Academia.eduAcademia.edu

Likya’nın Mür Soluyan Kenti Myra ve Limanı Andriake

Aktüel Arkeoloji Dergisi / www.aktuelarkeoloji.com Nağış Gıda Basın Yayın Dağıtım Rek. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Hakan NAĞIŞ Yazı İşleri Müdürü Murat NAĞIŞ [email protected] Yayın Koordinatörü Ayşe TATAR [email protected] Editör Mehmet BEZDAN [email protected] İÇİNDEKİLER Mart - Nisan 2011 - 20 Asur Sergisi Sunay Akın Röportaj Mehmet BEZDAN 4 22 Görsel Yönetmen Özgür ERYAŞAR [email protected] Reklam ve Halkla İlişkiler Ergin BAYTOK [email protected] Bilişim Danışmanı Ramazan AKTAŞ [email protected] Fotoğraf Editörü Aykan ÖZENER Bilge YILMAZ Haber Asistanı Efe SUBAŞI [email protected] İngilizce Çeviriler Ayşe TATAR Yazınsal ve Görsel Katkıda Bulunanlar Lukka Ülkesi Sezer SEÇER 32 Likya Tarihi Prof. Dr. Nevzat ÇEVİK 36 Myra ve Limanı Andriake Prof. Dr. Nevzat ÇEVİK - Süleyman BULUT 50 Ksanthos Prof. Dr. Jacques des COURTILS 66 Letoon Doç Dr. Laurence CAVALIER 76 Limyra Dr. Martin SEYER 84 Tlos Prof. Dr. Taner KORKUT 92 Prof. Dr. Gül Işın, Prof. Dr. Jacques des Courtils, Prof. Dr. Nevzat Çevik, Prof. Dr. Taner Korkut, Doç. Dr. Laurence Cavalier, Yrd. Doç. Dr. İsa Kızgut, Dr. Martin Seyer, Sunay Akın, Sezer Seçer, Mualla Erkut, TRT Genel Müdürlüğü, Ögr. Gör. Süleyman Bulut Doç. Dr. Burçin Erdoğu, Yrd. Doç. Dr. Metin Alparslan, Gamze Polat, Levent Yılmaz, Servet Somuncuoğlu Mine Şişçi, Hüdai Yılmazkan, Önder Önerbay Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, İstanbul Oyuncak Müzesi, Konya Arkeoloji Müzesi İstanbul Arkeoloji Müzeleri, TC Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kapak Fotoğrafı: TC Kültür ve Turizm Bakanlığı, Topal Gavur’dan Apollonios’a Prof. Dr. Gül IŞIN 104 Rhodiapolis Yrd. Doç. Dr. Isa KIZGUT 112 Beydağları Yrd. Doç. Dr. Isa KIZGUT 122 Temsilci Koordinatörü Samet HARMANDAR [email protected] Muhabir Temsilci Ertuğ ERGÜRER Atatürk Üniversitesi İletişim ve Abonelik www.aktuelarkeoloji.com Tomtom Mah. Yeniçarşı Cad. No: 12/A Gürhan 3. Kat No: 31 Galatasaray 34433 İstanbul Türkiye Tel : (+90) 212 2442502 [email protected] - [email protected] Dağıtım YAYSAT Baskı Pasifik Ofset www.pasifikofset.com Cihangir Mah. Güvercin Cad. No: 3/1 Baha İş Merkezi A Blok Kat:2 34310 Haramidere Avcılar İstanbul Tel: (+90) 212 412 17 77 Yazıların tüm sorumluluğu yazarlara aittir. 2 ayda bir yayımlanır, basın yayın meslek ilkelerine uyar. Yayın çalışmaları ve yönetim-idari çalışmalar kişilerin gönüllü katılımlarıyla gerçekleşmektedir. “Aktüel Arkeoloji Dergisi’nin yayın projesi Tüpraş’ın desteği ile sürdürülmektedir” Likya EDİTÖRDEN Uzun zamandır duyurusunu yapmak için sabırsızlandığımız bir haberi sizlerle paylaşmak istiyorum. Sizlerden gelen yoğun istek doğrultusunda “ I. Ulusal Aktüel Arkeoloji Fotoğraf Yarışması ”nı düzenliyoruz. Amacımız, Anadolu’nun arkeolojik değerlerini, sizlerin kareleri ile dünyaya hep beraber göstermek. Anadolu’nun her köşesinde yer alan arkeolojik değerleri objektilerinizle gün ışığına kavuşturma sırası siz fotoğraf severlerde… Çalışmalarımızın hızlandığı Şubat ayı boyunca, hemen hemen her gün başka bir haberle hem gündemimiz hem de duygularımız değişti, bizleri hem çok üzen hem de çok mutlu eden olaylar yaşadık. Önemli bir değerimizi, bir hocamızı kaybettik. Trakya Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. İsmail FAZLIOĞLU 04 Şubat 2011 tarihinde aramızdan ayrıldı. Değerli hocamıza Allah’tan rahmet, ailesi, yakınları ve tüm arkeoloji camiasına başsağlığı diliyoruz. Yirminci sayımızda sizleri bütün seyyahların gözbebeği olmuş ve üzerine yazmaktan keyif aldıkları “Işık Ülkesi: Likya” yolculuğuna çıkarıyoruz. George E. Bean’ın söylediği gibi “25 yıllık keşilerime baktığımda; en zevkli yolculuklarımı Likya’da yaptığımı anımsıyorum.” Bu sayımızın, bu seneki başucu yayınlarından bir tanesi olacağına inanıyoruz. Uzun zamandır sizlerle buluşturmak istediğimiz şair-yazar ve ikir insanı Sunay AKIN da bu sayımızda sizlerle. Kültür politikaları, müzecilik ve arkeoloji üzerine gerçekleştirdiğimiz sohbetimiz, eminim ki olaylara ve konulara başka bir açıdan bakmamızı sağlayacak. Haydarpaşa Garı’nın geleceği hakkında bir yazıyı tasarlarken, gelen bir son dakika haberi tüm yazıyı değiştirdi. Haber, ajanslara şöyle yansıdı: “Mimar Sinan’ın Ayasofya’yı örnek alarak yaptığı Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii, tıpkı Haydarpaşa Garı gibi onarılırken tutuştu.” Ve haber şu şekilde bitiyordu: “Yangın akıllara Kasım ayında meydana gelen Haydarpaşa faciasını hatırlattı. Haydarpaşa’da da restorasyon sırasında yangın çıkmış ve tarihi bina büyük zarar görmüştü.” Hiç kimse anımsamadı; çünkü hafızalarımızda bu ve buna benzer yüzlerce haberden hiçbir iz yok. Bir şekilde tarihi miraslarımızı koruyamıyoruz, bu çok açık; ama onaramıyoruz da. Tarihi camiyi yaptıran Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa ve yapan Mimar Sinan yaşasaydı, muhtemelen bizlere şu şekilde seslenirdi: Lütfen üzülmeyin! Çünkü “Geçmiş bir felakete üzülmek, bir yenisini davet etmenin en emin yoludur” -William ShakespeareDaha güzel haberlerle buluşmak üzere… Mehmet BEZDAN İ RG SE Asurlular İstanbulda “Asurlular İstanbul’da” adlı sergi, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Kültürel Miras ve Müzeler Direktörlüğü ve İstanbul Kültepe Kazısı Başkanlığı işbirliği, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteği, Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla hayata geçirilerek, Aya İrini Müzesi Atrium’unda düzenlenen kokteylle ziyarete açıldı. Eski adı, çivi yazılı belgelere göre Kaniş veya Neşa olan Kültepe, Erciyes Dağı’nın eteğinde, bereketli bir ovanın ortasında tarihi ve doğal anayolların birleştiği noktada yer alıyor. Bu konumuyla Kültepe, eski dünya ticaretinde ve siyasetinde önem kazanarak, özellikle MÖ 3. binin sonlarında ve 2. binin ilk çeyreğinde Anadolu-SuriyeMezopotamya arasında parlak bir ticaret ve sanat merkezi olarak öne çıkıyor. Yazının Anadolu’ya girdiği ve aydınlanmanın başladığı yer olan Kültepe/ Kaniş/Neşa’yı bu sergi ile yakından tanıma fırsatı yaratılıyor. Anadolu’ya gelen Asurlu tüccarların merkez olarak seçtiği Kültepe’de bulunan yaklaşık 25 bin civarındaki çivi yazılı tablet, Asurlu veya yerli tüccarların ticari faaliyetleri, yönetim ve hukuk sistemi, sanat ve dini inançları hakkında bizlere zengin bilgiler veriyor. Sistemli bir ticaret sayesinde kurulan ilişkiler aracılığıyla, Anadolu halkı ilk kez bu dönemde yazıyla karşılaşıyor. Bu çağdan sonra Anadolu insanı, Kültepe Kaniş-Karum’undan edindikleri deneyim ve birikimle, Anadolu’nun ilk merkezi devletini, yani Hitit Devleti’ni kurmuştur. Hitit uygarlığının oluşmasına kaynaklık eden ve MÖ 3. binyıldan itibaren Kültepe’de gelişen kültürün etkileri, Hititler ve sonraki kültürler aracılığıyla günümüze kadar ulaşıyor. Doğu ve Batı arasında bir köprü olduğunu vurguladığımız Anadolu’nun Batı kültürlerinin oluşmasındaki katkısı ve etkisi, bu sergide yer alan eserlerle izlenebilir. Küratörlüğünü Dr. Şeniz Atik’in yaptığı, tasarımını Şahin Paksoy’un hazırladığı sergide; 60 yılı aşkın bir süredir kazı çalışmalarının yürütüldüğü Kültepe-Kaniş Karum’unda ortaya çıkarılan ve günümüzde Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Kayseri Müzesi ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde korunan eserler arasından seçilen 495 arkeolojik eser sergileniyor. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Anadolu’dan İstanbul’a ve İstanbul’dan Avrupa’ya Uzanan Etkileşimlerin Sergisi 28 Aralık 2010 – 29 Mart 2011 Aya İrini Müzesi 4 4 Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 5 ANADOLU UYGARLIKLARI FRİGYA UYANIYOR ve şehir armalarında, parti amblemlerinde, heykellerde, resimlerde ve özgürlüğün konu olduğu toplumsal gösterilerde görmek her zaman olasıdır. “Frigya Uyanıyor” adlı fotoğraf ve reprodüksiyon sergisinin amacı; Frigya’nın arkeolojik eserleri yanında, Frigler’in somut olmayan dünya kültür mirasına olan katkılarını bir kez daha yinelemektir. Anadolu topraklarında yeşeren uygarlıklar, batı toplumlarının kültürel altyapılarını şekillendirmiş, çağdaş demokrasilerin temelini oluşturmuştur. Bu kültürel değerlerin bir kısmı da, bugün Eskişehir, Afyonkarahisar ve Kütahya topraklarında bulunan Frigya Uygarlığı’dır. 3000 yıllık Frigya, yüzlerce yıldır Friglerin dünya kültürüne armağan ettiği özgün değerlerle anılır. Güney Amerika ülkelerinde, Fransa’da, İspanya’da, Amerika’da bugün bile Frigya’nın izleri vardır. New York’ta, Paris’te, Barselona’da, Amerikan Senatosunda, Fransa Parlamentosunda; müzikte, giyimde ve mimaride onların adı hep geçer. Frigya ve Kral Midas mitolojileri dünyadaki bütün sanat dallarında etkisini göstermiştir. Sahne sanatları, müzik, plastik sanatlar, mimarlık, fotoğraf, sinema ve yazın sanatlarını etkileyen Frigler ve Midas; yüzlerce yıldır dünya sanatçılarına esin kaynağı olmuştur. hayatında birçok ticari işletme ve düşünceyi etkilemiş, sayısız kuruluş, şirket ismi ve ürün adı olarak “MİDAS” ismini seçmiştir. Botanik ve zooloji alanındaki bilim insanları da, keşfettikleri bitki ve hayvanlara Midas’ın “altın dokunuş” mitolojisinden esinlenerek “Midas” adını vermiştir. Özellikle Friglerin adı ile anılan ve “bir dünya kültür mirası” olan Frig başlığı, ”özgürlük” simgesi olarak günümüzde Avrupa ve Amerika’da hala kullanılmaktadır. Frig başlığını, ülke Friglerin dünyaca bilinen fakat ülkemizde farkına varılmayan, somut olmayan kültürel değerlerini, öncelikle ilgili akademik çevrelere duyurabilmek, Frig simgelerini sanatçıların eserlerinde, belediyelerin de kent merkezinde kullanmalarını teşvik etmek, arkeoloji ve tarihe olan ilgiyi artırmaktır. Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği tarafından içeriği oluşturulan sergi; Afyonkarahisar, Kütahya ve Eskişehir’in “Dağlık Frigya” olarak tanımlanan Frig Vadisi’nde çekilen 50 adet fotoğraf ve reprodüksiyon ile 100 adet 3 boyutlu Frig Vadisi fotoğralarından oluşuyor. Kral Midas ve Frigya; dünya ticaret 6 Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 7 BELGESEL Fotoğralar: Servet SOMUNCUOĞLU KAYAYA AKTARILAN TARİHİN İZİNDE Türkiye’nin teknik altyapısı ve yayın kalitesi ile dünya ölçeğinde yayın yapan televizyon kanalı TRT Belgesel; yayınlarına her gün bir yenisini ekleyerek ülkemizin kültür ve turizm tanıtımında önemli bir rol oynuyor. TRT Belgesel kanalının yöneticilerinin bu konudaki heyecanları ve yeniliklere açık bir görüntü çizmeleri kısa süre içerisinde ülkemizden dünyaya yeni bir pencere daha açılmasını sağladı. Belgesel konusundaki açığı, çeşitli konulardaki yapımlarla doğru şekilde dolduran kanal, son dönemde gerçekleştirdiği yayınlarla hem ülkemizde hem de dünyada geniş bir izleyici kitlesine ulaşmayı başardı. Bu başarıdaki önemli faktörlerden bir tanesi de; yayınların 5 farklı dilde gerçekleşmesi. Yaptığı belgesellerle dikkat çeken kanal, son olarak “Damgaların Göçü” Belgeseli ile yeni ve iddialı bir çalışmanın daha altına imzasını atıyor. Belgesel, yapımcı-yönetmen Servet Somuncuoğlu imzasını taşıyor. 8 Aktüel Arkeoloji DAMGALARIN GÖÇÜ Üç bölüm olarak hazırlanan belgesel; Ankara’nın Güdül ilçesinde bulunan – sayıları binlerle ifade edilen - kaya resimleri ve mezarlar üzerine yapılan çalışmaları anlatılıyor. “Anadolu’nun bilinen tarihini tartışmaya açma” iddiasını taşıyan belgeselin danışmanlar kurulunda Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın, Prof. Dr. Ahmet Taşağıl, Prof. Dr. Yaşar Çoruhlu, Doç. Dr. Yücel Şenyurt, Doç. Dr. İsmail Doğan, Dr. Musta- Aktüel Arkeoloji 9 fa Aksoy, Dr. Cengiz Saltaoğlu gibi önemli isimler yer alıyor. TRT Belgesel kanalının önemli çabası ve desteği ile hazırlanan belgesel, kanalın kültür ve tarih alanında yapacağı çalışmaların önümüzdeki dönemlerde de devam edeceğini göstermesi açısından oldukça önemli. Konu hakkında görüşlerini aldığımız TRT Turizm ve Belgesel Kanal Koordinatörü, Hüdai Yılmazkan“Damgaların Göçü Belgeseli, ilk duyduğumuz andan itibaren bizleri çok heyecanlandıran bir çalışma. Çok önem verdiğimiz, üzerinde bir o kadar da titizlikle çalıştığımız belgeselin çekimleri sırasında basına tek bir kare fotoğraf verilmedi. Her şey tamamlandıktan ve bütün ayrıntılardan emin olunduktan sonra ilan edilmeliydi. Çalışmalar sırasında hiçbir fedakarlıktan kaçınmadık. Gelecekte, kazılar ilerleyip bulgular gün yüzüne çıkarıldıkça biz de bu çok özel çalışmayı kayıt altına almaya devam edeceğiz. Böylesine bir projeye öncülük etmekten ülkemiz ve kurumumuz adına gurur duyduğumuzu belirtmeliyim.” Belgesel, yapılacak bilimsel çalışmalarla birlikte önümüzdeki dönemde de devam edecek. Kaya resimleri ve mezarlarının bulunduğu Ankara’nın Güdül ilçesindeki alanda gelecek yıl başlayacak bilimsel çalışmalara belgeselin danışmanlarından Gazi Üniversitesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Yücel Şenyurt başkanlık edecek. 10 Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 11 DENEYSEL ARKEOLOJİ EGE’NİN İLK TEKNESİ Ege Denizi’nde, Batı Anadolu ile Kıta Yunanistan arasında yer alan adalar topluluğu ‘’Kiklad Adaları” olarak bilinmektedir. Kıta Yunanistan, Kiklad Adaları, Girit ve Batı Anadolu’da yapılan arkeolojik kazılar; Ege’nin bu farklı bölgelerinin birbirleriyle her zaman bağlantı halinde olduğunu göstermiştir. Günümüzden 4500 yıl önce Ege Bölgesi’nde, Kiklad Adaları’nın baskın olduğu bir kültür ortaya çıkmıştır. Bu dönemde gerek ham madde ihtiyacını karşılamak gerekse adalar arası ve dış dünya ile bağlantı kurmak için deniz tek ulaşım yolu, tekneler de tek ulaşım araçlarıdır. Literatürde “Kiklad Tekneleri” olarak bilinen teknelerin tasvirlerine; seramikler, kaya üzerindeki motiler ve “Kiklad Tavaları” olarak isimlendirilen bir buluntu grubunda rastlanmıştır. Ayrıca kurşundan yapılmış tekne modelleri de mevcuttur. Söz konusu buluntu grubu sadece Kiklad Adaları ile sınırlı değildir; Kıta Yunanistan, Girit ve Batı Anadolu’da Liman Tepe ve Bakla Tepe’den de bilinmektedir. Ege Bölgesi’nin farklı kesimlerinin birbirleri ile bağlantı halinde olduğunu gösteren obsidyen (volkanik cam), seramik, maden gibi çok sayıda buluntu, bu dönemde yoğun ticaret faaliyetlerine işaret etmektedir. Söz konusu faaliyetler şüphesiz deniz yoluyla, bu tip teknelerle gerçekleştirilmiş olmalıdır. Projenin danışmanlığını yapan, teknelerin imalatını gerçekleştiren, daha önce antik Uluburun II, İzmir Kayıkları ve Kybele teknesini yapan arkeolog ve 360 Derece Tarih Araştırmaları Derneği Başkanı Osman ERKURT; teknelerin en önemli özelliği olarak dikişli teknik ile yapılmış olmalarını gösteriyor. Bu tekneler, omurga konulduktan sonra, kaplama tahtaları birbirine dikilerek birleştiriliyor. Ankara Üniversitesi Sualtı Arkeolojik Araştırma ve Uygulama Merkezi ve Prof. Dr. Hayat Erkanal başkanlığındaki çalışma grubu; proje kapsamında bir adet 14 m ve iki adet 19 metrelik Kiklad Teknesi imal ederek, bir “Kiklad Tekneleri Filosu” oluşturmuştur. Bu önemli proje, Ankara Üniversitesi’nin ve Urla Belediyesi’nin desteğiyle gerçekleştirilmektedir. Mualla ERKURT 360 Derece Tarih Araştırmaları Derneği 12 Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 13 2 Yıl Abone Kitaplardan birini Ol seç, SENİN 4 1 1 L T A B O 1 Yıl Abone N Kitaplardan birini Ol seç, SENİN E 57L T L İ K ABONELİK info@ak tuelarkeoloji.com 0212 244 25 02 14 Aktüel Arkeoloji w w w.aktuelarkeoloji.com KENT İSTANBUL’UN KÜLTÜR ENVANTERİ İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürlü- ğü, Türkiye Bilimler Akademisi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi ortaklığında; İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın ve Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nün destekleriyle hayata geçirilecek olan “İstanbul Kültür Mirası ve Kültür Ekonomisi Envanteri” projesi tamamlandı. stanbul’un tüm kültürel mirasına ilişkin detaylı bilgilerin, raporların, fotoğralar ve tabloların internet ortamında erişilebilir hale getirilmesini sağlayacak proje ile kültürel mirasımızın ne olduğunun bilinmesi ve bu bilginin yayılması; kültürel mirasın korunması, aslına uygun yaşatılması ve tanıtılması amaçlanıyor. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Proje kapsamında derlenen kültür mirası envanteri ile kentteki tarihi dokunun korunmasına yönelik alan yönetimi, çevre düzenlemesi, restorasyon, koruma, yeniden değerlen- dirme çalışmalarına temel olacak, kapsamlı, güncellenebilir ve kolay ulaşılabilir bir veri tabanı sistemi oluşturuldu. Kamuoyunun kullanımına açılacak olan internet portalı aracılığıyla (www.istanbulkulturenvanteri.gov.tr), İstanbul’un taşınır - taşınmaz, somut olmayan kültür mirasına ilişkin detaylı bilgiler, aişler, haritalar, raporlar, fotoğralar, ilmler, tablolar, belgeler ve klasiklere kolayca erişilebilecek. Kültür ekonomisi envanteri ile de İstanbul’un kültür ve sanat kapasitesinin, aktörlerinin, üretiminin, tüketiminin, iş gücünün, yatırımlarının ve ticaretinin proili ortaya çıkartılarak, kültür ekonomisinin kent içindeki yeri ortaya kondu. Bu envanter verileri İstanbul’u yaratıcı ve buluşçu bir çevre haline getirecek, sektörel destek, mekansal kümelenme ve İstanbulluların kültüre daha geniş katılımının sağlanması konusunda politika arayışlarına da yardımcı olacak. MS 161-180 yıllarında, Roma İmparatorluğu’nun görkemli kenti Sagalassos’ta inşa edildi Antoninler Çeşmesi. Yüzyıllar sonra büyük bir depremle yıkıldı ve efsaneler arasındaki yerini aldı. Neredeyse 1800 yıl sonra, 1994 yılında Sagalassos Antik Kenti’nde yapılan kazılarda bu muhteşem çeşmenin parçaları yeniden gün ışığına kavuştu. Son altı yıldır Aygaz, Antoninler Çeşmesi’nin restorasyon çalışmalarına sponsor olarak, kültürsanat etkinliklerini destekleme geleneğini sürdürüyor. 16 Aktüel Arkeoloji Yapılan çalışmalarda, Roma İmparatorluğu zamanında bir prestij simgesi olan bu anıtsal çeşmenin tamamlanması için, 3 bin 500 parça bir araya getirildi. Aygaz olarak, böylesine zorlu bir çalışmanın sponsorluğuyla, Anadolu tarihinin gizli kalmış bir hazinesini gün ışığına çıkarmanın mutluluk ve gururunu yaşıyoruz. 400 bloktan oluşan bu görkemli yapının tüm parçaları kazı dönemini takiben yere indirildi. Depreme karşı güçlendirme çalışmaları sonrasında, Sagalassos Antik Kenti’nin anıtsal miraslarından olan Antoninler Çeşmesi, yeniden suyla buluştu. Aktüel Arkeoloji 17 KİTAP PELOPONNESSOS SAVAŞLARI “Atinalı hukydides Atinalılar ile Peloponessoslular arasındaki savaşı anlatacak. Her şeyi başından itibaren anlatmasının nedeni bu savaşın diğerlerinden çok önemli bulduğuna inanmasıdır. Üstelik hem Atinalılar hem de Peloponnesoslular bu dönemde en parlak çağlarını yaşıyorlardı. Diğer kentler ise iki taratan birisini destekliyordu. Bu savaş öyle bir savaş oldu ki hem Helenler, hem barbarların bir bölümü bundan etkilendi. Kısacası tüm dünyayı etkisi altına alan bir savaş oldu.” hukydides Çeviren: Furkan Akderin Belge Yayınları BİR PAMPHYLIA SEYAHATİ Danieloğlu, Kaleiçi’nde “bizim eve sadece 50 adım uzakta” diyerek konumlandırdığı Aya İrini Kilisesi (Kesik minare) civarında oturan, oldukça varlıklı, saygın ve hayırsever bir Rum ailesine mensuptur. Dönemin birçok batılı gezgin ve araştırmacısına Antalya’da ev sahipliği de yapan yazarın, “Neden yanı başımızdaki antik kalıntıları görmeye gitmiyoruz… Bu kalıntıları İngiliz ve Fransız seyyahların yazılarından öğreniyor olmak gerçekten utanç verici…” diye yakınması ve öykünmesi, elinizdeki “1850 Yılında Yapılan bir Pamphylia Seyahati” başlıklı eseri var eden temel nedendir… D.E. Danieloğlu Suna-İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü TÜRKİYE’DEKİ ROMA İMPARATORLUK DÖNEMİ LAHİTLERİ Lahitler, Anadolu’nun Roma İmparatorluk Dönemi heykeltraşlığı içinde çok özel bir anlama sahiptir. Oldukça fazla sayıda ele geçmelerine karşın çoğunun yayınlanmamış olması ve depolarda saklanmalarının karmaşık bir durum yaratması nedeniyle bu lahitler hakkında genel bir bakış açısı kazanmak oldukça zordur. Konunun anlaşılmasını kolaylaştırmak amacıyla bu çalışma sonuna en önemli ve güncel eserleri içeren bir kaynakça eklenmiştir. Guntham KOCH Suna-İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü 18 Aktüel Arkeoloji Homer Kitabevi Parmaklarınızın Ucunda www.homerbooks.com ARKEOKONFERANS 19 Ocak 2011 Eda GÜNGÖR Roma Döneminde Anadolu’da Pişmiş Toprak Kandil Sanatı 2 Şubat 2011 Dr. Gamze GÜNAY EDLE VON GRAEVE Ionia Bölgesi Hellenistik Dönem Pişmiş Toprak Kandilleri Türk Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü OCAK 25 Ocak 2011 Doç. Dr. Felix PİRSON ‘’Archäologie (fast) ohne Ausgrabung: Neue Forschungen in Elaia, der Hafenstadt Pergamons’’ Suna-İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü Anadolu Medeniyetleri Müzesi 26 Şubat 2011 Savaş KARAKAŞ Bir Yönetmen Bir Belgesel - Tatlı Tuzlu Antalya 27 Ocak 2011 Oktay BELLİ Urartu Takıları ŞUBAT KONFERANS OCAK 13 Ocak 2011 Andreas SCHACHNER Bir Anadolu Beyliğinden İmparatorluğa “Hattuşa” 12 Şubat 2011 Prof. Dr. Klaus SCHMIDT Göbekli Tepe Taş Devri’nin Kutsal Dağı 10 Şubat 2011 Fikret ÖZCAN Pişmiş Toprak Heykelcik Üretimi ve İkonografisi 24 Şubat 2011 Rafet DİNÇ Tralleis Arsenal Binası Aktüel Arkeoloji ŞUBAT KONFERANS 29 Ocak 2011 Prof. Dr. Abdüsselam ULUÇAM Hasankeyf Gerçeği OCAK 15 Ocak 2011 Prof. Dr. Nurettin ARSLAN 1881’den 2010’a Assos Kazıları KONFERANS KONFERANS 16 Şubat 2011 Dr. Sylvia FÜNFSCHILLING Hadrianoupolis’ten Cam Buluntular 23-24 Şubat 2011 Sempozyum “Oryantalizm; panzehir” Zeynep Çelik, Gülsüm Karamustafa, Genco Gülan 15 ve 16. sayıda Xsantos ilanları ŞUBAT 24 Şubat 2011 Prof. Dr. A. Nejat BİLGEN Seyitömer Projesi. Kuzeybatı Anadolu’da çok evreli bir yerleşim tepesi Das Seyitömer Projekt. Ein mehrphasiger Siedlungshügel in Nordwest – Anatolien 5 Ocak 2011 Dr. Ali Kazım ÖZ Hadrianoupolis Mozaik Buluntuları ARKEOLOJ‹ VE SANAT YAYINLARI OCAK ŞUBAT 10 Şubat 2011 Prof. Dr. François Bertemes MÖ 2. Binyılın İlk Yarısında Tavşan Adası ve Güney Egenin İletişim Ağı Tavşan Adası und das südägäische Kommunikationsnetzwerk in der 1. Hälte des 2.Jts.v.Chr. Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi Oditoryumu İstiklal Cad. Nur-u Ziya Sok. No: 5 - Beyoğlu 20 ATÖLYE SEMİNER Alman Arkeoloji Enstitüsü ARKEOLOJ‹ VE SANAT YAYINLARI ARKEOLOJ‹ VE SANAT YAYINLARI arkeoloji yay›nc›l›¤›nda 1978’den beri arkeoloji yay›nc›l›¤›nda 1978’den beri topra¤›n alt›ndan k⤛d›n üzerine topra¤›n alt›ndan k⤛d›n üzerine arkeoloji yay›nc›l›¤›nda 1978’den beri topra¤›n alt›ndan k⤛d›n üzerine 2. bask› 2. bask› 33.y›l 33.y›l 33.y›l 2. bask› 2. bask› ‹STANBUL AYASOFYASI SERAF‹M MOZAY‹⁄‹ NEZ‹H BAfiGELEN • YUMUKTEPE HÖYÜ⁄Ü YERLEfiMES‹ ARKEOBOTAN‹K ANAL‹ZLER‹N‹N ÖN SONUÇLARI BURHANHÖYÜULAfi ‹STANBUL AYASOFYASI SERAF‹M MOZAY‹⁄‹ NEZ‹H BAfiGELEN • YUMUKTEPE GIROLAMO FIORENTINO • TRIPARTITE PLAN EVSEL VE KAMUSAL M‹MAR‹DE KUL2. 2. ⁄Ü YERLEfiMES‹ ARKEOBOTAN‹K ANAL‹ZLER‹N‹N ÖN SONUÇLARI BURHAN ULAfi bask› KRAL YOLU bask› (M.Ö. 5800-3100) ALEV ERARSLAN • ELAZI⁄/GEZ‹N HÖYÜ⁄Ü LANIMI GIROLAMO FIORENTINO • TRIPARTITE PLAN EVSEL VE KAMUSAL M‹MAR‹DE KULÜZER‹NDE B‹R YERLEfi‹MALEV YER‹ERARSLAN BÜLENT DEM‹R • ANT‹K DÖNEM’DE BANKACILIK LANIMI (M.Ö. 5800-3100) • ELAZI⁄/GEZ‹N HÖYÜ⁄Ü KRAL YOLU ERKAN ILDIZ • DIOCLETIANUS VE CONSTANTINUS REFORMLARINDAN SONRA ROÜZER‹NDE B‹R YERLEfi‹M YER‹ BÜLENT DEM‹R • ANT‹K DÖNEM’DE BANKACILIK ‹STANBUL AYASOFYASI SERAF‹M MOZAY‹⁄‹ NEZ‹H BAfiGELEN • YUMUKTEPE HÖYÜMA BÜROKRAS‹S‹ EFRUM‹YE ERTEK‹N • “EBED‹ KENT, PRENSLER KENT‹” NIKOMEERKAN ILDIZ • DIOCLETIANUS VE CONSTANTINUS REFORMLARINDAN SONRA RO- ⁄Ü YERLEfiMES‹ ARKEOBOTAN‹K ANAL‹ZLER‹N‹N ÖN SONUÇLARI BURHAN ULAfi DEIA FÜSUN TÜLEK • ANT‹KERTEK‹N DÖNEM’DE ‘ÖTEK‹KENT, DÜNYA’, ‘APOTHEOSIS’ VE ‘CONSEMA BÜROKRAS‹S‹ EFRUM‹YE • “EBED‹ PRENSLER KENT‹” NIKOMEGIROLAMO FIORENTINO ÖZEL • TRIPARTITE EVSEL VE KAMUSAL M‹MAR‹DEVEKULCRATIO’ KAVRAMLARI TERAMANPLAN ÇINAR • ERKEN HIR‹ST‹YANLIK B‹DEIA FÜSUN TÜLEK • ANT‹K DÖNEM’DE ‘ÖTEK‹ DÜNYA’, ‘APOTHEOSIS’ VE ‘CONSELANIMI (M.Ö. 5800-3100) ALEV ERARSLAN • ELAZI⁄/GEZ‹N HÖYÜ⁄Ü KRAL YOLU ZANS’TA MELEK TASV‹RLER‹ GÜLÇ‹N PEHL‹VAN • HERO‹K MANZARA RES‹MLER‹NCRATIO’ KAVRAMLARI ÖZEL TERAMAN ÇINAR ERKEN DÖNEM’DE HIR‹ST‹YANLIK VE B‹ÜZER‹NDE B‹R YERLEfi‹M YER‹ DEM‹R •• ANT‹K BANKACILIK DE ZAMAN NESL‹HAN ÖZGENÇ • BÜLENT DARÜLFÜZANS’TA MELEK TASV‹RLER‹ GÜLÇ‹N PEHL‹VAN • HERO‹K MANZARA RES‹MLER‹NERKAN ILDIZ • DIOCLETIANUS VE CONSTANTINUS REFORMLARINDAN SONRA RONUN’DA KLAS‹K F‹LOLOJ‹ Ö⁄RET‹M‹ YADE ZAMAN NESL‹HAN ÖZGENÇ • DARÜLFÜMA BÜROKRAS‹S‹ EFRUM‹YE ERTEK‹N • “EBED‹ KENT, PRENSLER KENT‹” NIKOMEPILDI MI? BÜLENT BERKOL Ö⁄RET‹M‹ • STRABON’UN NUN’DA KLAS‹K F‹LOLOJ‹ YADEIA FÜSUN TÜLEK • ANT‹K DÖNEM’DE ‘ÖTEK‹ DÜNYA’, ‘APOTHEOSIS’ VE ‘CONSE’SINDA KOMANA TAPINAK PILDI MI? KAVRAMLARI BÜLENT BERKOL • STRABON’UN CRATIO’ ÖZEL TERAMAN ÇINAR • ERKEN HIR‹ST‹YANLIK VE B‹KÖLELER‹ VE B‹R YAZARIN DENS‹ZL‹KLER‹ ’SINDA KOMANA TAPINAK ZANS’TA MELEK TASV‹RLER‹ GÜLÇ‹N PEHL‹VAN • HERO‹K MANZARA RES‹MLER‹N‹SMA‹L KAYGUSUZ • B‹L‹M VE B‹L‹RB‹LKÖLELER‹ VENESL‹HAN B‹R YAZARIN DENS‹ZL‹KLER‹ DE ZAMAN ÖZGENÇ • DARÜLFÜMEZL‹KKAYGUSUZ ÜZER‹NE NOTLAR Orta Lik‹SMA‹L • B‹L‹M II: VE 1.B‹L‹RB‹LNUN’DA KLAS‹K F‹LOLOJ‹ Ö⁄RET‹M‹ YAya’da Köybafl› Antik Yerleflimi: Yaz›t› ve Co¤rafi MEZL‹K ÜZER‹NE NOTLAR II: 1. Orta LikPILDI MI? BÜLENT BERKOL • STRABON’UN Konumuna Anlams›z Yaz›t› Bir Çal›flma, ya’da Köybafl›‹liflkin Antik Yerleflimi: veTAPINAK Co¤rafi2. ’SINDA KOMANA Myra ve Andriake: Bilimsel Temeli Olmayan, Konumuna ‹liflkin Anlams›z Bir Çal›flma, 2. KÖLELER‹ VE YAZARINSENCER DENS‹ZL‹KLER‹ Kaz› Amaçl› ÖnB‹R Düflünceler fiAH‹N Myra ve Andriake: Bilimsel Temeli ‹SMA‹L KAYGUSUZ • B‹L‹M VE Olmayan, B‹L‹RB‹LKaz› Amaçl›ÜZER‹NE Ön Düflünceler SENCER MEZL‹K NOTLAR II: 1.fiAH‹N Orta LikTel: (0212) 249 92 26, Yeni Çarfl› ya’da Cad. Köybafl› 16/A, Galatasaray, Beyo¤lu ‹stanbul / e-mail: [email protected] Antik Yerleflimi: Yaz›t› ve- Co¤rafi Konumuna ‹liflkin Anlams›z Bir Çal›flma, 2.için Abonelik www.arkeolojisanat.com • Kitabevimiz www.arkeopera.com Tel: (0212) 249için 92 26, Yeni Çarfl› Cad. 16/A, Galatasaray, Beyo¤lu - ‹stanbul / e-mail: [email protected] Myra ve Andriake: Bilimsel Temeli Olmayan, Abonelik için www.arkeolojisanat.com • Kitabevimiz Kaz› Amaçl› Ön Düflünceler SENCER fiAH‹N için www.arkeopera.com 135. say› 135. say› 135. say› RÖPORTAJ Röportaj: Mehmet BEZDAN Sunay’ın harikalar diyarı Sunay Akın’ın arkeolojiye olan ilgisinin sadece bu dizelerden oluştuğunu sanıyorsanız, ne yazık ki büyük ustayı tam anlamıyla tanımamışsınız demektir. Eğer tanrı Apollon’un aşkı Defne ile Amerikalı astronotlar arasındaki bağlantıyı biliyorsanız, evet siz iyi bir Sunay Akın takipçisisiniz. Uzun asfalt yolun sonundaki Arnavut kaldırımlı sokak, her zamanki gibi güne erken başlıyor. Nedeni sokağın sonunda yer alan köşkte, dünyanın çeşitli noktalarından bir araya getirilen oyuncaklarla çocuk tarihinin anlatıldığı İstanbul’un yegâne Oyuncak Müzesi’nin bulunması. Alacahöyük’te olduğu gibi iki aslan değil; ama iki zürafanın sizi karşıladığı Müze, yüksek apartmanların arasında bir zaman kapsülü olarak adeta zamana direniyor. Küçükken dinlediğimiz masallarda şekerden yapılmış evler vardı ya hani; rüya gibi, işte öyle bir yer İstanbul Oyuncak Müzesi. Ve bu harikalar diyarı İstanbul’a hediye edildiğinden beri, 22 Aktüel Arkeoloji çocukları ve çocuk yanlarını içinde bir yerlerde saklayan büyükleri kendisine çekiyor. İtiraf etmeliyim ki; İstanbul Oyuncak Müzesi’nde kendinizi, sürekli doğum gününü kutlayan küçük bir çocuk gibi mutlu hissediyorsunuz. Bu büyüye teslim oluyorum ve bir süre sonra kendimi, Müze’nin kendi gibi huzurlu olan Kafe’sinde buluyorum. Her köşesinde başka bir ayrıntının olduğu duvarları incelerken, hiçbir zaman, kaybetmediği heyecanlı görüntüsüyle Sunay Akın geliyor. Sanırım; O’nun yazdığı her kelimenin ya da yaptığı her çalışmanın bu kadar güzel olmasını sağlayan da heyecanı. Emerson’un dediği gibi “Yapılırken heyecan duyulmayan işler başarılamaz”. Kalemiyle; arkeolojiye belki de hiç görmediğimiz bir pencereden bakmamızı sağlayan Usta’yla kültür politikaları, arkeoloji, müzecilik; ama aslında hayatın kendini konuştuğumuz sohbete konuk olmak isterseniz, işte size Sunay Akın’ın yarattığı harikalar diyarı… Aktüel Arkeoloji : Arkeolojiye olan yakınlığınızı yazdığınız kitaplardan ve söyleşilerinizden biliyoruz. Arkeolojiyle aranızdaki bu bağ nereden geliyor? Sunay Akın: Bu bağ; İstanbul’a ilk geldiğim gün ziyaret ettiğim yerle bağlantılı. Ben, çocukları daha iyi eğitim alsın diye Trabzon’dan çıkıp İstanbul’a gelen bir ailenin çocuğuyum. Babamın, ben henüz 10 yaşındayken, ailesini İstanbul’a getirmesinin nedeni; Trabzon’da eğitim olanaklarının son derece sınırlı olmasıydı. Benim babam, para kazanmak, zengin olmak için İstanbul’a gelmedi. Tek arzusu çocuklarının iyi bir eğitim alması, üniversitede okumasıydı. Bunu yapmadan önce, yani ailesiyle birlikte İstanbul’a taşınmadan önce, 5 yıl boyunca her yaz tatilinde bizi bir aylığına İstanbul’a getirirdi. “Çocuklarım İstanbul’u tanısın” düşüncesiyle yaptı bunu. Ben 6 yaşında ilk kez İstanbul’a geldiğimde, babamın bizi İstanbul’daki ilk günümüzde götürdüğü yer neresiydi biliyor musunuz: İstanbul Arkeoloji Müzesi. İşte bu nedenle benim için İstanbul, her zaman Arkeoloji Müzesi’ndeki eserlerdir. O günden itibaren “İstanbul” denince aklıma gelen ilk görüntü; o arkeolojik eserlerdir. A.A: Sizin için; Arkeoloji ve Müze, aileden gelen eğitimin bir parçası diyebilir miyiz? S.A: Çok doğru. Tarih ve arkeoloji sevgisi ve bunu sağlayan babam ilkokul mezunu biliyor musun? Çünkü o bir Cumhuriyet Bir dostun sıcaklığına öylesine yaslamak istiyorum ki başımı ya omzunu uzat sevgilim ya da telleri kopuk bir kemanı aydını, Cumhuriyet çocuğu. Bu sevgi bana babamdan, babama da Cumhuriyetten geçti. Babam radyo dinler, gazete okurdu. Demek ki; o dönemde radyolarda neler anlatır neler konuşulurdu anlayın işte. A.A: Bir kültür politikasından ve onun sonuçlarından bahsediyoruz… S.A: Kesinlikle! İşte cumhuriyetin insanlara verdiği değerler. Bir düşünelim; bankalara bile Eti Bank, Sümer Bank adını koymuş Cumhuriyetin kurucusu. Bu bir rastlantı mıdır? Bu; kültür politikasıdır. Bakın bu gün politikada kullanılan bir söylem var: Alt kimlik, üst kimlik. Bana yurtdışında soruyorlar “Orijininiz nedir?” diye. Tek bir yanıt veriyorum: HİTİT. Arkasından da ekliyorum: “içinden”. Demek ki; Cumhuriyetin ışığında yetişen ilkokul mezunu babamda bile Tarih ve Arkeoloji sevgisi çok yoğun bir şekilde vardı. A.A: Bu düşünce sisteminin oluşmasını sağlayan nedir sizce? S.A: Bunun nedeni; Cumhuriyetin kazandırdığı Anadolu kimliğidir. Gazi’nin, Kurtuluş Savaşı’nın ardından yabancı bir gazetecinin savaş hakkındaki sorusuna, “Hektor’un öcünü aldım!” demesi bir rastlantı değildir. (A.A. : Bu konuda okurlarımıza küçük bir hatırlatma yapmak isterim; 1915 yılında Çanakkale önlerine gelen düşman gemilerden bir tanesi; adını, binlerce yıl önce yine bu sahilleri işgal etmek için gelen Akha Kralı Agamemnon’dan almıştı. Garip bir tesadüf olmalı(!)) . Bir diğeri ise, duyduğumda beni çok etkilemişti: Gazi, Sakarya Meydan Muharebesi sırasında; savaşı yönetirken bir an duruyor ve yanındakilere ne diyor biliyor musun? Bir Hitit Müzesi kurmalıyız. Oysa savaş daha devam ediyor. Ne olacağı belli değil. Ama O’nun kafasında bir Hitit Müzesi var. İşte Cumhuriyet Kanadının altına sığınacak bir kuş arayan eskimiş saçak gibiyim sensiz ya da bütün balinaların kıyıya vurup intihar ettiği bir deniz Bir hitit çanağıyım toprağa gömülü ve sen ilk kazısını yapan bir arkeolog ürkekliğiyle ellerinin arasına al beni Tek dileğimdir çünkü benim sana yakın bir sunay akın Antik Acılar Kitabı Aktüel Arkeoloji 23 ve işte O’nun düşünce şekli… A.A: Bahsettiğimiz düşünce sistemi içinde arkeoloji ve müze bir toplumun gelişimi için ne anlam ifade ediyor? S.A: Müze aydınlanmacıdır. Demokrasi; bir topluma, müzelerden verilir. Anadolu’daki bu arkeoloji sevgisi; demokrasi sevgisidir. Aydın olmak; kartvizitlerde adlarımızın önüne koyduğumuz unvanlarla paralel değildir. Bir ülkede demokrasinin var olup olmadığının ölçüsü; o ülkenin müzelere ve Arkeoloji’ye verdiği değerle birebir doğru orantılıdır. Bugün; Efes antik kentinde antik çağa ait 20 bin kişilik bir tiyatro var. Bu antik kentin; o dönem nüfusu ne kadar? Yaklaşık olarak o kadar. Yani; neredeyse bütün bir kenti içine alacak kadar büyük bir tiyatro salonu yapmışlar. Bugün Efes’in bulunduğu İzmir’in Selçuk ilçesi. Selçuk’un nüfusu yaklaşık 30 bin. Tiyatro salonu yok! Dünyaya bir gök taşı çarpsa, insanlık denen uygarlık yok olsa, yıllar sonra uzaylılar dünyaya gelseler; öyle ya, tanımaya çalışıyorlar dünyayı, “Burada acaba eski bir uygarlık var mı?” sorusuna yanıt bulacaklar. Efes antik kentini de bulsalar, Selçuk kasabasını da bulsalar… Bakarlar ki; birinde, şehri içine alacak kadar büyük bir tiyatro salonu var, diğerinde; tiyatro salonu yok. Uzaylılar, Uygarlık çizelgesinde hangisini ileriye, hangisini geriye koyarlar? Arkeoloji sevgisini ve demokrasinin gelişimini bundan daha güzel bir örnekle anlatamam sanırım. A.A: Ülkemizde arkeolojinin önemi tam olarak algılanabildi mi? S.A. İnsan iki şeyi ilk elden alır: İnancı ve etnik özelliği. İkisi de güzeldir; çünkü bunlar kültürleri oluşturur. Bunların ramazan pidesi vardır, paskalya çöreği vardır, türküleri, kıyafetleri, folkloru, mimarisi vardır da vardır. Ama ilk elden aldığımız bu değerler üzerine politika yapmak da ilkelliktir. Türkiye’nin yaşadığı yakın tarih de budur. Son 50-60 yıl… Bu nedenle; Türkiye’de arkeolojik kazılar belediyelerin; İstanbul’da İSKİ’nin, İGDAŞ’ın dozerleriyle başlıyor. Arkeolojinin kendi alanında çalışma yapmak isteyenlere “Para yok!” deniliyor. Önü 24 Aktüel Arkeoloji kapatılıyor. Ama ihale ile alınan bir çalışmada dozer bir yeri açarken eski eser çıktığında “Hay Allah!” diyor bir defa oradaki müteahhit. “Eyvah işler uzadı kahretsin, gelin kaldırın!” diyor. İşte bu ülkede bu kadar demokrasi olur. Çok renkli, çok kültürlü toplumda demokrasi istiyorsan, politika yapmak istiyorsan, hayatı derinleştireceksin. Yani arkeolojiye, kültürel çalışmalara, kültür politikalarına ilk sırayı vereceksin. Türkiye’nin bütün yaşadığı sıkıntılar, televizyon haberlerinde izleyip rahatsız olduğumuz olaylar, aslında doğru kültür politikalarıyla çözülebilecek olaylar. Nohut nohut olsun, fasulye fasulye olsun, buğday buğday olsun, incire incir diyelim, kayısıya kayısı diyelim; ama hepsinin bir araya gelip karıştığı aşurenin tadı bozulmasın. Bunun için de, bir Hitit kazanına ihtiyacımız var. Demokrasinin ve arkeolojinin önemini anlatabiliyor muyum? Vatan sevgisi, ülke sevgisi, gerçek milliyetçilik; ülkede, arkeolojiye verilen değerle ölçülür. Başka hiçbir şey değil. Bir ülkede arkeolojiye, arkeologlara, bilimsel kazılara, çalışmalara ne kadar değer veriliyorsa, fon ayrılıyorsa o ülkede o kadar demokrasi vardır. A.A: Müze kültürümüz sizce ne düzeyde? Sadece yapısal anlamda değil; düşünce dünyamızdaki yeri de sorgulanmalı sanırım… S.A. Şimdi biz, hafızası belli olmayan bir toplumuz. Koruyamıyoruz. Neden? Şimdi biz ağaçlarımızı koruyamıyoruz. Bırak tarihi eserlerimizi, denizlerimizi koruyamıyoruz. Arkeolojik bir eser ney- Aktüel Arkeoloji 25 se; deniz de o, ağaç da o. Genelde; baktığımız zaman, korumacılık konusunda eksiklerimizin çok olduğunu görüyoruz. Zayıf olduğumuzu görüyoruz. Denizlerimiz kirlendi, yeşil alanlarımız yok oluyor. Antik kentlerimizi koruyamıyoruz, barajlar kuruyoruz üstüne; yanlış enerji politikalarıyla. Koruyamıyoruz. NEDEN? Çünkü bir topluma korumacılık düşüncesi müze koridorlarından yayılır. Bütün bu olaylar Almanya’da olabilir mi? Olmaz, OLAMAZ! Almanya’da Allianoi diye tarihi bir kent çıksa, Alman üstüne baraj yapar mı? Bunun tartışması bile olmaz. Çünkü Alman her gün bir müzeye giderse ömrünün on altı yılını sokağa çıkamadan Almanya’nın müzelerinde yaşar. Yani; korumacılık düşüncesi müzelerden verilir. Müzeleri olan bir toplumda korumacılık hakimdir. Küçümsemiyorum, hatta destekliyorum ama ağaç dikme kampanyalarıyla, denizden çöp toplama kampanyalarıyla korumacılığı anlatamayız. Bunun merkezi müzelerdir. Bir toplum müzeler varsa korumacıdır. A.A. Sanırım yeterli sayıda ve nitelikte müzemiz olmadığı ortada… S.A. Finlandiya’nın Tampere kenti 250 bin nüfusa sahip, kuzeyde küçük bir kent ve tam 150 tane müze var. Tampere kenti İstanbul’un Dudullu ilçesi kadar. Bugün, 15 milyonluk İstanbul’da kaç müze var? Müze demek; kültür hizmeti 26 Aktüel Arkeoloji sunan sergilenen eserleriyle o kıvama gelmiş, sergilenen eserlerin nitelikleriyle o ismi almayı hak etmiş ve dahası kültür etkinlikleri sunan mekândır. Bu açıdan bakarsak İstanbul’daki müze sayısı iki elin parmaklarını geçmez. İşte tüm mesele bu! A.A: İstanbul Oyuncak Müzesi, dünyadaki oyuncak müzeleri arasında ilk 5’te yer alıyor. Bu müzeyi gezen herkes, burada ne kadar çok emeğin olduğunu, ne kadar önemli bir kültür hizmeti yaptığınızı çok daha iyi anlar. Dolayısıyla müzecilik hakkında sizin fikirlerinizin önemli olduğunu düşünüyorum. Ülkemizdeki müzelerin niteliği hakkında ne düşünüyorsunuz. ? S. A: Üzülerek söylüyorum ki; pek çoğu arkeoloji deposu. Eserleri toprak altından çıkarıp yan yana dizerek müze olmuyor. Müze bu değil. Ama haksızlık da etmek istemem, Türkiye’de yıllarca müzecilik ihmal edilmiş. Müzecilik yapan insanlar, Türkiye’nin en zor koşullarında görev yapanlar arasındadır. Bu nedenle hayatını bu işe adamış insanlar benim için; en saygın insanlardır. Onları rencide etmek asla istemem. Şu anda Kültür ve Turizm Bakanlığı, Müzeler Genel Müdürlüğü bütün iyi niyeti ve gayretiyle çok güzel şeyler yapıyor. Müzeciler benim arkadaşlarım, onları çok seviyorum. Zaten onlar da aynı sıkıntıları dile getiriyor. Çok, çok zor koşullar- da çalışıyorlar. A.A. Peki bir yazar olarak sizce; aydınlar ve sanatçılar bu konuda gerekli desteği veriyor mu? S.A. Asıl sıkıntılı nokta da bu. Müzeciler ve arkeologlar gereken desteği sanatçılardan göremiyorlar. Ben müzeci değilim, arkeolog da değilim. Ama ben müze severim, arkeoloji severim. Benim kimliğim edebiyatçı. Ben şair - yazarım. Ama edebiyatçı ve şair yazar olarak; dünyanın dört bir yanına gitmiş, binlerce müze gezmiş biri olarak bu ülkede müzeciliğin ne olması gerektiğinin ışığını ben taşımayacağım da, bu ülkeye kim taşıyacak? Binlerce müze gördüm. Hayatımda en mutlu olduğum anlar müzede geçirdiğim saatler, en sevdiğim mekânlar da müzelerdir. Paris’te, Eifel Kulesi’ni dördüncü gidişimde gördüm. Umrumda bile değil Eifel Kulesi! Daha önceki üç gidişimde müzelerdeydim. Hala da öyle; müzeler, sahalar, antikacılar… Antikacılar çarşısı da müzedir; çünkü gündelik hayatın tarihi oradadır. Hollanda’da çok güzel bir antikacı var. Ne satıyor biliyor musunuz? Sadece eski tıp araç gereçleri satıyor. Tıp tarihi var orada. Hiçbirimizin göremeyeceği objeler var. Şimdi; ben, bunları keşfettim. Bu birikimi, bu ışığı, avuçlarımda topladım. Bunu Türkiye’ye yaymaya ve taşımaya çalışıyorum. Ne yapıp yapamadığıma bir yargıç karar verecek; o da ZAMAN. Ama benden sonra karar verecek; çünkü sıra bende. Daha onun konuşmaya hakkı yok! Benim hakkımda iyi şeyler söylenmesi için yapmıyorum bunları. Benim taşım cilalı olmasın; düzgün olsun yeter. Zaman karar verecek ne kadar parlak olup olmadığıma. Bir öz eleştiri yapalım. Bir ülkeye müzenin önemini, gerekliliğini şairler yazarlar anlatmayacak da kim anlatacak? Nerede şairler yazarlar? A.A. Anlatmışlar mı sizce? S. A. Göremiyorum. Benim olmam marifet değil. Ötekiler nerede? Frankfurt Kitap Fuarı’na her yıl giden şair ve yazarlar, kaç tane müze gezmiştir sanıyorsunuz? Ben bu sorunun yanıtını biliyorum, onun için soruyorum. Ya da kaçı umursamıştır, yüreği ile koşmuştur müzelere? Gelmişken görelim. Yüreğinle koşmak heyecanlanmak başka bir şey. Onlarca kez görmeme rağmen, uçağa bindiğimde gideceğim müze için heyecanlanırım hala; çünkü mutlaka bir değişiklik, yeni bir sergi vardır. Bizdeki müzeler, depo gibi atıl kalmış. Müze bir metindir. Na- sıl ki bir sinema filmi çekmeden önce bir senaryo gerekiyorsa, müzenin de bir senaryosu olmalıdır. Şimdi bu konuda kim yardımcı olacak müzecilere? Burada, kendine sanatçı diyen şairler, yazarlar, ressamlar, müzisyenler; yani bizler ön ayak olacağız. Burada kar makinesi biziz, yolu biz açacağız. A.A: Aydınların ve sanatçıların bu konuda sorumluluklarını hatırlamaları gerekiyor, öyle değil mi? S.A. Aynen öyle. Aydın olmak. Bu heyecan, sevgi bizden gelmeyecek de topluma nereden gelecek? Hangi kaynaktan gelecek bu su? Bu nedenle; müzecilik ve arkeoloji konularındaki bu uzaklık artık yeter. A.A. Aydınlık bir geleceğin, ülkenin sahip olduğu müze sayısıyla eşdeğer olduğunu söylüyorsunuz? S.A. Kesinlikle efendim. Şimdi Avrupa’da mı demokrasi daha güçlü, bizde mi? Avrupa’nın mı ekonomisi güçlü, bizimki mi? Avrupa bizden daha gelişmiş. Peki soruyorum. NEDEN? Birliğe üye olmak istediğimiz Avrupa ülkeleri önce zengin olup sonra mı müzelerini kurdu; yoksa müzelerini kurup her adımı bilgi dolu aydınlanmanın ışığında yürüyerek, o koridorlardan geçerek mi bugünkü güce ulaştılar? Louvre Müzesi koridorlarının uzunluğu 13 km. D’Orsay Garı kapatıldı. Ne oldu? Müze. Haydarpaşa ne olacak? Akla gelen yegane şey otel ya da kongre merkezi. Kimsenin aklına müze yapmak gelmiyor. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin yeri Haydarpaşa Garı’dır. Neden? Çünkü Haydarpaşa Garı Anadolu’nun gardrobudur, Anadolu’ya açılan kapıdır. İstanbul’u İstanbul eden de Anadolu medeniyetleridir. İstanbullu bunu bilir. Bu nedenle Haydarpaşa Garı’na trenle gelen bir Anadolulu, merdiven çıkarak girmez İstanbul’a, merdivenlerden iner. İstanbul bilir, Anadolu üstündür. Büyük medeniyetler vardır orada. İstanbul, alçak gönüllü bir şehirdir. İstanbul hiçbir zaman; “Biz yedi kuşak İstanbulluyuz” diyen; burnu büyüklerin kenti olmamıştır. Gerçek İstanbul’dan söz ediyorum. Aktüel Arkeoloji 27 Bu nedenle; bir hayalim de Haydarpaşa Garı’nı bir Anadolu Medeniyetleri Müzesi haline getirmektir; Antik Çağdan başlayıp günümüze kadar gelen tarih çizgisinde… A.A. Müze binaları ve tarihi yapıların bu amaçla kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz? S.A. Var olan tarihi bir eser içine müze kurmak çok doğru değil. Tarihi mekânlar müze olarak kullanılmalıdır; ama daha çok tematik müze olarak kullanılabilir. Örneğin; benim aklımda Kurbağa Müzesi var. Bir yazar kendini anlatırken şöyle başlamış: bir yaşındayken kurbağadan korktum. Orhan Veli. Sabah serenat çeker kurbağalar. Ona şiir yazan kim? Tevfik Fikret. Öpülünce prens olan kurbağaya dek… Bu tür müzeler için; eski tarihi binalar kullanılabilir; ama Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nden söz ediyorsak, bu kadar mükemmel eserleri, var olan bir hacim içine koymak yerine, mimarisiyle özgün bir müze yaparak orada sergilemek doğru olandır. Ankara’ya başlı başına bir müze kurmak gerekir. Haydarpaşa Garı, tarihi eserdir. Müzeyi orada kurmayacaksınız. “Haydarpaşa Garı Anadolu Medeniyetleri Müzesi olsun” dememle çelişmez bu düşüncem. Haydarpaşa Garı U şeklinde bir bina. Arkası bomboş. Oraya kalıcı olmayan çelik ve cam konstrüksiyon kullanarak müzeyi arkaya doğru büyütebilirsin. Haydarpaşa Garı, müzenin sadece kapısı olur. Zaten, Haydarpaşa’nın koridorları yetmez ki müze olmaya. D’Orsay Müzesini görenler ne demek istediğimi anlayacaktır. Asıl olan, müzenin metninin yazılmasıdır. Bu yüzden; biz edebiyatçılar, konuya el atmalıyız diye düşünüyorum. Bizim katacağımız çok şey var. Benden 28 Aktüel Arkeoloji başka kim var tartışılır da… Ama ileride olacaktır. Biz kar makinesiyiz. A.A: Son dönemde gezdiğiniz müzelerden hangisini beğendiniz? S.A. Çorum’daki Arkeoloji Müzesi’ni çok beğendim. Alacahöyük Kazısı çok önemli bir kazı, tabi buradan çıkan eserler de. A.A. Yazılarınızda, söyleşilerinizde Hitit’e vurgu yapıyorsunuz. Hitit’i sizin için bu denli özel kılan nedir? S. A. Biz, Koç’un yaptığı Anadol arabalarla büyüdük. Onun simgesi Hitit geyiğiydi. Sonra, Eti bisküvileri ile büyüdük. Simgesi Hitit Güneşiydi. Benim çocukluğumda; bisküvide bile arkeoloji vardı. İşte bu; bir kültür politikasıdır. Şimdi biz neredeyiz? Ben bir Hitit çocuğuyum. Benim kendimi Hitit olarak tanıtmamın nedeni bu. Ama sadece Hitit değil. Mesela Apollon hayranıyım. Apollon, Anadolu demektir. Apollon’a sahip çıkmadık. Amerika uzaya gönderdiği roketlere Apollo (Apollon’un Latincesi Apollo’dur.) adını verdi. Apollon’u anlayamazsan, bu bilgiyi alamazsan, küçümsersen, sahip çıkmazsan, uzayda yerin yok senin. Uzaya giden yol nereden geçiyormuş? Arkeolojiden geçiyormuş. Arkeolojinin ne demek olduğunu anlayamıyorsan, ona gereken önemi değeri vermiyorsan, uzayda yerin yoktur. Oysa Amerika’nın uzaya gönderdiği roketlerde de Apollo adı yazıyor. A.A. Arkeoloji sevginiz ve bilginiz eserlerinizde sizi nasıl besliyor? S.A. Ben; arkeolojiyi, bir edebi eser ortaya çıkarırken, renk olarak kullanıyorum. Ressam paletinde, bir renk olarak duruyor arkeoloji. Yoksa başlı başına arkeoloji, haddim değil. O kadar güzel ki- taplar var ki, ben onlardan beslenip bir Sunay Akın metni oluşturmak için tarihten, coğrafyadan, felsefeden, psikolojiden nasıl yararlanıyorsam, arkeolojiyi de mutlaka paletimde tutuyorum. Edebiyat yapmak, bunlardan bir senfoni oluşturmaktır. Arkeolojiye tek başına bir enstrüman olarak hakim olmak, bambaşka bir sanat. A.A. Arkeoloji, paletinizdeki hangi renk? S.A. Bordo A.A. Neden Bordo? S.A. En sevdiğim renklerden biridir. Trabzonluyum. Güneş bizim orada bordo batar. Belki de en önemlisi, babam bir terzi ve annem O’na bordo renkli bir ceket diktirmek için dükkana gittiğinde tanışıyorlar. Bu yüzden bordo... (Söz konusu ceket İstanbul Oyuncak Müzesi’nin girişinde sergileniyor) A.A. Sizinle daha önce yaptığımız sohbet sırasında Antik Dönem oyuncakları üzerine çalıştığınızı söylemiştiniz. S.A. Ben şunu tespit ettim: Arkeolojik çalışmalar sırasında çıkan pek çok oyuncak ya da minyatür, “heykelcik” diye kaydedilmiş. Başlı başına oyuncak konulu bir arkeoloji müzesi düşünüyorum. Bugün fırsatım olsa “çocuğun tarihini” anlatan “Arkeolojide Çocuk” konulu bir müze kurmak isterim. Her şeyiyle çocuk olmanın tarihi… Çocukluk; kazasız belasız atlatılması gereken, “Bir an önce büyüsün, iyi bir eğitim alsın” diye düşü- nülen bir süreç bizde. Oysa çok yanlış, geleceği şekillendiren var eden hep çocukların hayalleridir. A.A: Hıncal Uluç “Kapıyı Anahtarla Açmak” kitabında, sabah kahvesini içerken Kraliçe Sophia Müzesi’ndeki hediyelik eşya bölümünden aldığı kahve fincanını uzun uzun seyrettiğini anlatır. Çünkü üzerinde belki de dünyanın en ünlü tablolarından Guernica vardır. Müzelerin hediyelik eşya bölümleri, kültürel hizmetin önemli bir parçası. Bu müzenin kurucusu ve dünyada pek çok müzeyi gezmiş biri olarak; müzelerdeki hediyelik eşya kültürü hakkında ne düşünüyorsunuz? S.A. Ne yazık ki müzelerin hediyelik eşya bölümleri çok zayıf. Oysa Avruİlustrasyon: Önder Önerbay Aktüel Arkeoloji 29 pa tıklım tıklımdır. Bizde müze gezme kültürü olmadığı için ya da yeni yeni başladığı için diyelim; müzelerden hediyelik eşya alma, oradaki bir objeye sahip olma heyecanı bizde yok. Yeni yeni başlayacaktır. İstanbul Oyuncak Müzesi’nin hediyelik eşya bölümüne bin bir özenle koyduğum objeler hak ettiği ilgiyi görmediler. Ama bu kültür oluşacaktır. Ne kadar müzemiz var ki zaten; bu sevgi, öğreti insanlara yayılsın. Benim evim, odam bu tür Avrupa’daki müzelerin hediyelik eşya bölümlerinden aldığım objelerle dolu. Asıl olan doğru müzeleri kurmak. Müzecilik, bekçilik değildir. Depoculuk değildir. Bir müzeye gelen insan, oraya tekrar gelme arzusunu hissetmeli. Çok etkilenmeli. Özlemeli orayı. Ama bunun için de doğru müzeleri kurmalıyız. Fikir olarak, doğru metin olmalı. Oyuncak Müzesi’ne hatada 2-3 kez gelen ve buradan evine gidenler var. Merak ettim ve sordum birine: Neden? “Burada ruhumu yıkıyorum. Sonra da eve gidip duş alıyorum” dedi. Böyle müzeler kurmalıyız. Victor Hugo der ki: “Ey şair; bana yağmurdan bahsetme, yağdır”. Bu da onun gibi bir şey. Ben yağdırırım, nasıl olması gerektiğini anlatamam. Bir şiiri anlatmak gibi… Oysa asıl olan şiirdir. Anlatılmaz ki! Herhangi bir konuda, bir müzeyi kurarım. Metnini, objelerin nasıl konulması, nasıl bir gezi düzeni içinde olması gerektiğini her şeyiyle kurarım. En büyük arzum boş bir araziye mimarisiyle o konuda uzmanlarıyla oturup, orada bir metin yazmak, onu oluşturmak. A.A: Pek çok kişi gibi tarih ve arkeolojiyle ilgili çok ilginç bağlantıları sizin kitaplarınızdan öğrendim. Pek çok konu- 30 Aktüel Arkeoloji yu bir potada eritiyorsunuz. Arkeoloji de bunlardan biri… S.A. Arkeoloji, bildiğiniz gibi Edebiyat Fakültelerindedir. Neden? Edebiyat Fakültesine baktığında Arkeoloji, Sanat Tarihi, Felsefe, Psikoloji, Sosyoloji, Tarih, Coğrafya gibi pek çok disiplini görürsünüz; çünkü edebiyatçı bütün bu enstrümanları kullanarak onlardan bir senfoni yaratan insandır. Nasıl bir senfoni orkestrasında şef; ülemeli, vurmalı, yaylı çalgıların hepsini duyuyor ve onları yönetiyorsa, edebiyatçının da bu bilimsel disiplinlere hakim olması gerekiyor. Bu nedenle arkeoloji eğitimi almış bir insanın gözünden kaçabilecek ayrıntıları ortaya çıkarmak bana düşer. A.A: Dünyanın ilk aşk şiirini bir de sizden dinlemek isteriz? S.A: Samuel Noah Kramer 1951 yılında İstanbul’a geliyor. Sümer tabletleri üstünde çalışıyor. 2461 no’lu tableti inceliyor. İşte o tablet; bir aşk şiiridir. Yazan, yani şair; bir kadın ve bir krala yazıyor. Malumunuz Sümer’de her yıl hasat döneminde toprakların verimli kılınması için Kral, aşk ve doğurganlık tanrıçası İnanna’nın rahibelerinden biriyle evleniyordu. Rahibe, Kral’a aşık oluyor ve bu şiiri yazıyor. Samuel Noah Kramer’in kitabını ilk okuduğumda çok etkilendim. Şimdi bir şey yapmam gerekiyor. İstanbul’da nice aşkların tanığı bir eser var: Kız Kulesi. “Kız Kulesi bir müze olsun” dedim 1992 yılında, dünyanın ilk aşk şiirini oraya koyalım ve tüm dünyaya duyuralım. “Hey, Dünya’nın yazılı ilk aşk şiiri İstanbul’da, Kız Kulesi’nde. İki kıtanın arasında...” Şiir; kıtalardan oluşur ya, ilk aşk şiiri de iki kıtanın arasında bu yüzden. Bunu yapsaydık, Salacak kıyısı Japon turistlerden geçilmezdi. İşte sana turizm. Ama asıl olan kültür politikasıdır. Kültür politikası üretiyorum ben. Ne yazık ki Kız Kulesi, lokanta yapıldı. Ama eminim bir gün; benim bu düşüm gerçekleşecek. Bir gün Kız Kulesi müze olacak ve ilk aşk şiiri orada sergilenecek. A.A: Siz gündeme getirdikten sonra, bu önemli eser 14 Şubat’ta ayrı bir bölümde sergilenmeye başlandı. S.A. Çok doğru, tabi bunlardan memnun oluyorum. Benim başlattığım o kadar çok şey var ki. Benim adımı anmasalar da ben memnunum. Ben “Anonim” olayım mühim değil. Işık kaybolmasın. Korumacılık düşüncesinin olduğu yerde ben varım zaten. Önemli olan ışığın kendisi, ışığı taşıyan el değil. A.A. “Avcının değil, aslanların tarihini anlatmayı istiyorum” diyorsunuz. Antik Dönem’e ait aslan tarihini sizden okumak çok keyili. Sizi bu konuda yeni araştırmalara iten, heyecanlandıran yeni bir konu, bir kitap çalışması var mı? S.A. Yeni bir kitap hazırlıyorum. İlk bölümde hiç bilinmeyen Çanakkale Savaşı olacak. Okurlarınıza kısaca anlatmak En eski aşk şiiri Eski babil dönemi MÖ 18.yüzyıl, büyük bir olasılıkla Kral Şusin için seçilmiş bir gekin tarafından söylemek için kaleme alınmıştır. İstanbul Arkeoloji Müzeleri isterim. Yer, Ege Denizi… heseus, Girit Adası’na Minotaurus adlı öküz başlı canavarı öldürmek için yola çıkacaktır. Babası Kral Aigeus’a, bu tehlikeli görevi başarırsa, dönüş yolunda gemisine beyaz yelken çekeceğini söyler. heseus, zorlu bir mücadelenin ardından Minotauros’u öldürür. Zafer sarhoşluğu içinde ülkesine dönerken gemisindeki yelkeni değiştirmeyi unuttur. Bunun üzerine kıyıda oğlunun yolunu bekleyen Kral Aigeus, kara bayrağı görür görmez oğlunun başına bir felaket geldiğini sanarak, kendisini denize atıp intihar eder. Bu olaydan sonra denize Kral’ın adı verilerek “Aigeus’un Denizi” dendi. Bu ad zamanla değişerek “Ege Denizi” olmuştur. İşte Ege Denizi’nin adı buradan geliyor. Ege Denizi adını evlat hasretine dayanamayan bir kraldan, bir babadan alıyor. Baba - oğul trajedisinden alıyor. Ve 1915 yılında Çanakkale önüne gelen işgal gemileri. Amiral Guepret, işgal güçlerinin Fransız Komutanı: “Bana Yüzbaşıyı çağırın” der. “Yüzbaşım, bu Türkler, garanti suya mayın bırakmıştır”. “Git mayınları temizle, bize İstanbul’a giden yolu sen aç. -Bu büyük bir onurdur.- Ve İstanbul’a vardığımızda seni Binbaşı yapacağım. Nişanlı olduğunu biliyorum. Nişanlını da Paris’ten getirip sana İstanbul’da düğün yapacağım” der. Şimdi biz şöyle biliyoruz: Nusrat Mayın Gemisi mayın döşedi. Bunlar gelip mayınlara çarptı. “Afedersiniz ama bunlar suda mayın olduğunu bilmiyorlar mı? Burada bir şey eksik değil mi?”. O sırada bizde bir şüphe. Mayınlar suda mı, değil mi? Cemal Bey diyor ki (Soyadı Kanunu çıkınca Durusu soyadını alacak) “Bir uçakla 300 metre yukarıdan baksak, mayınların suda olup olmadığını anlarız”. Uçak da ne biliyor musunuz? Zamanında Kahire’ye gitmek için havalanan, Kaz Dağları’nda o efsanevi İda Dağı’nda düşmüş bir uçak. Onarılıyor. Uçağa da Japonya’dan dönüş yolculuğunda batan Ertuğrul Firkateyninin adı veriliyor. Şu iç içeliğe bakar mısınız? Mayınların suda olmadığı anlaşılıyor ve Nusrat bir kez daha mayın döşüyor. Ama Amiral Guepret’in elinde rapor: “Mayınlar sudan temizlendi. Tam yol İstanbul” diyor. İşte bu nedenle mayınlara çarpıyorlar. Peki, ne oluyor o an? Amiral Guepret ökeleniyor. Savaş Mahkemesi’ni kuruyor. Yüzbaşını yargılıyor: “Beni aldattın!” Yüzbaşı: “Hayır, ben görevimi yaptım”. Ne bilsin, Türkler düşmüş uçağı onarmış! Karar diyor, Amiral “İDAM!” Sabah 05.30’da bu geminin grandi direğine asılacaksın. Yüzbaşı tarihe geçmeyi düşünüyordu, Binbaşı olmayı hayal ediyordu. Dahası, nişanlısıyla İstanbul’da evlenmeyi umut ediyordu. Şimdi ise ölüm, birkaç saat ötesinde. Amiral Guepret soruyor. “Mahkumun son dileği?”. Yüzbaşı başını kaldırıyor göz yaşları içinde Çanakkale önü, Ege Denizi üstünde yüzbaşı gözyaşları içinde şunu söylüyor: “BABA”. Ve Amiral Guepret, öz oğlunu Ege Denizi’nde, adını oğlunun ölüm haberine dayanamayarak intihar eden bir babadan alan Ege Denizi’nin üstünde 1915 yılında gemisinin direğine astırıyor. İşte arkeoloji bu. Ben, arkeolojiyi enstrüman gibi kullanıyorum. Benim orkestramda; Arkeoloji birinci keman. Öykü burada bitmiyor. Sunay Akın’ın yakında çıkacak kitabında da yer alacak öykünün devamını okumak için biraz daha sabretmemiz gerekiyor… Yunan Mitolojisindeki 9 ilham perisini bilmeyen yoktur. “Müze” sözcüğünün kökeni 9 ilham perisinden (Mousa-Museler) gelir. Ben müzeleri her zaman; en sevdiğim peri olan Kalliope’nin (epik şiirin, destanların ilham perisidir) evi olarak algılıyordum. Bir müzenin, her salonunda başka bir ilham perisinin bulunduğunu ilk kez İstanbul Oyuncak Müzesi’nde hissettim. Tarih perisi Kleio sizi Asker Salonu’nda beklerken, Melpomene ise savaşın tüm trajedisini anlatmak için yanı başında… Uzay Salonu’nda ise, gök bilimi perisi Urania dünyaya ve yakın tarihe biraz da yüksekten bakmamıza yardımcı oluyor. Ve bu Müze’de Zeus’un güzel kızları Muse’lerin oluşturduğu koronun şeliğini Apollon değil, Sunay Akın yapıyor. Bu güzel korunun birinci kemanı ise Arkeoloji… Aktüel Arkeoloji 31 LUKKA ÜLKESİ Hattuša’da, Nişantepe’nin doğusunda, yer alan Güneykale Anıtı Yazı ve Fotoğraf SEZER SEÇER Tawagalawa Mektubu 32 Aktüel Arkeoloji M . Ö. 2 . B İ N YI L’ DA Lİ KYA MÖ 2. binyıl Anadolu’sunu; Orta Anadolu’da Kızılırmak kavsi içinde Hatti, Hatti’nin kuzeyinde Pala, Kaška, doğuda Azzi Hayaša ve Išuwa, batıda Wiluša, Šeha, Arzawa-Mira ve Anadolu’nun batı kıyıları ile bir kısmı Kıta Yunanistan’da olduğu düşünülen Ahhiyawa, Hatti’nin güneybatısında Pedašša ve Walma, güneyde Kargamış, Kizzuwatna, Tarhuntašša ve Lukka, gibi başlıca bölgelere ayırmak mümkün olmaktadır. Anadolu’nun güneyinde yer aldığı bilinen Lukka Ülkesi, antik Likya ile eşitlenmektedir. Bu eşitlemenin yapılmasında fonolojik dayanaklar kadar yazılı belgelerden sağlanan bilgiler de etkili olmuştur. Bu kaynakları; çivi yazılı belgeler, Luwi hiyeroglili yazıtlar ve Mısır kaynakları şeklinde gruplandırmak mümkündür. Lukka kelimesinin kökeni ve türevleri incelendiğinde (Lu-(luk(k)a/i/e-)) ışık, parıltı, aydınlanmak, gün doğumu, şafak vb. Hititçe ve Luwice kelimelerle türetilmiş anlamlar karşımıza çıkar. Sadece bu kelime anlamları bile, “Işık Ülkesi” olarak da bilinen Likya ile Lukka Ülkesi arasında bir bağ kurmaya yeterlidir. Hitit çivi yazılı belgelerinde, yaklaşık 30 adet tablette adı geçen Lukka Ülkesi’nin, zaman zaman “Lukka Adamları”, “Lukka Şehri”, “Lukka Ülkesi” ya da “Lukka Ülkeleri” şeklinde, farklı kullanımlarla karşımıza çıkıyor olması, Lukka Ülkesi hakkındaki ilgiyi arttırmaktadır. Çok detaya girmeden genel olarak Hitit tarihinde, Lukkalıların varlığına bakılacak olursa, ilk kez Telipinu Dönemi’nde (MÖ 1525-1500) “Lukka Şehri” olarak metinde yer alan Lukkalıların, II. Muršili Dönemi’nde (MÖ 1343-1310) “Lukka Ülkesi” şeklinde kendilerinden bahsedildiği görülür. II. Muršili’nin, tahta geçmesinin 2. yılında, Arzawa kralına sığınmış olan ve Lukka Ülkesi içerisinde yer aldıkları bilinen; Attarimma (=Telmessos?), Huwaršanašša ve Šuruta Ülkelerinden Arzawa Ülkesine sığınan kölelerin geri verilmemesi üzerine, II. Muršili’nin Arzawa’ya savaş açtığı bilinmektedir. II. Muršili Dönemi’ne ait bir diğer metin olan,“Veba ve Düşmana Dair Arinna’nın Güneş Tanrıçasına Dua Metni”nde ise; Lukka Ülkesi’nin, Arinna’nın Güneş Tanrıçası’ndan hür olduğu ve vergi ödemeyi bırakarak Hatti Ülkesi ile savaştıkları görülür. Bu sayede II. Muršili Dönemi başlarında ya da daha öncesinde, Lukka halkının Hitit Devleti’ne bağlı olduğu ancak daha sonra isyan ettikleri ortaya çıkmaktadır. II. Muwattalli Dönemi’nde (MÖ 1310-1282) yazılmış olan “Alakšandu Antlaşması”nda ise; Lukka Şehri, Hatti Ülkesi’nin düşmanları arasında gösterilmekte ve olası bir seferde Wiluša kralının desteğinin istendiği görülmektedir. Ancak yine aynı döneme denk gelen Kadeš Savaşı’nda (MÖ 1285), Hatti Ülkesi’nin yanında savaşanlar arasında, Lukka halkının da yer almış olması akılları karıştırmaktadır. Bilim insanlarının bir kısmı Kadeš Savaşı öncesinde Lukkalıların, Hatti Ülkesine tekrar bağlandığını, diğer bir kısmı ise paralı asker statüsünde ya da kendi çıkarları doğrultusunda hareket et- tiklerini düşünmektedir. Lukka hakkında bize bilgi veren ve önemli bir tablet olan, “Tawagalawa Mektubu”nda ise; Lukkalı Adamların Attarimma kentinin yakılmasının ardından, hem Ahhiyawa Ülkesi kralının kardeşi olan Tawagalawa’yı, hem de Hatti kralını yardıma çağırdıkları görülür. Bahsi geçen Hitit kralının, yapılan araştırmalar neticesinde III. Hattušili olduğu kabul edilmektedir. Hatti kralından yardım isteyen Lukkalıların, III. Hattušili Dönemi’nde (MÖ 1275-1250) Hatti Devleti’ne bağlı oldukları açıktır. “IV. Tuthaliya’nın Prensleri/ Komutanları İçin Talimatı” metninde, Lukka halkının Hatti Ülkesine sorun olmaktan vazgeçmediği görülür. Bu nedenledir ki, IV. Tuthaliya (MÖ 1250-1220) güneye bir sefer düzenler. Seferin tüm detayları “Yalburt Anıtı” olarak bilinen taş bloklara kaydedilmiştir. Bu yazıt içerisinde geçen yer adları sayesinde Likya=Lukka eşitliği kesinlik kazanmıştır. Anıtın 9. bloğunda “Lukka Ülkelerini mahvettim, Wiyanawanda Ülkesi’nde ben Büyük Kral, … yaptım” cümlesi okunmaktadır. Yazıtta geçen Wiyanawanda Antik Çağ’daki Oinanda kenti ile eşitlenen bir Lukka kentidir. Metnin devamında IV. Tuthaliya Pina(li)’yi (=antik Pınara) cezalandırır, Awarna’ya (= antik Xanthos) gider ve oradan da D/Talawa (= antik Tlos) kentine iner. Ayrıca yazıtta Patara/Patari Dağı’ndan da bahsedilir ki, bu yer adı da antik Patara kentinin adı ile eşitlenmektedir. Yazıtın sonlarında ise; “Bu topraklarda Hatti’nin büyük krallarından, babam ve atalarımdan hiçbiri ilerleyemedi” ibaresi dikkat çekmektedir. Bu cümle Lukka’nın, IV. Tuthaliya Dönemi’nden önce, hiçbir zaman IV. Tuthaliya (MÖ 1250-1220) güneye bir sefer düzenler. Seferin tüm detayları “Yalburt Anıtı” olarak bilinen taş bloklar üzerine kaydettirir, bu bloklar bugün Konya ilinin Ilgın ilçesinde yer alır Yalburt Anıtı Çizimi Aktüel Arkeoloji 33 Kadeş savaşı sırasında Mısırlılar tarafından esir alınan Lukkalı askerlerin betimlendiği Abu Simbel tapınağı. tam olarak ele geçirilemediğinin kanıtıdır. Ancak Hattuša’da, Nişantepe’nin doğusunda yer alan “Südburg/Güneykale Anıtı”ndan anlaşıldığına göre, IV. Tuthaliya’nın bu zaferi kalıcı olmamıştır. II. Šuppiluliuma Dönemi (MÖ 12101200) ait bu anıtta, Lukka Ülkesi’nin idare altına alındığından bahsedilir ki, bu da Lukka Ülkesi’nin II. Šuppiluliuma Dönemi öncesinde tekrar isyan ettiğinin bir göstergesidir. Hitit çivi yazılı belgeleri dışında Lukkalılardan bahsedildiğini daha önce dile getirmiştik. Bunlardan biri Kuzey Suriye’de yer alan Ugarit’in kralı Ammurapi’nin Alašiya (=Kıbrıs) kralı’na yazmış olduğu mektupta: “Benim tüm asker ve savaş arabalarımın(?) Hatti Ülkesi’nde olduğunu ve gemilerimin de Lukka Ülkesi’nde beklediklerini babam bilmiyor mu? Düşmanın yedi gemisi bize çok zararlar verdi” şeklindeki ifadesinden, Lukka Ülkesi’nin denize kıyısı olan bir yerde bulunuyor olması gerekliliği açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca deniz kavimlerinin güneye inme hareketini gerçekleştirdiği bu dönemde, Ugarit gemilerinin Lukka Ülkesi’nde olması, Lukka ülkesinin deniz gücünü vurgulamaktadır. Mısır kaynaklarında ise, Lukka adı, Kadeş Savaşı’na katılan ülkeler dışında, “Merneptah Steli” olarak bilinen ve Büyük Karnak Tapınağı’nın doğu duvarında bulunan yazıtlarda da yer almaktadır. Merneptah’ın (MÖ 12131204) Libya işgalcilerine ve müttefiklerine karşı kazandığı büyük zaferin anlatıldığı bu yazıt, Merneptah’ın 5. yılına aittir. Yazıtta Lukka “Rwkw” şeklinde geçmektedir. Ayrıca El-Amarna tabletlerinden de Alašiya Kralının adı geçmeyen bir Mısır firavununa yazmış olduğu tablette, Lukka halkından şöyle bahsedilmektedir: “Kardeşim, neden bu konu hakkında beni suçluyorsun? Ben hiç bir şey yapmadım. Aksine (durumu) haber verdim. Alašiya da korsanlardan rahatsız. Lukkadan gelen bu adamlar, kendi ülkemde de her yıl bir kent işgal ediyorlar”. Bu metinden anlaşılabileceği gibi, Lukka halkının deniz gücünü iyi kullandıkları hatta korsanlık yaptıkları açıktır. Hatti Ülkesine sürekli olarak sorun yaratmış olan Lukka Ülkesi’nin bir türlü kontrol altına alınamayışına ve korsanlık faaliyetleri gerçekleştirmelerine şaşırmamak ve sadece Likya Bölgesi’nin coğrafyasına bakmak yeterli olacaktır. Böylesine dağlık bir bölgeye ulaşmak ve Lukka Ülkesini sürekli kontrol altında tutmak, Hatti Ülkesi için oldukça zordu. Aynı şekilde, bulunduğu Tekke Yarımadası’nın, MÖ 2. binyıl’da, günümüz kıyı şeridinden çok daha fazla doğal limanlara sahip olması; Lukka halkının korsanlık yapmaları ve Alašiya gibi bir ülkeye saldırmalarını son derece mantıklı kılmaktadır. Keza aynı coğrafyada yaşamış olan Likyalıların da korsanlık yaptıkları Strabon tarafından dile getirilmektedir. Yine de bu bilgiler dışında ne yazık ki, Lukkalı insanların yaşayış tarzlarına dair herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Lukka Ülkesi’nin nerede yer aldığını yazılı belgeler neticesinde net olarak biliyor olsak da, elimizde herhangi bir arkeolojik verinin olmayışı araştırmaları zorlaştıran bir etkendir. Arkeolojik verilerin ele geçmemesi bu halkın, ufak beylikler şeklinde yaşadıkları ya da yarı göçebe oldukları ihtimalleri da akla getirmektedir. Dileğimiz ve umudumuz, yazılı belgelerle kanıtlanmış olan bu lokalizasyon çalışmalarının, arkeolojik verilerle desteklenmesi ve “Lukka” adının, adına yaraşır bir şekilde “aydınlanma”sının sağlanmasıdır. Alakšandu Antlaşması 34 Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 35 LİKYA “…bu toprakların şimdiki yoksulluğu ve terk edilmişliği bir yana, sahip olduğu birçok antik dönem kalıntısı; onun bir zamanlar antik dünyanın en kalabalık ve en bahtiyar bölgelerinden birisi olduğunu anlatır…” William Martin Leake, 1800 36 “Tanrı ve insan bir olup Likya’yı yaratmış. İnsana boşluğu duvarlarla sınırlamak mekanlar yapmak düşmüş. İstemiş ki evinde kendisi, kamu binalarında yönetimi, tapınakta tanrısı, onurlansın. Tanrı da tüm bunlar için cömertçe malzeme sunmuş insanına: taş sunmuş, çamur sunmuş, ağaçların en iyisini sunmuş. Üstüne üstlük eksilmez ışık düşürmüş üstlerine. En mavi denizi de değdirmiş eteklerine. Tanrı ve insan bir olup Likya’yı yaratmış” “25 yıllık keşiflerime baktığımda en zevkli yolculuklarımı Likya’da yaptığımı anımsıyorum. Bu ülke başka yerlerde dengi olmayan bir etkiye sahiptir Manzara muhteşemdir. Ay ışığında başka bir evren olur…” Nevzat Çevik 2000. George E. Bean, 1952 – 1966. Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 37 Yazı ve fotoğralar: Prof. Dr. Nevzat ÇEVİK Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Myra-Andriake Kazıları Başkanı LUKKİ ÜLKESİ HALKI Antiphellos. Kaş’tan. 200 yılı aşkın bir süredir Likya keşfe- dilmektedir. Bu benzersiz bölgeden araştırmacıların ne denli etkilendiklerini yukarıdaki birkaç örnek göstermektedir ki bölge hala araştırmacıları şaşırtmaya devam eden muhteşem kalıntıları ve akıl almaz doğasıyla araştırma ve kazıların ilgi odağı olmaya devam etmektedir. Bugüne dek gerçekleştirilen kazı ve araştırmalar sonucunda şimdilik aşağıda özetlenecek olan tarih oluşmuştur. Her bir yeni bulgu bu eski hikâyeye yeni parçalar eklemekte ve gün geçtikçe Likya daha anlaşılır olmaktadır. Bu çabada Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nün Myra-Andriake kazılarıyla N. Çevik ve ekibi, Patara kazılarıyla F. Işık - H. İşkan Işık ve ekibi, Rhodiapolis kazılarıyla İ. Kızgut ve ekibi, Tlos kazılarıyla T. Korkut ve ekibi, hem kazı ve araştırmaları hem de yoğun yayınlarıyla Likya Uygarlığı’nın aydınlatılması amacına yönelik olarak 22 yıldır yoğun bir gayret göstermektedir. 38 Aktüel Arkeoloji Likya ismi ilk kez ‘Lukka’ olarak Albright’ın, Mısır’ın Orta Krallık Dönemi Byblos metinlerinde görülür. Sonra da, Kıbrıs Kralı’nın Mısır Firavunu Akhenaton’a Lukka halkını şikayet ettiği Amarna arşivinde bulunan 1375 tarihli mektupta, halktan “Lukki Ülkesi halkı” olarak bahsedilir. Bölgeden ve bazı kentlerinden Hititçe adlarıyla bahseden Yalburt metinleri ile ilk kez Lukka’nın yeri tam olarak belirlenmiş olur. Bu dönemde Lukka ülkesi ve bölgenin Bronz Çağ halkı Trmmililer, Hitit kontrolü altına girmiştir. Yazılı belgelerin yardımıyla ‘Lukki’ ya da ‘Lukka’nın, Hititçe’de ‘ışıldamak’ anlamına gelen erken isim olduğu artık bilinmektedir. Bu ismin kökeni, Latince’deki ‘lux’-‘ışık’a kadar gitmektedir. Hellenlerin Likyalıları ‘Lykoioi’ olarak adlandırması da bundan kaynaklanır. Luvice kaynaklı Lukka ismi, yerini Likya’ya bırakır. Dünyanın her yerindeki kural bir kez daha çalışmış, toprak ve üstündekilerden önce ad değişmiştir. Onlar ülkelerine Trmmise, kendilerine de “Trmmliyiz” derlermiş. Luvice’de anlamı ‘dağ doruğu’dur ve gerçekten bugün Dirmil Yaylası’nın eski ismi olan Trmmisil Yaylası da Kızlar Sivrisi’nin eteklerinde bölgenin en yüksek ve bitek yaylası özelliğindedir. Bugünün Trmmisil Yaylası’nın Luvice’deki Trmmisa ile bağlantısı kolayca kurulur. Nippur’un MÖ 420 tarihli çivi yazıtlarında ta-ar-mi-laa-a olarak anılır. Patara’da bulduğumuz Yol Kılavuz Anıtı, tartışmasızca birbirine bağladığı kentlerle oluşturduğu yol ağının tanıklığında öyküyü doğrular ve bizi yine Dirmil Yaylası’yla buluşturur. düfen Tlos’ta bulunan balta yanında, 1989’da Kyneai’da bulunan taş balta ve Patara’da en dip kazı katmanında ortaya çıkarılan taş balta, merkezi Likya’nın Bronz Çağa kadar indiğini göstermektedir. Karataş-Semahöyük bulguları da 3. bin yayla kültürlerine ilişkin önemli belgeler sunar. Gelidonya Burnu ve Uluburun’da bulunan 14. ve 12. yüzyıllara tarihlenen batıklar, büyük limanlara sahip önemli kıyı kentlerinin Bronz Çağındaki işlerliğine tanıklık etse de, Klasik Çağ ve öncesinde denizciliğin ve dolayısıyla limanların ve de liman kentlerinin çok da önemli olmadığı düşünülmektedir. Buna rağmen Likya kıyılarında mutlaka yerleşimler kurulmuş olmalıdır. Çünkü denizdeki tekneler, Bronz Çağ gemiciliğinde günlük menziller kat edebiliyorlardı ve bu nedenle de sık sık sahildeki yerleşimlere demir atmak zorundaydılar. Gagai–Mavikent yüzey araştırmalarında, mağara içinde in situ olarak korunmuş bir şekilde bulduğumuz İlk Tunç Çağı seramiği, ilk kez, Gelidonya Burnu için en geç Bronz Çağın yerleşim başlangıcı olarak gösterilmesi gerektiğini kesinlikle ortaya koymaktadır. Ksanthos, Patara, Limyra ve Rhodiapolis gibi yerleşimlerde, kazılarda elde edilen seramik veriler MÖ 8. yüzyılı çoktan geçmiştir. Beydağları. Üzümcek Dağı. ESARETTEN DİRENİŞE LİKYA Rodos kolonizasyonunun etkin olduğu MÖ 7. yüzyılda Likya’da da Phaselis gibi bazı kentlerin önem kazandığını biliyoruz. Bu dönemde Anadolu’da Lidya egemenliği söz konusudur. Ancak, Herodotos’un bildirdiğine göre Likya ve Kilikya topraklarının büyük kısmı, bu yeni egemenden kurtulacak kadar da güçlüdür. Anlaşılan Kroisos’un işgal alanı içerisinde bulunmamaktadır. Likya’nın Demir Çağı şimdilik tam aydınlanamamıştır. Kazıların sürmesiyle bu dönem de belgelenecektir. Bu dönem karanlığında sorun, özellikle seramik kriterlerinin tam oturmamış olmasından kaynaklanır. Toprak altından öte, kazı depolarındaki soru işaretli birçok örnek bile, belki de, ileride bu döneme verilecektir. Likya’nın bağımsız günleri, 540’da Nereidler Anıtından bir yüksek kabartma Gamze Polat LUVİLERİN İZLERİ Bu halk yeni arayışlarla sahile inip kıyı sakinleriyle buluşmuştur: İlk, MÖ 6. bin ortalarında, Tlos-Girmeler mağara buluntularıyla belgelenen en eski sakinlerle... Diğer eskiler ise Dağlık Likya’da Milyaslar, Doğu Likya’da Solimler’dir. 3. bin yarımadasında dağılmış birbirleriyle akraba olan bu budunlar, hep beraber ortak ataları Luvilere iz verirler. TesaAktüel Arkeoloji 39 Kyaenai’den kaya mezarı. Ksanthos Tiyatrosu ve klasik dikme anıtlar. (Ş. Aktaş) 40 Aktüel Arkeoloji İonia’dan başlayan Pers işgali ile biter: Tarih yeniden yazılmaya başlar. Yıl 545’tir. Artık, ülkenin tek egemeni Harpagos’tur. Bazı kentlerin sadece ölüsüne egemen olabilmiştir Satraplar: Başkent Ksanthos’un kent ve insanlarıyla birlikte intiharı seçişinde destanlaşmıştır Likyalı direnişi. Persler’in başlangıçta kanla ve baskıyla egemenlik sağladığı izlense de, bazı Likya kentlerinin Pers düşmanlarıyla birlik olup savaşmaları bu egemenliğin sonradan zayıladığını gösterir. Anlaşılan, tek başına karşısında duramadıkları bu yeni gücün sınırsız hakimiyetini, yandaş bularak azaltmışlardır. MÖ 540’tan itibaren Akhamenid Krallığına vergi ödeyen ve MÖ 480’de Kserkses’in Yunanistan işgali için başlattığı sefere 50 gemiyle katkıda bulunarak kimin yanında olduğunu açıkça gösteren Likya, bu dönemde Pers egemenliğindeydi. Herodotos, bu sefere katılan Likya askerlerinin göğüs ve bacak zırhı, kızılcık yaylar, kamıştan oklar ve mızraklar ile kama ve palalar kullandıklarını, omuzlarında postlar ve kuş tüyünden başlıkları bulunduğunu yazar. Bilinen en erken Pers hanedanı (dinastı) Kheziga’dır (MÖ 526-525). Bu hanedan, MÖ 526’dan MÖ 380’e kadar Ksanthos’un egemen ailesidir. Son hanedan Kherei (MÖ 410 – MÖ 390) ile birlikte Ksanthos, Likya üzerindeki söz sahipliğini yitirmeye başlar. Erbbina’nın (MÖ 390 - MÖ 380) atandığı Telmessos, batıda egemenlik merkezi olur. Pers egemenliğinde bazı Likya prensleri kendi adına sikke basmaya devam ederler. Kuprilii bunların içerisinde hanedanlığını en uzun sürdürendir. Bu prens, olasılıkla, Pers ordusuna yol gösteren Kybernikos olmalıdır. Takvimler MÖ 370-360’ı gösterdiğinde, Büyük Satrap Ayaklanması yaşanır. Likyalılar krala başkaldıran satraplarla aynı cephede yer alırlar. Bu arada Karia Satrabı Maussollos usta bir manevrayla kazanacak gücün yanında yer alır. Bu çıkarcı manevrası sayesinde Kral Artakserkses’ten Likya armağanı sözü alınır. Kimon’la birlikte Likya tarihi tekrar değişir. Attikalı komutan, Eurymedon Savaşı’nı kazanıp Karia ve Likya’yı Perslerin elinden alır ve Attika-Delos Deniz Birliğine katar. Tarih ilerledikçe – tüm güçsüz küçük bölgeler gibi - Likya’nın sahipleri sürekli değişmektedir. Ama Likya’nın durumu aslında değişmemektedir: Vergiler Persler’e değil artık Yunanlılara verilmektedir. Bu dönemde değişen yönetim biçimidir: Kent meclisleri ortak kararların alındığı karar makamı rolünü egemen feodal güçlerden almıştı. Likya iki büyük egemen güç arasında sıkışmıştı. MÖ 449’da Kalias Barışı ile bu sıkışma Telmessos. Hermapias oğlu Amynthas’ın tapınak mezarı. Aktüel Arkeoloji 41 Karaburun Tümülüsü’ndeki Satrap duvar resmi. Artık yerinde değil. Çalındı! biraz da bölünmeye dönmüştü: Artık Pers gemileri Gelidonya Burnu’na kadar ilerleyebiliyorlardı. Batı Anadolu kıyılarının işgali için kurulan Delos Deniz Birliğine ödenen vergilerin MÖ 446’dan itibaren kayıtları bulunmaktadır. Kimon aracılığıyla Birliğe dahil olan Likya’nın birlik üyeliği kısa ömürlü olur (MÖ 452-445). Zaten, Birlik üyeliği de ekonomik birlikten öteye gitmez. Peloponnes Savaşı’na katılmayarak bunu gösterir. Peloponnes Savaşı’nın giderlerini karşılamak için Likya’ya gelen Melesandros, Likya’da ölür. PERİKLE’NİN DÜŞÜ Atina’nın Sparta’ya karşı yenilgiye uğradığı Peloponnes Savaşı sonrasında artan birlikten ayrılma eğilimi nedeniyle Likya’yı cezalandırmaya gelen komutanın ölümüyle, Likya üzerindeki Atina etkisi MÖ 429’da kaybolur ve Delos Birliği de biter. Perslere ikinci kez egemenlik sırası gelmiştir. Likya tekrar Pers egemenliğine girer: MÖ 358’e kadar sürecek bu dönemde, Likya’da imar ve sanat yoğun bir süreç yaşar. Şaşırtıcı olan, Yunan ve Pers arasında sürekli el değiştiren Likya’nın bu baskı altında nasıl bu denli yük- sek ve özgün bir sanat yarattığıdır. Çünkü sanatına bakıldığında, kattıklarının aldıklarından daha az olduğunu söylemek zordur. Bu sanatsal zenginliği yaratan olgu, belki de geliş gidiş zenginliğidir. Özgürlüğün güzelliği ve değeri zorluğundadır; kolay ele geçmeyişindedir. Çünkü bağımlı olan herkes, aynı zamanda tepedeki bağımsız azınlığın gücünü oluşturduğu için, özgürlüğün ve buna karşı durmanın yolları hep kanla çizilmiştir. Bu sonuçtandır, Tlos’un Ortaçağ beyine Kanlı Ali Ağa denmesinin nedeni. Beşkaza’ya ayrı emniyet atamak zorunda kalan Osmanlı yönetimine dek sürer bu zapt edilmezlik. Belki de sadece bu nedenle doğru olabilir, Atinalı İsokrates’in söyledikleri: “Persler hiç bir zaman Likya üzerinde sürekli egemen olamamıştır”. Harpagos sonrası dönemin seramik bulgularının Pers geleneğinde görünmemesi nedeniyle, Likya’daki Pers varlığı hep azımsanmıştır. Perikle’nin, Pers Satrabı Arrtumpara’yı Ksanthos vadisinden atmasıyla yerli egemenliği tekrar kazanılır. Ancak “yabancı” kimdir bilinmez. Çünkü Mausollos’tan İskender’e ve Rodos’a kadar sık sık el değiştirir Likya. Ta ki, Likya Birliği sürecindeki ayrıcalıklı bağımsızlığa kadar… Likya’nın bağımsızlık savaşının ilk etkileyici lideri Perikle’dir. Karia satrapı Mausollos’a karşı, dağınık Likya güçlerini bir araya getirerek verdiği savaşla Likya Birliği, hayallerini gerçeğe dönüştürmek isterse de, kaybeden taratadır. Pers Kralı Artakserkses Likya topraklarını ödül olarak işbirlikçisi Karia kralına verir. Artık dinastik (hanedanlık) düzenin sonu gelmiş ve Pers gücü çözülmüştür. KÜLTÜREL İŞGAL Limyra Gaius Ceasar Anıtı’ndan metop kabartması. 42 Aktüel Arkeoloji O kadar ki, İskender Likya’ya girdiğinde hemen hemen hiçbir önemli Pers direnişi ile karşılaşmadan kentlere sahip olmuştur. Büyük İskender, yandaşı Nearkhos’u atayarak eski satrap yönetim biçimini sürdürmüştür. İdari olarak bir yenilik getirilmemesine karşın, yarımadanın kültürü, bu yeni dönemde yeni değişiklikler yaşamıştır. Bunların en radikali kültürel işgaldir: İskender, Anadolu halklarına Eski Yunanca konuşma ve yazma zorunluluğunu getirmiştir. Ardılları da bu kültür politikasını sürdürmüştür. Küçük Asya’daki Hellenizasyon, İskender’in askeri işgaliyle değil, aslında dil ve yazı mecburiyeti getirmesiyle söz konusu olmuştur. Ve öylesine de kalıcı olmuştur ki, Roma dönemi yazıtlarının çok büyük çoğunluğu da Latince değil, Eski Yunanca yazılmaya devam etmiştir. Anadolu’nun zengin geçmişinden gelen sanat tabanına eklenen Pers unsurlarına şimdi bir yenisi daha katılmıştır: Zenginleşme sürmektedir… Likya topraklarına yönelik egemenlik isteklerinin ardı arkası kesilmez. Çünkü Ege ve Akdeniz’e sahip olmanın yolları, Likya limanlarından geçer. Dahası, Elmalı sedirleri ve çamlar diğer değerli ürünlerle birlikte Likya dağlarının vadilerinden sahile indirilip limanlardan sevk ediliyordu. Bu limanların güney-doğu Likya’daki en önemlilerinden ikisi, bugünkü Rhodiapolis’in bulunduğu bölgede Finike Limanı ve Melanippe (Karaöz) limanlarıydı. Rhodiapolis’in en yakınındaki önemli liman, Finike (Phonikus) idi. Ancak Melanippe ve Atrasas limanları da diğer pek çok liman gibi bölgeye hizmet vermekte ve trafik yanında zenginliği de arttırıcı unsurlar olarak önem taşımaktaydılar. Akdeniz sahillerinin en önemlileri ise Patara ve Andriake limanlarıydı. Limanlar zinciri ve doğu ile batısındaki limanlarla güçlü bağlantıları Likya’yı geniş bir egemenlik için vazgeçilmez kılmaktaydı. Likya sahillerinin egemenlik yolu olduğunu fark eden Büyük İskender, tüm Likya’ya egemen oldu. Artık Likya’nın kendi kenPayava Lahdi Likya tipi arı kovanları Bey dağları yaylası Dereköy Aktüel Arkeoloji 43 Kekova. Su altında kalan kalıntılar ve Likya tipi bir lahit. dini yönetebilme şansı bitmişti. İskender’in Babil’de ölümünden (MÖ 323) sonra Likya topraklarına önce Makedonlar girer. Daha sonra 310’da Likya topraklarına giren Ptolemaioslar 309’da güçlü filosuyla önce Phaselis’i ardından da Likya’yı fetheder. Burada, Diodoros’un, Phaselis’i Likya’dan ayrı olarak anmış olması ilginçtir. MÖ 301’de de Lysimakhos egemen olur. Egemenlik sık sık el değiştirir: Likya MÖ 279-78’de Antiokhos I’in, MÖ 278-77’de Ptolemaios II. Philadelphos’un kontrolündedir. MÖ 197’de ise sırada Seleukoslar egemenliği vardır. Antiokhos III, Likya’nın özellikle de Myra, Andriake, Patara, Phaselis ve Limyra’nın alınması üzerinde durur. Çünkü bunlar en önemli limanlardır. Temeli ekonomiye dayalı bir memuri yönetim anlayışıyla Hellenistik Dönem Likya’sında aristokrasi yeniden güç kazanır. Suriye Kralı III. Antiokhos’un Anadolu’yu ele geçirme serüveni, MÖ 189’daki Magnesia 44 Aktüel Arkeoloji Savaşı’nda yenilmesiyle son bulur. BAŞKALDIRIDAN BİRLİĞE Savaşın ardından imzalanan Apameia Barışı (MÖ 188) sonrasında Romalılar (Telmessos hariç) tüm Likya’yı Rodos’a armağan eder. Ancak, bu dönemde Likya’da büyüyen şiddetli hoşnutsuzluk, 22 yıl sürecek bir başkaldırı dönemini başlatır. Rodos Kongresi’nde Likyalılar, Rodos’a boyun eğmektense her şeye katlanacaklarını bildirmişlerdir. Anlaşılan bir eşya gibi armağan edilmiş olmak hoşlarına gitmemişti. Bunun bedelini Rodos’la yaptıkları ilk savaşı (MÖ 187) kaybederek öderler. Rodos’un Likya işgali karşısında da ilk kez MÖ 168/167’de Likya Birliği kurulmuş oldu. Bu dönemde Rodos’un Roma nezdinde gözden düşmesi ve topraklarını kaybetmesi ile düştüğü ekonomik çöküş Likya’nın palazlanmasına yol açtı. Rodos’la mücadeleler bitmez, 172’de Likya’yı tekrar bir yenilgi beklemektedir. Sonuçta Roma’nın Rodos politikasını değiştirmesi ve Likya’ya egemen olmak istemesiyle Likya’ya bağımsızlığı verilir. Bunun üzerine Likyalılar Roma kapitol tepesinde Jüpiter Tapınağı’na bir şükran anıtı armağan ederler. Böylece Likya’da Roma kontrolü başlar. Tarih, ilk birliği oluşturan Lysanias ve Eudomos isimlerini yazar. Likya birliğiyle birlikte federatif yönetim dönemi başlamıştır. Birlik ve eyalet günlerinde, Likya en varsıl çağını yaşar. Kumluca sınırlarında bulunan Rhodiapolis, Korydalla, Olympos, İdebessos, Akalissos, Korma, Gagai, gibi yerleşimler de Likya Birliğinin üyesidirler. MÖ 3. yüzyılda tüm Akdeniz’e egemen olan Roma, Makedonya Krallığını da ortadan kaldırdıktan sonra artık tüm devletler Roma’ya bağlı hale gelmişti. MÖ 133’te Bergama Krallığı da Roma’ya devredilir ve böylece Roma’nın Anadolu’daki ilk eyaleti olan Asia Eyaleti ku- rulur. Anadolu’nun her bir yanı Roma eyaleti olurken Likya MS 43 yılına kadar bağımsızlığını sürdürür. Likya, Anadolu’da en son Roma eyaleti olan bölgedir. Gerçek bağımsızlık ise MÖ 81’de Sulla tarafından verilir ve Likya ilk kez “Hür Devlet” konumunu ancak kazanır. Bunu da Mithridates Savaşı’nda Roma’yı desteklemesiyle kazanmıştır. Anadolu’nun belki de ilk bağımsızlık savaşlarını veren Pontos Kralı Mithridates VI. Eupator MÖ 88-89’da Anadolu’nun büyük bölümünü egemenliği altına alır. Anadolu kentlerinin çoğu Pontos kralına isteyerek kapılarını açar. Hatta Efes gibi bazı kentlerde Mithridates’e yaranmak için Roma onuruna dikilen heykel ve anıtları yıkmışlardır. Likya gibi bazı özerk bölgelerdeki az sayıdaki bazı kentler ise, müttefik Roma gücüne sığınarak direnmekteydiler. Roma’nın Doğu Akdeniz’deki en büyük donanma gücü olan Rodos Adasıydı. Ancak Rodos tarihsel dersini iyi almış ve Mithridates’e karşı bayrak açmıştı. Rodos MÖ 88 yılındaki ada seferine karşı Likyalıların yardımıyla savunma hazırlıklarını yapmıştı. Likya’dan gönderilen Pataralı Artapatos’un oğlu Amiral Kreinolaos komutasındaki gücün ilk görevi, Mithridates’in yola çıktığı Kos Adası’nı gözetlemekti. Şiddetli savaş sürecinde, Rodos’un yüksek deniz yeteneğinden öte iki önemli olay Mithridates’in kaderini ve Rodos’un şansını belirlemişti. Bunlardan biri, krala yardıma gönderilen güçleri taşıyan nakliye gemilerinin Kaunos açıklarında fırtınaya yakalanması, diğeri ise kuşatmada saldırı kulesi dev sambukenin devrilmesi idi. Kuşatma gücü bırakıp Rodos’tan Likya’ya hareket eden Mithridates, Likya Birliği donanmasının bulunduğu, Birliğin başkenti Patara’ya hareket eder. Bu mücadelede Rodos’un yanında Mithridates’e karşı savaşan Likya, Roma tarafından, Sulla’nın zaferinden sonra “Roma’nın dostu ve müttefiki” olarak ödüllendirilir. MÖ 82’de Balbura, Bubon ve Oinoanda’nın birliğe katılması bu ödüllerden biridir. LİKYA’DAKİ ROMALILAR MÖ 1. yüzyıl başlarında bölgenin başına dert olan Zeniketes, Romalı bir komutan olan Servilius İsauricus yardımıyla MÖ 78-77’deki savaşlar sonucu Likya’dan atılır. Bunun sonucunda korsanlık döneminde Zeniketes’in yuvaları olan Olympos ve Phaselis Likya Birliğinden atılır. Korsanlığa karşı savaşan ve Aktüel Arkeoloji 45 Ksanthos. Nereidler Anıtı. Nereidler anıtı üzerindeki yüksek kabartmalar 46 Aktüel Arkeoloji bu konuda Kilikyalılara benzemeyen Likya, uygar davranışları nedeniyle Roma kaynaklarınca övülmüştür. Brutus’la bağlantılı olarak sancılı dönemler geçiren Likya, Augustus ve Tiberius zamanında Roma’yla ilişkilerin oldukça iyi olduğu bu imparatorlara adanan anıtlardan anlaşılmaktadır. Hatta Tiberius, Myra halkı tarafından yaşamı boyunca “tanrı” ilan edilerek onurlandırılmıştır. Aynı biçimde Germanicus da heykellerle onurlandırılmıştır. Myra halkı Germanicus ve Agrippina için “kurtarıcı, velinimet” olarak anmışlardır. Likya ilginç bir şekilde imparatorluk sınırlarına dâhil edilmekte çevresine göre çok gecikmiştir. Oysa deniz taşımacılığının alternatifsiz olduğu o dönemlerde çok önemli limanlarıyla Likya, İmparatorluk için de önemli olmalıydı. Bunun nedeni, bir Roma eyaleti olmadan önce de güvenilir ve sorun yaratmayan bir müttefik olarak bir eyalet gibi davranmış olmasındadır. Ancak bu “sorunsuzluk” bittiğinde bölgede iç karışıklıklar başladığında Roma’nın Likya’ya el atma zamanı da gelmişti. Güvenlik için kurulmuş olan Likya Birliği artık çalışmıyordu. Ekonomiyi ve politikayı ellerinde bulunduran zengin ve güçlü Likya aileleri ile güçten pay alamayan diğer aristokratlar arasında çıkan çatışmalar yaygın bir iç anarşiye dönüşür. Resmi yetkilerin tümünü ellerinde bulunduran ileri gelenler, İmparator kültüne de büyük önem vererek İmparatorluktan güç almaktaydılar. Bunların karşısında da Roma karşıtı olan ve tabandan destek bulan diğer üst sınıf bulunmaktaydı. Bu büyük iç karışıklıkta ölümler, talan ve gasp en yoğun biçimde yaşanmaktaydı. Ölenler de –her ne kadar Roma vatandaşı olarak anılsalar da- Roma vatandaşlığını almış yerlilerdi. Zaten Likya, yabancı azınlığın çok az olduğu bir bölgeydi. Korsanlık sürecinde Likya’yı uygarlığıyla Kilikyalılardan ayıran özellikleri bu dönemde kaybolmuştu. Artık iç savaş vardı. İmparator Claudius, en iyi komutanı Quintius Veranus komutasındaki askeri müdahaleyle bu duruma son verdi ve MS 43 yılıyla birlikte Likya Roma’nın bir eyaleti oldu. Artık Birlik kararları Roma’nın bölge valisi tarafından onaylanmadan uygulanamıyordu. Likya’ya verilen ayrıcalıklı bağımsız haklar çoğunlukla ellerinden alınarak yüksek bir kontrol mekanizması uygulanmaya konulmuştu. Sezar’ın öldürülmesinden sonra, Senato Brutus’u Girit Adası’na sürer. Brutus da güçlenmek üzere kentlere baskınlar düzenler. Hedete Likya’nın metropolleri de vardır. Oinoanda gibi gönüllüce Brutus’tan yana olanların olmasının yanı sıra çoğunlukla ya zorla ya da gönülsüzce teslimiyetler yaşanır. Rodoslular gibi Likyalılar da Sezar’a olan saygılarından Brutus’a karşı cephe almışlar ve Naukrates liderliğinde ayaklanmışlardır. Ama özellikle Ksanthos vadisinde gerçekleşen bu karşı koyuş başarısız olur. Sikkeler üzerinde Brutus’un zaferini simgeleyen tropaion ve esir alınan Likyalılar vardır. Bir Brutus sikkesinin arka yüzünde, trophaion altında betimlenmiş olan iki gemi pruvasından biri, Cassius’un Rodos işgalini diğeri de Lentulus Spinther’in Myra-Andriake işgalini simgeler. MÖ 46 yılında Roma ile Likya arasında yapılan anlaşmaya göre, Likyalılar Roma düşmanlarını sınırlarında barındırmayacak, birbirlerinin düşmanlarına hiçbir yardımda bulunmayacak, savaşta ise yardımlaşılacaktı. Bunlar dışında Sezar, Likya’dan ayrılmış olan Phaselis, Khoma, Telmessos gibi yerleri Likyalılara geri vermiştir. Likya, İskenderiye savaşında Sezar’a yardıma gönderdiği 5 geminin karşılığını fazlasıyla almıştı. Çok daha önemli bir karşılığı da Brutus’un Roma’ya karşı başlattığı isyana destek vermemesiydi. Brutus, istediği silahları ve parasal yardımı Likya’dan yeterince alamamıştı. Ancak Likya, Brutus’a karşı direnişin bedelini ağır ödemişti. En ağır bedel ödeyen kent de Ksanthos’du. Ksanthos’un perişan halini gören Patara doğrudan teslim olmayı tercih eder. Patara’nın tüm altın ve diğer değerli mallarını alan Brutus, Myra’ya yönelir. Brutus’un komutanı Lentulus Spinther, Andriake liman girişi zincirlerini kırıp kenti işgal edince Myra da teslim olmak zorunda kalır. Plutarkhos, Brutus’un Likya’dan 150 talent topladığını belirtir. Likya ve Pamfilya’nın (Pamphylia), idari nedenlerle birleştirilerek tek eyalete dönüştürülmesinin ise Rhodiapolis’te bulunan yeni bir yazıtla, MS 68-69 yılında Galba döneminde gerçekleştiği artık kesin olarak bilinmektedir. Daha önce bunu belirten Suetonius doğru çıkmıştır. MS 1. yüzyılın ikinci yarısında yoğunlaşan hareketlenme, 2. yüzyılda Likya’ya en parlak dönemini yaşatan alt yapıyı oluşturmuştu. Traian’dan (98-117) Markus Aurelius’a (161-180) kadarki yaklaşık 100 yıllık süreçte, özelikle de barış ve birleşme sürecini gerçekleştiren Hadrian ve Antonius Pius dönemlerinde kent -tüm imparatorluk gibi- en parlak ve güçlü dönemlerini yaşamıştır. Pax Romana (Barış Dönemi) tüm bölgeyle birlikte Rhodiapolis’e de yaramıştır. Traian, 113 yılında Partlara karşı sefere çıktığında Likya’ya uğramıştır. MS 130’larda Laodikeia ve Kibyra üzerinden Koridalla’ya inen Hadrianus Likya kentlerinin bazılarını ziyaret etmiştir. Bu süreçte Rhodiapolis’te Sebasteion ve içinde dikilen Hadrianus ve Sabina heykelleriyle Bölgede pek çok doğal felaket yaşanmıştır. Bunlar genellikle salgın hastalıklar ve depremlerdir. Deniz merkezli bazı depremlerin tsunami de oluşturmuş olabileceği varsayılabilirse de bunun kanıtını bulmak zordur. Antik deprem kronolojisine göre Rhodiapolis’in etkilendiği bilinen deprem ve diğer felaketlerden önemli olanlar şunlardır: MÖ 227 : Likya, Karia ve Rodos MÖ 199 : Rodos MS 68 : Myra ve Patara depremi ve tsunami. MS 141 : Tüm Likya’yı büyük oranda etkilemiş MS 240 : 5 Ağustos depremi. Arykanda tiyatrosu ve stadiumu ile Lykiarkhın mezarında tahribata yol açan depremde bazı Likya sahil şehirleri su baskınlarına uğramıştır. Bu korkunç deprem sonrası İmparator Gordianus III yerle bir olan Likya şehirlerinin tekrar ayağa kalkabilmeleri için, zarar gören şehirlere sikke basma hakkı tanımıştır. Tapınak tipi mezar. MS 344 : Rodos merkezli şiddetli deprem. MS 365 : 21 Haziran veya 370 depremi. MS 474 : Rodos büyük deprem. MS 515 : Rodos. Büyük deprem. MS 529 : Myra büyük deprem. MS 542’den 740’a kadar kıyamet tabakası. Veba salgını. Büyük miktarda insan ölümlerinin yaşandığı suskun, karanlık dönem… MS 565 : Arykanda bazilikasının yerle bir olduğu ve arkasından Arif Köyü’nün ilk oluşumunun gerçekleştiği dönem. MS 7. yüzyıl : Myra, Patara, Kekova, Phellos ve Ksanthos’un tahrip olduğu büyük deprem. Aktüel Arkeoloji 47 Myra. St. Nikolaos Kilisesi. Büyülü bir hastanın iyileştirilmesi sahnesi. 48 Aktüel Arkeoloji onurlandırılmış ve imparator kültü tapınımı görmüştür. Commodos dönemi ve sonrasında Likya, prokonsüller tarafından idare edilmiştir. MS 3. yüzyılın başlarında Caracalla’nın öldürülmesiyle iniş ve kaos dönemi başlar. Bu karışıklıklar ve İmparatorluğun eski gücünü yitirişi Likya’ya da yansır. Barış ve imar yılları geride kalmıştır. Gordianus III döneminde (238-244) Likya’da sikke basan ve basmayan kentler bir araya getirilerek, tekrar bir birleştirme çabasına girilmiştir. Valerianus döneminde (253-260) Myra ile Side arasında ekonomik işbirliği ve dinsel birliğin olduğunu gösteren sikke, şehirlerin bir başına da işlerini yürüttüklerini göstermektedir. İmparator Probus (276-282) Likya’da barışın ve düzenin korunması için başkaldırıları bastırırsa da bu dinginlik uzun sürmez. 313 yılına kadar Likya ve Pamfilya aynı vali tarafından idare edilmektedir. 325 yılı meclis kayıtların- da ise Likya ve Pamfilya piskoposlukları ayrı ayrı anılmıştır: Galba dönemindeki birleşme son bulmuştur ve zaten İmparatorluğun ikiye ayrılmasıyla Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ve dini Likya’nın yeni resmini oluşturmaktaydı. FELAKETLER DÖNEMİ Likya’nın başkenti II. heodosious (MS 408-450) döneminden itibaren Myra’dır. Bu dönem St. Nikolaos’la simgelenen dönemdir. Myra toprakları St. Nikolaos’un Myra’yı ünlendirmesinden yüzlerce yıl önce MS 60’da St. Paulus’un ayak basmasıyla Hıristiyanlıkta önemli bir yer olacağını belli etmişti. Patara’da doğan Aziz, Likya metropolü olan Myra’da dinsel okulunu kurmuş, yetkinleşmiş ve misyonunun doruğundayken asal kilisesini kurup Hıristiyanlık dinini yayarak ünlenmiş ve aynı yerde ölmüştür. Myra’nın asıl ünlenişi ise 6. yüzyılda olur. Sionlu (DemreKarabel) Nikolaos’un, Myralı St. Nikolaos’un martyrionunu ziyareti ve Rosallia gününde din adamlarını bir araya getiren Sinod’un Myra’da toplanmasıyla daha da ünlenip gelişen Myra, o gün bu gündür turistlerin/hacıların ilgi odağı olmuş, kutsal bir merkez sayılmıştır. 6. yüzyıl, Likya’da felaketler dönemidir. MS 529-530’da Myra merkezli büyük deprem ve tsunami. MS 542’den 740’a kadar kıyamet tabakası: Veba salgını. Büyük depremler ve Arap baskınları sonucu büyük miktarda insan ölümlerinin yaşandığı suskun, karanlık bir dönemdir. İnanılmaz sayıda ölümler Likya nüfusunu azaltmış, gücünü tüketmiştir. 7. ve 8. yüzyılda, bu kez Araplar Likya’nın sahibi olmak ister. Teke sahillerinde üs edinmenin nihai amacı İstanbul’a sahip olmaktı. İstanbul’un kuşatılmasının ardından yapılan malzeme sevkleri de Likya kıyılarından yapılmaktaydı ve bu rota boyunca Arap filosu sık sık Likya kentlerine baskın vermekteydi. İslam-Bizans savaşlarının en büyüğü 655 yılında Finike limanında yaşanır. Finike sahilinde demirleyen 30 bin kişilik İslam ordusu ve denizlerde yankılayan ezan sesleri İmparator Konstantin’in rüyalarına girer. Diğer gemilerden yükselen çan sesleriyle de bu psikolojik savaşa yanıt veriliyordu. Ve deniz savaşını kara savaşına dönüştüren Arap ordusu galip gelir. 9. ve 10. yüzyıllarda kendini biraz toparlayıp tekrar şapel ve bazilikalar yapacak kadar sakinleşen bölgedeki Bizans varlığı 11. yüzyıllarda Türklerin gelişiyle bir anda yok olur. Artık, tamamen farklı bir kültür ve yönetimin söz konusu olduğu yeni bir dönem başlamış, Hazar bölgesinden gelip yöreye yerleşen Teke aşiretiyle birlikte adı da artık Teke olmuştur. Ancak, kendi içinde de olsa değişim sürer: Selçukluların yıkılışıyla Menteşoğulları egemen olur. Bu dönem 90 yıl sürer. Selçuklu ve Beylikler dönemlerine ilişkin ele geçen verilerden biri, Rhodiapolis kilise kazılarında bulunan gümüş bir sikkedir. Hamitoğullarına ait sikke 1322 tarihlidir. 1390’da Sultan Beyazıt ilk Osmanlı bayrağını Likya’ya diker. Tüm Likya sahillerinin Osmanlı egemenliğine geçmesi için ise yaklaşık bir yüzyıllık mücadele Osmanlıları beklemektedir. Çünkü tüm deniz kurtları, Venedikliler, Cenevizliler ve St. John Şövalyeleri’ni de temizlemek gerekecektir. Bu mücadeleler 1479’da çoğunlukla kırılır ve Osmanlı güneybatı sahillerine sorunsuz yerleşir. Bu kez sırada iç isyanlar vardır. Bunların en önemlilerinden biri, 1510’daki Şahkulu Baba isyanıdır. Likya’da alışkın olduğumuz bir direniş destanı daha yaşanır 1606’da. Aziz Stephanos Şövalyeleri Finike’ye saldırdıklarında, neye uğradıklarını şaşıran Türkler kaybedeceklerini anlayınca topluca intihar etmeyi seçerler. Aslında sular hiç bir zaman ebediyen durulmayacaktır. Teke Mütesellimi İbrahim Bey, 1807’lerde 29 ay boyunca güçlü Osmanlı’ya karşı direnecektir. Son bayrağı yine halklar birliğinin son versiyonuyla ve yine destansı bir mücadeleyle diken Mustafa Kemal’le de tüm Anadolu gibi Likya da büyük devrimlerle yeni bir çağa girer: Cumhuriyet Türkiye’sine. Karmylessos / Levissi/ Kayaköy Phaselis Tiyatrosu Aktüel Arkeoloji 49 Likya’nın Mür soluyan kenti Myra-AnDrIake Adonis’in güzeller güzeli annesi Myrhha’ya adını veren Likçe’deki yerel ismi ile “Muri”, ünlü Myra yağının da üretildiği mersin bitkisinden kök alır. Günümüzdeki adı olan “Demre”ye kadar da çok değişmeden bugüne dek yaşar. Myra kazılarından çıkan mür yağı şişeleri, kilise çevresindeki yağ işlikleri ve hala bu alanda bulunan mersin ağaçları, her dönemde kentin adına yansır. 50 Aktüel Arkeoloji Andriake. L. Mayer, 1800. Horrea Hadriani Aktüel Arkeoloji 51 Myra. Doğu nekropol. Fellows, çizim G. Scharf, aile kaya mezarı çizim çalışması Myra ve Limanı Andriake Demre Çayı’nın yüzlerce yıldır taşıdığı metrelerce yükseklikte alüvyon dolgu altında kalan Myra, Likya kültür ve tarihinin karanlıkta kalmış pek çok konusunu aydınlatabilecek kadar şaşırtıcı bulgular veren Myra, “Anadolu’nun Pompeisi”dir. Prof. Dr. Nevzat Çevik Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Myra-Andriake Kazıları Başkanı Öğr. Gör. Süleymen Bulut Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Myra-Andriake Kazıları Başkan Yardımcısı Fotoğralar; Myra-Andriake Kazıları Arşivine aittir: İzinsiz kullanılamaz. 52 Aktüel Arkeoloji A ntalya’nın Demre ilçesinde, deniz ve kara yollarının buluştuğu Orta Likya’da, her dönemde Likya sanat ve kültürünü nitelikle temsil eden parlak bir metropoldür. Myra ve çevresi sadece kültür ve tarihiyle değil doğasıyla da özeldir. Bugün bataklık-göle dönüşmüş olan limanda 146 tür canlı yaşamaktadır. Bu faunal zenginliği Akdeniz loraları çevreler. Myra Denizi’nde batmış olan antik yerleşimleri kucaklayan masmavi Kekova suları “en ak denizi” sunar. Antik Çağdan bugüne; yaklaşık 1,5 metre çöken bölgenin antik kentlerinin sahil yapılarını altına alan bu sular, zengin ekosistemler denizidir. Kaya mezarlarının benzersiz görkemi, Klasik Dönemde Likya’nın en önemli birkaç yerleşiminden biri olduğunu göstermektedir. Myra kenti, Likya’nın baştanrısı Apollon Surios’un kehanet tapınağı ve kaynaklarda “Likya’nın en güzel tapınağı” olarak geçen Artemis Tapınağı ile Likya’nın tanrı ailesine de ev sahipliği yapar. 11 bin 500 kişi kapasiteli, bölgenin en büyük ve en nitelikli tiyatrosu, alüvyon altında gömülü kentin Roma Döneminde, bölgenin en büyük merkezi olduğunu göstermektedir. Likya Birliği içindeki önemli yerini, Strabon, “Üç oy hakkına sahip en büyük altı kentten biri” olarak belirtir. Bu durum, Myra’nın güçlü ekonomisi ve büyük metropol oluşundan kaynaklanan politik ve siyasi ayrıcalığını belgeler. Bölgenin en önemli limanı Andriake ve mükemmel sığınma olanakları sunan doğal limanı taçlandıran görkemli liman yapıları ve anıtları ile antik dönemlerde uluslararası bir ticaret merkezi ve asal bir uğraktır. Andriake kazılarında ele geçen bulguların çeşitliliği tam bir uluslararası kozmopolit yerleşim karakteri yansıtmaktadır. Myralı Aziz Nikolaos nedeniyle Hıristiyanlık hac merkezi ve İmparator Constantinus Porphrogenitus’un tanımıyla, “Tanrı’nın hizmetkarı kudretli Nikolaos’un üç kez kutsanmış ve mür soluyan şehri”dir. Bugün de yıllık 500 bin turist sayısıyla bölgede rakipsiz bir kültür ve doğa turizmi merkezidir. Myros (Demre) Çayı’nın etkileyici-dev kanyondan taşıdığı 8 m yüksekliğe varan alüvyon dolgu altındaki saklı ve korunmuş haliyle de, Likya kültür ve tarihinin karanlıkta kalmış pek çok konusunu aydınlatma konusunda bilime çok şey katmaya aday olan bir tür “Anadolu Pompeisi”’dir. Klasik Dönemden Osmanlı’ya kadar her dönemde sığınılmış kalesi, çok özel örnekleriyle kaya mezarları, tiyatro, hamam, nymphaion gibi yüzeyde görünen anıtsal kalıntılarıyla Myra, Likya denilince akla gelenleri en nitelikli örneklerle anlatır. Daha da önemlisi, 4-8 metre yüksekliğindeki alüvyon örtünün altında saklanmış olan koca bir antik kentin görünenlerle karşılaştırılamayacak kadar şaşırtıcı bulgular vereceğini de müjdeler. Myros Nehri’nin taşıdığı yüksek alüvyonlara gömülerek akıl almaz bir bilgi deposu olarak korunup saklanan Myra kenti kalıntıları, arkeolojide yanıtı karanlıkta kalmış pek çok soruyu aydınlatmak için güçlü bir adaydır. Katman katman çoğalmış olması beklenen, ancak en son 13. yy baskınıyla antik kente son darbeyi vurduğu anlaşılan bu alüvyon örtü hem Likya arkeolojisi için hem de Anadolu ve Akdeniz için büyük bir şanstır. Bu şansın boyutları kazılar sonucu anlaşılacaktır. Bugün Demre’de gezginleri yönlendiren “Myra” levhası sadece tiyatroya götürmektedir. ‘Arkeolojik Sit’in alan sınırları da, sadece tiyatro ve akropolü içermektedir. Yani, Myra’nın, sadece tiyatro ve arkasında yükselen akropol olduğu sanılmıştır. Yüzey gözlemlerimiz ve jeofizik araştırmalarımız göstermiştir ki, antik kent en az 2 km çapındaki bir alanda gömülüdür. Tiyatro ile 1 km güneydoğuda yer alan hamam arasında kentin kamu merkezi- nin olduğu anlaşılmaktadır. Kent, St. Nikolaos Kilisesi’ne doğru da yayılmaktadır. Gelecekteki kazılarda büyük bir metropole ait kent ve yapı parçalarının ortaya çıkması sürpriz olmayacaktır. Nitekim 2010 sezonunda kazısını, konsolidasyonunu ve restorasyonunu tamamlayıp çevre koruma ve düzenleme işlerini bitirdiğimiz ve de 2011 sezonunda turizme açacağımız 800 yıllık şapel, çok iyi korunmuş freskoları ve mimarisiyle bu beklentimizi doğrulamıştır. “Myra kent adının Hellen öncesi yer adlandırmaları içerisinde herhangi bir karşılığı henüz belgelenmemiştir”. Olasılıkla Myra’ya ve sonra da Demre’ye dönüşmüş olabilecek “Myrrh” yer adı ünlü Myra yağının üretildiği mersin bitkisinden (Commiphora myrrha) gelmektedir. Kabuğundan Adonis’in doğduğu bitkidir Mersin. Bu dünya güzeli kızın adı olan Myrrh ile mersin ağacı ve Myra’nın ve de Demre’nin ismi benzer olmalıdır. Daha da önemlisi vegetasyon tanrıçası Artemis ile özdeştir. Kazılardan çıkan mür yağı şişeleri, kilise çevresindeki yağ işlikleri ve hala bulunan mersin ağaçları, her dönemde kentin adına yansıyan en kesintisiz özelliğini sunar: Myrhh - Myra - da Myra (Demre). Neredeyse hiç değişmeksizin gelmiştir günümüze. İsim kaynağı, Adonis’in annesi güzeller güzeli Myrhha’ya da adını veren mersin bitkisidir. Likçe’deki yerel ismin “Muri”den kaynaklandığı kolaylıkla düşünülebilir. Ksanthos yazıtında anılan “Muri”den öte, bunun en kesin kanıtı, Limyra’nın Likçe adının “Zemuri” olmasıdır. Myra’nın Likçe adının da Myrrh’ün de kaynağı olan “Muri” gibi bir kelime olması beklenmelidir. Limyra=Myra, Zemuri=Muri (Zemuri-Limyra = Muri-Myra) eşleşmesi sa- Myra. Akropol. Hava Foto. 2010 Aktüel Arkeoloji 53 Andriake Limanı’ndan sevk edilen malların tam listesi çıkmasa da, yazıtlara göre içlerinde, tahıl, purpur, katı katran, safran, zeytinyağı, şarap, incir ve balık ticareti yapılan ve en yüksek vergiyi ödeyen limandır. Andriake. Granarium, Agora, Liman Yapıları ve Sinagog. Hava Fotoğrafı, 2010. 54 Aktüel Arkeoloji nırım en doğru isim kaynağını açıkça göstermektedir. Myra tarihi, MÖ 3. bin içlerindeki Bronz Çağ yerleşimcilerinin olası varlığı; Gelidonya ve Uluburun batıkları ile Doğu Likya’da bulduğumuz verilerin doğruladığı hem karada hem de denizdeki yaşamsal varlık; MÖ 546’da Harpagos’la gelen Pers egemenliği; kaya mezarlıklarından yansıyan MÖ 5.-4. yüzyıl zengin yerleşimi; Büyük İskender’in gelişi ile değişerek hızlanan kentleşme; MÖ 197’de III. Antiokhos’un, Andriakos Çayı ağzındaki limandan girerek Myra’yı alması; MÖ 168’de kurulan Likya Birliği’nde, Merkezi Likya temsilcisi olarak 3 oy hakkı ve ayrıcalığıyla bulunması; MÖ 42’de Brutus’un, komutanı Lentulus Spinther’i para toplamak için Myra’ya göndermesi ve Spinther’in Andriake liman girişindeki zincirleri kırıp kenti işgal etmesi; MS 60 yılının Ekim ayında Aziz Paulus’un Kudüs’te yarattığı huzursuzluğun hesabını vermek üzere Roma’ya giderken Andriake limanına ve ana kent Myra’ya uğraması; Nero döneminde gümrük yapılaşması ve bunun belgesi olarak limana dikilen ünlü yazıt; MS 129’da Hadrian adıyla Andriake liman yapılarının inşa edilmesi; MS 141 depremi; MS 2. yüzyılda Metropolis ünvanı alması; 4. yüzyılın ilk yarısında St. Nikolaos’un burada yaşaması ve ölmesi; II. heodosious (MS 408-450) döneminde Likya’nın başkenti ilan edilmesi; bu tarihten itibaren bölgenin metropolitliğinin, Metropolis makamı ve rezidansının Myra’da olması; antik dönem dinlerini yansıtan mimarlık ve heykeltıraşlık eserlerinin Hıristiyanlar tarafından tahribi; MS 529 depremi; 546’da Sionlu Nikolaos’un Myralı Nikolaos’un meza- rını ziyareti ve Synod’un Myra’da toplanması ile Myra’nın hac merkezi olması; MS 789’da Arap donanmasının Myra’ya saldırması; MS 809’da Harun Reşid’in Myra’ya saldırması; MS 1034’te Afrikalı Ziridlerin işgali; 1147 yılında Türklerin Myra’ya gelişi; son başpiskopos Eustathios’un 1174 yılında atandığı halde görevine başlayamaması; 17. yüzyılda dinsel idarenin Myra’dan Meis Adası’na geçmesi; Osmanlı idaresi; 1923 Türkiye Cumhuriyeti dönemi; Akropol eteğinde küçük bir köy olarak kurulan Demre’nin bugün 18 bin nüfuslu bir ilçe haline gelmesi ve 2009 yılında arkeolojik kazıların başlaması Myra tarihinin önemli noktaları olarak özetlenebilir. Kentin politik ve ekonomik gücüne pay vermek isteyen ünlü Likya zenginleri en önemli yardımlarını Myra’ya yapmışlardır. Likya’nın en büyük euergetesi olan Opramoas’tan da en büyük yardımı Myra almıştır: Opramoas MS 142’deki büyük depremin yıktığı yapıların onarımı için 100 bin, tiyatro yapımı için …?, Eleuthera Tapınağı ve exedra için …?, gymnasionun perystili ve diğer işler için 56 bin, yağ için 12 bin, altın kaplı Tykhopolis heykelinin onarımı için 10 bin dinar bağışlamıştır. Oinoandalı Lykiarkh Licinnius Longus 40 bin dinar, Kyneailı zengin Iason ise kızı Lykia ile birlikte Myra’da stoa yapımı için 10 bin dinar, kayınpederi Polykharmos ile birlikte Myra tiyatrosu için 10 bin dinar yardım vermiştir. Kent henüz kazılmadığı için Myralı zenginlerin kimler olduğunu ve neler yaptırdıklarını bilmiyoruz. Bunlar, sadece, diğer kentlerde bulunmuş yazıtlar yardımıyla bildiğimiz Likya kentlerinden Myra’ya gelen yatırımlardır. Yüzey gözlemleri, araştırmalarımız ve sürdürdüğümüz kapsamlı arkeojeofizik projesi; koca kentten minik izler verdiği ve beklentilerimizi biçimlendirmekte yardımcı olduğu için çok değerlidir. Bugün, bin yılların alüvyon örtüsü seralar ve portakal bahçeleri ile süslenmiş ve antik kenti tamamen saklamıştır. Bu büyüklükte bir kentte mutlaka bulunması gereken sütunlu cadde, agora, toplantı salonu, tapınaklar, konutlar ve nekropoller gibi çok sayıda yapıdan oluşmuş olması kaçınılmaz olan şehir şimdilik çoğunlukla imaj dünyamızda restitüde olabilmektedir. Akropol ve savunma sistemi, Myra’nın en çok gün ışığında olan kalıntılarıdır. Erkeni akropolde bulunan yerleşim, sonraki dönemlerde dağ sırasıyla deniz arasında kalan düzlükte gelişmiştir. Hellenistik, Roma ve Bizans dönemlerinin metropolü düzlüktedir. Kalıntılar, Myra akropolünde Klasik Çağdan itibaren Osmanlı’ya kadar her dönemde savunma yapısının (kale) bulunduğunu göstermektedir. Andriake. Granarium ve Sinagog. Hava Fotoğrafı, 2010. Aktüel Arkeoloji 55 Andriake. Liman Yapıları. 2010 Myra. Tapınak Mezar. Roma Dönemi 56 Aktüel Arkeoloji Hellenistik Dönem ve sonrasındaki sur duvarları onarımları ve revizyonları kalenin yüzyıllar boyu aktif olarak kullanılmış olduğunu göstermektedir. Myra’da ticaretin gelişmesiyle ve bunun kente yansımasıyla birlikte akropol eteklerinden başlayan ve denize doğru yayılan bir genişleme söz konusudur. MÖ 5. yüzyıldan itibaren var olduğunu düşündüğümüz akropol savunma sisteminin bağlantıları, akropol tepesinin güney eteklerinde de bulunmaktadır. Myros Vadisi boyunca karasal ana ulaşım noktalarında, Beymelek’ten Gürses’e kadarki yakın alanda Myra’nın çevresini kuşatan sıkı bir güvenlik ve iletişim sistemini oluşturan kuleler ve garnizonlar da kentin çevresel egemenlik alanını kollamaktadır. MÖ 5.-4. yüzyıl Myra’sının benzersiz kaya mezarları üç ana alanda toplanmıştır. Klasik Çağ nekropol organizasyonunun ve mezar inşa teknik- lerinin tüm detaylarını verecek niteliktedir. Hem akropolden hem de aşağıdan çıkış yolları oluşturulmuştur. Tüm mezarlara kaya yüzündeki patikalarla ulaşım sağlanmıştır. Bu yollar bazen dar geçitler bazen de basamaklı çıkışlar biçimindedir. Tam bir ölüler kenti gibi kaya yüzünde bir yerleşim dokusu gibi eksiksiz bir planlama yapılmıştır. Karşıdan bakıldığında bir yamaç yerleşimi duygusu verilmiştir: Klasik Çağ yamaç yerleşimi kaya mezarlarında yaşıyor gibidir. Dolayısıyla Likya kaya mezarlıkları sadece sivil mimarlıktaki ahşap yapı imitasyonu değil aynı zamanda sivil bir yerleşim imitasyonudur ve bugün olmayan sivil ahşap yapılar hakkında bilgi aktarmakla kalmaz, bugün bilemediğimiz Klasik Çağ sivil yerleşimleri hakkında da bilgi verirler. Çoğunlukla MÖ 4. yüzyılın ilk yarısına tarihlenirler. Batı Nekropol (Deniz Nekropolü) tiyatronun hemen batı yanındaki kayalıklarda düşey ve yatay sıralanmış olan 47 mezardan oluşmaktadır. Güney Nekropolü, Batı ve Doğu Nekropolü arasındaki kayalıklardaki 11 kaya mezardan oluşur. Doğu Nekropolü ise (Nehir Nekropolü) 40 mezardan oluşmaktadır. Bu mezarlarda 13’ü Likçe, 10’u Eski Yunanca olmak üzere toplam 23 yazıt bulunmaktadır. M YR A A R TE M İ S İ Toplam 17 kabartma kaya mezar dekorasyonları arasında çok önemli bir yer alan ve içerik-nitelikleriyle bölgede benzersiz olan eserlerdendir. Kabartmalar Likya Klasik Çağ kabartmalarının önemli bir grubunu oluşturur. Hem Klasik Likya yontuculuk sanatının geldiği düzeyi hem de ölü gömme geleneklerini anlatmaları açısından özeldirler. Bu kabartmalar; mezarların 7’sini süslemektedir. Kabartmalar; çoğunlukla, MÖ 4. yüzyıla tarihlenir. Özellikle ikisi, kabartmalarıyla tüm Likya’nın en etkileyici kaya mezarlarıdır. Tapınak cepheli ilk mezar, mimarisiyle, bitkilerden çıkan tanrıça (Artemis/Myrrh) dizisiyle, aslan boğa kabartmalarıyla ve tam ortada betimlenen mezar sahibi aile “fotoğrafıyla” muhteşemdir. Tanrıça figürü Myra sikkelerinde betimlenen kırların, doğanın, bitkilerin tanrıçası Artemis/ Myrhh ile aynıdır. Kabartmada ve sikkede görünen figürün adı “Tanrıça Myra”dır, “Myra Artemisi”dir. Geçmişte Myra’nın simgesi olan bu betim artık Myra-Andriake kazılarının kurumsal simgesi olarak kesintisiz yerleşim “idolü” özelliğini tekrar kazanmıştır. MS 4. yüzyıl başlarında, Hıristiyan İmparator’un başa geçmesi ile birlikte yerel piskoposlar kötülüklerin kaynağını yok ettiklerine inanarak, antik tapınakları ve heykelleri yok etmişlerdir. Ne yazık ki, “Likya’nın en güzel Artemis Tapınağı” da olasılıkla Myra Piskoposu tarafından temellerine kadar yıkılmış olabilir. St. Nikolaos’un Plakoma Ağacı’nı keserek, sembolik olarak pagan inançlarını yok etme uğraşı ikonlara da yansımıştır: Kesilen sadece ağaç değil Tanrıça Artemis’tir, yani pagan inançlarıdır. Tiyatro altta 29, üstte 9 oturma basamak sırası 11 bin 500 kişiye hizmet etmektedir: Likya’da daha kapasitelisi ve daha niteliklisi yoktur. Hellenistik karakterde kayalık yamaca oturan caveanın ön ve yan kesimleri tamamen kemerli-tonozlu alt yapıya oturur. HellenistikRoma tipindedir. Likya’nın “en Romalı” tiyatrosudur. İlk yapım yılıyla ilgili belge olmamakla birlikte onarımların tarihleri bilinir: İlki 141 depremi sonrası onarım, ikincisi ise MS 3. yüzyılın ilk çeyreğindeki onarımıdır. Aynı yüzyılda, Roma tarzı oyunların gerçekleşebileceği biçimde bazı düzenlemeler yapılmıştır: 40 metre çapındaki orkestranın çevresine parapetler yerleştirilmiştir. Üç katlı sahne binası frizlerinde Ganimed, Zeus’un kartalı, Mithras, Medusa ve çok çeşitli masklar ve syren ve menadlar tarafından taşınan girlandlar gibi zengin kabartmalar ve dekorasyonla bezeli sahne binası çoğunlukla yıkılmış halde durmaktadır. Tiyatroda bulunan yazıtlar, kentin değişik yönlerine ilişkin bilgiler verir. Orkestradaki yazıtta kentin ithalat-ihracat işlerinden kazandığı paradan Likya Birliğine 7 bin dinar Myra. Batı Nekropol. Hava Foto Aktüel Arkeoloji 57 Myra. Tiyatro. 2010. 11 bin 500 kişi kapasiteli, bölgenin en büyük ve en nitelikli tiyatrosu, alüvyon altında gömülü kentin Roma Döneminde bölgenin en büyük merkezlerinden biri olduğunu göstermektedir. 58 Aktüel Arkeoloji vergi ödediği yazar. Bu miktar, Likya’daki en yüksek vergidir. Batı galerisi duvarında ise “gezici esnaf Gaius’un yeri” yazılıdır. Duvara kazınmış harler, sessizce duran dev tiyatroda bir zamanlar yapılan gösterilerde izleyicilere çerez satan satıcıdan sıcak sesler taşır. Başka biri ise, resmi ve yazısıyla bir dilek içerir: Zafer Tanrıçası’nın figürü önünde, “kente şans getir ve sürekli galip ol” yazılıdır. Roma Dönemine ilişkin yer üstünde en çok görünen önemli yapılardan biri; hamamdır. MS 2. ya da 3. yüzyıla tarihlenir. Bugün yol kenarında, seralar arasına sıkışmış olarak oldukça iyi korunmuş olan hamamın tüm bölümleri görünmese de görünen beş odası tanımlanabilmektedir. Klasik Likya hamamı planındadır. Duvarlardaki izlerden hamamın alttan ve duvarlardan ısıtıldığı görülmektedir. Pür Roma tekniğinde, tamamen tuğlalarla örülen yegâne Likya hamamıdır. Jeofizik ölçümlerimize göre 3.10 metre derinde hamam zemini ve altında da yaklaşık 1,5 metre yüksekliğinde “hypocaust sistemi” bulunmaktadır. Tanrının tekil anıldığı zamanların başlangıcından itibaren Likya’nın en ünlü ve önemli kenti Myra’dır. Bu dönemdeki ününü, Myralı St. Nikolaos’a borçludur. Aziz’in, öğretisini geliştirdiği ve ününü yayarak tüm yaşamını tamamladığı yer Myra’dır. İmparator Konstantinos döneminde de (MS 324-337) piskopos olarak görev yapmıştır. MS 4. yüzyılda İmparatorluğun dini olan Hıristiyanlık çok daha önceden bu bölgelerde olgunlaşmıştır. Sionlu Nikolaos’un martyrionu ziyareti ve Rosallia Günü’nde din adamlarını bir araya getiren Synod’un Myra’da toplanmasıyla 6. yüzyılda iyice ünlenen Myra, o gün bu gündür turistlerin/hacıların ilgi odağı olmuş, kutsal bir merkez sayılmıştır. Mucizeleriyle ünlenen St. Nikolaos, geçmişte çocuklar, denizciler, tacirler ve bilim adamlarının koruyucusuyken; bugün tüm dara düşenlerin sığınağı olmaya devam etmektedir. Dara düşenlere gizlice ver- diği yardımların, anlatıldıkça çoğalan öyküleri nedeniyle bugün dünyanın hemen her yerinde yılbaşında armağan veren “Noel Baba” olarak ünlenmiştir. Çocukları koruma/sevindirme, denizcileri kurtarma, kayıp eşyaları bulma, gelecekten bilgi verme gibi pek çok mucizesi anlatıla gelir. Yaşarken Demre’den ayrılmayan Aziz’in bedenini, MS 808’de Arap istilacılar yok etmek ister; ancak başka bir rahibin mezarını dağıtırlar. 1087 Aziz ölüsünün, gurbete çıkma vaktidir. Bir grup İtalyan tüccar, Aziz’in, esasında bir Roma Çağı lahdi olan mezarını açar ve ağır kokulu mür içinde korunan kemikleri yağmalayıp götürürler. Giden kemiklerin mezarına geri dönmesi ve Aziz’in artık vatanında ve mezarında huzur içinde yatması için Vatikan bir şeyler yapmalıdır. MS 342’de, yaklaşık 70 yaşında Myra’da, vatanında öldüğünde, mezarında gömülmek Aziz’in isteği/vasiyetidir. Buna her dinden herkes saygı duymalıdır. Sahibi Mari’de yatan yalnız kilisesinin, en Likya’nın en kapasiteli tiyatrolarından biri olan Myra Tiyatrosu’nun batı duvarında “Gezici esnaf Gaius’un yeri” yazılıdır. Duvara kazınmış harler, sessizce duran dev tiyatroda bir zamanlar yapılan gösterilerde izleyicilere çerez satan satıcıdan sıcak sesler taşır. Başka biri ise, resmi ve yazısıyla bir dilek içerir: Zafer Tanrıçası’nın figürü önünde, “kente şans getir ve sürekli galip ol” yazılıdır. Aktüel Arkeoloji 59 Myra. Doğu nekropol Karşıdan bakıldığında bir yamaç yerleşimi duygusu veren Likya kaya mezarları, sadece sivil mimarlıktaki ahşap yapı imitasyonu değil aynı zamanda sivil bir yerleşim imitasyonudur ve bugün olmayan sivil ahşap yapılar hakkında bilgi aktarmakla kalmaz, bilemediğimiz Klasik Çağ sivil yerleşimleri hakkında da bilgi verirler. 13’ü Likçe, 10’u Eski Yunanca olmak üzere toplam 23 yazıtlı 101 kaya mezarının çoğu MÖ 4. yüzyılın ilk yarısına tarihlenir. 60 Aktüel Arkeoloji erkeni MS 529’a kadar inen birçok yapı evresi bulunmaktadır. Üç neli kiliseye sonradan bir nef daha eklenmiştir. Kilise, Aziz’in yaşamını anlatan benzersiz freskolarıyla özeldir. Prothesis mekânında bulunmasıyla şaşırtan “Havari Komünyonu”, sahnesinde İsa ekmek-şarap dağıtmaktadır: Ekmek tarafındaki havarilerin en önünde Petrus, şarap tarafındakilerin ise önünde Paulus durmaktadır. Yahuda ise yine kendini sahneden dışlamış pozisyondadır. Freskolar stilleri ve ikonografileriyle MS 11.12. yüzyıllardandır. Kilisenin güneyindeki mezar nişlerinde İsa’nın Doğuşu, Çarmıhta İsa, Anastasis, Göğe Çıkış ve Koimesis -Meryem’in ölümü- sahnelerinden oluşan Beş Bayram sahnesi işlenmiştir. Kemer yüzlerinde ise St. Nikolaos’un yaşamını anlatan siklustan on beş sahne işlenmiştir: Bu benzersiz freskolar arasında yine “Deniz mucizeleri”, “Üç Komutan hapiste”, “Aziz’in İmparator Konstantin ve Vali Ablabius’un Rüyalarına Girmesi”, “Üç komutan İmparator Konstantin önünde”, “Üç komutanın Nikolaos’a teşekkürü”, “Nikolaos’un Basileus’u Araplardan kurtarışı”, “Nikolaos’un Demetrios’u boğulmaktan kurtarışı”, “Aziz’in çocuğu olmayan bir aileye yardımı”, “Aziz’in büyülü, hasta bir kişiyi iyileştirmesi”, “Üç bekar kızın öyküsü” bulunmaktadır. MS 808 ve 1034 yıllarında Araplar tarafından yapılan tahribatlar, 1043 yılında IX. Konstantin Monomakhos tarafından onarılmıştır. Mimarisinde kolay ayırt edilen en büyük değişiklik 1850 yıllarındandır: Rus Çariçesi Anna Galicia satın aldığı kilisede, büyük çaplı bir onarım başlatır. Orijinal yapıya uymadığı hemen göze çarpan kubbelerin 1885’deki onarımda eklendiği kilise duvarındaki Rusça yazıtta anlatılmaktadır. Myra’nın içme suyu, vadi boyunca ana kayaya oyulan ve kayanın olmadığı yerde taş ve harçla örülerek yapılan su kanalıyla 20 kilometre öteden getirilmiştir. Hamam ve de tüm kentin su ihtiyacını bu kanallar sağlamıştır. Aquadukt ile tamamlanan su kanalı Myra’dan Andriake’ye su taşımaktadır. Myra ve Andriake yol kavşağında bulunan “Nymphaion” bu su yolu üzerindedir. 2009 sezonuyla birlikte tarafımızdan kazılmaya başlanan yapı tamamen kesme taşlarla örülmüş ve arka ve alt kesimleri ile tüm zeminde ana kayaya oyulmuştur. Myra’nın liman mahallesi Andriake şansını korunaklı, denizden saklı muhteşem doğal deniz girintisinden alır. Yaklaşık 10 bin yıl önce bir ada iken, 5 bin yıl önceden itibaren karasal bağlantısı ile birlikte derin bir koy oluşmuş ve Roma Döneminde ünlenen Andriake Limanı’na dönüşmüştür. Sonradan nehrin taşıdığı alüvyonlarla bir iç göle dönüşüp kapanmıştır. Akdeniz seferlerinin Likya’yla buluştuğu ve Likya’nın dünyaya açıldığı bu nokta, Akdeniz limanlar zincirinin önemli bir halkasıdır. Akdeniz sahillerinin olasılıkla en yüksek kapasiteli uluslararası ticaret limanıdır. Doğudaki komşu kent Limyra’nın limanı Phonikos ve batıdaki komşu kent Antiphellos ve Patara gibi tüm Kekova sahil yerleşimleri ile de bölge içi bağlantıyı sağlar. Finike-Andriake limanları arasında bir tekne düzenli seferler yaparmış. Deniz yolu, zorlu dağ yolculuğuyla ancak ulaşılabilen komşu kentlere, rahat bir ulaşım seçeneği sunar. Kent yönetimine ait olan deniz taşımacılığına göz diken ve sık sık da ihlal eden korsan gemiciler için büyük cezalar konmuştu. Andriake’nin arkeolojiye ve Likya bilimine katkısı çok özeldir; çünkü antik dönemlerde çok sayıda önemli önemsiz liman yerleşimlerinin varlığı ve dokusu bilinmektedir. Ancak salt liman fonksiyonlarını karşılayan yapılardan oluşan ve sadece liman olan bir yerleşim bilinmemektedir. Andriake, Roma Döneminde ve öncesinde sadece limanlarda bulunan depolar, ticari alanlar ve ticari yapılardan oluşan dokusuyla ve bu dokunun nicelik ve nitelikte bölgenin en iyisi olmasıyla özel bir örnek sunmaktadır. Bizans Döneminde ise liman fonksiyonlu kullanımın devam etmesi yanında sayısı artan konutlarla ve bu yoğunlaşmaya bağlı olarak yapılan altı kiliseyle küçük bir yerleşime dönüşmüştür. Liman yapıları dışındaki oluşum altı kiliseden ve bir sinagogdan görülse de, Andriake hiçbir zaman piskoposluk listelerinde anılmamıştır. Myra metropolisinin bir mahallesi olmaya devam etmektedir. Andriake tarihi, tam bağlılığı nedeniyle Myra’yla paralel ve ortak gelişmiştir. Dolayısıyla en geç Klasik Çağdan itibaren Myra’nın varlığına bağlı olarak Andriake Limanı’nın işlediği düşünülür. Akdeniz sahillerinde sadece iki benzeri bulunan Andriake Granariumu’nun (Horrea Hadriani-İmparatorluk Silosu) arkeolojide çok özel bir yeri vardır. Sekiz bölümden oluşan çok iyi korunmuş yapı 64,24 x 38,65 metre ölçülerindedir. Duvar yükseklikleri 6.40 metredir. Toplam 2307 m2 alana oturan granariumun kapalı bölümlerinin iç alanları toplamı 2.081 metredir. Her bölümün ayrı kapısı bulunduğu gibi içerden her bölüm birbirine birer kapıyla bağlanmaktadır. Binanın iki yanında bekçi birimleri vardır. Uzunca yazıt ve girişteki İmparator Hadrian ve karısı Sabina’nın büstleri yapımın İmparator Hadrian’ın III. Konsüllük dönemine denk geldiğini belgeler (MS 129): “HORREA IMP. CAESARIS DIVI TRAIANI PARTHICI F. DIVI NERVAE NEROTIS TRAIANI HADRIANI AUGUSTI COS. III”. Aynı kesimde büyük bir yazıt levhasının asıldığına dair izler vardır. Dördüncü kapının sol tarafında, Myra ve Arneai kentlerindeki “ölçümler”in nasıl yapılacağına ilişkin bir kararname bulunmaktadır. Buradaki yazıt, Flavius Eutolmius Tatianus’un valiliğinde (MS 388-392) yazdırılmıştır. Yedinci bölümün cephesinde ise bir blok üzerinde granarium sorumlusu “Herakleon gördüğü rüya üzerine bunu adadı” yaz- Myra. Batı Nekropol Aktüel Arkeoloji 61 maktadır. Adadığı kabartmada İsis-Serapis ve Pluton ile griphon bulunmaktadır. Herakleon tarafından İsis’e adanmış bir adaktır. Andriake Limanı’ndaki trafiğin daha fazla olduğu en yüksek vergiyi ödemesinden anlaşılmaktadır. Bu limandan sevk edilen malların tam listesi çıkmasa da, yazıtlara göre içlerinde, tahıl, purpur, katı katran, safran, zeytinyağı, şarap, incir ve balık bulunmaktaydı. Alım satımı hayli hareketli olan ve her bölgeden yüksek talep gelen köle ihracatında da Myra, Likya’nın en hareketli pazarıydı. Limanın çevresinde, liman yerleşimine ilişkin pek çok yapı kalıntısı bulunmaktadır. Bunların en önemlisi görkemli liman agorasıdır (Plakoma). Ticaret limanının bu uluslararası alışveriş merkezi limana bakan ve ortadan açılan anıt kapısıyla girilmekte ve çevresini iki katlı mekânlar çevrelemekteydi. Limana bakan ön yüzü revaklı olan agora, Likya’nın bu en önemli limanında ticaret mekânları konusunda gelişmiş olanaklar sunuyordu. Agoranın ortasında yerin altında bir sarnıç bulunmaktadır. Tavanı büyük dikdörtgen taşlarla örtüldüğü için Plakoma denilen sarnıcın üst alanı agoranın ortasında bir meydan merkezi oluş- turmaktadır. 6. yüzyılda agora murex işlikleri alanıdır. Burada çok değerli kırmızı-mor boya üretilmekteydi. Ortaya çıkardığımız murex işlikleri ve diğer bulgular, boya üretimine ilişkin antik kaynakları doğrulamaktadır. Deniz ve karadan alışverişe ve yolculuğa gelenlerin fazlalığı nedeniyle yapılmış olduğu anlaşılan iki hamam Andriake gibi bir limandan olağan beklenenlerdendir. MS 1. yüzyılda yapıldıkları düşünülen büyük ve küçük hamamlar, oldukça iyi korunmuş durumdadırlar. 2010 sezonu kazılarında bu alanda keşfedilen iki anıttan batıdakine ait olan on bir yazılı blok üzerinde; Augustus, Gaius Sezar, Julia Augusta, Livia Augusta, Germanicus, Agrippina, Drusus ve Tiberius’un bronz heykellerinin Tüm Likya’nın en etkileyici kaya mezarlarından biri olan tapınak cepheli mezar, mimarisiyle, bitkilerden çıkan tanrıça (Artemis/Myrrh) dizisiyle, aslan boğa kabartmalarıyla ve tam ortada betimlenen mezar sahibi aile “fotoğrafıyla” muhteşemdir. Kabartmada ve sikkede görünen “Tanrıça Myra”dır, “Myra Artemisi”dir. MS 4. yüzyıl başlarında, Hristiyan İmparator’un başa geçmesi ile birlikte yerel piskoposlar kötülüklerin kaynağını yok ettiklerine inanarak antik tapınakları ve heykelleri yok etmişlerdir. “Likya’nın en güzel Artemis Tapınağı” da olasılıkla Myra Piskoposu tarafından temellerine kadar yıkılmış olmalıdır. MS 5. yüzyıla ait olan bir sinagogda ele geçen Menora levhalarından biri. Hıristiyanlığın merkezi olan Myra’da Yahudi cemaatin varlığını ilk kez bir tapınakla ve yazılı plakalarla kanıtlar. Sinagog’un ve Menora levhalarının Likya’da henüz benzeri yoktur. Andriake’nin nasıl bir kozmopolit ticaret yerleşimi olduğuna dair önemli ipuçları veren yazıtlardan birinde “erini epi ton IsraelBarış İsrail’in üzerine olsun” yazmaktadır. “Amen” ve “Şalom” gibi diğer dinsel ifadelerle de yazıt sonlandırılmıştır. Sinagog’un ve Menora levhalarının Likya’da henüz benzeri yoktur. Myra. Batı Nekropol. Hurttuweti kaya mezarı kabartmaları. 62 Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 63 Myra St. Nikolaos Kilisesi. Çocuğu olmayan bir hastayı iyileştirme sahnesi. 64 Aktüel Arkeoloji durduğu anlaşılmaktadır. Sinagog, 2009 sezonu kazılarının en önemli keşfidir. Yapı, Horrea Hadriani’nin batı köşesi önünde, limana (kuzeye) bakar biçimde konumlandırılmıştır. 3.90m çapındaki apsisin bulunduğu ana odanın ölçüleri 7.25x5.08m’dir. Yapının batısında bir oda daha bulunmaktadır. Sinagogdan toplam 282 parça eser/eser parçası ele geçmiştir. Büyük çoğunlukla sinagogla ilgisi bulunmayan bu erken buluntular, Andriake’nin nasıl bir kozmopolit ticaret yerleşimi olduğuna dair önemli ipuçları verir niteliktedir. Apsisten, yapının zemininde düşmüş ve kırılmış halde bulunan mermer levhalar üzerinde Musevi dininin bildik sembolleri bulunmaktadır. Menorah plakalarından biri tam, biri yarımdır. Ortasında yedi kollu Musevi şamdanı (menorah), sağ yanında şofar ve sol yanında da lulav işlenmiştir. Üstündeki silmede de üç satırlık yazıt vardır. Yazıtta, plakayı adayan kişilerin isimleri geçmektedir: Makedonius, Prokles, Romanus, heodote ve Roma. Samuel’in oğlu Joshua ise bu isimler arasındaki tek İbrani adıdır. Bulunan üç ayrı yazıttan ikincisinde “erini epi ton Israel-Barış İsrail’in üzerine olsun” yazmaktadır. “Amen” ve “Şalom” gibi diğer dinsel ifadelerle de yazıt sonlandırılmıştır. Ele geçen üç yazıt genelde bilinen Eski Musevi adak yazıtlarıyla benzeşmektedir. Yapı ve mimari bezemeler sinagog kalıntılarının MS 5. yüzyıldan olduğunu göstermektedir. Keşfin önemi şöyle özetlenebilir: Likya bölgesinde ilk kez Yahudi varlığına ilişkin tapınak ve onu tümleyen diğer bulgular birarada ortaya çıkarılmıştır. Likya ve Pamphylia’da başka bir sinagog daha önce bulunmamıştır. Likya kültür katmanlarına bir yenisi daha eklenmiştir. Myra. St. Nikolaos Kilisesi Myra Şapel’i. Deesis Sahnesi. Hz. İsa, Meryem ve Yahya. Bulgular, Hıristiyanlığın merkezi olan Myra’da ve üstelik de en baskın olduğu 5. yüzyılda, Bizans Dönemi dinsel/sosyal yapılanmasında Yahudi cemaatinin yerini ve erken varlığını açıkça anlatmaktadır. Myra ve Andriake kazıları, 2009 yılında, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Akdeniz Üniversitesi adına başlamış ve kapsamlı bir araştırma programı devreye girmiştir. Kazıların ilk iki yılında, pek çok kazı - araştırma ve restorasyon programı yürütülmüş olmasının yanı sıra, 1 bir workshop, bir panel, bir sempozyum, üç sergi ve iki klasik konser Kazı Başkanlığı tarafından düzenlenmiştir. Bu yolla da; daha başlangıçta, halkı ve yetkilileri tam bilgilendirmek, arkeolojik ve kültürel çabalarımızda bilimin ve korumanın içinde, yanımızda olmalarını sağlamak amaçlanmıştır. Uluslararası ticaret merkezi olan limanı, kehanet merkezi olan Apollon Tapınağı, Roma Dönemi metropolünü özetleyen benzersiz tiyatrosu, Myra’nın dünyaca ünlü simgesi olan Klasik Dönem kaya mezarları ve St. Nikolaos’u ve daha pek çok özel yanıyla kazılmadan bile bölge arkeolojisine/Likya bilimine büyük katkılar vermiştir. Yüzeyde görünenlerin bile akıl almaz zenginliği, en az 2-3 kilometre çapına ve ortalama altı metre yüksekliğe ulaşan derin alüvyon altında gizlenen kentin asıl büyük kısmının neler kazandıracağını düşünmek bile büyük heyecan vermektedir. 2009 yılında henüz başlayan kazılar ilerledikçe, bilimsel sürprizler yaşanması ve Likya’nın karanlıkta kalmış kısımlarının daha çok aydınlanması umulmaktadır. İki sezondur sürdürmekte olduğumuz kazı ve araştırmalarla ele geçen önemli veriler bu beklentimizi doğrulamaktadır. Aktüel Arkeoloji 65 Likya’nın teslim olmayan kenti K S A N T H OS Yazı ve Fotoğraf Prof. Dr. Jacques des COURTILS Ksanthos Kazı Başkanı Bordeaux Üniversitesi 1 838’de, Ch. Fellows, Ksanthos’u keşfettiği zaman ve daha sonraları, bu sitte bulup Londra’ya getirdiği çok sayıdaki eserle birlikte o tarihe kadar pek az insanın tanıdığı Likya Medeniyeti birdenbire meşhur oldu. Bununla birlikte, Prof. Dr. Pierre Demargne’ın (ParisSorbonne Üniversitesi’nde profesör) yönetimindeki bir heyetle Ksanthos’un, bugüne kadar devam eden bilimsel kazılarına başlanması için 1950 yıllarına kadar beklemek gerekmişti. 1962’de, P. Demargne’dan sonra Fransız kazı heyetinin başına gelen Henri Metzger tarafından Letoon kazıları, yani Ksanthos şehrinin idare ettiği dinsel sunağın kazıları, başlatıldı: tek bir arkeolojik birimi oluşturan bu iki sitin, yine tek bir arkeolojik misyon tarafından incelenmesi mantıklı gelmişti. Gitgide, başka Likya sitleri de, gerek Türk, gerekse yabancı kazı heyetlerince uluslararası işbirliğine iyi bir örnek vererek incelenmeye başlanmıştır: Limyra, Patara ve diğerleri… Böylece, Ksanthos ve Letoon’da Fransız kazılarının başlatılmasıyla, en büyük şehri Ksanthos olan Likya Medeniyeti’ni tanıma yolu genişçe açılmıştır. Son olarak da 2009 yılında, Fransız “Academie des Inscriptions et Belles Lettres” kurumu tarafından 200.000 Euro’luk Cino del Duca arkeolojik ödülü Prof. Dr. J. des Courtils’e verilerek Fransız kazıları mükâfatlandırılmıştır. Ksant hos’t a Li k y a Me de ni y e t i ’ n i n Ke şf i Ksanthos kazılarının başladığı tarihte Likya Medeniyeti, Herodotos ile diğer antik dönem tarihçilerinin bazı yazıları ve 19. yüzyıl sonunda Avusturyalı epigraların bir kısmını yayınladığı Likya kitabeleri sayesinde tanınmaktaydı. Ksanthos’ta yapılan keşiler ve 66 Aktüel Arkeoloji Ksanthos kralların mezarları Aktüel Arkeoloji 67 Sağ üst, Nereidler Anıtı üzerindeki Amazonların savaşının anlatıldığı yüksek kabartma. Sağ alt, Nereidler Anıtı (S. Alemdar’ın maketi, foto: T. Zachmann) Sol alt, Nereidler Anıtı üzerinde yer alan Su Perisi (Nereid) heykellerinden bir tanesi 68 Aktüel Arkeoloji bunların çabucak yayınlanması, bilim insanlarını ve halkı Likya Medeniyeti’nin tarihi ve kalıntıları içine sokmuştur. Bu kentin ve Letoon’un arkeolojik önemi, her ikisinin de UNESCO’nun Dünya Mirası kapsamına alınmasını açıklamaktadır. Ksanthos’un Likya mezarlarını içeren kitabında; P. Demargne, bu medeniyetin karakteristik özelliklerini belirtmektedir. Ksanthos’un en muhteşem mezarları meşhur “pilyeli” mezarlardır: Aslanlı Pilye, Harpili Pilye, Yazılı Pilye… Bu pilyeler olağanüstü yapılardır. Ağırlığı 10 tonu geçebilen kocaman bir kayadan oluşmakta ve üstünde ölü odası yer almaktadır. Bu anıtlardan yalnızca bir tanesi yazıtlıdır; bu nedenle, Yazılı Kaya veya Yazılı Pilye olarak adlandırılır: Bu yazıt da bize, bu mezarın MÖ 5. yüzyılın sonuna doğru Ksanthos kralı olan Gergis’in mezarı olduğunu açıklamaktadır. Bu durumda; Ksanthos ve Likya’nın diğer şehirlerinde olduğu gibi, Ksanthos’ta bulunan pilyelerin krallara mahsus olduğu sonucu ortaya çıkar. Bu pilyelerden bazıları alçak kabartmalarla süslüdür: Aslanlı Pilye (MÖ 525’e doğru), Harpili Pilye (480’e doğru) ve Yazılı Pilye (400’e doğru) bunlardan bazılarıdır. Pierre Demargne’ın yaptığı inceleme, bu heykellerin Ksanthos kralları için çalışmaya gelen Yunanlı sanatçılar tarafından yapılmış olması gerektiğini göstermiştir. Yunan etkisinin en çok görüldüğü anıt ise, bugün, Londra’da bulunan ve Fransız arkeologların restore etmeyi planladıkları meşhur Nereidler Anıtı’dır: burada Ksanthos’un son kralı Arbinas’ın mezarı söz konusudur. Mezar, beyaz mermerden İon üslûbundaki bir tapınak şeklinde inşa edilmiştir. İnşaat tekniği bile Atina’dan gelen ustaların varlığını göstermektedir (T şeklindeki gömmeler); dekor ise, tamamen Likyalı sahnelerle (surlara saldıran askerler), Atina sanatından esinlenen sahnelerin (Parthenon’un frizini andıran asker Nereidler Anıtı 1838 ’de Charles Fellows tarafından keşfedilerek Londra’ya götürülen anıt, bugün British Museum’da sergileniyor . MÖ 390-380 yıllarında Ksanthos Kralı Arbinas için yaptırılan anıt mezarın etrafında su perileri olan Nereidlerin yapılmış olmasından dolayı bu isimle anılmıştır. ve atlılar geçidi) ilginç bir karışımını sunmaktadır. Bu incelemelerin en ilginç yanı, hem Klasik Yunan etkisinin gücünü araştırmak, hem de bundan evvelki Likya kültürünün belli başlı özelliklerini belirlemeyi sağlamak olmuştur. Bu yerli kültürden Yunan kültürüne geçiş, Ksanthos’un diğer mezarlarında da görülür: Gerçekten de, Likya’nın başka yerlerinde olduğu gibi, ahşap yapıları taklit eden çok özel anıtlar görülmektedir. Bu eserler görüldüğünde, Likyalıların aslında ahşap bir mimariye sahip oldukları; ama taş ustalığının kendilerine Yunanlılarla kurdukları temaslar sonucu dışarıdan geldiği anlaşılmaktadır. Aktüel Arkeoloji 69 Ksanthos’taki iki dilli yazılı anıt Ksanthos büyük caddesinin doğudan görünümü. 70 Aktüel Arkeoloji Ksanthos şehrinde oturanlar; şehirlerini dış saldırılardan korumak için, muhtemelen 5. yüzyılın sonlarında, şehri çevreleyen büyük suru inşa ettirmişlerdir ve bu surun bazı kesimleri ise; akropolü korumak amacıyla, belki de daha önceki asırda yaptırılmıştır. Bu büyük sur aslında iki tekniği birbirine karıştırmaktadır: Yunanlılardan miras kalan taş işleme tekniği ile hem eski Anadolu hem de Yakın-Doğu medeniyetlerinden kalan sur inşasının kendine özgü tekniği… Yabancı etkilerden önceki Likya Medeniyeti’nin özgünlüğünün bundan başka iki ayrı örneğini daha sayabiliriz. Ksanthos’ta, Likya Akropolü’nde, Henri Metzger’in yönetiminde yürütülen kazılar, çamurla birbirine tutturulan küçük taşlardan yapılmış evler ortaya çıkartmıştır. Bu yapılar, zamanımızdan 6. ve 5. yüzyıldan kalmadır ve bugün ortadan kaybolmuş olan, ama kazılarda kalıntıları kül halinde bulunan ve bir yangın sonucunda yandığı saptanan, ahşap bir katı üzerlerinde taşımaktaydılar. Bir başka örnek de Likya dilince verilmektedir. Likya yazısını deşifre edebildik, zira Yunanlıların yazısını biraz değiştirerek taklit etmiştir. Buna karşılık, Likçeyi anlamakta hâlâ zorlanmaktayız. Ksanthos’ta, Letoon’da ve diğer yerlerde bulunan iki dilli metinler (Likçe/Yunanca) biraz ilerlememizi sağlamıştır, özellikle de Emmanuel Laroche’un çalışmaları sayesinde. Bugün Anadolulu “Luwi” grubuna ait, Hititçeye yakın bir dil olduğu bilinmektedir. Likyalıların kendilerine özgü bir dile ve sanatsal bir kültüre sahip oldukları görülmektedir; ancak 5. yüzyıldan itibaren bunların gitgide Yunan dili ve kültürüyle karıştığı gözlemlenmiştir. Bununla birlikte, yeni keşiler Yunan etkisinin gelmesinden önceki Likya kültürünün ilk etkinlikleri hakkında yeni veriler sağlamıştır: Ksanthos’ta, bir aslanla bir boğayı temsil eden olağanüstü iki alçak kabartma bulunmuştur; bunlar karakteristik Anadolu stilindedir ve bu stilde hiçbir Yunan etkisi yoktur. Aksine, bu alçak kabartmalar Frigler ve NeoHititlerin heykellerine yakın olup, hayranlık uyandıran örnekleri Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde bolca sergilenmektedir. Likya’da şimdiye kadar böylesine eski Anadolu geleneğine açıkça bağlanan başka eser bulunamamıştır. Bu ilk keşilerin yanı sıra Fransız arkeologların halen sürdürdüğü araştırmalar, MÖ 7. ve 6. yüzyıllardaki Likya Uygarlığı’nın ilk zamanlarına daha çok ışık tutmaya çalışmaktadır. He l l e ni st i k v e R oma Döne ml e ri nde Ksant hos Payava Lahdi 1838 ’de Charles Fellows tarafından keşfedilerek Londra’ya götürülen anıt, bugün British Museum’da sergileniyor . MÖ 375-360 yıllarında büyük olasılıkla Satrap Autophrates’e ait olduğu düşünülen Lahid, yüksek kaide üzerinde, ahşap yapıları taklit edilerek yapılan kubbeli lahidlerlerin en güzel örneklerinden biridir. Letoon’a Yunan Uygarlığı’nı sokan Ksanthos Kralı Arbinas’ın ölümünden sonra (380’e doğru), Büyük İskender’in fethi (334) bu uygarlığın üste çıkmasını sağlamıştır. Oysa Ksanthos kazıları; bunun, şehir için karanlık bir döneme işaret ettiğini göstermiştir. Bu dönemde hiçbir anıt yapılmamış, hiçbir önemli iş gerçekleştirilmemiştir. Aslında, muhtemelen bir tapınağa ait olan iki veya üç blok ve Yunanca ele geçen birkaç yazıtla bir-iki seramik dışında, MÖ 4. yüzyılın sonundan 1. yüzyıla kadarki döneme ait olabilecek hiçbir eser kazılarda bulunmamıştır. 2009’da, Roma binasının yerinde inşa edilmiş bir tiyatronun temeli ortaya çıkarılmıştır: 2011’de yapılması öngörülen kazı çalışmaları, bu yapının inşa tarihini kesinlikle öğrenmemizi sağlayabilir; ama şimdiden diyebiliriz ki; bu yapının taş bir temel üstüne ahşaptan inşa edildiğinin gözlemlenmesi bile çok ilginçtir. En son yapılan keşilere göre, yalnızca MÖ 1. yüzyılın sonlarında şehir uyanır gibi görünür. Son on yılda yapılan kazılar, şehrin aslında sadece bir agoraya (1950’lerde bulunmuştur) sahip olmadığını ama gerçekte üç agoraya birden sahip olduğunu göstermiştir. Roma Döneminde uygulanan bir şehircilik planına göre yapılan döşemeli iki ana cadde ile revaklarla çevrili iki meydan da keşfedildi. Bu caddeler birbiriyle dik açı çizerek kesişmektedir. Daha da ilginci ise, Ksanthos şehrine bugün bile gözle görülebilen halini veren bu şehircilik planından önce, şehrin ilk defa bir değişime uğradığı da çok yakın bir dönemde keşfedilmiştir: Augustus döneminde, şehir tamamen yeniden düzenlenmiş ve geniş teraslamalar sayesinde etrafı resmî anıtlarla çevrili büyük meydanlar yaratmak mümkün olmuştur. Bu meydanlardan bir tanesi, bu bölgeye mahsus özel ve Likya’nın daha başka şehirlerinde de kullanılmış olan orijinal bir tekniğe göre, yeraltı sarnıçlarının üzerine kurulmuştur. İlginç bir şekilde, bu ilk evre sona eremeden durdurulmuş ve daha sonra da bugün kalıntıları görülen binalar bunların yerini almıştır. En muhteşem bütün ise “stoa bazilika”’dan (kral stoası) oluşan, etrafı revaklarla ve yaAktüel Arkeoloji 71 rım daire biçimindeki bir Nimfea ile çevrili olan kare bir meydandır. Bu binaların çoğu daha sonraları yıkılmıştır ve yalnızca bazı blokları günümüze kalmıştır. Buna rağmen, L. Cavalier’nin Ausonius Merkezi’nin “3 Boyutlu Teknolojik Platformu” ile yaptığı etüt, her tür bilimsel en iyi garantileri bize veren bir rekonstrüksiyonu teklif etme imkânını sağlamıştır. Bu sayede, her ne kadar Roma İmparatorluğu’nun içinde küçük bir şehir olarak kalmışsa da, Ksanthos’un, büyük bir şehir görünümünü korumaya yarayan, gösterişli anıtlarla donanmayı istemiş olduğu anlaşılmaktadır. Bizans mezarının kazısı (2010) Tiyatronun stüklerinin restorasyonu (2010) 72 Aktüel Arkeoloji B i zans Döne mi n d e Ksant hos Bütün Anadolu’da olduğu gibi, Bizans Döneminin başlarında Ksanthos büyük bir kalkınma sağlamıştır. Şehirde iki büyük ve pek çok küçük kilise ile lüks evler yapılmıştır. Bu dönemin anıtları da halen ayakta duran Roma binaları gibi, zeminlerinde muhteşem mozaiklerle süslenmiştir. En güzel mozaikler Büyük Bazilika’dadır: Yaklaşık bin metrekaresi sistemli olarak restore edilmiştir. Bu refah döneminin, 7. yüzyılın başlarında birdenbire sona erdiği görülmektedir. Bununla birlikte, bundan sonraki dönemde kentin terk edilmiş olduğu düşünülmüş olsa da, bu döneme tamamen yepyeni bir aydınlanma getiren yeni girişimler başlatılmıştır. Ksanthos’taki yerleşim, 8. yüzyılda ve hatta daha da sonrasında devam etmiş olmalıdır. Bu durum, 2010’daki kazılarda bulunan sayısız seramiğin ilk incelenmesinden de anlaşılabilmektedir; ancak halen devam eden incelemeler sonucunda kesinlik kazanacaktır. “Cypriot Red Slip Ware” (CRSW- Kırmızı Astarlı Kıbrıs Çanak Çömleği) tipindeki kap biçimleri en son dönem imalatlara ait olabilir ve yine bu imalat Pednelissos veya Balbura bölgesinde yapılmış olabilir. Yeni yapılan araştırmalar, MÖ 8. yüzyılda, CRSW’yi taklit eden seramiklerin imalinin atölyelerde devam ettiğini göstermektedir. Bunun da ötesinde, “Pattern-burnished ware” denilen ve Pamela Armstrong’un Selçuklu Dönemi seramikleri olarak belirlediği kaplar da bu seramiklere karışmış olarak bulunmaktadır. Şehir yerleşiminde de bir düzensizlik gözlemlenmektedir: 2010’da, Orta-Bizans Döneminden kalma ve şehri baştanbaşa geçen ana caddenin tam ortasında, her türlü geçişi engelleyen küçük bir kiliseyle, bir de mezarlığın dikildiğini gözlemledik. Başka bölgelerde, özellikle de Suriye’de görülen bu durum, bu dönemdeki halkın yaşam tarzının tamamen değiştiğini göstermektedir. Ksanthos mezarlığının ve şehrin diğer Bizans kesimlerinin kazıları henüz bitmemiştir. Bu kazılar hem şehrin kronolojisi, hem de Türkmen boylarının yerleşmeye başladıkları sırada, yerleşik ve göçmen halklar arasındaki ilişkiler hakkında daha başka bilgiler verecektir. Li k y a Ta ri h i v e E p i g ra f i si Son kazılar Ksanthos ve Likya tarihine ışık tutmuştur: Ksanthos’un geçmişini, eskiliğini ve Likya Medeniyeti’nin Anadolu kökenlerini doğrulamış, Hellenistik Dönemdeki gerilemeyi gün ışığına çıkartmıştır. Ayrıca, Roma Dönemi ve Bizans Döneminin başlangıcında geri gelen kalkınmaya yeni bir ışık tutmuştur. Ayrıca, bu bölgede iyi tanınmayan Orta-Bizans Dönemini nihayet aydınlatmaktadır. Epigrafik keşilere de özel bir yer ayırmak gerekmektedir: 19. yüzyıldan beri bilinen Yazılı Pilye’deki büyük yazıtın (TL44) dışında, Fransız heyetine bağlı Kanadalı epigralarca yeni keşiler yapılmıştır: Hellenistik Döneme ait 16 metinle bazı fragmanları sayabiliriz.İSMAİL FAZRoma İmparatorluğu’na ait buluşların sayısı da LIOĞLU 270’e ulaşmaktadır. Metinlerin basitçe bu iki döneme bölünmesi bile, bu dönemler sırasında şehrin iç durumunun gelişimi hakkında bir fikir verir. Roma Dönemi metinlerinden çoğu, Aktüel Arkeoloji 73 Likya asıllı Roma yüksek memurlarının kariyerleri konusunda çok önemli bilgiler getirir. Ksant h o s İ ç i n Ge n e l B i r Yürü t me P l a n ı Harpiler anıtı Harpiler Anıtı 1838 ’de Charles Fellows tarafından keşfedilerek Londra’ya götürülen anıt, diger anitlar gibi bugün British Museum’da sergileniyor . Demek ki, Ksanthos kazılarının bilimsel sonucu çok önemlidir. Son kazılar yayına hazırlanmaktadır, bu da dikkate değer olan bu kentin tarihi hakkındaki bilgilerimizi tamamlamayı sağlayacaktır. Kazılar bitmekten uzaktır. Bütçelerin yeni artışı ve geliştirdiğimiz işbirliği (Türk ve Avusturyalı arkeologlar Kanadalı ve Alman epigralar) sayesinde, çok önemli başka bilimsel sonuçlar vermeye devam edeceğini umuyoruz. Ksanthos’un değerlerinin öne çıkarılması, her şeyden önce uzman araştırmacı olan arkeologların ana amacı değildir. Bununla birlikte, kalıntıları korumak ve ziyaret edilmelerini sağlamak için çalışmalar yapılmış ve yapılmaya da devam edilecektir. Bu çalışmalar şimdiye kadar ortaya çıkarılan yüzlerce metrekarelik mozaiklerin restorasyonlarını içermiştir ve zamanla bu mozaikler halka açılacaktır. 2010 yılında, tiyatroda 2009’da keşfedilen resimli stüklerin restorasyonu da yapılmıştır: Söz konusu bu tiyatro, orkestrayı çevreleyen duvarı süsleyen ve hâlâ görülebilen resimli, en nadir örneklerden biridir (bunlardan özellikle Manisa (Magnesie du Méandre) ve Pompei’deki bilinmektedir). Ne yazık ki, bu resimden çok küçük bir parça kalmıştır ve temsil edilmekte olan muhtemel sahneleri yeniden oluşturma imkânı vermemektedir. Şimdiye kadar anıtsal restorasyonlar yapılamamıştır, zira kent asırlar boyunca yıkıldığından, antik dönem yapıları tamamen yerle bir olup, taşları başka yerlerde yeniden kullanılmıştır. Ancak, antik kentin ayakta kalmış tek anıtı hakkında hazırlamakta oldukları olağanüstü bir projeyi Fransız arkeologları incelemektedir: Bu proje, Nereidler Anıtı’nı tamamen yeniden inşa etme projesidir. Antik mimarlık ve heykel şaheseri olan bu anıtın aslı, bir müzede sonsuza dek korunmaya alınacaktır. Hem de, Ksanthos kentine antik güzelliğini biraz daha kazandırmak için, çığır açan bir teknik sayesinde halen bir rekonstrüksiyon projesi üzerinde çalışmaktayız. Bu teknik, anıtı bulunduğu yerde, sentetik malzemeden değil de, mermerden yontularak tamamen yeniden inşa edilmesini sağlayacaktır. Umarız ki, bu proje gerçekleşebilir. Letoon Tiyatrosu ** Ksanthos ve Letoon kazıları sırasıyla Pierre Demargne ve Henri Metzger (ikisi de Fransa’nın en saygın bilimsel kurumu olan “Académie des Inscriptions et Belles-Lettres” Akademisi’nin üyesidir), sonra Christian Le Roy (Sorbonne Üniversitesi) ve 1996’dan beri de Jacques des Courtils tarafından yönetilmiştir. Birkaç yıldan beri, yetkililer tarafından Ksanthos ve Letoon’un ayrılması gerektiği düşünüldüğünden, Letoon kazıları Didier Laroche tarafından yönetilmiştir ve şuan Laurence Cavalier (Bordeaux Üniversitesi) tarafından yürütülmektedir. Bu kazılara katılmış ve hâlâ katılmakta olan çok sayıdaki bilim adamlarından, Akademi’nin dört ayrı üyesini daha sayabiliriz: Emmanuel Laroche, Jean Marcadé, Olivier Picard ve Jean-Pierre Sodini. Dansöz Lahdi olarak bilinenen Lahtin uzun kenarındaki av sahnesi 74 Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 75 Likya’nın kutsal alanı LETOON MÖ 4. yüzyılla bölge tam olarak Hellenleşmeye başlamadan önce, yerel tanrılara adanmış bu kutsal alan Kral Arbinas dönemi ile birlikte Yunanlı Leto ve çocuklarına tapma kültünü dönüştürülür. Kutsal alanda yer alan her üç tapınak da Hellenistik Döneme tarihlenmekteyse de; Yunan tapınaklarının içinde bulunan önceki dönem kalıntılar, Likya tipli daha eski yapıların varlığını kanıtlar. 76 Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 77 “ Ely a na ” Likya’n ı n s u pe r i le r i . Tanrı Zeus’tan hamile kalan ve Hera’nın kıskançlığından kaçan Leto, yeni doğmuş bebekleri Artemis ve Apollon’la Likya’ya sığınır; ama çocuklarını yıkamak istediği su kaynağından köylülerce kovulur. Buna çok kızan Leto, köylüleri kurbağaya çevirir. Sunağa aynı zamanda saygınlık da kazandıran bu efsane, Letoon’un tarihinde suyun önemini belirtir. Kutsal bir kaynağın etrafında, Likya dilinde “Elyana” adıyla bilinen su perilerine adanan bu yerde, MÖ 7. yüzyıldan itibaren sunak kurulur. Yazı ve Fotoğraf Doç. Dr. Laurence CAVALIER Letoon Kazı Başkanı Bordeaux Üniversitesi Çeviri: S. Vatin H Roma Nympheum 78 Aktüel Arkeoloji er ne kadar Ksanthos, 1838 yılından beri tanınıyor olsa da Letoon, yani Ksanthos’un sunağı, Ksanthos’a 4 kilometrelik bir mesafede bulunmakla birlikte, yalnızca üç yıl sonra, Beacon Gemisi’nde görevli İngiliz Deniz Kuvvetleri teğmeni olan Rd. Hoskyn tarafından keşfedilir. Ertesi yıl, Royal Society of Geography Kurumu’nda sunduğu tebliğde, Hoskyn kısaca “çok iyi korunmuş” halde olan bir tiyatrodan ve bir tapınağın, “muhtemelen Latone’nin Tapınağı’nın” temellerinden bahseder. Avusturyalı epigralar, O. Benndorf ve G. Niemann, 1880’li yıllarda burayı biraz daha ayrıntıyla incelerler, bazı yazıtları, özellikle de küçük bir kilisenin duvarında tekrar kullanılan eski blokları ortaya çıkarırlar ve halen gözle görülen kalıntıların ilk planını ise Kumandan Krickl çizer. Bununla birlikte, Letoon’daki ilk bilimsel kazıların 1962’de, H. Metzger tarafından başlatılması için, yaklaşık bir asır daha beklemek gerekecektir. Sitin arkeolojik açıdan Fransız arkeologlarca incelenmesi aralıksız olarak 2006’ya kadar sürmüştür. Çok kısa bir aradan sonra, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, 2008 yılında, Antik Dönemde bağlı olduğu Ksanthos gibi, UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ne alınan bu büyük sitin yönetimini tarafıma emanet etmiştir. Hellenistik Dönemden beri, Nicandre de Colophon (veya belki de Menekrates) Leto’nun hayatının bazı olaylarını burada sahneleyerek sunağa mitolojide önemli bir yer vermektedir: Hera’nın kıskançlığından kaçan Leto, Likya’ya yeni doğmuş bebekleri Artemis ve Apollon’la sığınır, ama çocuklarını yıkamak istediği su kaynağından (Melit Kaynağı) köylülerce kovulunca, kızıp onları köylüleri kurbağaya çevirir. Roma Döneminde Ovidius tarafından yeniden yazılan bu hikâye, daha sonraları Versailles Şatosu’nun parkında Latone Havuzu’nun heykelleriyle canlandırılacaktır. Sunağa aynı zamanda saygınlık da kazandıran bu efsane, Letoon’un tarihinde suyun önemini belirtmektedir. Gerçekten de, kutsal bir kaynağın etrafında, Likya dilinde “Elyana” adıyla bilinen su perilerine adanan bu yerde, MÖ 7. yüzyıldan itibaren sunak kurulmuştur. S u n a ğ ı n A n ı t l a rı Yukarıda adından bahsedilen küçük kilisenin dışında, bugün alanda halen görülebilen kalıntıların çoğu Hellenistik ve Roma dönemlerinden kalmadır. Tiyatronun muhteşem kalıntıları ziyaretçiyi karşılar. Kutsal alanın merkezinde üç tapınağın kalıntıları durmaktadır; bunlar kuzeyde ve batıda, yeraltı sularının yeryüzüne çıkmasından dolayı geniş bir bölümü bugün su altında kalan, revaklarla çevrilidirler. Tapınakların güneyindeyse, İmparatorluk Döneminden kalan absidli büyük bir binanın kalıntıları bulunur. Kesinlikle kime adandığı belirlenen tapınak, Leto Tapınağı’dır. Cellasında (kutsal oda) bu tanrıçaya adanan küçük bir sunak bulunmuştur. Bu tapınak İon tarzında, derin pronaoslu (öngiriş) ve yalancı opistodomosu ile kuzey-güney aksına bakan büyük bir tapınaktır. Bu yapı, MÖ 4. veya 2. yüzyıl yazarlarına göre tarihlenmiştir ve çok yakında Ch. Le Roy ve E. Hansen tarafından yayınlanacaktır. Süslemeleri üzerinde yaptığımız gözlemler ise, bizi daha çok, MÖ 3. yüzyıla, Lagitlerin egemenliği dönemine tarihlemeye yöneltmektedir. Kazıların başlangıcında ikinci ortaya çıkarılan tapınaksa Dor üslûbunda, Leto Tapınağına benzer boyutlarda ve aynı doğrultuda bir yapıdır. Cellasında keşfedilen çok renkli ve üç bölümlü dekorunda bir yay ve ok kılıfı, bir gül bezek ve bir lir temsil eden bir mozaiğin bulunması nedeniyle çok ilginçtir. Kime adandığı sorun yaratmaktadır: yay ve ok kılıfı Artemis’e, lir ise Apollon’a atfedilebilir, tapınağın iki tanrıyı da barındırdığı düşünülebilir. Çözüm, daha küçük ve ilk iki tapınağın arasındaki, üçüncü bir binanın ortaya çıkarılmasıyla bulunmuştur. Tamamen yıkık bu küçük binanın Artemis’e adandığı, ön yüzünde bu tanrıçaya sunulan heykellerin ayaklığındaki yazıtların bulunmasıyla belirlenmiştir. Son durumlarına göre; her ne kadar bu üç tapınak da Hellenistik Döneme ait olarak tarihlenmekteyse de Yunan tapınaklarının, içinde bulunan ve halen görülebilen kalıntıları, Likya tipli daha eski yapıların yerini aldıkları uzun zamandan beri kabul edilmektedir. Kral Arbinas dönemine kadar uzanan bu ilk tapınaklar, bu kralın, Yunanlı Leto ve çocuklarına tapma kültünü, o güne kadar yerel tanrılara adanmış olan bir tapınağa Tiyatronun güney girişi Fethiye Müzesinde sergilenen üç dilde yazılı (Likçe, Yunanca ve Aramice) büyük dikme taş 1973 yılında Apollon Tapınağı yakınında keşfedilir. Antik Dönem boyunca bütün Likya’nın ulusal kutsal alanı olan bu sunak, resmi belgelerin konulduğu bir alana dönüşür. Bundan dolayı, kazı çalışmaları sırasında yazıtlar bu alanda yoğun olarak ele geçmiştir. Aktüel Arkeoloji 79 2010 kazı çalışmasından Leto Tapınağı’nın cellasının kapısının rekonstrüksiyon projesi (D. Laroche) Leto Tapınağı’nın kuzey duvarının rekonstrüksiyon şeması (D. Laroche) Üstte; Apollon Tapınağı’nın mozaikleri Altta; Önden arkaya doğru Apollo - Artemis - Leto tapınaklarının genel görünümü 80 Aktüel Arkeoloji sokmak istediğini göstermektedir. Tapınağın, MÖ 4. yüzyılın ilk dönemlerinde başlayan Yunanlılaşması artık durmayacaktır. Kuzey ve batıda, bu meydan Dor üslûbunda bir revakla çevriliydi. Bu revağın ilk hâli Hellenistik Dönemden kalmadır, ancak pek çok değişime uğramıştır; bunların en şaşırtıcısı ise, Kuzey kısmında, bir imparator kültü odasının düzenlenmiş olmasıdır. Diğer başka mecburî tadilatların da yapıldığı görülür; örneğin eşiklerin ve sütun altlıklarının seviyelerinin yükseltilmiş olması. Antik Çağdan beri yüzeye çıkması engellenemeyen yeraltı suları, sunağın bu kısmının kırılganlaşmış olduğunu göstermektedir. Sunağın güney-batısındaki anıtsal bir grup kalıntı, bir nympheum (anıtsal çeşme) olarak tahmin edilmiştir. Oysa batısında iki eksedralı dikdörtgen bir odası bulunan ve yarım daire şeklindeki bir revak söz konusudur. Bu odada Hadrianus’a armağan edilen bir heykelin yazıtı bulunmaktadır. Revağa karşı, doğuda, Hellenistik Dönemden itibaren eklenen Nympheler (su perileri) Kültü’ne ait bir duvar oyuğu bulunuyor olmalıydı. Roma anıtına ait pek çok sayıda saçak bloğu revağın ön tarafında bulunmuştur. Bunun tamamının yayınından N. de Chaisemartin (Paris Üniversitesi-Sorbonne) sorumludur. Dinî bayramlar dolayısıyla düzenlenen yarışmaların yapıldığı yapı, yani tiyatro, büyük bölümüyle yamaca yaslanmaktadır. Bu durum neden iyi korunmuş halde olduğunu açıklamaktadır. Yapının kazısı kısmen yapılmıştır, orkestrası tamamen ortaya çıkarılamamıştır. MÖ 2. yüzyıldan kalan ve J.-Ch. Moretti tarafından yarışma tiyatroları kategorisine so- Toplam 230.000 Euro’luk ve beş yıl boyunca kullanılacak bir bütçeyle öngörülen çalışmaların yarısı gerçekleştirilmiştir. Bu da tamamı iki yüze ulaşan blok taşlarının asıl yerlerine konmuş olması demektir: -Yıkık blokların kaldırılıp, tapınağın platformunun sağlamlaştırılması; -Temel katlarının incelenmesi, blokların ilk ait oldukları yerlerine konması için araştırma ve belirleme incelemeleri (anastilos denilen ilke); -İki buçuk sütunun ayağa dikilmesi ve yeni beş sütün altlığının yerlerine konulması; -Duvarların kuzeyde köşe çıkıntılarıyla birlikte yeniden yükseltilmesi (ortostatlar ve beş adet ikiyüzlü bağtaşı). kulan Letoon Tiyatrosu, Likya’nın bir sunağa bağlı tek tiyatrosudur. Diazomalı (tonozlu geçitli) girişleri ve süslemesi (yontulu metoplarla süslü Dor üslubundaki frizi) bu bölgede özel olduğunu iyice göstermektedir. Son olarak, geç dönemde, tapınakların güneyindeki bir manastıra bağlı olan küçük bir kilise buraya yapılmıştır. Bağışlayıcısının adını taşıyan güzel bir mozaikle dikkati çeken bu kilise, MS 7. yüzyılda yıkılmıştır. Letoon ve Likya Epigrafisi Klasik Dönemden geç döneme kadar uzanan pek çok yazıt, Letoon kazılarında ortaya çıkarılmıştır. Likçe yazıtlar arasında, Artemis Tapınağı’nın önüne dikili iki heykel altlığı ve özellikle de 1973’te Apollon Tapınağı yakınında keşfedilen ve bugün Fethiye Müzesinde sergilenen üç dilde yazılı (Likçe, Yunanca ve Aramice) büyük dikme taş, dikkati çekmektedir. Yazıtların çoğunluğu tapınakların kuzeybatısındaki kesimden gelmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır: Kitenyenler dikme taşı veya Likyalıların koinonunun düzenlediği Romaialar Yarışması’nı kazananların listesi. MÖ 2. yüzyılın ortalarında bütün Likya’nın sunağı olan bu sunak, gerçekten de resmi belgelerin halka teşhir edildiği bir yer haline geldiğinden, yazıtların burada bolca bulunmasının nedeni açıklanmaktadır. Sunağın kendisine ait (tanrıların şerefine adanan) İmparatorluk Döneminden kalma yazıtları veya imparatorların, imparator ailesinin, senatörlerin, yerli büyük ailelerin yazıtları da toplanıp, A. Balland tarafından 1981’de yayınlanmıştır. Son dönemde ise, Letoon’un Likçe yazıtları, Viyana Arkeoloji Enstitüsü’nden (Avusturya) H. Eichner ve M. Seyer’in hazırladığı derleme kitaba dahil edilmiştir. Yunanca yazıtların derleme kitabı bitirilmek üzeredir. Bu çalışma P. Baker ve G. hériault (Kanada Epigrafi Heyeti) ile D. Rousset’e (EPHE-Paris) teslim edilmiştir. Aktüel Arkeoloji 81 Ye ni Çal ı şma l a r 2010 kazı çalışmaları özellikle oldukça verimli geçmiştir. Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne 2009 yılında sunulan on yıllık proje çerçevesinde, özellikle tiyatroyla kutsal alanın geri kalan kısmı arasındaki ilişkileri iyice anlayabilmek amacıyla, sunağın antik topografyasını yeniden ortaya çıkartma kararı alınmıştır. Tapınakların önündeki açık alanların üzerindeki toprak seki üzerinde yapılan kazılar, şimdiye kadar varlığı bilinmeyen büyük bir yapıyı kısmen gün ışığına çıkartmamızı sağlamıştır. Yapılışına gösterilen özen (stucco kullanımı, terazzolu döşeme) ve ortaya çıkarılan iki odadan birinde keşfedilen bir heykel altlığı, buranın; sunağın önemli bir binası olduğuna işaret etmektedir. Şimdilik Hellenistik Dönemden kalma olarak muhtemelen tarihleyebileceğimiz; ancak daha sonra kesinleştireceğimiz bir dönemde, tapınaklara hakim olan bu açık alanların tamamının yapıldığı artık şimdi bilinmektedir. Bu sonuçlar; çok ümit vericidir ve sunağın bütün sırlarını henüz açığa vurmadığını ispatlamaktadır. Aynı çerçevede, Kazı Müdür Yardımcısı olan Yrd. Doç. Dr. S. H. Öztaner, kutsal yolun doğu ucu ile özellikle de daha önceden bilinen İmparatorluk Dönemine ait onursal küçük bir yapının, Arruntiiler Anıtı’nın, ziyaretçilere görünümünün düzenlemelerini başlattırmıştır. Anıtın ön kısmında yürütülen kazılar sonunda binaya ait yazılı bir blok ile iki ayrı onursal küçük anıt daha ortaya çıkarılmıştır. Şimdiye kadar bilinmeyen bu veriler, anıtın yeniden restitüsyonunu sağlayacaktır. Tanrıça Leto’ya adanan tapınağın restorasyonu” projesi başlatıldı. Blokların sayısal korunmuşluk oranı (% 75), çok harap durumdaki çevre sütun dizileriyle (bunlar Paganizmin hemen sonunda yıktırılmıştır) ve Hıristiyanlığın ilk dönemlerine kadar kullanıldığı için iyi halde duran cellanın duvarları arasında bir ortalamayı göstermektedir. Proje; cellanın kuzey duvarının tamamen, doğu ve batı çıkıntılarıyla ve bu duvarın gerisindeki sütun dizilerinin kısmen yeniden yapılmasını öngörmekteydi. Bir de, pagan kültlerin yok oluşunu gösteren, batıdaki yıkık sütun dizilerinin bir kısmını olduğu halde ve yerinde bırakmak kararlaştırılmıştı. Kuzey önyüzünün seçilmesi ise, hem bu tarataki kalıntıların kayaya dayandıklarından dolayı sağlam olmaları hem de alanın girişinin tam karşısında duran bir önyüz olmasından dolayı gerekmiştir. Bütün bu çalışmalar, Erik Hansen’in yaptığı ve çok yakında yayınlanacak olan mimari incelemeyi doğrulamakta veya tamamlamaktadır. 2006’da kesilen bu çalışmalara yeniden devam edilmesi arzulanmaktadır. Bu arada, iç bölme duvarının da yerinde yükseltilmesinin imkânı söz konusudur. Bu da kapının dev gibi boyunun büyüklüğünü anlamamızı sağlayacaktır. Bütün bu çalışmalar, tapınağın MÖ 275’lere doğru inşası sırasında kullanılan malzemeye benzer bir taş (Limrata) kullanılarak gerçekleştirilmiştir. P e y za j Dü ze n l e me l e ri 2010 Temmuzunda sitin peyzaj düzenlemeleri projesini hazırlamak üzere bir çalışma yapılmıştır. Sunağın özel durumundan ve özellikle de, suyun devamlı olarak burada bulunmasından bir fayda sağlayabilmeyi amaçlayan bu proje, Kumluova Belediye Başkanı olan Sayın A. Karaca’yla yapılan işbirliği sayesinde, zaten kendisinin bize geçen yılki kazılarda yaptığı lojistik yardım ile mükemmel şartlarda kazılar gerçekleştirilmiştir, sonuca erdirilebilir. Çiçek açan bodur ağaçların dikilmesi ve sunağın sularla kaplı kısımlarından geçmeye yarayacak köprü geçitlerin yerlerine konulması öngörülmüştür. Bir ziyaret yolunun açılması ve turistleri bilgilendirecek panoların hazırlanması da bitmek üzeredir. Likya’nın bir sunağa bağlı tek tiyatrosu olan Letoon Tiyatrosu, dini bayramlar dolayısıyla yarışmaların yapıldığı Likya’nın en özel tiyatrosudur. Ziyaretçileri karşıdan selamlayan tiyatro, oldukça sağlam olmasını olasılıkla kayalık bir yamaca yaslanmasından dolayı sağlamış olmalıdır. R e st orasy on Çal ı şmal arı Arkeologlar, gitgide hem bilimsel sonuçların hem de kalıntıların önemini ortaya çıkartma gereğinin zorluklarıyla karşılaşmaktadırlar. Bu son nokta Letoon gibi UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ne alınan bir kutsal alanda özellikle çok hassastır. Turistik amaçlarla arkeolojik bir alanın değerlerinin öne çıkarılması, önce anıtların korunmasıyla olur. Bu çerçevede, tiyatronun kuzey geçidinde, kesinlikle belirlenemeyen eski bir dönemde yapılan kaçak kazılar sırasında yapının bu kısmı çok hasara uğramıştır. Buranın restore edilme önerisi proje olarak sunulmuştur. Yetkili makamlar eğer kabul ederlerse, bu restorasyonun çalışmaları 2011 sonbaharında başlayabilir. Bu işleme ek olarak, 2010’da keşfedilen ve kazı çalışmaları 2011 sezonu sonunda bitirilebilecek bir yapının stüklerinin önemli bir restorasyonuna da başlanabilir. 2000 yılında, “Likyalıların sunağının ve 82 Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 83 Li my ra P e ri k l e ’ de n Kâf i - B aba’y a Perikle gümüş sikkeleri Limyra’nın güneyinden akropolisin görünüşü Likçe ismi Zemuri olan Limyra, en parlak çağını, MÖ 4. yüzyılda, doğu Likya hanedanının yerleşim kenti haline geldiği zaman yaşar. Hanedan Perikle, yüzyılın ilk yarısında Ksanthos hükümdarı Arttumpara’yı yenerek tüm bölgenin politik yönünü değiştirir ve sonrasında tüm Likya’yı yönetimi altına alır. L Dr. Martin SEYER Avusturya Arkeoloji Enstitüsü (Österreichisches Archäologisches Institut) Limyra Kazıları Başkanı 84 Aktüel Arkeoloji imyra antik kenti, Bey Dağları’nın güneybatı uzantısı olan Toçak Dağı eteklerinde uzanır, doğu Likya’da yer alan modern Finike’nin kuzeydoğusuna yaklaşık 6 kilometre uzaklıktadır. Antik kentteki araştırmalar, 1812 yılında, C. R. Cockerell kalıntıları ziyaret etmesi ve Siderija/ Sidarios Lahtini keşfetmesiyle başlamıştır. Sonrasında, C. Texier, C. Fellows, J. A. Schönborn gibi bazı bilim insanlarının ve O. Benndorf yönetimindeki Avusturya Likya Araştırmaları üyelerinin yolu Limyra’ya düşmüş ve kendilerini kalıntıları incelemeye adamışlardır. Buranın bir kent olarak tespiti, T.A.B. Spratt ve E. Forbes kaynaklarından bilinmektedir. Bu erken araştırma yolculukları, çeşitli kaya mezarlarının yer aldığı nekropol alanları ve mezarların üzerilerindeki sayısız Likçe ve Yunanca mezar yazıtlarına odaklanmıştır. Kentteki modern araştırmalar, 1966 yılında Alman arkeolog J. Borchhardt’ın, Likya kralı Limyra Akropolisi’nin genel görünüşü Perikle’nin MÖ 4. yüzyıla tarihlenen ve Heroon olarak adlandırılan mezar tapınağını keşfetmesiyle başlar. 1969 yılında, Alman Arkeoloji Enstitüsü İstanbul Şubesi adına Borchhardt tarafından yürütülen kazılar başlatılmıştır. 1984 yılından 2001 yılına kadar kazılara bir Avusturya projesi olarak Viyana Üniversitesi Klasik Arkeoloji Enstitüsü (Institute for Classical Archaeology of the University of Vienna) tarafından devam edilmiştir. 2002 yılında ise proje t. Marksteiner tarafından teslim alındığında, kazı çalışmaları Avusturya Arkeoloji Enstitüsü (OeAI)’ne geçmiştir. 2007 yılından itibaren de kazılara M. Seyer tarafından devam edilmektedir. Kentin erken dönem yerleşimlerine ait herhangi bir bilgi yoktur. Limyra’nın Likçe ismi Zẽmuri, muhtemelen MÖ 2. binyıla tarihlenen Hitit metinlerinde rastlanan zumarri kelimesine işaret eder. Batı kentin kuzey bölgesindeki Aktüel Arkeoloji 85 Ptolemaion yapısının modeli. Ptolemaion yapısından mermer aslan. 86 Aktüel Arkeoloji kazılarda oldukça derine inilmiş ve birkaç prehistorik çanak çömlek parçası ve fırın kalıntılarının keşfedilmiş olmasına rağmen. Buna rağmen, kazı çalışmaları sırasında bu denli erken döneme tarihlenen tabaka gün ışığına çıkarılmamıştır. Yapıların ve alanın sınırlı sayıdaki kalıntıları, tanımlama yapabilmek için yeterli olmadığından buradaki yerleşimin en geç MÖ 6. yüzyılda var olduğunu söyleyebiliriz. Zẽmuri, Ksantoslu Hanedan Kuprrli tarafından sikke basılan yerdi ve bu dönemde, Likya’nın hiyerarşik yerleşimi içinde mutlaka önemli bir konumdaydı. Kent en parlak çağını MÖ 4. yüzyılda, doğu Likya hanedanının yerleşim kenti haline geldiği zaman yaşamıştır. Hanedan Perikle, yüzyılın ilk yarısında Ksanthos hükümdarı Arttumpara’yı yenerek tüm bölgenin politik yönünü değiştirmiştir. Sonrasında tüm Likya’yı yönetimi altına almış sınırları kısa süreliğine de olsa kuzeye ve doğuya doğru genişletmiştir. Perikle hükümdarlığının sonuna ilişkin bir bilgi yok. Bilim dünyasında, ismi, MÖ 370 ve 360 yılları arasında ortaya çıkan Satrap ayaklanmasına Likyalıların da katılımıyla özdeşleştirilir, bu süreçte tarihten yok olmuştur. Limyralı Perikle, Likya’nın bilinen son hanedanıdır. Yerel büyük krallıkların nispeten bağımsız hükümdarlık biçimi, isyanın Akhamenidler tarafından bastırılmasıyla birdenbire beklenmedik bir sona ulaşmıştır. MÖ 4. yüzyılda Limyra’da, alanı yaklaşık 25 hektar çeviren ve tepede istihkâma sahip olan duvarların inşa edildiği, kapsamlı bir yapı programı geliştirilmiştir. Dikkati çeken kaleye benzer iki kule yapısı, muhtemelen kendilerinden sorumlu olan hükümdarın gücü ve önemini simgelemek amaçlı yapılmıştır. Ayrıca bu zamanda, akropolise hanedanın anıtsal Heroon’u da inşa edilmiştir. Bir podyum üzerinde yükselen ve her yüzde sütunların yerine doğal büyüklükleri aşan dört karyatidin yer aldığı amphiprostyl bir yapı olarak tasarlanan bu anıt, sadece mimaride değil aynı zamanda heykeltraşlık süslemelerinde de yerel ve Yunan unsurlarını birarada taşır. Yan duvarlar askeri temalar içeren frizlerle, her iki akroter Perseus tarafından başı kesilen Medusa ile ve Bellerephon tarafından öldürülen Khimaera ile süslüdür. Batı kentin kuzeyindeki alan, gerçekten yerleşim amacına hizmet etmiştir, MÖ yaklaşık 400’den sonra akropolis tepesinin yamacına kayaya oyulmuş evlerle küçük bir yerleşim kurulmuştur. Bu durum, bu dönemden sonra, kayalık ve güney kent arasındaki tüm bölgenin yerleşim gördüğü sonucunu ortaya koyar. Klasik Dönemin toplamda yaklaşık 500 Perikle Heroon’undan friz. mezara sahip beş nekropolü de ayrıca MÖ 4. yüzyıldan sonra ortaya çıkmıştır. Bu gömü alanlarından Nekropol II ve III hemen kent alanına kurulmuş olmalıdır ki diğerleri ise çevreye dağılmış durumdadır. Eğer nekropolleri ve iç bölgelerdeki yerleşimlerde yer alan bireysel mezarları da hesaba katarsak mezarların sayısı oldukça artar. Limyra, bütün Likya kentleri arasında en fazla sayıda mezar yapısına sahip kenttir. Ayrıca, 59 mezarın Likçe yazıta sahip olması da dikkate değerdir ki bununla Limyra bu dilde yazılmış tüm yazıtların neredeyse üçte birine sahiptir. Ek olarak, kabartmalarla süslü mezarların sayısı da diğer Likya kentlerine oranla Limyra’da daha fazladır. Hiç şüphesiz, en görülmeye değer nekropoller Nekropol I’dir. Arykandos Vadisi’nin tepesine yerleştirilmiş olan nekropol, sahip olduğu 9 mezarla Likya mezar mimarisinin en güzel ve en iyi korunmuş örneklerini ortaya koyar. Klasik sur duvarının batısında yer alan Nekropol II, yaklaşık 250 kaya mezarı ve lahitleri ile sadece Limyra’nın değil aynı zamanda tüm Likya bölgesinin de en geniş nekropolüdür. Burada Tebursseli kaya mezarı gibi dikkate değer mezar yapıları bulunmuştur: Mezar odasının üstünde yer alan savaş kabartması, bu dönemin Yunan etkisinin izlendiği kültürel dünyada görülen tarihsel tasvirlerden biri sayılır. Burada Perikle Heroon’u modeli. Aktüel Arkeoloji 87 Ptolemaion kalıntıları Xuwata kaya mezarı (Nekropol II) 88 Aktüel Arkeoloji mezarın sahibi, kendisini, kralı Perikle ile birlikte Ksanthos vadisindeki savaş alanında, rakibi Arttumpara’yı bozguna uğratarak zafer kazanmış bir Yunan kahramanı olarak betimler. Olayın tarihsel yorumu, ilişikteki Likçe yazıtla doğrulanmıştır. Aynı nekropolde bulunan [X] uwata kaya mezarındaki kabartma da eşit ölçüde savaş betimiyle ilişkilidir. Bu betimlemeler, Phidias tarafından yapılan Athena Parthenos heykelinin ünlü kalkanı örnek alınarak yapılan bir düelloyu betimler. Muhtemelen seçkin sınıfın gömü bölgesi olarak algılanan tüm anıtsal mezarlar arasında, Nekropolis III’teki iki katlı Xñtabura Lah- di, özel bir anımsamayı hak eder, Limyra’daki kalıntılar için bir dönüm noktası olarak hizmet eder. Yapının alt kısmının üç tarafını çevreleyen tasvir, bilinen Likya mezar kabartmalarına uyum sağlamaktadır. Sadece batı kısımda karşılıklı oturan sakallı iki adamın arasındaki çıplak genç betiminin, ölünün yargılanması sahnesini betimlediği düşünülmüştür, ayrıca bu sahne palaestradan bir sahneyi de betimliyor olabilir. Limyra’nın Hellenistik ve Erken Roma dönemleri, sadece dağınık birkaç yapı ile belirlenebilir; yine de yapıların mimarilerindeki yüksek kalite, anıtsallık ve sahip oldukları heykeltraşlık bezemeleri bu dönemdeki yerleşimlerin önemine tanıklık ederler. Aşağı kentte Roma tiyatrosundan çok uzakta olmayan yerde bulunan Ptolemaion, bu etkileyici yapı grubuna aittir. Yapı, mimari açıdan her kenarda yaklaşık 15 metre ölçüsünde kare yer planı, üstünde konik tavana sahip yuvarlak bir tapınakla birlikte masif altlığa bölünür. Alt kat; duvar arşitravı, triglif-metop frizi ve bir sima ile Dor üslubunda tasarlanmıştır. Mimari unsurlar, bugün hala bazılarının kalıntılarının gözle görülebildiği gibi çok renkli bir şekilde boyanmıştır. Attika sütun altlıkları ve İonik başlıklarla 18 oluklu sütunu içeren üst kat, üç basamaklı bir krepidoma üzerinde yükselir. Bu yuvarlak yapının bir iç odaya (cella) sahip olup olmadığı ise belirsizdir. Mermerden yapılmış devasa aslanla- Gaius Caesar Anıtı’ndan friz bloğu. rı da içeren heykeltraşlık bezemeleri, alt katta köşelere yerleştirilmiştir. Metop ve triglif frizinin 6 bloğu bilinmektedir ve Kentauromachy’i (Kentaurlar Savaşı) betimler: Sahne, hayvansal pozlardaki savaşçıları içerir. Yapının dış kısmı, araba yarışı sahnesiyle dekore edilmiştir. Doğal ölçülerden daha büyük olan heykel parçaları, tarihlemede önemlidir. Bulunan heykel başlarından biri Ptolemaios III portresi olarak tanımlanmıştır: bu nedenle, yapının ilk kuruluş tarihinin MÖ 3. yüzyıl olduğu düşünülebilir. Ayrıca mimari heykeltraşlık ve mimari dekorasyonun stilistik yapısı, Ptolemaios II hükümdarlığı dönemine işaret eder. Agustus’un evlat edindiği, torunu ve mirasçısı Gaius Ceasar (Sezar), doğuya olan diplomatik görevinin dönüşünde, MS 21 Şubat 4’te Limyra’da ölmüştür. Öldüğü yerde anısına bir anıt dikilmiş, bedeni ise Roma’daki Augustus Mausoleum’a defnedilmiştir. Kireçtaşı temeller ve kireçtaşı kesme taş bloklar üzerinde yükselen bu anıt mezardan iri opus caementitium (harçlı moloz) parçaları, Limyra’nın aşağı şehrinin batısında korunmuş halde bulunmuştur. Bu kesme taş bloklar üzerinde, kaide 60 metre uzunluğunda devam eden mermer plaka frizle süslüdür. Sahneyi, Gaius Ceasar’ın hayatını konu alan normal boyuttaki figürler oluşturur. Kaidenin üzerindeki yapı, Halikarnassos veya Belevi’dekine benzer Asya Minor Mezar Anıtları’na benzer formdadır, piramit mermer çatıyla sonlandırılmıştır. Hiç şüphesiz Augustus dönemine tarihlenebilen ve Roma’da paralelleri bulunan mimari dekorasyonun kalitesi, sadece Limyra’da değil aynı zamanda Asya Minor’un genelinde de inşa edilen yapılarda dikkate değerdir. Limyra’daki tiyatro, muhtemelen MÖ 2./1. yüzyılda inşa edilmişti ve tek başına durmaktaydı. Bugünkü görünüşü, sadece bu yapıya değil aynı zamanda diğer birçok Likya kentindeki yapılara da zarar veren MS 141’deki deprem sonucunda gerekli görülen geniş bir onarım Aktüel Arkeoloji 89 Xñtabura Lahdi. Ptolemaios III portresi Gaius Caesar Anıtı’ndan mimari dekorasyon. 90 sonrasındaki biçimini yansıtır. MS 151/152 yılına tarihlenen bir yazıta göre Rhodiapolisli Opramoas Limyra’daki tiyatronun onarımı için 10 bin dinar vermiş ve Heroon’u üzerinde bunu açıklamıştır. Tiyatronun yanı sıra diğer ek yapılar da Limyra’nın İmparatorluk Dönemindeki kentsel açıdan en parlak zamanlarını yansıtır. 7 ana yol arasında, günümüzde su seviyesinin altında kalan 8.40 metre genişliğindeki sütunlu sokak özel olarak bahsedilmeyi hak eder: Güneydoğudan Ptolemaion olarak adlandırılan yapıya uzanan bu yol, kentin ana yollarından birini oluşturur. Sıra sütunları ile bu sokak, genellikle Asya Minor ve Suriye bölgelerinde görülen sütunlu sokak tipine önemli bir örnek oluşturur. Bu sokağın sınır noktalarının her ikisini de vurgulamak dikkate değerdir. Ptolemaion’un yanındaki kuzey sınır, mimari olarak, muhtemelen geç Antonius Severus dönemine tarihlenen bir kapıyla vurgulanmıştır. Sokağı doğuya yönlendiren güney uçtaki sınırda ise, Flavius heodosius’un heykel kaidesinin kalıntıları bulunmuştur. Bu kişi MS 376’da Kartaca’da idam edilmiştir, fakat oğlu heodosius I’in tahta çıkmasının ardından itibarını yeniden kazanmış ve birçok kentte heykellerle onurlandırılmıştır. Geç Antik Dönemde, Bizans Döneminde, bu kent piskoposluk merkeziydi. 4. ve geç 9. yüzyıl arasında, Myra metropolitliğine bağlı Limyra’daki diğer piskoposlarla birlikte toplam altı piskoposun adı bilinmektedir. MS geç 5. / erken 6. yüzyılda iki duvar çemberiyle kent birbirinden bağımsız iki bölgeye ayrılmıştır. Doğudaki sur, yaklaşık 5.5 hektarlık bir alanı sınırlandırırken, batıdaki kent sadece 3 hektarlık alanı kapsar. Bizans Dönemi anıtları arasında, üç kilise yapısı dikkate değerdir. Mimari heykeltraşlık eserlerine göre geç 5. yüzyıla veya erken 6. yüzyıla tarihlenebilen yaklaşık 40 x 23 metre boyutlarındaki piskoposluk kilisesi, doğu kentin merkezine inşa edilmiştir ve muhtemelen 7. yüzyılın ikinci yarısındaki Arap akınları sonucunda tahrip olmuştur. Kilisenin güneydoğusuna hafifçe uzanan geniş yapı, Piskopos Sarayı ile bağlantılı görülür. Ptolemaion Kilisesi olarak adlandırılan yapı da ayrıca 400 parça plaka ve yüksek kalitede kireçtaşı sütun başlıklarının da arasında bulunduğu birtakım mimari kalıntılar temel alınarak 6. yüzyılın ilk yarısına tarihlenebilir. Üçüncü kilise, kentin akropolisine kaya yamacı üzerine inşa edilmiştir ve yalıtılmış yeri ve çevresindeki küçük odaların varlığından dolayı, muhtemelen bir manastır olarak tanımlanabilir. Ayrıca Limyra, İslam tarihi açısından da önem taşır: Bizans doğu kentinin hafif dışında iki yapısıyla birlikte Kâfi Baba’nın Bektaşi Manastırı (tekke) bulunmuştur. Bektaşi toplumunun efsanevi kurucusu Hacı Bektaş Veli, geç 13. yüzyılda Kırşehir yakınlarına yerleşmiştir. Bektaşiliğe Likya’da 15. yüzyılda rastlanır. Yayılma, Elmalı’da mezarı manastıra yapılan ve onun ismiyle adlandırılan (Abdal Musa Türbesi) Derviş Abdal Musa isimli kişiyle yakından ilişkilidir. İki binadan oluşan ve muhtemelen 16. yüzyıla tarihlenen yapı, Türk güney kıyılarında en eski Bektaşi Manastırını temsil eder. Meydan Evi’nin kuzeyine, manastırın ana binası Kafi-Baba Türbesi yapılmıştır. Kâfi-Baba, Abdal Musa’nın mürididir. Bina tam anlamıyla 1960’da yeniden inşa edilmiş ve beton kubbeyle örtülmüştür. Nekropol I mezarları. Ptolemaion yapısından araba yarışının betimlendiği friz parçası. Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 91 AKDAĞLAR’IN YAMACINDA BİR LİKYA KENTİ TLOS Likçe “Tlawa” kelimesinin Helenleştirilmiş hali olan Tlos’un ilk hali, MÖ 15. yüzyıldan itibaren Hitit metinlerinde Lukka topraklarındaki “Dalawa” yerleşimi olduğu kabul edilir. KonyaYalburt’da bulunan Hitit Kralı IV. Tuthaliya’nın (MÖ 1250-1220) Lukka Seferi’nin anlatıldığı açık hava tapınağı ortostatları bloğunda (14. ve 15.): “Dalawa Ülkesi’ne indim. Dalawa Ülkesi’nin kadınları ve çocukları önümde eğildiler” ifadesi yer alır. Yazı ve fotoğralar Prof. Dr. Taner KORKUT Tlos Kazıları Başkanı Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Tlos Kazıları Arşivi 92 Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 93 Tlos akropolü üzerinde erken Klasik Dönemden itibaren tarihlenen resmi devlet yapıları görülebildiği gibi, mezar anıtları da bulunur. Akropol ve nekropol ayrımının olmadığı antik kentte; halk, mezarlarıyla iç içe yaşamayı tercih eder. Ahşap Likya evlerini taklit eden kaya mezarları, gösterişli cephe mimarisi ile anakayaya yontulur, çoğu ya antik çağlarda ya da yakın zamanda soyulan kaya mezarlarının dokunulmamış olanlarına, şimdilik sadece kazılar ile ulaşılabilmekte. 94 Aktüel Arkeoloji Likya Bölgesi’nin en önemli yerleşimle- rinden biri olan Tlos Antik Kenti, Fethiye İlçesi’nin yaklaşık 42 km doğusundaki Yaka Köyü sınırları içerisinde kalmaktadır. Bölgenin en yüksek dağları olan Akdağlar’ın (Kragos) sarp batı yamaçlarında başlayan antik yerleşim, Eşen Nehri’nin getirdiği alüvyonlarla oluşmuş vadi düzlüğüne kadar ulaşır. Ayrıca güneydeki Saklıkent Kanyonu ile kuzey yönde bulunan Kemer beldesi; antik kentin egemenlik sınırlarını çizer. Savunmaya elverişli dağlık arazi yapısı ve Eşen Ovası’na hâkim konumuyla öne çıkan kentin; antik komşuları arasında kuzeyde Araksa (Araxa), kuzeydoğuda Oinoanda, kuzeybatıda Kadyanda, güneyde Ksanthos, güneybatıda Pınara ve batıda Telmessos şehirleri yeralmaktadır. Böylece Tlos yerleşiminin başka hiçbir Likya kentinde olmadığı kadar geniş bir coğrafyaya yayıldığı anlaşılır ki, bundan dolayı Hitit kaynaklarında Tlos için “şehir” yerine “ülke” ifadesi kullanılmıştır. Gerçi Tlos Antik Kenti için kullanılan “ülke” ifadesi şaşırtıcı gözükmektedir; ancak ele geçen yazıtlardan antik kentin çok sayıda semt ve mahalleden oluştuğu, çevresinde ise merkeze bağlı pek çok köy yerleşiminin bulunduğu bilinmektedir. Eski Yunan mitoslarına göre her antik kentin bir kuruluş efsanesi ve bir de kurucu kahramanı vardır. Tlos’un kuruluş efsanesi de Hellen mitoslarına dayandırılmış ve Tlos kent adının Tremilus ile Praksidike’nin dört oğlundan biri olan “Tloos”dan geldiğine inanılmıştır. Hatta; Pinaros, Ksanthos (Xanthos) ve Kragos’un Üst Akropol kaya mezarları ve lahitler Sağ Üst Bellerephon Mezarı onun kardeşleri olduğu kabul edilmiştir. Bahsi geçen mitolojik aktarımların en erkeni, MÖ 5. yüzyıla tarihlenen tarihçi Herodotos’un çağdaşı ve ayrıca Homeros ekolünden geldiği bilinen Halikarnasoslu Panyasis’e aittir. Benzer bir inanışın uzun yıllar boyunca kabul gördüğünü gösteren diğer bir antik kaynak ise, MS 6. yüzyılda yaşadığı kabul edilen Byzantionlu Stephanos’dur. Stephanos Byzantinos yazdığı “Ethnika” isimli coğrai kitapta Panyasis’in aktarımlarını aynen kopyalamıştır. Kadeş Barış Antlaşması’nda da kendini gösterir. Dolayısıyla Homeros ve onu izleyen tüm antik kaynak aktarımlarında Anadolu halklarının Hellenleştirilme ideolojisi politik bir olgudan öteye gidemez nitelikte gözükmektedir. Çünkü bu ideoloji ilk kez Homeros aktarımlarında vardır ve MÖ 8. yüzyıldan önce bu teori ile ilgili hiçbir yazılı belge bulunmamaktadır. Anadolu ve Mısır’dan bilinen yazılı belgeler ise, mevcut inanışın tam tersi bir bilimsel gerçeğe işaret etmektedir. Homeros zamanından itibaren bilinen tüm antik kaynaklarda Likya halkının Hellen kökenli olduğu vurgulanmıştır. Bundan dolayı, özellikle batı ve güney Anadolu kıyılarında ilizlenen gelişmiş kültürlerin yaratıcılarının, MÖ 12. yüzyıl öncesinde Dor istilasından kaçan ve Anadolu’ya sığınan Akha Hellenleri olduğu kabul edilmektedir ve hatta Troya Savaşı’nın ardından ülkesine dönmeyen bazı Akha ordularının da bu bölgelere yerleştiğine inanılmaktadır. Ancak bu inanışın gerçeği ne kadar yansıttığı tartışma konusudur. Çünkü Homeros, İlyada destanında tüm Anadolu halklarının birleşerek Troya önlerinde Akha Birliğine karşı savaştığını etralıca anlatmıştır. Anadolu halklarının dış güçlere karşı oluşturduğu bu birliktelik Troya savaşları öncesinden de bilinmektedir. Örneğin; Hitit Kralı II. Muwatalli ile Mısır Firavunu II. Ramses önderliklerinde gerçekleşen Hitit-Mısır savaşı esnasında, tüm Anadolu halkları bir araya gelerek Hititlerin yanında savaşmıştır. Bu birliktelik, daha sonra II. Hattuşili zamanında imzalanan Likyalıların daha Ege Göçleri öncesinde bu topraklardaki varlığı, bugün epigraik ve arkeolojik buluntularla belgelenmiştir. Örneğin, bölgenin coğrai olarak tanımlanmasında kullanılan Lukka/ Lukki ifadeleri hem Hitit hem de Mısır metinlerinden, MÖ 15. yüzyıldan itibaren bilinmektedir. Gelidonya Burnu ve Uluburun batıkları ise dönemin arkeolojik kalıntılarını oluşturur. Benzer Bronz Çağ buluntularına son yıllarda kıyı Likya şehirlerinde de rastlanılmaktadır. Dolayısıyla Likyalıların Hellen soylu olduğu ve isimlerini Atina Kralı Pandion’un oğlu Lykos’dan aldığı mitos inancı gerçeği yansıtmamaktadır. Doğrusu, Lykia ifadesinin Yunancalaştırılmış bir kelime olduğudur. Diğer yandan Likyalılar kendilerini Trmmili, ülkelerini ise Trmmise olarak tanımlamışlardır. Homeros’un Likyalılar için kullandığı “Termilai” ifadesi Trmmili ile özdeştir. Trmmili ya da Termilai kelimelerinin bugünkü Dirmil/Altınyayla yerleşimi ile aynı olduğu, Claudius döneminde dikilen Patara Yol Klavuz Anıtı üzerindeki “Trimili” ifadesiyle kesinlik Aktüel Arkeoloji 95 Ülkesi’nin kadınları ve çocukları önümde eğildiler” ifadesi okunmaktadır. Yalburt hieroglif yazıtlarından tüm Likya Bölgesi’nin Büyük Hitit Krallığı Dönemindeki varlığı ve Hititlerle olan yakın ilişkisi açıkça görülebilmektedir. Girmeler Mağarası kazanmıştır. Bununla da Herodotos’un Trmmili halkının Girit Adası’ndan geldiği aktarımının gerçeği yansıtmadığı anlaşılır. Eğer Likya halkı bölgeye başka bir yerden göç ederek gelmiş ise, onların anavatanı Eşen Irmağı’nın doğduğu ve bereketli toprakların bulunduğu bugünkü Dirmil ve yakın çevresi olmalıydı. TLAWA’DA N TLOS ’ A Girmeler Mağarası Duvar resimleri Tlos isminin de Hellenlerle hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Tlos kent adı Likçe bir ifade olan “Tlawa” kelimesinden türetilmiştir. Tlawa ismi ise, MÖ 15. yüzyıldan itibaren Hitit metinlerinde pek çok kez karşılaştığımız Lukka toprakları içerisindeki “Dalawa” yerleşimi ile özdeştir. Dalawa isminin geçtiği Hitit kaynakları arasında Konya-Yalburt’da bulunan ve üzerinde büyük Hitit Kralı IV. Tuthaliya’nın (MÖ 1250-1220) Lukka Seferi’nin anlatıldığı açık hava tapınağı ortostatları büyük önem taşımaktadır. Söz konusu ortostatlardan iki blok (14. ve 15.): “Dalawa Ülkesi’ne indim. Dalawa Yazılı belgelerde vurgulanan Tlos’taki Hitit Dönemi yerleşimi, bugün antik kentte ele geçen arkeolojik buluntularla da desteklenmektedir. Özellikle Geç Bronz Çağa tarihlenen buluntular arasında taş balta ve el aletleri ile farklı formlar gösteren bronz baltalar, hançer ve ok uçları örnek gösterilebilir. Ancak bu bölgede yaşayan ilk insanların geçmişi hem Tlos kazılarında ele geçen arkeolojik kalıntılar hem de Tlos territoryumunda yer alan Arsa ve Girmeler mağara/höyük buluntuları ışığında Hititler zamanından çok daha öncesine geri gitmektedir. Özellikle 2009-2010 yılları araştırmaları esnasında Tlos’ta gün ışığına çıkartılan taş baltalar ve çakmaktaşı el aletleri ile Girmeler Mağarası önündeki höyük kalıntısında tespit edilen buluntular arasında büyük benzerlik bulunmaktadır. Girmeler Mağarası önündeki buluntular içerisinde, Hacılar ve Kuruçay seramikleriyle yakın benzerlik gösteren çömlek parçaları da yer almaktadır. Benzer seramikler, Arsa Köyü sınırları içerisinde yer alan Tavabaşı Mevkii mağaralarında da tespit edilmiştir. Bahsi geçen tüm arkeolojik buluntular, yapılan stilistik ve tipolojik incelemeler doğrultusunda Geç Neolitik Döneme kadar tarihlenebilmektedir. Ayrıca; Tavabaşı Mevkii mağaralarının dış yüzeylerinde bulunan farklı ikonograideki kaya resimleri de benzer örnekler ışığında yine aynı döneme verilmektedir. Dolayısıyla Batı Likya Bölgesi’nin Eşen Nehri havzasında Neolitik Dönemden itibaren kullanılan diğer mağara veya höyük yerleşimlerinin bulunması muhtemeldir. Diğer yandan Elmalı Ovası ve doğu uzantısında bulunan Hacılar, Kuruçay, Bademağacı ve Höyücek gibi Neolitik Dönem yerleşim buluntuları ile yapılan karşılaştırmalarda; her iki bölge arasında yoğun ticari ilişkilerin bulunduğu da anlaşılmıştır. Böylece Orta Anadolu Neolitiği’nin Batı Anadolu kıyılarına kadar olan uzantısı ilk kez arkeolojik verilerle belgelenmiştir. Tlos ve yakın çevresinde Neolitik Dönem ile başlayıp Demir Çağına kadar kesintisiz devam eden yerleşim izlerinin tespit edilmesine rağmen, Demir Çağı başlangıcından MÖ 540 yıllarındaki Pers istilasına kadar geçen süreye 96 Aktüel Arkeoloji ait pek fazla arkeolojik buluntu ele geçmemiştir. Sadece MÖ 2. bin yılı sonlarına tarihlenen ve gri seramik olarak da adlandırılan küçük çömlek parçaları ile az sayıda Geometrik Dönem seramikleri ancak günümüze ulaşabilmiştir. Söz konusu döneme ait buluntular, uzun yıllardır kazıları devam eden diğer Likya kentlerinden bilinmektedir. Tlos kazıları oldukça yenidir ve dolayısıyla zaman içerisinde bahsi geçen döneme ait yeni arkeolojik veriler beklenmektedir. Başlangıçtan itibaren tüm Likya kentleri arasında ethnos-polis düşüncesine dayanan askeri (symmachiaepimachia), politik (sympoliteia) ve dini (amphiktionia) bir birliktelik bulunmaktaydı. Söz konusu birlikteliğin başlangıcı, MÖ M.Ö. 15. yüzyılda oluşturulan Batı Anadolu’daki Assuwa/Arzawa Konfederasyonu’na tüm Likya kentlerinin “Luggalılar” kimliği altında katılımında hissedilir. Benzer bir birlik oluşumu, Hitit Kralı II. Muwatalli ile Mısır Firavunu II. Ramses önderliklerinde gerçekleşen HititMısır Savaşı esnasında “Lukka Ülkesi” adıyla Hititlerin yanında yer almalarında da gözlemlenir. Lukka kimliği altında Mısır’a ve Kıbrıs’a saldırmaları da yine bu birlik oluşumunun somut bir göstergesidir. Bunlardan başka, Troya savaşları esnasında Akha Hellenlerine karşı Kral Sarpedon önderliğinde Lukka ordularının da ön salarda yer almaları, söz konusu birlik oluşumunun MÖ 2. binde ne kadar kuvvetli olduğunun önemli diğer bir ifadesidir. Likya halkının bu organize görünümü, sadece MÖ 2. binli yıllarla sınırlı kalmamış, Demir Çağdan itibaren de pek çok benzer örnek olduğu bilinmektedir. Herodotos’un Likyalılar ile ilgili aktarımlarında benzer bir düşünce özellikle vurgulanmıştır. MÖ 452-445 yılları arasındaki Attika-Delos Birliği listelerinde “Likyalı” kavramının kullanılması, Pers veya Yunan egemenliğine karşı Likya şehirlerinin ortak savunma yapma planları yine bu birliktelik düşüncesinin somut göstergeleri olarak kabul edilebilir. MÖ 2. yüzyıl ilk yarısındaki Likya Birliği kuruluşu öncesi basılan Beylik Dönemi sikkelerin üzerinde kullanılan ortak semboller de yine birlikteliğe işaret etmektedir. Likyalıların erken dönemlerde kendi aralarında oluşturdukları birlik yapısı, MÖ 168/67 yıllarında kurumsallaştırılıp resmileştirilmiş ve böylece, özünde Likya kentlerinin ve vatandaşlarının demokratik bir anayasa çerçevesinde oylama esaslı, seçimle yönetilmelerine dayanan Likya Birliği kurulmuştur. Her ne kadar Likya kentleri arasında sürekli ortak bir birliktelik gözlemlense de, MÖ 540 yıllarında Harpagos önderliğinde Pers ordularının Likya’yı istila etmesiyle bağımsızlık yitirilir ve Beylikler Dönemi sonuna kadar tüm Likya Bölgesi, Pers egemenliği altında kalır. MÖ 360 yıllarında Perikle’nin Perslere karşı başlattığı bağımsızlık savaşının başarısızlıkla sonuçlanması ardından, Likya kısa bir süreliğine Karya Bölgesi’ne bağlanır. MÖ 334/33’te Büyük İskender, Likya’ya egemen olmuştur. İskender’in ölümünün ardından egemenlik sırasıyla Antigonoslar, Ptolemaioslar, Seleukoslar ve Rodos arasında sürekli el değiştirmiştir. Likya’nın bu karmaşık dönemi, MÖ 168/67 yıllarında Roma Senatosu tarafından Likya’nın bağımsızlığının tanınması ve Likya Birliği’nin resmileştirilmesiyle son bulur. Tlos Antik Kenti; Ksanthos, Patara, Pinara, Olympos ve Myra gibi birliğin üç oy hakkına sahip en büyük altı şehrinden biri kabul edilmiştir. MS 43 yılında Roma İmparatoru Claudius, Likya Bölgesi’ni bir Roma eyaletine dönüştürür. Bu dönemde de Tlos; birlik içindeki önemini korumuş ve “metropolis” ünvanını taşımaya devam etmiştir. Bu önemden kaynaklanmış olsa gerek ki, Patara’da dikilen Yol Klavuz Anıtı’nda vurgulandığı gibi, Likya yol ağı yedi farklı yönden Tlos’a bağlanmış ve güneyde Ksanthos’tan, güneybatıda Pinara’dan, batıda Telmessos’tan, kuzeybatıda Tavabaşı Mevkii mağaralarının dış yüzeylerinde bulunan farklı ikonografideki kaya resimleri, bölge kültür tarihini Geç Neolitik Döneme kadar götürür. Elmalı Ovası ve doğu uzantısında bulunan Neolitik Dönem yerleşim buluntuları ile arasında yoğun ticari ilişkilerin varlığına kanıt sunar. Aktüel Arkeoloji 97 Kadyanda’dan, kuzeyde Araxa’dan, kuzeydoğuda Oinoanda’dan ve doğuda Choma’dan gelen ticari yollar Tlos’ta kesişmiştir. Bu güzergâhların pek çoğunun günümüzde kullanıldığı da bilinmektedir. Hristiyanlık Döneminde Tlos, Likya’nın önemli piskoposluk merkezlerindendir. Bu dinsel önemin, MS 12. yüzyıla kadar devam ettiği arkeolojik verilerle belgelenmiştir. Tlos, Likya sınırları içerisindeki önemini Osmanlı Döneminde de hissettirir. Bölgeye en son 19. yüzyılda gelen ve “Kanlı Ali Ağa” olarak ünlenen Osmanlı Derebeyi, Tlos akropolünün zirvesine antik dönem kalıntılarını da kullanarak şatosunu inşa etmiştir. Bugünkü modern Yaka Köyü; antik Tlos yerleşiminin üzerine kurulmuştur. TLOS’UN KE Ş F İ Uzun yıllar boyunca kendi kaderine terkedilen Tlos Antik Kenti, 1838 yılında Ch. Fellows ve 1842 yılında ise T.A.B. Spratt tarafından yapılan gezilerle yeniden keşfedilmiş, bu gezilere ait notların yer aldığı yayınlarla da ilk kez bilim dünyasına tanıtılmıştır. Ancak kentin yoğun bitki örtüsü söz konusu çalışmaların yüzeysel kalmasına neden olmuş ve araştırmacılar daha çok tarihsel açıklamalarla yetinmişlerdir. Tespiti yapılan önemli ve taşınabilir eserler ise -İzraza Anıtı gibi- çalınarak yurtdışına kaçırılmıştır. Daha çok seyahatname olarak da adlandırabileceğimiz bu yayınların dışında, Tlos’a yönelik ilk bilimsel çalışmayı G. Bean yapmıştır. Bean; çalışmasında, ilk kez 98 Aktüel Arkeoloji kentin topograik planını oluşturmuş ve mimari kalıntılar hakkında detaylı bilgiler vermeye çalışmıştır. W. Wurstler ise, Bean tarafından oluşturulan kent planını daha da geliştirip detaylandırmak istemiştir. Tlos Antik Kenti’ndeki ilk kapsamlı ve bilimsel araştırmalar T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Akdeniz Üniversitesi işbirliğinde 1992 yılında yüzey araştırması olarak başlatılmış, 2005 yılında kazı izninin verilmesiyle de ilk resmi kazılara başlanmıştır. 2001 yılına kadar devam eden yüzey araştırmaları kapsamında kent merkezi ve territoryumunda belgeleme çalışmaları yapılmıştır. 2005 yılında başlatılan kazı çalışmaları ise, daha çok kent merkezi ve yakın çevresinde bulunan anıtsal yapılara odaklanmıştır. Tlos kent merkezinin en yüksek noktası akropol olarak adlandırılır ve bu tepe aynı zamanda kent merkezinin batı sınırını oluşturur. Akropol üzerinde Erken Klasik Dönemden itibaren tarihlenen resmi devlet yapıları görülebildiği gibi, yedi farklı mimari grup altında değerlendirilen mezar anıtları da bulunmaktadır. Dolayısıyla Tlos’ta Klasik Yunan kentlerinden bildiğimiz akropol ve nekropol ayrımını yapmak mümkün değildir. Çünkü tüm Likya Bölgesi’nde gözlemlendiği gibi, Tlos halkı da mezarlarıyla iç içe yaşamayı tercih etmiştir. Böylece akropol olarak adlandırılan yükselti aynı zamanda nekropol amaçlı da kullanılmıştır. Akropoldeki mezar anıtları içerisinde “kaya mezarları” en büyük grubu oluşturur. Genelde ahşap Likya evlerini taklit eden kaya mezarları, gösterişli cephe mimarisi ile öne çıkar ve anakayadan yontulmuştur. Bazı örneklerde aplike tekniğiyle oluşturulmuş cephe düzenlemesinin varlığı da gözlemlenir. Bunlardan başka bir tapınağın ön cephesini taklit eden anıtsal kaya mezarları da kullanılmıştır. Hatta bunlardan bir tanesi üzerindeki kabartmadan dolayı Bellerophon mezarı olarak adlandırılır. Ancak burada pegasus üzerindeki Likya Beyi chimaira değil, aslan avında resmedilmiştir. Kaya mezarlarının çoğu ya antik çağlarda ya da yakın zamanda soyulmuştur. Henüz dokunulmamış, orjinal konumda kaya mezarlarına kazılarla da ulaşılmıştır. Yapılan kazı çalışmaları esnasında mezarların iç kısımlarında farklı düzenlemelerin olduğu ve genelde klineler üzerinde gömülerin yapıldığı anlaşılmıştır. Ayrıca; ölü hediyeleri de bu klineler üzerine bırakılmıştır. Orta kısımda bulunan çukura ise; daha önceki gömüler ve ölü hediyeleri düzensiz biçimde depolanmıştır. Genelde aile gömütü olarak kullanılan kaya mezarlarının iç düzenlenmesinde farklı zaman dilimlerinde değişiklik yapıldığı da bilinmektedir. Örneğin; bir Klasik Dönem kaya mezarı içerisinde Roma Döneminde klineler yerine tuğlalardan oluşturulmuş gömü alanları tespit edilmiştir. Oluşturulan bu yeni gömü alanları içerisinde üst üste iskeletler ve ölü hediyeleri ortaya çıkarılmıştır. Arkeolojik buluntular ışığında en erken kaya mezarlarının Klasik Dönemden itibaren kullanıldığı bilinmektedir. Ve yine buluntular ışığında bir kaya mezarının yaklaşık 500 yıl gibi uzun bir süre kullanıldığı da anlaşılmıştır. Akropoldeki mezar anıtlarının ikinci büyük grubunu “lahitler” oluşturmaktadır. Söz konusu lahitler, Likya tipi semerdam kapaklı olabildiği gibi, üçgen alınlıklı kapaklı lahitler de tespit edilmiştir. Lahitlerin bir kısmı; hyposorion üzerine oturtulmuştur. Diğer yandan; direk zemine yerleştirilmiş veya yerden haifçe yükseltilmiş bir podyum üzerinde duran lahitlerin sayısı da az değildir. Bunlardan başka, akropolün eteklerine kadar uzanan bir alana yayılmış oda gömütler, anıt mezarlar, chamosorion tipi mezar anıtları ve basit toprak gömüleri sık karşılaşılan diğer gömüt tipleridir. Akropolün hemen doğu eteğindeki düzlükte kuzey-güney istikametinde tasarlanmış stadyum alanı bulunmaktadır. Bu alan kuzey, güney ve doğu yönlerden U formunda sütunlu bir galeriyle çevrelenmiştir. Tek taralı olan oturma tribünü batı yönde, akropolün eteğindeki anakayadan dokuz oturma sırası olmak üzere yontularak oluşturulmuştur. Tlos stadyumu, oturma tribününün üst seviyesindeki diazomaya bakan ve akropolün doğu yamacında yükselen bir meclis binası ile birlikte tasarlanmıştır. Meclis binasının doğu yöndeki stadyum diazomasına açılan bir girişi de bulunmaktadır. Stadyum alanının tam ortasında, yine kuzey-güney Tlos tiyatrosu ikinci katının ortasında yer alan tapınak mimarisi, sahne binasının görkemli iç ve dış cephe düzenlemesiyle Anadolu tiyatroları içerisinde ayrı bir öneme sahiptir. Tiyatronun genel mimari yapısı ve Augustus dönemine tarihlenen onarım yazıtı, Tlos tiyatrosunun Hellenistik Dönemde inşa edildiğine işaret eder. Aktüel Arkeoloji 99 yandan zemin katta bulunan ve agora tarafından sahne binasının iç kısmına girişi sağlayan üç kapı da görülebilmektedir. Küçük Hamam yönlerinde uzanan 72 x 8,30 metre ölçülerinde bir havuz ve havuzun hemen önünde bir çeşme yapısı yer alır. Havuzun derinliği yaklaşık 1 metre civarındadır ve etrafında havuzdan taşan suların tahliye edildiği yaklaşık 1 metre genişliğinde taş kanal sistemi oluşturulmuştur. Bu kanalda biriken sular, havuzun güney kısmının tam ortasından başka bir kanalla tahliye edilmiştir. Havuzun zemin kısmı; düzensiz kesilen taş bloklardan oluşturulmuş, ancak burada herhangi bir yalıtım sistemi kullanılmamıştır. Söz konusu havuz ve çeşme düzenlemesi; tüm bu alanın sadece stadyum amaçlı değil, aynı zamanda diğer sosyal ve dinsel aktiviteler için de kullanılmış olabileceğine işaret etmektedir. Erken Hristiyanlık Döneminde devşirme malzeme kullanılarak inşa edilen ve akropolü eteğinden itibaren çeviren sur ile birlikte kette bir daralma gözlemlenir ve böylece stadyum alanı, akropol ve yamaçlarında oluşturulan yeni yerleşim alanının dışında kalmıştır. Kent agorasının batı yönünde bulunan iki katlı dükkân yapıları, stadyum alanına yönlendirilmiştir. Ayrıca buradan uzunca bir caddeyle güney yöne doğru, küçük hamam ve palestraya ulaşılır. Söz konusu caddenin tam ortasından; anıtsal bir kapıyla da dükkânların ikinci kat seviyesinde bulunan agora düzlüğüne çıkılır. Yakın zamanda antik kentin ortasından geçirilen asfalt yol agoraya büyük zarar vermiş, toprak altında duran agora merkezi dışında çok fazla 100 Aktüel Arkeoloji kalıntı günümüze ulaşmamıştır. Agora düzlüğünün batı yönünde, yamaca yaslandırılmış tiyatro, kent merkezinin doğu sınırını oluşturur. Tlos tiyatrosu; ikinci caveasının hemen üst ortasında yer alan tapınak mimarisi, sahne binasının görkemli iç ve dış cephe düzenlemesiyle Anadolu tiyatroları içerisinde ayrı bir öneme sahiptir. Tiyatroda bulunan yazıtlar ve mimari döşemeden, yapının Roma Döneminde çok kereler tamirat geçirdiği anlaşılmaktadır. Ancak tiyatronun genel mimari yapısı ve Augustus Dönemine tarihlenen onarım yazıtı, Tlos tiyatrosunun Hellenistik Dönemde inşa edildiğine işaret etmektedir. Tiyatro için önerilen bu erken tarihleme, kuzey ana girişi önünde ortaya çıkartılan ve MÖ 3. yüzyıla tarihlenen heykel altlığı ile de desteklenir. Birbirinden oldukça geniş bir diazoma ile ayrılan iki caveadan oluşan tiyatronun girişleri kuzey ve güney yöndedir. Bunlardan başka, kuzeydoğu ve güneydoğu yönlerde en üst diazomaya çıkışı sağlayan merdivenler de bulunmaktadır. Tiyatronun batı yönünde sahne binası yükselir. Orjinalde üç katlı olan sahne binası, günümüze kısmen ulaşabilmiştir. Sahne binasının caveaya bakan ön cephesi (scaene frons) girland frizleri, igürlü ve bitkisel kabartmalarla süslenmiştir. Yapının agoraya bakan dış cepheleri ise, ikinci ve üçüncü katlarda olmak üzere kemerli pencere ve friz kuşaklarıyla hareketlendirilmiştir. Ayrıca pencerelerin aralarında konsolların altında yükselen sütunlar da bulunmaktadır. Diğer Agora düzlüğünün hemen güneyinde, yaklaşık 7000 m²’lik alan üzerinde kentin dinsel yapıları yükselmektedir. Tlos kent merkezinin bu bölümünün farklı zaman dilimlerinde bir kutsal alan olarak kullanılmış olduğunu gösteren pek çok kalıntı bulunmaktadır. Her şeyden önce tüm bu alanı çevreleyen temenos duvarı ve kabartma kalıntıları şimdilik Klasik Döneme kadar geri gitmektedir. Alanın hemen güney köşesinde olduğu yere yıkılmış vaziyette duran bir tapınak kalıntısı bulunmaktadır. Tapınağa ait alınlığın ve ön cephe düzenlemesinin yıkıntı durumundan, yapının kuzey-güney doğrultuda olduğu ve ön yüzünün kuzey yöne baktığı gözlemlenir. Ayrıca yerinde in situ duran mimari bloklardan tapınağın Korinth düzeninde inşa edildiği de anlaşılır. Tapınağın hemen batısında bir örme sarnıç bulunmaktadır. Söz konusu sarnıcın iç kısmında, sıva kalıntıları gözlemlenememiştir. Dolayısıyla bu sarnıcın başka bir amaçla, bothros gibi kullanılmış olduğu tahmin edilmektedir. Tapınak alanında bulunan bloklar üzerindeki bitkisel kabartmaların stilistik yapısı ve alanda ele geçen epigraik yazıtların içeriklerinden tapınağın, MS 2. yüzyılın ikinci yarısında Tanrı Kronos için inşa edildiği açıktır. Gerçi, Tlos sikkeleri üzerinde Kronos betimlemesi bulunmamaktadır; ancak erken Roma Döneminden itibaren kentte bir Kronos kültünün varlığı ve hatta her yıl tanrının onuruna “Kroneia” yarışmalarının düzenlendiği yazıtlardan bilinmektedir. Tanrı Kronos ismi ve kültü Roma Dönemi öncesindeki kent yazıtlarında vurgulanmamıştır. Diğer yandan Likya’nın Gök Tanrısı Trggas’ın ismi de, Roma Döneminde kullanılmaz olmuştur. Büyük olasılıkla Roma Döneminden itibaren Likya’nın Gök Tanrısı Trggas’ın yerini yine bir gök tanrısı olan Kronos almış ve her iki tanrı eşdeğer kabul edilmiştir. Benzer bir durum Roma’da da görülür; ancak Roma’da Kronos, diğer tanrılarda olduğu gibi Latinleştirilip Saturn olarak adlandırılmış ve onuruna da Saturnalia Festivallari düzenlenmiştir. Kutsal alan olarak kullanılmış düzlüğün tam ortasında, Kronos Tapınağı’nın hemen kuzey yönünde Erken Hristiyanlık Döneminde inşa edilen “kent bazilikası” bulunmaktadır. Mimari bakımdan dönemin haç formlu bazilikalarını anımsatan yapı; üç sahınlıdır ve doğu-batı eksenindedir. Bazilikanın apsis kısmı, doğuya bakmaktadır. Yapının girişleri ise batı yöndedir. Ortadaki ana giriş, yan girişlerden daha geniş tutulmuştur. Kuzey ve güneyde bulunan kapılar yan sahınlara açılırken, merkezdeki kapı orta mekâna geçişi sağlar. Bazilika; kuzey ve güney duvarlarda bulunan toplam Havuz ve çeşme yapısı Aktüel Arkeoloji 101 Büyük hamam soğukluk bölümü Havuz sekiz, doğu duvarda ise iki adet pencereyle aydınlatılmıştır. Doğu duvarın ortasında inşa edilen üç pencereli apsis, çokgen formludur. Büyük bir kısmı ayakta duran duvarlar, moloz taş kullanılarak oluşturulmuştur; ancak yer yer devşirme malzeme olan düz blokların kullanıldığı da gözlemlenir. Orta mekânı üç sahına bölen iki sıra halindeki toplam on dört sütun altlığı, yine devşirme malzemeden oluşmaktadır. Sütun altlıklarının aralarındaki bağlantılar yine devşirme malzemedendir ve düzenleme sütun altlıklarının yatay biçimde kullanılmasıyla oluşturulmuştur. Bahsi geçen devşirme malzemenin, mimari benzerliklerden hemen yakında bulunan Kronos Tapınağı ve agoradan getirildiği tahmin edilmektedir. Mimari yapı farklılıklarından, bazilikanın batısındaki girişlerin hemen önünde bulunan dikdörtgen formdaki atrium mekânının, daha sonraki bir dö- nemde ilave edildiği anlaşılır. Benzer bir ilave yapı, güney yönünde de gözlemlenir. Buradaki duvar işçiliği, daha çok bazilikanın üçüncü evresine işaret etmektedir. Ayrıca bazilikanın doğu yönünde kuzey-güney istikametinde inşa edilmiş yüksek çevre duvarları da bulunmaktadır. Duvar işçiliği bazilika ile benzerlik göstermesine rağmen, her iki yapı arasındaki bağlantı henüz çözülememiştir. Üzerinde, farklı dönemlere ait kentin dinsel yapılarının yükseldiği kutsal alanın güney ve batı yönlerinde, alt seviyedeki düzlüğe iki hamam kompleksi yerleştirilmiştir. Alanın hemen güney yönünde bulunan yapı ölçülerinden dolayı “Büyük Hamam” olarak adlandırılmıştır. Yan yana dizili ve ikişer kapı geçişiyle birbirine bağlanmış üç mekândan oluşan hamam, mimari özellikleri dolayısıyla tipik bir Likya hamamı görüntüsü sergiler. Hamamın doğu yönünde bulunan ve giriş mekânı olarak kullanılan soğukluk bölümü (frigidarium) kuzeygüney doğrultuludur. Kuzey yönden anıtsal bir kapıyla girilen mekân, güneyde yedi kemerli pencere düzenlemesinin olduğu apsidial bir yapıyla Eşen Vadisi’ne bakmaktadır. Ayrıca söz konusu apsidial bölümün içinde, merdivenlerle inilen yarım daire formunda bir havuz da bulunmaktadır. Frigidarium mekânının batı duvarının tam ortasındaki kapılarla geçilen bölüm; hamamın ılıklık (tepidarium) kısmını oluşturmaktadır. Her ne kadar ılıklık bölümünde, hamamın zeminden ve duvardan ısıtma sistemlerine ait orijinal kalıntılar günümüze kadar ulaşmışsa da, MS 12. yüzyılda yapılan değişikliklerle, bu mekân küçük bir kiliseye dönüştürülmüştür. Hamamın en batı ucunda ise sıcaklık bölümü (caldarium) bulunmaktadır. Tepidarium bölümünde görülen ısıtma sistemlerinin benzerlerine burada da rastlanılmıştır; ancak caldarium mekânında da zaman içinde değişikliğe gidilmiş ve bu alan kilise inşaası esnasında nartekse (giriş) dönüştürülmüştür. Palestranın kuzey ve güney yönlerinde soyunma kabinleri ve çeşme düzenlemeleri bulunmaktadır. Likya Bölgesi’nde bilinen palestralı hamam yapılarının sayıları çok fazla değildir. Bu bakımdan Tlos küçük hamam kompleksinin Likya Bölgesi hamam mimarisi içerisinde ayrı bir önemi vardır. kalıntılar; kamu yapıları, askeri yapılar, ekonomik içerikli yapılar, konut mimarisi, nekropol ve kutsal alanlar olmak üzere toplam altı başlık altında toplanmıştır. Mevcut arkeolojik kalıntıların çizim ve belgeleme çalışmaları ile kent haritasına işlenmesi uygulamalarına halen devam edilmektedir. Tlos kent merkezini ziyarete gelen herkes tarafından rahatlıkla görülebilen akropol kaya mezarları, stadyum alanı, agora, hamam kompleksleri, Kronos Tapınağı, kent bazilikası ve tiyatro gibi kamu yapıları dışında, kent merkezi yakınlarındaki vadi aralarında ve tepe sırtlarında zengin bitki örtüsü arasında gizlenen çok sayıda başka arkeolojik kalıntı da bilinmektedir. Dolayısıyla; Tlos Antik Kenti’nde sürdürülen araştırmalar sadece kent merkeziyle sınırlı tutulmamış, 2009 yılından itibaren kentin yakın çevresindeki alanlarda yüzey araştırmaları da başlatılmıştır. Akdağlar’ın hemen zirvesinden başlayıp Eşen Ovası’na kadar uzanan engebeli yamaçlarda konuşlanan ve Tlos’un tarihi, siyasi ve sosyo-ekonomik hayatının kalbini oluşturan söz konusu arkeolojik Sonuç olarak; Tlos Antik Kenti, Eşen Vadisi’ni doğu yönden sınırlayan Akdağlar’ın batı yamaçlarında kurulmuş ve tarihi değerlerinin yanı sıra zengin su kaynaklarının beslediği etkileyici doğasıyla da öne çıkan önemli bir Likya yerleşimidir. Bu özellikleriyle Tlos, 2009 yılı itibariyle UNESCO’nun Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme kapsamında “Dünya Mirası Geçici Listesi”ne dâhil edilmiştir. Tlos ve yakın çevresinde; keşfedilmeyi bekleyen daha çok sayıda tarihsel belge niteliğindeki arkeolojik kalıntı da bulunmaktadır. Yürütülen sistemli kazı çalışmaları dışında yeni başlanılan yüzey araştırmaları, bu kalıntılara ulaşımı kolaylaştıracak, elde edilen güncel veriler, farklı bilimsel çalışmalarla bilim dünyasıyla paylaşılacaktır. Tros genel görünüm Büyük hamamın hemen kuzeyinde yükselen ve benzer şekilde üç mekândan oluşan yapı, ölçülerinden dolayı “Küçük Hamam” olarak adlandırılır. Ancak büyük hamamda gözlemlenen Likya tipi sıra mekânlı düzenlemeye burada rastlanmaz. Her iki hamam yapısını birbirinden ayıran en önemli özellik, sadece ölçüler ve mekân düzenlemesi değildir. Küçük hamamın kuzey yönünde bulunan ve yapının bir parçası olan palestranın varlığı da ayırıcı bir özelliktir. 102 Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 103 “Topal Gâvur’dan Apollonias’a” Bir Keşif Öyküsü Yazı ve fotoğralar Prof. Dr. Gül IŞIN Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü 104 Aktüel Arkeoloji Likya Bölgesi’ni araştıran ilk Türk Arkeologlardan Prof. Dr. Cevdet Bayburtluoğlu, 90’lı yılların başında “Topal Gâvur” olarak bilinen bir kabartmaya ulaşmak amacıyla inceleme gezileri yapar; ne var ki kabartmaya bir türlü ulaşamaz. Durumu eşim ve benimle paylaşır, sonrasında da bizleri bu kabartmayı bulmakla görevlendirir. Kabartmaya 1993 yılında güçlükle ulaştığımızda karşımıza sol bacağı tahrip olmuş bir igür çıkar, böylece köylülerin anıt için verdiği muzip isimlendirme de bir anlam kazanır. Aktüel Arkeoloji 105 yeni araştırmaların başlamasını sağlamıştır. I şıltılı Akdeniz’le kucaklaşan sarp yamaçları, dik kayalıklarıyla 200 yıldır keşif meraklısı seyyahlar, maceracılar, kraliyet haritacıları ve türlü bilim insanlarının ilgi odağı olmuş Likya (Lykia) coğrafyası, zengin mirasını saklamaya bugün de devam eder. Günümüzün sistemli yüzey araştırmaları ve kazıları, bu mirası bilim dünyasına tanıtmak için yarış halindedir. Bu yarışa iki yüzyıl önde başlayan Alman, Avusturyalı, Fransız ve İngiliz arkeolog ve Eskiçağ tarihçilerine özellikle son 40 yıldır hızla yükselen bir ivmeyle Türk bilimcileri de dâhil olmaya başlamışlar ve dünya arkeolojisinde referans kabul edilebilecek birçok çalışmaya imza atmışlardır. Bilimsel veri akışının hızlandığı son 20 yıllık süreçte ise Akdeniz Üniversitesi Likya araştırmalarına önemli katkılar sağlamıştır. “Asartaş Tepesi” ve “Apollonios Mezarı”, halk arasında bilindiği şekliyle “Topal Gâvur”, Likya Bölgesi araştırmacıları arasına ilk Türk Arkeolog olarak 1970 yılında katılan, Prof. Dr. Cevdet Bayburtluoğlu’nun bitmek bilmeyen keşif enerjisiyle haberdar olduğu onlarca araştırma bölgesinden biridir. Akropole çıkan basamaklar 106 Aktüel Arkeoloji Hocamız 90’lı yılların başında; bölgede “Topal Gâvur” olarak bilinen bir kabartmaya ulaşmak amacıyla inceleme gezileri yapmış, ne var ki aradığı noktaya ulaşamamıştı. Duru- mu eşim Arkeolog Ümit Işın ve benimle paylaşmış, sonrasında da bizleri bu kabartmayı bulmakla görevlendirmişti. Biz de Çıralı Köyü civarında başlattığımız araştırmamıza, Kumlucayazırı olarak bilinen Yazır Köyü’nde devam ettik. Köy merkezinin yaklaşık 500 metre kuzeydoğusundaki Asartaş Tepesi kalıntılarına ancak 1993 yılında ulaşmayı başardık. O dönem güçlükle ulaştığımız, bugün asfaltlanmış yolun yanı başında kalan harabenin bunca sene gözden uzak kalabilmişliğini anlamak yeni ziyaretçiler için oldukça zordur. Alana ilk gidişimizde neyle karşılaşacağımıza dair hiçbir ikrimizin olmayışı, şaşkınlık ve sevinç duygularını birarada yaşamamıza neden oldu. Karşılaştığımız ilk kalıntı kabartmalı cephesiyle o güne kadar bildiklerimizden çok farklı bir kaya mezarıydı; adını kırılmış sol bacağından alan “Topal Gavur” mezarı. Bizi bir o kadar daha heyecanlandıran şey Likya’nın bu kadar doğusunda hiç rastlanılmadığını bildiğimiz, Likçe yazıtıyla korunmuş ev tipi bir başka kaya mezarının geziye bizimle katılan dağcı arkadaşımız Enver Lucas tarafından keşi oldu. Kalıntılar, özellikle de kabartmalı mezar bir ön rapor olarak 1994 yılında bilim dünyasıyla paylaşıldı. Bu paylaşım bölge araştırmacılarına bir kez daha Likya’da keşfedilmeyi bekleyen daha çok şey olduğunu hatırlatmış, böylece sistemli Olympos’un Likya Birliği içinde üç oy hakkına sahip, önemli bir kent oluşu Ephesoslu Artemidoros’dan aktarılarak Strabon’da anlatılsa da, bölge araştırmacıları Doğu Likya kentlerinin Likyalı kimliğine uzunca bir süre kuşkuyla yaklaşmıştır. MÖ 2. yüzyılda Likya Birliğinin bir üyesi olarak adı geçmeyen Phaselis ve çevresindeki kentler ise, antik kaynaklarda Rodos kökenli koloni hareketleriyle bir arada anılan kuruluş öyküleriyle tanıtılmıştır. Likya’nın kültürel karakteristiği olarak kabul edilen Likçe yazıt, kaya mezarı ve Likya lahdi gibi verilerin önceleri Kumluca/ Wedrei/ Rhodiapolis ile son bulduğu kabul edilirken; Asartaş Tepesi’ndeki kalıntıların keşiyle Olympos, Gagai, Melanippe ve Phaselis’i de içine alan daha geniş bir “Doğu Likya Kültür Bölgesi’nden” söz edilir olmuştur. Bu arkeolojik verilerin en büyük destekçisi Asartaş Tepesi’nin keşinden yalnızca bir yıl sonra Patara kazılarında epigraik buluntularla iz vermiştir. Bu veriye göre İmparator Claudius’un emriyle yaptırılan Likya eyaletindeki yol ölçüm çalışmasında, eyaletin doğu sınırı Pamphylia’nın başladığı Attaleia’ya kadar uzatılmıştır. Böylece en azından Erken Roma Dönemi’nde söz konusu bölgenin Likyalılığı belgelenmiştir. Henüz yayınlanmamış olmakla beraber çevre gezilerinde gördüğümüz ve yarım kalan işçiliği ile dikkat çeken Şapsal’daki iki kaya mezarı, Asartaş Tepesi’nin bölgede tekil olmadığının kanıtıdır. Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nce son yıllarda sürdürülen yüzey araştırmalarında Erentepe ve Belen mevkilerinde rastlanan iki Likya kaya mezarı ile dikme/payeli mezar tipinde bir başka örnek, doğuda Klasik Dönem’den itibaren var olması gereken, “daha geniş bir Lykia Kültür Bölgesi” savını destekleyen yeni verilerdir. bilinmez. Bugüne kadar Likya kentlerinin lokalizasyonunda birçok karanlık noktayı aydınlatmayı başarmış “Patara Yol Kılavuz” Anıtı da söz konusu yerleşmeler için suskundur. Asartaş Akropolü, Klasik Dönemden Ortaçağ içlerine kadar onarılarak kullanılmış bir surla çevrilidir. Tepe üzerinde farklı dönemlere ait olduğu anlaşılan duvar örgüsü içinde poligonal ve dörtgen kesme taşların yanı sıra basit moloz örgü de vardır. Sur duvarları yumuşak bir eğimle ulaşılan kuzey yönde yer alır. Akropole çıkış sağlayan bu istikamette kayaya açılmış basamaklı yolun varlığı Antik Dönemde aynı güzergâhın kullanıldığına kanıttır. Tepeye doğru tırmanmadan önce batı yönde ilerlendiğinde, geç dönem Likya tipi bir lahit kapağı yerleşmede mezar mimarisi adına karşımıza çıkacak izlerin ilkini sunar. Olasılıkla in situ olan lahdin teknesi yeraltında gömülü olmalıdır. Akropol tepesinin güneyi sarp ve dik bir kayalıktır ve yerleşime imkân vermez. Tepe üzerindeki öbek halindeki moloz yığınlarından yıkılmış yapı kalıntılarının varlığı anlaşılır. Ortaçağ ve sonrasında onarılarak kullanılmış moloz taş örgülü dörtgen yapı alandaki en geç kültür varlığının temsilcisidir. Akropol tepesinde dikkati çeken kalıntılar arasında ana kayaya oyulmuş ezme teknesi, akıtma kanalları ve toplama havuzuyla, baskı kalası yuvasının yer aldığı şarap ve zeytinyağı işlik düzenekleridir. Akropolde yer alan ancak tarihlenemeyen bu üretim faaliyeti kendine yeterli olmaya çalışan yerel beyle ilişkili olmalıdır. Akropol kayalığının alt kodundan batı yönde ilerlendiğinde karşılaşılan en önemli kalıntı yukarıda sözü geçen ev tipi Likya kaya mezarıdır. Yazır Köyü’ne bakan sarp kaya alnacın- Lykia lahdine at kapak Bir Klasik Dönem yerleşimi olan Asartaş Akropolü, Jürgen Borchhardt tarafından Limyra Beyi Perikle’nin (MÖ 380-360) Doğu Likya’da Phaselis’e kadar uzanan etki alanı içindeki kontrol noktalarından biri olarak yorumlanmıştır; ancak Borchhardt’ın bu savı kesin verilerden yoksundur. Buna karşın Asartaş Tepesi’nin topograik konumu 3 kilometre kuzeybatısındaki Erentepe’yle birlikte, bir yandan sahildeki Gagai, Melanippe, Porto Ceneviz ve Olympos limanlarını, diğer yandan da Rhodiapolis-Olympos arası karayolunu denetim altında tutabilecek garnizonlar niteliğindedir. Hem deniz hem de kara denetimine elverişli bu garnizon niteliğindeki küçük yerleşim birimlerinin antik dönem yer adları ne yazık ki Aktüel Arkeoloji 107 daki mezar, Gelidonya burnuna açılan vadiye hâkimdir. Çatısını taşıyan hatılların üstüne alışılmadık biçimde sivrilen çok alçak bir alınlık yerleştirilmiştir. Doğa koşulları nedeniyle tahrip olmuş Likçe yazıtı bu alınlıkta yer alır. Okunabildiği kadarıyla yazıt: “Bu mezarı Ikuwe ailesinin babası ve bir ferdi olan Armanaza oğlu Ipresida karısı ve çocukları için yaptırdı” anlamında bir metin içerir. Yazıt Doç. Dr. Recai Tekoğlu tarafından okunup yayınlanmıştır. Mezarın cephe düzenlemesinde bazı asimetrik kaset yerleştirmeleriyle dikkatsiz bir işçilikten söz edilebilirse de; iç döşemde özellikle kilit taşı, kline ve adak sekisinin ayrıntılarında uygulanan özen, neredeyse kusursuz bir işçiliğe işaret eder. Likçe yazıtlı ev tipi kaya mezarı 108 Aktüel Arkeoloji Araştırmanın özünü oluşturan “Topal Gavur” lakaplı mezar ise, Asartaş Tepesi’nin doğusunda bugün için gözlerden uzak kalan kör bir noktada yer alır. Mezarın işlendiği kayalığın çerçeve ile sınırlandırılmış en üst kısmında Yunanca büyük harlerle “Apollonios’un Mezarı” ibaresi yer alır. Oldukça zorlukla okunabilen ve tamamlamalarla anlaşılabilen üç satırlık ikinci Yunanca yazıt mezarın giriş kapısının üstünde, arşitrav bloğunu hatırlatan bir mimari elemanın üzerine kazınmıştır. Mezarla ilgili tarafımızdan yapılan ilk yayının ardından, yazıt, Michael Wörrle’nin çalışmasıyla bilim dünyasına kazandırılmıştır. Tamamlamalarla, genel olarak aşağıdaki anlamı içeren bir şekilde okunmuştur: “Ben Hellaphilos oğlu Apollonios burada yatıyorum. Her zaman hakkaniyetliydim. Yemeli, içmeli ve hazla dolu çok rahat bir ömür sürdüm; ancak şimdi veda zamanı ve hayat devam ediyor.” Mezar, sahibine ait çok önemli bildirimleri yazıtında sunarken ikonograisinde de birçok mesajı izleyicisiyle paylaşır. Bölge ve dönem sanatı için alışıldık kodlarla anlatılmış mezarın üst kısmındaki symposium ya da “ölü yemeği” sahnesi, mezar sahibinin ait olduğu ya da hafızalarda yer etmek istediği kültürel birikime gönderme yapar. Dört igürün yer aldığı sahnenin merkezinde; kline üzerinde uzanır durumda erkek igürü vardır. Benzer konunun işlendiği diğer tüm örneklerde olduğu gibi, burada da bu uzanan igürün mezar sahibinin kendisini yani Apollonios’u betimlediği varsayılmalıdır. Figür sağ elini yukarı doğru kaldırarak tuttuğu, zengin örneklerini Akhamenid sanatından tanıdığımız, hayvan başlı bir rythondan içki içmek üzeredir. Sahnenin sağında, bir tabure üzerinde oturan ve başını örtme gayreti içinde gösterilen kadın ise Apollonios’un karısıdır. Klasik Dönemin toplumsal değerlerince ölümlü kadın ikonograisine taşınmış başörtüsü, tevazu ve erdem sahibi evli kadınların vazgeçilmezidir. Mezar ikonograisinde ise yas halini de vurgular. Sahnenin solunda, hemen merkezdeki igüre doğru hareketlenmiş ve oran olarak daha küçük çalışılmış genç erkek ise yine bu kline sahneli şablonun mutlak bir öğesi olan hizmetkârdır. Onun da arkasında çok tahrip olsa da izlenen genç bir erkek vardır. Hizmetkâra göre daha uzun boylu çalışılmış bu igür aile fertlerinden biri, belki de Apollonios’un oğludur. Likya kaya mezarları içinde çok özgün bir örnek olan Apollonios mezarının bu mesaj yüklü ikonograisinden, mimarisinin genel düzenlemesi ve bu mimaride tercih edilen örgeler de payını almıştır. Mezar ilk bakışta iki katlı cephe mimarisini andırır; öyle ki Borchardt konu ile ilgili yayınında önce iki katlı bir saray, daha sonra peripteral bir tapınaktan söz edecek kadar ileri söylemler geliştirebilmiştir. Buna karşın somut olarak yalnızca mezarın üst çerçevesinin asimetrik üçgen bir alınlıkla özensizce tamamlandığını söylemek mümkündür. Kline sahneli üst çerçevenin altında sıra dışı bir anlatımla yan yana iki kapı yerleştirilmiştir. Bu kapılar, üzerinde yazıtının korunduğu ortak bir arşitravla birleştirilmiştir. Böylece, bu iki farklı kapının aynı bütüne ait elemanlar oldukları vurgulanmıştır. Her iki kapı da köşe ve tepe akroterleriyle bezenmiştir. Bu uygulamayla çağdaşı örnekler içinde Likya’dan karşılaşılmaz ancak komşu Meis Adası’ndaki kaya mezarından bilinir. Soldaki kapı, Vitruvius’dan (VI, 2) kanonik ölçülerini öğrendiğimiz Dor düzenli, yalancı kapıdır. Kapı kanatlarındaki çerçevelerin içine kapı kolları ve tokmakları bezeyici eleman olarak işlenmiştir. Mezar odasına girişi sağlayan işlevsel sağdaki kapı, konsol ve fascialarla zengin bir işçilik sunan İon düzenindedir. Giriş, kapının sağ kanadının altındaki açıklıktan, geçme kilit tekniği ile yerleştirilmiş iki blok taş aracılığıyla sağlanmıştır. Bu İon düzenli kapının üzerinde, konsolların alt hizasından itibaren sarkıtılmış bir perde izlenimi uyandıran taş işçiliği izlenir. Kapının görünen üst boşlukları ise rozet, kapı tokmağı gibi ince ayrıntılarla süslenmiştir. Asartaş Akropolü Mezar cephesinin iki ayrı düzende olmasına rağmen aynı yapı örgesi gibi işlenmiş kapıları ve mezar kapısının üstünün perdeyle örtülmesi, bugüne kadar bölgeden ya da bölge dışından örneğini tanımadığımız özelliklerdir. Mezar bu haliyle yoğun mesaj yüklü bir ikonograi sunar. Perdeler Hellenistik Dönem’de özellikle mezar stellerinde aynı sahnede yer alan farklı mekân anlatımlarını birbirinden ayıran paravanlar gibi kullanılmıştır. Burada ise perdeleme yapan bir örtü mezar kapısına asılmıştır. Bu durum bana göre, Lykia ölü gömme geleneğinde ölünün mezara taşınması sırasında kapıyı örten bu perde ritüelin bir unsurudur. Buradaki anlatım ise, kabartma sanatına yansımış ilk örnektir. Perdenin iki dünyanın kesişme noktasındaki mezar kapısına asılması, bu iki dünya arasındaki ince çizgiyi gösteren bir sembolizma olmalıdır. Mezar kapısının iki yanında ayakta duran yetişkin erkek kabartmaları yer alır. Her ikisinin de asker kimliği üstlerindeki zırh ile vurgulanmıştır. “Topal Gâvur” olarak anılan sağdaki igürün taşıdığı başlık MÖ 5. yüzyıldan itibaren bölgede Pers etkisi taşıyan kabartma ve sikke betimlemelerinden tanınan tiaradır. Yüksekçe bir podyum üzerindeki igür sağ elini yukarı doğru kaldırmış, selamlama duruşundadır. Figürün duruşu ve yükseltilmesi önemini arttırır. Bana göre; bu durum doğrudan mezar sahibi Apollonios’un yönetici kimliğine atfe- Akropol tepesinde kalıntılar arasında; ana kayaya oyulmuş ezme teknesi, akıtma kanalları ve toplama havuzuyla, baskı kalası yuvasının yer aldığı şarap ve zeytinyağı işlik düzenekleri, kendine yeterli olmaya çalışan yerel beyle ilişkili üretimleri gösterir. Aktüel Arkeoloji 109 Likya Bölgesi’nden ya da bölge dışından örneğine pek rastlanmayan bir şekilde mezar kapısının üstündeki perde, aynı sahnede yer alan farklı mekân anlatımlarını birbirinden ayıran paravan anlamı taşıyor olmalıdır. Lykia ölü gömme geleneğinde ölünün mezara taşınması sırasında kapıyı örten bu perde, ritüelin bir unsuru ve iki dünyanın kesişme noktasındaki ince çizgiyi gösteren bir sembolizm olmalıdır. Apollonios Mezar Çizimi dilmelidir. Borchhardt ise, onun kaide üzerine yelerleştirilmiş bir ‘heykel’ olduğunu ve hatta Perikle ile ilişkilendirilebileceğini savlamıştır. Soldaki igür ise sağ elinde taşıdığı mızrağı yere dayamış göreve hazır bir asker görüntüsü çizer. Bu igürde de yine mezar sahibini görmek mümkündür ve bu sefer de onun asker kimliği vurgulanmış olmalıdır. Likya mezar anıtlarında mezar sahibinin yaşamına dair farklı kesitler yansıtan anlatımların varlığı Ksanthos Payava, Myra ve Phellos örnekleriyle bilinir. Asartaş Tepesi’ndeki Apollonios mezarında da aynı düşünceden hareket edilmiş olmalıdır. Mezar gerek yazıtı ve gerekse kabartmalarıyla mezar sahibinin kendi kültürel kimliğini yansıtan şifrelere sahiptir. Bu şifreler, bölgede çoğunlukla MÖ 6. yüzyıldan itibaren yoğunlaşmış Hellen ve Pers varlığının Likya kültürünün içinde harmanlamasına ait izler taşır. Öncelikle, benzeri birçok örneğin aksine mezar yazıtı Likçe yerine Hellence’dir ve Wörrle’nin çok iyi vurguladığı gibi mezar sahibinin babası “Hellensever” ismini almıştır; oğlu da bu duruma uygun olarak Apollonios adını taşır. Hellaphilos ve Apolloios isimlerinin bölgedeki kullanımları açısından en erken örnekler oldukları anlaşılmaktadır. Hellensever adı kökten Hellen olanlar tarafından kullanılmayacağına göre mezar sahibinin Likyalı kimliği, yazıtta, sanki gizli özne olarak kalmıştır. Hellaphilos ve Apolloios adları dönemin Hellen hayranı kültür politikasının yansımasıdır. Atinalı kumandan Perikles’in adını taşıyan Limyra Beyi Perikle de bu politikanın yürütücüsüdür. Mezar girişinde Apollonios’un tiaralı ve tiarasız iki farklı asker kimliğiyle yansıtılması ise Pers ve Hellen kültürüne ait farklı klişeler sunan üç satırlık mezar yazıtında karşılığını bulur. Örneğin; hakkaniyetli biri olduğunu hemen başlangıçta ortaya koyması, onun “adil yönetici kişiliğine” dair bir göndermedir ve bu tarz bir mezar yazıtı kalıbı Wörle’ye göre Lykia ve Yunan etkilerinin dışında Pers geleneğiyle ilişkilidir. Buna karşın yeme içme ve muhtelif hazlarla dolu bir yaşam sürmüşlüğü yine Wörrle’ye göre Hedonizmin kurucusu Kyrene Okulu’ndan Aristippos’la özdeşleştirilmelidir. Eğer Wörrle’nin bu mezar yazıtında Hedonizm ile ilgili tespiti doğruysa mezar kabartmalarında ve yazıttaki bu çok kültürlülüğü de anlamak kolaylaşabilir; çünkü bu felsefenin temelinde kişinin bireyselleşmesi (individualizm) vardır. Hedonistler kendilerini hiçbir politik sosyal düzene bağlı hissetmezler, böylece özgürlüklerini en geniş ölçekte yaşayabilirlerdi. Hatta “benim yurdum bütün dünya” deyimi Kyrene Okulu’na atfedilir. Bu açıdan bakıldığında, farklı kültürel ve politik kimlikleri yansıttığını antik kaynaklardan bildiğimiz Dor ve İon düzenlerine ait iki kapının, aynı mimari eleman altında birleştirilmelerine de bir gerekçe bulunmuş olabilir. Bu noktada ironik bir şekilde mezar sahibinin kimliğine dair açıklanması en zor soru onun Likyalılığı üzerinedir. Elimizde Lykia’nın doğu sınırı içinde kalmış eklektik bir mezar vardır. Aynı yerleşmenin batı yakasındaki Likçe yazıtlı diğer mezar ile Lykia lahdine ait bir kapak olmasa genel olarak alanda Lykia kültürel kimliğini bulmakta zorlanacağımız bir mezar anıtından söz etmekteyiz. Ancak mezarın yapıldığı dönem, Lykia’da tam da bu farklı kültürel etkilerin baskın biçimde bir arada görüldüğü MÖ 4. yüzyılın ortalarını işaret etmektedir. İşte; Apollonios Mezar Anıtı bölgedeki bu çok kültürlülüğü hem yaşam biçiminde, hem düşünce sisteminde ve hem de sanatta izlerini süren özgün bir örnek olarak karşımıza çıkar. 110 Aktüel Arkeoloji Symposium ya da “ölü yemeği” sahnesinin merkezinde, kline üzerine uzanmış erkek igürü, mezar sahibinin kendisi yani Apollonios olmalıdır. Tuttuğu hayvan başlı rythondan (içki kabı) içki içmek üzere sağ elini yukarı doğru kaldırır. Yanındaki tabure üzerinde oturan ve ölümlü kadın ikonograisinde tevazu ve erdem sahibi evli kadınların vazgeçilmezi olan başını örtme gayreti içinde gösterilen kadın ise, Apollonios’un yaslı karısıdır. Oran olarak daha küçük çalışılmış genç erkek, hizmetkâr, hizmetkâra göre daha uzun boylu igür ise, aile fertlerinden biri, belki de Apollonios’un oğlu olmalıdır. Aktüel Arkeoloji 111 Bir hayırseverin Genel Görünüş yarattığı kent RHODİAPOLİS Likçe yazıtlardan kentin asıl adının “Wedrei/Wedrenehi” olduğu anlaşılmıştır. Dolayısıyla, adı “Rhodiapolis” olmadan önce Klasik Çağdaki adı “Wedri” ile yerel varlığı ispatlanan kentin, Rodos kolonizasyonu ile başlatılan kuruluş öyküsünün bir önemi kalmamıştır. Yrd. Doç. Dr. İsa KIZGUT Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Rhodiapolis Kazı Başkanı R hodiapolis’in bilim literatürüne ilk girişi, 1842’de İngiliz araştırmacılar h. Daniel, T.A.B. Spratt ve E. Forbes ile olmuştur. Yerleşimin ilk haritasını da Spratt ve Forbes ekibi bu çalışmada çıkarmışlardır. Likya’nın asıl keşfi, Avusturyalı bilimciler tarafından gerçekleştirilmiştir. Avusturya Bilimler Akademisi’nin kurucusu O. Bendorf ’un 1881-1882’de G. Niemann, F. Von Luschan ve K. Lanckoronski ile yürüttüğü bu araştırmaların sonuçları, “Reisen im südwestlischen Kleinasien” başlığıyla 1884 ve 1889’da yayınlandı. Böylece Rhodiapolis, ilk kez kapsamlı olarak bir bilimsel yayında yer aldı. Bu geniş içeriğin tamamı; Opramoas anıtı ve duvarlarında bulunan dünyanın en uzun Eski Yu- 112 Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 113 Güney Kesim nanca yazıtlarından birini oluşturuyordu. heopompos “Likya’daki Rhodia” olarak bahsederken, Ptolemaios da aynı şekilde kenti “Rhodia” adıyla anar. Bilinen Likya tarihi içerisinde hikâyesi kısmen belirlenebilen kentin, asıl tarihi kalıntı ve kazı buluntuları sayesinde kazı ekibi tarafından yeniden yazılmaktadır. heopompos’un bahsettiği; Mopsos’un kızı Rhodos öyküsü ve bununla bağlantılı olarak, MÖ 7. yüzyılda Rodos kolonizasyonuyla başlatılan kuruluş öyküsünün geçerliliği kalmamıştır. İlk kazı sezonlarında elde ettiğimiz veriler, kentin tarihini en az MÖ 8. yüzyıla indirmiştir. Hamam kazılarında ortaya çıkan Proto-Geometrik amphora parçaları, kentin MÖ 8. yüzyıl ve öncesinde; yani Rodos kolonizasyonu öncesindeki varlığını kesinlikle göstermektedir. Mopsos kızı Rodos öyküleri, kolonizasyon döneminde Rhodoslular geldiğinde yerleşime sahip çıkma gayreti sonucu üretilmiş mitlerdir. Kentin erken -asıl/yerel- adının “Wedrei/Wedrenehi” olduğu da Likçe yazıtlardan bilinmektedir. Dolayısıyla, adı “Rhodiapolis” olmadan önceki yerel varlığı Klasik Çağdaki adı olan “Wedri”’den açıklıkla anlaşılmaktadır. Klasik Çağ kaya mezarlığındaki ve sikkelerdeki Likçe yazıtlar ile anılan “Wedrei” kent adı, hem yazıda hem de isimde yereldir. Antalya ili Kumluca ilçesinin hemen kuzeyindeki Sarıcasu Köyü’nün arkasında yükselen, rakımı 300 metre olan tepe ve çevresinde kurulmuştur. Tepenin; doğu ve güneyindeki yamaç, yapılarla doludur. Ana güzergâhlardan biri; güneydeki Korydalla üzerinden batıda Limyra (Finike) ve devamı, doğuda Gelidonya Burnu yerleşimleri üzerinden Adrassus (Ad- rasan) güzergâhıdır. Kuzeydeki güzergâh ise; dağlık tarafa İdebessos ve Akalissos yönüne ilerlemektedir. Rhodiapolis’in, diğer Likya kentlerinden en önemli farkı, şehirciliğidir. Dar ve zor arazide oldukça başarılı kompakt bir kent kurulabilmiştir. Hiçbir Roma Dönemi yerleşiminde bu denli iç içe ve bir arada yapılaşma görülmez. Yapılar arasında; neredeyse sadece cadde ve sokak boşlukları dışında bir boşluk bulunmadığı gibi, yapılar çoğunlukla birbirleriyle organik bir bağ içerisinde inşa edilmiştir. Oldukça eğimli olan arazide kentsel yapılaşmaya olanak tanıyan çok sayıda teras, çoğunlukla sarnıçlar yardımıyla oluşmuştur. Bu akılcı çözümle; hem yerleşimin su ihtiyacı karşılanmış hem de yapılar için uygun düzlükler sağlanmıştır. Kentin doğusunda yerleşimin eteğinde bulunan hamamdan yukarıya -batıya- kent merkezine çıkan basamaklı ana cadde, merkezden batı kapısına kadar ilerlemekte ve dış yola bağlanmaktadır. Yerleşim içinden geçen bu cadde boyunca gerekli yerlerde ara sokaklarla merkezden uzak yapılara ulaşmaktadır. Şimdilik, kazı ve temizlik tamamlanmadığından tam sayılamamış olsa da en az 8 bin metreküplük bit kapasite olduğu söylenebilir. Şimdi kent içerisinde kısa bir gezinti yapalım. Palaestra – hamam birlikteliği ile Anadolu hamam-gymnasiumları kapsamında ve yan yana dizili dikdörtgen yıkanma birimleriyle geleneksel Likya Bölgesi Roma hamamları tipindedir. 26 metre genişlikte ve 41 metre uzunlukta (toplam alan: 1077 m2) bir alanı kaplayan yapı, akropolün doğu eteğinde eğimli arazide tek başına durmaktadır. Güney yarısını palaestra ve palaestranın alt yapısını/ terasını oluşturan dört büyük sarnıç, kuzey yarısını da hamam-yıkanma birimleri oluşturur. Hamamda, birkaç evreli yapılaşma görülür. Roma’nın kendi içindeki revizyonları yanında asıl radikal müdahaleler; Bizans Döneminde olmuştur. Bizans Döneminde tüm yapı hypocaustuma kadar kullanılmıştır. Hamamın güney yarısını oluşturan palaestra palaestra bloğu hamam bloğundan çok daha büyüktür, tonoz örtülerinin çökmüşlüğü dışında sağlam kalmıştır. Güneydoğu köşesinde praeafurnium ve su deposu (castellum) bulunur. Hamam, en erken MS 2. yüzyıl özellikleri göstermektedir. 3. ve 4. yüzyıllarda da revizyon gördüğü anlaşılmaktadır. Son yapılaşması Bizans Döneminde olmuştur. Bu dönemde; hamamın hemen hemen tüm bölümleri farklı kotlarda, değişik amaçlarla kullanılmıştır. A g o ra / İ k i K a t l ı S t o a Kentin en merkezi kamu yapısı olan stoa, kuzeydoğu-güneybatı doğrultusunda uzanmaktadır. Agora ve stoa birlikte organize edilmiştir. Stoa, agoranın batısı boyunca uzayan yarı-kapalı bölümü gibidir. Agoraya kuzey ve güneyden olmak üzere iki tarafından da giriş vardır. Agoranın ortasından uzunlamasına geçen 60 metre uzunluğundaki stylobat bloklarının üzerinde altlıksız oturan sütunların oturma izleri vardır. Stoanın ortasına denk gelen yerde in situ düşmüş bloklardan burada iki katlı bir stoa olduğu kesinleşmiştir. Stoa zemininin, 60 metre boyunca tamamen mozaik döşeme olabileceği anlaşılmıştır. Bazı yerlerde yapılan örnek açmalarda, mozaiğin bulunduğu ve çoğunlukla da korunmuş olduğu görülmüştür. Mozaikler üç renkli ve geometrik bezemelidir. Alanın kuzeydoğu köşesini oluşturan eksedranın üstünde heykellerin dizili olduğu, agoranın anıtsal bir kısmını oluşturduğu ve agora boyunca, iki katlı stoanın karşısında, tek taralı ilerleyen ve bugün kuzey yarısı sağlam olan üç basamaklı oturma sıraları burada belki yarışların ve Güney Kesim Ayağa Kaldırma Denemesi Ha ma m Yerleşimin doğusundaki son kamu yapısı, bu Roma hamamıdır. Güneydoğudan kente çıkan ana yol güzergâhının ilk ulaştığı yapıdır. Dar ve zor bir arazide kurulan kentin mimari başarısı, Roma Dönemi yerleşimlerinin hiçbirinde görülmez. Likya kentlerinden şehircilik farkı ile ayrılan Rhodiapolis’in yapıları, birbirleriyle organik bir bağ içerisinde, iç içe inşa edilmiştir. Eğimli arazide, kentsel yapılaşmaya olanak tanıyan çok sayıda teras oluşturularak yerleşime olanaklı bir hale getirmiştir. 114 Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 115 Opramoas’ ı n k e nt l e re y apt ı ğı y ardı ml ar aşağı dak i gi bi di r: Hadrianeum Myra: Depremin yıktığı yapıların onarımı için 100 bin, tiyatro yapımı için …, Eleuthera tapınağı ve exedra için …, yağ için 12 bin, altın kaplı Tykhopolis heykelinin onarımı için 10 bin. Kaya Mezarları diğer başka etkinliklerin de yapıldığını düşündürmektedir. Kentin en hareketli merkezi meydanını oluşturan agora ve iki katlı stoa diğer kamu alanlarıyla organik bağlar içerisindedir. Hatta, iki katlı stoanın ikinci katı aynı zamanda Opramoas stoasının üst terastaki alandaki etkinliklere hizmet veren doğu kanadını oluşturmaktadır. Bu organik bağlar iki katlı stoanın, Opramoas stoasıyla aynı tarihlerde yapılmış olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla MS 2. yüzyılın ilk yarısına kolaylıkla tarihlenebilir. Mimari yapı taşlarındaki bezekler de bu durumu doğrular niteliktedir. Ti y at ro 2006 ve 2007 sezonlarında sürdürülen kazılarla tiyatronun tamamı ortaya çıkarılmış ve restorasyona hazır duruma getirilmiştir. Kentin kamu merkezini belirleyici temel yapı olarak merkezi bir konumdadır. Yapılan ölçümlere göre yaklaşık 1500 kişi kapasiteli olduğu hesaplanmıştır. Trafiği kuzey arkadan kavea üstüne, doğu ve batıdan paradoslarla sağlanır. Kavea çoğunlukla yamaca oturmuştur. Doğudaki 1/3’lük kısmı –doğudan ilk iki kuneus arkası- analemma duvarıyla oluşturulmuştur. Bu kesimde; tiyatronun en yüksek ve g ü ç l ü duvarı örülmüştür. Bu haliyle Hellenistik özellikler göstermektedir. Hellenistik başlangıçlı ve Roma Dönemi revizyonlu bir tiyatro olduğu anlaşılmıştır. Tlos: 80 bin Telmessos: 35 bin. Bir hamam ve eksedra için Patara: 20 bin Patara İki Katlı Stoa: 18 bin çok da hayırseverdir (Euregetes). Ksanthos: 30 Yaşamının olgun ve üretkenbin. dönemleri; Tiyatro için. Pius dönemine rastlar İmparator Antonius Olympos: Kardeşi Apollonios 12 bin. İmpara(MS 138-161). Hephaistos şenlikleri için tor Kültü Başrahibi, Likya Birliği Yazmanı ve Oinoanda: 10 bin.Aristokila Lykiarkhos idi. Annesi Korydallalı Hamam için (Aglais), babası Rhodiapolisli Apollonios’tur. Tycopolis: 10 bin, gibi tüm Oinoandalı Licinnii, Pataralı Claudii 12 bin. Şenlikler ve heykeller için akraLikya’nın en ünlü ve zengin aileleriyle Gagai: 8 bin. balık bağları vardır. Opramoas’ın ilk görevi içinArkhipylakia olmuştur. 136 MS 114Hamam yıllarında Khoma: 7 bin. yılında İmparator Kültü Başrahipliği, Likya Stoa ve Sebasteion için Birliği Yazmanı ve Lykiarkhos olmuştur. Çok Pınara: 5 bin neredeykez onurlandırılmıştır. Opramoas’ın Phaselis : 10 bin se tüm Likya’da yardım etmediği kent yok giKadyanda: 15 bin yıllarıdır. bidir. En faal zamanı MS -152/153 Kyeneai: 15 bin Özellikle 141 depreminden sonra yıkılan pek Arykanda: 10 parası bin verileçok yapı, Opramoas tarafından Kalynda: 2 bin dinardan 9 bin rek onartılmıştır. 100 bin dinaBalbura: 7 bin etmiştir. ra kadar değişen miktarlarda yardım Balbura:ayrım 6 bin Likya Arneai kentlerivearasında yapmaksızın, Phellos: 5 bin İdebessos’a Limyra’dan Patara’ya Ksanthos’tan 4 binkoşmuştur. kadar, Aperlai: ihtiyaç duyan Opramoas’a Opramoas A n ı t ı Roma Dönemi Likya’sının etkileyici kişiliklerinden biri de Kumlucalı/Rhodiapolisli Opramoas’tır. Kumluca’da doğmuş ve orada ölmüştür. Bölgenin en varlıklı ailesinin en ünlü üyesidir. Yöneticidir, mahkeme başkanıdır, komutandır, başrahiptir, tüccardır, bankerdir, toprak sahibidir ve en 116 Aktüel Arkeoloji Opramos anıtı En büyük yardımı 100.000 dinarla Myra ve 80.000 dinarla Tlos’un almış olması dikkat çekmektedir. Kentlere yapılan yardımlar dışında, örneğin; festival giderleri, ölüm masraları, evliliğe hazırlık giderleri ve fakir fukaraya yaşam yardımı gibi pek çok konuda toplumsal yardımlarda bulunmuştur. Yaşamı boyunca yaptığı yardımların 3 milyon dinar gibi astronomik bir miktara ulaştığı hesaplanıyor. Petersen – von Luschan ve Kokkinia kökenli bilgilere, yukarıdaki listeye göre toplamda çok sayıda ve çeşitte yardımın söz konusu olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Anıtın cephesiyle iki yan yüzündeki yazıtlar, antik dünyanın en uzun Eski Yunanca yazıtlarından biri olma özelliğini taşımaktadır. Tüm yardımların listesi ve onurlandırmalar yanında Roma İmparatorlarıyla mektuplaşmaları içeren 12 yazıt, prokuratorlardan gelen 19 mektup, Likya Birliğine ait 33 doküman Opramoas Anıtı’nın duvarlarını doldurmaktadır. Bu mektuplar özellikle Antonius Pius ile olan yazışmalardır. Hadrianus’un anılarında, “Asya olaylarını iyi bilen Likyalı tüccar Opramoas’ın gizli raporlarının Palma tarafından alaya alındığı” anlatılır. Bu durum; dönemin yerli iktidar sahipleri ve zenginlerinin Roma İmparatorluğu’na yaranma yarışında oldukları konusunda başka izler de vermektedir. Yerli zenginler Roma yönetiminden senatörlük ve diğer görevleri alabilmek için Roma istekleri ve beklentileri doğrultusunda kamu yararına işler de yapmaktaydılar. Bu sayede kendi bölgelerini Roma’nın devlet gücünden daha çok yararlandırmış olmaktadır. Opramoas, insanın kendisi için değil de ülkesi ve halkı için yapılanların kalıcı olduğunun bilincindedir. 1850 yıl sonra bizler Opramoas’ın varlığından çok, yaptığı akıl almaz miktarda ve çeşitte yardımlarıyla biliyor ve anıyorsak... Yaptığı yardımlarla Likya’nın 31 kentinde dikilen anıtsal mimarlık eserleriyle bugüne taşıdığı kültürel zenginliğe hayran olup saygı duymamak mümkün müdür? Birçok kentin fahri vatandaşlık ile onurlandırdığı ve Likya halkının her konuda minnet duyduğu Opramoas’ın da birilerine teşekkür etme zamanı nihayet bugün gelmiştir. Kumluca’nın kuzey sırtlarında kazısını tamamladığımız ünlü tapınak formlu anıt, onarımı ve ayağa kaldırılması bir modern hayırsever beklemektedir. Kültür ve Turizm Bakanımız Sayın Ertuğrul Günay’ın hassasiyeti ile gündeme alınan, restorasyonun büyük bölümü Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğümüzce karşılanacak olan bütçeyle yapılmaya başlanacaktır. Anıt; önce doğa ve Bizans Dönemi halkı, sonra da defineciler tarafından tahrip edilmiştir. Kazı boyunca ortaya çıkan kesin verilere göre; bölgede birçok benzeri bilinen 2. yüzyıl Roma Döneminde moda olan karakteristik prostylos tapınak düzenindedir. Topografya Aktüel Arkeoloji 117 Op ra mo a s S t o a sı Opramoas Anıtı’nın güney ve batısı boyunca uzanır. Ön tarafı, iki katlı stoanın ikinci katından oluşur. Yan, uzun kolu ise Opramoas terasının G köşesinden tiyatronun batı köşesine kadar uzanıp analemma duvarıyla birleşir. Toplam 45m uzunluğunda ve hafif iç bükeydir. Buna göre; portikonun genişliği, stylobatın dışından itibaren 4.54 metredir. Tüm stoada bu genişlik 4.5 metre civarında değişmektedir. Zemininde, mermer-taş levhalar ya da mozaik gibi herhangi özel bir kaplama malzemesine rastlanmamıştır. Stoa zemini, sıkıştırılmış toprak gibi görünmektedir. Stoa duvarı boyunca; çok standart olmayan ölçülerde sekiz adet niş açılıdır. Girintileri, dikdörtgen ve yarım yuvarlak formlarda değişerek yerleştirilmiştir. K i l i se Kilise; batı girişli ve üç nelidir. Apsisin iki yanında pastophorialar bulunur. Kilise kazılarını yürüten Engin Akyürek tarafından yapılan yorumlara göre, kuzey tarata bir şapel ve batısı boyunca da birimler uzanır. Bunlar bişhof konutuna ait birimler olmalıdır. Kilisenin cephesinde üç giriş vardır. Bunlar Roma Dönemi yapılarından devşirme bloklarla örülmüştür. Definecilerin kaçak kazıları sonucu oluşan yüksek moloz-toprak kümeleri alınmış, altı basamaklı synthrononun tamamıyla açığa çıkarılmıştır. İlk gözlemlere göre; kilisenin ilk evresi, MS 5.-6. yüzyıllara ait, üç neli bazilikal planlı ve ahşap örtülü bir kilisedir. Apsis dış hizasına kadar uzanan pastophoria odaları ve doğu tarafının düz bir duvar olması, Kilise’yi, Akdeniz Bölgesi’nin tipik yapılarından birisi olarak sınılandırmamıza olanak vermektedir. Yapılan moloz temizliği ve kazı çalışmaları sırasında ele geçen buluntuların çok büyük bir kısmını mimari plastik parçalar (işli taşlar) oluşturmuştur. Yüzü aşkın taş eser arasında; çoğu korkuluk levhası parçası olmak üzere, silme, başlık, kaplama gibi mimari plastik parça bulunmaktadır. Kazı malzemesi henüz kapsamlı bir biçimde çalışılmış değilse de, ilk gözlemlere dayanarak eserlerin çoğunun Erken Bizans Dönemine ait olduğu, ancak MS 11. yüzyıla kadar olan bir tarihsel geçmişi olduğu sonucuna varılmıştır. Hadrianeum MS 2. yüzyıl ortasında yapılmıştır. İçinde İmparator ailesi heykellerinin bulunduğu İmparator Kült Salonu (Sebasteion) Likya Birliği Meclisi kararı ile Opramoas tarafından yaptırılmıştır. Yapı, kent merkezine bakmakta ve stoa dokusunda örgüyü tümlemektedir. Cephesi dışında oldukça sağlam korunmuştur. Asklepeion ve Kütüphane Sebasteionun batı bitişiğinde yer almaktadır. Rhodiapolis’in bir başka ünlüsü olduğunu yazıtlardan öğrendiğimiz, Hekim Herakleitos tarafından MS 2. yüzyılda yaptırılmıştır. 1500 metrekare toplam alanı bulunan birimin içerisinde; Herakleitos’un yazdığı altmış cilt eserin de bulundurulduğu kütüphane yer almaktadır. Zamanında Roma’dan Atina’ya kadar ünü yayılmış olan Herakleitos, Kumluca’nın gelmiş geçmiş en önemli ve en sevilen kişilerinden biridir. Hastalara bedava baktığı, bir entellektüel ve şair olduğu ve kente Sağlık Tanrısı Asklepios ile kızı Hygeia Kültü’nü getirdiği ve onlara heykeller adadığı anlaşılmıştır. Bulunan yazıtlardan biri; şiir 118 Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 119 formundadır ve bu yazıtlar İplikçioğlu tarafından değerlendirilmesi devam eden yazıtın ana teması, ölümünden yaklaşık 100 yıl sonra Herakleitos’a duyulan özlem ve O’na sunulan saygı sevgidir. Pagan tanrıları içerisinde; sağlık tanrısı olan ve sağaltım için olmazsa olmaz kabul edilen Asklepios ve Hygeia için adanan Tapınak, Asklepeion dışında ana cadde üzerindedir. Kazılmaya başlanmamış yapılar ise şunlardır: Yerleşimde tapınaklar, konutlar, su yapıları, nekropoller ve niceliği henüz bilinemeyen yapılar bulunmaktadır. Kazı planlaması içerisinde sıralarını beklemektedirler. Tapınak: Tiyatronun hemen batı bitişiğindedir. Tiyatro kazılarında bulunan bulguların çoğu, bu tapınaktan aşağıya yuvarlanmış olan nitelikli malzemelerdir. Henüz kazısı yapılmamıştır; ancak tiyatro bulgularından burada bir tapınak olduğu düşünülürken 2010 yılı kazı sezonunda bulduğumuz bir yazıt ile Athena Pollias’a adandığı kesinleşmiştir. Nekropoller kentin çevresinde, özellikle de gelen ve giden yollara yakın alanlarda yoğunlaşmıştır. Bu yollara, nekropol caddeleri 120 Aktüel Arkeoloji ile bağlanırlar. En erken nekropol, yerleşimin kuzeyindeki vadi kenarındaki kayalıklarda bulunmaktadır. Bu mezarlık; Klasik Dönem (MÖ 4. yüzyıl) kaya mezarlığıdır. Kentin kurulduğu tepelerden güneye uzanan kaya kütlesi üzerinde ve güney yamaçlarında yirmi üç adet kaya mezarı daha bulunmaktadır. Likya tarzında ahşap imitasyon cepheli bu mezarlar, kayalığın ön ve yan yüzlerini çevrelemektedirler. Kayalığın batı üst yüzündeki yalın cepheli kaya mezarlarında; iki Likçe yazıt bulunmaktadır. Kentin çevresindeki Roma Dönemi nekropolleri daha çok tonozlu oda mezarlar ve lahitlerden oluşmaktadır. Nüfus olarak Likya Bölgesi için orta ölçekli sayılan Rhodiapolis’te; mezar sayısının fazlalığı dikkat çekmektedir. Bu olgunun yerleşimdeki Asklepeion’dan kaynaklandığı düşünülmektedir. Lahitler; kentin güneyinden çıkan yol boyunca yoğunken, oda mezarlar kentin kuzey ve kuzeybatısında daha fazla sayıdadır. Buluntular İki kazı sezonunda, çok sayıda buluntu ortaya çıkarılmıştır. Bunların en erkenleri MÖ 8. yüzyılın sonuna tarihlenebilecek çömlek parçaları, en geçleri ise Geç Bizans Dönemi malzemeleridir. En yoğun buluntular, Roma Dönemi günlük seramik buluntularıdır. Bunlar yanında , ; farklı dönemlere ait heykel parçaları, metal eserler, cam eser parçaları, sikkeler, seramikler, taş eserler ve eser parçaları bulunmuştur. Eserlerin en sağlamı 1971 yılında Antalya Müzesi’ne taşınan Fortuna heykelidir. 2006’dan bu yana; beş sezondur aşırı tahrip olmuş ve büyük bir yangın geçirmiş kenti kazmakta, gün yüzüne çıkartmaktayız. Yapılan kazılar, Kumluca’nın geçmişini daha bilinir kılmak, tahrip olmuş yapıları onarmak ve seçilmiş bazılarını restore etmek amaçlıdır. 80-100 kişi civarında değişkenlik gösteren ekibin yürütmekte olduğu arkeolojik kazılar; Restorasyon, Jeofizik, Haritacılık, Mimarlık, Biyoloji, Kimya, Antropoloji gibi diğer bilim alanlarıyla birlikte yürütülmektedir. Arazi, buluntu ve büro çalışmaları olarak bilinen düzende yürüyen çalışmalarda çoğu zaman yakıcı Antalya güneşi altında, toz toprak ve ter içindeki çok uzun saatler boyunca aylarca emek verilmektedir. Bu emeğin karşılığında gördüğümüz resim “2000 yıl önce antik bir kent nasıldı?” sorusunun yanıtıdır. Ve yaşadığımız ise, Opramoas’ın yarattığı kenti yeniden insanlığa kazandırmanın heyecanıdır! Konservasyon Aktüel Arkeoloji 121 Üç Üç Kültürün Kültürün Buluştuğu Buluştuğu Bölge Bölge Beydağları Zengin ovalık arazilere inmeden önce, Anadolu’nun tüm erken halkları gibi dağların doruklarında yaşamlarını sürdüren Luvilerden Likya’ya kadar kültürler arası birlikteliği, değişmeleri ve inançları en güzel yansıtan yerdir Beydağları. Prehistorik mağaralardan Hellenistik kalıntılara, Roma Dönemi lahitleri üzerindeki gündelik yaşam betimlerinden Osmanlı’ya kadar günlük yaşamın tüm görünmeyen sahnelerine ilişkin muhteşem bir görsel dünya Beydağları’nın gizeminde saklıdır. Yrd. Doç. Dr. İsa KIZGUT Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Rhodiapolis Kazı Başkanı 122 Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 123 K ültür ve Turizm Bakanlığı ile Akdeniz Üniversitesi adına on beş yıldır sürdürülen Beydağları Yüzey Araştırmaları projesi ile Batı Antalya’yı çevreleyen Beydağları’nda Trebenna, Neapolis, Kelbessos, Typalia, Kitanaura ve Mnara gibi kent ölçekli yerleşimler ile birlikte köy ve irili ufaklı birçok çitlik/işlik tespit edilerek arkeoloji dünyasına kazandırılmıştır. Söz konusu bölgede farklı karakterler gösteren yerleşimler nedeniyle, yerleşim arkeolojisi araştırmaları için zengin örnekler ele geçmiş, kentler ve çevresinde bulunan köy, çitlik, garnizon gibi birimlerle ilişkileri belirlenmiştir. Özellikle Hellenistik, Roma ve Bizans dönemleri açısından var olan bilimsel sorunların çözümüne katkı sağlayacak verilere de ulaşılmıştır. Bölgenin Roma Dönemi sanat ve mimarlığının taşra boyutları konusuna ilişkin pek çok kalıntı tespit edilmiştir. Dağlık yerleşimlerde şehircilik konusunda önemli örnekler saptanmış ve şehir- cilik açısından incelenmiştir. Genellikle sarp topografyaya sahip yerleşimlerde temel başarının teraslama ve arazinin doğasına uygun planlamadan kaynaklandığı tespit edilmiştir. Özellikle Roma Dönemi dağlık alan/kırsal şehirciliğin yerel boyutu konusunda önemli yol alınmıştır. Flora ve fauna uzmanları gibi farklı disiplinlerden bilimciler ile birlikte geçmişin ve bugünün çok yönlü bilgileri derlenmiş, biyolojik çeşitlilik ve sürekliliği hakkında önemli tespitler yapılmıştır. Araştırma sonuçları, sahil şeridindeki önemli kentleri besleyen temel kaynakların dağlarda ve vadilerde bulunan küçük yerleşimlerde olduğunu göstermiştir. Kereste dışında bölgede bolca yetişen zeytin ve üzüm bitkisi ve ürünlerinin temel ekonomik girdi kalemleri olduğu anlaşılmıştır. Prehistorik mağaralar, Hellenistik Dönem Termessos egemenlik sınırları, Roma yerleşim yaygınlığı ve kırsaldaki karakteri, Bizans yerleşimleri, kilise ve manastırlarıyla bu bölgenin ar- 124 Aktüel Arkeoloji Aktüel Arkeoloji 125 Kadrama Kalesi Kitanaura-Hamam 126 Aktüel Arkeoloji keolojik kimliği artık belirlenmiştir. Termessos, Trebenna, Attaleia ve Phaselis gibi kentlerin territorium sınırları ve bu yerleşimlerin birbirleriyle ilişkileri anlaşılmıştır. Elde edilen verilerden, bölgenin yaşam kronolojisi, yerleşim yoğunluğu, yerleşim tipolojisi, şehirciliği, yol ağı, sanatı, mimarisi, dinsel inançları, ölü gömme mimarisi ve gelenekleri, sosyal yapısı, ekonomik yapısı ve kültürel/politik ilişkilerine değin pek çok bilimsel sonuç çıkarılmıştır. Patara Miliarium Lyciae’de (Yol Kılavuz Anıtı) anılan yolların bu bölgedeki bazı somut karşılıkları tespit edilmiş ve doğru lokalizasyonları yapılmıştır. Taşra yerleşimleri ve kırsal birimlerin çokluğu nedeniyle halk kesimlerinin sanatı, yaşamı ve geçimine ilişkin pek çok yeni veri elde edilmiştir. Lahit korpuslarında neredeyse hiç yer almayan yüzlerce yeni lahit üzerinde bölgedeki yaşam ve inançlardan iz veren yazı ve kabartmalarda bölge halkının kırsal yaşam resmi çıkarılmıştır. Günlük yaşam sahneleri içeren Roma Dönemi lahitleri olarak Likya’nın diğer bölgelerinde bulunmayan bir şans yaratır. Bu sahnelerde çitçilik, öküzle çekilen saban, demircilik, ev hayvanları, dağ keçisi, geyik, ayı avı sahneleri, yaban hayvanları mücadeleleri yaygın bulunmaktadır. Belen Garnizonu gibi örneklerle, Roma Döneminde kırsalda güvenlik konusuna yeni açıklamalar getirilmiştir. Hellenistik Dönemden çok örnekle bilinen kule-çitliklerin benzeri yapıların bulunduğu çitlikler ve bölgenin gözetilip korunmasına yönelik yapılmış garnizon ve gözetleme kulesi benzeri yapılarla bu bölgede yoğun yaşanan dağ eşkıyası gibi sorunlara çözüm bulunduğu anlaşılmıştır. Çitlik ve köy sahiplerinin özel güçleri yanında, bağlı olunan ana kent merkezindeki mobil jandarma kuvvetleri aracılığıyla da kırsalda güvenlik sağlanmaktaydı. Daha önce bazı yazıtlar aracılığıyla da bilinen bu sorun şimdi de savunma mimarisini yansıtan yapılar ve yerleşim ilişki ve bağlarıyla da belirlenmiştir. Arkeolojide az bilinen konut mimarlığı ve bölgenin rustik konutları hakkında çok özel ve oldukça iyi korunmuş örnekler tespit edilmiştir. Birarada, sık bağlantılı konut birliklerinden oluşan güvenli köyler ve birkaç odanın avlu etrafında yer almasıyla biçimlenmiş olan kırsal konutların sarnıç ve işlikler içererek aynı zamanda üretim ve ürüne yönelik fonksiyonları karşılayan Kitanaura-Anıt mezar İdebessos U Mezar yapılar olarak organize edildikleri anlaşılmıştır. Bölgenin zengin nekropollerinde her tipten mezarlar bulunduğu gibi, dönemlerinin sosyal dokusunu ve statüler arası ilişkilerini yansıtan mezarlık organizasyonları da saptanmıştır. Mezarların çoğunluğunu lahitler oluşturur. Bunun yanında oda mezarlar ve kaya mezarları da çok sayıdadır. Mezarların büyük çoğunluğu Roma Dönemine aittir. Lahitler genellikle Pisidia geleneğini yansıtan bezemelerle süslüdür. Üç kata kadar örnekleri bulunan anıtsal örme mezarların tamamı Roma Dönemindendir. Bu önemli bilimsel sonuçlara ulaştığımız Beydağları yerleşimleri ekip üyelerimizle gerçekleştirdiğimiz yayınlarla tanıtılmaya devam etmektedir. Agoranomos Zabıta Binası İşlik Kutsal alan