GİZLİ SIRLAR ÖĞRETİSİ
ERGUN CANDAN
© Bu kitabın tüm yayın hakları, SINIR ÖTESİ
YAYINLARI’na aittir.
SINIR ÖTESİ YAYINLARI®
REKLAM VE PRODÜKSİYON
HİZ. SAN. TİC. LTD. ŞTİ.
Alemdar Mah. Çatalçeşme Sk. No: 23/1 D:4
Cağaloğlu - İSTANBUL
Tel: 0 (212) 513 68 13 - 511 81 80 Faks: 0
(212) 513 68 13
www.sinirotesi.com
e-mail:
[email protected]
• Dizgi Kapak Tasarım : SINIR ÖTESİ
YAYINLARI
• Genel Yayın Yönetmeni : Ergun CANDAN
• Editör : Nilüfer DİNÇ
• Müdür : İ. Uğur ÖZTÜRK
SUNUŞ
“Bilinenle iş bitince gözler gökyüzüne
çevrilir...
...Ve gerçekler gökyüzü gibidir.
Bulutlar onu saklayamaz...”
Her şey 1979 yılında başladı. Dört
arkadaş bir odada oturuyorduk... Birden
kendi kendine kapılar açılıp kapanmaya,
camlar kendi kendine patlamaya başladı.
Korku
filmlerinde
izlediklerimiz,
gözlerimizin önünde meydana gelmeye
başlamıştı...
İşte ne olduysa ondan sonra oldu
diyebilirim...
Bir anda kendimi Parapsikoloji
araştırmalarının
içinde
buldum.
Açıklanamayan
gizemli
olaylar,
uzaylılar ve uçandaireler derken,
önümde uzanan araştırma sahası her
geçen gün biraz daha genişliyordu.
Dünya üzerinde gelmiş geçmiş ne kadar
din varsa hepsini yıllar süren bir
çalışmayla teker teker, daha sonra da,
uzun bir süre karşılaştırmalı olarak
inceledim. Sonra tüm felsefeleri...
Yurtdışındaki
üniversitelerde
incelenmekte olan Parapsikoloji ve
diğer konular hakkında daha geniş bilgi
edinebilmek için, çeşitli ülkelerde
çalışmalarını sürdüren bilimadamlarıyla
görüşmeye başladım.
Hiç ummadığım bir yerde, hiç
ummadığım bir zamanda tanıdığım, çok
özel birinden bazı bilgiler aldım. Bu
bilgilerin
doğruluklarını
tüm
araştırmalarım boyunca teyid ettim.
1960’da Dr. Bedri Ruhselman
tarafından kurulan, Türkiye Metapsişik
Tetkikler
ve
İlmi
Araştırmalar
Derneği’nin Yönetim Kurulu’nda 19871993 yılları arasında, Öğretim ve Eğitim
Sorumlusu
olarak
çalıştım.
Üniversiteler’de ve Anadolu’nun çeşitli
illerinde konferanslar verdim. Bu süre
içinde Yurtdışında yayınlanan bazı
önemli kitapları Derneğin yayın organı
olan Ruh ve Madde’den yayınladık.
Daha sonra Derneğin çalışmalarında baş
gösteren yanlış uygulamalardan dolayı,
büyük bir grup olarak dernekten
ayrıldık. Bu ayrılıştan sonra da Dernek
faaliyetlerine son vererek, kalan kısıtlı
üyeleriyle Bil-Yay Vakfı adına dönüştü.
Ruh ve Madde Yayınları da bu vakfın
bünyesine alındı.
1979
yılında
başladığım
araştırmalarımı dernekten ayrıldıktan
sonra 1993’te 2 yıl süreyle Milliyet
Gazetesi’nin Radyosu Radyo Kulüp’te,
SINIR ÖTESİ adı altında hazırladığım
programla dinleyicilerimle paylaştım.
Daha sonra KANAL D’de aynı isimle
bir program hazırladım.
Posta Gazetesi’nde Türkiye’de ilk kez
bilinmeyenlerle
ilgili
GİZEMLER
DÜNYASI adında bir gazete çıkarttım.
Çeşitli gazete ve dergilerde yazılar
yazdım.
Bu kitapla birlikte 19 yıllık
araştırmalarımın sonuçlarını ilk kez bir
kitap vasıtasıyla sizlerle paylaşmaya
başlıyorum.
Az
sonra
okumaya
başlayacağınız bu kitabın içinde
karşılaşacaklarınızı kesin doğrudur, ya
da kesin yanlıştır ön yargısıyla ele
almamanızı özellikle rica ediyorum.
Kararınız ne olursa olsun mutlaka
araştırmaya dayanan bir düşüncenin
sonucu olsun...
Konuşan bir Türkiye... Evet bunu
çoğumuz istiyoruz. Ama konuşan bir
Türkiye’nin oluşabilmesi için gerekli
olan
şartları
çoğumuz
yerine
getirmiyoruz.
Okumuyoruz...
Araştırmıyoruz...
Bildiklerimizle yetiniyoruz...
Tabulardan
sıyrılarak,
özgürce
kendimizi araştırmacı ruhuna teslim
etmiyoruz... Böyle olunca da, konuşan
Türkiye’nin oluşmasına hiç bir katkıda
bulunamıyoruz...
Müslüman olduğumuzu iddia ediyoruz.
Ama bir kerecik bile inanmış olduğumuz
Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesini
okumuyoruz... Okumuyoruz... Kulaktan
dolma bilgilerle yetiniyoruz... Ve bütün
bu olup bitenlerin de, birilerinin işine
geldiğini anlamıyoruz...
İnsanoğlu böyle koşa koşa nereye
gitmektedir?
İnsanın kaderi, eserleriyle birlikte,
hiçlikte ve unutulmuşlukta eriyip gitmek
midir?
Dünyada yaşamın gayesi nedir?
Ben kimim?
Yaşam talihin bir cilvesi ve
rastlantıların bir sonucu mudur?
Varoluşun sırrı nedir?
Bu soruları çoğaltmak mümkün. Fakat
bu ilk sorularda bile, insanoğlunun
büyük bir bilmeceyle karşı karşıya
olduğu ortaya çıkmaktadır.
İtiraf etmek gerekir ki, aslında bu
sorular
günümüzde
pek
fazla
düşünülmemektedir. Çünkü hakim olan
güç bizden böyle bir şey yapmanızı
istemiyor.
Hayat
gayilesi
adını
verdiğimiz, bu yaşam çarkına kendimizi
öyle bir kaptırmış gidiyoruz ki, bu
hengamede, bu tür sorular çoğunlukla
aklımızın ucundan bile geçmiyor.
Ara sıra bu soruları kendimize
sorduğumuzda ise, haklı olarak hiç bir
cevap
bulamıyoruz.
Klasik
anlayışlarımız ve klasik inançlarımız
bize yeterli olmuyor. Öyle bir
dejenerasyonun içine gömülmüşüz ki,
kardeşlik kavramı diye dillerden
düşürmediğimiz
o
sözcük,
kalplerimizden
ziyade,
sahte
nutuklarımızda yer almaktan öteye
geçememiştir. İhtiraslar sadece günlük
yaşamın içinde değil, mabetlerde bile
kendini gösterir olmuştur. Çünkü
otomatik yaşamın kolaylığı bizlere
aşılanmış durumdadır.
Şöyle bir benzetme yapacak olursak,
ışık selinin ortasında, ışıktan habersiz
kalan körler gibi; bizlerin de harikalar
okyanusunun ortasında, bu harikalardan
habersiz yaşayıp gitmekte olduğumuzu
söyleyebilirim. Neden mi? Nedenini
başta
söylemiştim.
Okumuyoruz,
araştırmıyoruz ve hep aynı şekilde
düşünme alışkanlığımızı terkedemiyoruz.
Böyle olunca da gerçeklerle temas
edemiyoruz.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu
çelişkileri cevaplayabilmek için biraz
cesaret gerektiği ortadadır...
Her şeyden önce kendi geçmişinden
korkmayan bir uygarlık düzeyinin ya da
bir bilimsel zihniyetin egemen olacağı
günlerin gelmesini sadece oturduğumuz
yerde
beklemek
yerine;
sizleri
araştırmaya, okumaya, düşünmeye,
düşüncelerimizi özgürce dile getirmeye
ve çelişkilerin üzerine cesaretle gitmeye
davet ediyorum...
Bu gün bilinmeyen yarın bilinecektir...
Ancak
bugün
bildiklerimizle
yetindiğimiz
sürece,
gelecekteki;
geleceği yakalayabilme şansımızın da,
hiç bir zaman mümkün olmayacağını
unutmayalım!..
...Ve
yine
unutmayalım
ki;
günümüzdeki tüm yenilikler; geçmişin
sağladığı olanakları yeterli görmeyen ve
sürekli gözlerini geleceğin sonsuz
imkanlarına çevirmiş olan atılımcı,
araştırıcı ve ilerici aydınlar tarafından
gerçekleştirilebilmiştir...
“İnsanların büyük bir çoğunluğu nehrin
kıyısında bir aşağı, bir yukarı koşuşur
durur. Oysa ki nehrin karşısına geçen
için ıstırap yoktur.” Evet... Böyle
demişti, yüzlerce yıl önce Buda... Peki
ama nehrin öte yakasına nasıl geçeceğiz.
Bunun
tek
bir
cevabı
var.
ARAŞTIRARAK...
Evet...
Sadece
araştırarak. Aradığımız gerçeklere
ulaşabilmek için tek bir altın anahtarımız
var:
Araştırmacı bir ruha kendimizi teslim
etmek...
Peki ama nereden başlayacağız?
Öncelikle şunu söyleyebilirim: Ne
kadar ileriye gidebilmek istiyorsak, o
kadar geçmişe geri dönme mecburiyeti
vardır. O zaman aradığımız sırların
büyük bir bölümünün, geçmişte gizli
olduğunu görmemiz mümkün olacaktır.
Aradığımız gerçekler, aradığımız
sırlar tarihin çok eski dönemlerine kadar
uzanır. Bu sırlar tarihin karanlık kalmış
noktalarında
gizlidir.
Örneğin
mitolojilerde,
eski
uygarlıkların
geleneksel
kültürlerinde,
felsefi
çalışmalarında, mabetlerinde, gizli
öğretilerinde...
Mitolojiler, insanlığın yüzyıllarca
süren gerçeği aramasının ve bu
gerçeklerle karşılaşanların, sembollerle
bunu diğer insanlara anlatmasından
doğan hikayelerdir. Ama o bildiğimiz
hayali hikayelerden değil... İçindeki
bilgelik izlerini takip edenlere, ifade
ettikleri gerçekleri anlatabilmek için
sessizce durup beklemektedirler. Hem
de binlerce yıldır...
Bazı gerçekleri öğrenmeye karar
vermiş birinin başvuracağı en önemli
kaynaklardan biri mitolojilerdir.
Hadi!... şimdi binlerce yıl geriye
doğru gitmeye başlayalım ve insanlığın
bitip tükenmeyen bilgelik arayışının
izlerini birlikte takip etmeye çalışalım...
Bu öyle bir yoldur ki, kimine karanlık,
kimine alaca aydınlık, kimine ise
apaydınlıktır...
Bu insanlığın bitip tükenmeyen
bilgelik aşkının öyküsüdür...
Işık ve sevgiyle...
I.BÖLÜM
SIRLAR ÖĞRETİSİNE
GİRİŞ
Tarih: M.Ö.1300’ler.
Yer: Eski Mısır
Musa ve Orfe devirleri...
Teb veya Menfis mabetlerinin kapısını
çalan yabancıyı, mabedin hizmetkarları
karşılarlar ve onu alıp, iç avlunun dev
sütunlu giriş bölümüne götürürlerdi... Bu
sütunlar, kudretleriyle ve saflıklarıyla,
Osiris mabedini ayakta tutan dev
lotüsleri andırmaktaydı.
Bir müddet sonra, yanına yaklaşan
başrahibin yüz hatlarındaki haşmet ve
sükunet, esrarengiz bir görünüm arz eden
ama içsel bir ışıkla parlayan o gözler,
hevesli yabancıyı kaygılandırmaya yetip
de artardı bile...
Osiris rahibi ona, doğum yeri, ailesi
ve daha önce eğitim gördüğü mabetler
hakkında çeşitli sorular yöneltip, kısa
bir sınavdan geçirirdi. Başrahip
yabancının sırlar öğretisine katılmaya
layık olmadığı sonucuna varırsa,
kendisine sessiz fakat kararlı bir tavırla
kapıyı gösterirdi. Ama mabede girmeye
hevesli bu yabancıda, samimi bir
gerçeği arama arzusunun bulunduğunu
saptamışsa, o zaman kendisini izlemesini
söylerdi. İç avludan geçip, her iki yanı
kayalık olan, dikili taşlar ve sfenkslerle
donatılmış bulunan üstü açık bir yolu
izleyerek mabedin içlerine doğru
ilerlerlerdi. Yollarını büyük bir kapı
keser ve bu kapının önünde yabancıya
dönen başrahip:
-”İşte” derdi... “Gizli Öğreti’nin kapısı
buradadır.”
Gizli yeraltı galerilerine açılan bu
kapının hemen yanında, elinde kapalı bir
kitap bulunan ve yüzü peçeli meditasyon
yapmakta olan bir İsis heykeli vardı.
Heykelin altında şunlar yazılıydı:
“Benim peçemi hiç bir ölümlü
kaldıramamıştır...”
Bu sözler yabancının cesaretini
kıracak mıydı. Başrahip dikkatle
yabancıyı inceler ve sözlerine devam
ederdi:
-”Yabancı. şu iki sütuna iyi bak.
Kırmızı olan, insanın Osiris’in ışığına
doğru tırmanışını, Siyah olanı ise,
insanın madde içine hapsoluşunu
sembolize etmektedir. Bizim bilimimize
ulaşmayı hedefleyen kişi hayatını ortaya
koyar. Zayıfların elde edeceği şey
çıldırma ve ölümdür. Güçlüleri
bekleyen
nimet
ise
hayat
ve
ölümsüzlüktür.
Bu kapıdan nice ihtiyatsız kişi içeri
girmiş, fakat hiç biri dışarıya canlı
çıkamamıştır. Burası gözüpekleri ortaya
çıkartan bir uçurumdur. Bu yüzden iyice
düşün taşın ve karşılaşacağın tehlikeleri
göz önüne getir. Cesaret edemiyorsan
denemekten vazgeç. Eğer bu kapının
gerisinde seni bekleyen zorlu deneylere
karşı gereken iç gücüne sahip değilsen,
yol yakınken geri dön. Bu kapı üzerine
bir kez kapandı mı, bir daha açılmaz,
geri dönüş yoktur...”
Aday, isteğinde ısrar ederse, başrahip
onu yardımcılarına teslim ederdi. Bir
hafta süreyle, yeni aday en yorucu pis
işlerde çalıştırılırdı. Bu sürenin
sonunda, yardımcı rahipler adayı alıp,
deneylerin başlayacağı kapıdan içeri
alırlardı.
İlk olarak, loş bir hole getirilirdi.
Holün her iki yanında, insan vücutlu
aslan başlı heykeller, boğa ve yılan
görüntülerinin bulunduğu kabartma
resimler vardı. Adaya hiç bir şey
açıklanmadan,
holden
geçirilip
götürülürdü. Dehlizin sonunda adayı bir
mumya ile bir iskelet beklerdi. Rahipler
duvardaki karanlık bir dehlizi adaya
göstererek:
-”İşte... Dönüşü olmayan yol burada
başlar. Eğer korkuyorsan, içeri girmeden
bizimle birlikte geri dönebilirsin. Çünkü
çıkış kapısı hala açıktır. Lütfen iyi
düşün...”
PİRAMİTLER’DEKİ
SIRLAR BİLGİSİ
Sırlar bilimini öğrenmek isteyen
gençler, piramitlerde gerçekleştirilen
özel eğitimlere çok ağır sınavlardan
geçirildikten sonra alınırlardı. İşte bu
kapı da söz konusu sınavların
başlayacağı sınır çizgisiydi. Aday ya
devam edecek ya da geri dönecekti.
Birçok aday bu kapıdan içeri girmeye
cesaret edememiştir. İçeri girenlerin de
çok azı bu sınavlardan geçebilmiş ve
“Sırlar Bilgisi”ni öğrenmeye hak
kazanmışlardır.
Adaylar, rahiplerin büyük bir titizlikle
hazırlamış oldukları binbir badireyi
aşmak zorundaydılar. Adayın hevesini
kırmak için rahipler ellerinden geleni
yaparlardı. Bütün korkutucu ve dehşet
verici
sınavları
kazanmak
gibi
olağanüstü başarı gösteren bir aday ise,
bitmez tükenmez bir eğitim programına
tabi tutulurdu.
Bu eğitimlerin süresi 20 ile 50 yıl
arasında
değişebilmekteydi.
Bu
inanılmaz eğitimin sonunda “Sırlar
Bilimi”ni öğrenen adayların her biri,
“Osiris Rahibi” olma hakkını elde
ederlerdi. Bunlardan bir kısmı geldikleri
memleketlerine geri dönerler, bir kısmı
ise mabette öğretmen olarak kalırlardı.
Piramitlerin içinde gizli bir eğitimden
geçen bu rahipler arasında bizim
yakından tanıdığımız isimler
de
bulunmaktaydı:
Hz. Musa, Heredot, Fisagor, Eflatun,
Orfe bu özel eğitimden geçenlerden
sadece birkaç tanesiydi.
MISIR’IN KUTSAL
EMANETİ
Atlantis’ten Mısır’a gelmiş olan
“Sırlar Bilgisi”nin esasları hiç bir
zaman halka yayılmadı. Mabetlerin,
piramitlerin kalın duvarları arasında
saklı kaldı. Halk bu esrarlı bilime
korkuyla karışık bir saygı duydu. Fakat
ona hiç bir zaman erişemedi.
Atlantis’ten Mısır’a gelen bilgiler,
rahiplerce büyük bir titizlikle korundu.
Kutsal bir emanet olarak ilgi gördü. Ve
ancak rahiplerin seçtikleri belirli
sayıdaki kişilere bu sırlar açıklandı...
Büyük bir özenle korunan bu sırlar
neydi? Nasıl açıklanırdı? Mabetlerdeki
akıllara durgunluk veren bu eğitime
girmeden önce, bazı tarihi bilgilerimizi
kısaca gözden geçirmekte fayda
görüyorum. Daha sonra tekrar konumuza
geri dönerek Eski Mısır’daki eğitimin
gizli
yolunu
izleyerek,
Osiris
Mabetleri’ndeki o esrarlı güneşin ışığını
yeniden calandırmaya çalışacağız...
GİZEMLİ MISIR
İnisiyeler için bir zamanlar tabiatın
derinliklerini
ve
Gökkubbeyi
aydınlatmış olan “Osiris’in Işığı”
terkedilmiş mabetlerde, bugün artık
tamamen sönmüş durumdadır.
“Ey Mısır!... Gelecek kuşaklara
senden hatıra olarak sadece inanılmaz
masallar kalacak ve seninle ilgili olarak
geriye taşlara oyulmuş kelimelerden
başka bir şey kalmayacaktır. Ancak,
bunlar bile yüzyıllar boyunca seni
ölümsüzleştirmeye yetecektir” diyen
Hermes’in sözleri, artık günümüzde
gerçekleşmiş bulunmaktadır.
Eski Uygarlıklarla ilgili günümüze
kadar dünyanın dört bir köşesinde
çalışmalarını sürdüren araştırmacılar,
içinden çıkılması son derece zor olan
Mısır
Gizemleriyle
yakından
ilgilenmişlerdir. Mısır’la ilgili yazılan
kitaplar,
ortaya
atılan
teoriler
günümüzde hala tartışılmaya devam
etmektedir.
Yurdumuzda da yayınlanan kitaplarda,
ilk olarak, bu gizemli topluluğun Nil
kıyılarına nereden gelmiş olabilecekleri
üzerinde durulmuş olduğunu görüyoruz.
Ancak
bu
bilmece
bir
türlü
çözülememiştir...
SIRLAR KÖPRÜSÜ
Dünya insanlığının tarihi gelişimi,
sadece belirli bir kesitten incelendiği
takdirde,
Mısır
Uygarlığı
gibi,
bulunduğu çevrenin çok dışında
özellikler gösteren bir topluluğun
nereden geldiği sorusu kolay kolay
cevap
bulamayacaktır.
Klasik
anlayışların ötesine geçmeden bu ve
bundan
sonraki
bilmeceleri
çözebilmemiz mümkün değildir. Klasik
Arkeologlar ne derse desin, Eski Mısır
Uygarlığı geçmişten geleceğe uzanan
sırlar köprüsüdür.
Klasik Tarihçiler, Mısır uygarlığına
9.000 yıllık bir geçmiş tanır. (Yani M.Ö.
7.000 yıllarına kadar) Mısır uygarlığını
ilk kuranların ilkel, balıkçılıkla uğraşan
bir halk olduğu belirtilir!
Buna karşılık Denderah mabedinin
tavanındaki astronomik bilgilerin 90.000
yıl öncesine ait olduğu anlaşılmış
durumdadır. Tarihin babası Heredot da,
vaktiyle Mısır rahiplerine şüpheyle
bakmış ve inanmadığını belli etmişti.
Ama Heredot, rahiplerin yaptığı
hesaplar karşısında daha sonra, hakkı
teslim etmek zorunda kalmıştı.
Zamanımızda, Halikarnaslı Heredot’un
eserlerine güvenilir. Zira o, gerçeklere
her zaman bağlı kalmıştır. Bakın
Heredot, bu konuda neler yazıyor:
Bir Mısırlı Rahip bana:
- “Bilmiş ol ki, atalarımız zamanında
Güneş iki defa battığı yerden doğdu,
sonra aynı olay gene tersine cereyan etti
“ dedi.
Mısırlı rahibin anlattığından şu sonuç
çıkar: Demek ki eski çağlarda kutuplar
yer değiştirdi...
Günümüzde
yapılan
jeolojik
araştırmalar,
Mısırlı
rahibin
Halikarnas’lı
Heredot’a
söylemiş
olduklarını doğruluyor. Yalnız, olay için
kesin bir tarih verilemiyor. Bununla
beraber, kutupların değişmesi olayının
10.000 yıldan çok daha eski bir tarihte
meydana geldiği tahmin edilmektedir.
Yapılan son bilimsel araştırmalara
göre, bu gün Kutupları teşkil eden
alanlar, çok eskiden dünyamızın tropikal
bölgeleriydi. O zamanlar Avrupa,
metrelerce buz tabakası altındaydı.
Jeoloji
bilginleri,
bu
gerçeği
doğrulamaktadır. şüphesiz Halikarnas’lı
büyük tarihçi Heredot çağında, Jeoloji
adı altında bir bilim dalı yoktu. Ama
buna karşılık, tapınaklarda, piramitlerde,
bu konuda bilgi verecek pekçok eski
tarihi arşivler vardı.
Evet... Tarih bir şeyler saklıyor ama
ne? Biraz daha tarihin geçmiş
dönemlerinde ilerlemeye devam edelim.
Bakalım nelerle karşılaşacağız...
GEÇMİŞ NELER
SAKLIYOR?
Çok
eski
çağlardaki
Mısır’ı
düşünelim.
Geçmişi
şöyle
bir
gözümüzde canlandıralım...
Manzara tamamen değişmiştir. Çevre
büyük bir denizle kaplıdır. Çöl yoktur
artık. Deniz kıyısında, piramit biçimli
bir muhteşem yapı var. Üzerine kayadan
oyulmuş muazzam bir heykel olurtulmuş.
Bu Sfenks’tir... Sanki koca bir kayalık
dağ, tek parça halinde oyulmuş ve
tapınakla Sfenks ortaya çıkmış. Kesik
tepeli piramid biçimli maabedin
üzerinde, bizim çok iyi tanıdığımız
Sfenks yer almış. Mabet gümüşi bir
renkte. Kutsal Nur’un mabedi... Yani
Büyük Piramid’in mabedi...
Sonra gene ileriye, yani çağımıza
doğru dönelim ve zaman içinde
yolumuza devam edelim... Yüzyıllar
birbirini kovalasın... Ortalık korkunç bir
karanlığa bürünsün. Sular göklere doğru
yükselsin,
sonra
tekrar
çekilip
uzaklaşsın... Sonra derin bir sessizlik
başlasın... Sağırlaştırıcı bir sessizlik...
Tekrar yüzyıllar aksın, geçsin...
Gene Sfenks’in karşısındayız. Ama bu
sefer Sfenks bir deniz kıyısında değildir.
Çevremiz sarı-kızıl renkte, gün ışığı
altında korlaşmış küçük maden parçaları
gibi parlayan kumlarla dolu.Uçsuz
bucaksız bir çöldeyiz. Sfenks’in ölümsüz
yüzünde önemli bir değişiklik yok.
Gözleri batıya dönük, değişiklikleri
umursamaz, hatta küçümser bir hali var.
Ama
Kutsal
Nur’un
mabedi
görünürlerde yok. Kum denizi onu
örtmüş, kaplamış...
Yüzyılların,
binyılların Sfenks’i;
içinde artık hiç kimse olmasa da,
ayakları altında Kutsal Nur’un mabedini
tutmaya devam ediyor.
SIRLARIN KAYNAĞI
NEREDEYDİ?
Bizim devremizden önceki devirlerde,
hep batmış bazı uygarlıklardan söz
edildiğini duymuşuzdur. Günümüze
kadar gelebilen yazılı tarihi belgelerin
tümü bunu doğrulamaktadır. Bütün dini
yazıtlar, Kur’an-ı Kerim de dahil olmak
üzere, bu bilgilerle doludur. Tabii ki,
tüm eski toplumların geleneksel bilgileri
de...
İşin bir başka ilginç yanı da, bir
zamanlar dünya üzerinde hüküm süren
bu uygarlıklarla ilgili belgelerin,
TC.’nin kurucusu Mustafa Kemal
ATATÜRK’ün de
eline
geçmiş
olmasıydı... Büyük bir özenle bu
belgeler,
ATATÜRK
tarafından
incelenmiştir. Ancak ne yazık ki, bu
konuyla ilgili resmi makamlardan
günümüze kadar hiç bir açıklama
yapılmamıştır. Sadece KANAL D’de
yayınlanan SINIR ÖTESİ programında
konu kısaca da olsa kamuoyuna
duyurulabilmişti.
Şimdi, ATATÜRK’ün bu belgeleri
nasıl elde ettiğini sizlere aktarmak
istiyorum.
ATATÜRK ve SIRLAR
BİLGİSİ
Bize öğretilen tarih bilimi yanılıyor
mu? M.Ö. 200.000 ile 70.000 arasında
Büyük Okyanus’ta Mu adında bir kıta
var mıydı? Bu kıtanın Avustralya’dan
birkaç misli büyük olduğu, yüksek bir
medeniyete ulaştıktan sonra battığı doğru
mu? Atatürk bu kıta ile neden ilgilendi?
Yoksa, Türklerin kültür kökeni, Büyük
Okyanus’un derinliklerine kadar mı
gidiyordu?
Türklerin kültür kökenini ortaya
çıkartmak, Atatürk’ ün en büyük
isteklerinden biriydi. Cumhuriyetin ilk
yıllarından sonra, bu konuya büyük bir
hassasiyetle
eğildi.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun son dönemlerinde
Türkçülük akımları tarafından yapılan
çalışmalar derlendi. Atatürk’ün isteği ile
birçok bilim adamı ve araştırmacı bu
alanda çalışmalar yaptı.Yabancı bilim
adamları ülkeye davet edildi. 1930
yılında Türk Tarih Kurumu kuruldu. Çok
zengin malzeme ve bilgiler ortaya
çıkarıldı. Yine de Türkler’in kültür
kökenleri
tam
olarak
açıklığa
kavuşamadı.
MAYA DİLİYLE TÜRKÇE
ARASINDAKİ
İNANILMAZ BENZERLİK
1932 yılında Emekli General Tahsin
Mayatepek Atatürk’ü ziyaret etti. Maya
dili ile Türkçe arasında benzerlik
olduğundan
bahsetti.
Mayalar
Meksika’da yaşamışlar, Türkler ise Orta
Asya’dan gelmişlerdi. Aradaki uzaklığa
rağmen, Atatürk konuyla ilgilendi.
Derhal Tahsin Beyi, Meksikaya elçi
olarak atadı. Ona bu konuyu aydınlatma
görevini verdi.
Tahsin Bey Meksika’ya gitti. Orada
kendisine Amerikalı Arkeolog William
Niven’ın
bulduğu
tabletlerden
bahsettiler. Maya dilinin kökünün bu
tabletlerde olduğu anlaşılmıştı. Türkçe
ile Maya dili arasındaki benzerlikler de
bu tabletlerde aranmalıydı.
TABLETLERİN ORTAYA
ÇIKARTTIĞI BÜYÜK SIR
Amerikalı arkeoloğun ortaya çıkarmış
olduğu tabletler, Tahsin Beyi şaşkına
çevirdi. Eğer bunlar doğruysa, bilinen
tarih tamamıyla yanılıyor demekti.
Çünkü tabletler M.Ö. 200.000 ile
70.000 arasında Büyük Okyanus’ta yer
almış olan bir kıtadan bahsediyordu...
Bu
kıtanın
adı
“MU”ydu.
Avustralya’dan bir kaç misli büyüktü.
Yüksek bir medeniyete ulaştıktan sonra,
bir dizi depremler sonucu battığı
sanılıyordu. Acaba Türklerin kültür
kökeni de bu kıtadan göç edenlere mi
dayanıyordu? İş gittikçe daha da ilginç
bir hale bürünüyordu...
HİNDİSTAN’DAKİ
TABLETLER DE AYNI SIR
VARDI
Tahsin Bey konuyla ilgilendikçe,
karşısına yeni bilgiler çıkıyordu. Bu kez
kendisine
İngiliz
Albayı
James
Churchward’ın Hindistan’da bulduğu
tabletlerden bahsettiler. Bunlar da kayıp
MU kıtasıyla ilgiliydi. Churchward 50
yıllık bir çalışma ile bu tabletleri
çözmüş ve bu olağanüstü bilgileri, 5 ayrı
kitapta yayınlamıştı.
Tahsin Bey, öğrendiklerini ve ortaya
çıkardıklarını ATATÜRK’e raporlar
halinde sundu. Atatürk’ün konuya olan
ilgisi daha da arttı. Churchward’ın Mu
ile ilgili kitapları getirildi. Atatürk
derhal kitapların tercüme edilmesini
istedi. 60 kişilik bir tercüme heyeti, çok
kısa
bir
sürede,
Churchward’ın
kitaplarını Türkçe’ye çevirdi. Fakat
kitaplar basılmadı. Daktilo edilmiş
metinler halinde Atatürk’e teslim edildi.
ATATÜRK’ÜN NOTLARI
VE İŞARETLEDİĞİ
YERLER
Tercüme edilen metinleri Atatürk’ün
büyük bir dikkatle okuduğu biliniyor.
Atatürk insanın yaradılışını anlatan
bölümlerle
özellikle
ilgilenmişti.
MU’nun insanlığın anayurdu olduğunu,
nüfusunun 64 milyona kadar çıktığını, ilk
insanın orada yaratıldığını anlatan
satırların altını
çizmişti.
Dünya
üzerindeki tüm dinlerin sembollerle
anlatmaya çalıştıkları, bu bilgiler
ışığında çok daha kolay çözülmeye
başlamıştı.
Atatürk,
MU’da
geçen
Tanrı
kavramıyla da ilgilenmiş, Yaratıcının
insan
aklıyla
anlaşılamayacağı,
şekillendirilemeyeceği
ve
adlandıralamayacağı
üzerinde
de
durmuştu.
Tercümelerde,
Maya
dilinin
yeryüzünün ana dilinden gelmiş
olduğunu,
tüm
dillerin
orada
doğduklarını ve anadilin MU dili
olduğunu belirten bölümlerin altı,
Atatürk tarafından çizilmiştir.
Atatürk’ü ilgilendiren bir diğer bölüm,
ırkların
kökeniyle
ilgiliydi.
Anadolu’daki
ilk
insanlar
olan
Karyanlar’ın asıl vatanlarının, Büyük
Okyanus’taki Easter Adası olduğunu
anlatan bölüm yine Atatürk tarafından
işaretlenmiştir.
Mu’nun batışını anlatan bölümde, Mu
halkının “ Ra Mu, bizi kurtar” diye
bağırmalarını işaretlemiş ve altına
“Demek ki, Ra Mu, bir ilahtır” notunu
düşmüştür.
Birçok Mu kökenli özel isim ve
sıfatları,
Atatürk
Türkçe
ile
karşılaştırmış, notlar almıştı.
Mu’nun demokrasi ile yönetildiğini,
güneş
enerjisinin
aydınlatılmada
kullanıldığını anlatan satırları da
çizmişti. Ve bunlar gibi daha yüzlerce
satır,
Cumhuriyetimiz’in
kurucusu
tarafından çizilmiş, işaretlenmiş, sayfa
yanlarına notlar alınmıştı. Belli ki büyük
bir dikkatle bu belgeleri incelemişti.
KİTAPLAR NEDEN
BASILMADI?
Atatürk, James Churchward’ın iki
kitabıyla özellikle ilgilenmişti: “Kayıp
Mu Kıtası” ve “Mu’nun Çocukları.” Bu
iki kitap, Anıtkabir kitaplığında 1301 ve
1302 no ile kayıtlıdır. Daktilo ile
yazılmış kitapların çeviri metinleriyse
yine Anıtkabir kitaplığında dosyalar
halinde bulunmaktadır.
Atatürk’ün Mu ile ilgili düşüncelerini
ve çıkardığı sonuçları ne yazık ki tam
olarak bilmiyoruz. Çünkü 1935’ten
sonra sinsice ilerleyen hastalığı, ona
fazla zaman tanımadı.
1967’ye kadar Türk Dil Kurumu
arşivinde, daha sonra Anıtkabir
kitaplığına getirilen bu çeviriler hala
basılmamıştır. Öylece durmaktadır.
Atatürk’e kitapları sağlayan Tahsin
Mayatepek, Meksika’da araştırmalar
yaparken,
Maya-Aztek-İnka
uygarlıklarının, Türkler’de kullanılan
eşyalara benzer eşyalar kullandıklarını
öğrenmişti. Ayrıca davullar ve kalkanlar
bizimkilere çok benziyor ve üzerlerinde
ay - yıldız sembolleri bulunuyordu.
Tahsin Bey’in tüm çalışmalarını belge
ve fotoğraflarla birleştirerek üç cilt
defter halinde Atatürk’e yolladı.
Bunların nerede olduğu bilinmiyordu.
Uzun araştırmalarım sonucunda, bu
belgeleri
Türk Dil
Kurumu’nun
kitaplığında buldum. Halen 56 ve 57
numaralı kayıtlarda bunlar muhafaza
edilmektedir.
Bu değerli çalışmaların hiç biri
malesef basılmamıştır. Oysa ki bu
belgeler dünya kültür tarihine ışık tutan
eşşsiz bilgilerle doludur. Gerek dünya
dinlerinin kökenini, gerekse dünya
insanlık tarihinin bilinmeyen yönlerini
aydınlatan bu belgeler hakkında mutlaka
kamuoyuna ayrıntılı bilgi verilmelidir.
Gerek
Churchward’ın
kitapları,
gerekse
Tahsin
Mayatepek’in
çalışmaları basılıp yayınlandığı zaman
Atatürk’ün düşüncelerini belki daha iyi
anlayabiliriz. Aksi taktirde bu eserler
de, Atatürk’ün gizli kalmış düşünsel
yönleriyle
beraber,
Anıtkabir’in
sessizliğinde
uyumaya
devam
edeceklerdir. Aynen Mu kıtasının
kalıntılarının
Büyük
Okyanus’un
derinliklerinde beklediği gibi...
Şimdi bu belgelerden de edindiğim
bilgiler ışığında sizlere Mu ve Atlantis
Uygarlıkları, daha sonra da bu
uygarlıkların bizim uygarlığımıza olan
etkilerini
kısaca
özetlemeye
çalışacağım...
KAYIP UYGARLIKLAR ve
KAYIP SIRLAR
“Bizim bilmediğimiz bazı sırlara
eskilerin vakıf olduklarını kabul etmek
zorundayız.”
Bu sözler 20. Yüzyılın önemli
bilimadamı olan Einstein’a aittir. Evet...
İster kabul edelim ister etmeyelim ancak
tarihin geçmiş devirlerine doğru
uzandıkça eskilerin bizim bilmediğimiz
sırlara sahip olduklarını görüyoruz.
Böylelikle Einstein’ın bu konuda da
haklı çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kimdi bu eskiler? Bu eski insanlar
ATATÜRK’ün de izlerine rastladığı Mu
ve Atlantisli bilgelerdi.
Mu ve Atlantisliler’in, maddi ve
manevi alanda son derece ileri seviyede
bilgilere sahip oldukları, günümüze
kadar gelen yazılı belgelerde kendini
göstermektedir. Örneğin, M.S. 8.
yüzyılda
Mahavira’yı
yazan
Bhavabonti’nin anlattıkları bu sırların
Hint’tin sakladığı sırlarda açıkça
bilindiğini gösterir. Günümüze kadar
gelebilen bu belgede şunlar yazılıdır:
“Kutsal
bilimin
sırları
ancak
inisiyelerce malumdur. Binlerce yıldan
beri ermişler, Brahma ve başkaları,
bunları
gördüler
ve
öğrendiler.
Kriçaçva, Mu Bilim Rahipleri’nin gizli
bilimlerinin bütün sırlarını açıklamıştı.
Bana da bunları Viçvamitra söyledi.”
Gene
Mahavira’nın
beşinci
bölümünde, Puşpaka denilen bir çeşit
hava taşıt aracıyla, insanların taşındığı
anlatılır. Ayrıca bu hava taşıt
araçlarının, gece seferlerini yaparken
birer
yıldız
gibi
parladıkları
belirtilmektedir.
Öte yandan, Hint Yogasutrası,
Aiçvaryalar’dan söz eder. Aiçvarya, bir
insanın sahip olduğu halde kullanmasını
bilemediği
yeteneklerini
öğretme
bilimidir.
Yogasutra, aşağıda yazılı olan bilim
türlerinin Naakaller’den, yani MU’da
hem rahip hem de bilgin sıfatıyla
yaşayan bir sınıftan (Mu Bilim
Rahipleri’nden) alınmış olduğunu yazar.
Hint Aiçvaryalar’ı yedi bölüm
halindedir:
1. Amma: Düşünce gücüyle maddeleri
ufaltıp büyütebilmek. Maddeler
üzerinde çeşitli etkilerde bulunmak.
(Telekinezi)
2. Lghima: Cisimleri hafifletmek ve
havada durdurabilmek. (Levitasyon)
3. Prapte: Zaman sınırlarını aşarak,
çeşitli yerlere ulaşmak ve düşünce
nakli. (Astral Seyehat ve Telepati)
4. Prakamya: İrade yolu ile, gaz, sıvı
ve katı cisimler arasından geçebilmek.
5. İçitritva: Maddelerin özelliklerini
değiştirme. (Alşimi - Simya)
6. Sohtart: Kendi bedenine ikinci bir
ruh sokabilmek. (Medyomluk)
7. Atartvaç: Görünmez olabilmek.
(Demateryalizasyon)
şu küçük alıntıdan bile, bir zamanlar
ne denli inanılmaz bilgilerle insanların
yetiştirildikleri ortaya çıkmaktadır.
Günümüz Parapsikoloji Bilimi’nin
ilgilendiği bu çalışmalara verilen
isimleri, ben de size parantezlerle
yukarda aktarmaya çalıştım.
Bu bilimleri öğreten, “Mu Bilim
Rahipleri”nin ne denli bir kudrete sahip
olduklarını hayal etmek bile, insanın
içini ürpertmeye yetmektedir...
Daha sonra okyanusun sularına
gömülen bu uygarlıklar, batmadan önce
kendi kültürlerini çevre kıtalara
yaymışlardı. Orta Amerika’ya, Orta
Asya’ya ve Afrika Kıtası’nın Kuzey
Bölgesi’ne yani Mısır’a yaptıkları yoğun
göçlerle, ellerinde bulundurdukları
sırları bu bölgede yaşayanlara da
aktarmışlar ve onları, gerek bilim
alanında
gerekse
din
alanında
eğitmişlerdi.
Mu ve Atlantis Uygarlıkları’nı
Gösteren Bu Haritanın
Orjinali
Atatürk’ün
Araştırmış
Olduğu
Churchvard’ın
Kitaplarında
Bulunmaktadır.
BU SIRLAR MISIR’A
NASIL GELDİ?
Ezoterik kayıtlardan, bu sırların
Mısır’a gelişinin, Atlantisli bir bilge
olan
Thot
tarafından
olduğunu
öğreniyoruz. Bazı kaynaklar, Thot’dan
önce yine bir Atlantisli bilge olan,
Osiris’in de Mısır’a gelmiş olduğunu
söyler. Mısır’a gelen bu bilgiler son
derece gizli tutulmuş ve Altın Çağ’ın
İlahi Sırları olarak muhafaza edilmiştir.
Daha sonra bazı dinlerin ortaya
çıkmasında belirleyici bir fonksiyon da
gören bu bilgiler, açık bir şekilde değil,
üstü örtülerek, şifrelendirilerek halka
anlatılmıştır.
Dünya
üzerindeki
mitolojilerin ve birçok dinin ortaya
çıkışı işte bu sırlara dayanır.
Ancak gerek dinlerin, gerekse
mitolojilerin içindeki bilgilerin şifresi,
geniş
halk
kitleleri
tarafından
anlaşılamadığı
için,
özellikle
yurdumuzda bu konuda yeterli bilgi
edinilememiş ve dinlere gerekli şekilde
yaklaşılamamıştır.
MU UYGARLIĞI UZAYLILAR VE GİZEMLİ
HARİTALAR
İlk olarak ATATÜRK’ün yurdumuza
kazandırdığı Mu Uygarlığı ile ilgili
belgeleri,
ilk kez Anıt Kabir
Kitaplığı’nda incelediğimde, doğrusunu
söylemek
gerekirse,
gözlerime
inanamamıştım. Burada büyük bir tarih
ve cevaplanamayan sorulara ışık tutacak
çok değerli bilgiler bulunmaktaydı. Ve
ne
yazık
ki
bunlarla
kimse
ilgilenmiyordu.
Bu belgeler ışığında konumuza devam
edelim....
Mu topraklarında yaşayan 64 milyon
nüfusun hepsi tek bir çatı altında
toplanmışlardı. Başlarında bulunan
hiyerarşik
şef
Ra-Mu
olarak
anılmaktaydı. Mu Uygarlığı’nın bir diğer
adı da “Güneş İmparatorluğu” idi. Halk
Ra-Mu’ya karşı sonsuz bir saygı
duymakta ve onu maddi ve manevi
yönetimin şefi olarak görmekteydiler.
Şu anda
Meksika
Müzesi’nde
saklanmakta olan ve bundan 15.000 yıl
öncesinde yazıldığı tespit edilen
tabletlerden birinde şöyle yazmaktadır:
“...Bu tapınak, MU’nun temsilcisi RAMU’nun hükmü altındadır. Tanrı’nın
gözleri gece ve gündüz her şeyi görür ve
RA- MU’nun ağzı vasıtasıyla doğruyu
söyler...”
(Bu tablet uzun bir süre Tibetli
rahipler tarafından muhafaza edildikten
sonra,
William
Niven’e
teslim
edilmiştir.)
Gerek Niven’in, gerekse de Atatürk’ün
araştırdığı
Churcward’ın bulguları
birbirleriyle tamamen örtüşüyordu. Her
iki araştırmacı da farklı yerlerde, aynı
belgelere ulaşmışlardı. Bu belgeler
Mısır, Hint ve Tibet mabetlerinde
yüzyıllardır rahiplerce muhafaza edilen
belgelerce de doğrulanmaktaydı.
Elde
edilen
bilgiler
yanyana
getirildiğinde Dünya üzerinde bir
zamanlar son derece ileri seviyeli
uygarlıkların yaşamış olduğu net bir
şekilde ortaya çıkıyordu. Ortaya çıkan
bir diğer bulgu da, o dönemlere ait
uygarlıkların uzaylılarla yakın temasta
bulunduklarıyla ilgiliydi. Tüm belgeler
bunu ispat edecek nitelikteydi. Bu sır ilk
defa yurtdışında ortaya çıktığında geniş
yankılara sebebiyet vermiş ve bir çok
araştırmacıyı bu alanda incelemeler
yapmaya sevk etmiştir.
Ünlü araştırmacı yazar Peter Colosimo
“Timeless Earth” adlı kitabında eski bir
Hint yazısından bahseder:
“Ulaşılmaz yüksekliklerden hızla
inerken çıkardığı gökgürültüsü gibi sesi
ve gökyüzünü ateş dilleriyle dolduran
alevlere bürünmüş olarak, Ateş’in
Oğulları’nın arabası, “Parlak Yıldız”dan
gelen Alev Tanrıları’nın arabası
göründü. Gobi Denizi’nin yemyeşil ve
göz kamaştırıcı, mis kokulu çiçeklerle
örülü Ak Adası üzerinde durdu.”
Arkeolog Harold Wilkins de aynı
şekilde: “Büyük beyaz yıldızdan inmiş
insanların Gobi Denizi’ndeki adaya
yerleştiğini ve adayı yeraltı galerileriyle
karaya bağladıklarıyla ilgili her türlü
kanıt bilimsel olarak mevcuttur”
demektedir.
Ele geçirilen belgeler arasıda eski gök
haritaları da vardır. Tibet yörelerinde
bulunan bu haritalarla ilgili kamuoyuna
ilk açıklama Peter Colosimo tarafından
yapılmıştır. “Timeless Earth” adlı
kitabında bu konuyla ilgili Colosimo
şunları yazmaktadır:
“Bir süre önce, Himalayalar’ın
eteklerinde, Bohistan Mağaraları’nda bir
gök
haritası
ele
geçirilmişti.
Astronomlar bu haritanın doğru olmakla
birlikte bizim çizdiğimiz haritalara
uymadığını fark ettiler. Niçin? Evet,
niçin bu haritalardaki yıldızlar 13.000
yıl önceki konumlarında dizilmişlerdi?”
(Bu harita 1925 yılında ‘National
Geographic
Magazine’de
yayınlanmıştır.)
Buna benzer bir başka olay da 1778
yılında meydana gelmişti...
Paris Belediye Başkanı ve Fransa
Kraliyet Astronomlarından Jean Sylvain
Bailly’e
misyonerler
tarafından
Hindistan’da bulunan bazı haritalar
getirildi. Haritaları inceleyen astronom,
bu haritaların binlerce yıl önce yapılmış
olması gerektiği sonucuna vardı.
Haritalar
Hindistan’da
yapılmış
olamazdı. Çünkü oradan görülemeyecek
yıldızları da kapsıyordu. Astronom
yaptığı hesaplar sonucunda haritaların
çizildiği noktayı saptayabildi. Bu gün
Gobi Çölü’nün uzandığı bölgeydi burası.
Astronom çok haklı olarak Hintliler’in
bu haritaları kendi uygarlıklarından çok
daha eski ve ileri seviyeli bir
uygarlıktan miras almış olmaları
gerektiği sonucuna ulaştı.
Orta Asya efsanelerinde de Gobi
Çölü’nün önemi büyüktür. Efsanelere
göre, çok eski zamanlarda Gobi
Çölü’nün yerinde (bunu jeoloji de
doğrulamaktadır) büyük bir deniz
bulunmaktaydı.
Çin
bilgelerinin
anlattıklarına göre, bu denizde ‘mavi
gözlü ve sarı saçlı beyaz insanlar’ın
yaşadığı bir ada vardı. Efsaneler ve gizli
sırlar bilgisine sahip rahipler bu adada
yaşayanların gökyüzünden geldiklerini
söylerler...
Bu bilgiler
Ezoterik
kaynaklarda ifade edilen bilgilerle de
parelellik gösterir. Ezoterizm’e göre,
Mu halkı’na uzaydan gelen bilgeler
kozmik sırları açıklamışlar ve onları
eğitmişlerdir.
Rus Prof. Arkeolog Koslof, Gobi
Çölü’nde kadim Khara-Khota kentinin
kalıntılarında kazılar yaparken bir
mezara rastlamıştı. Yapılan hesaplar, bu
mezarda bulunan bir duvar resminin
18.000 yıl önce yapılmış olduğunu
ortaya çıkarttı. Ancak işin en ilginç
tarafı, mezarın duvarında bulunan resmin
tamamen Mu yazıtları ve sembolleriyle
dolu olmasıydı.
Bütün bunların anlamı neydi? Mu
Uygarlığı’nın elindeki sırların içeriği
nelerle doluydu... Bu sırları bizim
devremiz
uygarlıklarına
nasıl
aktarmışlardı. Bunları ortaya çıkartmak
mümkün mü?
Tekrar geri dönmek üzere şimdilik
konuyu burada noktalıyoruz...
II. BÖLÜM
EZOTERİZM ve
İNİSİYASYON
“GİZLİ ÖĞRETİCİLİK”
Güneş altında söylenmemiş söz yoktur”
İNİSİYASYON NEDİR?
İnisiyasyon kelimesi kök olarak,
Latince “İnitiatio”dan gelir. İngilizce ve
Fransça’da
aynı
şekilde
geçer.
Osmanlıca’da karşılığı “tedris, irşat”
olup, Türkçe anlamı “öğretme, doğru
yolu gösterme” dir.
Kökeni Mu ve Atlantis’in sırlarına
kadar uzanan ve bizim insanlık
tarihimizde
çeşitli
toplumların
bünyelerinde yaşamış olan gelenekler
vardır. Bunlar gizli yapıdadırlar. Bu
eski gelenekler, ancak bazı özel
merkezlere bağlanılmak vasıtasıyla
öğrenilebilirdi. İşte bu ezoterik yani
gizli bilgileri öğrenmek için girilen uzun
ve zorlu yolun tamamına, “inisiyatik
öğrenim” adı verilirdi. Bu inisiyatik
merkezlerde, inisiye adayı yani öğrenci,
inisiyatörün yani öğretmenin özel
şartlarına bağlanmak suretiyle, bu sırlara
vakıf
olurdu.
Sırların
herkese
açıklanmaması birinci şarttı. Bunlar
ancak belli, sınırlı sayıda kişiye
açıklanırdı.
Kısaca
özetleyecek
olursak,
inisiyasyon; bazı sırların öğrenilmesinde
izlenen
yöntemler
topluluğudur
diyebiliriz. Bu süre içinde inisiyatör,
inisiye adayını son derece zorlu
sınavlardan geçirirdi. İnisiye adayı
birbiri ardına gelen sınavları geçmeden,
bir üst aşamaya kesinlikle geçirilmezdi.
EZOTERİZM NEDİR?
Ezoterizm’in Osmanlıca’daki karşılığı
“Batınilik”tir. Batın: İç yüz, içteki
anlamına gelir. Bunun Türkçe karşılığı
“içrek” kelimesidir ki, bununla “içte
kalan,
saklı”
yani
“GİZLİ
ÖĞRETİCİLİK” kastedilmektedir.
Bu, herkese açıklanmayan, herkese
öğretilmeyen, gizli bir yerde, gizli bir
şekilde gerçekleştirilen bir öğretim
şeklidir. Kozmik kökenli olduğunu
söyleyebileceğimiz Mu ve Atlantis’in
sırları öğrenen bizim devremizin
insanları, işte binlerce yıl önce böyle bir
yöntemle ellerindeki bilgileri kuşaktan
kuşağa aktarmaya çalışmışlardır.
EZOTERİZM EGZOTERİZM
Ezoterizm’in içrek yani içteki gizli
sırlar anlamına geldiğini söylemiştim.
Egzoterizm de kelime anlamı olarak,
dıştaki görünen, herkesin bildiği gizli
olmayan bilgiler demektir. Ezoterik
çalışmalardaki sırlara - gerçeklere nüfuz
edebilmek için önce Egzoterizm’den
geçmek gerekirdi.
İnisiye adayı önce bir şeyin görünür
dış anlamından başlayarak ilerlerdi.
Çünkü
bir
gerçeğin
kendisiyle
karşılaşmadan
evvel,
onu
hazmedebilecek bir sürece ihtiyaç
bulunmaktaydı. Yani gözlerin o güçlü
ışığa hazırlanması gerekmekteydi. Aksi
takdirde karanlıklar içinde yaşamaya
alışmış gözler, o güçlü ışığa bir anda
uyum sağlayamazlardı. Bir hazırlık ve
hazmetme devresi şarttı.
HARİCİLER ve
BATINİLER
Genel olarak bir inisiyatik çalışmada
iki ayrı gurup bulunurdu. 1- Hariciler. 2Batıniler.
Hariciler yolun henüz başındaki
gruptur. Egzoterizm safhasındaki bu
grup, gerçeğin kendisiyle henüz temas
etmemiş ama onu elde etme yolunda
çalışmalarını
sürdüren
inisiye
adaylarından oluşurdu.
Bu ilk açıklamalardan da, inisiyatik
çalışmaların
aşamalardan
geçilen,
derece derece ilerlenen bir yol olduğu
açıkça anlaşılmaktadır.
DİNLERİN DE
EGZOTERİK ve
EZOTERİK YÖNLERİ
VARDIR
Günümüzde dinlerin ezoterik yönü
büyük bir oranda unutulmuş durumdadır.
Dinlerin gerçek mahiyetiyle
ele
alınamamasının aslında en önemli
sebeplerinden biri de budur. İçle değil
dış kabukla ilgilenenlerin elinde, dinler
günümüzde büyük bir oranda dejenere
edilerek yozlaştırılmışlardır. İnanan
neye inandığını, inanmayan da neye
inanmadığını bilmeden bu koşuşturmaya
katılmaktadırlar.
Dinlerin
gizli
anlamlarına nüfuz edebilmek için
ezoterik bir çalışma şarttır. Aksi
takdirde dinlerin sembollerle anlattığı
bilgiler bizim için çözülmesi imkansız
birer bilmeceler halinde kalacaktır... Ki
kalmıştır da zaten...
Dış kabukla uğraşan ve içle uğraşmayı
aklına bile getirmeyenlerin elinde,
gerçek değerinden sapan dinler maalesef
artık insanları uyandırmaya değil,
uyutmaya alet olmaktadır. şüphesiz ki bu
dinlerin suçu değil, dinlerin egzoterik
halkasından
içeriye
giremeyen
bilgisizlerin
marifetidir.
Bu
da
insanların
bilgilenmesini
ve
aydınlanmasını istemeyen karanlık şer
güçlerin işine gelmiş ve bu yanlış gidişat
adeta desdeklenir olmuştur.
Tüm şeriatçı akımların böyle bir
sürece hizmet etmekte olduklarını
söylemeye her halde gerek bile yoktur.
Sizler
onları
zaten
gayet
iyi
tanımaktasınız!...
Oysa ki, binlerce yıl öncesine ait eski
dönemlerde, tüm dinlerin ezoterik yönü
birinci
derecede öneme sahipti.
İnisiyasyonun yoğun bir
şekilde
uygulandığı o eski devirlerdeki dinlerin
ezoterik
yönünün
ele
alındığı
çalışmalara
“Sırri
Dinler”
adı
verilmiştir.
Merkez Mısır olmak üzere, burada
eğitilen bir çok inisiye kendi ülkelerinde
de benzer çalışmaları gerçekleştirmiş ve
böylelikle zincir halkalar halinde çeşitli
toplumlara yayılmıştır. Anadolu’da
Sufizm’in ve Tasavvufun ortaya çıkışı
hep bu halkalarla bağlantılıdır.
Tüm bu merkezlerdeki sırlar bilgisine
sahip öğretmenler, üyelerini özel bir
eğitimden yani inisiyasyondan geçirirler
ve onların iç ruhsal gelişimini
hızlandırmak maksadıyla, bazı sırları
açıklarlardı.
GELENEK NEDİR?
Ezoterizm’de gelenek tabirinin özel bir
kullanılışı vardır. İnsan, yaşamın ve
varoluşun sebeplerini kendi başına
bulacak ve evrenin sırlarını tek başına
çözebilecek güçte değildir. İşte bu
sırları, bu bilgileri soydan - soya intikal
ettirmeye “gelenek” isimi verilmiştir.
İngilizce ve Fransızca’da “Tradisyon”
olarak geçer.
Bunun altında aslında bilgiyi ve tesiri
nakletme prensibi yatar. Evrende her şey
bildiğimiz ve bilemediğimiz belirli
kurallar dahilinde gerçekleşmektedir.
Bunlar bazen üstün sezgilerle, bazen de
bu bilgiyi bilen bir kişiden öğrenilebilir.
Bu
öğrenmiş
olduğunuz
bilgiyi,
güvendiğiniz
bir
başkasına
söylüyorsunuz. Böylece o kişi de, sizinle
birlikte, bazı sırları muhafaza eden kişi
durumuna geçiyor. Bunu sizden sonra
gelecek kuşaklara
da
nakletmek
istiyorsunuz. İşte böylelikle gelenek
oluşmaya başlıyor.
Aktarılan bu bilgiyle birlikte aslında
bir enerjinin de aktarımı söz konusudur.
Çünkü her bir bilginin kendisine özgü
bir tesir alanı yani enerjisi vardır.
Örneğin Mevleviler’in sema sırasında
bir ellerinin yukarıya açık olması, buna
karşılık diğer ellerinin yere dönük
olması tesirin nakledilme mecburiyetini
sembolize eder. İşte bir bilginin, bir
tesirin bir yerden bir başka yere
nakledilmesi en büyük prensiplerden
birini oluşturur. Bilginin kuşaktan kuşağa
aktarılmasıyla büyük bir vazife yerine
getirilmiş olur.
Ezoterik bilgilere göre, insan bunu
yaptığı sürece, evrenin büyük zincirinin
küçük bir halkası haline gelebilir.
EZOTERİK ÇALIŞMA
PRENSİPLERİ VE AMACI
Doğal olanı incelerken, onda doğaüstü
olanı da görebilmeniz lazımdır. Bunu
başarıyorsanız, siz ezoterik olarak
çalışıyorsunuz demektir. Çünkü her şey
bir şeyin sembolüdür. Örneğin başlı
başına ele alacak olursak; evren, bizzat
evren üstü bir prensibin sembolüdür.
Kitabımızın
sembolizmle
ilgili
bölümünde bu konuyu daha anlaşılır bir
hale getirmeye çalışacağım.
Her hangi bir sembolün içerdiği anlam
yani sır, onun içinde gizlidir. O sembolü
bir bilmece gibi çözmeden, o sırrı
öğrenemezsiniz. Biz yine konumuza
dönelim.
Ezoterizm’de 3 önemli çalışma
prensibi vardı.
1- Sır, sükunet içinde, sessizce alınır
ve ondan kimseye söz edilmezdi.
2- Öğrencinin araştırma isteğini
güçlendirmek ve gelecek olan asıl
bilgiye uyumunu sağlayabilmek için
aktarılan bilgiler açıkça değil,
sembolik öğretim metodu kullanılarak
yani üstü örtülerek verilirdi.
Böylelikle henüz daha inisiyatik bir
eğitimden geçmeye hazır
olmayanların, bu sırları öğrenmeleri de
önlenmiş olurdu.
3- Bu gizli öğreti devamederken,
öğretmen öğrencisine aktardığı
bilgilerle ilgili şuur halini yükseltici,
anlayışını kolaylaştırıcı manyetik
enerjileri de aktarırdı ki, bu
inisiyasyonun en önemli
özelliklerinden biriydi. Bu enerjiler
sayesinde öğrenci yeni karşılaşmakta
dolduğu bilgileri çok daha kolay
anlayabilir ve bu yeni gelişmelere çok
daha kolay uyum sağlayabilirdi. Uyum
sağlayamamak, inisiyasyonun en
büyük rizikolarından biriydi. Çünkü, o
ana kadar edinmiş olduğu anlayışların
çok ötelerindeki bir sınırla karşılaşan
öğrenciler, büyük şoklara
girebilmekteydi. Böyle şoklara girerek
uyum sağlayamayan ve öğrenimini
yarıda bırakmak zorunda kalan çok
sayıda aday bulunmaktaydı. Böyle bir
durumla karşı karşıya kalan aday,
derhal öğrenimin dışına çıkartılır ve
çalışmalarına son verilirdi. Ancak
mabedi terketmesine asla izin
verilmezdi.
AYİNLER, MERASIM ve
TÖRENLER
İnisiyasyonun belirli dönemlerinde
yapıla gelen en önemli uygulamalardan
biri de, çeşitli ayin, merasim ve
törenlerdi.
Bunlara
Ezoterizm’de
“ritüel” adı verilmiştir.
Bu konuyla ilgili olarak, ünlü
Ezoterizm araştırmacısı Mircea Eliad
bakın neler söylüyor:
“Rahipler ile insiyelerden oluşan bu
topluluklar, her yıl belirli dönemlerde
özel bayramlar düzenlerler ve bu
kutlamalara sembolik piyesler eşlik
ederdi. Misterler adı verilen bu piyesler
değişik yerlerde sergilenirdi. Bunların
en tanınmışları, Grek dünyasında
Elözis’te, ayrıca Mısır’da da Filae
adasında sahnelenmekteydi. Bu sembolik
piyeslerin içeriği hemen hiç değişmezdi.
Hem Grek hem de Mısır kökenli
mitlerde aynı tema işleniyordu:
Tanrı’nın ölümü ve yeniden doğuşu...
Bu
anafikir,
tüm
misterlerin
belkemiğini oluşturuyordu.”
Neydi bunun anlamı? Bu konuya ilerde
tekrar döneceğiz. Biz şimdilik Mircea
Eliad’ı takip etmeye devam edelim:
“Bu
sembolik
anlatımla
neyi
vurgulamaya çalışıyorlardı? Aslında,
halk için misterlerin tüm içeriğini
oluşturan söz konusu piyesler, sadece
ikincil önemdeydi. Misterlerin özünü
oluşturanlar
ise,
bu
piyeslerin
perdelediği okullardı. Okullar’ın amacı
ise, insanları inisiyasyona hazırlamaktı.
Misterlerin gerçek anlamını ve niteliğini
ancak belirli sırlarla karşılaşabilme
imkanına olaşabilen insiyeler tarafından
bilinmekteydi. İnisiyasyon sürecine,
bazıları halka açık olarak yapılan
karmaşık törenler ve adayın geçmek
zorunda olduğu çeşitli sınavlar eşlik
ederdi. İnisiyatik yani özel eğitimin
dışında kalan kitlelere; bu sembolik
uygulamaların aslında inisiyasyonun
safhalarını
anlatmakta
oldukları
açıklanırdı. Halkın izledikleri sadece
birer törenden ibaretti. Asıl eğitim
sadece
çok
küçük
bir
gruba
verilmekteydi.”
TARİKATLAR
BİLMECESİ
Günümüzde tam bir keşmekeşliğe
bürünen tarikatlar tartışmasına bir
açıklık getirebilmek için, şu anda
üzerinde durduğumuz konuyu çok iyi
açıklığa kavuşturmamız gerekir. Aksi
takdirde
tarikatler
bilmecesini
çözebilmemiz mümkün değildir. İşte bu
meseleyi daha anlaşılabilir hale
getirebilmek için konumuza kaldığımız
yerden devam edelim...
Nefsini tanımada ve terbiyede, aynı
zamanda maddeyi tanımada, onun
kökenini bilmede ve anlamada gereken
bilgileri elde edebilmek ve bunun
uygulamalarını yapabilmek için bir yol
lazımdır. Bu açıdan bakıldığında
inisiyasyon özel bir yola giriş anlamına
gelir. Bir öğrenim yolu...
İnisiyasyonun
amacı
insanı
ulaşabileceği en üstün şuur haline
çıkartmaktır. Bu ulaşılacak nokta
insandan insana değişik özellikler
göstermekteydi. Peki bunun sebebi
neydi? Niçin böyle bir yoldan geçen
herkes aynı seviyeye ulaşamıyordu?
Bunun cevabı yine inisiyasyonun gizli
bilgileri içinde saklıydı...
İnisiyasyonda aslında insana dışarıdan
kazandırılacak bir şey yoktu. Her insanın
iç potansiyalinde mevcut olanın açığa
çıkartılması söz konusuydu. Bu sebepten
dolayı, aynı inisiyasyona dahil olan
insanların
ulaştıkları
seviyeler,
birbirlerinden
farklılıklar
gösterebilmekteydi.
Az
sonra
göreceğiniz gibi, inisiyasyounun son
safhasına kadar gelebilen insanların
sayısı hiç de fazla olmamıştır. Çoğu
belli bir dereceye kadar gelip orada
kalmış ve daha fazla ilerleyememiştir.
Çünkü içlerindeki potansiyal güç daha
fazla
ilerleyebilmelerine
imkan
sağlayamamıştır. Bir örnek vermek
gerekirse, Mısır’da aynı inisiyasyondan
geçerek Osiris rahibi olarak yetiştirilen
Fisagor son safhalara kadar gelirken,
Eflatun inisiyasyonun ancak ortalarına
kadar ilerleyebilmişti.
Böyle olmasına rağmen yine de bir çok
kimsenin bilmediği sırnlara sahip olan
Eflatun, orada öğrendiklerini daha sonra
felsefi bir tarzda çevresine üstü örtülü
bir şekilde aktarmıştır.
Az önce inisiyasyonun bir yol
olduğunu
söylemiştik.
Tarikat
kelimesinin kökeni de aynı anlama gelir.
Tarik: Yol demektir. Tarikatlerin ilk
ortaya çıkışları tamamen inisiyatik bir
özellik taşır. Batıni yani içsel gizli
bilgilerin öğretildiği ve bunların
uygulamalarının yaptırıldıkları özel
merkezlerdi. Belli bir süre, son derece
önemli çalışmaların yapıldığı bu
merkezlerden çok sayıda kişi
eğitimden geçirilmiştir. Sufizmin
kökeni de, böyle bir özellik gösterir.
Osmanlı devrinde belli bir süre
bozulmadan eğitim hizmeti veren bu
merkezler, daha sonraki yıllarda
fonksiyonlarını kaybetmişlerdir. Diğer
ülkelerde meydana gelen dejenerasyon
burada da kendini göstermiş ve içle
uğraşan bu merkezler, dışla uğraşmaya
başlamışlar ve her biri siyasi bir
hüvviyete bürünerek asıl yoldan
sapmışlardır. Dolayısıyla günümüzdeki
tarikatların inisiyatik bir çalışmayla
uzaktan yakından bir ilgileri kalmamış
durumdadır.
İNİSİYASYON HİÇ BİR
DİNİN TEKELİNDE
DEĞİLDİ...
İnisiyatik
çalışmaların
temel
prensipleri ve uygulanan metotları
belirlidir. Bu metot ve prensiplerin
kökeni ise Atlantis ve Mu Uygarlıklarına
kadar uzanır. Bu metotlar ilk kez
Mısır’da,
Tibet’te
ve
Amerika
Kıtası’ndaki Yukutan bölgelerinde
kurulan mabetlerde bizim devremiz
insanlarına öğretilmeye başlandı.
Bu merkezlerden Mısır’ın bir başka
görevi daha vardı. Bu sırları çevre
ülkelerden gelenlere de öğretmek...
Böyle bir görevi üstlendiği için bu
bilgilerin kaynağı olarak hep Mısır
gösterilmiştir. Aslında aynı bilgiler
sözünü ettiğimiz diğer merkezlerde de
vardı ama onlar inisiyatik bir çalışmanın
merkezini
oluşturma
görevini
almamışlardı. Sırları sadece kendi
bünyelerinde saklıyorlardı.
Böylelikle kendisine verilen görevi
Mısırlı rahipler yerine getirmeye
başladılar. Bu görevlerini yerine
getirebilmeleri için gerekli olan
mabetler de, bizzat Mu ve Atlantisli
bilgelerin yardımlarıyla inşa edildi.
İlk kez Atlantisli bilgelerden öğrenilen
bu sırlar daha sonra Mısırlı rahiplerce
çeşitli dine mensup kişilere öğretildi. Ve
bu sırları öğrenenler, kendi dinlerinin
içinde
bu
bilgileri
kullanmaya
başladılar. Osmanlı döneminde Sufiler
de bu sırları İslam dininde uygulayarak
kendi insanlarına bu bilgileri kuşaktan
kuşağa kısıtlı sayıda da olsa aktardılar.
Karşılaştırılmalı olarak incelenirse, tüm
ulusların inisiyatik çalışmaları her ne
kadar farklı dinlerin içinde yapıldıysa
da, hepsinin belirli özelliklerde
birleştikleri görülür. İşte bu ortak
özelliğin sebepleri de, evrensel bir
eğitim yolu olan inisiyasyonun temel
özelliklerne bağlıydı...
Kitabımızın ilerleyen sayfalarında bu
husus çok daha net bir şekilde karşınıza
çıkacaktır. Sıkılmadan o sayfalara kadar
gelebilirseniz, bunu tüm açıklığıyla
görmeniz mümkün olacaktır. Biz
kaldığımız yerden ilerlememize devam
edelim...
İNİSİYASYONA KABUL
ŞARTLARI
Her isteyen böyle bir yola giremezdi.
Samimi arzusunun yanı sıra insanda
aranan bazı şartlar vardı.
1- Beden Temizliği:
Bundan kasıt, sık sık yıkanmak
değildir. Burada sözü edilen bedenin iç
temizliğidir. Yani alınan besinlerle,
bedene
iyi
bakma
konusundaki
temizliktir. Zararlı besinleri yiyen,
uyuşturucu kullanan, aşırı alkol alan
kişiler kesinlikle inisiyasyona kabul
edilmezlerdi. İnisiyasyonda tavsiye
edilen beslenmede sebze ve meyve baş
sırayı alırdı. Özellikle kırmızı et insan
bedeninde kaba enerjilerin birikmesine
sebebiyet verdiği için beyaz etin
dışındaki
etlere
kesinlikle
izin
verilmezdi. Ve uzun süre kırmızı etle
beslenmiş kişiler inisiyasyona kabul
edilmezlerdi.
2- Duygusal Asalet:
Bundan, insanlara karşı gerçekten
insanca duygular içinde bulunmak;
sevgili, hoşgörülü, merhametli olmak
kastedilirdi. İçtenlik ve samimiyet
aranan vazgeçilemez şartların başında
gelirdi. Olumlu - pozitif hislerle dolu
olmayanlar derhal rahiplerce farkedilir
ve daha ilk başlarda elenirdi.
3- Zihin Genişliği:
İnisiye adayı zeki olmalıydı. İyi bir
gözlemci ve sentezci olması beklenirdi.
Olaylara farklı açılardan bakabilmek,
küresel
bir
anlayışla
olayları
değerlendirebilmek, inisiye adayında
aranan en önemli şartlardan bir
diğeriydi. Olayları alışılagelmiş, ön
yargılar ve tabularla değerlendiren
değil, son derece esnek ve sıradışı
diyebileceğimiz
bir
yetenekle
kavrayabilen
kişiler
titizlikle
seçilirlerdi.
4- Ruhsal Olgunluk Seviyesi:
İç potansiyalinin zengin ve bu
potansiyalin belli bir çalışmayla ortaya
çıkartılıp çıkartılamayacağına dikkat
edilirdi. Aday mutlak surette sır
saklayabilecek
ruhsal
olgunlukta
olmalıydı. Kendini göstermek için, olur
olmaz her şeyi söylememesi gerektiğinin
bilincinde olup olmadığına bakılırdı.
Çeşitli komplekslerini yenmiş ve
ahlaksal
olarak
zaaflarda
bulunmamalıydı.
His
realitesinin
kıskaçları altında kalmış olmamalıydı.
İNİSİYASYONUN
SAFHALARI
Tam bir inisiyasyonda üç büyük safha
vardı.
1- Küçük Sırlar:
Özel eğitimin başlamasıyla birlikte,
adaylar teorik ve pratik çalışmalardan
geçirilirdi.
İlk
hedef,
adayı
egoizmasından sıyırmaktı. Çünkü kendi
iç denetimini başka türlü sağlayabilmesi
mümkün değildi. Aday bir yandan yeni
yeni bilgilerle karşılaşırken, bir yandan
da adına “Kendini Bilmek” adı verilen,
çok titiz bir çalışmadan geçirilirdi. Bunu
da
çeşitli
pratiklerle
adaya
uygulatırlardı. Öncelikle adaya egosunun
ve çeşitli zaaflarının esiri oldu
farkettirilir, daha sonra da bu esaretten
kurtulması için son derece zorlu
deneylere tabi tutulurdu. Yani öncelikle
hapiste olduğunu farkedecek, ondan
sonra da hapisten kurtulma ihtiyacını
hissedecekti. Beklenen buydu işte...
Tüm bunların tek bir gayesi vardı:
Kendini her yönüyle tanımak. Tanıdıktan
sonra da değişmesi gereken taraflarını
törpülemek. Bu safha inisiyasyonun en
uzun süren çalışmalarını oluştururdu.
“Kendini Bilmeyen Rabbini Bilemez”
sözü,
tüm
inisiyasyonun
temel
prensiplerinin
başında
gelirdi.
İnisiyasyonun ilerki aşamalarında çok
daha net bir şekilde anlaşılacak bir
sözdü bu...
Küçük sırlara ermiş kişilere Eski
Mısır’da “Mist” ismi verilirdi. “Mister”
sözü de oradan gelmektedir. Küçük
sırlar, Mist’lere evrende mevcut olan
genel işleyiş kanunlarını öğretmeyi konu
edinmiştir. Bu aynı zamanda büyük
sırlar için bir hazırlık devresi olma
özelliği gösterirdi. Peki evrende mevcut
genel işleyiş kanunları nelerdi? Bunlar
varoluşun ve insan pisikolojisinin en
genel bilgilerini oluştururdu. Yani temel
prensiplerini...
Bunları çok genel başlıklarla şöyle
sıralayabiliriz:
• İnsan egosunun esiridir. Bu esaretten
kurtulmadan
özgürleşemez.
Bunu
gerçekleştirebilimek için fazlalıkların
terkedilmesi gerekir.
• İnsan kendi üzerinde uygulayacağı
pratik çalışmalarla bu yolda başarıya
ulaşabilir.
• İnsan varoluş itibariyle kendisinin
hayal bile edemediği büyük bir
potansiyale sahiptir. İçinde gizli olan bu
potansiyal, tanrısal bir güçtür.
• İçinde uyumakta olan bu tanrısal güç
ancak “Kendini Bilme Çalışmaları”yla
ortaya çıkartılabilir. Bu gücün ortaya
çıkmasına engel olan en önemli etkenler:
Gurur, kibir, ön yargılar ve tabulardır.
• Bu tanrısal güç her insanın özünde
vardır. Ancak herkes bu gücü ortaya
çıkartamaz. Büyük bir çoğunluk bu
bilgiden haberdar bile olmadan yaşar.
Yani insanlar uyumaktadır.
• Uyanmış insan bu sırra eren kişidir.
• Uyumakta olan genel insan kitleleri,
birçok yaşamlar boyunca bilmeden bu
gücü ortaya çıkartmaya çalışırlar. Yani
insanlar bir kez dünyaya gelmezler.
Birçok kez doğumlar ve birçok kez
ölümler vardır. Yani insanlar tekrar
tekrar doğarlar.
• İnisiyasyon bu uzun süreci kısaltır.
• İnsan ruh ve bedenden oluşan bir
yapıya sahiptir. Ruhun sonsuz gücü
beden içine hapsolmuşdur.
• Dünya, ruhlar için bir gelişme
ortamıdır. Ruhlar bedenli yaşamları
boyunca bu okulu bitirmeye çalışırlar.
Bu okulu bitiren ruhlar, daha geniş
imkanlara sahip başka okullara gitmeye
hak kazanırlar.
• Dünya okulu ıstıraplarla doludur. Bu
zorlukları yenen için ıstırap yoktur.
• Dünya okulunu bitirebilmek için
ruhlar birçok kez dünyaya doğarlar.
Dünya okulunu bitirenlerin önünde, yeni
imkanlarla dolu yeni dünyalar açılır.
• Ruhların ilk orjinleri mükemmel
olduğu için onların cennetten çıktıkları
söylenmiştir. Bu üstü örtülü bilginin
sırrı, sırlar öğretisinde ilerledikçe adaya
açıklanacaktır.
• Her insanda mevcut olan ama her
insanın kullanamadığı ruhsal yetenekler
vardır. Bunların başında Telepati,
Telekinezi, Durugörü, Astral Seyehat
gibi parapsişik yetenekler gelir. Bu
parapsişik yetenekler, ruhun sonsuz
gücünün dünyadayken ortaya çıkabilen
sadece küçük bir kısmıdır.
• Parapsişik yetenekler özel metotlarla
geliştirilebilir.
• Tüm dinler aynı gerçekleri farklı bir
üslupla insanlara anlatmaktadırlar.
Dinlerin içerdikleri bilgiler sembollerle
aktarılmıştır. Bu semboller çözülmeden
dinlerin mecazi dili çözülemez.
• Halkın bildiği dinle, inisiyenin
bildiği din arasında büyük farklılıklar
vardır. Çünkü halk sırlardan uzak
yaşamaktadır.
• Evrende işlemekte olan bazı yasalar
vardır. Bu yasalar öğrenilirse insan
yaşamını daha kolay tanzim edebilir.
Örneğin her bir olayın bir sebebi ve bir
sonucu vardır. Hiç bir şey evrende
tesadüflerin sonucu değildir. Bu genel
yasaya “Sebep - Sonuç Yasası” denir.
Evrende bu yasa gibi daha pekçok
yasalar mevcuttur. Ve evren bu yasalarla
ayakta durur. İşte adaya bu yasaların
tümü teker teker örnekleriyle birlikte
özel dersler halinde akarılırdı.
• Ölüm, ölüm ötesi yaşam ve
tekrardoğuş konuları, “Küçük Sırlar”
aşamasının
diğer
çalışmalarını
oluştururdu.
***
Aday, bu bilgileri alırken, bir taraftan
da kendini saflaştırmaya çalışırdı. Bu
saflaştırmadan kasıt hem bedeni, hem de
ruhi saflaşmadır. Hem bedensel hem de
ruhsal saflaşmayla aday daha sonra
karşılaşacağı
sırlara
kendisini
hazırlamaya çalışırdı. Buna “arınma”
çalışmaları adı verilmiştir.
Küçük sırlar aşamasının sonlarına
doğru, adaylar son derece zorlu
sınavlara tabi tutulurdu. Sınavlardan
başarıyla geçemeyenler, büyük sırlar
aşamasına dahil edilmezlerdi.
“Ateş”, “su”, “şevhet”, “yemek”,
“nefis” adı verilen sınavlar işte bu
aşamanın sonlarında, adayların geçmek
zorunda oldukları en büyük engellerdi.
Bu engelleri aşan az sayıdaki adaylar bir
üst aşamaya geçirilirlerdi.
2- Büyük Sırlar:
İkinci
aşama
“Büyük
Sırlar”
aşamasıydı. İnsanların bazı gerçeklerle
karşılaşabilmeleri
ancak
kendi
içlerindeki
gerçekleri
keşfedebilmeleriyle mümkün olabileceği
için, inisiyasyonun bu safhasında,
insanın bazı gerçeklerle yüz yüze
gelebilmesi için, önce kendi gerçeklerini
keşfetmesi
hedeflenmişti.
Yani
kaybetmiş olduğu kendisini, bu dünyada
şuurlu olarak tekrar yakalamaya
çalışacaktır.
Küçük sırlar aşamasından geçen
adaylar artık, adaylıktan da kurtulmuş
olurlardı. Onlar birçok bakımdan
kendilerini ispat etmiş sayıldıkları için,
hiç kimseye açıklanmayan “sırlar
öğretisi” nin derinliklerine doğru
yolculuklarına devam ederlerdi.
Onlar artık kendi içlerinde gizli
bulunan “tanrısal gücün” ortaya çıkması
için teorik olarak öğrendikleri birçok
bilginin anlamlarını, derin bir şekilde
hissetmeye başlayacakları bir safhanın
eşiğine gelmişlerdi. Tüm bağlardan
kurtuluncaya kadar yani içlerindeki gücü
ortaya çıkartıncaya kadar, rahiplerin
kontrolü altında son derece gizli
çalışmalara başlarlardı. Bu aşamada
uygulanan yöntemler arasında “oruç” ve
“zikr” çalışmaları çok önemli bir yer
tutardı. Oruç çalışmaları sadece aç
kalmak
tarzında
değildi.
Oruç
tutarlarken, aç kalarak hem bedenlerine
hükmetmeyi öğrenirler, hem de zihinsel
tuttukları oruçlarla olumsuz her türlü
duygu ve düşünceden arınırlardı.
Kısacası her türlü duygu ve düşünceye
kendi bünyelerinde hakim olurlardı.
Bu safhada yapılan çalışmaların en
önemlilerinden
bir
diğeri
de
konsantrasyon
çalışmalarıydı.
Konsantrasyon
çalışmalarıyla
düşüncelerini belirli bir süre, belirli bir
noktada yoğunlaştırabilme yeteneklerini
de geliştirirlerdi. İnisiyasyonun bu
aşamasında yapılan yoğun kosantrasyon
çelışmaları eğitimlerinin çok önemli bir
parçasını oluştururdu. Çünkü birçok şeyi
düşünce güçlerini kullanarak adeta
sihirli bir şekilde gerçekleştirmenin
yöntemlerini öğrenirlerdi. Bu aynı
zamanda majik bir uygulama ve çalışma
metoduydu...
Hedeflenen amaca ulaşılıncaya kadar
yapılan çalışmalar, şu anda bizler için
imkansızmış gibi gelen bir insanın ortaya
çıkmasına sebebiyet verirdi. Bu
aşamada “altıncı hisleri” gelişen
öğrenciler
rahatlıkla
başkalarının
zihinlerinden geçenleri okuyabilirlerdi.
Duyular dışı algılamaları gelişir,
sezgileri artardı. Manyetik güçlerini
rahatlıkla kullanmaya başladıkları için
bazı hastalıkları da, ellerindeki bu gücü
belli bir noktaya konsantre ederek,
tedavi edebilirlerdi.
Mısır’ın gizli sırlarını, üstü kapalı bir
üslupla anlatan mitolojik hikayelerde ve
resimlerde Horus’un elinde üçlü asa
bulunduğu görülür. Bu asa: Kamçı,
çoban değneği ve Anubis’in değneğinden
oluşur. Ünlü Ezoterizm araştırmacısı
Paul Brunton “Gizemli Mısır” adlı
eserinde bu sembolleri şöyle açıklar:
Kamçı: Beden üzerindeki hakimiyeti.
Çoban değneği: Duyguların kontrolü.
Çakal başlı Anubis değneği ise:
Düşünce kontrolünü sembolize ederdi.
Mısırlı inisiyelere gösterilen en büyük
hedef kendi kendine tam hakimiyet,
kendini tanıma ve kendini yönetme
safhasıydı. Nitekim Mısır resimlerinde
görülen lotüs çiçeği de söz konusu
ettiğimiz
ruhsal
gelişimin
bir
sembolüydü. Yani az önce bizim
aktarmaya çalıştığımız “Büyük Sırlar”
aşamasının
hedeflediği
amacın
sembolüydü.
Kitabımızın ilerleyen sayfalarında
ayrıntılarını göreceğimiz gibi, dünya
üzerindeki tüm mitolojik belgeler,
inisiyasyonun safhalarını sembollerle
anlatan bilgilerle doludur. Ancak bunlar
açık değil, kapalıdır. İçindeki bilgiler
sembollerle örtülmüştür. Semboller
çözülmeden, bu bilgilere ulaşmak
mümkün değildir. Çünkü kolaylıkla bu
bilgilere ulaşılması engellenmişti.
Neden mi?
Aslında en büyük sır da, işte bu
nedenin içinde gizliydi..
Bu mitolojik belgelerin başında
“Mısır’ın Ölüler Kitabı” gelir. Gerek
“Mısır’ın Ölüler Kitabı”nda, gerekse de
diğer ulusların mitolojik belgelerinde
birbirine son derece benzer bir tema
işlenmiştir: Cehenneme İniş...
Bu
tema
inisiyasyonun
ikinci
aşamasında yaşanan halleri ve bu
yaşanan haller süresince karşılaşılan
bilgileri sembolize eder. Yani varlığın
arınma çalışmalarını üstü kapalı bir
şekilde, sembolik bir dille anlatır.
İnsanın çeşitli kereler bu dünyaya
doğduğundan bahsetmiştik. İşte bu
doğumlar süresince, insanın birçok
hayatlarından beri getirmiş olduğu bir
tortu vardır. Bu tortu, varlığın maddeye
bağlanmasından dolayı, zaman içinde
oluşmuş bir kabuktur. Gerçek bir arınma
için, varlığa ağırlık teşkil eden bu
tortunun mahiyetine nüfuz etmek,
derinliklerine inmek gerekir. Bu gerçek
bir cehennem azabıdır. Mitolojilerde de
cehenneme iniş olarak anlatılmıştır. Her
inisiye
büyük
sırlar
aşamasını
bitirebilmek için, böyle bir tecrübeyle
karşılaşmak ve başarmak zorundaydı...
Bu
konuya
tekrar
döneceğiz.
Ayrıntıları sonraya bırakalım. Biz tekrar
konumuza geri dönelim.
Bu safhanın sonlarına doğru, mürid
beşeri vasfından çıkarak “Aşkın İnsan”
hüviyetini kazanmaya başlar. Her haliyle
normal insanlardan çok farklı özelliklere
sahip olmaya başlamıştır. Ve diğer
insanların hayal bile edemeyeceği
sırlara sahip olmuştur. O artık “Sırlar
Öğretisi”nin bir neferi olmuştur...
“Aşkın (müteal) İnsan”: Bütün
varlıkların oluşumunu aynı prensip
altında görebilen kimse demektir. Bunun
için, “Her şey Tanrı’nın bir aksinden
ibarettir”
ifadesi
kullanılır.
Bu,
Eflatun’da da böyledir. Diğer tasavvufi
çalışmalarda da... Bu bilgi, bir söz
olarak dış halkalara söylenmişse de asıl
içinde
gizlediği
sır
halka
açıklanmamıştır. Bu sır günümüzde hala
gizli kalmıştır.
3- Gerçek Sırlar:
Bu safhaya farklı toplumlar, farklı
isimler vermişlerdir. Örneğin İslam
tasavvufunda bu safha: “Fena Fillah”
(Tanrı’da yok olma), Hindistan’da ise
“Nirvana” olarak isimlendirilmiştir.
“Elözis
Sırları”nda
“İlahilikle
Birleşme” şeklinde ifade edilen bu son
safhayı Eflatun “Mağradan Dışarı Çıkış”
olarak anlatmıştır.
Son aşamada inisiye artık aldıklarını
aktırabilecek bir düzeye ulaşmıştır:
İnisiyasyonun son aşamalarına doğru,
inisiyede çok büyük değişiklikler
olmaya başlardı. Bunu inisiyatör
rahipler sürekli kontrol eder ve
öğrencilerinin de artık bir öğretmen yani
inisiyatör olmak üzere olup olmadığını
anlamaya çalışırlardı. Öğrenci artık usta
olma devresine geçtiği vakit, özel bir
hücrede, kendisine verilmiş olan
talimleri uygulardı. Bunların içerisinde
çoğunlukla astral seyahat, durugörü gibi
parapsişik çalışmalar vardır. Fakat
üstadın beklemekte olduğu en önemli
nokta, öğrencisinin gerçek bir ilhama
sahip olup olmadığıydı... Çünkü bilinç
ve bilinçaltı devamlı olarak kontrol
altındadır. Ve gerçekten sağlam bir
ilham ortaya çıktığında, üst planlarla bir
kontakt temin ettiği anda, öğrencide bir
değişiklik meydana gelir ve bu
değişiklik üstad tarafından derhal fark
edilirdi. O artık, kendi ayakları üzerinde
yürüyebilecek
bir
hale
gelmiş
demektir... O bundan böyle semavi
inisiyatöre bağlanmıştır. İnisiye “Yer’in
ve Göğün Oğulları” denilen bir grubun
üyesidir artık. Evrendeki ve evrenle
kendi arasındaki büyük irtibatı görmüş
vaziyettedir. O tam anlamıyla uyanmış
bir kişidir. İki sonsuz arasında devam
etmekte olan, uzun zincirin bir
parçasıdır. O artık kendi içindeki
potansiyalinde gizli bulunan asıl öz
varlığıyla buluşmuştur. Talebe de artık
bir halka olmuştur. O da o büyük zincire
girmiştir. Sonsuz spiritüel tesir, ondan
da geçmeye başlar. Bu tesiri,
başkalarına da aktaracak hale gelmiştir.
Sözünü ettiğimiz bu tür hallerin
yaşanabilmesi,
sayılı
kimselere
nasibolabilmiştir.
Peki geri kalan insanlara bu bilgiler
nasıl aktarılacaktı? Bu sorunun cevabını
biraz
sonraya
bırakalım
ve
inisiyasyonda kullanılan bazı temel
yöntemlere bir göz atalım.
İNİSİYASYONDA
KULLANILAN
YÖNTEMLER ve
TEKNİKLER
İnisiyasyon
şuurlanma
(uyanma)
yolunda yapılan bir dizi çalışmalardan
oluşur. Bu çalışmaların hedef aldığı
nokta: İnsanın önce kendisinin en kaba
taraflarından başlayarak, gittikçe en
üstün şuur hallerine kadar geçerek,
“İnsan-ı Kamil” dedikleri bir seviyeye
çıkmasıdır. İnisiyasyonun amacı budur.
Bu amaca ulaşabilmek için de,
inisiyasyonda kullanılan bazı teknikler
ve yöntemler vardır. Bunlar: Oruç, Zikir,
Konsantrasyon çalışmaları ve Parapsişik
Yetenekler’in
kullanılması
ile
gerçekleştirilen özel çalışmalardan
oluşurdu.
Oruç: Buradaki oruç genellikle
bildiğimiz aç kalmaktan ibaret olan bir
oruç değildir. İnisiyatik çalışmalarda
orucun çok farklı şekilleri vardı. Sadece
bedeni oruç değil, her türlü duygusal
hazlardan ve negatif enerji yayan
düşüncelerden de sakınılan özel oruç
tutma yöntemleri uygulanmaktaydı.
Zikir: Belirli bir enerjiyle beslenmiş
bir kelime kalıbının uzun bir süre
tekrarlanmasıdır. Kullanılacak sözcük
bazen tek bir kelimeden bazen de bir
cümleden oluşmaktaydı. Her ulusun
ezoterik çalışmalarında kullandığı zikir
kalıpları kendi lisanlarından seçilmiştir.
şeyhler ve rahiplerce özel olarak yoğun
enerjilerle doldurulan bu sözcüklerin
tekrarlanmasıyla; hem o enerjiyi
öğrencinin içine sindirmesi, hem de
düşüncelerini
gereksiz
yerlerden
çekerek tek bir noktaya kilitlemesi
sağlanmaktaydı. Bu çalışmaların ilerki
aşamalırında büyük bir konsantrasyon
sağlanır ve vecd halinin yaşanması
gerçekleştirilirdi. Vecd denilen şey,
inisiyenin ruhsal planlarla kontak
kurmasını ve kendi öz varlığının
derinliklerine inmesine imkan sağlayan
farklı bir şuur haliydi.
Konsantrasyon: Zikir çalışmalarına
yardımcı bir yöntem olarak ayrıca çeşitli
konsantrasyon
çalışmaları
da
uygulanmaktaydı.
Bu
teknikler
düşüncenin belirli bir süre sadece
belirli
bir
noktaya
kitlenmesine
yönelikti. Son derece güç bir çalışma
olan konsantrasyon egzersizleri, inisiye
adayına sonunda büyük bir güç
kazandırmaktaydı. Düşünce enerjisini
yoğunlaştırmayı öğrenen öğrenciler bu
yeteneklerini
çeşitli
alanlarda
kullanırlardı. Düşüncenin kontrol altına
alınması inisiyasyonun en çok üzerinde
durduğu çalışmaladan biriydi. Bu
gerçekleştirildikten
sonra,
inisiye
adayında gözle görülür farklılaşmalar
başlardı. Bunların başında Parapsişik
yeteneklerin ortaya çıkması gelirdi.
Parapsişik Yetenekler : Günümüz
Parapsikoloji Bilimi’nin “Duyular Dışı
Algılamalar” adını verdiği Parapsişik
yetenekler
inisiyatik
çalışmalarda
başarıyla kullanılmaktaydı. Tabi bunun
olabilmesi
için
oruç,
zikir,
konsantrasyon gibi metotların başarıyla
yerine getirilmiş olması şarttı.
Bütün bu zorlu çalışmalardan sonra
ortaya çıkmaya başlayan Parapsişik
Yetenekler’den en çok kullanılanları:
Durugörü, Astral Seyehat, Telepati,
Telekinezi ve Sezgiler’di...
EZOTERİZM’DE
DÜŞÜNCE
KONTROLÜNÜN ÖNEMİ
VE ÖTE ALEM...
Ölümden sonra bedenini terk eden
varlığın gittiği kabul edilen aleme,
Ezoterizm’de “Spatyom” adı verilir.
Spatyom varlıkların tekrar dünyaya
doğacakları zamana kadar, bedensiz
olarak yaşamlarını sürdürdükleri maddi
bir mekandır. Ancak “Spatyom” adı
verilen bu mekanı oluşturan madde, fizik
dünyamızla kıyaslanmayacak derecede
süptil maddelerden oluşmuştur. Farklı
toplumlarda değişik isimlerle anılan bu
mekanın
İslamiyet’teki
karşılığı
“Ahiret”tir. Ezoterik çalışmalarda çok
önemli bir yeri vardır.
Ezoterik çalışmalarda bulunan kişiler
bu alemle zaman zaman irtibat
kurmaktaydılar. O mekanda varlıklarını
sürdüren bilgice yüksek seviyeli
bedensiz varlıklarla kurulan irtibatların
olduğunu gösteren sayısız deliller
vardır. Kurulan bu irtibatlarla, mürit
bazı bedensiz varlıklarca adeta koruma
altına alınırdı. Sanki özel bir koruyucu
tesir alanına girmiş olurdu. Ancak bu
alemle kurulan irtibatların hem çeşitli
zorlukları, hem de çeşitli tehlikeleri
vardı...
Bu tehlikelerin başında formpanseler
gelmekteydi.
Spatyom
mekanını
oluşturan maddenin son derece süptil bir
madde
topluluğundan
oluştuğunu
söylemiştik. Düşünce enerjmiz bu
mekanda bulunan maddelerin derhal
şekillenmesine sebebiyet verir. Orada ne
düşünülürse derhal o şekilleniverir. Bu
spatyomun en önemli özelliğidir.
Düşüceler şekillenmektedir. Her türlü
düşünce ister pozitif, ister negatif
değerde
olsun
derhal
oradaki
maddelerin şekil almasına sebebiyet
verir. İşte negatif değerdeki düşünce
enerjilerinin
oluşturduğu
formlara
Ezoterizm’de formpanseler adı verilir.
Bu yoğunlaşmış enerjiler, bu alemle
çalışmalarını sürdürenlere çok büyük
engeller oluştururdu. Formpanseler
spatyomda bulunan geri seviyeli
bedensiz
varlıklar
tarafından
oluşturulabileceği gibi, fizik dünyada
yaşayan insanların negatif duygu ve
düşünceleri
sonucunda
da
oluşturulabilmektedir. Ve işin ilginç yanı
bunların otomatik olarak oluşmasıdır.
İşte burası çok önemlidir. Yani
aklımızdan geçer geçmez o düşünce
kendi yapısına en uygun bir şekle
bürünmekte ve kendi yapısına uygun bir
enerjiyi yaymaya başlamaktadır. Dinsel
metinlerde: “Orada ne düşünürseniz
derhal karşınıza glecektir” denmesinin
işte asıl nedeni budur. Çünkü orada
düşüncelerimiz
otomatik
olarak
şekillenmektedir. Ve bu karşımıza çıkan
formların, bizim düşüncelerimizden
kaynaklanmakta olduğunu bile uzun bir
süre anlamadan orada kalabilmemiz her
zaman için mümkündür. Ezoterik
çalışmalarda öte alemde bulunan, yani
ölmüş varlıklarla kurulan irtibatlarda
bunlar net bir şekilde tespit edilmiştir.
(Günümüz
Parapsikoloji
çalışmalarında
bu
konu
hala
araştırılmaya devam etmektedir.)
Spatyomun en alt kademelerinde
yaşanan bu hal, bir çok varlığın bir türlü
çözemediği bir mesele olmaktadır. Buna
bazı geleneklerde “kabir azabı” adı
verilmiştir.
Bedenini terk etmiş bulunan varlık, bu
durumu anladıktan ve düşüncelerini
kontrol etmeyi öğrendikten sonra yavaş
yavaş spatyomun daha üst kısımlarına
doğru yükselebilir. Üst kademelere
doğru spatyomun maddi yapısı daha
süptil maddelerden oluşmaya başlar.
Otomatik
imajinasyon
aşamasını
geçebilen varlıklar buralara doğru
yükselişlerini sürdürürler. Daha sonra
orada bulunan vazifeli yüksek seviyeli
varlıklarca, bedenini terk etmiş olan
varlığın geçmiş yaşamı değerlendirilir.
Yeniden dünyaya doğması gerekiyorsa
bunun hesapları yapılır. Dünyaya
doğması gerekmiyorsa, daha kapsamlı
imkanlara sahip kozmozun diğer
gezegenlerine doğmak üzere, dünya
spatyomundan varlığın çıkışına izin
verilir. Budizm bu aşamaya Nirvana
adını vermiştir.
Spatyomun bu özelliğinden dolayı,
Ezoterik çalışmalar düşünce kontrolüne
büyük bir önem vermiştir. İnsanı daha bu
dünyada yaşarken düşüncelerini kontrol
altına alabilmesi için eğitirlerdi. Bu
günümüz için de geçerli olan bir
sorundur. Eğer spatyom yaşamınızın
mümkün olduğunca sarsıntısız, şoksuz,
normal halde geçmesini istiyorsanız,
düşüncelerinizi önceden kontrol altına
almak
zorundasınız.
Düşünceleri
mümkün olduğu kadar olumlu yönde
yürütmenin yollarına bakmak lazımdır.
Bütün dinlerin insanları iyi ahlaka, yalan
söylememeye, olumlu yönde düşünmeye,
öfkeye,
kin
ve
nefrete
karşı
uyarmalarının asıl sebibi işte budur. Bu
nedenle, dinlerde insanlara otomatik
olarak
gelecekteki
yaşamlarını
düzenlemelerinde yardımcı olmak için
ibadet adı altında bir takım tatbikatlar
yaptırılır. Oruç ve namaz bunlardan
sadece birkaçıdır.
İsa Peygamber’in o meşhur sözünün
kökenlerini de yine buralarda aramak
icabeder:
“Düşüncelerinizden
de
sorumlusunuz!...”
“Yalan Söylemeyeceksin...” Binlerce
yıldır insanlara nasihat edilen bu söz de,
yine bu konuyla ilgilidir. İnsanlar sadece
birbirlerine değil, asıl kendilerine yalan
söylemektedirler.
Ve
bu
hala
çözülememiş bir sorun olarak insanların
karşısında durmaktadır. Asıl mesele
kendi kendimize yalan söylemeyi
durdurmaktır. Zaten bu başarılmadan
diğerinin önünü almak mümkün değildir.
Toplumsal bir kural olarak insanlara
öğütlenen bu meselenin niçin önü bir
türlü alınamıyor derseniz, cevabı son
derece
basittir...
İnsanlar
kendi
kendilerine
söz
geçirememektedir.
Çünkü duygu ve düşüncelerine hakim
olamamaktadırlar.
Burada
da
düşüncelerin kontrol altına alınamaması
meselesi ile karşılaşırız.
Düşüncelerin kendi kendilerine yalan
söyleme durumunun önünü almak son
derece
zordur.
Özel
çalışmalar
gerektirir. Yani düşüncelerinizde hiç bir
negatif değerdeki
enerjilere
yer
vermemek...
şöyle
bir
düşünün
bakalım... Ne dersiniz... şimdi kitabınızı
kapatın ve kendi kendinizi şöyle bir
gözlemleyin...
Nasıl da birbiri arkasına otomatik
olarak atlayan bir sürü düşünce
zihninizden akıp gidiyor öyle değil mi?
Belli bir konuyu ya da objeyi seçerek
sadece
onu
kaç
saniye
düşünebiliyorsunuz? Nasıl da bir biriyle
alakalı olan ve olmayan onlarca düşünce
birbiri arkasına geçip duruyor...
İşte yaşamınız sırasında sinirlerinize
hakim olamadığınız o anlarınız var ya,
bunun tek sebebi bu otomatik olarak
işleyen
imajinasyonunuzdur.
Alışkanlıklarınızla baş edememenizin
yegane sebebi de yine budur...
Yalan söylemenin bir başka sebebi de,
insanın kendisine olan güvensizliğidir.
Kendine güven ise ancak insanın kendi
üzerinde yapacağı bir dizi çalışmayla
kazanılabilecek bir yetenektir. İşte tüm
bu çalışmaların yapıldığı eski inisiyatik
merkezlerden çıkan inisiyeler, her
alanda yetiştirilmiş ve gelişmiş bir
ruhsal yapıyla yaşamlarına devam
ederlerdi.
DÜŞÜNCE GÜCÜNÜN
MUCİZELERİ
Eski mürşitlerin ve inisiyatörlerin bazı
mucizeler
gerçekleştirdikleri,
her
toplumda kuşaktan kuşağa aktarılarak
günümüze kadar gelmiş olduğunu
duymuşuzdur.
Eski
tarihi
yazılı
belgelerde
de
bu
mucizelerle
karşılaşılır. İlk bakışta imkansızmış gibi
görünen bu mucizelerin temelinde,
düşünce gücünün konsantre edilmesi
prensibi yatmaktadır.
Düşünce enerjisinin belirli bir süre,
sadece belirli bir noktaya yoğun olarak
konsantre edilmesiyle gerçekleştirilen
bazı mucizevi olayları günümüzde
inceleyen
bilim
dalının
adı
“Parapsikoloji”dir.
İlk kez 1952 yılında Hollanda’da
Utrecht
Üniversitesi’nde
bilimsel
çevrelerce
incelenmeye
başlanan
Parapsikoloji,
günümüzde
dünya
üzerindeki birçok ülkede ciddi bir
şekilde
bilimsel
çevrelerce
araştırılmaktadır.
Her ne kadar yurdumuzda gereken
ciddiyetle incelenmese de, yurtdışında
yapılan
Parapsikoloji
çalışmaları,
düşünce gücünün ne denli büyük bir güç
olduğunu gözler önüne sermiştir.
Örneğin hayvanlar üzerinde yapılan
düşünce
gücünün
yoğunlaştırılma
perensibine
dayanan
telekinezi
deneylerinde, düşünce gücüyle bir
farenin
kalbinin
rahatlıkla
durdurulabileceği
ispatlanmış
durumdadır. Cisimler el değdirmeden
hareket ettirilebilmekte, bir yumurtanın
sarısı akından ayırılabilmektedir.
Hatta bir teleferik bile binlerce kişinin
önünde
düşünce
gücüyle
durdurulabilmiştir.
İşte tüm bu çalışamaların günümüzde
gerçekleştirilmesine eski inisiyatik
merkezlerde yapılan gizli ezoterik
çalışmalar sebebiyet vermiştir.
EZOTERİZM’DE BÜYÜK
KUTSAL MERKEZ
Eski devirlerde yapılan inisiyatik
çalışmalar, çeşitli mabetlerde ya da gizli
yeraltı merkezlerinde gerçekleştirilirdi.
Bu tür merkezlerin nerede kurulacağının
da ayrı bir önemi vardı. Bu tür gizli
çalışmaların
yapılacağı
yerin
belirlenmesinde dikkat edilecek en
önemli nokta, o yerin spiritüel
coğrafyadaki konumuydu.
Spiritüel coğrafya ne demektir? Bunu
biraz açalım...
Yeryüzünün öğle coğrafik bölgeleri
vardır ki, bu yerler insan anlayışını
yükseltici kozmik tesirleri taşımak
bakımından diğer yerlere nazaran daha
yeteneklidirler.
Bu
tür
yerlere
Ezoterizm’de
“Kutsal
Coğrafik
Merkezler” adı verilmiştir.
Başta Eski Mısır olmak üzere Atlantis
kültürünün ulaştığı yerlerde bu sır
bilinmekteydi. Ve inşa edilecek bazı
mabetler bu “Kutsal Coğrafik Noktalar”
dikkate alınarak yapılırdı. Bunlar son
derece önemli fonksiyonlar görmüş olan
son derece enteresan özellikler gösteren
mabetlerdir. Bunlardan yeryüzünde çok
az vardır.
Örneğin:
Delf
Mabedi
bu
merkezlerden biriydi... Meşhur Orfe ve
Fisagor’un insanları yetiştirdikleri bu
mabetten dünyanın hemen hemen her
yerine büyük manyetik enerjiler
dağılırdı.
Böyle merkezleri daha çok Eski
Mısır’da görüyoruz. Onlar daha etkili
inisiyasyonlar veriyorlardı. O zamanlar
büyük merkez Mısır’dı. Daha sonra
Delfe kaymıştır.
Daha sonra bu “Kutsal Coğrafya” bazı
sebeplerden dolayı değişmeye başladı.
Ve Dünya’da büyük merkez görevi
Kudüs üzerine kaydı. Son dinlerin ortaya
çıkışında bu merkezin çok büyük bir
fonksiyonu oldu. Hatta ezoterik bilgiler,
Hz. Muhammed için de, bu merkezin
önemli bir fonksiyon görmüş olduğunu
söyler.
Ezoterik bilgiler, sadece çok küçük bir
grubun elinde bulunduğu için, halkın
büyük bir bölümü bu bilgilerden
mahrum kalmışlardı. Mahrum kaldıkları
bilgilerden biri de şüphesiz şu anda
sözünü etmeye çalıştığımız “Kutsal
Coğrafya” meselesidir. Her ne kadar bu
bilgi açıkça halka anlatılmadıysa da,
yine de halkın dilinde Kudüs’ün bir
zamanlar kutsal topraklar olduğu inancı
yaşayabilmişti.
Günümüzde hala kutsal topraklar
sözünün ne anlama geldiği genel
çoğunluk
tarafından
anlaşılabilmiş
değildir. Çünkü bu sır hala açılabilmiş
değildir. Bilenlerin sayısı da zaten iyice
azalmış durumdadır.
Daha sonra Kudüs’ten de kayan büyük
merkezin şu anda tam olarak nerede
bulunduğu bilinmemektedir. Ancak şu
kadarını söyleyebilirim ki, buna benzer
irili ufaklı bazı merkezler dünyanın
çeşitli bölgelerinde tespit edilmiştir.
Mekke, Roma, Yukatan bölgesindeki
bazı yerler, Peru, Tibet (Himalayaları’ın
güneyine bakan eteklerinde bazı
noktalar, İstanbul’un tam olarak
açıklanmayan özellikle bir noktası bu
coğrafyada yer alan merkezlerdir.
Bunların bir kısmı hala vardır ve
vazifelerini görmektedir.
Bu merkezlere bağlılık, oralara
yönelmek, hac etmekle sembolize
edilmiştir.
Ayrıca, Hint’te Meru Dağı, Delf’te
Onfalos Dağı, Hz. Musa’nın Sina Dağı,
Hz. Muhammed’in Hira Dağı, Hz.
İsa’nın Zeytinlik Dağı hep bu kutsal
coğrafyanın belirli noktalarını ifade
eden merkezlerdir.
Örneğin Delf’teki Onfolos Dağı’nda
rahibeler
büyük
kehanetlerde
bulunurlardı. Büyük kitleleri yöneten
kehanetlerdi bunlar... Önceleri açıkta
bulunan bu mabetler zaman ilerledikçe
iyice gizlenmeye başlandı. “Gizli
Öğreticilik” kelimenin tam anlamıyla,
zaman geçtikçe daha da gizlenmiştir.
Böylelikle
inisiyasyon
merkezleri
tamamıyla sır mahalleri haline gelmiştir.
Eski toplumların geleneklerinde bu tür
kutsal coğrafyaya ait yerlere: “Kutsal
Topraklar”,
“Ulvi
Topraklar”,
“Paradeşa”, “Saray” gibi çeşitli isimler
verilmiştir. İslam Tasavvufu’nda ise bu
tür yerlere “Kutup” ismi verilmiştir.
Kozmik tesirlerin biriktiği
ve
yansıtıldığı bu yerlerde ortaya çıkan
muazzam enerjiler çevreye adeta bir ışın
gibi yayılmaktaydı.
ARİF İÇİN DİN YOKTUR
İslam Ezoterizm’indeki bir meseleyle
yolumuza devam edelim...
Mürid için ilk olarak merkez, şeyhidir.
İlk çalışmalarda üstad, müride kendi
yüzünü gözünün önüne getirmesini
isterdi. Çünkü manyetik tesirleri ilk
başta mürid şeyhinden alabilmekteydi.
Bu yüzden mürid şeyhine kendisini
teslim
eder.
Tamamiyle
ondan
beslenirdi.
İnisiyasyonun
ilerki
aşamalarında kozmik tesirleri mürid
kendi kendine de almaya başlar.
Böylelikle şeyhine ihtiyacı kalmaz.
Sembolik olarak söyleyecek olursak o
da artık gökyüzüne yüzünü çevirmiş ve o
da artık gökyüzünden beslenmeye
başlamıştır. İslam Ezoterizm’i sembolik
bir anlatımla bu aşamaya gelen müridin
Tanrı’ya teveccüh ettiğini söyler.
Muhittin Arabi: Bu seviyeye gelen
müritler için şöyle der:
“...Arif için din yoktur...”
Bu aşamaya gelen bir bireyin hiç bir
şeriatle alakası yoktur. O fert artık
şeriatin üzerine çıkmıştır. şeriat henüz
oraya ulaşamamış olanlar içindir.
Gelişmemiş şartlara bağlı olarak
yürümek zorunda olanlar için şeriat
devam etmektedir. Alt benliği ile üst
benliği arasındaki irtibatı kuramayanlar
için bu süreç devam edecektir. Bu
aşamayı geçen mürid için artık, şeiratin
şartlandırmaları
değil,
bilgi
ön
plandadır. O artık şeriat’ten marifet ve
hakikat kapılarına doğru ilerlemektedir.
Kısacası o artık batıniler denilen bir
grubun üyesi olmuştur.
Sırlar bilgisi onun da yaşamına hakim
olmuştur... Bu yüzden de, “Hakikatin
realitesi çoktur, fakat hakikatin kendisi
birdir” derler...
EZOTERİZM EVRENSEL
BİR ÇALIŞMADIR
Ezoterizm’in temel prensipleri aynı
kalmak koşuluyla her toplum bu gizli
bilgileri ve teknikleri kendi üslubu
içinde kullanmışlardır. Örneğin İslam
Ezoterizm’i ile Hint Ezoterizm’i
arasında ilk bakışta bazı şekilsel
farklılıklar varmış gibi görünürse de
araştırıldığı takdirde, tüm ulusların
ezoterik çalışmalarının köken itibariyle
bir ve aynı olduğu görülecektir.
Buna küçük bir örnek verelim. Hint’in
ezoterik çalımalarında bir yöntem olarak
kullanılan
“mantra”
onların
meditasyonlarında nasıl vazgeçilmez bir
unsursa, Sufi tarikatlarında vecd halinin
sağlanması için kullanılan “zikr” de aynı
şekilde vazgeçilmez bir unsurdu. Yani
Hint gelenekleri “mantra” demiş, Sufi
gelenekleri buna “zikr” ismini vermiştir.
Köken ve yöntem aynı olmakla beraber
bu yönteme verilen isim de, kullanılan
kelimeler de farklı olmuştur. Ancak
amaçlanan hedef ve teknik köken
itibariyle aynıdır. Bu genellememiz tüm
ulusların ezoterik çalışmaları için
geçerlidir. Hiç birinde ayrılık yoktur.
Konuyu ilginç yapan da zaten budur.
Kutsallık her yerdedir. Ve kutsalın
dışında bir şey yoktur.
III. BÖLÜM
SEMBOLİZM
“...Sırların
evrensel
dili
olan
sembolizm
gizleyerek açıklar, açıklayarak gizler
...”
SEMBOLİZM NEDİR?
İnsanlar binlerce yıldır, bir düşünceyi
izah etmek için birçok yollar
denemişlerdir. Bir düşüncenin anlamını
kademeli
şekilde
insanların
anlayışlarına ve olgunluklarına göre bir
takım
kalıplar
içerisine
koyup
sunmuşlardır. Özellikle ezoterik, gizli
tutulması gereken bir çok bilgi
sembollerle anlatılmıştır. Yani doğrudan
doğruya bir düşünce, bir bilgi izah
edilmemiş, üstü adeta örtülerek
bohçalandıktan sonra aktarılmıştır.
Bir sembol anlatmak istediği fikri;
kısa, en kesin ve en belirli şekilde ifade
eden bir işarettir. Bir şeyi diğer bir şeye
benzeterek ve onun içinde adeta
kaybederek anlatma tarzıdır. Konuyu
biraz açmaya çalışalım...
Farzedin
ki,
karşınızda
farklı
seviyelerde kişiler var. Ve onlara bazı
gerçekleri açıkça anlatma güçlüğü ile
karşı karşıyasınız. Bazı insanlara bir
meseleyi açıkça, bir kalıba sokmadan
anlatabilirsiniz. Bazı kişilere ise, bunu
bir benzetme yoluyla anlatmanız lazım
gelebilir. Çünkü o, henüz o meseleyle
açık bir şekilde karşı karşıya
gelebilecek durumda olmayabilir. İşte o
anda onun daha önce bildiği bir şeyden
hareket etmeniz gerekecektir.
“Yani nasıl?” gibi bir soruyla
karşılaştığınız anda, onu bir şeye
benzeterek, mecazi bir tarzda izah etmek
zorunda kalırsınız. Benzetme unsurunuz,
bir tabiat olayı olabileceği gibi herhangi
bir nesne ya da bir geometrik şekil de
olabilir. İşte o anda bazı olayları
sembolik hale getirmiş olursunuz.
EZOTERİZM’DE
SEMBOLİZM
Genel
olarak ele aldığımızda,
sembolizmin cok evrensel bir öğretim
metodu olarak karşımıza çıktığını
görüyoruz.
Sembolik anlatım, insanın etrafını
saran karanlıklar arasındaki bir kaderi
çözmek ve ona hakim olmak için insan
çabasına tercüman olmaktadır. Burada
sözü edilen “karanlık”: Yeryüzünde
yaşamakta olan insanın kapalı şuuru ve
buna bağlı olarak bilgisizliğidir.
Bilgisizdir ancak fikir sahibidir. Bu
fikirlerinin bir çoğu ise kulaktan dolma
yanlış bilgilerinin sonucudur.
Sembolizmin tabiatında her türlü
çerçeveyi kırmak, manzaranın her iki
ucunu birleştirmek gibi bir nitelik
vardır. Onu bu bakımdan bir kalıba
sokmak mümkün değildir. Sembol öyle
bir ifade şeklidir ki, ifade ettiği bilginin
başını
ve
sonunu
bir
arada
bulundurabilecek güçtedir. Hem yaydan
çıkıp, uçup giden, hem de gitmeyen bir
ok gibidir. Her iki niteliği birden
kendisinde tutmaktadır.
O hem apaçık, hem de kapalı ve
anlaşılmaz durumadadır. Çünkü “sembol
gizleyerek açıklar, açıklayarak gizler.”
Bu sembolizmin ne olduğunu açıklayan
en güzel sözlerden biridir.
Sembol bir kimsenin zihninde açık
olabilir. Buna karşılık bir başka kişiye
hiç bir şey ifade etmeden bekleyebilir.
Bazen de açık sandığımız halde, o hala
gizlenmeye devam ediyor olabilir.
Anladığımızı
sandığımız
anda,
arkasından gelen gizlilikler başlayıverir.
Çünkü sembol çeşitli seviyelerden
anlaşılabilecek farklı anlayışları da
bünyesinde
barındırmaktadır.
Bu
sembolizmin üstünde durulması ve
bilinmesi
gereken
en
önemli
özelliklerinden bir diğeridir. Yani
sembolün 1’nci, 2’nci, 3’ncü, 4’ncü
kademelerdeki anlamını çözdüğümüzde,
hemen arkasından bir 5 ncisinin , bir 6
ncısının bunu izleyeceğini hemen
düşünmek
lazımdır.
Ezoterik
çalışmalarda karşılaşılan sembolün 7
ayrı dereceden anlamları bulunduğunu
hesaba katmak gerekir. Bir sembolün
gizlediği sırrı anladım dediğinizde
acaba bu kaçıncı derecedeki anlamıdır?
Bunu tam olarak anlamasak bile,
karşılaştığımız sembolün daha üstün
bilgileri de gizleyebileceğini göz önünde
bulundurmamızda büyük faydalar vardır.
Aksi takdirde belli bir noktada saplanıp
kalmak her zaman için mümkündür.
Dünya tarihi bunun sayısız örnekleriyle
doludur.
İçinde inisiyatik gizli sırları saklayan
sembollere “ezoterik semboller” adı
verilmektedir. Bizi ilgilendiren işte bu
sembollerdir. Bunlar evrensel bir
özellik taşırlar. Toplumdan topluma
değişiklik göstermezler. Her toplumda
aynı
anlamları
bünyelerinde
barındırırlar. Binlerce yıl öncesine
dayanan bu sembollerden örneğin “Kurt”
Türkler’de neyi sembolize ediyorsa,
Mısır’da da aynı şeyi sembolize
ediyordu. Bir inisiye nerede olursa
olsun, bu tür sembollerle karşılaştığında
hep aynı şeyi anlardı. Bu bakımdan
sembolizmin evrensel bir dil olduğu
söylenebilir.
SEMBOLİZM’İN
FONKSİYONLARI
1.Fonksiyonu:
Araştırıcı
ve
inceleyicidir. Uzay ve zaman içinde
hareket eden insanın, ruhsal macerasını
ifade etmeye çalışır. İnsanı arştırmaya
sevkeder.
2. Fonksiyonu: Problemlerin sadece
akılla değil, sezginin de yardımıyla
çözülebileceğini gösterir. Sezgilerin
ortaya çıkmasındaki önemini gösterir.
3. Fonksiyonu: Sembol, fiilen aracılık
fonksiyonu yapar. Birbirinden ayrı olan
unsurları birleştirir. Yer ile gök, madde
ile ruh, gerçek ile rüya, şuur ile şuuraltı
arasında köprüler kurar. İnsana tek
başına olmadığını hissettirir. İçgüdüsel
yaşamı bir merkez kaç kuvveti olarak ele
alırsak, sembol merkez gel kuvveti gibi
rol oynar.
4. Fonksiyonu: Sembolizmin bir başka
fonksiyonu da terbiye etmesi ve
bilgilendirmesidir. İçinde sakladığı
sırları
çözebilenleri
adeta
mükafatlandırır. Çözemeyenler için ise
o, tam anlamıyla bir sır kapısıdır.
Sırların bekçisidir.
SIRLARI SAKLAYAN
SEMBOLLER
İnisiyatik sırları bünyesinde barındıran
semboller başlıca 6 ana grupta
toplanmıştır.
Semboller
arasında
hayvanlar, geometrik şekiller, sayılar,
renkler, nesne ve çeşitli objelerin
kullanıldığını görüyoruz. Bunlardan
sadece birkaç tanesini bir fikir vermesi
için söyle örneklendirebiliriz:
1Hayvanların
Kullanıldığı
Semboller: Arslan, Kurt, Yılan, Kartal,
Koç, Balık vs...
2- Geometrik şekillerin kullanıldığı
semboller: Kare, Üçgen, Daire, Küre ve
çeşitli çizimlerden oluşan şekiller...
3- Sayıların Kullanıldığı semboller: 0,
1, 3, 7, 9, 40, 41, 52 vs...
4- Çeşitli nesne, obje ve tabiat
unsurlarının kullanıldığı semboller: Tüy,
Asa, Kılıç, Su, Ateş, Toprak, Güneş, Ay,
Gök, Ağaç, Işık, Dağ, Mağra vs...
5- Renklerin Kullanıldığı Semboller:
Yeşil, Kırmızı, Sarı, Siyah, Mavi vs...
6- Tasvirler yapılarak anlatılan
motifler: Cehenneme İniş, Cenneten
Kovuluş,
Kaybedilen
Sevgilinin
Bulunması,
Susuz
Kalan
Ülke,
Canavarla Mücadele vs...
SEMBOLİZMİN DİLİ
ÇÖZÜLMEDİKÇE
GERÇEKLERE
ULAŞILAMAZ
Yukarıda verilen örnekler, kullanılan
binlerce sembol içinden, okuyucuya bir
fikir vermesi için verilen birkaç
örnekten ibarettir. Evrensel bir dile
sahip olduğunu söylediğimiz, bu
sembolik öğretim sisteminden; bütün
dinler,
mitolojiler,
felsefeler
yararlanmışlardır. Bu müesseselerin
tümü, bu ortak dille anlatmaya
çalıştıklarını,
gelecek
kuşaklara
aktarmışlardır.
Dünya üzerinde yaşamış olan tüm
dinler bu ortak dil aracılığıyla
çözümlenebilirler.
Bu yapılmadığı
takdirde ne dinlerin, ne mitolojilerin, ne
de felsefelerin asıl kökenine inilebilmesi
mümkün olamaz. Özellikle yurdumuzda
konunun bu yönü üzerinde hemen hemen
hiç durulmamaktadır.
Günümüzde bir türlü bitmeyen din
tartışmasının, bir sonuca varamamasının
asıl sebebi işte budur. Böyle bir
araştırma yapılmadığı müddetçe, her
türlü tartışmanın kısır kalacağı ve soruna
bir
çözüm
getirilemeyeceği
unutulmamalıdır. Ancak bu unutulmuş
durumdadır. Unutulduğu için de,
günümüzde
büyük
bir
karmaşa
yaşanmaktadır.
Günümüzde
herkes
inanmış olduğu dinin içinde geçen
sembolleri kendi zannına göre ya da
birilerinin kendisine anlattığı eksik
bilgilerle yorumladığı için, sembolün
içinde saklı bulunan asıl gerçekler gizli
kalmaktadır.
Peki semboller nasıl çözümlenebilir?
Bu uzun ve zorlu bir çabayı
gerektirmektedir. Ama her şeyden önce
araştırmaya gereksinim vardır. Ne yazık
ki bu yapılmamaktadır. Öncelikle hemen
şunu hatırlatmak isterim:
Sembol her şeyi bir kerede asla
açıklamaz. Onun üstünde karşılaştırmalı
çalışmalarda bulunmak şarttır. Bunun
örneklerini
kitabınızın
ilerleyen
sayfalarında bulacaksınız. Binlerce yıl
önce kapatılan bilgilerin, hem niçin
kapatıldıklarını, hem de bu kapatılan
bilgilerin derin anlamlarını dinlerin ve
mitolojilerin içinden nasıl çıkarılacağını
göreceksiniz.
Ancak önemli bir noktanın altını
çizmek gerekir: Semboller sadece
mantık kurallarıyla çözümlenemeyeceği
gibi, sadece çeşitli araştırmalar
yapmakla
da
çözümlenemez.
Sembollerin çözülebilmesinde bu iki
faktörün yanında mutlaka derin bir
düşünce ve belli bir ilhamla sembole
yaklaşmak,
yapılacak
araştırmanın
başarıya ulaşmasında önemli bir rol
oynayacaktır.
İşte o zaman, tüm geleneksel
toplumların ortak dilleriyle, hep bir
ağızdan aynı sözleri aynı gerçekleri
haykırmakta oldukları tüm açıklığıyla
gözler önüne serilecektir. Ve yine o
zaman,
ayrılıktan
söz
etmenin
anlamsızlığı, gönlümüzde bir kez daha
yeşerme imkanı bulacaktır.
Demiştik ya... Bu kimine karanlık,
kimine alacakaranlık, kimine ise
apaydınlıktır. Yolunuz açık olsun...
DİNLER, MİTOSLAR,
SIRLAR... VE KIYAMET
Buraya kadar aktarmaya çalıştıklarım,
inisiyasyonun ve ezoterik çalışmaların,
çok genel özelliklerinin çok kısa bir
özetini yapmaktan ibaretti. Bu prensipler
genel geçer hususlar olup, pekçok farklı
inisiyatik merkezlerde gördüğümüz ortak
özelliklerin bir derlemesi konumundadır.
Amacım, bu konularda daha önce bir
araştırma yapma fırsatı bulamamış olan
okuyucularıma, inisiyasyon ve ezoterizm
ile ilgili bazı bilgileri kısa da olsa
aktarmaktı. Zira, bu konular tam olarak
anlaşılmadan, sizlere aktarmak istediğim
diğer
konuların
ele
alınarak
değerlendirilmesinde çeşitli zorluklar
vardı.
Bir önceki bölümümüzde, belirli
sayıdaki kişilere aktarılan ezoterik
sırlardan ve özel bir eğitimden geçmek
anlamına
gelen
inisiyasyondan
sözetmiştik. Ve o bölümümüzün
sonunda, “Peki geri kalan insanlara bu
bilgiler nasıl aktarılacaktı?” Demiş ve
cevabı biraz sonraya bırakmıştık...
İşte bu noktada çok evrensel bir eğitim
metodu olan sembolizme müracaat
edilmiş ve buradaki inisiyatik sırlar
sembollere büründürülerek, diğer dış
halkadaki insanlara üstü örtülerek
aktarılma yoluna gidilmiştir. Bu görevi
de mitolojiler, dinler ve felsefi
çalışmalar üstlenmiştir.
Bizim devremizden önceki devirlerde,
örneğin Mu ve Atlantis’te dinler mevcut
değildi. Çünkü buna ihtiyaç yoktu. Bütün
kozmik
bilgiler
apaçık
tarzda
aktarılıyordu. Sembolizm yoktu. Önce
Mu Kıtası’nın, ardından da Atlantis
Kıtası’nın batışına sebebiyet veren
büyük tufandan sonraki dönemde yani
bizim içinde yaşamakta olduğumuz
dönemde mitolojilerin ve dinlerin ortaya
çıktığını görüyoruz. Dünyanın gizli tarihi
incelendiğinde bu gerçekler teker teker
ortaya çıkmaktadır. Bizim devremiz
insanlığı, yaklaşık 2000 yıldır tüm
bilgileri, sembollere büründürülmüş bir
şekilde elde edebilme kaderiyle karşı
karşıya kalmıştır. Hiç bir zaman Eski
Mu ve Atlantis’te olduğu gibi, gerçeğin
apaçık yüzüyle karşılaşamamıştır.
Bunun böyle olması, insanlığın
aşamalı olarak aşağı iniş sürecinin
içinde yaşamasından kaynaklanmaktadır.
Bunun ne anlama geldiğini daha net bir
şekilde
ortaya
koyabilmek için,
Ezoterizm’de şimdiye kadar büyük bir
sır olarak saklanan ve son yıllarda
yurtdışında yayanılanan bazı kitaplarda
yer alan bir şemayı sizlere aktarmak
istiyorum. Bu şema insanlığın nereden
gelip nereye gitmekte olduğunu net bir
şekilde ortaya koymaktadır. Burada,
insanlığın günümüze dek katetmiş olduğu
yolu ve bundan sonra katedeceği
aşamaları
açıkça
görebilmek
mümkündür. Uzun bir süre büyük bir sır
olarak saklanan bu şemanın bir benzeri
ilk kez Raul Emmanuel’in “Les Floralies
de L’esprit” adlı ezoterik kitabında
kısmen yer almış ve geniş yankılara
sebebiyet vermiştir. Bu şemayı çok iyi
tahlil etmenizi öneririm. Bu şemada Raul
Emmanuel’in
açıklamadığı
başka
ezoterik sırlar da mevcuttur.
Böylelikle az sonra ele alacağımız
insanlığın gizli kökeniyle ilgili bilgileri
bu şema vasıtasıyla çok daha kolay
irdeleyebilmemiz mümkün olacaktır.
Bu şema hakkında verdiğim çeşitli
konferanslarda ve yaptığım radyo
programlarında
hep
bir
soru
yöneltilmiştir: “şu anda bu şemanın
neresindeyiz?”
Bunu
net
ve
kesin
olanak
cevaplayabilmek mümkün değildir.
Sadece
tahmini
yaklaşımlarda
bulunulabilir.
Ezoterik
kayıtlar
Kıyamet’in tarihi olarak 21. Yüzyıl’ı
göstermektedir. Fakat hemen belirtmekte
fayda görüyorum ki, kıyamet tufanla
karıştırılmamalıdır. Kıyamet başka bir
şeydir, kıtaların ve uygarlıkların kısmi
yokoluşlarına sebebiyet veren tufan
başka bir şeydir.
Tufan tamamen dünyanın fiziki
değişimiyle alakalıdır. Kıyamet ise,
fiziki değişimle, kasırga ve depremlerle
değil tamamıyla insanın manevi, içsel ve
ruhsal değişimiyle alakalıdır. Bunların
birbirleriyle karıştırılmaması gerekir.
Biri fiziki, diğeri ruhsal değişimi
gösterir.
Kıyamet şuurlanmak ve ayağa kalkmak
demektir. Unutulmuş bilgilerin yeniden
ortaya çıkması ve sembollerle aktarılan
sırların, sır olmaktan çıkarak herkesin
anlayışına hitap etmesi demektir. Bu da
şüphesiz ki, büyük hayal kırıklıkları ve
şokları beraberinde getirecektir. O ana
kadar doğru bilinenlerin hiç de
zannedildiği
gibi
olmadığının
anlaşılması, insanlar üzerinde derin
sarsıntıları da beraberinde getireceği
gayet iyi bilindiği için tüm dinler
kıyameti,
dağların
yerlerinden
oynayacağı, büyük bir karışıklığın
meydana geleceği günler olarak tasvir
etmişlerdir.
Gerçek diye yüz yıllardır savunulan
pekçok kavramın hiç de öyle
olmadığının ortaya çıkacağı gün ya da
günlerdir. Ezoterik anlayış ve bilgilere
göre kıyamet uzun bir süreyi kapsayan
bir süreçtir. Tek bir günle sınırlı
değildir.
Kıyameti anlatan dini tasvirlerden bir
diğer de Güneş’in kıyamette batıdan
doğacağı
sembolüdür.
Bu belki
kutupların yer değiştireceğinin de
ifadesidir ama asıl bizi ilgilendiren
Güneş’in ezoterik bir sembol olmasıdır.
Ezoterik semboller içinde geçen Güneş:
İlahi gerçeği, birliği ve Tanrı’yı ifade
eden bir semboldür. Bu açıdan
bakıldığında, güneşin batıdan doğması,
gerçeklerin alışılagelmiş gidişatın çok
ötelerinde bulunduğunu ve sonunda
insanların bu gerçekle yüz yüze
geleceğini ifade ettiğini söyleyebiliriz.
Yani her şeyin baştan sona değişeceğinin
sembolik bir anlatımıdır. Böylelikle
dinlerin ve peygamberlerin de gerçek
mahiyetleri tüm açıklığıyla ortaya
çıkacaktır. Tek bir cümleyle özetleyecek
olursak, Kıyamet: Sembollerin açılması,
gerçeklerle insanların karşılaşması ve
insanların şuurlanarak yani uyanması
demektir.
Ezoterik
bilgilere
göre;
eski
anlayışların ve bilgilerin yerine gelecek
olan yep yeni anlayışlar ve bilgilerle
insanlık yukarı çıkış sürecinde büyük bir
hız kazanacak ve kaybettiği değerlere
yeniden
kavuşacaktır.
Böylelikle
binlerce yıldır söz edilen Altın Çağ’a
ulaşılacak ve daha sonra büyük devre
sona erecektir.
(Konuyla ilgili şema arka sayfadadır)
IV. BÖLÜM
CENNETTEN KOVULUŞ
“...Ve henüz yerde bir kır fidanı yoktu.
Ve bir kır otu henüz bitmemişti. Rab
Allah
yerin
üzerine
yağmur
yağdırmamıştı. Ve toprağı işlemek için
adam yoktu. Ve yerden buğu yükseldi.
Ve bütün toprağın yüzünü suladı. Ve
Rab Allah yerin toprağından Adamı
yaptı. Ve onun burnuna hayat nefesini
üfledi. Ve adam yaşayan can oldu. Ve
Rab Allah şarka doğru Aden’de bir
bahçe dikti. Ve yaptığı adamı oraya
koydu. Ve Rab Allah görünüşü güzel ve
yenilmesi iyi olan her ağacı ve bahçenin
ortasında ‘Hayat Ağacı’nı ve ‘İyilik ve
Kötülük Bilgisi Ağacı’nı yerden bitirdi.
Ve bahçeyi sulamak için Aden’den bir
ırmak çıkardı dört kola ayırdı. Bahçenin
her ağacından istediğin gibi ye, fakat
‘İyilik ve Kötülük Bilgisi Ağacı’ndan
yemeyeceksin. Çünkü onu yediğin günde
mutlaka ölürsün...” (Tevrat’ın II. Bab,
5.-17. Ayetler’i)
İşte sembollerle dolu bir anlatımın
sergilendiği Tevrat’tan küçük bir alıntı...
İçindeki sırların çözümüne girmeden
önce aynı temayı anlatan bir başka metne
göz atalım:
“... Bir ağacın meyvesiyle beslenen bir
topluluk vardı. Ağacın bir tarafındaki
meyveyi yiyorlar, diğer tarafındakileri
ağızlarına almıyorlardı. ‘Erlik’ bunun
sebebini sordu. İnsanlar da ona cevap
verdiler: ‘Tanrı bize bu dört dalın
meyvesini yemeyi yasak etti. Güneşin
doğduğu yanda bulunan beş dalın
meyvelerinden yemeyi buyurdu. Yılan
ile köpeğe bu ağacın dört dalından
yemek isteyenleri bırakma diye emretti.
Bundan sonra Tanrı göğe çıktı. Beş dalın
meyveleri bizim aşımız oldu.’ dediler.
Erlik bunları duyduktan sonra, Tanrı
yalan söylemiş. Siz bu dört dalın
meyvelerinden de yiyiniz dedi. Sonunda
Törüngey ile karısını kandırıp yasak
meyvelerden onlara yedirdi. O anda her
ikisinin de ‘tüyleri’ dökülüverdi. Derken
Tanrı geldi. Törüngey’e şöyle dedi:
Beni dinlemedin ve şeytanın sözüne
kandın. Onun sözüne kananlar onun
ülkesinde
yaşayacaklar,
benim
‘nurum’dan mahrum olacaklar, karanlık
dünyada
bulunacaklardır.”
(Altay
Efsanesi’nde
Yerin
Yaradılışı
Bölümünden)
İnsanlığın kökeni denildiğinde, hep bir
cennetten
kovuluş
mizanseniyle
karşılaşırız. Bu, dinlerde böyle olduğu
gibi, mitolojilerdeki anlatımlarda da
böyledir. Tüm eski yazıtlar insanın
kökenini cennete bağlar. Niçin cehennem
değil de, cennettir acaba insanlığın
kökeni... En büyük sırlardan biri, belki
de burada yatmaktaydı...
BÜYÜK SIR, BÜYÜK
BULMACA
İşte ilk bulmaca ve bulmacanın ilk ip
uçları.... Yukarıda size aktarmış
olduğum dinsel ve mitolojik metinlerde,
insanın kökeninin cennete bağlandığı
görülmektedir. Cennet sembolüyle bir
mükemmelliyet ortamı kastedildiği
dikkate alınırsa, konunun daha hemen
başında, mükemmelliyetin başlangıçta
olduğu meselesiyle karşı karşıya
kaldığımızı görürüz.
Peki mükemmelliyetin başlangıçta
olması ne anlama gelir? Bunu biraz
açmamız gerekecek...
Adem’le sembolize edilen başlangıç,
hangi devrin başlangıcıydı? Bunu daha
iyi ortaya koyabilmek için dünyanın
ezoterik geçmişine çok kısa olarak bir
göz atalım ve böylelikle insanlığın
nereden gelip, nereye gitmekte olduğunu
daha iyi gözler önüne sermeye
çalışalım...
Mükemmelliyetin başlangıçta olduğu
hayli yaygın ve hayli eski köklü bir
anlayışın ifadesi olarak inisiyatik
öğretilerdeki ezoterik çalışmalarda
karşımıza çıkmaktadır. Bununla beraber,
yine çok yaygın olmak üzere, kaybedilen
“Altın Devrin” yeniden yaşanacağına
dair de, bütün geleneklerde atıflar
mevcuttur:
Grek Geleneği’ne göre: Altın Çağ
bir nevi cennet hayatıydı. İnsanlar uzun
yaşarlar ve hiç ihtiyarlamazlardı.
Mevcudiyetleri
de
Tanrı’nınkine
benzerdi. Zamanla insanlığın aşamalı
olarak aşağı inişinin başlamış olduğu
söylenir.
Mısır Geleneği’nde ise: İnsanların
tanrılarla
birlikte
yaşadıkları
dönemlerden bahsedilir.
Hint Gelenekleri: İnsanlığın zaman
içinde yavaş yavaş aşağı inmekte
olduğunu ve her geçen asırla birlikte
insanlığın biraz daha mükemmelliyetten
uzaklaştırmakta olduğunu söyler. Hint
ezoterizmi
bunu
envolüsyon
ve
evolüsyon yani aşağı iniş ve sonra tekrar
yukarı çıkış olarak dile getirmiştir.
İnsanlık önce Altın Çağı yaşamış sonra
zaman içinde aşağı inerek Demir
Çağı’na kadar ulaşmıştır. Demir Çağı’na
Hint gelenekleri Kali - Yuga adını
vermişlerdir.
Musevi
ve
Hristiyan
Gelenekleri’nde de buna benzer
fikirlerle karşılaşmaktayız: Büyük
tufandan sonraki kozmos, yine Tanrı’nın,
zamanın
başlangıcında
yarattığı
kozmosun aynı olacak. Temizlenmiş,
tasfiye edilmiş, ıslah ve ihya suretiyle
yenilenmiş
ve
ilk
günlerin
mükemmelliyeti iade edilmiş olarak
sona ulaşılacak...
Roma
gelenekleri:
Saturnalia
Bayramı’ndan söz eder: Bu bayramlarda
ışıklar söndürülür ve yeniden yakılırdı.
Daha sonraları yeni yıl kutlamalarına
dönen bu bayramlar yine aynı tema
üzerine
kurulmuştu.
Peki
mükemmelliyetten uzaklaşılış niçin
kutlanmaktaydı? Çünkü uzaklaşıldıkça
yeniden yeni bir mükemmelliyete doğru
da aynı zamanda yaklaşılmakta olduğu
bilindiği için, her geçen zaman bu
kavuşmayı
da
beraberinde
getirmekteydi. İşte kutlanan da buydu...
Mükemmelliyet yeniden kavuşmaya
doğru gidildiğini göstermek içinde
ışıklar söndürülüp yeniden yakılırdı.
Yani karanlıklardan aydınlığa geçişin
bir sembolü olarak...
Müslümanlar’da da başlangıçların
mükemmelliyetine rastlıyoruz: Adem
ile
Havva
cennetten
yani
mükemmelliyeti ifade eden bir ortamdan
kovulmamışlar mıydı?
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Kısaca
toparlayacak olursak; hemen hemen tüm
toplumların geleneksel bilgilerinde,
mükemmelliyetin başlangıçta olduğu,
sembollerle çeşitli mizansenler içinde
dile getirildiğini söyleyebiliriz.
DEMİR ÇAĞ’IN
KARANLIĞI
Tevrat’ta
ve
Altay
Yaradılış
Efsanesi’nde sözü edilen cennete tekrar
geri dönelim ve bu sembolün içinde
saklanan gerçekleri biraz daha anlaşılır
bir şekilde görmeye çalışalım...
Cennet sembolünü Ezoterizm’deki
anlamıyla iki açıdan ele almamız
mümkün olmaktadır.
Birincisi, dünyaya doğacak olan
varlıkların bedenlerinin oluşturulduğu
kozmik laboratuarın geleneksel adı
olarak...
İkincisi ise, ruh varlığının şuur
kapasitesi ve şuur açıklığının genişliği
bakımından çok daha serbest bir halde
bulunduğu yer olarak...
Tevrat’ta sözü edilen “İyilik ve
Kötülük Bilgisi Ağacı” sembolüyle bu
husus mecazi bir şekilde dile
getirilmiştir. “İyilik ve Kötülük Bilgisi
Ağacı”, İyilik ve kötülüğü birbirinden
ayırdedebilecek bir şuur hali demektir.
Yani bilgiyle yaşamaya dayanan bir şuur
halidir. Buna karşılık Tevrat’ta bu
ağacın meyvelerinden yemeyeceksin
emrinin bulunduğu söyleniyor. Yani
iyiliği ve kötülüğü birbirine karıştıracak
bir insanlık çağının başlamak üzere
olduğu anlatılmaya çalışılıyor. Bu
sembol ve anlatımda çizilen motif,
başlayacak olan yeni devrin insanlığının
içinde bulunacağı şuur halinin bir ifadesi
olarak karşımıza çıkıyor. Yani şu anda
bizim içinde yaşamakta olduğumuz
devrin başlangıcını anlatıyor. İkilemler
içinde bocalayacak olan ve şu anda
halen bizim içinde yaşamakta olduğumuz
bu devrin temel özelliği bu şekilde dile
getirilmeye çalışılırken; Altay Yaradılış
Efsanesi de bu durumu son derece
benzer
bir
dille
anlatmıştır.
Hatırlayacağınız
gibi,
efsanede
yasaklanan
meyvenin
yenilişiyle
Törüngey ile karısının tüylerinin
dökülmesinden söz ediliyordu.
Türk Mitolojisi’nde çok sık karşımıza
çıkan, eski devirlerde yaşayan insanların
vücutlarının tüylerle kaplı olması,
atalarımızın maymun olduğu anlamına
gelmemektedir. İnisiyatik öğretileri ve
ezoterizmi
inceleyenlerin
hemen
hatırlayacağı
gibi,
“tüy”
bütün
geleneklerde “gerçeğin” sembolü olarak
ele
alınmıştır.
Örneğin
Mısır
Mitolojisi’nde, ölen bir kimsenin ruhu
cennete gidebilmesi için, Anubis
tarafından bir sınavdan geçirilir. Ölen
kişinin kalbi terazinin bir kefesine, bir
tüy parçası ise diğer kefesine konarak
Anubis tarafından tartılır. İşte bu
mitlojik anlatımda da tüy sembolünün
gerçekle eş değer anlamda kullanıldığı
görülmektedir. Vicdanı sembolize eden
kalbin tüyle tartılması, o kişinin yaşamı
boyunca gerçeklerle karşılaştırıldığında,
ne kadar vicdani bir şekilde hareket edip
etmediğinin sembolik bir anlatımıdır.
Tüyün gerçeğin sembolü olarak ele
alındığını dikkate alırsak, Altay
efsanesindeki
yasaklanan
meyveyi
yedikten sonra Törüngey ile karısının
tüylerinin dökülmesi de, artık gerçekleri
kolaylıkla anlayamayacak bir şuur
haliyle yaşamaya başlayacak olan bizim
devremiz insanının sembolü olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz.
Görüldüğü gibi yeni başlayacak devrin
özelliği bile, insanlığa açık bir şekilde
ifade edilmemiştir. Bunun bile üzeri
örtülmüştür.
Birçok
dinsel
metinlerde
ve
efsanelerde anlatılan bu sembolik
bilgilerle adına “Demir Çağ” dedikleri,
kalplerimizin mühürlü olduğu bizim
karanlık devremiz böylelikle başlamış
oluyordu... Bundan tam 7000 yıl önce...
Bireyselliğin ve maddenin gelişmesi
ile alakalı bir sürecin başlangıcıydı bu.
Bu sürecin en önemli özelliği, son
derece kaba ve diğer dönemlerle
karşılaştırıldığında
oldukça
geri
seviyeli, bilgiden uzak bir yaşam
biçiminin başlayacak olmasıydı.
Ve nitekim öyle de olmuştur. Kozmik
bilgiler unutulmuş, insan yaşamın
gayesini bile hatırlayamadan bu dünyada
yaşamaya başlamıştır. Bu aşağı inişin
zaruri bir sonucundan ibaretti.
Gerek mükemmelliyetin başlangıçta
olması, gerekse insanlığın ilahi kökeni
ve aynı zamanda günümüzün özelliğini
gözler önüne sermesi bakımından,
insanlığın aşağı iniş sürecinin çok iyi
tahlil edilmesi şarttır. Bu husus,
Ezoterizm’de Tanrı’dan insana doğru bir
iniş ve daha sonra insandan Tanrı’ya
doğru tırmanış olarak ifade edilir.
Buradaki Tanrı’yı ruh varlığının
başlangıçtaki mükemmelliyeti yani fizik
aleme süzülmediği - inmediği zamanki
serbest hali olarak ele almamız
icabetmektedir.
Tanrı’dan insana doğru iniş, özellikle
bizim
devremizde
şeriata,
şartlandırmaya ve inanca dayalıdır.
İnanç bir ön kabuldür. İçinde bilgiden
ziyade ön kabul vardır. Araştırma unsuru
yok denecek kadar azdır. Belki bilgiye
götürücü ilk adımdır ama içinde açık
bilgi yoktur. Üstü kapalı sembollerle
dolu şifreli bilgiler vardır. İşte bizim
devremizin gözden kaçırılan en önemli
özelliği tüm hakikatlerin üstünün ağır bir
sembolizmle örtülmüş olmasıdır.
İnsanlık gerçeğin apaçık yüzüyle değil,
üstü örtülen, kapatılan dış kabukla
meşguldür. Ve bu kabuğu, gerçeğin
kendisiyle karıştırmaktadır. Yaşamın
gerçek
anlamının
ve
gayesinin
unutulması; içgüdüsel - otomatik ve ön
yargılarla örülü bir yaşamın tercih
edilmesini doğurmuştur. İçle temasa
geçemeyip sadece dış kabukla haşır
neşir olan büyük kitlelerin de, görünenin
ardındaki görünmeyen prensipleri arama
arzusu silinip yok olup gitmiştir.
Aşağıya inişin kaçınılmaz bir sonucu
olarak, duygu ve düşüncelerin denetimi
çok zor bir mesele haline gelmiştir.
Kendinizi karşınıza koyup, ona hiç
dışarıdan
baktınız
mı?
Taşlara
geçirdiğiniz
sözünüzü
ne
kadar
kendinize
geçirebiliyorsunuz?
Alışkanlıklarınıza
ne
kadar
hükmedebiliyorsunuz? Kendinize söz
geçirebiliyor musunuz?
Eğer dikkatli bir gözlem yapacak
olursak ömrümüzün % 90’ının hissi
faaliyet içinde geçtiğini görürüz. Tüm
yaşantımız boyunca hislerimize duygularımıza hakim olarak verdiğimiz
kararların oranı % 10’u geçmez. Daima
bir rekabet duygusu, diğer insanlar
karşısında acze düşmemek, üstün olmak,
daha çok para kazanma arzusu ve buna
bağlı bir sürü korkular içinde
yaşamımızı sürdürürüz.
Günümüzde
insanların
yaşamını
düzenleyen asıl faktör onların ne zekası,
ne felsefesi, ne de şu veya bu kanaldan
öğrendikleri bilgileri değil, içgüdüsel
hayatlarıdır. İnsanlık içinde insanlığın
pek kalmadığı bir insanlık tablosunu
çizme gayreti içindedir. Ne doğum... Ne
ölüm... Ne de yaşamın bizzat kendisi;
gerçek değeriyle ele alınamamaktadır.
Tüm bunların sonucu olarak, insan
çevresindeki olup bitenlere karşı
yabancılaşmıştır. Tabii en önemlisi de
kendisine yabancılaşmıştır.
Neden mi?
Görünürdeki neden çok basit... Çünkü:
* Dış tesirlerin yönlendirmesi
altındadır. Medya ve reklamların adeta
kölesi olmuştur.
* Duygularıyla karar vermektedir.
* Araştırıcılığını yitirmiştir.
*
Mevcut
bilgilerini
yeterli
görmektedir.
* Herhangi bir olay, nesne veya
kişilerle eş koşma içine girmektedir.
Ortada kendisi kalmamıştır. Rüzgara
kapılıp savrulan yapraklara dönmüştür.
* Egoizması vicdanını örtmüştür.
* Bilgisi değil kulaktan dolma
inançları ön plandadır. Birileri nasıl
istiyorsa, o da öyle düşünmükte, öyle
hareket etmekedir.
BU PLANLANMIŞ BİR
GELECEKTİ VE GELDİ...
Bütün bu olup bitenler kör bir
tesadüfün ya da kara bir talihin sonucu
olmamıştır. Önce bunu çok iyi ortaya
koyarak tahlil etme mecburiyeti vardır.
Aksi takdirde ne günümüze, ne de
geleceğimeze
gerçekçi
yorumlar
getiremeyiz. Bu binlerce yıl önce
tasarlanmış kozmik bir karardı...
Bu, insanlığın başlangıçta sahip olduğu
mükemmelliyetinin, aşamalı olarak
kaybedilmesinden kaynaklanan zaruri bir
sonuçtur. Çünkü insandan bu devre
içinde melek olması istenmemişti. Pırıl
pırıl billur gibi bir su olması da
istenmemişti ondan... Zaten öyle de
olamazdı. Varlığın en önce fizik evrenle
daha sonra fizik bedenle bir araya
gelebilecek kadar kendi varlığındaki
ışığı
karartması
yani
titreşimini
alçaltması gerekmekteydi. Bu derece
düşmüş bir varlıktan da başka ne
beklenebilirdi ki?...
Elbette bir takım şeylerin hakimiyeti
altına girecekti... Ve girmiştir de... O
şimdi adına dünya dediğimiz bir yapının
kölesidir artık...
O artık; “Kâh çıkarım gökyüzüne
seyrederim alemi, kâh inerim yeryüzüne
seyreder alem beni” sözünü hiç
hatırlayamamaktadır. O artık kendisini
seyretmekte
olanları
da
hatırlayamamaktadır. Ancak onu hâlâ
birileri bir yerlerden seyretmeye devam
etmektedir. Ve bir gün o da, gök yüzüne
çıkacak ve unutmuş olduğu gerçek
benliğine kavuştuktan sonra yeniden yer
yüzünü seyretmeye devam edecektir...
Ta ki yeniden doğuncaya kadar...
İNDRA EFSANESİ’NİN
BÜYÜK SIRRI
Hint Mitolojisi’nde geçen İndra bir
Tanrı’dır. Daha doğrusu, mitolojide o
şekilde sembolleştirilmiştir. şu anda
üstünde durduğumuz konumuza çok iyi
bir örnek teşkil ettiği için dilerseniz
Hint’in Sırları’na kısa da olsa bir giriş
yapalım... Bakın insanın ilahi kökeni
nasıl sembolleştirilerek anlatılmış...
Hem de bundan binlerce yıl önce...
“İndra,
göğün
tepelerinden,
yeryüzünde sürüp gitmekte olan hayatı
seyretmekteydi. Bir ara gölün çamurunda
eğlenen bir domuz sürüsü gördü. Tanrı
kendi kendine sordu:
-’Bu hayvanlar balçığa bulanmaktan ne
zevk alıyorlar ki?’
Araştırdı
ama
bir
türlü
bu
alışkanlıklarının sebebini bulamadı.
Diğer Tanrılar’a da danıştıysa da hiç
biri buna bir cevap veremediler.
Aklında hep o domuzlar vardı. Bu sırrı
çözmeliydi. Yine bir gün domuzlara
gözü takıldı. Domuzlar büyük bir keyifle
çamurlarda yuvarlanıyorlardı. O an
kararını verdi. Bir domuz bedeninde
dünyaya
doğacaktı.
Böylelikle
domuzların
çamurlar
içinde
yuvarlanmalarından nasıl bir zevk
aldıklarını anlayabilecekti. Düşüncesini
diğer tanrılara da aktardı. Aynı şekilde
merakta olan tanrılar bu fikri harika
buldular. Dönüşte bize de anlatırsın
dediler. İndra doğmakta olan bir domuza
enkarne oldu. Aradan yıllar geçmeye
başladı... İndra büyüyordu... Onun bir
Tanrı olduğunu hiç bir domuz
anlamamıştı bile. Zaten kendsi de, tanrı
olduğunu çoktan unutmuştu bile. Büyüdü
ve ailesi ile birlikte balçıkta
yuvarlanmaya gitti. İlk banyolar pek hoş
sayılmazdı... Tiksinir gibi oldu... Ama
kısa bir süre sonra buna alıştı. Bir dişi
ile birleşti. Çok sevdiği yavruları
dünyaya geldi. Zaman geçtikçe çamur
banyoları yaşamlarında vaz geçilmez bir
yer aldı. Çamur banyoları, İndar’nın da
vaz geçemeyeceği bir eğlenceye
dönüşmüştü. Bu arada süresi de
dolmuştu... Tekrar geldiği Tanrılar
dünyasına geri dönmesi gerekiyordu...
Süresi dolduğu halde hâlâ göğe geri
dönmediğini gören Tanrılar, ona
aralarındaki yerini almasını emrettiler...
İndra reddetti!... Tanrılar aralarında
toplandılar ve onu tekrar eski yerine
dönmeye mecbur etmek için bir çözüm
buldular... Bu domuzu öldürmek... Ve
öyle de yaptılar...
Göğe geri döndüğünde., İndra
başından geçen bu serüvene çok güldü.
Ama
domuzların
balçığı
neden
sevdiklerini hiç bir zaman anlayamadı.”
“Kah çıkarım gökyüzüne seyrederim
alemi, kah inerim yeryüzüne seyreder
alem beni” diyen Sufi’nin sözleriyle,
Hint Mitolojisi’nde geçen İndra’nın
Efsanesi arasında hiç bir fark yoktur.
Her ikisi de aynı sırrı üstü kapalı olarak
dile getirmiştir.
Burada anlatılan insanlığın
öyküsüdür... Domuz insanı, İndra ise,
insanın tanrısal kökenini sembolize
eder. Çamur dünyanın, insanı nasıl esir
aldığınının sembolüdür. Dünyaya
doğan insanın şuurunun kararmasını
da, İndra’nın kendi kökenini
unutmasıyla anlatmaya çalışmışlardır.
Yani, “insan kendi ilahi kökenini
unutmuş bir şekilde yaşar” bilgisi bu
şekilde mitolojide yaşam bulmuştur.
Bu ve diğer mitolojilerde geçen tanrı
ve ilah sözleri asla Yaradan anlamında
kullanılmamıştır. Böyle bir yanılgıya
düşülmemesi için bunu özellikle
hatırlatmak ihtiyacı duyuyorum.
Eski toplumların mitolojilerinde geçen
Tanrılar ifadelerine bakarak onların çok
tanrıya inandıklarını ve hatta onların
birer putperest olduklarını zannetmek,
içine düşülecek en büyük hata olacaktır.
Bu anlatılanların herbiri ayrı bir ezoterik
sırrı içinde barındıran birer semboldür.
KUR’AN-I KERİM NE
DİYOR
İnsanın cenneten kovuluşuyla ilgili
benzer
yaklaşımların,
İslam
Geleneği’nde ve Kur’an-ı Kerim’de de
yer aldığını görmekteyiz.
Kur’an-ı Kerim de cennetten bahseder.
Orada da bir ağaç vardır. Ve ağacın
meyvesi yasaklanmıştır. Adem ile
Havva’nın yasaklanmış meyveyi yemesi
onların
oradan
kovuluş
sebebi
olmuştur...
Kur’an-ı Kerim’de bu konu Taha
Suresi’nde dile getirilmiştir.
“... Şeytan ona vesvese verip: ‘Ey
Adem. Sana sonsuzluk ağacını ve
çökmesi
olmayan
bir
saltanatı
göstereyim mi?’ dedi. Bunun üzerine
ikisi de o ağacın meyvesindan yedi, ayıp
yerleri
görünüverdi.
Cennet
yapraklarıyla örtünmeye koyuldular.
Adem, Rabbine baş kaldırdı ve yolunu
şaşırdı. Rabbi yine de onu seçip
tevbesini kabul etti, ona doğru yolu
gösterdi. Onlara şöyle dedi: ‘Birbirinize
düşman olarak hepiniz oradan inin...’ “
(Taha Suresi: 20/120-123)
Görüldüğü gibi tema aynıdır. Çünkü
anlatılmak istenen aynı şeydir. Bu
nedenle son derece benzer semboller ve
motifler kullanılarak mesele insanlara
anlatılmaya çalışılmıştır.
YERYÜZÜNDE
İLK İNSAN NASIL
ORTAYA ÇIKMIŞTIR?
Şu anda çağdaş bilimin cevap
veremediği on sorudan bir tanesi de,
insanlığın yeryüzünde ilk olarak nasıl
ortaya çıkmış olduğu sorusudur... şimdi
sizlere Ezoterizm’de insanın ilk ortaya
çıkışı ve insanlığın unutulmuş kökeniyle
ilgili bilgileri aktarmaya çalışacağım...
Bu bilgiler sizlere pekçok çağrışımları
da beraberinde getirecektir. Binlerce yıl
öncesine dayanan bu bilgiler, uzun bir
süre eski inisiyatik mabetlerin duvarları
arasında saklı tutulmuş ve daha sonra
buralardan
sızan
bazı
belgeler
vasıtasıyla
günümüze
kadar
gelebilmiştir. Türkiye’de ilk kez bir
kitapta yayınlanmakta olan bu bilgileri
dikkatle tetkik etmenizi öneririm. Bu
vesileyle önemli bir konuya ışık tutma
imkanı bulabilmemiz mümkün olacaktır.
Bu önemli konu, az önce üzerinde
durmaya çalıştığımız, mitolojik ve dini
öğretilerde sözü edilen insanın cennetten
kovulmasının ne anlama geldiğine de,
ayrıca
bir
açıklama
getirecek
mahiyettedir.
İnsanlık nereden gelmiştir? şu anda
hangi noktadadır? Ve nereye doğru
gitmektedir? Yeryüzü insanının ilk atası
nasıl
ortaya
çıkmıştır? Yeryüzü
insanının kozmik akrabaları kimlerdir?
İNSANLIĞIN GİZLİ
KÖKENİ
Cennetten kovuluş sembolüyle ilgili
bazı örnekler vermiştik. İlk insanın
nereden geldiği sorusuna mitolojik ve
dinsel öğretiler tek bir cevap verir:
Cennetten...
Peki, bu cennet nasıl bir cennettir?...
Kutsal kitapların hepsinde “ilk insan”
dan bahsedilir. Üstü örtülü sembolik
bilgilerle, bu sır insanlara anlatılmaya
çalışılmıştır. Ancak açık bir bilgi
verilmemiştir.
Gerek Hint kökenli belgelerde,
gerekse İslam, Mısır ve Babil
Ezoterizmi’nde ilk insandan yoğun
olarak bahsedilmiştir. Bu konuyu uzun
uzun anlatan kutsal kitaplardan biri de
Tevrat’tır. Kutsal Kitaplar’da sözü
edilen bu meseleyi tam olarak
anlayabilmek için yine Ezoterizm’e
müracaat edeceğiz...
Ezoterik bilgilere göre, ki bunu kutsal
kitaplar da teyid etmektedir, yeryüzünde
birçok devirler geçmiştir. Bunların
ilkine “Altın Çağ” adı verilmiştir.
Buradaki altın sözcüğü bilinen anlamıyla
altın madeninin bol bulunduğu bir devri
değil, kalite olarak ileri bir seviyeye ait
bir sürecin yaşanmış olduğunu gösterir.
Son derece ileri seviyeli bir insanlığın
devrini anlatmak için kullanılan bir
semboldür.
Değerli
bir
çağ
anlamındadır.
Daha sonra sırasıyla: “Gümüş”,
“Bronz”, “Kahramanlar”, ve son olarak
da bizim devremiz insanlığının içinde
bulunduğu “Demir Çağı” gelmektedir.
Dünya insanı olarak gelinen nokta
neresidir diye soracak olursanız;
Ezoterik bilgiler bu soruya cevap olarak,
“Demir Çağı”nın sonlarına doğru
gelindiğini söylemektedir. Yine aynı
Ezoterik bilgilerde, “Demir Çağı”nın
sonunda yaşanacak bir aydınlanmayla
(Kıyamet) yeniden dünya üzerinde
eskiden olduğu gibi altın bir devrin
yaşanacağına işaret edilmektedir.
Yeryüzündeki ilk insanın, bir zamanlar
iddia edildiği gibi tek hücreli
canlılardan gelişe
gelişe
ortaya
çıkmadığı
artık
bilimsel
olarak
anlaşılmış durumdadır. Ezoterik bilgiler
bunun böyle olamayacağını zaten
binlerce yıldır söylemekteydi. İnsan
vücudu organik bir yapı olarak, özel bir
tarzda meydana getirilmiştir. Yani
yapılmıştır. Bir üretim mahsülüdür.
İnsan organizması, bir dizi tesadüflerin
sonucu değil, çok yüksek bir bilimin
kendi potasında meydana getirdiği bir
yapıdır.
Eski tarihi belgeler ve kutsal kitaplar
değişik bir bakışla incelenecek olursa,
insanın meydana getirilişinin iki safhalı
olduğu görülecektir.
Birincisi: Galaktik İnsan
İkincisi : Yeryüzü İnsanı
Ezoterik bilgiler ışığında elde edilen
bilgiler bundan sonrası için neler
söylüyor? şimdi bunları sırasıyla sizlere
aktarmak istiyorum:
“Galaktik insan,
bir
zamanlar
yeryüzünde ‘Altın Çağı’nı meydana
getirmiş olan varlıklara verilen bir
isimdir. Bunun yeryüzündeki insan ile
çok uzaktan bir akrabalığı vardır.”
Yeryüzü insanının ilki olarak, Kutsal
Kitaplar bize “Adem”den bahsederler.
Peki
insanın
meydana
getirilişi
yeryüzünde mi olmuştur? Yoksa başka
bir mekanda meydana getirildikten sonra
yeryüzüne mi getirilmiştir? Yavaş yavaş
konuyu açmaya çalışalım. Bakalım
nelerle karşılaşacağız?
Tevrat’ta iki farklı yaradılıştan söz
edilir:
B i r i nc i s i : Elohimler’in yarattığı
insan.
İkincisi : Yehova’nin yarattığı insan.
Burada sözü edilen yaradılış bir
imalatır.
Yani
Kaadir-i
Mutlak
Yaradan’ın yaratma fiili değil, yüksek
seviyeli varlıkların mevcut maddeleri
kullanarak ortaya çıkarttıkları bir imalat
söz konusudur. Bu iki durumu
birbirinden ayırmak gerekir.
‘Elohimler,’ Galaktik Uygarlıklar’ın
senyörleridir. ‘Yahve’ de bu senyörlere
dahil olan ve yeryüzündeki insanların
gelişimiyle yakından ilgilenen vazifeli
varlıklar grubunun başı ya da sözcüsü
konumunda olan kozmik bir varlıktır.
‘Elohimler’in meydana getirmiş olduğu
insan tipi (Galaktik İnsan) ile,
‘Yehova’nın meydana getirmiş olduğu,
bizim devremiz insanı olmak üzere iki
ayrı ‘Adem’ vardır. Biri bizim
devremizin, diğeri eski devirlerin
Ademi’dir.
Birinci Adam’le
ikinci Adem
arasındaki farkları Kutsal Kitaplar ince
nüans farklarıyla ifade etmişlerdir.
Dikkatlice incelenecek olursa bunlar
ayırdedilebilir. Burada araştırmacıların
dikkatinden kaçmaması gereken bir diğer
husus da, İslam’ın Kutsal Kitabı Kur’anı Kerim’de, Galaktik Adem’den değil,
doğrudan doğruya bizim devremizin
Adem’inden bahsedilmiş olmasıdır.
Fakat diğer Kutsal Kitaplar ayrıca
yeryüzünde meydana gelmemiş olan,
fakat bütün bir galaksi içerisinde
kendisini temsil eden, gelişmiş bir
Adem’den bahsederler. Ancak Kur’an-ı
Kerim’de de bizim neslimizden öncesine
ait başka nesillerin yeryüzünde bir
zamanlar yaşadığı birçok ayette açıkça
beliritilmiştir. İşte onlardan sadece bir
tanesi:
“Onlardan önce nice nesilleri yok
ettiğimizi görmediler mi? Onları, sizi
yerleştirmediğimiz bir şekilde yeryüzüne
yerleştirmiş,
gökten bol
yağmur
yağdırmış,
altlarından
ırmaklar
akıtmıştık. Fakat onları günahlarından
ötürü yok ettik ve ardından başka bir
nesil yetiştirdik” (En’am Suresi: 6/6)
Görüldüğü gibi her ne kadar Galaktik
Adem’den bahsedilmese de, Kur’an’da
bizim neslimizin haricinde de nesillerin
yeryüzünde yaşadığı ve dolaylı olarak
başka Ademler’in de mevcut olduğu
anlatılmaktadır.
Kaldığımız yerden devam edelim...
Altın Çağ’ın yaşandığı dönemlerde
yeryüzünde Galaktik Irk’a mensup
varlıklar bulunmaktaydı. Galaktik Irk’ın
en son uzantıları olarak, Mu ve Atlantis
Uygarlıkları’nı görmekteyiz. Kutsal
Kitaplar’da sözü edilen büyük tufanla
birlikte bu Galaktik Irk’ın son
temsilcileri de yeryüzünden silinmişler
sadece çok küçük bir kısmı bizim
kıtalarımıza göç ederek varlıklarını
sürdürebilmişlerdir.
Ezoterizm’de
bu
varlıklara
“Naakaller” adı verilir. Ezoterik kayıtlar
Naakaller’in Tibet dolaylarında gizli bir
yeraltı
uygarlığı
oluşturduğundan
bahseder. Agarta adı verilen bu yeraltı
uygarlığı günümüzde hala varlığını
sürdürmektedir.
“Galaktik
Irk”ın
yeryüzünden
kaybolmasından hemen önce, bizim
devremizin başlangıcını teşkil edecek
fizik bedenlere ihtiyaç vardı. Zaman bir
hayli ilerlemiş ve insanlığın aşamalı
aşağıya iniş sürecinin bir sonucu olarak,
“Demir Çağı”nın bedenleri imal
edilmesi gerekiyordu. Bu tamamıyla bir
laboratuar
çalışmasını
gerektiren,
genetik biliminde uzmanlaşmış “Galaktik
İnsanlar”ın yapabileceği bir işti.
Tevrat’ta anlatılanlardan; Yehova ve
grubunun, muhtelif gezegenlerde, her
devreden sonra ruhi varlıkların gelişim
süreçlerini
sürdürebilmeleri
için
doğacakları biyolojik bedenleri imal
ettiklerini anlıyoruz.
İşte bu noktada Tevrat’ta Yehova
olarak isimlendirilen “uzaylı” varlıklar
devreye girmiş ve bizim devremize ait
ilk bedenleri imal etmişlerdir.
Bu sır tüm dinlerde ve tüm
mitolojilerde
üstü
örtülerek
anlatılmıştır. Mitolojik anlatımlarda
geçen ilahların bir kısmı, sözünü etmeye
çalıştığımız Galaktik Irk’a mensup ileri
seviyeli insanların sembolüdür. “Ruhsal
İdare Mekanizması”na bağlı olarak
çalışan bu uzaylıların, dünya üzerinde ne
kadar önemli bir fonksiyon gördükleri,
dinlerin ve mitolojilerin tam anlamıyla
açıklığa kavuşmasından sonra çok daha
iyi anlaşılacaktır. Ancak günümüze
kadar gelebilen Ezoterik kayıtlarda
bunlarla ilgili son derece önemli bilgiler
mevcuttur. Ne yazık ki yurdumuzda bu
konuyla ilgili fazla bir araştırma
yapılamamış ve kamuoyu bu konuda
yeterince bilgilendirilememiştir.
***
Dini Öğretiler’de Adem’in meydana
getirilişiyle ilgili bir başka ilginç ayrıntı
daha verilir. İslam’ın Kitabı Kur’an-ı
Kerim’de, Adem’in balçıktan yaratıldığı
söylenir. Buna benzer ifadeler diğer
dinlerde de vardır. Örneğin İbraniler’in
Kutsal Kitabı Tevrat’ta Adem’in yerin
tozundan yaratılmış olduğu anlatılır. Her
iki ifade de birbiriyle aynıdır.
Balçıktan ya da yerin tozundan
yaratılmak ne demektir? Burada
kastedilmek istenen, doğrudan doğruya
dünyasal bir molekül yapısıdır. Dünyaya
ait moleküler yapının kullanılmış
olmasıdır. Bu bizim devremizin
Ademi’dir. Diğer Adem’in moleküler
yapısı ise tamamen farklıydı. Dünya’ya
ait değil dünya dışına ait bir yapıdan
oluşmuştu.
Yani
Elohimler’in
dünyasından....
Böylelikle değişen yeryüzü şartlarına
en uygun Adem soyu meydana getirilmiş
oluyordu... Demir Çağı’nın çocuklarının,
bedenlerinin ilk örnekleri artık hazırdı...
Galaktik Uygarlığın temsilcileri ise,
geçmişin anıları arasında eriyip gitti...
Ama izlerini ve hatıralalarını dünyada
bırakarak...
YILANOĞULLARI TANRIOĞULLARI ve
TANRI’NIN OĞLU İSA...
Gerek
Batı,
gerekse
Doğu
Ezoterizmi’nde, her dinde, hayatsal
kudreti, hayatsal değişimi, devri daimi
simgeleyen bir işaret vardır. Bu işaret
“Yılan” sembolüdür. Bu sembol tüm
toplumların geleneksel bilgilerinde,
kültürlerinde ve dinlerinde karşımıza
çıkar.
Ezoterizm’in
en
önemli
sembollerinden biridir. Ve birden fazla
anlamı vardır. Yılan sembolü bazı
yerlerde
kuyruğunu
ısırırken
gösterilmiştir. Kuyruğunu ısıran yılan
tekrar eden bir süreci anlatır. Bu
tekrarlama,
Evrendeki
kanunların
birbirleriyle olan yakın ilgisini de ifade
eder. Aynı zamanda tekrardoğuşun da
sembolüdür. Yaşamın ve ölümün arka
arkaya gelmekte olduğunu dile getirir.
Aynı zamanda spiral galaksiyi de ifade
eder. Bilindiği gibi evrende bilinen
birkaç tip galaksi çeşidinden birisi de
spiral
galaksidir.
Mensubu
bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi de
işte böyle bir spiral galaksidir. Bu
açıdan sembole yaklaştığımızda, ki bunu
toplumların mitolojileri ve dinleri de
doğrulamaktadır;
yılan,
Galaktik
Uygarlığın
da
sembolü
olarak
kullanılmıştır. Örneğin Eski Amerika
Kıtası’nda
yaşayan
yerlilerin
mitolojilerinde geçen “Yeşil Tüylü
Yılan” böyle bir semboldür. Yerlilerin
mitolojilerinden öğrendiğimize göre
“Yeşil Tüylü Yılan” gökyüzünden
gelmiş ve 52 yıl yerlilerle birlikte
yaşadıktan sonra yine gökyüzüne doğru
uçarak gitmiştir. Yeryüzünde kaldığı 52
yıl süresince de yerlileri her alanda
eğitmiştir. Bu yılan Aztek İnka ve Maya
Mitolojilerinin temel sembolüdür ve
Kukulkan olarak anılır. İşte bu sembol
“Galaktik Irk”a mensup varlıkların
arkalarında bırakmış oldukları izlerden
sadece bir tanesidir.
Yine birçok toplumun kültürlerinde ve
folklorik inançlarında dile getirilen
“Yılanoğulları” ya da “Tanrıoğulları”
sözüyle de anlatılan sır buna
dayanmaktadır. Yani bir zamanlar
yeryüzünde de yaşamış olan “Galaktik
Irk”a mensup varlıkların hatıralarından
ibarettir.
Ezoterik yazıtlarda ve mitolojilerde
geçen “Yılanoğulları” sembolü dinsel
kitaplarda “Tanrıoğulları” olarak ifade
edilmiştir. İkisinin de aynı anlama gelen
semboller olduğunu yine Ezoterik
kayıtlardan öğreniyoruz.
Gerek Hristiyan dünyasında, gerekse
de İslam dünyasında yüzyıllardır tam
olarak anlaşılamayan bir mesele vardır.
Ne olduğu bir türlü çözülememiş,
çözülemediği için de özellikle İslam
dünyasında putperest bir inanç olarak
nitelendirilme yoluna gidilmiştir. Bu
mesele İsa peygamberin kendisini açıkça
“Tanrı’nın
Oğlu”
olduğunu
söylemesinden kaynaklanır. Bu söz, İsa
peygamberin yaşadığı dönemde de
anlaşılamamış ve kendisini bu sözünden
dolayı katletmişlerdir. Aynen bizde de
Hallac-ı Mansur’un katledildiği gibi...
İsa çıkartıldığı mahkemede “Tanrı’nın
oğlu olduğunu söylüyrmuşsun bu doğru
mu?” sorusuna net bir şekilde: “Evet”
demiştir. “Ben Tanrı’nın Oğluyum...”
Tanrıoğlu sözü aslında binlerce yıldır
bilinen ve gizli tutulan bir semboldü.
Tanrıoğlu sözüyle “Galaktik Uygarlık”
kastediliyordu. Bu sır Tevrat’ta da dile
getirilmişti... İşte, İsa peygamber de bu
sırrı dile getirmeye çalışıyordu ama
açıkça bunu o devirde kime anlatabilirdi
ki?... Anlatamadı da zaten...
O’nu, o yıllarda anlayabilecek çok
sayıda insan yoktu. Belki yanındaki çok
kısıtlı sayıdaki havarilerine bu sırrı
söylemiş olabilir. Bunu bilemiyoruz.
Ama Thomas’ın kaleme aldığı, O’nun
gerçek sözlerinin aktarıldığı “Thomas’ın
İncili”nde, İsa peygamber’in birçok sırrı
sembolleştirerek o devirlerde çevresine
anlattığını biliyoruz. Evet... O, Galaktik
Uygarlığın bir kültürünü yansıtıyordu
ama bu büyük sır hiç bir zaman
anlaşılamadı.
O’nun yaşamı incelendiğinde, İsa
peygamber’in “Galaktik Uygarlığa”
mensup bir şahsiyet olduğunu söylemek
hiç de zor değildir. Doğumu bile bilinen
normal yollarla olmamıştır. Sadece bu
mesele bile araştırılsa, O’nun kozmik
kökeni ve dünyaya nasıl geldiği soruları
açıkça cevaplanabilir. Böylikle O’nun
kökeni hakkında çok daha sağlıklı
bilgilere ulaşılabilirken, O’nun niçin
“Ben Tanrı’nın Oğluyum” dediği de
anlaşılabilir...
V. BÖLÜM
ATEŞE TAPANLAR
Kristof Kolomb’un henüz daha
Amerika kıtasına ayak basmadığı
dönemlerde neler olmuştu? Putlara tapan
kafirler ve vahşilerin, insan yiyen
yamyam yerlilerin diyarı mıydı burası?
Tam tam sesleriyle kaynayan kazanlarda
pişmekte
olan
insanlar...
Azgın
Kızılderililer... Acımasızca katledilen
zavallı Avrupalı işgalciler!...
Bir yerlerde bir hata yapılıyor gibi
görünüyor... Ne dersiniz?
Evet ilkel dediğimiz, putperest
zannettiğimiz
insanların
diyarına
gidiyoruz...
Ve böylelikle büyük
yanılgıya dur diyoruz...
bir
tarihi
BİR ZAMANLAR
AMERİKA
Kulaktan dolma bilgilerimizin bir
sonucu olarak, bizlerde oluşmuş olan
anlayışlarımızdan bir tanesi de, eski
devirlerde yaşamış olan insanların
“putperest olduklarıdır. Bize böyle
söylenmiş ve böyle öğretilmişti. Bir
çoğumuz da buna inanmıştık...
İlkel
dediklerimiz,
putperest
zannettiklerimiz...
İlkel olarak adlandırılmaya çalışılan
toplumların bünyesinde yaşamış olan
insanların en büyük özellikleri;
okullarda da öğretilmeye çalışıldığı
gibi, “putperest” olmalarıydı. Evet ilk
okula
başladığımız
günlerden,
üniversitenin son yıllarına kadar, dünya
insanın geçirmiş olduğu tarihsel sürecin
başlangıç noktası olarak, bizlere hep Taş
Devri ve Taş Devrinin ilkel insanları
gösterilmiştir...
İlkel insanlar kimlerdir?
Genel anlayışa göre: İlkel diye
nitelenen bu insanlar, mağaralarda
yaşayan, karınlarını avcılıkla doyuran,
ateşi bilmedikleri için de, avladıkları
hayvanları çiğ çiğ yiyen insanlardı!...
Boş zamanlarında da mağara duvarlarına
resimler yaparlardı... Bu ilkel insanlar
bir gün gökyüzünden gelen yıldırım
vasıtasıyla
ateşi
tanımışlar
ve
avladıkları
hayvanları
pişirmeye
başlamışlar!.. Karınları doyduktan sonra
da: “Ya!... Kardeşim!... Herhalde bizi bu
eteş
yaratmıştır”
demişler
ve
başlamışlar ateşe tapmaya!..
Bir başka ilkel topluluk da : “Yok”
demiş... “Bizi bu küçücük ateş parçası
yaratmış olamaz... Yaratsa yaratsa,
gökteki büyük ateş yaratmıştır. Bu
yüzden biz en iyisi büyük ateşe
tapalım...”
...Ve başlamışlar güneşe tapmaya!...
Dünyanın bir başka yöresinde ise yine
bir grup insancık toplanmış... Elinden,
böyle güzel yontma işi gelen birkaç
ilkel, bir araya gelip, tahtadan ya da
taştan koşkoca bir heykel yapmışlar.
Sonra da karşısına geçip: “Ey insanlar;
işte bizim yaratıcımız budur. Bizi bu
yarattı!.. Bundan sonra da artık hepimiz
buna
tapacağız.”
demişler.
Ve
başlamışlar kendi elleriyle yapmış
oldukları o heykele tapmaya!...
Bunlara benzer görüşler yıllardır
savunulmaya çalışılmıştır...
şimdi bir an için lütfen mantıklı olarak
düşünelim:
Normal zekaya sahip bir insan kendi
elinin ürünü olan bir nesnenin, kendisini
yaratmış olabileceğini düşünübilir mi
acaba?
Biz şu anda böyle bir şeye inanabilir
miyiz?... Önce oturup bir “totem”
yapacağız... Sonra da onun karşısına
geçip “Bizi bu totem yarattı” diyeceğiz.
Peki biz şu anda böyle bir şeyin dogru
olabileceğine inanmıyoruz da; acaba o
devrin
insanları,
buna
nasıl
inanmışlardır dersiniz? O devirdeki
insanların böyle bir şeye inanmış
olabilecekleri fikrine, asıl biz nasıl
inanabiliyoruz?!..
Yoksa o devirdeki insanların, son
derece geri zekalı olduğunu, kafalarının
hiçbir
şeye
çalışmadığını
mı
düşünüyoruz?
***
Çocukluğumuzdan
beri
severek
izlediğimiz o kovboy filimlerinde,
vicdanlarımızı hep rahatsız etmiş olan
bir husus vardır. Nedense Amerika
Kıtası’ndaki eski uygarlıklar hep vahşi,
yamyam
Kızılderililer
olarak
gösterilmiştir.
Amerika
Kıtası’na
sonradan gelip, o kıtada karşılaştıkları
insanları vahşi Kızılderililer, barbar
yerliler olarak göstermeye çalışmış
olanlar, yüzbinlerce Kızılderili’nin
ölümüne yol açmış olan katliamlarını
acaba
ne
derecede
unutturabilmişlerdir?... Amerikan yapımı
kovboy filmlerinin çoğunda, hep bu tema
işlenmiştir, hem de ısrarla...
At sırtında tütün çiğneyip viski içen
beyaz adam, hep iyi adam rolünde...
Elinde baltası ve okuyla çadırda yaşayan
Kızılderili ise, hep kötü adam rolünde
olmuştur.
Okullardan
sinemalara
varıncaya kadar, büyük bir kesim, eski
insanları hep ilkellik anlayışı içinde
değerlendirmiştir. Ancak o filimleri
izleyen çocukların gönlünden Kızılderili
sevgisini bu kasıtlı tutum bile hiç bir
zaman silememiştir...
Sözünü ettiğimiz o eski devirlerdeki
insanların inançlarına ve günümüze
kadar ulaşmış olan belgelere şimdi bir
göz atarak, ilkel insanların, yani
putpereslerin dünyasına, kısa bir süre de
olsa geri dönelim... O devirde nelere
inanmışlar ve kendi dönemlerinde ne tür
bilgilerle yaşamışlar bunu görmeye
çalışalım.
Evet... İlkellerin dünyasına geri
dönüyoruz...
İLKELLERİN
BİLİNMEYEN DÜNYASI
Dünya üzerinde gelmiş geçmiş eski
uygarlıklardan, belki de en az incelenmiş
ve haklarında en az bilgi sahibi
olunanların başında; Eski Amerika
Kıtası’ndaki uygarlıklar gelir.
Bir arkeoloğun sağlam sonuçlara
ulaşabilmesi için, yerinde inceleme
yapma mecburiyeti vardır. Arkeolog
masa başında çalışamaz. O gidecek,
araştıracak, kazacak, çıkartacak ve
bundan sonra masasının başına geçip,
elde
ettiği
sonuçları
orada
değerlendirecektir...
Eski Amerika
Kıtası’ndaki
araştırmalar
çeşitli
zorluklarla karşı karşıya kalmıştır:
Bunlardan birincisi; hızlı araştırmalar
yapmaya engel olan, ülke coğrafyasının
çıkardığı doğal engellerdir. Burada
Aztek, İnka, Maya gibi uygarlıkların;
arkalarında bırakmış olduğu bilgi izleri
hayli
semboliktir,
dolayısıyla
anlaşılması da son derece güçtür.
Araştırıcıların karşılaştıkları en önemli
zorluklardan bir diğeri de işte budur.
Ancak
zorluklar
bunlarla
da
bitmiyordu...
Bütün bu zorluklara, eldeki mevcut
belgelerin, dökümanların, hatta pek çok
yapının, 1519 yıllarında başlayan
İspanyollar’ın saldırıları sırasında yok
olup gidişi de eklenince, bu eski
uygarlıkların izleri iyice örtülmüş
oluyordu.
Tüm
bu
yıkımlar,
İspanyolların
Hristiyanlaştırma
operasyonunun
gerçekleşmesini
hedefliyordu. Zamanın piskoposu Diego
de Landa şunları söylüyordu: “İçlerinde
sadece yalan ve şeytan işi şeyler bulunan
çok sayıda resimli kitap ele geçirdik. Ve
hepsini yaktık. Bu, Mayaları çok etkiledi
ve üzdü...”
Evet... Yaptıklarını aynen bu sözlerle
dile getirmişti, Piskopos Diego de
Landa...
Aztek,
İnka
ve
Mayaların,
gezegenlerle, doğa etkinlikleriyle ve
belki
de
en
önemlisi,
kendi
gelenekleriyle ilgili bilgileri içeren,
belgelerin büyük bir bölümü, malesef bu
şekilde yok olup gitmiştir...
Bu büyük yıkımdan geriye ne kalmıştır
diyorsanız?... Geriye kalabilen son
derece kısıtlı belgeler bile; ilkellik ve
putperestlikle ilgili düşüncelerimizin
sınırlarını
bir
hayli
zorlamaya
başladığını söyleyebilirim. İşte onlardan
birkaç örnek:
MAYALAR’IN
ASTRONOMİK
BİLGİLERİ
1- Mayalar, Dünya’nın Güneş
etrafındaki yörüngesini 365,2421 gün
olarak hesaplamışlardır. Bu rakam şu
anda aynı yörüngeyi 365,2424 gün
olarak
hesaplayan
Gregoryen
Takvimi’nden daha kesindir. Yapılmış
olan en son uzay araştırmalarında elde
edilmiş bulunan sonuçlar, Mayaları haklı
çıkarmıştır...
Uzay
çalışmalarında
bilgisayarlarla elde edilen sonuç
365,2422 idi.
2- Mayalar, gözlemlenmesi hemen
hemen mümkün olmayan gökyüzü
hareketlerini de biliyorlardı: Dresten
Kodeksi
yaçıtlarında,
çeşitli
gezegenlere, hatta çeşitli yıldızlara ait
tanımlarla karşılaşmaktayız...
Dünya’nın
Güneş
çevresindeki
dönüşünü bu kadar kesin bir doğrulukla
hesap edebildiklerini hadi aklımız şöyle
ya da böyle alıyor diyelim...
Peki,
bizim “ilkel”
damgasını
vurduğumuz bu insanlar, görmeleri
mümkün olmayan gökyüzü hareketlerinin
nasıl biliyorlardı?
3- Dresten Kodeksi yazıtlarının,
Onbirinci sayfasında Venüs gezegenine
ait tanımlarla karşılaşmaktayız. Venüs
yılını 583,92 gün olarak hesaplamış olan
Mayalar, Venüs yörünge verilerini o
denli iyi tanıyorlardı ki, 6000 yıl için
sadece iki saatlik hata yapmışlardı.
4- Dresten Kodeksi’nde ayrıca;
Merkür, Jüpiter, Satürn ve Mars’a ait
çeşitli bilgilere de yer verilmiştir.
Dresten
Kodeksi’nin
içindekiler
bunlarla da bitmiyor. Gezegenlerin
birbirlerine karşı, hatta onların dünyaya
karşı olan o anki durumunu bile
vurgulamışlardır...
Sözünü
ettiğimiz
bütün
bu
hesaplamaları,
kafadan
atarak
bulabilmiş
olmalarının
mümkün
olmadığı ortadadır. Ayrıca şunu bir kez
daha belirtelim ki; bu kadar kesin
sonuçların günümüzde dahi elde
edilebilmesi,
ancak
uzay
araştırmalarında kullanılmış olan son
model elektronik aletler sayesinde
mümkün olabilmiştir.
Piskopos Diego de Landa’nın tahrip
hırsından geriye kalabilmiş olan
belgelerin sayısı ne yazık ki hiç de fazla
değildir. Günümüze kadar gelebilmiş
belgeler, Madrid Kodeksi, Paris
Kodeksi ve Dresten Kodeksi olarak
adlandırılmıştır. Tabii bir de bunlara,
18. Yüzyıl başlarında Rahip Francisco
Kısemen tarafından bulunarak tercüme
edilen, Mayaların Kutsal Kitabı olan
Popol Vuh’u da ilave etmemiz gerekir.
Madrid
Kodeksi,
Rahip
Brasso
tarafından, İspanya’daki bir profesörden
teslim alınmıştır.
Paris Kodeksi ise, 1860 yılında, Paris
Ulusal
Kütüphanesi’nin bir
çöp
kutusunda bulunmuştur. Bugün kütüphane
tarafından en değerli eser olarak
korunmaktadır.
Dresten Kodeksi’ne gelince... Kraliyet
kütüphanesinin memuru Yohan Kristiyan
Götz tarafından, 1793 yılında, bir
Viyanalı’dan çok ucuz bir fiyata satın
alınmıştır. Büyük bir olasılıkla, ataları
bir zamanlar Amerika’da olan bir
İspanyol’dan miras kaldığı tahmin
edilmektedir.
Paris
Kodeksi’nin
çeşitli
kehanetlerden oluştuğu sanılmaktadır.
Ancak ne tür kehanetlerin söz konusu
olabileceği henüz belirlenememiştir.
Üstü kapalı ve özel şifreli bir kodlama
sistemiyle yazıldığı için, bu metinleri
anlamak son derece güç olmaktadır.
Madrid Kodeksi ise, yıldız fallarından
ve bu fallara nasıl bakılacağının
rahiplerce
yapılmış
kullanma
talimatlarından oluştuğu söylenmektedir.
Eğer bu doğruysa, yıldızlara bakılarak
geleceğin okunmasının, Maya rahipleri
için oldukça önemli bir yeri vardı.
Tabii, günümüzde gazete köşelerinde
çıkan burç fallarıyla ve tamamen ticarete
yönelik 900’lü telefonlar vasıtasıyla
yapılan sahte astroloji yorumlarıyla
uzaktan yakından ilgisi olmayan; aksine,
gerçek astroloji bilimiyle ilgili olan
bilgilerdi bunlar. Pekçok değerli şey
gibi; astroloji bilimi de, günümüzde,
bilgi sahibi olmayanların eline geçmiş
ve dejenere olup gitmiştir...
MAYALAR’IN GİZEMLİ
YAPILARI
Gelelim Mayalar’ın inşaa ettikleri
yapılara...
İspanyol tarihçisi Diego Garcia de
Palacio,
1576
yılında
Maya
şehirlerinden biri olan Copan hakkında:
“Burada bir zamanlar büyük bir şehrin
varlığını kanıtlayan harikulade tapınak
kalıntıları bulunuyor. İnsan, böylesine
ilkel insanların geçmişte bu denli güzel
yapıları
nasıl
inşa
ettiklerini
anlayamıyor” diye yazmıştı.
Copan, öylesine çok sayıda piramit,
saray, yol ve kanallarla düzenlenmiş bir
şehir ki!.. Onun için bu insanları ilkel
diye adlandırmaya kalkacak olursak,
İspanyol tarihçisinin düştüğü çıkmaza
saplanıp kalmak kaçınılmaz olacaktır...
Yucatan’daki Maya merkezlerinin en
önemlilerinden biri olan, Çıken-İta’daki
otuz metre yüksekliğindeki “Kukulkan
Piramidi”nden de söz etmek istiyorum:
Yıkıntıları bugün bile muhteşem olan
piramidin
tabanı,
55,5
metre
uzunluğunda
bir
karedir.
Dokuz
platformdan oluşan; kat kat görünümlü
piramidin yan yüzlerinin tam ortasında
doksanbir basamaktan oluşan dört ayrı
merdiven vardır. Piramidin en üstünde,
yani dokuzuncu platformun üzerinde, her
iki yanı tüylü yılan sembolleriyle süslü
olan sütunlu oda görünümlü bir bölüm
vardır. Bu bölüm, tanrısallığa yükselişin
ifadesiydi. Piramidin özelliği bunlarla
bitmiyor...
Piramit öylesine ayarlanmıştır ki, her
21 Mart’ta güneşin batışından yaklaşık
olarak 1,5 saat önce, büyüleyici bir ışıkgölge oyunu ortaya çıkmaktadır. Güneşin
son ışıklarıyla birlikte dokuz platformun
basamakları, merdiven kenarlarında,
gölgelerden oluşmuş eşkenar üçgenler
meydana getirmektedir. Bu, Kukulkan’ın
vucudundaki dokuz kıvrımı sembolize
etmektedir. Daha sonra, bir tür gölge
dalgasına dönüşmekte ve güneşin
batışıyla birlikte aşağı doğru süzülen bir
yılan
görüntüsü
oluşturmaktadır.
Basamağın en altında da, ışık-gölge
oyunları yardımıyla bir yılan başı
meydana gelmektedir...
21 Eylül’de ise, güneş doğarken, aynı
olaylar bu sefer aksi istikamette
yinelenmektedir. Önce tüylü yılanın başı
canlanmakta,
ardından
güneşin
ışınlarıyla birlikte yukarıya doğru
tırmanışa geçmekte ve yavaş yavaş
devam eden bu tırmanışın sonunda da
gökyüzünde kaybolup gitmektedir...
Sözü edilen bu ışık gölge oyunlarının
ayarlanabilmesi için; yüksek seviyede
matematik bilgisine ihtiyaç vardır.
İnşaat sırasında hiçbir iş tesadüfe
bırakılamazdı,
yani
daha
sonra
düzeltilmek üzere yapılmazdı.
Her şeyden önce piramidin inşa
edileceği
yer
hesaba
katılmak
zorundaydı. Daha sonra da dokuz
platformla, her biri doksanbir basamaklı
olan dört adet merdivenin uyum içinde
olması gerekmekteydi. Çünkü açılardaki
en ufak bir sapma bile, söz konusu kesin
sonucun elde edilmesine engel olurdu.
ATEŞE ve GÜNEŞE
TAPMAYANLAR
Bütün bunların ışığında, bu insanların
“ilkel insanlar” olduğunu söylemek
acaba ne derece doğru olacaktır.
Böylesine yüksek seviyeli matematik
bilgilerine sahip olan bir toplum, tutup
da kendi ellerinin mahsulü olan bir
heykele nasıl tapabilir?
Eski Devirlerin toplumları ateşe,
güneşe ya da kendi ellerinin mahsülü
olan heykellere tapmıyorlardı... Onları
sadece, bir meselenin, bir fikrin, bir
bilginin aktarılışında sembol olarak
kullanıyorlardı.
Nitekim,
eski
toplumların
geleneklerinde ateşin kutsal sayıldığını,
ateşe
bir
kutsiyet
atfedildiğini
görüyoruz. Bunun sebebi, özel bir eğitim
ve öğretim yoluna girmek anlamına gelen
inisiyatik öğretilerde, ateşin, arınma ve
sadeleşme sembolü olarak kullanılmış
olmasından ileri gelmektedir. Böyle özel
bir eğitime tabi tutulmamış bir kimse
için ateş, onun her zaman gördüğü bir
ateştir. İnisiyatik öğretileri ve ezoterizmi
biraz araştırmış biri ise, ateşle
sembolize edilen asıl bilgiyi derhal
kavrayı verir.
Örneğin Cehennem’de sözü edilen
ateşi ele alalım ve bu konuya çok kısa da
olsa bir açıklık getirmeye çalışalım:
Ateşin, kullanıldığı yere göre farklı
anlamlar taşıyabildiğini, ama genellikle
arınmanın sembolü olarak ele alındığını
belirtmiştik. Bir an için, ateşin, arınmayı
sembolize
ettiğinden
haberdar
olmadığımızı düşünelim.
Bu durumda, cehennemde var olduğu
söylenen ateş, bizim için, fizik
dünyadaki şu bildiğimiz ateşten başka
bir şey ifade etmeyecektir.
Durum böyle olunca da, cehennemdeki
ateşin gerçekte ne anlama geldiği, bizler
için meçhul kalacaktır. Ateşin, fizik
bedenin olmadığı bir ortamda bize acı
vermesi
mümkün değildir. Ateş
vücudumuza değince, biz bundan doğal
olarak ıstırap duyarız. Vücut yoksa, bu
ıstırap da yoktur. Ama hemen hemen
bütün inanç sistemleri, hep bir
cehennemden bahsederler. En eskisinden
en yenisine varıncaya kadar..
Peki, cehennemde başa geleceği
söylenen bu ıstırapla anlatılmak istenen
nedir?
Bu hususla, inisiyatik öğretilerin
sembolik anlatımlarında da yüz yüze
geliyoruz. Örneğin: Popol Vuh’ta da bir
varlığın tanrısallaşabilmesi için, onun
cehenneme inmesi ve sonra oradan
tekrar çıkması gerektiği, çeşitli motifler
ve semboller kullanılarak, uzun uzun
anlatılmıştır. Başka geleneklerde de
yine, cennet yolunun cehennemden
geçtiği söylenir. Ayrıca inisiyatik
öğretilerde başarıyla geçilmesi gereken
en önemli sınavlardan biri de “ateş
sınavı”dır.
İşte bu noktadan sonra; yapılacak tek
şey: Görünenin ardındaki görünmeyen
prensiplere ulaşmaktır. Yani gizli olanı,
sembolik olanı, batıni olanı keşfetmektir.
Ne
yazık ki
günümüzde
bu
yapılamamaktadır. Görünenin ardındaki
görünmeyen
prensiplere
ulaşılamamaktadır. şunu üzülerek ifade
etmek istiyorum ki, İslami Kültür’ün en
temel sembolleri bile günümüzde son
derece yanlış bir tarzda yorumlanmakta
ve buna bağlı olarak son derece yanlış
bir anlayışla hareket edilmektedir.
Örneğin
İslamiyet’in
en
temel
kavramlarından
olan
Cennet
ve
Cehennem sembolleri, İslam Dini’nin en
önemli ögelerinden birini oluşturur.
Maalesef bu en temel öge bile, yanlış bir
anlayışın kurbanı olmuş durumdadır.
***
Amerika
Kıtası’nın
eski
uygarlıklarından olan Aztek, İnka ve
Mayalar’ın bazı özelliklerine değinmeye
çalışırken konu bizi buralara getirdi...
Kaldığımız yere geri dönelim...
İspanyollar, onları haritadan silmekle
kalmayıp, zorla Hristiyan da yapmaya
çalışmışlar ama hiç bir zaman
kalplerinden eski inançlarını silip
atamamışlardır. Onlar hiçbir zaman
Kukulkanlarını, Yeşil Tüylü Yılanlarını
unutmadılar.
Onların kalpleri bugün bile hâlâ bu
duyguyla ve bu inançla atmaktadır.
Bunların
ilkel
insanlar
olup
olmadığına gelince...
Bu kararı size bırakıyoruz... Diyoruz
ve madem söz Aztek İnka ve Mayalardan
açıldı, hemen onların Kutsal kitaplarıyla
araştırmamıza devam ediyouz.
MAYALAR’IN KUTSAL
KİTABI: POPOL VUH
Popol Vuh, Orta Amerika’da yaşayan,
bugün de yaşamakta olan bir halkın
öyküsüdür... Kitap’ta bölüm yoktur.
Başlangıçtan sonuna kadar sürekli
yazılmıştır. Bunun böyle olması,
Mayalar’ın düşünüş tarzının bir
özelliğinden dolayıdır. Küresel bir
anlayışın yani, başı ve sonu bir gören,
alçaklık - yükseklik gibi ayrımların
ötesine taşabilen bir düşüncenin sonucu
olarak, Popol Vuh’un baştan sona
sürekli bir yazımla ele alındığını
görüyoruz. Bu düşünüş tarzı aynı
zamanda “ikiliklerin birliği”ne doğru
giden bir anlayışın da ürünüydü.
“İkinin Bir Olması” diye ifade edilen
bu köklü bilgi her ne kadar günümüzde
tamamen unutulduysa da, inisiyatik
öğretilerin
en
önemli
ezoterik
sembollerinden biriydi. Bu bilgiyi en
açık ifade edenlerden biri de İsa
peygamber olmuştur. Thomas, İsa
peygamberin gerçek sözlerini kaleme
aldığı İncili’nde şunları yazmıştır:
İsa dedi:
İkiyi bir yapınca
İnsanoğlu olursunuz
ve eğer derseniz:
Uzaklaş ey dağ...
Dağ uzaklaşacaktır. (Thomas’ın İncili
Kelam 106)
SIRLAR KİTABI
Popol Vuh, kutsal kitaplar arasında
dünya üzerinde en az incelenen
kitaplardan biridir. Araştırmacıların
dünya üzerindeki en eski dinlerden biri
olduğunu söyledikleri Mayalar’ın dinsel
bilgileri Popol Vuh’un içinde gizlidir.
Popol
Vuh,
birtakım ilahların
isimlerini sıraladıktan sonra şu satırlarla
başlar:
Hayatın, canlı varlıkların, şerefli
oğulların, aynı dili konuşanların, kalbi
saf olanların, uygar ve ileri görüşlü
kızlar ve oğulların ana ve babası Tzakol
ve Bitol’ün dediği gibi, gökyüzünün
açıları aralanarak ve onda olan her şey
ölçülerek, ölçüleri dört köşeli olarak
göğün ve yerin ihtiva ettiği temel
noktalar tayin edilerek, yerdeki ve
gökteki her şey yaratıldığı zaman,
geçmişte yazılmış kitabımızda, tarif ve
anlatış muhteşemdir.
Popol Vuh’u özetle incelemeye devam
edelim...
Hem özetleyelim. Hem de yeri
geldikçe bazı noktaları açıklamaya
çalışalım...
İxquic’in, biri erkek biri kız olmak
üzere ikiz çocukları olur. İkizlerin
babaları göğün yedinci katından inen
Ahpular’dır. Birçok mitolojide işlenmiş
olan gökyüzünden gelenler tarafından
hamile kalınma motifine dikkatlerinizi
çekmek istiyorum. Bu konuyla ilgili
yorumu ileriki sayfalara bırakarak
devam edelim...
İxquic’in ikizlere hamile kalması da
normal yollarla değil, mucizevi bir
şekilde olmuştur. İxquic hamile kalmış
ancak hala bakiredir. Bu temanın da bize
hiç yabancı gelmediğini görüyorsunuz.
Aynen İsa peygambere Meryem’in
hamile kalmasına benzer bir motif
karşımıza dikiliyor.
İleride göreceğimiz gibi, Türk
Mitolojisi’nde de gökyüzünden gelen bir
ışık
huzmesiyle
hamile
kalan
kadınlardan bahsedilir...
Popol Vuh, bu şekilde hamile kalan
İxquic’in
çevredekiler
tarafından
yadırgandığını bize anlatıyor. Hatta
büyük anası tarafından reddedildiğini...
Ormanda dünyaya gelen ikizlerin
isimleri, geleceğin “uygarlık getirici
kahramanları” olarak nitelendirilen
Hunahpu ve İxbalamque’ydi.
Mayalar’a göre, insan ve toplumun
kusursuzluk idealine ancak özveriler ve
özel inisiyatik çalışmalarla geçilebilir.
İnsanın
ulaşması
gereken
bu
mükemmelliyete
kavuşmadan önce
katlanacağı acıların sembolik anlatımı,
Popol
Vuh’ta ikizlerin hareketli
çocukluk dönemi ile ifade bulmuştur.
İkizlerin cocuklukları binbir tehlikeler
ve düş kırıklıkları ile dolu bir ortamda
geçer.
İkizleri ormanda doğdurduktan sonra,
onları anneleri aile ocağına getirir. Daha
eve gelir gelmez, ikizlerin ağlamasına
sinirlenen büyük anaları onların derhal
kapı önüne koyulmalarını buyurur.
Bununla da kalmaz onları karınca
yuvasının üzerine koydurur. Bu onların
karşılaşacağı ilk zorluklar yani ilk
sınavlarıydı... Orada sakince uyumayı
başaran ikizlerin bu sefer oradan
alınarak, dikenli bir çalılığın üzerine
konuldukları, Popol Vuh’ta uzun uzun
anlatılmaktadır.
Mayalar için karınca işkencesi,
inisiyasyon törenleri sırasında, inisiye
adaylarının, tıpkı ikizlerin çektikleri gibi
tabi tutuldukları bir sınav çeşitidir.
İnisiyasyonda
geçilen
safhaları
sembolik bir dille anlatan Popol Vuh
özetle şöyle devam eder...
Hunahpu ve İxbalamque, yoğun bir
çalışma ve düş kırıklıkları içinde
büyürler. Bilgelik yolunda ilerlerken
aynı zaman soylarının nereden geldiğini
de bilmekteydiler.
İKİZLER
TANRISALLAŞIYOR
İkizler gelecekteki forksiyonlarını ve
kökenlerinin gökyüzünden gelenlere
bağlı olduklarını biliyorlar ve tüm
zorluklara büyük bir sabırla katlanmaya
çalışıyorlardı.
Anneleri ayrı olmakla beraber yine
aynı soydan gelen, Hun Batz ve Hun
Chouen isimli iki kardeşleri daha vardı.
Kusursuzluğa erişme başarısını elde
edememiş olan Hun Batz ve Hun
Chouen, ikizlere karşı büyük bir
kıskançlık duymaya
başlamışlardı.
Onlara her türlü haksızlığı yapıyorlardı.
Fakat tüm bu haksızlıklara, Hunahpu ve
İxbalamque
sinirlenmiyor
kendi
duygularına
hakim
olmayı
başarabiliyorlardı.
Soylarını
ve
geleceklerini bildikleri için, kendilerine
yapılan
haksızlıklara
sessizce
katlanıyorlardı. Bu tutumları, Hun Batz
ve Hun Chouen’i iyice çılgına
çeviriyordu...
“Uygarlık Getirici Kahramanlar”ın
belirlediği Maya karakterinin temel
niteliği olan kendine hakimiyetin açık bir
örneğini, özetini aktardığım bu ‘mit’te
görmekteyiz.
Aslında
bu
mit,
inisiyasyonun en önemli safhalarından
birini gayet manidar bir biçimde ortaya
koyması bakımından da ayrı bir öneme
sahiptir. Sizlere daha önce aktarmış
olduğum gibi, kendisine hakim olmayı
başaramayan bir inisiye adayının, girmiş
olduğu
o
yolda
daha
fazla
ilerleyebilmesi mümkün değildi.
Dünyaca tanınmış büyük inisiyelerden
biri olan Buda konuyla ilgili şunları
söyler:
“Eğer bazı insanlar savaşta bin kere
bin kişiyi yenerlerse ve bir başkası
kendini yenerse, o, galiplerin en
büyüğüdür.”
“İnsanların arasında ırmağı geçip
hedefe ulaşanı azdır. Büyük çoğunluk
kıyıda bir aşağı bir yukarı koşuşur durur.
Fakat yolculuğunu bitiren için ıstırap
yoktur.”
“Düşünceni zevk veren şeylere
yöneltme ki, yandığın zaman bu acıdır
diye bağırmayasın.”
Görüldüğü gibi farklı kültürlerde
anlatım üslupları farklı da olsa,
anlatılmak
istenen
gerçek
hiç
değişmiyor...
Maya yerlileri, ikizlerden örnek
alarak; yaşamlarındaki zorlukları ve
aksilikleri
sabırla
karşılamayı
kendilerine ilke edinmişlerdi. Onlara
öyle öğretilmişti. Onlar da öyle
yaşamaya gayret ederlerdi.
Popol Vuh ikizlerin devlerle daha
sonra da Hun Batz ve Hun Chouen ile
olan mücadele ve savaşlarını anlatarak
devam eder. İkizler bu mücadelelerden
galip çıkarlar. Bütün bu mücadelelerin
sonunda, gittikçe saflaşmaya başlayan
ikizlerin tanrısallaşmaya doğru olan
yükselişleri, Popol Vuh’ta işlenen en
önemli sembollerden biridir.
DEVLER VE
CANAVARLAR
Tüm dünya mitolojilerinde işlenen
ortak temalardan bir diğeri daha Popol
Vuh’ta karşımıza çıkar: “Devlerle
savaş...”
Bazı
toplumların
mitolojilerinde
devler, bazılarında ise, ağzından alevler
saçan
canavarlarla
mitoloji
kahramanlarının mücadeleri, ilk başta
hayal ürünü bir masalmış gibi görünürse
de, bu temanın çok önemli bir sembol
olduğu yapılan araştırmalar sonucunda
ortaya çıkmıştır.
Kitabımızın başında değindiğimiz bir
konu vardı. şöyle demiştik:
“İnsanın muhtelif yaşamları boyunca,
maddeye
bağlanmasından
dolayı
getirmiş olduğu bir tortu vardır. İç
potansiyalinin ortaya çıkmasına engel
teşkil eden bu tortu herkesde mevcuttur.
Arınmak için bu tortunun mahiyetine
nüfuz etmek, derinliklerine inmek
gerekir. İnisiye, böyle bir tecrübeyle
karşılaşmak ve muzaffer çıkmak
zorundadır.”
Artık konuları yavaş yavaş birbirine
bağlamaya başlıyoruz...
Mitolojilerde sürekli olarak karşımıza
çıkacak olan devlerle ya da canavarlarla
mücadele motifi, işte bu tortunun
temizlenme çalışmasının sembolik bir
dille anlatılmasından ibarettir.
Bakın aynı mesele Türk Mitolojisi’nde
nasıl anlatılır...
SUSUZ KALAN ÜLKE
“Bir zamanlar Kafdağı’nın ardında
bolluklar içinde yaşayan zengin bir ülke
varmış. Fakat bir gün hiç beklenmeyen
bir şey olmuş. Ülkeye bolluk ve bereket
getiren ırmak kurumuş. Ülkenin tam
ortasından geçen bu ırmağın kurumasıyla
da bir anda her şey kötü gitmeye
başlamış. Önce büyük bir kuraklık
arkasından da, büyük bir kıtlık ülkeyi
sarmış, perişan etmiş. Aradan günler,
haftalar, aylar geçmiş bir türlü soruna
çare bulunamamış. Nice kahramanlar
yollara dökülmüş, hepsi nafile. Tüm
çarelerin tükendiği düşünüldüğü bir
anda genç bir kahraman çıkar. Ve ben
der, bu çaresizliğe çare bulacağım.
Kuruyan nehir yatağından başlar
yürümeye. Yürüye yürüye nehrin ilk
çıkış kaynağına ulaşır. Bir de bakar ki,
büyük bir canavar, nehrin çıkış
yatağında uzanmış yatıyor. Canavarı
öldürürse nehrin yeniden akmaya
başlayacağını farkeder. Genç kahraman
ağzından alevler saçan 7 başlı canavarla
kılıcıyla büyük bir mücadeleye tutuşur.
Ancak kılıcıyla her kestiği başın yerine
yeni bir baş çıkmaktadır. Gücünün
bitmek üzere olduğu bir anda, ak sakallı
bir dede ortaya çıkıverir. Genç
dövüşçünün yanına gelir ve canavarın
göğsündeki belli bir noktayı gösterir.
İşte der: Oraya kılıcını saplarsan,
kestiğin başların yerine yenileri çıkmaz.
Genç dövüşçü de ak sakallı ihtiyarın
dediğini yapar. Böylelikle kesilen
başların yerine yenileri çıkmaz ve
kahramanımız
canavarı
öldürmeyi
başarır. Cesedini
kaldırıp nehir
yatağından atar ve böylelikle nehrin
suları yeniden susuz kalan ülkeye doğru
akmaya
başlar.
Suların
ülkeye
ulaşmasıyla birlikte kıtlık ve felaket son
bulur.”
Mitolojideki sembolleri teker teker
açacak olursak, burada aktarılmak
istenen bilgi de kendiliğinden ortaya
çıkacaktır:
Ülke: İnsanı sembolize eder.
Ülkenin Susuz Kalması: İnsanın iç
potansiyal
gücünü
dünyada
kullanamaması, bir başka ifadeyle
şuursuz yaşamasıdır. Doğduktan sonra
mevcut bilgilerini unutan insanın
sembolüdür.
Genç Kahraman: İnisiye adayını
sembolize eder.
Canavar: Az önce sözünü ettiğimiz
tortuyu sembolize etmektedir.
Kesilen Başların Yeniden Yerine
Gelmesi: Bu tortuyu özel bir bilgi
olmadan
temizleyemeyeceğimizi
bildirmektedir.
Ak Sakallı İhtiyar: İnisiyatik sırları
bilen bir bilgeyi ya da bizzat inisiyatörü
yani öğretmeni sembolize etmektedir.
Suların Yeniden Ülkeye Gelmesi :
İnisiye adayının kendi iç potansiyal
gücüne yeniden kavuşmasını yani
şuurlanmasını sembolize eder.
Bu bilgiler ışığında mitolojiyi yeni
baştan ele alacak olursanız artık onu
masal olmaktan çıkartıp içinde gizlediği
anlamları
çok
daha
kolay
anlayabilirsiniz. Bir de bu gözle
inceleyin
bakalım
başka
neler
bulacaksınız...
... Evet. İkizlerin devlerle olan
mücadelesinden söz açılmıştı, konu bizi
buralara getirdi. Yeniden Popol Vuh’a
geri dönelim.
AYDINLIK VE
KARANLIK SAVAŞLARI
Popol Vuh’ta iç temizliği sembolize
eden, ikizlerin tarlayı ekim için
hazırlamaları, yabani otlardan ve zararlı
hayvanlardan temizleme çalışmalarından
sonra iş cehenneme inişe gelir.
Cehenneme
inişleri
sırasında
Xibalbalı Cameler, bir sürü zorluklar
çıkartırlar.
Amaçları
ikizleri
öldürmektir. İkizleri yenmek için çeşitli
yollar denerler. Sonunda çareyi top
oyununda bulurlar. Bu top oyunu,
ritüellerde “Devler Dansı” olarak
gösterilir ve Siyah Dev’le Beyaz Dev’in
mücadelesi olarak sergilenir.
Bununla ifade edilmek istenen şey ise,
iyiliğin kötülüğe, uygarlığın yozlaşmaya,
bilginin cahilliğe ve aydınlığın karanlığa
karşı olan mücadelesidir.
ATEŞ VE SU
Sıra mağara sınavlarına gelmiştir.
İkizler bu sınavları da başarıyla
atlatırlar. Anadolu’da çok eskilerde
söylenmiş olan bir Sufi sözü vardır.
“Nara (Ateşe) giren nur (ışık) olur”
derler. Bu sözün içinde barındırdığı
bilginin bir başka yansımasını da Popol
Vuh’ta görüyoruz. Mağara sınavının
hemen ardından kendilerini ateşe atarlar.
Popol Vuh bu olayı özetle şöyle anlatır:
Kendilerini ateşe atan ikizlerin
kemiklerini Xibalbalılar değirmende
öğüterek nehrin sularına atarlar.
Öğütülmüş kemikler, suların dibinde
toplanır ve orada küllerden yeniden
doğarak, ikizlere benzeyen iki güzel
gence dönüşürler. Beşinci gün yeniden
gözüktüklerinde, insanlar onları suyun
içinde insan - balık şeklinde görürler.
İkizlerin kendilerini ateşe atmalarını,
inisiyatik sırların yakıcı ve aynı
zamanda yapıcı özelliği olarak ele almak
mümkündür. İşte bir taraftan eski
birikimleri ve tortuları yakarken, bir
taraftan da inisiye adayının iç potansiyal
gücünün ortaya çıkmasına zemin
hazırlayan bir bilginin sembolü olarak
Popol Vuhta ele alınmıştır. İnsanın
egoizmasıyla olan mücadelesindeki
savaşı
kazanması
ve
özellikle
arınmasıyla ilgili kendi üzerinde yapa
geldiği zorlu çalışmaların bir sembolü
olmaktadır. Nitekim, Popol Vuh’ta,
ikizlerin kendilerini ateşe atmalarından
sonra, balık - insan şeklinde suyun
içinden tekrar doğmaları, eski realitede
ölüp, yeni realitede gözlerini açan
inisiye anlatılmaya çalışılmıştır.
İkizlerin öyküsü burada bitmiyor. Ama
bizim üzerinde durmak istediğimiz diğer
konulara da kitabımızda yer kalması için
ikizlerin öyküsünü burada bitiriyoruz...
Görüldüğü gibi mitolojik anlatımlar
belli
bir
ezoterik
bilgiyle
incelendiğinde, inisiyatik bir öğretiye
dahil olan bir insanın geçirdiği safhaları
ve şuur halleri derhal gözlerimizin
önüne serilivermektedir. Tabi bunları
görebilmek için bunları açabilmek
gerekir. Aksi takdirde anlatılan bütün
mitolojik hikayeler, bizler için hiç bir
şey ifade etmeyen bir sürü karmaşık
sembollerden öteye geçemeyecektir.
VI. BÖLÜM
ERGENEKON
“Yerle gök arasında, bir kutsal kapı
varmış,
Çift başlı büyük kartal, bu kapıyı
tutarmış.”
İslameyet
öncesi
Orta
Asya
bozkırlarında yaşamış olan Gök - Tanrı
kültü, binlerce yılın sırrını bünyesinde
saklıyordu. Onbinlerce yıl önce Amerika
Kıtası’nda ve Mısır’da yaşanan, daha
sonra da büyük bir sır olarak saklanan
olayların bir benzerinin de, Orta
Asya’da yaşanmış olduğunu gösteren
belgeleri İslamiyet öncesi Eski Türk
kültüründe buluyoruz.
İslamiyet öncesi Türk Kültür izlerinin
en önemli özellikleri Eski Türk
Mitolojisi’nde yer alır...
Genel olarak ele alındığında Türk
Mitolojisi’nde geçen sembolleri 13 ana
başlık altıda toplayabiliriz.
* Gök - Tanrı
* Gök - Kurt
* Mağara ve Kutsal Dağlar
* Demir , Demirci ve Ergenekon
* Gökyüzünden yeryüzüne inen ışıklar
* Rüyalar
* Ağaçlar
* Irmaklar
* Ok ve Yay
* Kırklar
* Canavarla mücadele
* Baba öldürme
* Ateş, Güneş ve Ay
Yukarda saydığınız motifler Türk
Mitolojisi’nin başlıca unsurlarını ve
sembollerini oluşturur. Ve herbirinin
içinde derin bilgiler ve sırlar saklıdır.
...Ve her şey Kurt’la başlar...
BOZKURT
Dogon
kabilesin’den
Mısır’a
varıncaya kadar dünyanın birçok eski
toplumlarının kültürlerinde önemli bir
yer işgal eden Kurt burada da karşımıza
çıkar. Hem de Türk Mitolojisi’nin belki
de en önemli sembolü olarak... Evet
bütün Türk Mitolojileri Kurt’la başlar.
Kurt Türkler’in atasıdır... Evet böyle
söyler efsaneler ve mitler... Bu nasıl bir
kurttur? Kurt neyin sembolüdür? Ne
yazık ki bunun üzerinde hiç ama hiç
durulmamıştır... Hiç bir araştırma
yapılmamıştır... Yıllardır o kurt bizim
için meçhul bir sır olarak kalmıştır...
Eski Türkler’in Gök - Kurt’u çoktan
unutulmuş, geriye kala kala dağlarda
dolaşan dört ayaklı bozkurt kalmıştır...
GÖK - KURT OĞUZ
HAN’A YOL
GÖSTERİYOR
Oğuz Kağan Urum illerine akın
yapmadan önce bir yerde konaklamış ve
derin bir uykuya dalmıştı...
Çadırları kurdurup, derin uykuya
daldı.
Tam tan ağırıyordu, çadıra bir nur
daldı.
Bir erkek kurt göründü, ışıkta
soluyarak.
Bir kurt ki, gök yeleli.
Bir kurt ki, göm gök tüylü.
Bakıyordu Oğuz’a ışıkta uluyarak.
Döndü bu Kurt Oğuz’a tıpkı bir insan
gibi.
Ağzından sözler döküldü, tıpkı bir
lisan gibi.
Dedi:
‘Ey! Ey! Ey! Oğuz ey. Bilirim ne
dilersin. Urum’un illerinde, savaş uğraş
istersin. Ey Oğuz! Askerini, ben kendim
güdeceğim. Ordunun en önünde, kendim
yön vereceğim.’
Toplattı çadırını Oğuz bunu duyunca.
Ordusuna gidince hayretle gördü şunu:
Bir büyük erkek bir kurt, askere öncü
gibi!
Gök tüylü, gök yeleli, yol veren izci
gibi!
Yürür durur önlerden.
Nihayet durdu Gök Kurt nice sonra
günlerden.
Duruverdi
Oğuz’un ordusu da
ardından.
Bir nehir vardı. İdil - Müren adında.
Oğuz Kağan destanını binlerce yıl
önce yazanlar Işık halesi içinde ortaya
çıkan “Gök Yeleli”, ve “Gök Tüylü”
erkek kurtla acaba binlerce yıl sonrasına
nasıl bir mesaj ulaştırmak istemişlerdi?
Bilinen hiç bir hayvanın ışıklar içinde
görünmesi mümkün olmadığına göre, bu
kurtla anlatmaya çalıştıkları sır neydi?
Binlerce yıl öncesinin gizemleri
arasında dolaşmaya devam edelim...
Büyük Hun İmparatorluğu kurulurken,
Hunlar’dan başka Orta Asya’da güç
sahibi olan başka devletler de vardı.
Bunlar arasında Yüe Çiler ve Wu Sunlar, önemli bir yer tutuyordu. Çin
tarihlerinde anlatılan “Kurt” ile ilgili en
eski efsane Wu - Sunlar’a aittir. Bu
efsanede
az sonra
ayrıntılarıyla
göreceğimiz Uygur ve Gök-Türkler’in
kurtla ilgili
efsanelerindeki
tüm
özellikler aşağı yukarı büyük bir
benzerlik taşıdığı için, Wu-Sunlar’la
değil, Uygur ve Gök-Türkler’le devam
ediyoruz...
UYGURLAR’IN KURTAN
TÜREYİŞLERİ
Büyük bir Hakan varmış, Gök Tanrı’ya taparmış.
Üç güzel kızı varmış, hep evine
kaparmış.
“- Benim kızlarım” dermiş, “çoktan
Tanrı’ya ermiş, nasıl bir insanoğlu, bu
kızlara değermiş.”
Kızları almış, gitmiş yüksek bir dağa
çıkmış.
Kızları hayran kalmış, burada gök çok
açıkmış.
Demiş:”- Burada bekleyin. Tanrı’ya
dua edin. Eğer Tanrı almazsa, başka
illere gidin.”
Kızlar çok beklemişler, “-Tanrı
gelmez” demişler.
Bir erkek kurt görünmüş, kurdu
benimsemişler.
Kurt dağın etrafında, dolanmış her
yanında.
Küçük kızın kaynamış, bir aşk, sevgi
kanında.
Küçük kız demiş: “- Budur. Tanrı’nın
şekli Kurt’tur.”
Kardeşleri: “- Gel” demiş. “- Bu kurt
seni yer” demiş.
Fakat kız dağdan inmiş, kurt: “- Elini
ver” demiş.
Kurt kızı eve almış, bir mağaraya
dalmış.
Orada yaşamışlar, soyları da ün
salmış.
Türk Mitolojisi’nin hemen hemen her
yerinde “Kurt” sembolüyle, “Mağara”
sembolleri bir arada kullanılmıştır.
Aktarmış olduğum efsanede “Kurt”tan
Tanrı’nın şekli olarak bahsedilmesine
dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Burada
anlatılan “Kurt”tan, biz bildiğimiz kurdu
anlarsak, şimdiye kadar olduğu gibi, işi
arap saçına çevirmemiz kaçınılmaz
olacaktır. Burada sözü edilen “Kurt”
bildiğimiz kurt değildir. Maalesef bu
güne kadar bu sembolün açılımıyla ilgili
tek bir araştırmaya şahit olmadım. Hatta
ünlü araştrmacı yazar Eric Von
Daniken’le yaptığım bir röportaj
sırasında
aynı
soruyu kendisine
yöneltmiş ve kendisinden bu konuyla
ilgili bir açıklama istemiştim. Ne yazık
ki, bu konuda bir araştırmasının
olmadığını söyledi. Halbuki araştırmış
olsaydı eminim ki bu mesele, Eric Von
Daniken’ın ortaya koymaya çalıştığı
tezlere büyük oranda ışık tutacaktı.
Evet bu bilmecenin çözülmesi
gerekir...
Bu kurt neyin sembolüydu?
Bu büyük sırrı çözebilmek için
efsaneler arasında biraz daha dolaştıktan
sonra,
Fransız
araştırmacıların
Afrika’da ortaya çıkarttıkları ve
konumuzla ilintili inanılmaz bir sırrı
sizlerle paylaşacağım.
Ama önce efsaneler...
GÖK-TÜRKLER’İN
KURT’TAN TÜREYİŞLERİ
Gök - Türkler’in kurttan türeyiş
efsaneleri; Türk Mitolojisi’nin önemli
bölümünü oluşturur. Türk Mitolojisi’nde
genel olarak: “Bir millet düşmanları
tarafından yok edilir ve geriye yalnızca
bir çocuk kalırdı.” Türk özelliği taşıyan
pek çok efsanede aşağı yukarı bu motifi
bulmak mümkündür.
Çin tarihlerinden karşılaştırma yolu ile
özetlenerek çıkartılan meşhur Gök Türk efsanesi’nde de bu temayı
görüyoruz:
Mete’nin
Hun
Devleti,
tarihe
karışmıştı,
Fakat büyük milleti tarihle yarışmıştı.
Bir soyu sayılırdı, Gök-Türkler de
Hunlar’ın,
Adları anılırdı, bu büyük budunların.
Gök-Türkler müstakilmiş, düşmanları
hiç yokmuş,
İnsanları gamsızmış, malları da
pekçokmuş.
Komşu bir millet varmış, Türkleri ezip
almış,
Bir kişi bırakmamış, küçük bir çocuk
kalmış.
Çocuğa
acımışlar,
henüz
on
yaşındaymış,
Bataklığa
atmışlar,
aklı
da
başındaymış.
Boşalmışmış
kursağı,
acıkmış,
ezilmişmiş,
Ama bir kurt türemiş, ağzında et
getirmiş,
Sürünerek yürümüş, eti ona yedirmiş.
Zamanla
evlenmişler,
etlerle
beslenmişler,
Kurt bir gün gebe kalmış, uluyup
seslenmişler.
Oğlan yaşıyor diye, düşmanlar korka
kalmış,
Taşıyor kurtlar diye, insanlar şaşa
kalmış,
Düşman ordu göndermiş, oğlanı bulun
demiş,
“Fakat kutsal bir kurt var, uyanık
olun!” Demiş.
Kurt anlamış, kutsalmış, oğlanı hemen
almış,
Turfan’ın
kuzeyinde,
mağaralara
dalmış.
Mağara çok derinmiş, içi de çok
serinmiş,
Kurt şöyle bir gerinmiş, sonra da dibe
inmiş.
Kurt gelmiş bir ovaya, ova geniş
güzelmiş,
Ovanın etrafından, dağlar göğe
yükselmiş.
Kurt konmuş bu ovaya, vatan demiş
oraya,
On erkek çocuk doğmuş, kavuşmuş bir
yuvaya.
Çocuklar
beslenmişler,
büyüyüp
eğlenmişler,
Dışardan on kız almış, onlarla
evlenmişler.
On çocuk, “On boy” olmuş, boylar da
bir soy olmuş,
Türemiş çoğalmışlar, bu ova insan
dolmuş.
Dağları
eritmişler,
Dünya’ya
erişmişler,
“Demirci” olmuş kalmış, bu işe
girişmişler.
Çin tarihçileri’nin yazdıkları GökTürkler’in “Türeyiş Efsanesi” burada
bitiyor. Çinliler bundan sonra daha neler
olduğunu açık olarak yazmıyorlar. Bu
efsanenin son bölümlerini de, çok
sonraları Cengiz Han çağında anlatılan
“Ergenekon
Destanı”ndan
duyup
öğreniyoruz.
EFSANENİN
DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Büyük Hun Devleti’nde, bizzat Hun
hükümdarının başkanlık ettiği bazı
törenler vardı. Bu törenlerden en
önemlisi, yılın belirli günlerinde
devletin ileri gelenlerinin toplanarak
“Ata Mağarası” na gitmeleri, bu
mağaraya saygı göstermeleriydi. GökTürk Devleti’nde de aynı törenlerin
yapıldığı bilinmektedir. Eski Türk
Devletleri’nin hemen hepsinde “Kutsal
Mağaraları” ve bu mağaralar için
yapılan resmi törenler; inançlarında
önemli bir yer tutmuştur.
İşte bir başka örnek:
Bir dağ var yükselmişti, başı göğe
ermişti,
Çadır direği gibi, gök kubbesin
germişti.
Bazen demirden idi, bazen bakırdan
idi,
Kökünü yere salmış, kapısı yerde idi.
Demirdenmiş
çatısı,
mağaraymış
kapısı,
Altında “cennet” varmış, yerin buymuş
yapısı.
Türk Mitolojisi’nde geçen “Kurt”
sembolünü
incelemek
amacıyla
verdiğimiz örnekler bizi ister istemez
“Mağara” sembolüyle karşı karşıya
getirdi. Kurt sembolüne yeniden dönmek
kaydıyla “Mağaralar”ın gizemini biraz
açmaya çalışalım...
GİZLİ YERALTI
MERKEZLERİ
Lobsang Rampa “Üçüncü Göz” adlı
eserinde, inisiyasyonun son aşamasına
ulaştıktan
sonra,
üç
Lama’nın
kılavuzluğu ile Lhasa’da, toprağın
derinliklerinde yer alan bir mahzene
indirildiğini anlatır.
Arkeolojik
kazılarda
bulunan,
Hindistan ve Tibet kaynaklı bazı gizli
yazıtlarda Orta Asya’nın altındaki, son
derece ileri seviyeli bir uygarlığın
varlığından sözedilmektedir. Bu bilgileri
efsaneler de doğrular... Günümüze kadar
gelebilen bütün ezoterik bilgilerde de bu
konu dile getirilmiştir. Himalayalar’ın
kuzeyinde, Hindukuş Dağları’nın altında
bazı yeraltı kentlerinin bulunduğu açıkça
ifade edilmiştir. Bu kente yeraltı cenneti
adı verilmiş olması da hayli ilginçtir.
Çünkü az önce sizlere aktarmış olduğum
Altaylılar’a ait efsanede de dikkat
ettiyseniz aynı sözcük kullanılmıştı:
Demirdenmiş çatısı, “mağara”ymış
kapısı,
Altında “cennet” varmış, yerin buymuş
yapısı.
Elde edilen bilgilere göre, bu yeraltı
cennetini, dünyanın yüzeyi ile nadiren
irtibat kuran altın insanlar ırkı iskan
etmektedir. Zaman zaman, bir çok
yönlerden yukarıya doğru uzanan
tünellerden geçerek dış dünyaya
çıktıkları ve bazı kişileri özel olarak
eğitmek için yanlarına aldıkları söylenir.
Tünellerin girişlerinin, Doğu’nun kadim
kentlerinin bazılarında saklı olduğu
tahmin edilmektedir.
Sovyet bilginleri, bundan yaklaşık 20
sene önce Azarbeycan’da bulunan
“Dipsiz
Kuyu”
ile
bir
hayli
ilgilenmişlerdi.
Çevre
sakinlerinin
belirttiklerine göre, bu kuyudan, insan
seslerinin yanı sıra, gök gürültüsüne
benzer sesler çıkmakta ve zaman zaman
da duvarlarında yeşilimsi - mavi bir ışık
görülmüktedir. Konuyla ilgili olmak
üzere, Peter Kolosimo “Zamansız
Dünya” adlı kitabında akıllara durgunluk
veren bir gelişmeden söz eder:
“İlk başta bilginler bu gibi belirtilerin
sık sık görüldüğünü ve doğaüstü bir yanı
olmadığına inanıyorlardı. İçlerinden
birkaçı, kuyuya indiyse de sonunu
göremediklerinden, çevreyi incelemeyi
tercih ettiler. Çevredeki yarıkları
incelerlerken, kuyu ile herhangi bir
bağlantı bulmayı umuyorlardı. Nitekim
beklemediklerinden
de
fazlasını
buldular. Burada, Gürcistan’da bulunan
ve Kafkaslar boyunca uzanan, daha
başka tünellerle bağlantılı olduğu ortaya
çıkan, akıl almız bir tüneller şebekesi
mevcuttu.”
Tünellerin çok eski dönemlerde, son
derece ileri seviyeli zeki bir uygarlık
tarafından yapılmış olduğuna şüphesi
olmadığını söyleyen Peter Kolosimo,
aynı kitabında, bu tür yapay galeri
şebekelerine, daha sonra yapılan
araştırmalar sırasında Gürcistan’da ve
tüm Kafkas bölgesinde de rastlandığına
değinmiştir.
Bu yeraltı galeriler şebekesinin bir
başka ilginç örneklerinden biri olan
Türkistan’daki mağaralı tapınaklar
vahası, Tun-Huang’daki “Bin Buda
Mağarası” diye bilinen yapay mağaralar
topluluğudur. Bu konuyla ilgili Peter
Kolosimo, “Bu Dünya’dan Değil” adlı
kitabında şunları söyler:
“İlk mağaraların Budist keşişler
tarafından değil de, buraya onlardan
birkaç bin yıl önce gelmiş olan birileri
tarafından kazıldığı; bu mağaraların,
Orta Asya’nın geniş bölgeleri altında
uzanan ve bir dünya dışı ırkın hayal bile
edilemeyecek bilim sırlarını koruyan
efsanevi
şambala
ve
Agarta
uygarlıklarının tünelleri olan galeriler
labirentine bağlandığını; hatta galerilerin
ilk bölümünün kimi Budist rahipler
tarafından aşağıda gizlenmiş hazineleri,
haydutların eline geçmesin diye
çökerttikleri söylenmektedir.”
Asya’daki tünellerin benzerleri, hatta
tıpa tıp aynıları Amerika Kıtası’nda da
bulunmaktadır.
Özellikle
İnkalar
tarafından bu tüneller kullanılmaktaydı.
İşin bir başka ilginç yönü de, yüzlerce
kilometrelik alanlara yayılan bu
tünellerin
ve
yeraltı
galeriler
şebekelerinin Anadolu’nun muhtelif
yörelerinde de bulunmuş olmasıdır.
(Bunların yerleri ve ayrıntılarıyla ilgili
bilgilerin burada açıklanması, Milli
Güvenlik
açısından
uygun
bulunmayacağı
düşüncesiyle
kitabımızdan çıkartılmıştır.)
Yeraltı galeriler şebekeleriyle ilgili
örneklerden biri de, Brezilya ormanları
altında, Amazon bölgesinde birçok
araştırmacıların
belirtmiş
olduğu
labirentler, yapay mağara sistemleri tüm
görkemiyle uzanmaktadır. Bölgedeki
yerlilerin inançları ise, bize ilginç
çağrışımlar getirmektedir: Yerlilerin
efsanelerine göre: “Çok uzaklardan
gelen Tanrısal varlıklar, buralara
sığınmış, dehlizlerle Yer’in kaynayan
merkezine kadar inmişler ve orada
yerleşmişlerdir...”
Mayalar’da da buna benzer efsanelere
rastlıyoruz... Bir Maya efsanesine göre:
“Yukatan’da dünyanın merkezine varan
bir kuyu vardır.”
Tibetliler’e göre bu yeraltı galerileri;
meçhul bir halkın, müthiş bir felaketten
hayatta kalan son temsilcilerine sığınak
olan kentlerdir.
Bundan binlerce yıl önce Sanskrit
dilinde yazılmış metinlerde, yeraltında
yaşayan bilge kişilerden sözedilmesi de,
konunun ciddiyetle ele alınması
gerektiğini gözler önüne sermesi
bakımından ayrı bir öneme sahiptir.
Avusturalya UFO Araştırma Derneği
Başkanı Andrew Thomas “Şambala”
adlı kitabında: “Değerli taşlarla
aydınlatılmış görkemli mağaralarda
yaşayan, ‘Yılanlar Irkı’ndan olan
Nagalar’ın varlığı, Hindistan’ın eski
bilgi kaynaklarında kesin bir biçimde
belirtilmiştir” demektedir.
Nevşehir’de
bulunan
Derinkuyu
Yeraltı Kenti’nin tespit edilebilen
sadece çok küçük bir kısmıdır.
Kilometrelerce
uzaklıktaki
başka
merkezlerlede bağlantıları bulunduğu
tespit edilen Derinkuyu Yeraltı Kenti
Anadolu’nunbaşlı başına büyük bir
gizemidir.
EZOTERİK BİLGİLER VE
MİTOLOJİLER BİZİ AYNI
YERE ÇIKARTIYOR
Mitolojilerde geçen mağaraların niçin
kutsal sayılmış olabileceğini ortaya
çıkartabilmek için yaptığımız bu
açıklamaların ışığında bazı ezoterik
bilgileri de gözönüne alırsak, sanırım bu
mesele hepimizin zihninde iyice
aydınlanmaya başlayacaktır.
Kitabımızın daha önceki bölümlerinde
de dile getirmiş olduğumuz gibi, şu
andaki bizim uygarlığımızdan hem
teknolojk, hemde psişik alanda çok daha
ileri seviyeli bazı uygarlıkların (Mu ve
Atlantis) daha sonraları bizim kıtalara
göç eden kolları bulunduğuyla ilgili
kanıtlar, konuya bilimsel bir açıklama
getirecek
niteliktedir.
İşte
bu
uygarlıklardan gelen bazı temsilcilerin
özellikle Orta Asya’nın içlerinde
yeraltında oluşturdukları kentlerde hâlâ
yaşamaya devam ettikleriyle ilgili çok
ciddi iddialar ve kanıtlar bulunmaktadır.
Agarta adı veriler bu uygarlığın, zaman
zaman bazı kişileri özel olarak
eğittikleri de bilinmektedir. Nitekim bu
husus birçok toplumun geleneksel
kültürlerinde ve inançlarında günümüze
kadar yaşayarak gelmiş durumdadır. Bu
bir...
Mağaraların kutsal sayılmasının bir
ikinci nedeni de, bir zamanlar inisiyatik
çalışmaların gözlerden uzak yerlerde,
örneğin bazı dağlardaki doğal veya
yapay mağaralarda gerçekleştirilmiş
olmasıdır. Bunun böyle olması, buralara
daha sonraları halk tarafından özel bir
anlam,
yani
kutsiyet
yüklenmiş
olabileceği ihtimalini arttırmaktadır. Bu
da iki...
Görüldüğü gibi Eski Türkler de dahil
olmak üzere, dünya üzerinde bir
zamanlar yaşamış olan birçok toplum, bu
hatıraları
sembolik
bir
dille
mitolojilerinde yaşatarak günümüze
kadar ulaştırmışlardır. Diyelim... Ve biz
yine yarım bıraktığımız Kurt sembolüne
geri dönelim...
KURT’UN SAKLADIĞI
BÜYÜK SIR
Eski Türk Kültürü’nü araştıranların
yakından bildiği bir özelliğin altını
çizerek, konuyu açmaya çalışalım...
Verdiğimiz örneklerden de görüleceği
üzere Eski Türkler kurdu bazen
soylarının kökeninde, bazen de tanrıyla
insan arasında görmüşlerdir. Hatta kurdu
tanrının yeryüzündeki şekli olarak bile
ifade eden metinlere rastladığmızı
hatırlarsınız. Türk Kültürü’nde “kurdu”
Tanrı’nın bir elçisi gibi de gören
anlayışın oldukça
hakim olduğu
bilinmektedir. Prof. Dr. Bahattin Ögel,
Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları
Yayınları’ndan çıkan “Türk Mitolojisi”
adlı kitabında bunu ayrıntılarıyla ele
almıştır.
Kurt’un kutsal sayılması sadece
Türkler’e özgü değildir. Örneğin, Roma
Mitolojisi ve Mısır Mitolojisi “kurt” ya
da kurda çok benzeyen dik başlı “siyah
köpek” sembolleriyle aynı temaları
kendi üslupları içinde işlemişlerdir.
Dünya üzerinde birçok toplumda kurt
sembolünün karşımıza çıkması onun
evrensel bir sembol olduğu gerçeğiyle
bizi karşı karşıya getirir.
Birçok toplumun inançlarında ve
mitolojilerinde yer alan bu sembolün
içinde gizlediği sırrın ne olduğunun
ortaya çıkması, hiç umulmayan bir
toplum tarafından gerçekleştirilmiştir
diyebilirim. Evet, birçok yerde kurt
sembolüyle karşılaşılıyordu ama bu
sembolle anlatılmak istenen gerçek, hiç
bir yerde açık bir tarzda dile
getirilmiyordu. Bu sır, Afrika’daki bir
kabilenin inisiyatik bilgilerinin içinde
bulunmuştur.
Bu
kabilenin
adı
Dogonlar’dı...
DOGON
KABİLESİ’NDEKİ SIRRIN
ORTAYA ÇIKIŞI
Dogonlar,
Afrika’nın
Mali
Cumhuriyeti’ne bağlı sayıları 300.000
civarında bulunan bir kabiledir.
Afrikanın ücra bir köşesinde, siyah
kıtanın tarım ve hayvancılıkla uğraşan
milyonlarca zencisi gibi sade bir yaşantı
sürdüren, kendi halinde bir kabile olan
Dogonlar hiç bir teknolojik imkana sahip
değildir.
Çadırlarda yaşayan ve hiç bir
gelişmeden yararlanamayan bu kabileyi
ilk araştırmak isteyenler; ilkellerin
dünyasını, Avrupa’ya ve Amerika’ya
tanıtmak için oraya gitmişlerdi... Evet...
Bu ilkel kabile insanları nasıl
yaşıyorlardı... İlkellerin dünyasına gidip
geçmişe bir yolculuk yapalım diyerek
bazı araştırmacılar balta girmemiş
ormanların derinliklerine dalmışlardı...
Bu amaçla yola çıkılmıştı ama
kendilerini orada hiç akıllarına bile
getiremeyecekleri ve insanın tüylerini
ürperten bir takım şeyler bekliyordu...
Orada karşılaştıkları şeyleri, birçok
bilimadamı
günümüzde
hâlâ
açıklayamamaktadır!...
Oraya giden araştırmacılar ilk olarak
onların mitolojik bilgilerini gözden
geçirmeye başladılar. İşte her şey ondan
sonra başladı...
Çadırlar içinde yaşayan ve avcılıkla
beslenen bu ilkel insanlar!, Dünya
gezegeninin hareketlerini, Güneş’in
hareketini, Jüpiter’in uyduları olduğunu,
Satürn’ün halkası olduğunu, Ay’da
kraterler bulunduğunu bilmekteydiler...
Bunları
nereden
öğrendikleri
sorulduğunda ise verdikleri cevap
insanın kanını donduruyordu:
“...Atalarımızdan öğrendik...”
Bu bilgileri teleskop gibi yüksek bir
teknolojinin ürünü olan, araç gereçler
olmadan bilebilmek imkansızdır. Oysa
Dogonlar ne teleskoba, ne de gözlem
evine sahip değillerdi...
Dogon Kabilesi’ndeki bu gizem
perdesiyle karşılaşan araştırmacılar, bu
konunun ciddi bir şekilde ele alınması
gerektiğine dair bir rapor hazırladılar.
Bunun üzerine çeşitli uzmanlardan
oluşan
bir
ekibin
Etnografik
incelemelerde bulunması için derhal
Afrika’ya yollanmasına karar verildi.
1930 yılında Fransız bilgin Prof.
Marcel Griaule ve Prof. Germaine
Dieterlen denetiminde çalışmalarına
başlayan ekibin ilk incelemelerinin
sonunda, Fransa Milli Egitim Bakanlığı
konuya
el
attı.
Çalışmaların
sürdürülmesi için Prof. Marcel Griaule
ve Prof. Germaine Dieterlen’e her türlü
desteğin verilmesine karar verildi.
Araştırmalar ilerledikçe konunun
üzerindeki esrar perdesi de büyümeye
başlıyordu... Belli bir noktadan sonra
araştırmacılar işin içinden çıkamaz bir
hale geldiler... Dogonlar’ın evren
bilgileri Güneş Sistemi’nin dışına
taşıyordu. İşin içinde büyük bir sır
vardı. Ve bu, bir çırpıda çözülebilecek
gibi değildi. Nitekim araştırmalar
yıllarca devam etti...
Prof.
Marcel
Griaule,
Dogon
rahiplerince inisiye edilmeye başlandı.
1956 yılına kadar devam eden bu
çalışmalar sürekli olarak Fransa’ya
raporlar halinde sunuldu. Ortaya çıkan
gerçekler karşısında, bilim adamları ne
diyeceklerini bilemez bir hale geldiler.
Prof. Marcel Griaule ve Prof.
Germaine Dieterlen’in elde ettikleri
belgeler Fransız Etnoloji Enstitüsü’nce
“Soluk Tilki” adlı bir kitapla
yayınlanarak tüm kamuoyuna duyuruldu.
Kitap geniş yankılar uyandırdı.
Herhangi bir yazı çeşidi kullanmayan
Dogonlar, atalarından öğrendikleri
sırları, kendilerine özgü sembolik
şekillerle muhafaza etmişler ve bu
sembollerin anlamlarını kuşaktan kuşağa
sözel olarak aktarmışlardı.
Dogonlar’ın evren hakkındaki binlerce
yıldır bildikleri bilgiler; bugünkü
astronomi bilgilerimizle hemen hemen
aynıydı. Örneğin 8.6 ışık yılı uzaklıkta
bulunan Sirius Yıldızı’nın çift yıldız
sistemi olduğunu, Akcüce olan bileşeni
Sirius - B’nin çok ağır bir yıldız
olduğunu, spiral galaksimizin dışında,
başka spiral galaksilerin de bulunduğunu
da bilmekteydiler. şunu da unutmamak
gerekir ki, Galaksiler’in spiralliği
konusundaki ilk kanıt, Mont-Wilson
gözlemevinden
Astronom
Hubble
tarafından 2.5 m’lik bir teleskopla
Andromeda Galaksisi’nin fotoğrafının
çekilmesiyle
1924’de
elde
edilebilmişti... Burada hemen ilave
edelim,
Dogonlar’ın
bildirdikleri,
bildiklerinin sadece bir kısmıdır. Dogon
rahiplerinin
tüm
sırlarını
açıklamadıkları
konusunda
araştırmacılar fikir birliği etmişlerdir.
Gerekli hiç bir teknik araç gerece
sahip olmayan ve uygarlığımızın ancak
1930’larda temasa geçtiği Dogonlar bu
kadar bilgiyi nereden elde etmişlerdi?
Bu soru, 1930’dan beri birçok
bilimadamının kafasını kurcalayan ve
Dogonlar’ın bilgilerinde Dünya-Dışı bir
köken
görmek
istemeyen
bilim
adamlarınca, halen açık bir cevap
verilememiş bir sorudur...
Buna karşılık, Dogonlar’ın bilgilerini
Dünya-Dışı bir kökene bağlayan birçok
araştırmacı, Dünyamız’ın geçmişte
Sirius Sistemi’ndeki bir gezegenden
kalkan ve ışık hızına yakın bir hızda
yolculuk yapan bir uzay gemisince
ziyaret edildiği görüşünde birleşmiş
bulunmaktadırlar.
Bu görüşü Dogonlar’ın da desteklediği
görülmektedir. Çünkü Dogonlar, uzay
gemisiyle inen mitolojik bir atalarının
soylarından geldiklerini söylüyorlardı.
Ve bu uzaylı atalarının geldikleri yıldızı
da açıkça iffade etmekteydiler:
SİRİUS -B...
Ve işin en ilginç tarafı da, bu yıldızı
Mitollojik sembollerinde bir “Kurt”
başıyla sembolleştirmişlerdi.
şimdi sıkı durun...
İşin bir başka ilginç yanı da, günümüz
Astronomi Bilimi’nin, Sirius Yıldızı’nın
bağlı bulunduğu takım yıldızına,
gökyüzündeki görünümünden dolayı
“Büyük Köpek Takım Yıldızı” adını
vermiş olmasıdır!...
Ne dersiniz bütün bunlar sadece basit
bir tesadüf mü?
Türkler’in Uzaydan gelen bir ışık
huzmesinin içinden çıkan Gök-Kurt’u
binlerce yıl önce ataları olarak
göstermeleriyle, Dogonlar’ın ellerindeki
bu sırlar arasında büyük bir benzerliğin
ve paralelliğin olduğu açıkça ortada
değil midir? Ne ilginçtir ki; ne Dogonlar
Türkler’den,
ne
de
Türkler
Dogonlar’dan haberdar değillerdi. Hatta
ömürleri boyunca bir birlerini hiç bir
zaman görmemişlerdi.
Aslında
bu
benzerlik
sadece
Dogonlar’la Türkler arasında değil,
diğer birçok toplumun mitolojisinde ve
kültürlerinde de de bulunmaktadır.
Örneğin Roma Mitolojisi’nin en temel
sembollerinden biri, iki küçük çocuğu
emziren “Kurt”tur.
Eski Mısırlılar’a göre de Sirius
gökteki en önemli yıldızdı. Hatta
takvimleri bile Sirius Yıldızı’nın
hareketlerine göre düzenlenmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de de Sirius yıldızı ile
ilgili ayetler bulunmaktadır. Başka bir
konuda buna değineceğimiz için sözü
daha fazla uzatmayalım ve Türk
Mitolojisi’nde
geçen
Gök-Kurt
sembolünü burada bırakıp yolumuza
devam edelim...
BABALARINI ÖLDÜREN
KAHRAMANLAR
Türk mitolojisi’nde işlenen önemli
motiflerden bir diğeri de “Baba
Öldürme” sembolüdür...
Çin tarihçilerinin verdikleri mitolojik
bilgilere göre, Büyük Hun İmparatoru
Mete, Oğuz Han gibi kendi babasını
öldürmüştü.
Diğer toplumların mitolojilerinde de
karşımıza çıkan bu motif üzerinde de
maalesef yurdumuzda hiç bir ciddi
araştırma yapılmamıştır. Bu yüzden de
tatmin edici hiç bir açıklama
getirilememiştir. Hatta bir
Türk
kahramanının babasını öldürmüş olması,
milliyetçi birçok araştırmacıyı rahatsız
etmiş ve bu konu üzerinde fazla
durmamayı tercih etmişlerdir. Oysa ki
mesele onların zannettikleinden çok
farklıydı. Ama diğer sembollerde olduğu
gibi, bu sembol
üzerinde de,
karşılaştırmalı bir araştırma yapılmadığı
için, konu binlerce yıl öncesinin
karanlıkları arasında sıkışıp kalmıştır...
Baba Öldürme Motifi üzerine yapılan
dünya üzerindeki ilk araştırmalardan
çıkan
sonuç;
erkek
çocukların
şuuraltlarında saklı bulunan hislerin
masallardaki birer görüntüleri olarak
kabul
edilme
istikametindeydi.
Yunanistan’da da Kral Odip babasını
öldürmüştü... Daha sonraları Psikoloji
üzerindeki tezleriyle tanınan Freud’un
“Odipus Kompleksi” adıyla ortaya
koymaya çalıştığı fikirlerini, bu olayın
bir izahı tarzında görmeye çalışan bazı
mitoloji araştırmacılarının açıklamaları
bir müddet doğru olarak kabul edildi.
Ancak dünya üzerinde yapılan en son
araştırmalar, bu açıklamaların gerçeği
yansıtmadığı sonucunu ortaya çıkartmış
durumdadır.
***
Manas Han’ın oğlu Semetey doğmuş
ve epeyce de büyümüştü. Ama ona hiç
kimse bir ad bulamıyordu. Günün
birinde ansızın “Gök-Sakallı” bir ihtiyar
ortaya çıkar ve onu kucağına alarak
kendisine Semetey adını verir. Daha
sonra da bir şiir okumaya başlar:
“...Semetey öyle büyük,
öyle korkunç bir bahadır olacak ki,
babasını bile öldürecek...”
Bilinen anlamda bir çocuğun babasını
öldürmesi hiç de arzu edilen bir sonuç
olamayacağına göre, bu konunun ardında
yatan gerçek neydi? Çünkü baba
öldürme adeta gurur duyulan bir mesele
olarak mitolojilerde gündeme getirilmiş
durumdadır.
İslam’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’de
aktarılan yeni bilgilerle ilk defa
karşılaşan insanlar, “Bize anamız
babamız ne öğrettiyse biz onu biliriz,
öyle hareket ederiz” tarzında sözler
söylemişler ve bu durum bazı ayetlerde
dile getirilmiştir. Aslında burada
anlatılmak istenen mesele, isanların eski
bir realiteyi terk edip, bir üstüne
çıkabilmelerinin gerektiğidir. Burada
ana ve baba eski anlayışları sembolize
etmektedir. Çocuk ise yeni anlayış ve
yeni bilgilerin sembolüdür.
Kısaca toparlayacak olursak, Türk
Mitolojisi’nden verdiğimiz örneklerde
karşımıza çıkan “Baba Öldürme” motifi
eski realitenin yani eski anlayışların terk
edilmesinin bir ifadesi olduğunu
söyleyebiliriz. Bu açıklama inisiyatik
öğretilerde konu edilen “Mürşidin
(hocanın) Öldürülmesi” sembolüyle de
benzerlik
gösterir.
İnisiyasyonun
sonlarına doğru öğrenci belli bir noktada
öğretmeninden
yani
mürşidinden
ayrılarak kendi ayakları üzerinde
yürüyebilecek bir konuma gelmesi
gerekmekteydi. O ana kadar tüm bilgi ve
tesirleri öğretmeninden alarak beslenen
öğrenci, artık kendi kendine beslenmek
yani kendi de bir öğretmen olmak
zorundadır. Aynen uçması için yuvadan
kendini boşluğa bırakan yavru kuşlar
gibi
kendisini
gökyüzüne teslim
etmeliydi. İnisiyasyonnun bu safhasına
“Mürşidin Öldürülmesi” adı verilmiştir.
İnisiyasyonun bir yansıması olan
mitolojilerde ise bu husus, “Baba
Öldürme” sembolüyle anlatılmıştır.
GÖKLERİN SESİ HALA
DUYULUYOR
Türk Mitolojisi’nin diğer motiflerine
geçmeden önce önemli gördüğüm bir
noktanın altını çizmek istiyorum...
O ilk devirlerde ortaya çıkan Oğuz
Kağan Destanı ve diğer benzerleri, daha
sonra gelen Türk toplumları tarafından,
İslami düşünceye uymuyor gerekçesiyle
tahrip edilip, sözüm ona fazlalıkları ve
olağanüstü tarafları, akla uymayan
yanları değiştirmemiş olsaydı, bugün
belki de elimizde çok daha kapsamlı ve
“Gökler’in Sesi”ni çok daha derinden
hissedebileceğimiz kaynaklar olabilirdi.
Ama bu haliyle bile “Gökler’in Sesi”
yüzyılların
ardından
kendini
hissettirmeye devam etmektedir...
***
“Gök mavisiydi sanki, bezi bu
oğlancığın,
Ağzı kıpkızıl ateş, rengi bu oğlancığın,
Al, al idi gözleri, saçları da kapkara,
Perilerden de güzel, kaşları var ne
kara.”
Türk Mitolojisi, Oğuz Kağan’ın
doğuşunun kutsal bir şekilde olduğunu
söyler. Nitekim Oğuz Kağan daha
doğumunun ilk anından itibaren bir dizi
normal ötesi olaylarla iç içe yaşamaya
başlar...
“...Gök mavisiydi sanki, bezi bu
oğlancığın...”
Hemen şunu söyleyelim: Yüz, Eski
Tükler’e göre insanın en önemli yeriydi.
Utanç, kötülük, iyilik ve hatta kutsallık
bile insanın yüzüne akseden özelliklerdi.
Bu sebeple kötülerin yüzü kara, iyilerin
yüzleri ak, kutsal insanların yüz rengi ise
“Gök Mavisi” olarak mitolojide
sembolleştirilmiştir.
Eski Türkler, Oğuz Kağan’ın doğarken
yüzünün gök renginde olmasını, onun
gökten geldiğini ve Tanrı’nın rengini
taşıdığını gösteren bir belirti olarak
saymışlardır.
Gelelim Oğuz Kağan’ın ağzının ateş
rengine benzetilmesine...
ATEŞ SEMBOLÜ YİNE
KARŞIMIZA ÇIKIYOR
Eski bir Altay Efsanesi’nde konumuza
örnek olacak bir bölüm vardır:
“Ak Han avlara gitmiş, çok geyik
hayvan yıkmış,
Küçük bir çocuk, Ak Han’a karşı
çıkmış.
Çocuk ağzını açmış, ağzından alev
saçmış,
Gökteki bulut yanmış, Hakan da hemen
kaçmış.”
Türk Mitolojisi’nde buna benzer
örneklerle oldukça sık karşılaşılır.
Çocuğun ağzından ateşler çıkması ve
Oğuz Kağan’ın ağzının ateş rengine
benzemesi neleri ifade etmektedir? İlk
bakışta yine hayal ürünü bir masala
benzetilebilecek
motif
gibi
görünmektedir.
Bu meseleyi biraz açalım...
Daha önceki bölümlerimizde de
söylemiş olduğum gibi, eski inisiyatik
çalışmalarda mürşidin müridi öpmesinin
çok önemli bir yeri vardı. Bu, temeli çok
eskilere dayanan, tesirin nefes yoluyla
aktarılabileceği
bilgisinin
bir
uygulamasıydı.
Mürşit
kendi
bilgilerinden doğan kendi manyetik tesir
alanını, henüz daha o olgunluğa
ulaşmamış olan mürüdine aktarmakla
görevliydi. Bunu yapmanın yollarından
bir tanesi de onu öpmesi yani nefesiyle
kendi enerjisini müridine geçirmesiydi.
Nitekim, belirli zamanlarda insanların
birbirlerini kutlamak ya da saygı ve
sevgilerini
göstermek
amacıyla
birbirlerini öpmelerinin ardında yatan
gerçek de, bu bilgiye dayanmaktadır.
Fakat zamanla bu köken unutulmuştur.
Ayrıca
yeri
gelmişken
hemen
belirtelim
ki;
bir
hastalığın
iyileştirilmesi
amacıyla
okuyup
üflemenin de altında yatan gerçek, yine
şimdi ifade etmeye çalıştığım bu
inisiyatik kökenli bilgiye dayanmaktadır.
Ancak gerçek kıymetini günümüzde
kaybetmiş durumdadır. Çünkü bu da
köken itibariyle unutulmuş bilgiler
arasında yerini almış ve batıl bir inanç
olarak ya da dinsel majik bir uygulama
gibi görülmeye başlanmıştır. Oysaki
kökeni görüldüğü gibi ne dinsel majik
bir uygulamaya, ne de batıl, boş bir
inanca dayanmaktadır. Altında yatan ilk
gerçek bambaşkadır...
Konuyu
biraz
daha
açarak
ilerleyelim...
GERÇEK HER YERDE
AYNIDIR
İncil’de Vaftizci Yahya’nın bir sözü
şöyle aktarılmıştır:
“Gerçi tövbe için su ile ben sizi vaftiz
ediyorum; fakat benden sonra gelen,
benden daha kudretlidir; onun çarıklarını
taşımaya ben layık değilim; o sizi
Ruhülkudüs ile ve ateş ile vaftiz
edecektir. Onun yabası elindedir ve
harman
yerini
bütün
bütün
temizleyecektir;
buğdayını
ambara
toplayacak, fakat samanını sönmez ateşle
yakacaktır.” (Matta 3/11-12)
Ateş sembolünün ilk bakışta aktarmak
istediği bilgiyi; pislikleri yok etme
olarak ele alabiliriz. Ateş fiziksel olarak
yakıcı özelliğiyle mikropları yok eder.
Bu fiziksel olarak böyle olduğu gibi,
manevi temizlenmede de, sembol olarak
“ateş”
seçilmiştir.
Daha
önce
değinmiştik...
Hemen hemen bütün toplumlarda
arınmanın sembolü olarak ele alınan
“ateş”, o denli önemli bir sembol
olmuştur ki, daha sonra gelenler, o
insanların adeta ateşe taptıklarını
zannetme hatasına bile düşmekten
kendilerini alamamışlardır.
Asıl köken unutulsa da, tüm tarih
kitapları Türkler’in ve şaman dinine
bağlı bulunan o devirdeki toplumların
ateşi kutsal saydıklarını söyler... İşte
bunlardan birkaç örnek:
Yakut şamanları çakmak taşıyla
yaktıkları ateşi kutsal sayarlar ve
ayinlerde kullanırlardı.
Altaylılar’ın ateşe karşı yaptıkları
dualarda ateşi güneş ve aydan ayrılmış
bir parça olarak görürlerdi. Ayrıca
ateşin
Tanrı
Ülgen
tarafından
gönderildiğine inanırlardı. Ateşi su ile
söndürmek, ateşe tükürmek, ateşle
oynamak kesin olarak yasaktı.
Orta Asya Türkleri’nde çok yaygın
olarak, ateşe bakarak kehanette bulunma
adetinin varolduğunu da biliyoruz.
Örneğin Manas’ın babası Cakıp Han
ateşe bakıp, gelinlerinin geleceklerini
anlatırdı.
Yine bir başka şamanist inanca göre;
ateş her şeyi temizler ve kötü ruhları
kovalardı.
VI. yüzyılda Batı Gök-Türk hakanına
gelen Bizans elçileri ateşler arasından
geçirildikten sonra görüşmeye kabul
edilmişlerdi.
Başkurtlar ve Kazaklar yağlı bir
paçavrayı tutuşturup hastanın çevresinde
“alas... alas...” diyerek dolaştırırlardı.
Buna “alaslama” derlerdi ki, bu kelime
Anadolu
Türkçesi’nde
“alazlama”
şeklinde muhafaza edilerek günümüze
kadar gelebilmiştir. Ateşte temizlenme
anlamına gelen bu kelime Altay
şamanları’nın dualarında çok sık
geçerdi.
Son olarak şamanistler’in yaptığı her
törende muhakkak ateşin bulunduğunu
söyleyerek,
tekrar
Oğuz
Kağan
destanındaki bahsedilen Oğuz’un ağzıyla
nelerin ifade edilmek istendiğini
düşünecek olursak, bu motifin Oğuz
Kağan’ın kahramanlığını ve gücünü
gösteren
bir
sembol
olduğunu
söyleyebiliriz. Bu güç, -inisiyatik bir
eğitimden geçenlerde ortaya çıkan- onun
ruhsal ve manyetik gücüdür.
Burada bizim dikkatimizi çeken bir
başka nokta da, Altay Efsanesi’ndeki
çocuğun ağzından bu ateşin ve alevlerin
çıkmasıdır. Yani bu kudrete sahip olan
hiç belli değil. Hiç ummadığınız biri
olabiliyor. Burada çocuk motifiyle, aynı
zamanda inisiyasyonda çocuklar kadar
saflaşma hali de anlatılmak istenmiş
olabilir. Eski ezoterik öğretilerde bu
ayrıntılarıyla ele alınmış olan bir
meseledir. Çocuk saflaşmanın ve
sadeleşmenin
yani
ayrıntılardan
kurtularak birliğe doğru gidişin de bir
sembolü olarak kullanılmıştır. Buna en
iyi örneklerden biri de İsa peygamberin
söylemiş olduğu sözdür:
“Çocuklar kadar saf olmadıkça
melekuta giremezsiniz.” Demek ki ne
kadar
saflaşabilirsek,
astral
tortularımızdan ne kadar kurtulabilirsek;
manyetik
enerjimiz
o
kadar
kuvvetlenmektedir.
ŞEYTANIN İZLERİ
Oğuz Kağan’ın vücudunun, efsanede
tüylerle kaplı olduğu söylenir. Bununla
ilgili olarak, Eski Türkler’in kültür ve
inançlarını anlatan tarihi kaynaklarda,
ilk insanın tamamıyla tüylü olduğuna
inanıldığı anlatılır.
Altaylar’da yaşayan birçok efsanede,
bu konu ile ilgili sayısız örneklere
rastlanır:
“Tüylerle kaplı olan ilk insan,
Tanrı’ya karşı günah işlemiş ve bundan
dolayı da tüyleri dökülmüştü. Tüyleri
dökülünce de insanoğlu, bir türlü
hastalıklardan
kurtulamamış
ve
ölümsüzlüğü elinden kaçırmıştı.”
İnsanlığın
mükemmelliyetten
uzaklaşmakta olduğunu yani aşağı inişini
anlatan bölümleriyle efsane devam eder:
“Tanrı insanı yaratırken, şeytan gelmiş
ve insanın üzerine tükürerek, her tarafını
pislik içinde bırakmıştı. Tanrı da insanın
dışını içine, içini de dışına çevirmek
zorunda kalmıştı.”
Bu suretle insanın içinde kalan
şeytanın pisliği, insanoğlunun ruhunu ve
ahlakını olumsuz yönde değişikliğe
uğratmıştı. İnsanın dışı gerçi Tanrı
yapısıydı ama içi şeytan tarafından
kirletilmiş ve şeytana benzer bir özelliğe
bürünmüştü.
Burada, “Tüy”ün gerçeğin sembolü
olduğu hatırlanırsa, gerçekle irtibatını
kaybeden günümüz insanının durumunun
son derece ince bir üslüpla anlatılmakta
olduğu anlaşılacaktır.
Bu efsane günümüz insanının temel
özelliği
olan,
bilgisizliğini
ve
egoizmasını anlatması bakımından da,
ayrı bir öneme sahiptir.
Gerçekten de öyle değil miyiz, ne
dersiniz?... İçimizden gelen egoistçe
haykırışlardan kendimizi, bu Eski Türk
inancının
üstünden
binlerce
yıl
geçmesine
rağmen
kurtarabilmiş
durumda mıyız? Hala içimizde, o
şeytanın izlerini taşımıyor muyuz?
FETHEDİLECEK ÜLKE
İNSANIN KENDİSİDİR
İnisiyasyonun
tüm
safhalarını
sembollerle anlatan efsanelerden biri
olan Oğuz Kağan Destanı’nın daha
sonraki bölümlerinde, Oğuz Kağan’ın
korkunç
bir
canavara
benzeyen
gergedanla mücadeleleri ele alınır.
Canavarla mücadele motifinin ne anlama
geldiği üzerinede daha önce durmuştuk.
Bu mücadeleden galip çıkan Oğuz Kağan
daha sonra:
“Gökten inen göğün kızı ve yerdeki bir
ağaç kovuğundan çıkan, yerin kızları ile
evlenmiştir.”
İnisiyasyonla ilgili bölümlerimizde,
sırlar bilgisine eren kişilerin “Yerin ve
Göğün Oğulları” adı verilen bir grubun
üyeleri sayıldıklarından söz etmiştim.
İşte burada da açıkça görüldüğü gibi,
Oğuz Kağan’ın “Göğün ve Yerin
Kızları”yla evlenmesi; “Yerin ve Göğün
Oğulları” grubuna dahil olmasının
mitoljik anlatım tarzından başka bir şey
değildir. Demek ki Oğuz Kağan aynı
zamanda inisiyasyondan geçerek, sırlara
ermiş olan bir kişiyi de sembolize
etmektedir. Eğer bu bilgiler ışığında
Oğuz Kağan Destanı’nı bir kez daha
okursanız,
inisiyasyonun
nasıl
sembollerle, masalımsı bir hava içinde
anlatılmış
olduğunu
daha
net
görebilirsiniz.
Türk Mitolojisi’nde Oğuz Kağan
efsanevi bir Türk hükümdarı olarak ele
alınmış ve yeryüzünü zaptederek büyük
bir devlet kurduğu söylenmiştir. Daha
önce bazı sembol açılımlarından
örnekler verirken “Susuz Kalan Ülke”
motifinde, ülkenin aslında insanı
sembolize ettiğini söylemiştim. Bu
bilgiden hareket edersek, zaptolunacak
en büyük ülkenin insanın kendisi
olduğunu söyleyebiliriz.
Burada yeryüzünün zaptedilmesiyle,
Ezoterizm’de sıkça geçen “dünyayı
yenmek” meselesi anlatılmak istenmiştir.
Mitolojilerde karşılaşılan “Kayıp Bir
Ülkenin Aranması” ya da “Kaybomuş
Bir Sevgilinin Peşine Düşülmesi”
motifleri hep aynı bilginin sembolleri
olmuşlardır.
Fethedilecek
ilk
ülke
insanın
kendisidir...
Mitoloji
kahramanı,
hazineyi ya da sevgiliyi ararken bir de
bakar ki, kendi benliğini bulmuştur. Bir
değişime uğramıştır. Mitolojide, kayıp
olan şeyin aranması sırasında, bir takım
büyük sınavlardan geçerken kendisine
bazı hedefler gösterilir, yardımlar
yapılır. Bütün bu uğraşmaları ve
çalışmaları, kendisinde bazı değikliklere
sebep olmuştur. En son ulaştığı şuur
haliyle, olaylara girmeden önceki şuur
hali arasında büyük bir fark olduğunu
kendisi de sezer.
Artık elde ettiği hazinenin, kavuştuğu
sevgilinin, keşfettiği bir yerin önemi
kalmamıştır. Öyle bir değişikliğe
uğramıştır ki, maddi değerler kendisince
silikleşir gider. Çünkü o artık en büyük
hazineyi, yani kendi sırrını bulmuştur.
Asıl amacına ulaşmıştır...
GÖKYÜZÜNDEN GELEN
ELÇİLER
Söz dışında kalmasın, bilsin herkes bu
işi,
Oğuz Han’ın yanında, vardı bir koca
kişi,
Sakalı ak, saçı boz, çok uzun tecrübeli.
Altın’dan bir yay gördü, uyur iken
uykuda,
Yayın bulunuyordu, üç gümüşten oku
da,
Ta doğudan batıya, altın yay uzanmıştı.
Üç gümüş ok kuzeye, sanki
kanatlanmıştı.
Anlattı Oğuz Han’a uyanınca uykudan,
Rüyayı tabir etti, içindeki duygudan.
Dedi: Bu düş sana, dirlik düzenlik
versin,
Rüyamda ne gördüysem, GökTanrı’nın sözüyle,
Seni de öyle yapsın, Tanrı kutsal
özüyle.
Ak sakallı bilge ermiş kişilerin Türk
Mitolojisi’nde önemli bir yeri olduğu
bilinen bir gerçektir. Bu bilge kişiler
sürekli karşımıza çıkar. Bazı sırları
bildikleri için zaman zaman mitoloji
kahramanlarına yardımda bulunurlar.
Burada da sakalı ak, tecrübeli bir ihtiyar
Oğuz Kağan’a üstü kapalı bir şekilde
bazı sırları aktarmaktadır. Bunu da
rüyasında gördüğü ok ve yay
sembolleriyle yapmaktadır.
Haberci rüyalar Türk Mitolojisi’nde
çok etkin motiflerden biridir. Türk
Mitolojisi’nde bazı sırların rüyalar
kanalıyla alındığı tüm açıklığıyla
anlatılır.
Parapsikoloji üzerinde yapılan en son
araştırmalar, gerçekten de rüyalar
kanalından
bazı
bilgilerin
alınabileceğini kanıtlamış durumdadır.
Rüyada sözü edilen altın yay ve üç
gümüş oka gelince...
Yay:
Türkler’de
hakimiyet
sembolüydü.
Hatta
Büyük
Selçuklular’da devlet sembolü olarak
bile
kullanılmıştır.
Oğuz Kağan
Destanı’nda yayın, gökyüzünü baştan
sona kapladığı söyleniyor. Burada yay,
bir devletin değil, onun da üstünde,
gökyüzünün sembolü olarak karşımıza
çıkmaktadır. Gerçekten de yapılan
araştırmalar, Türkler’in yayı aynı
zamanda gökyüzünün sembolü olarak
kullanmış olduklarını ortaya çıkartmıştır.
Ok: Türkler’de elçilik sembolü olarak
kullanılmıştır. Örneğin, bir yerden bir
yere giden elçiler, yanlarında kendi
hükümdarlarına ait oklar taşırlardı.
Konuyu biraz toparlamaya çalışalım...
“Altın Yay” göklerin sembolü
olduğuna göre, “ok” un da göklerin
elçilerinin
sembolü
olabileceğini
düşünmek hiç de zor olmayacaktır.
Nitekim, Eski Türk geleneklerinde,
Kağanlar’ın, Tanrı’nın elçileri oldukları
inancı hayli yaygındı. Bu inaçları da, az
önce yaptığımız yorumu doğrular
niteliktedir.
Eski Türkler’de yeri ve göğü yaradan
Tanrı’ya Kang Tengri denilmekteydi.
Tengri: Gök-Tanrı, Kang ise: Baba ve
Ulu Ata anlamına gelmektedir.
Büyük Hun İmparatorluğu’nun meşhur
hükümdarı
Mete’nin
ünvanı
da
“Tengri’nin Oğlu” idi. Buna pek
şaşmamak
gerekir.
Çünkü
eski
devirlerde, devleti yöneten hükümdarlar,
aynı zamanda ruhani lider olarak da
görev yapmaktaydı. Bu görevlerini
başarıyla yerine getirebilmeleri için ise
yoğun bir inisiyatik öğretiden geçirilir
ve halkın bilmediği geleneksel ezoterik
sırlar kendilerine rahipler tarafından
öğretilirdi.
Yani
inisiyasyondan
geçirilirdi. Mitolojiler bunların sayısız
hikayeleriyle doludur...
“Tanrı’nın Oğlu” olma sembolü başlı
başına kapalı bir sırdır. En kısa
açıklamasıyla, bazı ezoterik sırlara
sahip kişi anlamına gelir. Hiç bir zaman
putperestliğin bir ifadesi olmamıştır.
“Tanrı’nın Oğlu” olmak, aynı zamanda
belli bir vazifeyle yeryüzüne doğmuş
bulunan bir elçiyi de ifade eder. Bu bilgi
birçok yerde karşımıza çıkar. Örneğin
İsa Peygamber’in insanlara söylediği ilk
sözlerden biri, kendisinin “Baba’nın
Oğlu” olduğudur. Bu uzun bir süre
anlaşılamamıştır. Hatta başka dine
mensup olanlar onu putperestlikle
suçlamışlardır.
Ancak görüldüğü gibi bu sembolü
sadece İsa Peygamber değil ondan çok
önceleri de kullananlar vardı. Bunlardan
biri de Eski Türkler’di.
Burada gözleri gören ve kulakları
işitenlere hitap eden çok köklü bir bilgi
aktarılmıştır.
Anlayan
anlamış,
anlayamayanlar ise anlayabilecekleri
zamanı beklemektedirler... şunu hemen
ifade etmeliyim ki, insanlık hiç bir
zaman, bilgiden uzak bırakılmamıştır.
Üstü kapalı da olsa, ihtiyacı olanların
alabileceği bilgiler tüm heybetiyle
etrafımızda dolanıp durmaktadır. Bunu
herhalde gönüllerdeki perdeler teker
teker açıldıkça daha iyi anlayabileceğiz.
Demiştik ya... şimdilik uyku baldan
tatlı geliyor...
ERGENEKON’DAN ÇIKIŞ
Mükemmeliyetten uzaklaşan ve birçok
bilgiden bu nedenle mahrum kalan
günümüz insanlığının halihazırda içinde
bulunduğu devir, birçok gelenekte
“demir çağ” olarak adlandırılmıştır.
Dünya
üzerinde
yaşamış
tüm
toplumların
geleneksel
ezoterik
bilgilerinde yer alan bu husus, Türk
Mitolojisi’nde
en
canlı
olarak
Ergenekon Destanı’nda karşımıza çıkar.
Destan, demirden meydana gelmiş
büyük dağların, kurulan birçok körükle
eritilmesinden ve bir “kurt”un yol
göstericiliğiyle oradan uzaklaşabilen
insanların yaşadıklarını anlatır. Bu
çizilen motif, demir çağının bir gün sona
ereceğini ifade eder. Eriyen demir dağ,
demir çağının bitişinin sembolüdür.
Eriyen demir dağdan insanların çıkışı
sırasında “Kurt”un yol göstermesi ise,
Siriusyen bilgilerin yeniden açıkça
ortaya çıkışıyla, insanların yeniden
mükemmeliyete doğru yükseleceklerini
anlatan son derece gizli bir bilgidir.
Ergenekon’dan çıkış o devirde yaşanan
bir olayı değil gelecekte yaşanacakları
anlatan bir
motiftir.
Ve
Türk
Mitolojisi’nde çok önemli bir yeri
vardır. Bu gelecekle ilgili bir kehanet
özelliği de taşır. Bir taraftan içinde
yaşadığımız devri, bir taraftan da bu
devrin bitişinin nasıl olacağını mitolojik
bir üslupla anlatır.
Söz konusu ettiğimiz Siriusyen bilgiler
nasıl tekrar ortaya çıkacaktır?
Bunun cevabını zamanın
bırakarak, konuyu şimdilik
noktalayalım...
akışına
burada
VII.BÖLÜM
ANTİK YUNAN
SIRLARI’NA GİRİŞ
“Sırların amacı, ruhları prensiplerine,
ilk ve son hallerine yeniden
getirmektir.
Yani kendisinden aşağı inmiş oldukları
gerçek hayata, Tanrı’ya, Diyonizos
vasıtasıyla
onları yeniden geri döndürmektir.”
Olimpiodor
İnsanlar nasıl yeryüzüne inmişlerse,
günün birinde de tekrar Olimpos’a
çıkabilmeleri gerekiyordu...
Bu cümle Antik Yunan’ın “sırlar
bilgisini” ve buna bağlı olarak da Yunan
Mitolojisi’nin temelini oluşturur. Yunan
Mitolojisi kendine has uslubu içinde,
insanların nihai hürriyetlerini elde etmek
ve gelmiş oldukları yere yeniden
dönebilmek için inisiyeler tarafından
kullanılan çeşitli metot ve yolların
toplamını
oluşturmaktadır.
Yunan
Mitolojsi temel olarak Mısır’ın sırlarına
dayanır. Pekçok eski Yunan filozofunun
eski
Mısır
mabetlerinde,
Osiris
rahiplerince inisiye edildiklerinden daha
önce söz etmiştik. Bununla ilgili
yurtdışında yayınlanan çeşitli kitaplar
bulunmasına rağmen, nedense konunun
bu yönü üzerinde de, yurdumuzda çok
fazla durulmamıştır. Kim bilir, belki de
durulmak istenmemiştir...
MISIR, HİNT VE YUNAN
GELENEKLERİ
Ezoterizm özellikle
üç
büyük
gelenekle çok yakından ilgilenmiştir:
Mısır... Hint... ve Yunan... Bu üç gelenek
diğer toplumların geleneksel bilgilerine
önemli katkılarda bulunmasından dolayı,
dünya üzerinde ayrı bir öneme sahiptir.
Birçok dine, felsefeye ve mitolojiye
öncülük etmiş olan Mısır, Hint ve Yunan
gelenekleri, her ne kadar bazı
uygulamadan doğan şekilsel farklarla
birbirlerinden ayrılmışlarsa da, aslında
üçü bir bütünlük oluşturur.
Çok genel hatlarıyla özetleyecek
olursak:
Mısır, sırlar dünyasına majiyle...
Hint vicdani muhasebe, kayıtsızlık,
meditasyon ve konsantrasyonla...
Yunan ise, sırlar dünyasının kapılarını
aralayabilmek için dövüşü tercih
etmiştir. Bu dövüşme, insanın bizzat
kendisine karşı göğüs göğüse
dövüşmesidir...
Her üç geleneğin de yöntemleri farklı
olsa da, amaçları aynıydı: Sırlar
kapısını aralamak...
Bu üç büyük gelenekten günümüze
kalan en önemli belgeler, mitolojilerden
ibarettir.
şimdi
çok
genel
hatları
ve
özellikleriyle, dünya kültür tarihe yön
vermiş olan bu üç büyük geleneği
sırasıyla takip etmeye çalışalım...
ANTİK YUNAN’IN
MİTOLOJİK SIRLARI
Yunan Mitolojisi’nde adeta bir
şiddetin ifadesi gibi görünen dövüşme
motifleri aslında, insanı teslim almış
bulunan alışkanlıklara, ön yargılara,
peşin fikirlere, arzu ve tutkulara karşı
girişilen bir mücadelenin öyküsüdür...
Bu savaşların, ölümlü insanların
ölümsüzlüğe kavuşması için insani
kisveden kaynaklanan her şeyi atmaktan
başka gayesi yoktu... Antik Yunan
Sırları; insanların ölümlü ilahlar,
ilahların ise ölümsüz insanlar olduğunu
söyler. Bu sözlerle de sırlar kapısı
aralanmaya başlar...
Ezoterizm ve İnisiyasyonla ilgili
bölümümüzde, insanın içinde gizli
bulunan bir potansiyal güçten bahsetmiş
ve bu gücün ortaya çıkartılması,
inisiyatik çalışmaların özünü oluşturur
demiştik. İnisiyatik çalışmaları sembolik
bir dilde anlatan mitolojilerde ise
insanın içindeki bu potansiyel güce,
“İçteki Uyuyan Tanrı” adı verilmiş ve
uyuyan bu tanrının uyandırılması da tüm
mitolojilerin ana temasını oluşturmuştur.
“İçteki
Tanrı’nın
Uyandırılması”
inisiyatik
çalışmalarda
“insanın
uyanmasıyla” eş anlamındadır.
Yunan Mitolojisi de işte bunu anlatır:
“İçteki Tanrı’nın Uyandırılması”
“İçteki Tanrı”nın uyandırılabilmesi
için yapılan inisiyatik çalışmalar, Yunan
Mitolojisi’nde
anlatılmıştır.
hikayeleştirilerek
BİLGELİĞİN İLAHİ
ÇEKİCİLİĞİ
Mitolojik
hikayeler,
tüm
kahramanların Zeus’un kızı Helen ile
evlenmek istediklerinden bahseder. Bu
tüm kahramanların en büyük arzusu ve
hedefiydi. O ise, birinden diğerine
gidiyordu. Menelaos’la olduğu gibi ya
biriyle evleniyor ya da onu terk
ediyordu. Ona sahip olmak neredeyse
imkansızdı...
“Helen’in
amacı
kahramanları
cezbetmektir. Theseus onu bir gün
kaçırır. Ancak daha sonra kardeşlerinin
onu almasına izin verir. Helen de daha
sonra Menelaos ile evlenir. Ancak
Menelaos sahip olduğu şan ve şöhretten
dolayı sürekli uyuyurdu. Hiç bir gelişme
göstermiyordu. Bunun üzerine Paris
Helen’i kaçırarak Truva’ya götürmek
istedi.”
Burada
geçen
hikayeleştirilmiş
motifllerin hepsi birer sembolden
ibarettir. Tüm bu evlenme ve kaçırma
hikayeleri tamamen mitolojik bir
kurgudur. Bu kurgunun anlatmak istediği
gerçek ise bambaşkadır. Sözü edilen
kurguyu anlayabilmek için Helen’in neyi
sembolleştirdiğinin bilinmesi gerekir.
Çünkü asıl sır, onun çevresinde
dönmektedir.
Zeus’un kızı olduğu için onun bilgisini
taşır. İşte bütün kahramanların peşinde
koştukları da aslında bu bilgidir...
Helen: Bilgeliğin ilahi çekiciliğinin
sembolüdür. Ve o sadece arınmış
kişilere verilir.
Gothe konuyla ilgili şunları söyler:
“Helen’i görmüş olan kişi asla bir
daha kendisine gelemez ve eski halini
bulamaz.”
Ezoterizm’de ise; O, küçük sırlardan
büyük
sırlara
geçme
gayretini
gösterenlere vaat edilmiş ilk mükafatı
sembolize eder. O tanrısal olanla insani olan arasında bir köprüdür. İlk
kaynağa geri dönüş hattı üzerindeki
birinci aşamadır.
Evet gözden uzak tutulmaması gereken
bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. O her ne
kadar ilahi bilgeliğin, çekiciliğini
sembolize etmekteyse de, yine de sadece
bir köprü vazifesi görmektedir. Yani o
nihai
hedef
değildir.
Nitekim
mitolojilerde Güzel Helen’in sürekli
başkalarıyla evlenmesi de bunu gayet
açık bir şekilde dile getirmektedir. Ne
zaman bir kahraman (mist, mürit, inisiye
adayı) Helen ile evlenmeye muvaffak
olursa, daha yukarıya tırmanmak için onu
aynı zamanda terk etmek de zorundadır.
Bu anlatılmaya çalışılan mesele,
“İnisiyatik Çalışmalar”ın ve “Ezoterik
Öğretler”in en önemli noktalarından
biridir. Büyük araştırma ve çabalardan
sonra belli bir sadeleşmeyle birlikte
elde edilen anlayışların da, belli bir
süre sonra terk edilme mecburiyeti
vardır. Aksi takdirde inisiyatik öğretide
ilerleyebilmek mümkün değildi. Çünkü o
bir yoldu. Ve o yolda karşılaşılan
bilgilerin yerine, ilerde çok daha ileri
seviyeli bilgiler adayı beklemekteydi.
Eğer aday belli bir bilgiye takılıp
kalırsa
ilerleyebilmesi
mümkün
olamamaktaydı.
Elde edilen her bir realitenin bir üstü
bulunduğu hiç bir zaman unutulmaması
gerektiğini anlatan Güzel Helen”in
maceraları bu nedenle ayrı bir değer
taşır. Oysa ki günümüz insanı çok
rahatlıkla edinmiş olduğu birkaç bilgiyi,
ulaşabileceği en son gerçek zannetme
yanılgısına çok rahat düşebilmektedir.
Hatta bundan gurur bile duymaktadır.
NEHİR GEÇİRİCİLER
Hint
Mitolojisi’nde
gerçeğe
ulaşabilmek için, eski realitelerin mutlak
surette terk edilmesi gerektiği son
derece ilginç bir örneklemeyle anlatılır.
Hint Mitolojisi’ndeki Titankaraların
öyküsü işte bunun hikayesidir...
“Nehrin karşısına geçilecektir. Nehrin
hemen kıyısında bulunan Titankaralar
yolcuları kayıkla karşıdan karşıya
geçirmektedir. Ancak kimi yolcular karşı
kıyıya geçtikten sonra, kayığı bir türlü
terk etmek istemezler. Sırtlarına kayığı
alarak dağları tepeleri bu şekilde
geçmeye çalışırlar. Tabii kısa bir süre
sonra, yorgunluktan yürüyemez bir hale
gelerek oldukları yerde çöküp kalırlar.
Buna karşılık kayıklarını nehir bitince
terk edebilenler, rahatlıkla yollarına
devam ederler. Ve varmak istedikleri
hedefe ulaşırlar.”
Çok kısa bir özetini sunduğumuz bu
mitolojik hikaye, anlayışlarını sürekli
yenileyemeyenlerin ve karşılaştıkları
bilgileri yeri ve zamanı geldiğinde daha
üstün bilgilerle değiştiremeyenlerin
halini anlatması bakımından son derece
büyük bir öneme sahiptir.
Üstünde uzun uzun düşünülmesi
gereken
bu
hikaye
bir
türlü
değişemeyenlerin durumunu anlatır. Az
önce değindiğimiz konuya bir örnek
teşkil ettiği için sizlere kısaca aktarmak
istedim.
***
SAVAŞAN TANRILAR EZOTERİK SIRLAR
Uranos çocuklarını doğdukça yerin
derinliklerine
atıyor,
oraya
hapsediyordu.
Gaia
kocasından
yaptıklarının öcünü almaya karar verdi.
Kronos da annesine yardım edeceğini
söyledi.
Kronos geldi. Tırpanla babasını hiç
acımadan biçti. Vücudunun kanlı
parçalarını denize attı. Babasına ilk
tırpanı attığı zaman açılan müthiş
yaralardan sızan siyah kan damlaları
yere damlayınca yenilmez Erinyesler
(hiddetler), korkunç Geantsler (devler)
doğdular.
Uranos düştükten sonra, Kronos
kainatın efendisi oldu. İlk iş olarak
Titanları (şeytani Devler) zindandan
çıkardı. Onun saltanatı zamanında
yaradılış devam etti: Baht, uyku, düş,
alay, acı, şikayet, öç, hile, kızgınlık,
nifak, fenalık, şüphe meydana geldi.
Mitolojinin
bu
bölümü,
mükemmeliyetten aşamalı bir şekilde
uzaklaşılışı anlatır. Bizim devremiz
insanlığının içinde bulunacağı devre
nasıl aşamalı bir şekilde gelindiği
hikayeleştirilerek burada ele alınmıştır.
Uranos’un
yerin
derinliklerine
çocuklarını atmasıyla başlayan ve
devam eden bir aşağı iniş yani düşüş
teması işlenmiştir. Yunan Mitolojisi’nde
anlatılan bu hikaye iki anlama gelir.
Birincisi bizim devremiz insanlığının
içinde bulunduğu özellikler.
İkincisi ise inisiyatik bir çalışmaya
girecek olan adayın terk etmek zoruda
bulunduğu duygu ve düşünceleri.
Mitolojide kullanılan bir inceliğe daha
dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Kronos:
Zaman Tanrısı’dır. Kainatın idaresini
Kronos’un ele almasıyla birlikte aşağı
inişin şiddetlenerek devam ettiği
görülmektedir. Yani zaman ilerledikçe
mükemmelliyetten
uzaklaşıldığı
bilgisinin, mitolojik bir anlatımıyla karşı
karşıya bulunmaktayız.
Ateş’in niçin kutsal sayıldığını daha
önce görmüştük. Arınmanın sembolü
olarak ele alınan ateş sembolü burada da
aynı işlevi görmektedir. İnsanlardan
yasak edilmesi, insanların şuursuz
yaşayacakları bir devrin başlangıcı
demektir.
Yani
arınma
imkanı
bulamadan, çeşitli alışkanlıklar ve
bağımlılıklarla yaşanılacak bir devir
kastedilmektedir.
Mitolojik hikayemize devam edelim...
Olimpos tanrılarından Prometheus ilk
insanı balçıktan yarattı. Daha sonra
Hephaistos’un alevler fışkırtan ocağına
yaklaştı, kızgın ateşinden bir kıvılcım
aldı, elindeki sopanın içine sakladı. Ve
onu ilahi bir armağan olarak insanlara
götürdü. Ateşe kavuşan insanlar
zavallılıklarını
unutarak
gurura
kapıldılar. Tanrılarla kendilerini eşit
tuttular. Onlara karşı olan ödevlerini
unuttular. Zeus bu şımarık mahlukların
böyle yapacaklarını bildiği için kutsal
ateşten onları mahrum bırakmıştı. Zeus
Prometheus’a çok kızdı. Onu Kaf
Dağı’nın
en
tepesine
gönderdi.
Ayaklarına kollarına zincir geçirtti.
Dünya üzerindeki mitolojilerin ve
dinlerin kullandıkları ortak temalardan
bir tanesi de “İnsanın Balçıktan
Yaratılması”dır.
İnsanın
balçıktan
yaratılması, insanın bedensel olarak
dünya üzerinde mevcut olan temel
maddelerden
özel
olarak
bir
laboratuvarda meydana getirilmesi
kastedilir. Yani Karbon, Hidrojen, Azot
ve Oksijen... Bu sembol aynı zamanda
insanın ikili yapısının da bir ifadesidir.
Bu yapısı Ruh ve Madde”den
oluşmaktadır. Bir yanıyla dünyaya ait
ama bir yanıyla göklere ait...
Kur’an-ı Kerim’de de aynı sembol
kullanılmıştır. Burnuna nefes üflenmesi
ise dünya maddesinden oluşturulan fiziki
bedenin, ruhsal bir enerjiyle canlılık
kazanması anlatılmıştır.
TANRILAR VE İNSANLAR
Yunan şairi Pindaros: “Tanrılar ve
insanlar hepimiz aynı ailedeniz.
Hepimizi aynı ana doğurmuştur” derken
ne anlatmaya çalıştıysa, aslında “En el
Hak” diyen Hallac-ı Mansur da aynı şeyi
anlatmaya çalışıyordu... İnsanlığın ilahi
bir kökene sahip olduğu...
Sık sık vurguladığımız başlangıçların
mükemmelliyeti mitosu Yunan’da da
kendisini
göstermektedir.
Yunan
Mitolojisi’nde insanların sonsuz bir
saadet içinde yaşadıkları dönemlerden
bahsedilir. Bu devir “Altın Devir”di. O
devirde insanlar keder, üzüntü nedir
bilmeden,
yorgunluğu
tatmadan
yaşarlardı. Onlar daima genç, çevik ve
neşeliydiler. Ölüm saati gelince
hastalığın acı ıstıraplarını bilmeden
gülümseyerek tatlı bir uykuya dalar gibi
yaşama gözlerini kaparlardı. Kronos
saltanatının ilk dönemlerinde yaşanan bu
altın devirde tanrılarla insanlar aynı
sofraya oturur, aynı yemekten yerlerdi.
Burada aynı yemekten beslenmek, aynı
tesirlere muhatap olmak demektir. Fakat
Zeus Olimpos’ta krallığını ilan ettikten
sonra iş değişti.
Altın devrini gümüş devri takip etti.
Daha sonra Tunç ve nihayet bizim
devremiz olan “Demir Devri” başladı...
OLİMPOS DAĞI
TANRILARI
12
büyük
Tanrı’nın
oturduğu
söylenilen Olimpos Dağı mitolojik bir
semboldür. Daha sonraları Makedonya
ile Tesalya arasında oldukça heybetli
sıra dağlarının en yüksek tepesine de bu
ad verilmiştir.
Mitolojide Olimpos Tanrıları olarak
geçen bu tanrılar şöyle sıralanmaktaydı:
Baş Tanrı: Zeus
Güneş Tanrısı: Apollon
Harb Tanrısı: Ares
Ateş Tanrısı: Hephaistos
Tanrıların Habersici: Hermes
Deniz Tanrısı: Poseidon
Zeka Tanrısı: Athena
Güzellik Tanrıçası: Afrodit
Ocak ve Aile Tanrısı: Hestia
Avcılar Tanrıçası: Artemis
Toprak Tanrıçası: Demeter
ve sonradan Olimposa alınan şarap
Tanrısı: Diyonizos
Nasıl ki Olimpos başlı başına bir
sembolse, Olimpos’ta oturduğu ifade
edilen bu 12 Tanrı’nın da her biri ayrı
bir semboldür. Bunların hiç biri
“Yaradanı” ifade etmez. O devirde
yaşayan insanların çok tanrı inancı
birden fazla Yaradan’a taptıkları
anlamına da gelmez. Bütün bu Tanrılar,
İnisiyastik
Bilgilerin
halka
şifrelendirilerek
anlatılmasında
kullanılan araçlardan ibarettir. Yani bir
senaryonun oyuncularıdır. Bunların her
birinin ifade ettikleri anlam başkadır.
Bunların içinden birkaç tanesini ele
alalım ve gerçekte neyi ifade ettiklerini
ve neyin sembolü olduklarını, Ezoterik
Bilgiler ışığında ortaya çıkartmaya
çalışalım...
TANRILARIN VE
İNSANLARIN BABASI:
ZEUS
Dünyanın sahibi, tanrıların ve
insanların babasıydı. “Yıldırımlar Saçan
Tanrı” diye de anılan Zeus’un
yıldırımları haksız olarak hiç bir
ölümlüyü inciltmiyordu.
Olimpos Tanrıları, bir meselenin
anlatılmasında birer oyuncudur demiştik.
İşte bunun en canlı örneklerinden biri
olan Philemon ile Baucis’in hikayesiyle
konumuza devam edelim...
Zeus ölümlü bir insan kılığına girerek
Firigya’da oğlu Hermes ile beraber
dolaşıyordu.
Fakat
burada
iyi
karşılanmadılar.
Bütün
evlerin
kapılarını çaldılar ve Tanrı misafiri
olarak kabul edilmelerini rica ettiler. Ne
var ki bütün kapılar yüzlerine kapandı...
Burada insanların gerçekleri açık
olarak kavrayamadıkları anlatılmak
istenmiştir. Yani bazen gerçekler
insanların burnunun dibine kadar gelse
de, ona sırt çevrilebilmektedir. Nitekim
mitoloji bunu sembolik bir üslupla
ortaya koymaktadır. İnsanların ilahi bir
kökene sahip olduklarını unutmaları da
bu bölümün bir diğer mesajıdır. Devam
edelim...
...Sadece kenarda üstü kamışlarla
örülmüş değersiz bir kulübede oturan iki
ihtiyar karı koca, kimsesiz yolcuları
içeri aldılar. Philemon ile Baucis adlı
bu iki ihtiyar oldukça fakirdi. Köleleri
ve hizmetçileri yoktu. Ev işlerini
kendileri görüyordu. Kulübeleri temiz
ve her şeyleri yerli yerindeydi. İyi kalpli
ihtiyarlar kulübelerinde ne varsa hepsini
konuklarına ikram ettiler...
“Philemon ile Baucis”: Bilgisiz ama
iyi niyetli insanı sembolize eder. Aynı
zamanda inisiyasyona yeni girmiş adayın
da sembolüdür. Ev, insanın yaşadığı bir
mekandır. Ezoterizm’de ise ev: İnsan
anlayışının seviyesini gösteren bir
sembol olarak geçer. Burada da dikkat
edilirse ev, eski ama her şey yerli
yerindedir. Burada eskilik bilgilerinin
eski realiteye ait olduğunu gösterir. Aynı
zamanda dünya nimetlerine aşırı
bağlanmamış olmalarını da ifade eder.
Her şeyin yerli yerinde olması da sahip
oldukları bilgilerini yerli yerinde
kullanabilmelerinin sembolüdür. Fazla
bir bilgileri olmayan ama vicdan
ölçülerinde yaşama başarısını gösteren
insanın da sembolüdür. Her şeylerini
konuklarına ikram etmeleri de, dünya
nimetlerine aşırı bağlı bulunmadıklarını
anlatır.
...Sonunda
konuklar
kendilerini
tanıtırlar:
“-Biz
Olimpos’ta
oturanlardanız.
Komşularınız
kalpsizliklerinin cezalarını çekecekler.
Yalnız siz kurtulacaksınız. Kalkınız ve
bizim
izlerimizden
yürüyerek
peşimizden geliniz.” dediler.
İhtiyarlar ellerine birer baston aldılar.
Ağır ağır yürümeye başladılar. Bir ok
atımı kadar uzaklaşmışlardı ki, bütün
ovayı sular kaplamaya başladı. Kendi
kulübelerinin kocaman bir tapınak haline
geldiğini hayretle gördüler. Bunun
üzerine Tanrı Zeus: “İyi kalpli ihtiyarlar
ne dilerseniz, dileyin benden” dedi.
İhtiyar karı koca biraz kendi aralarında
konuştuktan sonra kendilerinin tapınak
haline gelen evlerinde bekçi olarak
kalmayı arzu ettiklerini söylediler. Ve
istedikleri
oldu.
Onlar
mabedin
bekçileri oldular...
“Hep kendini seyrettikçe tanrını
göremezsin.” Ezoterizm’de geçen bu söz
birçok
inisiyatik
merkezde
kullanılmıştır. Sufiler de kullanmıştır.
Bu sözle her şeyden önce dikkatini kendi
egoizmandan kaydırman gerekir; aksi
takdirde gerçeklerle yüz yüze gelmenin
mümkün olmadığı anlatılmak istenmiştir.
Mitolojide
geçen
ihtiyarların
hikayesinde de bu bilgi verilmek
istenmiştir. Vicdani yaşamanın önemi
vurgulanmış ve bu şekilde bir yardım
görmeye hak kazanmışlardır. Zeus
burada inisiyatörü sembolize eder.
Yanındaki
Hermes
ise
Mısır
İnisiyasyonunda
geçen
Thot’un
karşılığıdır. Yani Kökeni Atlantis’e
dayanan bilge rahiplerden birini
sembolize eder. Bu bilgelerin verdikleri
bilgiler vasıtasıyla ihtiyarların evi
mabede dönüşür. Suyun “Bilgi”nin
sembolü olarak Ezoterizm’de geçtiği
dikkate alınırsa, her yeri suların
kaplamasının ne anlama geleceği açıkça
ortaya çıkacaktır.
...Aradan yıllar geçer... Senelerin yükü
altında ezilmiş bir hale gelmiş olan bu
ak saçlı ihtiyarlar, mabetlerinin kutsal
basamakları üzerinde oturmuş, vaktiyle
buralarda olup biten olaylardan
bahsediyorlardı... Birden bire Baucis,
Philemon’un yapraklanarak ağaç haline
gelmeye başladığnı şaşırarak izlemeye
başladı. Philemon da aynı şeyi Baucis’te
görüyordu. Onların ikisi de şaşkın şaşkın
birbirlerine bakarlarken süratle ağaç
haline geliyorlardı...
Bir inisiyatik çalışmanın sonunda
insanın uğrayacağı büyük değişim, her
halde ancak bu kadar güzel tasvir
edilerek anlatılabilirdi. Burada her
anlatılan mesaj sembollerle adeta hem
gizlenmiş, hem de bu semboller anlatılan
hikayeye güzel bir örgü motifi
oluşturmuştur. Ağaç, Ezoterizm’in en
genel sembollerinden biridir. Tüm
mitolojilerde
ve
tüm
dinlerde
kullanılmıştır. Toprağa uzanan kökleri
ve gökyüzüne çıkan dallarıyla tüm
geleneklerde yeryüzüyle gökyüzünün
evliliğini yani vuslatı sembolize eder.
Yeryüzü ile gökyüzünün birleşmesini
anlatır. Yani yeryüzü ile gökyüzü
arasıda kurulan irtibatın simgesidir.
Ağaca dönüşme teması ise: Uyanmanın
ve şuurlanmanın bir ifadesi olarak
karşımıza çıkar. Ağaca atfedilen
kutsallığın kökeni de işte buna dayanır...
GÜNEŞ TANRISI
APOLLON
Gün ışığının parıldayan tanrısı
Apollon, Mitoloji’de Güneş Tanrısı
olarak geçer. Mısır’daki Güneş Tanrısı
Ra’nın, Eski Yunan Mitolojisi’ndeki
karşılığıdır.
Apollon daha kundaktayken: “Bana
ahenkli sesler çıkaracak bir lir getiriniz.
Bir elime de ok ve yay veriniz.
Mucizeler
göstermek
isitiyorum”
demişti.
Doğumundan dört gün geçince Apollon
kuvvetini göstermek istedi. Bundan
sonrasını
bakın
Mitoloji
nasıl
anlatıyor...
Parnassos Dağı’nda bir mağarada
büyük bir ejderha yaşamaktaydı. O
bölgeyi kasıp kavuran ejderha insanları
parçalıyor, sürüleri yutup yok ediyordu.
Apollon memleketini bu beladan
kurtarmak istedi. Bir gün yanan
meşalesini, yayını ve okunu aldı.
Yavaşça bu korkunç ejderin ini bulunan
mağaraya doğru ilerledi. Oraya gelince
elindeki reçineli meşaleyi havada
salladıktan sonra inin tam ağazına attı.
Dumanın zoru ile canavar inden dışarı
çıktı. Bunun üzerine Apollon hızla uçan
ve her şeyi delip geçen okunu fırlattı.
Havada süzülen ok gitti ejdere saplandı.
‘Ey güneşin oklarıyla yere serilen
Python orada olduğun gibi kal. Artık
insanlara fenalık yapamayacaksı’ dedi.
Burada geçen sembolleri daha önce
ele aldığımız için sanırım, mitolojinin
aktardığı
inisiyatik
mesaj
siz
okuyucularımda
belli
bir
anlam
kazanmıştır.
Sembollerin
evrensel
olduğundan basetmiştik. “Canavarla
Mücadele”, “Ateş”, “Ok” ve “Yay” gibi
sembollerin farklı toplumlarda aynı tema
içinde
kullanıldığı
konusuna
dikkatlerinizi çekmek isiyorum...
Ejderi
öldürmesi
Tanrı’nın
kirlenmesine sebep oldu. Tanrıların
töresine göre bu kirden temizlenmek
gerekti. Bu yüzden Apollon Tanrılar’ın
sahip olduğu bütün ayrıcalıklardan
vazgeçti. Ve basit ölümlü bir insan gibi
Tesalya Kralı Admetos’un hizketçisi
oldu. Tam 9 sene bu kralın atlarını
otlattı. Öküzlerini güttü.
İnisiyasyonun belli bir derecesinde
yaşanan önemli bir olay burada
mitolojik bir üslupla aktarılmak
istenmiştir. Bir zamanlar özel bir
eğitime tabi tutulan kişilerde Telepati,
Durugörü, Telekinezi, Astral Seyehat
gibi bazı yetenekler ortaya çıkardı. Bu
yetenekler
belli
bir
aşamaya
gelindeğinde kasıtlı olarak belirli bir
süre terk edilirdi. O süre içinde mürit bu
yeteneklerini kullanmazdı. Bu da
inisiyasyonun bir parçasıydı. İşte
mitoloji bu meseleyi kendine has
anlatımıyla aktarmaya çalışmıştır.
“Atların otlatılması” da ezoterik bir
semboldür.
Ezoterizm’de
“At”:
Duyguları temsil eder. İnisiyasyonun en
temel hedeflerinden biri de, yine daha
önce belirtmiş olduğumuz gibi bu
duygulara hakim olmaktı. Burada geçen
“Atlar’ın
Otlatılması”:
Duygulara
hakimiyeti sembolize eder. “Çoban”
motifi de birçok toplumda bu amaçla
kullanılan
evrensel
sembollerden
biridir. Duygularına hakim olma
aşamasına ulaşan inisiyeyi ifade eder.
Bu sembol aynı zamanda İsa Peygamber
tarafından da kullanılmıştır.
EŞEK KULAKLI KRAL
MİDAS
Bir gün Maryas kırda dolaşırken
Athena’nın icadettiği ve daha sonra
çalmaktan vazgeçip kaldırıp attığı
fülüdü buldu. Ve çalmaya başladı... Bir
Tanrı’nın elinden çıktığı için güzel
sesler çıkaran bu fülüt ile övünmeye;
kendini Apollon’a rakip saymaya
başladı. Bir gün Apollon’a kendisiyle
yarışmasını
istedi.
Apollon
da
“kazananın
yenilene
istediğini
yapabilmesi” şartıyla yarışmayı kabul
etti.
Frigya Kralı Midas yarışmada hakem
olarak
bulunanlar
arasındaydı.
Yarışmanın sonunda Maryas , Apollon
gibi çalamadığını itiraf etmek zorunda
kaldı. Apollon da onu ağaca bağladı.
Diri diri derisini yüzdü.
Kral Midas’a gelince... Yarışmada
Maryas’ın tarafını tutmuş ve doğru
hakemlik yapamamıştı. Bu adamın da
cezalandırılması
gerekti.
Apollon
çaldığı liri anlamayan Kral Midas’ın
kulaklarını uzattı, uzattı ve içlerini
kıllarla doldurdu.
İnisiyatik bir çalışmada, müride
verilen bazı bilgiler, onun kendisini
büyük görmesine neden olabilirdi.
Birçok kimsenin bilmediği bilgileri
bilmesi ve bazı sırlara sahip olmaya
başlaması, kendisinde bir büyüklük
kompleksi yaratabilirdi. Bu şekilde
egosuna
yenik
düşen
adaylar,
inisiyasyonu asla tamamlayamazlardı.
Yarı yolda kalan bu adayların mabetten
dışarı çıkmasına da izin verilmez ve
mabedin hizmetkarı olarak geri kalan
ömürlerini orada geçirmesine karar
verilirdi. Tarih içinde bunun sayısız
örnekleri vardır. Yunan Mitolojisi’ndeki
Maryas da bunun sembolüdür.
Mitolojiler’de geçen “Krallar” ve
“Kahramanlar” çoğunlukla inisiyeyi
sembolize eder. Midas da Kral’dır, yani
inisiyedir, ancak o da Maryas gibi yarı
yolda kalmıştır...
Midas artık eşek kulaklı olmuştur.
Eşek kulaklarını kimseye göstermemek
için onları saçlarının arasına sakladı.
Başına geniş bir kalpak giydi. Fakat
kralın saçlarını kesen berber uzun
kulaklarının farkına varır. Kral bu
berberi ölümle tehdit ederek, sırrının
etrafa yayılmasına engel olmak istedi.
Sırrını içinde saklamak mecburiyetinde
kalan berber sararıp solmaya, adeta
patlayacak gibi sıkılmayşa başladı.
Sonunda sırrını toprağa açmaya karar
verdi. Issız bir yerde çukur kazdı. Oraya
eğilerek yavaşça: “Kral Midas’ın
kulakları eşek kulaklı” diye fısıldadı. İçi
rahatlamıştı. Üzerinden büyük bir yük
kalkmıştı. Fakat çukurun yanındaki
kamışlar, onun fısıldadığı sözleri
işitmişlirdi. Onlar rüzgarda sallandıkları
zaman: “Haberiniz var mı? Kral Midas
Eşşek kulaklıdır.” diye sırrı her tarafa
yaydılar.
Mitolojinin bu bölümü iki ayrı bilgi
içermektedir. Birincisi herhangi bir sırrı
saklamanın ne kadar zor olduğunu ve her
kesin sır saklayamayacağı... İkinci
anlatılmak istenen bilgiyi ise, çok
eskilerde söylenmiş olan şu inisiyatik
kökenli söz özetlemektedir:
“Yer ile Gök yeminlidir; hiç bir şey
gizli kalmaz!...”
GÜZELLER GÜZELİ
AVCILAR TANRISI
ARTEMİS
Artemis’in, aşırı derecede kendi
güzelliğini kıskanmasından sözedilir.
Peki burada bahsedilen güzellik
gerçekten fiziki güzellik midir? Bunun
cevabını yine mitolojide arayalım...
Artemis bir gün sık ağaçlarla kaplı
bulunan vadideki bir mağaraya rastlar.
Mağarada büyük bir su kaynağı vardır.
Günün yorgunluğunu gidermek için
soyunup yıkanmak istedi. Ve öyle de
yaptı. Yıkanmaya başladı...
Bu sırada Akteon adındaki bir avcı,
şimdiye kadar görmediği yerleri
keşfedebilmek için ormanda dolaşırken,
Artemis’in yıkanmakta olduğu mağaranın
önüne geldi. Ağzından berrak bir suyun
aktığı mağara dikkatini çekti. Mağaraya
girerek, bu suyun kaynağından içerek
serinlemek istedi. Mağaraya girdi.
Artemis ölümlü bir erkeğin bakışlarıyla
kirlendiği için kıpkırmızı kesildi...
Ellerini akan suyun içine daldırarak,
avcının yüzüne şiddetle su serpti.
Birdenbire Akteon alnından geyik
boynuzları çıkmaya başladı. Geyiğe
dönüşmeye başlamıştı. Yanı başındaki
av köpeği ve etrafındaki diğer köpekler
üzerine saldırarak onu parça parça
ettiler.
Bu
mitolojik
hikayede
geçen
sembolleri teker teker ele alalım:
Mağara:
Gizli
inisiyasyonların
yapıldığı yerlerin sembolü olduğunu
daha önce görmüştük. Aynı sembol
burada da kullanılmıştır.
Mağaradan Akan Su: Suyun bilgiyi
sembolize ettiğini hatırlayacak olursak,
mağaradan akan su, burasının inisiyatik
bir merkez olduğunu ifade etmektedir.
Aynı zamanda İnisiyatik merkezdeki
bilgiyi sembolize eder.
Su ile yıkanmak: Bu bilgilere sahip
olmak demektir. Aynı zamanda bilgiyle
arınmanın
ve
sadeleşmenin
de
sembolüdür.
Akteon: Gerçeği aramak için yollara
düşen inisiye adayını sembolize eder.
Artemis: İnsanlardan gizlenen bazı
sırların sembolüdür. Başka bir ifadeyle;
görülmemesi gerekenin, sır olarak
saklanmasını gerektiğini ifade eder.
Herkese
açıklanmayan
inisiyatik
bilgilerin mitolojik bir anlatımıdır.
Köpekler Tarafından Öldürülmek:
Akteon’un
Artemis’i
görmesiyle
başlayan ve sonunda köpek tarafından
parçalanarak ölmesi; sırrın ortaya
çıkışıyla mutasyonun yani değişimin
başlaması anlatılmak istenmiştir. Bu
inisiyasyonda ikinci doğum olarak ifade
edilmiştir. Eski realitede ölüp yeni
realitede, yeni anlayışlarda doğmak
demektir. Küçük Sırlar’dan Büyük
Sırlar’a geçişin de başladığı andır.
İNSANLAR
UYUMAKTADIR
İnsanların bilgiden ve gerçeklerden
uzak bir hayat tarzını benimsediklerini
anlatan bir mitolojik hikayeyle devam
edelim...
Bir gün Baş Tanrı Zeus, dağlarda
dolaşan bir çobanın yanına yaklaşır.
Kendisinden istediği hayat tarzını
seçmesinin mümkün olduğunu söyler.
Çoban da: Ölümden kurtulmak, asla
ihtiyarlamamak,
hiç
güzelliğinden
kaybetmemek şartıyla, sonsuz bir uykuya
dalmayı diledi.
O günden itibaren çoban bir mağarada
uyumaktadır...
Uykuda olan insana bazen gerçekler bu
denli yaklaşsa da, çoğunlukla bunu
farkedemez. Zira insanlar uyumaktadır.
Ve
uyku
onlara
baldan
tatlı
gelmektedir...
KAYBEDİLEN SEVGİLİ : Dünya
üzerindeki
hemen
hemen
bütün
Mitolojiler’de
ortak
kullanılan
temalardan bir tanesi de, kaybedilen
sevgilinin aranması motifidir.
Sevgili: Peşinde koşulan hakikatin
sembolüdür.
Yunan Mitolojisi’nde de bu motif
işlenmiştir. Örneğin Leondros ile
Hera’nın öyküsü buna çok güzel bir
örnek teşkil eder:
Kalede kapalı kalan sevgilisinin
peşine düşen Leondros binbir badireden
geçerek, denizler aşırı kaleye doğru yola
çıkar. Azgın sularda boğuşur. Fırtına ve
şimşeklerle savaşır. Denizi yüzerek
geçer. Ve sonunda sevgilisine kavuşur.
Ancak ikisi de sonunda ölür.
Ölüm: Yeni realitede doğuşun ve
inisiyenin sembolüdür. Aynı zamanda
eski bilgilerin yerine yeni bilgilerin
gelmesi yani eskinin ölmesi demektir.
Bir başka yaklaşımla da hedeflenen
amaca
ulaşmanın
sembolüdür.
İnisiyasyonda büyük değişimi anlatması
bakımından çok önemli bir semboldür.
Amaçlanan hedefe ulaşmanın da bir
başka ifadesidir.
***
KALPTE GİZLENEN
TANRI DİYONİZOS
Kalpteki Tanrı, Truva Atı’nın içinden
ikinci
kez
doğup
Olimpos’a
yükselecektir. Mısır’daki Kalpteki Tanrı
Horus’un
Yunan’daki
karşılığıdır.
İnsanın içindeki ilahi gücü ve insanın
ilahi bir kökene sahip olmasını anlatır.
İnisiyasyonda
ortaya
çıkartılması
hedeflenen insanın içindeki ilahi gücün
mitolojideki yansımasıdır. Bu nedenle,
Zeus’un insandaki tezahürü olarak
nitelendirilmiştir.
Ünlü Ezoterizm araştırmacısı - yazar
Frithjof Schuon kalpteki tanrı motifinin
İslam içinde de bulunduğuna dikkatleri
çekmiştir.
Frithjof
Schuon,
“De
L’Unité
Transcendante Des Religions” adlı
eserinde: “Yere, göğe sığmam da,
mümin kulumun kalbine sığarım.”
Şeklindeki hadis-i kutsi işte bu hususu
dile getirmektedir” demektedir.
Diyonizos, Yunan Mitolojisi’nde bir
tanrı olarak sembolize edilmiştir. Bu
tanrının doğuşunu anlatan efsanenin bir
başka ilginç yanı da, Kur’an-ı Kerim’de
anlatılan Musa peygamberin tanrıyı
görmesi sırasında yaşanan olayların bir
birlerine olan inanılmaz benzerliğidir:
“Kral kızı olan Semele ile Zeus
birbirlerine aşık olmuştu...” diye
başlıyor efsane...
Semele, Zeus’u olduğu gibi bütün
kudret ve ululuğu, parlaklığı ile görmek
sevdasına düştü. Zeus’a yalvarmaya
başladı: “Ey Ulu Tanrı... Ey sevgilim...
Bana olduğun gibi görün. İlahi nurun ile
gözlerimi aydınlat” dedi. Çok sevdiği
için Zeus, onun duasını kabul etti. Fakat
bunun, Semele için büyük bir tehlike
olacağını bildiği için, onu bu arzusundan
vaz geçirmek istedi. Ancak Semele ısrar
etti...
Sevgilisinin yalvarmalarına fazla
dayanamayan Zeus altın tekerlekli bir
şara bindi ve Olimpos’tan aşağıya indi.
O anda Kral’ın sarayı alevler içinde
kalıverdi... Semele Zeus’un ihtişamının
parlaklığına fazla dayanamadı. Ateşler
içinde yandı.
Efsane, bize Diyonizos’un tabiatını
anlama
imkanı
verir...
Gerek
mitolojilerde,
gerekse
dinlerde
kullanılan
sembollerin
evrensel
mahiyette bir ortaklık gösterdiğini sık
sık vurguluyordum. İşte buna bir başka
örnek... Yunan Mitolojisi’nde geçen bir
temayı yukarda aktardım. şimdi de
Kur’an-ı Kerim’de geçen ve bu temaya
son derece benzeyen bir ayeti aktarmak
istiyorum...
Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip
Rabbi onunla konuşunca, Musa:
“Rabbim, bana kendini göster, sana
bakayım” dedi. Allah: “Sen beni
göremeyeceksin ama dağa bak, eğer o
yerinde kalırsa sen de Beni göreceksin”
buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu
yerle bir etti. ve Musa da baygın düştü.
Ayılınca: “Yarabbi, münezzehsin, sana
tevbe ettim, ben inananların ilkiyim”
dedi. (A’raf 7/143)
Bu benzerliklerle ilgili olarak uzun
uzun yorumlar yapmaktansa, genel olarak
bu benzerliklerle ilgili ünlü Ezoterizm
araştırmacısı Raul Emmanuel’in, “Les
Floralies de L’esprit” adlı eserindeki
sözlerinden bir kısmını sizlere aktarmak
istiyorum:
“Mitolojilerin tabiatında zihinsel
yoldan anlaşılmaya izin vermeyen bir
karakter vardır. Mitolojilerin hepsi
kutsal bilmecelerdir ve hepsi de şu iyi
bilinmesi gereken “Ortak Gövde”den,
“İlk
Büyük
Gelenek”ten
kaynaklanmaktadırlar.
Her din, diğer dinlerle paralel olarak
ele alınırsa daha iyi anlaşılır. Eğer her
şey Tanrı’ya aitse, herkes için tek bir
Tanrı
vardır.
Tüm
gelenekler,
mitolojiler ve dinler birbirlerini
tamamlarlar,
güçlendirirler
ve
aydınlatırlar.”
Yeri gelmişken Raul Emmanuel’in
“Les Floralies de L’esprit” adlı
eserinin, son bitiş cümlesini aktararak
konumuza devam etmek istiyorum:
“Şu cümleyi söylemiş olan din adamı
ile tamamen hemfikiriz: ‘Tek bir kitabı
olan insana ne yazık’; çünkü tüm dinler
tek bir Tanrı’nın façetasıdırlar. (*) Çok
geç olmadan bu gerçeği bir an evvel
hatırlamaya çalışalım.”
Biz de, Raul Emmanuel’in bu sözlerine
sonuna kadar katılıyoruz...
HİPERBOREA VE
APOLLON
Dünya
tarihinin
çok
eski
dönemlerinde, Mu ve Atlantis’ten de
önce varolan son derece ileri seviyeli
uygarlıkların bulunduğundan söz etmiş
ve onların Galaktik Uygarlıklar’ın
üyeleri olduklarını söylemiştik. Yunan
Mitolojisi’nde bununla ilgili de anlatılan
efsaneler vardır:
Kış gelince gökyüzü kara bulutlarla
örtülür. Mavi sema görünmez olur.
Güneş fersiz ışıklarını bize çok
uzaklardan göndermeye başlar. Çükü
gezgin bir Tanrı olan Apollon her sene
sonbaharda, kendi arzusu ile çok uzak ve
nerede bulunduğu belli olmayan
Hiperboreos ülkesine gider. Bu ülke
karların ve buzulların bulunduğu
diyarların çok ötesinde bulunan bir
yerdi. Burada ilkbahar sonsuzdu.
Buranın
insanları
gece
nedir
bilmezlerdi.
Tarif edilen yer Kuzey Kutbu’dur.
Gerçekten de Ezoterik kayıtlarda bu
bölgede Hiperborea adı verilen son
derece ileri seviyeli bir uygarlığın bir
zamanlar
bulunduğundan sözedilir.
Efsanede geçen küçük bir ayrıntı da son
derece ilgi çekicidir. Bu bölgenin
insanlarının gece nedir bilmemesi, iki
anlama gelir:
Birincisi coğrafik özelliğinden dolayı,
gündüz ve gecelerin uzun sürmesi ve
aylar süren gündüz ve gecelerin
yaşanması.
İkinci
olarak
da:
Gecenin
yaşanmaması, bilgisizliğin değil bilginin
hakim olduğu bir yaşam biçiminin
süregeldiğini anlatır.
(*) Façeta: Elmasın yüzeylarenden her
biri.
NARSİS EFSANESİ’NİN
PERDE ARKASI
Son derece geniş bir yelpazeye sahip
olan Yunan Mitolojisi’nde geçen bütün
efsaneleri burada ele almamızın
imkansızlığını hatırlattıktan sonra; son
bir efsaneyle bu bölümü bitirmek
istiyorum...
Kahin Tiresias,
Narsis’in ana
babasına,
onun
kendi
kendisini
görmediği
sürece
uzun
yıllar
yaşayacağını bildirmişti. Efsane bize
onun harikulade bir yakışıklılıkta
olduğunu söyler.
Korularda dolaştığı bir gün, su
birikintisine dökülen bir kaynağın yanı
başına geldi. Su birikintisine doğru
eğildi ve suda kendi yüzünü gördü.
Yansıyan bu çehreye hemen oracıkta
aşık oldu. Kendisini bu seyirden bir
türlü ayıramadı. Giderek hissisleşti ve
bulunduğu yerde kök salarak kendi
ismini taşıyan çiçeğe (nergis) dönüştü.
Daha sonraları kendini aşırı derecede
beğenen egoist kişilere Narsis ismi
takılmış ve Klasik Psikoloji’de buna
“Narsizm” denmiştir. Bunun böyle
olması
efsanenin
anlaşılamamış
olmasından kaynaklanmıştır. Nitekim
daha sonraları ortaya çıkan birçok
araştırmacı,
Psikoloji’de
Narsizm
anlayışının yanlış temellere oturtulduğu
görüşünde birleşmişlerdir. Çünkü Yunan
Mitolojisi’nde
geçen
“Narsis
Efsanesi”nin altında yatan gerçekler
bambaşkaydı... Bu kısa sürede ortaya
çıktı.
Narsis’in kendisine aşık olması,
kendisini
beğendiği
anlamına
gelmemektedir. Burada fizik değil fizik
ötesi bir durum söz konusuydu...
Efsanede Narsis kendisini bir su
birikintisinde görmüştü. Su, durugörü
yeteneğini harekete geçirmek için
kullanılan yöntemlerden biridir. Ve çok
eski çağlardan beri, bu yöntem
kullanılır. Konsantrasyon araçlarından
biri olan suya bakarak kehanette
bulunmak,
hemen
hemen
bütün
toplumların geleneksel bilgilerinde
mevcuttur. Günümüzde hala görücü
medyomların bir kısmı durugörü
yeteneklerini harekete geçirebilmek için
bir bardak suya bakarlar.
Narsis’in üzerine eğildiği su birikintisi
durugörü yeteneğini harekete geçirmiş
ve suda gördüğü kendi yüzü değil,
kalpteki tanrı Diyonizos’un çehresiydi
ve bu onu aşktan çılgına çevirmişti.
Görmüş olduğu Diyonizos ise kendi ilahi
benliğinden başkası değildi. Böylelikle
en büyük sırrın kendi içinde saklı
olduğunu farketmişti...
VIII. BÖLÜM
DOĞU GİZEMLERİ
Mistik dünyanın kapıları işte burada
aralanmaktadır.
Hint ve Tibet gizemleri yüz yıllardır
insanoğlunun kafasını karıştırmış ama bu
karışılık, Doğu ile ilgili birbirini izleyen
araştırmaların yapılmasına sebebiyet
vermiştir.
Bu araştırmalara öncülük eden ve ışık
tutan en önemli kılavuz ise yine Ezoterik
bilgiler olmuştur. Ezoterizm sayesinde
Doğu’nun gizemleri günümüz insanının
anlayışına
sunulabilmiştir.
Diğer
Ezoterik çalışmalarda olduğu gibi, bu
alandaki ezoterik çalışmalar da maalesef
yurdumuzda
yeteri
kadar
dile
getirilememiştir. Dolayısıyla Doğu
bizim için sadece mistik dünyanın bir
kapısı olarak kalmıştır. Ama o aralanan
kapıdan içeriye bakabilmek yurdumuzda
pek mümkün olamamıştır.
İNİSİYASYONUN DİLİ DE
DİNİ DE BİRDİR
Dünya üzerinde yapılan tüm inisiyatik
çalışmalar,
mevcut
dinleri
ve
mitolojileri açıklayacak bir sisteme
sahiptir. Çünkü mitolojilerde ve
dinlerde geçen kapalı bilgilerin açık
hallerine sahiptir. Sembollerin evrensel
diliyle konuşan inisiyatik çalışmalar, her
ülkede aynı gerçekleri haykırırlar. Bu
nedenle inisiyasyonun din ve dil ayrımı
yoktur. O tüm insanları ve tüm öğretileri
bir ve aynı görür.
Bu uygulamada da böyle olmuştur.
Örneğin, meşhur Yunan inisiyeleri
Mısır’da
yetişmiştir.
Mısır
inisiyasyonun belli bir kısmı Tibet’te
gerçekleştirilmiştir. Çin inisiyasyonları
Hint’te geçmiştir. Hint inisiyasyonlarının
yine büyük bir kısmı ise Kuzey Asya’da
şamanik
inisiyasyonlar
içinde
sürdürülmüştür. Endülüs’teki inisiyatik
okullar bütün Avrupa’yı geliştirmiştir.
HİNT EZOTERİZMİ’NE
GİRİŞ
Günümüze kadar gelebilen dünya
tarihinin en eski yazıtları Doğu’ya aittir.
Bunların
da
başında
Vedalar
gelmektedir... Vedalar Hinduizm’in
temelini oluşturur. Bunlar Hind’in kutsal
metinleridir.
Veda: “Dini Bilgi” demektir. Dört
büyük bölümden meydana gelir: Rig
Veda, Atarva Veda, Sama Veda ve son
olarak da Yajur Veda olmak üzere...
Rig Veda : Özel eğitimden geçen bilge
kahinler tarafından ilhama dayalı ve
medyomsal tekniklerle yazdırılmıştır.
Destanlar ve lirik şiirler tarzında
yazılmışlardır.
Atarva Veda : Majik ritüelleri ve
majik sırları kapsayan yazıtlardır.
Ezoterizm’de maji olarak geçen bu
sözcük, günümüz Türkçesi’nde büyü
olarak kullanılmaktadır. Ancak büyünün
ne anlama geldiği ve gerçekte neyi ifade
ettiği günümüzde tamaman saptırılmış
durumdadır.
Atarva: “Ateş rahibi, büyücü”
anlamına gelen bir sözcüktür. Çok
eskiden Atarva sözcüğü, “Atarva
Angirasah” olarak söylenmekteydi. O
devirlerde Atarva sözcüğü majinin ak
rahipler tarafından uygulanan olumlu
tarafını ifade ederken; Angiralar ise
majinin yıkıcı ve öldürücü kısmıyla
uğraşan
kara
rahipler
için
kullanılmaktaydı.
Burada büyü meselesini biraz açmak
yerinde olacaktır:
“Büyü”, günümüzde çoğumuz için batıl
yani boş bir inancı ifade eden bir sözcük
olarak kullanılmaktadır. Bir kısmımız
için ise, ürkütücü bir takım ritüeller
eşliğinde yapılan ve çoğunlukla da
kötülük için, mezarlıklarda, karanlık
odalarda kötü tesirleri bir başkasına
yüklemek için baş vurulan bir
uygulamadır.
Oysa ki, büyünün ilk ortaya çıkışı ve
temel prensipleri, bunların dışında olan
bir takım bilgilere dayanır. Büyüsel
işlemlerin mevcut olduğu ve büyüsel
teknikler kullanılarak eski toplumlarda
pekçok uygulamaların yapıldığını yine
çok eski devirlerden kalma yazılı
belgelerden görüyoruz. O devirlerde
büyü ve din bir arada işlevini
sürdürüyordu. Hatta dinin önemli bir
parçası konumundaydı. Bir örnek
vermek gerekirse, Eski Mısır’ın Ölüler
Kitabı’nda anlatılan bazı ritüeller
tamamıyla
majik
yöntemlerin
sembollerle anlatılmasından ibareti.
Kökü Atlantis’e kadar dayanan bu
uygulamalar daha sonra özellikle
Mısır’daki rahiplere de öğretildi.
Bu bilgiler daha sonra Mısır’daki
mabetlerde büyük bir özenle korunurken,
aynı zamanda buralarda eğitimden
geçenlere de bu bilgiler öğretildi. Yine
bir örnek vermek gerekirse, bu bilimi
öğrenenlerden biri de, Musa peygamber
olmuştur. Musa peygamberin bu bilgiler
vasıtasıyla ortaya koyduğu majik
yöntemler ve sonuçları gerek Tevrat’ta
gerekse de Kur’an’da mucizeler tarzında
insanlara kısmen de olsa aktarılmıştır.
Maji’nin yani büyünün ayrıntılı
açıklamalarına
burada
girmek
istemiyorum. Bu başlı başına, başka bir
kitap konusu. Yurdumuzda yayınlanmış
olan birçok kitap konuyu gerçek
mahiyetiyle ele almaktan son derece
uzaktır. Büyü konusu yurdumuzda çok
fazla istismar edilen bir mesele haline
getirildiği için yeri gelmişken birkaç söz
söylemeden de geçmek istemiyorum.
BÜYÜ’NÜN SIRRI
BİLİNMEYENDE
GİZLİDİR
Majinin esası, evrende mevcut olan
fakat
açıkça
herkes
tarafından
bilinmeyen bazı gizli kanun ve
prensiplerden doğmuştur. Konuyu biraz
açmaya çalışalım...
Bu gün evrende klasik bilimin
aletlerinden ve gözlemlerinden kaçan bir
çok kuvvetler ve enerjiler vardır. Çok
eski çağlardan beri insanlar bunların hiç
değilse bir kısmını sezebilmişlerdir.
Esasında maji ile uğraşmak; çok büyük
bir sabır, büyük bir yetenek, büyük bir
irade, hassasiyet ve konsantrasyon
isteyen oldukça güç bir meseledir. Böyle
bir işle uğraşanların delirdiği, felç
geçirdiği, ağzının ve yüzünün çarpıldığı
hep anlatılan örneklerdendir.
Her önüne gelenin evrendeki bu gizli
güçler ve pisişik yeteneklerle cahilane
uğraşmaması gerektiğini yaşanan bu
istenmeyen
olaylar
gayet
iyi
örneklemektedir.
Bu gizli güçleri kullanabildiğiniz, onun
şartlarına göre hareket edebildiğiniz
sürece size yararlı olabilir. Aksi
takdirde yapılan en küçük hata sizi imha
edebilir. Bir ters tepki ile karşılaşıp
insan kendi kendisine her zaman için
zarar verebilir.
İşte Atarva Veda’da anlatılan büyüye
ait kuralların esası bizim anladığımız
anlamda kaba, bayağı bir büyücülük
tarzında değil, evrende mevcut olan bazı
güçlerin olumlu anlamda kullanılması
amacını gütmüştür. Bu bilgilerin Hint
Ezoterizmi’nde
üstatlar
tarafından
öğretilmesi
gerektiğinin
ısrarla
vurgulanması,
konuya
bilgisizce
yaklaşılmasının doğuracağı tehlikelerden
insanları korumak içindir. Bilinçsizce
yapılan uygulamaların ters sonuçlar
doğurup çevreye zararlar getireceği çok
eskiden beri bilinmekteydi.
Atarva Veda tam anlamıyla majik
yasalar bütünüdür. Ancak bu bilgiler her
önüne gelene verilmezdi. Çünkü büyük
bir sorumluluk işiydi. Çocuğun eline
dolu bir tabanca vermekten daha
tehlikeli görüldüğü için, çok özel
eğitimlerin sonunda seçilen bazı kişilere
bu sırlar öğretilirdi.
M.Ö. 3000 yıllarından itibaren majik
çalışmalar Mısır’da ve Kalde’de altın
çağını yaşadı. Mezopotamya, Sümer
Dini’nin de etkisiyle yaygın bir maji
uygulamasına sahne oldu.
Eski Yunan’da Elözis ve Orfe
tarikatlarında bu uygulamalar hayli
boldu. Tesalya, majisyenlerin yoğun
olduğu bir bölge konumundaydı.
Homeros’un,
Teokritus’un,
Apollonius’un eserlerinde bunların geniş
anlatımları mevcuttur.
Eski Roma’da maji çalışmaları M.Ö.
451 yılından itibaren yasaklandı. Ancak
majik çalışmalar gizliden gizliye sürdü.
Zaman ilerledikçe majik uygulamalar
kara majiye doğru kaymaya başlamıştı.
Hristiyanlığın doğuşundan itibaren, 34 asır boyunca devam eden maji
çalışmaları gittikçe daha da yozlaştı.
Majisyenlerin büyük bölümü kara
majiyle uğraşır oldu. Ak majiyle
uğraşanların sayısı gittikçe azaldı. Tüm
Ortaçağ boyunca büyücüler ve kilise
arasında büyük bir mücadele sürdü. 13.
yüzyıldan 18. yüzyıla dek binlerce kişi
yakılarak idam edildi. Tabii bu
yakılanlar
arasında
ak
majiyle
uğraşanlar da nasibini aldı. Böylelikle
kurular arasında yaşlar da yandı. Yani
karalar arasında aklar da bilinçsizce
katledildi...
Majik uygulamalar Müslümanlık’ta da
yasak edildi. Zaten maji de o ilk zamanki
konumundan bir hayli uzaklaşmış,
insanların egosal çıkarlarına alet
edilmeye başlanmıştı.
Günümüze yakın bir dönemde yapılan,
ilginç bir maji töreninden örnek vermek
istiyorum:
Büyük okültistlerden Papüs, Çar II.
Nikola’nın huzurunda büyük bir maji
ritüeli gerçekleştirmişti. Bu maji
ritüelinde, Papüs Çar’ı ölen babasıyla
görüştürmüştü. 5-10 dakika süresiyle
babasının mataryalize olmasına vasıtalık
etmişti. Yani ölen babası, yaşamındaki
görünümüyle 10 dakikaya yakın bir süre
görünür bir hale gelmiş ve oradakilerle
kısa bir konuşma yapmıştı. Bir çok
kişinin şahit olduğu bu olay dünya
Parapsikoloji Literatörü’ne girmiş en
ilginç olaylardan biri olarak kabul
edilir.
Bu olaydan sonra Paris’e geri dönen
Papüs, kendisine sorulan soruları
cevaplarken, bu olayın arkasında
parapsişik yeteneklerin kullanılmasının
önemli bir rolü olduğunu uzun uzun
anlatmıştı.
Böylelikle
konu
Parapsikoloji’nin araştırma sahasına
girmiş ve konuyla ilgili daha sonraları
yapılan
araştırmalar,
Parapsişik
yeteneklerin eski devirlerde yapılan
majik çalışmalardaki önemini gözler
önüne sermiştir.
Kısaca özetleyecek olursak, eski
devirlerde
sözü
edilen
büyüsel
çalışmalarda birinci derecede önemli
olan şey düşüncenin konsantarasyonu ve
bu konsantrasyonla pisişik güçlerin de
yardımıyla
ayrıntılarına
özellikle
girmediğim evrende mevcut bulunan bazı
perinsip
ve
kanunları
harekete
geçirmektir diyebiliriz.
Burada düşünce enerjisinin çok önemli
bir
fonksiyonu
vardır.
Siz
düşüncelerinizle karşınızdaki bir kişiye
olumlu etkilerde bulunabileceğiniz gibi,
olumsuz etkilerde de bulunabilirsiniz.
“Düşüncelerinizden de sorumlusunuz”
denmesinin bir diğer sebebi de işte
budur. Dua, bir konsantrasyon aracı
olarak, sizin düşüncelerinizin belirli bir
noktaya kitlenmesine yönelik bir
uygulamadır. Dolayısıyla duanın da
kökeni, esasında basit anlamda majik bir
uyglamaya dayanır.
Konuyu daha fazla dağıtmadan
Vedalar’a geri dönelim... Ancak majik
yöntemler burada da karşımıza çıkacak.
***
Sama ve Yajur Vedalar : Kurban
ritüellerine ait bilgiler içerir. Bunlar da
temelde majik kökenlidir. Sama ve
Yajur Veda’da anlatılan ibadetin nasıl
yapılacağı, ne yenip, ne içileceği,
eşyaların nasıl tanzim edileceği,
kurbanın nasıl kesileceği, ritüellerde
nasıl ateş yakılacağı ve bunlara benzer
birçok kural daha sonraları Tevrat’ta da
yer almıştır. Tevrat ile Vedalar’da geçen
anlatımların benzerliği son derece
ilginçtir. Tevrat’ta bu konularla ilgili
anlatılanların, çok daha önceleri Sama
ve Yajur Vedalar’da da anlatılmış
olması Ezoterik bilgilerin birliğini
gözler önüne sermesi bakımından da ayrı
bir öneme sahiptir.
BİR TÜRLÜ
ÇÖZÜLEMEYEN
TANRILAR MESELESİ
Diğer eski toplumların kültürlerinde
olduğu gibi, Vedalar’da da birçok ilahla
karşılaşırız. Bu ilahlar onların putperest
olduklarını hiç bir zaman göstermez. İlah
demek yaradan demek değildir. Eski
devirlerde yaşayan insanların inançlarını
ve kültürlerini tam anlamıyla anlamak
istiyorsak başta bu meseleyi açıklığa
kavuşturma mecburiyetimiz vardır. Aksi
takdirde
bu
kültürlere
nüfuz
edebilmemiz
imkansız
bir
hale
gelecektir ki, günümüzde böyle bir
sıkıntının
özellikle
yurdumuzda
yaşanmakta
olduğunu
söylemek
istiyorum. Nedense bir türlü bu konu
açıklığa kavuşturulmamıştır.
İlahlar, tanrılar ya da tanrıoğulları
olarak
geçen
ifadelerin
hepsi
kullanıldığı yere göre değişik anlamlar
ifade eder.
Bunları başlıca 3 grupta toplayabiliriz.
1- Bilgeleri ve Büyük İnisiyatörleri
İfade
Eder:
Bunlar
çoğunlukla
Atlantis’te
yaşamış
olan
bilge
rahiplerdir. Mitolojilerde ilahlar olarak
ele alınmıştır. Thoth ve Hermes bunlar
içinde en çok bilinenleridir. Bu grupta
ele alınan ilahlar ve tanrılar aynı
zamanda
bazen
inisiyasyondaki
öğretmenleri bazen de bu inisiyasyondan
mezun olan öğrencileri de ifade eder.
2- Kozmik Yasaları İfade Eder:
Evrende mevcut olan bazı yasaları ve
prensipleri
ifade
eder.
Yunan
Mitolojisi’nde geçen Zaman Tanrısı:
Kronos, Ateş Tanrısı: Hapehistos bu
sınıfta ele alınan ve kozmik yasaları ve
prensipleri ifade eden sembollarden
sadece bir kaç tanesidir.
3- Ruhsal İdare Mekanizması’nı
Anlatır: Fizik dünyaların görüp ve
gözeticiliği fonksiyonunu belirli bir plan
dahilinde
yürüten
ve
ruhsal
potansiyalleri son derece gelişmiş
yönetici
varlıkların
sembolik
anlatımlarıdır. Dinsel öğretilerde sözü
edilen “Rab” ve “Baba” sözcükleri bu
grupta
değerlendirilmesi
gereken
sembolleri içerir. Konunun bu yönü
yüzyıllardır büyük bir sır olarak
saklanmıştır. Ancak konunun bu yönü
tüm mitolojilerde ve dinlerde kısmen
açık bir şekilde insanlara anlatılmıştır.
Araştırıldığında herkesin karşısına
çıkmaya hazır beklemektedir.
“Kutsal Ruh”, “Büyük Ruh”, “Baba”,
“Rab”, “İndra”, “Zeus”, “Ruhül Kudüs”,
“Yehova”, “El İlah”, hep bu grupta
geçen önemli sembollerdir.
Bunların hiç biri, Kadir-i Mutlak
Yaradan anlamında kullanılan isimler
değildir. Bu iki hususu kesin olarak
birbirinden ayırmak gerekir.
İşte eski devirlerde yaşayan insanların
inançlarını ve kültürlerini anlatan
mitolojik ve dinsel metinlerde geçen
ilahlar ve tanrılar sözcükleri kısaca
özetlemeye çalıştığım bu üç gurupta ele
alınmıştır. Hangi sembolün hangi
gurupta işlendiğini ortaya çıkartmak için
karşılaştırmalı
araştırmalara
gerek
vardır. Burada sadece konuya kısaca bir
giriş yapabilmek için bu ön bilgileri
vermekle yetiniyorum.
Tekrar Vedalar’a geri dönelim...
ATEŞ İLAHI AGNİ VE
CEHENNEM
Vedalar’ın yazarları, evrenin bir takım
kuvvetlerle dolu olduğunu daima
anlatmaya
çalışmışlar
ve
bunu
hissettirmişlerdir. Bunu yaparlarken de,
görünenin
ardındaki
görünmeyen
prensiplere ve gerçeklere dikkatlerimizi
çekme hünerini gayet sanatsal bir
üslüpla başarmışlardır. Bu semolik
anlatımları çözebilirsek anlatılmak
istenen gerçeğe ulaşabiliriz. Aksi
takdirde anlatılan semboller bizim için
kapalı kalmaya mahkum olur. Ve onları
sadece tabiatın bilinen kanunlarını
anlatan
semboller
olduklarını
zannedebiliriz.
Örneğin, Vedalar’da bir Agni’den
bahsedilir. Agni, ikinci derecede bir ilah
olarak karşımıza çıkar. Çünkü ondan
önce İndra ve Vişnu vardır. Vedalar’da
Agni
bir
ateş
ilahı
olarak
sembolleştirilmiştir.
Günahları
temizleyen ve insanlara tanrıların
yeniden yönelmesini sağlayan bir ilah
olarak anlatılmıştır.
İslam’da da buna benzer ifadeler
vardır: Cehennem ateşi, esasında
insanların günahlardan arınması için
konulmuş bir ateştir. Yani insanları
kurtaran bir ateştir. O şekilde
sembolleştirilmiştir. Ateş’in arınmayla
olan ilgisi, İslam’da cehenneme giden
herkesin sonunda cennete gideceği
inancında kendisini gösterir. Yani hiç
kimse
sonsuza
dek cehennemde
kalmayacaktır inancı bu ilintiye işaret
eder. Burada cehennem ateşiyle
sembolleştirilen bilgiyle, Vedalar’da
geçen Ateş İlahı Agni’nin fonksiyonları
ve insanlara ilettiği mesaj arasında
büyük paralellikler bulunmaktadır.
Anlatılmak istenen bilgi her ikisinde de
aynıdır. Her ikisinde de kullanılan
sembol aynıdır: Ateş...
Vedalar’ın önemli sembollerinden bir
diğeri de “İlahi İçki” sembolüdür.
İslam’da da ilahi içkilerden sözedilen
semboller vardır. Cennette olanlara
“Kevser şarabı”nın ikram edilmesi,
aynen Vedalar’da anlatılan “İlahi İçki
Soma”ya benzemektedir. Bu içki
öncelikle tanrılara kuvvet ve cesaret
veren bir içkidir. Bu ilahi içkinin kudreti
sınırsızdır. İnsanlar onun sayesinde
tanrıların merhametini kazanır.
Kur’an’daki Kevser ve Vedalar’daki
Soma ezoterik semboller olup “Ruhsal
İdare Mekanizması” nın şuurlandırıcı ve
bilgilendirici tesirlerini anlatır.
HİNT EZOTERİZM’İNİN
KOZMOGONİK SIRLARI
Hind’in Evren ve Dünya ile ilgili
kozmogonik inançları da yine sembolik
bir dille Rig Veda’da karşımıza çıkar.
Dünyanın başlangıcına dair bilgiler
veren ilahilere göre, Evren’in bir yapı
gibi mekanik olarak meydana getirildiği
anlatılır. Rig Veda’nın 10. Bölümü’nün
90’ıncı
ilahisine
göre;
Evren,
Tanrılar’ın kurban ettiği ilk insan
Pruşa’nın vücudundan çıkmıştır.
Başı gök, burnu hava, ayakları dünya
olan bu varlığın anlatımı da, insanı
mikro kozmos, kainatı ise makro kazmos
olarak anlatan İslam Ezoterizm’i ile
büyük bir benzerlik gösterir.
Rig Veda Evren’in oluşumunu bir
başka ilahide şöyle anlatır: Hararet
neticesi, önce deniz ve su meydana
geldi. Sonra yaratıcı tanrı sırası ile
güneş, ay, gök, yer, hava ve esiri yarattı.
Yine Onuncu bölümün 121nci ilahisi
tanrılar arasındaki hiyerarşiyi ve
hepsinin üstündeki yaratıcı tanrı
anlayışını açıkça gözler önüne serer.
HİNT GELENEKLERİNDE
ÖLÜM VE ÖLÜM ÖTESİ
Ruh’un ölümden sonra da varlığını
devam ettirdiğine inanılmıştır. Ruh’un
fizik bedene bağlanabilmesi için
kullandığı yarı maddesel esiri bir
bedenden sözedilir. Bu bedene Hint
Gelenekleri “Astral Beden” ismini
verirler. Astral Beden ruhun adeta eli
ayağıdır. Ruh, onunla fizik bedene girer
ve onunla birlikte ölüm esnasında fizik
bedenden
ayrılır.
Dünyaya
her
doğuşunda yine aynı “Astral Bedeni”yle
fizik bedene bağlanır. Geçirdiği tüm
yaşamların bilgisi yine bu bedende
saklanır. Bu beden aynı zamanda büyük
bir hafıza görevi de görür. Daha sonra
gelen toplumlar “Astral Beden” ismini
aynen kullanmışlardır.
Hangi isimde anılırsa anılsın, tüm
ezoterik öğretiler; ruh enerjisiyle, fizik
enerjinin birlikteliğini sağlayan bu tür
yarı maddesel esiri bir bedenin
bulunduğundan hep söz etmişlerdir.
Ölüm hadisesinden sonra, fizik
bedenini terk ederek Spatyom’a geçen
varlık, “Astral Bedeni”ni oluşturan
maddelerin titreşimsel özelliğine uygun
bir ortamda, kendine bir yer bulur. Bu
nedenle tüm inisiyatik öğretilerin
temelinde
olan
çalışma,
Hint
İnisiyasyonu’nun da temelini oluşturur.
Bu temel çalışma da “Astral Beden”in
temizlenme
çalışmasıdır.
Hint
geleneklerinde ifade edilen Agni’nin
görevi buydu. Ateşle sembolleştirilen
Agni yüksek seviyeli enerjiler demektir.
Bu yüksek seviyeli titreşimlerle “Astral
Beden”in temizlenmesi hedeflenmişti.
Yani mitolojik anlatımlarında ifade
ettikleri bir safhadan, diğer bir safhaya
geçecek kimsenin ateşle temizlenmesi,
cehennemden geçmesi bunu anlatır.
Yüksek seviyeli enerjilerle astralin
temizlenmesi... Ateş ve Agni işte bunun
sembolüydü...
Hint geleneklerine göre, ölünün ruhu,
yukarı, havaya doğru, babaların geçtiği
yoldan “Ezeli Aydınlıklar Ülkesi”ne
gider. Ölünün cesedinin yakılışına Agni
rehberlik eder. Göğe gelen ruh, öte
alemde astral bedenleriyle varlıklarını
sürdüren başka ruhlarla karşılaşır. Ölü
bu dünyayı bırakınca, günahkârları
yakan fakat iyilerin geçmesine müsade
eden iki ateş arasından geçer. İyiler
yollarına devam ederler. Kendi benliğini
bilemeyenler ise, fena ruhların karanlık
dünyasına giderler.
Bu bize İslam Ezoterizm’indeki Sırat
Köprüsünü hatırlatmaktadır. Sevap
işleyen iyilerin cennete, günahkar
kötülerin cehenneme gidişi...
İslam Ezoterizm’i ruhların tekrar
doğuşlarını açıkça ifade etmez. Üstü
örtülü bir şekilde dile getirir. Bu,
tekrardoğuş bilgisinin Kur’an’da üstü
kapalı bir şekilde verilmiş olmasından
dolayıdır. Tekrardoğuş sadece Sufi
tarikatları gibi özel eğitime alınmış
müritlere çok sonraları açıklanırdı.
Hint geleneklerinde ise bu bilgi, İslam
Ezoterizm’ine oranla daha açıktır.
Hint gelenekleri, öte dünyada iyilerin
yollarının daha sonra ikiye ayrıldığını
söyler. Bu inanç Upanişatlar’da özetle
şöyle anlatılır:
“İyilerin karşısına daha sonra iki yol
daha çıkar. Biri Ulu Ruh’u bilenlerin
yoludur. Bu yol Brahma’ya gider. Bilgisi
noksan olan iyiler ise göğe giderler. İyi
işlerinin karşılığını görüp tükenince,
tekrar dünyaya doğmak için geri
dönerler.”
Ruhların tekrar doğdukları açıkça
belirtilmiştir. Ne var ki burada
kullanılan bazı semboller, daha sonraki
toplumlar
tarafından
bir
türlü
anlaşılamadığı için, “tenasüh” denilen
yanlış bir anlayışın ortaya çıkmasına
sebebiyet vermiştir.
Yurdumuzda
da
yapılan
bazı
tartışmalarda
insanın
kötü
davranışlarından dolayı bir sonraki
yaşamında tilki, köpek, fare gibi
hayvanlara enkarne olması fikri şiddetle
eleştirilmekte ve kabul edilmemektedir.
Ve böyle bir anlayışa sahip olanlar da,
tekrardoğuş inancının reddedilmesi
sonucuna ulaşmıştır. Oysa ki insan
bedeninde yaşayan bir ruh varlığının bir
sonraki yaşamında herhangi bir hayvan
bedenine girmesi diye bir şey söz konusu
değildir. Ve Hint geleneklerinde böyle
bir anlayış yoktur. Böyle bir anlayışın
ortaya çıkması tamamen sembolik bir
anlatımın anlaşılamamış olmasından
kaynaklanmıştır.
Hint geleneklerinde sözü edilen
hayvanların neyi sembolize ettiği
anlaşılamadığı takdirde böyle bir
karmaşanın yaşanması kaçınılmaz olarak
devam edecektir. Bu sembolleri çözmek
lazımdır. Burada sözü edilen hayvanlar
tüm Ezoterizm’de ortak kullanılan şifreli
sembollerdir. Bu nedenle, Ezoterizm’de:
Atın, timsahın, kartalın, tilkinin ve
benzeri hayvanların her birinin ayrı bir
sembolik anlamı vardır.
Örneğin daha önce de söylemiş
olduğum gibi, “At” duygusallığı temsil
eder. Eğer Hint geleneğinde bir insanın
at bedeninde dünyaya geleceğinden söz
edilmişse
bu
duygularına
ve
duygusallığına hakim olamayan bir
insanın
yeniden
bu
eksikliğini
tamamlamak için dünyaya doğacağının
sembolik bir anlatımından başka bir şey
değildir.
Gerek Hint geleneklerinde, gerekse
Tibet geleneklerinde bu semboller bolca
kullanılmıştır. Kısaca toparlayacak
olursak, burada sözü edilen hayvanların
hepsi, insandaki telafi edilmesi gereken
eksikliklerin
birer
sembolü
durumundadır.
Doğu Ezoterizmi’ndeki bu anlayış
böylelikle yanında yeni bir anlayışı daha
getirmiştir. Özellikle Upanişadlar’da
açıkça belirtildiği gibi, bir kimsenin
dünyada yaşadığı müddetçe yaptığı iyi
veya fena işlere göre, öte alemdeki
yaşamın niteliğinin belireceği fikri
ortaya
konmuştur.
Buna
Doğu
Gelenekleri’nde “Karma” ismi verilir.
Her varlığın “Karma”sına göre yeni
yaşamları belirlenir. Nerede ne şekilde,
hangi şartlarda, ne tür bir yaşam
çizgisinin oluşturulması gerektiği ortaya
çıkar. Böylelikle varlık karmasının
durumuna göre eksiklerini gidermek için
hazırlanan şartlar içinde tekrar dünyaya
doğar.
Sözünü ettiğimiz bu “Karma” inancı
Hint
geleneklerinin
en
belirgin
özelliklerinden biridir. Her insanın
karmik yükü, geçirdiği tüm yaşamlarının
sonucu olarak, ya ağırlaşmakta ya da
hafifleşerek artık bu dünyaya doğmasına
gerek
kalmayacak
bir
noktaya
gelmektedir.
Bu noktaya
Budist
gelenekler “Nirvana”ya ulaşmak ve
dünyaya tekrar doğma zaruretinden
kurtulma adını vermişlerdir. Ancak her
varlık bu noktaya gelemez. Bazı
durumlarda
varlık artık içinden
çıkılması olanaksız bir karmik tortuyla
yüklenebilir. Yani telafi edeyim derken,
telafisi mümkün olmayan yükler birbiri
arkasına eklenerek, varlığın karması
olumsuz yönde artıp çoğalabilir.
Bunun çözüm şekli üstü kapalı bir
şekilde Kur’an’da karşımıza çıkar:
“...Bizim emirlerimize karşı gelmekte
ısrar edenleri biz helâk ederiz...”
Burada sözü edilen helak etmek: Yok
etmek anlamına gelir. Peki yok edilen
şey nedir? Burada ortadan kaldırılan şey
ruhun bizzat kendisi değil, özel bir
tesirle astral bedenin hafifletilmesi,
astral bedende birikmiş olan karmik
tortunun ortadan kaldırılmasıdır. Buna
Astral’in yakılması denir. Bu işlem, o
varlık için büyük bir rahmettir. Bu
ameliyeden sonra varlığın önü açılır ve
gelişimini başka bir sistemde sürdürme
imkanına ulaşır. Ancak bu temizlik
sırasında, dünyadaki tüm yaşamların
anıları da yok olma kaderiyle karşı
karşıya kalır. Böyle bir durumla
karşılaşılmaması için Hint gelenekleri
büyük bir çalışma içine girmişler ve
özel meditasyonlar, zikir çalışmaları ve
ağır inisiyatik çalışmalarla astralin
temizlenmesine büyük bir
önem
vermişlerdir. Bu nedenle dünya
nimetlerinin bir çoğundan belirli bir
süre vaz geçip, onları terk ederek uzun
süren perhizlere girişmişlerdir. Bütün bu
çalışmalar da dünya üzerindeki en geniş
felsefenin ortaya çıkışına sebebiyet
vermiştir.
İşte bu yüzden Hint Felsefesi çok
gelişmiştir. Dünyada en iyi felsefi dil
olarak Sanskritçe’nin kabil edilmesi de
yine buna dayanır. Tek amaç bu dünya
okulunu bitirerek daha kapsamlı
dünyalara ulaşmaktı... Bu yolda girişilen
büyük çabalar, sonunda Buda’nın
söylemiş olduğu gibi ıstırabı ve
bilgisizliği
ortadan
kaldırmaya
yönelikti...
Bu dünyanın her türlü tuzaklarından
kurtulup,
yüksek
varlıkla
nihai
birleşmeyi, kurtuluşu arayanlar için
nefse hakim olmak, sevgi ve şefkat en
esaslı
faziletlerden
sayılmıştır.
Durmadan dönen tekrar tekrar doğuşlar
çarkından kurtulup asıl orijinal ezeli
kaynağa dönmek en büyük hedef olarak
insanlara gösterilmiştir.
HİNT’İN KUTSAL
SIRLARI
Doğu’da, Maya’yı, dünyanın ilk
illüzyonu yani yanılsaması olarak kabul
etmek ortak bir tavırdır. Dünyanın
yanıltıcılığının ve göz aldatıcılığıyla
ortaya
çıkan
insanların
gerçeği
görememesinin sembolü, Tanrıça Maya
ile ifade edilmiştir.
Hem yaratılmış hem de yaratılmamış
özelliğiyle tanınır. Hint Ezoterizmi,
Maya’nın örtüsünü kaldırmadıkça sırra
ulaşılamayacağından bahseder. Çünkü
Tanrıça Maya dünya gerçekliğini
örterek, insanların gözlerini bağlamıştır.
İslamiyet inancında sözü edilen
“insanların
kalplerinin
mühürlü,
gözlerinin bağlı olması”, Hint’te Maya
ile sembolleştirilmiştir.
Hint Mitolojisi’nin en üst Tanrısı
Brahma’dır. O yaratıcı özelliğiyle
Tanrılar hiyerarşisinin başıdır. Daha
sonra Vişnu ve Çiva gelir. Maya ise
Çiva’nın eşi olarak karşımıza çıkar.
Brahma yaradılış öncesini, Vişnu da
aktif yaradılışı ve sonrasını bilmektedir.
Çiva ise bunlara ek olarak dünyasal
alemin bilgisiyle de doludur. İnsanlarla
direkt irtibatta olan odur. Bu yüzden
Çiva ve Maya Hint Ezoterizm’inde
üstünde en fazla durulan semboller
olmuştur. Çünkü insanların kurtuluşu
Çiva ve Maya’nın sembolleştirdiği
sırlarda gizliydi...
Hint Mitolojisi’nde geçen bir efsane
bize bu konuyla ilgili ilk ipuçlarını
verir:
Günlerden bir gün, Brahma ile Vişnu
denize
girmişlerdi.
Göklerdeki
üstünlükleri hakkında tartışıyorlardı...
Her biri kendisinin en yüksek tanrı
olduğunu iddia ediyordu. Aniden
önlerine dalgaları yararak bir tepenin
çıktığını gördüler. Tartışmayı bırakarak,
gözlerinin önünde giderek yükselen
tepeyi izlemeye koyuldular. Tepe o
kadar büyüdü ki, Brahma ile Vişnu
şaşırmış bir vaziyette bu tepenin gerçek
büyüklüğünün ne olabileceğini kendi
kendilerine sormaya başladılar. Her iki
ucunu saptayabilmek için aralarında
anlaştılar. Brahma, zirvesine ulaşmak
için göklere uçtu. Vişnu da görünmeyen
tabanını bulmak için sulara daldı.
Ancak, Brahma yükseldikçe tepe daha
da yükseliyordu. Vişnu da taban kısmına
gittikçe aşağıya doğru tepenin sürekli
uzandığını görüyordu. Her iki tanrı da
tüm çabalarına rağmen tepenin ne altını
ne de en uç zirvesini göremediler.
Çaresizlik içinde her ikisi de su
yüzeyine geri döndüler. Tam o sırada
Çiva onlara göründü. Onlara en büyük
Tanrı’nın kendisi olduğunu söyledi.
Çünkü Brahma sadece yükselebiliyor,
Vişnu ise sadece aşağıya inebiliyordu. O
ise, her ikisini de birlikte yapabiliyordu.
Brahma ne kadar yükseliyorsa Çiva da o
kadar yükseklere uçabiliyor, Vişnu ne
kadar aşağılara inse, O da o kadar
inebiliyordu. Her iki Tanrı da
gülümsediler.
Ve
O’nun
doğru
söylediğini kabul ettiler.
Brahma ve Vişnu Çiva’nın iddiasını
kabul etmişlerdi. Çünkü O, kendilerinin
inemedikleri planlara inebiliyor, hakim
olabiliyordu.
Onların
şiddetli
titreşimleri
maddeyi
uçucu hale
getiriyordu. Halbuki Çiva’nın daha az
şiddetli titreşimleri kendisine maddi
alemde daha aşağılara inme imkanı
veriyordu. İşte bu yüzden Çiva onlardan
üstündü.
Hint Mitolojisi’ndeki bu üstünlük
meselesi olarak ortaya konan şey aslında
bir başka sırrın anlatılmasına vesile
olmaktaydı. Burada asıl anlatılmak
istenen, bir üstünlük tartışması değil,
Ezoterizm’de çok gizli tutulan bir
bilginin
sembolleştirilerek
anlatılmasıydı.
Burada dünyanın görüp gözeticilik
fonksiyonunu yürüten “Ruhsal İdare
Mekanizması”nın mecazi bir anlatımı
vardır.
Mitolojilerde
Tanrılar
hiyerarşisinin altında yatan sır işte
buydu. Gelişmişlik seviyesi bakımından,
evrende
ruhsal
bir
hiyerarşinin
bulunduğu tüm toplumların geleneksel
bilgilerinde ve Ezoterik çalışmalarında
mevcuttur.
Ezoterizm’de
“Ruhsal
İdare
Mekanizması” adı verilen bu hiyerarşik
yapının plansal bir organizasyon içinde
çalıştığı ve zaman zaman insanlara
verilen şuurlandırıcı kozmik bilgilerin
ve dinsel kökenli vahyin yine bu
Mekanizma
tarafından
indirildiği
söylenmektedir.
Bu
plansal
organizasyonun
üyeleri
bizim
anladığımız anlamda fizik bir bedene
değil, yarı maddi astral bedene sahip
oldukları yine Ezoterizm’in bilgileri
içinde yer alır. Bu konuyla ilgili ayrıntılı
bilgiler, henüz insanlara açıklanmış
durumda değildir. Bu açıklanmayan
büyük sır, bir zamanlar sadece özel
eğitimden geçen sayılı insanların elinde
bulunmaktaydı. Geniş halk kitlelerine
ise, üstü neredeyse tamamen örtülerek
mitolojik anlatımlarda sunulabilmiştir.
Bu sır
günümüzde
hâlâ
gizli
tutulmaktadır.
Yurdışında yayınlanan bazı ezoterik
kitaplarda bu meselenin üzerinde
durulmuştur. Yurdumuzda ise bu sırrı
ortaya çıkartabilmek için özelikle eski
Sufi öğretilerinin çok iyi incelenmesi
gerekmektedir. Eğer incelenirse bu sırrı
buralarda
da
yakalayabilmek
mümkündür.
Aslında bu sırla ilgili en büyük
ipucunu Kur’an-ı Kerim’in bizzat
kendisi verir. Ne var ki bu mesele
üzerinde bilerek ya da bilmeyerek pek
fazla durulmamıştır. Belki de birileri bu
sırrın ortaya çıkmasını istememektedir...
KUR’AN’IN
AÇKILANMAYAN SIRRI:
BEN - BİZ - O
Kur’an-ı Kerim’i Türkçe olarak
okumuş olanlar bilirler. Kur’an’da farklı
hitap şekilleri vardır. Kur’an’daki
ayetlerde en çok, “biz” şekilinde, birinci
çoğul
şahıs
ağzından
hitaplar
yeralmaktadır.
“Hamd,
Alemler’in
Rabb’i,
merhametli olan, merhemet eden ve Din
Günü’nün sahibi olan Allah’a mahsustur.
Ancak sana kulluk eder ve yalnız
Sen’den yardım dileriz. Bizi doğru yola,
nimete erderdiğin kimselerin, gazaba
uğramayanların, sapmayanların yoluna
eriştir.” (Fatiha Suresi: 1/1-7)
Bu sure Kur’an’ın başlangıç suresidir.
Ve yine bu sure, Kur’an’ın özü ve en
önemli suresi olarak kabul edilmiştir.
Ama surenin asıl anlam ve önemi
hakkında geniş halk kitlelerine pek az
objektif
bir
değerlendirme
yapılabilmiştir.
Yedi ayetten oluşan bu sure dikkatlice
okunursa, daha Kur’an’ın hemen
başlangıcında, insanlara büyük bir sırrın
ilk ipuçlarının verildiği dikkatlerden
kaçmayacaktır.
Surenin başlangıcında konuşmaya
başlayan varlık, yahut da “biz” olarak
konuşan varlıklar grubu, Allah’a hamd
etmekte, sonraki ayetlerde de dua ve
dilekte bulunmaktadırlar. Bu anlatım
özelliği “biz” olarak konuşan varlıklar
topluluğu ile, Allah’ın ayrı ayrı
anlamlarda kullanıldığını, en açık ve
ince bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu
ayrılığa, başka ayetlerde de rastlanır.
“Doğrusu, Biz, Kur’an’ı kadir
gecesinde indirmişizdir.” (Kadir Suresi:
97/1)
“İşte bunlar, ey Muhammed, sana
doğru olarak okuduğumuz Allah’ın
ayetleridir. Allah hiç kimseye zulmetmek
istemez.” (Al-i İmran Suresi: 3/108)
“Ey Muhammed. İşte bunlar Allah’ın
ayetleridir. Biz onları sana doğru olarak
okuyoruz. şüphesiz sen peygamberlerden
birisin. İşte bu peygamberlerden bir
kısmını diğerlerinden üstün kıldık.
Onlardan
Allah’ın
kendilerine
hitabettiği, derecelerle yükselttikleri
vardır. Meryem oğlu İsa’ya belgeler
verdik,
onu
Ruhü’l
Kudüs’le
destekledik...” (Bakara Suresi: 2/252253)
Kur’an’la ilgili yapılacak en basit bir
incelemede dahi, bunlara benzer sayısız
ayetlerin bulunduğu görülecektir. Bir
çok ayetlerde “biz” olarak konuşan
varlıklar grubu yahut varlıklar grubunun
sözcüsü ile Allah’ın aynı kavramlar
olmadığı tüm açıklığıyla ortadadır. Biz
olarak konuşan varlık, aynı ayette ayrıca
Allah’tan bahsetmekte, onun emirlerini
aktarmaktadır.
Eğer bir an için bu iki kavramın
ortaklaşa
Allah’ı
ifade
ettiğini
düşünecek olursak; konuşan varlığın
kendi kendine hamdettiği, kendi kendine
dileklerde bulunduğu, kendi kendisinden
kendisini doğru yola iletmesini istediği
gibi mantıksız ve anlamsız sonuçlar
çıkarılması gerekecektir.
Kur’an’da insanlara “biz” diye
hitabeden varlıkların fonksiyonları
nedir? Bu soruya da yine cevap
Kur’an’dan gelmektedir. Aşağıdaki
ayetlerin
incelenmesinden
de
anlaşılacağı gibi, insanlar, Cebrail’in de
üyesi bulunduğu, Kur’an’da kendisini
“biz” olarak tanıtan, Allah’ın izni ve
emri doğrultusunda çalışan yüce bir
topluluk tarafından sevk ve idare
edilmektedir:
“Cebrail Muhammad’e şöyle dedi:
‘Biz, ancak Rabbinin buyruğuyla ineriz;
geçmişimizi geleceğimizi ve ikisinin
arasındakileri bilmek O’na mahsustur...”
(Meryem Suresi: 19/64)
“... Bizim herbirimizin bilinen bir
makamı vardır. şüphesiz biz sıra sıra
duranlarız. şüphesiz biz Allah’ı tesbih
edenleriz.” (Saffat: 37/164-166)
Al-i İmrân Suresi’nde geçen bir ayet
ise, belki de hepsinden daha ilginçtir:
“Allah, melekler, ve adaleti yerine
getiren ilim sahipleri, O’ndan başka
Tanrı olmadığına şahitlik etmişlerdir.
O’ndan başka Tanrı yoktur, O güçlüdür,
Hâkimdir.” (Al-i İmrân Suresi: 3/18)
Allah’ın,
meleklerin
ve
ilim
sahiplerinin şahitlik ettikleri ve ayette
“O” diye isimlendirilen Tanrı ile
kasdedilen, Kadir-i Mutlak Yaradan’dır.
İlginç bir başka benzerlik de, Mu
Kültürü’nde Yaradan’dan “O”diye
bahsediliyor olmasıdır. Mu Kültürü’nde
Yaradan’ın isim ve sıfatı yoktur.
Yaradan’dan
sadece
“O”
diye
bahsedilirdi.
Konumuzu
yavaş
yavaş
toparlayabilmek için, üzerinde görüp
gözeticilerin yaşadığını açıkça anlatılan
bir
yıldızdan
bahseden
Tarık
Suresi’ndeki bir ayeti, son olarak sizlere
aktarmak istiyorum...
“Göğe ve gece ortaya çıkana and
olsun. Gece ortaya çıkanın ne olduğunu
sen bilir misin? O, ışığıyla karanlığı
delen yıldızdır. Üzerinde gözetici
olmayan kimse yoktur.” (Tarık Suresi:
86/1-4)
Kur’an’da, görüp gözetici özelliğiyle
yüce bir topluluğun bulunduğu başka
ayetlerde de geçer. Ancak burada ilginç
olan, “Görüp Gözetici” özelliğindeki
yüce topluluğun gece ortaya çıkan bir
yıldız kastedilerek onun üzerinde
olduğunun
söylenmesidir.
Ezoterizm’deki karşılığı ise “Ruhsal
İdare Mekanizması”dır. Ve yine
Ezoterizm’e göre bu yıldız Sirius
Yıldızı’dır. Böylelikle Sirius Yıldızı’nın
gizemi Afrika’daki Dogonlar’dan sonra
burada da karşımıza çıkıyor...
AŞKIN İKİ YÜZÜ
Tekrar Hint Ezoterizmi’ne geri
dönelim. Çiva ile ilgili bir efsane bizi
buralara getirdi. Az önceki Hint efsanesi
aslında bir başka sırrın da kapısını
aralamaktadır.
Efsanede karşılaşılan tepe, Hint
efsanelerinde “lingam” yani erkeklik
organı olarak ifade edilir. İçinde
gizlediği anlam bambaşka olduğu halde,
üstün körü yapılan bir inceleme sonucu,
lingamın seks ile karıştırıldığı da ayrı
bir gerçektir. Oysa ki, Fransa’da
yayınlanan “Les Floralies de L’esprit”
adlı kitabında Raul Emmanuel, yapmış
olduğu geniş araştırmalarının sonucunda,
lingam’ın seks ile hiç bir alakası
olmadığını ifade etmiştir.
Emmanuel’in yaptığı açıklamalara biz
de aynen katılıyoruz. Zira diğer ezoterik
kaynaklarla
kendisinin
yaptığı
açıklamalar arasında büyük paralellikler
bulunmaktadır.
Peki lingam neyin sembolüydü?
O, insani değil, ilahi neslin
sembolüdür. Bunun içinde her şey
saflıktır. Işıktır, çıkarsız sevgidir.
Lingam, gerçek aşkın, varoluşun pozitif
kutbudur. İnsani sevgi ise bunun dünyaya
olan yansımasıdır. Dünyada yaşanan
sevgi onun negatif kutbudur. Genellikle
geçici olan zevkleriyle beşeri aşk;
beraberinde huzursuzluk, hayal kırıklığı,
ahenksizlik, nefret getirebilmektedir.
Yunan Mitolojisi’nde de bu ayrım dile
getirilmiştir: İlahi aşkın sembolü,
arabası beyaz kuğularla çekilen Tanrı
Eros’tur. Buna karşılık, insani aşkın
Tanrısı olan Cupido’nun arabasını
kaplanlar çeker!...
Dünyasal
aşk insanı
hürriyete
kavuşturacağına, tam tersine çoğunlukla
zincirlere bağlar. Çünkü bu içgüdüsel
bir tezahürdür. İnsanı yeryüzüne doğru
çeker. Bu düşünce sistemi Hint
azizlerinin yaşamlarına da yansımıştır.
Böyle düşünürler ve böyle yaşarlardı...
Ancak onların uyguladıkları bazı cinsel
perhizler çoğunlukla yanlış anlaşılmıştır.
Hintli rahiplerin cinsel perhizleri,
seksüel zevkten yoksunluk tarzında
değil, bu gücün ruhsal bir enerjiye
dönüşmesini sağlamaya yönelikti. Yani
negatifi
pozitife
dönüştürmeye
çalışırlardı. Yani lingama...
ÇİVA DANS EDİYOR
Mitoloji bize Çiva’nın büyük bir
dansçı olduğunu söyler. O dans kralıdır.
Çizilen resimlerde, Çiva dört kollu ve
bir cücenin üstünde dans eder vaziyette
sembolleştirilmiştir.
Sağ eliyle, akıp giden zamanın işareti
olan bir kum saati tutar. Ayrıca bir de
davulu vardır. Davul, sesin amblemidir.
Kutsal Kelam’ın, ilahi gerçeğin ve
vahyin sembolüdür.
Sol eliyle aydınlanmanın ve arınmanın
sembolü olan ateşi tutmaktadır.
İkinci sağ eli yeri işaret etmektedir.
Barışı ve koruyuculuğu gösterir.
İkinci sol eli ayağını göstermektedir.
Kutsal dansına işaret eder. İkinci sağ eli
oğlu Ganeça’ya doğru uzanmıştır.
Ganeça’nın mitolojide önemli bir görevi
vardır. Ganeça insanların hürriyet ve
kurtuluş yolu üzerindeki engelleri
ortadan kaldıran olarak anılır.
Çiva’nın üzerinde dans ettiği cüce ise,
bilgisizliğin
ve
cahil
insanın
sembolüdür.
İlahi dansçı Çiva, bir alev çemberi ile
de ayrıca çevrilmiştir. Bu da yaşamların
tekrardoğuşlar
vasıtasıyla
yenilenmesinin sembolüdür.
Çiva’nın bedeninin her tarafı dans
eder. Ancak yüzü duygusuz ve
hareketsizdir. Adeta yüzünde bir maske
var gibidir. Bu maske, sırları açık olarak
anlatmadığının işaretidir. Yüzünün
donuk ve hareketsiz durması, sırları
ancak bir maskenin arkasında gizleyerek
açıkladığının sembolüdür.
Saçlarının ve kıllarının bolluğu bir güç
işaretidir. Çiva’nın el sürülmemiş ve
başının tepesinde bir topuz halinde
yükselen saçları vardır. Bu ilahi
güçlerin kendisinde tezahür ettiğinin bir
göstergesidir. Aynı zamanda bu,
vücudundaki manyetik ışımanın da bir
işaretidir.
Parapsikoloji’de
“aura”
olarak isimlendirilen bu manyetik güç,
belli bir gelişmişlik sürecinden sonra,
gözle görülür bir şekilde, bazı insanların
başlarının üzerinde ışıktan bir hale
tarzında ortaya çıkabilmektedir.
Bunun tarihte çeşitli örneklerini
görmek mümkündür. Örneğin Buda’nın
yapılan bütün resimlerinde, başının
üzerindeki
altın rengindeki
hale
dikkatlerimizi çekmiştir. Yine İsa
peygaber’de de bu özelliği görmek
mümkündür. Onun da resimlerinde bu
ışık
huzmesi
net
bir
şekilde
gösterilmiştir.
Baş üzerinde ortaya çıkan bu ışık
huzmesi efsanelerde saçların kutsal
sayılmasını beraberinde getirmiştir.
Hakikaten
de
tüm
ulusların
mitolojilerinde saçlar bir güç sembolüne
dönüşmüş durumdadır. Hatta dinsel
efsanelerde bile...
Musa peygamberin öğretilerinde geçen
Samson efsanesi buna güzel bir örnektir:
“Samson, gücünü saçlarından alan
kahramandır.
Ve
saçları
Dalila
tarafından kesildiğinde, zapt edilemez
güçleri onu terk etmiş ve dünyasal
şartların getidiği felaketlere maruz
kalmıştır.”
Buna karşılık Hint geleneklerinde
oldukça değişik ve ilginç bir uygulama
karşımıza çıkar. Hintli rahipler saçlarını
kazıtırlar. Bu kendilerinin henüz tanrısal
değil, insana özgü özelliklerle çevrili
olduklarını göstermek içindir. Ne kadar
kendilerini geliştirmiş olurlarsa olsunlar
yine de eksik olduklarını anlatan bir
uygulamadır. Aynı zamanda alçak
gönüllülük mesajı taşır...
Saçlarını kazıtmalarının altında yatan
bir başka unsur da, Hint geleneklerinde
“kıl”ın aynı zamanda hayvanın da bir
işareti olarak görülmesinden dolayıdır.
İç güdüsel yaşama baş kaldırışlarının bir
göstergesi olarak da saçlarını kazıtırlar.
Bu aynı zamanda onların cinsel perhizde
bulunduklarının da sembolüdür.
İLLÜZYON DÜNYASINA
GİRİŞ
Çiva’nın eşi olarak mitolojide geçen
Maya sembolü, en genel açılımıyla;
dünyada yaşayan bizim devremiz
insanlarından
örtüsüyle
gerçekleri
kapamasıdır.
Buda’nın yaşam hikayesi bunun
ezoterik bir izahını bize verir:
“Babasının büyüleyici
sarayında
kalırken, Maya, genç delikanlının
ebediyet susuzluğunu kolayca uyutmasını
biliyordu. Ama babasının sarayının
dışına yaptığı dört kısa gezinti ona,
Maya’nın örtüsünü atmak ve dünyanın
gerçeğini kavrayarak tekrardoğuşlar
tuzağından kurtulma imkanını verdi.
Bilgisizler ise Maya’nın örtüsüyle
oynamaya devam etti.”
Maya’nın kocası Çiva ise, tüm Hint
Mitolojisi boyunca dansını sürdürdü.
Onun dansı aynı zamanda bir savaştı. O
savaş tanrısı gibi her türlü kötü güçlerle
karşı savaşan bir kahramandı. Cücelere,
bilgisiz cahillere ve kötü - karanlık
güçlere karşı aydınlığın savaşçı
dansçısıydı. Bu dansı sırasında dünyada
yaşanmakta olan aşağı inişin devam
etmesi gerektiğini de gayet iyi bildiği
için, Maya’nın karısı olmasına da göz
yumdu. Çünkü o gayet iyi biliyordu ki,
düşüş esnasında insanların gözlerinin
önünden bütün sırlar yokedilmesi
gerekmekteydi. Aksi takdirde insanlar
ilahi
kökenlerini
unutarak aşağı
seviyelere doğru olan yolculuklarını
sürdüremezlerdi.
İşte,
bu düşüş
sırasında dünyayı örtüleri ile kaplamak,
insanları dünyasal deneyler alanına
daldırmak suretiyle onların kendi
ilahiliklerini görmelerini engellemek,
insanı tanrısallığa bağlayan köprüleri
yok etmek, karısı Maya’nın göreviydi.
Ve
o
görevini
yapmak
mecburiyetindeydi.
Başlangıçta
sözleşilen “Büyük Kozmik Anlaşma”
böyleydi... Herkes üzerine düşen görevi
yapacaktı. O, “Aden” bahçesindeki
elmanın etiydi...
“Büyük Kozmik Anlaşma”ya göre
insanlığın aşama aşama, basamaklarla
yavaş yavaş aşağılara doğru ineceği
kesindi. Ama kesin olan bir başka şey
daha vardı. İnsanlık bir gün kaybetiği
mükemmelliyete yeniden geri dönecekti.
Nasıl iniş kaçınılmazsa çıkış da
kaçınılmaz olacaktı. Bu yüzden o
savaşını sürdürmeli ve bir taraftan da
çıkışı hazırlamalıydı. Yani savaşmalı ve
dans etmeliydi. O da öyle yaptı.
Savaştı... Ve dans etti... Günümüzde hâlâ
Çiva’nın dansı sürmektedir.
Hint Ezoterizm’i bu düşüş devrine
Kali-Yuga adını verir. Yani demir çağ.
Bu düşüş sırasında Hint Mitolojisi’nde
sahneye başka dansçılar çıkar. Bu
dansçının adı: Kali’dir. O da ölüm dansı
yapmaktadır.Hem de gözleri kapalı,
uyuyan insanların üzerinde dansını
sürdürmektedir. O kapısı bilgisizliğe
açılan ölümün dansçısıdır ama her bir
ölüm, sonunda yeni yaşamları da
beraberinde getirecektir. O demir çağın
düşüş dansçısıdır. Ve onun da dansı
günümüzde tüm heybetiyle devam
etmektedir.
Bu büyük iniş süreci, çok öncelerden
beri tüm eski yazıtlarda, geleneklerde,
mitolojilerde, efsanelerde, dinlerde ve
tabii ki son olarak da tüm ezoterik
kaynaklarda bazen açık, bazen de üstü
örtülü bir şekilde dile getirilmişti.
İşte bir örnek: Vişnu Purana, Demir
Çağı’nın başlangıcından şu ifadelerle
söz eder:
“Toplum: Refahın tek amaç edinildiği,
maddi zenginliğin ise faziletin yegane
kaynağı haline geldiği, karı ve koca
arasındaki tek bağın tutku olduğu, sahte
tavırların, takiyeciliğin, ikiyüzlülüğün
yaşamdaki başarının kaynağı olduğu,
cinsellik ticaretinin yegane zevk vasıtası
olduğu bir safhaya gelirse; KaliYuga’nın (Demir Çağı) içindeyiz
demektir...”
Ne dersiniz? Tarif oldukça uymuyor
mu?
MAYMUNLAR
CENNETİ’NDEN KAÇIŞ
Hint Gelenekleri’nin en büyük
sırlarından biri de, maymun Hannuman
için inşa edilmiş tapınaktır. Bir maymun
için tapınak inşa edilmiş olması,
Hindistan’ı ziyaret eden ilk turistleri bir
hayli şaşırtmıştı. Bunun altında da
binlerce yıl öncesine dayanan büyük bir
sırrın olduğu daha sonra anlaşıldı.
Ezoterik kaynaklarda “maymun”, ilkel
formdaki insanın ilk halini sembolize
eder. Ve yine ezoterik kaynaklar,
Atlantis
döneminde
Atlantisliler
tarafından genetik çalışmalarla ortaya
çıkartılan maymunumsu hayvanlardan
söz eder. Daha sonraları maymun
sembolü şuursuz ve bilgisiz bizim
devremizin insanının sembolü haline
gelmiştir. Böylelikle mitolojilerde ve
ezoterik çalışmalarda bu sembol yaygın
bir şekilde kullanılmıştır.
Hint’teki
maymun
Hannuman’ın
hikayesi
aslında
bizzat
insanın
hikayesidir. İnsanın ilahilikle kesilen
irtibatının sonucunda ortaya çıkan,
şuursuz ve bilgisiz yaşamını sembolize
eden Hannuman’ı Hintliler çok sever.
Çünkü o bütün zorluklara göğüs
gerebilmek için ışığını karartan,
kendisini kurban eden insanın sembolü
olarak Hint inançlarında yaşatıla
gelmiştir. Bu özelliğiyle O, maymunlar
cennetinden kaçışın da sembolü
olmuştu...
Doğada yaşayan maymunun en önemli
özelliklerinden biri onun taklitçi
olmasıdır. Hannuman da taklitçidir ama
o sonunda tanrısını taklit ederek,
tanrısına
benzer
bir
hale
de
gelebilecektir. Hint Mitolojisi’ndeki
Hunnuman’ın şu sözü yaptığımız
yorumları destekler mahiyettedir:
“Siz şu anda beni sadece şimdilik
aldığım boyutlarla görebilmektesiniz.
Ama
ben
bunları
dilediğimce
arttırabilirim.”
Hint’in sakladığı bu sırlar bizlere
başlıca şu sonuçları vermektedir: 1İnsanların hayvani tabiatlarına rağmen,
içlerinde ilahi bir kökenin gizli
olduğunu. 2- Binlerce ıstıraplı ölüme ve
tekrardoğuşa maruz kalarak, sonunda
insanların muzip Maya tarafından
kurulan
tuzaklara
yakalanmaktan
kurtulacaklarını. 3- Hunnuman gibi
Tanrıları’na olan inançlarını
ve
kendilerinin de ilahi kökene sahip
oldukları bilgisini muhafaza ettikleri
takdirde, doğum ve ölümlere mecbur
kalmayacaklarını. 4- Bu dünyanın
gerçeğine ulaşarak, bir gün insanların
sırlar kapısını aralayabileceklerini.
Konu bizi öyle bir noktaya getirdi ki
yine küçük bir parantez açmadan geçmek
istemiyorum...
KÜÇÜK GİBİ GÖRÜNEN
BÜYÜK SIR
Bizi böyle bir parantez açmaya iten,
maymun Hannuman’ın şuursuzluktan
kurtuluşu sırasında uyguladığı ilginç bir
uygulamadır. Hint Mitolojisi Maymun
Hannuman Tanrıyı taklit ederek bu
başarıya ulaştığından bahseder. Bu
insanlığın 2000’li yıllarda ulaşacağı bir
hedeftir. Ancak dikkatlerden kaçmaması
gereken nokta, bunu taklitle başarmış
olmasıdır!...
Bu, inisiyatik öğretilerde kullanılan
metotlardan biridir. İnisiyasyonun ilk
aşamalarında öğrenciden, öğretmenini
taklit etmesi istenirdi. Onun gibi
yaşadığı, onun gibi düşündüğü, hatta
onun gibi oturup, onun gibi kalktığı taklit
ettirilirdi. Bu uygulama tüm inisiyatik
öğretilerde uygulanan bir teknikti.
Amaçlanan hedef ise, bu taklitle benzer
enerjilerin öğrencide yer etmesiydi.
Çünkü evrensel bir kanun, bu şekilde
harekete
geçirilebilmekteydi.
Peygamberler’in yaşarken yaptıkları
işleri taklit etmek, İslam Dini’nde
“Sünnet” olarak geçer. Bu uygulamanın
kökeni de yine bu prensibe dayanır.
Benzer bir işlemin, hedeflenen benzer
sonuçları doğuracağı bilgisi çok eski
çağlardan beri biliniyordu. Daha
sonraları bu uygulama, majik bir yöntem
olarak da kullanılmıştır. Örneğin
Anadolu Halk İnançlarında yaşayagelmiş
olan pekçok gelenek ve görenek, bu
majik uygulamaların sonucunda ortaya
çıkmıştır. Anadolu’da kökeni taklit
büyüsüne dayanan çeşitli gelenek ve
görenekler
mevcuttur.
Anadolu’da
doğumu kolaylaştırmak için, kilitli
sandıkların,
kilitli
kapıların
ve
pencerelerin açılması hep bu, “benzer
bir işlemin benzer sonuçlar doğracağı”
yasasının halk arasında uygulanan pratik
sonuçlarından ibarettir.
Yapılan Etnolojik ve Folklorik
araştırmalar bütün bunları ortaya
çıkartmış durumdadır. Daha sonraları
köken unutulmuş geriye sadece halk
inançlarındaki örf ve adetler kalmıştır.
Ve bunların bir kısmı da batıl inançlar
çerçevesinde ele alınmıştır.
Halk arasında taklit büyüsü olarak
bilinen, “benzer bir işlemin benzer
sonuçlar
meydana
getireceğine”
dayanan, analoji büyüsü çok yaygındır.
Ağaçtan,
çamurdan,
balmumundan
yapılan figürler en çok kullanılan
malzemeler arasındadır.
Büyü meselesini bu kitapta bir daha
açmamak üzere burada kapıyoruz...
BİR BAŞKA GİZLİ
ÖĞRETİ: UPANİŞADLAR
Hint’in kutsal sırları Veda adı verilen
kitaplarda saklandığını söylemiştim. 4
ayrı kitaptan oluşan Vedalar’ın bir
diğeri de Sama Veda’dır. Bu aynı
zamanda
Upanişadlar
olarak da
isimlendirilmiştir.
Upanişadlar, kelime anlamı olarak
“Dizinin dibinde, bir öğreticinin dizinin
dibinde” anlamına gelen bir sözcüktür.
7.yüzyılda bu öğretiyi yorumlayan ünlü
düşünür Shankara Upanişadları şöyle
özetlemiştir: “Kişiyi cehalet bağlarından
koparan ve en yüksek amaç olan
özgürlüğe ulaştıran Tanrı Bilgisi.”
Gerçek değeri ve gerçek anlamı içinde
sakladığı sırlarıyla birlikte gelecekte
çok daha iyi anlaşılacağını umduğum
Vedalar’ın belli bir bölümünü oluşturan
Upanişadlar’dan bazı alıntıları sizlere
aktarıyor ve üzerinde herhangi bir yorum
yapmıyorum. Yorum size aittir:
- Nachiketa sordu:
“Ey Ölüm! Bütün insanlar, bir
kimsenin öldükten sonra da var olup
olmadığı konusunda tartışıp duruyorlar.
Bunun gerçeğini ancak sen bilirsin. Bana
bu gerçeği açıkla.”
- Ölüm Meleği cevap verdi:
“Hayır Nachiketa, bu dileğini kabul
edemem. Çünkü, bu konu tanrılar
arasında dahi tartışılmış, anlaşılması
güç, çok ince bir sırdır. Bu sebepten,
başka bir dilekte bulun.”
Nachiketa ısrar etti:
“Bu dileğime eş değerde olabilecek
başka bir dilek tasavvur edemiyorum. Ey
hayatı yok edici! Bütün bu şeyler geçici
şeylerdir. Atları, arabaları, eğlenceyi
sen kendine sakla. Ey Ölüm! Hiç bir
insanın çözemediği bu sırrı bana
anlatmanı diliyorum.”
- Ölüm Meleği ölümsüzlüğün sırrını
açıklamaya başladı:
“ İyi ve güzel birbirlerinden tamamen
farklı şeylerdir. İyi başka bir şeydir,
güzel başka bir şeydir. Bu her iki şey de,
insanı faaliyet göstermeye sevk eden
birer etkendir. Ancak bunları amaç
edinen kişilerin ulaştıkları hedefler de
birbirlerinden tamamıyla farklıdır. İyiyi
seçenler kutsal kişilerdir. Güzeli
seçenler ise gerçek amacı yitirmiş olan
kişilerdir. Bu kişiler ise sadece kendini
beğenme ve kendi çıkarları konusunda
akıllı olan, ancak cehalet cehennemi
içinde yaşayan, dünya tutkularına
bağlanmış ahmak kişi kör bir insan
gibidir. Kendisi gibi kör olan diğer
insanlara yol sorarak kurtulacağını
zannedir. Oysa ki o, diğerleriyle birlikte
oldukları yerde dönen sürülerdendir.
Böyle kişilere ebedi aleme giden yol
açıklanmamıştır. Yalnız bu dünya
gerçektir. Buradan ötesi yoktur diye
düşünen kimseler, doğum ve ölüm
çemberinden geçerek tekrar tekrar benim
avuçlarımın içine düşerler. Bundan
kaçış yoktur. Varlığın özündeki o gerçek
Ben (Atman) hakkında herhangi bir
bilgiye ulaşmak çok güçtür. İyi bir
öğretici tarafından yetiştirilmiş olup,
O’nu anlayabilen kişi kutsal bir insandır.
Cahil bir kimse O’nu hiç mi hiç
anlayamaz. Atman ile Brahman’ın, başka
bir deyimle, insanın ruhsal tarafı olan
gerçek Ben ile yüce Tanrı’nın aynı
varlık olduğunu bilen bir kimseden
öğrenim gören kişi, anlamsız doktrinleri
terk ederek hakikate ulaşır.”
“Kalbin derinliklerinde gizlenmiş olan
o nurlu Varlığı, o latif ruhu tanımak çok
zordur. Ancak, tefekkür yoluyla, onu
düşüncesinin derinliklerinde arayan kişi,
bu varlığı tanıyabilir. Ve bu sayede zevk
ve ıstırap dünyasından kurtulur.”
- Kısacası Nachiketa:
“Ölümsüzlüğün sırrı; kalbin arınması,
derin düşünme ve insanın manevi aleme
dönük gerçek Ben’in (Atman) Tanrı
(Branman) ile aynı varlık olduğunu idrak
etme yoluyla bulunabilir.”
“Ve şunu da unutma ki sevgili
Nachiketa
mutluluğun
kaynağı
sonsuzluktur. Sonluda mutluluk yoktur...”
PEYGAMBER BUDA’NIN
ÖĞRETİSİ
Buda’nın Öğretisi temel de ıstırabın
yokedilmesi ve Nirvana’ya ulaşmaya
dayanır. Kullandığı metotlar ise son
derece basit ve sadedir.
* Konsantrasyon
* Meditasyon (Tefekkür)
* Terk
Buda’nın yolu, bu üç temel
uygulamaya dayanır. Buda’nın Öğretisi
bu üç uygulamanın sonucunda, insan
ruhunda ortaya çıkan aydınlanmanın bir
başka adıdır. Mistik olduğu kadar
yaşamın içinde yer alan bir yoldur da...
Yaşamdan kopuk değil, bizzat yaşamın
içinde yaşanan bir öğretidir... Hint ve
Doğu denilince ilk akıllara gelen de
odur.. Büyük inisiye Buda’yı burada
uzun uzun ele alma imkanımız yok. Onu
sadece kendi sözlerinden biriyle
anmakla yetiniyoruz:
“Ey talebeler!... Size bildirdiklerime
nazaran,
bildirmediklerim,
sakladıklarım, bu ormanda bulunan
yapraklar gibi daha çoktur. Ey talebeler!
Bunu size niçin söylüyorum? Çünkü
talebeler, bu sizi kutluluk yolunda
ilerletmez. Çünkü bu sizi dünyaya ait
şeylerden uzaklaşmaya, isteği yok
etmeye, faniliğin önüne geçmeye, sulhe,
bilgiye, ilhama, Nirvana’ya götürmez.
Bunları size bildirmemiş olmamın
sebebi işte budur. Ey talebeler! Size
bildirdiğim şeyler nelerdir? Size
bildirdiklerim: Istırabın ne olduğu
hakikatidir. Size bildirdiğim, ıstırabın
kaynağı idi. Size bildirdiğim, ıstırabın
yok edilmesiydi. Size bildirdiğim,
ıstırabı yok etmeye götüren yoldu...”
Görüldüğü gibi Büyük İnisiye Buda,
sadece insanlara pratikte ihtiyaçları
olanı vermekle yetinmiştir. Bilgiyi
tümüyle değil, belli bir ihtiyacı
gözeterek aktarmıştır. Bu ezoterik
çalışmaların
esasını
oluşturur.
Gerekmedikçe tüm sırlar ortaya
dökülmez. Bunun en önemli sebebi,
sırların belli bir kademede aktarılma
mecburiyetinin olmasıdır. Zamanından
önce açıklanan sırlar, öğrenciye fayda
sağlamayacağı gibi onlara zarar bile
verebilirdi. Bu nedenle inisiyatik
çalışmalarda sırların açıklanmasına çok
büyük bir özen gösterilir ve belirlenen
bir yol izlenirdi. Bu yolda her
öğrencinin kapasitesi göz önüne
alınarak, bu sırlar belirli aralıklarla
sadece ihtiyacı olana ve en önemlisi de,
bu sırları almaya hazır hale gelenlere
aktarılırdı. Yani inisiyatik öğretimde
belli bir kademeleşme mevcuttu. Her
öğrenciye aynı program uygulanmazdı.
Zamanından önce ortaya çıkartılan
bilgi yapıcı değil, yıkıcı bir işlev
görürdü. Ve buna azami dikkat edilirdi.
Buda’nın sözlerinde de bunu açıkça
görmek mükündür.
BEKLEYELİM
BAKALIM...
ZAMAN NELER
GÖSTERECEK
Az önce Upanişadlar’dan aktardığımız
sözlerin altında gizlenen sır tüm
toplumların geleneksel bilgilerinde
karşımıza çıkar. Değişik cümlelerle hep
aynı gerçeğe ışık tutulmaya çalışılmıştır:
Sırlar Öğretileri’nde: Kendini bil
tanrıları da bilirsin.
Mısır’da: Kalpteki Tanrı Horus’un
hikayesi.
Yunan’da: Kalpte gizlenmiş olan Tanrı
Diyonizos’un uyyanışı.
İslamiyet’te: Kendini bilmeyen rabbini
bilemez sözleri...
İşte bunların hepsi, aynı sırra atıfta
bulunan sözlerden ibaretti. Ancak bu
sırrın kapısını açanların sayısı fazla
olamadı. Bu sır günümüzde sadece
sözcüklere sıkışıp kalmış durumdadır.
Açılması için belki de 2000’li yılların
gelmesi gerekmektedir... şüphesiz ki, her
şeyin doğrusunu sonunda zaman bize
gösterecektir...
IX. BÖLÜM
MISIR’IN ÖLÜLER
KİTABI
“Burada insanların, tanrıların
ve ölülerin tarihi başlar.
Ve her şey ezelden beri
“Ölüler Kitabı”nda yazılmıştır.
Gerçekte bu kitap
çok gizli ve çok derin bir sırdır...”
Eski Mısır’ın bir zamanlar büyük bir
eğitim ve kültür merkezi oluduğunu ve
çevre ülkelerden gelen çok sayıda
öğrencinin buralarda özel olarak
eğitildiklerinden bahsetmiştik.
Mısır İnisiyasyonu’na katılan ve eğitim
gören bir aday, yıllar sonra eğitimini
tamamlayıp; Osiris rahibi olarak
anılmaya hak kazanınca önünde iki
seçenek belirirdi. Eğer Mısırlı’ysa
mabede bağlanıp ülkesinde kalmakta,
yabancıysa, o takdirde kendisine bazen
din kurmak veya bir misyonu yerine
getirmek üzere ülkesine geri dönme izni
verilmekteydi. Fakat ayrılmadan önce,
mabedin sırları konusunda mutlak bir
sessizliğe gömüleceğine dair yemin
etmek
mecburiyetindeydi.
Burada
gördükleri ve işittiklerini hiç kimseye
asla söylemeyecek ve Osiris Öğretisi’ni
ancak üç kat perdeli mitolojik semboller
veya felsefi ekoller vasıtasıyla üstü
örtülmüş bir şekilde diğer insanlara
aktarabilecekti.
Eski Mısır’ın ezoterik yönünü
sembolik bir biçimde, en iyi anlatan
metinlerin başında “Mısır’ın Ölüler
Kitabı” gelir.
Belki de ölümle karşılaşan insan, ilk
defa doğaüstü fikrine sahip olmuş ve onu
görmekte olduğunun ötesinde ümit etmek
istemiştir.
Ölüm
böylelikle
ilk
bilinmeyen olmuştu... Bu, insanı diğer
sırların
yolu
üzerine
çekerek,
düşüncesini görünürden görünmeyene,
geçiciden ebediye, insaniden ilahiliye
yükseltti. Böylelikle ölümün sırrıyla
birlikte yaşaman da sırları yavaş yavaş
aralanmaya başladı. Bu sırlara inisiye
olan adaylar; artık sadece yaşamdan
başlayıp ölüme kadar giden yolda değil,
ölüm
ötesindeki
yollarda
da
yürüyebiliyorlardı...
Ölümden sonra insanı nasıl bir son
bekliyor?
Ölüm nedir?
Ölümden sonra neler oluyor?
Öldükten sonra yaşam devam ediyor
mu?
Yeniden dünyaya gelmek mümkün
müdür?
Bu sorular inisiyeler için artık sır
olmaktan çıkıyordu. Çünkü onlara
yaşamın sırlarının yanısıra, ölümün de
sırları açıklanıyordu...
ÖLÜLER KİTABI
Dünya üzerinde “Ölüler Kitabı” adıyla
bilinen
iki
ayrı
yazılı
metin
bulunmaktadır. Bunlardan biri Mısır’a,
diğeri ise Tibet’e aittir. Her ikisinin de
konuları
aynıdır.
Ancak
kendi
toplumlarının geleneklerine göre anlatım
üsluplarında farklılıklar vardır. Ancak
öz olarak anlatılan bilgiler bir ve
aynıdır. Çünkü köken aynıdır. Her ikisi
de bir zamanlar yeryüzünde varolan
Atlantis ve Mu Uygarlıkları’nın kültür
izlerini taşır.
Biz burada Mısı’ın Ölüler Kitabını
kısaca incelemeye çalışacağız:
Bilinen ilk Ölüler Kitabı, 453 Bab’dan
oluşan metinlerden oluşur. Bu metinler
Eski Mısır’ın kutsal yazıtlarıdır.
Atlantisli bilgeler tarafından eğitilen ilk
Mısırlı rahipler tarafından kaleme
alındığı tahmin edilmektedir. Bu
metinler yıllarca gizli tutulmuş ve
içindeki sembollerle gizlenen sırlar çok
az sayıdaki kişiye aktarılmıştır.
Bu metinler çok sonraları M.Ö. VII.
yy.’da 165 Bab’da toplanmıştır.
Torino’daki Eski Mısır Müzesi’nde
bulunan 20 metre boyundaki papirusta
bunlar saklanmaktadır.
Ölüler Kitabı’nın Babları’nın okunuşu,
ayinlerde arınmış rahiplerce yapılıyor,
bütün cenaze töreni boyunca ölünün
mumyasına dönük olarak, kutsal metinler
okunuyordu.
Mayasis, “Sırlar ve İnisiyasyon” adlı
kitabında: “Bu okuma, inisiye olmamış
ruhun dünyayı terk ettiği sırada yapılan
aceleye getirilmiş bir inisiyasyon
benzeriydi” diye yazıyor.
Mısır’ın Ölüler Kitabı’nın bazı
Bablar’ı, hiç bir insana açıklanmaması
istenen büyük sırları ima etmektedir. Bu
sırlar sadece Mısırlı rahiplerce bilinir
ve gizli tutulurdu.
Ölüler Kitabı’nı, sadece ruh varlığının
bedenini terk ettikten sonra karşılaşacağı
olayların bir açıklaması olarak görmek,
onu gerçek değerinden uzaklaştıracaktır.
Her ne kadar öte aleme yani Spatyom’a
geçen varlığın karşılaşacağı olaylar
hakkında bilgiler de kitabın konusu
içinde varsa da, esas özelliği; varlığın
hem bu dünyada hem de öte dünyada
sadeleşmesi, arınması ve onların
tabiriyle, tanrılara eşit olabilmesi için
öğrenilmesi gereken bilgilerle dolu
olmasıdır. İşte bu yüzden, Ölüler Kitabı,
aslında bir inisiyasyon kitabıdır.
İnisiyasyonun
safhalarını
ve
inisiyasyonda
geçen
olayları
anlatmaktadır. Bu yüzden, mabetlerde
ezoterik bilime inisiye olan adaylara,
belirli bir metotla açıklanan sırları
bünyesinde sembolik bir dille muhafaza
eden Mısır’ın Ölüler Kitabı, her iki
açıdan da değerlendirilebilir. Yani
Ölüler Kitabı’nda anlatılanları hem
bedenini terk eden varlığın karşılaşacağı
olaylar, hem de inisiyenin eğitimi
esnasında yaşayacağı şuur halleri olarak
görebilmek mümkündür. Aslında her
ikisini de birbirinden ayırmak oldukça
güçtür. Çünkü her ikisi de birbirinin
parçası ve devamıdır.
Bu yüzden az sonra yapmaya
başlayacağımız açıklamalarımızı iki ayrı
grupta toplamaktan ziyade, birbirini
tamamlayan açıklamalar olarak ele
almayı daha uygun görüyorum.
Ayrıca, gizli inisiyasyona dahil olan
bir varlığın, o devirlerde astral
tecrübeleri gayet kolaylıkla yapabileceği
de göz önüne alınacak olursa, böyle bir
ayırımın söz konusu edilemeyeceği
açıkça ortaya çıkacaktır. Mısırlı rahipler
yaptıkları Astral Seyahatlar ve Durugörü
yetenekleri vasıtasıyla öldükten sonra
gidilecek olan spatyomu daha ölmeden
önce inceleme imkanı bulabiliyorlardı.
Bu açıdan bakıldığında; astral mekanla,
fizik mekan birbirlerini tamamlayan bir
bütünlük oluşturmaktadır.
Mısır’ın üzerindeki esrarengizlik
örtüsünün ucunu aralamak için, o
devirlerde mabetlerde yaşananları gün
ışığına çıkartma mecburiyeti vardır.
Aksi takdirde Mısır’ın bir türlü
çözülemeyen bilmecesi, daha uzun yıllar
insanların zihnini meşgul edecektir. İşte
o gizemlerden bir tanesi de, mabetlerde
Osiris rahiplerinin gözetiminde adaylara
yaşatılan astral tecrübelerdir.
Astral tecrübeden kast edilen şey
nedir?
ASTRAL SEYAHAT
YAPAN RAHİPLER
Günümüz Parapsikoloji Bilimi’nin
üzerinde titizlikle durduğu bir çalışma
burada kastedilmektedir. Bu çalışmaya
Parapsikoloji Astral Seyahat adını verir.
Temeli fizik bedeni bilinçli bir şekilde
terk ederek, belirli bir süre beden dışına
çıkmaya dayanır.
Bedenin dışına çıkıldığında fizik
mekanda kalınabileceği gibi astral
mekana da geçilebilmektedir. Böylelikle
öldükten sonra gidilecek olan mekan
hakkında daha ölmeden önce bir bilgi
sahibi
olunabilmektedir.
Osiris
rahiplerince öğretilen bir teknikle böyle
bir tecrübe inisiye adayına rahatlıkla
yaşatılabilmektiydi. Günümüzde de
yurtdışında
bilimsel
çevrelerce
üniversitelerde bu yöntem aynen
kullanılarak başarılı sonuçlar elde
edilmektedir.
ÖLÜLER KİTABININ
İÇİNDEKİ SIRLAR
Bu kitaba niçin ölüler kitabı adı
verilmiştir? Bunun birinci sebebi astral
seyahat yapabilen rahiplerin öldükten
sonra gidilecek olan mekan hakkında
bilgi sahibi olmalarından kaynaklanır.
Nitekim, öldükten sonra varlığın
karşılaşacağı
olaylar
bu kitapta
ayrıntılarıyla yer almıştır.
Bir ikinci sebebi ise, Ezoterik
öğretilerde ölünün inisiyeyi sembolize
etmesinden dolayıdır. Ölüm eski
realitede ölüp yeni realitede doğan
inisiyenin sembolü olarak inisiyatik
çalışmalarda şifrelendirilmiştir. Bu
yaklaşımla, Mısır’ın Ölüler Kitabı’na,
Mısır’ın
İnisiyasyon
Kitabı
da
denilebilir.
Biz gelelim Ölüler Kitabı’nın içindeki
binlerce yıldır saklanan sırlara...
I. Bab’dan XIV. Bab’a kadar, ölülerin
öbür
aleme
girecekleri
sırada,
“aydınlanmış
mumyaların”
cenaze
törenine hazırlanması anlatılır.
XV. Bab’da ölüler, kalplerindeki
pislikleri atmak için yapmaları gereken
şeylerle uğraşırlar.
Buradaki ölüyü bilinen manasıyla ele
alacak olursak, öncelikle ölünün
bedenine yapılan mumyalama ve cenaze
töreni sırasındaki ritüeller yani ayinlerin
anlatımlarıyla
karşılaşırız. XV. Bab
kalbin arınmasından söz eder. Bedenini
terk etmiş bulunan insanın, öbür alemde
arınma mecburiyetiyle karşı karşıya
kalacağı gerçeğine dikkat çekilir. Kalbin
arınması astral temizliktir. I. ile XV.
Bablar inisiyasyona hazırlık safhasını ve
değişime başlayacak olan varlığın hem
yaşarken hem de öldükten sonra astral
mekanda karşılaşacağı zorunlulukları
anlatır. Bu zorunlulukların başında
arınma ve sadeleşme gelir ki, ölüler
kitabı bunu kalbin temizlenmesiyle
sembolleştirmiştir. Ancak bu arınmanın
sonunda varlığa bazı kozmik bilgiler
aktarılmaya başlanabilirdi ki, bu da
XVI. Bab’da dünyanın yaratılışıyla ilgili
bilgilerde kendini göstermeye başlar.
Çünkü
XVI.
Bab’da
dünyanın
yaratılışıyla ilgili bilgiler verilir.
XXI. Bab’dan XXX. Bab’a kadar
ölüye; hiç bir zaman “ne çürüyecek, ne
de
kokacak”
yeni
bir
bellek
kazandırabilmek ve “Tanrısal Dünya’da
ağzının gücünü” yeniden bulması için
gerekli olan yöntem ve formüller
açıklanır. Ölüler Kitabı bu yöntem ve
formüllerle ölünün iç organlarının
derinliklerinden kalbini sökmeye çalışan
Heliopolis tanrılarının büyülerinden de
korunacağından söz eder.
Bu yöntem ve formüller; ölen varlığa
astral mekandaki görevlilerce açıklanan
inisiyatik sırlar ve bilgilerdir. Ağzının
gücünü
yeniden
bulması
da,
dünyadayken beden içinde daralan
şuurunun öte dünyada gittikçe açılmaya
başlayacağını ifade eder. Ama bütün
bunların olabilmesi ve varlığın iç
potansiyal gücünü yeniden ortaya
çıkartabilmesi için, mutlaka arınma ve
sadeleşmeden geçme mecburiyeti vardır.
Bunun da yolu ister fizik dünyada olsun,
ister
astral
mekanda
olsun,
inisiyasyondan geçer. Yani ister bu
dünyada ister öbür dünyada olsun,
varlığın şuurunun genişlemesi ve
uyanması bazı bilgilerle yapacağı özel
çalışmalarla
gerçekleşebilmekteydi...
Heliopolis tanrılarının büyüsü de
inisiyenin karşı durmak zorunda olduğu
her türlü geri seviyeli negatif tesirlerin
ve enerjilerin sembolüdür.
Arınma
dönemini
başarıyla
tamamlayan ölünün göklerin kapısına
doğru
ilerlediğinden
sözedilir.
Gökyüzünün kapıları önünde Anubis’in
bacaklarını
kuvvetlendirmesi
için
okunacak XXVI. Bab’ın hatırlanması
gerekmektedir. XXX. Bab’da az sonra
karşılaşacağı
büyük
yargılanma
merasiminin ne olduğu anlatılır.
Daha sonra gelen Bablar bu büyük
yargılanma merasimine kadar ölünün
yapması gerekenlerle ilgilidir.
XLI. Bab’a kadar olan bölümler
içinde; pislikle beslenen, yakıp bitirici
ateş tüküren sekiz timsah başlı
şeytandan,
ölünün
kendisini
koruyabilmesi için, rahip tarafından
okunacak kısımlar yer alır. Ölünün
kendisine öğretilen sihirli kelimeleri,
kesinlikle
hatırında
tutması
gerekmektedir.
Bütün bu anlatılanlar, ölünün astral
mekandaki, astral temizliğini anlatan
sembollerden ibarettir. Mitolojilerde
geçen canavarla mücadele motifleri,
burada da timsah olarak karşımıza
çıkmış durumdadır. Arınmanın ve
şuurlanmanın zorluklarını anlatır. Tek
amaç vardır. O da astral temizliktir.
Başka türlü mükemmelliyete doğru
ölünün yükselmesi ve birazdan kendisini
bekleyen büyük yargılanma merasimini
başarıyla geçebilmesi mümkün değildir.
Nitekim birazdan gelecek Bablar bunu
doğrular niteliktedir.
XLII. Bab’dan XLVII. Bab’a kadar
olan bölümlerin konusu, “ölünün
organlarının
tanrısallaşması”nı
kapsamaktadır. Bu yüzden kadavranın
“ışığa doğru yükselebilen ruhsal bir
beden” haline gelebilmesi için ona
açıklanan ilahileri iyi bilmesi lazım
geldiği anlatılır.
Burada astral bedenin süptilleşmesi ve
frekansının yükselerek spatyomun daha
yukarı seviyelerine doğru çıkabilmesi
meselesi, “ışığa doğru yükselebilen
ruhsal bir beden” sözüyle açıkça ifade
edilmektedir. Bunun bilgisinin ise,
ilahilerin derin anlamlarında gizli
olduğu anlaşılıyor.
Yurtdışında çalışmalarını sürdüren
günümüz Parapsikoloji biliminin yaptığı
spatyomla ilgili çalışmalarda; bedenini
terk eden bir varlığın, öte alemde
karşılaşabileceği
sıkıntılı
hallerin
başında, spatyomun ağır titreşimli alt
kademelerinden varlığın bir türlü
kendisini
kurtaramamasının
yattığı
ortaya
çıkartılmış
durumdadır.
Çelişkilerle şaşkınlıkların yaşandığı ve
ortama
uyum
sağlanamamasından
kaynaklanan
sıkıntılı
dönemlerin
geçirildiği
spatyomun
bu
kademelerinden
kurtularak,
daha
kapsamlı ileri seviyeli aşamalarına
geçebilmek için, varlığın mutlak surette
bazı bilgilere sahip olması gerektiği,
yine yapılan çalışmalarda ortaya
çıkartılmıştır. İşin ilginç yanı, yeni yeni
ortaya çıkmaya başlayan bu bilgilerin,
binlerce yıl önce Mısırlı rahiplerce
bilinmekte olduğudur.
Burada hemen altını çizmek istediğim
bir başka mesele de öte alemle ilgili en
kapsamlı bilgilere sahip dinlerin
başında Eski Mısır Dini’nin geldiğidir.
Mısır Dini’nde ve onun kutsal kitabı
sayılan “Ölüler Kitabı”nda, diğer
dinlere oranla, öte alem ile ilgili bilgiler
oldukça yoğundur. Örneğin öte alemin
özellikleriyle ilgili açık bilgiler,
İslam’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’de son
derece kısıtlıdır. Hatta öldükten sonra
insanı öte alemde nelerin beklediği
bilgisi hemen hemen yok denecek kadar
azdır. Az olmasının sebebi ise üstünde
durulması gereken en önemli konulardan
birini oluşturur. Aslında dünya üzerideki
tüm dinler karşılaştırmalı olarak
incelenecek olursa, inisiyatik özellikteki
tüm bilgilerin İslam’ın kitabı Kur’an-ı
Kerim’de son derece kapalı olduğu
görülecektir. O devirde Arap toplumuna
aktarılan
bilgiler,
açık
olarak
anlatılmamıştır. Ağır bir sembolik dil
kullanılarak,
asıl
gerçekler
o
sembollerin içinde eritilmiştir. Bunun
böyle olmasının nedeni, insanlığın
aşağıya
doğru
iniş
sürecini
tamamlayabilmesi için, açık bir şekilde
bazı gerçeklere temas etmemeleri
gerektiğinden dolayıdır.
Zaten dinlerin ve özellikle de son üç
dinin en önemli fonksiyonlarından biri
işte budur. Bu meselenin çok iyi
anlaşılması gerekir. Aksi takdirde bazı
meselelerin içinden çıkılabilmesi hemen
hemen imkansız bir hale gelir, ki
günümüzde gelmiş durumdadır. Dinleri
içine düşülen çıkmazdan kurtararak
gerçek anlamıyla ele alabilmek için
öncelikle sembolizmi çok iyi bilmek
gerekir. Bilgilerin nasıl örtülerek,
şifrelendirilerek hatta Kur’an-ı Kerim’in
bizzat kendisinin de söylemiş olduğu
gibi bilgilerin nasıl “bohçalanarak”
verilmiş olduğunu göz önünden uzak
tutuğumuz andan itibaren, işi arap saçına
çevirmeye
başlayacağımızı
unutmamamız gerekir. Çağımız insanının
yapması
gereken
en
önemli
araştırmaların başında bu gelmelidir. Ve
göreceksiniz ki toplumumuz, içine
düştüğü bu çıkmazdan kendisini böyle
bir araştırmayla kurtarabilecektir. Bu
sözlerimizin
doğruluğunu
ya
da
yanlışlığını şüphesiz ki zaman hepimize
gösterecektir.
Konu yine bizi bir başka alana çekti...
Konuyu daha fazla dağıtmayalım...
***
XLVIII. ve XLIX. Bablar X. ve IX.
Babların tekrarıdır.
L. ile LXII Bablar sayesinde ruh
yeniden “hayat nefesini” bulur. Önünde
Yer ve Gök Kapıları’nın açıldığını ve
aynı zamanda Osiris’in Mekanı olan
Semavi Nil’in sularını görür. Ve
Osiris’e “suya sahip olmam için
gerekeni yap” der.
Özetini aktardığımız bu bölümler
sanırım fazla bir açıklamaya gerek
bırakmayacak şekilde okuyucuda bir
anlam bulmaya başlamıştır. Çünkü
yukarıda geçen sembollerin ne anlamlara
geldiği hakkında yeterli açıklamaları
daha
önce
yapmış
olduğumuzu
düşünüyorum. Örneğin inisiyasyonun üst
kademelerine doğru elde edilen “Yer’in
ve Göğün Oğulları” adı verilen bir
gruba dahil olmanın ne anlama geldiği
üzerinde uzun uzun durmuştuk. Ama yine
de toparlayacak olursak; ölen varlığın,
öte alemin şartlarına gittikçe uyum
sağladığı ve kendisine aktarılan
bilgilerle, öte alemin üst katmanlarına
doğru tırmandığını ve uyanmaya doğru
hızla ilerlediğini söylebiliriz. şu anda
varlığın hala tam olarak uyanmadığını
görüyoruz. Bunu da “Semavi Nil’in
sularına sahip olmam için gerekeni yap”
sözlerinden anlayabilmekteyiz. Ölmüş
olan varlık belli bir aydınlanmaya
ulaşmış olmasına rağmen asıl uyanması
gerçekleşememiştir. Ezoterik öğretiler
Semavi Nil sembolünü Ruhsal İdare
Mekanizması’nın
şuurlandırıcı
ve
bilgilendirici tesir ve enerjileri olarak
açıklarlar. Bu bilgiler ışığında “Ölüler
Kitabı”na devam edelim...
LXIV.’den LXXV. Bablar’a kadar
olan bölümlerde, ruhun güneşe nasıl
yükseleceğini, İsis’in bağrında nasıl
gençleşeceğini,
“anası
olan gök
mekanında” nasıl yeniden doğacağını,
gökte olan tanrılarının yanında oturmaya
nasıl kabul edileceğini ölüye anlatır.
Bu bölümün en önemli sembollerini
sırasıyla ele alalım: Ruhun güneşe
yükselmesi, gençleşmesi, anası olan gök
mekanı ve bu mekanda yeniden doğması,
tanrıların yanında oturmak... İşte bütün
bunlar, içlerinde önemli ezoterik
bilgileri saklayan sembollerdir. Peki bu
sembollerin gizlediği ezoterik gerçekler
nelerdir? Teker teker kısaca incelemeye
çalışalım.
Güneş: Gerçeğin sembolüdür. Daire
ile gösterilmiştir. Geometrik şekillerin
en mükemmeli olarak ele alınmasının
nedeni sürekliliği ve küreselliği
sembolleştirme özelliğinden dolayıdır.
Güneşe doğru yükselmek de gerçeğe
doğru giden yolun ifadesidir.
Gençleşmek: Ruhun özündeki yetenek
ve bilgilere yeniden kavuşması anlamına
gelir. Başlangıçtaki mükemmelliyete
dönüşü ifade eder.
Anası olan gök mekanı: Ruhun kozmik
kökenini
ve
ilahi
potansiyalinin
mitolojik anlatımıdır. Yeniden bu
mekanda doğmak ise; dünyadayken
daralan şuurunun sonucu olarak unuttuğu
gerçek benliğini ve kökenini, ruhun
yeniden hatırlaması anlamına gelir.
Tanrıların yanında oturmak: Burada
çok tanrıcılığın ve putperestliğin izlerini
bulmak mümkün değildir. Tüm mitolojik
öğretilerde
olduğu gibi
“Ölüler
Kitabı”nda da sözü edilen tanrılar,
öncelikle Ruhsal İdare Mekanizmesı’nın
sembolü olarak Ezoterizm’de ele
alınmıştır. Bir başka yaklaşımla ruhların
öz itibariyle mükemmelliyetini anlatır.
Ancak ruhlar dünyaya doğmakla bu
mükemmelliyetlerinden belirli bir süre
uzak kalmışlardır. Ancak öldükten belli
bir süre sonra ruhlar yeniden asıl
benliklerini
hatırlayabilmektedirler.
Tanrıların yanında oturmaya kabul
edilmeleri de, üstü örtülü bir şekilde
bunu anlatır.
LXXVI. Bab’dan C. Bab’a kadar
ölüye, kendini
değiştirmesi
için
“değişim
sırlarının
formülleri”ni
seçmesi tavsiye edilir. Böylelikle
Horus’un şahini veya soğuk bölgelerin
“Işıklı Ruhu” olabilecektir. Değişim
formülleri ölünün yeni bir bilgelik
kazanabilmesi için, okuyucu rahip
tarafından tekrarlanır. Artık ruh,
kendisini
mutlular
arasına
veya
atılmışların
evrenine
gönderecek
“mahkeme” önüne çıkabilecek ve
yılanların yardımıyla, ölülerin çekeceği
RA’nın
“güneş
kayığı”nda
yar
alabilecektir. Öbür dünyaya girdiğinde,
böylelikle her yerde “eski kıymetlerin”
izlerini görebilecektir.
CI.’den CXXIV. ‘ye kadar olan
Bablar, ölünün, Batı’nın sırlarının ve
tanrıların yazıcısı olan Thot’un Gizli
Kitapları’ndaki
“sırlar
bilgisi”nin
anlaşılabilmesi için okunur. Bütün bu
uğraşlar, Osiris’in Krallığı’nın önüne
gelmeden
önce
“ışığın
yedi
derecesi”nden geçebilmek içindir.
Mısır’ın Ölüler Kitabı”nda da Thot’un
gizli
kitabından
sözedilmektedir.
Atlantisli bir bilge olan ve sırların
Mısır’a getirilişinde aktif bir görev
aldığı bildirilen Thot ile ilgili Ezoterik
kaynaklarda hayli ilginç bilgiler
verilmektedir. Bunlar arasında Thot’un
gerçekten de yazmış olduğu bir kitabın
bulunduğu ve uzun yıllar İskenderiye
Kitaplığı’nda bu kitabın saklandığından
sözedilir. Bu kitap ne yazık ki günümüze
kadar
gelememiştir.
İskenderiye
Kitaplığı’nın yakılarak yok edilmesi
sırasında birçok gizli
kitapların
kaçırıldığı
bilinmektedir.
Ancak
bunların arasında maalesef Thot’un
kitabı yer alamamıştır.
Işığın yedi derecesinde geçmek diye
sembolleşitirlen mesele de oldukca
ilginç ve önemlidir. Bu sembolün de
üzerinde
durmadan
geçmek
istemiyorum...
Ezoterizm’de ışık sembolünün önemli
bir
yeri
vardır.
Karanlıkları
aydınlatması
bakımından
“ışık”,
ezoterizmde karanlığın ve cahilliğin
karşıtı olarak nitelendirilmiş ve bilginin
sembolü olarak da sembolleştirilmiştir.
Bu kozmik bir bilgidir. Mitolojik bir
dille anlatacak olusak; tanrılar bilgisinin
yer yüzüne sızan huzmeleridir. Bu
anlamda “ışık” her zaman bilgiyle eş
değerde tutulmuş ve bu anlayış içinde
ele alınmıştır. Kozmik bilginin ve
ilahiliğin sembolü olmuştur. İslam
Ezoterizm’de ışık = nur olarak
isimlendirilmiştir.
Ancak burada dikkatlerden kaçmaması
gereken bir başka küçük ayrıntıda büyük
bir sır gizlenmiş durumdadır. Işığın yedi
derecesi... Evet bu başlı başına büyük
bir bilginin sembolüdür. Kur’an-ı
Kerim’in de yedi kat bohçalanarak
verildiğinden sözedilir. Yedi rakamının
tüm toplumlarda kutsal bir sembol
olarak ele alınmış olmasının bir sebebi
vardır.
Bu
da
Ruhsal
İdare
Mekanizması’nın yedi kademeden oluşan
plansal bir hiyerarşiden oluşmuş
olmasıyla bağlantılı bir meseledir.
Eski toplumların göğü yedi kat olarak
ifade etmeleri de hep buna dayanan
sebeplerden dolayıdır.
Ezoterizm’de yedi sayısının bir başka
önemi daha vardır. Dünyayı sembolize
eden dört sayısıyla, göğü sembolize
eden üç sayısının birleşmesinden
meydana geldiği için yedi sayısı aynı
zamanda
gökyüzüyle
yeryüzünün
evliliğinin, yani vuslatın da sembolü
olarak nitelendirilmiştir. Gök yüzüyle
yeryüzünün birleşmesi, iki mekan
arasındaki köprünün yani tanrılarla
insanlar arasındaki kopmayan irtibatın
sembolüdür. Daha açık söylemek
gerekirse,
“Ruhsal
İdare
Mekanizması”nın yeryüzü insanlarıyla
zaman zaman kurduğu, bilgilendirmeye
yönelik irtibatlarının ifadesi olarak
karşımıza çıkar. Bu nedenle de yedi
rakkanının Ezoterizm’de özel bir yeri ve
anlamı vardır.
Yedinin bir başka önemi de
sembollerin yedi ayrı açılımının
yapılabilmesidir. Yani her bir ezoterik
sembol
yedi
ayrı
dereceden
anlaşılabilecek
bir
potansiyalle
oluşturulmuş durumdadır. Bir başka
ifadeyle yedi kat bohçalanmıştır. Her
insan kendi şuur kapasitesine göre bu
sembolleri çözebilmektedir. Bazıları
birinci ve ikinci dereceden yukarı
çıkamazken
bazılarının
yedinci
dereceden o sembolü anlayabilmesinin
sebebi de işte budur.
Günümüzde
yapılan
din
tartışmalarında
yorumların
farklı
olmasının da asıl nedeni budur.
Farklılıklar buradan çıkmaktadır. Çünkü
her insan kendi bilgisiyle doğru orantılı
bir şekilde, o dinsel sembolü
çözebilmektedir.
Bazısı
ikinci
dereceden,
bazısı
ise
üçüncü
dereceden... Ama beşinci, altıncı ve
yedinci dereceden yorumların yapılması
henüz gerçekleşememiş olduğunu da,
yapılan bu tartışmalardan görmekteyliz.
Bunun nedeni de Ezoterizm’in ve
dinlerin
karşılaştırılmalı
olarak
yeterince araştırılmamış olmasından
dolayıdır.
Konu yine bizi başka yerlere doğru
çekmeye başladı. Biz yine “Ölüler
Kitabı”na geri dönelim...
CXXV. Bab temizleyici itirafların,
ünlü yargılanma ve ruhun tartılışının
anlatıldığı kısımdır.
O zamana kadar ölünün ruhu, mutluluk
alanlarını hayal meyal görmüştü fakat
oraya nüfus edememişti. Tanrılar
Mahkemesi’nden temize çıktıktan sonra,
mutluların
Semavi
Kainatı
ile
bütünleşebilecek,
gerçekten
yalnız
kendisinin
olan
Ebedi
İsmiyle
adlandırılabilecek ve
tabiatı
da
tanrıların tabiatına eşit olacaktır.
Ama bütün bunların olabilmesi için
büyük mahkemeden başarıyla geçilmesi
gerekmekteydi.
Peki neydi bu mahkeme? Gerçekten
öbür dünyada böyle bir mahkeme var
mıydı? Diğer başka dinlerde de, hep bir
sorgulamadan bahsedilmişti... Neydi
bunun gerçeği?
Bu mesele insanların zihnini en fazla
meşgul eden sorulardan biri olmuştur.
Burada yine sembolik bir bilgiyle
karşılaşmış olduğumuz ortada... Ve bu
sembolü en iyi açan çalışmalar yine
günümüz Parapsikoloji Bilimi’nden
gelmiştir. Bedenini terk eden yani ölen
insanlarla kurulan medyomsal irtibatlar,
bu konuyla ilgili bilinmeyenlere ışık
tutabilmiştir:
Yapılan deneysel çalışmalarda; daha
önce dünyada yaşamış olan ve öldükten
sonra ruhsal dünyaya geçen varlıkların
eski
yaşamlarının,
Ruhsal
İdare
Mekanizması’nın üyeleri tarafından titiz
bir şekilde değerlendirilmekte olduğu
anlaşılmıştır. Bununla ilgili bini aşkın
yapılan deneysel çalışma mevcuttur.
Ruhsal
İdare
Mekanizması’nın
görevlilerince ölen kişinin tüm yaşantısı
gözden geçirilmekte ve bunun sonucuna
göre varlığın yeni yaşam planları
hazırlanmaktadır. Bu bilgi uzun bir süre
insanlara açık bir şekilde verilmedi.
Dinlerde ise, üstü örtülerek insanlara
kısmen de olsa aktarılmaya çalışıldı.
Ancak dinlerin sembolik örtüsünün
şifreli
dili
çoğunluk
tarafından
çözülemediği için, bu bilgi de diğer
bilgilerle
birlikte
günümüzde
bilinmeyenler arasındaki yerini aldı.
Bu sırrın izlerini, temeli on binlerce
yıl
öncesine
dayanan
Ezoterik
Öğretiler’de de görmek mümkündür ki
Mısır’ın Ölüler Kitabı bu ezoterik sırrı
sembolik bir şekilde günümüze kadar
taşıyabilen ender kaynaklardan biridir.
Görüldüğü gibi gerçek her yerde bir
ve aynıydı...
Ölüler Kitabı’nın CXXV.Babı arasına
sıkıştırılan bu sırla birlikte aslında
ezoterik birçok sır da birlikte
verilmiştir:
“Ölüler Kitabı”na göre ölünün ruhu,
Tanrısal mahkemenin gerçek ve adalet
efendilerinin önüne çıktığında, Osiris’in
önünde yeri öptükten sonra, bütün
pisliklerden temizlenebilecekti. Çünkü
ruhu kısa dünya yaşamı boyunca
kendisine yakışmayan tutkular ve
hırslarla pislenmişti... Ve arınması
gerekiyordu... Onu yargılamak için
kırkiki ışık saçan ulu bekliyordu...
Mahkeme üyeleri yerini almıştı... O ise
mahkeme önünde kendisini temize
çıkartması gerekiyordu... Aksi takdirde
karanlık alt dünyaya geri dönecekti...
Thot’un önünde olumsuz itiraf denilen
ilk aşama kendisini bekliyordu. Yaptığı
hataları Thot’a itiraf etmek mahkemenin
ilk aşamasını oluşturuyordu. Gizli
kitapların sahibi ve tanrıların yazıcısı
Thot bir yanda, Kurt başlı Anubis ise
diğer yandaydı. Tam ortalarında ise bir
terazi bulunmaktaydı. Ve kırkiki
mahkeme üyesi ise hemen arkalarında
kendilerini izliyordu.
Ölü, dünyadaki yaşamıyla ilgili uzun
bir konuşmaya başladığında, tüm
ayrıntılar
dikkatle
dinlenirdi.
“...Tanrısal ruhlar sizlere ebediyen
şükürler olsun...” sözleriyle konuşmasını
bitiren ölünün şimdi de kalbinin
tartılması gerekiyordu. Bu tartı, ölünün
sözlerini ya doğrulayacak ya da
yalanlayacaktı. Terazinin bir kefesine
ölünün kalbi, diğer kefesine ise gerçeğin
sembolü olan bir tüy konurdu. Thot
ölünün kalbiyle tüyün bulunduğu
terazinin kefelerine bakar ve sonucu
açıklardı. Eğer bu tartılmadan başarıyla
geçerse, ölü artık serbesttir. Ebediyen
istediği her yere gidebilecektir. İster
yaşayanların
toprağına,
ister
Samanyolu’nun derinliklerine; nereye
isterse artık yollar önünde açılmıştır.
Seçim kendisine aittir... O mahkemenin
önünden başarıyla temize çıkmış özgür
bir ruhtur artık...
“Ölüler Kitabı”nın buraya kadar
yaptığımız
çok
kısa
özetini
açıklamalarıyla
birlikte
aktardım.
“Ölüler Kitabı”nın son Bab’ını özet
olarak değil, bire bir aktararak konuyu
noktalamak istiyorum:
“Bu kitap, tanrısallaşmış ruhun, Ra’nın
bağrındaki mükemmelleşmesini konu
alır. Ve onu Osiris’in nezdinde yüceltir.
Amenti’nin efendisi nezdinde güçlü
kılar. Ve tanrıların hiyerarşisinde
saygıya layık kılar. Bu kitap, Douat’ın
esrarlı yerlerinin sırlarını açıklar. Alt
dünyanın sırlarına inisiye olmakla, bir
rehber vazifesi görür. Bu kitabı okurken
sana ve Rahip Kher-heb’e yakın
olanlardan başka, hiç bir insan
varlığının seni görmesine müsade etme.
İçine yıldızlı dokumalar gerilmiş bir
odaya kapan. O zaman bu metinlerin,
kendi için okunacağı her ölünün ruhu,
yaşayanlar arasında, parlak gün ışığı
içinde dolaşabilecek. Tanrılar arasında
güçlü olacak. Ve tanrılar onu
yokladıktan sonra, ölüyü eşitleri olarak
tanıyacaklar. Gerçekte bu kitap çok gizli
ve çok derin bir sırdır...”
X. BÖLÜM
İSLAM EZOTERİZMİ
“Kah çıkarım gökyüzüne seyrederim
alemi
Kah inerim yer yüzüne seyreder alem
beni...”
ANADOLU İSLAMI
Tükler’in eski dinsel inançlarını en
belirgin bir şekilde gördüğümüz
kaynakların
başında
Eski
Türk
Mitolojisi gelir. Kitabımızın Ergenekon
bölümünde buna kısaca değinmeye
çalışmıştık.
Türkler Orta Asya’da yaşarken kendi
geleneksel
inançlarının
yanısıra
şamanizm’le de çok sıkı bir temas
halindeydiler. şamanizm Eski Türkler’de
son derece önemli bir yere sahipti. Uzun
bir süre sosyal ve dinsel yaşamlarını
organize eden bu inanç sistemi,
Türkler’de daha sonraki asırlarda da
önemli bir yer tutmuştur. Hatta
denilebilir
ki,
İslamiyet’i
kabul
etmelerine rağmen, eski gelenkelerini
uzun bir süre muhafaza etmişler ve
onları asla terk etmemişlerdir.
Bu durum günümüzde de hala devam
eden, önemli etnolojik bir araştırma
konusudur. Anadolu’da, günümüzde
yaşamakta olan halk masallarının,
gelenek, görenek ve uygulanmakta olan
çeşitli ritüellerin kökeninde hala bu izler
rahatlıkla görülmektedir. Ne var ki
bütün bunlar, İslami bir çerçeve içinde
adeta eritilmiş ve aradan geçen yıllar,
bunların sanki İslami ritüellerin bir
parçasıymış gibi değerlendirilmesini
sağlamıştır.
Oysaki
Anadolu’da
uygulanmakta olan çeşitli ritüellerin,
gelenek ve göreneklerin hatta çocuklara
anlatılan masalların birçoğunun temeli
şamanik ögelere dayanır.
Dilek dilemek için ağaçlara bez
bağlamak, yaşaması şüpheli olan yeni
doğmuş çocuklara kırk ayrı evden
toplanan bezlerden elbise dikmek,
yatırlara mum dikmek, makasa tükürerek
bir başkasının elinden almak, kara
kedinin uğursuz sayılması vs... Örnekler
çoğaltılabilir...
Binlerce yıldır, çeşitli toplumlara
vatan olan Anadolu’da farklı kültürler
buluşmuş ve bu potada eriyerek bir
bütünlük oluşturmuşlarıdır. Anadolu
farklı kültürlerin buluştuğu büyük bir
ortak alan olmuş ve kendisine has bir
görüntünün ortaya çıkmasına sebebiyet
vermiştir.
Anadolu kültürünün ortaya çıkmasında
Hitit, Lidya Urartu gibi ulusların rolü
büyüktür. Ancak hepsi bunlarla da
sınırlı değildir.
Hunlar,
Göktürkler,
Uygurlar,
Selçuklular, Osmanlılar ve nihayet
Türkiye Cumhuriyeti... Ve bunlara çevre
ulusların etkileri... Örneğin: Mısır,
Yunan, İran ve Arap toplumları...
Tabii bunlara Avrupa’daki gelişmeleri
de dahil etmek gerekir. Örneğin,
Rönesans ve Reform hareketleri
Anadolu üzerinde önemli etkilerde
bulunmuştur. Bu panoramaya bakacak
olursak, dünya üzerindeki hemen hemen
hiç bir yerde oluşması mümkün olmayan
büyük bir ortak alanın meydana geldiğini
görürüz. Bu aynı zamanda Doğu ile Batı
arasındaki köprünün de bir diğer
adıdır...
Bu yerin adı Anadolu’dur...
Yapılan etnolojik ve folklorik
araştırmalar, Dünya üzerinde Anadolu
gibi bir başka yer daha bulunmadığını
göstermiştir. İşte bu yüzden Anadolu
binlerce yıldır Doğu ile Batı arasında
bir köprü olma özelliğiyle, dikkatleri
üzerine çekmiş olan bir mekandır...
Anadolu tek bir kültürün değil, birçok
kültürün bir araya gelerek, kaos değil
bir ahenk ve bütünlük sergileyebildiği
büyük bir mozayiktir...
Bu büyük mozayikde, bütün bu
kültürler kendisini hissettirir. Orada
şaminik ögeler de vardır, İslami ögeler
de. Elözis sırlarının izleri de vardır,
Mısır’ın gizemi de... Kısacası orada
büyük bir sentez vardır. Ama aradan
geçen yıllarla unutulan bir sentez... Ama
yine de vardır... Ve varolmaya devam
edecektir...
Hatta denebilir ki, İslam Felsefesi ve
Ezoterizmi’nin en güzel örnekleri de
yine burada görülmüştür. Bunların
başında Sufi Çalışmaları gelir. İslam
Ezoterzmi’nin de temelini oluşturur.
Şimdi işte bunu ele almak istiyorum...
Görün bakalım. Bir zamanlar neymiş?
şimdi ne olmuş...
HARRANLI SAABİLER
İslamiyet’in
yayılma
yıllarında
Mezopotamya’da
olduğu
gibi
Anadolu’da
da
Ezoterik
Batıni
Öğreti’den kaynaklanan Saabilik inancı
hüküm sürmekteydi. Anadolu’nun Bizans
yönetimindeki topraklarında Hristiyanlık
ön plandaysa da, özellikle Doğu
Anadolu’da, Fırat çevrelerinde Saabiler
çoğunluktaydı.
Neydi Saabilik?
Bilinen kısmıyla, çok eskilere, kadim
Uygur İmparatorluğu’na kadar dayanan
Babil
Okulu
Öğretisi’nin
halka
malolmuş şekliydi. Bilinmeyen kısmı
ise, Mu kültürünün izlerine kadar uzanan
engin Ezoterik geçmişe dayanmaktaydı.
Eski
gizli
bilgileri
yaşatmayı
becerebilen bir gruptu Saabiler. Ve
özellikle de Harran’da etkili bir
konumları vardı. Fisagorcu filozoflarla
da tanışmış olan Saabiler, öğretilerini bu
etkiyle daha da güçlendirmişlerdi.
Mısır’ın
Osiris
sırlarından
kaynaklanan Fisegoryen Öğreti, Saabiler
arasında zaten var olan Batıni
inançlarının daha da kuvvetlenmesine
yol açmıştı.
Mu kültüründe olduğu gibi Saabiler’de
de Güneş çok önemli bir sembol olarak
kullanılıyordu. Bu nedenle tarih
sayfalarında Saabiler’in inanç sistemleri
anlatılırken
“Güneş
Kültü”nün
inançlarında çok önemli bir fonksiyon
gördüğünden sözedilir. Sırlarla dolu ve
dışarıdan bakıldığında hiç bir şey
anlaşılmayan çok ilginç ayinler yapan
Saabiler; Hermes, Orfe, Eflatun gibi
inisiyeleri de yakından tanıyorlardı...
Bu gizemli topluluktan ve onların
inanç sistemlerinden Kur’an-ı Kerim’de
bahseder... Kur’an-ı Kerim, tek tanrılı
dinler
arasında,
Saabiliği
de
saymaktadır.
İşin bir başka üzerinde durulması
gereken ilginç yanı da, İslamiyet’ten çok
daha önceleri kendilerinin uyguladıkları
ritüel ve kuralların büyük bir
bölümünün, Kur’an-ı Kerim’de de yer
almasıydı. Namaz kılma, oruç tutma,
kurban kesme, kutsal yerleri ziyaret ve
hac gibi ibadet ve ritüeller, Saabiler’in
inançlarında yer almaktaydı. Kur’an-ı
Kerim’de beş kez kılınması emredilen
namaz,
Saabiler’de
yedi
kez
kılınmaktaydı. Gök yüzünde Ay’ın
görünmesiyle oruca başlanması ve
izleyen ayın başında bitmesi geleneği
Saabiler’de aynen uygulanmaktaydı.
Müslümanlar, Harran’da Saabiler’le
karşılaşınca
aradaki
benzerlikler
karşısında bir hayli şaşırmışlardı. Ancak
çok eski Ezoterik bir sembol olan
“Güneş” sembolünün inançlarında etkin
bir yer aldığını görünce, onların “Güneş
Kültü”ne sahip birer putperest oldukları
zannına düşmekten de kendilerini
alamamışlardı. Müslümanlar diğer
güneş kültü inanırlarının hepsini
putperest diye nitelendirerek, İslamiyeti
kabule zorlarken, Saabiler’e; Hristiyan
ve Yahudiler’e tanıdıkları, kendi inanç
sistemleri
içinde
kalma
hakkını
sağlamışlardı.
İslamiyet’in Anadolu’ya girişinde
Saabiler’in inançları büyük bir rol
oynamıştır.
Bir
yandan
Mısır
İskenderiye Okulu kökenli Sufiler’in
görüşleri, diğer yandan Batıni Ezoterik
kökenli
Saabiler’in
inançları,
Anadolu’da İslamiyet’in çok kolay bir
yer bulmasına sebebiyet vermiştir.
Saabilik’te de diğer Batıni ekollerde
olduğu gibi sır saklamak esastı.
Saabiler, kendilerinden olmayanlara
sırlarını
kesinlikle
açıklamazlardı.
İbadetleri güneş, ay ve bazı gezegenlere
göre düzenlenmişti. Her gün; güneş, ay,
Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn
için yedi kez namaz kılarlardı. Ayrıca
haftanın her günü bunlardan bir tanesi
için özel ritüellere ayrılmıştı: Pazar
günleri Güneş, Pazartesi Ay, Salı Mars,
Çarşamba Merkür, Perşembe Jüpiter,
Cuma Venüs ve Cumartesi Satürn
ayinlerine ayrılmıştı.
Saabiler sır ayinlerini gezegenlere
ithaf edilmiş mabetlerin altındaki
salonlarda yaparlardı.
Bu ayinlerin ne tür sırlar sakladığı
günümüzde bilinmiyor. Ancak bilinen
bir başka gerçek de, Latince kaynaklı
gün isimlerinin bu ayinlere ayrılan
gezegen adlarıyla olan benzerliğidir:
Pazar: Sunday (Güneş günü)
Pazartesi: Monday (Ay günü)
Cuma: Wednezday (Venüs günü)
Cumartesi: Saturday (Satürn günü)
vs...
İSLAMİYET’İN
EZOTERİZM İLE
KARŞILAŞMASI
Ezoterizm’in dili de dini de birdir
demiştik. O her kültürde aynı prensipler
ışığında çalışan ve kökeni Mu
Kültürü’ne dayanan bir bilgi sitemidir.
Bu bilgi sistemi İslami çalışmalarda da
kullanılmıştır.
İslamiyet’in Ezoterik Öğreti ile ilk
tanışması Mısır’ın Müslümanlarca fethi
sırasında gerçekleşmiştir. İslamiyet’in
Arap Yarımadısı’nın dışına taşarak tüm
Ortadoğu’ya yayılmaya başladığı sırada,
Mısır’da halkın bir bölümü İncil’in bir
bölümü Tevrat’ın etkisi altındaydı. Ama
yine de büyük bir çoğunluk, eski Osiris
Öğretisi’nin tarafında bulunmaktaydı.
Eski
anılarını
tamamen
terk
etmemişlerdi. Onlara hala bağlıydılar...
Gerçi Osiris Mabedi yıkılmış ve
Sırlar Öğretisi’nin rahipleri büyük bir
çoğunlukla Kudüs’e gitmişlerdi ama
Ezoterik Öğreti zor şartlarda da olsa,
varlığını kuşaktan kuşağa aktararak
koruyabiliyordu. O devirlerde “Sırlar
Öğretisi”,
İskenderiye’deki
Yeni
Eflatuncu
“İskenderiye
Okulu”nda
merkezleşmiş ve çalışmalarını büyük bir
gizlilik içinde sürdürüyordu. Bir
zamanlar Atlantis ve Mu’dan gelen
bilgelerin üzerinden bir hayli zaman
geçmiş ve değişen dünya şartlarında
çalışmaları iyice güç koşullar altında
geçmeye başlamıştı. Envolüsyon ve
Evolüsyon yasasını (İniş ve Çıkış) gayet
iyi bilen rahipler, artık inişin gittikçe
sonlarına
doğru
yaklaşıldığının
farkındaydılar. Bu kaçınılmaz bir sondu
ve zaten bu da kendilerine öğretilen
sırlardan biriydi. İnsanlık gittikçe
bilgelikten uzaklaşacaktı. Bunun bilinci
içinde, İskenderiye’de geçmişin anıları
yaşatılıyordu.
Kaçınılmaz son Arapların Mısır’ı
işgal etmesiyle geliyorum dedi... Uzun
bir süredir çevre kıtalardan gelen
kişileri inisiye etmekle uğraşan Mısır,
askeri
güçten
oldukça
yoksun
bulunmaktaydı. Büyük bir askeri güçle
üzerine gelen İslam Orduları karşısında
fazla direnemedi. Teslim oldu...
Halka iki seçenek tanındı: Ya
Müslüman olacaklar, ya da kılıçtan
geçeceklerdi... Müslümanların gözünde
tanrı yoluna döndürülmeleri gereken
putperest
kafirlerdi...
Sonunda
Müslümanlar’ın isteği oldu. Çareleri
yoktu. Müslüman oldular...
Halife Ömer döneminde işgal edilen
Mısır’da Müslümanlar’ın ilk işi,
“İskenderiye Okulu”nu dağıtmak oldu.
Bu olay daha sonraları Tarih kitaplarına,
Büyük İskenderiye Kitaplığı’nın yakılışı
olarak
geçecekti...
Böylelikle
İskenderiye Kitaplığı’nda saklanan çok
sayıda Ezoterik Kitaplar yakılarak yok
edildi.
Dünyanın aşağıya iniş sürecinde hız
alınmasında büyük bir yarar sağlayan bu
yıkım sayesinde, birçok yazılı bilgiler
günümüze kadar gelemedi. Ancak yine
de bazı gizli kitaplar bu yıkımdan
kaçırabildi. İşte günümüze kadar
gelebilenler
de
rahiplerin
saklayabildikleri bu belgeler oldu. Daha
sonraları bu kitaplar elden ele ulaşarak
varlıklarını sürdürebildiler.
Ama yıkım müthişti. Büyük bir tarih
yok edildi. Rahiplerin yapabilecekleri
bir şey yoktu. Zaten ülkeyi yöneten
Firavunlar da iyice bilgi bakımından
yozlaşmışlar ve eski bilgilerden iyice
uzaklaşmışlardı.
Aşağıya iniş hızla devam ediyordu...
Bu
şartlar
altında,
rahiplerin
yapılabilecekleri
tek şey vardı.
Müslümanlara İslamiyet’i Ezoterik
bakımdan anlatabilirlerdi. Ve bunu
yaptılar.
Bu
çalışmaları,
İslam
Tasavvufu’nun
ve
Batıni
İslam
Ezoterizmi’nin ortaya çıkışında büyük
bir fonksiyon gördü. Zaten eğitimleri bu
yöndeydi. Onlar için tüm dinler bir ve
aynı şeydi. Ezoterik Öğreti’nin disiplini
içinde asıl gerçekleri İslamiyet içinden
de çekip alabilecek yetenekteki Osiris
rahipleri bunu kolaylıkla yaptılar.
Kökeni Ruhsal Tebligata dayanan Vahiy
mekanizmasıyla Muhammet peygamber
tarafından indirilen Kur’an-ı Kerim’deki
sembolik bilgilerin derin anlamları,
Osiris rahiplerinin bilgileri ışığında ele
alınmaya başlandı.
Sünni Müslümanlar buna şiddetle
karşı çıktılar. Ama yapabilecekleri fazla
bir şey yoktu. Çünkü “İskenderiye
Okulu”nun rahipleri, o zamanlar oldukça
etkin bir konumda olan Peygamber’in
damadı Ali’nin yanında yer alarak,
kendilerine gelecek baskılardan uzak
kalmayı
başardılar.
Müslüman
görünümleri
altında,
Alevilik
mezhebinin içinde kendi Ezoterik
Öğretilerini yaşatabildiler. Yaradana
tapınma olgusu, yerini, Tanrı - Evren İnsan üçlemesinden oluşan Varlığın
Birliği
ilkesine
bıraktı.
Sünni
Müslümanlar bunu bir sapkınlık olarak
niteledi. Fakat batıni çalışmalar bir kez
başlamıştı... Ve hızla yayılıyordu...
Bu inanış biçimi, özellikle Araplar’ın
zorla Müslüman yaptıkları toplumlar
arasında büyük bir taraftar buldu. Bu
sistemle Zerdüşt İranlılar ve şamanist
Türkler İslama çok daha kolay ayak
uydurabildiler. Çünkü bu sistemde,
kendi geleneksel inançlarından da bir
şeyler bulabiliyorlardı...
İslamiyeti
kabul
eder
görünen
“İskenderiye Okulu” mensupları derhal
Fisagor ve Eflatun’un eserlerini
yaymaya başladılar.
Büyük
Ezoterik
birikim
artık
filozofların felsefi sistemlerinde hayat
buluyordu... Ezoterik birikim sembollere
büründürülerek filozofların felsefi
yazıtlarında
yaşamaya
başlamıştı.
İskenderiye Okulu ve bilinen adıyla
“Yeni Eflatuncu Filozofların” etkisi
kuşaktan
kuşağa
sürdü.
Onların
görüşlerinden etkilenen birçok kişi ve
gruplar oldu. Bazı filozoflar bu akıma
Tasavvuf ve kendilerine de Sufi adını
verdiler. Yunanca “Sofos” kelimesi:
“Akıl - hikmet ve bilgelik” anlamına
gelir. Aynı kökten gelen Sufi kelimesi de
İskenderiye Okulu yandaşlarınca, bu
anlamları nedeniyle seçilmiştir. Bu
arada hemen hatırlatmakta fayda
görüyorum ki, “filozof” sözcüğü de
“sevgi ve güzellik anlamına gelen
“Pilos” ile “akıl - hikmet, bilgelik
anlamına gelen “Sofos” sözcüklerinin
birleşmesinden ortaya çıkmıştır.
Ayrıca Yunanistan’da, çok akıllı ve
bilgili olduklarını göstermek amacıyla
kendilerine “Sofistler” adına veren bir
grubun, çok tutucu ve hatta bağnaz kişiler
olması, bir başka kelimenin “sofuluğun”
doğmasına sebebiyet vermiştir.
SUFİ ÇALIŞMALARI
BAŞLIYOR
Böylelikle temelinde Ezoterik Öğreti
ve gizli bilgiler bulunan Sufizm, İslami
görünümü altında gittikçe güçlenen bir
ekol
oldu.
Basra’da,
Bağdat’ta,
Kudüs’te, Anadolu’da gizli dernekler
haline getirikleri tarikatlarda büyük
merkezler kurdular.
İslami motiflerden hareket eden ama
tüm dinlerin birliği ve Ezoterik
Öğreti’de bütünleşen Sufizm, dünyanın
pekçok yerinde taraftar buldu. Kısa
sürede büyük bir güç haline geldiler.
Dünya’nın çeşitli yerlerinde merkezler
oluşturan Sufi teşkilatı hiyerarşik bir
kuruluş
olarak
uzun
bir
süre
çalışmalarını
sürdürdü...
Sufi
teşkilatının teorik kuruluş şeması
şöyledir:
1. Ezoterik Aziz.
2. Bütün Sufiler’in başı olan kutup.
3. Lider olan I. İmam, Kutup
yardımcısı olan II. İmam.
4. Dört kutsal gücü sembolize eden
dört büyük kuvvet.
4. Kuvvet yardımcıları 7 abdal.
6. Abdal yardımcıları 5 amd.
7. Bölge sorumlusu 70 kişi.
8. Uluslardan küçük topraklara bakan
300 şef
9. Azizler
10. Grup başkanları.
11. Talebeler
12. Kutsal yola girmemiş yeni cemiyet
üyeleri.
Bu hiyerarşik teşkilata girebilmek
isteyen aday önce kendi bölgesindeki
Sufi merkezine giderek bu gruba girmek
istediğini bildirirdi. Bir süre yeni
gelenlerle en dış halkada sohpetlere
katılır ve kendisiyle ilgilenileceği günü
beklerdi. Grup başkanı kendilerine
katılmak isteyenlerle belli bir süre sonra
tek tek görüşürdü. Çeşitli sualler sorulur
ve gruba katılmak isteyen adayın buna
hazır olup olmadığı sınanırdı. Hazır
olmadığına karar verilenler “Gizli
Öğreti”nin içine alınmazdı.
Kabul edilenler özel bir toplantıya
davet edilirler ve bu toplantıda büyük
bir yemin ayini yapılırdı. Bu merasimde
“Sırlar Öğretisi”ne aday kişi, Piri’ne
(şefi’ne) kayıtsız şartsız iteat edeceğine
yemin ettirilerek gruba dahil edilirdi.
Adayı bundan sonra zorlu günler
beklemekteydi. Çeşitli sınavlardan
geçirilerek,
“Sırlar
Öğretisi”nin
yollarında
yürüyebilip
yürüyemeyeceğine bakılır ve karar
verilirdi. Bu sınavlardan başarıyla
geçemeyenlerin, bu yolda daha fazla
ilerleyebilmesinin
mümkün
olamayacağına karar verilerek derhal
dış halkaya atılırdı.
Bu katı prensipler, belki şu satırları
okuyan okurlarımız için çok katı
gelebilir ama unutulmamalıdır ki,
karşılaşılacak sırlar öyle kolaylıkla
hazmedilebilecek şeyler değildi. Ve
herkese
açıklanabilmesi
mümkün
değildi. Bu sırların küçük bir kısmı bile,
şu anda açıklansa, toplumumuzun büyük
bir çoğunluğu üzerinde büyük şoklar
meydana getirecek nitelikte olan
bilgilerden oluşmaktaydı. Bu bilgilerin
kökeni on binlerce yıl öncesine dayanan
sırlara dayanıyordu. Ancak hazır
olanlara açıklanabilirdi. Nitekim öyle
yapılmasına da aşırı bir özen
gösteriliyordu.
Zamanından
önce
açıklanan hiç bir sırrın yarar
getirmeyeceği gayet iyi bilindiği için,
titiz bir eleme uygulanmaktaydı. Bu
sırların büyük bir bölümü günümüz
insanlığından hala gizli tutulmaktadır.
“Gizli Sırlar Öğretisi”nin yolunda
ilerlemesine izin verilen salikler, artık
mürit olarak anılmaya başlanırdı.
Müritleri bundan sonra hiç bir yerde
bulamayacakları sırlar beklemekteydi.
Bu sırlar yaşamın ve varoluşun
sırlarıydı...
İlk önce İslam dininin dış anlamından
girilir sonra yavaş yavaş Batıni yeni
gizli içsel bilgilere doğru inilmeye
başlanırdı. Öğrencide, “bu dünyada
olma ama dünyanın bir parçası olmama”
prensibi geliştirilirdi...
Bu süre içinde öğrenciyle öğretmen
arasında çok sıkı spiritüel bir bağ
kurulur ve öğretmen öğrencisine
şuurlandırıcı,
anlayışını
arttırıcı
manyetik tesirlerini yüklerdi.
Yavaş yavaş gizli bilgiler aktarılmaya
başlanırken, bir taraftan da “Gizli
Öğrenim”in çeşitli pratik uygulamaları
yaptırılırdı. Bu pratik uygulamalardan en
önemlilerinden biri, zihnin kontrolünü
sağlamaya yönelik çalışmalardı.
Zihnin kontrolü için yapılan
çalışmalar:
1- Özel nefes alma egzersizleri.
2- Yabancılar arasına girildiğinde
zihnin dağılmasına müsade etmemek ve
olası negatif tesirlerden uzak durabilmek
için pratik uygulamalar.
3- Zihnin konsantrasyonunu dağıtan
etkenleri fark etmek ve bu etkenleri yok
etmek.
4- Konsantrasyonun geliştirilmesi için
çalışmalar yapmak.
5Yine
konsantrasyonun
yoğunlaştırılması için her gün belirli bir
süre gruplar halinde zikir çalışmalarında
bulunmak.
Zikir çalışmalarında geçilen safhalar:
1- Sesli veya sessiz zikir.
2- Nefes alma tekniklerinin devreye
girmesi.
3- Vecd halinin yaşanması.
4- Aydınlanma, bilgi ve spiritüel
güçlerin elde edilmesi.
Konsantrasyon
ve
nefes
alma
egzersizleri çalışmanın önemli bir
bölümünü oluştururdu. Çünkü bunlar
sağlanmadan bu yolda ilerlenmesinin
imkanı yoktu. Bundan sonraki başarılar,
bu yolda yapılan doğru çalışmalara
bağlıydı. Bunların mutlak surette
başarılması şarttı. Bu nedenle “Gizli
Öğreti”de zikir çalışmalarına büyük
önem verilmiştir.
Zikir arzu edilen bir kuvvet veya
evrenin büyüklüğü üzerine konsantre
olunarak
yapılan
meditasyondur.
Doğu’da
uygulanan
meditasyon
kurallarıyla, Sufiler’in uyguladıkları
Zikir
çalışmalarının temeli
aynı
prensiplere bağlıdır. Sadece kullanılan
mantralar
yani
kelime
kalıpları
değişiktir. Bu prensipler tüm toplumların
“Gizli Öğretileri”nde bir ve aynıdır.
Çünkü bağlı bulundukları bilgi sistemi
aynı kökene bağlıdır. İlk geleneksel
Ezoterik Doktrin’e yani Mu kültürüne...
Zikir çalışmaları belirli nefes alma
teknikleriyle birlikte uygulanır ve
sonunda zihnin ve şuurun değişimine
sebebiyet veren vecd (trans) haline
geçilirdi. Bu aydınlanmaya giden bir
yoldu. Spiritüel güçlerin ve kozmik
bilgilerin insan bünyesinde zemin
bulmasına yol açan bir çalışmaydı. Çok
dikkatli uygulanması gerekiyordu... Bu
nedenle mutlaka öğretmenin gözetiminde
yapılırdı.
Öğretmenin
gözetiminde
yapılamsı gerekirdi çünkü zikirde
kullanılan kelimeye, öğretmen özel
olarak bazı manyetik enerjiler yüklerdi.
Böylelikle tekrarlanan kelime kalıbı,
öğrenciye yoğun bir enerjinin geçmesine
sebebiyet verirdi. Bu sözcük üzerine
yüklenen enerji zaman zaman yeniden
doldurulması gerekirdi. Zira öğrenci bu
enerjiyi, belli bir süre sonra kendi
üzerine çektiği için tüketirdi. Tükenen
enerjinin öğretmen vasıtasıyla yeniden
doldurulması gerekirdi. Aksi takdirde
öğrencinin negatif enerjileri üzerine
çekme tehlikesi baş gösterirdi.
Günümüzdeki
meditasyon
uygulamalarında bu kurala uyulmadığı
için, birçok kişi, psikolojik ve fizyolojik
kökenli önemli rahatsızlıklarla karşı
karşıya kalabilmektedir. Bu yüzden
günümüzde
uygulanan
meditasyon
çalışmaları
yarardan
çok
zarar
getirmektedir. Özellikle “Transandantal
Meditasyon” tekniğinin uygulanmasıyla
arzu edilmeyen sonuçlarla karşılaşan
çok sayıda kişi bulunmaktadır. Bu
konuda okuyucularımı uyarmayı bir borç
biliyorum...
“Gizli Öğreti”de belli bir yol
alındıktan
sonra,
öğretmenlerinin
gözetiminde öğrencilerin bazı mucizeler
gerçekleştirebildikleri
bilinmektedir.
Bunlar “keramet” adıyla anılır. Normal
yollarla açıklanması mümkün olmayan
bu mucizevi olayların altında yatan
parapsişik
prensiplerin
meydana
gelmesinin en önemli sebebi, öğrenciye
öğretilen ve uygulamaları yaptırılan özel
düşünce konsantrasyonu çalışmalarıdır.
İslam dünyasında büyük etkiler yapmış
olan Sufiler, Sünni Müslümanlarca hiç
bir zaman anlaşılamamıştır. Sürekli
eleştirilmişlerdir.
Hatta
bazıları
anlaşılamamak ve horlanmakla da
kalmamış
bunu
yaşamlarıyla
ödemişlerdir... Bunların başında Hallacı Mansur gelir...
HALLAC-I MANSUR
Ünlü Sufilerden olan Hallac-ı Mansur,
“Enel Hak” (Ben Tanrıyım) dediği ve bu
sözünden geri dönmediği için zamanın
otoriteleri tarafından önce kırbaçlandı,
sonra derisi yüzülüp taşlanarak M.S.
922’de Bağdat’ta öldürüldü.
Hallac-ı Mansur, diğer Sufiler gibi,
“İnsan - Tanrı - Evren” üçlemesini
içeren varlık birliğini savunuyordu.
Gençliğinde Kahire’de bulunan Mansur,
burada İskenderiye Okulu filozoflarıyla
tanıştı. Onların görüşlerini benimsedi.
Daha sonra tüm Türkistan’ı dolaştı.
Buradaki Sufi tarikatlarında görüşlerini
yaydı.
Hallac-ı Mansur’a göre gerçek olan
“Bir”di. Çokluk, bu “Bir”in farklı biçim
ve nitelikteki yansımalarından ibaretti.
Evren ve insan “Bir” in dışında değil
içindeydi ve onunla özdeşti. Bu
nedenden dolayı insan da tanrının bir
cüzzü yani bir parçasıydı. İnsan Tanrıydı
ama Tanrı insan değildi. Onunla sınırlı
değil çünkü O, tüm varoluşun
kendisiydi. Evren, ışık ve sevgi yumağı
olan tanrıdan yansımıştı. Tanrıdan ayrı
hiç bir parça olamazdı. Çünkü
Mansur’un görüşüne göre parça bütüne
aitti. Ve gerçeği kavrama gücünden
yoksun
olanlar,
tüm
varlıkların
Tanrı’dan ayrı birer birim olduğunu ileri
sürerler. Bunun bir yanılgı olduğunu
anlamak ancak sezgi ile mümkündür.
Her birey kendi içine dönerek bu sezgi
gücünü belirli bir eğitimle ortaya
çıkartabilir. Bu içe dönüşün sonucu
olarak, önce Tanrısal sevgi uyanır, sonra
da gönülde Tanrısal nur açık seçik
görülmeye
başlar.
Gerçek
sır,
Tanrısallığı insanın içinde görmesidir.
Bu görüşünü bir tek cümleyle de ifade
etmiştir: “Kendini bilen Tanrı’yı bilir.”
Enel Hak demesinin altında yatan
felsefe işte buna dayanıyordu. Zamanın
Sünni otoriteleri derhal bu görüşlerinden
vazgeçmesini ve hatalı olduğunu kabul
etmesini istediler. Söylediklerinden geri
dönerse kendisini affedeceklerdi. Ancak
o bunu yapmadı. Bile bile ölümü kabul
etti. Onun inancı uğruna ölümü seçmesi
Sufiler arasında derin izler bıraktı. O
Sufizm’de bir simge olarak yaşamaya
devam etti...
Onun bu görüşleri aslında kökeni çok
eskilere dayanan Ezoterik Sırlar’a
dayanmaktaydı. Belki de onun en büyük
hatası, bazı sırları o dönemlerde açıkça
söyemiş olmasıydı. Kendisinden sonra
gelenler, inisiyatik sırların asla hazır
olmayanlara açıklanmaması gerektiğini
bir kez daha ısrarla savundular. Ve
zamanından önce açıklanan sırların
nelere sebebiyet verdiğini anlatmak için
Hallac-ı Mansur’un yaşamını örnek
olarak gösterdiler.
FERİDETTİN ATTAR
Anadolu Sufileri üzerinde derin etkiler
bırakmış olması bakımından ayrı bir
öneme sahip olan, tanınmış Sufi
düşünürlerinden biri de M.S. 1119’da
Nişapur’da doğan Feridettin Attar’dır.
Anadoluda’ki tasavvuf çalışmalarının en
önde gelen isimlerinden Mevlana ve
Yunus Emre gibi tarihe mal olmuş
şahsiyetleri derinden etkileyen Feridettin
Attar, batıni sırları içeren bir de eser
bırakmıştır. “Mazhar’ül Acaib” adlı bu
kitabı nedeniyle dönemin yetkililerince
putperestlikle suçlanmış ve öldürülme
tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu
nedenle belirli bir süre ülkesini terk
etmiş ve yöneticilerin değişmesinden
sonra yeniden ülkesine geri dönerek
çalışmalarını sürdürmüştür.
“Varlık Birliği” anlamına gelen
“Vahdet-i Vücut” kavramının Sufiler
arasında yaygınlaşmasında etkili bir rol
oynamıştır:
“...Tanrı görünmeyen durumda iken,
kendisine olan sevgisi yüzünden görünür
olmak istedi. Böylece Tanrısal südur
başladı ve tüm varlık türleri oluştu.
Sevgi bu oluşun kaynağıdır, ilk
nedenidir...” diye yazmaktadır ünlü eseri
“Mazhar-ül Acaib”de.
Attar’a göre: Varolmak, yüce bir nur
olan Tanrı’dan fışkırmak, görüş alanına
çıkmaktır. Oluş, Tanrı’dan çıkış ve yine
ona dönüştür. Bu görüşü, Ezoterzm’in
iniş ve çıkış bilgisini çağrıştıran bir
özelliğe sahiptir. Tanrısal ışık, en
yüceden en aşağı katlara doğru basamak
basamak görünür hale gelmektedir. Bu
da varoluşun bizzat kendisidir. Bu
basamaklar, değişik varlık türlerini
oluşturur. Varoluş yoktan yaradılış
anlamına
gelmez.
Görünmeyenden
görünür bir hale geçmeyi belirtir. İnsan
Tanrı’dan ayrı bir varlık değildir. O’nun
görünümlerinden sadece bir tanesidir.
İnsan; potansiyalinde, özünde Tanrısal
özelliklere sahip olan ilahi bir varlıktır.
Ancak bu özelliğini dünyada yaşarken
unutmuş durumdadır.
İnsanın cüzzi iradesi, Tanrı’nın Külli
iradesinin bir parçasıdır. Bir bütünün
parçası ve farklı bir görünümüdür.
Tanrı’yı görmek mümkün değildir.
Çünkü Tanrı’yı görebilmek için, bütünün
tüm parçalarını aynı anda görmek
gerekir. Bu da mümkün değildir. Tanrı
çoklukta
birlik
arzeden
Tek’in
kendisidir. Her şey Tek’in farklı
görünümlerinden ibarettir.
Ruh ölümsüzdür. Tanrıdan gelmiş ve
ona geri dönecektir. Beden ise, ruhun
yeryüzünde kullandığı aracıdır. Ruh
gelişimini tamamlayabilmek ve gelmiş
olduğu asıl yere tekrar geri dönebilmek
için, ne kadar bedene ihtiyaç duyarsa, o
kadar beden eskitecektir.
Attar, bu görüşleriyle tekrardoğuş
meselesine de asırlarca önce ışık
tutmuştur.
MEVLANA CELALEDDİN
RUMİ
1207 yılında Horasan’da doğdu. Daha
sonra Anadolu’ya göç etti. Dönemin en
ünlü Sufisi olarak tarihe geçti. İlk
derslerini “Bilginler Sultanı” sıfatıyla
anılan babası Mehmet Bahaeddin
Velet’ten aldı. İkinci hocası, babasından
el almış olan Seyyid Burhaneddin
Tırmızi oldu. Batıni Öğreti ile iç içe
büyüyen Mevlana, şems Tebrizi ile
karşılaşmasından sonra kendi ekolünü
şekillendirmeye başladı.
Bu ekolün kalıpları, şeriat ve
şartlandırmanın
sınırlarının
çok
ötelerinde şekil buldu. Batıni ve
İnisiyatik bir kökende filizlendi, yeşerdi
ve uzun bur süre fonksiyon gördü.
1200’lü yıllarda yakılan bir meşaleydi.
Hem de öyle bir meşale ki, ışığı tüm
yozlaştırıcı ve bozucu etkilere rağmen
günümüze kadar kendisini hissettirebilen
bir meşale...
Işık yayan özelliği, kalıpların ve
şeriatin dar kalıplarının dışına taşan
Batıni kökenden kaynaklanmaktaydı. Bu
köken Mevlana’nın her sözünde
kendisini hissettirmiştir:
Gel... Gel... Yine gel; yine gel...
İster kâfir ol, ister putperest, ister
mecusi...
Bizim dergahımız, pişmanlık dergahı
değildir.
Bin kere tövbe etmiş olsan da,
Bin kere bozmuş olsan da tövbeni,
Umutsuzluk kapısı değil bu kapı...
Gel... Gel, yine gel... Yine gel...
Mevlana,
Feridettin
Attar’la
Nişapurda karşılaşıklarında yanlarında
babası da bulunmaktaydı. Feridettin
Attar, daha ilk bakışta Mevlana’nın
farklı bir genç olduğunu anlar ve babası
Mehmet Bahaddin Velet’in kulağına
eğilerek şöyle der:
“...Biliyor musun, senin oğlunda
dünyayı yakacak ateş var!...”
Daha sonraki yıllarda babasıyla çeşitli
merkezleri dolaşmaya devam ederler.
Muhyiddin El Arabi ile Bağdat’ta
tanışan Mevlana uzun sohpetlerde
bulunur. Mevlana’nın sıradışı bir
şahsiyet olduğunu Muhyiddin El Arabi
de kısa bir sürede anlar. Ayrılırlarken,
Muhyiddin El Arabi uzaktan kervana
bakar. Mevlana kervanın en ön
tarafındadır, babası ise en arkada...
Kervanın arkasından bağırır:
“Hey gidi dünya hey!... Küçük bir
nehir, koskoca bir denizi önüne katmış
gidiyor...”
Nişapur, Bağdat derken yolları
şam’dan geçer... İlk kez şems’le burada
tanışırlar. Ve bir daha da hiç
ayrılmazlar.
Konya’ya
yerleşen
Mevlana, şems’in öldürülüşüne kadar
onunla birlikte kalır.
şems’in ölümü Mevlana’yı çok etkiler.
şems ile öte alemde kavuşacaklarını çok
iyi bilir. “Ölüm var ayrılık yoktur” ama
hasreti çeken bilir. En büyük sırdaşı
artık yoktur. Konya’nın bağnaz dincileri
şemsi öldürmüşlerdi. Ama onu asıl üzen
öz oğullarından Muhammed Aleaddin’in
bu bağnazlarla iş birliği yapmasıydı.
şems’in ölümünden sonra Ahi şeyhi
Sadrettin ile karşılaştı. İki büyük
şahsiyet
ortaklaşa
çalışmalarda
bulundular. Bu arkadaşlıkları Ahi
teşkilatının Mevlana’yı izlemesine yol
açtı.
Mevlana’nın
öğrencilerine
“Sır
Katipleri” adı verilmekteydi. Bu
öğrenciler arasında her kesimden
Müslümanlar, Yahudiler, Hristiyanlar,
Türkler, Rumlar, İranlılar, Araplar,
Ermeniler, bulunmaktaydı. Din, dil,
millet ayrımı; evrensellik anlayışlarının
sınırları içinde yer alamamıştı.
Mevlana kendi tekkesi dışında en
huzur bulduğu ortam, Bilge Hatun
Manastırı’ydı. Ünlü Sufi bu manastırda
bazen haftalarca kalırdı.
Mevlana’nın tanınmasındaki en önemli
özelliği, Batıni Öğretiyi şiirlerle
anlatmasındaki ustalığı olmuştur.
Rumcayı çok iyi biliyordu. Bu nedenle
Eflatun’un tüm yapıtlarını orijinalinden
okudu.
Rum
Ortodoks
Kilisesi
rahipleriyle, Eflatun’un görüşleriyle
ilgili tarışmalara katıldı. Tasavvufu,
Batıniliği,
Yunan
Sırları’nı
ve
Ezoterizm’i
yakından
inceledi.
Çalışmalarıyla
Tasavvuf
sanatının
doruğuna ulaştı. şeriatın dışında,
İslamiyet’in Batıni yönüyle ilgilendi.
Bunu da şiirlerinde açıkça anlatmaktan
geri durmadı:
“Ey Hacca gidenler, nereye böyle?
Tez gelin çöllerden döne döne,
Aradığınız sevgili burada,
Duvar bitişik komşunuz.
Durun, gördünüzse suretsiz suretini
onun,
Hacı da sizsiniz, Kabe de Ev sahibi
de...”
Mevlana için Tanrı önsüz ve
sonsuzdur. Salt ışık, salt akıl, salt
ruhtur...
“Hep odur var olan da, yok olan da.
Odur kaynağı acının da kıvancın da.
Yok görecek göz sende, yoksa
görürdün.
Yalnız o var baştan aşağı senin
varlığında...”
Mevlana “Divan-ı Kebir” adlı eserinin
hemen başında da aynı anlama gelen
cümlelerle başlamıştır:
“Gizli şeyleri gören gözlere;
her an senden şekiller, suretler
görünmede...”
Bir başka eserinde ise:
“Ey tanrıyı arayan, aradığın sensin...”
sözleriyle tasavvufun felsefi yolları
arasında, sırları biraz da üstü örtülü bir
şekilde
söylemekten
kendisini
alamamıştır.
Mevlana’nın “Divan-ı Kebir”, “Fihi
Ma Fih”, “Meclis-i Seba”, “Mektubat”
ve “Mesnevi” olmak üzere beş büyük
eseri vardır.
Her ne kadar Mevlana: “Ben kim, şiir
kim” diyorsa da, onun her bir mısrası,
mumlu petekten süzülmüş bal gibidir.
İnsana, sevgiye, evrene, tanrıya, aşka ve
evrenselliğe kucak açmış bir batınidir
o... Hoşgörülü ve insancıllık her halde
ancak bu kadar yaşama aktarılabilirdi:
“İnsanlar biraz da kusur ve
yanlışlıklarıyla güzeldir. Başkalarına
zarar vermeyen zaaflara da hoşgörülü
olmak gerekir” diyen Mevlana, bunu
sadece sözleriyle değil, yaşamıyla da
ortaya koymuştur.
İnisiyatik kökenli Batıni bir ekole
sahip olan Mevlana’nın hiç bir din
ayrımı yapmadığı bilinmektedir. Bu
ölümünde de kendisini göstermiş ve
cenazesine Mevleviler ve Ahiler’in yanı
sıra, Müslümanlar, Hristiyanlar ve
Yahudiler de yoğun bir şekilde
katılmışlardır.
Mevlana’nın ölümünden sonra büyük
oğlu Sultan Velet babasının öğretisini
kurumlaştırdı. Ancak kullanılan dilin
Farsça, öğretinin de zor kavranır batıni
sırlara sahip olması nedeniyle belirli bir
çevrede sınırlı kaldı ve halka inemedi.
Bir elleri yukarda, diğer elleri aşağıda
dönen semazenlerin sırrı ise geniş halk
kitlelerince hiç bir zaman anlaşılamadı...
YUNUS EMRE
O dönemlerden, günümüze kalan
isimler arasında ilk akıllara gelenler
arasında Baba İlyas, Hacı Bektaşı Veli,
Ahi Evren, Yunus Emre sayılabilir.
Mevlana’nın ve isimlerini saydığımız bu
şahsiyetlerin aynı dönemin insanları
olması
tesadüf
değildir.
Tarih
sayfalarını
çevirdiğimizde,
o
dönemlerden sonra Türkler arasında bu
denli etkili düşünürlerin çıkmadığı
görülmektedir. Bunun sebeplerini biraz
sonraya bırakıp, bu şahsiyetleri tek tek
ele alamasak da, hiç değilse Yunus Emre
ve Hacı Bektaşı Veli ile ilgili birkaç
özelliğe değinerek yolumuza devam
edelim.
Gizli Sırları içeren Batıni Öğretiyi
halka indiren şahsiyetlerin başında
Yunus Emre gelir...
1245 yılında Ankara yakınlarındaki
Sarıköy’de doğdu. O dönemlerde
doğduğu köyde yaşayanların hemen
hemen hepsi Horasan’dan göç eden
Yesevi tarikatine mensup kişilerdi.
Yunus gençliğinde, tasavvuf ilmini
öğrenmek amacıyla dönemin en ünlü
Sufi büyüğü Hacı Bektaş’ın yanına gitti.
Ancak çok yaşlanmış olan Hacı Bektaş,
Yunus’u, Taptuk Emre’nin yanına
gönderdi. Burada 30 yıl gizli eğitimden
geçti.
Tüm dinlerin içeriğini öğrendi. Yunus
bunu, “Dört kitabın manasın, okudum
hasıl ettim” diyerek şiirlerinde ifade
etmiştir.
Mantık,
felsefe, Yunan
filozoflarının yapıtları, Arapça ve
Farsça gibi dersler görmüş ve zamanın
en iyi eğitiminden geçmiştir. “Ne elif
okudum, ne cim” demesi, O’nun Batıni
bilimin yanında zahiri olanlara değer
vermemesinden kaynaklanmıştır.
Burada aldığı eğitimi, Türkçeyi
kullanarak son derece basit bir dille ve
herkesin anlayacağı bir yalınlıkla
şiirlerinde dile getirmeye başladı. Tüm
sırları olmasa bile halkın anlayabileceği
ve okunduğunda bazı çağrışımlar
yapabilecek kısımlarını şiirsel bir
anlatımla insanlara sundu. Onun şiiri
“Gizli Batıni Öğreti”nin sadeleştirilmiş
dilidir. şiirlerinde halka felsefeyi
sevdermiştir. Tasavvuf felsefesinin en
ağır konularını bile şiirlerinde herkese
hitap edebilecek düzeyde anlatabilme
becerisini
gösterebilmiş
ender
Sufiler’den biridir.
Diğer Sufiler gibi Yunus da, gerçek
aşk ile insanın giderek Tanrıya
yaklaştığını ve sonuçta Tanrıyı kendi
içinde bulacağını savunmuştur. Bütün
varlıklar gibi insan da, Tanrısal aşkın
yansımasını içinde gizlemektedir. Bu
yansımayı görebilmek için eğitimden
geçmek şarttır. Bu eğitimin temeli de
“Batıni Gizli Öğreticilik”tir. Bunu
şiirlerinde şöyle anlatmaya başlar:
“Vardığımız illere,
Şol Sofa gönüllere,
Baba Taptuk manasın,
Saçtık Elhamdülillah.
Taptuk’un tapısında,
Kul olduk kapısında,
Yunus miskin çiğ idik,
Piştik Elhamdülillah.
Ruhun ölümsüzlüğünü şiirlerinde
anlatan Yunus, ruhun çıktığı kaynağa
dönme çabası içinde olduğunu dile
getirmiştir:
“Beden yokolup gitmekte, ancak ruh
ölümsüzlerin dünyasına gitmekte...”
Ölümsüzlerin dünyasından ruhun
tekrar dünyaya geldiğini ve çeşitli
bedenler kullanan ruhun bu çabalarının
sonunda arınmaya doğru ilerlediğini
halka şiirlerle anlatmıştır. O’nun
şiirlerinde derin bir felsefenin izlerini
takip etmek son derece kolaydır.
“İnsan - Evren - Tanrı” birliği, onun
dizeleri arasında kendisini hissettirir.
Çeşitliliğin sadece görüntüden ibaret
olduğunu, tanrısal südur sonucunda
ortayla çıkan evren ile insanın aynı
kozmik yasaylarla çevrili olduğunu
anlatırken, insanın Tanrısal benliğinin
altını çizer. Hem de hiç gizlemeden
açıkça bu sırrı ortaya koyar:
“Ay oldum aleme doğdum,
Bulut oldum göğe yağdım,
Yağmur olup yere yağdım,
Nur oldum güneşe geldim.”
O’nun şiirlerinde zıtlıklar birlik içinde
erir yokolup gider...
“... İkiliği terk et,
Birlik makamını tut.
Canlar canın bulursun,
Birlik içinde...”
Yunus Emre yetiştiği “Batıni Okul”un
kuralları içinde yaşamış ve burada
öğrendiklerini yaşamında fikirleriyle
ortaya koyarken “Gizli Öğreti”nin bazı
sırlarına da insanları hazırlamıştır.
Örneğin İnisiyatik özellikteki bu okulda
yetişen öğrenciler arasında üç temel
kategori
bulunduğunu
anlatırken,
geleneksel inisiyasyonun üç temel
safhadan oluştuğunu da böylelikle
insanlara açıklamış oluyordu.
Yunus’un anlattıklarından yetiştiği
okuldaki öğrencilerin üç farklı safhadan
geçtiklerini anlıyoruz:
1- İlm-el Yakin: İnisiyasyonun birinci
aşamasıdır.
Diğer
ulusların
inisiyasyonunda ifade edilen “Küçük
Sırlar” aşamasına denktir. Akıl ve ilim
yoluyla elde edilir. İlk temel bilgilerin
verildiği aşamadır.
2- Ayn-el Yakin : “Büyük Sırlar”
aşamasına denktir. Her ne kadar bazı
sırlarla karşılaşıldıysa da yine de,
Gerçegin ışığını henüz kalbinde
hissedemeyenlerin
oluşturduğu
aşamadır. Yoğun kendi üzerinde
çalışmaların yapıldığı safhadır.
3- Hakk-el Yakin: Ruhsal sezgi
gücüyle elde edilen, “İlahi Sırlar”
aşamasının
karşılığıdır.
İslam
Ezoterizm’inde bu safhaya ulaşanlara
verilen isim “İnsan-ı Kamil”dir. Bu
safhada belirli bir dinin mensubu olmak
gibi bir düşünce sistemi terk edilerek,
tüm dinlerin birliği kavranılır. Bu safha,
dinin “Zahiri” görüntüsünün terk
edilerek, dinin “Batıni” yönüne geçilişin
eşiğidir. Bu eşikte dinin kapalı bilgileri
açıldığı için, din o eski anlamını yitirir.
Dinin gerçek anlamı ortaya çıkar. Bu
safhada inisiye tüm dinlerdendir, ama
hiç bir dinden değildir.
O, Birliğin dünyasında, “Yerin ve
Göğün Oğulları” adı verilen bir grubun
üyesidir artık...
Yunus bu durumu, yine o kendisine has
üslubuyla anlatmıştır:
“Din ü millet sorar isen,
Aşıklara din ne hacet.
Aşık kişi harap olur,
Işık bilmez din, diyanet”
***
“Oruç, namaz, gusulü hac hicaptır
aşıklara,
Aşık ondan münehhez halis heves
içinde.
Ey aşıklar, ey aşıklar Işık mezhebi
dindir bana.”
Yunus Emre, dinin zahiri kısmıyla
uğraşmanın insana hiç bir yarar
sağlamayacağını şöyle anlatır:
“İlim, ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmez isen,
Ya nice okumaktır.”
Buna karşılık dinin batıni yönüne
dikkatleri çekerken, dinlerin batıni
çalışmalarla gerçek değeriyle ele
alınabileceğini de şiirlerinde konu
edinmiştir:
“Dört kitabın manasın,
Okudum hasıl ettim.
Işığa gelince gördüm,
Bir uzun hece imiş”
HACI BEKTAŞI VELİ
Tasavvufi çalışmaların en önemli
uygulamalarını
gerçekleştiren
Batıniler’den biri de, 1210 yılında
Horasan’da doğan Hacı Bektaşı
Veli’dir.
Önce Yesevi tarikatına katıldı. Burada
“Baba”lığa kadar yükseldi. 1240 yılında
Anadolu’ya geldi. Burada yakın dostu
Baba İlyas’ın yanına gelerek Amasya’ya
yerleşti. Anadolu’nun birçok köşesini
dolaşarak Batıni Geleneği çevresine
yaymaya
başladı.
1271
yılında
öldüğünde onun çevresinde halkalanmış
binlerce “Batıni Anadolu Dervişleri”
vardı.
Yaklaşık 700 yıl Sünni yönetimin
baskısı altında yaşayan Bektaşiler,
Mustafa Kemal Atatürk sayesinde rahat
bir nefes almaya başladıklarını görünce,
O’na büyük bir destek verdiler.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında bir
zamanlar İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde
bulunan Subaylarca desteklenirken, bir
yandan da
yoğun bir
şekilde
Bektaşilerce
desteklendi.
Atatürk,
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başlatmadan
hemen önce, 25 Aralık 1919’da Hacı
Bektaş Dergahı’nı ziyaret ederek,
Bektaşiler’in desteğini istemişti. Batıni
gelenekten gelen inançları sebebiyle
“Laik Sistem”e zaten yüzyıllardır yatkın
olan Bektaşiler, Kuvayı Milliye’ye tam
güçleri ile destek verdiler. Kurtuluş
Savaşı’nın
başarıyla
sonuçlandığı
yıllarda da Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nde, Atatürk’ün önde gelen
destekliyicileri
arasında,
Bektaşi
kültürüyle yoğrulmuş milletvekilleri
olmuştur. Hatta o yıllarda Atatürk’ün
Halifeliği kaldırmasında karşılaştığı
büyük güçlüklerin aşılmasında yine bu
milletvekilleri önemli bir fonksiyon
görmüşler ve Halifeliğin kaldırılması ile
ilgili yapılan oylamanın kazanılmasını
sağlamışlardır. Bu bakımdan da
Anadolu’da, Bektaşiliğin önemli bir
tarihi misyonu olmuştur.
Diğer Batıni Öğretiler’de olduğu gibi
Bektaşilik’te de ketumiyet esastır.
Törenleri ve ritüelleri halka açık
değildir. Gizli özel ritüelleri vardı ve bu
sırlar büyük bir özenle korunurdu.
Bir Bektaşi müridi öğretiyi ancak bir
mürşidin yardımı ile anlayabileceği için
mürşidin rehberliği zorunluydu. Batıni
sembollerin ve sırların anlaşılması
ancak mürşitle mümkün olabiliyordu.
Batıni Bektaşi öğretisi, müridin yaşadığı
toplum
içinde
kulaktan
dolma
öğrendiklerinden çok farklı olduğu için,
bu öğretiye yeni girene büyük bir özenle
rehberi vasıtasıyla bilgiler belirli bir
sıra ile aktarılırdı. Aksi takdirde
öğretiye yeni giren müridin büyük bir
şoka girmesi olasılığı vardı. Bu mesele
tüm Batıni Gizli Öğretiler için
geçerliydi. Çünkü burada öğrenilenlerle,
halkın sıradan bilgileri arasında büyük
bir fark vardı. Halkın bildiği dinin
egzoterik tarafı yani dinin birinci,
bilemediniz
ikinci
dereceden
anlamlarından ibaretti. Oysaki “Sırlar
Öğretisi”nde tüm sırlar inisiye adayına
belirli bir sırayla açıklanmakta ve bu
sırların bilgisine aday ulaştırılmaktaydı.
Bektaşi Sırları’nda gerçekleştirilen
eğitim esnasında karşılaşılanlar ve
yaşananlar dış halkalara kesinlikle
açıklanmazdı.
“...Din ayrılığı gereksiz... Aslında tüm
dinler dünyada barış ve kardeşliği
sağlamak içindir...” diyen Hacı Bektaşı
Veli bu görüşlerini “Velayetname” adlı
eserinde ortaya koydu.
Bektaşi Öğretisi’nin bir diğer adı da
“Dört Kapı Öğretisi”dir. Hacı Bektaşı
Veli, toplum içinde yaşayan insanları,
anlayış seviyeleri bakımından dört temel
grupta toplar.
1.Grup: Toplumun en büyük kesimini
oluşturur. Bunlar gerçeği ibadette arayan
sofu kişilerdir. Dinsel bilgileri son
derece kısıtlıdır.
2. Grup: Tarikata girmiş ama sofuluğu
terk edemeyenler.
3. Grup: Sırra erenler.
4. Grup: Birliğe ulaşan Kamil
İnsanlar.
Bektaşi Öğretisi de yine dört kapıdan
oluşurdu. Bunlar: “Şeriat”, “Tarikat”,
“Marifet” ve “Hakikat” kapılarıdır.
Şeriat Kapısı’nda İslam Dini’nin
şeriata bağlı temel nitelikleri
öğretilirdi. şeriat kapısına on
basamakla tırmanılırdı. Bunlar
sırasıyla:
1. İman etmek, 2. Kur’an-ı Kerim’i
öğrenmek, 3. Namaz, oruç, zekat, hac
gibi İslam’ın zorunlu kurallarını yerine
getirmek, 4. Dürüst davranmak, 5.
Evlenmek,
6.
Cinsel
yaşamdaki
yasaklara uymak, 7. Hz. Muhammed’in
sünnetlerine uymak, 8. İnsanlara şefkatli
davranmak, 9. Temizlik kurallarına
azami dikkat etmek, 10. Tarikatın emir
ve yasaklarına koşulsuz itaat etmek.
Tarikat çalışmasının ilk basamağını
oluşturan “şeriat Kapısı”nın müritlerine
“aşıklar” denirdi.
Tarikat Kapısı’na geçebilmek için
mürşidin onayı gerekmekteydi. şeriat
Kapısı’nı geçmeye hak kazanan müritler,
Mürşitleri’ne bağlılık yemini ederek, bir
üst aşama olan Tarikat Kapısı’na
yükselirlerdi. “Muhip” adıyla anılmaya
başlayan mürid bu aşamada, Mürşidi’nin
yakın gözetiminde, Tarikat’ın genel
kuralları hakkında bilgilendirilmeye
başlanırdı. Bu aşamada İslam Dini’nin
zorunlu şeriat kurallarının uygulaması
sona ererdi. Çünkü artık İslam Dini’nin
Batıni
yönüne
doğru
yolculuk
başlamıştır...
Marifet Kapısı, Bektaşi Öğretisi’nin
üçüncü kapısıdır. Yıllar süren yoğun
çalışmalardan sonra ulaşılacak bir
aşamadır. Mürid artık Batıni Sırlar’a
vakıf olmuş ve “Derviş” ünvanıyla
anılmaya başlamıştır. İnsan - Tanrı Evren üçlemesinin meydana getirdiği,
çoklukta birlik felsefesinin anlamları
müride öğretilirken, müridin kendi
sırlarını çözebilmesi için “Özel Kendini
Bilme” çalışmaları gerçekleştirilirdi.
“Kendini bilen rabbinide bilir” sözünün
anlamı müritte artık bir yer bulmaya
başlamıştır. Bu aşamanın basamaklarını
ise: Ahlaki davranış disiplini, hoşgörü,
kendine hakimiyet, sabır, kendini tanıma
çalışmaları ve Batıni Öğreti’nin çeşitli
uygulama alanları oluştururdu.
Evrendeki büyük birliği hissetmeye
başlayan ve “Sırlar Öğretisi”yle
donatılmış mürit artık dördüncü ve
sonuncu aşamanın basamağına gelmiştir.
Hakikat Kapısı ulaşılabilecek son
basamaktır.
Mürit
artık “Baba”
ünvanıyla anılmaya başlar. O da büyük
halkanın bir neferi olmuştur. Bu aşamaya
ulaşanların bir diğer adı da İnsan-ı
Kamil’dir.
Bektaşi
Öğretisi’nde
Hallac-ı
Mansur’un özel bir yeri vardır.
Bektaşiler’e göre Hakikat Kapısı’na
ulaşabilen ender kişilerden biri olan
Hallac-ı Mansur zamanından önce
konuştuğu için kurban olmuş bir ulvi
şahsiyettir.
Tanrısal gücü kendi ruhsal varlığı
içinde hisseden müritler bu aşamada
asla dışarıya bilgi sızdırmazlar ve
sırları kendi içlerinde saklarlardı.
Sonuncu aşamada elde edilen sırların
tarikat üyeleri arasında bile konuşulması
yasaktı.
GÜNÜMÜZDE
EZOTERİZM VE
BATINİLİK
Batıni çalışmalar uzun bir süre büyük
bir
gizlilik
içinde
yürütüldü.
Anadolu’nun birçok köşesinde Batıni
“Gizli Sırlar Öğretisi”nin merkezleri
oluştu. Çok sayıda mürit ve taraftar
buldular. Bu merkezlerde eğitilenler
gizli öğretinin ve İslam’ın batıni yönü
hakkında Ezoterik bilgilerle donatıldı.
Bir çok kültüre etkide bulundular. Bu
etkilerin izlerini günümüzde hala
görebilmekteyiz...
Ancak zamanın acımasız yozlaştırıcı
etkisi, her şeyde olduğu gibi burada da
kendisini belli bir süre sonra
göstermekte gecikmedi... Birçok tarikat
asıl gerçekliğinden uzaklaşmaya ve
batıni çalışmalar yerini şekilsel harici
çalışmalara
bırakmaya
başladı.
Batınilik, gizli bilgiler, yüz yıllarca
saklanan sırlar yavaş yavaş unutulmaya
başlandı...
Aradan
geçen
yıllar
filozofinin güzellik ve bilgeliğini yok
etti...
Tarihin
karanlıkları
ve
unutulmuşlukları arasındaki yerini aldı.
Geriye onlardan sadece yazılı bazı
belgeler kalabildi. Ancak o belgeler de
sembollik bir dille kaleme alındığı için
içlerinde gizledikleri sırlar anlaşılması
imkansız
bir
halde
insanların
zihinlerinde eski bir anı olarak
kalabildi.
Yapılabilecek tek şey vardı: Bu
dejenerasyona dur demek. Onu da
kitabımızın başında söylemiş olduğumuz
gibi
Atatürk
yaptı.
Çoğunlukla
yozlaşmış, bozulmaya yüz tutmuş bu
merkezler Atatürk’ün emriyle kapıtıldı...
Daha sonra da bu merkezler ilk günkü
gibi bir çalışmayı hiç bir zaman
gerçekleştiremediler... Oy hesaplarıyla
ve
politik
amaçlarla
yeniden
açılmalarına göz yumulan tarikatlar ise,
Siyasal İslamın birer kuklaları oldular.
Aslında daha ilk zamanlarda da, Batıni
çalışmaları temel almayan ve dinin
sadece dış anlamı doğrultusunda
çalışmalarda bulunan çok sayıda şeriatçı
tarikatlar
da
bulunmaktaydı.
Bu
tarikatları kitabımıza konu bile etmedik.
Atatürk’ün
Devrim
Kanunları’na
rağmen, günümüzde yeniden örgütlenen
tarikatların çoğu, işte bu istikamette
çalışmalarını sürdürmüş olan şeriatçi
tarikatların uzantıları konumunda olan
teşkilatlardır. Bunların ne ilk devirlerde,
ne de günümüzde Ezoterik Batıni ve
Tasavvufi çalışmalarla uzaktan yakından
bir ilgileri olmamıştır.
Günümüze kadar kalabilen çok az
sayıdaki bilgeler ise hiç bir zaman
konuşmadılar. Konuşanlar ise bilgiden
oldukça uzakta kalan kişilerdi... Ezoterik
Öğreti’nin sırları kuşaktan kuşağa
aktarılarak günümüze kadar gelebildi.
Ama son derece kısıtlı sayıdaki kişilerin
elinde kalarak... Ve onlar, susmaları
gerektiğini gayet iyi biliyorlardı. Çünkü
insanlığın aşağıya iniş sürecinde bu
bilgilere yer yoktu. Bu bilgilerin genel
çoğunluk
tarafından
unutulması
gerektiğini gayet iyi bilen, az sayıdaki bu
kişiler hiç bir zaman kendilerini açıkça
belli etmediler...
Bütün bu gelişmelerin sonucunda ne
oldu? Her şeyden önce Tasavvuf gibi
büyük bir derya unutulup yokolup gitti.
Dahası dinin gerçek anlamı da insanların
zihninden silinip kayboldu. Sonunda din
adı altında bambaşka bir şey ortaya
çıktı.
Şimdi bu meseleyi biraz açmak
istiyorum...
İslam
Dünyası’ndaki
Batıni
çalışmalarda bulunan özel eğitim
merkezlerinde,
Ezoterik
bilgilerin
ışığında yapılan çalışmaların önemli bir
bölümünü de, Kur’an’da geçen sembolik
bilgilerin gerçek anlamlarını müritlere
öğretmek oluştururdu. Örneğin, Adem’in
Cennet’ten kovulması Kur’an’da geçen
sembollerden bir tanesidir. Bununla
ilgili açıklamaları kitabımızın daha
önceki sayfalarında yapmıştık. Bir de
öldükten sonra gidileceği söylenilen
Cennet ve Cehennem sembolleri vardır.
Konumuza örnek olması bakımından bu
sembollerin Batıni çalışmalarda nasıl
ele alındığını sizlere aktarmak istiyorum.
Diğer sembollerde olduğu gibi bu
sembollerin de gerçek anlamları dinin
dış kısmı ile uğraşanlar için gizli
kalmıştır. İslam Dini’nin en temel
kavramlarından olan bu sembol bile
maalesef
gerçek
anlamıyla
ele
alınamamaktadır.
Bilinen
kısmıyla
cennet ve cehennem öldükten sonra
gidilecek olan mekanları ifade eder.
Oysa ki bu, sembolün birinci dereceden
olan açıklamasıdır. Sembolün içerdiği
asıl bilgi bambaşkadır.
Öncelikle şu kadarını söyleyebilirim
ki, cennet ve cehennem adında iki farklı
mekan mevcut değildir. Böyle mekanlar
yoktur. Bunlar mekanı ifade eden
semboller değildir. Öldükten sonra da
bilinen
manasıyla
cennete
veya
cehenneme gitmek gibi bir şey söz
konusu değildir. Bu inanç tamamen
yanlış bir yorumdan kaynaklanmış eksik
bir düşüncedir.
İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr.
Yaşar Nuri Öztürk bu konuyla ilgili
olmak üzere, “Kur’an’daki İslam” adlı
kitabında şunları söylemektedir:
Soru:
133.
ayette
cennetin
genişliğinden bahsedilirken kullanılan
ilginç ifadeyi açıklar mısınız?
Cevap: Bu ayette cennet, “genişliği
göklerle
yerler
kadar”
diye
tanımlanmaktadır.
Bunun tek ve
tartışılmaz
anlamı
cennetin
sınırsızlığıdır. Sınırsızlık ise cenneti bir
mekan olarak almamızı engeller. Buna
dayanarak, Muhammed İkbal’in şu
sözünü, Kur’an düşüncesi adına altını
çizerek
verebiliriz:
“Cennet
ve
cehennem mekanlar değil hallerdir.” Bu
demektir ki, herkesin cennet ve
cehennemi
mekan
olarak
düşünüldüğünde içinde bulunduğu yerde
kurulur. Yani mekan olarak cennet veya
cehennem kainatın herhangi bir yerinde
hazırlanıp sınırları çizilmiş, adresi belli
bir yer değildir... Ne cennet kainatın
herhangi
bir
yerinde
nimetlerle
donatılmış turistik bir tesistir ne de
cehennem kainatın herhangi bir yerinde
akıl almaz işkence aletleriyle donatılmış
bir azaphane... Cennet ve cehennem her
insanın bulunduğu yerde ve her an
hazırlanabilen
nimet
veya
ceza
imkanıdır. (Kur’an’daki İslam Sayfa:
498)
Konuyu biraz daha açık ve Ezoterik
bilgilerin ışığında
bir
cümleyle
özetleyerek
anlatacak
olursak:
Cehennem bedenini terk eden bir
varlığın spatyomda çektiği vicdan
azabının
bir
sembolü
olduğunu
söyleyebiliriz. Cennet ise bunun tam
tersi olan bur şuur halidir.
Yani
varlığın
yaşadığı
şuur
halleridir... Ancak spatyomun yani öte
alemin yapısal özelliğinden dolayı orada
varlıkların
düşüncelerinin
anında
şekilleneceği unutulmamalıdır. Orada siz
cennete benzer bir mekanı hayal ederek,
bu tür düşünceler yayınlarsanız, hemen
çevrenizde böyle bir mekanın oluşacağı
da unutulmamalıdır. Ancak bu tamamen
sizin düşüncelerinizin ürünüdür. Ve
belli bir süre sonra kendiliğinden
kaybolup gidecektir.
Görüldüğü gibi İslamiyet’in en temel
kavramları bile doğru dürüst insanlara
anlatılamamış durumdadır. Kendisini
yakından tanıdığım değerli bilim adamı
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk gibi, diğer
yetkililerin de bir an evvel ortaya
çıkarak, yanlış yorumların üzerine
cesaretle
gitmelerini
sabırla
beklemekteyiz. İşlerinin hiç kolay
olmadığını biliyoruz.
Allah kolaylık versin.
Ne diyeyim...
***
Şu anda okumakta olduğunuz kitap,
1998 yılının Nisan ayında piyasaya
çıkmış bulunmaktadır. Bu kitap sizin
elinize
hangi
tarihte
geçecektir
bilemiyorum. Ama eğer bu kitabı
2000’li yıllarda okuyorsanız, sessizce
bekleyenlerin
sesini
duymaya
başlamakta olduğunuzu, şu anda tahmin
edebiliyorum...
Eğer bu kitap 2000 yılından önce
elinize geçtiyse biraz daha beklemeniz
gerektiğini söyleyebilirim...
Bunlar kimlerdir?
Bilemiyorum... Belki de sizsiniz...
XI. BÖLÜM
AGARTA & ŞAMBALA
AYDINLIK ve KARANLIK
GÜÇLERİN
“GİZLİ YERALTI
MERKEZLERİ”
Bu bölümün, kitaba alınıp alınmaması
gerektiğine uzun bir süre karar
veremediğimi, siz değerli okurlarıma
bildirmek istiyorum.
Burada akatarılacak olan bilgilerin
yarar mı yoksa zarar mı getireceğine
hala bir karar verebilmiş değilim...
Ancak yurtdışında birçok kitapta açıkça
anlatılan bazı meselelerin, bizim
ülkemizde de bilinmesi gerektiği
sonucuna ulaştığım için bu konuya da
girmekte bir sakınca görmedim. Ama
yine de bazı bölümlerini çıkarttığımı
itiraf ediyorum...
Bu
meselenin
ortaya
çıkmaya
başladığını görmekten dolayı birilerinin
son derece huzursuz olacaklarını da
gayet iyi bilmekteyim... Eh ne yapalım.
Çıkışın günleri yaklaşıyor... Herkes
vazifesini yapacaktır...
BUGÜN
Meseleyi, günümüzden başlayarak
tarihin çok gerilerine doğru götürmek
suretiyle gün ışığına çıkartmaya
çalışacağım. Çünkü meselenin kökeni
binlerce yıl öncesine dayanmaktadır. Bu,
binlerce yıl önce başlayan; “Aydınlığın
Oğulları” ile “Karanlığın Oğulları”
arasındaki ayrımın ve mücadelenin
öyküsüdür...
...Evet, önce günümüzde yaşananları
şöyle kısaca bir gözden geçirelim ve bu
inanılmaz olayın gelişimini anlamaya
çalışalım...
Bundan birkaç ay önce yaşadığım bir
olayı aktararak başlamak istiyorum:
Radyo Kulüp’ten (Bu gün ismi Radyo
D olarak değişmiştir) ayrıldıktan sonra.
Uzun bir süre radyo programı
yapmadım. Dinleyicilerimden gelen
yoğun istek üzerine yeniden bir radyoya
müracat etmeye karar verdim. Adını
vermek istemediğim bu radyonun
yöneticisiyle
gittim
görüştüm.
Programımı daha önce dinlediklerini ve
içeriğini bildiklerini ancak yayın
prensiplerine bu programın uymadığını
ifade ettiler. Sebebi ise son derece
dikkat çekiciydi: Kendilerinin 1980
sonrası Özal’ın yaratmak istediği
gençliğe yönelik yayın yapmakta
olduklarını
söylediler...
İnsanları
düşünmeye
sevk
eden
“Sözel
Programlar”a
yer
yoktu...
Yani
insanların ve özellikle de gençlerin
düşünmeye ve araştırmaya başlamaları
istenmiyordu. Sözel programlar yayın
ilkelerine aykırıymış... Peki gençliğe ne
vermek istiyorlarmış bu beyler: Sadece
müzik ve kakara kikiri... Peki ya gerisi...
Gerisi istenmiyormuş ki... Niçin gençler
düşünsün ki!
Niçin araştırmaya
yönlensinler ki! Sonra kim tutacak
onları? Sonra binbir tane soru sormaya,
eleştirmeye,
konuşmaya
falan
başlarlarsa ne olur halimiz? Bırakın
onlar dans etsin... Dans edede
yorulsunlar da otursunlar köşelerinde,
karışmasınlar işlerimize...
Çok mu abartıyorum?
Yoksa az bile mi söylüyorum?
O günden sonra da, kendi yayınevimi
kurmaya karar verdim... Bu kitabın
ortaya çıkması, işte bu olaya dayanır...
şimdi yine günümüze, bir başka
meseleye uzanalım. Medya... Çağımızın
en büyük kitle iletişim aracı...
Gazetesiyle, radyosuyla, televizyonuyla
büyük bir ekonomik ve siyasi güç
medya... Toplumları yönlendirebilen
ama doğru dürüst bilgilendirmeyen
medya... Kültüre, sanata ve bilime uzak
medya...
Ne olurdu ki sanki, yeni bilimsel
buluşlara ve belgesellere birazcık da
olsa yer verildiği bir medyaya sahip
olabilseydik? Ama olamıyoruz işte...
“Erkekliğin ve mertliğin kitabının
yazıldığı” yerli dizilerle dolduruyoruz
ekranları!... Ne olurdu... Evet ne olurdu
birazcık, sadece birazcık daha düzeyli
ve kültürlü bir medyaya sahip
olabilseydik?
Sahi niçin olamıyoruz?
Medyanın içinde uzun yıllardır çalışan
birisi olarak soruyorum: Medyanın hali
nedir
böyle?
Nerede
bizim
belgesellerimiz?
Nerede
bizim
araştırmacı gazetecilerin haberleri? Bu
kadar mı önemli Hülya Avşar’ın hayat
hikayesi? Hülya Avşar kimdir? Bu
topluma ne vermiştir? Nasıl bir mesaj
iletmektedir insanlara? Amacı nedir?
Öbür tarafta da gerçek niyetleri tam
olarak belli olmayan İslami medya...
Kısacası medya üzerine düşen görevi
tam olarak yerine getiremiyor. Bu da
birilerinin kuşkusuz işine yarıyor...
Çünkü o birileri, insanlarımızın
bilgilenmesini,
konuşmasını
ve
düşünmeseni istemiyorlar...
Bunun sonucu olarak da, rahmetli Uğur
Mumcu’nun dediği gibi, bilgi sahibi
olmadan fikir sahibi olan bir toplumun
üyelerini meydana çıkartıyoruz.
Peki kimdir bu birileri?
Bunların kökenleri on binlerce yıl
öncesine dayanıyor. Evet... Onbinlerce
yıl öncesine dayanan bir serüven bu...
Serüvenin başlangıç yeri ise Atlantis...
***
BELİALİN OĞULLARI VE
BİRİN OĞULLARI
Kozmik kökenli bilgilere dayanan Mu
Kültürü’nden ilk etkilenen Atlantis
Uygarlığı
olmuştur.
Mu
kültürü
Atlantis’te geniş kitlelerce benimsendi
ve yaşam zemini buldu. Ancak
Atlantis’in özellikle son dönemlerine
doğru, insanlığın aşağı iniş sürecinin bir
sonucu olarak bilgiler yavaş yavaş
dejenere edilmeye ve negatif alanda
kullanılmaya başlandı. Ezoterik sırlar ve
özellikle de, Parapsişik yetenekler
egoistçe
çıkarlar
doğrultusunda
kullanılmaya başlandı.
Belli bir süre sonra bu durum,
Atlantis’in iki farklı kutuba bölünmesine
sebebiyet verdi. Eski Mu kültürünü
sürdürenler ve bu kültürü negatif alanda
kullanmaya başlayanlar olmak üzere iki
ayrı grup oluştu. Bu birinci gruba
“Bir’in Oğulları” ikinci gruba ise
“Belialin Oğulları” adı verildi.
Kozmik bilgileri kötü bir şekilde
insanların zararına kullanmaya başlayan
“Belilalin Oğulları” yoğun bir şekilde
“Kara Maji” uygulamalarına yöneldiler.
Parapsişik yeteneklerini bu alanda
kullanmaya
başlamaları
o
denli
yoğunlaştı ki, kıtalarının fiziki ve
atmosferik dengeleri ciddi bir şekilde
bozulmaya başladı. “Bir’in Oğulları”nın
tüm girişimleri sonuçsuz kaldı. Sonunda
araları iyice açılan iki grup arasında,
tarihte ilk kez majik yöntemlerin de
kullanıldığı büyük bir savaş çıktı.
Sayıca üstün olan “Belialin Oğulları”
yıllar süren savaştan galip çıktılar.
Kazanan “Karanlığın Oğulları” oldu.
Kıtalarının fiziki ve atmosferik
dengeleri bu savaşta iyice bozuldu ve
sonunda birbiri arkasına tufanların
yaşanmasına sebebiyet verdi. Kıtalarının
tamamen sulara gömülmesinden önce her
iki grubun temsilcileri çevre kıtalara göç
ettiler. Ve kendilerine iki ayrı yeraltı
merkezi kurdular. “Bir’in Oğulları”nın
kurduğu merkez “Agarta”, “Belilal’in
Oğulları”nın kurdukları merkez ise
“Şambala” adıyla anılmaya başlandı.
Her iki grubun ellerinde bulunan
bilgiler aynıydı ama kullanım alanları
bir birlerinden son derece farklıydı.
(Orta Çağ’da yapılan ve şeytan’ı tasvir
eden
tablolardan
birinin
adı
“Belial”dir.)
Yeraltında merkezleşen bu iki ayrı
grup,
çalışmalarını
buralarda
sürdürdüler. Agart’a birçok inisiyeyi ve
bazı
peygamberleri
gizli
yeraltı
merkezlerinde eğitti. Ezoterik Bilgiler’in
tamen unutulmaması
için çeşitli
inisiyatik merkezlerin kurulmasına ön
ayak oldular. Çok küçük bir halkada bu
bilgiler günümüze kadar getirilebildi.
Şambala ise dünya üzerinde yaşayan
insanların bilgiden uzaklaşması için
çeşitli faaliyetlere girişti. Dünya
üzerinde yaşayan bizim devremiz
insanlarından
bazılarıyla
irtibata
girerek, asıl amaçlarını gizleyerek,
onları kendi felsefeleri doğrultusunda
eğittiler. Çeşitli kurum, loca, grup ve
derneğin kurulmasına ön ayak oldular.
Tek bir amaçları vardı: İnsanları
“Ezoterik Bilgi”den uzak tutmak. Bu
gruplar uluslar arası örgütlendiler.
Hemen her ülkede merkez oluşturdular.
Bazı kilit noktaları ellerine geçirdiler.
Bütün bunlar olup biterken, dünyanın
aşağıya iniş sürecinin de sonlarına
gelindi. Bu süreçte şambala çok daha
geniş taraftara sahip oldu Bunun böyle
olması dünyanın genel aşağıya iniş
sürecine
de
uymaktaydı.
Yani
bilgisizliğe ve negatif enerjilere yatkın
insanlık bu süreçte şambala’nın yanında
yer aldı.
Ünlü araştırmacı yazar Jacques
Bergier, “Les Livres Maudits” adlı
kitabında
şambala’nın
uzantılarına
“Kara Tarikat” üyeleri adını vermiştir.
Bergier, bu tarikatın amacını şöyle
açıklar:
“İnsanları bilgileden uzak tutmak ve
cahil bırakmak için, bir takım sırlarla
insanların karşılaşmalarını önlemek
amacıyla büyük bir organizasyon
kurulmuştur. Bu organizasyonun üyeleri
tüm dünyaya yayılmış durumdadır. Bu
tarikat ezoterik bilgileri ve belgeleri
yöntemlice yok etme konusunda büyük
bir başarıya ulaşmışlardır. Bu kara
cüppelilerin uygarlık kadar eski
olduklarıyla ilgili elimizde ciddi deliller
bulunmaktadır.”
Üyelerine “Kara Cüppeliler” adını
verdiği bu tarikat mensuplarının, tarih
içinde yaptıkları inanılmaz komplolarla
ilgili kanıtlar açıklayan Bergier,
kitabında son derece önemli bilgileri
açıklamış durumdadır. Bu bilgiler
arasında
İskenderiye
Kitaplığı’nın
birkaç kez nasıl yakılarak, buradaki
Ezoterik Bilgiler içeren kitapların yok
edildiğini ve Eski Mu Kültürü ve
sırlarını içeren belgelerin nasıl çeşitli
entirikalarla
ortadan
kaldırıldığını
ayrıntılarıyla açıklamıştır.
İnsanlığın aşağıya iniş sürecinde
ilerlemesinde önemli bir fonksiyon
gördüler. Ve bunda büyük bir başarıya
ulaştılar.
Bu açıdan bakıldığında büyük bir
vazife gördükleri söylenebilir. Ama
artık işlerin değişme vakti gelmeye
başlamış durumdadır.
Şekilde
de
görüldüğü
gibi,
şambala’nın etkinliğinin artık sonlarına
gelinmiştir.
Yani insanlık, genel inişten genel
çıkışa geçme arifesinin eşiğine gelmiş
ve burada durmaktadır. şabala ve onun
uzantısı
konumundaki
grupların
etkisinden insanlık yakasını kurtarmak
zorunda olduğu günlere doğru hızla
ilerlenmektedir.
Onbinlerce yıl önce başlayan ve
günümüze kadar devam eden bu süreçten
kuşkusuz ülkemiz de fazlasıyla nasibini
almış durumdadır.
Her iki grubun da, bizim devremiz
uygarlığına inanılmaz büyük etkileri
olmuştur. şimdi sizlere, şambala’nın
tarihe
malolan
inanılmaz
çalışmalarından sadece birini sunmak
istiyorum. Bakın Mu Kültürüne ait bazı
bilgiler şambala’nın üyelerince nasıl
kötü
amaçlarda
insafsızca
kullanılmıştır... şimdi aktaracağım olay,
şambala’nın dünyamıza ne denli etkide
bulunduğuyla ilgili çok çarpıcı bir
örnektir!...
NAZİ KARARGAHINDA
TİBETLİ RAHİPLERİN İŞİ
NEYDİ?
II. Dünya Savaşı sonlarına doğru
yıkılan Nazi Karargahı’na girildiğinde,
hiç akıllara gelmeyen bir şeyle
karşılaşılmıştı. Yıkıntılar arasında 12
Tibetli rahibin cesedi bulunuyordu. Bu
duruma o yıllarda hiç bir anlam
verilememişti. Aslında savaş atmosferi
içinde bunu hiç kimsenin düşünecek hali
de yoktu...
Savaş bitip de her şey normale
dönmeye başladıktan sonra bu durum
birçok kimsenin merakını çekmeye
başladı:
Nazi Karargahı’nda 12 Tibetli rahibin
işi neydi?
Bu soru uzun bir süre zihinleri meşgul
etti. Naziler ile Tibetli rahiplerin ne gibi
bir birlikteliği olabilirdi ki? İşte bu
mesele inceden inceye araştırılmaya
başlandı. Ortaya çıkan sonuçlar bir hayli
düşündürücüydü:
Naziler şambala ile irtibattaydılar!...
Her şey Thule efsanesiyle başlıyordu...
Thule efsanesinin kökeni ise kayıp bir
uygurlığa dayanmaktaydı. Bu da
Nazizm’in temelini oluşturuyordu. Bu
efsane etrafında birleşen bir grup, Thule
adında gizli bir tarikat kurdular. Nazi
Partisi’nin yedi kurucusundan biri olan
Dietrich Eckardt, Thule tarikatının temel
felsefesini şöyle açıklıyordu:
“Thule’nin tüm sırları, eski kayıp bir
uygarlığa dayanır. İnsanoğlu ile “dış
zekalar” arasında bulunan bazı aracı
varlıklar, bu sırlara erenlere büyük bir
güç kaynağı oluşturmaktadır. Bu güç
kaynağı Almanya’yı dünyaya egemen
kılacaktır. Yine bu güç kaynağı,
geleceğin üstün insanının ortaya
çıkmasını ve insan türünün değişimini
sağlayacaktır.”
İşte bu sözler özetle Nazizm’in de
temelini oluşturmaktaydı...
“Gizli Thule Tarikatı”nın üyeleri
arasında Rudolf Hess, Karl Haushoffer,
Alfred Rosenberg ve Adolf Hitler gibi
önde gelen isimler bulunmaktaydı.
Nazi Partisi’nin kurucu üyelerinden ve
Thule
Tarikatı’nın
önde
gelen
isimlerinden Karl Haushofer’ın, bir
takım normal ötesi yeteneklere sahip
olduğu bilinmekteydi. Örneğin ileri
düzeyde geleceği bilme yeteneği vardı.
Olacakları daha olmadan önce haber
verebiliyordu. Düşmanın saldıracağı
saati, top mermilerin düşeceği noktaları
önceden
çevresindekilere
söyleyebiliyordu. Dahası, hakkında hiç
bir şey bilmediği ülkelerdeki siyasal
gelişmeleri
de
önceden
tahmin
edebiliyordu.
Buna benzer şekilde, Hitler’in de garip
yeteneklere sahip olduğu tespit edildi.
ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in
1945 yılında öleceğini çok daha önceden
çevresindekilere söylemiş olması onun
bu garip yeteneklerine verlebilecek
örneklerden sadece birisidir. Daha
sonraları, Hitler’in majik çalışmalar
gerçekleştirdiği de ortaya çıkacaktı...
Bunlardan en belirgin olanı radyodan
yaptığı konuşmalarda, “ses majisi”
denilen majik bir yöntemi kullanmasıydı.
Bu yöntem büyük kitlelerin etki altına
alınmasında büyük bir fonksiyon
görmüştür.
Bunun ortaya çıkmasından sonra,
A.B.D.’de Hitler’in radyo konuşmaları
araştırma amacıyla, CD’lere kopya
edilerek satışa sunulmuştu.
Araştırmalar ilerledikçe ortaya bir
başka gerçek daha çıktı. Nazi Partisi
Kurucu üyeleri’nden Karl Haushoffer’ın
Hindistan, Japonya ve Tibet’e giderek
oralarda uzun bir süre gizli çalışmalarda
bulunduğu tespit edildi. Esrarengiz bir
eğitimden geçtiği de, kayıtlar arasındaki
bilgilerde dikkat çekiyordu. Tibet’te
esrarengiz bir takım insanlarla gizli
toplantılar yaptığı raporlarda belirtildi.
Bu kişilerin kim olduğu hiç bir zaman
öğrenilemedi.
İşin bir başka ilginç noktası da
Naziler’in bayraklarında kullanmış
oldukları semboldü.
Bu şekil öyle rastgele seçilmiş bir
sembol değildi. Gamalı haç insanlığın
kullanmış olduğu en eski sembollerden
biridir. Dünyanın pekçok köşesinde bu
sembole rastlanmıştır. Eski uygarlıkların
en önemli sembollerinden biri olan bu
sembolü daha da ilginç yapan özellik,
bunun bir Mu sembolü olmasıydı. Mu
kültürüyle
karşılaşan
tüm
eski
uygarlıklar
da,
bu
sembolü
kullanmışlardır.
Sembolün
aslı,
arka
sayfada
gösterildiği
gibidir.
Kökeni
Mu
Uygarlığı’na dayanan bu sembol daha
sonraları gamalı haç şeklinde ifade
edilmeye başlanmıştır. Hristiyanların
kullanmaya başladıkları haç sembolü de
gamalı haçtan türetilmiş ve aynı
sembolün stilize edilmiş halidir. Ama
asıl köken Mu tabletlerinde ilk
bulunduğu şekle dayınır. Bu sembol
dünya üzerinde yüze yakın yerde
bulunmuş ve Mu Uygarlığı ile ilgili bilgi
ve belgeleri ortaya çıkartan Niven ve
Churchward’ın kayıtlarında da yer
almıştır. (Alttaki şekil)
Bu sembol Mu’nun gizli bilgilerinin en
önemli sırlarından birini bünyesinde
saklar. Bu sembolün anlamı Eski Mısır
ve Tibet’teki mabetlerde bulunan
rahiplerce, büyük bir sır olarak
saklanmış ve kimseye bu sırla ilgili bir
açıklama yapılmamıştır. Bu sembolün
sırrını sadece gizli eğitimden geçen
inisiye rahipler bilmekteydi...
Kökeni Mu’ya dayandığı için bu
sembol hem Agarta’da hem de
şambala’da da bilinen ve kullanılan bir
semboldü. Naziler’in bu sembolü ele
geçirmeleri
de
Tibet’teki
gizli
çalışmalarına
dayanmaktadır.
şambala’nın üyelerinden olan bazı
rahiplerden öğrendikleri sırlar arasında
bu sembol de bulunmaktaydı. Böylelikle
bu sembol, şambala’nın karanlık
güçlerine hizmet eden Naziler tarafından
dejenere edilerek karanlık amaçları
doğrultusunda bayraklaştırıldı. Oysa ki
sembolün içinde gizlediği anlam
tamamıyla başkaydı. Evrenin temel
sırlarından birini sembolleştiren bu
geometrik şeklin Mu’da neyi ifade
ettiğini
kısaca
sizlere
aktarmak
istiyorum.
VAROLUŞUN DÖRT
BÜYÜK KUVVETİ
Dünyanın
çeşitli
bölgelerinde
tabletlere çizilmiş olarak bulunan bu
sembol, Atatürk’ün araştırmalarında da
yeralmaktadır. Sembol genel olarak
Evren’in anahtarı konumundadır. Dört
kutsal kuvvetin, evrenin meydana
getirilişindeki fonksiyonunu dile getirir.
Her parçası ayrı bir anlama sahiptir.
Sembolün içerdiği sırrı daha iyi
anlayabilmek için şimdi bunları sırasıyla
ele alalım:
1. Ezoterizm’de daire, başı ve sonu bir
arada bulundurması ve sürekliliği
göstermesi bakımından her şeyden önce
mükemmelliyetin sembolüdür. Mısır’da
Ra’yı yani güneşi sembolize eder.
Dinsel metinlerde dairenin içi yaradanı,
dış çizgisi yaratılmış olanı ve her
ikisinin birliğini anlatır.
2. Mu alfabesinde bu şekil H harfi
olarak kullanılmıştır. Dairenin ortasında
kullanılması dört kuvvetin dairenin
merkezinden ilk çıkışlarını gösterir.
Birlikten çokluğa geçişin ilk adımıdır.
Fizik
evrenin
ve
varoluşun
başlangıcıdır.
3.Birden çıkan ve dört farklı kuvveti
ya da bir başka ifadeyle dört farklı
enerjiyi ifade eder. Bunlar sırasıyla Ruh
Enerjisi, Zaman Enerjisi, Fizik Enerji ve
Hayat Enerjileridir. Bunlar, Evreni
meydana getiren dört temel enerji
olduklarından dolayı dinsel metinlerde
kutsal
varlıklar
olarak
sembolleştirilmiştir. Antik bilgilerde:
Ateş, Hava, Toprak ve Su olarak ifade
edilmiştir.
4. Her bir kuvvetin ortasına konulan bu
işaret,
kuvvetlerin
aktif
olarak
çalışmakta olduklarını ve yaradılıştan
sonra da faaliyetlerine devam ettiklerini
gösterir. Faaliyet sembolüdür.
5. Her bir kuvvetin merkezden
aldıkları
gücün
bağlantısını
sembolleştirmektedir.
Şeklin tamamı ise varolan tüm evrenin
sembolü konumundadır. Soldan sağa
doğru dönüşü göstermesi, aynı zamanda
evrenin, gezegenlerin ve galaksilerin
hareket halinde olduğunun da bir
işaretidir. Kısacası bu sembol bizzat
varoluşun ve varoluşu meydana getiren
dört büyük kuvvetin sembolü olarak Mu
Kültürü’nde şifrelendirilmiştir.
Gamalı haç ve artı şeklindeki haç
işaretinin de kaynağı olan bu sembol,
Naziler tarafından asıl anlamından çok
farklı bir şekilde kullanılmış olması bir
çok araştırmacı tarafından bir talihsizlik
olarak nitelendirilmiştir.
Bütün bu gelişmeler, Naziler’in bazı
sırları ele geçirdiklerini ama bu sırları
karanlık
güçlerin
hizmetinde
kullandıklarını
göstermiştir.
Ele
geçirdikleri bazı bilgiler vasıtasıyla
yoğun kara
maji
uygulamalarını
gerçekleştiren Naziler, bu güçle büyük
halk kitlelelerini kendi ideolojileri
peşinden sürükleyebilmişlerdir.
Nazi Partisi mensuplarının ve özellikle
de
partinin
kurucu
üyelerinin
yaşamlarındaki
gizem
perdesi
günümüzdeki birçok araştırmacı için
hala araştırma konusudur. Örneğin,
Tibet’te gizli eğitimden geçtiği saptanan
Karl Haushofer’in yaşamındaki sırlar,
ölümü
üzerinde
de
kendisini
göstermiştir. Esrarengiz bir şekilde ölen
Karl Haushofer’in hem yaşamı, hem de
ölümü hala cevaplanamayan sorularla
doludur:
Karl
Haushofer’in
çıkartıldığı
mahkemeden
sonra,
kendisini
incelemelerine vermek için, toplum
hayatını terk ederek inzivaya çekildiği
biliniyor. Bir yıldan az bir zaman sonra
ise hiç bir zaman açıklanamayan
esrarengiz haller içinde öldü. Yapılan
araştırmalar, kendisinin kara maji
yöntemleriyle
uzaktan
öldürülmüş
olabileceği hakkında iddiaların ortaya
çıkmasına sebebiyet verdiyse de, yine de
cevaplanamayan
pekçok
soruyu
arkasında bırakarak bu hayattan göç
etmiştir...
Gizli Thule Tarikatı’nın gizemi
günümüzde
hala
tam
olarak
çözülememiştir.
İşin
en
ilginç
yönlerinden biri de, Thule’nin Eski
coğrafi bilgilere göre, dünyada mevcut
olan meçhul bir yer olarak geçmesidir...
XII. BÖLÜM
UYANIŞ DEVRİ
Bu kitap sizlere binlerce yıldır
unutulmuş olan bazı gerçekleri yeniden
hatırlatmak maksadıyla hazırlanmıştır.
Bu araştırmalarımızda; mitolojiler, eski
toplumların inançları, gelenekler ve
ezoterik bilgiler en büyük dayanak
noktalarımızı oluşturdu.
İnsanlığın binlerce yıldır sürdürdüğü
bilgelik aşkının öyküsüne tercümanlık
etmeye çalıştık...
2000’e 2 kala, yurtdışında olduğu gibi
yurdumuzda da artık bazı meselelerin
konuşulmaya
başlaması
gerektiği
düşüncesiyle, bu konuları kaleme
almaya başladık. Bu henüz daha küçük
bir başlangıç...
Niçin 2000’li yıllar? Bunun cevabını,
bu kitabın satırları arasında bulduğunuz
kanaatindeyim...
2000’li yılların arifesinde, artık
inanma safhasından, anlama safhasına
geçişin eğişiğinde bulunuyoruz. Zor da
olsa bu eşik geçilecektir.
Bu eşiğin geçilebilmesi için birilerini
beklemeye hiç ihtiyacınız yok. Birileri
çıkıp, birilerini kurtaracak değildir.
Çünkü en büyük kurtarıcı içinizde
gizlidir.
Açık bilgilerle karşılaşaçak olan
insanlığın kurtarıcısı, kendi içinden
çıkacaktır. Bu sırrı, elde edeceğiniz açık
bilgilerden yararlanarak, kendi içinizde
bulacaksınız.
Unutmayın sır sizde gizli, başka bir
yerde değil...
Bu bir kehanet değildir... Bu çok
önceleri kararlaştırılmış olan bir
gelecekti... Uzun bir süredir bilenler
biliyor ama konuşmuyordu... Çünkü
karar böyleydi... 2000’li yıllarda
bilenlerin konuşmaya başlayacağına hep
birlikte şahit olmamıza çok az kaldı...
Yıllardır üstü örtülerek verilen
sembolik bilgiler, hep bu eşiğin
geçilebilmesini sağlamaya yönelikti...
Ve nihayet 2000’e 2 kala, bu eşiğin
önlerine gelmiş bulunuyoruz...
Gelin, uyanma yolunun yolcuları
arasına bizler de katılalım. Uyanmanın
tadına varamayan bizlere, şimdilik
şüphesiz ki, uyku baldan tatlı
gelecektir...
***
Çok genel prensipleri ele almaya
dikkat ettiğim ve ayrıntılardan özellikle
kaçındığım bu kitabımda, sadece belirli
meseleler üzerinde durdum. Okuyucuya
çok genel hatlarıyla Ezoterizm ile ilgili,
bir giriş bilgisi verebilmek için, detay
bilgilerden kasıtlı olarak kendimi uzak
tutmaya çalıştım.
YAŞAMIN SIRRINI
İÇİNİZDE
BULACAKSINIZ
Düşüş devri boyunca, yaşamın sırrı
maddenin içinde aranıp durdu... Oysa ki,
yaşamın sırrı maddenin sınırlarının çok
dışında bir yerlerdeydi. Gizliydi... Ve
kendini saklamıştı... İnsanlık da buna bir
türlü ulaşamadı. Çünkü büyük bir
çoğunluk olarak, maddeye gömülmenin
sıkıntısı, sonsuzluğa tercih edildi...
Oysa ki içine girmekte olduğumuz
“Yeni Çağ”ın en büyük özelliği, özü
bakımından; tecrit ve ayrılığın, yerini
ahenge ve birliğe terkettiği bir şuur
değişikliği çağı olmasıdır. Dünya ve
üstünde yaşayan varlıklarla birlikte
“Tek
Bir
Bütün”
oluşturmakta
olduğumuz gerçeği tam anlamıyla açığa
çıkıncaya kadar, zor günler bizleri
beklemektedir. Aslında bu gerçek
niceleri tarafından yıllarca önce
söylenmişti... İşte onlardan son bir
örnekle kitabımızı bitirmek istiyorum:
Wilfried CHETTEOLLİ, Renaitre
2000 Dergisinin 34. sayısınnın 173.
sayfasında bu meseleyi anlatmaya
çalışırken bazı örnekler verir.
Önce Ömer HAYYAM’dan bir dörtlük
aktarır:
“Tanrı mineralde uyudu,
Bitkide düş kurdu,
Hayvanda uyandı,
Ve İnsan’da kendini buldu...”
Daha sonra sözlerine şöyle devam
eder:
Bir Sufi dost, bize şems Divanı’nda
Mevlana’nın dile getirdiği şu küresel
anlayışı içeren sözleri hatırlatmıştır:
“Hak yolunun yolcusu küfürden de,
dinden de beridir. Gönlüme baktım:
Allah’ı orada buldum. Yoksa başka
yerde değil. Ben ne Hristiyan’ım, ne
Musevi, ne Zerdüştçü, ne de Müslüman.
Ne şarktanım, ne garptanım, ne
topraktan, ne de denizden. İkiliği bir
yana attım. İkinin bir ettiğini gördüm.
‘Bir’i arar, ‘Bir’i yaşar, ‘Bir’i çağırırım
ben.”
Hintli münzevi şair Kabir de
bunlardan çok farklı düşünmüyor,
diyerek örneklerini bitirir:
“Neden çıkarsın minareye? Tanrı sağır
mı ki?
Medet umduğunu gönlünde arasana.
Gerçeği evinde aramazsın da
Ormandan ormana gezer durursun.
Hakikat sendedir. Sende!..
Nereye
gidersen
git,
ruhunu
bulamadıktan sonra,
Senin için dünyanın bir gerçekliği
olamaz elbette...”
SONSÖZ
Sırlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz.
Ve ne ilginçtir ki, bu sırları çözmeye
çalışmadıkça, sırlarla dolu dünyaya bir
sır da biz vuruyoruz. Ve böylelikle işi
içinden çıkılmaz bir hale getiriyoruz.
Nereden başlamalı, neler yapmalı...
Bu aslında hiç de o kadar zor olmasa
gerek. Yapılacak tek şey kulaktan dolma
bilgiler yerine araştırmaya dayalı
bilgileri tercih etmek... Ancak zorluk
yine bizden kaynaklanıyor. Evet...
Mesele bizde düğümleniyor... Çünkü
çaba sarfetmiyoruz. Kapalı örtüleri
açmak için, hiç bir gayret göstermiyoruz.
Ve son bir çünküyle kitabımızı
bitiriyoruz...
Çünkü
araştırmıyor...
Ve
okumuyoruz...
Ama yine de,
“Üstü Açılmadık, Gizli Saklı Bir şey
Kalmayacak”
Çok yakında...
Okumaya çok az zaman ayrılan bir
ortamda,
Okumaya zaman ayırdığınız için
teşekkür ederiz....
SINIR ÖTESİ YAYINLARI
YARARLANILAN
KAYNAKLAR
Les Grands Initiés Edouard Schuré
Les Floralies de L’esprit R.Emmanuel
Mısır’ın Ölüler
Kitabı Albert
Champdor
Le Popol - Vuh Raphail Girard
Kur’an-ı Kerim Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları
Tasavvuf-Tarikatlar-Mezhepler Tarihi
İ.Zeki Eyaboğlu
Klasik Yunan Mitolojisi Şefik Can
Türk Mitolojisi I, II Bahattin Ögel
Halk İnanışları Cemal Anaol
Thomas’ın İncili (1945’de Yukarı
Mısır’da bulunmuştur)
Kitabı Mukaddes (Eski ve Yeni Ahit)
Timeless Eart Peter Colosimo
Cosmic Forces of Mu James
Churchward
The Sacred Symbols of Mu James
Churchward
Atütürk’ün Anıtkabir Kitaplığı’ndaki
Mu ile ilgili Özel Çalışmaları
Tahsin Mayatepek’in Meksika’dan
Atatürk’e Yolladığı Özel Notlar
Kur’an’daki İslam Yaşar Nuri Öztürk
Upanişadlar Dergah Yayınları
The Masks of God Joseph Campbell
Magie Blanche et Magie Nore aux
Indes Paul Dare
Hallac-ı Mansur Louis Massignon
Türkiye Halkı’nın Kültür Kökenleri
Burhan Oğuz
Bektaşi Menakıbnamelerinde İslam
Öncesi
İnanç Motifleri A.Yaşar Ocak
Türkler’de Ateşle İlgili İnanışlar
Prof.Dr.Hikmet Tanyu
Makaleler ve İncelemeler Abdülkadir
İnan
Tarihte
ve
Bugün
şamanizm
Abdülkadir İnan
Dede Korkut Kitabı’ndaki Eski
İnançlar ve
Gelenekler Abdülkadir İnan
Türk Boylarında Dağ, Ağaç, Pınar
Kültü Rahmeti Arat
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar
Prof.Fuat Köprülü
Sociologie
Religieuse
Gustva
Mensching
El-Biruni, El - Asaru’l - Bakıye
Edouard Sacho
Sobraniye Soçineniy Ç.Velikanov
Tanrıların Vatanı Anadolu C.W.Ceram
Mitoloji Sözlüğü Azra Erhat
Traité d’historie des religions Mircea
Eliade
Chamanisme Mircea Eliade
Le Sacre et le Profane Mircea Eliade
Images et Symboles Mircea Eliade
Faune et Flore Sacrèes Dans les
Sociètès Altaigues Roux
Dieu Dans le Kitab-ı Dede Qorqut
Roux
Moğollar’ın Gizli Tarihi Dr.A.Temir
Farisi Yazmalar No: 1364 Paris
Kütühanesi
Zwei
Pfahlinschriften aus den
Turfanfunden F.W.K.Müller
Proben der Volksliteratur der Türk
W.Radlof
Ruh ve Kainat Dr.Bedri Ruhselman
Tabu Slov D.K. Zelenin
Kritias Eflatun
Konferans Notları Erol Konyalıoğlu
Evrenin Gizemi Erol Konyalıoğlu
Aprés la Mort Exposè de la Doctrine
des Esprits Léon Denis
Görünenden Görünmeyene Necmettin
Ersoy
Hint Felsefesi Henrih Zimmer
Mu Tarih Öncesi Evrensel Uygarlık H.
Egemen Sarıkaya
Doğu Büyüsü İdris Şah
Tanrıların Geldiği Gün E.Von Daniken
Divan-ı Kebir Mevlana Celaleddin
Mesnevi Mevlana Celaleddin
Edgar Cayce et le Destin de l’homme
Lytle W.Robinson
The Sirius Mystery Robert Teple
Marcel Griaule and Germanie Diterlen
Lerenard Pale İnst. d’Ethnologie
Bu Dünyadan Değil Peter Colosimo
De L’Unité Transcendante Des
Religions Frithjof Schusa
Üçüncü Göz Lobsang Rampa
Türk Mitolojisi’nde Kurt Sembolü
(RM Dergisi) Ergun Candan
Konferans Notları Ergun Candan
Sınır Ötesi Radyo Program Notları
Ergun Candan