarak
tanımlanabilir.
Ayrıca Limyra, İslam tarihi açısından
da önem taşır: Bizans doğu kentinin hafif
dışında iki yapısıyla birlikte Kâfi Baba’nın
Bektaşi Manastırı (tekke) bulunmuştur.
Bektaşi toplumunun efsanevi kurucusu Hacı
Bektaş Veli, geç 13. yüzyılda Kırşehir yakınlarına yerleşmiştir. Bektaşiliğe Likya’da 15.
yüzyılda rastlanır. Yayılma, Elmalı’da mezarı
manastıra yapılan ve onun ismiyle adlandırılan (Abdal Musa Türbesi) Derviş Abdal
Musa isimli kişiyle yakından ilişkilidir. İki
binadan oluşan ve muhtemelen 16. yüzyıla
tarihlenen yapı, Türk güney kıyılarında en
eski Bektaşi Manastırını temsil eder. Meydan Evi’nin kuzeyine, manastırın ana binası
Kafi-Baba Türbesi yapılmıştır. Kâfi-Baba,
Abdal Musa’nın mürididir. Bina tam anlamıyla 1960’da yeniden inşa edilmiş ve beton
kubbeyle örtülmüştür.
Nekropol I mezarları.
Ptolemaion yapısından araba yarışının betimlendiği friz parçası.
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
91
AKDAĞLAR’IN YAMACINDA
BİR LİKYA KENTİ
TLOS
Likçe “Tlawa” kelimesinin Helenleştirilmiş hali
olan Tlos’un ilk hali, MÖ 15. yüzyıldan itibaren Hitit metinlerinde Lukka topraklarındaki
“Dalawa” yerleşimi olduğu kabul edilir. KonyaYalburt’da bulunan Hitit Kralı IV. Tuthaliya’nın
(MÖ 1250-1220) Lukka Seferi’nin anlatıldığı
açık hava tapınağı ortostatları bloğunda (14.
ve 15.): “Dalawa Ülkesi’ne indim. Dalawa
Ülkesi’nin kadınları ve çocukları önümde
eğildiler” ifadesi yer alır.
Yazı ve fotoğralar
Prof. Dr. Taner KORKUT
Tlos Kazıları Başkanı
Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü
Tlos Kazıları Arşivi
92
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
93
Tlos akropolü üzerinde
erken Klasik Dönemden
itibaren tarihlenen
resmi devlet yapıları
görülebildiği gibi,
mezar anıtları da
bulunur. Akropol ve
nekropol ayrımının
olmadığı antik kentte;
halk, mezarlarıyla iç
içe yaşamayı tercih
eder. Ahşap Likya
evlerini taklit eden
kaya mezarları,
gösterişli cephe
mimarisi ile anakayaya
yontulur, çoğu ya antik
çağlarda ya da yakın
zamanda soyulan
kaya mezarlarının
dokunulmamış
olanlarına, şimdilik
sadece kazılar ile
ulaşılabilmekte.
94
Aktüel Arkeoloji
Likya Bölgesi’nin en önemli yerleşimle-
rinden biri olan Tlos Antik Kenti, Fethiye
İlçesi’nin yaklaşık 42 km doğusundaki Yaka
Köyü sınırları içerisinde kalmaktadır. Bölgenin en yüksek dağları olan Akdağlar’ın (Kragos) sarp batı yamaçlarında başlayan antik
yerleşim, Eşen Nehri’nin getirdiği alüvyonlarla oluşmuş vadi düzlüğüne kadar ulaşır. Ayrıca
güneydeki Saklıkent Kanyonu ile kuzey yönde bulunan Kemer beldesi; antik kentin egemenlik sınırlarını çizer. Savunmaya elverişli
dağlık arazi yapısı ve Eşen Ovası’na hâkim
konumuyla öne çıkan kentin; antik komşuları
arasında kuzeyde Araksa (Araxa), kuzeydoğuda Oinoanda, kuzeybatıda Kadyanda, güneyde
Ksanthos, güneybatıda Pınara ve batıda Telmessos şehirleri yeralmaktadır. Böylece Tlos
yerleşiminin başka hiçbir Likya kentinde olmadığı kadar geniş bir coğrafyaya yayıldığı
anlaşılır ki, bundan dolayı Hitit kaynaklarında
Tlos için “şehir” yerine “ülke” ifadesi kullanılmıştır. Gerçi Tlos Antik Kenti için kullanılan
“ülke” ifadesi şaşırtıcı gözükmektedir; ancak
ele geçen yazıtlardan antik kentin çok sayıda
semt ve mahalleden oluştuğu, çevresinde ise
merkeze bağlı pek çok köy yerleşiminin bulunduğu bilinmektedir.
Eski Yunan mitoslarına göre her antik kentin bir kuruluş efsanesi ve bir de kurucu kahramanı vardır. Tlos’un kuruluş efsanesi de Hellen
mitoslarına dayandırılmış ve Tlos kent adının
Tremilus ile Praksidike’nin dört oğlundan biri
olan “Tloos”dan geldiğine inanılmıştır. Hatta;
Pinaros, Ksanthos (Xanthos) ve Kragos’un
Üst
Akropol kaya
mezarları ve
lahitler
Sağ Üst
Bellerephon
Mezarı
onun kardeşleri olduğu kabul edilmiştir. Bahsi
geçen mitolojik aktarımların en erkeni, MÖ 5.
yüzyıla tarihlenen tarihçi Herodotos’un çağdaşı ve ayrıca Homeros ekolünden geldiği bilinen Halikarnasoslu Panyasis’e aittir. Benzer
bir inanışın uzun yıllar boyunca kabul gördüğünü gösteren diğer bir antik kaynak ise, MS
6. yüzyılda yaşadığı kabul edilen Byzantionlu
Stephanos’dur. Stephanos Byzantinos yazdığı
“Ethnika” isimli coğrai kitapta Panyasis’in
aktarımlarını aynen kopyalamıştır.
Kadeş Barış Antlaşması’nda da kendini gösterir. Dolayısıyla Homeros ve onu izleyen tüm
antik kaynak aktarımlarında Anadolu halklarının Hellenleştirilme ideolojisi politik bir olgudan öteye gidemez nitelikte gözükmektedir.
Çünkü bu ideoloji ilk kez Homeros aktarımlarında vardır ve MÖ 8. yüzyıldan önce bu teori
ile ilgili hiçbir yazılı belge bulunmamaktadır.
Anadolu ve Mısır’dan bilinen yazılı belgeler
ise, mevcut inanışın tam tersi bir bilimsel gerçeğe işaret etmektedir.
Homeros zamanından itibaren bilinen tüm
antik kaynaklarda Likya halkının Hellen kökenli olduğu vurgulanmıştır. Bundan dolayı,
özellikle batı ve güney Anadolu kıyılarında
ilizlenen gelişmiş kültürlerin yaratıcılarının,
MÖ 12. yüzyıl öncesinde Dor istilasından
kaçan ve Anadolu’ya sığınan Akha Hellenleri olduğu kabul edilmektedir ve hatta Troya
Savaşı’nın ardından ülkesine dönmeyen bazı
Akha ordularının da bu bölgelere yerleştiğine inanılmaktadır. Ancak bu inanışın gerçeği
ne kadar yansıttığı tartışma konusudur. Çünkü Homeros, İlyada destanında tüm Anadolu
halklarının birleşerek Troya önlerinde Akha
Birliğine karşı savaştığını etralıca anlatmıştır.
Anadolu halklarının dış güçlere karşı oluşturduğu bu birliktelik Troya savaşları öncesinden
de bilinmektedir. Örneğin; Hitit Kralı II. Muwatalli ile Mısır Firavunu II. Ramses önderliklerinde gerçekleşen Hitit-Mısır savaşı esnasında, tüm Anadolu halkları bir araya gelerek
Hititlerin yanında savaşmıştır. Bu birliktelik,
daha sonra II. Hattuşili zamanında imzalanan
Likyalıların daha Ege Göçleri öncesinde
bu topraklardaki varlığı, bugün epigraik ve
arkeolojik buluntularla belgelenmiştir. Örneğin, bölgenin coğrai olarak tanımlanmasında
kullanılan Lukka/ Lukki ifadeleri hem Hitit
hem de Mısır metinlerinden, MÖ 15. yüzyıldan itibaren bilinmektedir. Gelidonya Burnu
ve Uluburun batıkları ise dönemin arkeolojik
kalıntılarını oluşturur. Benzer Bronz Çağ buluntularına son yıllarda kıyı Likya şehirlerinde
de rastlanılmaktadır. Dolayısıyla Likyalıların
Hellen soylu olduğu ve isimlerini Atina Kralı
Pandion’un oğlu Lykos’dan aldığı mitos inancı gerçeği yansıtmamaktadır. Doğrusu, Lykia
ifadesinin Yunancalaştırılmış bir kelime olduğudur. Diğer yandan Likyalılar kendilerini
Trmmili, ülkelerini ise Trmmise olarak tanımlamışlardır. Homeros’un Likyalılar için kullandığı “Termilai” ifadesi Trmmili ile özdeştir.
Trmmili ya da Termilai kelimelerinin bugünkü
Dirmil/Altınyayla yerleşimi ile aynı olduğu,
Claudius döneminde dikilen Patara Yol Klavuz
Anıtı üzerindeki “Trimili” ifadesiyle kesinlik
Aktüel Arkeoloji
95
Ülkesi’nin kadınları ve çocukları önümde eğildiler” ifadesi okunmaktadır. Yalburt hieroglif
yazıtlarından tüm Likya Bölgesi’nin Büyük
Hitit Krallığı Dönemindeki varlığı ve Hititlerle olan yakın ilişkisi açıkça görülebilmektedir.
Girmeler Mağarası
kazanmıştır. Bununla da Herodotos’un Trmmili halkının Girit Adası’ndan geldiği aktarımının gerçeği yansıtmadığı anlaşılır. Eğer Likya
halkı bölgeye başka bir yerden göç ederek
gelmiş ise, onların anavatanı Eşen Irmağı’nın
doğduğu ve bereketli toprakların bulunduğu
bugünkü Dirmil ve yakın çevresi olmalıydı.
TLAWA’DA N TLOS ’ A
Girmeler Mağarası
Duvar resimleri
Tlos isminin de Hellenlerle hiçbir ilişkisi
bulunmamaktadır. Tlos kent adı Likçe bir ifade
olan “Tlawa” kelimesinden türetilmiştir. Tlawa ismi ise, MÖ 15. yüzyıldan itibaren Hitit
metinlerinde pek çok kez karşılaştığımız Lukka toprakları içerisindeki “Dalawa” yerleşimi
ile özdeştir. Dalawa isminin geçtiği Hitit kaynakları arasında Konya-Yalburt’da bulunan ve
üzerinde büyük Hitit Kralı IV. Tuthaliya’nın
(MÖ 1250-1220) Lukka Seferi’nin anlatıldığı
açık hava tapınağı ortostatları büyük önem taşımaktadır. Söz konusu ortostatlardan iki blok
(14. ve 15.): “Dalawa Ülkesi’ne indim. Dalawa
Yazılı belgelerde vurgulanan Tlos’taki Hitit Dönemi yerleşimi, bugün antik kentte ele
geçen arkeolojik buluntularla da desteklenmektedir. Özellikle Geç Bronz Çağa tarihlenen
buluntular arasında taş balta ve el aletleri ile
farklı formlar gösteren bronz baltalar, hançer
ve ok uçları örnek gösterilebilir. Ancak bu bölgede yaşayan ilk insanların geçmişi hem Tlos
kazılarında ele geçen arkeolojik kalıntılar hem
de Tlos territoryumunda yer alan Arsa ve Girmeler mağara/höyük buluntuları ışığında Hititler zamanından çok daha öncesine geri gitmektedir. Özellikle 2009-2010 yılları araştırmaları
esnasında Tlos’ta gün ışığına çıkartılan taş baltalar ve çakmaktaşı el aletleri ile Girmeler
Mağarası önündeki höyük kalıntısında tespit
edilen buluntular arasında büyük benzerlik
bulunmaktadır. Girmeler Mağarası önündeki
buluntular içerisinde, Hacılar ve Kuruçay seramikleriyle yakın benzerlik gösteren çömlek
parçaları da yer almaktadır. Benzer seramikler,
Arsa Köyü sınırları içerisinde yer alan Tavabaşı Mevkii mağaralarında da tespit edilmiştir.
Bahsi geçen tüm arkeolojik buluntular, yapılan
stilistik ve tipolojik incelemeler doğrultusunda
Geç Neolitik Döneme kadar tarihlenebilmektedir. Ayrıca; Tavabaşı Mevkii mağaralarının
dış yüzeylerinde bulunan farklı ikonograideki kaya resimleri de benzer örnekler ışığında
yine aynı döneme verilmektedir. Dolayısıyla
Batı Likya Bölgesi’nin Eşen Nehri havzasında
Neolitik Dönemden itibaren kullanılan diğer
mağara veya höyük yerleşimlerinin bulunması
muhtemeldir. Diğer yandan Elmalı Ovası ve
doğu uzantısında bulunan Hacılar, Kuruçay,
Bademağacı ve Höyücek gibi Neolitik Dönem
yerleşim buluntuları ile yapılan karşılaştırmalarda; her iki bölge arasında yoğun ticari ilişkilerin bulunduğu da anlaşılmıştır. Böylece Orta
Anadolu Neolitiği’nin Batı Anadolu kıyılarına
kadar olan uzantısı ilk kez arkeolojik verilerle
belgelenmiştir.
Tlos ve yakın çevresinde Neolitik Dönem
ile başlayıp Demir Çağına kadar kesintisiz devam eden yerleşim izlerinin tespit edilmesine
rağmen, Demir Çağı başlangıcından MÖ 540
yıllarındaki Pers istilasına kadar geçen süreye
96
Aktüel Arkeoloji
ait pek fazla arkeolojik buluntu ele geçmemiştir. Sadece MÖ 2. bin yılı sonlarına tarihlenen
ve gri seramik olarak da adlandırılan küçük
çömlek parçaları ile az sayıda Geometrik Dönem seramikleri ancak günümüze ulaşabilmiştir. Söz konusu döneme ait buluntular, uzun
yıllardır kazıları devam eden diğer
Likya kentlerinden bilinmektedir. Tlos kazıları oldukça yenidir ve dolayısıyla zaman içerisinde bahsi geçen döneme
ait yeni arkeolojik veriler
beklenmektedir.
Başlangıçtan itibaren tüm Likya kentleri
arasında
ethnos-polis
düşüncesine
dayanan
askeri
(symmachiaepimachia),
politik
(sympoliteia)
ve
dini
(amphiktionia) bir birliktelik
bulunmaktaydı.
Söz konusu birlikteliğin
başlangıcı, MÖ M.Ö. 15.
yüzyılda oluşturulan Batı
Anadolu’daki
Assuwa/Arzawa Konfederasyonu’na tüm Likya kentlerinin “Luggalılar” kimliği altında katılımında hissedilir. Benzer bir birlik oluşumu,
Hitit Kralı II. Muwatalli ile Mısır Firavunu
II. Ramses önderliklerinde gerçekleşen HititMısır Savaşı esnasında “Lukka Ülkesi” adıyla
Hititlerin yanında yer almalarında da gözlemlenir. Lukka kimliği altında Mısır’a ve Kıbrıs’a
saldırmaları da yine bu birlik oluşumunun somut bir göstergesidir. Bunlardan başka, Troya
savaşları esnasında Akha Hellenlerine karşı
Kral Sarpedon önderliğinde Lukka ordularının
da ön salarda yer almaları, söz konusu birlik
oluşumunun MÖ 2. binde ne kadar kuvvetli
olduğunun önemli diğer bir ifadesidir. Likya
halkının bu organize görünümü, sadece MÖ
2. binli yıllarla sınırlı kalmamış, Demir Çağdan itibaren de pek çok benzer örnek olduğu
bilinmektedir. Herodotos’un Likyalılar ile ilgili aktarımlarında benzer bir düşünce özellikle
vurgulanmıştır. MÖ 452-445 yılları arasındaki Attika-Delos Birliği listelerinde “Likyalı”
kavramının kullanılması, Pers veya Yunan
egemenliğine karşı Likya şehirlerinin ortak
savunma yapma planları yine bu birliktelik
düşüncesinin somut göstergeleri olarak kabul
edilebilir. MÖ 2. yüzyıl ilk yarısındaki Likya
Birliği kuruluşu öncesi basılan Beylik Dönemi
sikkelerin üzerinde kullanılan ortak semboller
de yine birlikteliğe işaret etmektedir. Likyalıların erken dönemlerde kendi aralarında oluşturdukları birlik yapısı, MÖ 168/67
yıllarında kurumsallaştırılıp resmileştirilmiş ve böylece, özünde Likya kentlerinin ve vatandaşlarının demokratik
bir anayasa çerçevesinde
oylama esaslı, seçimle
yönetilmelerine dayanan
Likya Birliği kurulmuştur.
Her ne kadar Likya kentleri arasında sürekli ortak
bir birliktelik gözlemlense de, MÖ 540 yıllarında
Harpagos
önderliğinde
Pers ordularının Likya’yı
istila etmesiyle bağımsızlık yitirilir ve Beylikler Dönemi sonuna kadar
tüm Likya Bölgesi, Pers
egemenliği altında kalır. MÖ 360
yıllarında Perikle’nin Perslere karşı başlattığı
bağımsızlık savaşının başarısızlıkla sonuçlanması ardından, Likya kısa bir süreliğine Karya
Bölgesi’ne bağlanır. MÖ 334/33’te Büyük İskender, Likya’ya egemen olmuştur. İskender’in
ölümünün ardından egemenlik sırasıyla Antigonoslar, Ptolemaioslar, Seleukoslar ve Rodos
arasında sürekli el değiştirmiştir. Likya’nın bu
karmaşık dönemi, MÖ 168/67 yıllarında Roma
Senatosu tarafından Likya’nın bağımsızlığının
tanınması ve Likya Birliği’nin resmileştirilmesiyle son bulur.
Tlos Antik Kenti; Ksanthos, Patara, Pinara, Olympos ve Myra gibi birliğin üç oy hakkına sahip en büyük altı şehrinden biri kabul
edilmiştir. MS 43 yılında Roma İmparatoru
Claudius, Likya Bölgesi’ni bir Roma eyaletine dönüştürür. Bu dönemde de Tlos; birlik
içindeki önemini korumuş ve “metropolis” ünvanını taşımaya devam etmiştir. Bu önemden
kaynaklanmış olsa gerek ki, Patara’da dikilen
Yol Klavuz Anıtı’nda vurgulandığı gibi, Likya yol ağı yedi farklı yönden Tlos’a bağlanmış ve güneyde Ksanthos’tan, güneybatıda
Pinara’dan, batıda Telmessos’tan, kuzeybatıda
Tavabaşı Mevkii
mağaralarının
dış yüzeylerinde
bulunan farklı
ikonografideki kaya
resimleri, bölge
kültür tarihini Geç
Neolitik Döneme
kadar götürür.
Elmalı Ovası ve doğu
uzantısında bulunan
Neolitik Dönem
yerleşim buluntuları
ile arasında yoğun
ticari ilişkilerin
varlığına kanıt
sunar.
Aktüel Arkeoloji
97
Kadyanda’dan, kuzeyde Araxa’dan, kuzeydoğuda Oinoanda’dan ve doğuda Choma’dan
gelen ticari yollar Tlos’ta kesişmiştir. Bu
güzergâhların pek çoğunun günümüzde kullanıldığı da bilinmektedir. Hristiyanlık Döneminde Tlos, Likya’nın önemli piskoposluk
merkezlerindendir. Bu dinsel önemin, MS 12.
yüzyıla kadar devam ettiği arkeolojik verilerle
belgelenmiştir. Tlos, Likya sınırları içerisindeki önemini Osmanlı Döneminde de hissettirir.
Bölgeye en son 19. yüzyılda gelen ve “Kanlı
Ali Ağa” olarak ünlenen Osmanlı Derebeyi,
Tlos akropolünün zirvesine antik dönem kalıntılarını da kullanarak şatosunu inşa etmiştir.
Bugünkü modern Yaka Köyü; antik Tlos yerleşiminin üzerine kurulmuştur.
TLOS’UN KE Ş F İ
Uzun yıllar boyunca kendi kaderine terkedilen Tlos Antik Kenti, 1838 yılında Ch.
Fellows ve 1842 yılında ise T.A.B. Spratt tarafından yapılan gezilerle yeniden keşfedilmiş,
bu gezilere ait notların yer aldığı yayınlarla
da ilk kez bilim dünyasına tanıtılmıştır. Ancak
kentin yoğun bitki örtüsü söz konusu çalışmaların yüzeysel kalmasına neden olmuş ve
araştırmacılar daha çok tarihsel açıklamalarla
yetinmişlerdir. Tespiti yapılan önemli ve taşınabilir eserler ise -İzraza Anıtı gibi- çalınarak
yurtdışına kaçırılmıştır. Daha çok seyahatname
olarak da adlandırabileceğimiz bu yayınların
dışında, Tlos’a yönelik ilk bilimsel çalışmayı
G. Bean yapmıştır. Bean; çalışmasında, ilk kez
98
Aktüel Arkeoloji
kentin topograik planını oluşturmuş ve mimari kalıntılar hakkında detaylı bilgiler vermeye
çalışmıştır. W. Wurstler ise, Bean tarafından
oluşturulan kent planını daha da geliştirip detaylandırmak istemiştir.
Tlos Antik Kenti’ndeki ilk kapsamlı ve
bilimsel araştırmalar T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı ile Akdeniz Üniversitesi işbirliğinde
1992 yılında yüzey araştırması olarak başlatılmış, 2005 yılında kazı izninin verilmesiyle de
ilk resmi kazılara başlanmıştır. 2001 yılına kadar devam eden yüzey araştırmaları kapsamında kent merkezi ve territoryumunda belgeleme
çalışmaları yapılmıştır. 2005 yılında başlatılan
kazı çalışmaları ise, daha çok kent merkezi
ve yakın çevresinde bulunan anıtsal yapılara
odaklanmıştır.
Tlos kent merkezinin en yüksek noktası
akropol olarak adlandırılır ve bu tepe aynı zamanda kent merkezinin batı sınırını oluşturur.
Akropol üzerinde Erken Klasik Dönemden
itibaren tarihlenen resmi devlet yapıları görülebildiği gibi, yedi farklı mimari grup altında
değerlendirilen mezar anıtları da bulunmaktadır. Dolayısıyla Tlos’ta Klasik Yunan kentlerinden bildiğimiz akropol ve nekropol ayrımını yapmak mümkün değildir. Çünkü tüm Likya
Bölgesi’nde gözlemlendiği gibi, Tlos halkı da
mezarlarıyla iç içe yaşamayı tercih etmiştir.
Böylece akropol olarak adlandırılan yükselti
aynı zamanda nekropol amaçlı da kullanılmıştır.
Akropoldeki mezar anıtları içerisinde
“kaya mezarları” en büyük grubu oluşturur.
Genelde ahşap Likya evlerini taklit
eden kaya mezarları, gösterişli cephe
mimarisi ile öne çıkar ve anakayadan
yontulmuştur. Bazı örneklerde aplike
tekniğiyle oluşturulmuş cephe düzenlemesinin varlığı da gözlemlenir.
Bunlardan başka bir tapınağın ön cephesini taklit eden anıtsal kaya mezarları da kullanılmıştır. Hatta bunlardan
bir tanesi üzerindeki kabartmadan
dolayı Bellerophon mezarı olarak
adlandırılır. Ancak burada pegasus üzerindeki Likya Beyi chimaira
değil, aslan avında resmedilmiştir.
Kaya mezarlarının çoğu ya antik çağlarda ya da yakın zamanda soyulmuştur.
Henüz dokunulmamış, orjinal konumda
kaya mezarlarına kazılarla da ulaşılmıştır. Yapılan kazı çalışmaları esnasında mezarların iç
kısımlarında farklı düzenlemelerin olduğu ve
genelde klineler üzerinde gömülerin yapıldığı anlaşılmıştır. Ayrıca; ölü hediyeleri de bu
klineler üzerine bırakılmıştır. Orta kısımda
bulunan çukura ise; daha önceki gömüler ve
ölü hediyeleri düzensiz biçimde depolanmıştır.
Genelde aile gömütü olarak kullanılan kaya
mezarlarının iç düzenlenmesinde farklı zaman
dilimlerinde değişiklik yapıldığı da bilinmektedir. Örneğin; bir Klasik Dönem kaya mezarı
içerisinde Roma Döneminde klineler yerine
tuğlalardan oluşturulmuş gömü alanları tespit
edilmiştir. Oluşturulan bu yeni gömü alanları
içerisinde üst üste iskeletler ve ölü hediyeleri ortaya çıkarılmıştır. Arkeolojik buluntular
ışığında en erken kaya mezarlarının Klasik
Dönemden itibaren kullanıldığı bilinmektedir.
Ve yine buluntular ışığında bir kaya mezarının
yaklaşık 500 yıl gibi uzun bir süre kullanıldığı
da anlaşılmıştır. Akropoldeki mezar anıtlarının
ikinci büyük grubunu “lahitler” oluşturmaktadır. Söz konusu lahitler, Likya tipi semerdam
kapaklı olabildiği gibi, üçgen alınlıklı kapaklı
lahitler de tespit edilmiştir. Lahitlerin bir kısmı; hyposorion üzerine oturtulmuştur. Diğer
yandan; direk zemine yerleştirilmiş veya yerden haifçe yükseltilmiş bir podyum üzerinde
duran lahitlerin sayısı da az değildir. Bunlardan başka, akropolün eteklerine kadar uzanan
bir alana yayılmış oda gömütler, anıt mezarlar,
chamosorion tipi mezar anıtları ve basit toprak
gömüleri sık karşılaşılan diğer gömüt tipleridir.
Akropolün hemen doğu eteğindeki düzlükte kuzey-güney istikametinde tasarlanmış stadyum alanı bulunmaktadır. Bu alan kuzey, güney ve doğu yönlerden U formunda sütunlu bir
galeriyle çevrelenmiştir. Tek taralı olan oturma tribünü batı yönde, akropolün eteğindeki
anakayadan dokuz oturma sırası olmak üzere
yontularak oluşturulmuştur. Tlos stadyumu,
oturma tribününün üst seviyesindeki diazomaya bakan ve akropolün doğu yamacında yükselen bir meclis binası ile birlikte tasarlanmıştır.
Meclis binasının doğu yöndeki stadyum diazomasına açılan bir girişi de bulunmaktadır. Stadyum alanının tam ortasında, yine kuzey-güney
Tlos tiyatrosu
ikinci katının
ortasında yer alan
tapınak mimarisi,
sahne binasının
görkemli iç ve dış
cephe düzenlemesiyle
Anadolu tiyatroları
içerisinde ayrı bir
öneme sahiptir.
Tiyatronun genel
mimari yapısı
ve Augustus
dönemine tarihlenen
onarım yazıtı,
Tlos tiyatrosunun
Hellenistik Dönemde
inşa edildiğine işaret
eder.
Aktüel Arkeoloji
99
yandan zemin katta bulunan ve agora tarafından sahne binasının iç kısmına girişi sağlayan
üç kapı da görülebilmektedir.
Küçük Hamam
yönlerinde uzanan 72 x 8,30 metre ölçülerinde
bir havuz ve havuzun hemen önünde bir çeşme
yapısı yer alır. Havuzun derinliği yaklaşık 1
metre civarındadır ve etrafında havuzdan taşan
suların tahliye edildiği yaklaşık 1 metre genişliğinde taş kanal sistemi oluşturulmuştur. Bu
kanalda biriken sular, havuzun güney kısmının
tam ortasından başka bir kanalla tahliye edilmiştir. Havuzun zemin kısmı; düzensiz kesilen
taş bloklardan oluşturulmuş, ancak burada herhangi bir yalıtım sistemi kullanılmamıştır. Söz
konusu havuz ve çeşme düzenlemesi; tüm bu
alanın sadece stadyum amaçlı değil, aynı zamanda diğer sosyal ve dinsel aktiviteler için
de kullanılmış olabileceğine işaret etmektedir.
Erken Hristiyanlık Döneminde devşirme malzeme kullanılarak inşa edilen ve akropolü eteğinden itibaren çeviren sur ile birlikte kette bir
daralma gözlemlenir ve böylece stadyum alanı, akropol ve yamaçlarında oluşturulan yeni
yerleşim alanının dışında kalmıştır.
Kent agorasının batı yönünde bulunan iki
katlı dükkân yapıları, stadyum alanına yönlendirilmiştir. Ayrıca buradan uzunca bir caddeyle
güney yöne doğru, küçük hamam ve palestraya
ulaşılır. Söz konusu caddenin tam ortasından;
anıtsal bir kapıyla da dükkânların ikinci kat seviyesinde bulunan agora düzlüğüne çıkılır. Yakın zamanda antik kentin ortasından geçirilen
asfalt yol agoraya büyük zarar vermiş, toprak
altında duran agora merkezi dışında çok fazla
100
Aktüel Arkeoloji
kalıntı günümüze ulaşmamıştır. Agora düzlüğünün batı yönünde, yamaca yaslandırılmış tiyatro, kent merkezinin doğu sınırını oluşturur.
Tlos tiyatrosu; ikinci caveasının hemen üst ortasında yer alan tapınak mimarisi, sahne binasının görkemli iç ve dış cephe düzenlemesiyle
Anadolu tiyatroları içerisinde ayrı bir öneme
sahiptir. Tiyatroda bulunan yazıtlar ve mimari
döşemeden, yapının Roma Döneminde çok kereler tamirat geçirdiği anlaşılmaktadır. Ancak
tiyatronun genel mimari yapısı ve Augustus
Dönemine tarihlenen onarım yazıtı, Tlos tiyatrosunun Hellenistik Dönemde inşa edildiğine
işaret etmektedir. Tiyatro için önerilen bu erken tarihleme, kuzey ana girişi önünde ortaya
çıkartılan ve MÖ 3. yüzyıla tarihlenen heykel
altlığı ile de desteklenir. Birbirinden oldukça
geniş bir diazoma ile ayrılan iki caveadan oluşan tiyatronun girişleri kuzey ve güney yöndedir. Bunlardan başka, kuzeydoğu ve güneydoğu yönlerde en üst diazomaya çıkışı sağlayan
merdivenler de bulunmaktadır. Tiyatronun batı
yönünde sahne binası yükselir. Orjinalde üç
katlı olan sahne binası, günümüze kısmen ulaşabilmiştir. Sahne binasının caveaya bakan ön
cephesi (scaene frons) girland frizleri, igürlü
ve bitkisel kabartmalarla süslenmiştir. Yapının agoraya bakan dış cepheleri ise, ikinci ve
üçüncü katlarda olmak üzere kemerli pencere
ve friz kuşaklarıyla hareketlendirilmiştir. Ayrıca pencerelerin aralarında konsolların altında yükselen sütunlar da bulunmaktadır. Diğer
Agora düzlüğünün hemen güneyinde, yaklaşık 7000 m²’lik alan üzerinde kentin dinsel
yapıları yükselmektedir. Tlos kent merkezinin
bu bölümünün farklı zaman dilimlerinde bir
kutsal alan olarak kullanılmış olduğunu gösteren pek çok kalıntı bulunmaktadır. Her şeyden
önce tüm bu alanı çevreleyen temenos duvarı
ve kabartma kalıntıları şimdilik Klasik Döneme kadar geri gitmektedir. Alanın hemen güney köşesinde olduğu yere yıkılmış vaziyette
duran bir tapınak kalıntısı bulunmaktadır. Tapınağa ait alınlığın ve ön cephe düzenlemesinin yıkıntı durumundan, yapının kuzey-güney
doğrultuda olduğu ve ön yüzünün kuzey yöne
baktığı gözlemlenir. Ayrıca yerinde in situ duran mimari bloklardan tapınağın Korinth düzeninde inşa edildiği de anlaşılır. Tapınağın hemen batısında bir örme sarnıç bulunmaktadır.
Söz konusu sarnıcın iç kısmında, sıva kalıntıları gözlemlenememiştir. Dolayısıyla bu sarnıcın başka bir amaçla, bothros gibi kullanılmış
olduğu tahmin edilmektedir. Tapınak alanında
bulunan bloklar üzerindeki bitkisel kabartmaların stilistik yapısı ve alanda ele geçen
epigraik yazıtların içeriklerinden tapınağın,
MS 2. yüzyılın ikinci yarısında Tanrı Kronos
için inşa edildiği açıktır. Gerçi, Tlos sikkeleri
üzerinde Kronos betimlemesi bulunmamaktadır; ancak erken Roma Döneminden itibaren
kentte bir Kronos kültünün varlığı ve hatta her
yıl tanrının onuruna “Kroneia” yarışmalarının
düzenlendiği yazıtlardan bilinmektedir. Tanrı
Kronos ismi ve kültü Roma Dönemi öncesindeki kent yazıtlarında vurgulanmamıştır. Diğer
yandan Likya’nın Gök Tanrısı Trggas’ın ismi
de, Roma Döneminde kullanılmaz olmuştur.
Büyük olasılıkla Roma Döneminden itibaren
Likya’nın Gök Tanrısı Trggas’ın yerini yine
bir gök tanrısı olan Kronos almış ve her iki
tanrı eşdeğer kabul edilmiştir. Benzer bir durum Roma’da da görülür; ancak Roma’da
Kronos, diğer tanrılarda olduğu gibi Latinleştirilip Saturn olarak adlandırılmış ve onuruna
da Saturnalia Festivallari düzenlenmiştir.
Kutsal alan olarak kullanılmış düzlüğün
tam ortasında, Kronos Tapınağı’nın hemen
kuzey yönünde Erken Hristiyanlık Döneminde inşa edilen “kent bazilikası” bulunmaktadır. Mimari bakımdan dönemin haç formlu
bazilikalarını anımsatan yapı; üç sahınlıdır ve
doğu-batı eksenindedir. Bazilikanın apsis kısmı, doğuya bakmaktadır. Yapının girişleri ise
batı yöndedir. Ortadaki ana giriş, yan girişlerden daha geniş tutulmuştur. Kuzey ve güneyde
bulunan kapılar yan sahınlara açılırken, merkezdeki kapı orta mekâna geçişi sağlar. Bazilika; kuzey ve güney duvarlarda bulunan toplam
Havuz ve çeşme yapısı
Aktüel Arkeoloji
101
Büyük hamam
soğukluk bölümü
Havuz
sekiz, doğu duvarda ise iki adet pencereyle
aydınlatılmıştır. Doğu duvarın ortasında inşa
edilen üç pencereli apsis, çokgen formludur.
Büyük bir kısmı ayakta duran duvarlar, moloz
taş kullanılarak oluşturulmuştur; ancak yer yer
devşirme malzeme olan düz blokların kullanıldığı da gözlemlenir. Orta mekânı üç sahına
bölen iki sıra halindeki toplam on dört sütun
altlığı, yine devşirme malzemeden oluşmaktadır. Sütun altlıklarının aralarındaki bağlantılar
yine devşirme malzemedendir ve düzenleme
sütun altlıklarının yatay biçimde kullanılmasıyla oluşturulmuştur. Bahsi geçen devşirme
malzemenin, mimari benzerliklerden hemen
yakında bulunan Kronos Tapınağı ve agoradan
getirildiği tahmin edilmektedir. Mimari yapı
farklılıklarından, bazilikanın batısındaki girişlerin hemen önünde bulunan dikdörtgen formdaki atrium mekânının, daha sonraki bir dö-
nemde ilave edildiği anlaşılır. Benzer bir ilave
yapı, güney yönünde de gözlemlenir. Buradaki
duvar işçiliği, daha çok bazilikanın üçüncü
evresine işaret etmektedir. Ayrıca bazilikanın doğu yönünde kuzey-güney istikametinde
inşa edilmiş yüksek çevre duvarları da bulunmaktadır. Duvar işçiliği bazilika ile benzerlik
göstermesine rağmen, her iki yapı arasındaki
bağlantı henüz çözülememiştir.
Üzerinde, farklı dönemlere ait kentin dinsel yapılarının yükseldiği kutsal alanın güney
ve batı yönlerinde, alt seviyedeki düzlüğe iki
hamam kompleksi yerleştirilmiştir. Alanın hemen güney yönünde bulunan yapı ölçülerinden
dolayı “Büyük Hamam” olarak adlandırılmıştır. Yan yana dizili ve ikişer kapı geçişiyle birbirine bağlanmış üç mekândan oluşan hamam,
mimari özellikleri dolayısıyla tipik bir Likya
hamamı görüntüsü sergiler. Hamamın doğu
yönünde bulunan ve giriş mekânı olarak kullanılan soğukluk bölümü (frigidarium) kuzeygüney doğrultuludur. Kuzey yönden anıtsal bir
kapıyla girilen mekân, güneyde yedi kemerli
pencere düzenlemesinin olduğu apsidial bir
yapıyla Eşen Vadisi’ne bakmaktadır. Ayrıca
söz konusu apsidial bölümün içinde, merdivenlerle inilen yarım daire formunda bir havuz
da bulunmaktadır. Frigidarium mekânının batı
duvarının tam ortasındaki kapılarla geçilen
bölüm; hamamın ılıklık (tepidarium) kısmını
oluşturmaktadır. Her ne kadar ılıklık bölümünde, hamamın zeminden ve duvardan ısıtma
sistemlerine ait orijinal kalıntılar günümüze
kadar ulaşmışsa da, MS 12. yüzyılda yapılan
değişikliklerle, bu mekân küçük bir kiliseye
dönüştürülmüştür. Hamamın en batı ucunda ise
sıcaklık bölümü (caldarium) bulunmaktadır.
Tepidarium bölümünde görülen ısıtma sistemlerinin benzerlerine burada da rastlanılmıştır;
ancak caldarium mekânında da zaman içinde
değişikliğe gidilmiş ve bu alan kilise inşaası
esnasında nartekse (giriş) dönüştürülmüştür.
Palestranın kuzey ve güney yönlerinde soyunma kabinleri ve çeşme düzenlemeleri bulunmaktadır. Likya Bölgesi’nde bilinen palestralı
hamam yapılarının sayıları çok fazla değildir.
Bu bakımdan Tlos küçük hamam kompleksinin Likya Bölgesi hamam mimarisi içerisinde
ayrı bir önemi vardır.
kalıntılar; kamu yapıları, askeri yapılar, ekonomik içerikli yapılar, konut mimarisi, nekropol ve kutsal alanlar olmak üzere toplam altı
başlık altında toplanmıştır. Mevcut arkeolojik
kalıntıların çizim ve belgeleme çalışmaları ile
kent haritasına işlenmesi uygulamalarına halen
devam edilmektedir.
Tlos kent merkezini ziyarete gelen herkes tarafından rahatlıkla görülebilen akropol
kaya mezarları, stadyum alanı, agora, hamam
kompleksleri, Kronos Tapınağı, kent bazilikası ve tiyatro gibi kamu yapıları dışında, kent
merkezi yakınlarındaki vadi aralarında ve tepe
sırtlarında zengin bitki örtüsü arasında gizlenen çok sayıda başka arkeolojik kalıntı da bilinmektedir. Dolayısıyla; Tlos Antik Kenti’nde
sürdürülen araştırmalar sadece kent merkeziyle sınırlı tutulmamış, 2009 yılından itibaren
kentin yakın çevresindeki alanlarda yüzey
araştırmaları da başlatılmıştır. Akdağlar’ın hemen zirvesinden başlayıp Eşen Ovası’na kadar
uzanan engebeli yamaçlarda konuşlanan ve
Tlos’un tarihi, siyasi ve sosyo-ekonomik hayatının kalbini oluşturan söz konusu arkeolojik
Sonuç olarak; Tlos Antik Kenti, Eşen
Vadisi’ni doğu yönden sınırlayan Akdağlar’ın
batı yamaçlarında kurulmuş ve tarihi değerlerinin yanı sıra zengin su kaynaklarının beslediği
etkileyici doğasıyla da öne çıkan önemli bir
Likya yerleşimidir. Bu özellikleriyle Tlos, 2009
yılı itibariyle UNESCO’nun Dünya Kültürel ve
Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme
kapsamında “Dünya Mirası Geçici Listesi”ne
dâhil edilmiştir. Tlos ve yakın çevresinde; keşfedilmeyi bekleyen daha çok sayıda tarihsel
belge niteliğindeki arkeolojik kalıntı da bulunmaktadır. Yürütülen sistemli kazı çalışmaları
dışında yeni başlanılan yüzey araştırmaları, bu
kalıntılara ulaşımı kolaylaştıracak, elde edilen
güncel veriler, farklı bilimsel çalışmalarla bilim dünyasıyla paylaşılacaktır.
Tros genel görünüm
Büyük hamamın hemen kuzeyinde yükselen ve benzer şekilde üç mekândan oluşan yapı,
ölçülerinden dolayı “Küçük Hamam” olarak
adlandırılır. Ancak büyük hamamda gözlemlenen Likya tipi sıra mekânlı düzenlemeye burada rastlanmaz. Her iki hamam yapısını birbirinden ayıran en önemli özellik, sadece ölçüler ve
mekân düzenlemesi değildir. Küçük hamamın
kuzey yönünde bulunan ve yapının bir parçası
olan palestranın varlığı da ayırıcı bir özelliktir.
102
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
103
“Topal Gâvur’dan Apollonias’a”
Bir Keşif Öyküsü
Yazı ve fotoğralar
Prof. Dr. Gül IŞIN
Akdeniz Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü
104
Aktüel Arkeoloji
Likya Bölgesi’ni araştıran ilk Türk Arkeologlardan Prof. Dr. Cevdet
Bayburtluoğlu, 90’lı yılların başında “Topal Gâvur” olarak bilinen bir
kabartmaya ulaşmak amacıyla inceleme gezileri yapar; ne var ki kabartmaya bir türlü ulaşamaz. Durumu eşim ve benimle paylaşır, sonrasında da bizleri bu kabartmayı bulmakla görevlendirir. Kabartmaya
1993 yılında güçlükle ulaştığımızda karşımıza sol bacağı tahrip olmuş
bir igür çıkar, böylece köylülerin anıt için verdiği muzip isimlendirme
de bir anlam kazanır.
Aktüel Arkeoloji
105
yeni araştırmaların başlamasını sağlamıştır.
I
şıltılı Akdeniz’le kucaklaşan sarp yamaçları, dik kayalıklarıyla 200 yıldır keşif meraklısı
seyyahlar, maceracılar, kraliyet haritacıları ve
türlü bilim insanlarının ilgi odağı olmuş Likya
(Lykia) coğrafyası, zengin mirasını saklamaya
bugün de devam eder.
Günümüzün sistemli yüzey araştırmaları
ve kazıları, bu mirası bilim dünyasına tanıtmak için yarış halindedir. Bu yarışa iki yüzyıl
önde başlayan Alman, Avusturyalı, Fransız ve
İngiliz arkeolog ve Eskiçağ tarihçilerine özellikle son 40 yıldır hızla yükselen bir ivmeyle
Türk bilimcileri de dâhil olmaya başlamışlar
ve dünya arkeolojisinde referans kabul edilebilecek birçok çalışmaya imza atmışlardır.
Bilimsel veri akışının hızlandığı son 20 yıllık
süreçte ise Akdeniz Üniversitesi Likya araştırmalarına önemli katkılar sağlamıştır. “Asartaş
Tepesi” ve “Apollonios Mezarı”, halk arasında
bilindiği şekliyle “Topal Gâvur”, Likya Bölgesi araştırmacıları arasına ilk Türk Arkeolog
olarak 1970 yılında katılan, Prof. Dr. Cevdet
Bayburtluoğlu’nun bitmek bilmeyen keşif
enerjisiyle haberdar olduğu onlarca araştırma
bölgesinden biridir.
Akropole çıkan basamaklar
106
Aktüel Arkeoloji
Hocamız 90’lı yılların başında; bölgede
“Topal Gâvur” olarak bilinen bir kabartmaya
ulaşmak amacıyla inceleme gezileri yapmış,
ne var ki aradığı noktaya ulaşamamıştı. Duru-
mu eşim Arkeolog Ümit Işın ve benimle paylaşmış, sonrasında da bizleri bu kabartmayı
bulmakla görevlendirmişti. Biz de Çıralı Köyü
civarında başlattığımız araştırmamıza, Kumlucayazırı olarak bilinen Yazır Köyü’nde devam
ettik. Köy merkezinin yaklaşık 500 metre kuzeydoğusundaki Asartaş Tepesi kalıntılarına
ancak 1993 yılında ulaşmayı başardık.
O dönem güçlükle ulaştığımız, bugün asfaltlanmış yolun yanı başında kalan harabenin
bunca sene gözden uzak kalabilmişliğini anlamak yeni ziyaretçiler için oldukça zordur. Alana ilk gidişimizde neyle karşılaşacağımıza dair
hiçbir ikrimizin olmayışı, şaşkınlık ve sevinç
duygularını birarada yaşamamıza neden oldu.
Karşılaştığımız ilk kalıntı kabartmalı cephesiyle o güne kadar bildiklerimizden çok farklı
bir kaya mezarıydı; adını kırılmış sol bacağından alan “Topal Gavur” mezarı. Bizi bir o
kadar daha heyecanlandıran şey Likya’nın bu
kadar doğusunda hiç rastlanılmadığını bildiğimiz, Likçe yazıtıyla korunmuş ev tipi bir başka kaya mezarının geziye bizimle katılan dağcı
arkadaşımız Enver Lucas tarafından keşi oldu.
Kalıntılar, özellikle de kabartmalı mezar bir ön
rapor olarak 1994 yılında bilim dünyasıyla paylaşıldı. Bu paylaşım bölge araştırmacılarına bir
kez daha Likya’da keşfedilmeyi bekleyen daha
çok şey olduğunu hatırlatmış, böylece sistemli
Olympos’un Likya Birliği içinde üç oy
hakkına sahip, önemli bir kent oluşu Ephesoslu Artemidoros’dan aktarılarak Strabon’da
anlatılsa da, bölge araştırmacıları Doğu Likya kentlerinin Likyalı kimliğine uzunca bir
süre kuşkuyla yaklaşmıştır. MÖ 2. yüzyılda
Likya Birliğinin bir üyesi olarak adı geçmeyen Phaselis ve çevresindeki kentler ise, antik
kaynaklarda Rodos kökenli koloni hareketleriyle bir arada anılan kuruluş öyküleriyle tanıtılmıştır. Likya’nın kültürel karakteristiği
olarak kabul edilen Likçe yazıt, kaya mezarı
ve Likya lahdi gibi verilerin önceleri Kumluca/ Wedrei/ Rhodiapolis ile son bulduğu
kabul edilirken; Asartaş Tepesi’ndeki kalıntıların keşiyle Olympos, Gagai, Melanippe ve
Phaselis’i de içine alan daha geniş bir “Doğu
Likya Kültür Bölgesi’nden” söz edilir olmuştur. Bu arkeolojik verilerin en büyük destekçisi Asartaş Tepesi’nin keşinden yalnızca bir
yıl sonra Patara kazılarında epigraik buluntularla iz vermiştir. Bu veriye göre İmparator
Claudius’un emriyle yaptırılan Likya eyaletindeki yol ölçüm çalışmasında, eyaletin doğu sınırı Pamphylia’nın başladığı Attaleia’ya kadar
uzatılmıştır. Böylece en azından Erken Roma
Dönemi’nde söz konusu bölgenin Likyalılığı
belgelenmiştir. Henüz yayınlanmamış olmakla
beraber çevre gezilerinde gördüğümüz ve yarım kalan işçiliği ile dikkat çeken Şapsal’daki
iki kaya mezarı, Asartaş Tepesi’nin bölgede tekil olmadığının kanıtıdır. Akdeniz Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü’nce son yıllarda sürdürülen yüzey araştırmalarında Erentepe ve Belen
mevkilerinde rastlanan iki Likya kaya mezarı
ile dikme/payeli mezar tipinde bir başka örnek,
doğuda Klasik Dönem’den itibaren var olması
gereken, “daha geniş bir Lykia Kültür Bölgesi” savını destekleyen yeni verilerdir.
bilinmez. Bugüne kadar Likya kentlerinin lokalizasyonunda birçok karanlık noktayı aydınlatmayı başarmış “Patara Yol Kılavuz” Anıtı
da söz konusu yerleşmeler için suskundur.
Asartaş Akropolü, Klasik Dönemden Ortaçağ içlerine kadar onarılarak kullanılmış bir
surla çevrilidir. Tepe üzerinde farklı dönemlere
ait olduğu anlaşılan duvar örgüsü içinde poligonal ve dörtgen kesme taşların yanı sıra basit
moloz örgü de vardır. Sur duvarları yumuşak
bir eğimle ulaşılan kuzey yönde yer alır. Akropole çıkış sağlayan bu istikamette kayaya açılmış basamaklı yolun varlığı Antik Dönemde
aynı güzergâhın kullanıldığına kanıttır. Tepeye
doğru tırmanmadan önce batı yönde ilerlendiğinde, geç dönem Likya tipi bir lahit kapağı
yerleşmede mezar mimarisi adına karşımıza
çıkacak izlerin ilkini sunar. Olasılıkla in situ
olan lahdin teknesi yeraltında gömülü olmalıdır. Akropol tepesinin güneyi sarp ve dik bir
kayalıktır ve yerleşime imkân vermez. Tepe
üzerindeki öbek halindeki moloz yığınlarından
yıkılmış yapı kalıntılarının varlığı anlaşılır.
Ortaçağ ve sonrasında onarılarak kullanılmış
moloz taş örgülü dörtgen yapı alandaki en geç
kültür varlığının temsilcisidir. Akropol tepesinde dikkati çeken kalıntılar arasında ana kayaya oyulmuş ezme teknesi, akıtma kanalları
ve toplama havuzuyla, baskı kalası yuvasının
yer aldığı şarap ve zeytinyağı işlik düzenekleridir. Akropolde yer alan ancak tarihlenemeyen bu üretim faaliyeti kendine yeterli olmaya
çalışan yerel beyle ilişkili olmalıdır.
Akropol kayalığının alt kodundan batı yönde ilerlendiğinde karşılaşılan en önemli kalıntı
yukarıda sözü geçen ev tipi Likya kaya mezarıdır. Yazır Köyü’ne bakan sarp kaya alnacın-
Lykia lahdine at kapak
Bir Klasik Dönem yerleşimi olan Asartaş Akropolü, Jürgen Borchhardt tarafından Limyra Beyi Perikle’nin (MÖ 380-360)
Doğu Likya’da Phaselis’e kadar uzanan etki
alanı içindeki kontrol noktalarından biri olarak yorumlanmıştır; ancak Borchhardt’ın bu
savı kesin verilerden yoksundur. Buna karşın
Asartaş Tepesi’nin topograik konumu 3 kilometre kuzeybatısındaki Erentepe’yle birlikte,
bir yandan sahildeki Gagai, Melanippe, Porto
Ceneviz ve Olympos limanlarını, diğer yandan
da Rhodiapolis-Olympos arası karayolunu denetim altında tutabilecek garnizonlar niteliğindedir. Hem deniz hem de kara denetimine elverişli bu garnizon niteliğindeki küçük yerleşim
birimlerinin antik dönem yer adları ne yazık ki
Aktüel Arkeoloji
107
daki mezar, Gelidonya burnuna açılan vadiye
hâkimdir. Çatısını taşıyan hatılların üstüne
alışılmadık biçimde sivrilen çok alçak bir alınlık yerleştirilmiştir. Doğa koşulları nedeniyle
tahrip olmuş Likçe yazıtı bu alınlıkta yer alır.
Okunabildiği kadarıyla yazıt:
“Bu mezarı Ikuwe ailesinin babası ve bir
ferdi olan Armanaza oğlu Ipresida karısı ve
çocukları için yaptırdı” anlamında bir metin
içerir.
Yazıt Doç. Dr. Recai Tekoğlu tarafından
okunup yayınlanmıştır. Mezarın cephe düzenlemesinde bazı asimetrik kaset yerleştirmeleriyle dikkatsiz bir işçilikten söz edilebilirse de;
iç döşemde özellikle kilit taşı, kline ve adak
sekisinin ayrıntılarında uygulanan özen, neredeyse kusursuz bir işçiliğe işaret eder.
Likçe yazıtlı ev tipi
kaya mezarı
108
Aktüel Arkeoloji
Araştırmanın özünü oluşturan “Topal Gavur” lakaplı mezar ise, Asartaş Tepesi’nin doğusunda bugün için gözlerden uzak kalan kör
bir noktada yer alır. Mezarın işlendiği kayalığın çerçeve ile sınırlandırılmış en üst kısmında
Yunanca büyük harlerle “Apollonios’un Mezarı” ibaresi yer alır. Oldukça zorlukla okunabilen ve tamamlamalarla anlaşılabilen üç
satırlık ikinci Yunanca yazıt mezarın giriş kapısının üstünde, arşitrav bloğunu hatırlatan bir
mimari elemanın üzerine kazınmıştır. Mezarla
ilgili tarafımızdan yapılan ilk yayının ardından, yazıt, Michael Wörrle’nin çalışmasıyla
bilim dünyasına kazandırılmıştır. Tamamlamalarla, genel olarak aşağıdaki anlamı içeren bir
şekilde okunmuştur:
“Ben Hellaphilos oğlu Apollonios burada
yatıyorum. Her zaman hakkaniyetliydim. Yemeli, içmeli ve hazla dolu çok rahat bir ömür
sürdüm; ancak şimdi veda zamanı ve hayat devam ediyor.”
Mezar, sahibine ait çok önemli bildirimleri
yazıtında sunarken ikonograisinde de birçok
mesajı izleyicisiyle paylaşır. Bölge ve dönem
sanatı için alışıldık kodlarla anlatılmış mezarın
üst kısmındaki symposium ya da “ölü yemeği”
sahnesi, mezar sahibinin ait olduğu ya da hafızalarda yer etmek istediği kültürel birikime
gönderme yapar. Dört igürün yer aldığı sahnenin merkezinde; kline üzerinde uzanır durumda
erkek igürü vardır. Benzer konunun işlendiği
diğer tüm örneklerde olduğu gibi, burada da bu
uzanan igürün mezar sahibinin kendisini yani
Apollonios’u betimlediği varsayılmalıdır. Figür sağ elini yukarı doğru kaldırarak tuttuğu,
zengin örneklerini Akhamenid sanatından tanıdığımız, hayvan başlı bir rythondan içki içmek
üzeredir. Sahnenin sağında, bir tabure üzerinde
oturan ve başını örtme gayreti içinde gösterilen kadın ise Apollonios’un karısıdır. Klasik
Dönemin toplumsal değerlerince ölümlü kadın
ikonograisine taşınmış başörtüsü, tevazu ve
erdem sahibi evli kadınların vazgeçilmezidir.
Mezar ikonograisinde ise yas halini de vurgular. Sahnenin solunda, hemen merkezdeki igüre
doğru hareketlenmiş ve oran olarak daha küçük
çalışılmış genç erkek ise yine bu kline sahneli
şablonun mutlak bir öğesi olan hizmetkârdır.
Onun da arkasında çok tahrip olsa da izlenen
genç bir erkek vardır. Hizmetkâra göre daha
uzun boylu çalışılmış bu igür aile fertlerinden
biri, belki de Apollonios’un oğludur.
Likya kaya mezarları içinde çok özgün bir
örnek olan Apollonios mezarının bu mesaj yüklü ikonograisinden, mimarisinin genel düzenlemesi ve bu mimaride tercih edilen örgeler de
payını almıştır. Mezar ilk bakışta iki katlı cephe mimarisini andırır; öyle ki Borchardt konu
ile ilgili yayınında önce iki katlı bir saray, daha
sonra peripteral bir tapınaktan söz edecek kadar ileri söylemler geliştirebilmiştir. Buna karşın somut olarak yalnızca mezarın üst çerçevesinin asimetrik üçgen bir alınlıkla özensizce
tamamlandığını söylemek mümkündür. Kline
sahneli üst çerçevenin altında sıra dışı bir anlatımla yan yana iki kapı yerleştirilmiştir. Bu
kapılar, üzerinde yazıtının korunduğu ortak bir
arşitravla birleştirilmiştir. Böylece, bu iki farklı kapının aynı bütüne ait elemanlar oldukları
vurgulanmıştır. Her iki kapı da köşe ve tepe
akroterleriyle bezenmiştir. Bu uygulamayla
çağdaşı örnekler içinde Likya’dan karşılaşılmaz ancak komşu Meis Adası’ndaki kaya mezarından bilinir. Soldaki kapı, Vitruvius’dan
(VI, 2) kanonik ölçülerini öğrendiğimiz Dor
düzenli, yalancı kapıdır. Kapı kanatlarındaki
çerçevelerin içine kapı kolları ve tokmakları bezeyici eleman olarak işlenmiştir. Mezar
odasına girişi sağlayan işlevsel sağdaki kapı,
konsol ve fascialarla zengin bir işçilik sunan
İon düzenindedir. Giriş, kapının sağ kanadının
altındaki açıklıktan, geçme kilit tekniği ile yerleştirilmiş iki blok taş aracılığıyla sağlanmıştır. Bu İon düzenli kapının üzerinde, konsolların alt hizasından itibaren sarkıtılmış bir perde
izlenimi uyandıran taş işçiliği izlenir. Kapının
görünen üst boşlukları ise rozet, kapı tokmağı
gibi ince ayrıntılarla süslenmiştir.
Asartaş Akropolü
Mezar cephesinin iki ayrı düzende olmasına rağmen aynı yapı örgesi gibi işlenmiş
kapıları ve mezar kapısının üstünün perdeyle
örtülmesi, bugüne kadar bölgeden ya da bölge
dışından örneğini tanımadığımız özelliklerdir.
Mezar bu haliyle yoğun mesaj yüklü bir ikonograi sunar. Perdeler Hellenistik Dönem’de
özellikle mezar stellerinde aynı sahnede yer
alan farklı mekân anlatımlarını birbirinden ayıran paravanlar gibi kullanılmıştır. Burada ise
perdeleme yapan bir örtü mezar kapısına asılmıştır. Bu durum bana göre, Lykia ölü gömme
geleneğinde ölünün mezara taşınması sırasında kapıyı örten bu perde ritüelin bir unsurudur. Buradaki anlatım ise, kabartma sanatına
yansımış ilk örnektir. Perdenin iki dünyanın
kesişme noktasındaki mezar kapısına asılması,
bu iki dünya arasındaki ince çizgiyi gösteren
bir sembolizma olmalıdır.
Mezar kapısının iki yanında ayakta duran
yetişkin erkek kabartmaları yer alır. Her ikisinin de asker kimliği üstlerindeki zırh ile vurgulanmıştır. “Topal Gâvur” olarak anılan sağdaki igürün taşıdığı başlık MÖ 5. yüzyıldan
itibaren bölgede Pers etkisi taşıyan kabartma
ve sikke betimlemelerinden tanınan tiaradır.
Yüksekçe bir podyum üzerindeki igür sağ elini yukarı doğru kaldırmış, selamlama duruşundadır. Figürün duruşu ve yükseltilmesi önemini
arttırır. Bana göre; bu durum doğrudan mezar
sahibi Apollonios’un yönetici kimliğine atfe-
Akropol tepesinde
kalıntılar arasında;
ana kayaya oyulmuş
ezme teknesi, akıtma
kanalları ve toplama
havuzuyla, baskı
kalası yuvasının
yer aldığı şarap
ve zeytinyağı işlik
düzenekleri, kendine
yeterli olmaya çalışan
yerel beyle ilişkili
üretimleri gösterir.
Aktüel Arkeoloji
109
Likya Bölgesi’nden
ya da bölge
dışından örneğine
pek rastlanmayan
bir şekilde mezar
kapısının üstündeki
perde, aynı sahnede
yer alan farklı
mekân anlatımlarını
birbirinden ayıran
paravan anlamı
taşıyor olmalıdır.
Lykia ölü gömme
geleneğinde ölünün
mezara taşınması
sırasında kapıyı
örten bu perde,
ritüelin bir unsuru ve
iki dünyanın kesişme
noktasındaki ince
çizgiyi gösteren bir
sembolizm
olmalıdır.
Apollonios Mezar
Çizimi
dilmelidir. Borchhardt ise, onun kaide üzerine
yelerleştirilmiş bir ‘heykel’ olduğunu ve hatta
Perikle ile ilişkilendirilebileceğini savlamıştır.
Soldaki igür ise sağ elinde taşıdığı mızrağı
yere dayamış göreve hazır bir asker görüntüsü çizer. Bu igürde de yine mezar sahibini
görmek mümkündür ve bu sefer de onun asker
kimliği vurgulanmış olmalıdır.
Likya mezar anıtlarında mezar sahibinin
yaşamına dair farklı kesitler yansıtan anlatımların varlığı Ksanthos Payava, Myra ve Phellos örnekleriyle bilinir. Asartaş Tepesi’ndeki
Apollonios mezarında da aynı düşünceden
hareket edilmiş olmalıdır. Mezar gerek yazıtı ve gerekse kabartmalarıyla mezar sahibinin kendi kültürel kimliğini yansıtan şifrelere
sahiptir. Bu şifreler, bölgede çoğunlukla MÖ
6. yüzyıldan itibaren yoğunlaşmış Hellen ve
Pers varlığının Likya kültürünün içinde harmanlamasına ait izler taşır. Öncelikle, benzeri
birçok örneğin aksine mezar yazıtı Likçe yerine Hellence’dir ve Wörrle’nin çok iyi vurguladığı gibi mezar sahibinin babası “Hellensever” ismini almıştır; oğlu da bu duruma uygun
olarak Apollonios adını taşır. Hellaphilos ve
Apolloios isimlerinin bölgedeki kullanımları
açısından en erken örnekler oldukları anlaşılmaktadır. Hellensever adı kökten Hellen olanlar tarafından kullanılmayacağına göre mezar
sahibinin Likyalı kimliği, yazıtta, sanki gizli
özne olarak kalmıştır. Hellaphilos ve Apolloios adları dönemin Hellen hayranı kültür
politikasının yansımasıdır. Atinalı kumandan
Perikles’in adını taşıyan Limyra Beyi Perikle
de bu politikanın yürütücüsüdür.
Mezar girişinde Apollonios’un tiaralı ve
tiarasız iki farklı asker kimliğiyle yansıtılması
ise Pers ve Hellen kültürüne ait farklı klişeler
sunan üç satırlık mezar yazıtında karşılığını
bulur. Örneğin; hakkaniyetli biri olduğunu hemen başlangıçta ortaya koyması, onun “adil
yönetici kişiliğine” dair bir göndermedir ve
bu tarz bir mezar yazıtı kalıbı Wörle’ye göre
Lykia ve Yunan etkilerinin dışında Pers geleneğiyle ilişkilidir. Buna karşın yeme içme ve
muhtelif hazlarla dolu bir yaşam sürmüşlüğü
yine Wörrle’ye göre Hedonizmin kurucusu
Kyrene Okulu’ndan Aristippos’la özdeşleştirilmelidir. Eğer Wörrle’nin bu mezar yazıtında Hedonizm ile ilgili tespiti doğruysa mezar
kabartmalarında ve yazıttaki bu çok kültürlülüğü de anlamak kolaylaşabilir; çünkü bu felsefenin temelinde kişinin bireyselleşmesi (individualizm) vardır. Hedonistler kendilerini
hiçbir politik sosyal düzene bağlı hissetmezler, böylece özgürlüklerini en geniş ölçekte
yaşayabilirlerdi. Hatta “benim yurdum bütün
dünya” deyimi Kyrene Okulu’na atfedilir. Bu
açıdan bakıldığında, farklı kültürel ve politik
kimlikleri yansıttığını antik kaynaklardan bildiğimiz Dor ve İon düzenlerine ait iki kapının,
aynı mimari eleman altında birleştirilmelerine
de bir gerekçe bulunmuş olabilir.
Bu noktada ironik bir şekilde mezar sahibinin kimliğine dair açıklanması en zor
soru onun Likyalılığı üzerinedir. Elimizde
Lykia’nın doğu sınırı içinde kalmış eklektik
bir mezar vardır. Aynı yerleşmenin batı yakasındaki Likçe yazıtlı diğer mezar ile Lykia lahdine ait bir kapak olmasa genel olarak alanda
Lykia kültürel kimliğini bulmakta zorlanacağımız bir mezar anıtından söz etmekteyiz. Ancak mezarın yapıldığı dönem, Lykia’da tam
da bu farklı kültürel etkilerin baskın biçimde
bir arada görüldüğü MÖ 4. yüzyılın ortalarını
işaret etmektedir. İşte; Apollonios Mezar Anıtı
bölgedeki bu çok kültürlülüğü hem yaşam biçiminde, hem düşünce sisteminde ve hem de
sanatta izlerini süren özgün bir örnek olarak
karşımıza çıkar.
110
Aktüel Arkeoloji
Symposium ya da “ölü yemeği” sahnesinin merkezinde, kline üzerine uzanmış erkek igürü, mezar sahibinin kendisi yani Apollonios olmalıdır. Tuttuğu hayvan başlı rythondan (içki kabı) içki
içmek üzere sağ elini yukarı doğru kaldırır. Yanındaki tabure
üzerinde oturan ve ölümlü kadın ikonograisinde tevazu ve erdem sahibi evli kadınların vazgeçilmezi olan başını örtme gayreti içinde gösterilen kadın ise, Apollonios’un yaslı karısıdır. Oran
olarak daha küçük çalışılmış genç erkek, hizmetkâr, hizmetkâra
göre daha uzun boylu igür ise, aile fertlerinden biri, belki de
Apollonios’un oğlu olmalıdır.
Aktüel Arkeoloji
111
Bir hayırseverin
Genel Görünüş
yarattığı kent
RHODİAPOLİS
Likçe yazıtlardan kentin asıl adının
“Wedrei/Wedrenehi” olduğu anlaşılmıştır.
Dolayısıyla, adı “Rhodiapolis” olmadan
önce Klasik Çağdaki adı “Wedri” ile yerel
varlığı ispatlanan kentin, Rodos kolonizasyonu ile başlatılan kuruluş öyküsünün
bir önemi kalmamıştır.
Yrd. Doç. Dr. İsa KIZGUT
Akdeniz Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü
Rhodiapolis Kazı Başkanı
R
hodiapolis’in bilim literatürüne ilk girişi,
1842’de İngiliz araştırmacılar h. Daniel, T.A.B.
Spratt ve E. Forbes ile olmuştur. Yerleşimin ilk
haritasını da Spratt ve Forbes ekibi bu çalışmada çıkarmışlardır. Likya’nın asıl keşfi, Avusturyalı bilimciler tarafından gerçekleştirilmiştir.
Avusturya Bilimler Akademisi’nin kurucusu O.
Bendorf ’un 1881-1882’de G. Niemann, F. Von
Luschan ve K. Lanckoronski ile yürüttüğü bu
araştırmaların sonuçları, “Reisen im südwestlischen Kleinasien” başlığıyla 1884 ve 1889’da
yayınlandı. Böylece Rhodiapolis, ilk kez kapsamlı olarak bir bilimsel yayında yer aldı. Bu
geniş içeriğin tamamı; Opramoas anıtı ve duvarlarında bulunan dünyanın en uzun Eski Yu-
112
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
113
Güney Kesim
nanca yazıtlarından birini oluşturuyordu.
heopompos “Likya’daki Rhodia” olarak
bahsederken, Ptolemaios da aynı şekilde kenti
“Rhodia” adıyla anar. Bilinen Likya tarihi içerisinde hikâyesi kısmen belirlenebilen kentin,
asıl tarihi kalıntı ve kazı buluntuları sayesinde
kazı ekibi tarafından yeniden yazılmaktadır.
heopompos’un bahsettiği; Mopsos’un kızı
Rhodos öyküsü ve bununla bağlantılı olarak,
MÖ 7. yüzyılda Rodos kolonizasyonuyla başlatılan kuruluş öyküsünün geçerliliği kalmamıştır. İlk kazı sezonlarında elde ettiğimiz
veriler, kentin tarihini en az MÖ 8. yüzyıla
indirmiştir. Hamam kazılarında ortaya çıkan
Proto-Geometrik amphora parçaları, kentin
MÖ 8. yüzyıl ve öncesinde; yani Rodos kolonizasyonu öncesindeki varlığını kesinlikle
göstermektedir. Mopsos kızı Rodos öyküleri,
kolonizasyon döneminde Rhodoslular geldiğinde yerleşime sahip çıkma gayreti sonucu
üretilmiş mitlerdir.
Kentin erken -asıl/yerel- adının
“Wedrei/Wedrenehi” olduğu da Likçe yazıtlardan bilinmektedir. Dolayısıyla, adı “Rhodiapolis” olmadan önceki yerel varlığı Klasik
Çağdaki adı olan “Wedri”’den açıklıkla anlaşılmaktadır. Klasik Çağ kaya mezarlığındaki ve
sikkelerdeki Likçe yazıtlar ile anılan “Wedrei”
kent adı, hem yazıda hem de isimde yereldir.
Antalya ili Kumluca ilçesinin hemen
kuzeyindeki Sarıcasu Köyü’nün arkasında yükselen, rakımı 300 metre olan tepe ve çevresinde kurulmuştur. Tepenin; doğu ve güneyindeki
yamaç, yapılarla doludur. Ana güzergâhlardan
biri; güneydeki Korydalla üzerinden batıda
Limyra (Finike) ve devamı, doğuda Gelidonya
Burnu yerleşimleri üzerinden Adrassus (Ad-
rasan) güzergâhıdır. Kuzeydeki güzergâh ise;
dağlık tarafa İdebessos ve Akalissos yönüne
ilerlemektedir.
Rhodiapolis’in, diğer Likya kentlerinden en önemli farkı, şehirciliğidir. Dar ve
zor arazide oldukça başarılı kompakt bir kent
kurulabilmiştir. Hiçbir Roma Dönemi yerleşiminde bu denli iç içe ve bir arada yapılaşma
görülmez. Yapılar arasında; neredeyse sadece
cadde ve sokak boşlukları dışında bir boşluk
bulunmadığı gibi, yapılar çoğunlukla birbirleriyle organik bir bağ içerisinde inşa edilmiştir. Oldukça eğimli olan arazide kentsel
yapılaşmaya olanak tanıyan çok sayıda teras,
çoğunlukla sarnıçlar yardımıyla oluşmuştur.
Bu akılcı çözümle; hem yerleşimin su ihtiyacı
karşılanmış hem de yapılar için uygun düzlükler sağlanmıştır. Kentin doğusunda yerleşimin
eteğinde bulunan hamamdan yukarıya -batıya- kent merkezine çıkan basamaklı ana cadde, merkezden batı kapısına kadar ilerlemekte
ve dış yola bağlanmaktadır. Yerleşim içinden
geçen bu cadde boyunca gerekli yerlerde ara
sokaklarla merkezden uzak yapılara ulaşmaktadır.
Şimdilik, kazı ve temizlik tamamlanmadığından tam sayılamamış olsa da en az 8 bin
metreküplük bit kapasite olduğu söylenebilir.
Şimdi kent içerisinde kısa bir gezinti yapalım.
Palaestra – hamam birlikteliği ile Anadolu
hamam-gymnasiumları kapsamında ve yan
yana dizili dikdörtgen yıkanma birimleriyle geleneksel Likya Bölgesi Roma hamamları tipindedir. 26 metre genişlikte ve 41 metre
uzunlukta (toplam alan: 1077 m2) bir alanı
kaplayan yapı, akropolün doğu eteğinde eğimli arazide tek başına durmaktadır. Güney yarısını palaestra ve palaestranın alt yapısını/
terasını oluşturan dört büyük sarnıç, kuzey yarısını da hamam-yıkanma birimleri oluşturur.
Hamamda, birkaç evreli yapılaşma görülür.
Roma’nın kendi içindeki revizyonları yanında
asıl radikal müdahaleler; Bizans Döneminde
olmuştur. Bizans Döneminde tüm yapı hypocaustuma kadar kullanılmıştır. Hamamın
güney yarısını oluşturan palaestra palaestra
bloğu hamam bloğundan çok daha büyüktür,
tonoz örtülerinin çökmüşlüğü dışında sağlam
kalmıştır. Güneydoğu köşesinde praeafurnium
ve su deposu (castellum) bulunur. Hamam, en
erken MS 2. yüzyıl özellikleri göstermektedir.
3. ve 4. yüzyıllarda da revizyon gördüğü anlaşılmaktadır. Son yapılaşması Bizans Döneminde olmuştur. Bu dönemde; hamamın hemen
hemen tüm bölümleri farklı kotlarda, değişik
amaçlarla kullanılmıştır.
A g o ra / İ k i K a t l ı S t o a
Kentin en merkezi kamu yapısı olan stoa,
kuzeydoğu-güneybatı doğrultusunda uzanmaktadır. Agora ve stoa birlikte organize edilmiştir. Stoa, agoranın batısı boyunca uzayan
yarı-kapalı bölümü gibidir. Agoraya kuzey ve
güneyden olmak üzere iki tarafından da giriş
vardır. Agoranın ortasından uzunlamasına geçen 60 metre uzunluğundaki stylobat bloklarının üzerinde altlıksız oturan sütunların oturma
izleri vardır. Stoanın ortasına denk gelen yerde
in situ düşmüş bloklardan burada iki katlı bir
stoa olduğu kesinleşmiştir. Stoa zemininin,
60 metre boyunca tamamen mozaik döşeme
olabileceği anlaşılmıştır. Bazı yerlerde yapılan
örnek açmalarda, mozaiğin bulunduğu ve çoğunlukla da korunmuş olduğu görülmüştür.
Mozaikler üç renkli ve geometrik bezemelidir.
Alanın kuzeydoğu köşesini oluşturan eksedranın üstünde heykellerin dizili olduğu, agoranın anıtsal bir kısmını oluşturduğu ve agora
boyunca, iki katlı stoanın karşısında, tek taralı
ilerleyen ve bugün kuzey yarısı sağlam olan üç
basamaklı oturma sıraları burada belki yarışların ve
Güney Kesim
Ayağa Kaldırma
Denemesi
Ha ma m
Yerleşimin doğusundaki son kamu yapısı,
bu Roma hamamıdır. Güneydoğudan kente
çıkan ana yol güzergâhının ilk
ulaştığı yapıdır.
Dar ve zor bir arazide kurulan
kentin mimari başarısı, Roma Dönemi yerleşimlerinin
hiçbirinde görülmez. Likya kentlerinden şehircilik farkı ile ayrılan
Rhodiapolis’in yapıları, birbirleriyle organik bir bağ içerisinde, iç içe inşa
edilmiştir. Eğimli arazide, kentsel yapılaşmaya olanak tanıyan çok sayıda teras
oluşturularak yerleşime olanaklı bir hale getirmiştir.
114
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
115
Opramoas’ ı n k e nt l e re
y apt ı ğı y ardı ml ar
aşağı dak i gi bi di r:
Hadrianeum
Myra: Depremin yıktığı yapıların
onarımı için 100 bin, tiyatro yapımı için
…, Eleuthera tapınağı ve exedra için …,
yağ için 12 bin, altın kaplı Tykhopolis
heykelinin onarımı için 10 bin.
Kaya Mezarları
diğer başka etkinliklerin de yapıldığını düşündürmektedir. Kentin en hareketli merkezi meydanını oluşturan agora ve iki katlı stoa diğer
kamu alanlarıyla organik bağlar içerisindedir.
Hatta, iki katlı stoanın ikinci katı aynı zamanda Opramoas stoasının üst terastaki alandaki
etkinliklere hizmet veren doğu kanadını oluşturmaktadır. Bu organik bağlar iki katlı stoanın, Opramoas stoasıyla aynı tarihlerde yapılmış olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla MS
2. yüzyılın ilk yarısına kolaylıkla tarihlenebilir.
Mimari yapı taşlarındaki bezekler de bu durumu doğrular niteliktedir.
Ti y at ro
2006 ve 2007 sezonlarında sürdürülen kazılarla tiyatronun tamamı ortaya çıkarılmış ve
restorasyona hazır duruma getirilmiştir. Kentin kamu merkezini belirleyici temel yapı olarak merkezi bir konumdadır. Yapılan ölçümlere göre yaklaşık 1500 kişi kapasiteli olduğu
hesaplanmıştır. Trafiği kuzey arkadan kavea
üstüne, doğu ve batıdan paradoslarla sağlanır.
Kavea çoğunlukla yamaca oturmuştur. Doğudaki 1/3’lük kısmı –doğudan ilk iki kuneus
arkası- analemma duvarıyla oluşturulmuştur.
Bu kesimde; tiyatronun en yüksek ve g ü ç l ü
duvarı örülmüştür. Bu haliyle Hellenistik özellikler göstermektedir.
Hellenistik başlangıçlı ve Roma
Dönemi revizyonlu bir tiyatro olduğu anlaşılmıştır.
Tlos:
80 bin
Telmessos:
35 bin.
Bir hamam ve eksedra için
Patara:
20 bin
Patara
İki
Katlı
Stoa:
18 bin
çok da hayırseverdir (Euregetes).
Ksanthos:
30
Yaşamının olgun ve üretkenbin.
dönemleri;
Tiyatro
için. Pius dönemine rastlar
İmparator
Antonius
Olympos: Kardeşi Apollonios
12 bin. İmpara(MS 138-161).
Hephaistos
şenlikleri
için
tor Kültü Başrahibi, Likya Birliği Yazmanı ve
Oinoanda:
10 bin.Aristokila
Lykiarkhos
idi. Annesi Korydallalı
Hamam
için
(Aglais), babası Rhodiapolisli Apollonios’tur.
Tycopolis:
10 bin, gibi tüm
Oinoandalı
Licinnii, Pataralı Claudii
12
bin.
Şenlikler
ve
heykeller
için akraLikya’nın en ünlü ve zengin aileleriyle
Gagai:
8
bin.
balık bağları vardır. Opramoas’ın ilk görevi
içinArkhipylakia olmuştur. 136
MS 114Hamam
yıllarında
Khoma:
7 bin.
yılında İmparator Kültü Başrahipliği,
Likya
Stoa
ve
Sebasteion
için
Birliği Yazmanı ve Lykiarkhos olmuştur. Çok
Pınara:
5 bin neredeykez onurlandırılmıştır.
Opramoas’ın
Phaselis
:
10 bin
se tüm Likya’da yardım etmediği
kent yok giKadyanda:
15 bin yıllarıdır.
bidir. En faal zamanı MS -152/153
Kyeneai:
15 bin
Özellikle
141 depreminden sonra
yıkılan pek
Arykanda:
10 parası
bin verileçok yapı, Opramoas tarafından
Kalynda: 2 bin dinardan
9 bin
rek onartılmıştır.
100 bin dinaBalbura:
7 bin etmiştir.
ra kadar değişen miktarlarda yardım
Balbura:ayrım
6 bin
Likya Arneai
kentlerivearasında
yapmaksızın,
Phellos:
5
bin İdebessos’a
Limyra’dan Patara’ya Ksanthos’tan
4 binkoşmuştur.
kadar, Aperlai:
ihtiyaç duyan Opramoas’a
Opramoas A n ı t ı
Roma Dönemi Likya’sının etkileyici
kişiliklerinden biri de Kumlucalı/Rhodiapolisli Opramoas’tır. Kumluca’da
doğmuş ve orada ölmüştür. Bölgenin
en varlıklı ailesinin en ünlü üyesidir.
Yöneticidir, mahkeme başkanıdır, komutandır, başrahiptir, tüccardır,
bankerdir, toprak sahibidir ve en
116
Aktüel Arkeoloji
Opramos anıtı
En büyük yardımı 100.000 dinarla Myra ve
80.000 dinarla Tlos’un almış olması dikkat
çekmektedir. Kentlere yapılan yardımlar dışında, örneğin; festival giderleri, ölüm masraları, evliliğe hazırlık giderleri ve fakir fukaraya
yaşam yardımı gibi pek çok konuda toplumsal
yardımlarda bulunmuştur. Yaşamı boyunca
yaptığı yardımların 3 milyon dinar gibi astronomik bir miktara ulaştığı hesaplanıyor. Petersen – von Luschan ve Kokkinia kökenli bilgilere, yukarıdaki listeye göre toplamda çok sayıda
ve çeşitte yardımın söz konusu olduğu daha iyi
anlaşılmaktadır.
Anıtın cephesiyle iki yan yüzündeki yazıtlar, antik dünyanın en uzun Eski Yunanca
yazıtlarından biri olma özelliğini taşımaktadır.
Tüm yardımların listesi ve onurlandırmalar
yanında Roma İmparatorlarıyla mektuplaşmaları içeren 12 yazıt, prokuratorlardan gelen 19
mektup, Likya Birliğine ait 33 doküman Opramoas Anıtı’nın duvarlarını doldurmaktadır.
Bu mektuplar özellikle Antonius Pius ile olan
yazışmalardır. Hadrianus’un anılarında, “Asya
olaylarını iyi bilen Likyalı tüccar Opramoas’ın
gizli raporlarının Palma tarafından alaya
alındığı” anlatılır. Bu durum; dönemin yerli iktidar sahipleri ve zenginlerinin Roma
İmparatorluğu’na yaranma yarışında oldukları
konusunda başka izler de vermektedir. Yerli
zenginler Roma yönetiminden senatörlük ve
diğer görevleri alabilmek için Roma istekleri
ve beklentileri doğrultusunda kamu yararına
işler de yapmaktaydılar. Bu sayede kendi bölgelerini Roma’nın devlet gücünden daha çok
yararlandırmış olmaktadır.
Opramoas, insanın kendisi için değil de
ülkesi ve halkı için yapılanların kalıcı olduğunun bilincindedir. 1850 yıl sonra bizler
Opramoas’ın varlığından çok, yaptığı akıl almaz miktarda ve çeşitte yardımlarıyla biliyor
ve anıyorsak...
Yaptığı yardımlarla Likya’nın 31 kentinde dikilen anıtsal mimarlık eserleriyle bugüne taşıdığı kültürel zenginliğe hayran olup
saygı duymamak mümkün müdür? Birçok
kentin fahri vatandaşlık ile onurlandırdığı ve
Likya halkının her konuda minnet duyduğu
Opramoas’ın da birilerine teşekkür etme zamanı nihayet bugün gelmiştir. Kumluca’nın kuzey
sırtlarında kazısını tamamladığımız ünlü tapınak formlu anıt, onarımı ve ayağa kaldırılması
bir modern hayırsever beklemektedir. Kültür
ve Turizm Bakanımız Sayın Ertuğrul Günay’ın
hassasiyeti ile gündeme alınan, restorasyonun
büyük bölümü Kültür Varlıkları ve Müzeler
Genel Müdürlüğümüzce karşılanacak olan
bütçeyle yapılmaya başlanacaktır.
Anıt; önce doğa ve Bizans Dönemi halkı,
sonra da defineciler tarafından tahrip edilmiştir. Kazı boyunca ortaya çıkan kesin verilere
göre; bölgede birçok benzeri bilinen 2. yüzyıl
Roma Döneminde moda olan karakteristik
prostylos tapınak düzenindedir.
Topografya
Aktüel Arkeoloji
117
Op ra mo a s S t o a sı
Opramoas Anıtı’nın güney ve batısı boyunca uzanır. Ön tarafı, iki katlı stoanın ikinci
katından oluşur. Yan, uzun kolu ise Opramoas
terasının G köşesinden tiyatronun batı köşesine kadar uzanıp analemma duvarıyla birleşir.
Toplam 45m uzunluğunda ve hafif iç bükeydir.
Buna göre; portikonun genişliği, stylobatın dışından itibaren 4.54 metredir. Tüm stoada bu
genişlik 4.5 metre civarında değişmektedir.
Zemininde, mermer-taş levhalar ya da mozaik
gibi herhangi özel bir kaplama malzemesine
rastlanmamıştır. Stoa zemini, sıkıştırılmış toprak gibi görünmektedir. Stoa duvarı boyunca;
çok standart olmayan ölçülerde sekiz adet niş
açılıdır. Girintileri, dikdörtgen ve yarım yuvarlak formlarda değişerek yerleştirilmiştir.
K i l i se
Kilise; batı girişli ve üç nelidir. Apsisin iki
yanında pastophorialar bulunur. Kilise kazılarını yürüten Engin Akyürek tarafından yapılan yorumlara göre, kuzey tarata bir şapel ve
batısı boyunca da birimler uzanır. Bunlar bişhof konutuna ait birimler olmalıdır. Kilisenin
cephesinde üç giriş vardır. Bunlar Roma Dönemi yapılarından devşirme bloklarla örülmüştür. Definecilerin kaçak kazıları sonucu
oluşan yüksek moloz-toprak kümeleri alınmış, altı basamaklı synthrononun tamamıyla
açığa çıkarılmıştır. İlk gözlemlere göre; kilisenin ilk evresi, MS 5.-6. yüzyıllara ait, üç neli
bazilikal planlı ve ahşap örtülü bir kilisedir.
Apsis dış hizasına kadar uzanan pastophoria
odaları ve doğu tarafının düz bir duvar olması, Kilise’yi, Akdeniz Bölgesi’nin tipik yapılarından birisi olarak sınılandırmamıza olanak
vermektedir. Yapılan moloz temizliği ve kazı
çalışmaları sırasında ele geçen buluntuların
çok büyük bir kısmını mimari plastik parçalar (işli taşlar) oluşturmuştur. Yüzü aşkın taş
eser arasında; çoğu korkuluk levhası parçası
olmak üzere, silme, başlık, kaplama gibi mimari plastik parça bulunmaktadır. Kazı malzemesi henüz kapsamlı bir biçimde çalışılmış
değilse de, ilk gözlemlere dayanarak eserlerin
çoğunun Erken Bizans Dönemine ait olduğu,
ancak MS 11. yüzyıla kadar olan bir tarihsel
geçmişi olduğu sonucuna varılmıştır.
Hadrianeum
MS 2. yüzyıl ortasında yapılmıştır. İçinde
İmparator ailesi heykellerinin bulunduğu İmparator Kült Salonu (Sebasteion) Likya Birliği
Meclisi kararı ile Opramoas tarafından yaptırılmıştır. Yapı, kent merkezine bakmakta ve
stoa dokusunda örgüyü tümlemektedir. Cephesi dışında oldukça sağlam korunmuştur.
Asklepeion ve Kütüphane
Sebasteionun batı bitişiğinde yer almaktadır. Rhodiapolis’in bir başka ünlüsü olduğunu
yazıtlardan öğrendiğimiz, Hekim Herakleitos tarafından MS 2. yüzyılda yaptırılmıştır. 1500 metrekare toplam alanı bulunan
birimin içerisinde; Herakleitos’un yazdığı
altmış cilt eserin de bulundurulduğu kütüphane yer almaktadır. Zamanında Roma’dan
Atina’ya kadar ünü yayılmış olan Herakleitos,
Kumluca’nın gelmiş geçmiş en önemli ve en
sevilen kişilerinden biridir. Hastalara bedava baktığı, bir entellektüel ve şair olduğu ve
kente Sağlık Tanrısı Asklepios ile kızı Hygeia
Kültü’nü getirdiği ve onlara heykeller adadığı anlaşılmıştır. Bulunan yazıtlardan biri; şiir
118
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
119
formundadır ve bu yazıtlar İplikçioğlu tarafından değerlendirilmesi devam eden yazıtın
ana teması, ölümünden yaklaşık 100 yıl sonra
Herakleitos’a duyulan özlem ve O’na sunulan saygı sevgidir. Pagan tanrıları içerisinde;
sağlık tanrısı olan ve sağaltım için olmazsa
olmaz kabul edilen Asklepios ve Hygeia için
adanan Tapınak, Asklepeion dışında ana cadde üzerindedir.
Kazılmaya başlanmamış yapılar ise şunlardır:
Yerleşimde tapınaklar, konutlar, su yapıları, nekropoller ve niceliği henüz bilinemeyen
yapılar bulunmaktadır. Kazı planlaması içerisinde sıralarını beklemektedirler.
Tapınak: Tiyatronun hemen batı bitişiğindedir. Tiyatro kazılarında bulunan bulguların çoğu, bu tapınaktan aşağıya yuvarlanmış
olan nitelikli malzemelerdir. Henüz kazısı yapılmamıştır; ancak tiyatro bulgularından burada bir tapınak olduğu düşünülürken 2010
yılı kazı sezonunda bulduğumuz bir yazıt ile
Athena Pollias’a adandığı kesinleşmiştir.
Nekropoller kentin çevresinde, özellikle
de gelen ve giden yollara yakın alanlarda yoğunlaşmıştır. Bu yollara, nekropol caddeleri
120
Aktüel Arkeoloji
ile bağlanırlar. En erken nekropol, yerleşimin
kuzeyindeki vadi kenarındaki kayalıklarda
bulunmaktadır. Bu mezarlık; Klasik Dönem
(MÖ 4. yüzyıl) kaya mezarlığıdır. Kentin kurulduğu tepelerden güneye uzanan kaya kütlesi üzerinde ve güney yamaçlarında yirmi üç
adet kaya mezarı daha bulunmaktadır. Likya
tarzında ahşap imitasyon cepheli bu mezarlar, kayalığın ön ve yan yüzlerini çevrelemektedirler. Kayalığın batı üst yüzündeki yalın
cepheli kaya mezarlarında; iki Likçe yazıt
bulunmaktadır.
Kentin çevresindeki Roma Dönemi nekropolleri daha çok tonozlu oda mezarlar ve
lahitlerden oluşmaktadır. Nüfus olarak Likya
Bölgesi için orta ölçekli sayılan Rhodiapolis’te;
mezar sayısının fazlalığı dikkat çekmektedir.
Bu olgunun yerleşimdeki Asklepeion’dan kaynaklandığı düşünülmektedir. Lahitler; kentin
güneyinden çıkan yol boyunca yoğunken,
oda mezarlar kentin kuzey ve kuzeybatısında
daha fazla sayıdadır.
Buluntular
İki kazı sezonunda, çok sayıda buluntu
ortaya çıkarılmıştır. Bunların en erkenleri MÖ 8. yüzyılın sonuna tarihlenebilecek
çömlek parçaları, en geçleri ise Geç Bizans
Dönemi malzemeleridir. En yoğun buluntular, Roma Dönemi günlük seramik buluntularıdır. Bunlar yanında , ; farklı dönemlere ait
heykel parçaları, metal eserler, cam eser parçaları, sikkeler, seramikler, taş eserler ve eser
parçaları bulunmuştur. Eserlerin en sağlamı
1971 yılında Antalya Müzesi’ne taşınan Fortuna heykelidir.
2006’dan bu yana; beş sezondur aşırı tahrip olmuş ve büyük bir yangın geçirmiş kenti
kazmakta, gün yüzüne çıkartmaktayız. Yapılan kazılar, Kumluca’nın geçmişini daha bilinir kılmak, tahrip olmuş yapıları onarmak ve
seçilmiş bazılarını restore etmek amaçlıdır.
80-100 kişi civarında değişkenlik gösteren
ekibin yürütmekte olduğu arkeolojik kazılar;
Restorasyon, Jeofizik, Haritacılık, Mimarlık,
Biyoloji, Kimya, Antropoloji gibi diğer bilim
alanlarıyla birlikte yürütülmektedir. Arazi,
buluntu ve büro çalışmaları olarak bilinen
düzende yürüyen çalışmalarda çoğu zaman
yakıcı Antalya güneşi altında, toz toprak ve
ter içindeki çok uzun saatler boyunca aylarca
emek verilmektedir. Bu emeğin karşılığında
gördüğümüz resim “2000 yıl önce antik bir
kent nasıldı?” sorusunun yanıtıdır. Ve yaşadığımız ise, Opramoas’ın yarattığı kenti yeniden insanlığa kazandırmanın heyecanıdır!
Konservasyon
Aktüel Arkeoloji
121
Üç
Üç Kültürün
Kültürün Buluştuğu
Buluştuğu Bölge
Bölge
Beydağları
Zengin ovalık arazilere inmeden önce, Anadolu’nun tüm erken
halkları gibi dağların doruklarında yaşamlarını sürdüren Luvilerden
Likya’ya kadar kültürler arası birlikteliği, değişmeleri ve inançları en
güzel yansıtan yerdir Beydağları.
Prehistorik mağaralardan Hellenistik kalıntılara, Roma Dönemi
lahitleri üzerindeki gündelik yaşam betimlerinden Osmanlı’ya kadar
günlük yaşamın tüm görünmeyen sahnelerine ilişkin muhteşem bir
görsel dünya Beydağları’nın gizeminde saklıdır.
Yrd. Doç. Dr. İsa KIZGUT
Akdeniz Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü
Rhodiapolis Kazı Başkanı
122
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
123
K
ültür ve Turizm Bakanlığı ile Akdeniz Üniversitesi adına on beş yıldır sürdürülen
Beydağları Yüzey Araştırmaları projesi ile Batı
Antalya’yı çevreleyen Beydağları’nda Trebenna,
Neapolis, Kelbessos, Typalia, Kitanaura ve Mnara gibi kent ölçekli yerleşimler ile birlikte köy ve
irili ufaklı birçok çitlik/işlik tespit edilerek arkeoloji dünyasına kazandırılmıştır.
Söz konusu bölgede farklı karakterler gösteren yerleşimler nedeniyle, yerleşim arkeolojisi
araştırmaları için zengin örnekler ele geçmiş,
kentler ve çevresinde bulunan köy, çitlik, garnizon gibi birimlerle ilişkileri belirlenmiştir.
Özellikle Hellenistik, Roma ve Bizans dönemleri açısından var olan bilimsel sorunların çözümüne katkı sağlayacak verilere de ulaşılmıştır.
Bölgenin Roma Dönemi sanat ve mimarlığının
taşra boyutları konusuna ilişkin pek çok kalıntı
tespit edilmiştir. Dağlık yerleşimlerde şehircilik
konusunda önemli örnekler saptanmış ve şehir-
cilik açısından incelenmiştir. Genellikle sarp topografyaya sahip yerleşimlerde temel başarının
teraslama ve arazinin doğasına uygun planlamadan kaynaklandığı tespit edilmiştir. Özellikle
Roma Dönemi dağlık alan/kırsal şehirciliğin yerel boyutu konusunda önemli yol alınmıştır.
Flora ve fauna uzmanları gibi farklı disiplinlerden bilimciler ile birlikte geçmişin ve bugünün çok yönlü bilgileri derlenmiş, biyolojik
çeşitlilik ve sürekliliği hakkında önemli tespitler
yapılmıştır.
Araştırma sonuçları, sahil şeridindeki önemli kentleri besleyen temel kaynakların dağlarda
ve vadilerde bulunan küçük yerleşimlerde olduğunu göstermiştir. Kereste dışında bölgede bolca yetişen zeytin ve üzüm bitkisi ve ürünlerinin
temel ekonomik girdi kalemleri olduğu anlaşılmıştır.
Prehistorik mağaralar, Hellenistik Dönem
Termessos egemenlik sınırları, Roma yerleşim
yaygınlığı ve kırsaldaki karakteri, Bizans yerleşimleri, kilise ve manastırlarıyla bu bölgenin ar-
124
Aktüel Arkeoloji
Aktüel Arkeoloji
125
Kadrama Kalesi
Kitanaura-Hamam
126
Aktüel Arkeoloji
keolojik kimliği artık belirlenmiştir. Termessos,
Trebenna, Attaleia ve Phaselis gibi kentlerin territorium sınırları ve bu yerleşimlerin birbirleriyle ilişkileri anlaşılmıştır.
Elde edilen verilerden, bölgenin yaşam kronolojisi, yerleşim yoğunluğu, yerleşim tipolojisi, şehirciliği, yol ağı, sanatı, mimarisi, dinsel
inançları, ölü gömme mimarisi ve gelenekleri,
sosyal yapısı, ekonomik yapısı ve kültürel/politik
ilişkilerine değin pek çok bilimsel sonuç çıkarılmıştır.
Patara Miliarium Lyciae’de (Yol Kılavuz Anıtı) anılan yolların bu bölgedeki bazı somut karşılıkları tespit edilmiş ve doğru lokalizasyonları
yapılmıştır.
Taşra yerleşimleri ve kırsal birimlerin çokluğu nedeniyle halk kesimlerinin sanatı, yaşamı ve
geçimine ilişkin pek çok yeni veri elde edilmiştir.
Lahit korpuslarında neredeyse hiç yer almayan
yüzlerce yeni lahit üzerinde bölgedeki yaşam ve
inançlardan iz veren yazı ve kabartmalarda bölge
halkının kırsal yaşam resmi çıkarılmıştır. Günlük
yaşam sahneleri içeren Roma Dönemi lahitleri
olarak Likya’nın diğer bölgelerinde bulunmayan
bir şans yaratır. Bu sahnelerde çitçilik, öküzle çekilen saban, demircilik, ev hayvanları, dağ
keçisi, geyik, ayı avı sahneleri, yaban hayvanları
mücadeleleri yaygın bulunmaktadır.
Belen Garnizonu gibi örneklerle, Roma Döneminde kırsalda güvenlik konusuna yeni açıklamalar getirilmiştir. Hellenistik Dönemden çok
örnekle bilinen kule-çitliklerin benzeri yapıların bulunduğu çitlikler ve bölgenin gözetilip
korunmasına yönelik yapılmış garnizon ve gözetleme kulesi benzeri yapılarla bu bölgede yoğun yaşanan dağ eşkıyası gibi sorunlara çözüm
bulunduğu anlaşılmıştır. Çitlik ve köy sahiplerinin özel güçleri yanında, bağlı olunan ana kent
merkezindeki mobil jandarma kuvvetleri aracılığıyla da kırsalda güvenlik sağlanmaktaydı. Daha
önce bazı yazıtlar aracılığıyla da bilinen bu sorun
şimdi de savunma mimarisini yansıtan yapılar
ve yerleşim ilişki ve bağlarıyla da belirlenmiştir.
Arkeolojide az bilinen konut mimarlığı ve
bölgenin rustik konutları hakkında çok özel ve
oldukça iyi korunmuş örnekler tespit edilmiştir. Birarada, sık bağlantılı konut birliklerinden
oluşan güvenli köyler ve birkaç odanın avlu etrafında yer almasıyla biçimlenmiş olan kırsal konutların sarnıç ve işlikler içererek aynı zamanda
üretim ve ürüne yönelik fonksiyonları karşılayan
Kitanaura-Anıt mezar
İdebessos U Mezar
yapılar olarak organize edildikleri anlaşılmıştır.
Bölgenin zengin nekropollerinde her tipten
mezarlar bulunduğu gibi, dönemlerinin sosyal
dokusunu ve statüler arası ilişkilerini yansıtan
mezarlık organizasyonları da saptanmıştır. Mezarların çoğunluğunu lahitler oluşturur. Bunun
yanında oda mezarlar ve kaya mezarları da çok
sayıdadır. Mezarların büyük çoğunluğu Roma
Dönemine aittir. Lahitler genellikle Pisidia geleneğini yansıtan bezemelerle süslüdür. Üç kata
kadar örnekleri bulunan anıtsal örme mezarların
tamamı Roma Dönemindendir.
Bu önemli bilimsel sonuçlara ulaştığımız
Beydağları yerleşimleri ekip üyelerimizle gerçekleştirdiğimiz yayınlarla tanıtılmaya devam
etmektedir.
Agoranomos
Zabıta Binası
İşlik
Kutsal alan