EDWARD HALLETI CARR
•
Tarih Nedir?
Birikim Yayınlan. 1980 (l baskı)
Iletişim Yayınlan, 1987-1996 (5 baskı)
Wlıaı is History?
© 1961 Edward Halleıt Carr
© 1987 The Estate of Edward Halleu Carr
© 1987 (Editorial matter copyright and selection
for the second edilion) R. W. Davies
Bu kitabın yayın haktan. Akcalı Telif Haklan Ajansı'nın aracılıgıyla
The Estaıc of E. H. Carr ve c/o Curtis Brown Group Limited'den alınmı.şıır.
Giriş yazısı
© 2001 Richard]. Evans
Giriş yazısının haklan Palgravc Macmillan'dan alınmıştır
Iletişim Yayınlan 59
•
Araşunna-lnceleme Dizisi 12
ISBN-13: 978-975-05-0809-7
© 2002 lletişim Yayıncılık A. Ş.
1-13. BASKI 2002-2010, Istanbul
14. BASKI 20ll,lstanbul
DIZI KAPAK TASARIMI Ümit Kıvanç
KAPAK Suaı Aysu
KAPAK RESMI Aslı louvre Müzesi'nde (Paris) bulunan,
Eski Mısır'ın 3. Hanedan dönemine ait rülyefteki Aa-akhti figürü
UYGULAMA Hüsnü Abbas
DOZELTI Mustafa Şahin- Fatih M. Öztan
DIZIN Özgür Yıldız
BASKI ve ClLT Sena Ofset
liuos Yolu 2. Maıbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat No. 4NB 7-9-1 l
Topkapı 34010 Istanbul Tel: 212:613 03 21
tletişim Yayınlan
.
Binbirdirek Meydanı Sokak Iletişim Han N o 7 Ca�aloglu 34122 Istanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 Faks: 212.516 12 58
e-mail:
[email protected] web: www.iletlsim.com.tr
•
•
EDWARD HALLETT CARR
Tarih N edir?
OCAK-MART I 961 'DE
CAMBRIDGE ÜNlVERSlTESl'NDE VERlLMlŞ
GEORGE MACAULAY TREYELYAN
KONFERANSLARI
What is History?
ÇEVtREN Misket Gizem Gemürk
RICHARD J. EVANS'IN GIRIŞ YAZlSI,
R. W. DAVIES'IN, E. H. CARR'IN IKINCI BASKI
NOTLARI HAKKINDAKI SONSÖZÜYLE
GENlŞLETlLMl$ YENl BASKI
t
'
m
EDWARD HAlLETI CARR28 Haziran 1892'dc Londra'da dogdu. 3 Kasım 1982'dc
Cambndge'de öldü. 19 16'da Dışişleri Bakanlıgı'nda çalışmaya başladı. 1919'da Ingi
liz dclegasyonuyla Versailles Konferansı'na kaııldı. I ngil iz Dışişleri Bakanl ıgı'nda
kumlan Sovyeıler Birliti Dairesi'nde çalışmalanm sürdürdü. 1936'da bakanlıktan
aynlarnk, çeşitli üniversitelerde ögt'ctim üyeliti yaptı. 1941-46 yıllan arasında The
Times'da yayın yönermen yardı mcısı olarak çalıştı. Carr'a göre tarihçi, olgulan ya
da kişisel yorumunu öne çıkarrnamalı, tarihçi ilr olgular arnsınd.ıki karşılıklı ve
kesintisiz etkileşim sürecinde, bugün ile geçmiş arasındaki diyalogu sürekli kılına
lıdır . Bu nedenle tarihçi, sundugu olgulann dogrıılugunu kanıtlamanın ötesinde.
araşıırdıgı konuyla ilgili bilinen ya da bilinebi lecek tüm verileri ele almak zorunda
dır. Başlıca Eserleri : DosıoyC'\.'shy, 1931 (Dosıırynıslıi, çev. Ayhan Gerçekler, Iletişim
Yay., 20001; Th e Romaıııic E'<iles, 1933 (Romanıilı Sıir�rılııla. çev. Şamil Be:ştoy, Çizi
yazılan Yay., 20011; Klırl Marx, 1934 (Karl Mar:�:. çev. Uygur Kocabaşoglu, Iletişim
Yay., 2010); lnıemaıiorıal Relations Sinu ıhc Pau:c Trtaıies. 1937 ("Barış Antlaşmala
nndan Sonra Uluslararası I lişkil er" ); Michael Baı.unin. 1927 (Michael Bahıınin. çev.
Pelin Siral, Iletişim Yay.• 2008); The Twenıy Yearl' Crises, 1919-1939, 1939 ("Yirmi
Yıllık Bunalım, 1919-1939"): Briıairı: A Study of Fım:igrı Policy f rom Vı:rsailles ıo ılır
OıııbreaJı of War, 1939 ("lngilıere'nin Versailles Antiaşmasından Savaşın Başlaması
na Dek lz ledigi Dış Politika Üzerine Bir (.alışma"); Condiıiom ofPeıue, 1942 ( "Banş
Koşullan"); Nationalism arıd After, 1945 (Milliyetçilik vt Sonrası , çev. Osman Akın
hay. iletişim Yay., 1999]; The Sovi tt lmpacı on ıhc Wesımı World. 1946 ("Sovye t
lcr'in B.·m Dünyası Üzerine Etkisi"); Studies in Rnıolwion, 1950 ("Devrim Üzerine
Çalışmalar"); nı� Bolshnıik Rnıolwion, 1917-1923. 3 cilt, 1950-1953 (Boijevilı Devri
mi, 3 cilt, çev. Orh.ın Suda 0-11). çev. Tuncay Birkan (lll). Metis Yay., 1989-20041;
Tl!€ New Sodety, 1951 ( "Y eni Toplum"); Gennan-Soviet Relaıions Beeıween ıhe Two
World Wal'l, 1951 ("Iki Dünya Savaşı Arasında Sovyet-Alınan Ilişkileri"); The lnı.::r
re gnum 1923-1924, 1954 ("Iktidar Boşlugu Döne.ıni 1923-1924"); 5ocia1isrrı in Oııc
Counıry 1924-1926, 3 cilt, 1958-1964 ("Tek Ülkede Sosyalizınl924-1926"); \VIıaı is
History?. 1961 [Tarih Nedir?. çev. Misket Gizem Gürtürk, Iletişim Yay .• 2004(;
1917: Bcfore and Afıer. 1969 (1917: Oneesi ve Sonrası , çev. Bt:güm Adalet, Birikim
Yay.• 2007); Foımdarioııs of a Plannea Ecorıomy (1. cilı RW. Davil'S ile) , 3 cilt, 19691978 ("Planlı Ekonominin Temelleri"); The Rııssian Revolution from lerıin ıo Stalin,
1979 lLenin'den Sralin't Rus Devrimi 1917-1929, çev . levent Cincmre, Mer Yay.,
1992(� From Napolton ıo Sralin, 1980 ("Napoleon'ılan S talin'c" ) ; The Twilighı of tlrr
Comintem . 1982 [Kominıem'in Alac.aharanlıgı 1930-1935. çev. Uygur Kocabaşoglu.
Iletişim Yay., 20 101.
"Böylesine can sıkıcı olması hep tuhafıma
qidiyor, çünkü çoğu uydurulmuş olmalı."
Catherine Mortand'ın Tarih üstüne
bir sözü (Northangier Abbey, bl.
XIV)
İÇINDEKlLER
GIRIŞ
•
..
RICHARDj. EVANS
GIRIŞ NOTU
•
. ..
....... .. ............... ..
R. W. DAVIES . ..
.
IKINCI BASKlYA ÖNSÖZ
•
.... ..
.
....._....
......_,_.... .....
..
--....... -.......................... ..
.....
..
....
RıcHARDj. EVANS
1. Tarihçi ve Olguları .....................
2. Toplum ve Birey
.
.. .
. ..._ .-...... ,_ ...... .... ......
--...
-............ ....- ...............
. .
....
.
_...............
_
. ..
..
9
47
49
..57
-..................-----...................... 83
.
__... ... . ....... .
3. Tarih, Bilim ve Ahlak .
4. Tarihte Nedensellik .
.
. ................... . ........._....;..___,,_.
S. llerleme Olarak Tarih
6. Genişleyen Ufuklar.
--.................-...--...-.............111
............... ..
..
.
. 145
.. ... ,_,_.. ..
. ....--................................................................_ ....
.
.
.
.. ..
__ ,___ ........... ..- ........
.
.
_.... .....
169
-............._.197
E. H. CARR DOSYALARINDAN TARIH NEDiR?'IN
IKINCI BASKISI IÇIN NOTLAR • R. W. DAVIES... '-.-................... 223
...
DIZIN ............................
..
_,.....
.. .
.
. .. .
. ........._,_,,.,. .. ........ ,._,_,,.,.... . . . .
.
. .
. 253
.
GIRIŞ
RICHARD J. EVANS
E. H. Carr ( 1 89 2-1982) günümüzde kabul gören anlamıy
la hiçbir şekilde profesyonel bir tarihçi değildi. Tarih alanın
da lisansı yoktu. Hiçbir üniversitenin tarih bölümünde ders
vermedi. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Cambridge'de Kla
sik Çağ öğrenimi görmüştü. Daha sonralan o günlerde ta
rihe hiç ilgi duymadığını itiraf edecekti.1 Günümüzde aka
demik karlyer yolunun anahtarı sayılan bir doktora progra
mına katılmadı. 1 9 1 6'da mezun olduğunda doğrudan Dışiş
leri Bakanlığı'na girdi ve sonraki 20 yıl orada çalıştı. Bu sü
re zarfında, bugünlerde mümkün olabileceğinden çok daha
fazlasına sahip oldu� anlaşılan boş zamanlarını 1 9. yüzyıl
Rus yazar ve düşünürlerin biyografilerini yazarak değerlen
Dostoyevski hakkında bir kitap, 1933'te Her
(Romantik Sürgünler) üzerine bir araştırma
Mihail Bakımin biyografisini yayınladı. Çağdaş
dirdi. 1 931 'de
zen ve çevresi
ve 193Tde
I
E. H. Carr, "An Autobiography" (I 960), E. H. Carr. A C rilical Appraisal
(londra. 2000) içinde rd. Michael Cox, s. xiii-xxii, burada s. xiv.
9
diplomasi üzerine makaleler ve eleştiriler yazmaya başla
dı. 1936'da Dışişleri Bakanlığı'ndan istifa edip Aberystwyth
Üniversitesi'ndeki görevini kabul ettiginde Tarih degil Ulus
lararası tlişkiler bölümüne profesör atanmıştı.
Carr bu kisveyle dış politika üzerine kt'>a ama etkili birkaç
çalışmasıyla tanındı. Bunların içinde muhtemelen en meş
huru tkinci Dünya Savaşı arefesinde yayınlanan T he
Years' Crisis 1919-1939 adlı
Twenty
çahşmasıdır. Dışişleri Bakanlı
gı'nda görevliyken nasıl giderek daha çok zamanını kitap
yazmaya ayırdıysa, üniversitede görevliyken de gazetecilige
giderek daha fazla zaman ayırmaya başladı. 1 94l'de The Ti
mes'ta editör yardımcısı oldu ve 1946'da işi bırakana kadar
gazete için pek çok başınakale kaleme aldı. Aberystwyth'deki
meslektaşlan bir ulusal gazetede tam zamanlı çalışmasından
pek hoşlanmamış olsalar da kürsüden nihayet istifa etmesi
nin asıl nedeni kendi kişisel hayatındaki bir takım zorunlu
luklardı. Geçimini bir süre serbest gazeteci, yazar ve yayıncı
olarak sürdürdükten sonra 1953 yılında Oxford, Balliol Col
lege'da siyaset bölümünde özel dersler vermeye başladı. Bu
nun hemen ardından l955'te Cambridge, Trinity College'da
1 982'de 90 yaşında öldüğü güne kadar sürdürecegi son işine,
Üst düzey Araştırmalar ögretim Üyeligine geldi. 2
Dolayısıyla Carr tarihe hayatını Dışişleri Bakanlıgı'nda ve
ulusal bir gazetede çalışarak geçirmiş birinin gözüyle yak
laştı. Tarih ve tarihin nasıl araştırılması gerektigi hakkın
daki görüşlerini bu etki ve deneyimler renklendirdi. Kendi
si bu konulara geç sayılabilecek bir yaşta girebildL 1950 ile
1 978 arasında yayınlanan en önemli tarihsel eseri 14 ciltlik
Sovyet Rusya Ta ri hi 'ni yazmaya ellilerinde başlamıştı. Tari h
Nedir?'i yazmaya koyuldugunda ise emeklilik yaşını çoktan
geçmişti. Sonraları tarihe ilgisinin l917'de Ingil tere Dışiş2
10
Carr: Chronology of His Life and Work. 1982-1982", a.g.e. içinde. s.
139-H.
"E. H.
leri Bakanlığı'nda genç bir memurken uzaktan gözlemledi
ği Rus Devrimi'nden kaynaklandığını söyleyecekti. Haziran
1941'de Sovyet Rusya savaşa Ingiltere'nin yanında katılınca
İngiltere'deki çoğu kişi gibi, aslında herkesten daha dolay
sız ve kalıcı şekilde, bu ülkeye hayranlık duymaya başlamış
ama meşguliyelinin sonunda kesin olarak o yöne kaydığı
tkinci Dünya Savaşı günlerine kadar ilgisi askıda kalmı.ştı. 3
Sovyet Rusya Tarihi
üzerine çalışırken kendisinin de de
diği gibi, ona yeni bir entelektüel çalışma sahası açan "Ne
densellik ve Rastlantı, Özgür lrade ve Determinizm, Birey ve
Toplum, Öznellik ve Nesnellik" gibi kilit meselelerle karşı
laştı. Cambridge'de öğrenciyken "oldukça sıradan bir Klasik
Çağ hacasından" Heredot'un Pers Savaşları anlatısının, He
redot tarih yazarken halen sünnekte olan Peloponez Sava
şı hakkındaki tutumuna göre şekillenip )'orumlandığını öğ
renmişti. Yıllar sonra Carr bu sözleri "tarihin ne olduğuna
4
dair bana ilk fikri veren müthiş bir açıklama" diye anacaktı.
Sovyet Rusya çalışmasını araştırıp yazarken, Carr bu anlayı
şa tutunarak projesinin ortaya koyduğu teorik problemleri
1 950'lerde
The Times Literary Suppleınent [TLS)
için yazdı
ğı bir dizi makalede ele aldı. Bunlardan ilki nesnellik mese
lesiydi. 1950'de yazdığı tarihin ilk cildini yayıniayacağı sıra
da Sovyetler Birligi hakkındaki fikirler, hiçbir eleştiri kabul
etmeyen ve kuruluş aşamasındaki her şeyi haklı ve kaçınıl
maz sayan komünistler ile komünizmi insan haklan ve de
mokratik değerler için en az Nazizm kadar ciddi bir tehdit
kabul eden ve Sovyetler Birliği'nin kuruluşunu feci bir cin
net hali olarak lanetleyen Batı'nın Soğuk Savaş cengaverleri
arasında kutuplaşmıştı.
Carr'ın
Sovyet Rusya Tarilıi
ulaşılabilir kaynaklar aracılı
ğıyla 1 9 1 7 ile 1 933 arasında Rusya'da neler olup bittiğini
3
4
Carr. '"An Auıobiography", s.
xv, xx.
A.g.c., s. xiv.
11
detaylanyla kavramaya yönelik öncü bir girişimdi. Aynı za
manda Soguk Savaş polemiklerinin karşıt kutuplan arasında
bir yol açmak ve hem akademik hem nesnel sayılabilecek bir
anlatım sunmaya yönelik ciddi bir çalışmaydı. 19SO'de anıt
sal eserinin ilk cildi yayınlanırken Carr altını çizerek şöy
le diyordu: "Nesnel tarih yoktur." Fakat aynı zamanda TLS
için yazdıgı makalelerin ilkinde nesnel olmaya çabalamanın
ve buna erişmenin sonuçsuz bir girişim oldugunu savunu
yordu: "Yanılabilir insanlıgın mutlak gerçege ulaşamayacak
denli zaman ve mekan koşuHanna sıkıştıgını ileri sürmek,
gerçegin varhgını inkar etmekle bir degildir. Böyle bir inkar
her tür olası yargı kriterini yok eder ve her tür tarih yaklaşı
mını en az bir digeri kadar dogru ya da yanlış hale getirir,"
diyordu. Açıkçası bu görüş pek tatmin edici degildi. Bu yüz
den Carr "nesnel gerçegin varligını iddia etmenin mümkün
oldugu ancak hiçbir tarihçinin ya da hiçbir tarih okulunun
kendi başına buna kısmen yaklaşmaktan ötesini umut ede
meyecegi" bir mevziide karar kıldı. 5
Ancak sorun bu kadar kolay çözülemedi. Yüksek diplo
mat tarihçi G. P. Gooch'un ilk baskısını l913'te yapan ve
kırk yıl sonra yeni bir önsözle tekrar basılan
torians in the Nineteenth Century
History and His
kitabına yapugı eleştiride
Carr "olguların saptanabilirligine ve bir kez saptanmış olgu
ların insanlık için degerine iman edildigini" kaydediyordu.
Bu inanış Gooch'un 19. yüzyıl akademisyenlerinden Leo
pold von Ranke'nin Alman tarih geleneğinden gelmesinden
kaynaklanıyordu. Buna göre tarihçi geçmişi ''gerçekte oldu
gu gibi" resmetmeyi ögrenmiş kişi demekti. Ancak 1952 yı
lında Gooch için Carr şunları söylüyordu,
dünyanın geçen kırk yılda çok değiştiğini ve yeni neslin ta
rihsel olguların üstünlü�ne ve kurtancı kerametine böyS
12
E. H. üırr, "Truıh in History", TIS, 1 Eylül 1950.
le mutlak ve tanışmasız bir inanç beslemesinin artık müm
kün olmadığını biliyor ... Tarihi olguları ararnamızın ve bul
dugumuzda bu olgulan tespit etmemizin ister istemez araş
tırmaya rehberlik eden muhtemelen bilinçdışı inanış ve
varsayımlar tarafından belidendiği artık sorgulanmayacak
tır. "Olgulann" tarafsız olduğu ve ilerlemenin olgulan keş
fedip onlardan ders alarak gerçekleştiği mutlak inancı, bu
gün artık neyse ki miadını doldurmuş 19. yüzyıldaki öncü
lerimizin yaptığı gibi kolaylıkla kabul edilemeyecek rasyo
nel-liberal bir dünya görüşünün ürünüdür.
Öte yandan Carr, Sovyet Rusya'da Stalin rejiminin tari
hi çarpılması, belgeleri ve tarihi kayıtları tahrif etmesi do
layısıyla bilme özgürlügünün şimdi her zamankinden fazla
önem taşıdıgını görebiliyordu.6
Birkaç ay sonra makalesinde havada kalan gerilimli konu
ları yeniden ele aldı ve düşüncesini biraz daha ileri götürme
ye çalıştı. Tarihçi ile olgular arasında nasıl bir ilişki vardı?
Bu soruyu Haziran 1953'te TLS'de yayınlanan başka bir ma
kalesinde soruyordu:
Geçmişle bugün arasında çift yönlü bir trafik var. Bugün
geçmişin kalıbıyla yoğruluyor ama bir yandan geçmişi sü
rekli yeniden yaratıyor. Tarihçi tarih oluşturuyorsa tarihin
de aynı şekilde tarihçiyi oluşturduğu bir gerçektir ... Nesnel
detenninizmin tehlikeleriyle öznel göreliliğin dipsiz çuku
ru arasında tedirginlikle salınan, düşünce ve eylemin aynl
mamacasına iç içe geçtiğini ve en az fen bilimleri kadar ta
rihte de o yakalamaya çalıştıkça anlamı elinden kaçırtanın
nedensellik olduğUnu bilen günümüz tarih felsefecisi, so
rulan cevaplamaktan çok sorular sonnakla meşguldür.7
6
7
E. H. Carr, "'Progressin History", 11.5, 18 Temmuz 1952.
E. H. Carr, "'Victorian History"', U5, 19 Haziran 1953.
13
Bu görüşlerden bazıları
Tarih Nedir?
içinde yer alacaktı.
Ama Carr tarihçiterin sadece soru sormakla meşgul oldukla
rına gerçekten inanmıyor olacaktı ki
Sovyet Rusya Taıihi ki
tabında hemen her sayfada cevaplar veriyordu. Böylece me
sele yanın kalmıştı.
1960'ta tarih ders kitaplarındaki milliyetçi önyargılar ko
nulu bir tartışmada nesnellik sorununa tekrar el attı. Bura
daki tutumu biraz çelişkiliydi:
Tarihle ilgili tuhaf olan şey yanlılıgın tarih için, hana en iyi
tarih için bile gerekli sayılmasıdır. Bazen denildigi gibi ol
guların "kendini anlaıııgı" doğru degildir ya da öyleyse bi
le hangi olgunun konuşacağına tarihçi karar verir, meyda
nı tümüyle onlara bırakamaz. Ve en bilinçli tarihçinin -ne
yapııgının çok iyi bilincinde olan tarihçinin- kararında bi
le başkalarının yanlı bulacagı bir görüş belirleyici olacak
tır. En iyi tarihçi, en iyi önyargıya sahip tarihçidir -hiç ön
yargısı olmayan namevcut tarihçi hariç- demek hepten si
nik bir tavır sayılmaz.
Carr'ın görüşüne göre böyle bir durumda ulusal değil de
uluslararası önyargı daha iyiydi. Bu, yurtsever bir etkinlik
olarak tarih yazmaktan vazgeçmek anlamına geliyordu. Al
man tarihçileri Versay Antiaşması ve sonuçları üzerine tar
tışmalannda böyle yapmışlar ve Alman tarihinin l919'dan
beri uluslararası sistem içindeki yerini ve yakın Alman tari
hini uluslararası sistemin bakışına göre ele almışlardı. Bura
da "yanlılıklönyargı"
(bias)
doğru kelime midir yine de tar
UŞılır. Carr'ın söylemeye çalıştığı Alman tarihçiterin son yıl
larda daha
az
önyargıh davranmaya başladıklarıdır, çünkü
geçmişi incelediklerinde kendi ülkelerinin dar fikirli milli
yetçi çıkarlarından ötesini görmeye başlamışlardır. Carr şöy
le devam eder, "mantıken tarihçinin kendi zamanının ileri
ci
14
(progressive)
ve aydınlanmış
(enlightened)
hareketlerinin
gerisine düşmeyip bir adım önüne geçmesi beklenilebilir. "8
Peki, neyin ilerici ve aydınlık oldugunu ya da olmadıgını
kim söyleyecekti? Burada da Carr nesnellik sorununa tat
minkar bir çözüm getirernemiş görünüyor. Nesnelligin So
guk Savaş polemiklerinin ortasında tehdit altında olduğu
hissi ve kelimenin her tür geleneksel anlamında nesnelligin
bir tarihçinin ulaşmayı umut bile edemeyecegi imkansız bir
hedef oldugu inancı arasında kalmıştı. Carr'ın zihnindeki
bu çelişkiler 1960'lann başında tüm bu düşünce kınntılan
nı
Tarih Ned i r ? de bir araya getirmeye kalkıştıgında daha da
'
farklı biçimde yüzeye çıkacaklardı.9
ll
Carr l954'te yazdığı bir eleştiri yazısında şöyle diyordu,
"hiçbir anlamı olmasaydı tarih yazılıp okunınaya degmez
di." Ona göre "tarihte önemli açıklamaların, sahnedeki
oyuncuların
[dramatis personae]
bilinçli amaçları ve öngö
rüleri içinde bulunabileceği varsayımına" meydan okumak
önem taşıyordu.10 Peki, tarihin anlamı nereden geliyordu?
Bu konuda Carr fikirlerini fikir felsefecisi ve tarihçisi lsaiah
Berlin ile giriştiği uzun tanışmalar süresince çözüme ulaş
tırdı. Ikisi o günün ölçülerinde sıra dışı sayılacak bir yakın
lıkla birbirlerine ilk isimleriyle hitap ederlerdi. Rus edebiyatı
ve felsefesi alanında derin bilgileri ve ilgileri onaktı. tkisinin
de siyasi düşünceleri agırhkla Ingiliz liberal geleneginden
etkilenmişti. Fakat Sovyetler Birligi konusunda aynlıyorlar
dı. Rusya'daki komünist rejimi pek çok yönden eleştirmedi
gi kesinlikle söylenemezdi ama Carr, Ikinci Dünya Savaşı sı8
E. H. Carr. "Hisıory wiıhouı Bias". TLS, 30 Aralık 1960.
9
Jonathan Haslam,
s.
192-6.
Tlıc Vices of lnıegriıy. E. H. Can 1892-1982 (Londra,
l9Q9)
10 E. H. Carr, "European Diplomaıic History•, TLS, 26 Aralık 1954.
15
rasında Hitler'e karşı verilen mücadeleden ötürü kendisinde
gelişmiş Rusya sempatisini asla tümden yitirmemişti. Ancak
Sovyet Rusya'dan gelen bir sığınınacı olan Berlin'de böyle bir
sempati yoktu. 1950'lerin gidişatında liberal 'Batılı' değerler
ve Atiantik'in iki yakasındaki komünist teori ve ideoloji kar
şıtlığının baş sözcülerinden biri olmuştu.11
1950 yılında Berlin, Carr'ın
Sovyet Rusya Tarihi'nin birin
ci cildini, yöntemine ve amacına karşı olduğuna şüphe bı
rakmayan bir dille eleştirdi. Carr kitabın önsözünde "tarihi
devrim olaylanndan ibaret hale getirmeden yazmak... daha
çok devrimden doğan siyasi, toplumsal ve ekonomik düzeni
anlatmak" amacı güttüğünü yazmıştı. Dolayısıyla onun kita
bı "ilgili dönemin olaylarını aynnularıyla kaydetmeyi değil,
gelişmelerin ana hatlarını yağuran bu olaylan çözümleme
yi" hedefliyordu.12 Bu yüzden örneğin Bolşevik düşüncesi
nin gelişimini 191 Tden önceki konuların tamamını ele ala
rak detaylarıyla araştınyordu. Oysa bu anlayış 191 7'den ön
ce Rusya'da hemen hiçbir siyasi önem taşımıyordu çünkü
ancak iktidara geldikten sonra kendi siyasetlerini uygulaya
bilmek adına bu düşünce tarzını yerleştirmek önem kazan
mıştı. Öte yandan Carr, Bolşeviklere yenik düşen diğerlerini
ya da lç Savaş'ın vahşi çatışmalan gibi devrim olaylarını ak
la getirmeyi ihmal ediyordu.
Dışişleri Bakanlığı'nda uzun dönem yüksek düzey memu
riyelle hizmet vermiş birinin gözünden yazan Carr için mü
him olan devleti inşa süreci ve devlet politikasının nasıl şe
killendiğiydi. Ve çoğu devlet memuru gibi o da devlet kay
naklı belgelere, resmi politikalara, kurumlara ve yazılı ka
nunlara fazlasıyla kıyınet veriyordu. Carr'ın biyografi yazan
11
Michael ıgnaticf, lsaiah Beril rı: A
Life (Londra, ı998) özellikle böl. ı 3.
12 E. H. Carr, The Bolshrvih Revoluticırı [Sovyet Rusya Tarilıi Bolşoih Doriıııi,
3 cill, çev. Orhan Suda, Tuncay Birkan. Metis Yayınları, 1989-2004), Cilt ı
(londra, 1950) s. 5-6
16
jonathan Haslam'ın belirttiği gibi diplomatlık deneyimi yü
zünden "her durumda olası birçok farklı sonuç dogabilece
gine dair sezgisi körelmişti. Iyi veya kötü bir olay gerçek
leştiginde diplomat bunu özümser ve harekete geçerdi. " Bu
durum "yönetilenlerden çok yönetenlerle özdeşliginin alum
çiziyordu . . . Tarih'i yazarken Carr, bilinçdışı da olsa Britan
ya yönetici sınıfıyla önceki özdeşliginin yerine Sovyet Rus
ya'daki yönetici kastı geçirmişti. "13
Berlin bu yöntemi kökten sakıncalı buluyordu. Kitap eleş
tirisinde Carr'ın "tarihi degişmez kurallann idaresi altındaki
olaylar dizisi olarak degerlendirmesinden" yakınıyordu. "Bir
zamanlar üzerine büyük umutlann ve korkulann beslendigi
gerçekleşememiş olasılıklara hatta verilen kurbaniara ve ka
yıplara arka planda hiç deginmeyen Carr, tarihçinin görevi
ni kurallan ve nasıl işlediklerini ortaya çıkarmaktan ibaret
sayıyor' gibiydi. Bu yüzden Carr'ı suçluyordu.
Carr, tarihi kazananların gözüyle görüyor; kaybedenler ona
göre kendilerini tanıklık bile ederneyecek hallere düşür
müşler ... Bay Carr'ın mevcut kitapları bu etkileyici açık
la başa çıkabilirlerse, en çok da Avrupa liberal geleneginin
derinlerinde gömülü duran tarih yazımında tarafsızlık ve
nesnel gerçeklik ve hakkaniyet idealine dogru çagırnızın en
büyük mücadelelerinden birini başlatacaklardır. 14
Dolayısıyla, Berlin'e göre Carr'ın tarih yaklaşımı nesnel
likten çok uzaktı. Carr kendisinin bir önyargısı varsa bunun
en dogru önyargı olduğuna inanıyor olabilirdi. Belli ki Ber
lin buna karşıydı.
Berlin 1 953'te görüşlerini biraz daha geliştirerek Carr'a
imalı saldırılannı sürdürdü. Biyografisini yazan Michael lg--·--- ---
13 Haslam, The Viccs of lnıegrity, s.l46.
14 lsaiah Berlin. Sımday 1"imes'ıa yer alan Bol�n�ilı Dn>rimi eleştirisi, lO Aralık
1950.
17
natieff, Berlin'in o yıl London School of Economics'te ver
diği Auguste Comte derslerini, temel düşüncelerinin çarpı
cı bir anlatımı diye yorumlamıştır. Daha sonra genişletilmiş
hali
Histarical Inevitability başlığıyla yayımlanan bu dersteki
konuşmasında Berlin'in bahsine göre insanlar ahlaki tercih
kapasiteleriyle benzersizdiler. Bu kapasite, Berlin'in hatalı
kanısına göre Carr gibi tarihçilerin insan davranışlarını be
lirlediğini düşündükleri dış etkenlerden kişileri nispeten ba
ğımc;ız kılıyordu. Elbette Berlin bu etkenierin her dummda
her bir bireyin manevra alanını kısıtladığını kabul ediyordu.
Manevra alanının maksadını belirlemek, bireylerin sonuçta
seçmiş oldukları eylemiere olası alternatif yolları tespit et
mek ve davranışlarını buna göre yargılamak tarihçinin işiy
di. Carr'ın yaptığı gibi geçmişte olaniann kaçınılmazlığında
ısrar etmek, şu anki eylemlerimiz lehine ahlaki sonımiuluk
tan vazgeçmek demekti.1s
Carr böyle bir tenkidi direnmeden kabul edecek biri değil
di. TLS'de yer alan bir yazısında "tarihçi sıfatıyla, bir tarih
çinin en belirli işlevinin yargılamak değil açıklamak" oldu
ğunu vurguluyordu. Berlin'in bile kabul ettiği üzere tarihçi
ler her zaman geçmişte bir anlam ve bir model aramışlardı.
Vakanüvis birbirini takip eden olaylardan bahsetmekle ye
tinir; tarihçiyi ayırt eden ise bir olayın digerine yol açtı
gını ortaya koymasıdır. Ikincisi ıarihsel olaylar, ister "bü
yük adamlara" ister sıradan insanlara aiı ama şüphesiz bi
reysel kararlarla başlaulırken, tarihçinin bireysel kararların
arkasına geçerek kişilerin bu karar ve eylemlerinin neden
lerini araştırması ve bireysel davranışı açıklayacak "etken"
ve "kuvvetleri" açıklaması gerekir. Üçüncüsü, tarih kendi15 Ignaıidf, Jsaialı Berlin, s. 205.{;; lsaiah Berlin. His!orical lntvi!ablliıy (Londra.
1954) Isaiah Berlin içinde yeniden basım, Tlıc Propr.r Sıııdy of Mcınkind: An
Anıholog_v of E�sa.vs. ed. Henry Hardy ve Roger Housheer (londra. l997) s.
1 19-90, buraıla s. 189; Haslam, Tht Vices of lntcgrity. s. 197-8.
18
ni asla tekrar etmez ama belli bazı devamlılıklar arz eder ve
gelecekteki eylemiere rehberlik edebilecek bazı genelleme
ler yapmaya elverişlidir.16
Tarih Nedir? in
'
sayfalarında Carr'ın Berlin'in görüşüne
karşı hamlesinin arkasında bu taruşmalar yauyordu.
Cambridgeli büyük tarihçi G. M. Trevelyan'ın başarı
lı eseri
Eng lislı Social Hi story'nin
gelirleri ve hatırı sayılır
şahsi servetiyle kurulmuş Trevetyan Fonu'nun yöneticile
ri Carr'dan, A. L. Rowse'un verdiği ilk konferansiann ardın
dan Trevelyan'ın
1961 konferanslannın ikinci kısmına de
vam etmesini istediklerinde, Cambridge Tarih Okulu dışın
dan ama okuila geçmiş ve güncel baglar kurmaktan hoşla
nan bir Trevetyan hacası vasıtasıyla bir gelenek oturtmak
niyetindeydiler. Carr tam aradıkları adamdı: Cambridge Ta
rih Fakültesi'nde hiçbir zaman bulunmamışsa da Cambrid
ge mezunuydu ve Trinity College akademi üyesiydi. Üstelik
pek yakında Yaşam Boyu akademi üyesi unvanına sahip ola
caktı. Cambridge'in dolambaçlı yolları hesaba katıldığında
özerk bir üniversitenin üyesiydi ama Cambridge çalışanı de
ğildi. Araştırma öğrencilerine danışmanlık yapabilirdi, yaptı
da. Lisans öğrencilerine danışmanlık yapmakla görevlendi
rilmişti ama Tarih Fakültesi'nin nonnal ders veren kadrosu
içine girmedi. Hepsinden ötesi, neredeyse yetmişinde Tre
velyan Konferanslan'nı verdiği sırada emeklilik yaşını çok
tan geçmişti.
Trevetyan Fonu Yöneticileri Carr'dan konferans verme
sini istediklerinde, o sırada müfredatın hala erken Orta
çağ'dan itibaren Ingiliz tarihine yoğunlaştığı Tarih Fakülte
si'nde işlenmeyen bir konu olduğundan Sovyet Rusya'dan
bahsetmesini umuyorlardı. Fakat Carr'ın düşüncesi başkay
dı. Stalin ve Troçki'nin biyografi yazan arkadaşı Isaac Deuts16
E. H. Gırr, "History and Morals", TLS. l 7 Arnlık 1954.
cher'e Mart 1960'ta şöyle yazıyordu: "Uzun zamandır genel
anlamda tarih üzerine kapsamlı bir ders vermek, hepsinden
öte Popper ve lsaiah Berlin gibilerinin tarih hakkındaki ap
talca sözlerine yanıt vermek için fırsat kolluyordum"17 Tarih
Nedir?'de dediğini, hatta fazlasını yaptı. 10 Eylül-ll Ekim
1959 tarihleri arasında Londra'dan San Francisco'ya yaptığı
bir deniz yolculuğunda konuşmasını kaleme aldı ve 27 Ey
lül 1 960'ta başlayarak bir yıl sonra yazdıklarım tekrar temi
ze çekti. Ocak-Mart 1961 tarihlerinde konuşmalar haftadan
haftaya devam etti, BBC radyosunda tekrarlandı ve BBCnin
haftalık dergisi The Listener'da kısaltılmış haliyle yayımlan
dı. Muhtemelen Trevelyan Konferanslan'nın gelmiş geçmiş
her tür halinden daha geniş kapsamda kamuya ulaştı . 18
Pek çok medya bağlantısı bulunan bir gazeteci olarak
Carr'ın BBC'ye gecikmesiz erişme imkanı vardı. BBC'nin
mümkün olan en geniş erişimi sağlaması maksadıyla, ga
zetelere yazdığı yıllar boyunca ustalıkla mükemmelleştirdi
ği bütün kabiliyetini kullanarak konuşmalarını gazeteci üs
lubuyla yazdı. Daha en başından Cambridge'deki Mill La
ne dersinde toplananlardan daha geniş bir dinleyiciye hi
tap edildiği anlaşılıyor. Carr, Isaiah Berlin ismini sadece iki
si arasında geçen tartışmadan ötürü değil, aynı zamanda
dinleyicinin bu isme aşina olacağını düşündüğünden gün
deme getiriyordu. Her ikisi de kendi zamanlarının entelek
tüel dünyasında iyi tanınan kişilerdi. tkisi de, henüz tele
vizyonun baskın çıkmadığı ve bazıları itiraz etse de sofisti
ke tezlerin ve fikirlerin iletilip tanışılmasına daha çok yakı
şan 19SO'lerin en popüler yayın organı radyoda sık sık prog
ram yapıyorlardı. 1960'lann başlarında ingiltere'deki ente
lektüel ortam hala fazla erişilmezdi. Nüfusun ancak çok küı 7 C:ırr'dan Deuıschcr'e, 29 Mart ı960, Haslam'dan ahnıı, Thr. Vices of lntr.griıy.
s. 188.
18 Haslam. The Viets of Iıııtgriıy,
20
s.
ıs9-92.
çuk bir kesimi üniversite öğrenimi görmüştü. Tarih uzma
nı hala o kadar azdı ki pek çok tarihçi birbirini şahsen tanı
yordu. The Times, BBC Radyo 3 ve TIS dahil medyadaki en
telektüel tartışmalar hala seçilmiş bir grup tanınmış kişinin
hakimiyetindeydi. Bu gruba Berlin ve Carr da dahildi. Dışa
ndan bir gözlemci "İngiliz entelektüel kesiminin küçüklü
ğünden, en iyi kalite (aslında, tamşma malzemesini sağla
yan) gazete ve dergilerde kendilerine bol bol yer bulabildik
lerinden [ve] İngiliz entelektüel hayatına pek fazla tutarlılık
getiremeyip kamusal tartışma alanına belli bir yön veren In
giliz akademisyenlerin fazlasıyla bireysel ve kavgacı yapıla
rından" söz etmiştir. 19
Dolayısıyla Carr'ın konuşmalan The Lisıener'da yayınla
nınca, derginin okur mektupları köşesinde kaçınılmaz yo
rumlar yükselmeye başladı. Özellikle Isaiah Berlin Camb
ridgeli arkadaşı tarafından kendisine aıılan akları cevapla
makta gecikmedi. Berlin kendisinin bu konuşmalarda yan
lış ifade edildiğini savunuyordu. O, determinizmin hatalı ol
duğunu söylememiş, sadece insanın yaptıkları adına dış et
kenleri sorumlu tutmanın mantıksızlığını dile getirmişti. In
sanın eylemlerinin nedenlerini araştırmanın yanlış olduğu
nu da söylememişti ki Carr bu konuya değinerek konuşma
lannda onu karikatürleştiriyordu.2° Carr, Historical lııeviıa
bili ıy de n alıntılarla cevap verdi. Berlin determinizmin birey
sel sorumlulukla bağdaşmadığını diişünüyorsa determiniz
min yanlışlığına inanıyor olmalıydı. Şayet Berlin övgü top
lamarnayı ya da geçmişteki şahısları suçlarnamayı yanlış bu
luyorsa o halde onları ahlaken yargılamakta bir kusur gör
müyor demekti.21
'
19 Ved Mehuı. Fly and the Fly·Boııle. Encountcr� wilh British lnıdlecıuul.ç (Londra,
1963), s.9J-4.
20 lsaiah Berlin, The Li51cner, okur mektuplan köşesi. 18 Mayıs 196ı.
2ı E. H. Carr, The Ustmer, mektup, ı Haziran 1961.
21
Berlin Carr'a yanlış ifade edildiği suçlamasıyla karşılık
verdi. Aynı zamanda, determinizm tartışmalannın inandın
cılıktan uzaklığına dair görüşlerini yineledi:
Bireysel (ya da aslında her tür) eylemlerin bütünüyle za
man içinde gerçekleşen saptanabilir nedenlerle belirlendi�
yönündeki determinist önerme, bireysel sorumluluk inan
cıyla bagdaşmıyor. .. Insanın, hem de çogunlukla kendi ter
cihi dışındaki koşullar çerçevesinde,22 bireysel eylem öz
gürlüğünün kısıtlı olduğunu reddetmek için bir neden gö
remiyorum.
Bu son cümle bir ölçüde iki tarihçinin de 1930'lardaki bi
yografi çalışmalannın öznesi Karl Marx'ın meşhur bir sözü
ne gönderme sayılırdı.23 Aslında Berlin Histmical Inevitabi
lity'de söylediklerinden fazla bir şey söylemiyordu. Carr bu
noktada Berlin'i yanlış ifade ettiği konusunda kendisini hak
lı çıkarmak ta zorlandı ve arkadaşına 2 7 Haziran 1 96l'de
yazdığı özel bir mektupta, muhtemelen Sovyet Rusya Tari
hi'ne Soğuk Savaş cengaverleri tarafından yöneltilen saldı
nlar yüzünden kaba determinizm suçlamalarına karşı aşın
hassasiyet gösterdiğini, "durumu abanmış olabileceğini" ka
bul etmek zorunda kaldı. Yine de, Berlin'in iddiasının deter
minizmin geçerliliğini reddetme ve tarihte ahlaki yargı zo
runluluğunu dayatma eğilimi taşıdığında ısrar ediyordu.24
Berlin verdiği yanıtta kendisinin sadece tarihçinin ahlaki
yargı taşımasının hoş görülebileceğini kabul ettiğini, bunun
22 lsaiah Berlin, ThtLisrrnı:r, mektup. 15 Haziran 1961.
23 lsaiah Berlin, Karl Marx: HisLiftand Em•ironmenı(Londra,l939); E. H. Carr.
Karl Marx: A Study in Fanaricism [Karl Ma r:l:, çev. Uygur Kocabaşoglu,lleıişim
Yayınlan, 2010.) (Londra, 1934)
24 Carr'dan Berlin'e, 27 Haziran 1961, University of Birmingham Kuıuphanesı
özel koleksiyonu. kuru ll. Bu Giriş bölı1m ı1nde Carr'ın kişisel yazışmalanyla
ilgili tum referanslar aksi be lirtilnıedikçe bu dosyadaki belgel ere
dayanmakıadır.
22
bir görev oldugunu iddia etmedigini söyledi.25 Iki adamın
karşılıklı mevzileri birbirine yaklaşır gibiydi.
Ancak Berlin Carr'a saldınnaktan vazgeçmedi. 3 Te mmuz
1961 tarihli bir başka özel mektupta çogu tarihçinin aslında
ahlaki yargıya bağlı olduklarını iddia ediyordu. Carr'ın Le
nin anlausından alıntı yapıyordu. Carr şüphesiz ahlaki onay
vererek ilerici hir Lenin karakteri çizerken, diger kişileri
tam aksi duygularla gerici diye tanımlıyordu. Carr'dan Tarih
Nedir?'de Berlin'e ait olduğunu iddia euigi bazı görüşlerin
aslında Berlin'e ait olmadıgına ikna olduğunu, konuşmala
rı kitap haline getirdiginde belirtmesini rica etti. Fakat Carr
yayın hazırlıklannın müdahale edilemeyecek kadar ilerledi
ğini ileri sürerek teklifi reddetti.2ı; Bu da aralarındaki husu
metin daha ileri boyutta sürmesine yol açtı.
lll
5 Ocak l962'de Berlin
New Statesman dergisi için Tar ih
Nedir?'e bir eleştiri yazdı. Burada Carr'ın onun görüşlerini
yanlı.ş ifadelendirdiği taruşmalannı bir kenara bırakıp Carr'ın
bazı temel tezlerine daha genel saldınya girişti. Carr teorinin
geçmişi izah etmekte kullanılması gerektiğini, tarihteki ak
törlerin bilinçli niyet ve emellerini tasvir etmenin yapuklan
nı açıklamaya yetmeyeceğini savunuyordu. Fakat elbette Le
nin'in bilinçli niyet ve emelleri Bolşevik Devrimini gerçek
leştiren önemli etkenlerden biri değil miydi, diye soruyor
du Berlin. Stalin Lenin'den önce ölseydi Sovyet tarihinin akı
şı şüphesiz farklı seyretmeyecek miydi?27 Aynı dogrultuda
TISde yer alan Isaac Deutscher'in Ta1ih Nedir? eleştirisinde
25 lsaiah Berlin, The Lisıcncr, 15 Haziran 1961 tarihli mektup.
26 Berlin'den Carr'a, 3 Temmuz 1961 ve Carr'dan Berlin'e 18 Temmuz 1961, her
ikisi d� Haslam, Tht Vius of lnıegrity'den alınmışıır.
27 Berlin, "Mr. Carr's Big Baualiorıs", Nı:w Sıaıesnıan, 5 Ocak 1962,
s.
15-16.
23
soru şöyleydi: [ Carr'ın dedigi gibi) şayet ''rastlantı"
[acciderıt)
olayiann akışını degiştiriyor ama tarihçinin "önemli neden
ler hiyerarşisini" degiştirmiyorsa o hiyerarşide bir yanlışlık
yok mudur?28 Zaman içerisinde Carr bu tarllşmada bir yanlış
oldugu sonucuna vardı. l963'te Deutscher'e, '"rastlantı' söz
cügü talihsiz bir ifadedir" diye yazıyordu:
Lenin'in ölümü kelimenin tam anlamıyla rastlantı degildir.
Şüphesiz kesin nedenleri vardır. Ancak bunlar tarihsel de
ğil ubbi çalışmanın konusu sayılır. Fakat bana göre bu ne
denler, ilgisiz hallerde bile tarihin akışını değiştirmemişler
dir. Uzun vadede her şeyin aynı kalacagını iddia ediyorsa
nız bile, önem teşkil eden bir kısa vade vardır ki çok sayıda
insan için çok büyük fark yaratmışur ... Elbette, eğer tarih
birbiriyle ilgisiz 'rastlantıların' birbirini takip etmesinden
başka bir şey değilse, ciddi bir araştırma alanı dahi olamaz.
Ama aslında, tarihin düzeni zaman zaman ilgisiz etkenlerle
bölünmüş ya da alt üst edilmişse de ciddi bir çalışma konu
9
su olmaya kafi bir düzen içindedir. 2
Daha sonra
New Left Review editörlerinden Perry Ander
son'la Sovyet Rusya Tari hi ni tamamlayışı üzerine yaptıgı gö
'
rüşmede Carr bu konudaki gön:-tşlerini daha da ileri taşıdı. Ha
yatta kalsa, Lenin'in de Sovyet Rusya'yı apar tapar sanayileş
me ve kolektifleşme yoluna sokacagı üzerinde durdu. Ama ta
rih yazımını asla Stalin gibi tahrif etmez, baskıcı Stalin'in ak
sine o "baskıyı azalup hafifleımeye" çabalardı. Bu Lenin'e faz
la iyimser bir bakış sayılabilir. Burada asıl söylenmek istenen,
Carr hala gelişimin tümü ele alındığında çok az etki taşıdıgı
nı iddia etse de kişiligin işlerin gidişatında önem taşıdıgıdır.30
28 "Bcıwcc.n Pası and Fuıure". TLS. 17 Kasım 1961, s. 813-14. Dcuıschcr'in
eleşiirmen kimligi için bkz. Haslanı, The Vius of Inıcgriıy. s. 204-5
29 Carr"dan ls.ıac Dcuı.scher'e, 17 Aralık 1963.
30 E.H. Carr. From Napolrcın ıo Stalin (londra. 1980) s. 262-3.
24
Carr'ın nedensellik açıklaması başka açılardan da yeter
sizdi. Tarih felsefesi üzerine çok başvurulan bir metnin ya
zarı olan W. H. Walsh'ın dedigi gibi: "nedensellik üzeri
ne bütün tartışması. . . tarihte nedenler aramanın pratik mi
yoksa teorik mi oldugu sorusunu sormaması yüzünden
bozuluyordu."31 Böyle olması kaçınılmazdı çünkü Carr'ın
entelektüel oluşum süreci akademinin fildişi kulelerin
de degil, diplomatik hizmetlerde ve Dışişleri Bakanlıgı'nda
pratik sahada geçmişti. Burada siyasete katkıda bulunma
dıgı takdirde hiçbir şey dogrudan ilgi görmezdi. Carr tari
hin öncelikle siyasete rehberlik etmeye yaradığı varsayımın
dan kendisini kurtaramıyordu. A.j. P. Taylor ise şöyle diyor
du, "nereden geldigim bilgisi bana niçin nereye gidecegimi
söylesin?"32 Askerlik hizmeti sorası çagdaş tarih çalışmanın
önemine inanmaya başlayan Ortaçag tarihçisi Geoffrey Bar
raclough aynı temel konuyu biraz da genişletti:
Korkanın Sayın Carr bazen sanki tarihin toplumsal bir ihti
yacı gidermek üzere var oldugu doktrinine yakın duruyor.
Bu dogruysa, tarih ile ıniti birbirine karıştınyar demektir.
Toplumun aradıgı -ve çogu zaman da bulduğu- tarih değil,
bugün bütün toplumu bir arada tutan miııir. Özellikle Sayın
Carr'ın ısrar ettiği gibi tarihin rasyonel olmasından değil,
esasen kişisel ve anti-sosyal olmasından kaynaklanır bu.33
Barraclough'un sözlerinin hatırlautgı çok tutulan bir gö
rüşe göre tarihçinin işlevi mitleri yaratmak degil, sona er
dirmekti.
Tarih Nedir?'de Carr'ın tarihçinin ilgileneceği nedenlerin
yalnızca gelecek için bir siyaset formüle etmeye yarayacak ne31
W. H. Walsh.
English Hlstorical Rı>1•icw içindt, Temmuz 1964 (Carr belgeleri
An Introcluction to Philosoplıy of History (3.
kuıu 28 ilişiginde), ayrıca bkz.
baskı, Londra, 1967)
32 A.J. P. Taylor, "Moving wiıh ıhe Times", The Obscrvcr. 22 Ekim 1961.
33 Geoffrey Barraclough: "Historical pessimism". Gııardian. 20 Ekim 1961.
25
denler olması gerektigi savı kitabın zayıf noktasıdır. Tarihçi
ler nedenleri geçmişi açıklamak için araştınrlar. Carr böyle
bir açıklama için daha büyük nedenlerin ve koşulların gerek
ligini söylemekte haklıysa da, gelecege ışık tutmayacak bü
yük ya da degil herhangi bir nedenin görmezden gelinebile
cegi önermesinin akla dayalı bir açıklaması yoktur: bu kesin
likle siyaset ugruna tarihin manipüle edilmesidir ki kendisi
de sonradan Stalin ve takipçilerini aynı nedenle kınamı.ştır.34
Modern zamanların en çok felaket getirmiş uluslararası
antlaşmalarından
1 9 1 9 Barış Anlaşması görüşmelerine katı
lan Carr, belki de insanların tarihten hep yanlış ders çıkar
dıklarını fark etmişti. Tarih, gelecekteki gelişmeleri ve olay
lan öngörınekte son derece yetersizdi. Tarihin öngöm1e gü
cü fikrini karşıtlanndan kurtarmaya çalışırken Carr tarihsel
yasalan tarihsel genellemelerle kanştırıyordu. Bilimsel yasa
lar sadece birkaç istisna taşıyan bir model bulundugunu id
dia etmez: kesinlikle ve bir kaçınılmazlık önermesiyle tah
minde bulunur. Böylece örneğin iki belli kimyasal bir kaba
konulduğunda her zaman ve kaçınılmaz olarak belli bir bi
çimde tepki vereceklerdir. Tarihçiler ancak genelierne yapa
bilir ve tarihsel kanıtlarla mantıklı bir uyum gösteren mo
deller bulmaya çalışabilirler ama bu genellerneleri ve model
leri gelecegi öngörmekle kullanamazlar, çünkü her zaman
istisnalar bulunacaktır. Ayrıca genelierne genişledikçe istis
nalar da çoğalır. Tıpkı Max Weber'in Protestanlıkla kapita
lizmin yükselişi arasında kurduğu meşhur bağlantıdaki gibi
tarihçilerin hipotezlere başvurduğunu Carr da kabul etmiş
tir ama hipotezleri tarihsel kanıtlarla boy ölçüştürürken bü
tünüyle doğrulanmalarını zaten hiç beklemezler. Bu yüzden
hipotezler yasa haline gelemez.
Yazma ve araştırma süreci Carr'a göre hipotezle kanıt ara
sındaki sürekli etkileşimin bir parçasıydı. Araştırma ve yaz34 Tarih Nedir?. s. 100-2.
26
ma sürecini sıralı değil ama daha çok eşzamanlı görmesi bir
ölçüde kendi kişisel alışkınlıklannın yansımasıydı. Genel
likle odasında etrafında küçük notlar ve kağıtlar birikmiş bir
sandalyede düşüncelerini birbirine ekleyip yazıya döker hal
de otururken hatırlanır.35 Bunun nasıl bir düzensizlik anla
mına geldiği hakkında fikir edinmek istenirse Birmingham
Üniversitesi Carr belgeleri arasında, Tarih Nedir ? in hiç ta
ınamlanaınamış ikinci baskısı için tutulmuş not dosyalarına
şöyle bir göz atılabilir. Bunlar belli bir düzeni olmayan ge
lişigüzel karalanmış çeşitli ebatta kağıtlardan ibarettir. Bil
gisayar çağında gayet ilkel bir durum. Ya da mesela her bir
paragrafı kelimesi kelimesine kağıda dökmeye hazır ve bir
daha değiştirmeye gerek duyulmayacak hale getirene ka
dar odasında bir ileri bir geri dolanarak kafasında düzenle
yen büyük tarihçi Edward Gibbon'ın düzenli çalışma alış
kanlığıyla da pek bir benzerlik taşımaz. Yine de o kadar da
olağandışı değildir. Seçkin tarihçilerden Sir Llewellyn Woo
dward Carr'a şöyle yazmıştır:
'
Ben de her zaman bir konu hakkında asgari gere kli -si
zin baş kaynak dediğiniz- bir konuyu okur okumaz yaz
maya kalkar ve yine hemen her zaman düzenli bir planını
ya da tamamlanmış notlanm olmadan ortasından ya da so
nundan başlardım. Cehaletimden kendi adıma bundan uıa
nır ve sıfatını hak eden başka hiçbir tarihçinin benim gibi
sürekli taslaklarda ilave ve değişiklik yaparak ve okudukça
fikrini değiştirerek çahşmadığını sanırdım. Sizin gibi say
gın bir tarihçinin de benim gibi ç al ış tığı n ı görmek büyük
6
mutluluk. 3
lki tarihçi de yazma alışkanlıklarında çoğunluğa göre
muhtemelen daha düzensiz oldukları halde Carr'ın tarif etlS John Carr, "Foreword" , Cox (ed.),
E. H. Carr, s. Ix.
)6 Woodward'dan Carr'a, 9 Mayıs 1961.
27
tiği, en azından kütüphane ve arşivlerdeki ilk keşif aşaması
geçtikten sonra sürekli bir etkileşim süreci yaratan araştırma
ve yazma, herhalde çoğu tarihçinin benimseyeceği ve tavsiye
ettiği bir genel prensiptir.
IV
Berlin'in Carr'ın nedensellik kavramına ve tarihsel bağlarnın
önemini vurgulamasına getirdiği eleştiri Carr'la uyuşmazh
ğının belki de en önemli tarafına, yani Carr'm nesnellik kav
ramına varmıştı. Berlin'e göre nesnellik tarihçinin yönte
minde bulunabilirdi, tarihçinin yorumuyla ilgili bir mesele
değildi. Nesnel yöntemler, "sonuçlanm tek bir gözlemcinin
değil pek çok gözlemcinin kontrol edip etmediğiyle, öne sü
rülen savın mantığının kendi içinde tutarlı olup olmadığıy
la, kendi uzmanlık iddialan kendiliklerinden ampirik olarak
smanabilecek kişiler tarafından yeterince kabul görüp gör
medikleriyle" smanabilirdi. Bu kriteriere göre, diye devam
ediyordu, liberal muhafazakar Fransız tarihçi Halevy ve Bol
şeviklerden çok devrik Çarlık rejimine sempati duyan onun
Rus benzeri Klyuchevsky nesnel iken, Amerikan ilericisi Be
ard ve Sovyet tarihçi Pokrovsky değişim güçleriyle özdeş
leşmelerine karşın nesnel deği ldiler. Yine de Carr ilericili
ği nesneilikle bir tutuyordu. "Geçmişe dair, genel görüşü tü
müyle mevcut durumuna bağlı tarihçilerden daha derin ve
daha kalıcı bir içgörü edinecek biçimde bakışını geleceğe çe
virebilen kişi" Carr'm nesnel tarihçi tanırnma uyuyordu .37
Fakat bir eleştirmenin belirtLiği gibi :
Gelecek geçmiş olduktan sonra. şu tarihçinin mi yoksa bu
tarihçinin mi gelecegi iliklerinde hisseuigi konusuna, şim
di ve burada tarihçinin çagdaşlarının hükmettiginden mut37
28
Whaı is Hi.�ıory7,
s.
ı 17.
laka daha dogru hükmedilemeyebilir. Meseleye gelecekte
farklı zamanlarda soracak farklı sorulan ve hizmet edecek
farklı sonuçlan olan farklı bilirkişiler tarafından farklı hü
küm verilebilir. 38
Daha basit ifade etmek gerekirse, tıpkı Carr'ın Sovyet usu
lü planlı ekonomiye göre düzenlenmiş ve şüphesiz sosyal
demokrat bir yönde değişen kendi gelecek görüşünün de
kanuladığı gibi, tarihçinin geleceğe bakışının olaylarla de
ğişmesi gayet mümkündü. Carr komünizmin çöküşünü
ve Sovyet Rusya'nın sonunu tasavvur edemezdi ve etmedi
de. Oysa bunlar yarı Marksist bir gelecek görüşüyle uyıı.m
lu geçmiş analiziyle, nesnelliğe bakışını değiştiren olayla:rdı.
Berlin'e göre Carr'ın nesnellik kavramında ve ilerleme ta
nımında bir noksan daha vardı. Carr'a kalırsa, diyordt,I, "ger
çekleşen her şey gerçekleştiği için iyidir - sadece idı:ak edil
dikleri için geçtiğimiz safhalann doğru hedefler oldukları
nı biliriz." tlerlemeyi, "aslında iktidardakiler her kimse, on
lar ba.şaracaktır." Carr her zaman büyük orduların yanınday
dı. 39 Bu konu özellikle o sıralar Oxford Üniversitesi Modem
Tarih kürsü profesörü H.R. Trevor-Roper gibi başka eleştir
menlerce de ele alınmıştı. Trevor-Roper, Carr'ı şöyle itharn
ediyordu:
"nesnellik" kelimenin şimdiye kadar bilinen manasıyla
"nesnel" olmak -yani baglamısız, yansız, adil olmak- de
mek degil, ancak tam tersine kazanacak tarafa, büyük ordu
lara baglanmak demektir. .. Sovyet Rusya Tarihi'nin en belir
gin özelligi nedir? Yazann kazanan taralla tereddütsüz öz
deşleşmesi, karşıtlann, kurbaniann ve zafer konvoyuna ka
ulmayanların amansızca azledilmesidir. "Olabilirdi-ciler",
aynlıkçılar, rakipler, Lenin'i eleştirenler degersizleştirilmiş,
38 ]. D. L�dge (Monash University), Carr helgelerine dair eleştiri yaZL�ından.
39 lsaiah Berlin, "Mr. Carr's Big Batıalions".
29
yanlış ata aynadıklan için adaleti, işitilmeyi ya da konuşul
mayı hak etmemişlerdir. Tarih onlan haksız çıkamuştır ve
tarihçinin en önemli görevi tarihten yana tavır koymaktır.
Tarihin politikacılar kadar eksik buldugu kişiler gerçegin
tanığı olarak suçlanmak için bile olsa dinlenmeyebilirler.
Onların inandıkları, gördükleri, söyledikleri önemsiz sa
yılarak görmezden gelinir, sesleri susturulur ve saygısızca
susturol ur. Kilise bagnazlıgının en beter çaglanndan bu ya
na hiçbir tarihçi kanıtiara böyle dogmatik bir insarsızhkla
yaklaşmamıştır. O çaglarda bile hiçbir tarihçi böyle bir dog
matizmi tarihsel teori haline getirmemi.ştir.
Carr'ın "kaba başarı hayranlığı" Trevor-Roper'ın belirtti
ğine göre 1930'larda Hitler Almanyası'nın bastırılmasından
yanayken de gayet açıktır. Şimdi aynı duyguyu Stalin Rusya
sı'na yönlendirmiştir.40
Trevor-Roper'ın hamlesi Tarih Nedir? de çeşitli çevreler
den gelen saldırılardan çok daha ileri gidiyordu. Bir yorum
cunun da belirttiği gibi, "tarihçinin hatalarını bir bir sırala
ma becerisi vardı" ama bunu "zerre kadar sempati duyma
dan" yapıyordu. "Onu okuduktan sonra insan bu kitapların
neden yazıldığını, nasıl ciddiye alındığını merak edebilirdi."
Onun yaptığı eleştiri "kavrayışımızı geliştirmeye" yaramı
yordu; sadece "bir yıkım aracıydı. "41 Yine de aşın palemik
çi üslubuna ragmen, Trevar-Roper önemli bir konuyu gün
deme taşımıştı. Diğer eleştirmenler, hatta aslında siyasetin
'
sol kanadında yer alanlar bile, Carr'ın "olmuş olanın tarihsel
anlamda doğru olduğunu benimsediği" değerlendirmesin
de bulundular.42 A. j. P. Taylor'ın da değindiği gibi, değişim
mutlaka ilerleme demek değildi:
40 H. R. Trevor-Roper. "E. H. Carr's Succcss Sıory". Encounıer, Mayıs 1962, s. 6077, özellikle s. 75-6.
41
M�hıa. Fly
and tht Fly-Bocılt, s. 1 1 7 .
4 2 April Carıer, "Whııı i s History?",
30
Ptacc Ncws içinde, 8 Aralık
1 9 6 1 1 s . 8.
Stalin'in toprak agalannı [ hulaks] ortadan kaldınnası olan
lara yol açtığı, yani Sovyet Rusya'nın şimdiki gücüne yara
dığı için haklı gösterilmiştir. (Sayın Carr öyle söylemese de,
benzer bir biçimde Hiller'in Yahudileri ortadan kaldınnası
bugün Almanya bir dünya gücü haline gelemediği için hak
lı çıkanlmamıştır) . . . Bir şeyin gerçekleşmiş olması onu na
sıl haklı ya da haksız komıma getirebilir?43
Bu eleştirilerde çok daha fazlası vardı. Taylor, Carr'ın ah
laki yargıyı tarihten titizlikle ayn tutmasını onun güçlüden,
tarihin kazananlarından ve ilerleme adına başkalannın hak
kını yiyenlerden yana olmasıyla açıkl ıyordu. Carr'ın ilk ça
lışmalarının, hayallnın buyük kısmını surgünde geçiren Rus
popülist Herzen ya da Avrupa'nın çeşitli bölgelerindeki dev
rimci serüvenleriyle sürekli başarısızlık ve rezili ik içinde ya
şayan anarşist Bakunin gibi tarihin en görkemli kaybedenle
rine adanmış olduğu düşünülürse bu tespit biraz ironik sa
yılırdı. 1960'ların başında ABD ile zenginlik ve güçte boy öl
çüşen Sovyetler Birliği Nazi Almanyası gibi çökseydi ne ola
caku? Rus toprak ağalannın ortadan kaldırılması birdenbire
ahlaken haksız mı görülecekti?
Carr bütün bu eleştirileri fazla kaale almadı. Bir söyleşide
Trevor-Roper'in "kendisine az bile yaptığı" için "aşağılan
dığını hissettiğini" dile getirdi. Can sıkıcıydı çünkü " kötü
bir polemikti" . Ne Trevor-Roper'ın ne de Berlin'in herhan
gi bir gelecek görüşü vardı. Her ikisi de yüzlerini geçmişteki
bir Altın Çağ'a dönmüştü. Gerçi Trevar-Roper "bu konuda
bile kendisini açığa vurmaya yetecek kadar yazmadığı için"
onun yerini saptamak zordu .44 Carr iyi tarihçilerin kendi de
virlerinin kısıtlamalan içinden sadece hayali bir geleceğe yö43
Taylor, "Moving with the Times". Toprak agalan ( lıulıılıs] zengin köylülerdi.
1 930'larda Stalin'in tarımı kolekıifleştirmcsine karşı çıktıkları için topluca
sürgün edildiler, hapse
auldılar
ve �ıvyet Rejimi tarafından öldürüldüler.
44 Mchta. Fly antl ılıt Fly-Boııle, s. 1 56-6 1 .
31
neterek degil, ama aynca, belki de daha makul bir şekilde,
kendi önyargılanmn dogasını ve ölçüsünü ayırt ederek yük
selebilecegine inanıyordu. Bu önerrnenin bir anlamı vardı.
Şüphesiz tarihçiler kendi siyasi ve entelektüel çıkış nokta
lannın bilinciyle daha iyi tarih yazacaklardır. Ama Carr ta
ıihçilerin kendi zamanlannın etkisinden kaçamayacaklannı
düşünüyordu. Kendi savına ciddi bir tezat demekti bu. A. j .
P. Taylor'ın dedigi gibi:
Her devrin hak elli� tarihçiyi buldugu genel prensibi pra
tikte işlemez ya da bir prensip bile olamayacak kadar geli
şigüzel işler. Egitimli sınıflar gelecege ve kendilerine inanç
larını yitirdiklerinde, günümüz Ingilteresi şüphesiz Sayın
Carr'ın söyledi� gibi muhafazakar tarihçilere layık olacak
ur. . .
Öyleyse bu gözü açık çaga nasıl olup da Sayın Carr ya
da hatta ben layık oluyoruz?45
Carr bu soruya cevap vermekte güçlük çekmedi. "Aile or
tamı, okul ve üniversite gibi kişisel etkenler sebebiyle aynı
toplum içinden farklı türde tarihçiler; farklı renklerde fikir
sahibi kişiler çıkabilir," derken kişisel özellikleri degil, genel
egilimleri açıklamaya çalışıyordu.46
Diger eleştiriler, Tarih Nedir?'deki tarihin öznelligi iddia
sının, neredeyse kusur derecesinde nesnel ve ampirik Sov
yet Rusya Tarihi'nin içerigi ve tarzıyla çeliştigi yönündeydi.47
Aslında, Carr'ın biyografi yazarı jonathan Haslam, onun
"öznenin dogasına dair düşünceleriyle meslegini icra etme
tavrı arasındaki ilginç farka" deginmiştir. Carr'ın kendisi,
kendi tarih anlayışının -Sovyet Rusya Tarihi'nde hemen hiç
dikkat gösterrnedigi- kaybedeniere yer verrnedigi eleştirisini
yanıılarken böyle bir aynının varlıgını neredeyse kabul et45
A. j . P. Taylor. "Moving wiıh the Times".
46 Mchıa. Fly wıd ıhc Fl_y-Boıılı:. s. 1 58.
47 "Beıween Pası and Fuıure".
32
mi.şti. "Bu benim tarihimin yanlışıdır, tarih teorimin degil,"
diyordu.48 Ancak bu aynm pek çok açıdan içerikten çok tarz
meselesiydi. Radyoda ve The Listener'da yayınlanmaya uy
gun bir titizlikte hazırlanışından anlaşılacagı gibi Tarih Ne
dir? öncelikle gazeteci Carr'ın eseridir. Geniş hacimli Sovyet
Rusya Tarihi'nin tam aksine bu denli okunulası ve eglence
li olmasının nedeni aslında budur. Ancak hal böyleyken bi
le ayrıntılanndaki yogun ampirizmine ragmen Sovyet Rusya
Tari hi lsaiah Berlin'in en baştan aşırı önyargılı saydığı bir ya
pıda şekillenmişken, Carr Taıih Nedir ? de dizginsiz bir gö
receligi savunmaz. jonathan Haslam'ın belimigi gibi, Soguk
Savaş'ın çözülmesi Carr'ın on yıl önce ya da daha eskiden
TlS'deki makalelerine denk gelen daha savaşlı günlerdeki
ne nazaran 196l'de geleneksel liberal tarihçinin "olguların
kutsallıgı" inanışında diretmekte pek fazla zorunluluk his
setmemesi demektir.49 Fakat aslında en derinde, tarihçiterin
kendi zamanlarının öznellikleri arasından yükselmesi ge
rektigine hala inanmaktadır. Bu inancı ifade ediş tarzı bazı
ları tarafından fazlasıyla öznel olmakla eleştirildiginde bile.
Carr'ın, bütün tarihçiterin arşive girdiklerinde kendilerine
göre bir çeşit kavramsal, entelektüel ve siyasi paket taşıdık
lan ve kullandıkları kaynakların da kendi önyargılannı ba
rındırdıgı uyarısı günümüzde tarih mesleginin düşünce do
nanımının temel bir parçasıysa da bu önerme tarih kurumu
nun onun zamanındaki en muhafazakar üyelerini çileden çı
karmıştı. Tarih Nedir?'de ortaya koydugu meseleleri çok az
Ingiliz tarihçi dikkate almıştı. Carr konferans verirken bi
le çok yaşlı bir adam olan G. M. Trevetyan bunlardan farklı
degildi. Carr'a onun konuşmalarını evde haftada bir birisine
okuttugunu haber veren bir mektup yazmıştı. Bir dizi kon
feransın A.L. Rowse tarafından verildigini unutmuş görünen
'
'18 Mehıa. Fly and ıhe Fly-Boııle, s. 158� Haslam. The Vices of lnıegriıy, s. 2 1 \ .
49 Haslam . Tlıc Vices of lnıegnı.v, s. 1 94-6, Carr'dan ahnıı. �rrogrcss in History".
33
Trevelyan, Carr'a "benim adımla anılan bu konferansiara iyi
bir çıkış yapurdıgın için" teşekkür ederim diyordu. Aynca,
"altmış yetmiş yıl önce Hegel'in Tarih Fel sefes i ni okudu m ve
o denli zayıf buldum ki ondan sonra tarih teorisiyle degil sa
dece uygulamasıyla ilgilendim," diye ekliyordu.50
Cambridge Tarih Fakültesi'nde bu gibi görüşler yaygın
dı. Kendi adına Carr fakülteyi "pek seçkin bir tarih zümre
si" saymıyordu.51 Tari1ı Nedir? de birkaç yıl önce kendisinin
de görmezden geldigi Modern Tarih Kürsüsü başkanı Her
ben Buuerfield gibi kurumun önde gelen simalanndan bi
rini hedef almıştı. Zamanında, Buuerfield'm 1931 'de yayın
lanmış Tlıe Whig Interpretation of History adlı eseri önemli
bir kitap sayılıyor ve lisans öğrencilerine okutuluyordu. Ki
tabın en önemli tarafı, tarihçilerin çagdaş inançlarının geç
mişe dair yorumlannı şekillendirmesinden kaçınamamala
nnı sert bir dille eleştirmesiydi. Carr Butterfield'ın da son
raki çalışmalannda aynı tuzaga düştügt'ıne dikkat çekmişti.
Fakat Cambridge Tarih Fakültesi'ne saldınsını daha da ile
ri götürdü. Fakültenin hiçbir zaman üyesi olmadıgının altını
çizen Carr, kendisine fakülte üyelerinin örnegin Rus ya da
Çin tarihi hakkında ders vermediklerinin "söylendigini" ifa
de etti. Lisans ögreniminde var olan Ortaçag'dan günümüze
Ingiliz tarihi odaklı müfredaun genişletilmesi yönünde bir
reform çagrısında bulundu.52
Bazı fakülte üyeleri bu çagnyı sempatiyle karşıladı. Bu ko
nuşmalar zorunlu Ingiliz tarihinde ısrar edilmeden geniş bir
seçenek imkanı sunulması, Avrupa dışı tarihe daha fazla yer
verilmesi yönündeki reformda önemli bir hızlandıncı oldu.
Teklifi Carr'ın bizzat kendisi öne sürdü ama sen muhalefete
'
'
50 Trevelyan'dan Carr'a, 1 5 Aralık 1961.
51
Carr'dan 1saac Deuıscher'e, 16 Kasım 1965, akt aran Haslam , Tfıc Vius
lnırgriıy, s. 207.
52 Tarih N�dir7 bkz. 2. Bölüm ve 6. Bölüm.
34
of
maruz kaldı. Fakülte değiştirilmiş halde önerileri kabul etti
ğinde bile karşıtlar Senato'da oldukça güçlü bir artçı eylem
başlatınayı başardılar. Ancak kalıplar kınlmıştı. Ortaçağ'dan
günümüze zorunlu İngiliz tarihi, müfredata bir gereklilik
olarak düşüldü ve kırk yıl kadar sonra sosyal tarih, Hint ve
Afrika tarihleri, cinsiyet tarihi, kültür tarihi gibi konuları
Cambridge'deki tarih lisans derslerinin vazgeçilmezleri ara
sına sokacak aşamalı yol açılmış oldu. Oxford'da da benzer
hareketler yakındı ve Carr'ın çalışması orada Marksist tarih
çi T. W. Mason gibi genç radikaller tarafından başlama atışı
sayıldı. Mason Tarih Nedir?'in bir eleştirisini Oxford lisans
müfredatında yer alan "lngiliz tarihindeki ağır tarih hatala
rına" ateş püskürmek ve bir Tarih Reform Grubu kurmakta
kullandı, ancak on yıl sonra halen var olan bu topluluk he
nüz anlamlı bir ilerleme kaydedememiştir. 53
V
Cambridge müfredat reformu teklifi Senato'ya ulaşana kadar
beş yıl geçmişti. Bundan kısa bir süre sonra Carr'ın fikirleri
nin en baş karşıtlarından Tudor tarihçisi G. R. Elton l 967'de
yayımlanan ve itirazlarını topluca dile getirdiği The Pmctice
of History başlıklı çalışmasıyla sert bir cevap verdi. Yayıncı
sından da cesaret alan Elton, Carr'ın Tarih Nedir? kitabına,
Avrupa dışı tarih taraftarlığına, tarihin bir amaç ve anlam ta
şıdığı iddiasına ve hepsinden öte onun "tarihçiyi tarihin ya
ratıcısı" yapan "aşırı bir rölativizme" yol açan "habis saçma
lık" diye tanımladığı, tarihçilerin kendi fikir ve önyargılarını
çalışmalarına yansıttıkları görüşüne son derece sert ifadeler
le saldırdı. 54 E !ton "tarihçiyi tarihin yaratıcısı" yapan derken
53 Tim Mason. "Whaı of History?". The New University B (Aralık 1961). s. 1 3-H.
5_.
G . R . El ton, Thr
Pracıicc of History,
(Sydney, 1967. Richard j . Evans'ın
sonsözüyle yeniden basım Londra. 2001 )
s.
1 70- 1 .
]5
şüphesiz abartıyordu. Tarafsız her okur, öncelikle Carr'ın
tarihçilerio tarih yazarken kendi önyargılarından sıynlmaya
çalışmalanna ve ikincisi tarihçilerio kullandıkları kanıt ve
materyalierin söyleyebileceklerini sınırladıgına inandıgını
görebilirdi. Ona göre tarihsel araştırma tarihçi ve materyal
arasında bir etkileşimdi. Tarihçinin etkin, materyalin edil
gen kaldıgı tek yönlü bir akış söz konusu degildi. Carr röla
tivist idiyse, bu kesinlikle "aşırı" diye tanımlanabilecek bir
durumda değildi. Ehon şiddetle tarihçinin kaynaklan dinle
mesi ve onlara güncel herhangi bir fikri taşımaktan kaçın
ması gerektigini savunuyordu, ama bu karşı yönde bir aşı
ncıiıktı ve tarihçilerio çalışacaklan belgeleri ve araştıracak
lan başlıkları nasıl seçecekleri sorusunu cevapsız bırakıyor
du. Elton'ın kendisi de bu soruya tatminkar bir cevap ver
meyi asla başaramadı.55
Neyin tarihsel olgu oldugu konusunda tarihçiye fazla
agırlık vermesi Carr'a getirilen en anlamlı eleştiriydi. Carr
Tarih Nedir?'de Viktorya döneminde bir fuarda kurabiye sa
tan bir adamın sarhoş bir çete tarafından öldürülmesini ör
nek gösterir. Bu olayın Trinity College'dan meslektaşı Ge
orge Kitson Clark tarafından vurgulanması dolayısıyla ta
rihsel bir olguya dönüştügünü söylüyordu. Bu belki talihsiz
bir örnekti çünkü sonradan yapılan soruşturmada o gün
lere dair kaynaklarda böyle bir olaya rastlanmamıştı. Tam
tersine söz konusu fuarda sarhoş kavgasının hiç yaşanma
dıgı kanıtlamıştı. Carr, Kitson Clark'ın bu olayda fazlasıyla
yetersiz bir kaynaktan, sirk sahibi "Lord" George Sander'ın
anılarından yararlanmasını da yeterince eleştirmiyordu.56
Yani Carr'ın bahseuigi konunun bir tür olgu oldugunu is
patlayacak kanıt yok denecek kadar azdı. Yine de, gerçek
te böyle bir olay meydana geldiyse, olayın olgusallıgmın tajj A.g.r., s. 1 776-81.
56 Aynnu için, bkz. E\·ans, Irı Dı:fcnsc of History. s. 76-9.
36
rihçilerin her tür idrak sürecinden bağımsızlığını öne sür
mek mantıklıydı.
TLS yazan lsaac Deutscher konuya buradan yaklaştı. Mil
yonlarca Yahudinin Naziler tarafından yok edilmesi tarihçi
ler yazsa da yazmasa da tarihsel bir olguydu. Carr'ın da aslın
da bunu dağ benzetmesini kullanırken kabul ettiğini belirti
yordu. Carr şöyle diyordu; "farklı görüş açılanndan dağ fark
lı şekillerde göründüğü için nesnel davranıp dağın ya bir şek
li olmadığını ya da sonsuz şekli olduğunu söylemek tutarlı
değildir." Ardından Deutscher dağın bakandan bağımsız bir
gerçek şekli olduğunu söyledi. Carr da bunu kabul etti. Ta
rihçi sadece kesinlik anlamında değil, ama konuyla ve tartış
mayla bağlantılı tüm bilinebilir gerçekleri resme dahil etmek
anlamında gerçekiere saygı göstermeliydi. Muhafazakar kar
şıtlan tarafından Carr'a yöneltilen en yaygın suçlamalardan
biri, yani toptan rölativizm böylece ters köşeye yatırıldı . 57
Peki, hangi olguları ele alıp hangilerini hariç turacağı
na tarihçi nasıl karar verecekti? Carr teoriyi kendini bilerek
kullanıp karar vermenin, kelimenin tam anlamıyla şiddet
li bir muhafazakar olan Elton'ın Tudor iktidan üzerine ça
lışmasında yaptığı gibi bilinçsiz önyargıları harekete geçirip
karar vermekten daha doğru olduğunu düşünüyordu. Fa
kat Carr'ın sosyolojik teori coşkusunun da bir sınırı vardı.
Birkaç yıl sonra iktisat tarihçisi M . M . Postan'a şunlan ya
zacaku:
Günümüz tarihçilerinden çogunun hiçbir teorileri olma
dıgı için ortadan kalktıklarını görüyorum. Yoksun olduk
ları teori bir tarih teorisidir, dışarıdan alınamaz. tki taraf
lı bir akış gerekiyor. Tarihçinin iktisat, demografi, asketiye,
vs.vs. uzmanlanndan ne ögrenmesi gerekligini size anlata
cak degilim. Ancak, sadece ugenel" tarihçinin saglayabile- -
57
--
"Betwcen Pası and Fuıure"; Tarih Nedir?, bkz. l. BOiom.
37
cegi daha büyük bir tarih modeli içinde çalışmadıkça ikti
satçının da demografın da silinip gidecegini söylemek iste
rim. Daha önce dedigim gibi sorun, tarihi teorilerin dogala
n
geregi degişim teorileri olması ve bizim sabit bir tarihsel
denge içinde ancak ikincil ya da "özel'' degişimleri isteyen
ya da zoraki kabul eden bir toplum içinde yaşamamızdır. 58
Tarih Nedir?in
olası bir ikinci baskısı için sakladığı notlar
ve eklerden anlaşıldıgı kadarıyla zaman içinde Carr 1 96 1 'de
kinden daha Marksist bir konumdaydı.59 Dolayısıyla " tarih
teorisi" derken kastettiği biiyük ihtimalle Marksizmdi. Fa
kat doğru bulduğu teoriler her neydiyse bunları kendi çalış
masında açıkça hiç kullanmadı. Ekonomik ve sosyal etken
Ierin tarihte belirleyiciliğini savunduğu halde
Sovyet Rusya
Tarihi'nde siyasi değişimin belirleyicisi olarak bunlar pek
fazla yer almadı. Bolşevik Devrimi'ni tabandan yükselen bir
halk devrimi diye tanımlamış olabilirdi , ama bunun nasıl ve
neden böyle olduğunu çözümlemekle çok da ilgilenmemişti.
lronikti ama o da Elton'ı ilgilendiren konuyla, yani devle
tin işleyişi ve yönetilişiyle ilgiliydi. Temelde ikisinin de ta
rihe elitist bir yaklaşımı vardı. Carr'ın elitizmi, yönetilen
lerden çok yönetenlerle özdeşliği, en çok da sadece kaybe
denleri degil fakat kayıtlı geçmişte tarihsel değişim sürecine
hiçbir katkı sağlamadıklan için tarihçinin ilgisini çekmeyen
biiyük çoğunlugu reddedişinde göriiliir. Bir muhalif, "tabii
tarihçiler siyasi ve ekonomik güçsüzlere ya da yenilenlere
odaklandıklarında ofislerini ve unvaniarını terk etmek zo
runda kalmazlar," diyerek itirazını dile getirmişti.60 Ancak
Carr örneğin Rus köyliisiinii "ilkel, kurnaz, cahil ve çapul58
Carr'dan Postan'a, 3 Aralık 19i0.
59
E. H. Carr, Tarih Nedir? (2. baskı, cd. R. W. Davies, özellikle s. lxxviii-lxxxiii;
Carr belgeleri. Kutu ı ı : Tl5 iç in Carr'ın dakıilo eııigi bir makale. ı ı Haziran
ı 97 ı (Ingiliz tarihçileri Marx'ı araştımıaya zorluyor).
60 Morton White, "Searching for the Archimedcan Poinı", The New uader, 1 4
Mayıs ı 9.62.
38
cu takımı," diyerek reddediyar ve Sovyet "rejiminin asıl ta
sarısını -köylüleri tarımı mekanize, modemize ve organize
etmek için eğitmek- aydın ve duyarlı" buluyordu: bunu yü
rütecek adamiann sayıca azlığı ve niteliksizliği düşünulunce
her şey ütopikti, "köylü aptallığı ve köylü inadıyla karşılaş
tıklarında" iş trajik boyutlarda şiddete varmıştı.61
Sıradan halka karşı bu oldukça iktidarcı yaklaşımın sürat
le modası geçecekti, çünkü ı 960'lann ortalannda tarihçiler
kendilerini tarihteki fakirleri ve mülksüzleri, ı 963'te Carr'ın
konuşmalarından sadece iki yıl sonra yayımlanan The Ma
lıing of English Working Class'ın * yazarı E. P. Thompson'm
meşhur deyişiyle "gelecek kuşaklann tepeden bakışından"
kurtarmaya adamışlardı.
Tarih Nedir? aslında Britanya tarih
biliminde bir devrimin arefesinde kaleme alınmıştı. Bu ger
çeğe hepsinden önce TLS'nin ı 966 yılındaki üç özel sayısın
da, birkaç tarihçinin sadece Avrupa dışı tarihin, toplum ve
iktisat tarihlerinin önemini değil, aynı zamanda geçmişte ca
hil ve kandınlmış görünenierin incelenmesi, modern sosyal
teorinin bunların davranışlarını rasyonel kavramlarla açıkla
makta kullanılması gereğini dile getirdikleri bazı makaleler
de değinilmiştir. 62
VI
Bu yüzden bazı kilit açılardan Carr'ın görüşleri zamanın sı
navmı geçememişti. Teleolajik yönde işleyen nesnellik an
layışı, siyaset kökenli nedensellik teorisi, sıradan insanla
rın tarihine karşı mağrur duruşu, yönetilenlerden çok yöne
tenlerle bilinçdışı özdeşleşmesi, rastlantısal ve umulmadık
61 Carr'dan Mclshe lewin'e, 24 Ocak 1967.
(�) Ingi l i z Işçi Sınıfının Olı1$urııu, çev. Uygur Kocabaşoglu, Birikim Yayınlan. 200i.
62 "New Ways in History", Tl.S, 7 Nisan 1 966, 28 Temmuz 1966, 8 Eylül 1966.
Aynca bkz. History Worlıshop hareketinden Tim Mason'dan R. W. Davies'e
Carr yorumları. 20 Şubat 1984.
39
olayları toptan ve hoyratça reddedişi, tarihsel genellernele
ri tarihsel yasalarla kanştırması, tarihte herhangi bir ahla
ki yargı ihtimalini katiyeıle kabul ettneyişi, tarihin bir ama
cı ve hedefi olduğu iddiası - Carr'ın
Iarilı Nedir?'deki
bu ar
gtımanlannın hiçbir tarafı kendinden sonra gelen tarihçiler
tarafından tutulmadı.
Ayrıca son zamanlarda Carr'ın görüşlerine başka bir taraf
tan, yani Ingiliz ampirizmine fazla ayrıcalık tanırlığına -bazı
yorumculara göre Carr'ın kitabının yarattığı temel etki buy
du- .inanan postmodern hiper-rölativistlerden şiddetli sal
dırılar gelmeye başlamıştı. 63 Carr'ı "epistemolojik anlamda
muhafazakar" , "inançlı objektivist" ve "deneye dayalı tarih
sel yönteme yol açan" fikir ve yöntemlerin taraftan olmak
la suçlayanlar vardı.64 "Nesnellik ve kesin gerçeklik" yanlısı,
"ktsinlikçi" , "dönüşsü.z" ve "artık ciddiye alınamayacak ka
dar naif' diye yerden yere vuranlar vardı .65 Daha önce de be
lirtildiği gibi bu "bir yok etme kampanyasının dilidir."66 El
bette bu eleştirllerin de dile getirdiği gibi Carr'm çalışmasın
da çelişkiler vardır ve bazı açılardan elbette modası geçmiş
tir ya da gördügümüz gibi yakında geçecektir. Ancak, bu ki
şilerin Carr'ı iflah olmaz bir arnpirisı diye tarif etmeleri, en
az Elton'ın Carr'ı su katılmamış rölativist diye resmetmesi
kadar yanlıştır. Kitabı bu denli muhteşem yapan şeylerden
biri özellikle bu ikisi arasındaki. Carr'ın neticede asla çöz
meyi başaramadığı gerilimdir.
Carr'ın entelektüel değişim rüzgarlarıyla geldiği yer, kita63 Ornegin. "Between Past and Futurep.
64 Alan Munslow. "E. H. Carr (1892- 1982) Tarih Ncdir?p, Rcvicws in Hisıory
(Tarihsel Araşıınnalar Enstitüsü. londra, web sitesi).
65 Keith Jenklns, "Whaı is Hisıoryl'" From Carr and Elıon ıo Rorıy and Whiıc:
(londra, 1995) s. 6 1 ; Kclıh jenkins'ten alınmış ve bazı yerlerde kelimesi
kelimesine kopyalanmışıır. ARethinking Whaı is Hisıory?-, Cox (cd.), E. H.
Carr, s. 304-22.
66 Anders Sıephanson, "The lessons of Whaı is Hlsrory?", Cox (ed.), E.H. Carr. s.
283-303, burada s. 300n. 5.
bını yayımladıgı günden bu yana yazılı ve sözlü alanlarda ta
rih üzerine şüphesiz pek çok çalışmanın konusudur. Fakat
bu, en ateşli taraftarlannın iddia ettiği gibi tarihi bilgi üze
rindeki kökten yıkıcı bir etkiye sahip olmamıştır ve kendi
çalışmalarına toptan rölativizmi kanştırmalanndan ötürü
hiç degildir. Çünkü eger her şey gerçekten öznelse, eger geç
mişe dair hiçbir şeyi kesin olarak bilemeyeceksek ve metne
anlamını veren onu okuyanlarsa, öyleyse postmodemlerin
söylediklerine neden inanalım ve neden biz de onlann yaz
clıkianna söylediklerinin tam tersi bir anlamı vermeyelim?67
Carr'ın yazdıklarından sonra tarih bilimindeki pek çok
gelişmeden biri de feminist tarihten -günümüz okuru için
Carr'ın üslubundaki en sinir bozucu taraf tarihçiden sürek
li eril birinci şahısta söz etmesidir- Holokost tarihine güçlü
bir ahlaki yükümlülük taşıyan çeşitli tari h türlerinin ortaya
çıkmasıdır. Ve bu ikincisi, Auschwitz'de gaz odalanna gön
derilen Yahudiler olmadıgını, Nazilerin bir yıkım planı ol
madıgını. altı milyon kişinin ölmedigini söyleyen "Holokost
redcileri" ekolüne karşı verdikleri savaşla belki de her şey
den çok tarihsel gerçekligin tarihçi nin algılayışından bagım
sızlıgı fikrini düzelımeye yaramıştır.68 Carr'm tarihte her tür
ahlaki yargının gayrimeşrulugu konusundaki katı inadı bu
gibi başlıklar karşısında kendiliginden ayakta kalamayacak
tır. Fakat öte yandan tarihçiler onun uyansını dikkate ala
rak aşın fazla ve aşın indirgemeci ahlaki yargıtann tarihçiyi
okuyucunun incelenen konuyu kavrayışına bir şeyler ekle
mesinden daha anlamsız göstereceğini unu tmamalıdır.69 Bir
67 Bkz. Richard ]. Evan.�. In Defen� of History (yeni baskı ve sonsöz ile, Londra,
200 1}.
68 Bkz. Richard J . Evan.�. Lying About Hitler: History Holocaust ıınd tlıc Dııvid lrving
Trial (New York, 200 1 ) .
69 Tarihe her tur yorum v e analizin hariç ıuıuldu&u ahlaki yargıya dayalı reductıo
ad absurdum yaklaşımı için, bkz. Michael Burleigh. Thr Third Rtich: A New
Hi.�ıory (Londr.ı, 2001 ).
41
başka yeni ve hoş gelişme de tarihçilerin geçmişte irrasyonel
olana yönelmesidir ki bu Carr'm da en azından topluluklar
içinde görmeyi reddettiği ya da varlıgını kabul etmek zorun
da kaldıgında işe yaramaz saydıgı bir şeydi. 20. yüzyıl başla
rındaki ölçülü ve terbiyeli atmosferde Carr'ın akla ve geliş
meye besledigi iyimser inanç aslında biraz yersizdi.
Ancak her tür kusuruna, çelişkisine ve tarih biliminin pek
çok yönü açısından çagdışı yaklaşımiarına rağmen Tarih Ne
dir? hala bir klasik. Her şeyden önce ilk yayınlanışından be
ri doğru nedenlerle 250.000'den fazla saulmışur. Çabuk ya
zılmış ve aslı konuşmaya dayanan pek çok kitap gibi, faz
la düşünülüp taşınılmış çalışmalarda göremeyecegimiz akı
cı ve yakıcı bir tarzı vardır. Tarih teori ve pratiği üzerine ço
gu kitabın aksine, öne sürdügü en soyut iddialan caniandı
rabilmek için gerçek tarihçilerden ve gerçek tarih kitaplann
dan sayısız somut örnekle doludur. Tarih kitaplannın ve her
tür tarihe giriş kitabının çogunun aksine okuyucuya yukar
dan bakan bir dille degil, eşit gören bir hitapla yazılmıştır.
En derin ve zorlu teorik meseleleri çözmeye çalışırken bile
nükteli, renkli ve eglendiricidir. Kırk yıl sonra bile kışkırtıcı
etkisini sürdürüyor. Sadece tarihe dair degil, siyaset ve etik
konusunda da temel soruları çözmeye çalışıyor. Büyük ko
nulan ustalıkla ele alıyor. Tarihçilere, felsefecilere, yazar ve
düşünüdere göndermeleri oldukça şaşırtıcı. Carr fazlasıy
la bilgili ve akıllı bir adamdı. Tarih
Nedir?'in cazibesinin bir
kısmı da aklı ve bilgiyi kolay ulaşılacak hale getirmesinden
kaynaklanıyor.
Tarihçi için Tarih
Nedir? pek çok nedenle önem taşır.
Özellikle de üzerinde ısrarla durduğu, Carr'ın "tarih bir sü
reçtir ve siz süreçten bir parçayı çıkarıp sadece onu incele
yemezsiniz . . . her şey tümüyle birbirine bağlıdır," sözleriy
le ifadesini bulan gerçekle.7° Carr cidden tarihçinin görevi70 Mehta. Fly and ıhr Fly-Boulc. s. 1 59 - 1 6 1 .
42
nin araştırınayı seçtigi tarihten bir parçanın öncesi ve son
rasını çalışmak, konuyla ve daha geniş baglarnda karşılıklı
baglantıları incelemek oldugunu düşünüyordu. Ayrıca be
gensek de begenmesek de onun kitabı tarih yazımında her
zaman bir öznel eleman olduğunu, çünkü tarihçilerin araş
tırma ve yazılanndan ayıramayacakları görüş ve varsayımla
ra sahip kendi zamanlannın bireyleri olduklannı tekrar tek
rar ispat eder. Tarihçiler bu görüş ve varsayımlan dizginle
meyi, kendilerini çalıştıkları malzemenin ellerine teslim et
meyi, açık ederek okuyuculan eleştirel bir okumaya davet
etmeyi umsalar da durum değişmez. Carr en çok bu açıdan
etkili olmuştur ve görüşleri tarihçiler tarafından geniş çapta
kabul edilmiştir ve en çok bu nedenle eseri daimi olacaktır.
lLERl OKUMA
Tarih Nedi r ? in tasarlanmış ama hiç tamamlanmamış ikin
'
ci baskısı için Carr'ın yazdığı önsöz, yeni baskının hazırlık
lannda yazdığı notlarla bu kitap yayıma hazırlanırken R. J .
Davies tarafından bir araya getirilmiştir. Carr'ın
Sovyet Rus
ya Tarihi adlı eseri 1950'den 1978'e kadar Macınillan -şimdi
Palgrave- tarafından on dört cilt halinde basılmıştır. l9 79'da
yayımlanan
Lenirı'den Stalin'e Rıts Devrimi, 1 9 1 7-1 929* kita
bında faydalı bir özet yer alır. Ertesi yıl Carr bazı önemli ma
kalelerinden seçmeleri From
Napoleon to Stalin başlığıyla ya
yımlamıştır.
Carr'ın
Otobiyografi'si Michael Cox (ed . ) 'un E. H. Carr:
A Reappraisal (Londra, 2000) kitabında yer alıyor. Bura
da ayrıca Anders Stephanson'un "Tatih Nedir? Dersleri" (s.
283-303) makalesi ile Carr'ın görüşleri geniş bir perspektif
le degerlendiriliyor. Carr'ın hayatını ve çalışmalarını anla(*) Lenin 'den Sıalin'e Rus De\· rimi, 1 9 1 7- 1 929, çev. Levent Cincmre, Mtr Yayınlan,
1992.
43
mak açısından kitaptaki diger makaleler de son derece ya
rarlı. Fakat, bunların içinde en önemlisi Tarih Nedir ?'in olu
şumu ve nasıl karşılandıgı, kitabın Carr'ın diger çalışma
lanna etkileri hakkında mühim bir böltım içeren J onathan
Haslam'ın biyografisi The Vices of lntegrity: E. H. Carr I 892-
1 982 (Londra, 1 999). Carr ve fikirleriyle ilgili herkes için
Haslam'ın çalışması temel bir başlangıç sayılır. Carr'ın kendi
belgeleri Birmingham University kütüphanesinde Özel Ko
leksiyon bölümfınde ve M ichael Cox'un editörlügünü yapu
gı makaleler kitabında bir ekte kısaca özetlenmiş bulunuyor.
Carr'm tarih görfışlerine getirilmiş pek çok eleştiri var. Ha
yatı süresince en haklı eleştirileri arkadaşı lsaiah Berlin yap
mıştı. Onun toplu eserleri de Henry Hardy tarafından yayı
ma hazırlanıyor. Özellikle daha sonra lsaiah Berlin'in Hen
ry Hardy ve Roger Housheer editörlügünde The Proper Study
of Mankind: An Anthology of Essays (Londra, 1997) çalışması
içinde yeniden yer alan Histoncal Irıevitability ( Tarihsel Kaçı
nılmazlık) (Londra, 1954) başlıklı konuşmalmakale gözden
geçirilebilir. Görüşlerinin öncesi Michael lgnatieffin lsaiah
Berlin: A Life (Londra, 1 998) kitabında takip edilebilir. Da
ha muhafazakar bir açıdan en ezici saldın G .R. Elton, Tlıe
Practice of History siyle (ikinci baskı Richard ]. Evans'ın son
'
sözüyle, Londra 200 1 ) gelmiştir. Eleştiri korosuna Arthur
Marwick de hem Nature of History kitabıyla hem H. Kozic
ki (ed.) Developments in Modern Historiography (New York,
1993) s. 107-38'de yer alan "A Fetishism of Documents? The
Salience of Source Based History" makalesiyle katılmıştır.
Althuserci Marksist taraftan Paul Hirst, Marxism and His
toncal Writing (Londra, 1985) , postmodernist köşeden Ke
ith jenkins, What is History ? From Carr and Elton to Rorty
and White (Londra, 1995), eleştirel yazılarıyla Geoffrey Ro
berts, History and Theory 36/2 ( 1997) s. 249-60 anılmaya de
ger. Benzer görüşler, London University's Institute of His44
tarical Research sitesi http://ihr.sas.ac.uk adresindeki Tarih
Nedir? tartışmasında Alun Munslow tarafından dile getiril
miştir. Bu sitede aynca Carr'ın ortaya attıgı türden sorulara
aynlmış bir kısım yer alıyor.
Bu meseleleri çözümlernek adına en son girişimler Ric
hard j. Evans
In Defense of History (yeni sonsözle ikinci bas
kı, Londra 200 l ) , C. Be han McCul lagh, The Tmth of History
(Londra, 1 998) ve Robert F. Berkhofer, Jr, Beyond the Great
Stoıy çalışmalarında yer alıyor. Carr'ın rölativizmi That Nob
le Dream: The 'Objectivity Question' and the American Histari
cal Profession (Cambridge, Mass., 1 988) Peter Novick'in sli
rükleyici ve zekice savunulan araştırmasında yeni bir boyut
kazanmıştır. George G. lggers,
Histoıiography in the Twenti
eth Century* (Hanover, New Hampshire, 1 997) özellikle In
giltere, Fransa, Almanya ve ABD'de Carr'ın hayatı süresince
tarihsel düşüncedeki gelişmelere dair aklı başında ve oku
nakli bir çalışmadır.
Çeviren P E L I N SIRAL
Not: Üniversite kütüphanesindeki özel koleksiyon bölümünden
Carr belgelerini kullanma iznini bana verdikleri için University
of Birmingham'a teşekkür ederim. Giriş bölümü taslagını özenle
okudugu ve faydalı önerilerde bulundu� için jonathan Haslam'a
da teşekkür etmek istiyonım. Görüşlerin tamamı bana aiuir.
(") Yirminci Yıizyılda Tarihya;:ınıı, çev. Gül Çııgalı Güven, Tarih Vakfı Yayınlan,
2000, Istanbul.
45
Giriş N ot u
R. W. DAVIES
Tarih Nedi r?'in ikinci baskısı için E. H. Carr çok sayıda mal
zeme toplamıştı, ancak Kasım 1 982'de öldügü güne kadar
sadece yeni baskıya önsözü kaleme almıştı.
Onun ölümünden sonra gerçekleşen bu baskı, bu ön
söz ve Carr'ın karalamalan, taslaklan ve notlarıyla dolu bü
yük kutusundan çıkan bazı malzemelere, nodara ve tasiak
lara yer vermeye gayret gösterdigim 'E. H . Carr'ın Dosyala
nndan: Tarih Nedir? tkinci Baskı için N otlar' başlıklı yeni
bir bölümle başlıyor. Bunlan ilk baskının gözden geçirilmiş
metni takip ediyor.
Yeni bölümde tırnak içindeki köşeli parantezlerde yer
alan cümleler bana aittir. Carr'ın referanslannı özenle göz
den geçiren Catherine Merridale'e, aynca yorumlan için Jo
nathan Haslam ve Tamara Deutscher'e teşekkür ederim.
Carr'ın Tarih Nedir?'in ikinci baskısı için notlan University
of Birmingham kütüphanesindeki E. H. Carr belgeleri arası
na bırakılacaktır.
Kasım 1 984
47
Iki nci Bask1ya Önsöz
E. H. CARR
1960'ta altı konuşmadan oluşan Tarih Nedir?'in ilk taslagını
tamamladıgımda Batılı dünya halen iki dünya savaşının, Rus
ya ve Çin gibi iki büyük devrimin rüzgarlanyla sendeliyordu.
Saf özgüven ve ilerlemeye kendiliginden inanınakla anılan
Viktorya devri çok gerilerde kalmıştı. Dünya huzursuz edici
hatta tehditkar bir yerdi. Ancak bazı denlerimizden kurtul
mak üzere oldugumuzu gösteren bazı işaretler belirmeye baş
lamıştı. Savaştan sonra geniş çapta beklenen dünya ekono
mik krizi gerçekleşmemişti. Britanya lmparatorlugu'nu usul
usul, neredeyse fark etmeden dağıunıştık. Macaristan ve Sü
veyş krizleri aşılmış ya da unutulmuştu. SSCB'deki Stalin-siz
leşme ve ABD'deki McCanhy-sizleşme gayretleri takdire şa
yan gelişıneler kaydetmişti. Almanya ve japonya 1945'in tüm
tahribatından süratle çıkmışlar ve görkemli ekonomik ilerle
meler kaydediyorlardı. De Gaulle yönetimindeki Fransa gü
cünü tazeliyordu. Birleşik Devletler'de Eisenhower yıkımı so
na
eriyordu; u fukta umut vaat eden Kennedy dönemi vardı.
Kara lekeler -Güney Afrika, lrlanda, Vietnam- hala yok sayı
labiliyordu. Dünya çapında borsalar canlanıyordu.
49
Bu koşullar şu veya bu şekilde benim de l 9 6 l 'de ko
nuşmaları bitirirken taşıdığım gelecek inancı ve iyimser
lik söylemi için görünür birer sebeptiler. Takip eden yirmi
yıl bu umutları ve gönül rahatlığını hüsrana uğrattı. Soğuk
Savaş katmerlenerek yeniden başlamış, beraberinde nük
leer yok oluş tehdidini getirmişti. Ertelenmiş ekonomik
kriz, sanayi ülkelerini yıkarak ve Batılı toplurn lara işsizli
ği kanser gibi yayarak rövanş al ırcasına geri gelmişti. Artık
düşman şiddet ve terör eylemlerinden uzak kalabilen bir
ülke neredeyse yok gibi. Ortadoğu'nun petrol üreten dev
letlerinin başkaidırısı Batılı sanayi devletleri aleyhine mü
him bir güç değişimini beraberinde get ird i. "Üçüncü Dün
ya," dünya meselelerinde pasiflikten çıkıp göze batan, hu
zursuz bir faktör haline geldi. Bu koşullarda her tür iyim
serlik alaıneti saçmalaştı . Her şey fe laket tellal larından
yana. Sansasyonel yazar ve gazetecilerin aşkla resmet tiği
ve medya aracılığıyla bizlere aktardığı yaklaşan kıyamet,
günlük konuşma dağarcığımızın bir parçası oldu. Dünya
nın sonunu tahmin etme merakı yüzyıllardır hiç bu kadar
revaçta olmamıştı.
Ancak tam da bu noktada sağduyumuzu kullanınca iki
önemli şüphe doğuyor. Öncelikle gelecekten umudu kesme
tanısı her ne kadar inkar edilmez gerçekiere dayandığı iddia
edilse de soyut teorik bir kurgu . Insanların büyük çoğun
luğu buna inanmıyor, inanmadıkları davranışlarından da
anlaşılıyor. Insanlar sevişiyor, çocuk sahibi oluyor, büyük
bir özveriyle onları yetişlirip büyü tüyorlar. Gelecek neslin
esenliği için sağlık ve eğitime hem özel hem kamusal yoğun
ilgi gösteriliyor. Durmaksızın yeni enerji kaynakları keşfe
diliyor. Yeni buluşlar üretim etkinliğini arttınyor. Çok sayı
da "küçük tasarruf sahibi" devlet tahvillerine, konut koope
ratiflerine ve yatınm fonlanna para yatırıyor. Gelecek nesil
lerin yararına mimari, sanatsal milli hazinelerin korunmaso
sı dogrultusunda yaygın bir gayret var. Sonumuzun yaklaş
ugı fikrinin mevcut propagandanın en büyük sorumlusu bir
grup küskün entelekıüelle sınırlı kaldıgını düşünmek daha
cazip geliyor.
tkinci şüphem bu evrensel felaket kehanetlerinin, agırlık
la -özellikle demem gerekir- Batı Avnıpa ve onun denizaşı
n kollanndan çıkan cografi kaynaklarıyla ilgili. Hiç şaşırtı
cı degil. Beş yüzyıl boyunca bu ülkeler dünyanın tartışmasız
efendileriydiler. Barbar karanlıklardaki dış dünyaya uygarlık
ışıgını taşıdı klarını iddia etmeleri makul sayılırdı. Bu iddia
yı giderek daha fazla reddeden ve bununla mücadele eden
bir çag şüphesiz felakete yol açar. Rahatsızlıgın çıkış nokta
sının, derin entelektüel kötümserligin asıl adresinin Ingilte
re'de olması da aynı ölçüde şaşırtıcı degil; çünkü 1 9. yüzyı
lın heybetiyle 20. yüzyılın yavanlıgı, 19. yüzyılın üstünlü
gü ile 20. yüzyılın son derece belirgin ve acıklı sefaleti baş
ka hiçbir yerde bu denli tezat oluşturmaz. Bu ruh hali Batı
Avrupa ve biraz daha az da olsa Kuzey Amerika'ya yayılmış
tı. Bu ülkeler 19. yüzyılda o büyük yayılınacı dönemin ak
tif katılımcısıydı. Ama aynı ruh halinin dünyanın başka yer
lerinde de sürdügünü düşünmek için nedenim yok. Bir ta
rafta aşılamayacak iletişim duvarlarının yükselmesi, öte yan
da Soguk Savaş propagandasının aralıksız sürmesi, SSCB'de
ki durumu mantıklı degerlendirmeyi zorlaşunyor. Yine de
bir toplumda mevcut şikayetleri ne olursa olsun halkın bü
yük çogunlugtı yirmi
beş, elli ya da yüz yıl öncesinden daha
iyi durumda olduklannın farkındaysa gelecege dair yaygın
umutsuzluk bastırılmış demektir. Asya'da japonya ve Çin
kendi farklı yöntemleriyle ileriye dönük durumdalar. Orta
dogu ve Afrika'da kargaşanın hüküm sürdügü yerlerde bi
le körü körüne de olsa inandıklan bir gelecek için mücadele
eden devletler ortaya çıkıyor.
Önünde yıkım ve düşüşten başka bir şey görmeyen, geli51
şen her tür inancı ve insan ırkının daha ileri bir beklentisini
saçma bulan mevcut inançsızhk ve umutsuzluk dalgasımn
bir elitizm biçimi oldugunu -bunun, güvenlikleri ve ayrıca
lıklan krizlerden fazlasıyla etkilenen elit grupların ve dün
yanın geri kalanı üzerindeki bir zamanların tartışmalı ege
menlikleri bozulan elit ülkelerin ürünü oldugunu- düşünü
yonım. Bu hareketin asıl öncüleri entelektüeller hizmet et
tikleri egemen sosyal grubun fikirlerinin tedarikçileridirler.
("Bir toplumun fikirleri o toplumdaki egemen sınıfın fikir
leridir. ") Söz konusu entelektüellerden bazılannın özünde
başka sosyal gruplara ait olmalan konu dışıdır, çünkü ente
lektüele dönüşürken kendiliklerinden entelektüel elite ka
nşmışlardır. Tanım geregi entelektüeller elit bir grup oluş
tururlar.
Yine de şu anki durumda daha önemlisi, bir toplumda
ki bütün grupların ne kadar bütünleşmişseler de (ve tarihçi
genellikle onlan böyle görmekle aklanır) belli sayıda anor
mal ya da muhalif çıkarmasıdır. Bunlar özellikle entelektüel
ler arasından çıkar. Entelektüeller arasında çıkan, toplumun
temel varsayımlannın genel kabul görmesine dayalı olagan
tartışmalardan değil, bu varsayımtarla mücadele edenlerden
bahsediyorum. Batılı demokratik toplumlarda bu gibi mü
cadeleler bir avuç muhaliften öteye geçmedikleri sürece hoş
görülür ve temsilcileri okura ve dinleyiciye ulaşabilir. Ki
nik biri, sayılan az ve tehlike yaratmayacak kadar etkisiz ol
duklarından hoş görüldüklerini söyleyebilir. Kırk yılı aşkın
bir süre ben "entelektüel" damgasını taşıdım ve son yıllar
da kendimi giderek entelektüel bir muhalif olarak görmeye
başladım. Bunun belli bir açıklaması var. Muhteşem Viktor
yen çağın inanç ve iyimserliginin doruğunda değil de, gün
batımında yetişmiş ve hala yazmayı sürdüren pek az ente
lektüelden biri olmalıyım ve benim için bugün bile dünyayı
sürekli ve geri dönülmez bir düşüşle anmak çok zor. Takip
52
eden sayfalarda Batılı, özellikle de bu ülkeye mensup ente
lektüeller arasındaki hakim egitimlerden uzak durmaya, ne
den ve nasıl yoldan çıktıklannı düşündügümü göstermeye
ve iyimser olmasa da her koşulda mantıklı ve dengeli bir ge
lecek görüşüne tutunmaya çalışacagım.
Çeviren PELIN SIRAL
53
Tarih N edir?
ı
Tarihçi ve Olgulan
Tarih nedir? Bu sorunun anlamsız ya da gereksiz sayılma
ması için, Cambridge Modern History'nin sırayla birinci ve
ikinci basımiarına ilişkin iki parça üstünde durarak söze
başlayacagım . Lord Acton, basımını üstlendigi çalışma hak
kında Cambridge Üniversitesi Yayınevi'nin yöneticilerine,
Ekim 1 896 tarihli raporunda şöyle diyordu:
Bu, 1 9 . yüzyılın gelecek kuşaklara miras bırakmak uze
re oldugu bilgileri, en çoga en yararlının verilmesi yolun
da yazımlamak (kaydetmek) için eşsiz bir fırsatur... Akıllı
ca bir işbölumuyle bunu yapabilmeli ve herkese en son bu
lunan belgeleri, uluslararası araştırmanın en olgun sonuç
lımnı sunabilmeliyiz.
Nihai tarihe, biz bu kuşakta ulaşamayız; fakat göreneksel
tarihi aşabiliriz, aruk bütün bilgiler ulaşılabilir, her sorun çö
zülebilir duruma geldigine göre de. göreneksel tarihten nihai
tarihe giden yolda vardığımız noktayı gösterebiliriz. 1
Thı: Cambridge Modem History: /ıs Orlgin, Authorship and Prodııction, 1907,
s.
ıo.- ıı.
57
Ve hemen hemen tam 60 yıl sonra Profesör Sir George
Clark Cambıidge Modem History'nin ikinci basımına yazdı
gı genel girişte, Lord Acton ve arkadaşlarının bir gün nihai
tarihin ortaya konulabilecegi yolundaki inançlarını eleştir
mektedir:
Bir sonraki kuşa�ın tarihçileri. böyle bir imkanı ummu
yorlar. Çalışmalarının tekrar tekrar aşılmasını bekliyorlar.
Geçmişin bilgilerinin bir ya da birkaç kişinin zihninden
geçerek ve bu zihinler tarafından "işlenerek" kendilerine
ulaşugını, bu nedenle hiçbir şeyin dcğişlirmeyecegi birim
sel, kişilik-izi taşımayan atomlardan oluşmadıgını düşünü
yorlar. . . Araştırma uçsuz bu caksız gözüküyor; bazı sabırsız
bilginler, şüpheciliğe ya da en azından tarihe ilişkin yargı
lamalar kişileri ve bakış açılannı işin içine kanştırdığından
hepsinin birbınnden farksız oldugu ve ortada "nesnel" bir
tarihi gerçeğin bulunmadığı ö�retisine sığınıyorlar.2
Üstadların birbirleriyle böylesine açıkça çeliştigi yerde,
alan soruşturmaya açıktır. Ben, 1890'1arda yazılaniann saç
malıgını teslim edecek kadar açık fikirli olduğumu umanm.
Fakat 1 950'lerde yazılmış her şeyin de mutlaka dogru oldu
gu görüşüne baglanacak kadar ileri fikirli degilim, henüz.
Gerçekten, bu incelemenin tarihin dogasından da daha geniş
kapsamlı bir alana sapabilecegi, belki şimdiden aklınıza gel
miştir. Acton ile Sir George Clark'ın arasındaki çatışma bu
yazılann arasındaki zaman boyunca topluma bakış açımız
daki degişmenin bir yansımasıdır. Acton Victoria çagının
sonlanndaki temiz yüzlü kendine güvenin, pozitif inancın
görüşünü, Sir George Clark beat kuşagının şaşkın, aklı ba
şından gitmiş şüphecili�ni yansıtır. "Tarih nedir?" sorusu
nu cevaplamayı denedigimizde, cevabımız bilerek ya da bil
meyerek, zaman içindeki kendi tutumumuzu yansıtır ve da2
58
The New Cambridge Modern History, cilı 1, 1957, s. 24-25.
ha geniş bir soruya, içinde yaşadığımız toplum hakkında ne
düşündüğümüz sorusuna vereceğimiz karşılığın bir parça
sını oluşturur. Ele aldığım konunun, daha yakından bir in
celemede önemsiz bulunmasından çekinmiyorum. Yalnız
ca, böylesine engin ve böylesine önemü bir soruya el attığım
için fazlaca küstah gözükmekten korkuyorum.
1 9 . yüzyıl olgular için en parlak çağdı. Hard Times'da* Mr.
Grandgrind " lstedigim," diyordu, "olgulardır. . . Hayatta yal
nızca olgular aranır." 19. yüzyıl tarihçileri genellikle onunla
aynı düşüncedeydi. Ranke, l 830'larda tarihten ahlak dersle
ri çıkartan anlayışa karşı haklı itirazında, tarihçinin ödevinin
yalnızca "Nasılsa öylece göstermek"
(Wie es eigentliclı gewe
sen) olduğunu söylediğinde, bu çok derin anlamlı olmayan
özdeyiş, şaşırtıcı bir başarı sağlamıştı. * * Alman, ingiliz ve
hatta Fransız tarihçilerinin üç kuşağı, bir büyü gibi
"Wie es
eigentlich gewesen" afsunlu sözlerini tekrarlayarak savaşa gir
diler. (Bu büyü de çoğu büyüler gibi, insanlan bezdinci bir iş
olan kendi başianna düşünme yükümlülügünden kurtarmak
için yapılmıştır.) Tarihin bir bilim olduğu tezlerini doğrula
mayı pek isteyen pozitivistler de, olgular kültüne kendi et
kilerinin ağırlığını kattılar. Pozitivistler, önce olguları ortaya
koyun, onlardan sonuç çıkarın, derler. Bu tarih görüşü Ingil
tere'de Locke'dan Benrand Russell'a değin Ingiliz felsefesinin
başat özelliği olan ampirik gelenek ile çok iyi uyuşmaktadır.
Ampirik bilgi teorisi özne ile nesne arasında tam bir aynlrna
öngörür. Olgular duyu izlenimleri gibi, dışandan gözlemci
ye kendilerini zorlarlar ve gözlemcinin bilincinden bağımsız
dırlar. Alış süreci edilgendir: Gözlemci verileri aldıktan son
ra, bunların üzerinde işler. Ampirik okulun yararlı, fakat ta(*)
Charles Dickens"in raydacılıgı ve poziıivizmi eleştirdigi romanı. Grandgrind.
buradaki aşın faydacı öıretmcn.
(**) Ranke. tarihi olgulara dayalı bir pozilivizm haline geliren ve 20. yüzyılda olu
şan taıihyazıcılıgına öncülük eden Alman tarihçi.
59
raf tutan bir çalışması, Oxford Shorter English Dictionary, ol
gu'yu "vanlan sonuçlardan farklı olarak bir deneyim verisi"
olarak tanımlamakla iki sürecin aynlı�nı keskin bir biçim
de göstermektedir. Sa�duyucu tarih görüşü denebilecek olan
görüş işte budur. Tarih dogrulanmış bir olgular kümesidir.
Tıpkı bir balıkçının tablasındaki balıklar gibi, belgeler, yazıt
lar vb. içinde olgular hazır dururlar. Tarihçi onlan alır, evine
götürür, pişirir, canı nasıl istiyorsa o şekilde sofraya koyar.
Damak zevki pek sade olan Lord Acton, onlann sofraya ya
lın olarak konulmasını isterdi. Birinci Cambridge Modem His
tory'nin yazarianna gönderdigi yönerge yazısında şu istegi
ni bildirmişti: "Bizim Waterloomuz Fransız ya da Ingiliz, Al
man ya da Hollandalılar için aynı derecede doyurucu olma
lı, hiç kimse yazarlar listesine bakmadan, Oxford piskoposu
nun yazısının nerede bittigini ve yazıya Fairbaim'in mi yoksa
Gasquet'nin mi, Liebermann'ın mı yoksa Hamson'un mu de
vam ettiğini anlayamamalı."3 Lord Acton'un tutumunu eleş
üren Sir George Clark bile -ama belki meyvenin etli kısmı
nın çekirdekten daha yararlı oldu�nu unutarak- tarihte "ol
gulann oluşturdugu katı çekirdek" ile "onu saran geçerliği
tartışmalı yorumlann oluşturdugu etli kısmı" birbirine karşıt
görüyordu. Önce olgulannı ortaya koy, sonra kendi hesabına
tehlikeyi göze alarak, yorumlann kaygan kumianna dal. lşte
deneyci, sağduyucu tarih okulunun en temel bilgelik kuralı.
Bu, büyük liberal gazeteci C.P. Scou'ın "Olgular kutsal, kanı
lar özgürdür" diyen ünlü sözünü akla getiriyor.4
Imdi, besbelli ki böyle şey olmaz. Geçmiş hakkındaki bil
gilerimizin doğası üstüne felsefi bir tartışmaya girişmeyece
ğim. Şimdiki amacımız için, tutalım, Caesar'ın Rubicon'u
geçmesi olgusu ile şu odanın ortasında bir masa bulunma
sı olgusu aynı ya da oranlanabilir düzeyde olgulardır. Her
3
Acıon, Lccıur.:s on Modern Hisıor_v. 1906, s. 3 18.
4
19 Haziran 1952 tarihli The Lisıener'de akıanlmışıır, s. 992.
60
iki olgu da bilincimize aynı ya da oranlanabilir biçimde gi
rerler ve her iki olgu da onlan bilen kişi açısından aynı nes
nel karakterdedir. Fakat bu cürelli ve pek o kadar inandın
cı görünmeyen varsayımla bile, tezimiz hemen, geçmişe iliş
kin bütün olguların tarihi olgular olmaması ya da tarihçi ta
rafından böyle kabul edilmemesi gibi bir zorlukla karşıla
şır. Tarihin olgularını geçmişe ilişkin öteki olgulardan ayırt
eden ölçüt nedir?
Tarihi olgu nedir? Daha yakından bakmamız gereken çe
tin bir soru bu. Sagduyucu görüşe göre, adeta tarihin omur
gasını oluşturan ve bütün tarihçiler için değişmez olan, be
lirli birtakım temel olgular vardır. Örneğin, Hastings Sava
şı'nın l066'da yapılmış olması olgusu. Fakat, bu görüşe kar
şılık şu iki noktayı da göz önünde bulundurmamız gerekir.
Bir kere, tarihçinin asıl ilgilendigi buna benzer olgular de
ğildir. Şüphesiz, bu büyük savaşın 1 065 ya da l 067'de de
ğil, 1 066'da. Eastboum ya da Brighton'da değil, Hastings'de
yapılmış olduğunu bilmek önemlidir. Tarihçi bunlan doğru
bilmeli. Fakat bu tür noktalar ileri sürülünce, Housman'in
"Kesin doğruluk bir ödevdir, erdem değil" sözünü hatırlı
yorum.5 Bir tarihçiyi kesinliğinden dolayı övmek, bir mima
n
yapısında iyi fınnlanmı.ş kereste, gereğince karışunlmış
harç kullandığından ötürü övmeye benzer. Bu, onun işinin
zorunlu bir koşuludur, fakat onun temel işlevi değildir. Ta
rihçiye tarihin "yardımcı bilimleri" denilen -kazıbilim, ya
zıtbilim, eski para bilimi, olaydizi m bilimi vb. gibi- disiplin
lerden yararlanmasına izin verilmesi, işte bu tür sorunlardan
ötürüdür. Bir çömlek ya da menner parçasının kökenini ve
dönemini belirlemesini, ne dediği bilinmeyen bir yazıtı çöz
mesini, kesin tarihi ortaya koymak için gerekli derin hesap
lan yapmasını mümkün kılan bir uzmanın özel hünerlerine
sahip olması bir tarihçiden beklcnmez. Bütün tarihçiler için
- - -- -- ·---
5
M. Mnııilli, Asıronomicon: Libcr Prinıus, 2. basım, 1937, s. 87.
61
aynı olan ve temel olgular denilen bu gibi bilgiler, genellikle
tarihin kendisinden çok, tarihçinin kullandığı hammadde
ler bölümüne girer. tkinci olarak, bu temel olguları kanıtla
ma gerekliligi, olguların kendilerindeki herhangi bir nitelik
ten değil, fakat, tarihçinin verdiği bir a
priati
karardan çık
maktadır. C.P. Scott'un özdeyişine karşın, bugün her gaze
teci bilir ki, kamuoyunu etkilemenin en etkin yolu, uygun
olguların seçilmesi ve düzenlenmesidir. Olguların doğru
dan doğruya kendilerinin konuştukları söylenirdi. Bu, elbet
te,
doğru değildir. Olgular yalnızca tarihçi onlara başvurun
ca konuşurlar; hangi olgulara, hangi sıra ya da bağlam için
de söz hakkı verileceğini kararlaştıran tarihçidir. Sanırım,
Pirandello'nun yarattığı kişilerden biri: Olgu çuvala ben
zer - içine bir şey koyroadıkça dik durmaz, diyordu. Sava
şın 1066'da Hastings'de yapıldığını bilmekle ilgilenmemizin
tek nedeni, tarihçilerio bunu önemli bir tarihi olgu sayma
larıdır. Caesar'ın o küçük çayı, Rubicon'u geçişinin bir tarih
olgusu olduğuna, kendisince birtakım nedenlere dayanarak,
karar veren tarihçidir; oysa, ondan önce ya da sonra milyon
larca başka insanın Rubicon'u geçişi hiç kimseyi ilgilendir
mez. Bu binaya yarım saat önce yürüyerek, yahut hisikietle
ya da arabayla gelmiş olmanız da Caesar'ın Rubicon'u geçişi
kadar geçmişe ilişkin bir olgudur. Fakat büyük bir ihtimal
le tarihçiler bunu görmezlikten geleceklerdir. Bir keresin
de Profesör Talcott Parsons, bilimi "gerçeğe seçmeli bir bi
limsel yönelmeler sistemi" diye tammlamışu.6 Bu belki daha
basit söylenebilirdi. Fakat, tarih başka şeylerin yanı sıra iş
te budur. Tarihçi zorunlu olarak seçmecidir. Tarihi olgula
rın oluşturduğu, tarihçinin yorumundan bağımsız ve nesnel
bir sert çekirdeğin var olduğuna inanmak ahmakça, fakat si
linmesi çok güç bir yanılgıdır.
Geçmişe ilişkin sıradan bir olgunun tarihi bir olguya dö6
62
T Parsons ve E. Shils. Towards a Grnercıl Tlıtory ofActlons. l. lxısım. 1954, s. 167.
nüşme sürecine bir göz atalım. Stalybridge Wakes'de 1850
yılında, bir zencefilli çörek satıcısı küçük bir taruşma sonu
cu kızgın bir kalabalık tarafından dövülerek öldürülmüştür.
Şimdi bu, bir tarih olgusu mudur? Bir yıl önce duraksama
dan "hayır" derdim. Bir görgü tanığı bu olayı az bilinen anı
tarına yazmıştı;7 fakat herhangi bir tarihçi tarafından bunun
sözü edil meye değer sayıldığını ben hiç görrnemiştim . Bir yıl
önce Dr. Kitson Clark Oxford'daki Ford derslerinde bu olayı
zikretti. 8 Bu, onu tarihi o lgu yapar mı? Sanırım, henüz değil.
Bana kalırsa, bu olay şu anda seçkin tarihi olgular kulübü
üyeliğine adaydır. Şimdi daha başka destekleyiciler bekliyor.
Belki de önümüzdeki birkaç yıl içinde bu olgunun 19. yüz
yıl Ingilteresi hakkındaki makale ya da kirapiann önce dip
notlarında, sonra yazıların içinde boy gösterdiğini göreceğiz
ve 20-30 yıl içinde iyice yerleşmiş bir tarihi olgu olacak. Ya
da belki hiç kimse onu ele almayacak, bu durumda Dr. Kit
son Clark'ın yiğitçe kurtarmaya kalkışmış olduğu geçmişe
ilişkin tarihi-olmayan olguların unutulmuş boşluğuna yeni
den düşecektir. Bu ikisinden hangisinin olacağını ne belirle
yecektir? öyle sanıyorum ki, sonuç Dr. Kitson Clark'ın ka
nıtlamak için bu olayı ileri sürdüğü tez ya da yorumun öbür
tarihçilerce de geçerli ve anlamlı olarak kabul edilip edilme
mesine bağlı olacaktır. Olayın bir tarihi olgu sıfatıyla duru
mu , bir yorum sorusuna yol açacaktır. Bu yorum ögesi her
tarihi olgunun içinde vardır.
Kişisel bir anımı aktarmama izin verir misiniz? Yıllar önce
bu üniversitede ben eski tarih okurken "Pers savaşları çağın
da Yunanistan"ı özel çalışma konusu olarak almıştı m. Rafla
rıma 1 5-20 cilt dizdim; bunlarda konumla ilişkili bütün ta
rihi olguların yazılı bulunduğuna kesinlikle inanıyordum.
Tutalım ki, bu ciltlerde konumla ilgili olarak o zaman bili7
B
lord George Sangcr. St-vrnıy Years a Showmarı, 1926, s. 188-89.
Dr. Kitson Clark, The Malıing of Vicıorian England, 1962.
63
nen ya da bilinebilecek bütün olgular vardı - gerçekten de
aşa� yukan böyleydi . Bir zamanlar herhalde bazı kimseler
ce bilinen sonsuz sayıdaki olgı.ılann içinden seçilmiş bu mi
nik olgular demetinin, hangi rastlantı ya da aşınma süreciy
le tarihin
olgulan olarak yaşayabildiğini
düşünmek hiç aklı
ma gelmemiştir. Bana öyle geliyor ki. bugün bile Eski ve Or
taçağ tarihinin çekiciliklerinden biri, bize üstesinden geline
bilecek sınırlar içinde emrimize hazır bütün olgulara sahip
mişiz izlenimi vermesidir - tarihin olgulan ile geçmişin öte
ki olgulan arasındaki tartışmalı aynlık ortadan kayboluyor.
çünkü bilinen az sayıdaki olgulann hepsi tarihi olgulardır.
Cambridge Modem History'nin her iki yazımında da çalışmış
olan Bury'nin dediği gibi, "Eski ve Ortaçağ'ın kayıtlan boş
luklarla delik deşiktir".9 Tarihe, pek çok parçası kayıp bir iç
içe geçmeli bulmaca denmiştir. Fakat ana zorluk bu boşluk
lar değildir. Iö 5. yüzyıldaki Yunanistan tablosu basitçe bir
cevapla, pek çok parçası rastlanuyla kaybeditmiş oldugun
dan değil, fakat genellikle, tablo Atina kentindeki küçük bir
insan kümesi tarafından oluşturulduğu için eksiktir. S. yüz
yıl Yunanislam'nın bir Atinalı yurttaşa nasıl gözüktüğü hak
kında epeyce şey biliyoruz, fakat bir lranlı'ya ya da bir kö
leye yahut Atina'da yerleşmiş bir Korintoslu'ya nasıl görün
düğü üstüne pek az şey biliyoruz. Tablomuz rastlantıyla ol
maktan çok, bilerek ya da bilmeyerek belirli bir dünya gö
rüşüne sahip ve bu görüşünü destekleyen olguların saklanıl
maya değer olduğu düşüncesindeki kişilerce bizim için ön
ceden seçilmiş ve belirlenmiştir. Aynı şekilde Ortaçağ üs
tüne yazılmış bir çağdaş tarihte, o devir insanlannın yoğun
bir biçimde dinin etkisinde olduğunu okuyunca, bunu na
sıl bildiğimizi ve doğru olup olmadığını merak ediyorum.
Ortaçağ tarihinin olguları olarak bildiklerimizin hepsi, bi
zim için, dini düşüncenin teorisi ve uygulaması ile uğraşan9
64
J.B. Bury, Selcctr.d Essays, 1930, s. 52.
lar (din adamları) ve bundan dolayı dini çok önemli bulan
başka şeyleri değil de- yalnızca onunla ilişkili her şeyi yazan
Kronik Yazarı kuşaklannca seçilmiştir. Rus köylüsünün ko
yu dindar oldu� yolundaki imge 1 9 1 7 Devrimi ile yıkıldı.
Ortaçağ insanının çok sofu olduğu yolundaki imge ise, doğ
ru
da olsa yanlış da olsa çürütüleınez, çünkü Ortaçağ ile il
gili olarak bilinen olguların neredeyse hepsi, buna inanan,
başka kişilerin de inanmasını isteyenlerce bizim için önce
den seçilmiştir ve belki de içlerinde tersine kanıtlar bulabile
ceğimiz olgular kütlesi geri getirilemeyecek bir biçimde kay
bolmuştur. Ortadan kaybolan tarihçiler, yazıcılar ve Kronik
Yazarlan kuşağının ölü eli, temyiz ihtimalini ortadan kaldı
racak şekilde geçmişin kalıbını belirlemiştir. Kendisi de Or
taçağ tarihinde uzman olan Profesör Barraclough şöyle yazı
yor: "Bizim okuduğumuz tarih, doğrusunu söylemek gere
kirse, hiç de olgusal değildir, bir dizi kabul edilmiş yargılar
dan ibarettir.'' 10
Fakat şimdi de çağdaş tarihin değişik, ama eşit ölçüde
ki kötü durumuna dönelim. Eskiçağ ve O rtaçağ tarihçi
si kendisine başedilebilir bir tarihi olgular topluluğunu su
nan uzun yılların eleme sürecine şükredebilir. Kendine öz
gü alayh deyişiyle, Lyuon Strachey'in söylediği gibi, "Tarih
çinin ilk i htiyacı bilgisizli ktir, basitleştiren ve açıklığa ka
vuşturan, seçen ve atiayan bilgisizlik. " 1 1 Eskiçağ ve Ortaçağ
tarihi yazmayı üstlenmiş meslekdaşlarımın yüksek yeterlik
lerini kıskanmaya kalkınca (ki, bazen gerçekten bu çeşit bir
duygunun etkisinde kalırım) , böylesine yeterli olmalarının
nedeninin başlıca kendi konularında böylesine bilgisiz ol
malanndan ileri geldiği düşüncesi ile avunuyorum. Çağdaş
tarihçi bilgisizliğin üstünlüklerinden yararlanmaz. O bu zo
nınlu bilgisizliği edinmek için kendisini eğitmek zorundalO
G. Baı:raclough, History in a Clııınging World. 1 955,
I1
Lyıton Sırachey, Emincnı Vicıorians, Onsôz.
s.
1 4.
65
dır - kendi yaşadıgı çaga yaklaşukça bu zorunluluk çogalır.
Çagdaş tarihçinin iki görevi birden vardır: Az sayıdaki an
lamlı olgulan bularak onları tarihin olgularına dönüştürmek
ve pek çok olguları tarihi degildir diye bir kenara bırakmak.
Fakat bu anlayış, tarihin en çok sayıda yadsı nmaz ve nesnel
olgular toplulugundan oluştugu yolundaki 19. yüzyılın sap
kınca düşüncesinin tam karşıtıdır. Bu sapkınlıga kendisini
kapuran bir kimse ya kötü bir iş diye tarihi bırakacak ve pul
toplamaya ya da başka tür bir antikacıhga başlayacak, yahut
tımarbaneyi boylayacaknr. Çagdaş tarihçi üzerinde böylesi
ne yıkıcı etki yapan, işte bu sapkınhktır; Almanya'da, Ingil
tere'de ve Amerika'da oluşturulan, ince ince uzmanlaşmış,
gitgide daha az şey hakkında daha çok şey bilen sözde-tarih
çilerin monografilerinin geniş ve gitgide çogalan kupkuru
olgusal tarihler toplulugu, olgular okyanusunda hiçbir iz bı
rakmaksızın hattı. Bana öyle geliyor ki, Lord Acton'un tarih
çi olarak tutarsızlıgının nedeni, -hep denildigi gibi, Liberal
ve Katolik sadakat baglan arasındaki çatışma degil- bu sap
kınlıktı. Eski bir denemesinde, ögretmeni Döllinger hakkın
da şöyle diyordu: "0, yetkinlige erişmemiş malzemeyle yaz
mazdı ve ona göre malzemeler her zaman yetkinliğe ulaş
mış olmaktan uzaktı . " 1 2 Lord Acton burada, şüphesiz, ken
disi, yani çogu kimseye göre, bu üniversite'de Çagdaş Tari h
Kürsüsü'ne gelmiş geçmiş en yetkin kişi olan, fakat hiç ta
rih yazmamış bir garip tarihçi fenomeni üstüne alın yazısını
önceden açıklıyordu. Lord Acton, ölümünden hemen son
ra basılan
Cambridge Modern History'nin birinci kısmında
ki giriş notunda, tarihçiye baskı yapan gerekierin "onu bi
lim adamı o lmaktan ansiklopedi yazıcısına döndürmek
le tehdit ettigi''nden yakımrken, aslında kendi mezartaşını
1 2 G.P. Gooch, Hisıory ıınd Hisıorians in ılıe Ninecı:rıııh Cenıury, s. 385'te alıntı;
daha sonralan Lord Acıon, Döllinger hakkında şöyle demişıl: "Onda, tarih fel·
sefesini gelmiş geçmiş en büyılk ıtımevanmın üstünde kurma yeıenegı vardır."
(Hisıory of Frudonı ıınd Oıhcr Essays, 1 907, s. 435.)
66
yazmaktaydı. 13 Bir şeyler yolunda gitmemişti. Yolunda git
meyen, somut olguların yorulmak bilmez ve sonsuz yıgılışı
na tarihin temeli diye inanmaktı; olguların kendiliklerinden
konuştuklan ve gereğinden fazla olgu yığına diye bir şey ol
madıgı inanışıydı; bu öylesine kuşkulanılmayan bir inanış
u ki, pek az tarihçi kendisine "Tarih nedir?" sorusunu sor
ınayı gerekli buldu - bazıları , bugün de hala gereksiz say
maktadırlar.
19. yüzyılın olgular fetişizmi, bir belgeler fetişizmiyle ta
mamlanmış ve haklı kılınmıştır. Belgeler olgular tapınagın
daki "kutsal sandık''taydı. Saygılı tarihçi onlara başı önün
de yanaşıyor ve onlardan huşu dolu bir sesle söz ediyordu.
Bir olguyu belgelerde bulursanız o öyledir. lşin aslına bakar
sanız, bu belgeler -resmi buyrultular, antlaşmalar, kira ka
yıtları, hükümet raporları, resmi yazışmalar, özel mektuplar
ve anılar- bize ne söylerler? Hiçbir belge bize o belgeyi ya
zanın kendisinin ne düşündüğünden - neyin olmuş olduğu
nu düşündüğünden, neyin olmuş olması gerektiği ya da ola
bileceğini düşündüğünden, yahut belki yalnızca başkaları
nın onun neyi düşündüğünü sanmalarını istediğinden ya da
hatta kendisinin ne düşündüğünü sandığından fazla bir şey
söylemez. Bunların hiçbiri tarihçi onlar üzerinde çalışmaya
ve onları çözmeye girişmedikçe bir anlam taşımaz. Belgeler
içinde bulunsun ya da bulunmasınlar, olgular, tarihçi onlar
dan herhangi bir biçimde yararlanmadan önce tarihçi tara
fından yine de işlenrnek zorundadır: Tarihçinin onlarla yap
tığı şey -eğer böyle diyebilirsem- bir işleme sürecidir.
Neyi anlatmaya çalıştığımı, rastlantı sonucu iyi bildiğim
bir örnekle göstereyim. Weimar Cumhuriyeti'nin Dışişleri
Bakanı Gustav Stresemann l929'da öldüğünde, ardında he
men hemen hepsi dışişleri bakanı olarak çalıştığı altı yılla
ilişkili olan -300 kutu dolusu- resmi, yarı resmi ve özel, bü13 Cambridge Modcnı History. cilt 1. 1902. s. 4.
67
yük bir kagıt yıgını bıraktı. Elbette arkadaşları ve akrabalan
böylesine büyük bir insanın anısına bir anıt dikilmesi gerek
ligini düşündüler. Sadık sekreteri Bemhard çalışmaya koyul
du ve üç yıl içinde 300 sandık içinden seçilmiş belgelerden
oluşan, Stresemamıs
Venniichtnis (Kalıtı!Mirası) gibi göz alıcı
bir başlıkla her biri aşağı yukarı 600 sayfalık üç iri cilt orta
ya çıktı. Nonnal olarak belgelerin kendileri bir bodnımda ya
da çatı arasında çürüyüp gidecek ve ortadan kaybolacak, bel
ki de l 00 yıl falan sonra bir meraklı bilgin onla n bulacak ve
Bemhard'ın metniyle karşılaşıırmaya başlayacaktı. Oysa ger
çekte başlarına gelen daha dramatik oldu. Belgeler l 945'de
işgal ordularının eline geçti, onlar da hepsinin fotoğraflan
nı aldılar; kopyalan Londra'da Kamusal Belgeler O fisi'nde
ve Washington'da Ulusal Arşiv'de bilim adamlannın yarar
lanmasına sunuldu; böylelikle, yeterince sabnmız ve mera
kımız varsa, Bemhard'ın ne yaptığını tamı tarnma saptayabi
liriz. Bemhard'ın yaptıgı ne çok olağanüstü ne de çok şaşır
tıcı bir şeydi. Stresemann öldügü sırada onun Batı politika
sı parlak bir başanlar dizisi ile taçlanmış göninüyordu - Lo
camo , Almanya'nın Milletler Cemiyeti'ne kabulü, Dawes ve
Young planlan ve Amerikan kredileri, Ren boyundan işgal
ordulannın geri çekilmesi. Bu, Stresemann'ın dış politikası
nın önemli ve ödüllendinci bölümü gibi görünüyordu ve bu
nun Bemhard'm belgelerden yaptığı seçmede fazlasıyla gös
terilmesi dogaldı. Öte yandan Stresemann'ın Dogu politika
sı, Sovyetler Birliği ile ilişkileri, belirli bir yere götürülmüyor
gibi gözükmekteydi; yalnızca önemsiz sonuçlar veren görüş
ıneler hakkındaki belge yığınları pek ilginç olmadığı ve Stre
semann'm ününe hiçbir şey eklemedigi için, buradaki seçim
işlemi daha sık bir elekle yapılabilirdi. Gerçekte Stresemann
daha sürekli ve daha titiz dikkatini Sovyetler Birliği ile olan
ilişkilere yöneltmişti. Bir bütün olarak onun dış politikası
içinde, bunlar Bemhard'ın seçmesini okuyanın düşünecegin68
den çok daha geniş bir yer tutuyordu. Yine de, sanırım, Ser
nhard'ın ciltleri sıradan tarihçilerin dolaylı olarak dayandı
gı basılı belgeler koleksiyonlarının birçogundan daha iyidir.
Öykümün sonu bu degil, Bernhard'ın cil derinin bası
mından az sonra Hitler iktidara geldi, Almanya'da Strese
mann'ın adı unutturuldu, cilller piyasadan kalktı; kopyala
nn birçogu, belki de büyük çogunlugu yok edilmiş olmalı.
Bugün
Stresemanns Vennachtnis oldukça ender bir kitaptır.
Fakat Batı'da Stresemann'ın ünü sürüyordu. 1935'te bir In
giliz basımcısı Bernhard'ın çalışmasının kısaltılmış bir çevi
risini çıkardı. Bu, Bemhard'ın seçmesinden yapılmış bir seç
meydi; aslının üçte biri kadarı atlanmıştı. Tanınmış Alman
ca çevirmeni Suuon'un bu çevirisi ustalıklı ve iyidir. Önsö
zünde açı klandıgına göre, Ingilizce çeviri "hafifçe kısaltıl
mıştır, fakat yalnız Ingiliz araştineısı ve okurların ilgisini
pek çekmeyecek, geçici degerde oldugu duygusu veren ba
zı şeyler atlanmıştır." 14 Yine de bu, gayet dogaldır. Fakat so
nuç şu olmuştur ki, Bernhard'da zaten az belirtilen Strese
mann'ın Dogu politikası I ngilizce metinde büsbütün göz
den uzaklaşmakta ve Sovyetler Birliği Sutton'un ciltlerinde
Stresemann'ın Batıcılıgı agır basan dış politikası içinde yal
nızca zaman zaman kendini gösteren ve hayli de keyif kaçı
rıcı bir öge olarak belirmektedir. Ama şurası güvenle söy
lenebilir ki, birkaç uzman dışında herkes için Stresemann'ı
-belgelerin kendileri şöyle dursun- Bernhard degil, Sutton
temsil etmektedir. Belgeler 1 945'te bombardımanda yok ol
saydı, geriye kalan Bernhard'ın cilıleri ortadan kaybolsaydı,
Sutton'un gerçeklik ve otoritesinden hiçbir zaman kuşkula
nılmayacaktı. Tarihçiler tarafından, asıllannın yoklugunda
minnetle kabul edilen pek çok basılı belge derlemeleri bun
dan daha saglam bir temele dayanmamaktadır.
1 4 Gusıav Sıresemaıın, His Diarics, Lttr ers and Papcrs, ci lı 1. ı 935, yayımcının
noıu.
69
Fakat ben bu öyküyü bir adım daha ileri götürmek istiyo
rum. Bemhard ve Sutton'u unutalım ve isterseniz, Yakınçag
Avrupa Tarihi'nin bazı önemli olayianna katılmış ileri ge
len bir devlet adamının gerçek belgelerine başvurabileceği
miz için şükredelim. Bu kagıtlar bize ne anlatır? Başka şeyle
rin yam sıra bunlarda Stresemann'ın Berlin'deki Sovyet Bü
yükelçisiyle yaptıgı yüzlerce görüşmenin ve 20 kadar da Çi
çerin'le yapılmış görüşmesinin kayıtları vardır. Bunlar, ko
nuşmalarda Stresemann'm aslan payım aldığını ve onun ile
ri sürdügü tezlerin iyi söylenmiş ve tutarlı şeyler olduğunu
göstermektedir. Oysa, karşısındakinin sözlerinin ise, çoğun
lukla kanşık, derme çatma, inandıncı olmayan tezler oldu
gu izlenimini vermektedir. Bu, diplomatik görüşmelerin bü
tün tutanaklannın pek bilinen bir özelligidir. Bu belgeler bi
ze, ne olduğunu degil, yalnızca Stresemann'm ne oldugunu
düşündügünü ya da başkalannın ne düşünmesini istediğini,
belki de kendisinin olup biten hakkında ne düşünmek iste
rligini göstermektedir. Seçme sürecini başlatan Sutton ya da
Bemhard degil, Stresemann'm kendisidir. Diyelim, aynı gö
rüşmelerin Çiçerin tarafından alınmış tutanakları elimizde
olsaydı, yine onlardan da yalnızca Çiçerin'in ne düşündüğü
nü ögrenecektik ve gerçekten ne oldugu tarihçinin bilincin
de yeniden kurulmak gerekecekti. Elbette, olgular ve belge
ler tarihçi için zorunludur. Fakat onları bir fetiş haline ge
timıeyin. Olgular ve belgeler kendi başianna tarihi oluştur
mazlar; içlerinde, şu sıkıcı "Tarih nedir?" sorusuna hazır bir
cevap taşımazlar.
Bu noktada, 1 9. yüzyıl tarihçilerinin neden genellikle ta
rih felsefesine karşı kayıtsız kaldıkları sorusu üstüne bir
kaç söz söylemek isterdim. Bu terim Voltaire tarafından icat
edilmiştir, o zamandan beri de değişik anlamlarda kullanıl
mıştır; ben onu, eğer kullanacak olursam, "Tarih nedir?" so
rusunun cevabı anlamında alacağım. Batı Avrupa düşünür70
leri için, 19. yüzyıl kendine güven ve iyimserlik taşan rahat
bir dönemdi. Olgular genel olarak doyurucu sayılıyordu;
onlar üstüne biçimsiz sorular sormak ve bunlan cevaplamak
egilimi ise bir o kadar kötü bir şeydi. Ranke, eger kendisi ol
gulara bakarsa, tarihin anlamını Takdir-i llahi'nin çözecegi
ne sofuca inanmaktaydı. Burckhardt'a gelince, o daha çağ
daş bir kinikçe tutumla "Sonsuz bilgeligin amaçlarının gizi
bize açıklanmamıştır" (tannmn işine akıl sır ermez) diyor
du. 193 1 gibi geç bir tarihte Profesör Butterfield, besbelli bir
hoşmıtlukla, "Tarihçiler şeylerin dogası ve hatta kendi ko
nulanmn niteliği üstünde pek az düşünmüşlerdir." diye yaz
maktaydı . 1 5 Fakat benim bu konferanslardaki öncülüm, Dr.
A.L. Rowse, daha haklı bir eleştirici tutumla, Sir Winston
Churchill'in Birinci Dünya Savaşı hakkındaki kitabı World
Cnsis'in, Troçki'nin Hist01y of the Rımian Revo l uti oıı ıyla ki
'
şilik, canlılık, hareketlilik bakımından başa baş gelmekle
birlikte, bir bakıma ondan daha aşağı kaldığını, çünkü "ge
risinde bir tarih felsefesi olınadıgı"m söylemiştir. 1 6 Eskiden
Ingiliz tarihçileri tarihin bir anlamı olmadığına inandıkla
nndan değil, bu anlamın onun içinde saklı ve kendiligin
den belli oldugunu sandıklan için, bir tarih felsefesine sa
hip olmak gerekligini kabul edemiyorlardı. Liberal 19. yüz
yıl tarih görüşünün, dünyaya serinkanlı ve kendine güven
li bir bakışın ürünü olan
laissez-faire
ekonomik ögretisiyle
yakın bir benzerligi vardı. Herkes kendi işine baksın, gizli el
evrensel uyumu nasılsa sağlar. Tarihin olgulannın kendile
ri, daha yüksek amaçlara dogru, iyicil ve görünüşte sınırsız
bir ilerleyiş gibi üstün bir olgunun belirtileriydi. Bu masum
luk çagıydı ve tarihçiler Cennet Bahçesi'nde tarihin tannsı
nın önünde çmlçıplak ve çıplaklıklanndan utanmadan dola
şıyorlardı. O zamandan sonra, biz Günahı tamdık ve Düşüşü
ı S H.
Butterfield.
The Whig lnrerpreıc.ııioıı of History.
16 A.L. Rowse. Th e End of aıı Epoch. 1947, s. 282-83.
I 93 ı ,
s. 67.
71
yaşadık; bugün tarih-felsefesiz olmaya çalışan tarihçiler ise,
sadece, boşu boşuna ve bile bile, bir çıplaklar kampının üye
leri gibi, kendi evlerinin bahçesinde Cennet Bahçesi'ni yeni
den canlandırmaya u�raşmaktadırlar. Bugün artık bizim te
dirgin edici sorumuzdan kaçınılamaz.
Geçen 50 yıl boyunca "Tarih nedir?" sorusu üstüne bir
çok ciddi çalışmalar yapılmıştır. Tarihte olguların başı çeki
şi ve özerkli�i teorisine karşı ilk mücadele ça�nsı, l880'ler
de ve l 890'larda, 10. yüzyıl liberalizminin rahat saltanatı
nı yıkmak için çok şey yapacak olan ülkeden, Almanya'dan
gelmiştir. Bugün o mücadele çagrısını yapan filozofların ad
larından öte pek bir şey kalmamıştır. Bunlardan yalnız Dilt
hey, son zamanlarda Ingiltere'de biraz gecikmiş bir üne eriş
miştir. Yüzyılın degişiminden önce, bu ülkede olgular kül
tüne saldıran sapiunlara herhangi bir ilgi gösterilmesine im
kan vermeyecek kadar zenginlik ve güvenlik vardı. Fakat ye
ni yüzyılın başlarında meşale, Alman ustalara besbelli çok
borçlu olan Croce'nin bir tarih felsefesi kurmaya giriştigi
İtalya'ya geçti. Tarihin aslında, geçmişi yaşanan anın gözle
rinden ve o anın sorunlannın ışı�ında görmekten oluştuğu
ve tarihçinin başlıca işinin kaydetmek de�il. de�erlendirmek
oldu�u anlamında, Croce bütün tarihin "çagdaş tarih" oldu
gunu ilan etmiştir.17 Çünkü, tarihçi değerlendirme yapma
yacak olursa, neyin kaydedilmeye de�er oldugunu nasıl bile
cektir? 1 9 1 0'da Amerikalı tarihçi Cari Becker bilerek kışkır
tıcı bir dille "tarih olguları, herhangi bir tarihçi için, kendisi
onları yaratıncaya kadar var olmazlar" demişti.18 Bu meydan
17 Bu anlamlı özdeyiş şu baglarnda geçer: "Her tarihi yargının altındaki pratik ge
rekler büııln tarihe ·çagdaş tarih' karakterini verir, çünkü böylelikle anlatılan
olaylar zaman içinde her ne kadar uzak gozükseler de, tarih gerçekte
o
olayia
nn haurlandıgı şimdiki anın gerekleriyle ve konumlanyla ilgilidir." (B. Crocc,
Oı:gıırlııgıırı Oyhıisıl Olarak Tarilı, Ingilizce çevirisi: Hisıory
btrty , 1941, s. 19.)
18 Aılanıic Monılıly , Ekim 1 9 1 0,
72
s.
528.
as
ılıe Sıory of Li
okumalann o zamanlar pek az üstünde dunıldu. Croce'nin
Fransa ve Ingiltere'de hayli moda oluşu, ancak l 9 20'den
sonra başladı. Bu , omm Alman öncellerinden daha ince bir
düşünür ya da daha iyi bir üslupçu olmasından değil, Bi
rinci Dünya Savaşı'ndan sonra olguların bize 1 9 14 yıllanna
oranla daha az lütufkar bir biçimde gülümser gözükınesin
den ve bu nedenle, bizim onların saygınlığını azaltmaya yö
nelen bir felsefeye karşı daha açık oluşumuzdandı. Tarih fel
sefesine ciddi bir katkısı bulunan, içinde yaşadığımız yüzyıl
daki tek I ngiliz düşünürü, Oxford felsefeci ve tarihçisi Col
lingwood üzerinde Croce'nin önemli bir e tkisi vardı. Collin
gwood'un ömrü tasarladığı sistemli büyük eserini yazmaya
yetmedi, fakat bu konu üzerine basılmış ve basılınam ış yazı
ları ölümünden sonra l 945'te çıkan
Tlıe Idea of History (Ta
rih Fikri) adı altında bir ciltte toplandı.
Collingwood'un görüşleri şöylece özetlenebilir. Tarih fel
sefesi "kendi başına geçmiş"le ya da "tarihçinin kendi başı
na onun hakkında düşünceleri" ile değil, "karşılıklı ilişkileri
içinde bu iki şeyle birden" ilgilidir. (Bu yargı "tarih" kelime
sinin bugün kullanılan iki anlamını yansıtmaktadır - hem
tarihçi tarafından yürütülen sonışturrnayı hem de tarihçinin
soruşturduğu geçmiş olaylar dizisini.) "Tarihçinin üstün
de çalıştığı geçmiş, ölü bir geçmiş değildir, belli bir anlam
da bugün hala yaşayan bir geçmiştir." Fakat geçmiş bir ey
lem, tarihçi onun ardında yatan düşünceyi anlarnaclıkça ölü
dür, yani tarihçi için anlamsızdır. Bu nedenle, "Bütün tarih
düşüncenin tarihidir" ve "tarih, tarihi üstünde çalıştığı dü
şüncenin, tarihçinin zihninde yeniden oluşmasıdır." Tarih
çinin zihninde geçmişin yeniden kumlması deneysel kanıt
lara dayanır. Fakat bu, kendi içinde deneysel bir süreç de
ğildir ve yalnızca olguların art arda dizilmesinden ibaret ola
maz. Tersine, olgulann seçilmesini ve yorumlanmasını , ye
ni den kurulma süreci yönetir: Zaten, onları tarihi olgular
73
yapan da budur. Bu noktada Collingwood'un düşüncelerine
yakın olan Profesör Oakeshott "Tarih, tarihçilerin yaşantısı
dır. Tarihçiden başkası onu 'yapamaz': Tarihi yapmanın tek
yolu, onu yazmaktır" der. 19 Bu keskin eleştiri, her ne kadar
birtakım ciddi çekinceler taşıyabilirse de, ihmal edilmiş bazı
gerçekleri ışıga çıkarmaktadır.
Bir kere, tarihin olgulan bize hiçbir zaman "arı" olarak
gelmezler, çünkü arı bir biçimde var olmazlar ve var ola
mazlar: Her zaman kayıt tutanın zihninden kınlarak yansır
lar. Bundan şu sonuç çıkar ki, bir tarih eserini ele alınca, ilk
ilgilenecegimiz, içindeki olgular degil, onu yazan tarihçi ol
malıdır. Örnek olarak, adına bu konferansların düzenlendigi
büyük tarihçiyi ele alayım. Bize kendi otobiyografisinde an
lattıgına göre, G . M . Trevelyan "biraz aşın bir Whig gelenegi
olan bir evde yetiştirilmi.şti" ;20 umarım ki, onu Whig gelene
ginden büyük Ingiliz liberal tarihçilerinin önem bakımından
degil , ama zaman bakımından sonuncusu diye tanımlarsam,
buna karşı çıkmazdı. Kendi soy agacını, büyük Whig tarih
çisi George Otto Trevelyan'ın üstünden, Whig tarihçilerinin
tartışmasız en büyügü olan Macaulay'a değin götürmesi , bo
şuna degildir. Trevelyan'ın en iyi ve en olgun eseri olan Eng
land ımder Queen Anne (Kraliçe Anne Döneminde Ingiltere)
adlı kitabı, bu ortamdan bakılarak yazılmıştır ve okur eserin
tam olarak ne demek istediğini ve anlamını, ancak o ortamı
göz önünde tutarak okuyunca kavrayacaktır. Hatta, yazar
okura bunu anlamaması için bir özür nedeni bırakmamakta
dır. Şunun için ki, dedektif romanı meraklılannın tekniğini
izleyerek, önce sonucu okursanız , üçüncü cildin son birkaç
sayfasında bugünlerde tarihin Whig yorumu denilen şeyin
benim ömrümde gördüğüm en iyi özetini bulursunuz; bu
rada Trevelyan'ın yapmaya çalıştığı şeyin, Whig geleneginin
1 9 M. Oakeshott,
Experience and lls Modcs, 1933, s. 99.
20 G.M. Trcvelyan, An Auıobiography, l 949 , s. l l .
74
kökenini ve gelişimini incelemek ve onu, bu gelenegin ku
rucusu olan l l l . William'ın ölümünden sonraki yıllara doğru
ve dürüst olarak yerleştirrnek oldugunu göreceksiniz. Bel
ki bu, Kraliçe Anne dönemi olaylannın düşünülebilecek tek
yorumu değildir, ama pekala geçerli ve Trevelyan'ın elinde
verimli bir yorumdur. Fakat bunun tam degerini hiçebilmek
için, tarihçinin ne yapugının iyi anlaşılması gerekir: Çünkü
Collingwood'un söylediği gibi, madem ki tarihçi kişilerinin
akıllarından neler geçmiş olduğunu zihninde yeniden oluş
turmak zorundadır, okur da kendi payına tarihçinin zihnin
den neler geçtiğini yeniden oluşturmalıdır. Olgulan incele
meden önce tarihçiyi inceleyin. Alt tarafı, bu anlaşılması pek
güç bir şey degildir. Zaten, filanca okulun o ünlü bilgini fa
lancanın bir kitabını okuması salık verilince, o filanca okul
daki bir arkadaşına o falanca adamın ne cins biri olduğunu
ve kafasının içinde neler bulunduğunu sormaya giden zeki
bir üniversite öğrencisinin yaptığı iş budur. Bir tarih eserini
okuyunca, daima fısıltılara kulak verin. Eğer bir şey sezenıi
yorsanız, ya siz duyarsızsınız ya da tarihçiniz alık bir adam
dır. Olgular gerçekte hiç de balıkçının tablasındaki balıklar
gibi değildir. Olgular uçsuz bucaksız ve hatta bazen sınırsız
bir okyanusta dolaşan balıkiara benzerler, tarihçinin ne ya
kalayacağı kısmen şansa, fakat asıl, avianmak için okyanu
sun neresine gideceğine ve hangi oltayı kullanmayı seçeceği
ne bağlıdır - elbette bu iki etkeni de ne tür bir balık yakala
mak istediği belirlemiştir. Genellikle, tarihçi istediği türden
olguları elde edecektir. Tarih yorum demektir. Gerçekten,
Sir George Clark'ın sözünü ters çevirerek, tarihe "tartışma
lı olgularca çevrelenmiş yorum çekirdeği" deseydim, şüphe
siz, benim sözüm de tek yanh ve yanlış -fikir- verici olurdu,
fakat asıl sözden daha fazla değil, sanırım.
Ikinci nokta daha bildiktir: Tarihçinin incelediği insan
ların zihniyetleri, eylemlerinin gerisindeki düşüncelerini,
75
hayal gücü yolu ile anlaması geregi: Ben ola ki duygudaş
lık onaylamayı akla getirir diye, duygudaşhk degil de "ha
yal gücü yoluyla anlayış" diyorum. 1 9. yüzyıl Ortaçag tarihi
konusunda zayıftı. Çünkü Ortaçag insanı üstüne hayal gü
cü yolu ile anlayışa varamayacak kadar sert tavır almıştı. Or
taçag'ların boş inançlan ve onların esiniettiği barbarlıga kar
şı. Ya da Burckhardt'm 30 Yıl Savaşı üstüne kınayıcı sözü
nü alalım: "Ister Katolik olsun, ister Protestan, ruhi kurtu
luşu ulusun bütünlüğünün üstünde görmek, bir din için re
zilce bir şeydir."21
Vatanı ugruna adam öldürmeyi dogru ve övgüye deger,
fakat dini ugrunda öldürmeyi kötü ve yanlış bulan bir anla
yışla yetiştiTilmiş olan 1 9. yüzyılın liberal tarihçileri için, 30
Yıl Savaşları'nda çarpışmış birinin ruh haline nüfuz etmek
fazlasıyla zordu. Bu zorluk şu anda benim üzerinde çalıştı
gım alanda özellikle daha büyüktür. Son 10 yıl içinde Ingi
lizce konuşulan ülkelerde Sovyetler Birligi ve Sovyetler Birli
gl'nde İngilizce konuşulan ülkeler hakkında yazılanların ço
gu, karşı yanın aklından neler geçligini hayal gücü yolu ile
anlamaya en ufak ölçüde bile erişilememesi yüzünden bo
zulmuştur, böylece öteki tarafın sözleri ve davranışları her
zaman habis, sersernce ya da ikiyüzlü diye gösterilmiştir.
Tarihçi, hakkında yazdıgı kimselerin zihinleriyle şöyle ya da
böyle bir ilişki oluşturroadıkça tarih yazılamaz.
Üçüncü nokta da şudur: Biz geçmişi ancak günümüz açı
sından inceleyebilir, geçmişi anlayışımızı bugünün gözle
riyle oluşturabiliriz. Tarihçi çagının insanıdır ve çagına in
san varoluşunun koşullan ile baglıdır. Kullandıgı - demok
rasi, imparatorluk, savaş, devrim gibi kelimelerin kendile
rinin bile, onları ayıramayacagı bugüne özgü anlam yükle
ri vardır. Antik dönem üstüne çalışan tarihçiler sırf bu tu
zaga düşmemiş olduklannı göstermek için polis ve pleb gibi
21 J. BurckhardL,juılgrmcnıs on Hlslory and Hisıorians. 1959,
76
s.
1 79 .
kelimeleri özgün biçimleriyle kullanma yoluna başvurmuş
lardır. Bu onlan kurtaramamaktadır. Onlar da bugünde ya
şamaktadırlar, nasıl derslerini Klılamys yahut toga'ya bürün
müş olarak verseler daha iyi Yunan ya da Roma tarihçile
ri olamazlarsa, alışılmamış ya da yitik kelimeleri kullanarak
da kendilerini hileyle geçmişe sokamazlar. Birbirini izleyen
Fransa tarihçilerinin Fransız Devrimi'nde öylesine belirgin
bir rol oynayan Parisli kalabalıkları anlatmakta kullandıkla
rı isimler -les sans-culottes, le peııple, la carıaille, les brasmus
bunlar hep, oyunun kurallarını bilenler için, siyasal bir iliş
ki ve belirli bir yorumun anlatımlanydı. Yine de, tarihçi seç
mek zorundadır: Dili kullanması onu tarafsız olmaktan alı
koyar. Bu, yalnızca kelime sorunu da değildir. Geçen yüzyıl
boyunca Avnıpa'da değişen güç dengesi, Ingiliz tarihçileri
nin Büyük Friedrich'e karşı tutumlarını tamamıyla değiştir
miştir. Hıristiyan kiliseleri içindeki Katolik ve Protestanlık
arasında değişen güç dengesi, Loyola, Luther ve Cromwell
gibi kişilere olan tutumlarını köklü bir şekilde değiştirmiş
tir. 1 9 1 7 Rus Devrimi'nden ne kadar derin liğine etkilen
diklerini fark etmek için, Fransa taıihçilerinin son 40 yılda
Fransız Devrimi üstüne yazdıkları hakkında az bir bilgi sahi
bi olmak yeterlidir. Tarihçi geçmişin değil, bugünün insanı
dır. Profesör Trevor-Roper, bize tarihçinin "geçmişi sevme
si gerektiği"ni söyler.22 Bu, doğruluğu oldukça kuşkulu bir
öğüttür. Geçmişi sevmek kolaylıkla yaşlı kimselerin ve yaş
lı toplumların özlemli romantizminin bir sonucu, bugüne
ya da geleceğe olan inanç ve ilginin kaybcdildiğinin bir be
lirtisi olabilir.23 Basmakalıp formüllerden birini seçmek zo
runda olsaydım, kendimi "geçmişin ölü elinden" kurtarma22 J. Burckhardı . judgcmrnts mı History und Hisıoı1cıııs"cı Giriş,
23
1959, s. 1 i.
Nicızsche'nin ıarih görıişüyle karşılaşurınız: "Geriye bak mak ve muhasebe
yapmak. geçmişin anılannda. ıarihl kuhurde avunıu aramak. yaşlı insanın işi
dir ve yaşlılık çagına özgüdür." Unıclıgrnutssc Betrachtııngrn (Mo·simsiı Dıi
şılncdcd. Ing. ÇL'V. Thouglııs Ouı of St:ll5on, 1909, s. 65-66.
77
yı salık vereni yeglerdim. Tarihçinin görevi geçmişi sevmek
ya da kendisini geçmişten kurtarmak degil, bugünü anlama
nın anahtarı olarak onun üstünde çalışmak ve anlamaktır.
Böyle olmakla birlikte, bunlar eger Collingwoodcu tarih
görüşü diyebilecegim şeyle ilgili birtakım gerçeklerse, ba
zı tehlikeleri ortaya koymanın zamanıdır. Tarihçinin tarihi
yapmadaki rolü üstünde ısrar edilmesi, akli sonucuna kadar
götürülürse, her türlü nesnel tarihi imkansız kılar: Buna gö
re tarih tarihçinin yaptıgı şeydir. Nitekim, Collingwood, ya
yımcısı tarafından daha sonra aktanlmı.ş bir notunda, bir ara
bu sonuca varmış gibidir:
St. Augustine tarihe erken dönem Hıristiyanlannın görüş
açısından bakmı.ştır; Tillamont bir 1 7 . yüzyıl Fransızı'nın;
Gibbon bir 18. yüzyıl lngilizi'nin; Mornınsen bir 1 9. yüzyı l
Almanı'nın ... Hangisinin göriışünı::ın dogru oldugunu sor
manın bir anlamı yoktur. Bunların her biri, onu benimse
24
yen kişi için olabilecek tek şeydi.
Bu, Froude'un tarih "istedigimiz her kelimeyi yazabilece
gimiz, bir çocugun harf kutusudur"25 sözünde oldugu gi
bi, tam bir şüphecilige varır. Collingwood, "makas-zamk
tarihi"ne, tarihin salt bir olgular yıgması oldugu yolundaki
görüşe karşı tepkisinde, tarihi insan beyninden dokunmuş
bir şey diye ele almaya tehlikeli bir biçimde yaklaşmakta, da
ha önce aktardıgım parçada Sir George Clark'ca çıkartılmış
sonucuna geri dönmektedir. Tarihin bir anlamı olmadıgı te
orisi yerine, burada bize anlamların sınırsızlıgı teorisi sunu
luyor: Buna göre anlamların hiçbiri ötekinden daha saglam
degildir - ki bu da aşagı yukan aynı kapıya çıkar. tkinci te
ori de birincisi kadar savunulamayacak niteliktedir. Bir dag,
24 R. Collingwood, Thr Idea of Hisıory, 1946. s. 1 2 ( Tarih Tasarımı, çev. Kurtuluş
Dinçer, Ara Yayıncılık, Jsıanbul, 1 990].
2 5 A. Froude . Shorı Sıudirs on Grcaı Subjccıs. . cilt 1, 1894, s. 21.
78
farklı görüş açılarından farklı biçimlerdeymiş gibi gözükü
yor diye, bundan o dagın nesnel olarak hiçbir biçimi yoktur
ya da biçimleri sınırsızdır sonucu çıkartılamaz. Tarihin ku
rulmasında yorum vazgeçilmez bir rol oynadığından ve var
olan hiçbir yorum bütünüyle nesnel olmadığı için her yo
rumun bir öteki kadar iyi olduğu ve ilkeec tarih olgularının
aslında nesnel yoruma elverişli olmadıgı sonucu da çıkmaz.
Daha ileri bir aşamada tarihte nesneilikle tam ne denmek is
tendiğini belirtınem gerekecek.
Fakat Collingwood'un varsayı mlarında daha da büyük
bir tehlike kol gezmektedir. Eğer tarihçi , üzerinde çalıştı
ğı tarih dönemine zorunlu olarak kendi gününün gözlerin
den bakarsa ve geçmişin sorunlarını bugünün sorunlarına
bir anahtar olarak incelerse, bir salt pragmatik olgular görü
şüne düşmez, doğru yorumun ayracının bugünkü bir ama
ca uygunluğu olduğunu ileri sürmez mi? Bu varsayıma göre
tarihin olguları hiçtir, yorumsa her şeydir. N ietzsche ilkeyi
koymuştur bile: "Bir görüşün yanlışlığı ona karşı çıkmamız
için bir neden değildir . . . Sorun, onun ne ölçüde hayatı sür
dürücü, hayatı koruyucu, türleri koruyucu , haua türleri ge
liştirici olduğudur. "26 Amerikan pragmatistleri daha bir üs
tü örtülü olarak ve daha az içtenlikle aynı çizgiden gitmiş
lerdir. Bilgi bir amaç için bilgidir. Bilginin geçerliliği ama
cın geçerliliğine bağlıdır. Fakat, böyle bir teorinin öne sü
rülmed iği yerde bile, uygulama daha az tedirgin edici ol
mamıştır. Ben, kendi çalışma alanımda, bu tehlikenin ger
çekliğinden sıyrılmak için olguların hakkı çignenerek yapı
lan aşırı yorumların pek çok örneğini gördüm. Sovyet ve an
ti-Sovyet tarihçilik okullarının kimi aşırı ürünlerine bakma
nın, bazen
19. yüzyılın salt olgusal bir tarih yapılabilecegi
ni sanan hayali anlayışı için bir çeşit özlem yaratması hiç de
şaşırtıcı değildir.
26 ]ensı:lrs von Guı und Bllsr (Iyi vr K"ıılnıin öırsindc), bl. 1 .
79
Öyleyse, 20. yüzyılın ortasında tarihçinin olgularına kar
şı yükümlülüğünü nasıl tammlayacağız? Sanırım, ben, olgu
lar, belgeler karşısında çok savruk davrandığım suçlamasın
dan kurtulmak için , son yıllarda belgeleri izlemek ve ince
lemek, tarihi eserimi gereğince dipnotianmış olgularla dol
durmak için yeterince zaman harcadım. Tarihçinin, olgula
rına saygı gösterme ödevi olguların doğru olmasını sağla
ma yükümlülüğüyle bitmez. Üzerinde çalışuğı konuyla ve
önerdiği yorumla şu ya da bu anlamda ilgili, bilinen ya da
bilinebilecek bütün olguları işin içine katmaya çalışmalıdır.
Eğer Victoria çağının I ngilizi'ni ahlaklı ve mantıklı biri ola
rak göstermeye kalkışacaksa, l850'de Stalybridge Wakes'de
olanları unutmamalıdır. Fakat bu da, onun, tarihin özsu
yu olan yorumu bir kenara bırakahileceği anlamına gelmez.
Meslekten olmayan bazıları -yani üniversite dışından ya da
öteki akademik disiplinlerden arkadaşlar- bana tarihçinin
tarih yazarken nasıl çalıştığını sorarlar. En yaygın sanı, ta.,.
rihçinin çalışmalarım kesinlikle ayırt edilebilir iki evre ya da
döneme ayırdığı yolundadır. Öne�. kaynak okuyarak ve def
terlerini olgularla daldurarak uzun bir hazırlık dönemi ge
çirir; sonra bu bitince, kaynaklarım bir yana koyar, defterle
rini çıkarıp, baştan sona kitabını yazar. Bu, bence inandın
cı ve kabul edilir değildir. Çünkü, ana kaynak saydıklanm
dan birkaçını okumaya başlar başlamaz, bana şiddetli bir iti
lim gelir ve yazmaya başiarım - mutlaka başından değil, bir
yerinden, herhangi bir yerinden. Böylece, okuma ve yazma
birlikte il erler. Ben bir yandan okumaya devam ederken yaz
dıklarım çoğalır, eksilir, yeniden biçimlenir, yırulıp atılır.
Yazma, okumaya kılavuzluk eder, onu yönetir, verimli kılar:
Yazdıkça neyi aradığıını daha iyi bilir, bulduğurnun anlamı
nı ve konuyla ilişkisini daha iyi kavranm. Belki bazı tarih
çiler bu önyazımı, bazı kişilerin satranç tahtasına ve oyun
cusuna başvurmaksızın akıldan satranç oynamaları gibi kaso
lern-kagıt ya da yazı makinesi kullanmadan akıldan yapar
lar; işte bu, benim gıpta ettiğim, fakat taklit edemeyeceğim
bir tanrı vergisidir. Ben şuna inanıyorum: Adına deger her
tarihçi için, iktisatçıların "girdi" ve "çıktı" dedikleri iki sü
reç aynı zamanda ilerler, bunlar uygulamada bir tek sürecin
parçalarıdır. Onları birbirlerinden ayırmaya kalkar ya da bi
rine öbürünün üstünde bir öncelik tanırsanız, iki sapkınlık
tan birine düşersiniz: Ya anlamsız ve önemsiz makas-zamk
tarihi yazarsınız yahut yazdığınız propaganda ya da tarihi
roman olur, geçmişin olgularını yalnızca tarihle hiç ilgisi ol
mayan bir yazıyı süslemek için kullanırsınız.
Böylece, tarihçinin tarihin olguları karşısındaki tutumu
nu inceteyince nazik görünen bir durumda kalınz: Şöyle ki,
bir yanda nesnel olgular topluluğu olarak savunulamaz bir
tarih teorisinin Scylla kayalıgı, yorumun koşulsuz olarak ol
gudan önde gelişi, öte yanda, eş derecede savunulamayacak
tarihin olgularını saptayan ve onlara yorumlama süreci için
de hakim olan tarihçinin zihninin öznel bir ürünü diye gö
ren tarih teorisinin Charybdis girdabı; yani, agırlık merke
zi geçmişte olan tarih görüşü ile agırlık merkezi bugünde
olan tarih görüşü arasında, hassas bir dikkatle yol almak. Fa
kat gerçekte durumumuz göründügü kadar da nazik değil
dir. Bu konferanslar boyunca olgu ve yorum ikiliğiyle başka
kılıklar içinde tekrar karşılaşacağız - özel ve genel, deney
sel ve teorik, nesnel ve öznel. Tarihçinin yazgısı insan doğa
sının bir yansıyışıdır. İnsan, belki ilk çocukluğu ve yaşlılı
gtnın sonu dışında, çevresiyle büsbütün ilişkili ve koşulsuz
olarak onun etkisi altında değildir. Öte yandan, hiçbir za
man da çevresinden tümüyle bağımsız ve onun kayıtsız şart
sız efendisi de değildir. lnsanın çevresiyle ilişkisi tarihçinin
konusuyla olan ilişkisidir. Tarihçi olgularının ne aciz bir kö
lesi ne de zalim bir e fendisidir. Tarihçiyle olguları arasında
ki ilişki bir eşitlik. bir alışveriş ilişkisidir. Düşünür ve yazar81
ken bir an durup da "Ben ne yapıyorum?" sorusunu kendi
sine soran her tarihçinin bildigi gibi, tarihçi aralıksız bir bi
çimde olgularını yorumuna, yorumunu da olgu larına gö
re kalıplandınna süreci içindedir. Bunlardan birine öncelik
verrnek imkansızdır.
Tarihçi geçici bir olgular seçimi ve -kendisi gibi başkala
nnca da yapılmış olan- o seçimin ışıgında o seçimin yapıl
dıgı geçici bir yorumla işe başlar. Tarihçi, çalıstıkça hem yo
rum hem de olguların seçimi ve sıraya konması, birinin ya
da ötekinin etkileşiıniyle, ince ve belki bir ölçüde bilinçsiz
degişikliklere uğrar. Tarihçi bugününün bir parçası ve olgu
larsa geçmişe ait olduklarından, bu karşılıklı etkileşim, ay
m zamanda bugün ile geçmiş arasında bir karşılıklılıgı işin
içine katar. Tarihçi ve tarihin olguları birbirleri için gerekli
dir. Tarihçi olgulan olmaksızın köksüz ve boş, olgular tarih
çileri olmadan ölü ve anlamsızdır. Bundan ötürü, "Tarih ne
dir?" sorusuna ilk cevabırn şu olacaktır: Tarihçi ile olgulan
arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile
geçmiş arasında bitmez bir diyalog.
82
2
Toplum
ve
Birey
Toplumun mu bireyin mi önce geldiği sorusu, tavuğun mu
yumurtanın mı önce geldiği sorusuna benzer. Bunu mantıki
bir soru olarak alsanız da, tarihi bir soru olarak alsanız da,
karşıt ve eşit ölçüde tek yanlı bir başka önerme ile düzeltil
mesi gerekmeyen, şöyle ya da böyle hiçbir hüküm veremez
siniz. Toplum ve birey birbirlerinden aynlamaz, karşıt de
ğil birbirlerine gerekli ve tamamlayıcıdırlar. Donne'nın ün
lü sözleriyle: "Hiç kimse kendi içinde bütün bir ada değildir;
herkes kıtanın bir parçası, karanın bir kısmıdır."1 Bu, gerçe
ğin bir görünümüdür. Öte yandan, klasik bireyci j .S. Mill'in
özdeyişini alın: "İnsanlar bir araya getirilince, başka bir öze
dönüşmezler."2 E lbette dönüşmezler. Fakat yanlış olan, on
lann "bir araya getirilmiş" olmadan önce var olduklannı ya
da herhangi bir öze sahip bulunduklannı düşünmektir. Biz
doğunca, dünya üstümüzde işlemeye başlar ve bizi, salt bi
yolojik birimler olmaktan çıkarıp toplumsal birimlere dö
nüştürür. Her insan, tarihin ya da yazılı tarih öncesinin her
1
Devoıion.• upon, Emergenı Occasions, No. 17.
2 j.S. M i l l , A System �f Logic, 7,
l.
83
döneminde bir toplumda doğmuş ve daha ilk yıllardan baş
layarak bu toplumca kalıplanmıştır. Kullandığı dil, bireysel
bir kalıt değil, içinde büyüdüğü gruptan toplumsal bir edin
medir. Dil ve çevre, her ikisi de onun düşüncesinin niteliği
ni belirlemekte etkili olurlar; ilk fikirleri ona başkalanndan
gelir. Pek güzel söylenmiş olduğu gibi, toplumdan ayrı bi
rey, hem dilsiz hem de akılsız olurdu. Robinson Crusoe ef
sanesinin devam etmekte olan çekiciliği, toplumdan bağım
sız bir birey tasariama çabasından ileri gelmektedir. Bu ça
ba başansızlığa uğramıştır. Robinson soyutlanmış bir birey
değil, Yorklu bir lngilizdir. Kutsal kitabını yanında taşır, ka
bilesinin tannsına dua eder. Efsane ona hemen adamı Cu
ma'yı verir ve yeni bir toplumun kurulması başlar. Buna iliş
kin bir başka efsane Dostoyevski'nin Ecinniler romanında,
yetkin özgürlüğünü kanıtlamak için kendini öldüren Kiri
tav'un öyküsüdür. lntihar, bireye açık olan tek yetkin özgür
eylemdir; başka her eylem şöyle ya da böyle onun topluma
üyeliğini işin içine katar.3
Antropologlar genellikle, ilkel insanın uygar insandan da
ha az "birey" olduğunu, toplum tarafından daha çok kalıp
landırıldığını söylerler. Bu, gerçeğin bir parçasını içermekte
dir. Daha karmaşık ve gelişmiş toplurnlara oranla, basit top
lumlar çok daha küçük bireysel hüner ve iş çeşitlerine ihti
yaç duyarlar ve bu tür imkanlar hazırlama anlamında, da
ha tek biçimlidirler. Bu anlamda artan bireycilik, çağdaş ge
lişmiş toplumun zorunlu bir ürünüdür ve bu toplumda te
peden tırnağa kadar etkindir. Fakat, bireyciliğin bu iledeyi
şi ile toplumun büyüyen gücü ve birliği arasında bir karşıt
lık görmek ciddi bir yanlış olurdu. Toplumun ve bireyin ge
lişimi el ele gider ve birbirini koşullar. Zaten, karmaşık ve
3
Durkheim i ntiharla i lgili ünlü çalışmasındn. toplumdan yalıulmış bireyin du
nımunu anlatmak için aııonıic terimini bulmuştur. Bu, duygusal ıedirginlige ve
intihara özellikle elverişli bir dunımdur, rakat yine Durkheim, inıihann top
lumsal koşullardan bagımsız olmadtgını göstermiştir.
84
gelişmiş toplumla demek istedigimiz, bireylerin birbirleri
ne olan bagımlılıklarının gelişmiş karmaşık biçimler aldıgı
toplumlardır. Çagdaş bir ulusal toplulugun bireylerinin ni
telik ve düşüncelerini kalıplandırma, onlar üzerinde belli bir
benzeyiş ve tek biçimiilik derecesi oluşturma gücünün, ilkel
bir kabile toplulugundan daha az oldugunu sanmak tehlike
li olurdu. Biyolojik farklılıklara dayanan o eski ulusal kişilik
kavramının yanlışlıgı çoktan anlaşılmıştır; fakat değişik ulu
sal kişilik farklarını yadsımak zordur. "lnsan doğası" deni
len kaypak şey, ülkeden ülkeye, çagdan çağa o kadar çok de
ğişmiştir ki, onu egemen toplumsal koşulların ve görenekie
rin biçimlendirdiği bir tarihi olgu saymamak güçtür. Söz ge
limi, Amerikalılar, Ruslar ve Hintliler arasında pek çok fark
lılıklar vardır. Fakat, bu farklılıkların bazıları, belki de en
önemlileri, bireyler arasındaki toplumsal ilişkiler ya da baş
ka bir deyişle, toplumun nasıl örgütlenmesi gerektiği konu
sunda farklı tutumlar biçimini al ırlar; böylece, Amerikan,
Rus ve Hint toplumlan arasındaki farklılıkların incelenme
sinin, genel olarak Amerikan, Rus ve Hint bireyleri arasın
daki farkları incelemenin belki de en iyi yolu olduğu anlaşı
labilir. U ygar insan da ilkel insan gibi, onun toplumu kalıp
landırdıgı kadar etkinlikle toplum tarafından kalıplandınl
mışur, yuınurtasız tavuk elde edilerneyeceği gibi, tavuksuz
da yumurta elde edilemez.
Batı dünyasının içerisinden daha yeni yeni sıynldıgı, dik
kate değer, ayncahklı tarih dönemi bunları bizden gizlemiş
olmasaydı, bu apaçık gerçekler üstünde durmak gereksiz
olurdu. Bireycilik kültü. çagdaş tarihi ersanelerin en yaygını
dır. Burckhardt'm, ikinci aynmı "Bireyin Gelişimi" alt başlı
ğını taşıyan
ltalya'da Rörıesans KıHtürü kitabının ünlü anlatı
rnma göre, o zamana dek kendisinin "yalnızca bir ırk, halk,
parti, aile ya da lonca üyesi" olarak bilincinde bulunan kişi
nin, en sonunda "ruhu olan bir birey olduğu ve kendini böy85
lece tanıdığı" Rönesans'la birlikte birey kültü başlamıştır. Bu
kült daha sonra kapitalizmin ve Protestanlığın yükselişi, En
düstri Devrimi'nin başlangıcı ve
laissez-faire öğretileri ile bir
leştirilmiştir. Fransız Devrimi'nin ilan ettiği İnsan ve Yurttaş
Hakları, aslında birey haklarıydı. Bireycilik,
19. yüzyılın ün
lü faydacılık felsefesinin dayanağıydı. Victoria çağı liberaliz
minin karakteristik bir belgesi olan, Morley'in
tüne
Uzlaşma Üs
(On Compromise) denemesi, bireyciliğe ve faydacılığa
"insan mutluluk ve genliğinin dini" demektedir. "Haşin bi
reycilik" insan ilerlemesinin temeliydi. Bu , belirli bir tarihi
dönemin ideolojisinin yetkinlikle sağlam ve geçerli bir anali
zi olabilir. Fakat benim burada belirtmek istediğim şudur ki,
çağdaş dünyanın doğuşuna eşlik eden, gitgide artan bireyci
lik, uygarlığın ilerlemesinin olağan bir sürecidir. Toplumsal
bir devrim, erk yerlerine yeni toplumsal gruplar getirdi. Her
zaman oldugu gibi, bu, bireyler tarafından ve bireysel geliş
me için yeni imkanlar sunarak yapılmıştır; kapitalizmin ilk
aşamalannda üretim ve dağıtım birimleri geniş ölçüde tek
tek bireylerin elinde oldugundan yeni toplumun ideolojisi,
toplumsal düzende bireysel girişkenliğin rolü üstünde ısrar
la durmuştur. Fakat bütün bu süreç, tarihi gelişim içinde öz
gül bir aşama gösteren toplumsal bir süreçti. Ve bu bireylerin
topluma karşı ayaklanması ya da bireylerin toplumsal sınırla
malardan kurtulması terimleriyle açıklanamaz.
Bu gelişimin ve bu ideolojinin odak noktası olan Batı dün
yasında bi le, tarihin bu döneminin sona erdiğini gösteren
pek çok işaret vardır: Burada benim, kitle demokrasisi de
nilen şeyin yükselişi ya da iktisadi üretim ve örgütlenmenin
bireyin ağır bastığı biçimleri yerine, derece derece kolektifli
ğin ağır bastığı biçimlerin geçişi üstünde durmam gerekmez.
Fakat, bu uzun ve verimli dönemin ortaya koyduğu ideoloji,
Bau Avrupa'da ve Ingilizce konuşulan bütün ülkelerde halen
başat bir güçtür. Soyut terimlerle, özgürlük ile eşitliğin ya da
86
birey özgürlüğü ile toplumsal adaletin arasındaki gerilim
den söz ederken savaşların soyut fikirler arasında olmadığı
nı unutmak eğilimindeyizdir. Aslında, bunlar kendi başlan
na bireyler ile kendi başına toplum arasında değil, toplum
daki birey kümeleri arasındaki çatışmalardır: Her biri ken
dine uygun toplumsal politikalan ilerietmeye ve buna aykırı
toplumsal politikalan ise engellemeye uğraşır. Artık, büyük
bir toplumsal hareket demeye gelmeyip, bireyle toplum ara
sındaki yanlış karşıtlık anlamını taşıyan bireycilik, bugün çı
karı olan bir gnıbun sloganı olması ve tartışmalı niteliği ne
deniyle de, dünyada neler olup bittiğini anlamamızın bir en
gelidir. Bireyi araç, toplum ya da devleti amaç olarak gören
sapkınlığa karşı bir çıkış olarak birey kültü aleyhine söyleye
cek bir şeyim yok. Fakat, eğer, toplumun dışında duran so
yut bir birey fikriyle iş görmeye kalkışırsak, ne geçmiş ne de
bugün üstüne gerçek bir anlayışa varabiliriz.
Bu, beni, uzunca bir süredir açtığım parantezin özüne ge
tiriyor. Tarihin sağduyulu görüşü, tarihi bireyler hakkında
bireylerce yazılmış bir şey diye ele alır. Bu görüş, kesinlikle
19. yüzyıl liberal tarihçilerince kabul edilip, geliştirilmiştir
ve özünde yanlış değildir. Fakat şimdi fazla basitleştirilmiş
ve yetersiz görünmektedir; bunu daha derinlemesine araş
Urmamız gerekiyor. Tarihçinin bilgisi başkalanna kapalı bi
reysel mülkü değildir: Herhalde pek çok kuşak ve pek çok
değişik ülke insanları onun toplanmasına katılmışlardır. Ta
rihçinin, eylemlerini yazdığı kişiler bir boşluk içinde hare
ket eden, yalıtılmış kimseler değildir: Onlar geçmiş bir top
lumun içinde ve onun etkisi altında hareket etmişlerdir. Ge
çen konuşmamda tarihi karşılıklı bir etkileşim süreci, bu
günde yaşayan tarihçi ile geçmişin olguları arasında bir di
yalog olarak tanımlamıştım. Şimdi, denklemin iki yanında
ki, bireysel ve toplumsal ögelerin görece ağırlıklarını araştır
mak istiyorum. Tarihçiler nereye kadar tek tek bireylerdir,
87
nereye kadar kendi toplum ve dönemlerinin ürünüdürler?
Tarih olgulan nereye kadar tek tek bireyler hakkındaki ol
gular, nereye kadar toplumsal olgulardır?
Öyleyse, tarihçi de bir bireydir. Ö teki bireyler gibi, o da
aynı zamanda bir toplumsal olaydır, ait olduğu toplumun
hem ürünü, hem de isteyerek ya da istemeyerek sözcüsüdür;
tarihi geçmişin olgularına işte bu sıfatla yaklaşır. Bazen tari
hin gidişinden "yürüyen bir tören alayı" diye söz ederiz. Bu,
haklı bir benzetmedir - yeter ki, tarihçi kendini ıssız bir ka
yalıktan çevresine bakan bir karta! ya da tören kürsüsünde
önemli bir kişi saymaya kalkışmasın. Bunların hiçbiri değil
dir! Tarihçi, alayın bir başka bölümünde yorgun argın yürü
yüp giden bir başka gölgeli kişidir yalnızca. Tören alayı dö
nüp dolaştığı, bir sağa bir sola saptığı, bazen tam geriye kat
landığı, farklı kesimlerinin birbirlerine göre durumlan sü
rekli olarak değiştiği için, örneğin bugün Ortaça�rlara dede
lerimizin 1 00 yıl önce olduğundan çok daha yakın bulundu
ğumuzu ya da Caesar çağının bize Dante çağından daha ya
kın durduğunu söylemek pekala mümkündür. Geçit alayı
ve onunla birlikte tarihçi de- ilerledike, yeni görünümler ve
yeni görüş açıları belirir. Tarihçi tarihin bir parçasıdır. Ta
rihçinin bu geçit alayı içinde kendini bulduğu nokta, onun
tarihi görüş açısını belirler.
Bu, doğruluğu besbelli söz, incelediği dönem, tarihçinin
yaşadıgı zamana uzak olduğunda da, daha az "doğru" değil
dir. Ben eski tarih okuturken, bu konudaki klasikler -her
halde şimdi de öyledir ya- Grote'nin Yunan Tari hi (History
of Greece) ile Mommsen'in Roma Ta ıih i (Römische Geschi
chte) idi. 1 840'larda aydın bir radikal eğilimli banker olan
Grote, yükselen ve siyasal anlamda ilerici Britanya orta sı
nıfının özlemlerini (Perikles'in Benthamvari* bir reformcu,
(*) Bcnıham: 1 9. yüzyılın. kapüalizmı dolaylı olar.ık savunan faydacı I ngiliz nlo
zofu.
88
Atina'nınsa, dalgınlıkla bir imparatorluk sahibi oluvermiş
diye gösterildigi) idealize edilmiş bir Atina demokrasisi tab
losunda canlandırmıştır. Grote'nin Atina'daki kölelik sonı
nunu ihmalinin, onun baglı oldugu grubun fabrikalarda ça
lışan yeni Ingiliz işçi sınıfının sorunlarıyla yüz yüze gelmek
ten kaçınmasının bir yansıması oldugunu söylemek, fazla
hayalci olmayabilir. Mornınsen ise, 1 848-49 Alman Devri
mi'nin kargaşa ve aşagılayıcılıkları yüzünden, düş kınklıgı
na ugramış bir Alman liberaliydi.
Realpolitik adının ve kav
ramının çı ktığı 10 yıl içinde, yani 1 850'lerde yazan Momm
sen, A lman halkının siyasal özlemlerini gerçekleştirmede
başansızlıga ugramasının geride bıraktıgı bozuklugu düzel
tecek güçlü birine olan ihtiyaç düşüncesiyle dolmuştu; biz,
onun Caesar·ı idealize eden ünlü düşüncesinin Almanya'yı
harap olmaktan koruyacak güçlü adama duydugu bu özle
rnin ürünü oldugunu, o etkisiz, geveze ve kaypak, savsakla
yıcı, hukukçu-politikacı Cicero'nun 1 848'de Frankfurt'un
Paulikirche'sindeki tartışmaların içinden çıkıp geldigini an
lamadıkça, Mommsen'in tarihine gerçek degerini vereme
yiz. Grote'nin
Yunan Tarihi'nin bugün bize lö S. yüzyılda
ki Atina demokrasisi kadar, l 840'lardaki Ingiliz felsefecileri
nin düşüncelerini de anlatabileceği ya da l 848'in Alman li
berallerine ne yapııgını anlamayı isteyenlerin, ana kitaplar
dan biri olarak Mommsen'in
Roma Tatilı i ni alması gerektigi
'
söylenseydi, bunu aşırı bir paradoks saymazdım . Bu, onları
büyük tarihi eserler olarak küçültmez. Bury'nin açış konuş
masında yarattıgı, Mommsen'in büyüklügünün
Roma Tari
hi'ne degil de, yazıt toplamasına ve Roma anayasa hukuku
üzerine çalışmasına dayandıgını öne süren modaya taham
mülüro yok: Bu, tarihi. toplama eser düzeyine indirınektir.
Anlamlı tarih, tarihçinin geçmişe bakışı, bugünün sonın
larını kavrayışınca aydınlatıldıgı zaman kesinlikle yazılmış
olur. Mommsen'in cumhuriyetin yık ılışından sonraki Roma
89
tarihine devam edememesi, genellikle hayretle karşılanmış
tır. Onun, bu iş için zamanı da yok değildi, imkanı da, bilgi
si de. Fakat, Mornınsen tarih yazdığı sırada Almanya'da güç
lü adam henüz doğmamıştı. Onun etkin olarak çalıştığı yıl
larda, sorun , öncelikle güçlü adamın iktidara gelişinin ger
çekleşmemiş olmasıydı. Hiçbir şey Mommsen'e bu olguyu
Roma zemini üstüne götürmeyi esinlettirmedi , imparator
luk tarihi de yazılmamış olarak kaldı.
Çağdaş tarihçiler arasındaki bu olguya ilişkin örnekle
ri çağaltmak kolaydır. Geçen konferansımda G . M . Trevel
yan'ın
Kraliçe Anne Döneminde Ingi ltere'sini onun dikmiş
olduğu , içinde yetiştiği Whig geleneğinin bir anıtı olarak
saygıyla anmışum. Şimdi, çoğumuzun Birinci Dünya Sava
şı'ndan bu yana akademik sahneye çıkmış en büyük İngiliz
tarihçisi saydığımız Sir Lewis Namier'in etkileyici ve anlamlı
başanianna bir bakalım. Namier, gerçek bir tutucuydu - üs
tü biraz kazınınca yüzde 75 liberal çıkan tipik bir İngiliz tu
ıucusu değil, Sritanyalı tarihçiler içinde 1 00 yıldan uzun bir
zamandır görmediğimiz türden bir tutucuydu. Geçen yüzyı
lın ortasından l 9 1 4'e kadar bir Ingiliz tarihçisinin daha iyi
ye olan dışında, tarihi değişmeleri kavraması zor bir ihtimal
di. 1920'lerde ise, değişmenin gelecek için korkuyla birlikte
düşünülmeye başlandıgı ve ancak bir kötüye gidiş sayıldığı
bir döneme girdik ki, bu, tutucu düşüncenin yeniden-doğuş
dönemidir. Acton'un liberalizmi gibi Naİnier'in tutuculuğu
da Kara Avrupası temeline dayanmaktan kuvvet ve derinlik
alıyordu.4 Fisher ya da Toynbee'nin tersine, N amier'in 1 9 .
yüzyıl liberalizmi içinde kökleri yoktur v e ona duyulan bü
yük özlemierin baskısı altında değildir. Birinci Dünya Sava
şı ve eksik kalmış banşın liberalizmin iflasını ilan etmesin4
Iki savaş arıısındaki dönemde dikkate de�er tck I ngiliz lutucu yazan, Mr. T.S.
Eliot'un da Ingiliz dogumlu olmamanın üsıunltıgundcn yararlandıgına işaret
etmeye dc&er, herhalde. 1 9 1 4'ten önce Ingiltere'de yetişmiş hiç kimse liberal
gelenetin sınırlayıcı etkilerinden tümüyle kaçamamışıır.
90
den sonra, tepki şu iki biçimden biri olarak gelebilirdi - sos
yalizm ya da tutuculuk. Namier, tutucu tarihçi olarak belir
di. Seçtigi iki alanda çalıştı ve her iki seçmesi de anlamlıydı.
lngiliz tarihinde, egemen sınıfın düzenli ve aslında durgun
bir toplum içinde konum ve erki, ölçülü bir biçimde yönete
bildigi en son döneme geri döndü. Birisi, Namier'i, ruhu ta
rihin dışında bırakınakla suçlamıştır.5 Bu belki pek güzel di
le getirilmiş bir söz degil. ama eleştirinin anlatmaya çalışu
gı nokta görülebiliyor. l l l . George'un tahta çıktığı dönemde
siyasete henüz fikir bagnazlığı da, Fransız Devrimi'yle dün
yaya yayılacak ve muzaffer liberalizm yüzyılında yol gösteri
cilik edecek olan o tutkulu ilerleme inancı da bulaşmamıştı.
Daha ortada ne fikirler, ne devrim, ne liberalizm vardı: Na
mier, bize bütün tehlikelerden uzak henüz güvenli olan bir
çağın portresini vermeyi seçmişti, ne var ki bu güven uzun
sürmeyecektL
Fakat Namier'in ikinci konuyu seçmesi de eşit ölçüde an
lamlıdır. Namier, Ingiliz, Fransız ve Rus devrimleri gibi çag
daş büyük devrimleri atla}'lp, bunlar üstüne dişe dokunur
hiçbir şey yazmamış, başansızlığa uğramış bir devrim, libe
ralizm yolunda yükselen umutlar için bütün Avrupa'da bir
gerileme, silahlı güçler karşısında fikirlerin, askerlerle kar
şı karşıya gelince deınokratlann boşluğunu gösteren bir se
rimleme olan 1848 Avrupa Devrimi üstüne, konusunun ta
içine işleyen bir çalışma vermeyi seçmiştir. Siyaset ciddi bir
iştir, bunun içine fikirlerin sokulması hem gereksiz hem de
tehlikelidir: Namier, "aydınlann devrimi" demekle, çıkardı
ğı dersi daha da belirgin kılmıştır. Bizim vardığımız sonuç
yalnızca bir çıkarsama değildir: Çünkü, her ne kadar Nami
er tarih felsefesi üstüne sistematik hiçbir şey yazmamışsa da
5
Eleştirinin aslı, 28 Agusıos 1 953 tarihli Thı: Times Liccrary Supplcmı:nı'daki
"Namier'in Tarih GOıiışü" başlıklı imzasız bir yazıda şöyledir: Darwin ru
hu eVTcnin dışında bırakmış olmakla suçlanmışu, Sir Lewis de siyasal tarihin
Darwin" i olmuştur. Hem de birden çok anlamda."
"
,
91
birkaç yıl önce yayımlanan bir denemede her zamanki açık
lık ve kesinliğiyle görüşünü açıklamıştır: "lnsan, siyasal öğ
reti ve dogmalarla zihninin serbestçe çalışmasını ne kadar az
engellerse, düşüncesi için o kadar iyidir." Ruhu tarihin dı
şında bıraktığı yolunda kendisine yöneltilen suçlamayı red
cletmeyerek andıktan sonra, sözlerine şöyle devam eder:
Bazı siyaset felsefecileri, "bıkkın bir ara"dan ve bu ı:ılkede
genel siyaset ı:ıstı:ıne şimdiki tartışma yoklugundan yakı
nıyorlar; her iki parti de somut sorunlara pratik çözlımler
ararlarken, programları ve ilkeleri unutuyorlar. Fakat, bu
tutum
bana daha yüksek bir ulusal olgunlugun işareti gi
bi görıinüyor ve ben kendi payıma, yalnızca siyaset felsefe
cisinin ��alışmalanyla engellenmeksizin bunun uzun zaman
sürmesini diliyorum 6
..
Bu görüşe şu anda karşı ç ıkmak istemiyorum: Bundan
sonraki bir konferansıma saklayacağım. Burada amacım,
yalnızca iki önemli gerçeği göstermek: Birincisi, tarihçinin
kendisinin konuya yaklaşımındaki hareket noktasını kavra
madıkça, onun çalışmasını tam olarak anlayamaz ya da de
ğerini veremeyiz, ikincisi, o hareket noktasının kendisi top
lumsal ve tarihi bir temelden kaynak alır. Marx'ın bir yer
de dediği gibi eğitimeinin kendisinin de eğitilmesi gerekti
ği unutulmamalıdır; çağdaş dille söylemek gerekirse, beyin
yıkayan kimsenin kendi beyni de yıkanmıştır. Tarihçi, tarih
yazmaya başlamadan önce, tarihin ürünüdür.
Az önce kendilerinden söz ettiğim tarihçiterin -Grote ve
Mommsen'in, Trevelyan ve Namier'in- her biri adeta tek bir
toplumsal ve siyasal kalıba dökülmüşlerdir; önceki ve sonra
ki çalışmalarının arasında belirgin hiçbir bakış değişikliği ol
mamıştır. Fakat, hızlı değişim dönemlerinde, bazı tarihçiler,
yazılarında bir toplumu ve bir toplumsal düzeni değil, art
6
92
L. Namicr. Pcrson<ılitics ıınd Powcrs. 1955. s. S, 7.
arda farklı düzenleri yansıtmışlardır. Buna benim bildigim
en iyi örnek, hayatı ve çalışma süresi, alışılmadık biçimde
uzun olan ve ülkesinin yazgısındaki devrimci ve şiddetli bir
dizi değişimi kapsayan ünlü Alman tarihçisi Meinecke'dir.
Aslında, burada, her biri farklı bir tarih döneminin sözcü
sü olan ve bellibaşlı üç eserinde dile gelen üç ayn Meinecke
vardır. l 907'de yayımlanan Weltbürgerthum und Nationals
taat (Kozmopolitiklik ve Ulusal Devlet) kitabındaki Meinec
kc, Bismarck'ın devletinde Alman ulusal ülkülerinin gerçek
leşmesini güvenle görür ve (Mazzini ve ondan sonraki pek
çok 1 9. yüzyıl düşünürü gibi) ulusçuluğu evrenselligin en
yüce biçimiyle bir tutar: Bu, Bismarck çağına eklenen barok
Wilhelm döneminin ürünüdür. 1 925'te yayımlanan
Die Idea
der Staatsrason (Kamu Yararı Fikri) kitabının Meinecke'si
Weimar cumhuriyetinin bölünmüş ve şaşkıntaşmış kafasıy
la konuşur: Siyaset dünyası,
raison d'etat (kamu yararı ere
gi) ile siyasetin dışında olan, fakat son kertede devlet hayatı
nı ve güvenliğini aşamayan bir ahlak arasında sonuçlanma
mış bir çarpışma alanı haline gelmiştir. Sonunda, Nazi tufa
nıyla üniversiteden uzaklaştınldıktan sonra, l 936'da yayım
lanan
Die Entstehung des Historismus (Historisizmin Kökeni)
kitabının Meinecke'si, "Olan her şey haklıdır" demeye gelen
bir historisizme karşı çıkarak ve tarihi görecilik ile akılüstü
bir mutlaklık arasında tedirginlikle gidip gelerek, bir umut
suzluk çığhgı atar. En sonunda Meinecke yaşlılığında ülke
sinin l 9 1 8'den daha ezici bir askeri yenilgi altında ezildiğini
gördügü zaman, 1 946'daki
Die Deutsche Katastroplıe (Alman
Felaketi) kitabında çaresizlikle , kör yazgının insafına kal
rnı.ş bir tarih inanı.şına sapar. 7 Burada, bir psikolog ya da bi
yografici , birey olarak Meinecke'nin gelişimiyle ilgilenebilir-
-
7
--
Burada Dit ldtıı dtr Sıaaısriison'un Machiavtllism adıyla y.ıyımlanan bir Ingiliz
ce çevirisine yazdıgı önsözünde. Mcinecke'nin gelişiminin parlak bir analizini
yapan Dr. W. Stark'a borçluyum; ancak Dr. Stark, belki, Meinecke'nin üçüncü
dönemindeki akılüstücü ögeyi abartmaktadtr.
93
di: Tarihçiyi ilgilendirense, Meinecke'nin tarihi geçmiş için
de yaşanan zamanın birbirini izleyen ve keskin bir biçimde
birbirine karşıt üç -haua dört- dönemini yansıtış biçimidir.
Ya da ülkemize daha yakın önemli bir örnek alalım. Libe
ral Parti'nin Ingiliz siyasetinde etkin bir güç olmaktan he
nüz çıkugı, putkırıcı l 930'larda, Profesör Bulterfield büyük
ve haklı bir başarı toplayan The Whig lnterprelation of His
tory (Tarihin Whig Yorumu) adlı kitabını yazdı. Bu, birçok
bakımdan dikkate deger bir kitaptı - en azından, Whig yo
rumunun yadsınmasına 130 sayfadan fazla yer ayırdıgı hal
de (bir indeks yardımı olmaksızın görebildigim kadarıyla)
tarihçi olmayan Fox dışında tek bir Whig ya da Whig olma
yan Acton dışında tek bir tarihçi adı verıneyişi bakımından.8
Fakat, kitabın ayrıntı ve kesinlikteki eksikliklerini, parlak
saldırısı denkleştirmektedir. Okurda Whig yorumunun kö
tü bir şey oldugu hakkında hiçbir şüphe bırakmaz; bu yo
ruma karşı saldırılarından biri de, "geçmişi yaşanan zamana
atıfla incelemesi"dir. Bu noktada Profesör BuLterfield açık ve
sert konuşur:
Geçmişi, böyle denebilirse tek gözü içinde yaşanan zama
na dikerek incelemek, tarihteki bütün sapkınlıklann ve saf
satanın kay nağıdır. .. Bu, ta rihe aykın" sözüyle demek is
tenenin özüdür. 9
"
1 2 yıl geçti. Putkıncılık modası bitti. Burterfield'in ülke
si sık sık denildigi gibi, Whig geleneginde somutlaşan ana
yasal özgürlükleri savunması için, "böyle denebilirse tek gö
zünü içinde yaşanan zamana dikerek" sürekli olarak geçmi
şe deginen büyük bir önderin yönetimi altında savaşa girdi.
B
H. Buıterfield, Thr Whig lnıerpı·(ııultın of History, 1931; yazar s. 67'de "içerik
ten soyuılanmış usavurma "ya karşı "saglıklı bir tür güvenslzligi" oldugunu
teslim etmektedir.
9
94
H. Buuerlit'ld, The Wlıig lnıcrprrıaıiorı of Hisıııry,
1 93 1 , s. L l , 3 1 -32.
1944'te yayımlanan Tlıe
Englishman and His History (Ingiliz
ler ve Tarihleri) adlı küçük kitapta Butterfield, yalnızca ta
rihin Whig yorumunun tek "Ingiliz" yorum olduğuna karar
vermekle kalmaz, coşkuyla "İngilizlerin tarihleriyle araların
daki bağlaşma"lanndan ve "bugünle dünün evliliği"nden de
söz eder. 10 Bu görüş değişlirmelere dikkati çekmekle düş
manca bir eleştiri yapmış olmuyorum. Amacım, birinci But
terfield'i ikinci Bulterfield ile yüzleştirrnek değil. Eğer biri
çıkıp da benim savaştan önce, savaş sırasında ve savaş son
rasında yazdıklarıma bir göz atmak zahmetine katlansaydı,
bunlarda en azı ndan benim ötekilerinde bulduğum kadar
apaçık çelişki ve tu tarsızlıklar olduğuna beni inandırmak
La hiçbir zorluk çekmeyeceğinin de tamamıyla farkınday,m.
Zaten, bakış açısında bazı kökten değişiklikler yapmaksı
zın. son SO yılın dünyayı sarsan olaylarını yaşamış olduğu
nu ciddiyede öne sürebilen bir tarihçiyi kıskanmam gerekti
ğini sanmıyorum. Benim amacım, tarihçinin iistünde çalış
tığı toplumu nasıl sıkı sıkıya yansıttığını göstermekten iba
ret. Akışın içinde olan, yalnızca olaylar değildir. Tarihçinin
kendisi de akışın içindedir. Bir tarih eserini ele aldığımız
da, başsayfadaki yazarın adına bakmak yeterli değildir. Ya
yın ya da yazım tarihine de bakın - bu. kimi zaman çok da
ha bile açıklayıcı olur. Eğer filozof bize aynı nehre iki kere
giremeyeceğimizi söylemekte haklıysa, aynı nedenle, iki ki
tabın aynı tarihçi tarafından yazılamayacağı da belki eşit öl
çiide doğrudur.
Ve, bir an için, bireysel tarihçiden tarihyazımındaki geniş
eğilimler denebilecek şeylere bakacak olursak, tarihçinin ne
ölçüde toplumun iiriinü olduğu daha da belirginleşir. 1 9 .
yüzyılda I ngiliz tarihçilerinin hemen hepsi tarihin akışını
ilerleme ilkesinin bir serimlenmesi olarak kabul etmişlerdir:
Onlar oldukça hızlı bir ilerleme durumundaki bir toplumun
10 H. Buuerficld, The Englishman and His History, 1944, s. 4-5.
95
ideolojisini dile getirmektedir. Ingiliz tarihçileri için, tarih
istenen yolda gidiyor gibi göründügü sürece, anlam doluy
du; şimdi yanlış bir yöne döndügüne göre, aruk tarihin bir
anlamı olduguna inanmak sapkınlık olmuştur. Birinci Dün
ya Savaşı'ndan sonra, T oynbee, tarihte dogrusal bir teori ye
rine -çöküş halindeki bir toplumun karakteristik öğretisi
olan- döngüsel bir teoriyi koymak için umutsuzca bir giri
şimde bulundu.11 Toynbee'nin başansızhğı üzerine, Sritan
yalı tarihçilerin büyük bir bölümü ellerindeki kartlannı atıp,
tarihte genel bir model bulunmadığını söylemek durumun
da kalmışlardır. Ranke'nin özdeyişi geçen yüzyılda ne ka
dar geniş bir yaygınlık kazanmışsa, Fisher'in bu anlama ge
len bayağı bir sözü de o kadar yaygınlık kazanmıştır.12 Eğer
birisi bana son
30 yıhn Sritanyalı tarihçilerinin uğradığı gö
nül değişikliğinin kendi yoğun tefekkurlerinin ve hücrele
rinde sabaha dek çahşmalarının sonucu olduğunu söyler
se, buna karşı çıkmayı gerekli bulmam. Fakat ben bu birey
sel düşünüşü ve sabahlara dek çalışmayı toplumsal bir ol
gu, l9l4'ten bu yana toplumumuzun görünümünün nite
liğindeki temelli bir değişimin ürünü ve anlatımı saymaya
devam ederim. Bir toplumun niteliğinin, ne tür tarih yazdı
ğı ya da yazmadığından daha güvenilir bir göstergesi yoktur.
Hallandalı tarihçi Geyl,
Napoleon For and Against
(Napole
on Lehinde ve Aleyhinde) adıyla Ingilizeeye çevrilen büyü
leyici incelemesinde, 19. yüzyıl Fransız tarihçilerinin birbir
leri ardından Napoleon hakkındaki yargılarının yüzyıl bo
yunca Fransız siyaset hayatı düşüncesinin değişen ve çatı
şan kalıplarını nasıl yansıllığını göstermektedir. T arihçilerin
düşünceleri de öteki insaniannkiler gibi zaman ve yer ortall
Roma I mparatorluğu'nun batışında. Marcus Aurelius. "şimdi bütün olania
geçmiste de oldugunu. gelecekte de olacajtını" düşünerek kendini avuuu
(Kendı mc Düşünceler, To Hiııısdf, 10, s. 27); pek iyi bilindigi gibi Toynbee bu
nn
düşünceyi Spenglcr'in Baımm Çı)lıüşu'nden almısıır.
1 2 Avrııf'<ı Tarihi'ne (History of Europc) 4 Ar.ıhk ı 934 tarihli önsöz.
96
mıyla kalıplanmıştır. Bu gerçegi tamamıyla teslim eden Ac
ton, bundan tarihin kendi içinde bir sıynlma yolu aramıştır:
Tarih, bizi yalnız başka zamanların uygonsuz etkisinden
degil, kendi zamanımız.ın uygonsuz etkisinden, çevrenin ti
ranlığından ve soluk aldığımız havanın basıncından da kur
taran şey olmalıdır. 1 3
B u belki tarihin rolünün degerlendi rilmesinde aşırı bir
iyimserlik gibi gelebilir. Faka t, ben, kendi durumunun en
çok bilincinde olan tarihçinin onun üstesinden gelmeye ve
kendi toplumu ve görünümüyle öteki dönemlerin ve öteki
ülkelerin toplumlarınınkiler arasındaki farkiann öz niteligi
ni değerlendirmeye, kendisinin toplumsal bir olgu degil, bir
birey oldugunu yüksek sesle öne süren tarihçiden daha yete
nekli oldugunu düşünmek egilimindeyim. Öyle anlaşılıyor
ki, insanın toplumun ve tarihi konumunun üstüne çıkabil
mesi kendinin ona karışmışlıgının derecesini görebilme du
yarlıgıyla koşullanmıştır.
lik konferansımda şöyle söylemiştim: Tarihten önce tarih
çiyi inceleyiniz . Şimdi buna şunu ekliyorum: Tarihçiyi ince
lemeden önce de, onun tarihi ve toplumsal çevresini ince
leyiniz. Tarihçi, bir birey olarak aynı zamanda hem tarihin
hem de toplumun bir ürünüdür; tarih ögrencisi işte onu bu
ikili ışık altında görmeyi ögrenmelidir.
Şimdi tarihçiyi bir yana bırakalım ve aynı sorunun ışıgm
da denklemimin öteki tarafını -tarihin olgulannı- inceleye
lim. Tarihçinin araştırma konusu bireylerin davranışları mı
dır yoksa toplumsal güçlerin işleyişi mi? Burada çok işlen
miş bir alana geçiyorum. Sir lsaiah Berlin birkaç yıl önce ya
yımlanan
Tarihi Kaçınılmazlık (Historical lnevitability) adı
nı verdiği parlak ve ünlü denemesine -ki bu denemenin ana
tezine ileriki konferanslanmda tekrar dönecegim- Mr. T.S.
13 Acton, ucturı:s o r ı Modern History,
1906, s. 33.
97
Eliot'un eserlerinden bir sözle başlar: "Engin kişilik dışı güç
ler " ; bütün deneme boyunca da, tarihte kesin etmen ola
rak "engin kişilik dışı güçler"e inananlada alay eder. Tari
hin Kötü Kral john* teorisi diyecegim şeyin -tarihte önemli
olanın bireylerin kişilik ve davranışlan oldugu görüşünün
uzun bir geçmişi vardır. Tarihte yaratıcı gücün bireysel de
halar oldugunu kanıtlama istegi tarih biliminin ilkel düzey
lerine özgüdür. Eski Yunanlılar geçmişteki başanlarını söz
de onlardan sorumlu olan ad-bırakıcı kahramaniann adla
rıyla anmak, destanlarını Homeros denilen bir ozana, ya
sa ve kurumlarını Lykurgos ya da Solon'a yakıştırmak egili
mindeydiler. Aynı eğilim Rönesans'da yeniden belirir; nite
kim biyografici-ahlakçı Plutarkhos bu dönem klasikleri can
landırıhrken antik dönem tarihçilerinden çok daha ünlü ve
etkili bir kişi olmuştur. Özellikle bu ülkede (lngiltere'de)
hepimiz bu teoriyi annderimizin dizlerinin dibinde ögren
dik; bugün bunda çocukca, hiç değilse çocuksu bir şey oldu
gunu görebiliyoruz. Bunun toplumun daha basit oldugu, ka
mu işlerinin, belli bir avuç bireyce yürütüldügü günlerde bir
parça akla yakın tarafı vardır. Zamanımızın karmaşık top
lumunaysa, bu teori kesinlikle uymaz; ve 1 9 . yüzyılda ye
ni sosyoloji biliminin doguşu da, işte bu artan karmaşıklıga
bir cevaptı. Gelgelel im, eski gelenek zor yok oluyor. Bu yüz
yılın başlarında "Tarih büyük adamların biyografisidir" sö
zü hala geçerli bir özdeyişti. Daha 10 yıl önce ileri gelen bir
Amerikalı tarihçi, belki de pek ciddi olmayarak, meslekdaş
lannı "tarihi kişileri toplumsal ve ekonomik güçlerin kukla
lan" sayarak " topluca katletmekle" suçlamıştır. 14 Bu teoriye
düşkün olanlar, günümüzde bu yönlerini bir çeşit utanmay(w) lngihere'de, "Arslan Yürekli Richard"ın kardeşi olan john. özellikle folklor
(Robin Hood) veya Walıer Scoıı'un romanlanndan edinilen bilinçten dolayı
"kötü" bir kral olarak bilinir.
H Amrıican Histoıica[ Rı:\'icw, cilı 56, No. l . Ocak 195 1 , s. 270.
98
la saklamak egilimindeler; fakat biraz aradıktan sonra bu te
orinin çok iyi bir anlatımını Miss Wedgwood'un kitaplann
dan birinin giriş bölümünde buldum.
Insanların birey olarak davranışlan benim için gruplar ya
da sınıflar olarak davranışlarından daha ilginçtir. Tarih baş
ka bir egilim kadar bu egilimle de yazılabilir; bu egilim öte
kilerden ne daha fazla ne daha az yanlış yönlendiricidir . . .
Bu kitap . . . b u insaniann içlerinde neler duyup kendi dü
şüncelerine göre neden öyle hareket eniklerini anlama yo
lunda bir girişimdir.1 5
Bu sözler gayet kesin; Miss Wedgwood da tutulan bir ya
zar olduguna göre, eminim ki, pek çok kimse onun gibi dü
şünmektedir. Örnegi n , Dr. Rowse bize Elizabeth sistemi
nin I. James'in onu an layamamasında n ötürü yıkıldıgını, 1 7.
yüzyıl İ ngiliz Devrimi'nin Stuart krallarının ilk ikisinin ap
tallıgından ileri gelen "rastlantısal" bir olay oldugunu söy
ler. 16 Dr. Rowse'dan daha katı bir tarihçi olan Sir James Ne
ale bile, bazen Tudor monarşisinin neyi temsil ettigini açık
lamaktan çok, Kraliçe Elizabeth'e olan hayranlığını anlatma
ya hevesli görünmektedir; biraz önce aktarma yaptığım de
nemede Sir lsaiah Berlin, tarihçilerio Cengiz Han ve Hitler'i
kötü kişiler olarak ilan etmemelerinden müthiş tedirgindir.
Kötü Kral John ve iyi Kraliçe Bess teorisi daha yeni zaman
lara gelindikçe özellikle geçer akçe olmaktadır. Komünizme
"Karl Marx'ın beyin ürünü" demek (bu inciyi borsacılann
bir sirkülerinden aldım) , onun kökenini ve niteliğini ana15 C.V. Wedgwood, Tht King's Ptace. 1955, s. 17.
16 A . L Rowsc. The England cıJ Eiisabt:ıh. 1950, s . 261-62. 382. Daha önceki birde·
neme:sinde. Mrs. Rowsc'un "Bourbonlann 1 870'ten sonra Fransa'da monarşiyi
yeniden kuramayışlannın nedeninin yalnızca Henry'nin küçük bir beyaz bay·
rajla düşkünlogo oldugunu düşünen tarihçi leri" ayıpladıgına işaret etmek ye
rinde olur. ( The End of an Epo,h, 1949. s. 257); ama, böyle kişisel açıklamalan
belki de Ingiliz tarihi için saklıyordur.
99
liz etmekten, Bolşevik Devrimi'ni I I . Nikola'mn aptallıgına
ya da Alman altınına yormak, derin toplumsal nedenlerini
araştırmaktan, bu yüzyılın iki dünya savaşını II. Wilhelm'in
ve Hi tler'in bireysel kusurlarının sonucu diye görmek ulus
lararası ilişkiler sisteminde yerleşik birtakım bozuklukların
sonucu diye görmekten daha kolaydır.
Öyleyse, M iss Wedgwood'u n sözü iki önenneyi birleş
tirmektedir. Birincisi, insanların birey olarak davranışları,
gnıp ya da sınıfların üyeleri olarak davranışlanndan ayrıdır
ve tarihçinin bunlardan biri yerine öteki üstünde daha faz
la durmayı seçmesinde bir uygonsuzluk yoktur. I kincisi, in
sanların birey olarak davranışlarını incelemek, onların ey
lemlerinin bilinçli dürtülerini incelemekten ibarettir.
Yukarıda söylediklerimden sonra, birinci noktayı işleme
ye gerek duymuyonım. Sorun, insanı birey olarak ele alan
görüşün onu bir gnıbun üyesi olarak ele alan görüşten daha
az ya da çok yanıltıcı oluşu degildir; yanıltıcı olan, ikisi ara
sında bir aynm yapmaya kalkışmaktır. Birey, tanımı geregi
bir toplumun, belki de -adına grup, sınıf, kabile, ulus ya da
ne isterseniz deyin- birden çok toplumun üyesidir. Ilk biyo
loglar kafeslerde, akvaryumlarda ve vitrinlerdeki kuş, vahşi
hayvan ve balık türlerini sınıflamakla yetinmiş, yaşayan can
lı yaratıklan kendi ortamlarıyla ilişkileri içinde incelemeye
çalışmamışlardı. Belki toplum bilimleri bugün bu ilkel dü
zeyden henüz tamamıyla çıkmamışlardır. Bazıları, bireyin
bilimi olarak psikolojiyle, toplumun bilimi olarak sosyoloji
yi ayınrlar. Bütün toplumsal sonıniarı bi reysel insan davra
nışlarının analizine indirgeyen görüşe "psikolojizm" adı ve
rilmiştir. Fakat, bireyin içinde yaşadığı toplumsal ortamı in
celemeyi bir yana bırakacak bir nıh bilimci pek ileri gideme
yecektir.17 lnsanı bir birey olarak ele alan biyografi ile insa17 Yine de ı;agdaş ruh bilimciler bu yanlıştan ötürü mahküm edilmişlerdir: "Dir
grup olarak psikııloglar bireyi topl umsal bir sistem içind( iş gören bir birim ola100
nı bir bütünün parçası olarak ele alan tarih arasında ayrım
yapmak ve iyi biyografi kötü tarih olur, demek çok çekicidir.
Acton bir keresinde şöyle demiştir: "İnsanın tarih görüşün
de hiçbir şey, bireysel kişilerin esinledi� i lgiden daha büyük
yanlışlık ve haksızlığa yol açamaz."18 Fakat bu ayrım da ger
çeğe uygun değildir. G.M. Young'un Victoıian England (Vic
ıoria Çağı l ngiheresi) kitabının başına koyduğu "Uşaklar in
sanlar hakkında konuşur, kibarlar şeyler hakkında tartı.şır"
şeklindeki Victoria çağı özdeyişinin arkasına da sığınmak
istemem .19 Bazı biyografiler tarihe ciddi katkılardır: Benim
kendi alanımda Isaac Deutc;cher'in Stalin ve Troçki biyogra
fileri bunun parlak ömekleridir. Bazılan ise tarim romanlar
gibi edebiyaıa aittirler. Profesör Trevor-Roper şöyle demek
tedir: "Lytton Strachey için tarihi sorunlar her zaman ve yal
nızca bireysel davranış ve bireysel tuhaflık sorunlandır. . . Si
yaset ve toplum sorunlan anlamında tarihi sorunları cevap
lamaya hatta sormaya ise hiçbir zaman kalkı.şmamışur. "20
H iç kimse tarih yazmak ya da okumak zorunda değildir ve
geçmiş hakkında tarih olmayan mükemmel kitaplar da yazı
labilir. Fakat sanırım, görenek, bize " tarih" kelimesini top
lum içindeki insanın geçmişini araştırma sürecine ayırmak
hakkını vermiştir.
rak ele almaktan çok. ortaya çıkııktan sonra toplumsal sistemlere şekil verecek
somut bir insan olarak ele almışlardır. Böylece kategorilerinin özel bir anlam
da soyut oldugunu hesaba katmamışlardır." Profesör Talcoll Parsons'un (Max
Webdin Tlıe Tlıeory of Social and Ecorıomic Orgarıiz.aıiorı, 1947, s. 27) kitabına
yazdıgı önsözde. Aşagıda (son bölümde) Freud'la ilgili sözlere de bakınız.
1 8 Home and Foreign Rcvkw. Ocak 1863, s. 2 1 9.
19 Bu fikir. Herben Spencer'in Thr Sıudy of Sociology kitabının ikinci bölümün
de, onun en agırbaşlı ı:ıslubu yla işlenmiştir: "Eger birinin zihinsel çapını kaba
ca tahmin etmek isterseniz. bunu en iyi konuşmasındaki genellernelerin kisi ·
liklere oranını gözlemekle yapabilirsiniz. Bireyler hakkındaki basit gerçeklerin
yerini, ınsaniann ve seylerin çok sayıda deneyiminden çıkarıılmış gerçekler ne
kadar almı�ıır? Böyle pek çok ölçme yapınca, görürsünüz ki, insan isieri üstü
ne hiyografik bir gön,şün üstüne çıkabilenler, şuraya burara dagılmış birkaç
kişiden ibareuir."
20 H.R. Trevor-Roper. Histariral Essays. 1957, s. 281.
101
Ikinci nokta, yani, tarihin bireylerin "kendi düşüncelerine
göre" neden "öyle hareket ettiklerini" araştırmaya ilişkin ol
dugu, ilk bakışta çok garip gözükmektedir; Miss Wedgwo
od da, öteki aklı başında kişiler gibi, kendi ögütledigi şey
leri herhalde uygulamamaktadır. Eger uygulamışsa çok ga
rip bir tarih yazıyor olmalı. Bugün herkes bilir ki, insanlar
her zaman, hatta belki de genel olarak, tamamıyla bilincin
de olduklan ya da açıkça söylemeyi isteyecekleri dürtülerle
hareket etmezler; tarihçinin bilinçsiz ve açıklanmayan dür
tülerin varlıgını düşünmekten vazgeçmesi, çalışmasına bile
rek Le k gözü kapalı başlaması demektir. Ne var ki, bazılarına
göre tarihçinin yapması gereken budur. Sorun şudur: Kral
john'un kötülogünün açgözlülOgünden ya da aptallıgından
yahut tiran olma tutkusundan ileıi geldiğini söylemekle ye
tindiğiniz sürece, anaokulu düzeyinde bile anlaşılabilir olan
bireysel nitelik terimleriyle konuşuyorsunuz demektir. Ama
bir kez, Kral j ohn'un feodal baronlann gücünün yükselme
sine karşı yerleşik çıkarların bilinçsiz aleti oldugunu söyle
meye başlarsanız, yalnızca Kral john'un kötülügü hakkın
da daha karmaşık ve fazla incelmiş bir görüş açısı getirmek
le kalmaz, tarihi olayiann bireylerin bilinçli eylemleriyle de
ğil, onların bilinçsiz isteklerini yöneten dış kaynaklı ve tü
ınerkli kuvvetlerce belirlendiğini ileri sürmüş olursunuz. El
bet bu saçma dır. Kendi payıma ben, Takdir-i t lahi, Dünya
Ruhu, Tecelli Etmiş Kader, başharfi büyük T ile Tarih ya da
bazen olayların akışını yönelttiği sanılan öteki soyutlamalar
dan herhangi birine inanmıyorum; ve Marx'ın şu sözünü ka
yıtsız şartsız kabul ediyonnn :
Tarih hiçbir şey yapmaz, büyük servetleri yoktur ve savaş
larda dögüşmez. Her şeyi yapan, sahip olan ve dögüşen in
sandır, sahici canlı insan. 21
21
1 02
Marx-Engels. Grsamıausgtıbc, 1, 3,
s.
625.
Bu konuda benim belirtmek istedi�im iki noktanın her
hangi bir soyut tarih görüşüyle ilgisi yoktur ve salt deneyim
sel gözlemlere dayanmaktadır.
Birincisi, tarihin geniş ölçüde bir sayı sorunu oldu�udur.
"Tarihin büyük adamiann biyografisi" oldu�u yolundaki ta
lihsiz iddiadan Cariyle sorumludur. Fakat onun en güzel ya
zılmış ve en büyük tarihi eserinde dediklerine kulak veriniz:
Açlık ve çıplaklık ve 25 milyonun yüreğini ezen kabus bas
kısı: Fransız Devrimi'nde birincil sürükleyiciler, felsefe
ci avukatların, zengin dükkan sahiplerinin, yerel soylula
rın yaralanan gururlan ya da çelişen felsefeleri değil , bun
lar olmuştur; bütün ülkelerdeki benzer bütün devrimlerde
de böyle olacaktır.22
Ya da Lenin'in söylediği gibi: "Siyaset kitlelerin bulundu
gu yerde başlar; ciddi siyasetin başladıgı yer, binierin de�il
milyonların oldu�u yerdir."23 Cariyle'ın ve Lenin'in milyon
lan , milyonlarca bireydir: Bununsa kişilik dışı olmayla ilgi
si yoktur. Bu sorun üstündeki tartışmalar, bazen adı belli ol
mamayla kişilik dışı olmayı birbirine karıştınr. Onlann ad
lannı bilmedigimiz için halk halk olmaktan, birey de birey
olmaktan çıkmaz. Mr. Ehot'un "engin, kişilik dışı güçler"i,
daha cesur ve daha açık sözlü bir tutucu olan Clarendon'un
"adı bile o lmayan pis adamlar" dediği bireylerdir.24 Bu ad
sız milyonlar oldukça bilinçsiz bir biçimde, birlikte eylemde
bulunan ve toplumsal bir güç oluşturan bireylerdir. Tarihçi
nin, ola�an koşullarda, tek bir hoşnursuz köylüyü ya da hoş
nutsuz bir köyü ele alması gerekmez. Fakat, binlerce köy
deki milyonlarca hoşnutsuz köylü hiçbir tarihçinin yadsı22 History of ıh� Frenclı Rt�oluıioıı, lll. 3. bl. 1.
23 Lenin, Sdecırd Worhs, 7, s. 295.
24 Bay Hobbt.-s'un Lcviaıhan adlı kitabındaki, Kilise ve Devlet açısından tehlikeü
ve z.ararh hatalann kısaca gözden geçirilmesi ve incelenmesi ( 1676 basımh In
gilizce aslı), s. 320.
1 03
yamayacagı bir etmendir. j ones'u evlenmekten caydıran ne
denler, aynı nedenler j ones'un kuşağındaki binlerce başka
bireyi de evlenmekten alıkoyamadıkça ve bu, evlenme ora
nında önemli bir düşüş oluşturmadıkça, tarihçiyi ilgilendir
mez: Ama böyle olursa, söz konusu nedenler tarihi bakım
dan pekala anlamlı olabilirler. Hareketlerin azınlıklarca baş
latıldığı yolundaki beylik sözden rahatsız olmamıza da gerek
yoktur. Bütün etkili hareketlerin çok az sayıda önderi ve ka
labalık bir izleyici ki tlesi vardır; fakat bu, kalabalıkların on
ların başarısında koşul olmadığı anlamına gelmez. Tarihte
önemli olan sayılardır.
Ikinci gözlemimin daha da çok tanıkları vardır. Pek çok
farklı düşünce okulundan yazarlar, birey olarak insan dav
ranışlannın, çoğucası onları yapaniann hatta başka herhan
gi birinin niyetli ya da istekli olmamış olduğu sonuçları bu
lunduğunu belirtmekte birleşmişlerdir. Hıristiyanlar çoğu
cası bilinçli olarak kendi bencil çıkarlan için hareket eden
bireylerin , bilinç dışı olarak tanrının isteklerinin aracısı ol
duklarına inanırlar. Mandeville'in "kişi kusurlan-kamu ya
rarları" bu buluşun ilk ve bile bile paradoksal bir anlatımıy
dı. Adam Smith'in gizli eli ve Hegel'in, bireyler kendi kişisel
isteklerini yerine getirmekte oldu klarına inanırlarken, onları
kendi uğruna çalıştıran ve kendi maksatianna hizmet ettiren
"aklın kumazlığı", anılmaya değmeyecek kadar bilinen şey
lerdir.
Ekonomi Politiğitı Eleştirisi
kitabımn önsözünde Marx
şöyle der, "üretim araçlannın toplumsal üretiminde insanlar,
isteklerinden bağımsız olarak belirli zorunlu ilişkiler içine
girerler." Tolstoy
Savaş ve Banş'ta
Adam Smith'i şöyle yan
kılar: "lnsan bilinçli olarak kendisi için yaşar; fakat insanlı
ğın tarihi ve evrensel amaçlarına erişilmesinde bilinç dışı bir
araçtır."25 Burada, şimdiden yeterince uzun olan bu antoloji
yi toparlamak için Profesör Butterfıeld'in sözlerini aktarayım:
25
1 04
l. TolstO)' , Savaş ve Barış, 9, bl. 1 .
"Tarihi olayların dogasında tarihin akışını hiçbir insanın dü
şünmedigi yönlere saptıran bir şey vardır."26 Yalnızca tek tek
küçük yerel savaşlarla geçen yüzyıldan sonra, ı 9 ı 4'ten be
ri iki büyük dünya savaşı olmuştur. Bu olgunun akla uy
gun bir açıklaması olarak, 20. yüzyılın birinci yansında, ı9.
yüzyılın son üç çeyreginde oldugundan daha çok kişinin sa
vaş istedigi ya da daha az kişinin banş istedigi ileri sürüle
mez. Herhangi bir bireyin ı 930'lann büyük iktisadi bulıranı
nı istemiş ya da arzulamış olduguna inanmak güçtür. Ama,
bu, hiç şüphesiz her biri bilinçli olarak tamamıyla rarklı bir
takım amaçlar peşinde olan bireylerin davraruşlanyla ortaya
çıkmıştır. Bireyin niyetleriyle davranışlannın sonuçları ara
sında bir ayrılık oldugunun teşhisi, her zaman, geriye bakan
tarihçiyi beklemek zorunda degildir. 1 9 1 7 Mart'ında H en
ry Cabot Logge, Woodrow Wilson hakkında şöyle yazmış
tı, "Savaşa girmek istemiyor, [akat sanırım olaylar tararından
sürüklenecek. "27 Tarihin, "insan niyetleriyle açıklanması"28
ya da kişilerin kendi dürtüleri hakkında kendilerinin söyle
dikleri ya da ·'bireylerin kendilerine göre neden öyle davran
mış oldukları" temeline dayanarak yazılabilecegirıi ileri sür
mek, ortada apaçık duran gerçege karşı çıkmaktır. Tarihin
olguları, gerçekten de insanlar hakkında olgulardır; ama bi
reylerce, yalıtlanmış olarak yapılmış davranışlar ya da birey
lerin gerçek yahut hayali olarak kendilerini öyle hareket et
tirdigirıi sandıklan dürtüler hakkında olgular degildir. Bun
lar, bir toplum içinde bireylerin birbirleriyle olan ilişkileri ve
bireylerin kendi istedikleri sonuçlardan çogu kez degişik, ba
zen de bunlara tam karşıt sonuçlan olan birey davranışlann
dan oluşan toplumsal güçler hakkındaki olgulardır.
26 H. Buıterficld, The Englishman aml His History. 1 944, s. 1 03.
27 B.W. Tuchm aıı ' ı n The Zimmennan Tdcgram'ındaki alıntı. New York, ı95f!.
s.
ıso.
28 Bu sözler. insan niyeı leri açısından ı.ırih yazmanın salık veriliyor gibi göriin
dagı:ı, Jsaiah Berlin'in Hisıorical lncviıabillıy adlı escrindcdir, 1954, s. 7.
105
Geçen konferansımda sözünü ettigim Collingwoodcu ta
rih görüşünün ciddi yanılgılanndan biri, tarihçinin araştır
ması istenilen bir hareketin arkasındaki düşüncenin o hare
keti yapan bireyin düşüncesi olduğu sanısıydı. Bu, yanlış bir
varsayımdır. Tarihçinin araştırması istenilen, hareketin ar
kasında yatan şeydir ve bu, hareketi yapan bireyin bilinçli
düşüncesinden ya da dürtüsünden tamamıyla ilgisiz olabilir.
Burada baş kaldıran ya da karşı çıkanın tarihteki rolü hak
kında bir şeyler söylemeliyim. Topluma baş kaldıran bire
yin yaygın portresini öne sürmek, toplum ile birey arasında
ki yanlış karşıtlı� yeniden sunmak olur. Hiçbir toplum ta
mamıyla homojen değildir. Her toplum bir toplumsal anlaş
ınazlıklar meydanıdır, var olan otoriteye karşı yer alanlar,
otoriteyi tutanlar kadar o toplumun ürünleri ve yansımalan
dır. II. Richard ve Büyük Kateri na, 1 4. yüzyıl lngiheresi'nde
ve 18. yüzyıl Rusyası'nda güçlü toplumsal kuvvetleri temsil
etmişlerdir: Ama, Wat Tyler ve büyük serf isyanlannın ön
deri Pugaçev de öyle idiler. Gerek hükümdarlar gerekse baş
kaldıranlar, eşit ölçüde kendi dönemlerinin ve ülkelerinin
özgül koşullannın ürünüdürler. Wat Tyler ve Pugaçev'i top
luma baş kaldıran bireyler olarak tanımlamak yanıl tıcı bir
basitleştirmedir. Eğer bütünüyle böyle olsalardı, tarihçinin
onlardan hiçbir zaman haberi olmazdı. Tarihteki rollerini,
bu kimseler izleyici kitlelerine borçludurlar ve toplumsal bir
olgu olarak anlam taşırlar ya da hiçbir anlam taşımazlar. Ya
da daha incelmiş bir anlamda, göze çarpıcı bir baş kaldıncı
ve bireyeiyi alalım. Gününün toplumuna ve ülkesine Nietzs
che kadar şiddetle ve köklü tepki gösteren pek az insan var
dır. Ama yine de Nietzsche Avrupa, özellikle Alman toplu
munun doğrudan bir ürünüydü - Çin'de ya da Peru'da olu
şamayacak bir olguydu; N ietzsche'nin ölümünden bir kuşak
sonra, bu bireyin anlatım kazandırdıgı Avrupalı ve özellikle
Alman toplumsal güçlerinin ne kadar kuvvetli olduğu, onun
1 06
çagdaşlarının gördügünden daha büyük bir açıklıkla ortaya
çıktı: Nietzsche kendi kuşagı için oldugundan çok, sonrası
için daha anlamlı bir kişi oldu.
Baş kaldıranın tarihteki rolüyle büyük adamların ki arasın
da bazı benzer yanlar vardır. lyi Kraliçe Bess okulunun özel
bir ömegi olan, tarihin büyük adam teorisinin, -arada sıra
da sevimsiz yüzünü göstermekle birlikte- son
yıl larda artık
modası geçmiştir. tkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yayımlan
maya başlayan popüler bir tarih kitapları dizisinin düzen
leyicisi, yazarlarını "önemli tarih konularına büyük adam
ların biyografileri yoluyla girmeye" çagırmıştı. A.j . P . Tay
lor da küçük denemelerinden birinde bize, "çagdaş Avru
pa'nın tarihi üç tiran açısından yazılabilir: Napoleon, Bis
marck ve Lenin"29 demiştir, ne var ki onun daha ciddi yazı
lannda böyle kaba bir girişime atılmadığını görüyoruz. Ta
rihte büyük adamın rolü nedir? Büyük adam bir bireydir ve
yükselmiş bir birey olarak da, yüksek değerde bir toplumsal
olgudur. Gibbon şu gözlernde bulunmuştu: "Zamanın üs
tün kişiliklere uygun olması gerektigi, apaçık bir gerçektir;
Cromwell ya da Retz'in dehası, bugün belki de karanlıkta yi
tip giderdi."30 Marx, Lou is Boııaparte'ın OnselliZ Brumaire'in
de karşıt bir olguyu ortaya koymuştur: "Fransa'da sınıf sava
şı, kaba bir adiligin kahraman kılığında çalımla dolaşması
nı sağlayan koşullan ve ilişkileri oluşturmuştur." Bismarck
18. yüzyılda doğmuş olsaydı -bu elbette saçma bir varsa
yımdır, çünkü o zaman Bismarck olamazdı- Almanya'yı bir
leştiremerecek ve belki de büyük bir adam da olamayacak
tı. Fakat Tolstoy'un yapugı gibi büyük adamları "olayla
ra ad veren etiketlerden" başka bir şey degilmi.ş gibi batır29 A.j.P. Taylor, From Napolcoıı ıo Sıcıliıı. 1950, s. 74.
30
Edward Gibbon, Decllııt and Fal! of Roman f.mpirc, bl. 19 I Rorna lrnparaıorlu·
gu·rıuıı Gerilcyi� ve Çılkıiş Tmihi, beli cilı.
na ı Yayınlan. Istanbul. I 99·l l .
çev.
Asım Balıacıgil, Arkcoloji ve Sa·
1 07
maya da gerek yoktur. Elbette bazen büyük adamlar kültü
nün kötü sonuçlan olabilir. Nietzsche'nin üstürı-insaııı itici
bir tiptir. Hitler örnegini ya da Sovyetler Birligi'ndeki "kişi
lik kültünün" acıkh sonuçlarını haurlatmam gerekmez. Fa
kat benim amacım, büyük adamiann büyüklügünü söndür
mek degildir: "Büyük adamların hemen hepsi kötü adamlar
dır" tezinin altını imzalamayı da istemem. Engellerneyi um
dugum görüş, büyük adamlan tarihin dışına koyan ve onla
rı büyüklüklerinden ötürü tarihe kendilerini kabul ettiren,
tarihin "gerçek sürekliligini kesrnek üzere bilinmezliklerden
mucizeli bir biçimde, kutudaki yaylı palyaço gibi çıkıveren"
kişiler olarak gören anlayışttr.31 Bilmiyorum, bugün bile He
gel'in klasik tanımlamasından daha iyisini yapabilir miyiz:
Çağın büyü.k adamı, çağının istemini dile getirebilen, çağı
na isteminin ne olduğunu söyleyebilen ve bu istemi yerine
getirebilen kişidir. Onun yaptığı, çağının yü.reği ve özüdür;
o çağını gerçek kılar.32
Dr. Leavis de, büyük yazarlar "yarattıkları insan bilinçli
ligiyle orantılı olarak anlamlıdırlar"33 dedigi zaman, buna
benzer bir şey söylemek ister. Büyük adam her zaman ya var
olan güçleri ya da var olan otoriteye karşı çıkarak yaratılma
sına yardım ettigi güçleri temsil eder. Fakat belki, Cromwell
ya da Lenin gibi kendilerini büyüklüge götüren güçlerin şe
killenmesine yardım edenlere, Napoleon ya da Bismarck gi
bi zaten var olan güçlerin sınında büyükleşmişlerden daha
yüksek bir yaratıcılık derecesi yakıştınlabilir. Kendi zaman
lannın çok ilerisinde oldukları için, büyüklükleri ancak da
ha sonraki kuşaklarca degerlendirilmiş olan büyük adam
lan da unutınamahdır. Bence en önemlisi, dünyanın şekli31
Child, Hisıory, 1 947, s. 43.
of Righı, Ingilizce çev., 1 942, s. 295.
F.R. Lea\'is. Tht• Grt·aı Tradilion, 1 948, s. 2.
V.G.
32 Philosophy
33
1 08
ni ve insaniann düşüncelerini değiştiren toplumsal güçlerin
aynı zamanda hem temsilcisi hem yaratıcısı olan büyük ada
mı. tarihi sürecin aynı zamanda hem bir ürünü hem de bir
etmeni olan sivrilmiş bir birey diye görmektir.
Böylece tarih kelimesi her iki anlamında da -tarihçinin
yaptıgı araştırma ve tarihçinin geçmişte araştırdıgı olgular
anlamında- bireylerin toplumsal varlıklar olarak içine gir
dikleri toplumsal bir süreçtir; toplum ile birey arasındaki
hayali karşıtlıksa, düşüncemizi şaşırtmak için yolumuzun
karşısına çıkartılmış konuyu dagıucı bir ögeden başka bir
şey degildir. Benim, bugünle geçmiş arasındaki diyalog de
digim, tarihçiyle olguları arasında karşılıklı etkileşim süre
ci, soyut ve yalıtılmış bireyler arasında bir diyalog degil, bu
günün toplumu ile dünün toplumu arasında bir diyalogdur.
Burckhardt'ın deyişiyle, tarih "bir dönemin öbüründe kayda
deger bulduklarının yazımı"dır.34 Geçmiş, bizim için bugü
nün ışıgında anlaşılabilir ve bugünü tümüyle ancak geçmi
şin ışığında anlayabiliriz. I nsanın geçmiş toplumu anlaması
nı ve bugünün toplumuna daha çok egemen olmasını sagla
mak tarihin çifte işlevidir.
--
------ -
-
34 j. Burckhardı. judgemenıs on History arıd orı Hfstoriarıs, 1959, s. 158.
1 09
3
Tarih, Bilim
ve
Ahlak
Ben küçükken, balık gibi görünüşüne karşın, balinanın ba
lık olmadıgını ögrenince, şaşıp kalmıştım. Bugünlerde, bu
sınıflama sorunlan beni daha az heyecanlandınyor ve bana,
tarih bir bilim degildir denmesi canımı fazla sıkmıyor. Bu te
rim sorunu Ingilizce'nin kendine özgü bir acayipligidir. Baş
ka bütün Avrupa dillerinde "bilim" kelimesinin karşılıkları,
tarihi hiç duraksamadan kapsar. Fakat ingilizce konuşulan
dünyada, bu sorunun uzun bir geçmişi vardır ve bunun or
taya çıkardığı meseleler, tarihte yöntem sorunlanna uygun
bir giriş olur.
18. yüzyılın sonunda, bilim insanın hem dünya hakkında
ki bilgisine, hem de kendi fiziksel özelliklerinin bilgisine öy
le görkemli bir katkıda bulununca, bilimin, insanın toplum
hakkındaki bilgisini de ilerletip ilerletemeyeceği sorulma
ya başlanmışur. Aralannda Tarih'in de bulundugu toplum
sal bilimler kavramı, 19. yüzyıl boyunca derece derece geliş
ti ve bilimin doğa dünyasını inceledigi yöntem, insan sorun
larının incelenmesine de uygulandı. Bu dönemin birinci bö
lümünde Newtoncu gelenek egemendi. Toplum, tıpkı doga
111
dünyası gibi, bir mekanizma olarak düşünülmekteydi; Her
lıert Spencer'in l 8 5 l 'de yayımlanan bir ki tabının
Toplum
sal Statik başligını taşıdıgı hala haurlanmaktadır. Bu gele
nek içinde yetişen Bertrand Russell, daha sonraları, zaman
la "makinelerin matematigi kadar pekin bir insan davranış
lan matematiği"nin 1 olabilecegini umduğu dönemi hatırla
maktadır. Sonra, Darwin başka bir bilimsel devrim yaptı ve
toplum bilimcileri biyolojiden esinlenerek toplumu bir or
ganizma olarak düşünmeye başladılar. Fakat, Darwinci dev
rimin asıl önemi, Darwin'in Lyell'in j eoloj ide başlatmış ol
duğu hareketi tamamlayarak tarihi bilimin içine sokınasıdır.
Bilim artık durağan (statik)2 ve zaman dışı bir şeyle degil,
degişim ve gelişim süreciyle ilgileniyordu. Bilimdeki evrim,
tarihte ilerlemeyi destekledi ve tamamladı. Bununla birlikte,
ilk konuşmamda, "önce olgulannızı toplayın, sonra bunları
yorumlayın" diye anlatugım tümevanmcı tarihi yöntem gö
rüşünü değiştirecek hiçbir şey olmamıştır. Bunun, hiç araş
tırılmadan, aynı zamanda bilimin de yöntemi oldugu varsa
yılmıştır. Ocak I 903'teki açış konuşmasının son sözlerinde,
tarihi "ne eksik ne fazla bir bilim" diye betimleyen Bury'nin
kafasındaki görüş besbelli ki buydu. Bury'nin açış konuş
masından sonraki 50 yıl, bu tarih görüşüne karşı güçlü bir
tepkiye tanıklık e tmiştir. Collingwood, l930'larda yazar
ken bilimsel araştırmanın konusu olan doga dünyası ile ta
rih dünyası arasında keskin bir çizgi çekmeye özellikle iti
na ediyordu; bu dönem boyunca Bury'nin sözü, aşagılama
amacı dışında hemen hiç yinelenmemiştir. Fakat tarihçiie
rin o zaman fark edemedikleri şey, bilimin kendisinin kök
lü bir devrim geçirmiş olmasıydı; bu devrim , Bury'yi yani�
bir nedenle de olsa, dogruya bizim sandıgımızdan daha yak1
2
112
B. Russell. Porıralls from Mcmory, 1 958, s. 20.
lfl75 gibi RCÇ bir ıarihıe Brad.ley. "bilim zaman dışı ve 'kalıcı' olanla ilgilenir" di
yerek, onu ı:ırihıcn aynmlamışıır. F.H. Dradley, Collccıı:d Essays, 1953, 1, s. 36.
laşmış göstermektedir. Lyell'in jeolojide ve Darwin'in biyo
lojide yaptıgı, şimdi evrenin bu duruma nasıl gelmiş oldu
gunu gösteren bilim halini almış olan astronomi için yapıl
maktadır; çagdaş fizikçiler de sürekli olarak, bize, inceledik
leri şeyin olgular degil olaylar oldugunu söylemektedirler.
Tarihçinin, bugün kendini bilim dünyasının içinde hisset
mek için, 1 00 yıl önce oldugundan daha çok nedeni vardır.
Önce yasalar kavramına bakalım. 1 8. ve 19. yüzyıllar bo
yunca, bilim adamları, doga yasalarının -Newton'un de
vinim yasası , yerçekimi yasası, Boyle yasası, evrim yasa
sı vb.- bulunmuş ve kesinlikle saptanmış oldugunu ve bi
lim adamının ugraşının, gözlerolenmiş olgulardan tümeva
nın
süreci ile bu gibi daha çok yasalar bulmak ve saptamak
tan ibaret bulundugunu sanmışlardır. "Yasa" kelimesi, arka
smda zafer bulutlan bırakarak, Galileo ve Newton'dan gel
miştir. Toplumu inceleyenler, bilinçli ya da bilinçsiz olarak
kendi çalışmalannın bilimselligini göstermek arzusuyla, ay
nı dili benimsediler ve kendilerinin aynı yöntemi izledikle
rine inandılar. Gresham yasası ve Adam Smith'in piyasa ya
·saları ile bu alanda ilk görülenler iktisatçılar olmuştur. Bur
ke, "doganın, bu nedenle de tanrının yasalan olan ticaretin
yasaları" ndan dem vurmuştur.3 Malthus, bir nüfus yasası,
lassaile ise bir fiyatiann tunç yasası ortaya koymuştur; Marx
da Kapital'in önsözünde "çagdaş toplumun mekanizması
nın ekonomik yasası" nı keşfetrniş oldugunu ileri sürmüştür.
Buckle, History of Civilizatioıı'ı bitiriş sözlerinde, insan işle
rinin akışında "görkemli bir evrensel ve şaşmaz düzen ilke
si oldugu" inancını dile getirmiştir. Bugün bu sözler ukala
ca
oldugu kadar, modası geçmiş de görünüyor; fakat bu söz
��� doga
3
bilimcisine de, hemen hemen toplum bilimcisine
Thcıuglııs and
4. 1846,
s.
Deıails
on Scarclly. 1 795.
The
Works of Edmund Burhc'ün içinde
270; "Takdir-i Ilahi'nin yoksullardan bir süre için esirgenmesini uy
gun gordugıı ihtiyaçlan onlara vermek. ne hükümet olarak hükllmetin ne de
lıatıa zengin olarak zenginlerin elindedir• sonucunu çıkarmıştır.
113
olduğu kadar ınodası geçmiş gelmektedir. Bury'nin açış ko
nuşmasını yapmasından bir yı l önce, Fransız matematikçisi
Henri Poincare bilimsel düşüncede bir devrim başlatan,
Science et l'hypothese (Bilim ve Varsayım)
La
isminde küçük bir
kitap yayımladı. Poincare'nin başlıca tezi, bilim adamlarınca
ileri sütiil en genel önermelerin yalnızca tanımlar ya da dilin
kullanılışıyla ilgili üstü örtük görenekler olmadıkları yerler
de, daha ileri düşünceleri billurlaştırmak ve örgütlernek için
biçimlendirilmiş varsayımlar oldukları ve doğrulanmaya ya
da düzeltilmeye yahut çürütülmeye açık olduklarıydı . Bütün
bunlar artık basmakal ıplaşmıştır. Newton'un
fingo
Hypotheses 11011
(Varsayımlar uydurmuyorum) böbürlenınesi, bugün
içi boş tınlamaktadır; bilim adamları, hatta toplum bilimci
ler böyle denebilirse, geçmişin hatırı için hala, bazen yasa
lardan söz ediyariarsa bile artık yasalann varlığına 1 8. ve 19.
yüzyıl bilim adamlarının hepsinin birden inandığı anlamda
inanmamaktadırlar. Bilim adamlarının yaptıkları buluşlara
ve elde ettikleri yeni bilgilere, tam ve kapsamlı yasalar ko
yarak değil, yeni araştırmalara yol açacak varsayımlar ortaya
atarak eriştikleri teslim edilmektedir. tki Amerikalı felsefe
cinin bilimsel yöntem üzerine yazdıkları bir ders kitabı, bi
limin yöntemini "özünde döngüsel" diye betimlemektedir:
"Olgu" oldugu ileri sürülen deneysel malzemeleri kullana
rak ilkeler için kanıtlar elde ederiz, deneysel malzemele
4
ri de ilkelere dayanarak seçer, analiz eder ve yorumlarız.
"Karşılıklı" kelimesi "döngüsel" kelimesine yeğlenebilir
di: Çünkü sonuç aynı yere dönmek değil, ilkeler ve olgu
lar, kural ve uygulama arasındaki karşılıklı etkileşim süre
ci içinde yeni buluşlara doğru ilerlemedir. Her türlü düşün
ce, gözleme dayanan, birtakım varsayımların kabul edilme4
1 14
M .R. Cohen ve E. Nagel, lııtroılııcıion ıo Logic and Scicnıific Mcıhod, ı 9H.
s. 596.
sini gerektirir. Bunlar bilimsel düşünmeyi mümkün kılarlar,
fakat kendileri de o düşüncenin ışığında yeniden gözden ge
çirilmeye açıktır. Bu varsayımlar, kimi baglamlarda ya da ki
mi amaçlarla geçerli olabilecekleri gibi, başka baglamlar ya
da amaçlar için geçersiz oldukları görülebilir. Her durumda,
ölçü gerçekten bunların yeni sezgiler getirip getirmediği ve
bilgimize katkıda bulunup bulunmadıgı yolundaki deney
sel ölçüdür. Rutherford'un yöntemlerini, onun en ünlü ög
rend ve iş arkadaşlarından biri, yakınlarda şöyle anlatm ıştır:
Mutfakta olup bitenleri bilmekten söz edilebilecegi anlam
da, çekirdek fiziğin naı;ıl işlediğini öğrenmeye iten bir dür
tüsü vardı. Birtakım temel yasaları kullanan bir teorinin
klasik biçiminde bir açıklama aradıgını sanmıyorum; ne
olup bittiğini bildiği sürece, bununla yetinirdi. 5
Bu betimleme, temel yasaları bulmaktan vazgeçmiş olan
ve şeylerin nastl işledigini araştırınakla yetinen tarihçiye de
eşit ölçüde uygundur.
Tarihçinin araştırma sürecinde kullandıgı varsayımların
durumu, doğa bilimcisinin kullandıgı varsayımların duru
muna belirgin bir biçimde benzer. Örnek olarak, Max We
ber'in Protestanlık ile Kapitalizm arasındaki ünlü ilişki teş
hisini alalım. Daha önceki bir dönemde böyle denilebilir
idiyse de, bugün buna hiç kimse yasa demez. Bu, yol açtı
ğı araştırmalar sırasında belli bir ölçüde değişikliğe ugramış
olmakla birlikte, şüphe yok ki, her iki hareket hakkındaki
anlayışı mızı genişleten bir varsayımdır. Ya da Marx'ınki gi
bi bir yargıyı ele alalım: "Kol gücüne dayanan fabrikalar bi
ze derebeyli bir toplumu, buhar gücüne dayanan fabrikalar
endüstriyel kapitalistli bir toplumu verir."6 Marx belki buna
bir yasa demeye kalkabilirdi, ama çağdaş terminolojide biz
5
Triııiıy Re,•iew'da Sir Charles Ellis. Cambridge. Lenı Term. ı960,
�
Mcırx-Engds: Gı:scınııaıısgabe, I.
6, s.
1 79.
s.
1 4.
115
buna bir yasa değil, ileri araştırma ve yeni anlayışiann yo
lunu gösteren bir varsayım diyoruz. Bu tür varsayımlar dü
şüncenin vazgeçilemez araçlandır. 1 900'lerin başlannda ya
şayan tanınmış Alman iktisatçısı Werner Sombart, kendisin
de de, Marksizm'den dönenierin ugradıkları bir "tedirginlik
duygusu" bulunduğunu itiraf eder:
Varoluşun kannaşıklıklan ortasında şimdiye degin yol gös
tericilerimiz olan rahatlatıcı formülleTimizi kaybedince, ...
yeni bir tutamak bulana ya da yüzmeyi öğrenene kadar ol
gular okyanusuncia boguluyor gibi oluruz ?
T aTihteki dönemlere ayırma tartışması da bu kategori içi
ne girer. Tarihi dönemlere bölmek bir olgu değil, gerekli bir
varsayım ya da düşünce aracıdır; aydınlatıcı olduğu ölçüde
geçerlidir, sağlamlığı da yonıma bağlıdır. Ortaçağ'ın ne za
man bittiği sorununda birbirleriyle anlaşamayan tarihçiler,
belli olayları yonımlamakta birbirleriyle anlaşamamaktadır
lar. Bu sorun bir olgu sorunu değildir; ama anlamsız da de
ğildir. Tarihin coğrafi bölgelere bölümlenmesi de, tıpkı bu
nun gibi bir olgu değil, bir varsayımdır: Avrupa tarihinden
söz etmek, belli bağlamlar içinde geçerli ve verimli, baş
ka bağlamlar içinde ise yanıltıcı ve zararlı bir varsayım ola
bilir. Çoğu tarihçiler Rusya'yı Avrupa'nın bir parçası kabul
eder, bazıları ise bunu şiddetle reddederler. Tarihçinin eği
limi hakkında, kabul ettiği varsayıma göre karar verilebilir.
Bir fizik bilimci olarak yetişmiş ünlü bir toplumsal bilimci
den geldiği için, toplumsal bilimin yöntemleri üstüne genel
bir açıklamayı aktarmak istiyorum. Kırk yaşlarında toplum
sorunlan üstüne yazılar yazmaya başlayıncaya kadar mü
hendislik yapan Georges Sorel, fazla basitleşLirme tehlikesi
ne rağmen her durumda belirli ögelerin yalıdanması gereği
üzerinde dunnuştur:
7
116
W. Sombarı,
The Quinıesseııu of Capiıalisnı, Ingilizce çeviri , 1915, s. 354.
Insan yolunu yoklaya yoklaya ilerlemeli; muhtemel ve tikel
varsayımlan denemeli ve her zaman giderek yapılacak dü
zeltmelere kapıyı açık tutacak biçimde gerçege geçici yak
laşımlarla yetinmelidir. 8
Bu, fizik bilimcilerin ve Acton gibi tarihçilerin, çok iyi sı
nanmış olguların yığılmasıyla, tartışmalı bütün sorunların
çözümlerini kesinlikle kestirip atacak tam bir bilgi bütünü
nün kurulacağı günü beklediği 1 9 . yüzyıldan pek uzak dü
şen bir sestir. Fizik bilimciler olsun, tarihçiler olsun, şimdi
lerde, yorumlan aracılığıyla olgularını yalıtlayarak ve olgu
larla yorumlarını sınayarak sınırlı bir varsayımdan bir baş
kasına ilerlemek yolunda daha alçakgönüllü bir umut bes
lemektedirler; bunu yaparken izledikleri yol, bana özün
de birbirlerinden pek farklı gözükmüyor. Ilk konferansım
da Profesör Barraclough'un "tarih hiç de olgusal değildir,
kabul edilmiş bir yargılar dizisinden ibarettir" dediğini ak
tarmıştım. Bu konferanslarımı hazırladığım sırada, bir BBC
yayınında bu üniversiteden [ Cambridge'den] bir fizikçi bir
bilimsel doğruyu "uzmanlarca açık olarak kabul edilmiş bir
önerme" olarak tanımladı .9 Nesnellik sorununu tartışaca
ğım zaman ortaya çıkacak nedenler yüzünden, bu formül
lerin hiçbiri bütünüyle doyurucu değildir. Fakat, birbirle
rinden bağımsız olarak aynı sorunu hemen hemen aynı ke
limelerle formüle eden bir tarihçi ve bir fizikçi bana çarpı
cı geldi.
Ne var ki, benzetmeler, dikkatli olmayan kimselerin düşe
geldikleri bir tuzaktır; ben de, matematik ile doğa bilimleri
ya da bu kategorilere giren ayrı ayrı bilimler arasındaki fark
lar büyük olmakla birlikte, bu bilimlerle tarih arasında temel
bir ayrım yapılabileceği ve ayrımın tarihe -belki, öteki top8
9
G. Sord, MmcriaıL"< ıl"uııc ıhcoric du pmlı'taricıı, 1 9 1 9 , s. 7.
71ıc Lisıcnrr'de Dr. ] . Ziman, 18 Agusıos 1 960.
117
lumsal bilimler denilen disipliniere de- bilim adı verilmesi
ni yanıltıcı kıldıgı inancının dayanaklarım saygıyla kabul et
mek istiyorum. Bazılan başkalanndan daha inandırıcı olan
bu karşı çıkmalar özetle şöyledir: 1 ) Tarih yalnız ve yalnız
tek (biricik) olan şeylerle, bilim ise genel şeylerle ilgilenir;
2) tarihten ders çıkmaz; 3) tarih gelecegi önceden haber ve
remez; 4) tarihte insan kendini gözledigi için, tarih zorunlu
olarak özneldir; ve S) tarih, bilimin tersine, din ve ahlak so
runlannı işin içine katar. Bunlann her birini sırayla incele
meye çahşacagım .
Bir kere, tarihin, sözde, biricik v e tikel, biliminse genel ve
tümel şeylerle ilgilendiği öne sürülmektedir. Bu görüşün, şi
ir genel doğrularla ve tarih özel doğnılarla ilgilendiğinden,
şiirin tarihten "daha felsefi" ve "daha ciddi" olduğunu bildi
ren Aristatdes ile başladığı söylenebilir.1° Collingwood1 1 da
içinde olmak üzere Collingwood'a kadar, daha sonraki bir
sürü yazar, bilim ile tarih arasında benzer bir ayrım yapmış
lardır. Bu, bir yanlış anlamaya dayalı görünmektedir. Hob
bes'un "Adlar dışında dünyaya hiçbir şey tümel değildir,
çünkü ad takılan şeylerin her biri bireysel ve biriciktir" di
yen ünlü kuralı hala geçerlidir.12 Bu, fizik bilimlerde kesin
likle doğnıdur: Birbiriyle özdeş olan iki jeolojik oluşum, ay
nı türden iki hayvan ve iki atom yoktur. Bunun gibi iki ta
rihi olay da özdeş değildir. Fakat, tarihi olayiann biricikli
ği üstünde ısrar etmenin Moore'un Piskopos Butler'dan al
dığı ve bir zamanlar özellikle dilci filozofların tutkun oldu
ğu "her şey neyse odur ve başka bir şey değildir" diyen bey
lik söz kadar felce uğratıcı bir etkisi vardır. Bu akıma kapıh
nırsa, çok geçmeden hiçbir şey hakkında söylemeye degecek
bir söz edilemeyen bir çeşit felsefi nirvanaya ulaşıhr.
10 Poetiha. bl. l l .
ll
R.G. Collingwood. flistorical lmaginatlmı. 1935, s. 5.
12
Leviaılıan. ı, 4.
118
Dilin kullanılmasının kendisi tarihçiyi de genelierne yap
maya bağlar. Peloponnessos savaşlan ile Ikinci Dünya Sava
şı çok farklıydılar ve ikisi de biriciktiler. Fakat tarihçi ikisi
ne de savaş der ve buna yalnızca ukalalar karşı çıkarlar. Gib
bon, Konstantin'in Hıristiyanlığı kabulü ile Islam'ın yükse
lişinin ikisine de devrim dediği zaman da, iki biricik olayı
genellemektedir.13 Çağdaş tarihçiler de Ingiliz, Fransız, Rus
ve Çin devrim leri d erken aynı şeyi yapmaktadırlar. Tarih
çi gerçekte biriciklerle deği l , biricik ler içindeki genel olan
la ilgilenir. Tarihçilerin 1 920'1erde 1 9 1 4 savaşının neden
leri üstüne tartışmaları, bunun ya gizlilik içinde ve kamu
oyunun denetimi dışında çalışan diplomatlann kötü idare
sinden ya da ne yazık ki, dünyanın egemen devletler ara
sında kötü bir biçimde bölünmüş olmasından i leri geldi
ği varsayımından hareketle yapılıyordu. 1 930'larda aynı ko
nu üstüne tartışmalarda ise, bunun çökmeye başlayan ka
pitalizmin baskılanyla emperyalist güçler arasındaki reka
bet sonucu olduğu varsayımına dayanılıyordu. Bu tartışma
lar, hep savaşın nedenleri ya da hiç değilse, 20. yüzyılın ko
şullarındaki savaşın nedenleri hakkındaki genellerneleri işin
içine katıyordu. Tarihçi, kendi kanıtını sınamak için sürek
li genelierne kullanır. Richard'ın Londra Kulesi'nde prensle
ri öldürüp öldürmediği hakkında kanıt açık değilse, tarihçi
-belki bilinçli olmaktan çok bilinç dışı olarak- kendisine, o
dönemde tahtianna rakip çıkabilecek kişileri yok etmek için
hükümdarların bir alışkanlıklan olup olmadığını soracak
tır; yargısı tamamıyla haklı olarak bu genellerneden etkile
necektir.
Tarih okuru da tarih yazıcısı gibi sürekli bir genelleme
cidir, bunu tarihçinin gözlemlerini kendine daha bildik ge
len öteki tarihi bağlarnlara -ya da belki kendi zamanına- uy
gulayarak yapar. Cariyle'ın
Frendı Revolution kitabını okur-
13 Dcclinc anel Fall of ı he Roman Empire, bl. 20, bl. l .
1 19
ken, kendimi birçok kereler onun yorumlan m özel olarak il
gilendigim Rus Devrimi'ne uygularken buldum. Şiddet hak
kındaki şu sözleri alın:
Eşit adaletin bilindigi yerlerde, bu korkunç bir şeydir - bu
nun hiç bilinmedigi yerlerdeyse o kadar olaganüstü degildir.
Ya da daha anlamlı olan şunu alın:
Dogal olmakla birlikte, yazık ki, bu dönem tarihi büyük bir
çogunlukla isterik bir şekilde yazılmıştır. Bol bol abartma,
lanetleme, yakınma; ve bütününde, karanlık. 14
Ya da bu kez bir başkasını, 16. yüzyılda modem devletin
büyümesi hakkında Burckhardt'ın şu sözlerini alın:
Erk (iktidar) ne kadar yakın zamanlarda oluşmuşsa, dura
gan kalabilmesi o kadar ihtimal dışıdır - çünkü, bir kere bu
erki yaratanlar hızlı ilerlemeye alışmışlardır ve çünkü dos
dogru yenilikçidirler, böylece de kalacaklardır; ikinci ola
rak da, bunlar tarafından harekete geçirilen ya da boyun
duruk al una alınan güçler, ancak şiddet eylemlerine devam
edilerek kullanılabilecektir. 1 5
Genellemenin tarihe yabancı oldugunu söylemek saçma
dır; tarih, genellemelerle beslenir. Mr. Elton'un Cambrid
ge Modern History'nin yeni basımındaki bir cil tte açık-seçik
söylediği gibi, "tarihçiyi tarihi olgular toplayıcısından ayırt
eden genellemedir"; 16 El ton, doğa bilimcisini doga merak
lısı ya da koleksiyoncusundan ayırt eden şeyin de bu oldu
gunu ekleyebilirdi. Fakat, genellemenin, özel olayiann içine
oturtulacagı çok geniş kapsamlı bir tarih çerçevesi kurma
mıza izin verdigi sanılmarnahdır. Marx, genel olarak, böyle
14 History oj tlıe Frmdı Rrvolutiorı. 1, 5, bl. 9; lll. 1 . bl. 1 .
1 5 J . Burckhardı,judgcınmıs orı Hlsıory and Hlsıorians, 1959, s. 34.
16 Cambridge Modcnı Hisıory. 2, 1958, s. 20.
1 20
bir çerçeve kurmakla ya da böyle bir çerçevenin var olduğu
na inanınakla suçlananlardan biri olduğu için mektupların
dan birinin, sorunu yerli yerine oturtan bir parçasını özetie
yerek aktaracağım:
Dikkati çekecek ölçüde birbirine benzeyen fakat farklı ta
rihi ortamlarda meydana gelen olaylar birbirine hiç benze
meyen sonuçlara vanrlar. Bu gelişmelerin her birini ayrı
ayrı inedeyip sonradan karşılaştırarak bu olgunun anlaşıl
ması için bir anahtar bulmak kolaydır; fakat, tarihin üstün
de olmak gibi büyük bir erdemi olan, tarihi-felsefi bir teori
nin her kapıyı açan anahtarını kullanarak böyle bir anlayı
şa varmak imkansızdır.17
Tarih biricik ve genel arasındaki ilişkiyle uğraşır. Tarih
çi olarak olgu ile yorumu birbirinden ayıramayacağımız gi
bi bunları da birbirinden hiç ayıramayız ya da birine ötekine
göre öncelik veremeyiz.
Burası, belki tarih ile sosyoloji arasındaki ilişkiler üstünde
dunnanın yeridir. Sosyoloji zamanımızda iki karşıt tehlikey
le yüz yüzedir - aşırı teorik olma tehlikesi ve aşırı ampirik
olma tehlikesi. Bunların birincisi, genel olarak toplum hak
kındaki soyut ve anlamsız genellemeler içinde kaybolmak
tehlikesidir. Büyük harf ile Toplum, büyük harf ile Tarih ka
dar yanıltıcı bir yanlıştır. Sosyolojinin görevinin yalnızca ta
rihin kaydettiği tek olayların genenemesini yapmak oldu
ğunu savunanlar, bu tehlikeyi daha da büyütmektedir; sos
yolojiyi tarihten ayırt eden özelliğinin "yasaları" bul unması
1 7 Marx ve Engels, Bılliln Esı:rkri (Rusça hasım), 1 5, s. 378. Bu parçanın alındıjtı
mektup 1 87Tde Rus dergisi Oıcçrsıvrrıny c Zapislıfde çıkmıştır. Profesör Karl
Popper, Marx'ın "historisizmin baş yanlışı" dedijti, tarihi egilim ya da gidişie
rin ·yalnızca evrensel yasalardan. do�dan dojtruya çıkanılabilecegi" inan·
cında oldugunu söyler �ibidir (The Povmy ofHisıoricism. 1 957, s. 1 28-29 1 Ta
rihsici/igin Scfıılcıi, çev. Ceyhan Ak.wy, Plaıo Film Yayınlan, lsıanhul, 2007 1).
oysa, Marx'ın kesinlikle reddeııigi şey ı.ım budur.
1 21
olduğu bile söylenmiştir. 18 Öteki tehlike ise, Karl Mannhe
im'ın hemen hemen bir kuşak önce görmüş olduğu ve şimdi
büyük çapta ortaya çıkmış bulunan sosyolojinin "toplumun
yeniden düzenlenişiyle ilgili bir dizi ayrı ayrı teknik sonı
na bölü nmesi"dir.19 Sosyoloj i, her biri tek olan ve özel tarihi
geçmişleri ve koşullannca kalıplandırılmış tarihi topluıniar
la ilgilidir. Fakat bir kimsenin kendini sıralama ve analizin
sözde "teknik" sorunlarına vererek genelierne ve yorumdan
kaçınmaya kalkışması, bilinçsiz olarak yalnızca durağan bir
toplumun savunucusu olması demektir. Sosyoloji, eğer ve
rimli bir çalışma alanı alacaksa, tıpkı tarih gibi tekle genel
arasındaki ilişkilerle uğraşmalıdır. Fakat aynı zamanda di
namik de olmalıdır - hareketsiz bir toplumun değil (zaten
böyle bir toplum yoktur), toplumsal değişmenin ve gelişme
nin incelemesi olmalıdır. Bitirmek için yalnızca şunu söyle
yeyim ki, gerek sosyologun tarihe daha çok dayanması, ge
rekse tarihçinin sosyolojiye daha çok dayanması her ikisi
nin de haynnadır. tkisi arasındaki sınır iki yönlü gidiş-geli
şe açık olmalıdır.
Genelleme sorunu, benim ikinci sonımla, yani tarihten çı
karılacak dersler sorusuyla yakından ilgilidir. Geneliernenin
can alıcı noktası şudur ki, onunla bir olaylar dizisinden baş
ka bir olaylar dizisine geçerek tarihten bir şeyler öğrenme
ye, ders çıkarmaya kalkışınz: Genelierne yaparken bilinçli
18 Profesör Popper'in hu görüşıc oldugu anlaşılıyor (The O�n Soritly, 2. basım,
1 952. 2, s. 322 (Açılı Toplum ve Düşınanlan, çev. Harun Rızaıepe. Liberıc- Ya·
yınlan, lsıanbul, 2008)). Yazık ki, Popper şöyle bir sosyoloji yasası örnegini
vennckıedir: "Düşunce özgiırlügüniın ve düşunce bildirişimi özgiırliı�üniın
yasal kurumlarca eıkili olarak konınmadıgı ve kurumlann tartışnıalann açık
olmasını sagladıgı yerlerde bilimsel ilerleme olacaktır."
Bu 1942 ya da ı 943'ıe
yazılmışur ve açıkca Bau dcmokrasilerinin, kurumsal düzenleme sayesindt,
bilimsel ilerlemenin Oncüsu kalacagı inancından esinlenmiştir. Bu inanış Sov
yetler Birligi'ııdekl gelişmelercc çoktan yıkılmış ya da geniş O lçüde dı:ızeltilmiş
ıir. Bu, yasa olmak şOyle dursun, geçerli bir genelierne bile degildir.
19 Karl Mannheim, ldeology and Uıopia, Ingilizce çev . . 1936, s. 228
Otopya, ç�. Mehmet Okyayuz. De Ki Yayınlan. Ankara, 20091.
1 22
( Ideoloji v�
ya da bilinç dışı bunu yapınaya ça\ışıyoruzdur. Genellerneyi
bir yana bırakıp, tarihin tamamıyla biricik olanlarla ilgilen
diğinde ısrar edenler, mantıkça bununla tutarlı olarak tarih
ten bir şey öğrenebileceğini reddedenlerdir. Fakat, insanla
rın tarihten hiçbir şey öğrenmediği tezi, pek çok gözlemle
nebilir olgu tarafından yalanlanmaktadır. Bu, pek yaygın bir
deneyimdir. Ben, 1 9 19'da Paris Barış Konferansı'nda Ingiliz
heyetinde alt düzeyde bir görevli olarak bulunuyordum. He
yetteki herkes 1 00 yıl önceki son büyük Avrupa barış top
lantısı olan Viyana Kongresi'nin derslerinden yararlanılahi
leceğine inanıyordu. O sıralar, Savaş Bakanlığı'nda çalışan
(şimdi Sir Charles Webster adıyla ünlü bir tarihçi olan) Yüz
başı Webster diye biri bize o derslerin ne olduğunu anlatan
bir deneme yazmışu. Bunlardan i kisi aklımda kalmış. Biri,
Avrupa haritasının yeniden çiziminde ulusların kendi gele
ceklerini kendilerinin belirlemesi ilkesinin ihmal edilmesi
nin tehl ikeli olduguydu. Öteki ise, gizli belgelerin çöp tene
kesine atılmasının tehlikeli olduğuydu; çünkü, öteki heyet
Ierin gizli örgütleri bunları kesinlikle ele geçireceklerdi. Bu
tarih dersleri kesin bir gerçek olarak alınmış ve davranışlan
mm etkilemişti. Bu, en yeni ve basit bir örnektir. Fakat, gö
rece uzak bir tarihte ondan daha gerideki bir tarihin dersle
rinin etkisinin izlerini bulmak kolay olacaktır. Herkes Ro
ma üzerinde Eski Yunan'ın etkisini bilir. Fakat hiçbir tarih
çinin Helles tarihinden Romalılar'ın öğrendiği ya da kendi
lerinin öğrendiklerine inandıkları derslerin kesin bir anali
zini yapmaya kalktığım sanmıyorum. Bau Avrupa'da 1 7 ., 18.
ve 19. yüzyılda Eski Ahit tarihinden aktanlan derslerin bir
in celenmesi ödüllendirİCİ sonuçlar verebilirdi. Bu olmadan
Ingiliz Püriten Devrimi bütünüyle anlaşılamaz; çağdaş mil
liyetçiliğin yükselmesinde de seçilmiş halk kavramı önemli
bir etkendir. Klasik eğitimin Ingiltere'de 1 9 . yüzyıldaki yö
netici sınıf üstünde büyük bir etkisi vardı. Grote, yukanda
1 23
belirttiğim gibi, Atinalılar't yeni demokrasi için bir örnek di
ye göstermişti; Roma lmparatorlugu'nun tarihinden Ingiliz
lmparatorlugu'nun yapıcıianna iletilmiş kapsamlı ve önemli
derslerin bir incelemesini de görmek isterdim . Benim özel il
gi alammda, Rus Devrimi'nin yapıcılan Fransız Devrimi'nin,
1848 devrimlerinin , 1 8 7 1 Paris Komünü'nün derslerinden
derinden etkilenmişlerdi - hatta, bu derslerin egemenligi al
tındaydılar bile denebilir. Fakat, burada tarihin ikili niteli
ğinden ileri gelen bir özelligini hatırlatmak isterim. Tarih
ten ders çıkarmak hiçbir zaman tek yönlü bir süreç degil
dir. Geçmişin ışığında bugünü öğrenmek, aym zamanda bu
günün ışığında geçmişi ögrenmek demektir. Tarihin işlevi,
geçmiş ve yaşamlan zaman hakkında daha sağlam bir anlayı
şı, bunların karşılıklı ilişkileri içinde, ilerletmektir.
Üstünde duracağım üçüncü no kta , tarihte öngörünün
(öndeyinin) rolüdür: Tarih, bilimin tersine gelecege ilişkin
öngörülerde bulunmadıgı için, tarihten ders çıkarılamaya
cağı söylenir. Bu sorun, bir sürü yanlış anlamayla ilgilidir.
Gördügümüz üzere, bilim adamlan artık eskiden olduğu gi
bi, doganın yasalan hakkında konuşmaya fazla istekli değil
dirler. Günlük hayatımızı etkileyen bilimin yasalan denilen
şeyler, aslında eğilim gösteren önermelerdir; bunlar, başka
her şey degişmeden kalırsa ya da laboratuvar koşullarında
ne olacagım söylerler. Somut durumlarda ne olacağım önce
den bildirebileceklerini kendileri de ileri sürmezler. Yerçeki
mi yasası şu belirli elmanın yere düşeceğini kamtlamaz: Biri
onu sepete alabilir. Işığın düz çizgide gittiğini gösteren optik
yasası, belirli bir ışık ışınının araya giren bir cisim tarafından
kırılmayacagı ya da dağılmayacağı anlamına gelmez. Fakat,
bu, bu yasalar değersiz ya da ilkece geçersiz demek degildir.
Çagdaş fizik teorilerinin olan olayiann ihtimal leriyle ilgilen
diği söyleniyor. Bilim, bugün tümevarımın akli olarak ancak
ihtimaller ya da akla uygun inanışiara götürebileceğini hatır1 24
lamaya daha çok eğilimlidir; onun ifadelerini de geçerlilik
leri ancak özgül eylemlerle smanabilecek genel kurallar ya
da yol gösterici sözler saymaya daha istekli görünmektedir.
Comte'un dediği gibi, "Science d' ou prevoyance; d'ou action "
(Bilimden öngörü, öngörüden eylem) . 20 Tarihte öngörüm
leme sorununun ipucu, genelle özgül, tümelle tek arasında
ki bu aynında yatmaktadır. Görmüş olduğumuz gibi, tarihçi
genelleme yapmak zorundadır: Bunu yaparken de özgül ön
görüler olmamakla birlikte, gelecekteki eylemler için hem
geçerli hem de yararlı genel yol göstericilik kurallan verir.
Fakat, özgül olayları önceden kestiremez çünkü özgül olan
biriciktir ve içine rastlantı ve rastlantı ögesi girmektedir. Fi
lozofları uğraşuran bu ayrım, sıradan bir kimse için gayet
açıktır. Okulda iki ya da üç çocuk kızamık çıkarırsa, hastalı
ğın yayılacağı sonucuna vanrsınız, bu öngörü (ona böyle de
mek isterseniz), geçmişten gelen deneyimlere dayanmakta
dır ve eylem için geçerli ve yararlı bir yol göstericidir. Fakat
Charles ya da Mary'nin kızamığa yakalanacağı yolunda öz
gül bir öndeyide bulunamazsınız. Tarihçi de aynı yolu izler.
Insanlar tarihçiden Ruritania'da gelecek ay devrim olacağını
bildirmesini beklemezler. Onların, kısmen Ruritania'nm du
rumu hakkında özgül bilgilerden, kısmen tarih okumaktan
çıkarnıaya çalışacaklan sonuç, Ruritania'da koşulların biri
si bir ateş dokunduracak olursa ya da yönetici taraftan bi
ri durdurmak için bir şey yapınaclıkça yakın zamanda dev
rimin çıkmasının muhtemel bulunduğudur; ve bu sonucun
yanı sıra halkın değişik kesimlerinin benimsernesinin bekle
nebileceği tULumlar üstüne, başka devrimiere berızetme yo
luy la yapılan tahminler de ileri sürülebilir. Eğer böyle dene
bilirse, bu öngörü ancak kendileri önceden kestirilebileme
yecek özgül olayiann yer almasıyla gerçekleşebilir. Fakat ge
lecekte ilgili olarak tarihten çıkarılan sonuçların değersiz ol20 Cours de philosoıılıi� posirivc, l, s. 5 1 .
1 25
duğu ya da hem eyleme yol göstericilik yapma hem de şey
lerin nasıl meydana geldiğini anlamamıza anahtar işini gö
ren, koşullu bir geçerlilikleri olmadıgı anlamına gelmez. Pe
kinlik bakımından sosyolog ya da tarihçinin çıkarırolannın
fizik bilimcinin çıkanm larıyla eş olduğunu ya da onların bu
bakımdan aşağılıklarının yalnızca toplum bilimlerin çok da
ha geride olmalanndan ileri geldiğini öne sürmek istemiyo
rum. Hangi açıdan bakılsa, insan, bildiğimiz en karmaşık
doğal varlıktır ve onun davranışlarının incelenmesinde fi
zik bilimcinin karşılaşugı türdekilerden farklı olarak, daha
çok zorluk olacaktır. Bütün kabul euirmek istediğim amaç
lannın ve yöntemlerinin temelinde benzemez olmadığıdır.
Dördüncü nokta, tarih bilimi de içinde olmak üzere top
lum bilimleriyle fizik bilimleri arasına çizilecek sınırla ilgili
olarak daha tutarlı kanıtlar getirmektir. Bu kanıt toplumsal
bilimlerde özneyle nesnenin aynı bölüme ait oldugu ve kar
şılıklı olarak birbirlerini etkilediğidir. lnsan doğanın yalnız
ca en karmaşık ve değişken varlığı olmakla kalmaz, aynı za
manda, bir başka türün bağımsız gözlemleyicilerince değil,
öteki insanlarca incelenmesi söz konusudur. Burada, aruk,
insan biyoloji biliminde oldugu gibi, kendi fiziksel oluşu
munu ve fiziksel tepkilerini incelemesiyle yetinmemektedir.
Toplum bilimci, iktisatçı ya da tarihçi iradenin etkin oldu
gu insan davranışı hiçimlerine nüfuz etmek, incelemesinin
konusu olan insanların neden öyle davranınayı istediklerini
araşurmak durumundadır. Bu, gözleroleyen ve gözlemlenen
arasında, tarihe ve toplumsal bilimiere özgü bir ilişki kur
maktadır. Tarihçinin görüş açısı, yaptığı bütün gözlemlere
mutlaka girer: Tarih, bütünüyle göreliliğin içindedir. Karl
Mannheim'ın deyişiyle "deneyimlerin içine girdiği , birikti
ği ve sıralandığı kategoriler bile gözlemleyicinin toplumsal
durumuna göre değişir. "21 Fakat, doğru olan, yalnızca top21
1 26
K. Mannhcim. Idtology und Vıopia. 1936. s. 1 30.
)um bilimcinin yan tutma egiliminin onun bütün gözlemle
rine girdigi degildir. Gözlemlerne sürecinin gözlemlenmek
te olanı etkiledigi ve şekil lendirdigi de dogrudur. Bu, iki kar
şıt yönde olabilir. Analiz ve öngörmeye konu edinilen, in
san davranışları, istemedikleri sonuçların öngörümlenme
siyle, önceden uyarılabilir ve bununla eylemlerinin degiş
mesine neden olabilir; böylece öngörü, ne kadar dogru ana
lizlere dayansa da kendi kendinin boşa çıkmasına yol açabi
lir. Tarihi bilince sahip kişiler arasında tarihin kendini en
der olarak yinelemesinin bir nedeni oyunculann ikinci gös
teride birincinin bitişini bilıneleridir; eylemleri bu bilgiden
etkitenmiştir. 22
Bolşevikler Fransız Devrimi'nin bir Napoleon ile sonuç
landıgını biliyor ve kendi devrimlerinin de böyle bitebilece
ginden korkuyorlardı. Bu nedenle önderleri içinde Napole
on'a en çok benzeyen Troçki'ye güvenınediler ve Napoleon'a
en
az
benzeyen Stalin'e güvendiler. Fakat bu süreç ters bir
yönde de çalışabilir. Var olan iktisadi koşullan analiz eden
bir ik tisatçı, yaklaşan bir deflasyon ya da enflasyonu öngö
rürse, eger otoritesi büyük ve kanıtlan inandırıcı ise, öngö
rünün kendisi öngörülen olgunun meydana gelmesine kat
kıda bulunabilir. Bir siyaset bilimeisi tarihi gözlemlere daya
narak tiranlıgın kısa ömürlü oldugu inancını savunursa li
ranın düşüşüne katkıda bulunabilir. Adayian n seçimlerde
ki davranışlarını herkes bilir; onlar, öngörülerinin daha bü
yük bir ihtimalle gerçekleşmesi yolunda bilinçli bir amaçla
zarerin kendilerinin olacagını ileri sürerler. losanın iktisat
çılann, siyaset bilimcilerinin ve tarihçilerio öngörmeye kal
kıştıklarında bazen öngörmelerinin gerçekleşmesini hızlan
dırmak için bilinçsiz bir umuttan esinlendiklerini düşünesi
geliyor. Bu karmaşık ilişkiler hakkında, güvenle söylenebile22 Bu tezi yazar,
tirmişıir.
The Bolshcvilı Rı:vohııion,
1 9 1 7- 1 923, cilt ı. 1950, s. 42'de geliş
1 27
cek şey şundan ibarettir: Gözlemleyen ile gözlemlenen, top
lumsal bilimci ile verileri, tarihçi ile olguları arasındaki etki
leşme süreklidir ve sürekli olarak degişir; işte bu, tarihin ve
toplumsal bilimlerin ayırt edici özelliği gibi görünmektedir.
Belki, burada bazı fizikçilerin son yıllarda kendi bilimle
ri hakkında, fiziksel evren ile tarihçinin dünyası arasında
daha çarpıcı benzerlikler olduğunu düşündürecek biçimde
konuştuklannı belirtınem gerekir. lik olarak, sonuçlannda
bir belirsizlik ya da gerekirsizlik ilkesinin söz. konusu oldu
ğu söylenmektedir. Gelecek konuşmamda tarihte gerekir
cilik (determinizm) denilen şeyin doğasından ve sınırlann
dan söz edecegim. Fakat, çağdaş fizikteki belirsizlik ilkesi,
ister evrenin doğasına dayansın, ister doğayı anlamamızda
ki eksikl iğiınİzin bir göstergesi olsun (ki, bu nokta hala tar
tışmalıdır) benim, bununla, tarihi öngörme yapma yetene
ğimiz arasında anlamlı benzerlikler bulma konusunda kuş
kularım olacaktır; tıpkı birkaç yıl önce bazı coşkun kim
selerin evrenin içi nde özgür iradenin işleyişinin kanıtını
bulmak girişimlerine karşı kuşkular duyduğum gibi. lkin
ci olarak, bize çağdaş fizikte mekandaki uzaklıkların ve za
mandaki aralıkların "gözlemci"nin hareketine bağlı ölçüle
ri olduğu söylenmektedir. Çağdaş fizikte "gözlemleyen"le
gözlem alundaki nesne arasında değişmez bir ilişki kurul
masının imkansızlığı nedeniyle bütün ölçüler doğalarından
gelen degişmelere uğrarlar; "gözlemleyen" de gözlemlenen
şey de -özne de nesne de- gözlemin nihai sonucu içine gi
rerler. Fakat, bu tanımlamalar, tarihçiyle onun gözlemleri
nin konulan arasındaki ilişkiye çok küçük bir değişiklikle
uygulanabilir olduğu halde, bu ilişkilerin özünün herhan
gi bir gerçek anlamda, fizikçi ile evreni arasındaki ilişkileric
karşılaştınlabileceğine inanmıyorum; ben, ilke olarak tarih
çinin yaklaşımını doğa bilimcininkinden ayıran farklılıkları
abanmakıansa, küçültmekten yana olduğum halde, bu pe1 28
kin o lmayan benzeriikiere dayanarak , farklılıkları gözden
kaçırmak dogru olmaz.
Fakat, toplumsal bilimcinin ya da tarihçinin çalışma ko
nusuyla ilgisinin fizik bilimcininkinden farklı bir türde ol
dugunu ve bu alanda özne ile nesne arasındaki ilişkilerden
çıkan sonuçların çok daha karmaşık oldugunu söylemek,
sanırım dogrudur; ama bu da sorunun hepsi degildir. 1 7. ,
18. ve 1 9 . yüzyıllar boyunca egemen olan klasik bilgi teo
rilerinin hepsi, bilen özne ile bilinen nesne arasında keskin
bir ikilik oldugunu varsaymışlardır. Filozofların kurduğu
model, özne ile nesnenin, insan ile dış dünyanın birbirlerin
den ayn durduğunu gösteriyordu. Bu, bilimin dogup gelişti
gi büyük dönemdi; bilgi teorileri bilimin öncülerinin görü
şünden kuvvetle etkilenmişlerdi. Insan kesinlikle dış dünya
nın karşısına konulmuştu. Dış dünyayla yola gelmez ve gizli
bir düşmanla oldugu gibi uğraşıyordu - dış dünya yola gel
mezdi, çünkü anlaşılması zordu; gizil bir düşmandı, çünkü
üstesinden gelmek güç oluyordu. Çagdaş bilimin başanları
ile bu görüş kökten degişmiştir. Bugün bilim adamları do
ğa güçlerini mücadele edilecek bir şey olarak düşünmekten
se, işbirliği yapacaklan ve amaçlarına koşumlayacakları bir
şey olarak düşünmeye daha yatkındırlar. Klasik bilgi teori
leri yeni bilime artık uymamaktadır, hele fizik bilimine. Son
50 yıl içinde filozoflann, bunlara kuşkuyla bakmak ve özne
ile nesnenin kesin olarak ayrı konulması şöyle dursun, bil
gi sürecinin bir ölçüde bunlar arasındaki etkileşim ve kar
şılıklı bağımlılıkla ilgili olduğunu kabul etmeye başlamala
n şaşırtıcı değildir. Fakat, bu, toplumsal bilimler için özel
likle anlamlıdır. Ilk konferansımda, tarih yazmanın gelenek
sel ampirik bilgi teorisiyle uzlaşıırılmasının zor olduğuna
değinmiştim. Şimdi de, toplumsal bilimler bir bütün olarak
insanla hem özne hem nesne, hem araştıncı hem de araştı
nlan olarak ilgili olduklarından özne ile nesne arasında katı
1 29
bir aynlmayı dile getiren bir bilgi teorisinin bunlara uyrna
yacağını ileri sürmek istiyorum. Sosyoloji rutarlı bir öğreti
bütünü olarak kendini kurma girişimlerinde, çok doğru ola
rak bilgi sosyolojisi �enilen bir kol oluşturmuştur. Fakat, bu
pek ötelere gidernemiştir - sanırım, bunun baş nedeni, gele
neksel bir bilgi teorisinin kafesi içinde dönüp dolaşmasıydı.
Eğer filozoflar, önce çağdaş fizik biliminin ve şimdi de çağ
daş toplumsal bilimin etkisiyle, bu kafesi kınp çıkmaya, bil
gi süreci için verilerin edilgen bir bilinçlilik üstünde bilardo
topu gibi etkiler yapuğını söyleyen eski modeli bir yana bı
rakarak, içinde yaşadığımız çağa daha yakışır bir model kur
maya başlamışlarsa, bu, toplumsal bilimler ve özellikle tarih
için hayırlı bir belirtidir. Bu, daha sonra, tarihte nesnellikle
ne demek istediğimizi incelemeye başlayınca gene dönece
ğim hayli önemli bir noktadır.
Son fakat hiç de önemsiz olmayan bir nokta: Taribin din
ve ahlak sorunlarıyla yakından ilgili bulunduğu için genel
olarak bilimden, hatta belki de öteki toplumsal bilimlerden
ayrıldığı görüşünden de söz etmeliyim. Tarihin dinle ilişki
si noktasında kendi konumunu açıklığa kavuşturmak için
söylen ınesi gereken kısa bir şey vardır, ben de onu söyleye
ceğim. Ciddi bir gök bilimci olmak, evreni yaratan ve yöne
ten bir tanrıya inançla bağdaşabilir. Fakat, bu, bir gezege
nin gidişini değiştirmek, bir tutulmayı ertelernek ya da ev
rensel gidişin kurallarıyla oynamak için istediği gibi işe ka
rışabilen bir tanrı inancıyla bağdaşamaz. Aynı şekilde, cid
di bir tarihçinin bir bütün olarak tarihin akışını düzenlemiş
ve ona anlam vermiş olan bir tanrıya inanabileceği, ama,
Amalekitlerin dağranınasım önlemek için işe kanşan ya da
Yoşua'nın ordusuna yardım olsun diye gündüzün süresini
uzatarak zaman birimini değiştiren Eski Ahit türü bir tan
nya inanamayacağı, bazen ileri sürülmüştür. Buna göre, ta
rihçi belirli birtakım olayların açıklaması olarak tanndan
1 30
yararlanarnaz. Perler D'Arcy yeni bir kitapta bu aynmı yap
maya çalışmıştır:
Bir inceleyicinin tarihte her soruyu bunda tanrının parma
ğı oldugunu söyleyerek cevaplaması dogru olmaz. Dünya
olaylarını ve insan dramını derleyip toparlamak için elimiz
den geleni yapmadan. daha geniş kavramları işin içine kaı
mamız doğru olmaz. 23
Bu görüşün tuhaflığı, dini başka türlü kurulamayacak ger
çekten önemli oyunlar için saklanrnış, bir deste iskambilde
ki joker gibi gönnesidir. Lutherci, din bilgini Karl Barth, ila
hi ve dünyevi tarih arasında kesin bir ayrım yapmak ve dün
yevi tarihi din adamı alınayan tarihçilere bırakınakla daha
iyi etmişti. Eger onu dogru anladıysam , Profesör Bullerfield
de, " teknik" tarihten söz ederken aynı şeyi demek istemek
tedir. Teknik tarih, sizin ya da benim yazabilecegim ya da
onun kendisinin yazmış oldugu, tek tarih çeşididir. Bu tu
haf adı kullanmakla, kendisi için esoterik ya da ilahi bir ta
rihin varlıgına inanma hakkını saklı tutmaktadır ki, bizle
rin bununla ilgilenmemiz hiç gerekmez, Berdyaev, Niebuhr
ve Maritain gibi yazarlar tarihin erek ya da amacının tarihin
dışında bulundugu üstünde ısrar ederler. Ben kişisel olarak
dogru dürüst bir tarih kavramıyla tarihin anlamının ve an
lamlılıgının dayandıgı herhangi bir büyük tarihüstü kuvvet
inancını -bu kuvvet ister Seçilmiş bir Halk'm tanrısı olsun,
ister Yaradancılar'ın Gizli El'i, ister Hegel'in Dünya Ruhu ol
sun- bagdaştırmayı zor buluyomm. Bu konferansiann ama
cı çerçevesinde tarihçinin böyle bir Deus
ex
machina'ya (Hı
zır mucizesine) başvurmadan sorunlarını çözmesi gerekti23
M.C.
D'Arcy,
The Sensc of History: Secıılar ıınd Sacrcd,
1 959, s. 1 64. Bu fikir
daha önce Polybios tarafından dile getirilmişti: "Olup hilenin nedenini bul·
ma nın milmkün oldugu yerlerde, tannlara başvurmamak gerekir." K. von
Fritz,
The Theory of ıhe Mlwd Consıiıuıion in Anıiquiıy,
New York, 1954, s.
390'daki alıntı.
131
gini ve tarihin, böyle denebilirse, içinde joker olmayan bir
deste kagıtla oynandıgını varsayacagım.
Tarihle ahiakın ilişkisi daha karmaşıktır ve geçmişte, bu
nun üzerine yapılan tartışmalardan bazı bulanıklıklar orta
ya çıkmıştır. Bugün, tarihçiden tarihinde geçen kişilerin özel
hayatları üstüne ahlaki yargılarda bulunmasının istenilme
digini söylemek bile gerekmez. Tarihçiyle ahlakçının bakış
açılan aynı degildir. Yili . Henry belki kötü bir koca, ama iyi
bir kral idi. Fakat tarihçi onunla ilk niteligi bakımından, an
cak tarihi olayları etkiledigi ölçüde ilgilidir. Eger onun ahla
ki kusurlan kamu �lerinde, l l . Henry'ninkiler kadar az etkili
olsaydı, tarihçinin bunlarla ilgilenmesi hiç gerekmezdi. Bu,
kusurlar için oldugu kadar erdemler için de geçerli bir ku
raldır. Pasteur ile Einstein'ın özel hayatlannda örnek, hatta
evliya denecek kadar iyi insanlar oldugu söylenir. Fakat, tu
talım ki sadakatsiz kocalar, zalim babalar ve meslekdaşlanna
karşı kötü davranan insanlar olsalardı, tarihe adlarını yazdı
ran başanları küçülür müydü? Tarihçi her şeyden önce bun
lara bakar. Stalin'in ikinci karısına zalim ve kaba davrandı
gı söylenir; [akat, Sovyetler üstüne çalışan bir tarihçi olarak,
kendimi bununla pek ilgili hissetmiyorum. Bu, kişisel ahia
kın önemli olmadıgı ya da ahlak tarihinin, tarihin yasal bir
bölümü olmadıgı anlamına gelmez. Fakat, tarihçi sayfaların
da boy gösteren bireylerin kişisel hayatları üstüne dönüp de
ahlak yargılan vermeye kalkmaz. Onun yapacak başka işle
ri vardır.
Daha ciddi bir bulanıklık, kamusal eylemler üstüne ah
lak yargılan sorunundan çıkmaktadır. Oyunun önemli kişi
leri üstüne ahlak yargılarında bulunmasının tarihçinin gö
revi oldugu inancı uzun bir geçmişe dayanır. Fakat, bu hiç
bir zaman gerek dönemin ahlakileştirme egilimleri ve gerek
se sınırsız bireycilik kül tüyle pekiştirildigi 19. yüzyıl lngilte
resi'ndekinden daha kuvvetli olmamıştır. Rosebury, lngiliz
1 32
halkının en çok Napoleon'un
"i}'i
bir adam" olup olmadıgı
nı bilmek istediğine değinir.24 Acton, Creighton ile yazışma
lannda, "Ahlaki ilkelerin bükülmezliği, Tarih'in otoritesi
nin, değerinin ve yararının gizidir" demiş ve kendisinin tari
hi "anlaşmazlıklarda bir hakem, amaçsız gezinenlere bir yol
gösterici, yeryüzü güçlerinin ve dinin kendisinin, durmadan
batırınaya yöneldiği ahlak sancağını dik tutacak kuvvet" ha
line getirdiğini ileri sürmüştü .25 Bu, tarih adına tarihçiye ta
rihi olaylarda yer alan kişiler üstüne ahlak yargıları verme
zorunluluğunu yükleyen ve hakkını veren, Acton'un, bir tür
tarihüstü güç olarak tarihi olguların nesnellik ve üstünlüğü
hakkındaki neredeyse mistik inancına dayanan bir görüştür.
Bu tutum, umulmadık biçimlerde bazen hala yeniden belir
mektedir. Profesör Toynbee, Mussolini'nin l 93 5' te Habe
şistan'ı işgalini "bile bile işlenmiş kişisel bir günah" olarak
tanımlamıştır;26 Sir lsaiab Berlin de, alıntı yaptığım deneme
sinde, Charlemagne ya da Napoleon ya da Cengiz Han'ı ya
da Hitler'i ya da Stalin'i toplu kıyımlan nedeniyle mahküm
etmenin tarihçinin görevi olduğunda şiddetle ısrar etmek
tedirY Bu görüşe Profesör Knowles açış konuşmasında, ta
rihçinin yetki. alanına girmeyen ahlak yargıianna örnek ola
rak, Motley'in Il. Philip'i ("Eğer onun dışında kaldığı suçlar
24
25
26
27
Rosebury,
Nepolcoıı: Tht Lası Phasc, s. 364.
Acıon, Histoncal Essays aııd Studies, 1907,
s. 505.
Survey o.f lnıemaıional Affairs, 1935, 2, 3.
1. Berlin, Hisıorical lnt-viıability, s. 76-77. Sir lsaiah'ın ıutumu 19. yüzyılın inaı
çı ıuıucusu, hukukçu Fitzjames Stephen'in görilşünü hatırlatmaktadır: "Ceza
yasası, böylelikle. suçlulardan ndret etmenin ahlakça haklı oldu�u ilkesine gö
re işler. . . Suçlulardan nefreı edilmesi, onlara verilen cezalann bu nefrcte anla
tım kazandıracak ve kamunun saglıklı bir dogal duyguyu dile gcıirecek ve do
yuracak araçlan s;ıglamasını haklı gösıerecek şeklide düzenlenmesi son derece
istenilen bir şeydir." (A Hisıory of C riminal Law of Eııglarıd, 1883, 2, s. 81-82,
L Radzinov.'ics, Sir james Fiı:;:jamts Sıephen, 1957, s. 30'da alıntı.} Bu görüş
ler kriminologlar lararından aruk geniş ölçüde paylaşılnıamakıadır; rakaı, be
nim onlara buradaki karşı çıkışım, öteki yerlerdeki geçerlilikleri ne olursa ol
sun, tarihin yargıianna uygulanamayaca�ndan ötürildür.
1 33
var idiyse, bu, insan dogasının suçta bile yetkinlige ulaşma
ya izin vermeyişindedir") şeklindeki suçlamasını ve Stubb'ın
Kral john'u (" insanı gözden düşürebilecek bütün suçlarla
kirlenmiş") olarak tanımlamasını göstererek, "Tarihçi yargıç
değildir, hele adam asmaya meraklı bir yargıç hiç değildir"
demekle, yeterince çatmıştır.28 Fakat bu noktada Croce'nin
de aktarmak istediğim nefis bir parçası var:
Suçlamada bulunanlar şu önemli noktayı unutuyorlar ki
(ister adliye, ister ahlak mahkemesi anlamına), bizim mah
kemelerimiz, yaşayan, eylemde bulunan ve tehlikeli ola
bilen kimseler için kurulmuş zamanımızın mahkemeleri
dir; oysa öteki kimseler, kendi zamanlarının mahkemele
rinde yargılanmışlardır ve ikinci kez mahküm edilemez ya
da bagışlanamazlar. Onlar her ne olursa olsun, herhangi bir
mahkeme huzurunda sorumlu tULulamazlar; salt şu neden
le ki, artık huzura ermiş geçmişin insanlarıdır ve bu sıraı
la ancak tarihin konusu olabilirler ve yapuklarının ruhu
na nüfuz eden ve onları anlayan yargıçlar dışında hiç kimse
tarafından yargılanamazlar. .. Tarih aniatıyoruz diye yargıç
lık taslayıp, tarihin görevi bu oldugu inancıyla şunu mah
küm edip bunu bagışlayanlar . . . genellikle, tarih duygusun
dan yoksundurlar.29
Eğer biri çıkıp da Hitler ya da Stalin -yahut isterseniz, Se
natör McCarLhy- hakkında hüküm vermenin bizim işimiz
olmadığını, çünkü onların çoğumuzun çağdaşlan olduğunu,
onların eylemlerinden çekmiş yüz binlerce kimsenin hala
sag olduğunu ve işte bu nedenlerden ötürü, onlara tarihçi
olarak yaklaşmamızın ve onların yaptıklan hakkında yargı
da bulunmamızı meşru kılabilecek öteki niteliklerden arın
mamızın zor olacağını ileri sürerse: Bu, çağdaş tarihçinin sı28 D. Knowles.
29
1 34
B.
The Histarical and Charıu:w ,
ı 955, s. 4-5, 1 2, 19.
Croce, History as t he Story ııf Libcrty, Ingilizce çc\'iri, 194 l . s. 47.
kınulanndan biridir - baş sıkıntısıdır da, diyebilirim. Fakat,
Charlemagne ya da Napoleon'un günahlarını açıklamakta
bugün kim ne yarar bulur ki?
Bunun için, gelin biz ipe çekme egilimli bir yargıç türün
deki tarihçi fikrini bir yana bırakıp, daha zor, fakat daha ya
rarlı bir sorun olan geçmişin bireyleri degil de, olayları, ku
rum ları ya da siyase tleri hakkında ahlaki yargıda bulun
mayı ele alalım. Bunlar tarihçinin önemli yargılarıdır; bi
reyler hakkında ahlaki yargılarda bulunmada şiddecle ısrar
edenler, bazen bilinç dışı olarak bütün gruplar ve toplum
lar için özür hazırlamaktadırlar. Fransız Devrimi'ni, N apole
on savaşlannın felaketleri ve kan dökmelennin sorumlulu
gu dışında tutmaya çalışan, Fransız tarihçisi Lefebvre, bun
lan "mizacı banş ve ölçülülükle kolay kolay bagdaşamayan
bir generalin diktatörlügü"ne bağlarnıştır.30 Almanlar bugün
Hitler'in bireysel kötülüğünün kınanmasını , onu yaratan
toplum üstüne tarihçinin bir ahlak yargısında bulunmasına
memnuniyetle yeglemektedirler. Ruslar, Ingilizler ve Ameri
kalılar, kendi toplu suçlannın günah keçileri olarak Stalin,
Neville Chamberlain ya da McCarthy'ye karşı kişisel saldın
lara kolaylıkla katılmaktadırlar. Ayrıca, bireyler hakkındaki
övgü dolu ahlak yargılan da tıpkı bireylerin ahlakça suçlan
maları kadar yanlışa yol açıcı ve zararlı olabilir. Bazı köle sa
hiplerinin yüce gönüllü olduklannın teslim edilmesi köleli
gin ahlaka aykın oldugunun reddedilmemesi için sürekli bir
özür olarak kullanılmıştır. Max Weber "kapitalizmin işçiyi
ya da borçluyu içine soktugu efendisiz köleliğe" işaretle ve
haklı olarak tarihçinin onları yaratan bireyler hakkında de
ğil de, kurum hakkında yargıda bulunması gerektiğini öne
sürer.31 Tarihçi bireysel bir Dogulu despot hakkında yargı
da bulunmaz. Fakat, ondan diyelim ki, Doğulu despotizm
30 Pecuplcs tt Civilisalions. dh 14. Napoleon, s. 58.
31 fronı Max Wdıcr: Essays in Soc:iologv'den akıanna, 1947, s. 58.
135
ile Perikles Atinası'mn kurumlan arasında tarafsız ve kayıt
sız kalması da beklenemez. Bireysel bir köle sahibi hakkın
da yargıda bulunmayacaktır. Fakat bu onu köleci bir toplu
mu reddetmekten alıkoymaz. Gördüğümüz gibi, tarihi olgu
lar bir ölçüde yorumu gerektirirler; tarihi yorumlarsa her za
man ahlak yargılandır - isterseniz daha tarafsız görünen bir
terirole söyleyelim, değer yargılannı işin içine katarlar.
Gene de, bu , zorluklarımızın yalnızca başlangıcıdır. Ta
rih, öyle bir mücadele sürecidir ki, sonuçlarına, biz onla
rı ister iyi ister kötü sayalım, dogrudan ya da dalaylı -çoğu
kez dalaylıdan çok, doğrudan doğruya- başkalannın zara
rına olmak üzere erişilir. Kaybedenler öder. Tarihte ezilmek
doğaldır. Tarihin her büyük döneminde zaferler kadar da
kayıplar vardır. Bu, son derece karmaşık bir sorundur, çün
kü kaybedenierin zararını bazılannın daha çok yararlı çık
masıyla dengelernemize imkan verecek bir ölçütümüz yok
tur: Yine de böyle bir dengeye erişilmesi gerekir. Bu tarihe
özgü bir sorun değildir. Günlük yaşayışta, kabule yanaştı
ğımızdan çok daha büyük ölçüde, daha az kötüyü seçmek
ya da iyi gelecek diye kötüyü yapmak zorunluluğu ile karşı
karşıya kalınz. Tarihte bu sorun bazen "gelişmenin bedeli"
ya da "devrimin fiyatı" başlığı altında tanışılır. Bu, yanıltıcı
bir adlandırmadır. Bacon'ın On lnnovations (Yenilikler Üs
tüne) denemesinde söylediği gibi, "göreneklerde diretmek,
yenilik kadar karışıklık çıkarıcı bir şeydir." Var olanı koru
manın ayrıcalıksızlar bakımından maliyeti, yeniliğin ayrı
calıklanndan yoksun kılınanlar bakımından maliyeti kadar
büyüktür. Bazılannın yararının başkalannın acılarını meş
nı kıldığı tezi, her türlü hükümet fikrinin içinde vardır, bu
köktenci bir öğreti olduğu kadar tutucu bir ö�etidir de. Dr.
J ohnson, daha az kötü olma (ehven-i şer) kanıtını var olan
eşitsizliklerin sürdürülınesini haklı göstermek için başany
la kullanmıştır.
1 36
Hiç kimsenin mutlu olmamasındansa bazılannın mutsuz
olması daha iyidir, genel bir eşitlik durumunda hiç kimse
mutlu olmazdı.32
Fakat bu sorun en dramatik biçimleriyle kökten değişme
dönemlerinde görülür: tarihçinin bu sorun karşısındaki tu
tumunu en kolay burada inceleyebiliıiz.
1 780 ile 1870 yılları arasında Büyük Britanya'nın endüs
trileşmesi öyküsünü alalım. Hemen her tarihçi endüstri dev
rimini belki de hiç tartışmadan büyük ve ileri bir başarı ola
rak ele alır. Aynı zamanda, köylülerin topraktan atılıp, işçi
lerin sağlığa aykırı fabrikalara ve berbat konutlara tıkılına
larını ve çocuk emeğinin sömürülmesini de anlatacaktır. Bu
kötülüklerin sistemin işleyişi içinde oluştuğunu ; bazı işve
renlerin ötekilerden daha acımasız olduğunu söyleyebilir ve
bir kez bu düzen yerleşince, insancıl bir vicdanın yavaş ya
vaş gelişecegini bir ölçüde coşkuyla vurgulayacaktır. Muh
temelen, gene söylemeden, hiç değilse ilk aşamalarda, bir
ölçüde zorlama ve sömürünün endüstrileşmenin bedelinin
kaçınılmaz bir parçası olduğunu varsayacakur. Öte yandan,
ben, bu bedeli düşünerek, ilerleme engellenseydi ve endüs
trileşilıneseydi diyen bir tarihçi de duymuş değilim; böyle
biri varsa şüphesiz Chestron ve Belloc okulundandır ve hak
lı olarak ciddi tarihçilerce önemsenmeyeceklir. Bu örnek be
ni ilgilendiriyor, çünkü, yakında, yazdığım Sovyet Rusya ta
rihinde köylülüğün kolektifleşmesini endüstrileşmenin be
delinin bir parçası olarak ele almak umudundayım ve pekala
biliyorum ki, Ingiliz sanayi devriminin tarihçileri örneğini
izleyerek kolektifleşmenin zulümlerini ve acılarını kötüle32 Boswell. Lif.: of Docıor Johnson. 1776, E\·ennan Yay., 2, s. 20. Bunda açıksözlü
lük erdemi vardır; Burcklıardı (Judgcıııcnıs on History und Hisrorians'da, s. 85),
�Genel olarak purt.ı ıuı:ri'den başka bir şey istememiş" olan ilerleme kurbanla
nnın "susıurulmuş inilıileri" için gözyaşlan döker, rakaı kendisı genel olarak
korunacak hiçbir şeyleri olmayan ancit'lı
rtginıc
kurbanlannın iniilileri karşı
sında sessi z kalır.
1 37
yecek, fakat bu süreci İstenilir ve zorunlu bir endüstrileşme
politikasının maliyetinin kaçınılmaz bir karşılıgı olarak ala
cak olursanız, kiniklik ve kötülükleri bagışlamak suçlama
sına uğrayacağım . Tarihçiler 19. yüzyılda Asya ve Afrika'nın
Batı uluslarınca sömü.rgeleştirilmesini yalnızca dünya eko
nomisine doğrudan etkileri nedeniyle değil, bu kıtalann geri
kalmış halkları için uzun dönemli sonuçlan açısından da ba
gışlama eğilimindedirler. Sonuçta denir ki, ne de olsa, Çağ
daş Hindistan Ingiliz idaresinin çocuğudur, Çağdaş Çin de
1 9 . yüzyıl Batı emperyalizminin ürünüdür (buna Rus Devri
mi'nin e tkisi de eklenebilir) . Yazık ki, açık limanlardaki Ba
tılıların fabrikalannda çalıştırılan Çinli işçiler ya da Güney
Afrika madenlerindekiler yahut Birinci Dünya Savaşı'nda
Batı Cephesi'ndekiler sağ kalıp da, Çin Devrimi'nden sağla
nan şan, şeref ya da yararlan paylaşamamışlardır. Karşılığı
nı ödeyenler nadiren kazançlan toplayanlardır. Engels'in iyi
bilinen şu ünlü sözleri buraya rahatsız edici derecede uygun
düşmektedir.
Tarih bütün tanrıçaların aşagı yukarı en acımasızıdır; yal
nızca savaşta degil, "barışçı" ekonomik kalkınma dönem
lerinde de zafer arabasını arkasında ceset yıgınları bıraka
rak sürer. Biz erkekler ve kadınlar, ne yazık ki, gerçek bir
ilerleme için hemen hemen oransız görünen acılar tarafın
dan zorlanmadıkça, cesaretimizi toplamayacak kadar apta
lızdır. 33
Ivan Karamazov'un ünlü karşı çıkışı yiğitçe bir yanlıştır.
Biz, toplumun içine doğanz, tarihin içine doğarız. Bize ka
bul ya da reddi seçme hakkıyla verilen bir giriş biletinin öne
rildiği bir an yoktur. Tarihçi acı çekme sorununa din bilim
ciden daha kesin bir cevap getiremez. O da, daha az kötü
33 24 Şubat 189.3 tarihli Daniclson'a mektupta, Karl Marx and Frirdrich Engels:
Correspondance 1846- 1 895, 1 934, s. 5 10.
1 38
(ehven-i şer) ya da iyinin daha agır basması tezine başvur
mak zorunda kalır.
Fakat, tarihçinin -bilginden farklı olarak- malzemesi ge
reği bu ahlaki yargılama sorunlanna girmesi olgusu, tarihin
tarih-üstü bir deger ölçütüne uyruk kılınmasını içermez mi?
Böyle oldugunu sanmıyorum . Diyelim ki, "iyi" ve "köLü" gi
bi soyuL kavramlar ve bunların daha incelikli olarak gelişti
rilmişleri tarihin sınırlarının dışında kalırlar. FakaL, böyle
olsa da, tarihi ahlak incelemelerinde, matematik ya da man
Lık formülleri fizik biliminde nasıl bir rol oynarsa aşagı yu
karı aynı rolü oynarlar. Bunlar, düşüncenin onsuz olunamaz
kategorileridir; fakat , özgül bir içerikle doldurulana kadar,
bunlar, anlam ya da uygulamadan yoksundurlar. Başka bir
benzetmeyi yeglerseniz, tarihte ya da günlük yaşayışta baş
vurdugumuz ahlaki kurallar banka çeklerine benzerler: Ba
sı lı ve yazılı kısımları vardır. Basılı kısım özgürlük ve eşit
lik, adalet ve demokrasi gibi soyut kelimelerden oluşmuş
tur. Bunlar, zorunlu kategorilerdir. Fakat, çek, eşitirniz ola
rak kabul ettigirniz kimseler için ne kadar ve ne miktarda
özgürlük ayırınayı önerdigimizi belirleyen öteki kısımlarını
doldurmadıkça degersizdir. Degişik zamanlarda çeki nasıl
doldurdugumuz tarihin araştım1a konusudur. Soyut ahlaki
kavramlara, özgül tarihi içerik verilmesi süreci tarihi bir sü
reçtir; gerçekten, bizim ahlaki yargılarımızın içinde oluştu
gu kavramsal çerçeve tarihin kendi eseridir. Ahlak sorunlan
üstüne çagdaş uluslararası anlaşmazlıkların en yaygın biçi
mi özgürlük ve demokrasi üstüne, rakip iddialar üsLüne bir
tartışmadır. Kavram lar soyut ve evrenseldir. Fakat, bunlara
verilen içerikler tarih boyunca, zamandan zamana ve yerden
yere degişir; bunların uygulamalarına ilişkin pratik sorun
lar ancak tarihi baglamları içinde anlaşılabilir ve tartışılabi
lir. Biraz daha az yaygın bir örnek alalım. Ekonomik politi
kaların istenilirliginin ölçülüp değerlendirilebilecegi nesnel
1 39
ve tartışmasız bir ölçüt olarak, "ekonomik rasyonellik" kav
ramının alınması önerilmiştir. Bu girişim, hemen çökmüş
tür. Klasik ekonomi yasalarıyla yetiştirilen teorisyenler ak
li ekonomik süreçlere akıl dışı bir müdahale diye, planlarna
yı ilkece reddederler; örneğin, plancılar fiyat poli tikalannda
arz ve talep yasasına bağlı olmayı reddederler, planlama dö
neminde saptanan fiyatların ise akli bir temeli olamaz. El
bette, plancılann çoğu kez akıl dışı olarak ve bu nedenle de
akılsızca davrandıkları doğru olabilir. Fakat, onların klasik
ekonominin eski "ekonomik rasyonellik" ölçütüyle değer
lendirilmemeleri gerekir. Kişisel olarak benim, aslında akıl
dışı olanın, denetimsiz ve örgütsüz
bı rakm-yapsınlar ekono
misi olduğu ve planlamanın bu sürece "ekonomik rasyonel
lik" getirme yolunda bir girişim olduğu şeklindeki karşıt te
ze daha fazla yakınlığırn vardır. Fakat şu anda işaret etmek
istediğim tek şey tarihi eylemlerin yargılanabileceği soyut ve
tarih-üstü bir ölçüt kurmanın imkansızlığıdır. Her iki taraf
da kaçınılmaz olarak kendi tarihi koşullarına ve emellerine
özgu içerikleri ölçüt olarak görmüşlerdir.
Bu, tarihi olayların ve durumların yargılandığı, tarih-üstü
bir ölçüt kurma çabasında bulunanların gerçek günahıdır
bu ölçüt ister din bilimcilerce öne sürülmüş kutsal bir oto
riteden çıkarılmış olsun, ister Aydınlanma filozoflannca öne
sürülmüş değişmez Akıl ya da Doğa'dan çıkarılmış olsun .
B u günah, ölçütOn uygulanmasından çıkan kusurlardan ya
da ölçütün kendi içindeki eksikliklerden gelmemektedir.
Bu, böyle bir ölçüt kurma girişiminin tarihe aykın oluşudur
ve tari hin özünün ta kendisiyle çelişmesidir. Bu , tarihçinin
rnesleğinin kendisini surekli olarak sormaya zorladığı sonı
lar konusunda dogmatik bir cevabı olması demektir: Bu so
rulara cevaplan önceden kabul etmiş tarihçi, çalışmaya göz
leri bağlı başlamaktadır ve görevine ihanet etmektedir. Ta
rih harekettir ve hareket karşılaştırma demektir. Tarihçile140
rin ahlaki yargılarını "ilerici" ve "gerici" gibi karşılaştırma
cı nitelikteki kelimelerle açıklamaya, "iyi" ve "kötü" gibi uz
laşmaz mutlaktarla açıklamaktan daha çok eğilimli olmala
nnın nedeni budur; bunlar farklı toplumları ya da olgula
n bazı soyut ölçütlerle değil birbirleriyle ilişkileri içinde ta
nımlama girişimleridir. Üstelik, bu, sözde soyut ve tarih-dı
şı değerleri inceleyince, bunların da gerçekte tarihten temel
tendiklerini görürüz. Belli bir zaman ya da yerde belirli bir
değerin ya da ülkünün ortaya çıkışı, o yer ve zamanın tarihi
koşullarıyla açıklanabilir. Eşillik, özgürlük , adalet ya da Do
ğal Hukuk gibi varsayımsal mutlak kavramların pratik içe
rikleri dönemden döneme ya da kıtadan kıtaya değişir. Her
grubun tarihten kaynaklanan kendi değerleri vardır. Her
grup, yabancı ve kendine uymayan değerlerin içine girmesi
ne karşı, bunları burjuva ve kapitalist ya da anti-demokratik
ve totaliter yahut daha da kabaca, lngiliz-aleyhtan ve Ameri
kan-aleyhtarı gibi hakaret dolu sıfatlarla damgalayarak ken
dini savunur. Toplumdan ayrılmış, tarihten ayrılmış soyut
ölçüt ya da değer, soyut birey kadar hayaldir. Ciddi tarih
çi, kendi değerlerinin tarihin dışında bir nesnelliği olduğu
nu öne sürmeyerek, bütün değerlerin tarihi olarak koşullan
dırılmışlıklarıru kabul eden tarihçidir. lnançlanmız ve bağ
lı olduğumuz değer ölçütleri, tarihin parçalandır ve insan
davranışının başka herhangi bir yanı kadar, bunlar da tarihi
araştırmanın konusudurlar. Bugün çok az bilim -nerde kal
dı ki toplumsal bilimler- tam bir bağımsızlık iddiasında bu
lunabilir. Fakat tarihin onu öteki herhangi bir bilimden ayırt
edecek kendi dışındaki bir şeye temel bir bağımlılığı yoktur.
Tarihin bilimler arası nda sayılması tezi üstüne neler söy
lemeye çalıştığıın ı özetleyeyim. Bilim kelimesi halen pek
çok farklı yöntemi ve tekniği olan öylesine farklı bilgi dalla
rını kapsamaktadır ki , tarihi bilimin dışında bırakmak iste
yenlerin tezlerini kanıtlamaları, tarihi bilimler içinde sayan141
ların bunun aksini kanıtlamasından çok onlara düşer. Tari
hi, bilimler dışında sayma çabalarının tarihçileri kendi se
çilmiş topluluklarının dışında tutma endişesinde olan bi
lim adamlanndan değil de, tarihin insan duygularını geliş
tirici bir edebiyat dalı olma durumunun korunması endişe
sindeki, tarihçi ve filozoflardan gelmesi anlamlıdır. Bu tar
tışma, edebiyat adı altında toplanan insan bilimlerinin ege
men sınıfın geniş kültürünü, fen bilimlerinin de bu sınıfa
hizmet eden teknisyenierin becerilerini temsil ettiğini var
sayan , edebiyat ile fen arasındaki eski ayrımın önyargısını
yansıtmaktadır. "Beşeri bilimler" ve "insana ilişkin" kelime
lerinin kendileri bu bağlam içinde, eskiden beri geçerli olan
bir önyargının kalıntısıdır; gerçi, bilimle tarih arasında kar
şıtlığın Ingilizce dışında hiçbir dilde anlamlı olmaması da
bu önyargının adalılara özgü niteliğini göstermektedir. Ta
rihe bilim demeye karşı çıkılınasına benim baş itirazım, bu
nun "iki kültür" denilegelen ayrımı haklı göstermesi ve sü
rekli kı lmasıdır. Bu ayırmanın kendisi, İngiliz toplumunun
kendi geçmişine özgü sınıf yapısına dayanan eski bir ö nyar
gının bir ürünüdür; ben, kendi payıma, tarihçiyle jeologu
birbirinden ayıran uçurumun jeologu fizikçiden ayıran uçu
rumdan daha derin ya da bir köprüyle birleştirilemez oldu
ğuna inanmıyomm. Fakat, benim görüşüınce bu yarı aşma
nın yolu tarihçilere temel fen bilimleri ya da fen bilimcile
re temel tarih bilimleri öğretmek değildir. Bu, kanşık kafa
lı kimselerce yöneltildiğimiz çıkmaz bir sokakur. Bakın, fen
bilimcilerinin kendileri böyle davranıyorlar mı? Mühendis
lerin temel botanik derslerine devam etmelerinin öğütlendi
ğini hiç duymadım.
Benim önerebileceğim bir çare, tarihimizin ölçütlerinin
geliştirilmesi, -eğer böyle diyebilirsem- daha bilimsel kılın
ması, tarih araştırmacılarından daha sıkı isteklerde bulun
ınamızdır. Tarih , akademik bir disiplin olarak bazen bu üni142
versitede klasikleri çok zor ve fen bilimlerini çok ciddi bu
lanlann toplandığı, işe yaramayan her şeyin içine atıldığı bir
sepet olarak düşünülmektedir. Bu konuşmalarda size ver
meyi umdugum bir izlenim, tarihin klasiklerden çok daha
zor ve herhangi bir fen bilimi kadar ciddi bir konu oldugu
dur. Fakat bu çarenin uygulanması tarihçilerin kendi ara
larında yaptıkları işe daha güçlü bir inançla baglanmaları
nı gerektirir. Sir Charles Snow, bu konuda verdigi yeni bir
konferansta bilim adamlarının "aceleci" iyimserligiyle ken
disinin "edebiyatçı aydınlar" dediklerinin "kısılmış sesleri"
ile "topluma karşı duyguları"nı karşılaştırdıgında haklı bir
noktaya deginiyordu. 34 Bazı tarihçiler -hele, tarihçi olmadan
tarih üstüne yazanlar- bu "edebiyatçı aydınlar"dandır. Bun
lar tarihin bir bilim olmadıgım söylemek ve onun ne olama
yacagını ya da yapamayacagını, ne yapmaması gerektigini
açıklamakla öylesine meşguldürler ki, onun başarılarını ve
imkanlarını degerlendirmek için zamanları yoktur.
Aradaki yarı kapatmanın bir başka yolu da bilim adamla
rıyla tarihçiler arasındaki amaç özdeşliğinin daha iyi ania
şılmasını saglamaktır; tarih ve bilim felsefesi konusunda ye
ni yeni duyulan ve büyüyen ilginin degeri de, başlıca bun
dan ileri gelmektedir. Bilim adamları, toplumsal bilimcile
ri ve tarihçilerin hepsi aynı inceleme alanının ayn daUanna
baglıdırlar: Insanın ve çevresinin, insanın çevresine etkisini
ve çevrenin insana etkisini incelemek. Bu incelemenin ama
cı aynıdır: Insanın çevresini anlamasını ve onun üstündeki
egemenligini geliştirmek. Fizikçinin, yer bilimcinin, ruh bi
limcinin ve tarihçinin varsayımları ve yöntemleri birbirle
rinden ayrıntılarda ayrılırlar; daha bilimsel olmak için, ken
dimi, tarihçinin fizik bilimlerin yöntemlerini daha yakından
izlemesi gerektigi önerisine baglamak istedigimi de sanma
yın. Fakat, tarihçi ve fizik bilimci açıklama aramak gibi te34 C.P. Snow, Tlıc Two Cıılıurts ımtf Scientific Rt"Vo!ufion, 1959, s. 4-8.
143
mel bir amaçta ve sorup cevaplamak gibi temel bir süreçte
birleşmişlerdir. Tarihçi, bütün bilim adamlan gibi, durma
dan "niçin" sorusunu soran bir yaratıktır. Gelecek konuş
mamda, bu soruyu ne gibi yollardan ortaya koydugunu ve
cevaplamaya çalışugını inceleyeceğim.
1 44
4
Tarihte Nedensellik
Süt bir tencereye konup da kaynatıldıgı zaman taşar. Bu
nun neden oldugunu bilmiyorum, hiçbir zaman bilmek de
istemedim; eger, zorlansaydım, bunu belki de, sütün için
deki �şma egilimine baglardım ki, bu, yeterince dogrudur,
ama hiçbir şey açıklamaz. Fakat, zaten ben de doga bilimci
si degilim. Aynı şekilde birisi neden olduklarını bilmek is
temeden geçmişin olaylarını okuyabi lir, hatta yazalıilir ya
da tkinci Dünya Savaşı'nın Hitler sava.ş istedigi için çıktıgını
söylemekle yetinebilir, bu da yeterince dogrudur, ama hiçbir
şey açıklamaz. Fakat, öyleyse kendine tarih araştineısı ya da
tarihçilik yakışurarak yanlış bir adlandırmada bulunmama
lıdır. Tarih incelemesi nedenlerin incelenmesidir. Geçen ko
nuşmamın sonunda söyledigim gibi , tarihçi durmadan "ni
çin" sorusunu sorar; cevap bulmayı umdugu sürece de du
ramaz. Büyük tarihçi -ya da, daha geniş söyleyeyim, büyük
düşünür- yeni olaylar hakkında ya da yeni bağlamlar içinde
"niçin" sorusunu soran kimsedir.
Tarihin babası Herodotos, kitabının en başında amacını
şöyle tanımlamıştı: Yunanlıların ve barbarların yaptıkları145
nın anısını kommak, "ve özellikle, her şeyin ötesinde, bir
birleriyle savaşmalarının nedenini vermek." Herodotos, eski
donyada çok az izleyici bulmuştur: Thukydides bile açık bir
neden anlayışı olmamakla suçlanmıştır. * Fakat, 18. yüzyıl
da çagdaş tarihçiligin temelleri atılmaya başlandıgında, Ro
malıların Büyüklüğünün, Yükselişinin ve Çök�ünıin Nedenleri
Üstüne Düşünceler kitabında Montesquieu çıkış noktası ola
rak şu ilkeleri almıştı: "Her krallıgı yükselten, sürdüren ya
da yıkan manevi ya da maddi genel nedenler vardır" ve "bü
tün olanlar bu nedenlerledir. " Birkaç yıl sonra
hu
Yasalann
Ru
kitabında bu fikrini geliştirdi ve genelleştirdi. "Dünyada
gördügümüz bütün olayları kör talibin Orettigini" varsay
mak saçmaydı . I nsan "yalnız keyfince yöneltilmez"; davra
nışları "eşyaların dogası"ndan gelen belirli yasaları ve ilkele
ri izler. * * Bundan sonra hemen hemen 200 yıl boyunca, ta
rihçiler ve tarih filozofları yogun bir şekilde tarihi olayların
nedenlerini ve bunları yöneten yasaları bularak i nsanlıgın
geçmiş deneyimlerini duzenlemekle ugraşnıışlardır. Neden
ler ve yasalar bazen mekanik. bazen biyolojik terimler için
de düşunuldü; bazen metafizik olarak, bazen ekonomik, ba
zen de psikoloj ik. Fakat, kabul edilen teori, tarihin dOzen
li bir neden ve sonuç sırası içinde geçmişin olaylarını art ar
da dozeniernekten ibaret olduğuydu. Vollaire,
Encyclopedie
için yazdıgı tarih üstüne bölümde şöyle demektedir, "Amu
Derya ve Sir-i Derya kıyılarında bir barbarın ötekinin yeri
ni aldığından başka bize anlatacak bir şeyiniz yoksa, bundan
bize ne?" Son yıllarda bu tablo bir dereceye kadar degişmiş
tir. Geçen konuşmamda söz ettigim nedenlerden ötürü , bu
günlerde artık tarihi "yasalar"dan söz edilmemektedir; bir
ölçüde burada tartışmasına girmemin gerekmedigi bazı fel
sefi bulanıklıklardan, bir ölçüde de, biraz sonra değinece-
(*) F.M. Comrord. Thucydidcs Myıhisıoricııs. passi m.
(**) De /'esprit c/es lois, önsöz ve böl um 1 .
146
gim determinizmle birlikte geldiği düşünüldügünden, ''ne
den" kelimesinin bile modası geçmiştir. Bu yüzden bazıla
n tarihte " neden"den söz etmez, "açıklama" ya da "yorum"
veya "durumun mantıgı" ya da "olayların iç mantıgı"ndan
(bu, Dicey'den gelmektedir) söz eder, ya da, nedensel yak
laşımı (neden oldu'yu) reddeder, onun yerine, işlevsel yak
laşımı (nasıl oldu'yu) savunur; oysa, bu, kaçınılmaz olarak
olayiann nasıl olup da meydana geldigi sorusunu işin içine
katar ve bizi gene "niçin" sorusuna götürür. Daha başkaları
(arklı neden türleri -mekanik, biyolojik, psikolojik ve öteki
ler- arasında ayn m yapar ve tarihi nedeni kendine özgü bir
bölüm sayar. Bu ayrımlar bir dereceye kadar geçerliyse de,
bütün neden türlerini birbirinden ayıran şeyin üstünde dur
maktan çok, bunlarda ortak olan üstünde durmak şimdi
ki amaçlanmız için daha yararlı olabilir. Ben kendi payıma,
herkesçe, anlaşıldıgı anlamında "neden" kelimesini kullan
roakla yetinecegim ve bu özel incelikiere aldırmayacagım.
Olayların nedenlerini göstermek zorunluluguyla karşı
karşıya kalınca tarihçinin uygulamada ne yaptıgını sorarak
işe başlayalım. Neden sorunu karşısında tarihçinin yaklaşı
mının ilk özelligi genel olarak aynı olaya birkaç neden bir
den göstermektir. Iktisatçı Marshall, bir keresinde şöyle de
mişti, "Insanlar başka nedenlerin etkisini hesaba katmadan
herhangi bir tek nedenin etkisini incelemek üzere uyanlma
lıdır; çünkü, o başka nedenlerin etkileri de incelenen o tek
nedenin etkileri ile kanşmıştır."1 " 1 9 1 Tde Rusya'da niçin
devrim oldu" sorusunu cevaplarken tek bir neden gösteren
ögrenci orta alırsa şanslı sayılır. Tarihçi çok nedenle çalışır.
Bolşevik Devrimi'nin nedenlerini sıralaması istenirse, Rus
ya'nın birbiri ardınca gelen askeri yenilgilerini, savaşın bas
kısıyla çöken Rus ekonomisini, Bolşeviklerin etkin propa
gandasını. Çarlık hükümetinin tarım sorununu çözemeyişi1
Menıorials cıf Alfred Marshall. der. A.C.
Pigou, 1925, s. 4-28.
147
ni, Petrograd fabrikalarında yoksullaşmış ve sömürülen pro
letaryanın birikmesini, Lenin'in ne yapmak istediğini bildi
ği, oysa karşı taraftan hiç kimsenin ne yapmak istediğini bil
mediği olgusunu - kısacası ekonomik, siyasal, ideolojik ve
kişisel nedenlerin, uzun ve kısa dönemli nedenlerin rastgele
bir karmaşasını sıralar.
Fakat, bu bizi hemen tarihçinin yaklaşımının ikinci özel
liğine getirir. Sorumuzun cevabında Rus Devrimi'nin bir dü
zine nedenini birbiri ardınca sıralayıp, böylece bırakmak
la yetinen bir öğrenci iyi alır, ama pekiyi alamaz. Sınavı ya
panların yargısı, "bilgili, fakat düşünme gücü zayıf' olur.
Gerçek bir tarihçi, kendi topladığı bu nedenler listesini eli
ne alınca, bir çeşit mesleki zorlama ile bunu bir düzene in
dirgemek, birbirleriyle ilişkilerini kuran bir nedenler hiye
rarşisi meydana getirmek, belki hangi nedenin ya da neden
ler grubunun, "son bakışta" ya da nihai analizde (tarihçile
rin pek sevdikleri deyişler) en son neden, bütün nedenler
nedeni olarak ele alınması gerektiğini kararlaştırmak gere
ğini duyacaktır. Bu, şu konu hakkında onun yaptığı yorum
dur; tarihçi ağırlık verdiği nedenlerle tanınır. Gibbon, Ro
ma imparatorluğu'nun gerilemesini ve çöküşünü barbarh
ğın zaferine ve dine bağlar. 19. yüzyıl ingiliz Whig tarihçile
ri, ingiliz gücünü ve başansını Anayasal özgürlüğün ilkele
rini içinde taşıyan siyasal kurumların gelişmesine bağlamış
lardır. Bugün Gibbon ve 19. yüzyıl ingiliz tarihçilerinin ba
kış açısı bize modası geçmiş görünüyor, çünkü, çağdaş ta
rihçilerin en başa koydukları ekonomik nedenleri görmez
likten gelmişlerdir. Her tarih tezi nedenlerin önceliği soru
nu çevresinde döner.
Geçen konuşmamda sözünü ettiğim çalışmasında Henri
Poincare, bilimin aynı zamanda hem "çeşitlilik ve karmaşık
lığa", hem de "birlik ve basitliğe doğru" geliştiğini, bu iki
li ve görünürde çelişkili sürecin bilginin gerekli bir koşulu
148
olduğunu belirtmiştir.2 Bu, tarih için de bir o kadar geçerli
dir. Tarihçi araşurmasını genişletip, derinleştirirken, "niçin"
sorusuna durmadan daha çok cevap toplayıp biriklirir. Son
yıllarda tomurcuklanan ekonomik, toplumsal, kültürel ve
yasal tarih -haydi siyasal tarihin karmaşıklıkianna getirilen
yeni bakış açılan ve yeni psikolojik ve istatistik tekniklerden
söz etmeyelim- cevaplarının sayısını ve dizisini son derece
büyütmüştür. Bertrand Russell, "bilimdeki her ilerleme, bi
zi ilk gözlemlenen kaba tek biçimiiliklerden uzaklaştınr, da
ha büyük bir önce gelen - sonra olan farklılaşmasına ve git
gide büyüyen ilgili olduklan anlaşılan önce gelenler döngü
süne götürür"3 dedigi zaman, tarihin durumunu da dogru
olarak betimlemişti. Fakat, tarihçi geçmişi anlama dürtüsü
nün baskısıyla, aynı zamanda tıpkı bir fen bilimeisi gibi ce
vaplarının çeşitliligini azaltmaya, bir cevabı bir başkasına
baglamaya, olayiann kargaşasına ve özgül nedenlerin karga
şasına bir çeşit sıra ve birlik getinneye zorlanır. "Tek tanrı,
tek yasa, tek öge ve uzaktaki tek tanrısal olay"; ya da Henry
Adams'ın "egitilmiş olma iddiasına parlaklık verecek büyük
bir genelleme''yi arayışı4 - bunlar, bugün modası geçmiş şa
kalar gibi geliyor insana. Fakat, tarihçinin nedenlerin çogal
tılmasıyla olduğu kadar basilleştirilınesiyle de uğraşması ge
rektiği bir olgudur. Tarih, bilim gibi, bu ikili ve çelişik görü
nen süreç içinde ilerler.
Bu noktada, yoldan çıkancı iki çekici sorunu ele almak
için bir an konudan ayrıimam gerekiyor - bu sorunlardan
biri "Tarihte Determinizm ya da Hegel'in Kötülüğü " , öte
ki "Tarihte Rastlantı ya da Kleopatra'nın Burnu" adını taşı
maktadır. Öncelikle bunların nasıl karşımıza çıktıkları hakl
H. Poincarc. Lu Scicııcc
3
B. Russell, Mysıidsm c.ırıJ Loı:ic. ı 9 1 8 , s. ı SB.
4
cı
l'lıypoılıtsc. ı902, s. 202-203. "Bilim ve Varsayım"
MEB Klasikleri arasında çe.vrilmi.şıir.
Tlre Educcııioıı of Hı:ııry .o\dams, Bosıon. 1 928. s. 224.
149
kıncia bir iki söz söylemeliyim. 1 930'larda Viyana'da bilim
de yeni bakış açısı üstüne önemli bir eser
[The Logic of Sci
entific Enquiry (Bilimsel Araştırmanın Mantıgı) adıyla Ingi
lizeeye çevrildi ] yazan Profesör Karl Popper'in savaş sırasın
da daha halk düzeyinde iki kitabı yayımlanmıştır: The Open
Society and Its Enemies (Açı k Toplum ve Düşmanları) ve
The Poverty of Historicism (Tarihsiciligin Sefaleti) . 5 Bunlar
Platon'la birlikte Nazizmin manevi atası sayılan Hegel'e ve
1930'lardaki Ingiliz solunun fikri ortamı olan hayli yüzey
sel bir Marksizme karşı duygusal bir tepkinin etkisiyle ya
zılmışlardır. Bu eserlerin başlıca nişan tahtalan "tarihsicilik"
(historisizm) diye hakaretamiz bir ad altında bir araya geti
rilen Hegel ve Marx'ın sözde determinist tarih felsefeleridir.6
1954'de Sir lsaiah Berlin
Histoıical Irıevitability (Tarihi Kaçı
nılmazlık) üstüne denemesini yazmıştır. Belki Oxford kuru
munun bu eski temel direğine hala süren bir saygı nedeniy5
6
Tarihsiciligiıı Sejiıleti kitap olarak ilk kez
195Tde basılmışur, fakat, özgün ola
rak 1 944 ve 1 945'tc yayımlanan makalelerden oluşmaktadır.
Keskinlık gerektirmeyen bir ya da iki yer dışında "tarihsicilik" (historicism)
kelimesini kullanmaktan kaçınmışum; çunkı:ı, Profesör Popper'in bu konu
ı:ısıı:ıne geniş ölçude okunan yazılan terimi kesin anlamdan yok•un kılmıştır.
Terimierin kesinligi iıstı:ındc sürekli olarak ısrar etmek ukalalıktır. Fakat, in
san ne hakkında konuştugı.ınu bilmelidir. Profesör Popper "tarihsici"ligi faz
lalıklann içine aıı ldıgı bir sepet gibi, tarih hakkında hoşlanmadıgı (bazılan
bana saglam gozuken. bazılan ise. korkanm, bugun hiçbir ciddi yazarca savıı
nulmayan) her görüş için kullanmaktadır
(Tarihsiciligin Sefaleti s.
3'tc.l Ken
disinin de teslim cııigi gibi, Popper. bilinen hiçbir "tarihsici"nin kullanmadı
ıı "ıarihsici" tezler icat etmektedir. Onun ele alışında, tarihsicilik hem tari
hi bilimle özdeşlcştiren hem de bu ikisini keskin bir biçimde ayıran teorile
ri kapsamaktadır. Ondeyiden sakınan Hegel Açı lı Toplum'da tarihsiciligin baş
papazı olarak sunulmuştur, ama Tarihsiciliğin Sefalet i 'ne girişte tarihsicilik,
"ana amacını
tarihi öndı:yilcr yapmalı sayan, toplumsal bilimiere bir yaklaşım"
olarak tanımlanmıştır. Popper'e kadar "tarihsicilik" genel olarak Almanca
"Hisıorisrnus"un
Ingilizce karşılı� olarak kullanılmıştır; şimdi Profesör Pop
per "tarihsiciligi"
(lıisıorisiznı). "tarihçilik"ten (lıisıoıisrn) ayırt
etmekte, böy
lece de terimin zaten kanşık kullanılmasına daha buyıik bir kanşıklık ekle
mektedir. M.C. D'Arcy,
Tlıc Scnse of History: Secularand Sacred, ı959, s.
2'de.
"tarihsicilikn kelimesini "herhangi bir tarih felsefesiyle özdeş" olarak kullan
m.'lktadır.
1 50
le Platon'a saldırıda bulunmamış7 ve soruna Popper'de bu
lunmayan bir tez eklemiştir; Hegel ve Marx'ın "tarihsicili
ği" insan davranışlannı nedensel terimlerle açıklayarak insa
nın özgür istemini red anlamına geldiği ve tarihçilerin, tari
hin Charlemagnelan, Napoleonları ve Stalinlerini mahkum
etmeleri yükümlülüğünden (ki, bundan geçen konuşmam
da söz etmiştim) kaçınmalarına imkan verdiği için karşı çık
maları gereken bir tutumdur. Başkaca da fazla bir şey değiş
tirmemiştir. Fakat, Sir lsaiab Berlin hakkıyla tanınmış ve ge
niş ölçüde okunan bir yazardır. Son beş altı yılda bu ülke
de ya da Birleşik Amerika'da tarih hakkında bir makale ya
zan, hatta bir tarih eseri hakkında ciddi bir eleştiri yazan he
men herkes, Hegel ve Marx ve determinizme bilgiçce burun
kıvırmışur ve tarihte rastlantının rolünü kabul etmemenin
saçmalığına işaret etmiştir. Sir lsaiab Berlin'i çömezlerindcn
sorumlu tuunak belki haksızlık olur. Kendisi saçma konuş
tuğu zaman bile, bunu çekici ve alımlı bir biçimde sunarak
hoşgörümüzü kazanmaktadır. Çömezleri saçmal ığı yineli
yor, alımlı da olamıyorlar. Her neyse, bütün bunlarda yeni
bir şey yoktur. Bizim, Çağdaş Tarih kürsüsüne gelmiş geç
miş profesörler arasında en pariağı olduğu söylenemeyecek
ve herhalde Hegel'i hiç okumamış, Marx'ı duymamış olan
Charles Kingsley 1 860'taki açış konuşmasında tarihte hiç
bir " kaçınılmaz sonuç" bulunamayacağına kanıt olarak in
sanın "kendi varoluş yasalannı kıran gizemli gücü"nden söz
etmiştir.8 Fakat
iyi ki Kingsley'i unutmuşuz. Popper ile Sir
lsaiab Berlin, kendi aralarında bu ölü beygiri kırbaçlaya kır
baçlaya şöyle böyle canlanmış gibi gösterıneyi başarmışlar
dır; bu karrnakanşıklığa bir düzen getirrnek için bir miktar
sabır göstermemiz gerekecektir.
7
Ne var ki. ilk faşist diye Plaıon'a saldınlınası, Oxfordhı biri, R.H. Crossman ta·
rafından bir radyo yayın dizisinde başlamışıır.
8
Plaıo Today,
1937.
C. Kingslcy. Tiı( Limiıs of Exacı Scieııcc As Applied ıo History, 1860,
s.
22.
1 51
Önce determinizmi ele alayım, onu -umarım, tartışılması
gerekmeksizin- olmuş olan her şeyin neden ya da nedenleri
bulundugu ve neden ya da nedenler degişik olmadıkça fark
lı (bir şeyin) olamayacagı inancı diye tanımlayaca�m.9 De
terminizm, tarihin degil bütün insan davranışının bir soru
nudur. Eylemlerinin nedeni olmayan ve bu yüzden de belir
lenmiş olmayan insan, önceki konuşmada söz ettigirniz top
lum dışındaki birey kadar bir soyutlamadır. Profesör Pop
per'in "insan işlerinde her şeyin olabilecegi"10 tezi ya anlam
sız ya yanlıştır. Günlük hayatta buna hiç kimse inanınaz da,
inanamaz da. Her şeyin bir nedeni oldugu beliti (aksiyomu)
çevremizde olup bitenleri anlama yetenegimizin bir koşulu
dur. 1 1 Kafka'nın romanlanndaki karabasan özelligi olup bi
ten hiçbir şeyin görünür ya da dognıluğtı belirlenebilir bir
nedeni olmayışından ileri gelmektedir; bu insan kişiliginin
toptan parçalanmasına vanr, çünkü olayların nedenleri bu
lundugu ve bu nedenlerin yeteri kadarının insan zihninde
bir eylem kılavuzu olmaya elverecek kadar tutarlı bir geç
miş ve şimdi tablosu kurmaya yaradıgı varsayımına dayanır.
Günlük hayat insan davranışlannın ilkelee dognılugu araş
tırılabilir nedenler tarafından belidendiği varsayılmadıkça
imkansız olurdu. Insanlar bir zamanlar dogal fenomenleri
araştırmanın, bunlar besbelli ki tanrısal isternce yöneltildik
leri için küfür oldugunu düşünürlerdi. Bizim insanların ni
çin öyle davranmış olduklannı açıklamamıza, Sir Isaiah Ber9
"Determinizm . . . veriler böyle oldukça, olan her şey kesinlikle b6yle olacaktır
ve farklı olamaz . . . demektedir. Farklı olabilcccgini kabul etmek yalnızca. ven
lerin farklı olaı:aııı anlamına gelir."
Essays Prcscrıh:ıl ıo Ernsı Cassic ı.
1936,
s.
1 8'dc S. W. Alexander.
10 J<.R. Poppcr. Thr Operı Sııcicty. ı. b;ısım . 1952, s. 197.
ll
"N edensellik yasasını dünya bizim üstıimüzc zorlamaz." bu "bizim için. belki
kendimizi dünya)·a uyarlarnam ız ın en elverişli yönıcmidir" . ] . RucfL
Ph_ysiccıl
to ılır Socicıl Scimc.:s,
Balıimorc.
1929,
s.
52.
From ıh.
Profesör Popper'in ken
disi de nedensellik inancına "Gayet haklı hir mctodoloji kuralının metafızıksel
varsayımlanması" demektedir.
1 52
lin'in bu eylemlerin insan istemince yönettiimiş olduklarına
dayanarak karşı çıkışı aynı tür bir düşüncedir, belki de top
lumsal bilimlerin bugün, kendilerine bu tür tezler yönehil
digi zaman doga bilimlerinin bulunduğu gelişme düzeyinde
oldugunu göstermektedir.
Bu sorunu günlük hayatta nasıl ele aldığımızı görelim.
Günlük işierimize bakarken Srnith'e rastlarsınız. Ona sevim
li bir biçimde, fakat herhangi bir şey kastetmeksizin, hava
dan ya da kolejin durumundan veya üniversite işlerinden
söz edersiniz; o da size sevimli, fakat herhangi bir şey kas
tetmeksizin, havadan ya da işlerin durumundan dem vurur.
Fakat, tutalım ki bir sabah sizin sözlerinizi olagan biçimde
cevaplamak yerine, görünümünüz ya da kişi liğiniz üstüne
sert bir söylev çekiyor. Omzunuzu silker ve bunu Smith'in
istem özgürlüğünün ve insan işlerinde her şeyin olabilecegi
olgusunun inandıncı bir göstergesi olarak mı ahrsınız? Sa
nırım almazsınız. Tersine herhalde şöyle bir şey söylersiniz,
"Zavallı Smith! Elbette, biliyorsun, babası akıl hastahanesin
de ölmüştü" ya da "Zavallı Smith! Yine karısıyla başı belada
olmalı . " Bir başka deyişle, mutlaka ortada bir neden olma
sı gerektiğine inandığınız için, Smith'in görünüşte nedensiz
davranışının nedenini tanımlamaya çalışırsınız. Böyle yap
makla da, korkarım, Smith'in davranışına nedensel bir açık
lama getirmekle, Hegel'in ve Marx'ın deterministçe varsayı
mını benimserliğinizi ve Smith'i bi r alçak diye ilan etme yü
kümlülüğünüzden kaçtığınızı size söyleyecek olan Sir lsaiah
Berlin'in hışmına uğrarsınız. Fakat, günlük hayatta hiç kim
se bu bakış açısını kullanmaz, ya determinizmin ya ahlaki
sorum luluğun tehlikede olduğunu düşünmez. Özgür istem
ve determinizm hakkındaki mantıki ikilem gerçek hayat
ta karşımıza çıkmaz. Bu, insan eylemlerinin bazılarının öz
gür, bazılannın ise belirlenmiş olduğu anlamına da gelmez.
Gerçekte, onlara hangi bakış açısından bakıldığına bağlı ola1 53
rak, bütün insan eylemleri hem özgür hem de belirlenmiş
tir. Uygulamadaki somn yine farklıdır. Smith'in eyleminin
bir ya da birçok nedeni vardır; fakat, bu eylem bir dış zor
lamayla değil de, kendi kişiliğinden gelen bir zorlamayla ol
muşsa, Smith eyleminden ahlakça sorumludur, çünkü nor
mal ergin insaniann kendi kişiliklerinden ahlakça sorumlu
olmaları toplumsal hayatın bir koşuludur. Bu özel durum
da, onu sorumlu tutup tutmamaksa sizin uygulamadaki yar
gınıza ilişkin bir sorundur. Fakat, eğer böyle yaparsanız, bu,
onun davranışını nedensiz sayınanız demek değildir: N eden
ve ahlaki sorumluluk ayn ayn kategorilerdir. Yakınlarda bu
ün iversitede bir Kriminoloji Enstitüsü ve Kürsüsü kurul
muştur. Eminim ki , suçun nedenlerini anştırmakla uğraşan
lardan hiçbirinin aklına gelmez ki , bu, onları suçlunun ahla
ki sorumluluğunu inkara bağlamaktadır.
Şimdi de tarihçiye bakalım. Sıradan ki.şiler gibi, o da in
san eylemlerinin ilkece araştırılabilir nedenleri bulunduğu
na inanır. Bu varsayım yapılmayınca, günlük hayat gibi ta
rih de imkansızdır. Bu nedenleri araştırmak tarihçinin özel
işlevidir. Bunun onda insan davranışının belirlenmiş yönü
ne özel bir ilgi yarattığı düşünülebilir: Fakat o -meğer ki gö
nüllü eylemlerin nedeni olmadığı yolundaki iler tutar tarafı
olmayan bir varsayıma dayanan- istem özgürlüğünü reddet
mesin. Kaçınılmazlık sorununu da kendine dert etmez. Öte
ki insanlar gibi, tarihçiler bazen tumturaklı konuşma mera
kına düşerler ve yalnızca ögelerin bir olayın olmasını bek
lemeyi çok olası kılan bir biçimde üst üste geldiğini söyle
yecek yerde, böyle bir olaydan "kaçınılmaz" diye söz eder
ler. Bu yakınlarda yazdığım tarihi tarayıp bu suçlu kelime
yi bulmaya çalıştım; ne yalan söyleyeyim, kendime büsbü
tün temiz bir sağlık karnesi veremedim: Bir bölümde, 1 9 1 7
Devrimi'nden sonra Bolşeviklerle Ortodoks Kilisesi arasın
da çatışmanın " kaçınılmaz" olduğunu yazmışım. Şüphesiz,
1 54
"büyük ölçüde olasıydı" demem daha akıllıca olurdu. Fa
kat böyle demenin bir parça ukalaca kaçacağını söylemek
geçerli mazeret olmaz mıydı? Uygulamada tarihçiler, olay
ların var olmadan önce kaçınılmaz olduklarını düşünmez
ler. Tarihçiler hayli doğru olarak bir nedenin sonuçta niçin
ötekilerden daha fazla seçilmiş olduğunu açıklamaya devam
eder, bir yeğleme imkanının bulunduğu varsayımı ile sık sık
öyküdeki ögelere ne gibi eylem imkanlarının açık olduğun
dan söz ederler. Tercihte hiçbir şey kaçınılmaz değildir, bir
şeyin başka türlü olmuş olması için ondan önceki nedenle
rin de başka türlü olması gerektiği biçimsel durum dışında.
Ben kendi payıma bir tarihçi olarak, "kaçınılmaz", düzeltile
mez", "kaçılamaz" hatta "silinemez" gibi kelimeleri kullan
madan yapmaya pekala hazırım. Bunlarsız hayat daha tek
clüze olacaktır. Fakat gelin onları ozanlara ve metafizikçile
re bırakalım.
Kaçınılmazlık suçlaması öylesine yavan ve anlamsız ola
rak ortaya çıkmış ve son yıllarda peşine öylesine hırsla dü
şülmüştür ki, bence bunun arkasındaki dürtülere bakmamız
gerekmektedir. Sanırım, bunun başlıca kaynağı "olması ola
sıydı" düşünce -ya da daha doğrusu duygu- okulu diyebile
ceğim şeydir. Bu okul kendini hemen hemen yalnızca çağdaş
tarihe bağlamaktadır. Geçen dönem burada , Cambridge'de,
bir derneğin " Rus Devrimi kaçınılmaz mıydı?" başlığıyla bir
konuşma ilanını görrnüştüm. Fakat, "Güller Savaşı kaçınıl
maz mıydı? " diye bir konuşma ilanı görseydiniz, hemen bir
şaka olduğundan kuşkulanırdınız. Tarihçi, Norman istila
sı ya da Amerikan Bağımsızlık Savaşı hakkında yazdığı za
man, sanki bunların olmaları zorunluymuş ve sanki onun
işi sadece neyin niçin olduğunu açıklamakmış gibi yazarsa;
hiç kimse onu determinist olmakla ya da Fatih William'ın ya
da Arnerikah isyancıların yenilmiş olma ihtimalini tartışma
ınakla suçlarnaz. Ne var ki, 1 9 1 7 Devrimi hakkında tam bu
1 55
şekilde -tarihçiye yakışan tek yolda- yazdığım zaman, eleş
tiricilerin olup biteni olmuş olmak zorunda olan bir şey di
ye gösterdiğim ve olmuş olabilecek öteki şeyleri araştırma
dığım yolundaki hücumlanna uğruyorum. Denmektedir ki.
söz gelimi, Stolypin tarım reformunu tamamlamaya zaman
bulmuş olsaydı ya da Rusya savaşa girmeseydi, belki devrim
olmayacaktı; ya da söz gelimi, Kerenski hükümeti işlerin üs
tesinden gelseydi ve devrimin önderliği Bolşevi kler yerine
Menşevikler ya da Toplumsal Devrimcilerce üstlenseydi . Bu
varsayımlar teorik olarak düşünülebilecek şeylerdir; insan
tarihte olmuş olsayddarta her zaman salon oyunları oynaya
bilir. Fakat, bunların determinizmle bir ilgisi yoktur; çünkü,
böyle olmuş olanlar için determinist sadece şöyle der; bunla
rın farklı olmuş olması için nedenlerin de farklı olmuş olma
sı gerekirdi. Bunların tarihle de bir ilgisi yoktur. Sorun şu
dur ki , bugün hiç kimse ciddi olarak Narman istilasının ya
da Amerika'nın bağımsızlığının sonuçlarını tersine çevirme
yi ya da bu olaylara karşı ateşli bir protestoyu dile getirmeyi
istememektedir; tarihçi bunları kapanmış bir bölüm olarak
kabul ettiğinde hiç kimse ona karşı çıkmaz: Fakat, Bolşevik
zaferinden doğrudan ya da dalaylı olarak zarar görmüş olan
ya da onun ileriki sonuçlarından halen korkmakta olan pek
çok insan, ona karşı itirazlarını dile getirmek arzusundadır
lar; bu da tarih okudukları zaman olabilecek bütün hoş şey
ler üzerine imgelemlerini aşırı ölçüde işletmek, olup biteni
açıklamak ve onların hoş royalarının niçin gerçekleşmeden
kaldığını açıklamak yolundaki işini sakin sakin yerine geti
ren tarihçiye kızmak biçimini alır. Çağdaş tarihin zorluğu,
insaniann bütün imkaniann açık olduğu zamanı hatırlama
ları ve bunların fait
acconıpli
(olmuş bitmiş) ile kapandığı
nı sapıayan tarihçinin tutumunu kabul etmenin on lara zor
gelmesidir. Bu, bütünüyle duygusal ve tarihe aykırı bir tep
kidir. Fakat, sözde " tarihi kaçınılmazlık" teorisine karşı son
1 56
zamanlardaki kampanyaya malzemenin çogunu da bu sagla
mışur. Konuyu dagıtan bu sorunu kestirip atalım.
Saldınnın öteki kaynagı, ünlü, Kleopatra'nın burnu gize
midir. Bu, tarihin geniş ölçüde şansa baglı rastlanularca be
lirlenmiş bir olaylar dizisi oldugu ve en rastlansal nedenlere
baglanabilecegi yolundaki teoridir. Actium Savaşı'nın sonu
nu tarihçilerce genellikle ileri sürülen türden nedenler degil,
Antonius'un Kleopatra'ya delicesine tutkunlugu belirlemiş
tL Beyazıt'ın damla hastalıgı yüzünden Orta Avrupa'ya iler
lemesi alıkonuldugunda Gibbon "bir adamın tek bir lifine
düşecek aykın bir safranın uluslann felaketini önleyebilece
gi ya da geciktirebilecegini" söylemişti.12 Yunan kralı Alek
sandros, 1 920 güzünde maymunun ısırması sonucu olarak
öldü gü zaman, bu kaza Sir Winston Churchill'e "çeyrek mil
yon insan bu maymunun ısırması yüzünden öldü" dedine
cek bir olaylar dizisini başlatmıştı.13 Ya da. 1923 güzünde
Zinovyev, Kamenev ve Stalin'le çatışmasının kritik bir nok
tasında Troçki'yi eylemin dışına çıkaran bir ördek avı sonu
cunda üşüterek ateşlenınesi üstüne kendisinin yapugı yoru
mu ele alalım: "Insan bir devrimi ya da bir savaşı önceden
kestirebilir, fakat sonbaharda bir yaban ördegi avının sonuç
lannı önceden kestinnesi imkansızdır. "14 Açıklıga kavuştu
rulması gereken ilk şey, bu sonınun determinizm sorunuy
la bir ilgisi olmadıgıdır. Antonius'un Kleopatra'ya tutulma
sı ya da Beyazı t'ın damla hastalıgına yakalanması veya Troç
ki'nin üşüterek ateşlenmesi, olup biten başka her şey kadar
nedensel olarak belirlenmiştir. Antonius'un tutkunlugunun
bir nedeni olmadıgını söylemek, Kleopatra'nın güzelligine
karşı gereksiz yere kabalık etmek olur. Kadın güzelligi ile
erkek tutkusu arasındaki neden ve sonuç ilişkisi günlük hal2 Dedine and Fall of Roman Eınpirc. bl. ı. 1 4.
13 W. Churchill. The World Crisis:
The Afıcrmaıh,
14 l. Troçki, My Life. Ing. çeviri, 1 930. s. 425.
1929,
s.
386.
1 57
yatta gözlemlenebilir en düzgün oluşlardan birisidir. Bu, ta
rihte rastlantı denilen şeyler, tarihçinin asıl araştırınakla il
gilendiği an ardalık dizilerinin arasına giren -böyle denebi
lirse, onlarla çatışan- neden ve sonuç dizilerinin ifadesidir.
Bury, tamamiyle haklı olarak, "birbirinden bağımsız iki ne
densellik zincirinin çarpışması"ndan söz eder. 1 5 Histarical
Irıevitability adlı denemesine, Bemard Serenson'un "The Ac
cidental View of History" (Tarihin Rastlantısal Görüşü) ad
lı makalesine övgüyle başlayan Sir lsaiah Berlin, bu anlamda
rastlantı ile nedensel helirlenme yokluğunu karıştıranlardan
birisidir. Fakat, bu karıştırma bir yana, elimizde gerçek bir
sorun vardır. Neden ve sonuç sıralamamız, her an bir başka
ve bizim görüşümüze göre ilgisiz sıralama tarafından bozul
ma tehlikesiyle karşı karşıya iken, insan nasıl tari hte uygun
bir neden ile sonuç sırası bulabilir; böyle olunca da, biz ta
rihte nasıl bir anlam görebiliriz?
Bu yakınlarda tarihte rastlantının rolünün vurgulanma
sının kaynağını göstermek için bir an için durabiliriz. Öy
le anlaşılıyor ki, Polybios bununla sistemli bir şekilde uğraş
maya kendini vermiş ilk tarihçidir; Gibbon bunun nedeni
ni hemen ortaya koymuştur. Gibbon şu gözlernde bulunur:
"Yunanlılar, ülkeleri Roma'nın bir eyaJetine indirgendikten
sonra, Roma'nın zaferlerini Cumhuriyetin bunu hak etme
sine değil, iyi bahtma bağlamışlardır." 16 Ü lkesinin zayıfla
ma dönemindeki bir tarihçisi olan Tacitus da, rastlantı üs
tünde geniş ölçüde düşünen bir başka eski dönem tarihçi
siydi. ingiliz yazarlannda, bu yüzyılda başlayan ve 1 9 1 4'ten
15
Bu noktada Bury'nin ıezi için The Idea of Progrcss, 1920, s. 303-304'e bakınız.
16 Declinc and Fall of Romaıı Eınpire, bl. 38. Romahiann egemenligine girdikten
sonra, Yuruınhların kendilerini, yenilikterin baş avuntusu, tarih! "olmuş ol
salardı" oyununa vermeleri ilginçtir: Kendi kendilerine Büyük lskender genç
yaşta olmeseydi, "Datı'yı fcıhedccekti ve Roma. Yunan Kralianna uyruk ola
caktı" dem işlerdir. K. von Fri tz , The Thcory of ılıc ML-.:cd Consıiıuıion in Arııiqu·
iıy, New York, 1 954, s. 395.
1 58
sonra belirginleşen belirsizlik ve endişe duygusunun büyü
mesi sırasında tarihte rastlantının rolünün önemi üstünde
durulması yeniden canlanmıştır. 1 909'da "Tarihte Daıwi
nizm" üstüne bir makalesinde " toplumsal evrimde olayla
rın belirlenmesine" geniş ölçüde "yardım eden rastlantı öge
sinin bulunuşu"na dikkati çeken Bury, uzun bir aradan son
ra bunu araştıran ilk Ingiliz tarihçisi olarak ortaya çıkmakta
dır; bu konuda "Kleopatra'nın Burnu" adıyla ayrı bir makale
de yazmıştır.1 7 Fisher, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra libe
ral düşlerin boşa çıkışı karşısında duyduğu hayal kırıklığını
yansıtan, daha önce aktardığım bir parçasında okurlarından
tarihte "olumsalın ve önceden görülemeyenin etkisi"rıi fark
etmelerini istemektedir.1 8
Tarihi bir rastlantılar demeti olarak gören bir teorinin bu
ülkede yaygınlık kazanması Fransa'da varoluşun -Sanre'ın
ünlü L'Etre et la neanl'ını (Varlık ve Hiçlik) aktanyorum
"ne nedeni, ne sebebi ne de gerekliliği'' olduğunu bildiren
bir felsefe okulunun ortaya çıkışıyla aynı zamana rastlamış
tır. Almanya'da yaşlı tarihçi Meinecke kaydettiğİrniz gibi ,
hayatının sonuna doğru tarihte rastlantının rolünün etkisi
ne kapılmıştır. Buna yeterince dikkat göstermiyor diye Ran
kc'yi kınamıştır; tkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da son 40
yılın ulusal felaketlerini, bir rastlantılar dizisine -Kayzer'in
kendine güvenine, Weimar Cumhurbaşkanlığına Hinden
burg'un seçilişine, Hitler'in sabit fikirli karakterine ve ötekiı1 Her iki makale j.B. Bury, Selected Essays'ıa ( 1930) yeniden basılmışıır; Bury'
nin hakkında Collingwood'un yonımiarı için The Idea of History. s. 1 48-SO'ye
bakınız.
18 Bu parça için yukanda s. 52'ye bakınız. Toynbee'nin A Study of History, 5, s.
4 1 4'te Fisher'den yapııgı alıntı, buıün olarak bir yanlış anlamayı onaya koy
nıaktadır: Söyle ki. Toynbce. bunu /aissrz-Jaire'i "doıturan", rasılanıının ıü
merkililigine "Çagdaş Batı inanışı"nın hir ürünü saymakıadır. Ltıissez:-fairc te
orisyenlcıi r.ısılanıı degil, insan davrnnışlannın çeşitlilikleri üstüne iyicil dü
zenlilikleıi geliren gizli ele inanırlardı; Fisher'in sözü /aisscz:-Jaire'in liberaliz
minin degil, ı 920'ler ve ı 930'larda liberalizmin çbküşünün bir ürünüydü.
1 59
lerine- bağlamıştır, bu, buyük bir tarihçinin aklının ülkesi
nin kötü. kaderinin baskısıyla iflas edişinin bir tablosudur. 19
Tarihi olayiann tepesinde değil de, çukurunda bulunan bir
topluluk ya da ulusta tarihte şansın ya da rastlantının rolü
nü. vurgulayan teoriler egemen olacaktır. Sınav sonuçlarının
hep şansa bağlı olduğu görüşü., dü.şü.k not alanlar arasında
her zaman yaygın olacaktır.
Fakat bir inanışın kaynaklarını ortaya çıkarmak, onu or
tadan kaldırmak demek değildir, hala Kleopatra'nın bur
nunun tarih sayfalannda ne aradığını kesin olarak bulma
mız gerekiyor. Montesquieu, anlaşılan tarihin yasalarını bu
mudahaleye karşı korumaya kalkan ilk kişidir. Romalıla
rın büyüklüğü. ve dü.şü.şü. ü.stü.ne eserinde şöyle yazmakta
dır: "Eğer, bir savaşın rastlantısal sonucu gibi özel bir neden
bir devleti yıkmışsa, bu devleti bir tek savaşı sonucunda yı
kan genel bir neden vardır." Marksistlerin de bu sorunla il
gili bazı zorluklan olmuştur. Marx buna bir kez değinmiştir,
o da bir mektuptadır:
Dünya tarihi içinde eger rastlantıya yer olmasaydı, çok gi
zemli bir niteligi olurdu. Bu rastlantı doğal olarak, geliş
menin genel eğiliminin bir parçasıdır ve öteki rastlantı tür
lerince dengelenir. Fakat, hızlanma ya da gecikme başlan
gıçta hareketin başında bulunan bireylerin "rastlantı"ya
bağlı nitelikleri de içinde olmak üzere bu tür �rastlantısal
ögeler"e bağhdır. 20
Marx, böylece tarihte rastlantı için ü.ç şey söylemekte
dir. Birincisi, rastlantı pek önemli değildir; olayların gidişini
"hızlandırabilir" ya da "geciktirebilir"; bu da kökten değiş
tiremeyeceğini içerir. lkincisi, bir rastlantı ötekiyle dengele19 Ilgili bölumler, F. Meinecke'nin Machiavellisnı adlı eserine yazdıtı giriş böh:ı·
milnde W. Stıır k tıırafından akıanlmışıır, s. 35-36.
20 Marx ve Engels, Escrler, Rusça basım, 26, s. lOS.
1 60
nir, böylece sonuçta rastlantı ögesi ortadan kalkar. Üçüncü
sü, rastlantı özellikle bireylerin kişiliklerinde kendini göste
rir.21 Troçki, zekice bir henzrtmeyle denkleştiren ve kendi
kendini gideren rastlantılar teorisini pekiştirmiştir.
Bütün tarihi süreç, tarihi yasanın rastlantısalın içinde kı
rılrni$ şeklidir. Biyoloji diliyle, tarihi yasanın rastlantıların
doğal ayıklanınasıyla gerçekleştiğini söyleyebiliriz.22
ltiraf ederim ki, bu teori bana doyurucu ve inandıncı gel
miyor. Bugün lerde, tarihte rastlantının rolü, bunu vurgu
lamakla ilgilenenlerce ciddi şekilde abartılmaktadır. Fakat,
rastlantı diye bir şey vardır, bunun bütün olarak sonucu de
giştirmediğini, ancak gelişmeyi hızlandırdığını ya da yavaş
Iattığını söylemek kelime oyunu yapmaktır. Üstelik rast
lantısal bir olayın -diyelim ki, Lenin'in 54 yaşında zaman
sız ölümünün- herhangi bir rastlantıyla denkleştirileceğine
inanmak için hiçbir neden de görmüyorum.
Tarihte rastlantının bütünüyle bilgisizliğimizin ölçüsü ol
duğu görüşü de -bilgisizlik, anlayamadığımız bir şeye taktı
.gımız bir addan başka bir şey değildir- aynı derecede yeter
sizdir. 23 Şüphesiz bu bazen böyle olmaktadır. Planetler, "ge
zegen" anlamına gelen bu adlannı elbette onlann gökte rast
gele dolaştıklarının sanıldığı ve hareketlerinin düzenliliği
nin anlaşılmamış olduğu bir zamanda almışlardır. Bir şeyi
talihsizlik olarak betimlemek, onun nedenlerini araştırma
sorumluluğundan kaçınmanın yaygın bir yoludur; biri ba
na
21
tarihin bir rastlantılar demeti olduğunu söyleyince, onun
Tolstoy. Savaş ve B a rı ş' ın son sözünün birinci bölümünde "rastlantı" ile
"deha"yı insanın nihai nedenleri anlamasındaki yetersizligini dile getiren te
rimler olarak özdeş saymıştır.
22
L. Troçki, My Life. 1930, s. 422.
23 Tolstoy, bu görüşıedir: "Akıl dışı olaylara. yani akılcılıgını anlamadıgımız
olaylara bir açıklama olarak kadcrcilige başvurmaya zorlanınz." (S(I'YIIS \'t Ba
nş, kitap 9, bölüm 1 ); daha l'ıncc aktanlan parçaya da bakınız.
1 61
kafaca tembel ya da düşük düzeyde oldugundan kuşkula
nınm. Ciddi tarihçilerio kendilerine değin rastlantısal ola
rak ele alınan şeylerin hiç de rastlantısal olmayıp akli olarak
açıklanabilir olduklarını ve olanların genel çerçevesi içine
anlamlı olarak yerleştirilebileceğini kabul ettikleri sık rastla
nan bir durumdur. Fakat, bu da sorumuza yeterli bir cevap
değildir. Rastlantı sorununun çözümünün tamamıyla farklı
bir düşünce dizisi içinde aranması gerektiği inancındayım.
Tarihin, olguların tarihi olgular haline gelmeleri için ta
rihçi tarafından seçilmesi ve sıralanmasıyla başladığını daha
önceki bir aşamada görmüştük. Bütün olgular tarihi olgular
değildir. Fakat tarihi olan ve olmayan olgular arasındaki ay
rım katı ve değişmez değildir; herhangi bir olgu bir kez ta
rihçinin genel çerçevesiyle ilgili ve anlamlı olduğu fark edi
lirse tarihi olguya terfi edebilir. Şimdi de tarihçinin neden
lere yaklaşımında buna oldukça benzer bir sürecin işledigi
ni görüyoruz. Tarihçinin nedenleriyle olan ilişkisi, olgula
rıyla olan ilişkisi gibi aynı çifte ve karşılıklı niteliği taşır. Ne
denler onun tarihi süreci yorumlayışını belirler. N edenle
ri önem sırasına koyması, bir nedenin ya da nedenler dizisi
nin görece daha çok anlamlı olduğuna karar vermesi tarih
çinin yorumunun özüdür. Bu, tarihte rastlantısal sorununa
da bir ipucu sağlamaktadır. Kleopatra'nın bumunun biçimi,
Beyazıt'ın damla hastahgı , Kral Aleksandos'u öldüren may
mun ısırması , Lenin'in ölümü -bunlar tarihin akışını değiş
tiren rastlantılardır. Bunları bir tarafa bırakmak, veya şöyle
ya da böyle bunların bir etkisi olmadığını öne sürmek, boşu
na bir çabadır. Ö te yandan, rastlantısal oldukları ölçüde, bu
olgular tarihin herhangi bir akli yorumuna ya da tarihçinin
anlamlı nedenler dizisi içine ginnezler. Profesör Popper ve
Profesör Berlin -bu okulun en tanınmış ve en çok okunan
temsilcileri olduklarından onlardan bir kez daha söz ediyo
rum- tarihçinin tarihi süreçte anlaml ılık bulmaya ve bun1 62
dan sonuçlar çıkarmaya kalkışmasının, deneyimin "tümü
nü" simetrik bir düzene indirmeye kalkışınakla aynı şey de
rnek olduğunu ve tarihte rastlantının varlığının böyle giri
şimleri başarısızlığa mahkum edeceğini öne sürmüşlerdir.
Fakat aklı başında hiçbir tarihçi "deneyimin tümünü" kap
samak gibi olmayacak şey yapmaya kalkrnaz; kendi seçilmiş
alanının ya da tarih türünün olgularının bile küçücük bir
parçasından fazlasını kapsayarnaz. Tarihçinin dünyası tıpkı
bilim adamının dünyası gibi, gerçek dünyanın bir fotoğrafı
değil, daha ziyade onu
az
ya da çok etkinlikle anlamasını ve
üstesinden gelmesini sağlayan bir çalışma rnodelidir. Tarih
çi, geçmiş deneyimden ya da bu deneyimden onun erişehi te
ceği kadar bölümünden akla yatkın açıklama ve yoruma el
verişli diye saydığı bölümleri süzüp ayınr ve bundan eylem
kılavuzu olarak işe yarayabilecek olanını seçer. Son yıllarda
popüler kitaplar yazan bir yazar, bilirnin başarılarını anla
tırken, insan zihninin süreçlerine grafik bir biçimde değin
rnektedir: mantığa ve akla uygun bir "bilgi" yarnalı bohçası
dikitene kadar, "gözlernlenrniş olgu parçalan altüst edilerek
seçilir, uygun parçalan aynlır ve ilgili gözlerolenmiş olgular
bir araya getirilerek bunlardan bir patran çıkanlır. ilgisizler
ise bir yana bırakılır. " Yersiz bir öznellik tehlikesine düşme
bakırnından bazı çekincelerle, bunu tarihçi nin zihninin ça
lışmasının bir beLimi olarak kabul edebilirim.
Bu yöntem filozofları, hatta bazı tarihçileri şaşınabilir,
sarsabilir. Fakat hayatın pratik işleri içindeki sıradan kişi
ler için bu, pek bilinen bir şeydir. Açıklayayım. j ones, alı
şık olduğundan daha fazla alkol aldığı bir partiden frenleri
nin bozuk olduğu ortaya çıkan arabasıyla dönerken, görme
imkanlan zayıf bulunan bir virajda, köşedeki dükkandan si
gara almak için karşıya geçen Robinson'a çarpar ve onu öl
dürür. Ortalık temizlendikten sonra -diyelim ki, yerel po
lis karakoluna- olayın nedenlerini araşum1ak için gittik. Bu
1 63
kaza, sürücünün yan sarhoş olması yüzünden mi meydana
gelmiştir - ki, bu durumda ölüme sebebiyet vermekten ceza
davası açılması gerekir. Ya da bozuk frenler yüzünden mi
ki, bu durumda arabayı daha bir hafta önce baştan aşağı göz
den geçirmiş olan garajın sorumluluğu söz konusudur. Yok
sa, görüş imkanları zayıf olan viraj yüzünden midir - bu du
rumda ise yollarla ilgili belediye yetkililerinin dikkati çekil
melidir. Biz bu pratik sorunlan tartışırken iki önemli bay
kimliklerini açıklayamayacağıın- odaya dalıp, büyük bir us
talık ve inandırıcılıkla, o akşam eğer sigara almak için dı
şan çıkmasaydı, Robinson'un karşıya geçiyor olmayacağını
ve ölmeyeceğini, bu yüzden Robinson'un sigara tiryakiliği
nin onun ölüm nedeni olduğunu; bu nedeni ihmal eden bir
soruşturmanın zamanı boşa harcamak ve bundan çıkarıla
cak sonuçlann da anlamsız ya da boşuna olacağını anlatma
ya başlasınlar. Bu durumda ne yaparız? Bu güzel konuşma
nın akışını kesebileccğimiz ilk fırsatta, konuklarımızı nazik
fakat kesin bir tavırla kapıya götürüp, odaciya onları hiçbir
nedenle bir daha içeriye almamasını tenbihleyip soruştur
mamıza devam ederiz. Fakat, bizi engelleyen bu kişilere ve
rebilecek ne cevabımız vardır? Robinson elbette, sigara tir
yakisi olduğundan ölmüştür. Tarihte, rastlantı ve olumsallı
ğa bağlananlarca söylenen her şey yetkinlikle doğru ve yet
kinlikle man tıkidir. Bu kimselerin görüşünde Alis Harika
lar Diyarında ve Aynaımı Içinden kitaplarında bulduğumuz
acımasız türden mantık vardır. Fakat, Oxford bilginliğinin
bu olgun örneklerine benim duyduğum hayranlık hiç kim
seden geri kalmamakla birlikte ben kendi mantık tarzlanını
ayrı ayn bölümlerde tutmayı yeğliyorum. Dodgson tarzı ta
rihin tarzı değildir.
Bu nedenle, tarih, tarihi anlamlılık terimleriyle yapılan bir
seçme sürecidir. TalcoLt Parsons'un deyimini bir kez daha
kullanarak söylersek, tarih, gerçekliğe yalnızca bilimsel de164
gil, aynı zamanda nedensel yaklaşımiann da seçmeci bir sis
temidir. Tarihçi nasıl amacı için anlamlı olanları, sınırsız ol
gular okyanusundan seçerse, onun gibi çok sayıdaki neden
sonuç art arda gelişlerini, yalnız ve yalnızca tarihi bakımdan
anlamlı art arda gelişler içinden seçer; tarihi bakımdan an
lamlılıg-ın ölçütü ise, bunları kendi akılcı açıklaması ve yo
rumlama kalıbına uydurma yetenegine dayanır. Öteki ne
den-sonuç art arda gelişleri, nedenle sonuç arasındaki iliş
ki farklı oldugundan degil, bu art arda gelişin kendisi uy
gun olmadıgından rastlantısal diye reddedilmelidir. Tarihçi
nin bunlarla yapabileceği bir şey yoktur; bunlar akılcı yoru
ma elverişli degildir, ne geçmiş ne de gelecek için bir anlam
taşımazlar. Kleopatra'nın burnunun ya da Beyazıt'ın damla
hasıalıgının ya da Aleksandros'u maymuntın ısırmasının ve
ya Lenin'in ölümünün ya da Robinson'un sigara tiryakiligi
nin birtakım sonuçlan oldugu dogrudur. Fakat, komutania
nn güzel kraliçelere olan düşkünlüklerinden ötürü savaşla
n kaybettiklerini ya da kralların evcil maymunlar besleme
leri nedeniyle savaşların çıkugını ya da insanların sigara iç
·meleri yüzünden yollarda ezilip öldüklerini söylemek genel
bir önerme olarak hiçbir anlam taşımaz . Ö te yandan, sıra
dan herhangi birine Robinson'un sürücünün sarhoşluğu ya
da frenierin bozuklugu ya da yoldaki kötü bir viraj yüzün
den öldügünü söylerseniz, bunlar ona pek akla uygun akıl
cı açıklamalar olarak gözükecektir; eğer bir ayının yapmak
isterse, Robinson'un ölümünün gerçek nedeninin sigara tir
yakiligi degil de. bu oldugunu bile söyleyebilir. Onun gibi,
tarih inceleyicisine de Sovyetler Birligi'nde 1 920'lerdeki ça
tışmaların, endüstrileşmenin oranı ya da köylüleri kentleri
besieyecek tahıl yetiştirmeye neyin en iyi teşvik edecegi hak
kındaki tartışmalardan, hatta rakip önderlerin kişisel hırs
Iarı yüzünden oldugunu söylerseniz; bunların, başka tarihi
durumlara da uygulanabilecekleri anlamında ussal ve tarihi
1 65
bakımdan anlamlı açıklamalar ve Lenin'in zamanından ön
ce ölmesi rastlantısının degil de, bunların olmuş olanların
"gerçek" nedenleri oldugunu hissedecektir. Hatta bunlar
hakkında düşünecek olursa Hegel'in Hıı kulı Fels�fesi kitabı
nın girişindeki bol bol aktanlan ve çoğu kere de yani� an
laşılan "akli olan gerçektir, ve gerçek olan aklidir" özdeyişi
ni anımsayabilir de.
Bir an için Robinson'un ölüm nedenlerine dönelim. Bu
nedenlerden bazılannın akli ve "gerçek", bazılarının ise akıl
dışı ve rastlanusal oldugunu anlamakta bir zorluk çekme
miştik. Fakat ayrımı hangi ölçütle yaptık? Akıl gücü, nonnal
olarak birtakım amaçlar için kullanılır. Aydınlar bazen belir
li bir amaç gütmeden iş olsun diye akıl yürü türler. Fakat ge
niş anlamda söyleyecek olursak, insanlar bir amaca yönelik
olarak akıl yürütürler. Bazı açıklamalan akli ötekileri ise akıl
dışı kabul ederken, bence, belirli bir amaca hizmet eden ve
etmeyen açıklamalan ayınyorduk. Sürücülerin içki kullan
ma alışkanlığının önlenmesinin ya da frenierin daha sıkı bir
denetimden geçirilmesinin ya da yolların güzergahlarının
düzenlenmesinin, trafik kazalannın sayısını azaltma amacı
na hizmet edecegini varsaymaınızın bir anlamı vardır. Fakat
trafi k kazalannın insanların sigara içmelerinin önlenmesiy
le azalulabilecegini varsaymanın anlamı yoktur. Işte bu öl
çüte göre ayırımıınızı yapmış olmalıyız. Aynı şey, tarihteki
nedenler konusunda takınacagımız tavır için de geçerlidir.
Orada da akli ve rastlantısal nedenler arasında ayrım yapıyo
nız. Birincisi, başka ülkelere, başka dönemlere, başka koşul
lara uygulanabilme özelliginden ötürü bizi yararlı genelle
rnelere götürür ve onlardan dersler çıkartabiliriz; bunlar an
layışımızı genişletmemize ve derinleştirme amacına hizmet
ederler. 24 Rastlantısal nedenler genelleştirilemezler; bun-
24 Profesör Popper, bir an bu noktaya geliyor. fakat görerneden geçiyor. "Te·
mclde. gerek esinleyicilik gerekse keyfilik bakımından" (bu iki kelime kc1 66
lar kelimenin tam anlamıyla benzersiz oldukları için, ken
dilerinden ders çıkanlamaz ve bir sonuca götürmezler. Fa
kat, burada bir başka noktayı belirımeliyim. Tarihte neden
sellik konusundaki araştırmamızın anahtan tam, işte bu, bir
amaç gözetme fikridir; ve bu, zorunlu olarak, değer yargı
larını işin içine katar. Geçen konuşmamda gördüğümüz gi
bi. tarihte yorum her zaman değer yargıianna bağlıdır ve ne
densellik de yoruma bağlıdır. Meinecke'nin -büyük Mei
necke'nin, l920'lerin Meinecke'sinin- deyişiyle, "tarihte ne
densellik ilişkilerinin araştırılması, değer yargıianna baş
vurmaksızın imkansızdır . . . nedensellik ilişkilerinin aranma
sının ardında her zaman, dalaylı ya da dolaysız, değerlerin
aranması vardır.25 Böylelikle yeniden tarihin ikili ve karşı
lıklı işlevi -bugünün ışığında geçmişi anlamamızı ve geçmi
şin ışığında bugünü anlamamızı geliştirmek- hakkında da
ha önce söylediğim noktaya gelmiş oluyorum. Antonius'un
Kleopatra'nm bumuna tutulması gibi, bu ikili amaca katkı
da bulunmayan herhangi bir şey tarihçinin görüş açısından,
ölü ve verimsizdir.
Bu noktada, size oynadığım bir oyunu itiraf etmemin za
manı geldi: Herhalde bunu anlamakla zorluk çekrneyecek
siniz, belki, fark etmişsinizdir de, birçok durumlarda be
nim söyleyeceklerimi özetlernemi ve basitleştirmemi sağladı
ğı için, bunu, kullanışlı bir kısaltına örneği sayarak hoşgör
müşsünüzdür. Bu ana kadar sürekli olarak göreneksel, "geç
miş ve bugün" sözünü kullanageldim. Fakat. hepimizin bil
diği gibi, bugünün, geçmişle geleceği ayıran imgesel bir çizsinlikle ne demek istiyorsa) "esas itibariyle aynı düzeyde olan bir yorumlar
çoklugu•nu varsaydıktan sonra, par.ınıez: içindr- şunu ekler: "Bunlanıı bazılan
verimli oluşlanyla oıekilerdcn ayın edilirler - bu. bir miktar önem taşıyan bir
noktadır.- (Povrrı_v of Hisıoricism, s. 1 5 1 .) Bu. bir mik ur önem taşıyan bir nok
u degildır, bu "ıanhsi"ciligin ( terimin bazı anbmlarında) hiç de o kadar yok
sul olmadıgını kanıılayan en Onemli noktadır.
25
KaufçcıJiıııtltrı ıınd Waıe in dtr Gesclıichıt. 1928, F. Stern Vcıricıic.s of Hisıory'de
lngilizce'yr- çe\'lilmiştir, 1 957, s. 268-273.
1 67
gi olarak tasanından öte bir anlamda varlıgı yoktur. Bugün
den söz ederken, başka bir zaman boyutunu tartışmamn içi
ne gizlice sokmuş bulunuyorum. Sanırım, geçmiş ve gelecek
aynı zaman aralı�mn parçalan oldugu için bugünle ilgilen
mek ile gelecekte ilgilenmenin birbirine baglı bulundugtınu
göstermek kolaydır. Tarih öncesi ile tarihi zaman arasındaki
sınır çizgisi insanlar yalnızca bu�nde yaşamayı bırakıp, sü
rekli olarak hem kendi geçmişlerj hem de kendi gelecekleriy
le ilgilenmeye başladıklan zaman geçilmiştir. Tarih, gelene
gin kuşaktan kuşaga aktanlmasıyla başlar; gelenek ise geç
mişin alışkanlık ve derslerinin gelecege taşınmasıdır. Geç
mişte olup bitenler, gelecek kuşaklann yararı için kaydedil
meye başlanır. Hallandalı tarihçi Huizinga, "tarihi düşünüş
her zaman bir amaca hizmet eder" ( teleolojiktir)26 demiş
tir. Sir Charles Snow, yakınlarda Rutherford hakkında şun
ları yazmıştır: "O da bütün bilginler gibi ... bunun ne anlama
geldigini hemen hemen hiç düşünmeden, gelecegi iliklerinde
ıaşıyordu."27 Sanırım, iyi tarihçiler, onlar böyle düşünsün ya
da düşünmesin, gelecegi iliklerinde taşırlar. Tarihçi, "niçin"
sorusunun ardından "nereye" sorusunu da sorar.
26 J. Huizinga, Varittics of Hisıory'de Ingilizce'ye çevrilmiştir, der. F. Stern, 1957,
s.
27
1 68
293.
The Baldwin, a.g.t., der. john Raymond, 1960,
s.
246.
5
Ilerleme Olarak Tarih
Sözlerime, 30 yıl önce Profesör Powicke'nin, Oxford'da Re
gius Çagdaş Tarih Kürsüsü profesörü oldugu zaman yaptı
gı açış konuşmasından bir bölümü aktararak başlamak is
tiyorum:
Bir tarih yorumu için duyulan ihtiyaç öylesine derin köklü
dür ki, geçmiş üstüne yapıcı bir bakışa sahip olmadıkça, ya
gizemcilige ya da kiniklige düşeriz. 1
"Gizemcilik", sanırım, tarihin anlamının tarihin dışında
bir yerlerde, din bilim ya da eskatologya alanlarında bulun
duğunu -Berdyaev ya da Niebuhr ya da Toynbee gibi yazar
ların görüşünü- anlatmaktadır. 2 "Kiniklik" ise, birkaç kez
aktarmış olduğum örneklerde gördüğümüz, tarihin anla
mı olmadığı ya da eşit ölçüde geçerli ya da geçersiz çeşitli
anlamlara sahip bulunduğu ya da bizim ona, arzumuza gö
re verdiğimiz belirli bir anlamı bulunduğu görüşünü anlat1
2
F. Powicke,
Modem Hisıorians and ıhe Sıudy of History,
1955, s. 174.
Toynbee'nin gururla söylcdigi gibi, "ıarih din bilime dOnüşOr".
Civilisaılon on
Trial, 1948, Onsöz.
1 69
maktadır. Bunlar bugün, tarih hakkındaki belki de en yaygın
görüşlerdir. Fakat ben her ikisini de duraksamaksızrn red
dedecegirn. Bu, bizi, o tuhaf, ama esinleyici deyişle baş ba
şa bırakma ktadır: "Geçmiş üstüne yapıcı bir bakış açısı." Bu
deyişi kullanırken, Profesör Powicke'nin aklından geçenle
ri bilmeme imkan bulunmadıgından bunun hakkında kendi
yomrnurnu açıklamaya çahşacagırn.
Asya'nın eski uygarlıklan gibi, klasik Yunan ve Roma uy
garlıklan da aslında tarihsizdirler. Gördük ki, tarihin baba
sı Herodotos'un pek az çocugu vardı; klasik antik çagın ya
zarları genel olarak geçmişle olduğu kadar gelecekle de az
ilgilenmişlerdi . Thukydides, betirnlediği olaylardan önce
ki zamanda anlamlı herhangi bir olayın meydana gelrnedi
gine inanmış, daha sonra da anlamlı hiçbir şey olabileceğini
düşiınmerniştir. Lucretius, insanın gelecege olan ilgisizliğini
geçmişine duydugu ilgisizliginden çıkarsamıştı:
Bir düşünün, doğumumuzdan önceki geçmiş sonsuz haya
tın bizi nasıl ilgilendirmeyeceğini. Bu, ölümümuzden son
raki gelecek zamanı görmemiz için doğanın tuuugu bir ay
nadır. 3
Daha parlak bir gelecek üstüne şairane görüşler geçmişin
altın çagına dönüş görüşleri biçimini almışlardır -bu, tari
hin süreçlerini doğanın süreçlerine benzeten döngüsel bir
anlayıştır. Tarih hiçbir yere gitmiyordu: Çünkü, geçmişin
bir anlamı yoktu, aynı şekilde gelecegin de bir anlamı yok
tu. Yalnızca, dördüncü kasidesinde altın çaga geri dönüşün
klasik bir tablosunu vermiş olan Vergilius, Aeneid'de bir an
için döngüsel kavramı aşmaya esinlenmiştir: Daha sonraları
Vergilius'un neredeyse bir Hıristiyan peygamber kabul edil
mesine yol açan "Impeıium sine finc dedi" (Sınırsız yetki ver
dim) sözü klasik düşüneeye pek aykın bir göriıştür.
3
1 70
De Rerum
Naıura, 3, s. 992-95.
Tarihe bütünüyle yeni bir öge getirenler, tarihi sürecin bir
hedefe doğru ilerlediğini varsayan -arnaçsal (gai
=
teleolojik)
görüş- Yahudiler ve Hıristiyanlar olmuştur. Böylece, tarih
dünyevi niteliğini kaybetrnek pahasına, bir anlam ve amaç
edinıni.ştir. Tarihin hedef kazanması, otomatik olarak tarihin
sonu dernek olacaktır; tarihin kendisi bir teodise (tanrı savu
nusu ya da kamtlarnası) haline gelmiştir. Bu, tarihin Ortaçağ
görüşüdür. Rönesans insan-merkezli dünya ve aklın önceliği
şeklindeki klasik görüşü geri getirmiştir, fakat gelecek hak
kındaki klasik kötümser görüşün yerine, Yahudi-Hıristiyan
geleneğinden kaynaklanan iyimser bir görüş koymuştur. Bir
zamanlar düşmanca ve çürütücü olan zaman, şimdi dost ve
yaratıcı hale gelmiştir: H oratius'un "Damnosa quid non immi
nuit dies?" (Uğursuz gün neyi küçültrnerniştir?) sözünü Ba
con'ın "Veritas temporis filia" (Gerçek, zamanın kızıdır) sö
züyle karşılaştınnız. Çağdaş tarihçiliğin kurucuları olan Ay
dınlanma Çağı'nın akılcılan, Yahudi-Hıristiyan amaçsal gö
rüşü ah koymuş, fakat amaçsal görüşü laikleştirrnişlerdir; ta
rihi sürecin kendisinin akli niteliğini, böylece geri getirebil
mişlerdir. Tarih, insanın yeryüzündeki konumunun yetkin
leştirilmesi hedefine doğru ilerleme haline gelmiştir. Uğraş
tığı konunun niteliği. Aydınlanma Çağı tarihçilerinin en bü
yügü olan Gibbon'u "dünyanın bütün çağlannın insan soyu
nun gerçek zenginliğini, mutluluğunu, bilgisini, belki de er
dernini çoğaltrnış olduğu ve halen de çoğaltrnakta olduğu
yolundaki sevindirici sonuç" dediği şeyi kaydetrnekten ah
koyrnarnıştır.4 Ingilizierin zenginliği, gücü ve kendine güve4
Gibbon. The Dccline and Fall of Roman Empirt, bölüm 38; bu arasöz Batı Ro
ma lmpara ıorlugu·nun çöküşü vesilesiyle söylenm*ıi. Bir eleşıirici. 18 Kasım
I 960 tarihli Tht Timı•s Liıerıııy Supplrmeııfda bu bôliımiı akıararak Gibbon"un
gerçekten bunu demek isıeyip isıemedigini sormaktadır. Elbeııe bunu demek
isıem*ıi: Yazann bakış açL�ının hakkında yazdıgı konudan çok. içinde yaşııdı
gı donemi yansıtması daha olasıdır - bu. kendisinin 20. yüzyıl onasına özgü
şüpheciligi 18. yüzyıl sonlanndaki bir yazara aktarmaya kalkan eleşıinnenin
pek güzel ômekledigi bir gerçektir.
171
ni en yüksek noktasına vardığı anda ilerleme kültü de doru
ğuna ulaşmıştır; ingiliz yazarlan ve i ngiliz tarihçileri, ken
dilerini bu külte adamış olanlar içinde en coşkun olanlardı.
Bu olgu, örneğe gerek kalmayacak kadar bildiktir; ilerlemeye
olan inancın bütün düşünümüz içinde varsayım olarak. he
men bu yakın zamanlara gelinceye dek nasıl devam ettiğini
göstermek için yalnızca bir-iki parça aktarmam yeter. llk ko
nuşmamda alıntı yaptığım
Camb1idge Modenı History tasarısı
üstüne yazdığı 1869 tarihli raporda, Acton, tarihi "ilerleyen
bir bilim" saymışur; tarihin birinci cildinin giriş bölümünde
"tarihin dayanacağı bir varsayım olarak, insanın başanların
da bir ilerleme bulunduğunu kabul etmemiz gerekir" demiş
tir. Bu
Ta 1i h in 1 9 1 0 yılmda yayımlanan
'
son cildinde yazan
ve benim öğrenciliğimde aynı okulda öğretmen olan Dampi
er'in "gelecek çağiann insanının kendi soyunun yararı için
doğa kaynaklan üzerindeki egemenliğinin ve bunları akıllı
ca kullanılmasının gelişmesine sınır tanımayacağı"ndan kuş
kusu yoktur.5 Şimdi söyleyeceğim şey açısından benim de bu
hava içinde eğitildiğimi belirtınem doğru olur ve benden ya
rım kuşak önce okuyan, Bertrand Russel'ın şu sözünü koşul
suz onaylanm : "Ben Victoria çağı iyimserliğiyle dolu bir de
nizde büyüdüm ve o zaman kolay olan umutluluktan bende
hala bir şeyler kalmıştır."6
Bury'nin
The Idea of Progress
kitabını yazdığı 1 920 yılın
da daha kasvetli bir hava hüküm sürmeye başlamıştı bil e ;
Bury, o zamanın modasına uyarak, "Rusya'da bugünkü te
rör egemenliğini kuran doktrincileri" bundan sorumlu tutu
yor, ama bir yandan da i lerlemeyi hala "Batı uygarlığını can
h tutan ve denetleyen fikir" diye tanımhyordu.7 Daha sonra
5
6
7
Cambridge Modem History: Iıs Origin, Auıorship, and Producıfon,
Cambridge Modem History, 1 , 1902, s . 4 ; 1 2 , 1 9 10, s. 79 1 .
B. RtL-;sell, Portraiıs From Menıory- 1956, s. 1 7.
j.B. Bury, The Idea of Progrrss, 1 920, s. 7-8.
1 72
1 907, s. 1 3 ;
bu konu sessizlige bürünmüştür. Rus çan I. Nikola'nın "iler
leme" kelimesini yasakladıgı söylenir: Şu sıralarda Batı Av
rupa, hatta Birleşik Devletler'in filozorıan ve tarihçileri geci
kerek de olsa, onunla aynı kanıya gelmişlerdir. llerleme var
sayımı yadsınmıştır. Batı'nın çöküşü deyimi öylesine bildik
olmuştur ki, urnak işaretleri artık gerekmemektedir. Bütün
bu yaygaralann dışında, gerçekte olan nedir? Bu yeni görüş
akımını kim ortaya atmıştır? Geçen gün, Bertrand Russe ll'ın
sanırım, bir sınıf duyusunu keskin bir biçimde açıga vuran,
şimdiye kadar gördüğüm tek sözüne rastlamak beni şaşırt
tı: "Şimdi , dünyada genellikle 100 yıl öncekinden daha az
özgürlük bulunmaktadır.'' 8 Özgürlügü ölçmek için elimde
bir metre yok ve çogunluğun çoğalan özgürlügüyle azınlı
gm azalan özgürlüğünün nasıl dengelenebileceğini bilmiyo
rum. Fakat, hangi ölçütle olursa olsun, bu sözü fantastik bir
biçimde gerçek dışı saymamak mümkün değil. A .j . P. Tay
lor'un, Oxford'daki akademik yaşayış üstüne bize zaman za
man yaptıgı o nefis gözlemlerden biri, bana daha çekici ge
liyor. Uygarlığın çöküşü hakkındaki bütün bu söylenenler,
"sadece şu demektir ki, üniversite profesörlerinin eskiden
hizmetkarları vardı ve şimdi ise kendi bulaşıklarını kendile
ri yıkamaktadırlar. ''9 Elbette, eski hizmetçiler için, profesör
lerio bulaşıklannı kendilerinin yıkaması bir ilerleme simge
si olabilir.
imparatorluk yanlılannı, A frikaaner Cumhuriyetçileri
ni, altın ve bakır madenierinin hisse senetlerine yatırım ya
panları endişelendiren, Afrika'daki Beyaz egemenliğinin so
na erişi, başkalan açısından ilerleme gibi görülebilir. llerle
me sorununda 1 9SO'lerin yargı larını 1 890'larınkine, I ngi
lizce konuşulan dünyanın yargılarını Rusya'nınkilere, As
ya'nınkilere ve Afrika'nınkilere, ya da, orta sınıf aydının yar8
9
B. Russell. Portmiıs froın Mcrııııry, 1956, s. 1 24.
Tlıt Olıscrvcr, 21
Haziran
1959.
1 73
gılannı, durumu hiçbir zaman Mr. Macınillan kadar iyi ol
mamış olan sokaktaki adamınkine, ipso Jacto (salt bundan
ötürü) yeglemek için hiçbir neden görmüyorum. Bir an için,
bir ilerleme mi yoksa düşüş dönemi içinde mi yaşadıgımız
sorunu hakkında bir yargıya varmayı eneleyetim ve ilerle
me kavramının neleri içerdigini, bunun ardında hangi var
sayımların yauıgını ve bunların ne ölçüde savunulamaz hale
geldiklerini biraz daha yakından inceleyelim.
Her şeyden önce, ilerleme ve evrirnle ilgili karışıklıgı açık
Iıga kavuşturmak isterim. Aydınlanma Çagı düşünüderi
besbelli, birbiriyle çelişik iki görüşü benimseınişlerdi. Insa
nın doga dünyasındaki yerini savunmaya çalışmışlardır: Ta
rihin yasaları doga yasalarıyla birdi. Öte yandan, ilerleme
ye de inanıyorlardı. Fakat, dogayı bir hedefe doğru, sürek
li ilerleyen ilerici bir şey sayınak nasıl temellendirilebilir
di? Hegel, ilerici tarihle, ilerici olmayan doga arasında ke
sin bir ayrım gözeterek bu zorluğun üstesinden gelmiştir.
Daıwin devrimi, evrim ile ilerlemeyle bir sayarak bütün sı
kıntıları kaldırmış gibi göründü: Sonunda doğa da, tarih gi
bi ilerici olmuştu. Fakat bu, evrimin kaynağı olan toplumsal
edinmeleri birbirine karışurarak daha kötü bir yanlış anla
maya yol açmıştır. Aralanndaki fark bilinen ve açık bir şey
dir. Avrupalı bir bebeği bir Çinli aileye veriniz, çocuk Beyaz
derili olarak büyüyecek, fakat Çince konuşacaktır. Deri ren
gi biyoloj ik bir kahum, dil ise insan beyni aracılığıyla ileti
len toplumsal bir edinmedir. Kahtım yoluyla evrim binlerce
ya da milyonlarca yılda ölçütmek gerekir; yazılı tarihin baş
langıcından bu yana insanda ortaya çıkmış ölçülebilir hiçbir
biyolojik değişiklik bilinmemektedir. Edinmelerle ilerleme
ise, kuşaklar içinde ölçülebilir. Akli bir varlık olarak insanın
özü, geçmiş kuşaklann deneyimlerini biriktirerek gizil yeti
lerini geliştirmektiL Çağdaş insanın 5000 bin yıl önceki ata
sından daha büyük bir beyni ya da daha geniş bir doğuştan
1 74
düşünme yeteneği olmadığı söylenmektedir. Fakat, düşün
cesinin etkinliği, öğrenme yoluyla ve aradan geçen kuşakla
nn deneyimlerini kendi deneyimine katarak pek çok artıni
mıştır. Biyologl.arca reddedilen edinilmiş niteliklerin geçişi,
toplumsal ilerlemenin temelinin ta kendisidir. Tarih, edinil
miş becerilerin kuşaktan kuşağa iletilmesi içinde bir ilerle
medir.
tkinci olarak, ilerlemenin belirli bir başlangıcı ve sonu
bulunduğunu varsaymamıza gerek yoktur ve böyle bir şey
olduğunu varsaymaınalıyız. Elli yıl öncesine kadar yaygın
olan, uygarlığın lsa'dan 4000 yıl önce Nil Vadisi'nde çıktı
ğı yolundaki inanış, bugün artık, dünyanın yaratılışını lö
4004 yılına koyan olay dizin sırasından daha inandırıcı de
ğildir. Doğuşunu belki de ilerleme konusundaki varsayırnı
mızın başlangıç noktası olarak alabileceğimiz uygarlık, şüp
hesiz ki bir buluş değil, içinde muhtemelen zaman zaman
göz alıcı sıçramaların da olduğu, son derece yavaş bir geliş
me süreciydi. llerlemenin -ya da uygarlığın- ne zaman baş
ladığı sorununu kendimize dert etmek için bir neden yok.
tlerlernenin nihai bir arnacı bulunduğu varsayımı daha cid
di yanlış anlarnalara yol açmıştır. Hegel, ilerlemenin nihai
amacını Prusya monarşisinde gördüğü için, haklı olarak
suçlanmıştır -önbildirimin imkansızlığı hakkındaki görü
şünün a.şın zorlanmış bir yorumunun sonucu, besbelli He
gel'in hatasının çok daha büyüğünü, l 8 1 4'te Oxford'a Çağ
daş Tarih Regius Profesörü olarak atandığında verdiği açış
konuşmasında Rugbyli Arnold yapmıştır. Victoria dönemi
nin bu gözde tarihçisi çağdaş tarihin insanlık tarihinin son
dönemi olması gerektiğini düşünmektedir: "Çağdaş tarih
sanki ardından gelecek bir tarih yokmuş gibi, zamanın tam
olgunluğunun izlerini taşıyor gibi görünmekte. " 1 0 Marx'ın
proleter devriminin sınıfsız toplum nihai hedefini gerçekleşlO T. Amold. An lııaugural Lccıurc oıı ıh� Sıudy of Modern Hisıoıy. 1 84 1 . s. 38.
1 75
tireceği yolundaki öndeyişi mantık açısından olsun, ahlak
açısından olsun, bunlara oranla daha saglarndır; fakat, tari
hin bir nihai arnacı oldugu yolundaki ön kabulün, tarihçi
den çok din bilimeiye yakışan bir eskatolojik bir rengi vardır
ve bu, bizi tarihin dışında bir hedef bulunduğu sapkınl ığına
geri götürür. Şüphesiz belirli bir nihai amacın insan aklı için
bir tür çekicilikleri vardır; Acton'un tarihin gidişinin özgür
lüğe doğru bitmez bir ilerleme olduğu yolundaki görüşü ise,
soğuk ve belirsizdir. Fakat tarihçinin ilerleme varsayımını il
le de koruması gerekiyorsa, sanıyorum, bunu birbirini izle
yen dönemlerin istemlerinin ve koşullannın kendi özel içe
riklerini katacaklan bir süreç olarak incelerneye hazırlanma
lıdır. lşte, Acton'un tarihin yalnızca ilerlemenin kaydedil
mesi degil, "ilerleyen bir bilim" olduğu tezi, ya da isterseniz
tarihin, tarih kelimesinin her iki anlamı için de olaylar dizisi
ve bu olayiann kaydedilmesi olarak- ilerleyici bir bilim dalı
olduğu aniatılmak istenen budur. Acton'un tarihte özgürlü
ğün ilerleyişini betiınleyişini yineleyelirn:
Dört yüz yılın hızlı değişme, fakat yavaş ilerlemesi içinde
özgürlüğün esirgenmesi, sakınılması, yayılması ve sonun
da anlaşılması, sürekli zulmün egemenliğine karşı durmak
için, bunların zorlamasıyla zayıfların gücünün birleşmesi
sonunda olmuşıur. 1 1
Acton, olaylar dizisi olarak tarihi özgürlüğe doğru iler
leme diye, bu olayların kaydedilmesi olarak tarihi ise öz
gürlüğün anlaşılınasına doğru ilerleme diye düşünmüştür:
Ona göre, bu iki süreç yan yana gelişrnektedir. 1 2 Evrime da
yalı benzetmelerin moda olduğu bir dönemde yazan filo
zof Bradley, "dini inanca göre, evrimin nihai amacının evı ı Acıon, Leetures on Modem History, 1906, s. 5 1 .
1 2 K . Mannheim. ldeology and Utopiıı"da (Ingilizce çe\'iri. 1930), insanın "tarihi
şekillendinne arzusu" ile onun "bunu anlama ycıenegi"ni birlcşlirmekıedir.
1 76
ıilip gelişmiş bulunan şey diye sunulduğu"na işaret etmiş
lir. 1 3 Tarihçi için ilerlemenin nihai amacı evıilip gelişmiş de
gildir. Bu hala, sonsuz derecede uzak bir şeydir; buna ilişkin
işaretler görüş alanına ancak biz ilerledikçe girerler. Ama,
bu onun önemini azaltmaz. Pusula degeri i ve gerçekten vaz
geçilmez bir rehberdir. Fakat, yol haritası değildir. Tarihin
içerdigi yalnızca biz onu yaşadıkça gerçekleşir.
Üstünde durmak istediğim üçüncü nokta da şudur, aklı
başında hiç kimse, geri dönüşsüz, sapmasız ve kesintisiz, sü
reklilik içinde devam eden, kopuksuz düz bir çizgi boyunca
ilerleyen türden bir gelişmeye hiçbir zaman inanmamıştır,
öyle ki, en keskin bir geri dönüşün bile zorunlu olarak iler
leme inancıyla bağdaşmayacağı söylenemez. Açıktır ki, iler
leme dönemleri olduğu gibi, gerileme dönemleri de vardır.
Üstelik, gerilemeden sonra ilerlemenin aynı noktadan ya da
aynı çizgi boyunca yeniden başiayacağını düşünmek de doğ
ru
değildir. Hegel'le Marx'ın dört ya da üç uygarl ığı, Toyn
bee'nin 2 1 uygarlığı, uygarlıkların doğuş, yükseliş ve çöküş
ten geçen bir hayat döngüleri olduğu teorisi türünden tasa
rımların kendi içlerinde hiçbir anlamlan yoktur. Fakat, bun
lar, uygarlığı ileri götürmek için gerekli çabanın bir noktada
yavaşlayarak yok olduğu ve sonra başka bir yerde yeniden
ortaya çıktığı, böylece tarihte gözleyebileceğimiz her türlü
ilerlemenin kesinlikle zamanca da rnekanca da sürekli olma
dığı yolundaki olgunun belirtileridir. Gerçekten, ben eğer
tarih yasaları formülleştirme meraklısı olsaydım, şöyle bir
tarih yasası olabilirdi; bir dönemde önder rolündeki grubun
-buna sınıf, ulus, kıta, uygarlık, ne isterseniz deyin- gelecek
dönemde benzer bir rolü oynaması olası değildir, şu geçerli
nedenden ötürü ki, böyle bir grup önceki dönemin gelenek
leri, çıkarları ve ideolojileriyle, kendisini gelecek dönemin
istemlerine ve koşuHanna duyumlayamayacak kadar bütün13
F.H. Bradlry. Eıhical Sıudirs,
1876, s. 293.
1 77
leşmiştir.14 Dolayısıyla, bir gruba düşüş dönemi olarak gö
züken bir zaman pekala ötekine yeni bir ilerlemenin doğuşu
olarak gözükebilir. tlerleme herkes için eşit ve aynı zaman
da ilerleme anlamına gelmez ve gelemez. Günümüzdeki ge
rileme habercileri, tarihte anlam bulamayan ve ilerlemenin
öldüğünü varsayan şüphecilerimizin hemen hepsinin, bir
kaç kuşak boyunca uygarlığın ilerlemesinde, gururla önder
ve egemen bir rol oynamış olan bölgeden ve toplumsal sınıf
tan olmaları anlamlıdır. Geçmişte kendi gruplannın oynadı
ğı rolün şimdi ötekilere geçtiğini söylemekle onlar avutula
mazlar. Besbelli ki, onların açısından kendilerine böylesine
kötü bir oyun oynamış olan tarih, anlamlı ve akli bir süreç
olamaz. Fakat, eğer ilerleme varsayımını muhafaza edecek
sek, sanırım kopuk çizgi koşulunu kabul etmeliyiz.
Son olarak, tarihi eylem terimleri içinde ilerlemenin öz
içeriğinin ne olduğu sorununa geliyorum. D iyelim , top
lumsal hakların herkese yayılması, ya da ceza uygulama
sında reform yapılması ya da soy ve servet farklılıklarının
kaldırılması için çaba gösterenler bilinçli olarak tam bun
ları yapmaya uğraşmaktadırlar: Yoksa, onlar bilinçli olarak
"ilerleme"yi gözetmemekte, herhangi bir tarihi "yasa"yı ya
da "varsayım"ı ya da ilerlemeyi gerçekleştirmeye çalışma
maktadırlar. Onların eylemlerine, kendi ilerleme varsayımı
nı uygulayan, eylemlerini ilerleme olarak yorumlayan tarih
çidir. Fakat bu, ilerleme kavram ını geçersiz kılmaz. "Ilerle
me ve irtica ne denli kötüye kullanılmış olurlarsa olsun, boş
kavramlar değildir" 1 5 diyen Sir lsaiah Berlin ile bu noktada
14 Böyle bir durumun tanılanması için R.S. Lynd.
York, 1 939,
s.
Knowledge for Whaı ?,
New
88'c bakınız: "Bizim kültürümüzde yaşlı insanlar, çoguca.�ı geç
mişe, yani kendi zindelik ve kuvvet zamanianna yöneliktirler ve gelecege teh
dit edici bir şey olarak karşı koyarlar. Muhtemelen, göreli kuvvetin kaybedil
mesinin ve dagılmanın ileri bir aşama.�ında, bütün bir kültür, hayat bugün
içinde agır aksak ilerlerken, altın çag yönünde başat bir egilim gösterir. •
15 foreign Affairs, 28, No. 3, Haziran 1950,
1 78
s.
382.
aynı fikirde olmaktan mutluyum. Bu, insan kendinden ön
cekilerin deneyimlerinden yararlanabilir (zorunlu olarak ya
rarlanabileceğini söylemek istemiyorum) ; tarihte ilerleme
nin, doğadaki evrimden farklı olarak, kazanılmış başaniann
aktarılmasına dayandığı tarihin bir ön varsayımıdır. Bu ba
şarılar, hem maddi şeyleri hem de kişinin çevresine egemen
olma, değiştirme ve kullanma yeteneğini kapsar. Gerçekten
de, bu iki öge birbiriyle sıkı sıkıya bağlıdır ve birbirleri üs
tünde etkide bulunurlar. Marx, insan emeğini bütün yapının
temeli sayar: "Emeğe" yeterince geniş bir anlam verilirse, bu
formül kabul edilebilir gözüküyor. Fakat, yalnızca kaynak
ların birikimi, beraberinde, sadece artan teknik, toplumsal
bilgi ve deneyimi değil, daha geniş anlamda, insanın çevre
sine artan egemenliğini de getirmedikçe, işe yaramaz. Şimdi
lerde, sanırım, ilerleme olgusunu hem maddi kaynaklann ve
bilimsel bilginin hem de teknik anlamda çevre üstünde ege
men olmanın birikimi anlamına geldiğine pek az insan kar
şı çıkar. Kuşku duyduğum şey, 20. yüzyılda toplumu düzen
leyişimizde, toplumsal çevreye egemen olmamızda herhan
gi bir ilerleme olup olmadığıdır. Toplumsal bir varlık olarak
insanın evrimi, tehlikeli bir biçimde, teknolojik ilerlemenin
gerisinde kalmamış mıdır?
Bu sorunu akla getirten belirtiler besbellidir. Fakat, kor
karım, sorun yine de yanlış biçimde konulmuştur. Tarihte
önderliğin ve girişkenliğin bir gruptan bir başkasına, dün
yanın bir bölümünden ötekine geçtiği pek çok dönüş nok
tası görülmüştür: Çağdaş devletin yükselişi ve kuvvet mer
kezinin Akdeniz'den Batı Avrupa'ya geçişi dönemi, Fransız
Devrimi dönemi bunun belirgin çağdaş örnekleridir. Böy
le dönemler hep şiddetin yükseldiği ve iktidar için müca
dele zamanlarıdır. Eski otoriteler zayıflar, eskiden önem
li olan şeyler kaybolur, tutkulann ve kızgınlıkların keskin
çatışması arasında yeni düzen ortaya çıkar. Şu anda böyle
1 79
bir dönemden geçtigimizi düşünüyorum. Toplumsal örgüt
lenme sorunlarını anlayışımızın ya da bu anlayışımızın ışı
gında toplumu örgütleme konusunda iyi niyetin geriledigi
ni söylemek, bana açıkça yanlış gözükmektedir: Hatta, bun
ların büyük ölçüde arttıgını bile söyleyebilirim. Ne imkanla
nmız azalmış ne de ahlaki niteliklerimiz çökmüştür. Fakat,
içinde yaşadıgımız ve kıtalar, uluslar ve sınıflar arasında güç
dengesinin yer degiştirmesi yüzünden bir çatışma ve kargaşa
dönemi olan bu dönem, yetenekleri ve nitelikleri aşırı ölçü
de zorlamıştır ve bunlann olumlu başanlara ulaşacak etkin
liklerini sınırlamış ve engellemiştir. Son 50 yılda Batı dün
yasında ilerlemeye olan inanca karşı çıkılınasının gücünü
küçümsemek istemiyorum, ama, tarihte ilerlemenin sonu
na gelinmiş olduguna gene de inanmış degilim. Fakat, iler
lemenin içerigi konusunda daha da üstelerseniz, samnın bu
nu ancak şöyle cevaplayabilirim. 19. yüzyıl düşünürlerinin
çogucası varsaydıklan tarihte ilerlemenin kesin ve açıklıkla
tanımlanabilir bir hedefi bulundugu yolundaki anlayışın uy
gulanamazlıgını ve kısırlıgını kanıtlamıştır. llerlerneye inan
mak, otomatik ya da kaçınılmaz herhangi bir sürece degil,
insan yeteneklerinin ilerleyen gelişmesine inanmak anla
mındadır. lledeme soyut bir terimdir, insanlıgın peşine düş
tügü somut amaçlar ise başka herhangi bir kaynaktan değil.
tarih sürecinin içinden zaman zaman ortaya çıkar. Ben, in
sanın yetkinleşebilecegi ya da gelecekte yeryüzünün bir cen
net olacağı inancında değilim. Bu kadarıyla, tarihte yetkin
liğin gerçekleştirilemez olduğunu iddia eden din bilimciler
ve gizemcilerle aynı fikirdeyim. Fakat, kendi payıma sınır
sız -ya da ne olduklannı öngöremeyeceğimiz ya da öngör
memiz gerekmeyen sınırları olmayan- bir ilerlemeye inan
ınakla yetinirim; bu ilerlemenin hedefleri onlara doğru iler
ledikçe tanımlanabilecek ve geçerlilikleri ancak onlara iler
leme süreci içinde incelenebilecek bir ilerlemeye. Böyle bir
1 80
ilerleme anlayışı olmaksızın, toplumun nasıl ayakta kalabi
leceğini de bilmiyorum. Her uygar toplum henüz doğmamış
kuşaklar ugruna, yaşayan kuşağı birtakım özverilere zor
lar. Bu özverileri gelecekteki daha iyi bir dünya adına temel
lendirmek, bunları bir tanrısal amaç adına temellendirme
nin laik bir benzeridir. Bury'nin deyişiyle, "gelecek kuşakla
ra
karşı ödev ilkesi, ilerleme düşüncesinin dogrudan dogru
ya zorunlu bir sonucudur."16 Belki bu ödevin haklılığını te
mellendinneye gerek yoktur, ama varsa, bunu temellendir
mek için başka bir yol bilmiyorum.
Bu, beni o ünlü soruna, tarihte nesnellik konusuna geti
riyor. Nesnellik kelimesinin kendisi yanıltıcıdır ve soruştu
rolmak gerekir. Önceki konuşmalanından birinde toplum
sal bilimlerin -ve bu arada da tarihin- özne ile nesneyi ayı
ran ve gözlemleyenle gözlemlenen şey arasında katı bir ay
nın
yapılınasını zorlayan bir bilgi teorisine kendilerini uy
duramayacagını ileri sürınüştüm. Bunların arasındaki kar
şılıklı . ilişki ve etkileşmenin karmaşık sürecinin hakkını ve
ren yeni bir modele ihtiyacımız vardır. Tarihin olguları bü
tünüyle nesnel olamaz, çünkü, bunlar ancak tarihçi tarafın
dan onlara verilen anlamlılığın gücüyle tarihin olguları hali
ne gelirler. Tarihte nesnellik, bu geleneksel terimi hala kul
lanmamız gerekiyorsa, olgunun nesnelliği degil, ilişkinin,
olgu ile yorum arasındaki ilişkinin, geçmiş, bugün ve gele
cek arasındaki ilişkinin nesnelliği olabilir. Beni, tarihin dı
şında ve ondan bağımsız mutlak bir deger ölçütü kurarak,
tarihi olayiann yargılanması çabasını tarihi değil diye red
detıneye götüren nedenlere dönme gereğini duymuyorum.
Zaten, mutlak doğru kavramı, tarih dünyasına uygun degil
dir - hatta, sanının bilim dünyasına da uygun degildir. Mut
lak olarak yanlış ya da mutlak olarak doğru diye yadırga
nabilecek olan tarihi önermeler en basitleridir. Daha yuka16 J.B. Bury,
The Idea of Progress. 1920, s. 9.
181
n bir düzeyde, diyelim ki, kendinden önce gelenlerden biri
nin yargısına karşı çıkan tarihçi, bunu mutlak yanlış oldu
gu için değil, yetersiz ya da tek yönlü ya da yanıltıcı oldu
ğundan ya da daha sonraki kanıtlarnalann yıktığı veya ilgi
siz kıldığı bir bakış açısının ürünü olduğu için reddeder. Rus
Devrimi'nin I l . Nikola'mn aptallığının ya da Lenin'in dehası
nın sonucu olduğunu söylemek büsbütün yetersizdir - öyle
ki, büsbütün yanıltıcı olacak kadar yetersizdir. Fakat, mut
lak olarak yanlış olduğu söylenemez. Tarihçi bu tür mutlak
larla iş görmez.
Robinson'un üzücü ölüm olayına geri dönelim. Bu olayda
soruşturrnamızın nesnelliği olgulanmızı dogru almaımza de
ğil -bunlar tartışmalı değildi- bizi ilgilendiren gerçek ve an
lamlı olgularla önem verrneyebileceğimiz rastlanusal olgula
n aym etmemize bağlıdır. Bu aynmı yapmayı kolay bulduk,
çünkü, anlamlılık ölçütümüz ya da aynmımız, nesnellik te
melimiz açıktı ve göz önünde tuttuğumuz -yani, yollardaki
ölümleri azaltına amacına- uygunluktan ibaretti. Fakat tarih
çi, trafik kazalarını azaltmak gibi basit ve sınırlı amacı olan
araştırınacıya oranla daha az bahtlı bir kişidir. Tarihçinin de
yorum yapma ödevi bakımından, anlamlı olanla rastlantısal
olanı ayırt edebilmek için, bir anlamlılık ölçütüne gerek var
dır, bu aynı zamanda onun nesnellik ölçütüdür; ve o da bu
nu ancak göz önünde tuttuğu amaçtan yola çıkarak bulabi
lir. Fakat, bu, zorunltı olarak evrilen bir amaçtır, çünkü çe
şitli geçmiş yorumlannda bir evrim ortaya koymak tarihin
zorunlu bir işlevidir. Değişmenin her zaman sabit ve değiş
mez etmenlerle açıklanması gerektiği yolundaki geleneksel
varsayım tarihçinin deneyimine aykırıdır. Profesör Butterfi
eld, "tarihçi için tek mutlak, değişmedir" 1 7 der; bunu söyler17 H. Butterfield. The Whig lntcrpretation of History. 193 1 , s. 58. Bu nu A. von
Manin'in The Sociology of ılıe Rr.rıaissaııcc (Ingilizce çeviri, 1945), s. l 'dcki şu
.
daha incelik! i sözüyle karşılaşunnız: "Hareketsizlik ve harekcı, sıaıik ve dina
mik, ıarihe sosyolojik bir yaklaşımla başlamak için ıemel kaıegorilcrdir. . . Ta1 82
ken belki, tarihçilerin onu izlemeleri gerekmeyecek bir alanı,
üstü örtülü olarak, kendisine ayırmaktadır. Tarihte mutlak,
geçmişte kendisinden yola çıktığımız bir şey değildir; şimdi
ki zamanda bir şey de değildir, çünkü, bugünün bütün dü
şünceleri zorunlu o larak görelidir. Bu, halen tamamlanma
mış ve oluşma sürecinde bir şeydir; gelecekte kendisine doğ
ru ilerlediğimiz, ancak biz ona doğru ilerledikçe biçim alma
ya başlayan ve biz ileri gittikçe geçmişe ilişkin yorumumuzu
aydınlatan bir şeydir. Tarihin anlamının Yargı Günü'nde (Kı
yamet'te) belli olacağını söyleyen dini gizemin arkasındaki
laik gerçek budur. Ölçütümüz, dün, bugün ve her zaman ay
nı olan, değişmeyen bir şey anlamında mutlak değildir: Böy
le bir mutlaklık tarihin doğasıyla bağdaşmaz. Fakat, bu, bi
zim geçmişi yorumlayışımız açısından bir mutlaktır. Bu, hem
bir yorumun bir başkası kadar iyi olduğu ya da her yorumun
kendi zamanı ve mekanı içinde doğru olduğu şeklindeki gö
reli bakış açısını reddeder, hem de geçmişe ilişkin yorumu
muzu en sonunda yargılayacak mihenk taşını sağlar. Tarih
teki bu yönlenme duygusudur ki, bir başına geçmişin olayla
nnı düzene koyup, yorumlamamıza imkan verir -bu, tarih
çinin ödevidir- ve geleceği göz önünde tutarak bugünün in
sanım özgürleştirip , örgütlernemize fırsat veri r - bu da devlet
adamının, iktisatçının ve toplumsal reformcunun ödevidir.
Fakat sürecin kendisi, ilerici ve dinamik kalmaktadır. Bizim
yön duygumuz ve geçmiş hakkındaki yorumumuz biz ilerle
dikçe sürekli olarak değişmeye ve evrime uğrar.
Hegel, kendi m utlağına dünya ruhu diye mistik bir biçim
giydirmiş ve tarihi sürecin akışının amacına vararak sona er
mesini geleceğe yansıtacağına, bugün e getirerek en büyük
yanlışını yapmıştır. Geçmişte sürekli bir evrim süreci olduri h harekeısizligi yalnızca göreli anlamıyla bilir: Asıl sorun, harekeısizligin mi
yok.�a degişmcnin mi ba.şat oldugudur." Dcgişme, tarihte olumlu ve mutlak,
hareketsizlik ise öznel ve göreli ögelerdir.
1 83
gunu kabul etmiş, fakat gelecek için bunu gereksiz yere red
detmi.ştir. Hegel'den bu yana, tarihin dogası üstüne en de
rin biçimde düşünenler, bunun içinde geçmiş ve gelecegin
bir sentezini görmüşlerdir. Kendini zamanının din bilimsel
anlatım çerçevesinden büsbütün kurtaramayan ve mutlagı
nı çok dar bir içerikle tanımlayan Tocqueville, gene de soru
nun özüne varmıştır. Eşitligin gelişmesinden evrensel ve sü
rekli bir fenomen diye söz ettikten sonra şöyle der:
Eger insanların e.şitli�in derece derece ve ilerleyerek gelişi
mini, tarihlerinin hem geçmişi hem de gelecegi diye görme
leri saglanabilseydi, bu tek bulgu
o
gelişime tannlarının ve
efendilerinin iradesinin kutsal nitel igini vermeye yeterdi.18
Işlenmesi henüz tamam lanmamış olan bu konu üstü
ne önemli bir tarih bölümü yazılabilirdi. Hegel'in gelece
ğe bakışla ilgili olarak kendine koydugu sınırlardan kimile
rini paylaşan ve ilkece ögretisini geçmiş tarih içine saglam
ca oturtmaya önem veren Marx, konusunun dogasınca ken
di sınıfsız toplum mutlagını geleceğe yansıtmaya zorlanmış
tır. Bury, ilerleme düşüncesini biraz tuhaf bir biçimde, fa
kat besbelli ki aynı niyetle, "geçmişin bir sentezi ile gele
cek üstüne bir öndeyiyi gerektiren bir teori" diye açıklamış
ur. 19 Namier, her zaman yaptıgı gibi bir sürü örnekle beze
diği bile bile paradoksal bir cümlesinde, "tarihçiler," demek
tedir, "geçmişi hayaller (tasarlar) ve gelece�i hatırlarlar."20
Geçmişin yorumunun anahtarını ancak gelecek saglayabi
lir: Ve ancak bu anlamdadır ki. tarihte nihai bir nesnellik
ten söz edebiliriz. Geçmişin gelecege ve gelecegin de geçmi
şe ışık tutması , tarihin aynı zamanda hem temellendirilme
si, hem açıklanmasıdır.
18
19
20
Dt Tocqucvillc, Dcnıocracy in Amaica·ya önsöz.
j.B. Bury. Tlıe Idea of Progrcss, 1920, s. S.
L.B. N:ımıer, Corıjlicıs. 1942, s. 70.
1 84
Öyleyse, bir tarihçiyi nesnel olduğu için övdüğümüzde
ya da bir tarihçinin ötekinden daha nesnel oldugunu söyle
diğimizde ne demek istiyoruz? Besbelli ki yalnız olguların
da yanlışlık yapmadığını söylemek istemiyoruz, bundan da
ha çok, doğru olgulan seçtiğini ya da bir başka deyişle, doğ
ru anlamlılık (manidarlık) ölçütünü kullandığım söylemek
istiyoruz. Bir tarihçinin nesnel olduğunu söylersek, sanırım
iki şeyi demek isteriz. Her şeyden önce onun toplum ve tarih
içindeki kendi konumunun sınırlı bakış açısının üstüne çık
ma yeteneği olduğunu - önceki bir konuşmamda değindi
ğim gibi, bu yetenek, kendisinin o konuma ne denli çok ka
rışmış olduğunu anlayabilmesi, yani tam nesnelliğin imkan
sızlığını teslim edebilmesi ile ilgilidir. Ikinci olarak, geçmişe
bakışları, kendilerinin hemen içinde bulunduklan konurola
büsbütün sınırlı olan tarihçilerin erişebi ldikleri daha sağlam
ve daha sürekli bir kavrayışa sahip olabilecek şekilde kendi
görüş gücünü geleceğe yansıtabilme yeteneği olduğunu söy
lemek istiyoruz. Bugün Acton'un "nihai tarihin i mkanı"na
inancını yankılayan hiçbir tarihçi yoktur. Fakat, bazı tarihçi
ler başkalarına oranla dayanıklı olan ve nihai ve nesnel nite
liğini daha çok taşıyan tarihler yazmaktadırlar: Bu tarihçiler,
geçmiş ve gelecek konusunda uzun ömürlü diyebileceğim
bir görüş gücü olan kimselerdir. Geçmişin tarihçisi ancak
geleceği anlamaya doğru yaklaştıkça nesnelliğe yaklaşabilir.
Bu yüzden, daha önceki bir konuşmamda tarihten geçmiş
le gelecek arasında bir söyleşi diye söz ettiğimde, buna, daha
iyisi, geçmişin olaylarıyla geleceğin derece derece onaya çı
kan amaçları arasında bir diyalog demem gerekirdi. Tarihçi
lerin geçmişi yorum layışı, anlamlı ve ilgili olguları seçmesi,
yeni arnaçiann derece derece ortaya çıkışıyla evrilir. En ba
sit bir örnek alalım; ana amaç anayasal özgürlüklerin ve si
yasal hakiann örgütlenmesi diye görüldüğü sürece, tarihçi
geçmişi anayasal ve siyasal terimlerle yorumlamıştır. lktisa185
di ve toplumsal amaçlar anayasal ve siyasal amaçların yeri
ni almaya başlayınca, tarihçiler de geçmişin iktisadi ve top
lumsal yorumuna yönelmişlerdir. Bu süreç içi nde şüpheci
bir kimse yeni yorumun eskisinden daha doğru olmadığı
nı inandırıcı bir biçimde ileri sürebilir; hepsi kendi dönemi
için doğrudur. Bununla birlikte, iktisadi ve toplumsal amaç
Iann ağırlık kazanmac;ı insanlığın gelişiminde siyasal ve ana
yasal amaçların öncelik konumunda daha geniş ve daha ile
ri bir düzeyi temsil etliğinden, tarihin iktisadi ve toplum
sal yorumunun tarihte yalnızca siyasal yorumdan daha ile
ri bir düzeyi temsil ettiği de söylenebilir. Eski yorum redde
dilmiyor, yenisinin içine hem katılıyor hem de onun içinde
aşılıyor. Tarihçi lik, kendisi ilerleyici bir bilimdir, olaylar sü
recine sürekli genişleyen ve derinleşen bakış açıları sağla
mak amacı anlamında ilerleyen bir bilimdir. "Geçmişe yapı
cı bir bakışa" ihtiyacımız olduğunu söylerken demek istedi
ğim işte buydu. Çağdaş tarihçilik son 200 yılda, gelişmeye
olan bu ikili inanış içinde gelişmiştir ve bu olmadan yaşaya
maz; çünkü, ona anlamlılık ölçütünü yani gerçekle rastlan
tısalı ayırt etme ölçütünü sağlayan bu inanıştır. Goethe, ha
yaunın sonuna doğru bir söyleşisinde Gordion'un düğümü
nü sertçe kesmiştir:
Dönemler çökerken, bütün egilimler özneldir; öte yandan
yeni bir çagın koşullan olgunlaşırken, bütün egilimler nes
21
neldir.
Hiç kimse tarihin geleceğine ya da toplumun geleceğine
inanmak zorunda değildir. Mümkündür ki, toplumumuz yı
kılsın, dönüşsün ya da yavaş yavaş çürüyerek ortadan kalk
sm ve tarih din bilime -yani, insan eylemlerini değil, tanrı
sal amaçların incelenmesine- ya da edebiyata -yani özel bir
amacı ya da anlamlılığı olmayan öyküler ve masallar anlat2 ı j. Huizinga, Men and ldı:as, ı 959, s. 50'de ahnıı.
1 86
maya- dönüşsün. Fakat bu, bizim son 200 yıldır bildigiıniz
anlamdaki tarih olmaz.
Şimdi tarihi yargılamanın nihai ölçütünü gelecekte bu
Ian her türlü teoriye karşı öne sürülen bild ik ve yaygın bir
itirazı ele alınam gerekiyor. Denilmektedir ki böyle bir teo
ri bir kere başarının nihai yargılama ölçütü olmasını , son
ra da olan değilse bile olacak olan her şeyin haklılığı görü
şünü içermektedir. Son 200 yüz yıl içinde tarihçilerin ço
ğu, yalnızca, tarihin içinde ileriediği bir yönü kabul etmekle
kalmamış, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, bu yönün sonuçta
doğru olduğunu, insanlığın daha kötüden daha iyiye, daha
aşağıdan daha yukarıya ilerlediğine inanmışlardır. Tarihçi
bu yönü tanımlamakla kalmamış, onaylamıştır da. Geçmi
şe yaklaşımında uyguladığı anlamlılık ölçüsü, yalnızca tari
hin ileriediği yolla i lgili değil, bu sürece kendisinin ahlakça
katılmasıyla da ilgilidir. "Olan" ile "olmalı", olgu ile değer
yargısı arasındaki ayrılığa bakılmamıştır. Bu, gelecek hak
kında güvencin ağır bastığı bir dönemin ürünü olan iyim
ser bir görüştür; Whigler ve Liberaller, Hegelciler ve Mark
sistler, din bilimciler ve akılcı lar, buna, kuvvetle ve oldukça
açık bir biçimde bağlı kalmışlardır. Bunun 200 yıldır "Tarih
nedir?" sorusunun onaylanmış ve kabul edilmiş cevabı ol
duğunu söylemek, pek fazla bir abarLma olmaz. Buna karşı
tepki, bugünün endişeli ruh hali ve kötümserliğiyle birlikte
gelmiş ve bu da, tarihin anlamını onun dışında arayan din
bilimcilere ve tarihte hiçbir anlam bulmayan şüphecilere
meydanı açık bırakmıştır. Herkes, büyük bir ısrarla "olan"
ile "olmalı" arasındaki ayrımın mutlak olduğuna, kaldırıla
mayacağına, "değer yargı" larının "olgu"lardan çıkarılama
yacağına bizi inandırmaya çalışmaktadır. Sanınm, bu, yan
lış bir yoldur. Bu soruyu oldukça rastgele bir biçimde seçil
miş birkaç tarihçinin ya da tarih üstüne yazan kişinin nasıl
ele aldıklarını görelim.
1 87
Gibbon, tarihinde Islam'ın zaferlerine ayırdığı yerin çoklu
ğunu, "Muhammed'in izleyicileri hala Doğu dünyasının top
lumsal ve dini egemenliğini ellerinde tutmaktadır" diyerek
haklı göstermektedir. Şunu da ekiernektedir ki, 7. ve 12. yüz
yıllar arasında lskit düzlüklerinden inen yaban sürülerine ay
nı emeği harcasaydı, onlara layık olmadıklan bir önem veril
miş olurdu, çünkü, "Bizans tahtı bu düzensiz saldınlan püs
kürtmüş ve kendi görkemli hayatını sürdünnüştür."22 Bu, pek
mantıksız görünmüyor. Tarih, genel olarak, insaniann yapa
madıklannın değil, yaptıklannın kaydıdır: Bu bağlamda ister
istemez bir başarı öyküsü olmaktadır. Profesör Tawney, ta
rihçilerin "galip güçleri sivriiterek ve onların yuttuklarını ge
ri plana iterek" var olan duruma bir "kaçınılmazlık görüntü
sü" verdiklerine işaret etmektedir.23 Fakat, bir anlamda, tarih
çinin işinin aslı da bu değil midir? Tarihçi karşı tarafın degeri
ni küçültmemelidir; eğer yengi ucu ucuna kazanılmışsa, bunu
kolayca elde edilmiş bir şey gibi göstermemelidir. Bazen, ye
nilenler de nihai sonuca yenenler kadar büyük bir katkıda bu
lunmuşlardır. Fakat, tarihçi genel olarak ister yensin ister ye
nilsin. bir şeyler başarmı.ş olanla ilgilenir. Ben kriket tarihin
de uzman değilim. Fakat, bu spor dalının tarihinin sayfaları.
herhalde sayı yapamayan ve oyun dışına çıkanlardan çok, 1 00
sayı yapanların adlarıyla süslüdür. Hegel'in tarihte "yalnızca
devlet kuran halkların dikkatimize değdiği"24 yolundaki ün
lü yargısı bir mplumsal örgütlenme biçimine tekelci bir de
ğer verdiği ve menfur (kötü) bir devlet kültünc yol açtığı için
haklı olarak eleştirilmiştir. Fakat, Hegel'in söylemek istedi
�i şey, ilkeec do�rudur ve tarih öncesi ile tarih arasındaki bi
linen ayrımı yansıtmaktadır; yalnızca, kendi toplumlarını ör
gütlemekle belirli bir derecede başanh olmuş halklar ilkel ya22 Gihbon, Tlıe Dedi ne ıınd Fııli of ılıı: Roman Empirc, bl. 4.
23 R.H. Tawncy. The Agrarian Problem in ıht' Sixıcenıh Ccnıury, ı 9 t 2, s. 177.
24 Lt"cturcs on ıht' Philosophy of History, Ing. çev., 1 884,
1 88
s.
40.
haniler olmaktan çıkar ve tarihe girerler. Carlyle, Fransız Dev
rimi adlı kitabında XV. Louis'ye "kişileşmiş bir Dünya Yaniı
şı'nın ta kendisi" demektedir. Besbelli, bu deyişi sevmiş olacak
ki, ileride daha uzun bir bölüm içinde bunu süslemektedir:
Nedir bu baş döndürücü yeni evrensel hareket: Bir zaman
lar uyum içinde işbirligi eden kurumlar, toplumsal düzen
ler, bireysel kafalar, şimdi şaşkın bir çatışma içinde yuvarla
nıyor, eziliyor. Kaçınılmaz olarak böyle oluyor; çünkü bu,
en sonunda kendini göstermiş olan bir Dünya Yaniışı'nın
çöküşüdür.25
Burada ölçüt yine tarihi oluyor: Bir çağa uyan, bir başkası
için yanlış haline geliyor ve bu nedenle kötüleniyor. Sir lsa
iah Berlin bile felsefi soyutlamanın tepelerinden inip de so
mut tarihi durumlan düşünürken, bu görüşe yaklaşmış gö
zükmektedir. Tarihi Kaçınılmazlık üstüne denemesinin ba
sımından bir süre sonra bir radyo konuşmasında, Bismarck'ı
ahla�ça kusurlanna karşın, bir "dah1" ve "en yüksek siyasal
yargılama güçlerine sahip politikacı tipinin geçen yüzyılda
ki en büyük örneği" diye övmüş ve onu, bu bakımdan Avus
turya imparatoru I I . joseph, Robespierre, Lenin ve Hitler ile,
kendi olumlu amaçlarını gerçekleştirmek açısından karşıtaş
Urarak onlann hepsinden daha büyük olduğunu söylemiş
tir. Bu hükmü tuhaf buluyorum. Fakat şu anda beni ilgilen
diren, yargılamasının ölçütü. Sir Isaiah demektedir ki, Bis
marck elindeki malzemeyi anlamıştı; ötekileriyse, iş görme
yen soyut teorileri yanlış yollara götürmüştü. Bundan alına
cak ders şudur, "başansızlık, evrensel bir geçerlik iddiasın
daki sistemli herhangi bir yöntem ya da ilke uğruna . . . en iyi
iş görecek şeylere karşı koymaktan ileri gelir. "26 Başka bir
25 T. Carlylc, The: Frendı Rı:voluıion, 1, 1, bl.4, 1, 3, bl. 7 .
26 BBC Üçüncu Programında, 19 Haziran 1957'dc yapngı "Poliıic:al judgemcnı"
(Siyasal Yargı) üsııinc konuşması.
1 89
deyişle, tarihte yargı ölçütü herhangi bir "evrensel geçerlik
iddiasındaki ilke" değil, "en iyi iş gören"dir.
Söylememe pek gerek yok, bu "en iyi iş gören" ölçütünü
yalnızca geçmişi incelerken işin içine katmayız. Eğer birisi
size gelecekte Büyük Britanya ile ABD'nin tek bir egemenlik
altmda birleşmesinin, tek bir devlet olmasının arzu edilir ol
duğunu düşündüğünü söylese, belki de bunun hayli akla uy
gun bir görüş olduğunu kabul edersiniz. Anayasal Monarşi
nin başkanlık sistemine yeğlenir olduğunu söyleyerek söz
lerine devam etse, bunun da hayli akla uygun olduğunu ka
bul edebilirsiniz. Fakat, sonra tutup iki ülkeyi Ingiliz tacı al
tında yeniden birleştirmek için bir kampanya açmak istediği
ni belirtse; siz, muhtemelen ona zamanım boşa harcamış ola
cağını söylersiniz. Nedenini açıklamaya çalışacak olursanız,
bu tür sorunların genel bir ilkeye göre değil de, eldeki tarihi
koşullarda neyin iş göreceğine bakarak düşünülmesi gerek
tiğini söylemek zorunda kalırdınız; hatta, belki de, tarihten
büyük harf "T' ile söz etmek baş yanlışını yapar ve Tarih'in
kendisine karşı olduğunu söylerdiniz. Politikacının işi, yal
nızca ahlakça ya da teorice neyin istenıneye değer olduğunu
değil, aynı zamanda, dünyada hangi güçlerin var olduğunu
ve göz önünde tutulan amaçları bir ölçüde gerçekleştirmek
için bunların nasıl yönlendirilebileceğini ya da kullanabile
ceğini düşünmektir. Tarihi yorumlayışınm ışığı altında aldı
gı siyasal kararlar bu uzlaşmaya dayanır. Fakat, tarihi yorum
layışımız da aynı uzlaşmaya dayanmaktadır. Kabul edilebilir
herhangi bir istenilirlik ölçütü kurmak ve geçmişi bunun ışı
ğında kötülemek kadar kökten bir yanlış yoktur. "Başarı" ke
limesi kızdırıcı anlamlar taşımaya başladığı için onun yerine,
elbette, tarafsız bir deyişle "en iyi iş gören" sözünü koyabili
riz. Bu konuşmalar sırasında çeşitli vesilelerde, Sir Isaiah Ber
lin'e karşı çıktığım için, sonuçta konuyu ne de olsa bir ölçü
de anlaşmayla kapatabilmek beni mutlu ediyor.
1 90
Fakat, "en iyi iş gören" ölçütünün kabul edilmesi, bunun
uygulanmasını kolaylaştınr ve kendiliginden belli bir hale
getirir. Bu alelacele kararları teşvik eden ya da olan her şeyin
dogru oldugu görüşüne baş egen bir ölçüt degildir. Tarihte
daha ileri gelişmelere gebe başarısızlıkların olmadıgı söyle
nemez. Tarih, ''ertelenmiş başarı" diyebilecegim bir şeyi ka
bul eder; bugün görünüşte başarısızlık olan şeyler yarının
başarısına hayati katkısı bulunan bir şeyler diye ortaya çıka
bilir. Bunlar zamanından önce dogan peygamberler gibidir.
Gerçekten, bu ölçütün sözde degişmez ve evrensel bir ilke
ölçütüne oranla üstün yanlarından birisi, bizden bunu dü
zeltmemizi isteyebilmesidir. Çoguca soyut ahlak ilkelerin
den hareket eden Proudhon, III. Napoleon'un coup d'etat'sı
nı (hükümet darbesini) , başarılı olduktan sonra haklı gör
müştür; soyut ahlak ilkeleri ölçütünü reddeden M arx ise,
Proudhon'u bunu haklı gördügü için suçlamıştır. Daha uzak
bir tarihi görünümden, Proudhon'un yanıldıgını Marx'ın bu
tarihi yargılama sorunu için bize çok iyi bir başlangıç nok
tası verir; Sir lsaiah Berlin'in ise "en iyi iş gören" ölçütünü
kabul etmekle birlikte, bu ayracı uygulamakla yetindigi bes
belli dar ve kısa dönemli sınırlara da şaşıyorum. Bismarck'ın
yaratugı kurumlar gerçekten iyi iş gördüler mi? Bana kalırsa
bunlar büyük bir felakete götürmüşlerdir. Bunu söyleyişim,
Alman Devletini kuran Bismarck'ı ya da bunu isteyen ve ol
masına yardım eden Alman halk kitlelerini suçlamaya çalış
tıgım anlamına gelmez. Fakat, bir tarihçi olarak sorulacak
pek çok soruro var. Sonunda ortaya çıkan felaket Reich'ın
yapısında gizli birtakım çatlakların var olması yüzünden mi
meydana geldi? Yoksa, onu doguran iç koşullar içindeki bir
şeyler, bu devletin kendisini zorla kabul ettirici ve saldır
gan olmasını gerekli kıldıgı için mi? Yoksa, Reich kuruldu
gu zaman, Avrupa ya da Dünya sahnesi zaten çok kalabalık
oldugu ve Büyük Devletler içindeki yayılma egilimleri zaten
1 91
çok güçlü olduğu, böylece başka bir yayılınacı Büyük Dev
letin doğuşunun büyük bir çarpışmaya neden olmaya ve bü
tün sistemi harabe haline getirmeye yeterli olduğu için mi?
Son varsayımı kabul edersek Bismarck'ı ya da Alman halkını
felaketten sorumlu ya da biricik sorumlu tutmak yanlış ola
bilir: Gerçekten, son damlayı suçlayamazsınız. Fakat, Bis
marck'ın yaptıkları ve bunlann nasıl işlediği üstüne nesnel
bir yargılamada bulunabilmesi için tarihçinin önce bu soru
ları cevaplaması gerekmektedir, oysa onun hala bunları ke
sinlikle cevaplayabilecek konumda olduğundan emin deği
lim. Söyleyebileceğim şey şudur ki, l 920'lerin tarihçisi nes
nel yargılamaya 1 880'lerin tarihçisinden daha yakındır. Bu
günün tarihçisi 1 920'lerinkinden daha yakındır; 2000 yılı
nın tarihçisi ise belki çok daha yakın olacaktır. Bu, bana ta
rihte nesnelliğin burada ve şimdi var olan bazı yerleşik ve
değişmez yargı ölçütlerine dayanmadığı ve dayanamayacağı,
ancak, gelecekte yer alan ve tarihin akışı ilerledikçe kendini
ortaya koyan bir ilerleme ölçütüne dayandığı ve dayanabiie
ceği yolundaki tezimin doğruluğunu göstermektedir. Tarih,
yalnızca geçmiş ile gelecek arasında tutarlı bir ilişki kurdu
ğu zaman anlam ve nesnellik kazanır.
Olgu ile değer arasında var olduğu öne sürülen bu ikili
ğe bir daha bakalım. Değerler olgulardan çıkarılamaz. Bu
önerrrıe kısmen doğru , fakat kısmen de yanlıştır. Herhangi
bir dönemde ya da herhangi bir ülkede egemen olan değer
ler sistemini onun çevre olguları tarafından ne kadar çok bi
çimlendirilmiş olduğunu anlamak için bu sistemi inceleme
niz yeterlidir. Daha önceki bir konuşmamda, özgürlük, eşit
lik, adalet gibi değer ifade eden kelimelerin tarihi içerikle
rinin değişmesine dikkatinizi çekmiştim. Ya da geniş ölçü
de manevi değerlerin yayılmasına çalışan Hıristiyan Kilisesi
ni alın. llk Hıristiyanlığın değerlerini Ortaçağlardaki papalık
sistemiyle ya da Ortaçağ papalık sisteminin değerlerini 1 9 .
1 92
yüzyı l Protestan Kiliselerininkiyle karşılaştırın. Ya da bu
gün. diyelim ki Ispanya'daki Hıristiyan kilisesinin savundu
gu değerlerle Birleşik Devletler'deki Hıristiyan kiliselerinin
savunduğu degerieri karşılaştırınız. Değerlerdeki bu farklı
lıklar tarihi olgu farklanndan kaynaklanmaktadır. Son 1 50
yılda, eskiden hepsi de ahlakça caiz ya da saygıdeğer kabul
edilen köleliğin, ırk eşitsizliğinin, çocuk işçiliğinin bugün
genellikle ahlaka aykın sayılmasına neden olan tarihi olgu
lan düşünün. Değerlerin olgulardan çıkarulamayacağı öner
mesi, en azından tek taraflı ve yanıl tıcıdır. Ya da bu sözü
tersine çevirelim . Olgular değerlerden çıkarılamaz. Bu, kıs
men doğrudur, fakat gene kısmen de yanıltıcı olabilir; buna
da kayıllar koymak gerekir. Olgulan bilmek istediğimiz za
man, sorduğumuz sorular ve bu nedenle de elde etti�miz
cevaplar bizim değer sistemimizden kaynaklanırlar. Çevre
mizin olgulan hakkında kafamızdaki tablo, değerlerimiz ta
rafından, yani olgulara yaklaştığımız kategorilerce kalıplan
dınlmışur ve bu tablo, hesaba katmamız gereken önemli ol
gulardan biridir. Değerler olguların içine girerler ve onların
vazgeçilmez bir parçasıdırlar. Çevremize uyma, çevremizi
kendimize uydurma yeteneğimiz ve çevremiz üzerinde ege
men oluşumuz, değerlerimizin aracılığıyla gerçekleşir ve ta
rihi bir ilerleme öyküsü kılan da budur. Fakat, insanın çev
resiyle mücadelesini kavramaya çalışırken olgular ile değer
ler arasında yanlış bir karşıtlık ve yanlış bir aynm kurmayı
nız. Tarihte ilerleme, olgular ile değerlerin karşılıklı bağım
lılığı ve etkileşimiyle meydana gelir. Nesnel tarihçi, bu karşı
l ıklı sürece en derinlemesine nüfuz eden tarihçidir.
Bu, olgular ve değerler sorununa ipucunu
"doğru" kelime
sini günlük kullanımımız sağlar; bu, olgu dünyasıyla değer
dünyası arasında uzanan ve her ikisinin ögelerinden oluşan
bir kelimedir. Böyle oluşu, İngilizcenin bir özelliği değildir.
latin dillerinde doğru karşılığı kullanılan kelimelerin hep1 93
si gibi, Alınanca
Wahrheit,
Rusça
Pravda27 da bu ikili niteliği
taşırlar; öyle görünüyor ki, her dilin yalnızca bir olgu öner
mesi olmayan, yalnızca değer yargısı da olmayan, fakat her
iki ögeyi de kapsayan böyle bir kelimeye ihtiyacı vardır. Be
nim geçen hafta Londra'ya gitmiş olmam bir olgu olabilir.
Fakat, buna nonnal olarak doğru demezsiniz: Bu, herhan
gi bir değer içeriği taşımamaktadır. Ö te yandan, Bağımsız
lık Bildirisi'nde Birleşik Devletler'in Kurucu Babaları ken
diliğinden ortada olduğunu söyledikleri bir doğruya, bütün
insanların eşit yaratılmış bulunduklanna işaret ettiklerinde,
bu önermedeki değer içeriğinin olgusal içeriğe ağır bastığı
nı ve bu bakımdan, olgusal içeriğin bir doğru sayılmaya hak
iddia etmesini kuşkuya düşürebileceğini düşünebilirsiniz.
Bu iki kutup arasında bir yerde -"değer"siz olgulann kuzey
kutbu ile henüz kendilerini olgulara dönüştürmek için çır
pınan değer yargılarının güney kutbu- Tarihi doğru ülke
si bulunmaktadır. tık konuşmamda söylediğim gibi, tarih
çi olgu ile yorum, olgu ile değer yargısı arasında dengededir.
Bunlan birbirinden ayıramaz. Belki durağan bir dünyada ol
gu ile değer yargısı arasında bir aynm yapma zorunluluğu
vardır. Fakat, durağan bir dünyada tanh anlamsızdır. Tarih.
özünde, degi.şimdir, harekettir ya da -bu eski moda kelime
den gocunmazsanız- ilerlemedir.
Bu nedenle, sonuçta Acton'un ilerlemeyi "tarihin kendi
sine dayanılarak yazılması gereken bilimsel varsayım" di
ye betimleyişine dönüyorum. Isterseniz, geçmişin anlamı
nı tarih dışı ve akıl üstü herhangi bir güce bağlayarak tarihi
din bilime dönüştürebilirsiniz. Isterseniz onu edebiyata -ya
ni, geçmiş hakkında anlamı ya da manidarhğı olmayan bir
öyküler ve efsaneler toplamasına- dönüştürebilirsiniz. An27 Prııvda'nın durumu özellikle ilginçtir, çünkü, gerçek için bir başka eski Rusça
kdime vardır, isıina. Fakat, bunlar arasındaki aynm de�ıldir; pravda her i kı an·
larnda insani gerçektir, isıina ise her iki anlamd.'l ı.annsal gerçekılr -ı.ann hak·
kındaki gerçek ve ı.ann ı.ara[ından açılan gerçek.
1 94
cak farklı olarak denildiği gibi, tarih adına layık olan tarih,
tarihin kendi içinde bir yön duygusu bulan ve bunu kabul
eden kimselerce yazılabilir. Bir yerlerden gelmiş olduğumuz
inancı, bir yerlere gitmekte olduğumuz inancıyla sıkı sıkı
ya bağlıdır. Gelecekte gelişme yeteneğine inancını kaybeden
bir toplum, geçmişindeki ilerlemeyle ilgilenmekten de çabu
cak vazgeçer. Ilk konuşmamın başında söylediğim gibi, ta
rih hakkındaki görüşümüz, toplum hakkındaki görüşümü
zü yansıtır. Böylece, toplumun geleceğine ve tarihin gelece
gine inancıını açıklayarak başlangıç noktama dönüyorum.
195
6
Genişleyen Ufuklar
Bu konuşmalarda öne sürdügüm, tarihin, tarihçinin de için
de bulundugu, hiç durmadan hareket eden bir süreç oldu
gu yolundaki anlayış, öyle görünüyor ki, beni zamanımızda
tarihin ve tarihçinin konumu üstüne sonuca yönelik birta
kım düşüncelere zorlamaktadır. Dünyanın kesin bir felake
te gittigi kehanetlerinin ortalıkta dolaşugı ve herkesin üstü
ne çöktügü bir dönemde yaşıyoruz - bu, tarihte ilk kez ol
muyor. Bu kehanetler ne kanıtlanabilirler ne de çürütülebi
lirler. Fakat, ne olursa olsun bunlar, herkesin ölecegi yazgı
sından çok daha az kesindir; ve nasıl bu yazgının kesinligi,
bizi kendi geleceğimiz hakkında planlar yapmaktan alıkoy
muyorsa, onun gibi bu ülkenin -ya da bu ülke değilse, dün
yanın büyük bir bölümünün- bizi tehdit eden tehlikelerden
kurtulacağı ve tarihin devam edecegi yolunda bir varsayıma
dayanarak, toplumumuzun bugününü ve geleceğini tartış
maya girişecegim.
20. yüzyılın ortasındaki yıllar dünyayı, Ortaçağ dünyası
nın parçalanıp yıkılmasından ve çagdaş dünyanın temelle
rinin 1 5 . ve 1 6. yüzyıllarda kurulmasından bu yana gelmiş
1 97
geçmiş hepsinden daha köklü ve silip süpürücü bir değişim
süreci içinde buluyor. Bu değişim hiç şüphesiz, son analiz
de, bilimsel bulgulann ve buluşlann, bunlann gitgide yayı
lan uygulanışının ve dalaylı ya da dolaysız bunlardan kay
naklanan gelişmelerin ürünüdür. Bu, değişmenin en belir
gin yönü toplumsal bir devrim olmasıdır; 1 S. ve 16. yüzyıl
larda, maliye ve ticarete, daha sonra endüstriye dayanan ye
ni bir sınıfın erki ele almasıyla başlayan devrimle oranlana
bilecek bir toplumsal devrimdir. Endüstrinin yeni yapısı ve
toplumun yeni yapısı, benim burada tartışmasına giremeye
ceğim kadar geniş sorunlar ortaya koymuştur. Fakat bu de
ğişimin benim konurola daha dogrudan ilişkili yönu vardır
-bunlara derinliğine bir değişim ve coğrafi kapsamda bir de
ğişim- diyebilirim. Şimdi her ikisine de kısaca değinıneye
çalışacağım.
Tarih, insanlar zamanın geçişini -mevsimlerin döngüsü,
insanın ömrü gibi- doğal süreçlerin terimleriyle değil de, in
sanın bilinçli olarak içine karıştığı ve bilinçli olarak etkile
yebildiği belli olay dizilerinin terimleriyle düşünmeye başla
dığı zaman başlar. Burckhardt . tarih "bilincin uyanışının ne
den olduğu doğadan kopuştur"* der. Tarih, insanın aklını
kullanarak, çevresini anlamak ve onu etkilemek için yaptığı
uzun mücadeledir. Fakat, çağdaş dönem devrimci bir biçim
de bu mücadeleyi genişletmiştiL Insan şimdi yalnızca çevre
sini deği l , kendisini de anlamaya ve etkilerneye çalışmakta
dır; bu durum, böyle denebilirse, akla yeni bir boyut, tarihe
yeni bir boyut eklemiştir. Şimdiki çağ, bütün çağlar içinde
tarihi bilince en çok sahip alandır. Çağdaş insan, daha önce
görülmemiş bir derecede kendi varlıgının bilincindedir, bu
nedenle de tarihin bilincindedir. Geçip geldiği belirsiz pırıl
n ları , varmakta olduğu belirsizliği aydınlatabileceği umu
duyla, coşkuyla incelemekte, tersine olarak da, önünde uza(*) J . Burckhardı,
1 98
Rcjlcclions on History,
ı959.
s.
31.
nan yol hakkındaki arzulan ve endişeleri ardında kalaniann
anlayışını güçlendirrnektedir. Geçmiş, bugün ve gelecek, ta
rihin sonsuz zinciri içinde birbirlerine ba�lıdır.
lnsanın kendi bilincini geliştirmesinin oluşturdu�u çag
daş dünyadaki değişmenin Descartes ile başladığı söylenebi
lir; insanın konumunu ilk kez yalnızca düşünen deği l, ken
di düşünüşii hakkında düşünebilen, gözleme eylemi için
de kendini gözlemleyebilen ve böylece de insanın düşün
cesinin ve gözlemin aynı zamanda hem öznesi hem de nes
nesi olduğunu ortaya koyan Descanes'tır. Fakat, bu geliş
me Rousseau'nun insanın kendini anlamasında ve kendi bi
linçliliğinde yeni derinlikler ortaya çıkardıgı ve insana doğa
dünyasıyla ve geleneksel uygarlığa bakışında yeni bir açı ge
tirdiği 18. yüzyılın ikinci yansına kadar bütünüyle açıklığa
kavuşmamıştır. De Tocqueville, Fransız Devrimi'nin "isteni
lenin, o günün toplumsal düzenini yöneten geleneksel alış
kanlıklar yerine, insan akimın kullanılması ve doğal yasadan
çıkan yalın temel kurallar konulması olduğu inancı"ndan
esinlendi�ni söylerniştir.1 Acton, el yazmalarında "o zama
na kadar insan" demiştir, "özgürlüğü hiçbir zaman neyi is
tediğini bilerek istememişli. "2 Hegel için olduğu gibi, Acton
için de, özgürlük ve akıl hiçbir zaman çok ayn olmamışlar
dır. Fransız Devrimi de Amerikan Devrimi ile ilişkiliydi.
Seksen yedi yıl önce babalanmız bu kııada. özgürlük içinde
oluşmuş ve bütün insaniann eşit yaratıldıgı inancına gönül
vermiş yeni bir ulus orıaya koydular.
Lincoln'ün sözlerinin gösterdiği gibi, bu, görülmedik bir
olaydı - insanlar tarihte ilk kez bilerek ve bilinçli olarak
kendilerini bir ulus biçimine soktular ve sonra bilinçli ola
rak ve bilerek öteki insanları da bu biçimin içinde kalıpla1
2
A. de Tocqueville. De I'Ancirn Rtgime, 3, bl. 1
Cambridge University Libr:uy: ek yazmalar, s.
870.
1 99
maya koyuldular. 1 7 . ve 18. yüzyıllarda insan kendisini çev
releyen dünyanın ve onun yasalannın tam bilincine varmış
bulunuyordu. Bunlar artık anlaşılmaz bir tanrısal takdirin
gizemli buyrukları de�il, aklın erişebilecegi yasalardı. Fakat,
bunlar insanın kendi yaptığı yasalar değil, insanın kendisi
nin bağlı bulunduğu yasalardı. Bir sonraki aşamada, insan,
çevresi ve kendisi üstündeki gücünün ve uyannca yaşayaca
ğı yasaları yapma hakkının tam bilincine varacaktır.
18. yüzyıldan çağdaş dünyaya geçiş, uzun sürmüş ve de
rece derece olmuştur. Bu geçiş dönemini temsil eden fil o
zoflar, ikisi de karışık değerli bir konurnda olan Hegel ile
Marx'tır. Hegel tanrısal Takdir'in yasalannın aklın yasalan
na dönüştüğü fikrinden kaynaklanır. Hegel'in dünya Ruhu,
bir eliyle tannsal Takdir'i sıkı sıkıya kavrarnaktadır, ötekiy
le de aklı. Hegel, Adam Smith'i yankılar. Bireyler "kendi çı
karlarını doyururlar; fakat bunu yaparken bilinçlerinde ol
rnarnakla birlikte eylemlerinde saklı duran başka bir şey da
ha ortaya çıkar." Dünya Ruhu'nun akli ereği hakkında de
mektedir ki "insanlar, bunu gerçekleştirme eyleminin ken
disiyle, onları o erekten farklı olan kendi arzularını yerine
getirme vesilesi kılarlar." Bu, düpedüz, çıkarların uyurnu
nun Alman felsefesinin diline çevril rnesidir.3 Smith'in "giz
li el"inin, insanları bilincinde olmadıkları erekleri gerçekleş
tirrnek için çalışmaya koşan Hegel'deki eşdeğeri ünlü kav
ram "aklın k urnazlı�ı"dır. Böyle olmakla birlikte, yine de
Hegel Fransız Devrimi'nin filozofudur, gerçeğin özünü ta
rihi değişmede ve insanın kendi bilinçliliğinin gelişmesin
de gören ilk filozoftur. Tarihte gelişme, özgürlük kavramına
doğru gelişme demektir. Fakat, 1 8 1 5'ten sonra, fransız Dev
rimi'nin etkisi Restorasyon'un kasvetli havası içinde sönüp
gitmiştir. Hegel siyasal olarak fazla ürkekti, hayatın ın son
yıllarında zamanın yerleşik düzenine fazlasıyla bağlanmıştı;
3
200
Alıntılar Hegel'in
Philosophy of Righı kiıabınd.ındır.
bu yüzden metafizik önermelerine herhangi bir somut an
lam koymamıştır. Herzen'in Hegel'in ögretilerini "devrimin
cebiri" diye tanımlaması pek yerindedir. Hegel işaretleri sağ
lamış, fakat onlara pratik içerik vermemiştir. Hegel'in cebir
sel denklemlerini aritmetiğe dönüştürmek Marx'a kalmıştır.
Hem Adam Smith'in hem Hegel'in izleyicisi olan Marx,
Doga'nın akli yasalarınca düzenlenmiş bir dünya kavramın
dan yola çıkmıştır. Hegel gibi, fakat bu kez pratik ve so
mut bir biçimde, insan'ın devrimci girişkenligine uygun ola
rak akli bir süreç içinde evrilen yasalann yöneuigi bir dün
ya kavramına geçişi saglamıştır. Marx'ın son sentezinde ta
rih, birbirinden aynlamayacak, tutarlı ve akli bir bütün oluş
turan üç anlam taşımaktadır. Olayların nesnel, özellikle de
ekonomik yasalara uygun hareketi; buna karşılık olmak
üzere, düşüncenin diyalektik bir süreç içinde gelişmesi; yi
ne buna karşılık olmak üzere, devrimin teorisiyle uygulama
sını uzlaştıran ve birleştiren, sınıf çauşması biçimindeki ey
lem. Marx'ı n öne sürdüğü, nesnel yasalarla bunları uygula
maya çeviren bilinçli eylemin bir sentezidir; bu, bazen (ama
yanlışlığa götürücü olarak)
determinizm
ve
volontaıizm
de
nilen şeylerin bir bileşimidir. Marx, sürekli olarak insanın
şimdiye dek bilincinde olmadan uyduğu yasalar hakkında
yazmıştır: Kapitalist bir ekonomi ve kapitalist toplumda ya
şayanların "yanlış bilinçleri" dediği şeye birçok kereler dik
kati çekmiştir: "Üretim ve dolaşımı yapanların zihinlerin
de üretim yasalan hakkında oluşan anlayışlar, gerçek yasa
lardan geniş ölçüde farklı olacaktır."4 Fakat, Marx'ın yazı
larında bilinçli devrimci eylem çağrılannın çarpıcı örnekle
ri de bulunmaktadır. Feuerbach üstüne ünlü tezinde, "filo
zoflar yalnızca dünyayı farklı biçimlerde yorumladılar, fakat
sorun onu dönüştürmektir" der.
Komünist Maııifesto'da
da
şöyle söyler, "proletarya siyasal egemenligini bütün serına4
Capital, 3, Ingilizce çeviri,
1 909, s. 369.
201
yeyi burj uvaziden adım adım almak ve bütün üretim araç
larını devletin eline toplamak için kullanacakur."
ııaparte'm Onsekiz B ruma i re'inde
LolliS Bo
Marx, "zihinsel benlik bi
lincinin yüzyıllık bir süreci kullanarak bütün geleneksel fi
kirleri çözüşü"nden söz eder. Kapitalist toplumun yanlış bi
lincini çözecek ve sınıfsız toplumun gerçek bilinçliligini ge
tirecek olan proletaryaydı. Fakat, 1 848 devrimlerinin başa
rısızlığı, Marx çalışmaya başladığı zaman hemen olacak gi
bi gözüken gelişmeler bakımından ciddi ve dramatik bir ge
rileme olmuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısı, refah ve güvenli
ğin hala ağır bastığı bir hava içinde geçti. Aklın birincil işle
vi anık toplum içindeki insan davranışlarını yöneten nesnel
yasalan anlamaktan çok, toplumu ve onu oluşturan birey
leri bilinçli eylemle yeniden biçimlendirmek oldugu, çağ
daş tarih dönemine geçişimiz yüzyılın dönümüne kadar ta
mamlanınamıştır. Marx'da "sınıf' pekinlikle tammlanma
mış olmakla birlikte, genel olarak ekonomik analizle erişiie
cek nesnel bir kavram kalmaktadır. Lenin'de "sınıf' yerine,
sınıfın öncü kolunu oluşturan ve ona zorunlu sınıf bilinci
ni götüren "parti" kavramı vurgulanmaktadır. Marx'da "ide
oloj i" olumsuz bir terimdir - kapitalist toplumsal düzenin
yanlış bilincinin bir ürünüdür. Lenin'deyse "ideoloji" taraf
sız ya da olumlu hale gelir - sınıf bilinçli önderlerden oluşan
seçkin bir grubun, gizil olarak sınıf bilinci olan işçi kitlesine
aşıladıkları bir inançtır. Sınıf bilincinin biçimlenmesi artık
kendiliğinden işleyen bir süreç değil, üstlenilen bir görevdir.
Zamanımızda, akla yeni bir boyut ekleyen bir başka bü
yük düşünür Freud'dur. Freud bugün hala oldukça gizemli
bir kişi olarak kalmaktadır. Gördüğü eğitim ve geldiği çev
re bakımından bir 19. yüzyıl liberal bireycisiydi ve bireyle
toplum arasındaki temel bir karşıtlık olduğu yolundaki yay
gın, ama yanıltıcı bir varsayımı kabul ediyordu. Freud, insa
na toplumsal bir varlık olmaktan çok, biyolojik bir varlık di202
ye yaklaşmakla, toplumsal çevreyi, insanın kendisince ger
çekleştirilen durmak bilmez bir yaratma ve dönüştürme sü
reci değil, tarihi olarak belirlenmiş diye kabul etmek eğili
mindedir. Gerçekte toplumsal nitelikte olan sorunlara bi
reyin açısından yaklaştığı için, her zaman Marksistlerin sal
dınsına uğramış ve bu bakımdan gerici diye mahküm edil
miştir; Freud'un kendisi için yalnızca kısmen geçerli olan
bu suçlama, uyumsuzlukların toplumun yapısında değil, bi
reyin doğasında saklı olduğunu kabul eden ve bireyin toplu
ma uyarianmasını psikolojinin asıl işlevi sayan Birleşik Dev
letler'deki yeni-Freudcu akım için çok daha tam bir haklılık
taşımaktadır. Freud'a karşı bir başka yaygın suçlama, onun
insan işlerindeki akıl dışılığın rolünü büyüttüğü suçlaması,
bütünüyle yanlıştır ve insan davranışlanndaki akıl dışı öge
nin kabulüyle akıl dışı bir kült haline getirmenin kabaca ka
nştırılmasından ileri gelmektedir. Bugün ingilizce konuşu
lan dünyada, esas itibariyle aklın yaptıkları ve yapabilecek
lerinin küçüınsenmesi biçimindeki bir akıl dışılık kültünün
var olduğu ne yazık ki doğrudur; bu, daha sonra sözünü
edeceğim kötümserliğin ve aşın-tutuculuğun bugünkü dal
gasının bir parçasıdır. Fakat, bu, katıksız ve biraz da ilkel bir
akılcı olan Freud'dan gelmemektedir. Freud'un yaptığı, in
san davranışının bilinçsiz köklerini bilince ve akılcı araştır
maya açarak bilgi ve anlayışımızın alanını genişletmekti. Bu,
aklın egemenlik alanının bir genişlemesi, insanın kendisi ve
dolayısıyla çevresini anlama ve denetleme gücünün bir anı
şıdır; bu, devrimci ve ilerici bir başan demektir. Bu yönden
Freud, Marx'ın çalışmasıyla çelişmez, onu tamamlar. Freud
sabit ve değişmez bir insan doğası anlayışından büsbütün
kurtulmamış olmakla birlikte, insan davranışının köklerini
daha derinlemesine anlamak ve böylece akli süreçler yoluy
la onun bilinçli bir biçimde değiştirilmesi için araçlar sağla
mış olma anlamında çağdaş dünyanın insanıdır.
203
Tarihçi için Freud'un özel önemi iki yönlüdür. Birinci ola
rak, Freud insaniann bir hareket yaptıkları zaman, o hara
keti yapmalarına neden oldugunu söyledikleri ya da neden
olduguna inandıkları dürtülerin, gerçekte onların eylemle
rini açıklamaya yeterli oldugu yolundaki çok eski bir haya
lin tabutuna son çiviyi çakmıştır: Bu, oldukça önemli, ama
olumsuz bir başandır; ne var ki, kimi heveskarlann tarihte
ki büyük adamiann davranışianna psikanaliz yöntemleriyle
ışık tutma yolundaki iddialarına da kuşku ile bakmak gere
kir. Psikanaliz uygulaması, durumu araştırılan hastanın şa
şırtmacalı biçimde sorguya çekilmesine dayanır: Oysa, ölü
ler sorguya çekilemez. tkinci olarak, Freud Marx'ın çalışma
sını pekiştirerek, tarihçinin kendisini ve tarih içindeki ken
di konumunu, üstünde çalışugı konuyu ya da dönemi yegle
mesini, olguların seçimini ve yorumlayışını yöneltmiş olan
dürtüleri -belki de gizli dürtüleri- kendi bakış açısını belir
lemiş olan ulusal ve toplumsal çevreyi, geçmiş hakkındaki
anlayışını biçimlendiren gelecek hakkındaki anlayışını, in
celemesini istemiştir. Marx ve Freud eserlerini vereli beri,
tarihçinin kendisini toplumun dışında ve tarihin dışında du
ran ayn bir birey diye düşünmesi için hiçbir özrü kalmamış
tır. Içinde yaşadıgımız bu dönem, benlik bilinci dönemidir:
Tarihçi ne yaptıgını bilebilir ve bilmelidir.
Çagdaş dünya dedigim şeye, yani aklın işlevi ve gücünün
yeni alanlara yayılmasına bu geçiş henüz tamamlanmamış
tır: Bu 1 20. yüzyılın içinden geçmekte oldugu devrimci degi
..
şimin bir parçasıdır. Bu geçişin bellibaşlı belirtilerinden ba
zılarının üstünde durmak istiyorum.
Ekonomi ile başlayayım. 1 9 1 4 yılına kadar, insanların ve
ulusların ekonomik davranışlarını yöneten ve ancak kendi
zarariarına olarak karşı çıkabilecekleri nesnel ekonomik ya
salar bulunduğu inancından adeta hiç şüphelenilmemişti.
Ticaret döngüleri
204
(trade cycles),
fiyat dalgalanmalan, işsiz-
lik bu yasalarca belirlenmekteydi. Büyük Bunalım'ın çöktü
gü 1 930 gibi geç bir tarihte bile, bu görüş hala başattı. Bun
dan sonra her şey hızla degişti. 1 930'larda ekonomik yasalar
uyarınca, tutarlı olarak kendi ekonomik çıkarlarını izleyen
insan anlamında "ekonomik insanın sonu"ndan söz edilme
ye başlandı ; o zamandan beri , 19. yüzyıldan kalma birkaç
Rip Van Winkle dışında hiç kimse bu anlamda ekonomik
yasalara inanmamaktadır. Bugün, iktisat bir dizi teorik ma
tematik denklemi ya da bazı insanların ötekileri oraya bura
ya nasıl itiştirdiklerinin pratik bir incelemesi haline gelmiş
tir. Bu, degişme esas olarak bireysel kapitalizmden büyük
çaplı kapital izme geçişin bir ürünüdür. Bireysel girişimci ve
tüccar ağır bastıgı sürece, hiç kimse ekonomiyi denetim al
tında tutma ya da onu anlamlı bir biçimde etkileme imka
nına sahip görünmüyordu; böylelikle de, kişilik dışı yasa
lar ve süreçler imgesi korunmaktaydı. Ingiltere Bankası bile,
gücünün doruğunda oldugu günlerde, hünerli bir işletici ya
da yöneitici olarak değil, ekonomik eğilimlerin nesnel ve ya
rı kendiliginden bir kaydedicisi diye düşünülmekteydi. Fa
kat, bir laissez-faire ekonomisinden güdümlü bir ekonomiye
-güdülen ister bir kapitalist ekonomi ya da sosyalist bir eko
nomi olsun, güden ister büyük çaplı kapitalist ve görünüş
te özel çıkarlar ya da devlet olsun- geçiş ile bu imge sona er
miştir. Belli insanların belli amaçlarla belli kararlan aldıkla
n ve kararların ekonomik gidişimizi bizim için düzenlediği
gitgide açık olmaktadır. Bugün herkes yağın ya da sabunun
fiyatının nesnel bir arz-talep yasasına göre değişmediğini
bilmektedir. Herkes, durgunluğun ve işsizliğin insan yapımı
olduğunu bilmekte, ya da bildiğini sanmaktadır, hükümet
ler btmlan nasıl iyi edeceklerini bildiklerini söylemekte, hat
ta
iddia etmektedirler. La issez fa i re den planlamaya, bilinç
-
'
sizlikten benlik-bilincine, nesnel ekonomik yasalar inancın
dan insanın kendi eylemiyle kendi ekonomik kaderine ege205
men olacağı inancına geçilmiştir. Toplumsal politika, eko
nomik politikayla el ele gitmiştir, hatta ekonomik politika,
toplumsal politikanın bir parçası haline gelmiştir. 1 9 10 yı
lında yayımlanan Cambridge Modern Histoıy'nin son cildin
den bir alıntı yapmak istiyorum; bu, Marksistten başka her
şey olan ve muhtemelen Lenin'i hiç duymamış bulunan bir
yazarın son derece sezgili bir yorumudur:
Toplumsal refonnlann bilinçli çaba ile yapılabileceği inan
cı, Avrupalı düşüncesinde başat akımdır; bu, özgürlüğün
her derde tek deva oldugu inancının yerine geçmiştir . . .
Fransız Devrimi sırasında insan haklan inancı ne kadar an
lamlı ve çeşitli gelişmelere gebe olmuşsa, bu inancın şu an
daki varlığı da öyle görünmektedir. 5
Bugün bu sözlerin yazılmasının üstlinden 50, Rus Dev
rimi'nin üstünden 40 kusur yıl ve büyük bunalımın üstlin
den 30 yıl geçtikten sonra, bu inanç beylikleşmi.ştir. Sözde
akli olmakla birlikte, insanın denetimi dışında kalan nesnel
ekonomik yasalara boyun egişten, insanın bilinçli eylemiyle
kendi ekonomik kaderini denetleme yetenegi olduğu inan
cına geçiş, bana, insan işlerine aklın uygulanışında bir iler
leme, insanın kendisini ve çevresini anlama ve bunlara ege
men olma yeteneginde bir artışın ifadesi olarak görünmek
tedir; ben buna, gerekirse, eski moda kelimeyle ilerleme de
meye hazınm.
Öteki alanlarda işleyen benzer süreçlerin üstünde a}nntılı
olarak durmak için yerim yok. Bilim bile, gördüğümüz gibi.
doğanın nesnel yasalannı araştınnak ve oluşturmaktan çok,
insanın dogayı kendi amaçlanna koşuınlamasına ve çevresini
degiştirmesine imkan verecek çalışma varsayımlan şekillen
dirmekle ilgilenmektedir. Daha önemlisi, insan, aklın bilinç5
Cambridge Modern His!ory, 1 2,
1 9 10, s. 15; bu bölümün yazan Hisıoıy'nin edi
tOrlerinden biri ve yılksek bir devlet memuru olan S. Leaıhes'dır.
206
li kullanımıyla yalnızca çevresini değil , kendisini de degiştir
meye başlamıştır. 18. yüzyılın sonunda, çığır açan bir eserin
de Malthus, Adam Smith'in piyasa yasalan gibi hiç kimsenin
bilincinde olmaksızın işleyen nesnel nüfus yasalannı ortaya
koymaya kalkışmıştı . Bugün hiç kimse bu tür nesnel yasalara
inanmamaktadır; fakat, nüfus denetimi, akılcı ve bilinçli bir
toplum politikası konusu haline gelmiştir. Zamanımızda in
san çabası ile insan ömrünün uzatılınasını ve nüfusun için
deki kuşaklar arasında dengenin değiştiiiidiğini gördük. tn
san davranışına etkide bulunmak için bilinçli olarak ilaçla
rın kullanıldığını ve insan karakterini değiştirmek amacıyla
cerrahi ameliyatlar yapıldığını duyduk. Gözlerimizin önün
de, insan da toplum da değişmiş, bilinçli insan çabası ile de
ğiştirilmiştir. Fakat, bu değişikliklerin belki de en anlamlı
ları, geliştirilmesi ve aşılamada (endoktrine etmede) çağdaş
yöntemlerin geliştirilmesi ve kullanılmasıyla gerçekleştirilen
degişikliklerdir. Her düzeyden egiticiler zamanımızda toplu
mun belirli bir biçimde kalıplandınlmasına katkıda bulun
makla gitgide daha bilinçli bir şekilde ilgilenmekte ve yeni
yetişen kuşağa bu tip topluma uygun tavırlar, bağlılıklar ve
görüşler belletmekteler; eğitim politikası, akılcı olarak plan
lanmış her türlü toplumsal politikanın bölünmez bir parça
sıdır. Toplum içinde uygulanması bakımından aklın birinci
işlevi, artık, insanı yalnızca incelemek değil , dönüştürmektir
ve bu, insanın akılcı süreçleri uygulayarak kendi toplumsal,
ekonomik ve siyasal işlerinin idaresini 20. yüzyıl devriminin
başlıca yönlerinden biri gibi görünmektedir.
Aklın bu genişlemesi, sadece, daha önceki bir konuşmam
da "bireyselleşme" -ilerleyen bir uygarlıkla birlikte, var olan
birey hünerlerinin, yeteneklerinin ve imkanlannın çeşitlen
mesi- dediğim sürecin bir parçasından ibarettir. Endüstri
Devrimi'nin belki de en önemli toplumsal sonucu düşünme
yi, aklını kullanmayı öğrenenlerin sayısındaki gitgide büyü207
yen artıştır. Büyük Britanya'da, bizim her şeyin yavaş yavaş
gelişmesine olan tutkumuz öylesine güçlüdür ki sözünü et
tiğim bu hareket kimi zaman zor seçilmektedir. Yüzyılın bü
yük bir bölümünde, genel ilköğrenim konusunda kazandı
ğımız ünle yetindik ve yükseköğrenimdeyse genel bir kap
samlılığa ulaşma konusunda pek ileri ya da pek hızlı giuniş
değiliz. Biz dünyaya önderlik ederken, bu o kadar önemli
bir sorun değildi. Ama daha hızlı olanlar bizi geçince ve her
yerde teknolojik değişim yarışının temposunu hızlandırma
ya başlayınca, bu bir sorun olmaya başlamıştır. Çünkü, top
lumsal devrim ile teknolojik devrim ve bilimsel devrim aynı
tek sürecin aynlmaz parçaları ve bölümleridir. Bireyselleş
me sürecine akademik bir örnek isterseniz, geçen 50 ya da
60 yıl içinde tarihin ya da bilimin ya da belli bir bilimin sı
nırsız çeşitlenınesini ve bunun yol açtığı bireysel uzmanlaş
manın çeşitliliğindeki olağanüstü artışı düşünün. Fakat, be
nim bu süreç için başka bir düzeyde çok daha çarpıcı bir ör
neğim !var. Otuz yılı aşkın bir zaman önce, Sovyetler Birli
ği'ni ziyaret eden yüksek bir Alman askeri yetkilisi Kızıl Ha
va Kuvvetleri'ni geliştirmekle görevli bir Sovyet subayından
şu aydınlatıcı açıklamalan işitmişti:
Biz Ruslar hala ilkel bir insan malzemesi kullanmak zorun
dayız. Uçan makineyi, elimizdeki uçucu tipine göre uyarla
mamız gerekiyor. Yeni bir insan tipi geliştirmeyi başardıgı
mız ölçüde, malzemenin teknik gelişimi de yetkinleşecck
tir. Bu iki etmen birbirini koşullandırır. Karmaşık makine
6
lerin içine ilkel insanlar konamazlar.
Bugün, yalnızca bir kuşak sonra, Rus makinelerinin ar
tık ilkel olmadığını ve bu makineleri planlayan, yapan, kul
lanan Rus erkek ve kadınlarının da artık i lkel olmadıklan
m
biliyoruz. Tarihçi olarak ben , bu ikinci fenomenle daha
6
208
Vicrıdjalırshefırfıi r Zdı.ı:cschiı:hıc {Münchcn). ı . 1953,
s.
38.
çok ilgileniyorum. Üretimin akılcılaşunlmasından çok da
ha önemli bir şey, insanın akılcılaştınlmasıdır. Bugün bütün
dünyada ilkel insanlar karmaşık makineleri kullanmayı ög
reniyorlar ve böyle yaparken de düşünmeyi, akıllarını kul
lanmayı ögreniyorlar. Sizin haklı olarak toplumsal bir dev
rim diyebileceğiniz, ama benim bu bağlam içinde aklın ya
yılması diyeceğim devrim, henüz yeni yeni başlamaktadır.
Fakat bu, geçen kuşagın baş döndürücü teknolojik ilerleme
lerine ayak uydurmak için baş döndürücü bir hızla ilerliyor.
Bu bana, 20. yüzyıl devrimimizin en önemli yönlerinden bi
ri gibi görünmektedir.
Kötümser ve şüphecilerimizden kimileri, besbelli ki, bu
noktada, çagdaş dünyada akla verilen rolün tehlikeli ve çok
anlamlı yönlerini fark ettiğimi ortaya koymazsam beni hiza
ya getireceklerdir. Daha önceki bir konuşmamda açıkladı
gım anlamıyla artan bireyselleşmenin uyum ve birligin sag
lanması için yapılan toplumsal baskıda herhangi bir azalma
yı içe_rmediğine işaret etmiştim. Bu, gerçekten de, karmaşık
çagdaş toplumumuzun paradokslarından birisidir. Bireysel
yetenekierin ve imkanların ve bu nedenle de artan bireysel
leşmenin yayılmasını ilerietmenin zonınlu ve güçlü bir aracı
olan egitim, aynı zamanda çıkan olan grupların elinde güçlü
bir toplumu tek-biçimleştirme aracıdır. Sık sık duyulan, rad
yo ve televizyonda daha sorumlu olunması ya da basında da
ha sorumlu davranılması yolundaki istekler, ilk önce mah
küm edilmesi kolay, belirli olumsuz fenomenleri öne sürer
ler. Fakat, bunlar kısa zamanda istenen begenileri ve istenen
görüşleri benimsetmek için kitlenin ikna edilmesinde bu
güçlü araçların kullanılması yolundaki isteklere dönüşürler
ki bu istenilirl igin ölçütü, toplumun kabul edilmiş beğeni ve
görüşleridir. Bu tür kampanyalar, onlan yönetenlerin elinde
tek tek üyelerini istenilen bir yönde kalıba sokmakla toplu
mu biçimlendirmek için tasarlanmış bilinçli ve akli süreçler209
dir. Bu tehlikelerin başka göz alıcı örneklerini , ticari reklam
cılar ve politik propagandacılarda görebiliriz. Nitekim, bu
iki rol sık sık birlikte oynanmaktadır; Birleşik Devletler'de
açıkça ve Büyük Britanya'da biraz daha çekinilerek, partiler
ve adaylar kendilerini kazandırtınası için profesyonel rek
lamcılar çalıştınrlar. Bu iki yöntem biçimsel olarak ayrı ol
dukları zaman bile, belirgin bir biçimde birbirlerine benzer
ler. Profesyonel reklamcılar ile büyük siyasal partilerin pro
paganda birimlerinin başındakiler, aklın bütün imkanlarını
kendi amaçları için kullanma konusunda çok yetenekli kişi
lerdir. Ne var ki, akıl incelediğimiz öteki örneklerde olduğu
gibi, burada da yalnızca araştırınada değil, oluşturmada da,
statik olarak değil, dinamik olarak kullanıl maktadır. Profes
yonel reklamcılar ve kampanya yürütücüleri, öncelikle var
olan o rguların üstünde durmazlar. Tüketicinin ya da seçme
nin şu anda neye inandığıyla ya da yalnızca sonuç olarak çı
kacak ürünü etkilediği ölçüde olaylarla, yani tüketici ya da
alıcının ustalıklı bir davranışla inandırılabileceği ya da iste
meye yönlendirilebileceği şeylerle ilgilenirler. Ü stelik, kitle
psikolojisi üstüne çalışmaları, onlara kendi görüşlerinin ka
bul edilmesini güvencelemenin en hızlı yolunun tüketicinin
ya da seçmenin yapısında akıl dışı ögeyi kullanmak olduğu
nu göstermiştir; böylece, yüz yüze geldiğimiz görüntüler
den biri, profesyonel endüstricilerinden ya da parti önderle
rinden oluşan bir seçkinler grubunun şimdiye kadar görül
müş en gelişkin akl i süreçler yoluyla kitlelerin akıl dışılığını
kavrayarak ve kullanarak, kendi amaçlarına ulaşmalarıdır.
Çıkarılan çağrı esas olarak akla yönelmez: Daha çok, Oscar
Wilde'ın "zekadan aşağı vurmak" dediği yöntemden yarar
lanmaktadır. Tehli keyi küçümsemekle suçlanmayayım di
ye, ben bu sorunu biraz abarttım. 7 Fakat, söylediklerim ge7
Du konu hakkında daha geniş bilgi için yazann The Ntw Socitty ( 195 1 ) adlı
escrinde bl. 4 ve devamına bakınız.
210
niş ölçüde doğrudur ve öteki alanlara kolaylıkla uygulana
bilir. Her toplumda, kitlenin görüşünü (kamuoyunu) örgüt
lemek ve denetlernek için yönetici gruplar az ya da çok zor
layıcı önlemler kullanırlar. Bu yöntem başka bazı yöntem
lerden daha kötü görünmektedir, çünkü, aklın kötüye kul
lanımıdır.
Bu ciddi ve sağlam dayanaklı teze karşı söyleyecek yalnız
ca iki sözüm var. Bunlardan birincisi, tarihin akışı içinde ya
pılan her buluşun, her yeniliğin, her yeni tekniğin olumlu
yanlan kadar da olumsuz yanları bulunduğu yolundaki bil
elik düşüncedir. Bedeli her zaman birilerinin ödemesi gerek
mektedir. Matbaanın bulunuşundan ne kadar zaman sonra,
bunun yanlış görüşlerin yayılmasını kolaylaştırdığına işa
ret eden eleştiriterin başladığını bilmiyorum. Bugün motor
lu araçlann ortaya çıkışının neden olduğu, trafik kazalann
da canlarını kaybedeniere dövünmek yaygın bir tutum ol
muştur; hatta, bazı bilim adamları, atom enerjisinin serbest
bırakılına yollan ve araçları konusundaki kendi bul uşlan
nın felaket getinci biçimde kullanılabilmesinden ve nitekim
gerçekten de kullanılmış olmasından ötürü, yerinmektedir
ler. Bu tür i tirazların yeni bulguların ve buluşlann ilerleme
sini durdurmak bakımından geçmişte bir yararı olmamıştır
ve gelecekte de olacağa benzememektedir. Kitle propagan
dası tekniklerinin imkanları konusunda öğrendiklerimiz si
linemez. Büyük Britanya'da 19. yüzyılın ortalannda kısmen
gerçekleştirilen Lockecu küçük çaplı bireyci demokrasiye
ya da erken dönem laissez-faire kapitalizmine dönüş kadar
imkansızdır. Fakat, sorunun gerçek cevabı bu kötülüklerin
kendi çarelerini de beraberlerinde getirdikleridir. Çare, bir
akıl dışılık kültünde ya da akim çağdaş toplumda genişleyen
rolünden vazgeçişte değil. aklın oynayabileceği rol hakkın
da, yukarıdan olduğu kadar aşağıdan da artan bir bilinçli
liktedir. Bu, teknolojik ve bilimsel devrimimizin, toplumun
211
her düzeyinde, bizi, aklı giderek artan bir biçimde kullan
maya zorladıgı bir zamanda, ü topyacı bir düş degildir. Ta
rihteki bütün öteki büyük ilerlemeler gibi, bu ilerleme de,
ödenmesi gereken bedellerini ve zararlarını ve yüz yüze ge
linmesi gereken tehlikelerini beraberinde taşımaktadır. Ge
ne, özellikle, daha önceki ayrıcalıklı konumları zayıflayan
ülkelerin aydınları arasından çıkan, şüphecilere, kinikie
re ve felaket kahinierine karşın, ben bunu, tarihte ilerleme
nin dikkate deger bir ömegi saymaktan utanmayacagım. Bu,
belki de zamanımızın en çarpıcı ve en devrimci olayıdır.
lçinde yaşadıgımız ilerleyen devrimin ikinci yönü, dünya
nın degişe rl biçimlenişidir. Ortaçag dünyasının sonunda yı
kıldıgı ve çagdaş dünyanın temellerinin atıldıgı 1 5 . ve 1 6 .
yüzyıllardaki büyük dönem, yeni kı taların bulunmasıyla ve
dünyanın agırlık merkezinin Akdeniz kıyılarından Atian
tik kıyılanna geçmesiyle belirlenmiştir. Fransız Devrimi'nin
en küçük bir altüst oluşu bile, cografi uzantasını, eski den
geyi degiştinnekte yardıma çagırdıgı yeni dünyada bulmuş
tur. Fakat, 20. yüzyıl devrimimizin oluşturdugu degişiklik
ler, 1 6 . yüzyıldan bu yana olan her şeyden çok daha geniş
kapsamlıdır. Dört yüzyıl kadar bir süreden sonra dünyanın
agırlık merkezi Batı Avrupa'dan kesinlikle uzaklaşmıştır. Ba
tı Avrupa ve onun dışında kalan Ingilizce konuşulan dünya
ile birlikte, Kuzey Amerika kıtasının bir parçası, deyim ye
rindeyse, Birleşik Devletler'in hem sanıral hem de komuta
kulesi gibi çalıştıgı bir topluluk haline gelmiştir. Bu, tek ya
da belki en anlamlı degişiklik de değildir. Dünyanın agırlık
merkezinin şimdi, Bau Avrupa ekiyle birlikte İngilizce ko
nuşulan dünyada durduğu ya da uzun süre burada kalaca
gı hiç de kesin degildir. Öyle gönmüyor ki , bugün dünya iş
lerinde borusunu öttüren Afrika'daki uzantılarıyla birlikte,
Dogu Avrupa ve Asya'daki büyük kara kitlesidir. "Degişmez
Dogu" sözü, bugünlerde iyice aşınmış bir klişeden ibarettir.
212
Bu yüzyılda Asya'da neler olduguna hızla bir göz atalım.
Öykü, ı 902 yılında Ingiliz-japon baglaşmasıyla başlar. Bu,
Avrupalı Büyük Devletlerin büyülü çevresine bir Asya ül
kesinin ilk kez kabul edilişidir. japonya'nın, Rusya'ya mey
dan okuyup onu yenerek yükselişinin dogrulugunu kanıtla
ması ve böyle yapmakla da, büyük 20. yüzyıl devrimini tu
tuşturan ilk kıvılcımı çıkartması, belki rastlantı olarak kabul
edilebilir. ı 789 ve ı848 Fransız devrimleri taklitçilerini Av
rupa içinde bulmuşlardı. 1 905 yılındaki Birinci Rus Devri
mi ise Avrupa'da hiç yankı uyandırmadı, fakat, taklitçilerini
Asya'da buldu; devrimden sonraki birkaç yıl içinde lran'da,
Türkiye'de ve Çin'de devrimler meydana geldi. Birinci Dün
ya Savaşı gerçekten bir dünya savaşı değil, Avrupa diye bir
birimin var olduğunu kabul edersek, dünya çapında sonuç
lan olan bir Avrupa iç savaşıydı; bu sonuçlar, pek çok Asya
ülkesindeki endüstriyel kalkınmayı, Çin'deki yabancı düş
manlığı duygusunu, Hint ulusçuluğunu ve Arap ulusçulu
ğunun doğuşunun kışkırtılmasını içermektedir. ı 9 ı 7 Rus
Devrimi de bunları daha ilerletici ve kesin bir itici güç ol
muştur. Burada anlamlı olan, devrimin önderlerinin inat
la, fakat boşuna Avrupa'da taklitçiler aramalan ve sonunda
bunları Asya'da bulmalandır. "Değişmez" hale gelen Avru
pa'ydı. Asya hareket ediyordu. Bu bilinen öyküyü zamanı
mıza gelene dek aniatmama gerek yok. Tarihçi, Asya ve Af
rika devriminin alanını ve anlamlılığını değerlendirecek du
rumda henüz, pek değildir. Fakat, çagdaş teknolojik ve en
düstriyel süreçlerle, egitimin ve siyasal bilinçliliğin başlan
gıçlarının Asya ve Afrika'nın milyonlarca nüfusu arasında
yayılması bu kıtaların çehresini değiştirmektedir; gelecekte
neler olup bitecegini bugünden göreınem, ama dünya tarihi
nin perspektifi içinde, bu durumu, gitgide ilerleyen bir geliş
meden başka bir şey sayınama izin verecek herhangi bir yar
gılama ölçütü bilmiyorum. Bu olayların sonucunda dünya213
nın degişen biçimi, dünya işlerinde Ingiltere'nin kesinlikle ,
belki de Ingilizce konuşulan ülkelerin bütünün, agırlıgın
da göreli bir düşüşü yanı sıra getirmiştir. Fakat, göreli dü
şüş mutlak düşüş değildir; beni rahatsız eden ve telaşlandı
ran, Asya ve Afrika'daki ilerlemenin hızı değil, bu ülkedeki
-ve belki başka yerlerdeki de- başat grupların, bu gelişme
leri gönnezliktcn gelmeleri ve bunlar karşısında kuşkulu bir
hoşgörü ile lütfen tenezzül arasında gidip gelen bir tutum
benimseycrek, felce uğratıcı sonuçlar verecek biçimde geç
mişe bir özlem duyma eğilimleridir.
20. yüzyıl devrimimizde aklın yayılması dediğim şeyin ta
rihçi için özel sonuçları vardır; çünkü, aklın yayılması özün
de, şimdiye kadar tarihin dışında kalmış grupların ve sınıfla
rın, halkların ve kıtaların tarihe ginneleri demektir. Ilk ko
nuşmamda Ortaçağ tarihçilerinin Ortaçağ toplumuna dinin
gözlükleriyle bakma eğilimlerinin, kullandıkları kaynakla
nn salt dini olma özelliğiyle ilgili bulunduğunu öne sürmüş
tüm. Bu açıklamayı biraz daha geliştirmek istiyorum . Şüp
hesiz biraz abartılarak, ama sanırım dogru olarak, Hıristi
yan kilisesinin "Ortaçağ'ların tek akli kurumu" oldugu söy
lenmiştir. 8 Tek akli kurum oldugu için tek tarihi kuruındu
da; bu, tarihçinin kavrayabilecegi tek akli gelişme sürecinin
konusu olmaktaydı. Dünyevi toplum kilise tarafından kalıp
landınlmı.ş ve örgütlenmişti, kendine özgü akli bir yaşantı
sı yoktu. Insan yığınları, tarih öncesi insanları gibi, tarihten
çok, dogaya bağhydılar. Çağdaş tarih, giderek daha çok insa
nın toplumsal ve siyasal bilinçlilige erişmesiyle, her biri ken
di gruplarının, bir geçmişi ve bir gelecegi olan tarihi birimler
olarak bilince vararak tarihe tam olarak girince başlar. Top
lumsal, siyasal ve tarihi bilinçliligin nüfusun çoğunluğuna
benzer bir şeye yayılmaya başlaması, en çok son 200 yıl için
de olmuştur. Bütün dünyayı tam anlamıyla tarih içine girmiş
8
214
A. von Marıin, The Sociology
of ıhı: Renaissance, Ingilizce çev.,
1945, s. 18.
ve aruk sömürge yöneticisi ya da anLropologun değil tarihçi
nin ilgi konusu olan insanlardan oluşan bir şey diye imgele
rnek bile ancak bugün ilk kez mümkün olmaktadır.
Bu, bizim tarih anlayışımızda bir devrimdir. 18. yüzyılda
tarih hala bir seçkinler tarihiydi. 1 9 . yüzyılda Ingiliz tarihçi
leri ağır aksak ve zaman zaman bütün ulusal topluluğun ta
rihi biçiminde bir tarih görüşüne doğru ilerlemeye başladı
lar. Biraz sıradan bir tarihçi olan j .R. Green, ilk
the English Peopl e ı
'
(History of
(İngiliz Halkının Tarihi) yazarak ün ka
zandı. 20. yüzyılda her tarihçi , hiç değilse bu görüşten ya
naymış gibi gözükmektedir; uygulama, ileri sürülen görü
şün gerisinde kalınakla birlikte, ben, bu eksiklikler üstünde
durmayacağı m. Çünkü, tarihçiler olarak, bu ülkenin dışında
ve Batı Avrupa'nın dışında tarihin genişleyen ufkunu hesa
ba katınama kusurumuzla daha çok ilgileniyorum. 1 896 yı
lında yazdığı raporda, Acton evrensel tarihten "bütün ülke
lerin tarihlerinin toplamından farklı" bir şey diye söz eder.
Ardından şunları söyler:
{ Evrensel tarih) ulusların ikincil önemde olduklan bir art
ardalık sırası içinde hareket eder. Onların öyküsü, kendi
ulusal tarihlerini yazma uğruna değil, insanlığın ortak ka
derine katkılarının zamanına ve ölçüsüne göre, daha yük
sek bir art ardalık dizisine ilişkin ve bağlı olarak anlatıla
caktır.9
Gerek bile yoktur ki, herhangi bir ciddi tarihçinin ilgi ko
nusu, onun kavradığı biçimde evrensel tarihtir. Bu anlamda
evrensel tarihe yaklaşımı kolaylaştırmak için şu anda ne ya
pıyoruz?
Bu konuşmalarda, bu üniversitede (Cambridge) tarih eği
Limine değinmek niyetinde değildim: Fakat, bu, anlatmak
istediğim şey bakımından bana öyle çarpıcı örnekler sağ9
Caınbridg� Modem Hisıory: Iıs Origin, Auıorship and Producıion, 1907, s. 14.
215
lamaktadır ki, ısırganı avuçlamaktan çekinmem korkaklık
olurdu. Geçen 40 yılda Birleşik Devletler tarihine dersleri
mizde büyük bir yer ayırdı k. Bu, önemli bir ilerlemedir. Fa
kat, bunun şöyle bir tehlikesi var; ders programlarımızda za
ten ölü bir el gibi ağırlığını hissettiren Ingiliz tarihinin dar
görüşlülüğünü, Ingilizce konuşulan dünyanın dar görüşlü
lüğü gibi, daha sinsi, ama eşit ölçüde tehlikeli bir dar görüş
lülükle pekiştirmek türünden bir tehlikeyi beraberinde ge
tirmiştir. Son 400 yıl içinde I ngilizce konuşulan dünyan ın
tarihi, hiç şüphesiz, tarihte büyük bir yer tutmaktadır. Fa
kat, bunu evrensel tarihin merkezi ve başka her şeyi de onun
çevresi saymak kötü bir bakış çarpıkhğıdır. Bir üniversitenin
görevi , bu tür yaygın çarpıklıkları düzeltmektir. Bu üniver
sitedeki çağdaş tarih bölümü, bana öyle geliyor ki, bu görevi
yerine getirmekte yetersiz kalmaktadır. Bir öğrencinin Ingi
lizceden başka çağdaş bir dil hakkında yeterli bir bilgisi ol
madan, bellibaşlı üniversitelerden birinde tarih okumasına
izin verilmesi kesinlikle yanlışur; Oxford'da eski ve saygıde
ğer bir disiplin olan felsefe dalında, bu dalda çalışanlar ba
sit, günlük Ingil izceleriyle işlerine pek güzel devam edebile
cekleri kararını verdikleri zaman, bu disiplini n başına gelen
lerden ibret dersi alalım. Ö ğrenciye herhangi bir Kıta Avru
pası ülkesinin çağdaş tarihini incelemesi için ders kitabı dü
zeyinin üstünde hiçbir imkan sunulmaması, elbette yanlış
tır. Asya, Afrika ya da Latin Amerika'da olanlar hakkında bi
raz bilgi sahibi bir öğrencinin, bu bilgisini halihazırda bü
yüleyici "Avrupa'nın yayılması" biçiminde 1 9 . yüzyıla öz
gü süslü bir başlıkla bir ödevde sergileme imkanı pek azdır.
Başlık, yazık ki içindekilere uygundur: Öğrenciden önemli
ve iyi belgeli tarihleri olan Çin ya da Iran gibi bir ülke hak
kında herhangi bir şey bilmesi istenmez, yalnızca, Avmpalı
lar bunları almaya kalkışınca neler olduğunu söylemesi bek
lenir. Bana anlatıldığına göre, bu üniversitede Rus, Iran ve
216
Çin tarihi üstüne dersler verilmektedir fakat, tarih fakültesi
nin üyelerince degil . Beş yıl önce yapugı açış konuşmasında
bir Çince profesörünün dile getirdigi "Çin insanlık tarihinin
ana ırmağının dışında düşünülemez" fikrini, Cambridgeli
tarihçiler duymazlıktan gelmişlerdir. Cambridge'de son 1 0
yı l içinde ortaya konan v e gelecekte pekala e n büyük tarihi
eser sayılabilecek bir çalışma, tarih bölümünün büsbütün
dışında ve bu kürsüden hiçbir yardım alınmadan yazılmış
m: Dr. Needhan'ın Science and Civilization in Chiııa ( Çin'de
Bilim ve Uygarlık) kitabını kastediyorum. Bu, düşündürücü
bir durumdur. Bunların 20. yüzyılın ortasındaki şu yıllarda,
öteki Ingiliz Üniversitelerinin çoğunun ve genel olarak Ingi
liz aydınlarının özelligi olduguna inanmasaydım, bu iç so
runları kamuoyunun gözü önüne sermeye kalkmazdım. Vi
ctoria çagtna özgü şu hayat "Manş'da fırtınalar var - Kıta ya
lıtlandı" alaylı sözü, bugünkü duygulara da rahatsız edici bir
biçimde uygun düşmektedir. Fırtınalar bir kez daha dünya
nın ötesini altüst etmektedir; ve Ingilizce konuşulan dünya
da birbirimize sanlıp, sade günlük lngilizcemizle, öteki ül
keler ve öteki kıtaların acayip davranışları yüzünden, bizim
uygarlıgımızın nimetlerinden ve inayetlerinden yararlana
nıadıklarını anlatırken, bu bazen, anlama yeteneksizligimiz
ya da isteksizligimizle, kendimizi dünyada gerçekten neler
olduğundan yalıtıyormuşuz gibi görünmektedir.
lik konuşmamın açış cümlelerinde, 20. yüzyılın ortasında
ki yıllan, 19. yüzyılın son yıllanndan ayıran görünüşteki ke
sin farklılıga dikkat çekmiştim. Konuşmalarıının sonunda bu
karşıtlık üstünde biraz daha dunnak istiyorum; bu bağlamda
"liberal" ve "tutucu" kelimelerini kullanırsam, bunları Ingi
liz siyasal partilerinin adları anlamında kullanmadıgım açık
ça anlaşılacaktır. Acton, ilerlemeden söz ederken, yaygın In
giliz "tedricilik" ("derece derece gelişme") kavramı çizgisin
de düşünüyordu. Onun 1887 tarihli bir mektubuncla, "Dev217
rim ya da bizim Liberalizm dediğimiz şey" sözleri gibi çarpı
cı bir ifade kullanılmıştır. Çağdaş tari h üstüne lO yıl sonraki
bir konuşmasında, Acton "Çağdaş ilerlemenin yöntemi, dev
rimdi" der; bir başka konuşmasında, "devrim dediğimiz ge
nel fikirterin ilerlemesi"nden söz eder. Bu, yayımlanmamış el
yazması notlanndan birinde şöyle açıklanmaktadır: "Whigler
uzlaşmayla yönethıişlerdir; Liberaller fikirlerin egemenliği
ni başlatmışlardır."10 Acton, "fikirlerin egemenliği"nin libera
lizm anlamına geldiğine ve liberalizmin de devrim olduğuna
inanmıştı. Acton, yaşadığı sırada liberalizm toplumsal değiş
menin bir dinamiği olarak gücünü henüz tüketmemişti. Gü
nümüzde, liberalizmden arda kalan ne varsa her yerde, top
lumun tutucu bir ögesi haline gelmiştir. Bugün, Acton'a geri
dönmeyi öğütlernek anlamsız olur. Fakat, tarihçi, birinci ola
rak Acton'un durduğu yeri saptamak, ikinci olarak onun ko
numunu çağdaşı düşünürlerinkiyle karşılaştırmak, üçüncü
olarak da onun tutumundaki ögelerden hangilerinin bugün
hala geçerli olduğunu araştımıakla ilgilidir. Acton'un kuşağı,
şüphesiz aşırı bir kendine güven duygusu ve iyimserliğin ezici
etkisi altındaydı ve bu güvensizliğin dayandığı yapının her an
çökebilecek niteliğini yeterince sezememişti. Fakat, bu inan
cm
içinde bugün fena halde gerek duyduğumuz iki şey bulu
nuyordu: Tarihte ilerletici bir etmen olan bir değişme duygu
su ve bunun karmaşıklıklannı anlamak için bize yol göstere
cek olan akla inanç .
10 Bu alıntılar için Acton. Selcctions from Corre5pondarıcc. 1 9 1 7 .
s. 278; leclurts
4, 32; Elya:ı:ma.1 ı 4949 ( Cambridge Üniversitesi Ki
ıaplııtnda) bakınız. Yukanda alınt ı verilen 1 887 tarihli mektubunda Acıon. es
ki "Whigler"den yeni "Whiglcr"e dogru geç*in "buluncun bulu nuşuyla" işa
reıle ndigini söylemektedir: Burada "bulunç" besbelli ki "bilinç"liligin gelişmc
siyle bir arada dUşunillmuştür ( 1 O. sayfaya bakınız) ve "Cikirierin egemenligi
ne" denk düşmektedir. Stubbs da çagdaş tarihi Fransız Devrimi'yle iki dlıneme
ayırmışıır: "Ilki bir iktidarlar, güçler ve hanedanlar ıarihidir; ikincisi ise içinde.
fıkirlerin hem haklar hem de formullerin yerini aldıgı bir tarihtir." W. Stu b
bs. Srventeen lcctures oıı the Study of MediaC\•al anıl Modcnı History, 3. basım,
1900, s. 239.
on Modern History, 1906. s.
218
Şimdi, l 950'lerin bazı seslerine kulak verelim. Daha ön
ceki bir konuşmamda Sir lewis Naınier'in "somut sorun
lar" için "pratik çözümler'' aranırken "programların ve ide
allerin her iki parti tarafından da unutulmakta" oldugu yo
lundaki sözlerini ve bunu "ulusal olgunluğun" bir belirtisi
diye anlatarak hoşnutluğunu açıklayışını aktarmıştım. 1 1 Bi
reylerin ömrü ile uluslannki arasında benzetmeler yapmak
tan hoşlanmam; böyle bir benzetmeye başvurulursa, insa
nın "olgunluk" aşamasından sonra neyin geldiği sorusu ge
lir. Fakat, burada beni ilgilendiren şey, övülen pratik ve so
mut ile kınanan "programlar ve idealler" arasında çizilen
karşıtlıktır: Pratik eylemi idealistçe teorisyenliğin üstünde
yüceltmek, elbette, tutuculugun damgasını taşır. Namier'in
düşüncesine göre, bu, 18. rüzyıhn I I I . George'un tahta çıkı
şı sırasındaki İngiltere'nin sesini temsil etmektedir ve yakla
şan Acton'un devrimiyle , fikirlerin egemenliğinin saldırısı
na karşı koymaktadır. Fakat, bu kopkoyu tutuculugun kop
koyu bir fenomenalizm biçiminde aynı bildik anlatımla di
le getirilmesi günümüzde de çok yaygındır. Bunun en yay
gın biçimi Profesör Trevor-Roper'in şu sözünde görülebilir:
"Radikaller yenginin kesinlikle kendilerinin olduğunu hay
kırdıkları zaman, sağduyulu tutucular onların burunlarının
üstüne üstüne vururlar."12 Profesör Oakeshott modaya uy
gun fenomenalizmin daha gelişmiş bir çeşidini sunar: Siya
sal ilgilerimiz içinde, demektedir, biz, "ne bir başlangıç ye
ri, ne ulaşılacak bir hedef olan" ve biricik emelimizin ancak
"teknenin omu rgasını dik tutup suyun üstünde kalmak" ol
duğu "sınırsız ve dipsiz bir denizde yelken açarız. " 1 3 Siyasal
"ütopyacıhğı" ve "mesihciliği" reddeden yeni yazarlan sıra
lamayı sürdürmeme gerek yok; bunlar, toplumun geleceği
l l Bkz. yukarıda 2. Bölüm.
12 Encounı.-r. 7, No. 6. Haziran 1957, s. 17 .
13 M. Oake.shoıı. Poli!ical Educaıion, 1951. s. 22.
219
üstüne ilerilere uzanan radikal fikirleri aşagılamak için son
zamanlarda pek geçer akçe terimler olmuşlardır. Tarihçiie
rin ve siyasal teorisyenlerin tutuculuğa baglılıklanm açıkça
ilan etmekte bu ülkedeki meslekdaşlanndan daha az çekin
gen davrandıkları Birleşik Devletler'deki son egilimlerden
söz etmeye de kalkışmayacagım. Yalnızca, Amerikalı tutucu
tarihçileri n en ileri geleni ve en ılımlısının, Harvard'dan Pro
fesör Samuel Morisan'un sözlerini aktaracagım. Morison,
Aralık 1 950 yılında Amerikan Tarih Dernegi'nin başkanlı
gına seçildiği zaman yaptığı konuşmada "Jefferson-jackson
F.D. Roosevelt çizgisi" dediği şeye karşı çıkma zamanının
geldiğini ileri sürerek, "aklı başında bir tutucu bakış açısın
dan yazılmış bir Birleşik Devletler tarihi" dilemiştir. 14
Fakat, en azından Büyük Britanya'da, bu sakıngan tutucu
görüşü en açık ve uzlaşmasız biçimde bir kere daha dile ge
tiren Profesör Popper'dir. Namier'in "programları ve ideal
leri" reddetmesini yankılayarak, "belirli bir plana göre ' top
l umun bütünü'nü sözüm ona "yeniden şekillendirme" ama
cını güden politikalara saldınr, "bölük pörçük yapısalcılık"
dediği şeyi över ve besbelli ki "bölük pörçük onarıcılık" ve
"karışıklık içinde el yordamıyla yürüme" suçlamalarından
da çekinmez . 1 5 Aslında, bir noktada Profesör Popper'i say
gıyla selamlarnam gerekir. Aklın saglam bir savunucusu ola
rak kalır ve eski ya da yeni akıl dışılık akımiarına kendisi
ni kaptırmaz. Fakat, "bölük pörçük yapısalcılık" konusun
daki öğütlerine bakarsak, akla verdigi rolün ne kadar sınır
lı olduğunu görürüz. "Bölük pörçük toplumsal yapısalcı
lık" için onun verdiği tanım her ne kadar açık değilse de, bi
ze "amaçlann" eleştirisinin dışarıda bırakıldığı özellikle an
latılmıştır; uygun bulduğu eylem türlerine verdiği sakınma
lı örnekler -"anayasa! reform" ve "daha büyük bir gelir eşit14 American Hisıorial Reviı:w, No. 1, 6, No. 2, Ocak 1951, s. 272-73.
15
220
K. Popper, Thı: Pcıvcrt_y of Hisıoricism,
1957, s. 67, 74.
liği eğilimi"- bugünkü toplumumuzun varsayımları içinde
işlemesinin düşünüldüğünü açıkça göstermektedir. 16 Profe
sör Popper'in şeyleri sıralamasında, aklın konumu, gerçekte,
iktidardaki hükümetin poli tikasını uygulamakla, hatta bun
ların daha iyi işlemesi için uygulamaya ilişkin düzeltmeler
önennekle görevli olan, fakat bunların temel varsayımlarını
ve nihai amaçlarını soruşturmaya yetkisi olmayan bir ingi
liz kamu görevlisinin durumuna benzer. Bu, yararlı bir çalış
madır: Ben de bir zamanlar kamu görevlisiydim. Fakat, ak
lın, verilmiş olan düzenin varsayımianna böyle uyması , ba
na, uzun vadede bütünüyle kabul edilmez bir şey olarak gö
rünüyor. Insan işlerinde ilerleme, ister bilimde, ister tarihte,
ister toplumda olsun, insaniann yalnızca şeylerin yapılmak
ta olduğu biçimi bölük pörçük düzeltmekle ilgilenmeleri so
nucunda değil, o sırada şeylerin yapılma biçimine ve bunun
dayandığı açık ya da kapalı varsayımiara akıl adına temelden
karşı çıkmaya cesurca hazır olmalarıyla gerçekleşmiştir. İn
gilizce konuşulan dünyada tarihçilerin ve sosyologların ve
siyaset düşünürlerinin bu ödevi yerine getirmek için cesa
retlerini yeniden kazanacaklan zamanı bekliyorum.
Aslında beni en çok rahatsız eden, Ingilizce konuşulan
dünyadaki aydınlar ve siyaset düşünüderi arasında akla olan
inancın azalması değil, sürekli hareket halinde bir dünya üs
tüne kapsamlı anlayışın kaybedilmesidir. Bu, ilk bakışta pa
radoksal gibi gözüküyor; çünkü, çevremizde değişme hak
kında yüzeysel de olsa bu kadar çok konuşulduğu az du
yulmuştur. Fakat, anlamlı olan, değişmenin artık bir başarı,
bir imkan, bir ilerleme değil de, korkulan bir şey olarak dü
şünülmesidir. Siyaset ve iktisat bilginlerimiz bize akıl vere
cek olduklarında, devrim kokan her şeyden sakınmamızı ille de ilerlememiz gerekiyorsa- mümkün olduğu kadar ya
vaş ve sakınarak ilerlememiz için bizi uyarmaktan başka su16 lbid, s. 64. 68.
221
nacak bir şeyleri yoktur. Dünyanın biçimini son 400 yıl için
de oldugundan çok daha hızlı ve radikal bir şekilde degiştir
digi şu anda, bu bana çarpıcı bir körlük gibi gözükmekte
dir; bu, dünya çapındaki hareketin durdumlacagı degil, bu
ülkenin -belki Ingilizce konuşulan öteki ülkelerin de- ge
nel bir ilerlemenin gerisinde kalabilecegi ve umutsuzca ya
kınmadan bel li bir geçmiş özlemine sapabilecegi tahminine
hak kazandırmaktadır. Ben kendi payıma, hala iyimserim ;
Sir Lewis Namier beni programlar ve ideal'lerden çekinmem
için uyarsa, Profesör Oakeshott bana belli bir yere gitmedi
girniz ve önemli olan tek şeyin hiç kimsenin tekneyi salla
mamasmı saglamak olduğu söylese, Profesör Popper bölük
pörçük yapısalcılıkla o eski T -modelinin yola devam etmesi
ni istese,17 Profesör Trevor-Roper haykıran radikallerin bu
runlannın üstüne vursa, Profesör Morison tarihin aklı ba
şında bir tutucu anlayış içinde yazılmasını dilese, onlar bun
ları isteyedursunlar, ben karışıklık içinde bir dünyaya, sancı
içinde bir dünyaya bakmaya devam edecegim ve onlara bü
yük bir bilim adamının çok kullanılmış sözleriyle cevap ve
recegim: "Gene de - dönüyor."
17 Ford'un ilk seri imalaı olarak piyasaya çıkardıgı 1927 modeli oıomobil.
222
E . H . CARR' I N DOSYALA R I N DAN
TARiH NED iR ?' I N I KI N CI BAS K I S I I Ç I N N OTLAR
R . W . DAVIES
Kasım l 982'de ölümünden birkaç yıl öncesinden beri Carr
Tarih Nedir?'in yeni basımı için ciddi bir hazırlık içindeydi.
l96 l'deki ilk baskıdan sonra geçen yirmi yılı niteleyen insa
ni gelişmelerin yenilgisinden aldıgı cesaretle Carr önsözün
de yeni çalışmanın amacını "iyimser olmasa da her koşul
da mantıklı ve dengeli bir gelecek görüşüne tutunmak" di
ye belirtir.
Sadece önsöz yazılmıştı . Fakat Carr belgeleri arasında
196 1 baskısıyla ilgili mektup ve görüşlerle dolu bir zarfla
büyük bir kutunun içinde "Tarih-Genel; Nedensellik-Deter
minizm-Gelişme; Edebiyat ve Sanat; Devrim Teorisi ve Şid
det; Rus Devrimi; Marksizm ve Tarih; Marksizmin Gelece
gi" başlıklarını taşıyan yanın düzine dosya vardı . tkinci bas
kıyı tamamlamadan önce belli ki daha fazla iş bitirme niye
tindeydi. Dosyalar henüz taslaklannı bile yazmadığı pek çok
kitap ve makalenin başlıklannı taşır. Ama kısmen kullanıl
mış bazı malzemeler de bu dosyaların içindedir: işaretlen
miş ayrı basımlar ve gazetelerden yırtılmış makaleler, irili
ufaklı kağıtlara yazılmış notlar. lsaac Deutscher, lsaiah Ber223
lin, Quentin Skinner ve diğerleriyle tarih felsefesi ve meto
dolojisi üzerine yazışmalan da belli ki yeni baskıda kullanıl
mak maksadıyla bu dosyalardadır. Bazılan d.aktilo edilmiş
ya da elle yazılmış notlann cümleler ya da paragrafiar için
ilk taslaklar olduğu anlaşılmaktadır. Tasarlanan yeni baskı
için hiçbir plan hazır değilse de bir notta şöyle belirtiliyor:
Tarihin Kargaşası
lstatisliğin
Psikolojinin Atağı
Yapısalcı/ık
Edebiyatın
Dilbilimin Atağı
Ütopya vs.
[başka bir kağıua:
"Son bölüm
Ütopya
Tarihin Anlamı"]
Görünüşe göre Carr, Tarih Nedir?'de var olan bölümleri
eleştirilere cevaplar ve kendi iddiasını örneklerle açıklayan
ve tekrar gözden geçiren ilave materyallerle genişletmenin
yanı sıra ilk baskıda ihmal edilmiş ya da yeterince ele alın
mamış başlıklarla ilgili yeni bölümler yazmak niyetindeydi.
Kapsamlı açıklamalanna ve tasiaklanna bakıldığında, gün
cel hoşnutsuzluklanmız ve uğruna çaba harcamamız gere
ken dünya hakkında yepyeni bir kilap çıkacak gibidir. Belki
de tarihin anlamı hakkında kendi görüşlerini ve mevcut si
yasi meselelere dair geleceğe bakışını eski yazılarından da
ha dolaysız biçimde yansHacak altıncı konuşması "Genişle
yen Ufuklar"ın yerıiden kaleme alınmış bir yorumunu yaz
ma. yeni bölümler ama mutlaka son bir bölüm yazma niye
tinde olduğu anlaşılıyor.
224
Carr, tarihçi ve olgulan ile tarihçi ve toplum üzerine ilk iki
konuşmasında görüşlerini gözden geçirmeye belli ki pek ge
rek görmemişti. Tarihsel gerçeklige ampirik yaklaşım iddia
lannın yaniışına bir örnek olarak, "işlevlerini kendi dönem
lerinin olgulannı vicdanlı bir doğruluk ve adaletle toparia
yıp kaydetmekten fazla görmeyen modern tarihçiler ekolüne"
methiyeler düzen ünlü bahriyeli tarihçi Roskill'den alıntı ya
pıyordu. Carr'a göre bu gibi tarihçiler iddia ettikleri gibi dav
randıklan sürece Aıjantinli romancı Borges'in kısa öyküsün
deki
(Funes the Memorious [Bellek Funes J ) kahramana ben
ziyorlardı . Funes gördüğü, duyduğu ya da yaşadığı hiçbir şe
yi unutmaz ama sonuçta "hafızam bir çöplük yıgınından iba
ret" der. Funes'ta "düşünme yetisi pek yoktur", çünkü "dü
şünmek farklılıklan unutmak, genellemek, soyutlamalar yap
mak demektir."1 Carr tarihte ve sosyal bilimlerde ampirizmi
"bütün problemierin bazı bilimsel değer yargı-sız metodann
uygulanarak çözülebileceği, yani nesnel bir doğru çözüm ve
buna ulaşma yolu oldugu inancı -fen bilimindeki varsayımia
nn sosyal bilimlere uyarlanması-" diye tanımlıyor ve reddedi
yordu. Carr, ampirik tarihçilerin velinimeti Ranke'ye olayları,
toplumlan ve kurumlan birinden diğerine ilerleyen bir süreç
yerine bir derleme gibi sunmasından ö türü Lukacs'ın bir tarih
karşıtı gözüyle baktıgını belirtiyordu. Lukacs'ın deyişiyle "ta
rih egzotik hikayelerden bir demet haline geliyordu".2
Carr'ın notları ampirizme saidıracak sağlam dayanak
lar içeriyor. G ibbon en iyi tarihin ancak bir ilişki sistemi
ne hükmeden olgulan birbirinden ayırabilecek tarihçi-filo
zof tarafından yazılabilecegine inanıyordu:3 "olgulan araş
tınrken felsefe bilimini de işin içine katan ilk tarihçi" sıfaı
]. L Borgcs, A Personal Anıhology (1972) s. 32-3.
2
G. Lukacs, Tlıe Hisloıical Novel 1 Tarihsel Roman, çev. Isınail Do�an, Epos
3
Edward Gibbon, Essai sur l'ctudc d� la liıtcraıurt ( 1 76 ı ).
Yayınlan. Ankara, 20 1 0 1 . (1962) s. 1 76, 182.
225
tıyla Tacitus'a minnettarlığını dile getiriyordu.4 Vico il cer
to (olaylara dayanarak gerçek olan) ve il vero ayrımını geti
riyordu; Il certo, yani coscieııza [ bilinç! nesnesi bireye malı
sustu. Il vero yani scienza [ bilim i nesnesi ise geneldi.5 Carr
son zamanlardaki Ingiliz siyaset ve tarih metinlerindeki za
yıflığı ve sığlığı "Marx'ı ingilizce konuşulan dünyanın düşü
nüderinden kuvvetle ayıran" tarihsel metottaki farklılıklara
dayandırıyordu:
Ingilizce konuşulan dünyanın gelenegi kökten ampirik.
Olgular kendi adına konuşuyor. Belli bir konu "kendi de
gerleri üzerinden" tartışılıyor. Konular, olaylar. dönem
ler açıklanmamış ve muhtemelen bilinçsiz bazı baglanula
rm ışıgmda tarihsel araştım1a için soyutlanıyor. . . Bunların
tümü Marx'a bütünüyle zll sayılırdı. Marx ampirik degildi .
Bütünü ele almadan bir parçayı, önemine deginilmeden ol
guyu, neden sonuç ilişkisinden söz etmeden bir olayı, genel
duruma baglamadan belli bir krizi araştırmak Marx'a yavan
bir alışıırma gibi görünürdü.
Bu farkın tarihsel kökenieri var. İngilizce konuşulan
alem boş yere bu kadar inatla ampirik olmadı. Katı kuralla
ra dayanan, kimsenin ehliyetinin sorgulanmak istenmedi
gi bir toplumsal düzende ampirizm ufak tefek bakım ona
rım işlevini gönir... Bu dünya düzenine en mükemmel ör
nek 19. yüzyıl lngilteresidir. Fakat her tür kuruma meydan
okundugu ve bizim kılavuz eksikligindcn bir krizden di
6
gerine savruldugumuz bir çagda ampirizm yeterli gelmez.
Her koşulda ampirizm denilen şeyin perdesi bi linçsiz
ayıklama ilkesinin üstünü önmeye yarar. Carr'ın sözleriyle
4
Gibbon, Duline and ıhr Fal! of Roman Empirc, Bury (ed.), c ı 909) bol. 9, s. 230.
5
G. Vica, Principj di scicn:ı:a nuovo { 1 744) Kitap I, IX ve X,
adıyla çevrilmiş ( 1968) paragraf 1 37, 321
6
Notları arasında daktilo edilmiş bu paragraf Fronı Napolcon to Stalin içinde
Carr'ın Lukacs üzerine makalcsidir.
226
G. Vico's Nrw Scicncc
"Tarih insan aklını oluşturan özel bir kavrayışur: her tarihçi
bilse de bilmese de böyle bir kavrayışa sahiptir." Carr Tarih
Nedir?'de olguların tarihçi tarafından seçilip yonımlanması
nın etkisine, onu öğrencilik yıllarından beri cezbeden bu in
sanlık dummuna özel bir ilgi göstermişti. Yeni baskı için al
dığı notlar tarihsel bilginin göreliliğini daha fazla ömeklen
dirir. Herodot Pers Savaşlarında oynadığı rolde Atina'nın
egemenliğini ahlaki bir hak saymıştı. Ye düşünen Yunanlı
Iann ufuklarını genişletmeleri gerektiğini gösteren bu savaş
lar, Herodot'u insanları ve mekanları daha fazla sorgulama
ya sevk etmiştj_ l Arapların tarihe bakışı göçebe hayat tarzına
yakınlığın güçlü etkisi alundaydı. Araplar tarihi sürekli ve
döngüsel bir süreç gibi görüyorlardı. Yahalarda ya da kent
lerde yaşayanlar bedevilerin istilasına uğrar, aniann yerle
şimleri de çölden gelen yeni bir dalganın istilasıyla bozguna
uğrardı, çünkü Arap tarihçilere göre yerleşikliğin doğurdu
ğu lüks hayat medeni insanları barbariara karşı zayıf düşü
rürdü. Bunun aksine 18. yüzyıl lngilteresi'nde Gibbon tarihi
döngüsel değil fakat zaferiere dayalı bir ilerleme olarak gö
rüyordu: onun ünlü sözleriyle "her çağ gerçek refahı, mutlu
luğu, bilgiyi ve belki de insan ırkının erdemlerini arttırmıştır
ve hala arttırınayı sürdürmektedir." Ye Gibbon tarihe, uzun
zamandır yerleşik uygarlıklardaki kendinden emin egemen
sınıfların açısından bakıyordu. Avnıpa'nın barbarlardan ko
runduğunu çünkü "fethe gelmeden önce barbarlıklarından
vazgeçmeleri gerektiğini" söylüyordu. Carr devrimci dö
nemlerin, tarih araştırmalannda devrimci bir etki yarattığını
belirtir: "tarihe ilgi uyandırmada devrim gibisi yoktur." 18.
yüzyıl Ingiliz tarihçileri şan lı 1 688 devriminin zafer neşesin
den doğmuşlardı. Fransız Devrimi "değişmez insan doğası
anlayışına dayanan Fransız aydınlanmasına tarih dışı bakı
şı" yavaş yavaş sildi. Bunun gibi hızlı değişim dönemlerinde
7
Tlır Greclı Hisıorians. M. 1. Finley (ed.), ( 1 959) Giriş, s. 4, 6.
227
tarihsel bilginin göreliligi büyük ölçüde fark ediliyordu. Ma
caulay, " 1 789 Devrimi hakkında 1 794'te, 1804'te, 1 8 1 4'te
ve I 834'te hala aynı fikirleri koruyan bir kimse ya kendisi
ne vahiy gelmiş bir peygamber ya da katıksız aptal olmalı
dır," sözleriyle çagdaşlarına sadece bilinen bir gerçegi tek
rar ediyordu.8
Tarihsel bilginin göreliligi düşünüldügünde, nesnel tari
hin var oldugu nasıl söylenebilir? Tarih Nedir?'de Carr hiç
bir tarihçi kendi degerierinin tarihin ötesinde bir nesnel
lik taşıdıgını iddia edemese de, "nesnel" bir tarihçinin "top
lum ve tarihteki sınırlı konumundan sıynlabilen, kendi ge
lecek görüşünü geçmişe daha derin ve daha kalıcı bir içgörü
edinecek biçimde yansıtabilen" kişi oldugu söylenebi lir. Ta
rih Nedir?'e getirilen çogu eleştiride onun "nesnellik" algısı
na şiddetle itiraz edilmiş ve nesnel tarihçinin kendi yerleşik
fikirlerine rağmen yargılarını kanıta dayandıran kişi olduğu
geleneksel görüşü savunulmuştur. Carr bu eleştiriyi ciddiye
almamıştır. Sovyet Rusya Tarihi çalışmasında, başka tarihçi
lerin sıklıkla Carr'ınkilere karşıt yorumlarını destekiernekte
başvurduklan kanıtlar sunarak geleneksel anlamda aşın bir
"nesnellik'' sergiler. Ama böyle bir vicdanhhgı işinin erbabı
bir tarihçinin zorunlu görevi sayar; buradan tarihçinin ka
nıtlara yaklaşımının toplumsal ve kültürel çevresinin etki
sinden bagımsız kalacağı anlamı çıkmaz.
Bununla birlikte Carr biraz sakınarak, tıpkı toplumun ge
lişmesindeki gibi tarih araştırmasında da ilerleme yaşandığı
nı ve tarihsel bilgideki bu ilerlemeye giderek çoğalan bir nes
nelliğin eşlik ettigini kabul etmeye hazırdı. Geçen iki yüzyılda
tarihin kaydettiği büyük ilerlemeyi Tarih Nedir?'de dogrulu
yor ve ufkumuzun tarih eliılerinden sıyrılıp tüm dünya halk
larının tarihine dogru geni.şledigini ilan ediyordu. Bismarck'm
8
228
G. Macaulay. Worlıs
deneme yazısı ndan)
( 1898) viii,
43 1 (Sir james Mackinıosh hakkında bir
başarılarının kendinden sonraki neslin tarihçileri tarafın
dan değerlendirilmesini örnek göstererek 1 920'lerin tarihçi
sinin 1 880'lerin tarihçisine kıyasla, bugünün tarihçisinin de
1920'lerin tarihçisine kıyasla nesnel yargıya daha yakın dur
duğunu iddia (ya da kabul) ediyordu. Fakat sonra tarihçinin
nesnellik ölçüsündeki mutlak bir öğenin böyle açıkça kabulü
nü "tarihte nesnelliğin şimdi ve burada var olan sabit ve sarsıl
maz bir yargı standardına dayanamayacağını ve dayarunadığı
nı, ancak geleceğe yönelik bir standarda dayandığını ve tari
hin akışı gibi evrildiğini" söyler. Tarihte nesnellik meselesiy
le
Tarih Nedir?'i
tamamladıktan sonra da uğraşmaya devam
ettiği görülür. Notlannda "gerçekdışı bir soyutlama" diyerek
"mutlak ve zamansız nesnelligi" reddederken şöyle yazar: "ta
rih, tarihçinin kabul ettiği mecburen bazı yorum öğeleri içe
ren bazı prensip ve norrnlann ışığında geçmişe dair olgulan n
seçilip düzenlenmesini gerektirir. Bu olmaksızın geçmiş sayı
sız birbirinden bağunsız ve önemsiz olay karmaşası içinde eri
yip gider ve tarih yazılır olmaktan çıkar."
Tarih Ned i r? de
'
Carr tarihsel nesnellik meselesine (bu
bağlamda "nesnellik" terimini kullanmıyorsa da) başka bir
açıdan daha bakıyordu. Tarih ve doğa bilimleri arasında
ki yöntem benzerliklerini ve farklılıklarını incelemişti . Ben
zerlikler farklılıklardan daha fazlaydı. Doğa bilimciler artık
kendilerinin gözlemlenebilir gerçeklerden tümevarımla ev
rensel yasalar oluşturabileceklerini değil, hipotez ve gerçek
liğin etkileşimi vasıtasıyla keşifler yapabilece klerini düşü
nürler. Ve tarih de tıpkı doğa bilimleri gibi bir zamanlar sa
nıldığı gibi tekil olaylarla değil, tekil ve genel olayiann etki
leşimiyle ilgilidir. Tarihçi kendini genellerneye adamıştır ve
doğrusu "tarihçi aslen tekil olanla değil, tekilin içindeki ge
nelle ilgilenir."
Yeni baskı için Carr bilim metodolojisi üzerine çok sayı
da not tutmuştu. Düşüncesinin ratası bu notlarda görülür.
229
Carr'ın bunlarla ilgili yazıya dökmedigi savlanna dair -ken
di yorumumu eklemeden- bu notlardan bir seçki sunuyo
rum. (Notları ayn ayn numaralandırmış bulunuyorum):
( l ) bilimsel gerçekligin formel y a d a mannksal kriterleri :
Popper "asli" bilimin zamansız bir rasyonel prensiple ayın
edildigine inanıyordu ...
T. Kuhn rölativist yöntemlerin başansı lehine tek bir bi
limsel yönteme karşıydı.
Bilime bakışın statikten dinamige, biçimden işleve (ya da
amaca) geçişi.
Rölativizm (tek bir "bilimsel yöntem" yok) Feyerabend'i
Yön teme Karşı
yöneltiyor. 9
( 1 975) ile rasyonalizmi toptan reddetmeye
(2) Plato, Meno ne aradıgımızdan bihaberken soruşturma
yı
sürdürmek nasıl mümkün olabilir sorusunu atmıştı (pa
ra 80d).
"Biz topadayıcı malzeme görevi görecek gözlemleri
uzunca bir süre sistemsizce biriktirmeden, zihinlerimizde
saklı duran bir fikrin peşine düşmeden evvel ve aslında bu
materyalierin teknik tanzimini yapmaya fazlasıyla zaman
harcadıktan sonra, öncelikle bu fikri daha açık seçik göste
rebilir ve bütün olarak bilgiyi sistemleştinneyi ana hatlany
la başarabilir hale mi geliyoruz."
Kant, Saf Aklın Eleştirisi ( 1 78 1 ) s. 835.
Popper'ın ölçülebilir sonuçlar üretemeyen bir hipotezin
önernsizligi tezi onaylanamaz (Dogal Seleksiyon)
[bkz[ M . Polanyi, Encouııter, Ocak 1972,
aşagıdakiler [de] buradan alıntı . . .
9
P. Feycrabend. Againsı Mcıhııd: Ouılinc of an Anarchisıic Thcory of Knowledge
(1975) IYönıerııc Ka�ı. çev. Erıugrul Başer, Aynnıı yayınlani vardıgı sonuç;
"tarihin temin eııigi zengin nıalzerueden" büıı:ın koşullar ve zamanlar için
s:ıdece şu ıek prensip savunulabilir: "her şey mübah" (s. 27).
230
l925'te Einstein Heisenberg'e şöyle diyor: "Bir şeyi göz
lemleyip gözlemleyemedigin kullandıgın teoriye baglıdı r.
Neyin gözlemlenebilecegini teori belirler."
(3) [W.F. Weisskoprun bir dersinden Carr tarafından işa
retlenmiş]
"Dünyanın kabugundaki tekLOnik e tkinlikterin belli
alanlar [ daglar] oluşturmasını anlıyoruz ama ne M ount
Blanc'ın neden bugün gördügümüz şekli aldıgını izah ede
biliyoruz ne de bir sonraki patlamada Mount St. Helens'iıı
neresinin çökecegini tahmin edebiliyoruz . . .
"
"Tahmin edilemeyen olayların meydana gelişi doga ka
nunlarının ihlal edildigi anlamına gelmez."
(4) D. Struik, Kısa Matemaıilı Tarihi 0 963) matematigin
toplumsal kökenierinin yoklugunu gösteriyor.
(5) Evrenin büyük patlamayla bir tür rastlantısallıkla baş
layıp sonunun kara delikiere gömülerek gelecegi teorisi ça
gın kültürel kötümserliginin bir yansıması. Rastlantısallık
cehaletin tahta çıkmış halidir.
(6) Kahtırnın baskın önemine inanmak, kazanılan nitelik
lerin kalıtımla edinildigine inandıgınız sürece ilerici sayı
lırdı.
Bu kabul edilmediginde kahuma inanmak gericilik sayıl
maya başlandı.
C. E. Rosenberg, No Other Gods: On Science aııd Ameri
can Social Tlı ouglı ı ( 1976) içindeki tartışmaya bakılabilir.
[ özellikle s. 1 0 ]
B u notlardan Carr'ın bilimsel bilginin göreliliğini önce
den ileri sürdüğünden daha önemli bulduğu anlaşılıyor. Za
man ve mekan doğa bilimcisinin teori ve pratiğine büyük et
ki eder. Doğa bilimlerinde hipotezle somut materyal etkile231
şimi tarihteki genelleme ve olgu etkileşimini andınr. Geçerli
bilimsel hipotezler ille de kendilerine sıklıkla atfedilen kesin
öngörü niteliğini taşımazlar; bazı doğa bilimlerinde tarihçi
nin genelleştirmelerine çok yakın dururlar.
Tarih Nedi r?'de "Tarihte Nedensellik" bölümünde Carr
tarihsel genelleştirmenin doğasını daha yakından ele almış
tı. Tarihçi tarihsel bir olayın çeşitli nedenleriyle karşı karşı
ya gelir ve "birbirleriyle ilişkilerini düzenieyecek bir süreç
ler hiyerarşisi" oluşturmaya çalışır. Yeni baskı için notların
da Carr, benzer bir görüşü benimseyen Montesquieu ve To
cqueville'den pasajlar aktarır. Montesquieu nedenlerin "da
ha genel bir etkileri olduğundan daha az keyfiyet taşıdıkla
rını" söyler. "Böylece bir kişiye belli bir zihniyeti kazandıra
nın ne olduğundan daha çok bir ulusa belli bir karakteri ka
zandıranın ne olduğunu . . . tekil kişinin karakterini biçimlen
direnden çok belli bir hayat tarzını benimseyen toplumların
ruhunu biçimlendireni biliriz ."10 Tocqueville'in "eski ve ge
nel nedenler" ile "özel ve güncel nedenler" 1 1 ayrımını Carr
şöyle yorumlar: "Bu akla yatkın; genel uzun dönem demek
tir; tarihçi öncelikle uzun dönemle ilgllenir."
Çalışan tarihçi için tarihsel olayları uzun dönem, ge
nel ya da önemli nedenler üzerinden açıklamaya çalışmak
birdenbire tarihte rastlantı sorununu ortaya çıkarır. Taıih
Nedi r ? de Carr rastlantıların tarihin akışını değiştirebilece
'
ğini kabul etmiş ama tarihçinin önemli nedenler hiyerarşi
si içine dahil edilmemeleri gerektiğini savunmuştu. Lenin'in
erken ölümü 1 920'1erin Sovyet Rusya tarihinde rol oynadıy
sa da diğer tarihsel durumlara uygulanabilecek mantıklı ve
tarihsel öneme sahip bir açıklama sayılmak manasında olan10 "An Essay on Cause.s affec t ing Mincls and Characıcrs" Monıcsquicu Tlıı: Splriı
of Laws [ Kanunların Ruhu Üztrine, çev. Fehmi Baldaş, Seç Yayın Dagıu m l
içinde, cd. D. W. Carruıher.; ( 1 977) s. 4 ı 7
ll
Bkz. A. de Tocqueville, De l"aııcicn rtgiınr (çev. S. Gilberı, 1966) [Eslıi Rejim ve
Devrim, çev.
232
T urha n
Jlgaz, Imge yayınları! ll, l ll , özellikle s. 1 60.
ların "gerçek" nedeni değildi. Tarih Ned i r ? in yayınlanması
'
nın ardından bu fikri daha da ileri götüren Carr, notlannda
şöyle yazmıştı: "aslında tarih onu ciddi bir çalışma haline ge
tirecek yeterlikteki kurallara tabidir, bu kurallar zaman za
man dış olaylarla alt üst edilse bile."
Rastlantı sorunu rastlantının bu özel durumunda, bireyin
tarihteki rolünde özellikle güçlük yaratıyordu. Carr, Sovyet
ler Birliği'nin gelişimi üzerine yaptığı çalışmasında Stalin'in
iktidara yükseldiği yıllar için elbette görmezden gelemedi
ği bu konuya tekrar tekrar dönmüştü. "Tarihte Birey" dos
yası meseleyi daha geniş bir tarihsel bağlamda ele alır. Bi
rey tutkusunu "elitist bir doktrin" sayar, çünkü "bireysellik
ancak bireysel etmeni gayrişahsi bir kitlenin geçmişine kar
şı kullanmak anlamına gelir." Özgür bireyin mutlak haklan
üstünde aşın ısrarcılık entelektüeller arasında geniş destek
bulmuştu. Bu görüşün l920'ler ve 30'lardaki baş savunucu
su Aldous Huxley anlamı başlığında saklı Do As You Will ça
lışmasında "Hayatın amacının . . . ona verdiğimiz amaç oldu
ğunu" öne sürüyordu. "Ona ne anlam vermek istiyorsak an
lamı odur . . . Her insan devredilemez haklarla kendi hayat
felsefesinin temel önermelerine sahiptir. ''12 l 930'larda Sar
tre'ın ses getiren Varlı ll ve Hiçlik eseri "kendi için" varlıkla
bireyin saf bilinci, mutlak özgürlük ve sorumluluk- "kendi
içinde" varlık, maddi, nesnel bilinç-dışı dünya arasında bir
ayrım getiriyordu. Bu aşamada "anarşizm çizgisi" ile (Sar
tre'da hiç eksik olmayan) anti-Marksisıti. Ve l 960'1arda Di
yalektik Aklıtt Eleştirisi Marksizmi "çağımızın en yüksek fel
sefesi" diye tanıyor görünse de aslında Carr'a göre "onun va
roluşçuluk, topyekün özgürlük, bireysellik ve öznellik usu
lü Marksizm ile çelişkiliydi." Aynı şekilde Adorno bir yan
dan Marx'tan etkilenirken "bireyi teknokraLik ve bürokratik
bir dünyada ve aynca kapalı felsefi sistemleri olan bir dün12 A. Huxley, Do As You Will ( 1929), s. ı o ı .
233
yada tamamen boyun eğmekten kurtarmak istiyordu. CHe
gel'in idealizmi , Marx'ın materyalizmi)". Freud'a göreyse bi
reyin özgürlüğü uygarlığın eseri değildi; tam aksine uygarlık
bireyi sınırlayan bir etkiye sahipti.13
Bireyin toplum tarafından engellendiği ve bu engellerden
kurtanlması gerektiği iddiası, bir o kadar eski sayılabilecek,
genelde Tarihte Büyük Adamiann büyük önem taşıdığında
ısrar etme biçiminde kendini gösteren, aslında bazı bireyle
rin toplum tarafından engellenıneden hareket edebildiği id
diasıyla kısmen aynı temelden gelir kısmen ters düşer. And
rew Marveli Cromwell için böyle bir rolü vurgulayarak ifa
de ediyordu:
'Tis he ıhe force of scauered time conıracts
And in one year the work of ages acts
[ Dağılmış zamanın gücü elinde çözülüyor.
Ve çağlann eseri bir yılda sahneleniyor.]
Buna karşılık Samuel Johnson şöyle diyordu:
How small of all ıhat human hearts endure
That part that kings or laws can cause or cure.
[ Tüm bu insaniann yürekleri ne kadarına dayanabilir
Şu krallar ya da kanunlar neler yapıp yıkabiliri
Fakat Carr'ın yazdıklarına bakılırsa Johnson'ınki sadece
"krallann ve kanunların kötülük yaptığı ve kötülü.ğe yaradı
ğı inanışına karşı bir artçı eylemdi."
Toplumdan bağımsız ya da özerk birey iradesine nihai
bir rol atfedenlere karşı Marx, "izole insanı başlangıç nok
tası sayan" görüşü "absü.rd" (abgesclımackt) buluyordu. In1 3 S. Freud, Civllitalion and i ıs Dfsconıenıs ( 1 975) 1 Uygarlıgın Hu:ı:ursu:ı:lugu,
çev. Haluk Banşcan, Metis yayınlan i s. 32; Carr"ın notlanndan bir digerinde
"Freud'un bilinçdışı bireyseldir; J ung'un 'kolektif bilinçsizlik' kavramı ile ilgisi
yoktur: gözlemi yer alıyor.
234
san "kendini tarih sürecinde bireyselleştiren özünde umumi
bir varlık, bir sürü hayvanıdır"; "bu bireyselleşmenin önemli
bir aracı da kendini degişime sokmaktır." 14 Milton hakkında
yazan Macaulay, "insanlann daha çok bilmek ve daha fazla
düşünmekle aranuh olarak bireylere daha az sınıfiara daha
fazla dikkat gösterdiklerini" gözleınlemişti. 1 5 Ve Tocquevil
le l8S2'deki klasik yorumuyla politikacı bireylerin eylem
lerinin kendileri dışındaki güçlerce belirlendigi düşüncesi
ni ortaya atmışu:
Bütün uygar halklar arasında siyaset bilimleri genel fikir
ler yaraur ya da en azından bunlara şekil verir ve bu genel
fikirlerden siyasetçilerio içinde mücadele vermesi gereken
meseleler ve aynca kendilerinin yarattığını düşündükleri
kanunlar dogar. Siyaset bilimleri, yönetenler ve toplumda
yönetilenler tarafından solunan bir çeşit en tele ktüel atmos
fer yaratır ve her iki taraf da kendi hareketlerinin prensip
lerini farkında olmadan buradan türetirler.
Takiben Tolstoy da bireylerin tarihteki rolünün önemsiz
ligi görüşüne aşırı vurgu yapmıştı: Scıvaş ve B a rış ın son sö
zünü yazmaya çalışırken açıkça "tarihsel kişilikler kendi za
manlannın ürünüdür, çagdaş ve geçmiş olaylar arasındaki
baglanndan dogarlar," diyordu.16 1867'de görüşü neredeyse
tamamen oturmuştu:
'
Rus yerel hükümet konseyi, mahkemeler, savaş ya da sa
vaşsızhk vs. bunlann hepsi sosyal organizmamn. sürü or
ganizmasının Canlardaki gibi) ifadesidir: onu herkes ifade
edebilir ve aslında bunu en iyi yapanlar kendilerinden bi
haber, neden ve nasıl yaptıklannı bilmeyenlerdir ve ortak
H Grundrissr (Berlin, 1 953) (Grundrissc. çev. Sevan Nişanyan. Birikim Ya}ınlan.
2008.1 s. 395-6.
15 Works ( 1 898) viii, 6.
16 L Tolsıoy. Polnoc �olıranic sochincnii,
xv
( 1 955) 279.
235
emeklerinin sonucu her zaman tekduze ve zoolojiye pek
yabancı gelmeyecek bir etkinliktir. Askerin, imparatorun,
üst ya da alt sınıfların kumandanlannın zoolojik etkinligi,
etkinligin en duştık biçimidir. Materyalistler haklıdır, bu
etkinlikte hiçbir keyfiyet yoktur. 17
Ve otuz yıl sonra Boer Savaşı patlak verirken "Chamber
lain'lere ve Wilhelm'lere" kızınanın hiçbir yararı olmadığını
yazıyordu; "tüm tarih tüm siyasetçilerin bu gibi hareketler
silsitesinden ibarettir" , "geniş halk kitleleri agır çalışmaktan
yere serilirken" küçük bir azınlıgın istisnai zenginligini yeni
pazarlada destekleme çabasından kaynaklanır. 1 8
Carr daha çok Marx v e Tocqueville'in yaklaşımını benim
siyordu. "Bireylerin tarihte 'rol' oynadığını; bir anlamda ro
lün bireyden daha fazla önem taşıdığını" belirtiyordu. "lşçi
Partisinin temsil ettiği bütün bir grubun temel ikilemi böy
le iken" Ramsay Macdonald'ın "bocalamasının pek de kişi
liğinden kaynaklanmadıgını (ancak liderliğine yakıştığı sü
rece önemliydi) " gözlemlemişti. "Grubun düşünce tarzını
şekillendiren ilgi alanlarını ve tutumlarını degerlendirmek
için" teker teker poli tikacıları degerlendirmekle fazla ilgi
lenmediğini söylüyordu. Tekil bireylerin kafalarının çalışma
tarzı "tarihçi için çok da önemli değildir, tarihe pek fazla bi
linçli kişisel davranışlar açısından bakmamak ama daha çok
bilinçdışı grup hal ve tavırları açısından bakmak daha yarar
lıdır," diye yazıyordu. Bu anlayışla biraz alaycı bir üslupla
Hitler hakkındaki kitapların "her şeyi Hitler'in kişiliğine at
federek başlayıp Weimar reji minin istikrarsızlığı ve yetersiz
liği ile sona erdiğini" belirtiyordu. 1 9
Carr Tolstoy'un aşırı fikrini benimsemed i: çalışan bir ta17
Sarnarin'e mektup, 10 Ocak 1867, Tolstoy 's Lerıers içinde. ed. R. F. Christian, i
( 1978) 2 1 1 .
1 8 Volkonsky'ye mektup, 4/1 6 Aralık 1 899, age, ii, 585.
19
236
Bu Sebaslian Harrner'e gonderrneydi,
Thı: Mcanirıg of Hitler ( 1979)
rihçi olarak çektiği zorluklar onu sürekli "Kleopatra'mn
burnu" meselesine geri döndürüyordu. Tarihte rastlantı so
rununun kendisini "hala ilgilendirdiğine ve kafasını kanş
ıırdığına" değinerek, notlarında Tarih Nedir?'de de yaptı
ğı gibi yine, Lenin'in ölümünün tarihte ikincil nedenlerden
sayılacakken, tarihin akışını değiştirdiğini savunuyordu.
"Uzun vadede hemen her şeyin aynı sonuca varacağını dü
şünsek de, önem taşıyan bir kısa vade var ve çok sayıda in
san üzerinde büyük bir fark yarauyor," diye ekliyordu. Ta
rih Nedir? deki tarihte rastlanu tartışmasına kıyasla burada
farklı bir vurgu göze çarpıyor. Bu daha çok, Taıi1ı Nedir?'i
'
tamamlaması üzerine Perry Anderson ile söyleşisinde Lenin
ve Stalin'in rolleri üzerine yaptığı çarpıcı yontmlara bir giriş
niteliğindedir. "Lenin'in tüm kuvvetini korumuş halde yir
mili ve otuzlu yıllarda yaşasaydı yine aynı sorunlarla yüzle
şeceğini" geniş çaplı makineleşmiş tarıma, süratli sanayi leş
meye piyasa kontrolüne, emeğin kontrol ve yönetimine baş
Iayacağını savunuyordu . Ama "baskı öğesini azalup hafiflet
meyi" başarabilirdi:
Lenin'in idaresinde geçiş hepten yumuşak olmazdı ama
gerçekte olanlara da asla benzemczdi. Stalin'in sürekli hoş
gördügü arşiv tahrifine Lenin razı gelmezdi. . . Lenin'in
idaresinde SSCB Ciliga'mn deyişiyle asla �büyük yalan
lar ülkesi" haline gelmezdi. Benim tahminlerim bu yön
dedir. 20
Carr burada Sovyet tarihinin zorlu bir döneminde rastlan
tıya önemli bir rol atfediyor. Bu onun düşünüp tarttığı bir
karar değil, sözlü ifadesiydi. Ancak Tarih Ned i r ? deki daha
'
ılımlı aniaLımında ayrıca "Stalin'in kişiliğinin Rus bürokrasi
sinin ilkel ve kaba gelenekleriyle birleşince devrime yukan20 From Napolcıın ıo Stalin ( 1 980)
1 97A).
s.
262·3 (Pcrry Anderson ilc: söyleşi. Eylül
237
dan dayatma belli bir sertlik getirdigini" yazıyordu.21 "Yuka
rıdan devrim" sonuçta tarihçinin en önce dikkate alması ge
reken uzun vadeli nedenlerle belirlenmişti, ama uygulanan
baskının boyutu tarihteki beklenmedik olaydı .
Dosyalarında yer alan çeşitli notlarda ve mektuplarda
Carr tarihsel araştırmalann mevcut durumunu değerlendi
riyor. Geçen altmış yılın önde gelen yeni eğilimlerinden biri
olarak Marksist etkilere dikkat çekiyor.
Birinci Dünya Savaşı'ndan beri tarih yazıları üzerinde ma
teryalist anlayışın etkileri son derece güçlüydü. Aslında bu
dönemde yapılmış bütün ciddi tarihsel çalışmaların bu et
kiyle şekillendigi söylenebilir. Bu degişimin işareti, genel
geçer anlamda, savaşların, diplomatik manevralann, ana
yasa tartışmalannın ve siyasal entrikaların -geniş ifadesiy
le "siyaset tarihinin"- iktisadi etkenler, toplumsal koşullar,
nüfus istatistikleri, sınıfların yükseliş ve düşüşü gibi araş
tırmalarla yer degiştirmesidir. Sosyolojinin giderek sevilir
hale gelmesi aynı gelişmenin bir başka yönüdür; öyle ki za
man zaman tarih sosyolojinin bir dalı haline gelme tehdidi
ne maruz kalmıştır.
Carr sosyolojinin tarih üzerindeki olumlu etkisini Tarih
Nedir?'de "tarih sosyolojikleşip sosyoloji tarihselleştikçe her
ikisi için de iyi olacaktır," sözleriyle belirtmişti. Yeni baskı
için notlannda bunu biraz daha vurguluyordu: "lşin teme
li toplumsal tarih. Temeli tek başına çalışmak yetmez, sıkıcı
bir hale gelir; belki de Annates'in başına gelen budur. Ama
ondan feragat de edilemez."
Bu olumlu gelişmeleri idrak eden Carr, genel ya da ege
men eğilimler anlamında hem tarihin hem de sosyal bilim
lerin krizde olduğunu ileri sürer. Carr "tarihin içinden çı21 A History of Soviet Russicı (1978) xi. 448. !Sovyet Rıısya Tarihi Bolşevik Devrimi,
3 Cilt, çev. Orhan Suda, Tuncay Birkan, Metis yayınlan, 1 989-200-+.]
238
kıp ('bir tür öz-yıkım' diye kınadığı) özelleşmiş alanların"
sığ ampirizmine, tarihçilerin metodolojiye sığınma eğilimi
ne değinir ("istatistik bilgiyi tüm tarih araştırmasının kayna
ğı haline getiren 'niceliksel' tarih merakının belki de mater
yalist tarih anlayışını saçmalık düzeyine taşıdığını" belirtir) .
Tarihin kendi içindeki bu krize tarihten sosyal bilimiere ba
zı kaçaklar eşlik eder ki Carr bunları da muhafazakar ve hat
ta gerici eğilimler sayar:
Tarih temel degişim süreçleriyle ilgilenir. Bu süreçlere aler
jiniz varsa tarihi terk edip sosyal bilimiere sığınırsınız. Gü
nümüzde antropolojinin, sosyolojinin, vs. yıldızı parlıyor.
Tarih keyifsiz. Demek ki toplumumuz da keyifsiz.
"Elbette ki 'sığınmanın' sosyal bilimler içinde sürüp gitti
ğine, ekonomisılerin ekonometriye, filozofların mantık ve
dilbilime, edebiyat eleştirmenlerinin stilistik teknik analizle
rine sıgındıklarına" da değinir. Talcott Parsons "soyutlama
yı fazla ileri götürdüğü için tarihle tüm bağlantısını yitiren"
sosyologa iyi bir örnektir.
Carr yapısakılığa (ya da yapısal işlevciliğe) fazlasıyla yer
veriyor. Yapısalcıların, aşırı-uzmaniaşmanın tuzaklarından
kaçmarak en azından geçmişi bir bütün olarak ele alma be
cerilerinin olduğunu bir konuşmasında da dile getirmiştir.
Fakat bütününde yapısalcılığın tarih çalışmalanna zarar ver
diğine inanıyordu. "Bir toplumu kısımlarının ya da tarafları
nın işlevsel ya da yapısal karşılıklı ilişkisiyle analiz eden ya
pısal ya da 'yatay' yaklaşım ile toplumu geldiği ve gittiği yer
açısından analiz eden tarihsel ya da 'dikey' yaklaşımı" karşı
laştırır. "Her duyarlı tarihçinin her iki yaklaşırnın da gerekli
liğini onaylayacağını" öne sürer (küçük bir kağıt üzerine ka
ralanmış daha pervasız bir notta "anlausal tarihle yapısal ta
rih arasındaki ayrımın yapmacıklığını" ifade eder) :
239
Fakat hangisinin asıl vurguyu ve ilgiyi [ tarihçiler açısın
dan) çektig,i çok şey degiştiriyor. Şüphesiz bu kısmen kişi
nin mizacına baglı ama daha çok da içinde çalıştığı çevre
ye. Değişimi genellikle kötüye değişim olarak algılayan, de
ğişimden ödü kopan ve ancak küçük düzenlemeleri anım
satan "yatay" görüşü tercih eden bir toplumda yaşıyoruz.
Başka bir yerde Carr "eski yaklaşımın sabit bir durumu
incelediği için muhafazakar olduğunu, yenisininse degişimi
harekete geçirdigi için radikal sayıldığını" belirtiyor:
LS
[ Levi-Strauss) kendi maksadı için ne kadar fazla Marx
alımısı yapsa da . . . korkarım yapısakılık muhafazakar bir
dönemin gözde felsefesidir.
Carr'ın notlarında Levi-Strauss hakkında çeşitli başlık
lar yer alıyor. Özellikle Le Monde daki bir söyleşinin başlıgı
'
Carr'ın en kötü tahminlerini haklı çıkanr gibidir: 'L'ideologie
nıarxiste, conınıuııiste et totalitaire rı'est qu 'ıme ruse de l'histo
ire' [Marksist, komünist ve totaliter ideoloji tarihin bir oyu
nundan başka bir şey değildir] . 22
Carr'm tarihsel araştırmalann mevcut dummuna dair ge
niş kapsamlı eleştirisine ve bütününde olumsuz değerlen
dirmesine, kendi gerçekliği içinde tarih disiplininin önemi
ne dair olumlu bir açıklama eşlik ediyor. Tarihin yasal , as
keri, demografik, kültürel ve diğer dallarını bir araya getirip
aralanndaki bağiantıyı araştıran "genel tarih" ihtiyacını dile
getiriyor. Aynı şekilde tarihin sadece sosyal bilimlerin besle
rnesi olmadığını bunlara kendi teorisi için başvurduğunu ve
yine bunlara malzeme temin ettiğini öne sürüyor:
Günümüz tarihçilerinin çoğunun işinin binigini görüyo
rum çünkü hiçbir teorileri yok. Yoksun olduklan ıeori ta
rih ıeorisi, onlara dışardan dayatılan bir teori değil. Iki yön22 Lt· Monde, 2 1 -22 Ocak 1979.
240
hi bir akış gerekiyor... Tarihçi ekonomi, demografi, askeri
ye vs.vs. uzmanlanndan bir şeyler ögt-enmelidir. Ama eko
nomist, demograf, vs.vs. da ancak "genel" tarihçinin sagla
yabilecegi daha geniş bir tarih modeli içinde çalışınazsa işi
biter. Sorun şu ki . . . tarihsel teoriler dogalan gereği degişim
teorileridir ve biz sabit bir tarihsel denge içerisinde ancak
tali ya da "özel" degişimler olmasını isteyen ya da bunlan
kerhen kabul eden bir toplumda yaşıyoruz.
Fakat Carr elbette ki tarihçinin görüşünün kendi sosyal
çevresine bağlı olduğunu biliyordu . l 9 70'lerin I ngiltere
si'nde tavsiyesinin az sayıda radikal ya da muhalif bir grup
tarihçiden daha fazlasınca hoş görülmesini bekleyemezdi:
Şimdiki zaman hakkında kafası kanşık ve gelecege inan
cı kalmamış bir copluma geçmiş tarih birbiriyle baglanu
sız olaylann anlamsız bir karmaşası gibi görünecektir. Top
lumumuz şimdiki zamana hakimiyetini ve gelecek vizyo
nunu yeniden kazanırsa, aynı zamanda bu sıireç sayesinde
geçmişe dair kavrayışını da tazeleyecektir.
Bu paragraf, Ingiltere'de muhafazakar doktrinlerin yükse
lişinden ve muhafazakar bir geleceğe yeniden güven besien
ıneye başlanmasından yıllar önce 1 9 7 4'te yazılmıştı. O za
mandan ve Carr'ın ölümünden bu yana, Ingiliz tarihçiler ara
sında egemen ortodoks görüşler olarak bilinen geleceğe da
ir urnutsuzluğa ve arnpirizme bir alternatif belirdi. Vatanse
ver I ngiliz tarihini tarih rnüfredatının merkezine oturtmak
suretiyle muhafazakar politikacılar ve tarihçiler geleceğe da
ir umudu yeşertrnek için büyük çaba sarf ettiler. Lord Hugh
Thomas'ın desteğiyle Eğilim Bakanı Sir Keith joseph, okul
larda dünya tarihine daha az ama Ingiliz tarihine daha fazla
ilgi gösterilmesi çağrısında bulundu. Modem Tari h Kraliye ı
Profesörü sıfatıyla yaptığı tören konuşmasında Profesör G .R.
241
Elton Cambridge'deki tarih bölümü lisans eğitiminde sosyal
bilimlerin zararlı etkilerinden dem vurarak. bitirme sınavla
rında İ ngiliz tarihinin daha fazla yer alması gerektigini öne
sürdü. Ingiliz tarihi "bu toplumun iktidarı nasıl sivilleştirdi
gini ve kendini sürekli degişimlere karşı nasıl düzenledigini"
göstermeye yarayacaktı. "Yanlış inanışlada ve sürekli yenilik
çıgırtkanlanyla kuşatılmış bu belirsizlik çagının acilen kendi
köklerini öwenmeye ihtiyacı" vardı.23 Bu olaylar Carr'a hu
zuru muzaffer bir geçmişte arayan hasta bir toplumun semp
tomları ve tarihçilerin toplumda egemen egilimleri hangi bo
yutta yansıttıgının çarpıcı bir ispatı gibi görünmüş olmalı.
Carr
Tarih Ned i r ?'in yeni baskısında tarih araştırmala
n krizini zamanımızın sosyal ve entelektüel krizleri bagla
mında daha geniş ele almayı tasarlıyordu. Bu amaçla, konuş
malarının orijinalinde ayrı başlıklarda ele alınmamış Edebi
yat ve Sanat üzerine bir dosya hazırlamıştı. Bu dosyada hem
edebiyat üzerine hem de edebiyat ve sanal eleştirisi üzerine
ayn ayrı notlar yer alır. Çalışma henüz taslak aşamasındadır.
Tartışmasının mesajı edebiyat ve edebiyat eleştirisinin tıp
kı tarih ve sosyal ya da doğa bilimleri gibi sosyal çevre tara
fından etkilendigi ya da şekillendigi üzerinedir. Notlarında
birbiriyle zıt iki alıntı göze çarpıyor. Oıwell "Sanat tümüy
le propagandadan ibarettir"24 derken, toplumun sanata etki
si konusunda pek çok açıklama bırakan Marx
Elıonomi Poli
tigin Eleştirisi iç i n Ön Çalışma'da 'sanata gelince, bazı can ah
cı noktalarının hiçbir biçimde toplumun genel gelişimine ve
bu yüzden maddi yapısına yani güya omurgasının teşekkü
lüne karşılık gelmediği gayet iyi bilinir,'25 der.
23 G. R. Elıon, Tiıı:- History of England: Inaıtgııral Leeturc ddivı:red 26.Janıuıry 1 9/H
(Cambridge, 1984) özellikle s. 9- 1 1 , 26-9; aynca New Yorlı Revicw oj Books, H
haziran 1984 içinde aile tarihine saldınsı degerlcndirilcbilir.
24 G. Orwdl, Colltcted Essays, .Joıırnalisııı and Lerıers (1968) i, 448 {aslı Inside ılır
Whale ( 1 940) içerisinde.
25 K. Marx, The Gemıarı ldeology içinde çeviri, C. J Anhur (cd.), ( 1970) s. ı49.
242
Carr'ın değerlendirmesine göre Marx'ın şüpheleri, karak
terinde öncelikle kötümserlik, atalet ve umutsuzluk yatan
20. yüzyıla uymuyordu. Carr için Hardy "anlamsız, hep
ten yanlış bir dünyanın romancısıydı, yanlış yola sapmış ve
ya düzellilebilir değil, ebedi yanlışlar ve anlaınsızlıklarla do
lu bir dünyanın yani mutlak kötümserliğin." A. E. Hous
man "iyice sağlığıını yitirmeden nadiren şiir yazmışımdır,"26
diyor, T.S. Eliot da ortak duygular içinde, "bu cümleyi an
ladığıma inanıyorum," diyordu. Carr keskin bir dille " her
ikisi de 'hasta' şiir yazdılar. tkisi de isyankar değildi ," diye
yorumluyordu. Carr'ın notlarındaki bir dizi alıntı Eliot'ın
umutsuzluğu ve kötümserliğini gösterir niteliktedir. Sha
kespeare'in 98. Sonesi nisan ayını kutlarken, Eliot'ın Çorak
Ül1ze'si nisanı en merhametsiz ay ilan ediyordu. l920'de ya
zılan Gerontion'da tarih "bizi fısıldayan ihtiraslarla aldatır,
kibirlere yönlendirir," diye yakınıyorduY Çorak Ülke Lon
don Bridge'i geçen işçi kalabalığını ölü insanlar olarak gö
rürken, Wyndham Lewis yok olsalar da fark etmeyecek "ya
n ölü insanlardan" bahseder.28 Yıkımın habercisi Kafka, va
siyetinde yazdıklarının imha edilmesini özellikle ister. Kaf
ka'ya göre dünyamız tanrının "kötü hallerinden" biridir.
Dünyamızın dışında " tanrı için fazlasıyla umut vardır ama
bizim için hiç yoktur" . 29 Carr'a göre Orwell bile "Eli ot ile
aynı sonuca vanr, özellikle alt sını flardan hoşlanınama biçi
minde görülen bir elitizmle insan ırkına karşı umutsuzdur."
Başlıklanndaki önemli bir benzerlikle modern klasiklerden
ikisi, Kavafis'nin "Barbarları Beklerken" şiiri ve Beckett'ın
"Godot'yu Beklerken" eseri aynı "aLaletle umutsuz bekleyi
şi" anlamlar. Hennann Hesse'nin kült eseri Carr'm tanımıy26 A. E. Housman, The Name and Naıurc of Pomy ( 1933) s. 49
27 T. S. Elioı, Collwcd Pocms 1 909-1 962 (1963) s. 40
28 D. B. Wyndham lcwis, Blasıing and Bonıba.-dicring ( 1937)
29 Max Brod, Kafoa: A Biography (1947)
s.
s.
1 1 5.
6ı
243
la "inanmaktan vazgeçtigi bir dünyadan gelen tekbenci bir
mülteciyi" göklere çıkanr.
Başka bir takım notlarda 20. yüzyıl edebiyat eleştirisi top
lumsal baglarnda degerlendirilme gayretindedir. F. R. Lea
vis, "Matthew Amold'm, toplumun kayınak tabakasını oluş
turan ve kayınagını yiyen tarafsız entelektüel sınıf görüşü
nü yeniden canlandınyordu. " Yeni edebiyat eleştirisi "ede
biyatta nesnel (bilimsel) ve öznel (duygusal) ögeleri birbi
rinden ayıran I. A. Richards ile başlıyordu"; onun takipçile
ri "nesnel kriterleri metne uyariayıp hiçbir köken veya içe
rik meselesine aldırmadan edebiyat eleştirisini bilimsel göz
lemle eşit tutmaya çalıştılar." Bu gelişmeler üzerine Carr'ın
yorumlan şöyle:
l930'lann, 1 940'lann ve 1 950'lerin formalistleri ve 1 960'la
rın, l970'lerin yapısakılan edebiyatı dilin sınırlan içinde
hapsolmuş ve başka hiçbir gerçeklikle kirletilmemiş "saP'
bir varlık olarak yalıtmak gayretindeydiler.
Oysa edebiyat eleştirisi sadece edebiyata dayandınlamaz
çünkü eleştirmenin kendisi edebiyat dı.şı bir kişidir ve ken
disiyle birlikte başka dünyalardan unsurlar taşır.
"Dilbilimsel felsefe" konusuna gelince (uygunsuz bir isim,
çünkü bilinen anlamıyla felsefeden bir tür kaçış) tıpkı "sa
nat sanat içindir" gibi hiçbir fikirle baglantısı yok.30 Etik ya
da siyasete herhangi bir özeni, tarihe hiç ilgisi yok: "kelime
lerin anlam degiştirdigi fikrinden bile yoksun."
Carr, yeni baskının son bölümlerinde son yıllarda hüküm
süren karamsarlıga karşıt olarak insanlıgın geçmişinin bü
yük ölçüde bir ilerleme hikayesi oldugunu tekrar dile ge
tirmeyi ve insanlıgın gelecegine dair inancını vurgulamayı
amaçlamıştır. Tarih Nedir?'de Aydınlanma Çağı rasyonalist
lerinin oluşturduğu ilerleme olarak tarih anlayışının en çok
30 Bkz. ]. Sturrock, Sıructutalism arıd Sirıce ( 1979)
244
Ingiliz özgüveninin ve iktidannın zirve yapuğı dönemde ka
bul gördüğünü dile getiriyor. Ancak 20. yüzyılda Batı mede
niyetinde yaşanan kriz pek çok tarihçinin ve diğer entelek
tüellerin ilerleme hipotezini reddetmesine yol açmıştır. Ye
ni baskı için aldığı notlarda Carr, Ilerleme Çağı'nın üç özel
liğine dikkat çekiyor: 1 490'da başlayan dünyanın Genişle
mesi, muhtemelen 1 6 . yüzyılda başlayan Ekonomik Büyü
me ve 1 600 sonrası yaşanan Bilginin Genişlemesi. Dünyanın
genişlemesinin bilincindeki Elizabeth dönemi Ilerleme Ça
ğı'nın ilk parlak dönemiydi. En önemli Whig tarihçisi Ma
caulay tari hi, Reform Kanunu'nda doruğa çıkan kazanılmış
zaferlerle dolu bir ilerleme süreci olarak açıklamışur.31 Not
lanndan anlaşıldığı üzere Carr'ın. Tarih Nedir?'in yeni bas
kısında il erlemenin temelde bir neslin edindiği beceriterin
bir sonrakine aktarılmasından kaynaklandığını ve buna bağ
lı olduğunu gösterrnek adına up ve başka alanlardan deliller
sunmayı amaçladığı anlaşılıyor.
Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana ilerlemeci tarih arılayı
şına olan inanç giderek daha az rağbet görmeye başlamıştır.
Bazen zamanından önce umutsuzluk kuyulanna düşülmüş
tür: "Karl Kraus, Avusturya-Macaristan Imparatorluğu'nun
çöküşünü lnsanlığırı Son Günleri şeklinde oldukça aşırı ta
birlerle dile getirmişti." Ancak geçmişteki ilerlemeye karşı
şüpheci yaklaşım ve gelecek beklentilerine hakim karamsar
lık 20. yüzyılın ilerleyen yıllarında daha güçlü ve iddialı bir
hal almışu. Çeyrek yüzyıl önce, 1979'da, "Zamanımızın Ta
rihçesi: Bir lyimserin Bakış Açısı" başlıklı bir konuşma ya31
Worlıs ( 1 B9B) ıd. 456-R
\'C
karşılaştırıo 489-9 1 : rakat Carr aynı zamanda
şunu soru yordu: "Macaulay'ın Yeni Ze landa l ı (Ranke'nin Papalarırı Tarihi
eseri hakkındaki makalesi) hikayesi ilerleme inancıyla çelişir nıi?" Macaulay
gelecek z;ımanda bir Yeni Zelandalıyı Londra Köprüsü'nün yı kık hır ayagının
üstünde Sı. Paul cskui çizmeye çalışırken hayal eder, rakat aynı paragrarta
Yeni Dünyanın gelecekteki muhteşemliginden de bahseder. (Macaulay Esscıys,
seçki ve sunum H. Trevor- Roper
(1965) s. 276).
245
pan Popper, bunun devamında yapugı bir başka konuşmada
"Görünen o ki ben ilerlemeye inanmıyorum," demişti.32 Ba
zı tarihçilere göre ilerleme anlayışı zamanını doldurmuş bir
şakadan ibaretti: Richard Cobb, Lefebvre hakkında "insanlı
gın ilerlemesi inancını taşıyan son derece saf bir insan," di
ye yazıyordu.33
Carr insanlıgın geçmişte ilerlemesine ve "geçmişin anla
şılmasının . . . gelecege yönelik yüksek bir anlayışı beraberin
de getirdigine," inanıyordu . Bu anlamda Hobbes'un "geç
mişle ilgili algılarımızdan bir gelecek yaratırız," görüşüne
katılıyordu.34 Ancak bu görüşe, "tam tersinin de aynı dere
cede dogm olabilecegi," gibi önemli bir yorum eklemişti: ge
lecek vizyonumuz geçmişi algılayışımızı etkiler. Ernst Blo
ch, Umut Ilkesi'ni sonlandınrken güçlü bir aforizma kullan
mıştı: "gerçek yaratılış başlangıçta degil sondadır."35
Şüphe ve umutsuzlugun hüküm sürdügü bir çagda Carr,
bir tarihçi olarak kendi güncel anlayışını ve gelecek vizyo
nunu oluşturmasının özellikle mühim oldugunu düşünü
yordu. Kırk yılı aşkın bir süre önce ütopya ve gerçekligin si
yaset biliminin iki temel unsuru oldugu savını ortaya atmış
tı ve "etkin bir siyasi düşünce ve etkin bir siyasi yaşam an
cak bu iki unsunın da yerini bulmasıyla elde edilebilir," di
yordu.36 Bu arada geçen süre içinde Carr katı bir gerçekçi
olarak anılmaya başlanmıştı. Ancak ölümünden birkaç sene
önce hazırladıgı kısa otobiyografide şu yorumu yapmıştır:
"Belki de insanlar hiç bir şeyde bir anlam bulmayan kötüm
serler ve gelecege yönelik dogrulanması imkansız bir takım
32
Encounıcr, K•ısıın 1979, s. 1 1; bu konuşmada Popper yine de iyimser oldu&unu
iddia eder.
33 A Second Idcnıiıy (1969) s. 100.
34 Thomas Hobbes Insan Dogası üzerine, Worlıs ( 1 840) iv, 16.
35 Emsı Bloch, Das Pıirı:zip Ho{frıung [ Umuı llh�si, Cilı 1 . çev. Tanı[ Bora, Iletişim
yayınlan, 20071 (1956) iii, 489 .
36
246
The Twtnıy Ytars' Crisis 1 9 1 9- 1 939 ( 1 939).
fikirlere dayanarak olaylara anlam veren ü topyacılar olarak
ikiye aynlıyordur. Ben ikincisini yeğlerim . " Carr'ın dosyala
rında "Umut" başlığı altında "Ütopyanın işlevi hayalleri so
mutlaştınnaktır. .. Ü topya bireyseli evrensel çıkarla uzlaştı
racaktır. Hakiki ütopya ve boş (amaçsız) iyimserlik arasın
daki fark," notları yer alır.
Carr'a göre klasik İngiliz kapitalizminin en önemli takip
çileri Adam Smith ve Karl Marx, toplum üzerine geliştirdik
leri derin anlayışı temelde yatan bir ütopyayla birleştinniş
lerdi:
Theory of Moral Sentimenıs'ın yazarı A. Smith, Ulusların
Zengin liği'nde "takas ve ticaret yapma" egilimini insan ey
lemlerinin arkasında yatan temel itici güç olarak ortaya
koymuştur.
Bu insan doğasından ziyade kısa bir süre sonra Batı Av
nıpa'da (ve ABD'dc) oluşacak toplum yapısının karakterine
yönelik dahice bir çözümlerneydi ve böyle oldugu için de
bu gelişmeye taban oluşturdu.
Aynısı Marx'ın işçilerin istismarın boyutlarına katlanma
}'1 reddetmesi sonucunda kapitalizmin dayanarnayıp çöke
ceği öngörüsü için de geçerlidir.
Ancak Smith'in görünmez bir elin hakimiyetindeki dün
ya ütopyası ve Marx'ın proletarya diktatörlüğü iş bunla
rı
pratige dökmeye gelir gelmez çeşitli zorluklan göz önü
ne sermiştir.
1 933 gibi erken bir tarihte Carr, Marx'tan " 1 9 . yüzyılın
en geniş ufuklu dahisi olarak görülmesini sağlayacak bir sa
vı var ve gelmiş geçmiş en başarılı kahinierden biri," diye
söz ediyordu.37 "Marksizm ve Tarih" ve "Marksizm ve Ge
lecek" dosyaları Marx, Engels, Lenin ve bunların belli baş
lı takipçilerinden pek çok alıntı içererek Carr'm şimdiye ve
37 Forrııighıly Review, Mart 1 933, s. 3 1 9
247
gelecege dair kendi değerlendirmesini Marx ve Marksizmin
dikkatli bir incelemesine dayandırmayı hedeflerligini orta
ya koyuyor. Pek çok son dönem yazısında, arkadaşı Her
bert Marcuse gibi, "günümüz Batı dünyasında proletarya terimin Marx'ın kullandıgı anlamıyla, sanayide çalışan orga
nize işçiler- değil devrimci hatta belki de karşı devrimci bir
güçtür,"38 görüşüne inandıgını açıkça belirtmişti. Proletar
yanın yönetici gücünün yetersizligine yönelik şüpheciligin
"Troçki'nin aşın karamsarlıga gömülmesine,"39 sebep oldu
gunu ve Marcuse'un karamsarlıgının altında da proletarya
nın olumsuz bir degerlendirmesinin yattıgını dile getirmişti:
Us ve Devrim. Olumsuzlama gücu proletaryanın bunyesin
de varlık gösterir.
Bireysel kimligin baskıcı toplumdan kurtarılmasıyla il
gili - Freud.
! Marcuse'un ) Eros ve Uyga rl ı k ında -proletaryanın bas
'
kıcı olmayan bir toplum ureun_e yetenegine sahip oldugu
na duyulan şüphe.
Sovyet Marksizmi. Sovyet tarihi Rus proletaryasının bas
kıcı olmayan bir toplum üretmedeki başarısızlıgıru göster
miştir -gelişmiş ülkelerdeki proletaryanın başarısızlıgına
baglı olarak başarısızlık.
Telı Boyutlu Insan sanayileşmiş toplum tarafından sarı
hp sarmalanmış proletaryanın temelde degişmezligini gös
teriyor.
Bütünuylc karamsarlıkla sonuçlanır -sol teorinin ger
çekle ilişkisini kesmesi: "teori ve praligin, düşünce ve hare
ketin bir araya gelebilecegi hiç bir temel yoktur" .40
38 From Napoleon ıo Stalin( l980)
39
40
Bkz. Knei-Paz, Thı: Social wıd Political Thoughı of Lcon Trotsh)' ( 1978)
s.
423.
H. M:ırcuse. Oııc Dlmcıısloııal Muıı 1 1 968) f Tı:lı Boyutlu Insa n , çev. Aziz
Yardımh. Idea yayınevi. 1 997]
Bütününde Carr, Marx'ın bu yöndeki eleştirisini kabul
ediyordu, ama o karamsar bir sonuca varmamıştı. Otobiyog
rafik hatıratında şöyle dile getirmiştir:
Aslına bakılırsa Bau toplumu için şu anki yapısı ışıgında,
bu şekilde gerçekleşmek zorunda degil ama büyük ihtimal
le dramatik bir şekilde yerle bir olarak, çöküş ve yok oluş
dışında bir gelecek göremiyorum. Ancak, burada ya da baş
ka yerlerde, şeklini şimdiden tahmin edemeyecegimiz yeni
etkilerin ve hareketlerin yüzeyin altında filizlenmeye başla
dıgına inanıyorum. Benim kanıtlanamayacak ütopyam bu . . .
Sanırım �sosyalist" bir ütopya demeliyim v e bu anlamda
Marksist sayılınm. Fakat Marx sosyalizmin içerigini birkaç
ütopik ifade dışında açıklamamışur; ben de açıklayamam.
Peki, o halde Carr'ın kendisi kapitalist sistemin gelişimini
ve düşüşünü nasıl değerlendiriyordu; hangi "yeni kuvvetleri
ve hareketleri" fark etmişti? Cevabının bir kısmı 1 970 civa
rında yazıldığı anlaşılan "Marx ve Tarih" başlıklı notlarında
kabataslak yer alır. Tamamlanmanuş ve yayımianmadan ön
ce mutlaka gözden geçirilecek oldukları halde Carr·ın şimdi
ve gelecek görüşünün ruhunu gayet iyi yansıtır:
Dolayısıyla dünyanın şekli geçmiş elli yılda tanınmaz hale
geldi. Batı Avrupalı Güçlerin kolonileri Hindistan, Afrika,
Endonezya tam bagımsızlıklannı elde ettiler. Latin Ame
rika ülkelerinden sadece Meksika ve Küba devrim yolunu
seçti, ama başka her yerde ekonomik gelişmeler ışığında is
tikameı daha fazla tam bağımsızlık. Bu dönemin en kayda
deger olayı SSCB'nin -eski Rus Imparatorluğu- ve daha ya
kın zamanda Çin'in dünya gücü ve dünya meselesi konu
muna gelmesi. Sonuçlan halen gelecekte saklı olan bu de
gişimlerin yarattığı belirsizlik duygusu, 1 9 . yüzyılın görece
duragan ve güvenli dünya modeliyle derin bir çelişki için249
de. Bu belirsizlik ve güvensizlik atmosferinde yeni toplu
mun güncel vizyonlan doğuyor.
Rus devriminin ve onun ardından Çin ve Küba devrimle
rinin iddia edildiği kadarıyla Karl Marx'ın öğretilerine da
yandığı önemli bir gerçek. Marx 19. yüzyıl kapitalist sisle
minin düşüş ve çöküşünü gören en güçlü haberciydi ki o
yazarken kapitalizm hala altın çağını yaşıyordu . Bu sistem
le mücadele etmek isteyen ve çökmesinden memnuniyet
duyanların Marx'ın otoritesine başvurmalan gayet doğaldır.
19. yüzyıl kapitalizminin yerini alacak yeni bir toplum düş
lerinin Marksizmden esinlenmesi de doğaldır. Bu düşler is
ter istemez biraz ütopikti. Marx'ın geleceğin toplumu üzeri
ne yazdıkları yetersiz ve genelde ütopik bir yapıdaydı. Bazı
tahminleri boş ya da faydasız çıktı ve bu da takipçileri ara
sında karmaşa ve çatışmaya yol açtı. Ancak analizlerinin gü
cü yadsınamaz. Geleceğin toplumuna dair yapılacak her tür
tasvir ne kadar spekülatif de olsa muhakkak Marksist zihni
yet aşısını taşıyacaktır.
Marx üretimin, üretimin en yüksek formuna giden yolda
sanayileşmenin, teknolojinin en gelişmiş formunu kullana
rak modernleşmenin habercisiydi. Komünist Manifesto'dan
başlayarak yazdıkları, üretim süreçlerini feodal zincirlerin
den kurtaran ve dünya çapında modem teknik açıdan ge
lişmiş kapitalizmin başanianna methiyelerle doludur. Oy
sa Marx'ın kendisi de analizlerinde gösterdiği gibi, bireysel
özel teşebbüs ilkelerine dayanan burjuva kapitalizminin da
ha da ağır zincirlerden medet umduğuna inanıyordu. Oy
sa bu durum üretimin daha fazla büyümesini engelleyecek,
üretimin kontrolünü burjuva kapitalistlerin elinden alıp iş
çilerin kendilerinin bir tür sosyal yönetim biçimi kurmala
rını sağlayacaktı. Ancak bu şekilde üretimde büyüme sür
dürülebilir ve arttınlabilirdi. Marx'ın öngördüğü gelecekte250
ki komünist toplum tasvirlerinde "daha bereketli akan bol
luk pınarlan" vardı.
Büyük kitleler halinde insanların çoğunun halen modern
uygarlığın en temel maddi faydalarından yaradanamad ığı
bir dünyada bu doktrinlerin güçlü etkileriyle yeni bir top
lum fikrini popülerleştirmesi hiç de şaşırtıcı değil. Bu dok
trinlerin en inandırıcı çekim alanlarını geçmişte burjuva
kapitalizminin başanlarını tadan ve bu sistemin potansiyel
lerinin artık tükendiğine inanmakta güçlük çeken gelişmiş
ülkelerde değil, burjuva kapitalizminin ya hiç görülmediği
ya da yabancı ve öncelikle baskıcı bir güç olarak göründü
ğü geri kalmış ülkelerde yaratmalarında da şaşılacak bir şey
yok. Rus devrimi, ekonominin kapitalist burjuva dönüşü
münün tam başlamadığı, teknik anlamda geri kalmış bir ül
kede yaşandı. Lenin'in dediği gibi devrimin ilk vazifesi sos
yalist devriminin önüne geçmeden önce "burjuva devrimi
ni" tamamlamaktı. tkinci Dünya Savaşı'ndan beri devrim,
burjuva devrimin zaten hiç başlamadığı ülkelere yayıldı.
Artık ınodası geçen burjuva kapitalist devrimini bir adım
geride bırakarak sanayileşmeyi ve ekonominin modernleş
mesini ve bununla gelen yüksek üretimi, üretimin sosyal ve
planlı yönetil mesiyle sağlayacak geleceğin toplumu haya
li Batı Avrupa devletleri dışında kalan bütün dünyada hü
küm sürüyor.
Carr "bu hayalin siyasi yönlerinin yine de bulanık ve anla
şılmaz olduğunu" ekliyordu. "Marksizm fazla yardımcı ola
mıyor. İşçilerin yönetimindeki bir toplum düşüncesi pro
letaryanın hafif kaldığı Rusya'da karşılığını pek bulamadı;
proletaryanın hiç var olmadığı daha az gelişmiş ülkelerde
zaten uygun değildi." Yine de bu ülkelerde devrim kapitalist
sistemin sonunu getirir ve Carr'ın "sağlanamayacak Ütopya
sını" bir ihtimal yakalar gibiydi:
251
Sanınm ! Eylül 1 978'deki ifadesi ] ilk aşaması !Bolşevik
Devrimi) olan ve kapitalizmi yıktna)'l başaracak dünya dev
riminin emperyalizmin maskesi alundaki kapitalizme kar
şı koloni halklannın isyanıyla gerçekleşecegi hipotezi dog
rudur.41
Çeviren PELIN S ! RAL
41
252
Frcırıı Napoleorı
w
Sıaliıı O 980) s. 275.
DIZIN
Accidenı in history ("Tarihte
rastlantı") 24, 149, 1 5 1 , 158-164,
232, 237
Acıon, Lord 57, 58, 60, 66, 90, 94, 97,
101, 1 1 7 , 133, 172, 176, 185, 1 94,
1 99, 215, 2 1 7-219
Adams, Henry 149
Arnold, T. 175
Bacon, F. 136, 1 7 1
Barraclough, G. 25, 65, 1 1 7
Banh. K. 131
Bccker, C. 72
Bentham 88
Berdyaev, N. 131, 169
Bury, j.B. 64, 89, 1 1 2, 1 14, 1 58, 1 59,
172, 181, 1 84, 226
Buııerfield, H. 34, 71, 94, 95, 104,
105, 1 3 1 , 182. n ı . 182
Carlyle, r. 1 03, 1 1 9, 189
Cengiz Han 99, 133
Charlemagne 133, 135, 151
Chicherin, G. (Çiçerin) 70
Churchill, Winsıon 7 1 , 157
Clarendon, Lord 103
Clark, Sir G. 58, 75, 78
Clark, G. Kiıson 36, 60, 63
Collingwood, R. 73-75, 78, 79, 106.
ı 12, 1 18, ıs9
Berenson. B. 158
Comıe, A. 18, 125
Croce, B. 72, 73, 134
Crossman, R.H. 1 5 1
Bcmhard, H. 68-70
Beyazıt 157, 1 62. 165
Dampier, W. 172
D'arcy, M.C. 131, 1 50
Darwin, C. 9 1 , 1 1 2, 1 1 3. 159, 1 74
Berlin, Sir I. 15-23, 28-3 1 , 33, 44, 97,
99, 105, 133, 1 50, 1 5 1 , 153, 158,
162, 1 78, 189- 1 9 1 , 223
Biography 243
Bisınarc, O.von 93, 107, 108, 189,
1 9 1 , 192, 228
Beswell 137
Bradley, F.H. 1 1 2, 1 76, 1 77
Buckle. H. 1 1 3
Burckhardı, j . 71, 76, 77, 85, 1 09,
1 20, 137, 198
Burke, E. 1 1 3
Descanes, I. ı 99
"Deıerrninism" l l , 13, 21, 22, 128,
147, 1 50-157, 201 , 223
Deuıschcr, 1 . 20, 23, 24, 34, 37, 47,
1 0 1 , 223
Dollinger, J . Von 66
Donne,J. 83
Dosıoyevsky 9, 84
253
Freud, S. 1 0 1 , 202-204. 234, 248
l..aws, Concept of (Yasalar Kavramı)
113
l..e<ıthes. S. 206
lea�s. F. R. ıo8. 244
lefebvre, G. 135, 246
lenin. V. 23, 24, 29, 43, ıo3, ıo7,
ıos. 148, 1 6 1 , 162, 165, 166, 182,
189. 202, 206 232, 237, 247, 25 ı
Froude , } . 78
lessons of history ("Tarihten
"Genelleme" 19, 26, 40, 101 . I 19-123,
125, ı49, 166, 225, 229, 232
Gey1. P. 96
Gibbon. E. 27, 78, 107, 1 19, 148, ı57,
158, 1 7 1 , 188, 225-227
Goeıhe 1 86
Greaı Men {Büyük Adamlar) ıs, 98,
ıo3, ıo7. 108, 204, 234
Green,j. R. 2ı5
Grote, G. 88, 89, 92, 1 23
li ncoln, A. 199
Ellot, T.S. 90, 98, 103, 243
Elton. G. R. 35-38, 40, 44, 1 20, 242
Engels. F. 102. 1 15, 121, 1 38, , 160,
247
Evrim 1 12, 1 13, 1 74, 182, 183
Fishcr, H.A.L. 90, 96, 159
Hcgcl , G. F. W. 34, ı04, 1 08, 1 3 ı ,
ı49- 1 53, 166, 174, 1 75, 1 7 7 ' 183,
184, 187, 1 88, 199-20 ı , 234
Heroılotos 145, ı46, 1 70, 227
Herzen 9, 31, 201
Historlc:ism ("Tarihsicilik" ) 150, 1 5 1
Hob!ı(s, T. ıo3, l lS. 246
Huizinga,j. 168, 186
Humanitits and Sclence ("Insan ve
Fen Bilimleri") 1 3, 142, 143
lmpersonal [orces ("Kişilik dışı
güçler") 98, 103
1ndeterminacy in physics (Fizikte
bclirlenemezlik) 128
lndividualism ("Bireycilik") 84-87, 1 32
lnevitııbility ("Kaçınılmazlık'') 18, 26,
44. 97, 1 54-156, 189
Johnson. S. 234
Kalka. F. 1 52, 243
Kingsley, C. ı51
Knowledge, Theories o[ {Bilgi
Tcorilert) ı 29
Knowles, D. 133, 134
Lassalle, F. 1 1 3
2 54
çıkanlacak dersler") 1 22, 125
Lockc. J. 59, 21 1
logge, H.C. 105
Lycll, C. ı 12, ı 1 3
lynd, R. ı78
Macaulay, T. B. 74, 228, 235, 245
Malıhus, T. 1 1 3, 207
Mandeville. B. lOi
Mannheim, K. 122. 126, ı 76
Mariıain, J . ı 3 1
Marshall, A . 147
Marx. K. 22, 38, 44, 92, 99, 102, 104,
ıo7, ı 1 3, 1 1 5, ı2o. 1.21, 138. 1 50,
ı 5 ı , ı53, ı60, ı75, 177. 179, 184,
ı 9 1 , 200-204, 226, 233, 234, 236,
240, 242, 243, 247-250
Mazzini '93
Meinecke, F. 93, 94, ı59, 160, 167
Mill, J. S. 83
Momınsen, T. 78, 88-90, 92
Monıesquieu ı46, ı60, 232
Moore, G . E . 1 ıs
Morality in history ("Tarih ve ahlak")
22, 23, 3 1 , +0. 41, 132, 135, ı 39,
141
Morison, Samuel 220, 222
Namier, Sir L. 90-92, 184, 2ı9, 220,
222
Neale, Sir J. 99
Needhan.j. 217
Newıon, 1. ı ll, 1 1 3, 1 14
Niebuhr, R. 131, ı69
Nieızsche, F. 77, 79, 106-108
Numbers in history ("Tarihte sayılar )
30, 52, 104
"
Oakcshotı., M. 74, 219, 222
Objecıivity ("Nesnellik�) l l , 14, 15,
1 7, 28, 29, 39, 40, 79, 1 1 7, 130,
133, 141 , 1 8 1 , 182, 184, 185, 192,
228, 229
Pa�ns. T. 62, 1 0 1 , 164, 239
Periodization (Dönemlere ayınna) 1 16
Pirandello, L 62
Platon 150, 1 5 1
Poincare, H . 1 14, 148, 149
Sorel, G. 1 1 6, 1 1 7
Spencer, H. ı o ı , ı 1 2
Stephen, j.F. 133
Strachey, L 65, ıoı
Stresemann, G. 67-70
Stubbs, W. 2 ı8
Subject and object (Nesne ve özne)
126, 128. ı 29
Suffenng in history ("Tarihte
ezilmek") ı 36
Sutton, E. 69, 70
Polybios 1 3 1 , 158
Popper, K 20, 121 , 122, 150-152,
Tacitus ı 58, 226
162, 166, 220-222, 230, 246
Tawney, R. ıaa
Powicke, F. ı69, 1 70
Prediction ("Ongönl") ı 5, 59, ı 24,
1 25, ı 27, 232, 247
Proudhon, P.j . ı9ı
Psikoloji (aynı zamanda bkz. Freud)
ıoo. 146- ı 49, 203, 210. 224
Taylor, A .j .P. 25, 30-32. 107, ı 73
Teleology ("Gizemc:ilik") 169, 180
Thucydides ı 46
Tocquevillc, A. De ı84, 199, 232,
235, 236
Tolstoy, L ı04. ıo7, ı 6 1 , 235, 236
Toynbee, A.j. 90, 96, 1 33, 159, 1 69,
Ranke. l. Von 1 2, 59, 7 1 , 96, ı s9,
225, 245
Reason ("Nedensellik") l l , 13, 25, 28.
ın
Trevelyan, G.O. ı9, 20, 33, 34, 74, 75,
90, 92
39, 1 45, ı52, 158, ı67, 223, 232
Rebels in histor}' ("Tarihte baş kaldın
Trevor - Roper, H. 29-3 1 , 77, 101,
- isyan�) 50, 106, 155, 243, 252
Trotsky 19, 71. 101, 127, 157, 16ı,
Relativity ("Görelilik") 1 3, 126, 227,
228, 23 1
Religion and history ("Din ve Tarih�)
219, 222, 245
248
Truth in hio;ıory (Tarihte gerçek) 72,
164
l lS, 1 19, 130
Rosebury. Lord 1 32, 1 33
Rousseau. Jj . ı 99
Ro�. A. L . ı9, 33, 7 1 , 99
Russell, B. 59. ı 1 2. 149. ı 72, ı 73
Rutherford, Lord 1 1 5, 168
Scott, C.P. 60, 62
Smith, A. ı04, 1 13, ı 53, 154. 200,
201, 207, 247
Value judgernents ("Ahlaki deger
yargılan") 1 36, 167, 187, 194, 225
Voltaire 70, 146
Weber, M. 26, 101, 1 1 5, 135
Webster, Sir C. 1 23
Whig interpretation ("Whig gelenegi")
34, 7 1 . 74, 90, 94,95, 148, 182,
1 87, 218, 245
Snow, Sir C. 1 43, ı68
Wilson, Woodrow 105
Sociology (Sosyoloji) 37, 98, 100, 1 2 1 ,
Young, G . M. 68, 101
122, ı30. 182, 238, 239
Somban, W. 1 1 6
Ziman, j . l l 7
255
E
d"' ard Halten Carr 1 892'de Londra'da doğdu.
1916'da Ingiliz Dışişleri Bakanlığı'nda çalışma) a baş
ladı. 1919'da lngiliz dclegasyonuyla Versailles'dal<i
barış konferansma kauldı. Daha sonra bakanlığın
bünyesinde kurulan Sovyetler Birliği Daıresi'nde görevlendirildi.
1 92Tde Moskova'ya ilk gezısini yaptı. l936'da Dışişleri'nden ayrıldı.
l 94l'e kadar çeşiili üniversitelerde uluslararası polilika dersleri verdi.
ı94 ı -,46 yıllan arasında çalıştığı Tlıe Times gazetesindeki yayın yönet
men yardımolığı görevınden aynlarak Cambrıdge Universıtesi'ne bağ
lı Trınity College'da akademisyen olarak çalışu. Carr, 3 Kasını 1982'de
Cambridge'de öldü. En kapsamlı çalışmalan Rusya'da Ekim Devrimi
ve Sovyetler Birliği üzerine yazdığı kitaplardır. Ayrıca Dostoyevski,
Mao..ve Bakunin hakkındaki biyografileri hala önemli başvuru kitap
larıdır. (Carr'ın Dostorcvski üzerine çalışınası lletişim Yayınları'nca
basıldı.) Tarihçinin okuruna karşı sorumluluğunu yargıladığı eseri
Tarih Nediı ?, Edward HaUeu Carr'm, başta Cambridge Üniversuesi
olmak üzere çeşiili egitim kurumlarında verdiği konferansların cl�>r
lenınesiyle oluşmuş, dunyada elden ele dolaşmış ve hala dolaşan ünlu
lıroşürüdür. Her düzeydeki okuyucunun keyi n e okuyabileceği lıir
yömeınbilim denemesidir.
ILETIŞIM
59
ARA$TIRMA
INCELEME
12