Academia.eduAcademia.edu

Tarih Nedir? | Edward Hallett Carr

2024, Marksist Araştırmalar (MAR)

Tarih Nedir? | Edward Hallett Carr

EDWARD HALLETI CARR • Tarih Nedir? Birikim Yayınlan. 1980 (l baskı) Iletişim Yayınlan, 1987-1996 (5 baskı) Wlıaı is History? © 1961 Edward Halleıt Carr © 1987 The Estate of Edward Halleu Carr © 1987 (Editorial matter copyright and selection for the second edilion) R. W. Davies Bu kitabın yayın haktan. Akcalı Telif Haklan Ajansı'nın aracılıgıyla The Estaıc of E. H. Carr ve c/o Curtis Brown Group Limited'den alınmı.şıır. Giriş yazısı © 2001 Richard]. Evans Giriş yazısının haklan Palgravc Macmillan'dan alınmıştır Iletişim Yayınlan 59 • Araşunna-lnceleme Dizisi 12 ISBN-13: 978-975-05-0809-7 © 2002 lletişim Yayıncılık A. Ş. 1-13. BASKI 2002-2010, Istanbul 14. BASKI 20ll,lstanbul DIZI KAPAK TASARIMI Ümit Kıvanç KAPAK Suaı Aysu KAPAK RESMI Aslı louvre Müzesi'nde (Paris) bulunan, Eski Mısır'ın 3. Hanedan dönemine ait rülyefteki Aa-akhti figürü UYGULAMA Hüsnü Abbas DOZELTI Mustafa Şahin- Fatih M. Öztan DIZIN Özgür Yıldız BASKI ve ClLT Sena Ofset liuos Yolu 2. Maıbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat No. 4NB 7-9-1 l Topkapı 34010 Istanbul Tel: 212:613 03 21 tletişim Yayınlan . Binbirdirek Meydanı Sokak Iletişim Han N o 7 Ca�aloglu 34122 Istanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 Faks: 212.516 12 58 e-mail: [email protected] web: www.iletlsim.com.tr • • EDWARD HALLETT CARR Tarih N edir? OCAK-MART I 961 'DE CAMBRIDGE ÜNlVERSlTESl'NDE VERlLMlŞ GEORGE MACAULAY TREYELYAN KONFERANSLARI What is History? ÇEVtREN Misket Gizem Gemürk RICHARD J. EVANS'IN GIRIŞ YAZlSI, R. W. DAVIES'IN, E. H. CARR'IN IKINCI BASKI NOTLARI HAKKINDAKI SONSÖZÜYLE GENlŞLETlLMl$ YENl BASKI t ' m EDWARD HAlLETI CARR28 Haziran 1892'dc Londra'da dogdu. 3 Kasım 1982'dc Cambndge'de öldü. 19 16'da Dışişleri Bakanlıgı'nda çalışmaya başladı. 1919'da Ingi­ liz dclegasyonuyla Versailles Konferansı'na kaııldı. I ngil iz Dışişleri Bakanl ıgı'nda kumlan Sovyeıler Birliti Dairesi'nde çalışmalanm sürdürdü. 1936'da bakanlıktan aynlarnk, çeşitli üniversitelerde ögt'ctim üyeliti yaptı. 1941-46 yıllan arasında The Times'da yayın yönermen yardı mcısı olarak çalıştı. Carr'a göre tarihçi, olgulan ya da kişisel yorumunu öne çıkarrnamalı, tarihçi ilr olgular arnsınd.ıki karşılıklı ve kesintisiz etkileşim sürecinde, bugün ile geçmiş arasındaki diyalogu sürekli kılına­ lıdır . Bu nedenle tarihçi, sundugu olgulann dogrıılugunu kanıtlamanın ötesinde. araşıırdıgı konuyla ilgili bilinen ya da bilinebi lecek tüm verileri ele almak zorunda­ dır. Başlıca Eserleri : DosıoyC'\.'shy, 1931 (Dosıırynıslıi, çev. Ayhan Gerçekler, Iletişim Yay., 20001; Th e Romaıııic E'<iles, 1933 (Romanıilı Sıir�rılııla. çev. Şamil Be:ştoy, Çizi­ yazılan Yay., 20011; Klırl Marx, 1934 (Karl Mar:�:. çev. Uygur Kocabaşoglu, Iletişim Yay., 2010); lnıemaıiorıal Relations Sinu ıhc Pau:c Trtaıies. 1937 ("Barış Antlaşmala­ nndan Sonra Uluslararası I lişkil er" ); Michael Baı.unin. 1927 (Michael Bahıınin. çev. Pelin Siral, Iletişim Yay.• 2008); The Twenıy Yearl' Crises, 1919-1939, 1939 ("Yirmi Yıllık Bunalım, 1919-1939"): Briıairı: A Study of Fım:igrı Policy f rom Vı:rsailles ıo ılır OıııbreaJı of War, 1939 ("lngilıere'nin Versailles Antiaşmasından Savaşın Başlaması­ na Dek lz ledigi Dış Politika Üzerine Bir (.alışma"); Condiıiom ofPeıue, 1942 ( "Banş Koşullan"); Nationalism arıd After, 1945 (Milliyetçilik vt Sonrası , çev. Osman Akın­ hay. iletişim Yay., 1999]; The Sovi tt lmpacı on ıhc Wesımı World. 1946 ("Sovye t­ lcr'in B.·m Dünyası Üzerine Etkisi"); Studies in Rnıolwion, 1950 ("Devrim Üzerine Çalışmalar"); nı� Bolshnıik Rnıolwion, 1917-1923. 3 cilt, 1950-1953 (Boijevilı Devri­ mi, 3 cilt, çev. Orh.ın Suda 0-11). çev. Tuncay Birkan (lll). Metis Yay., 1989-20041; Tl!€ New Sodety, 1951 ( "Y eni Toplum"); Gennan-Soviet Relaıions Beeıween ıhe Two World Wal'l, 1951 ("Iki Dünya Savaşı Arasında Sovyet-Alınan Ilişkileri"); The lnı.::r­ re gnum 1923-1924, 1954 ("Iktidar Boşlugu Döne.ıni 1923-1924"); 5ocia1isrrı in Oııc Counıry 1924-1926, 3 cilt, 1958-1964 ("Tek Ülkede Sosyalizınl924-1926"); \VIıaı is History?. 1961 [Tarih Nedir?. çev. Misket Gizem Gürtürk, Iletişim Yay .• 2004(; 1917: Bcfore and Afıer. 1969 (1917: Oneesi ve Sonrası , çev. Bt:güm Adalet, Birikim Yay.• 2007); Foımdarioııs of a Plannea Ecorıomy (1. cilı RW. Davil'S ile) , 3 cilt, 19691978 ("Planlı Ekonominin Temelleri"); The Rııssian Revolution from lerıin ıo Stalin, 1979 lLenin'den Sralin't Rus Devrimi 1917-1929, çev . levent Cincmre, Mer Yay., 1992(� From Napolton ıo Sralin, 1980 ("Napoleon'ılan S talin'c" ) ; The Twilighı of tlrr Comintem . 1982 [Kominıem'in Alac.aharanlıgı 1930-1935. çev. Uygur Kocabaşoglu. Iletişim Yay., 20 101. "Böylesine can sıkıcı olması hep tuhafıma qidiyor, çünkü çoğu uydurulmuş olmalı." Catherine Mortand'ın Tarih üstüne bir sözü (Northangier Abbey, bl. XIV) İÇINDEKlLER GIRIŞ • .. RICHARDj. EVANS GIRIŞ NOTU • . .. ....... .. ............... .. R. W. DAVIES . .. . IKINCI BASKlYA ÖNSÖZ • .... .. . ....._.... ......_,_.... ..... .. --....... -.......................... .. ..... .. .... RıcHARDj. EVANS 1. Tarihçi ve Olguları ..................... 2. Toplum ve Birey . .. . . ..._ .-...... ,_ ...... .... ...... --... -............ ....- ............... . . .... . _............... _ . .. .. 9 47 49 ..57 -..................-----...................... 83 . __... ... . ....... . 3. Tarih, Bilim ve Ahlak . 4. Tarihte Nedensellik . . . ................... . ........._....;..___,,_. S. llerleme Olarak Tarih 6. Genişleyen Ufuklar. --.................-...--...-.............111 ............... .. .. . . 145 .. ... ,_,_.. .. . ....--................................................................_ .... . . . .. .. __ ,___ ........... ..- ........ . . _.... ..... 169 -............._.197 E. H. CARR DOSYALARINDAN TARIH NEDiR?'IN IKINCI BASKISI IÇIN NOTLAR • R. W. DAVIES... '-.-................... 223 ... DIZIN ............................ .. _,..... .. . . . .. . . ........._,_,,.,. .. ........ ,._,_,,.,.... . . . . . . . . 253 . GIRIŞ RICHARD J. EVANS E. H. Carr ( 1 89 2-1982) günümüzde kabul gören anlamıy­ la hiçbir şekilde profesyonel bir tarihçi değildi. Tarih alanın­ da lisansı yoktu. Hiçbir üniversitenin tarih bölümünde ders vermedi. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Cambridge'de Kla­ sik Çağ öğrenimi görmüştü. Daha sonralan o günlerde ta­ rihe hiç ilgi duymadığını itiraf edecekti.1 Günümüzde aka­ demik karlyer yolunun anahtarı sayılan bir doktora progra­ mına katılmadı. 1 9 1 6'da mezun olduğunda doğrudan Dışiş­ leri Bakanlığı'na girdi ve sonraki 20 yıl orada çalıştı. Bu sü­ re zarfında, bugünlerde mümkün olabileceğinden çok daha fazlasına sahip oldu� anlaşılan boş zamanlarını 1 9. yüzyıl Rus yazar ve düşünürlerin biyografilerini yazarak değerlen­ Dostoyevski hakkında bir kitap, 1933'te Her­ (Romantik Sürgünler) üzerine bir araştırma Mihail Bakımin biyografisini yayınladı. Çağdaş dirdi. 1 931 'de zen ve çevresi ve 193Tde I E. H. Carr, "An Autobiography" (I 960), E. H. Carr. A C rilical Appraisal (londra. 2000) içinde rd. Michael Cox, s. xiii-xxii, burada s. xiv. 9 diplomasi üzerine makaleler ve eleştiriler yazmaya başla­ dı. 1936'da Dışişleri Bakanlığı'ndan istifa edip Aberystwyth Üniversitesi'ndeki görevini kabul ettiginde Tarih degil Ulus­ lararası tlişkiler bölümüne profesör atanmıştı. Carr bu kisveyle dış politika üzerine kt'>a ama etkili birkaç çalışmasıyla tanındı. Bunların içinde muhtemelen en meş­ huru tkinci Dünya Savaşı arefesinde yayınlanan T he Years' Crisis 1919-1939 adlı Twenty çahşmasıdır. Dışişleri Bakanlı­ gı'nda görevliyken nasıl giderek daha çok zamanını kitap yazmaya ayırdıysa, üniversitede görevliyken de gazetecilige giderek daha fazla zaman ayırmaya başladı. 1 94l'de The Ti­ mes'ta editör yardımcısı oldu ve 1946'da işi bırakana kadar gazete için pek çok başınakale kaleme aldı. Aberystwyth'deki meslektaşlan bir ulusal gazetede tam zamanlı çalışmasından pek hoşlanmamış olsalar da kürsüden nihayet istifa etmesi­ nin asıl nedeni kendi kişisel hayatındaki bir takım zorunlu­ luklardı. Geçimini bir süre serbest gazeteci, yazar ve yayıncı olarak sürdürdükten sonra 1953 yılında Oxford, Balliol Col­ lege'da siyaset bölümünde özel dersler vermeye başladı. Bu­ nun hemen ardından l955'te Cambridge, Trinity College'da 1 982'de 90 yaşında öldüğü güne kadar sürdürecegi son işine, Üst düzey Araştırmalar ögretim Üyeligine geldi. 2 Dolayısıyla Carr tarihe hayatını Dışişleri Bakanlıgı'nda ve ulusal bir gazetede çalışarak geçirmiş birinin gözüyle yak­ laştı. Tarih ve tarihin nasıl araştırılması gerektigi hakkın­ daki görüşlerini bu etki ve deneyimler renklendirdi. Kendi­ si bu konulara geç sayılabilecek bir yaşta girebildL 1950 ile 1 978 arasında yayınlanan en önemli tarihsel eseri 14 ciltlik Sovyet Rusya Ta ri hi 'ni yazmaya ellilerinde başlamıştı. Tari h Nedir?'i yazmaya koyuldugunda ise emeklilik yaşını çoktan geçmişti. Sonraları tarihe ilgisinin l917'de Ingil tere Dışiş2 10 Carr: Chronology of His Life and Work. 1982-1982", a.g.e. içinde. s. 139-H. "E. H. leri Bakanlığı'nda genç bir memurken uzaktan gözlemledi­ ği Rus Devrimi'nden kaynaklandığını söyleyecekti. Haziran 1941'de Sovyet Rusya savaşa Ingiltere'nin yanında katılınca İngiltere'deki çoğu kişi gibi, aslında herkesten daha dolay­ sız ve kalıcı şekilde, bu ülkeye hayranlık duymaya başlamış ama meşguliyelinin sonunda kesin olarak o yöne kaydığı tkinci Dünya Savaşı günlerine kadar ilgisi askıda kalmı.ştı. 3 Sovyet Rusya Tarihi üzerine çalışırken kendisinin de de­ diği gibi, ona yeni bir entelektüel çalışma sahası açan "Ne­ densellik ve Rastlantı, Özgür lrade ve Determinizm, Birey ve Toplum, Öznellik ve Nesnellik" gibi kilit meselelerle karşı­ laştı. Cambridge'de öğrenciyken "oldukça sıradan bir Klasik Çağ hacasından" Heredot'un Pers Savaşları anlatısının, He­ redot tarih yazarken halen sünnekte olan Peloponez Sava­ şı hakkındaki tutumuna göre şekillenip )'orumlandığını öğ­ renmişti. Yıllar sonra Carr bu sözleri "tarihin ne olduğuna 4 dair bana ilk fikri veren müthiş bir açıklama" diye anacaktı. Sovyet Rusya çalışmasını araştırıp yazarken, Carr bu anlayı­ şa tutunarak projesinin ortaya koyduğu teorik problemleri 1 950'lerde The Times Literary Suppleınent [TLS) için yazdı­ ğı bir dizi makalede ele aldı. Bunlardan ilki nesnellik mese­ lesiydi. 1950'de yazdığı tarihin ilk cildini yayıniayacağı sıra­ da Sovyetler Birligi hakkındaki fikirler, hiçbir eleştiri kabul etmeyen ve kuruluş aşamasındaki her şeyi haklı ve kaçınıl­ maz sayan komünistler ile komünizmi insan haklan ve de­ mokratik değerler için en az Nazizm kadar ciddi bir tehdit kabul eden ve Sovyetler Birliği'nin kuruluşunu feci bir cin­ net hali olarak lanetleyen Batı'nın Soğuk Savaş cengaverleri arasında kutuplaşmıştı. Carr'ın Sovyet Rusya Tarilıi ulaşılabilir kaynaklar aracılı­ ğıyla 1 9 1 7 ile 1 933 arasında Rusya'da neler olup bittiğini 3 4 Carr. '"An Auıobiography", s. xv, xx. A.g.c., s. xiv. 11 detaylanyla kavramaya yönelik öncü bir girişimdi. Aynı za­ manda Soguk Savaş polemiklerinin karşıt kutuplan arasında bir yol açmak ve hem akademik hem nesnel sayılabilecek bir anlatım sunmaya yönelik ciddi bir çalışmaydı. 19SO'de anıt­ sal eserinin ilk cildi yayınlanırken Carr altını çizerek şöy­ le diyordu: "Nesnel tarih yoktur." Fakat aynı zamanda TLS için yazdıgı makalelerin ilkinde nesnel olmaya çabalamanın ve buna erişmenin sonuçsuz bir girişim oldugunu savunu­ yordu: "Yanılabilir insanlıgın mutlak gerçege ulaşamayacak denli zaman ve mekan koşuHanna sıkıştıgını ileri sürmek, gerçegin varhgını inkar etmekle bir degildir. Böyle bir inkar her tür olası yargı kriterini yok eder ve her tür tarih yaklaşı­ mını en az bir digeri kadar dogru ya da yanlış hale getirir," diyordu. Açıkçası bu görüş pek tatmin edici degildi. Bu yüz­ den Carr "nesnel gerçegin varligını iddia etmenin mümkün oldugu ancak hiçbir tarihçinin ya da hiçbir tarih okulunun kendi başına buna kısmen yaklaşmaktan ötesini umut ede­ meyecegi" bir mevziide karar kıldı. 5 Ancak sorun bu kadar kolay çözülemedi. Yüksek diplo­ mat tarihçi G. P. Gooch'un ilk baskısını l913'te yapan ve kırk yıl sonra yeni bir önsözle tekrar basılan torians in the Nineteenth Century History and His­ kitabına yapugı eleştiride Carr "olguların saptanabilirligine ve bir kez saptanmış olgu­ ların insanlık için degerine iman edildigini" kaydediyordu. Bu inanış Gooch'un 19. yüzyıl akademisyenlerinden Leo­ pold von Ranke'nin Alman tarih geleneğinden gelmesinden kaynaklanıyordu. Buna göre tarihçi geçmişi ''gerçekte oldu­ gu gibi" resmetmeyi ögrenmiş kişi demekti. Ancak 1952 yı­ lında Gooch için Carr şunları söylüyordu, dünyanın geçen kırk yılda çok değiştiğini ve yeni neslin ta­ rihsel olguların üstünlü�ne ve kurtancı kerametine böyS 12 E. H. üırr, "Truıh in History", TIS, 1 Eylül 1950. le mutlak ve tanışmasız bir inanç beslemesinin artık müm­ kün olmadığını biliyor ... Tarihi olguları ararnamızın ve bul­ dugumuzda bu olgulan tespit etmemizin ister istemez araş­ tırmaya rehberlik eden muhtemelen bilinçdışı inanış ve varsayımlar tarafından belidendiği artık sorgulanmayacak­ tır. "Olgulann" tarafsız olduğu ve ilerlemenin olgulan keş­ fedip onlardan ders alarak gerçekleştiği mutlak inancı, bu­ gün artık neyse ki miadını doldurmuş 19. yüzyıldaki öncü­ lerimizin yaptığı gibi kolaylıkla kabul edilemeyecek rasyo­ nel-liberal bir dünya görüşünün ürünüdür. Öte yandan Carr, Sovyet Rusya'da Stalin rejiminin tari­ hi çarpılması, belgeleri ve tarihi kayıtları tahrif etmesi do­ layısıyla bilme özgürlügünün şimdi her zamankinden fazla önem taşıdıgını görebiliyordu.6 Birkaç ay sonra makalesinde havada kalan gerilimli konu­ ları yeniden ele aldı ve düşüncesini biraz daha ileri götürme­ ye çalıştı. Tarihçi ile olgular arasında nasıl bir ilişki vardı? Bu soruyu Haziran 1953'te TLS'de yayınlanan başka bir ma­ kalesinde soruyordu: Geçmişle bugün arasında çift yönlü bir trafik var. Bugün geçmişin kalıbıyla yoğruluyor ama bir yandan geçmişi sü­ rekli yeniden yaratıyor. Tarihçi tarih oluşturuyorsa tarihin de aynı şekilde tarihçiyi oluşturduğu bir gerçektir ... Nesnel detenninizmin tehlikeleriyle öznel göreliliğin dipsiz çuku­ ru arasında tedirginlikle salınan, düşünce ve eylemin aynl­ mamacasına iç içe geçtiğini ve en az fen bilimleri kadar ta­ rihte de o yakalamaya çalıştıkça anlamı elinden kaçırtanın nedensellik olduğUnu bilen günümüz tarih felsefecisi, so­ rulan cevaplamaktan çok sorular sonnakla meşguldür.7 6 7 E. H. Carr, "'Progressin History", 11.5, 18 Temmuz 1952. E. H. Carr, "'Victorian History"', U5, 19 Haziran 1953. 13 Bu görüşlerden bazıları Tarih Nedir? içinde yer alacaktı. Ama Carr tarihçiterin sadece soru sormakla meşgul oldukla­ rına gerçekten inanmıyor olacaktı ki Sovyet Rusya Taıihi ki­ tabında hemen her sayfada cevaplar veriyordu. Böylece me­ sele yanın kalmıştı. 1960'ta tarih ders kitaplarındaki milliyetçi önyargılar ko­ nulu bir tartışmada nesnellik sorununa tekrar el attı. Bura­ daki tutumu biraz çelişkiliydi: Tarihle ilgili tuhaf olan şey yanlılıgın tarih için, hana en iyi tarih için bile gerekli sayılmasıdır. Bazen denildigi gibi ol­ guların "kendini anlaıııgı" doğru degildir ya da öyleyse bi­ le hangi olgunun konuşacağına tarihçi karar verir, meyda­ nı tümüyle onlara bırakamaz. Ve en bilinçli tarihçinin -ne yapııgının çok iyi bilincinde olan tarihçinin- kararında bi­ le başkalarının yanlı bulacagı bir görüş belirleyici olacak­ tır. En iyi tarihçi, en iyi önyargıya sahip tarihçidir -hiç ön­ yargısı olmayan namevcut tarihçi hariç- demek hepten si­ nik bir tavır sayılmaz. Carr'ın görüşüne göre böyle bir durumda ulusal değil de uluslararası önyargı daha iyiydi. Bu, yurtsever bir etkinlik olarak tarih yazmaktan vazgeçmek anlamına geliyordu. Al­ man tarihçileri Versay Antiaşması ve sonuçları üzerine tar­ tışmalannda böyle yapmışlar ve Alman tarihinin l919'dan beri uluslararası sistem içindeki yerini ve yakın Alman tari­ hini uluslararası sistemin bakışına göre ele almışlardı. Bura­ da "yanlılıklönyargı" (bias) doğru kelime midir yine de tar­ UŞılır. Carr'ın söylemeye çalıştığı Alman tarihçiterin son yıl­ larda daha az önyargıh davranmaya başladıklarıdır, çünkü geçmişi incelediklerinde kendi ülkelerinin dar fikirli milli­ yetçi çıkarlarından ötesini görmeye başlamışlardır. Carr şöy­ le devam eder, "mantıken tarihçinin kendi zamanının ileri­ ci 14 (progressive) ve aydınlanmış (enlightened) hareketlerinin gerisine düşmeyip bir adım önüne geçmesi beklenilebilir. "8 Peki, neyin ilerici ve aydınlık oldugunu ya da olmadıgını kim söyleyecekti? Burada da Carr nesnellik sorununa tat­ minkar bir çözüm getirernemiş görünüyor. Nesnelligin So­ guk Savaş polemiklerinin ortasında tehdit altında olduğu hissi ve kelimenin her tür geleneksel anlamında nesnelligin bir tarihçinin ulaşmayı umut bile edemeyecegi imkansız bir hedef oldugu inancı arasında kalmıştı. Carr'ın zihnindeki bu çelişkiler 1960'lann başında tüm bu düşünce kınntılan­ nı Tarih Ned i r ? de bir araya getirmeye kalkıştıgında daha da ' farklı biçimde yüzeye çıkacaklardı.9 ll Carr l954'te yazdığı bir eleştiri yazısında şöyle diyordu, "hiçbir anlamı olmasaydı tarih yazılıp okunınaya degmez­ di." Ona göre "tarihte önemli açıklamaların, sahnedeki oyuncuların [dramatis personae] bilinçli amaçları ve öngö­ rüleri içinde bulunabileceği varsayımına" meydan okumak önem taşıyordu.10 Peki, tarihin anlamı nereden geliyordu? Bu konuda Carr fikirlerini fikir felsefecisi ve tarihçisi lsaiah Berlin ile giriştiği uzun tanışmalar süresince çözüme ulaş­ tırdı. Ikisi o günün ölçülerinde sıra dışı sayılacak bir yakın­ lıkla birbirlerine ilk isimleriyle hitap ederlerdi. Rus edebiyatı ve felsefesi alanında derin bilgileri ve ilgileri onaktı. tkisinin de siyasi düşünceleri agırhkla Ingiliz liberal geleneginden etkilenmişti. Fakat Sovyetler Birligi konusunda aynlıyorlar­ dı. Rusya'daki komünist rejimi pek çok yönden eleştirmedi­ gi kesinlikle söylenemezdi ama Carr, Ikinci Dünya Savaşı sı8 E. H. Carr. "Hisıory wiıhouı Bias". TLS, 30 Aralık 1960. 9 Jonathan Haslam, s. 192-6. Tlıc Vices of lnıegriıy. E. H. Can 1892-1982 (Londra, l9Q9) 10 E. H. Carr, "European Diplomaıic History•, TLS, 26 Aralık 1954. 15 rasında Hitler'e karşı verilen mücadeleden ötürü kendisinde gelişmiş Rusya sempatisini asla tümden yitirmemişti. Ancak Sovyet Rusya'dan gelen bir sığınınacı olan Berlin'de böyle bir sempati yoktu. 1950'lerin gidişatında liberal 'Batılı' değerler ve Atiantik'in iki yakasındaki komünist teori ve ideoloji kar­ şıtlığının baş sözcülerinden biri olmuştu.11 1950 yılında Berlin, Carr'ın Sovyet Rusya Tarihi'nin birin­ ci cildini, yöntemine ve amacına karşı olduğuna şüphe bı­ rakmayan bir dille eleştirdi. Carr kitabın önsözünde "tarihi devrim olaylanndan ibaret hale getirmeden yazmak... daha çok devrimden doğan siyasi, toplumsal ve ekonomik düzeni anlatmak" amacı güttüğünü yazmıştı. Dolayısıyla onun kita­ bı "ilgili dönemin olaylarını aynnularıyla kaydetmeyi değil, gelişmelerin ana hatlarını yağuran bu olaylan çözümleme­ yi" hedefliyordu.12 Bu yüzden örneğin Bolşevik düşüncesi­ nin gelişimini 191 Tden önceki konuların tamamını ele ala­ rak detaylarıyla araştınyordu. Oysa bu anlayış 191 7'den ön­ ce Rusya'da hemen hiçbir siyasi önem taşımıyordu çünkü ancak iktidara geldikten sonra kendi siyasetlerini uygulaya­ bilmek adına bu düşünce tarzını yerleştirmek önem kazan­ mıştı. Öte yandan Carr, Bolşeviklere yenik düşen diğerlerini ya da lç Savaş'ın vahşi çatışmalan gibi devrim olaylarını ak­ la getirmeyi ihmal ediyordu. Dışişleri Bakanlığı'nda uzun dönem yüksek düzey memu­ riyelle hizmet vermiş birinin gözünden yazan Carr için mü­ him olan devleti inşa süreci ve devlet politikasının nasıl şe­ killendiğiydi. Ve çoğu devlet memuru gibi o da devlet kay­ naklı belgelere, resmi politikalara, kurumlara ve yazılı ka­ nunlara fazlasıyla kıyınet veriyordu. Carr'ın biyografi yazan 11 Michael ıgnaticf, lsaiah Beril rı: A Life (Londra, ı998) özellikle böl. ı 3. 12 E. H. Carr, The Bolshrvih Revoluticırı [Sovyet Rusya Tarilıi Bolşoih Doriıııi, 3 cill, çev. Orhan Suda, Tuncay Birkan. Metis Yayınları, 1989-2004), Cilt ı (londra, 1950) s. 5-6 16 jonathan Haslam'ın belirttiği gibi diplomatlık deneyimi yü­ zünden "her durumda olası birçok farklı sonuç dogabilece­ gine dair sezgisi körelmişti. Iyi veya kötü bir olay gerçek­ leştiginde diplomat bunu özümser ve harekete geçerdi. " Bu durum "yönetilenlerden çok yönetenlerle özdeşliginin alum çiziyordu . . . Tarih'i yazarken Carr, bilinçdışı da olsa Britan­ ya yönetici sınıfıyla önceki özdeşliginin yerine Sovyet Rus­ ya'daki yönetici kastı geçirmişti. "13 Berlin bu yöntemi kökten sakıncalı buluyordu. Kitap eleş­ tirisinde Carr'ın "tarihi degişmez kurallann idaresi altındaki olaylar dizisi olarak degerlendirmesinden" yakınıyordu. "Bir zamanlar üzerine büyük umutlann ve korkulann beslendigi gerçekleşememiş olasılıklara hatta verilen kurbaniara ve ka­ yıplara arka planda hiç deginmeyen Carr, tarihçinin görevi­ ni kurallan ve nasıl işlediklerini ortaya çıkarmaktan ibaret sayıyor' gibiydi. Bu yüzden Carr'ı suçluyordu. Carr, tarihi kazananların gözüyle görüyor; kaybedenler ona göre kendilerini tanıklık bile ederneyecek hallere düşür­ müşler ... Bay Carr'ın mevcut kitapları bu etkileyici açık­ la başa çıkabilirlerse, en çok da Avrupa liberal geleneginin derinlerinde gömülü duran tarih yazımında tarafsızlık ve nesnel gerçeklik ve hakkaniyet idealine dogru çagırnızın en büyük mücadelelerinden birini başlatacaklardır. 14 Dolayısıyla, Berlin'e göre Carr'ın tarih yaklaşımı nesnel­ likten çok uzaktı. Carr kendisinin bir önyargısı varsa bunun en dogru önyargı olduğuna inanıyor olabilirdi. Belli ki Ber­ lin buna karşıydı. Berlin 1 953'te görüşlerini biraz daha geliştirerek Carr'a imalı saldırılannı sürdürdü. Biyografisini yazan Michael lg--·--- --- 13 Haslam, The Viccs of lnıegrity, s.l46. 14 lsaiah Berlin. Sımday 1"imes'ıa yer alan Bol�n�ilı Dn>rimi eleştirisi, lO Aralık 1950. 17 natieff, Berlin'in o yıl London School of Economics'te ver­ diği Auguste Comte derslerini, temel düşüncelerinin çarpı­ cı bir anlatımı diye yorumlamıştır. Daha sonra genişletilmiş hali Histarical Inevitability başlığıyla yayımlanan bu dersteki konuşmasında Berlin'in bahsine göre insanlar ahlaki tercih kapasiteleriyle benzersizdiler. Bu kapasite, Berlin'in hatalı kanısına göre Carr gibi tarihçilerin insan davranışlarını be­ lirlediğini düşündükleri dış etkenlerden kişileri nispeten ba­ ğımc;ız kılıyordu. Elbette Berlin bu etkenierin her dummda her bir bireyin manevra alanını kısıtladığını kabul ediyordu. Manevra alanının maksadını belirlemek, bireylerin sonuçta seçmiş oldukları eylemiere olası alternatif yolları tespit et­ mek ve davranışlarını buna göre yargılamak tarihçinin işiy­ di. Carr'ın yaptığı gibi geçmişte olaniann kaçınılmazlığında ısrar etmek, şu anki eylemlerimiz lehine ahlaki sonımiuluk­ tan vazgeçmek demekti.1s Carr böyle bir tenkidi direnmeden kabul edecek biri değil­ di. TLS'de yer alan bir yazısında "tarihçi sıfatıyla, bir tarih­ çinin en belirli işlevinin yargılamak değil açıklamak" oldu­ ğunu vurguluyordu. Berlin'in bile kabul ettiği üzere tarihçi­ ler her zaman geçmişte bir anlam ve bir model aramışlardı. Vakanüvis birbirini takip eden olaylardan bahsetmekle ye­ tinir; tarihçiyi ayırt eden ise bir olayın digerine yol açtı­ gını ortaya koymasıdır. Ikincisi ıarihsel olaylar, ister "bü­ yük adamlara" ister sıradan insanlara aiı ama şüphesiz bi­ reysel kararlarla başlaulırken, tarihçinin bireysel kararların arkasına geçerek kişilerin bu karar ve eylemlerinin neden­ lerini araştırması ve bireysel davranışı açıklayacak "etken" ve "kuvvetleri" açıklaması gerekir. Üçüncüsü, tarih kendi15 Ignaıidf, Jsaialı Berlin, s. 205.{;; lsaiah Berlin. His!orical lntvi!ablliıy (Londra. 1954) Isaiah Berlin içinde yeniden basım, Tlıc Propr.r Sıııdy of Mcınkind: An Anıholog_v of E�sa.vs. ed. Henry Hardy ve Roger Housheer (londra. l997) s. 1 19-90, buraıla s. 189; Haslam, Tht Vices of lntcgrity. s. 197-8. 18 ni asla tekrar etmez ama belli bazı devamlılıklar arz eder ve gelecekteki eylemiere rehberlik edebilecek bazı genelleme­ ler yapmaya elverişlidir.16 Tarih Nedir? in ' sayfalarında Carr'ın Berlin'in görüşüne karşı hamlesinin arkasında bu taruşmalar yauyordu. Cambridgeli büyük tarihçi G. M. Trevelyan'ın başarı­ lı eseri Eng lislı Social Hi story'nin gelirleri ve hatırı sayılır şahsi servetiyle kurulmuş Trevetyan Fonu'nun yöneticile­ ri Carr'dan, A. L. Rowse'un verdiği ilk konferansiann ardın­ dan Trevelyan'ın 1961 konferanslannın ikinci kısmına de­ vam etmesini istediklerinde, Cambridge Tarih Okulu dışın­ dan ama okuila geçmiş ve güncel baglar kurmaktan hoşla­ nan bir Trevetyan hacası vasıtasıyla bir gelenek oturtmak niyetindeydiler. Carr tam aradıkları adamdı: Cambridge Ta­ rih Fakültesi'nde hiçbir zaman bulunmamışsa da Cambrid­ ge mezunuydu ve Trinity College akademi üyesiydi. Üstelik pek yakında Yaşam Boyu akademi üyesi unvanına sahip ola­ caktı. Cambridge'in dolambaçlı yolları hesaba katıldığında özerk bir üniversitenin üyesiydi ama Cambridge çalışanı de­ ğildi. Araştırma öğrencilerine danışmanlık yapabilirdi, yaptı da. Lisans öğrencilerine danışmanlık yapmakla görevlendi­ rilmişti ama Tarih Fakültesi'nin nonnal ders veren kadrosu içine girmedi. Hepsinden ötesi, neredeyse yetmişinde Tre­ velyan Konferanslan'nı verdiği sırada emeklilik yaşını çok­ tan geçmişti. Trevetyan Fonu Yöneticileri Carr'dan konferans verme­ sini istediklerinde, o sırada müfredatın hala erken Orta­ çağ'dan itibaren Ingiliz tarihine yoğunlaştığı Tarih Fakülte­ si'nde işlenmeyen bir konu olduğundan Sovyet Rusya'dan bahsetmesini umuyorlardı. Fakat Carr'ın düşüncesi başkay­ dı. Stalin ve Troçki'nin biyografi yazan arkadaşı Isaac Deuts16 E. H. Gırr, "History and Morals", TLS. l 7 Arnlık 1954. cher'e Mart 1960'ta şöyle yazıyordu: "Uzun zamandır genel anlamda tarih üzerine kapsamlı bir ders vermek, hepsinden öte Popper ve lsaiah Berlin gibilerinin tarih hakkındaki ap­ talca sözlerine yanıt vermek için fırsat kolluyordum"17 Tarih Nedir?'de dediğini, hatta fazlasını yaptı. 10 Eylül-ll Ekim 1959 tarihleri arasında Londra'dan San Francisco'ya yaptığı bir deniz yolculuğunda konuşmasını kaleme aldı ve 27 Ey­ lül 1 960'ta başlayarak bir yıl sonra yazdıklarım tekrar temi­ ze çekti. Ocak-Mart 1961 tarihlerinde konuşmalar haftadan haftaya devam etti, BBC radyosunda tekrarlandı ve BBCnin haftalık dergisi The Listener'da kısaltılmış haliyle yayımlan­ dı. Muhtemelen Trevelyan Konferanslan'nın gelmiş geçmiş her tür halinden daha geniş kapsamda kamuya ulaştı . 18 Pek çok medya bağlantısı bulunan bir gazeteci olarak Carr'ın BBC'ye gecikmesiz erişme imkanı vardı. BBC'nin mümkün olan en geniş erişimi sağlaması maksadıyla, ga­ zetelere yazdığı yıllar boyunca ustalıkla mükemmelleştirdi­ ği bütün kabiliyetini kullanarak konuşmalarını gazeteci üs­ lubuyla yazdı. Daha en başından Cambridge'deki Mill La­ ne dersinde toplananlardan daha geniş bir dinleyiciye hi­ tap edildiği anlaşılıyor. Carr, Isaiah Berlin ismini sadece iki­ si arasında geçen tartışmadan ötürü değil, aynı zamanda dinleyicinin bu isme aşina olacağını düşündüğünden gün­ deme getiriyordu. Her ikisi de kendi zamanlarının entelek­ tüel dünyasında iyi tanınan kişilerdi. tkisi de, henüz tele­ vizyonun baskın çıkmadığı ve bazıları itiraz etse de sofisti­ ke tezlerin ve fikirlerin iletilip tanışılmasına daha çok yakı­ şan 19SO'lerin en popüler yayın organı radyoda sık sık prog­ ram yapıyorlardı. 1960'lann başlarında ingiltere'deki ente­ lektüel ortam hala fazla erişilmezdi. Nüfusun ancak çok küı 7 C:ırr'dan Deuıschcr'e, 29 Mart ı960, Haslam'dan ahnıı, Thr. Vices of lntr.griıy. s. 188. 18 Haslam. The Viets of Iıııtgriıy, 20 s. ıs9-92. çuk bir kesimi üniversite öğrenimi görmüştü. Tarih uzma­ nı hala o kadar azdı ki pek çok tarihçi birbirini şahsen tanı­ yordu. The Times, BBC Radyo 3 ve TIS dahil medyadaki en­ telektüel tartışmalar hala seçilmiş bir grup tanınmış kişinin hakimiyetindeydi. Bu gruba Berlin ve Carr da dahildi. Dışa­ ndan bir gözlemci "İngiliz entelektüel kesiminin küçüklü­ ğünden, en iyi kalite (aslında, tamşma malzemesini sağla­ yan) gazete ve dergilerde kendilerine bol bol yer bulabildik­ lerinden [ve] İngiliz entelektüel hayatına pek fazla tutarlılık getiremeyip kamusal tartışma alanına belli bir yön veren In­ giliz akademisyenlerin fazlasıyla bireysel ve kavgacı yapıla­ rından" söz etmiştir. 19 Dolayısıyla Carr'ın konuşmalan The Lisıener'da yayınla­ nınca, derginin okur mektupları köşesinde kaçınılmaz yo­ rumlar yükselmeye başladı. Özellikle Isaiah Berlin Camb­ ridgeli arkadaşı tarafından kendisine aıılan akları cevapla­ makta gecikmedi. Berlin kendisinin bu konuşmalarda yan­ lış ifade edildiğini savunuyordu. O, determinizmin hatalı ol­ duğunu söylememiş, sadece insanın yaptıkları adına dış et­ kenleri sorumlu tutmanın mantıksızlığını dile getirmişti. In­ sanın eylemlerinin nedenlerini araştırmanın yanlış olduğu­ nu da söylememişti ki Carr bu konuya değinerek konuşma­ lannda onu karikatürleştiriyordu.2° Carr, Historical lııeviıa­ bili ıy de n alıntılarla cevap verdi. Berlin determinizmin birey­ sel sorumlulukla bağdaşmadığını diişünüyorsa determiniz­ min yanlışlığına inanıyor olmalıydı. Şayet Berlin övgü top­ lamarnayı ya da geçmişteki şahısları suçlarnamayı yanlış bu­ luyorsa o halde onları ahlaken yargılamakta bir kusur gör­ müyor demekti.21 ' 19 Ved Mehuı. Fly and the Fly·Boııle. Encountcr� wilh British lnıdlecıuul.ç (Londra, 1963), s.9J-4. 20 lsaiah Berlin, The Li51cner, okur mektuplan köşesi. 18 Mayıs 196ı. 2ı E. H. Carr, The Ustmer, mektup, ı Haziran 1961. 21 Berlin Carr'a yanlış ifade edildiği suçlamasıyla karşılık verdi. Aynı zamanda, determinizm tartışmalannın inandın­ cılıktan uzaklığına dair görüşlerini yineledi: Bireysel (ya da aslında her tür) eylemlerin bütünüyle za­ man içinde gerçekleşen saptanabilir nedenlerle belirlendi� yönündeki determinist önerme, bireysel sorumluluk inan­ cıyla bagdaşmıyor. .. Insanın, hem de çogunlukla kendi ter­ cihi dışındaki koşullar çerçevesinde,22 bireysel eylem öz­ gürlüğünün kısıtlı olduğunu reddetmek için bir neden gö­ remiyorum. Bu son cümle bir ölçüde iki tarihçinin de 1930'lardaki bi­ yografi çalışmalannın öznesi Karl Marx'ın meşhur bir sözü­ ne gönderme sayılırdı.23 Aslında Berlin Histmical Inevitabi­ lity'de söylediklerinden fazla bir şey söylemiyordu. Carr bu noktada Berlin'i yanlış ifade ettiği konusunda kendisini hak­ lı çıkarmak ta zorlandı ve arkadaşına 2 7 Haziran 1 96l'de yazdığı özel bir mektupta, muhtemelen Sovyet Rusya Tari­ hi'ne Soğuk Savaş cengaverleri tarafından yöneltilen saldı­ nlar yüzünden kaba determinizm suçlamalarına karşı aşın hassasiyet gösterdiğini, "durumu abanmış olabileceğini" ka­ bul etmek zorunda kaldı. Yine de, Berlin'in iddiasının deter­ minizmin geçerliliğini reddetme ve tarihte ahlaki yargı zo­ runluluğunu dayatma eğilimi taşıdığında ısrar ediyordu.24 Berlin verdiği yanıtta kendisinin sadece tarihçinin ahlaki yargı taşımasının hoş görülebileceğini kabul ettiğini, bunun 22 lsaiah Berlin, ThtLisrrnı:r, mektup. 15 Haziran 1961. 23 lsaiah Berlin, Karl Marx: HisLiftand Em•ironmenı(Londra,l939); E. H. Carr. Karl Marx: A Study in Fanaricism [Karl Ma r:l:, çev. Uygur Kocabaşoglu,lleıişim Yayınlan, 2010.) (Londra, 1934) 24 Carr'dan Berlin'e, 27 Haziran 1961, University of Birmingham Kuıuphanesı özel koleksiyonu. kuru ll. Bu Giriş bölı1m ı1nde Carr'ın kişisel yazışmalanyla ilgili tum referanslar aksi be lirtilnıedikçe bu dosyadaki belgel ere dayanmakıadır. 22 bir görev oldugunu iddia etmedigini söyledi.25 Iki adamın karşılıklı mevzileri birbirine yaklaşır gibiydi. Ancak Berlin Carr'a saldınnaktan vazgeçmedi. 3 Te mmuz 1961 tarihli bir başka özel mektupta çogu tarihçinin aslında ahlaki yargıya bağlı olduklarını iddia ediyordu. Carr'ın Le­ nin anlausından alıntı yapıyordu. Carr şüphesiz ahlaki onay vererek ilerici hir Lenin karakteri çizerken, diger kişileri tam aksi duygularla gerici diye tanımlıyordu. Carr'dan Tarih Nedir?'de Berlin'e ait olduğunu iddia euigi bazı görüşlerin aslında Berlin'e ait olmadıgına ikna olduğunu, konuşmala­ rı kitap haline getirdiginde belirtmesini rica etti. Fakat Carr yayın hazırlıklannın müdahale edilemeyecek kadar ilerledi­ ğini ileri sürerek teklifi reddetti.2ı; Bu da aralarındaki husu­ metin daha ileri boyutta sürmesine yol açtı. lll 5 Ocak l962'de Berlin New Statesman dergisi için Tar ih Nedir?'e bir eleştiri yazdı. Burada Carr'ın onun görüşlerini yanlı.ş ifadelendirdiği taruşmalannı bir kenara bırakıp Carr'ın bazı temel tezlerine daha genel saldınya girişti. Carr teorinin geçmişi izah etmekte kullanılması gerektiğini, tarihteki ak­ törlerin bilinçli niyet ve emellerini tasvir etmenin yapuklan­ nı açıklamaya yetmeyeceğini savunuyordu. Fakat elbette Le­ nin'in bilinçli niyet ve emelleri Bolşevik Devrimini gerçek­ leştiren önemli etkenlerden biri değil miydi, diye soruyor­ du Berlin. Stalin Lenin'den önce ölseydi Sovyet tarihinin akı­ şı şüphesiz farklı seyretmeyecek miydi?27 Aynı dogrultuda TISde yer alan Isaac Deutscher'in Ta1ih Nedir? eleştirisinde 25 lsaiah Berlin, The Lisıcncr, 15 Haziran 1961 tarihli mektup. 26 Berlin'den Carr'a, 3 Temmuz 1961 ve Carr'dan Berlin'e 18 Temmuz 1961, her ikisi d� Haslam, Tht Vius of lnıegrity'den alınmışıır. 27 Berlin, "Mr. Carr's Big Baualiorıs", Nı:w Sıaıesnıan, 5 Ocak 1962, s. 15-16. 23 soru şöyleydi: [ Carr'ın dedigi gibi) şayet ''rastlantı" [acciderıt) olayiann akışını degiştiriyor ama tarihçinin "önemli neden­ ler hiyerarşisini" degiştirmiyorsa o hiyerarşide bir yanlışlık yok mudur?28 Zaman içerisinde Carr bu tarllşmada bir yanlış oldugu sonucuna vardı. l963'te Deutscher'e, '"rastlantı' söz­ cügü talihsiz bir ifadedir" diye yazıyordu: Lenin'in ölümü kelimenin tam anlamıyla rastlantı degildir. Şüphesiz kesin nedenleri vardır. Ancak bunlar tarihsel de­ ğil ubbi çalışmanın konusu sayılır. Fakat bana göre bu ne­ denler, ilgisiz hallerde bile tarihin akışını değiştirmemişler­ dir. Uzun vadede her şeyin aynı kalacagını iddia ediyorsa­ nız bile, önem teşkil eden bir kısa vade vardır ki çok sayıda insan için çok büyük fark yaratmışur ... Elbette, eğer tarih birbiriyle ilgisiz 'rastlantıların' birbirini takip etmesinden başka bir şey değilse, ciddi bir araştırma alanı dahi olamaz. Ama aslında, tarihin düzeni zaman zaman ilgisiz etkenlerle bölünmüş ya da alt üst edilmişse de ciddi bir çalışma konu­ 9 su olmaya kafi bir düzen içindedir. 2 Daha sonra New Left Review editörlerinden Perry Ander­ son'la Sovyet Rusya Tari hi ni tamamlayışı üzerine yaptıgı gö­ ' rüşmede Carr bu konudaki gön:-tşlerini daha da ileri taşıdı. Ha­ yatta kalsa, Lenin'in de Sovyet Rusya'yı apar tapar sanayileş­ me ve kolektifleşme yoluna sokacagı üzerinde durdu. Ama ta­ rih yazımını asla Stalin gibi tahrif etmez, baskıcı Stalin'in ak­ sine o "baskıyı azalup hafifleımeye" çabalardı. Bu Lenin'e faz­ la iyimser bir bakış sayılabilir. Burada asıl söylenmek istenen, Carr hala gelişimin tümü ele alındığında çok az etki taşıdıgı­ nı iddia etse de kişiligin işlerin gidişatında önem taşıdıgıdır.30 28 "Bcıwcc.n Pası and Fuıure". TLS. 17 Kasım 1961, s. 813-14. Dcuıschcr'in eleşiirmen kimligi için bkz. Haslanı, The Vius of Inıcgriıy. s. 204-5 29 Carr"dan ls.ıac Dcuı.scher'e, 17 Aralık 1963. 30 E.H. Carr. From Napolrcın ıo Stalin (londra. 1980) s. 262-3. 24 Carr'ın nedensellik açıklaması başka açılardan da yeter­ sizdi. Tarih felsefesi üzerine çok başvurulan bir metnin ya­ zarı olan W. H. Walsh'ın dedigi gibi: "nedensellik üzeri­ ne bütün tartışması. . . tarihte nedenler aramanın pratik mi yoksa teorik mi oldugu sorusunu sormaması yüzünden bozuluyordu."31 Böyle olması kaçınılmazdı çünkü Carr'ın entelektüel oluşum süreci akademinin fildişi kulelerin­ de degil, diplomatik hizmetlerde ve Dışişleri Bakanlıgı'nda pratik sahada geçmişti. Burada siyasete katkıda bulunma­ dıgı takdirde hiçbir şey dogrudan ilgi görmezdi. Carr tari­ hin öncelikle siyasete rehberlik etmeye yaradığı varsayımın­ dan kendisini kurtaramıyordu. A.j. P. Taylor ise şöyle diyor­ du, "nereden geldigim bilgisi bana niçin nereye gidecegimi söylesin?"32 Askerlik hizmeti sorası çagdaş tarih çalışmanın önemine inanmaya başlayan Ortaçag tarihçisi Geoffrey Bar­ raclough aynı temel konuyu biraz da genişletti: Korkanın Sayın Carr bazen sanki tarihin toplumsal bir ihti­ yacı gidermek üzere var oldugu doktrinine yakın duruyor. Bu dogruysa, tarih ile ıniti birbirine karıştınyar demektir. Toplumun aradıgı -ve çogu zaman da bulduğu- tarih değil, bugün bütün toplumu bir arada tutan miııir. Özellikle Sayın Carr'ın ısrar ettiği gibi tarihin rasyonel olmasından değil, esasen kişisel ve anti-sosyal olmasından kaynaklanır bu.33 Barraclough'un sözlerinin hatırlautgı çok tutulan bir gö­ rüşe göre tarihçinin işlevi mitleri yaratmak degil, sona er­ dirmekti. Tarih Nedir?'de Carr'ın tarihçinin ilgileneceği nedenlerin yalnızca gelecek için bir siyaset formüle etmeye yarayacak ne31 W. H. Walsh. English Hlstorical Rı>1•icw içindt, Temmuz 1964 (Carr belgeleri An Introcluction to Philosoplıy of History (3. kuıu 28 ilişiginde), ayrıca bkz. baskı, Londra, 1967) 32 A.J. P. Taylor, "Moving wiıh ıhe Times", The Obscrvcr. 22 Ekim 1961. 33 Geoffrey Barraclough: "Historical pessimism". Gııardian. 20 Ekim 1961. 25 denler olması gerektigi savı kitabın zayıf noktasıdır. Tarihçi­ ler nedenleri geçmişi açıklamak için araştınrlar. Carr böyle bir açıklama için daha büyük nedenlerin ve koşulların gerek­ ligini söylemekte haklıysa da, gelecege ışık tutmayacak bü­ yük ya da degil herhangi bir nedenin görmezden gelinebile­ cegi önermesinin akla dayalı bir açıklaması yoktur: bu kesin­ likle siyaset ugruna tarihin manipüle edilmesidir ki kendisi de sonradan Stalin ve takipçilerini aynı nedenle kınamı.ştır.34 Modern zamanların en çok felaket getirmiş uluslararası antlaşmalarından 1 9 1 9 Barış Anlaşması görüşmelerine katı­ lan Carr, belki de insanların tarihten hep yanlış ders çıkar­ dıklarını fark etmişti. Tarih, gelecekteki gelişmeleri ve olay­ lan öngörınekte son derece yetersizdi. Tarihin öngöm1e gü­ cü fikrini karşıtlanndan kurtarmaya çalışırken Carr tarihsel yasalan tarihsel genellemelerle kanştırıyordu. Bilimsel yasa­ lar sadece birkaç istisna taşıyan bir model bulundugunu id­ dia etmez: kesinlikle ve bir kaçınılmazlık önermesiyle tah­ minde bulunur. Böylece örneğin iki belli kimyasal bir kaba konulduğunda her zaman ve kaçınılmaz olarak belli bir bi­ çimde tepki vereceklerdir. Tarihçiler ancak genelierne yapa­ bilir ve tarihsel kanıtlarla mantıklı bir uyum gösteren mo­ deller bulmaya çalışabilirler ama bu genellerneleri ve model­ leri gelecegi öngörmekle kullanamazlar, çünkü her zaman istisnalar bulunacaktır. Ayrıca genelierne genişledikçe istis­ nalar da çoğalır. Tıpkı Max Weber'in Protestanlıkla kapita­ lizmin yükselişi arasında kurduğu meşhur bağlantıdaki gibi tarihçilerin hipotezlere başvurduğunu Carr da kabul etmiş­ tir ama hipotezleri tarihsel kanıtlarla boy ölçüştürürken bü­ tünüyle doğrulanmalarını zaten hiç beklemezler. Bu yüzden hipotezler yasa haline gelemez. Yazma ve araştırma süreci Carr'a göre hipotezle kanıt ara­ sındaki sürekli etkileşimin bir parçasıydı. Araştırma ve yaz34 Tarih Nedir?. s. 100-2. 26 ma sürecini sıralı değil ama daha çok eşzamanlı görmesi bir ölçüde kendi kişisel alışkınlıklannın yansımasıydı. Genel­ likle odasında etrafında küçük notlar ve kağıtlar birikmiş bir sandalyede düşüncelerini birbirine ekleyip yazıya döker hal­ de otururken hatırlanır.35 Bunun nasıl bir düzensizlik anla­ mına geldiği hakkında fikir edinmek istenirse Birmingham Üniversitesi Carr belgeleri arasında, Tarih Nedir ? in hiç ta­ ınamlanaınamış ikinci baskısı için tutulmuş not dosyalarına şöyle bir göz atılabilir. Bunlar belli bir düzeni olmayan ge­ lişigüzel karalanmış çeşitli ebatta kağıtlardan ibarettir. Bil­ gisayar çağında gayet ilkel bir durum. Ya da mesela her bir paragrafı kelimesi kelimesine kağıda dökmeye hazır ve bir daha değiştirmeye gerek duyulmayacak hale getirene ka­ dar odasında bir ileri bir geri dolanarak kafasında düzenle­ yen büyük tarihçi Edward Gibbon'ın düzenli çalışma alış­ kanlığıyla da pek bir benzerlik taşımaz. Yine de o kadar da olağandışı değildir. Seçkin tarihçilerden Sir Llewellyn Woo­ dward Carr'a şöyle yazmıştır: ' Ben de her zaman bir konu hakkında asgari gere kli -si­ zin baş kaynak dediğiniz- bir konuyu okur okumaz yaz­ maya kalkar ve yine hemen her zaman düzenli bir planını ya da tamamlanmış notlanm olmadan ortasından ya da so­ nundan başlardım. Cehaletimden kendi adıma bundan uıa­ nır ve sıfatını hak eden başka hiçbir tarihçinin benim gibi sürekli taslaklarda ilave ve değişiklik yaparak ve okudukça fikrini değiştirerek çahşmadığını sanırdım. Sizin gibi say­ gın bir tarihçinin de benim gibi ç al ış tığı n ı görmek büyük 6 mutluluk. 3 lki tarihçi de yazma alışkanlıklarında çoğunluğa göre muhtemelen daha düzensiz oldukları halde Carr'ın tarif etlS John Carr, "Foreword" , Cox (ed.), E. H. Carr, s. Ix. )6 Woodward'dan Carr'a, 9 Mayıs 1961. 27 tiği, en azından kütüphane ve arşivlerdeki ilk keşif aşaması geçtikten sonra sürekli bir etkileşim süreci yaratan araştırma ve yazma, herhalde çoğu tarihçinin benimseyeceği ve tavsiye ettiği bir genel prensiptir. IV Berlin'in Carr'ın nedensellik kavramına ve tarihsel bağlarnın önemini vurgulamasına getirdiği eleştiri Carr'la uyuşmazh­ ğının belki de en önemli tarafına, yani Carr'm nesnellik kav­ ramına varmıştı. Berlin'e göre nesnellik tarihçinin yönte­ minde bulunabilirdi, tarihçinin yorumuyla ilgili bir mesele değildi. Nesnel yöntemler, "sonuçlanm tek bir gözlemcinin değil pek çok gözlemcinin kontrol edip etmediğiyle, öne sü­ rülen savın mantığının kendi içinde tutarlı olup olmadığıy­ la, kendi uzmanlık iddialan kendiliklerinden ampirik olarak smanabilecek kişiler tarafından yeterince kabul görüp gör­ medikleriyle" smanabilirdi. Bu kriteriere göre, diye devam ediyordu, liberal muhafazakar Fransız tarihçi Halevy ve Bol­ şeviklerden çok devrik Çarlık rejimine sempati duyan onun Rus benzeri Klyuchevsky nesnel iken, Amerikan ilericisi Be­ ard ve Sovyet tarihçi Pokrovsky değişim güçleriyle özdeş­ leşmelerine karşın nesnel deği ldiler. Yine de Carr ilericili­ ği nesneilikle bir tutuyordu. "Geçmişe dair, genel görüşü tü­ müyle mevcut durumuna bağlı tarihçilerden daha derin ve daha kalıcı bir içgörü edinecek biçimde bakışını geleceğe çe­ virebilen kişi" Carr'm nesnel tarihçi tanırnma uyuyordu .37 Fakat bir eleştirmenin belirtLiği gibi : Gelecek geçmiş olduktan sonra. şu tarihçinin mi yoksa bu tarihçinin mi gelecegi iliklerinde hisseuigi konusuna, şim­ di ve burada tarihçinin çagdaşlarının hükmettiginden mut37 28 Whaı is Hi.�ıory7, s. ı 17. laka daha dogru hükmedilemeyebilir. Meseleye gelecekte farklı zamanlarda soracak farklı sorulan ve hizmet edecek farklı sonuçlan olan farklı bilirkişiler tarafından farklı hü­ küm verilebilir. 38 Daha basit ifade etmek gerekirse, tıpkı Carr'ın Sovyet usu­ lü planlı ekonomiye göre düzenlenmiş ve şüphesiz sosyal demokrat bir yönde değişen kendi gelecek görüşünün de kanuladığı gibi, tarihçinin geleceğe bakışının olaylarla de­ ğişmesi gayet mümkündü. Carr komünizmin çöküşünü ve Sovyet Rusya'nın sonunu tasavvur edemezdi ve etmedi de. Oysa bunlar yarı Marksist bir gelecek görüşüyle uyıı.m­ lu geçmiş analiziyle, nesnelliğe bakışını değiştiren olayla:rdı. Berlin'e göre Carr'ın nesnellik kavramında ve ilerleme ta­ nımında bir noksan daha vardı. Carr'a kalırsa, diyordt,I, "ger­ çekleşen her şey gerçekleştiği için iyidir - sadece idı:ak edil­ dikleri için geçtiğimiz safhalann doğru hedefler oldukları­ nı biliriz." tlerlemeyi, "aslında iktidardakiler her kimse, on­ lar ba.şaracaktır." Carr her zaman büyük orduların yanınday­ dı. 39 Bu konu özellikle o sıralar Oxford Üniversitesi Modem Tarih kürsü profesörü H.R. Trevor-Roper gibi başka eleştir­ menlerce de ele alınmıştı. Trevor-Roper, Carr'ı şöyle itharn ediyordu: "nesnellik" kelimenin şimdiye kadar bilinen manasıyla "nesnel" olmak -yani baglamısız, yansız, adil olmak- de­ mek degil, ancak tam tersine kazanacak tarafa, büyük ordu­ lara baglanmak demektir. .. Sovyet Rusya Tarihi'nin en belir­ gin özelligi nedir? Yazann kazanan taralla tereddütsüz öz­ deşleşmesi, karşıtlann, kurbaniann ve zafer konvoyuna ka­ ulmayanların amansızca azledilmesidir. "Olabilirdi-ciler", aynlıkçılar, rakipler, Lenin'i eleştirenler degersizleştirilmiş, 38 ]. D. L�dge (Monash University), Carr helgelerine dair eleştiri yaZL�ından. 39 lsaiah Berlin, "Mr. Carr's Big Batıalions". 29 yanlış ata aynadıklan için adaleti, işitilmeyi ya da konuşul­ mayı hak etmemişlerdir. Tarih onlan haksız çıkamuştır ve tarihçinin en önemli görevi tarihten yana tavır koymaktır. Tarihin politikacılar kadar eksik buldugu kişiler gerçegin tanığı olarak suçlanmak için bile olsa dinlenmeyebilirler. Onların inandıkları, gördükleri, söyledikleri önemsiz sa­ yılarak görmezden gelinir, sesleri susturulur ve saygısızca susturol ur. Kilise bagnazlıgının en beter çaglanndan bu ya­ na hiçbir tarihçi kanıtiara böyle dogmatik bir insarsızhkla yaklaşmamıştır. O çaglarda bile hiçbir tarihçi böyle bir dog­ matizmi tarihsel teori haline getirmemi.ştir. Carr'ın "kaba başarı hayranlığı" Trevor-Roper'ın belirtti­ ğine göre 1930'larda Hitler Almanyası'nın bastırılmasından yanayken de gayet açıktır. Şimdi aynı duyguyu Stalin Rusya­ sı'na yönlendirmiştir.40 Trevor-Roper'ın hamlesi Tarih Nedir? de çeşitli çevreler­ den gelen saldırılardan çok daha ileri gidiyordu. Bir yorum­ cunun da belirttiği gibi, "tarihçinin hatalarını bir bir sırala­ ma becerisi vardı" ama bunu "zerre kadar sempati duyma­ dan" yapıyordu. "Onu okuduktan sonra insan bu kitapların neden yazıldığını, nasıl ciddiye alındığını merak edebilirdi." Onun yaptığı eleştiri "kavrayışımızı geliştirmeye" yaramı­ yordu; sadece "bir yıkım aracıydı. "41 Yine de aşın palemik­ çi üslubuna ragmen, Trevar-Roper önemli bir konuyu gün­ deme taşımıştı. Diğer eleştirmenler, hatta aslında siyasetin ' sol kanadında yer alanlar bile, Carr'ın "olmuş olanın tarihsel anlamda doğru olduğunu benimsediği" değerlendirmesin­ de bulundular.42 A. j. P. Taylor'ın da değindiği gibi, değişim mutlaka ilerleme demek değildi: 40 H. R. Trevor-Roper. "E. H. Carr's Succcss Sıory". Encounıer, Mayıs 1962, s. 6077, özellikle s. 75-6. 41 M�hıa. Fly and tht Fly-Bocılt, s. 1 1 7 . 4 2 April Carıer, "Whııı i s History?", 30 Ptacc Ncws içinde, 8 Aralık 1 9 6 1 1 s . 8. Stalin'in toprak agalannı [ hulaks] ortadan kaldınnası olan­ lara yol açtığı, yani Sovyet Rusya'nın şimdiki gücüne yara­ dığı için haklı gösterilmiştir. (Sayın Carr öyle söylemese de, benzer bir biçimde Hiller'in Yahudileri ortadan kaldınnası bugün Almanya bir dünya gücü haline gelemediği için hak­ lı çıkanlmamıştır) . . . Bir şeyin gerçekleşmiş olması onu na­ sıl haklı ya da haksız komıma getirebilir?43 Bu eleştirilerde çok daha fazlası vardı. Taylor, Carr'ın ah­ laki yargıyı tarihten titizlikle ayn tutmasını onun güçlüden, tarihin kazananlarından ve ilerleme adına başkalannın hak­ kını yiyenlerden yana olmasıyla açıkl ıyordu. Carr'ın ilk ça­ lışmalarının, hayallnın buyük kısmını surgünde geçiren Rus popülist Herzen ya da Avrupa'nın çeşitli bölgelerindeki dev­ rimci serüvenleriyle sürekli başarısızlık ve rezili ik içinde ya­ şayan anarşist Bakunin gibi tarihin en görkemli kaybedenle­ rine adanmış olduğu düşünülürse bu tespit biraz ironik sa­ yılırdı. 1960'ların başında ABD ile zenginlik ve güçte boy öl­ çüşen Sovyetler Birliği Nazi Almanyası gibi çökseydi ne ola­ caku? Rus toprak ağalannın ortadan kaldırılması birdenbire ahlaken haksız mı görülecekti? Carr bütün bu eleştirileri fazla kaale almadı. Bir söyleşide Trevor-Roper'in "kendisine az bile yaptığı" için "aşağılan­ dığını hissettiğini" dile getirdi. Can sıkıcıydı çünkü " kötü bir polemikti" . Ne Trevor-Roper'ın ne de Berlin'in herhan­ gi bir gelecek görüşü vardı. Her ikisi de yüzlerini geçmişteki bir Altın Çağ'a dönmüştü. Gerçi Trevar-Roper "bu konuda bile kendisini açığa vurmaya yetecek kadar yazmadığı için" onun yerini saptamak zordu .44 Carr iyi tarihçilerin kendi de­ virlerinin kısıtlamalan içinden sadece hayali bir geleceğe yö43 Taylor, "Moving with the Times". Toprak agalan ( lıulıılıs] zengin köylülerdi. 1 930'larda Stalin'in tarımı kolekıifleştirmcsine karşı çıktıkları için topluca sürgün edildiler, hapse auldılar ve �ıvyet Rejimi tarafından öldürüldüler. 44 Mchta. Fly antl ılıt Fly-Boııle, s. 1 56-6 1 . 31 neterek degil, ama aynca, belki de daha makul bir şekilde, kendi önyargılanmn dogasını ve ölçüsünü ayırt ederek yük­ selebilecegine inanıyordu. Bu önerrnenin bir anlamı vardı. Şüphesiz tarihçiler kendi siyasi ve entelektüel çıkış nokta­ lannın bilinciyle daha iyi tarih yazacaklardır. Ama Carr ta­ ıihçilerin kendi zamanlannın etkisinden kaçamayacaklannı düşünüyordu. Kendi savına ciddi bir tezat demekti bu. A. j . P. Taylor'ın dedigi gibi: Her devrin hak elli� tarihçiyi buldugu genel prensibi pra­ tikte işlemez ya da bir prensip bile olamayacak kadar geli­ şigüzel işler. Egitimli sınıflar gelecege ve kendilerine inanç­ larını yitirdiklerinde, günümüz Ingilteresi şüphesiz Sayın Carr'ın söyledi� gibi muhafazakar tarihçilere layık olacak­ ur. . . Öyleyse bu gözü açık çaga nasıl olup da Sayın Carr ya da hatta ben layık oluyoruz?45 Carr bu soruya cevap vermekte güçlük çekmedi. "Aile or­ tamı, okul ve üniversite gibi kişisel etkenler sebebiyle aynı toplum içinden farklı türde tarihçiler; farklı renklerde fikir sahibi kişiler çıkabilir," derken kişisel özellikleri degil, genel egilimleri açıklamaya çalışıyordu.46 Diger eleştiriler, Tarih Nedir?'deki tarihin öznelligi iddia­ sının, neredeyse kusur derecesinde nesnel ve ampirik Sov­ yet Rusya Tarihi'nin içerigi ve tarzıyla çeliştigi yönündeydi.47 Aslında, Carr'ın biyografi yazarı jonathan Haslam, onun "öznenin dogasına dair düşünceleriyle meslegini icra etme tavrı arasındaki ilginç farka" deginmiştir. Carr'ın kendisi, kendi tarih anlayışının -Sovyet Rusya Tarihi'nde hemen hiç dikkat gösterrnedigi- kaybedeniere yer verrnedigi eleştirisini yanıılarken böyle bir aynının varlıgını neredeyse kabul et45 A. j . P. Taylor. "Moving wiıh the Times". 46 Mchıa. Fly wıd ıhc Fl_y-Boıılı:. s. 1 58. 47 "Beıween Pası and Fuıure". 32 mi.şti. "Bu benim tarihimin yanlışıdır, tarih teorimin degil," diyordu.48 Ancak bu aynm pek çok açıdan içerikten çok tarz meselesiydi. Radyoda ve The Listener'da yayınlanmaya uy­ gun bir titizlikte hazırlanışından anlaşılacagı gibi Tarih Ne­ dir? öncelikle gazeteci Carr'ın eseridir. Geniş hacimli Sovyet Rusya Tarihi'nin tam aksine bu denli okunulası ve eglence­ li olmasının nedeni aslında budur. Ancak hal böyleyken bi­ le ayrıntılanndaki yogun ampirizmine ragmen Sovyet Rusya Tari hi lsaiah Berlin'in en baştan aşırı önyargılı saydığı bir ya­ pıda şekillenmişken, Carr Taıih Nedir ? de dizginsiz bir gö­ receligi savunmaz. jonathan Haslam'ın belimigi gibi, Soguk Savaş'ın çözülmesi Carr'ın on yıl önce ya da daha eskiden TlS'deki makalelerine denk gelen daha savaşlı günlerdeki­ ne nazaran 196l'de geleneksel liberal tarihçinin "olguların kutsallıgı" inanışında diretmekte pek fazla zorunluluk his­ setmemesi demektir.49 Fakat aslında en derinde, tarihçiterin kendi zamanlarının öznellikleri arasından yükselmesi ge­ rektigine hala inanmaktadır. Bu inancı ifade ediş tarzı bazı­ ları tarafından fazlasıyla öznel olmakla eleştirildiginde bile. Carr'ın, bütün tarihçiterin arşive girdiklerinde kendilerine göre bir çeşit kavramsal, entelektüel ve siyasi paket taşıdık­ lan ve kullandıkları kaynakların da kendi önyargılannı ba­ rındırdıgı uyarısı günümüzde tarih mesleginin düşünce do­ nanımının temel bir parçasıysa da bu önerme tarih kurumu­ nun onun zamanındaki en muhafazakar üyelerini çileden çı­ karmıştı. Tarih Nedir?'de ortaya koydugu meseleleri çok az Ingiliz tarihçi dikkate almıştı. Carr konferans verirken bi­ le çok yaşlı bir adam olan G. M. Trevetyan bunlardan farklı degildi. Carr'a onun konuşmalarını evde haftada bir birisine okuttugunu haber veren bir mektup yazmıştı. Bir dizi kon­ feransın A.L. Rowse tarafından verildigini unutmuş görünen ' '18 Mehıa. Fly and ıhe Fly-Boııle, s. 158� Haslam. The Vices of lnıegriıy, s. 2 1 \ . 49 Haslam . Tlıc Vices of lnıegnı.v, s. 1 94-6, Carr'dan ahnıı. �rrogrcss in History". 33 Trevelyan, Carr'a "benim adımla anılan bu konferansiara iyi bir çıkış yapurdıgın için" teşekkür ederim diyordu. Aynca, "altmış yetmiş yıl önce Hegel'in Tarih Fel sefes i ni okudu m ve o denli zayıf buldum ki ondan sonra tarih teorisiyle degil sa­ dece uygulamasıyla ilgilendim," diye ekliyordu.50 Cambridge Tarih Fakültesi'nde bu gibi görüşler yaygın­ dı. Kendi adına Carr fakülteyi "pek seçkin bir tarih zümre­ si" saymıyordu.51 Tari1ı Nedir? de birkaç yıl önce kendisinin de görmezden geldigi Modern Tarih Kürsüsü başkanı Her­ ben Buuerfield gibi kurumun önde gelen simalanndan bi­ rini hedef almıştı. Zamanında, Buuerfield'm 1931 'de yayın­ lanmış Tlıe Whig Interpretation of History adlı eseri önemli bir kitap sayılıyor ve lisans öğrencilerine okutuluyordu. Ki­ tabın en önemli tarafı, tarihçilerin çagdaş inançlarının geç­ mişe dair yorumlannı şekillendirmesinden kaçınamamala­ nnı sert bir dille eleştirmesiydi. Carr Butterfield'ın da son­ raki çalışmalannda aynı tuzaga düştügt'ıne dikkat çekmişti. Fakat Cambridge Tarih Fakültesi'ne saldınsını daha da ile­ ri götürdü. Fakültenin hiçbir zaman üyesi olmadıgının altını çizen Carr, kendisine fakülte üyelerinin örnegin Rus ya da Çin tarihi hakkında ders vermediklerinin "söylendigini" ifa­ de etti. Lisans ögreniminde var olan Ortaçag'dan günümüze Ingiliz tarihi odaklı müfredaun genişletilmesi yönünde bir reform çagrısında bulundu.52 Bazı fakülte üyeleri bu çagnyı sempatiyle karşıladı. Bu ko­ nuşmalar zorunlu Ingiliz tarihinde ısrar edilmeden geniş bir seçenek imkanı sunulması, Avrupa dışı tarihe daha fazla yer verilmesi yönündeki reformda önemli bir hızlandıncı oldu. Teklifi Carr'ın bizzat kendisi öne sürdü ama sen muhalefete ' ' 50 Trevelyan'dan Carr'a, 1 5 Aralık 1961. 51 Carr'dan 1saac Deuıscher'e, 16 Kasım 1965, akt aran Haslam , Tfıc Vius lnırgriıy, s. 207. 52 Tarih N�dir7 bkz. 2. Bölüm ve 6. Bölüm. 34 of maruz kaldı. Fakülte değiştirilmiş halde önerileri kabul etti­ ğinde bile karşıtlar Senato'da oldukça güçlü bir artçı eylem başlatınayı başardılar. Ancak kalıplar kınlmıştı. Ortaçağ'dan günümüze zorunlu İngiliz tarihi, müfredata bir gereklilik olarak düşüldü ve kırk yıl kadar sonra sosyal tarih, Hint ve Afrika tarihleri, cinsiyet tarihi, kültür tarihi gibi konuları Cambridge'deki tarih lisans derslerinin vazgeçilmezleri ara­ sına sokacak aşamalı yol açılmış oldu. Oxford'da da benzer hareketler yakındı ve Carr'ın çalışması orada Marksist tarih­ çi T. W. Mason gibi genç radikaller tarafından başlama atışı sayıldı. Mason Tarih Nedir?'in bir eleştirisini Oxford lisans müfredatında yer alan "lngiliz tarihindeki ağır tarih hatala­ rına" ateş püskürmek ve bir Tarih Reform Grubu kurmakta kullandı, ancak on yıl sonra halen var olan bu topluluk he­ nüz anlamlı bir ilerleme kaydedememiştir. 53 V Cambridge müfredat reformu teklifi Senato'ya ulaşana kadar beş yıl geçmişti. Bundan kısa bir süre sonra Carr'ın fikirleri­ nin en baş karşıtlarından Tudor tarihçisi G. R. Elton l 967'de yayımlanan ve itirazlarını topluca dile getirdiği The Pmctice of History başlıklı çalışmasıyla sert bir cevap verdi. Yayıncı­ sından da cesaret alan Elton, Carr'ın Tarih Nedir? kitabına, Avrupa dışı tarih taraftarlığına, tarihin bir amaç ve anlam ta­ şıdığı iddiasına ve hepsinden öte onun "tarihçiyi tarihin ya­ ratıcısı" yapan "aşırı bir rölativizme" yol açan "habis saçma­ lık" diye tanımladığı, tarihçilerin kendi fikir ve önyargılarını çalışmalarına yansıttıkları görüşüne son derece sert ifadeler­ le saldırdı. 54 E !ton "tarihçiyi tarihin yaratıcısı" yapan derken 53 Tim Mason. "Whaı of History?". The New University B (Aralık 1961). s. 1 3-H. 5_. G . R . El ton, Thr Pracıicc of History, (Sydney, 1967. Richard j . Evans'ın sonsözüyle yeniden basım Londra. 2001 ) s. 1 70- 1 . ]5 şüphesiz abartıyordu. Tarafsız her okur, öncelikle Carr'ın tarihçilerio tarih yazarken kendi önyargılarından sıynlmaya çalışmalanna ve ikincisi tarihçilerio kullandıkları kanıt ve materyalierin söyleyebileceklerini sınırladıgına inandıgını görebilirdi. Ona göre tarihsel araştırma tarihçi ve materyal arasında bir etkileşimdi. Tarihçinin etkin, materyalin edil­ gen kaldıgı tek yönlü bir akış söz konusu degildi. Carr röla­ tivist idiyse, bu kesinlikle "aşırı" diye tanımlanabilecek bir durumda değildi. Ehon şiddetle tarihçinin kaynaklan dinle­ mesi ve onlara güncel herhangi bir fikri taşımaktan kaçın­ ması gerektigini savunuyordu, ama bu karşı yönde bir aşı­ ncıiıktı ve tarihçilerio çalışacaklan belgeleri ve araştıracak­ lan başlıkları nasıl seçecekleri sorusunu cevapsız bırakıyor­ du. Elton'ın kendisi de bu soruya tatminkar bir cevap ver­ meyi asla başaramadı.55 Neyin tarihsel olgu oldugu konusunda tarihçiye fazla agırlık vermesi Carr'a getirilen en anlamlı eleştiriydi. Carr Tarih Nedir?'de Viktorya döneminde bir fuarda kurabiye sa­ tan bir adamın sarhoş bir çete tarafından öldürülmesini ör­ nek gösterir. Bu olayın Trinity College'dan meslektaşı Ge­ orge Kitson Clark tarafından vurgulanması dolayısıyla ta­ rihsel bir olguya dönüştügünü söylüyordu. Bu belki talihsiz bir örnekti çünkü sonradan yapılan soruşturmada o gün­ lere dair kaynaklarda böyle bir olaya rastlanmamıştı. Tam tersine söz konusu fuarda sarhoş kavgasının hiç yaşanma­ dıgı kanıtlamıştı. Carr, Kitson Clark'ın bu olayda fazlasıyla yetersiz bir kaynaktan, sirk sahibi "Lord" George Sander'ın anılarından yararlanmasını da yeterince eleştirmiyordu.56 Yani Carr'ın bahseuigi konunun bir tür olgu oldugunu is­ patlayacak kanıt yok denecek kadar azdı. Yine de, gerçek­ te böyle bir olay meydana geldiyse, olayın olgusallıgmın tajj A.g.r., s. 1 776-81. 56 Aynnu için, bkz. E\·ans, Irı Dı:fcnsc of History. s. 76-9. 36 rihçilerin her tür idrak sürecinden bağımsızlığını öne sür­ mek mantıklıydı. TLS yazan lsaac Deutscher konuya buradan yaklaştı. Mil­ yonlarca Yahudinin Naziler tarafından yok edilmesi tarihçi­ ler yazsa da yazmasa da tarihsel bir olguydu. Carr'ın da aslın­ da bunu dağ benzetmesini kullanırken kabul ettiğini belirti­ yordu. Carr şöyle diyordu; "farklı görüş açılanndan dağ fark­ lı şekillerde göründüğü için nesnel davranıp dağın ya bir şek­ li olmadığını ya da sonsuz şekli olduğunu söylemek tutarlı değildir." Ardından Deutscher dağın bakandan bağımsız bir gerçek şekli olduğunu söyledi. Carr da bunu kabul etti. Ta­ rihçi sadece kesinlik anlamında değil, ama konuyla ve tartış­ mayla bağlantılı tüm bilinebilir gerçekleri resme dahil etmek anlamında gerçekiere saygı göstermeliydi. Muhafazakar kar­ şıtlan tarafından Carr'a yöneltilen en yaygın suçlamalardan biri, yani toptan rölativizm böylece ters köşeye yatırıldı . 57 Peki, hangi olguları ele alıp hangilerini hariç turacağı­ na tarihçi nasıl karar verecekti? Carr teoriyi kendini bilerek kullanıp karar vermenin, kelimenin tam anlamıyla şiddet­ li bir muhafazakar olan Elton'ın Tudor iktidan üzerine ça­ lışmasında yaptığı gibi bilinçsiz önyargıları harekete geçirip karar vermekten daha doğru olduğunu düşünüyordu. Fa­ kat Carr'ın sosyolojik teori coşkusunun da bir sınırı vardı. Birkaç yıl sonra iktisat tarihçisi M . M . Postan'a şunlan ya­ zacaku: Günümüz tarihçilerinden çogunun hiçbir teorileri olma­ dıgı için ortadan kalktıklarını görüyorum. Yoksun olduk­ ları teori bir tarih teorisidir, dışarıdan alınamaz. tki taraf­ lı bir akış gerekiyor. Tarihçinin iktisat, demografi, asketiye, vs.vs. uzmanlanndan ne ögrenmesi gerekligini size anlata­ cak degilim. Ancak, sadece ugenel" tarihçinin saglayabile- - 57 -- "Betwcen Pası and Fuıure"; Tarih Nedir?, bkz. l. BOiom. 37 cegi daha büyük bir tarih modeli içinde çalışmadıkça ikti­ satçının da demografın da silinip gidecegini söylemek iste­ rim. Daha önce dedigim gibi sorun, tarihi teorilerin dogala­ n geregi degişim teorileri olması ve bizim sabit bir tarihsel denge içinde ancak ikincil ya da "özel'' degişimleri isteyen ya da zoraki kabul eden bir toplum içinde yaşamamızdır. 58 Tarih Nedir?in olası bir ikinci baskısı için sakladığı notlar ve eklerden anlaşıldıgı kadarıyla zaman içinde Carr 1 96 1 'de­ kinden daha Marksist bir konumdaydı.59 Dolayısıyla " tarih teorisi" derken kastettiği biiyük ihtimalle Marksizmdi. Fa­ kat doğru bulduğu teoriler her neydiyse bunları kendi çalış­ masında açıkça hiç kullanmadı. Ekonomik ve sosyal etken­ Ierin tarihte belirleyiciliğini savunduğu halde Sovyet Rusya Tarihi'nde siyasi değişimin belirleyicisi olarak bunlar pek fazla yer almadı. Bolşevik Devrimi'ni tabandan yükselen bir halk devrimi diye tanımlamış olabilirdi , ama bunun nasıl ve neden böyle olduğunu çözümlemekle çok da ilgilenmemişti. lronikti ama o da Elton'ı ilgilendiren konuyla, yani devle­ tin işleyişi ve yönetilişiyle ilgiliydi. Temelde ikisinin de ta­ rihe elitist bir yaklaşımı vardı. Carr'ın elitizmi, yönetilen­ lerden çok yönetenlerle özdeşliği, en çok da sadece kaybe­ denleri degil fakat kayıtlı geçmişte tarihsel değişim sürecine hiçbir katkı sağlamadıklan için tarihçinin ilgisini çekmeyen biiyük çoğunlugu reddedişinde göriiliir. Bir muhalif, "tabii tarihçiler siyasi ve ekonomik güçsüzlere ya da yenilenlere odaklandıklarında ofislerini ve unvaniarını terk etmek zo­ runda kalmazlar," diyerek itirazını dile getirmişti.60 Ancak Carr örneğin Rus köyliisiinii "ilkel, kurnaz, cahil ve çapul58 Carr'dan Postan'a, 3 Aralık 19i0. 59 E. H. Carr, Tarih Nedir? (2. baskı, cd. R. W. Davies, özellikle s. lxxviii-lxxxiii; Carr belgeleri. Kutu ı ı : Tl5 iç in Carr'ın dakıilo eııigi bir makale. ı ı Haziran ı 97 ı (Ingiliz tarihçileri Marx'ı araştımıaya zorluyor). 60 Morton White, "Searching for the Archimedcan Poinı", The New uader, 1 4 Mayıs ı 9.62. 38 cu takımı," diyerek reddediyar ve Sovyet "rejiminin asıl ta­ sarısını -köylüleri tarımı mekanize, modemize ve organize etmek için eğitmek- aydın ve duyarlı" buluyordu: bunu yü­ rütecek adamiann sayıca azlığı ve niteliksizliği düşünulunce her şey ütopikti, "köylü aptallığı ve köylü inadıyla karşılaş­ tıklarında" iş trajik boyutlarda şiddete varmıştı.61 Sıradan halka karşı bu oldukça iktidarcı yaklaşımın sürat­ le modası geçecekti, çünkü ı 960'lann ortalannda tarihçiler kendilerini tarihteki fakirleri ve mülksüzleri, ı 963'te Carr'ın konuşmalarından sadece iki yıl sonra yayımlanan The Ma­ lıing of English Working Class'ın * yazarı E. P. Thompson'm meşhur deyişiyle "gelecek kuşaklann tepeden bakışından" kurtarmaya adamışlardı. Tarih Nedir? aslında Britanya tarih biliminde bir devrimin arefesinde kaleme alınmıştı. Bu ger­ çeğe hepsinden önce TLS'nin ı 966 yılındaki üç özel sayısın­ da, birkaç tarihçinin sadece Avrupa dışı tarihin, toplum ve iktisat tarihlerinin önemini değil, aynı zamanda geçmişte ca­ hil ve kandınlmış görünenierin incelenmesi, modern sosyal teorinin bunların davranışlarını rasyonel kavramlarla açıkla­ makta kullanılması gereğini dile getirdikleri bazı makaleler­ de değinilmiştir. 62 VI Bu yüzden bazı kilit açılardan Carr'ın görüşleri zamanın sı­ navmı geçememişti. Teleolajik yönde işleyen nesnellik an­ layışı, siyaset kökenli nedensellik teorisi, sıradan insanla­ rın tarihine karşı mağrur duruşu, yönetilenlerden çok yöne­ tenlerle bilinçdışı özdeşleşmesi, rastlantısal ve umulmadık 61 Carr'dan Mclshe lewin'e, 24 Ocak 1967. (�) Ingi l i z Işçi Sınıfının Olı1$urııu, çev. Uygur Kocabaşoglu, Birikim Yayınlan. 200i. 62 "New Ways in History", Tl.S, 7 Nisan 1 966, 28 Temmuz 1966, 8 Eylül 1966. Aynca bkz. History Worlıshop hareketinden Tim Mason'dan R. W. Davies'e Carr yorumları. 20 Şubat 1984. 39 olayları toptan ve hoyratça reddedişi, tarihsel genellernele­ ri tarihsel yasalarla kanştırması, tarihte herhangi bir ahla­ ki yargı ihtimalini katiyeıle kabul ettneyişi, tarihin bir ama­ cı ve hedefi olduğu iddiası - Carr'ın Iarilı Nedir?'deki bu ar­ gtımanlannın hiçbir tarafı kendinden sonra gelen tarihçiler tarafından tutulmadı. Ayrıca son zamanlarda Carr'ın görüşlerine başka bir taraf­ tan, yani Ingiliz ampirizmine fazla ayrıcalık tanırlığına -bazı yorumculara göre Carr'ın kitabının yarattığı temel etki buy­ du- .inanan postmodern hiper-rölativistlerden şiddetli sal­ dırılar gelmeye başlamıştı. 63 Carr'ı "epistemolojik anlamda muhafazakar" , "inançlı objektivist" ve "deneye dayalı tarih­ sel yönteme yol açan" fikir ve yöntemlerin taraftan olmak­ la suçlayanlar vardı.64 "Nesnellik ve kesin gerçeklik" yanlısı, "ktsinlikçi" , "dönüşsü.z" ve "artık ciddiye alınamayacak ka­ dar naif' diye yerden yere vuranlar vardı .65 Daha önce de be­ lirtildiği gibi bu "bir yok etme kampanyasının dilidir."66 El­ bette bu eleştirllerin de dile getirdiği gibi Carr'm çalışmasın­ da çelişkiler vardır ve bazı açılardan elbette modası geçmiş­ tir ya da gördügümüz gibi yakında geçecektir. Ancak, bu ki­ şilerin Carr'ı iflah olmaz bir arnpirisı diye tarif etmeleri, en az Elton'ın Carr'ı su katılmamış rölativist diye resmetmesi kadar yanlıştır. Kitabı bu denli muhteşem yapan şeylerden biri özellikle bu ikisi arasındaki. Carr'ın neticede asla çöz­ meyi başaramadığı gerilimdir. Carr'ın entelektüel değişim rüzgarlarıyla geldiği yer, kita63 Ornegin. "Between Past and Futurep. 64 Alan Munslow. "E. H. Carr (1892- 1982) Tarih Ncdir?p, Rcvicws in Hisıory (Tarihsel Araşıınnalar Enstitüsü. londra, web sitesi). 65 Keith Jenklns, "Whaı is Hisıoryl'" From Carr and Elıon ıo Rorıy and Whiıc: (londra, 1995) s. 6 1 ; Kclıh jenkins'ten alınmış ve bazı yerlerde kelimesi kelimesine kopyalanmışıır. ARethinking Whaı is Hisıory?-, Cox (cd.), E. H. Carr, s. 304-22. 66 Anders Sıephanson, "The lessons of Whaı is Hlsrory?", Cox (ed.), E.H. Carr. s. 283-303, burada s. 300n. 5. bını yayımladıgı günden bu yana yazılı ve sözlü alanlarda ta­ rih üzerine şüphesiz pek çok çalışmanın konusudur. Fakat bu, en ateşli taraftarlannın iddia ettiği gibi tarihi bilgi üze­ rindeki kökten yıkıcı bir etkiye sahip olmamıştır ve kendi çalışmalarına toptan rölativizmi kanştırmalanndan ötürü hiç degildir. Çünkü eger her şey gerçekten öznelse, eger geç­ mişe dair hiçbir şeyi kesin olarak bilemeyeceksek ve metne anlamını veren onu okuyanlarsa, öyleyse postmodemlerin söylediklerine neden inanalım ve neden biz de onlann yaz­ clıkianna söylediklerinin tam tersi bir anlamı vermeyelim?67 Carr'ın yazdıklarından sonra tarih bilimindeki pek çok gelişmeden biri de feminist tarihten -günümüz okuru için Carr'ın üslubundaki en sinir bozucu taraf tarihçiden sürek­ li eril birinci şahısta söz etmesidir- Holokost tarihine güçlü bir ahlaki yükümlülük taşıyan çeşitli tari h türlerinin ortaya çıkmasıdır. Ve bu ikincisi, Auschwitz'de gaz odalanna gön­ derilen Yahudiler olmadıgını, Nazilerin bir yıkım planı ol­ madıgını. altı milyon kişinin ölmedigini söyleyen "Holokost redcileri" ekolüne karşı verdikleri savaşla belki de her şey­ den çok tarihsel gerçekligin tarihçi nin algılayışından bagım­ sızlıgı fikrini düzelımeye yaramıştır.68 Carr'm tarihte her tür ahlaki yargının gayrimeşrulugu konusundaki katı inadı bu gibi başlıklar karşısında kendiliginden ayakta kalamayacak­ tır. Fakat öte yandan tarihçiler onun uyansını dikkate ala­ rak aşın fazla ve aşın indirgemeci ahlaki yargıtann tarihçiyi okuyucunun incelenen konuyu kavrayışına bir şeyler ekle­ mesinden daha anlamsız göstereceğini unu tmamalıdır.69 Bir 67 Bkz. Richard ]. Evan.�. In Defen� of History (yeni baskı ve sonsöz ile, Londra, 200 1}. 68 Bkz. Richard J . Evan.�. Lying About Hitler: History Holocaust ıınd tlıc Dııvid lrving Trial (New York, 200 1 ) . 69 Tarihe her tur yorum v e analizin hariç ıuıuldu&u ahlaki yargıya dayalı reductıo ad absurdum yaklaşımı için, bkz. Michael Burleigh. Thr Third Rtich: A New Hi.�ıory (Londr.ı, 2001 ). 41 başka yeni ve hoş gelişme de tarihçilerin geçmişte irrasyonel olana yönelmesidir ki bu Carr'm da en azından topluluklar içinde görmeyi reddettiği ya da varlıgını kabul etmek zorun­ da kaldıgında işe yaramaz saydıgı bir şeydi. 20. yüzyıl başla­ rındaki ölçülü ve terbiyeli atmosferde Carr'ın akla ve geliş­ meye besledigi iyimser inanç aslında biraz yersizdi. Ancak her tür kusuruna, çelişkisine ve tarih biliminin pek çok yönü açısından çagdışı yaklaşımiarına rağmen Tarih Ne­ dir? hala bir klasik. Her şeyden önce ilk yayınlanışından be­ ri doğru nedenlerle 250.000'den fazla saulmışur. Çabuk ya­ zılmış ve aslı konuşmaya dayanan pek çok kitap gibi, faz­ la düşünülüp taşınılmış çalışmalarda göremeyecegimiz akı­ cı ve yakıcı bir tarzı vardır. Tarih teori ve pratiği üzerine ço­ gu kitabın aksine, öne sürdügü en soyut iddialan caniandı­ rabilmek için gerçek tarihçilerden ve gerçek tarih kitaplann­ dan sayısız somut örnekle doludur. Tarih kitaplannın ve her tür tarihe giriş kitabının çogunun aksine okuyucuya yukar­ dan bakan bir dille degil, eşit gören bir hitapla yazılmıştır. En derin ve zorlu teorik meseleleri çözmeye çalışırken bile nükteli, renkli ve eglendiricidir. Kırk yıl sonra bile kışkırtıcı etkisini sürdürüyor. Sadece tarihe dair degil, siyaset ve etik konusunda da temel soruları çözmeye çalışıyor. Büyük ko­ nulan ustalıkla ele alıyor. Tarihçilere, felsefecilere, yazar ve düşünüdere göndermeleri oldukça şaşırtıcı. Carr fazlasıy­ la bilgili ve akıllı bir adamdı. Tarih Nedir?'in cazibesinin bir kısmı da aklı ve bilgiyi kolay ulaşılacak hale getirmesinden kaynaklanıyor. Tarihçi için Tarih Nedir? pek çok nedenle önem taşır. Özellikle de üzerinde ısrarla durduğu, Carr'ın "tarih bir sü­ reçtir ve siz süreçten bir parçayı çıkarıp sadece onu incele­ yemezsiniz . . . her şey tümüyle birbirine bağlıdır," sözleriy­ le ifadesini bulan gerçekle.7° Carr cidden tarihçinin görevi70 Mehta. Fly and ıhr Fly-Boulc. s. 1 59 - 1 6 1 . 42 nin araştırınayı seçtigi tarihten bir parçanın öncesi ve son­ rasını çalışmak, konuyla ve daha geniş baglarnda karşılıklı baglantıları incelemek oldugunu düşünüyordu. Ayrıca be­ gensek de begenmesek de onun kitabı tarih yazımında her zaman bir öznel eleman olduğunu, çünkü tarihçilerin araş­ tırma ve yazılanndan ayıramayacakları görüş ve varsayımla­ ra sahip kendi zamanlannın bireyleri olduklannı tekrar tek­ rar ispat eder. Tarihçiler bu görüş ve varsayımlan dizginle­ meyi, kendilerini çalıştıkları malzemenin ellerine teslim et­ meyi, açık ederek okuyuculan eleştirel bir okumaya davet etmeyi umsalar da durum değişmez. Carr en çok bu açıdan etkili olmuştur ve görüşleri tarihçiler tarafından geniş çapta kabul edilmiştir ve en çok bu nedenle eseri daimi olacaktır. lLERl OKUMA Tarih Nedi r ? in tasarlanmış ama hiç tamamlanmamış ikin­ ' ci baskısı için Carr'ın yazdığı önsöz, yeni baskının hazırlık­ lannda yazdığı notlarla bu kitap yayıma hazırlanırken R. J . Davies tarafından bir araya getirilmiştir. Carr'ın Sovyet Rus­ ya Tarihi adlı eseri 1950'den 1978'e kadar Macınillan -şimdi Palgrave- tarafından on dört cilt halinde basılmıştır. l9 79'da yayımlanan Lenirı'den Stalin'e Rıts Devrimi, 1 9 1 7-1 929* kita­ bında faydalı bir özet yer alır. Ertesi yıl Carr bazı önemli ma­ kalelerinden seçmeleri From Napoleon to Stalin başlığıyla ya­ yımlamıştır. Carr'ın Otobiyografi'si Michael Cox (ed . ) 'un E. H. Carr: A Reappraisal (Londra, 2000) kitabında yer alıyor. Bura­ da ayrıca Anders Stephanson'un "Tatih Nedir? Dersleri" (s. 283-303) makalesi ile Carr'ın görüşleri geniş bir perspektif­ le degerlendiriliyor. Carr'ın hayatını ve çalışmalarını anla(*) Lenin 'den Sıalin'e Rus De\· rimi, 1 9 1 7- 1 929, çev. Levent Cincmre, Mtr Yayınlan, 1992. 43 mak açısından kitaptaki diger makaleler de son derece ya­ rarlı. Fakat, bunların içinde en önemlisi Tarih Nedir ?'in olu­ şumu ve nasıl karşılandıgı, kitabın Carr'ın diger çalışma­ lanna etkileri hakkında mühim bir böltım içeren J onathan Haslam'ın biyografisi The Vices of lntegrity: E. H. Carr I 892- 1 982 (Londra, 1 999). Carr ve fikirleriyle ilgili herkes için Haslam'ın çalışması temel bir başlangıç sayılır. Carr'ın kendi belgeleri Birmingham University kütüphanesinde Özel Ko­ leksiyon bölümfınde ve M ichael Cox'un editörlügünü yapu­ gı makaleler kitabında bir ekte kısaca özetlenmiş bulunuyor. Carr'm tarih görfışlerine getirilmiş pek çok eleştiri var. Ha­ yatı süresince en haklı eleştirileri arkadaşı lsaiah Berlin yap­ mıştı. Onun toplu eserleri de Henry Hardy tarafından yayı­ ma hazırlanıyor. Özellikle daha sonra lsaiah Berlin'in Hen­ ry Hardy ve Roger Housheer editörlügünde The Proper Study of Mankind: An Anthology of Essays (Londra, 1997) çalışması içinde yeniden yer alan Histoncal Irıevitability ( Tarihsel Kaçı­ nılmazlık) (Londra, 1954) başlıklı konuşmalmakale gözden geçirilebilir. Görüşlerinin öncesi Michael lgnatieffin lsaiah Berlin: A Life (Londra, 1 998) kitabında takip edilebilir. Da­ ha muhafazakar bir açıdan en ezici saldın G .R. Elton, Tlıe Practice of History siyle (ikinci baskı Richard ]. Evans'ın son ' sözüyle, Londra 200 1 ) gelmiştir. Eleştiri korosuna Arthur Marwick de hem Nature of History kitabıyla hem H. Kozic­ ki (ed.) Developments in Modern Historiography (New York, 1993) s. 107-38'de yer alan "A Fetishism of Documents? The Salience of Source Based History" makalesiyle katılmıştır. Althuserci Marksist taraftan Paul Hirst, Marxism and His­ toncal Writing (Londra, 1985) , postmodernist köşeden Ke­ ith jenkins, What is History ? From Carr and Elton to Rorty and White (Londra, 1995), eleştirel yazılarıyla Geoffrey Ro­ berts, History and Theory 36/2 ( 1997) s. 249-60 anılmaya de­ ger. Benzer görüşler, London University's Institute of His44 tarical Research sitesi http://ihr.sas.ac.uk adresindeki Tarih Nedir? tartışmasında Alun Munslow tarafından dile getiril­ miştir. Bu sitede aynca Carr'ın ortaya attıgı türden sorulara aynlmış bir kısım yer alıyor. Bu meseleleri çözümlernek adına en son girişimler Ric­ hard j. Evans In Defense of History (yeni sonsözle ikinci bas­ kı, Londra 200 l ) , C. Be han McCul lagh, The Tmth of History (Londra, 1 998) ve Robert F. Berkhofer, Jr, Beyond the Great Stoıy çalışmalarında yer alıyor. Carr'ın rölativizmi That Nob­ le Dream: The 'Objectivity Question' and the American Histari­ cal Profession (Cambridge, Mass., 1 988) Peter Novick'in sli­ rükleyici ve zekice savunulan araştırmasında yeni bir boyut kazanmıştır. George G. lggers, Histoıiography in the Twenti­ eth Century* (Hanover, New Hampshire, 1 997) özellikle In­ giltere, Fransa, Almanya ve ABD'de Carr'ın hayatı süresince tarihsel düşüncedeki gelişmelere dair aklı başında ve oku­ nakli bir çalışmadır. Çeviren P E L I N SIRAL Not: Üniversite kütüphanesindeki özel koleksiyon bölümünden Carr belgelerini kullanma iznini bana verdikleri için University of Birmingham'a teşekkür ederim. Giriş bölümü taslagını özenle okudugu ve faydalı önerilerde bulundu� için jonathan Haslam'a da teşekkür etmek istiyonım. Görüşlerin tamamı bana aiuir. (") Yirminci Yıizyılda Tarihya;:ınıı, çev. Gül Çııgalı Güven, Tarih Vakfı Yayınlan, 2000, Istanbul. 45 Giriş N ot u R. W. DAVIES Tarih Nedi r?'in ikinci baskısı için E. H. Carr çok sayıda mal­ zeme toplamıştı, ancak Kasım 1 982'de öldügü güne kadar sadece yeni baskıya önsözü kaleme almıştı. Onun ölümünden sonra gerçekleşen bu baskı, bu ön­ söz ve Carr'ın karalamalan, taslaklan ve notlarıyla dolu bü­ yük kutusundan çıkan bazı malzemelere, nodara ve tasiak­ lara yer vermeye gayret gösterdigim 'E. H . Carr'ın Dosyala­ nndan: Tarih Nedir? tkinci Baskı için N otlar' başlıklı yeni bir bölümle başlıyor. Bunlan ilk baskının gözden geçirilmiş metni takip ediyor. Yeni bölümde tırnak içindeki köşeli parantezlerde yer alan cümleler bana aittir. Carr'ın referanslannı özenle göz­ den geçiren Catherine Merridale'e, aynca yorumlan için Jo­ nathan Haslam ve Tamara Deutscher'e teşekkür ederim. Carr'ın Tarih Nedir?'in ikinci baskısı için notlan University of Birmingham kütüphanesindeki E. H. Carr belgeleri arası­ na bırakılacaktır. Kasım 1 984 47 Iki nci Bask1ya Önsöz E. H. CARR 1960'ta altı konuşmadan oluşan Tarih Nedir?'in ilk taslagını tamamladıgımda Batılı dünya halen iki dünya savaşının, Rus­ ya ve Çin gibi iki büyük devrimin rüzgarlanyla sendeliyordu. Saf özgüven ve ilerlemeye kendiliginden inanınakla anılan Viktorya devri çok gerilerde kalmıştı. Dünya huzursuz edici hatta tehditkar bir yerdi. Ancak bazı denlerimizden kurtul­ mak üzere oldugumuzu gösteren bazı işaretler belirmeye baş­ lamıştı. Savaştan sonra geniş çapta beklenen dünya ekono­ mik krizi gerçekleşmemişti. Britanya lmparatorlugu'nu usul usul, neredeyse fark etmeden dağıunıştık. Macaristan ve Sü­ veyş krizleri aşılmış ya da unutulmuştu. SSCB'deki Stalin-siz­ leşme ve ABD'deki McCanhy-sizleşme gayretleri takdire şa­ yan gelişıneler kaydetmişti. Almanya ve japonya 1945'in tüm tahribatından süratle çıkmışlar ve görkemli ekonomik ilerle­ meler kaydediyorlardı. De Gaulle yönetimindeki Fransa gü­ cünü tazeliyordu. Birleşik Devletler'de Eisenhower yıkımı so­ na eriyordu; u fukta umut vaat eden Kennedy dönemi vardı. Kara lekeler -Güney Afrika, lrlanda, Vietnam- hala yok sayı­ labiliyordu. Dünya çapında borsalar canlanıyordu. 49 Bu koşullar şu veya bu şekilde benim de l 9 6 l 'de ko­ nuşmaları bitirirken taşıdığım gelecek inancı ve iyimser­ lik söylemi için görünür birer sebeptiler. Takip eden yirmi yıl bu umutları ve gönül rahatlığını hüsrana uğrattı. Soğuk Savaş katmerlenerek yeniden başlamış, beraberinde nük­ leer yok oluş tehdidini getirmişti. Ertelenmiş ekonomik kriz, sanayi ülkelerini yıkarak ve Batılı toplurn lara işsizli­ ği kanser gibi yayarak rövanş al ırcasına geri gelmişti. Artık düşman şiddet ve terör eylemlerinden uzak kalabilen bir ülke neredeyse yok gibi. Ortadoğu'nun petrol üreten dev­ letlerinin başkaidırısı Batılı sanayi devletleri aleyhine mü­ him bir güç değişimini beraberinde get ird i. "Üçüncü Dün­ ya," dünya meselelerinde pasiflikten çıkıp göze batan, hu­ zursuz bir faktör haline geldi. Bu koşullarda her tür iyim­ serlik alaıneti saçmalaştı . Her şey fe laket tellal larından yana. Sansasyonel yazar ve gazetecilerin aşkla resmet tiği ve medya aracılığıyla bizlere aktardığı yaklaşan kıyamet, günlük konuşma dağarcığımızın bir parçası oldu. Dünya­ nın sonunu tahmin etme merakı yüzyıllardır hiç bu kadar revaçta olmamıştı. Ancak tam da bu noktada sağduyumuzu kullanınca iki önemli şüphe doğuyor. Öncelikle gelecekten umudu kesme tanısı her ne kadar inkar edilmez gerçekiere dayandığı iddia edilse de soyut teorik bir kurgu . Insanların büyük çoğun­ luğu buna inanmıyor, inanmadıkları davranışlarından da anlaşılıyor. Insanlar sevişiyor, çocuk sahibi oluyor, büyük bir özveriyle onları yetişlirip büyü tüyorlar. Gelecek neslin esenliği için sağlık ve eğitime hem özel hem kamusal yoğun ilgi gösteriliyor. Durmaksızın yeni enerji kaynakları keşfe­ diliyor. Yeni buluşlar üretim etkinliğini arttınyor. Çok sayı­ da "küçük tasarruf sahibi" devlet tahvillerine, konut koope­ ratiflerine ve yatınm fonlanna para yatırıyor. Gelecek nesil­ lerin yararına mimari, sanatsal milli hazinelerin korunmaso sı dogrultusunda yaygın bir gayret var. Sonumuzun yaklaş­ ugı fikrinin mevcut propagandanın en büyük sorumlusu bir grup küskün entelekıüelle sınırlı kaldıgını düşünmek daha cazip geliyor. tkinci şüphem bu evrensel felaket kehanetlerinin, agırlık­ la -özellikle demem gerekir- Batı Avnıpa ve onun denizaşı­ n kollanndan çıkan cografi kaynaklarıyla ilgili. Hiç şaşırtı­ cı degil. Beş yüzyıl boyunca bu ülkeler dünyanın tartışmasız efendileriydiler. Barbar karanlıklardaki dış dünyaya uygarlık ışıgını taşıdı klarını iddia etmeleri makul sayılırdı. Bu iddia­ yı giderek daha fazla reddeden ve bununla mücadele eden bir çag şüphesiz felakete yol açar. Rahatsızlıgın çıkış nokta­ sının, derin entelektüel kötümserligin asıl adresinin Ingilte­ re'de olması da aynı ölçüde şaşırtıcı degil; çünkü 1 9. yüzyı­ lın heybetiyle 20. yüzyılın yavanlıgı, 19. yüzyılın üstünlü­ gü ile 20. yüzyılın son derece belirgin ve acıklı sefaleti baş­ ka hiçbir yerde bu denli tezat oluşturmaz. Bu ruh hali Batı Avrupa ve biraz daha az da olsa Kuzey Amerika'ya yayılmış­ tı. Bu ülkeler 19. yüzyılda o büyük yayılınacı dönemin ak­ tif katılımcısıydı. Ama aynı ruh halinin dünyanın başka yer­ lerinde de sürdügünü düşünmek için nedenim yok. Bir ta­ rafta aşılamayacak iletişim duvarlarının yükselmesi, öte yan­ da Soguk Savaş propagandasının aralıksız sürmesi, SSCB'de­ ki durumu mantıklı degerlendirmeyi zorlaşunyor. Yine de bir toplumda mevcut şikayetleri ne olursa olsun halkın bü­ yük çogunlugtı yirmi beş, elli ya da yüz yıl öncesinden daha iyi durumda olduklannın farkındaysa gelecege dair yaygın umutsuzluk bastırılmış demektir. Asya'da japonya ve Çin kendi farklı yöntemleriyle ileriye dönük durumdalar. Orta­ dogu ve Afrika'da kargaşanın hüküm sürdügü yerlerde bi­ le körü körüne de olsa inandıklan bir gelecek için mücadele eden devletler ortaya çıkıyor. Önünde yıkım ve düşüşten başka bir şey görmeyen, geli51 şen her tür inancı ve insan ırkının daha ileri bir beklentisini saçma bulan mevcut inançsızhk ve umutsuzluk dalgasımn bir elitizm biçimi oldugunu -bunun, güvenlikleri ve ayrıca­ lıklan krizlerden fazlasıyla etkilenen elit grupların ve dün­ yanın geri kalanı üzerindeki bir zamanların tartışmalı ege­ menlikleri bozulan elit ülkelerin ürünü oldugunu- düşünü­ yonım. Bu hareketin asıl öncüleri entelektüeller hizmet et­ tikleri egemen sosyal grubun fikirlerinin tedarikçileridirler. ("Bir toplumun fikirleri o toplumdaki egemen sınıfın fikir­ leridir. ") Söz konusu entelektüellerden bazılannın özünde başka sosyal gruplara ait olmalan konu dışıdır, çünkü ente­ lektüele dönüşürken kendiliklerinden entelektüel elite ka­ nşmışlardır. Tanım geregi entelektüeller elit bir grup oluş­ tururlar. Yine de şu anki durumda daha önemlisi, bir toplumda­ ki bütün grupların ne kadar bütünleşmişseler de (ve tarihçi genellikle onlan böyle görmekle aklanır) belli sayıda anor­ mal ya da muhalif çıkarmasıdır. Bunlar özellikle entelektüel­ ler arasından çıkar. Entelektüeller arasında çıkan, toplumun temel varsayımlannın genel kabul görmesine dayalı olagan tartışmalardan değil, bu varsayımtarla mücadele edenlerden bahsediyorum. Batılı demokratik toplumlarda bu gibi mü­ cadeleler bir avuç muhaliften öteye geçmedikleri sürece hoş görülür ve temsilcileri okura ve dinleyiciye ulaşabilir. Ki­ nik biri, sayılan az ve tehlike yaratmayacak kadar etkisiz ol­ duklarından hoş görüldüklerini söyleyebilir. Kırk yılı aşkın bir süre ben "entelektüel" damgasını taşıdım ve son yıllar­ da kendimi giderek entelektüel bir muhalif olarak görmeye başladım. Bunun belli bir açıklaması var. Muhteşem Viktor­ yen çağın inanç ve iyimserliginin doruğunda değil de, gün­ batımında yetişmiş ve hala yazmayı sürdüren pek az ente­ lektüelden biri olmalıyım ve benim için bugün bile dünyayı sürekli ve geri dönülmez bir düşüşle anmak çok zor. Takip 52 eden sayfalarda Batılı, özellikle de bu ülkeye mensup ente­ lektüeller arasındaki hakim egitimlerden uzak durmaya, ne­ den ve nasıl yoldan çıktıklannı düşündügümü göstermeye ve iyimser olmasa da her koşulda mantıklı ve dengeli bir ge­ lecek görüşüne tutunmaya çalışacagım. Çeviren PELIN SIRAL 53 Tarih N edir? ı Tarihçi ve Olgulan Tarih nedir? Bu sorunun anlamsız ya da gereksiz sayılma­ ması için, Cambridge Modern History'nin sırayla birinci ve ikinci basımiarına ilişkin iki parça üstünde durarak söze başlayacagım . Lord Acton, basımını üstlendigi çalışma hak­ kında Cambridge Üniversitesi Yayınevi'nin yöneticilerine, Ekim 1 896 tarihli raporunda şöyle diyordu: Bu, 1 9 . yüzyılın gelecek kuşaklara miras bırakmak uze­ re oldugu bilgileri, en çoga en yararlının verilmesi yolun­ da yazımlamak (kaydetmek) için eşsiz bir fırsatur... Akıllı­ ca bir işbölumuyle bunu yapabilmeli ve herkese en son bu­ lunan belgeleri, uluslararası araştırmanın en olgun sonuç­ lımnı sunabilmeliyiz. Nihai tarihe, biz bu kuşakta ulaşamayız; fakat göreneksel tarihi aşabiliriz, aruk bütün bilgiler ulaşılabilir, her sorun çö­ zülebilir duruma geldigine göre de. göreneksel tarihten nihai tarihe giden yolda vardığımız noktayı gösterebiliriz. 1 Thı: Cambridge Modem History: /ıs Orlgin, Authorship and Prodııction, 1907, s. ıo.- ıı. 57 Ve hemen hemen tam 60 yıl sonra Profesör Sir George Clark Cambıidge Modem History'nin ikinci basımına yazdı­ gı genel girişte, Lord Acton ve arkadaşlarının bir gün nihai tarihin ortaya konulabilecegi yolundaki inançlarını eleştir­ mektedir: Bir sonraki kuşa�ın tarihçileri. böyle bir imkanı ummu­ yorlar. Çalışmalarının tekrar tekrar aşılmasını bekliyorlar. Geçmişin bilgilerinin bir ya da birkaç kişinin zihninden geçerek ve bu zihinler tarafından "işlenerek" kendilerine ulaşugını, bu nedenle hiçbir şeyin dcğişlirmeyecegi birim­ sel, kişilik-izi taşımayan atomlardan oluşmadıgını düşünü­ yorlar. . . Araştırma uçsuz bu caksız gözüküyor; bazı sabırsız bilginler, şüpheciliğe ya da en azından tarihe ilişkin yargı­ lamalar kişileri ve bakış açılannı işin içine kanştırdığından hepsinin birbınnden farksız oldugu ve ortada "nesnel" bir tarihi gerçeğin bulunmadığı ö�retisine sığınıyorlar.2 Üstadların birbirleriyle böylesine açıkça çeliştigi yerde, alan soruşturmaya açıktır. Ben, 1890'1arda yazılaniann saç­ malıgını teslim edecek kadar açık fikirli olduğumu umanm. Fakat 1 950'lerde yazılmış her şeyin de mutlaka dogru oldu­ gu görüşüne baglanacak kadar ileri fikirli degilim, henüz. Gerçekten, bu incelemenin tarihin dogasından da daha geniş kapsamlı bir alana sapabilecegi, belki şimdiden aklınıza gel­ miştir. Acton ile Sir George Clark'ın arasındaki çatışma bu yazılann arasındaki zaman boyunca topluma bakış açımız­ daki degişmenin bir yansımasıdır. Acton Victoria çagının sonlanndaki temiz yüzlü kendine güvenin, pozitif inancın görüşünü, Sir George Clark beat kuşagının şaşkın, aklı ba­ şından gitmiş şüphecili�ni yansıtır. "Tarih nedir?" sorusu­ nu cevaplamayı denedigimizde, cevabımız bilerek ya da bil­ meyerek, zaman içindeki kendi tutumumuzu yansıtır ve da2 58 The New Cambridge Modern History, cilı 1, 1957, s. 24-25. ha geniş bir soruya, içinde yaşadığımız toplum hakkında ne düşündüğümüz sorusuna vereceğimiz karşılığın bir parça­ sını oluşturur. Ele aldığım konunun, daha yakından bir in­ celemede önemsiz bulunmasından çekinmiyorum. Yalnız­ ca, böylesine engin ve böylesine önemü bir soruya el attığım için fazlaca küstah gözükmekten korkuyorum. 1 9 . yüzyıl olgular için en parlak çağdı. Hard Times'da* Mr. Grandgrind " lstedigim," diyordu, "olgulardır. . . Hayatta yal­ nızca olgular aranır." 19. yüzyıl tarihçileri genellikle onunla aynı düşüncedeydi. Ranke, l 830'larda tarihten ahlak dersle­ ri çıkartan anlayışa karşı haklı itirazında, tarihçinin ödevinin yalnızca "Nasılsa öylece göstermek" (Wie es eigentliclı gewe­ sen) olduğunu söylediğinde, bu çok derin anlamlı olmayan özdeyiş, şaşırtıcı bir başarı sağlamıştı. * * Alman, ingiliz ve hatta Fransız tarihçilerinin üç kuşağı, bir büyü gibi "Wie es eigentlich gewesen" afsunlu sözlerini tekrarlayarak savaşa gir­ diler. (Bu büyü de çoğu büyüler gibi, insanlan bezdinci bir iş olan kendi başianna düşünme yükümlülügünden kurtarmak için yapılmıştır.) Tarihin bir bilim olduğu tezlerini doğrula­ mayı pek isteyen pozitivistler de, olgular kültüne kendi et­ kilerinin ağırlığını kattılar. Pozitivistler, önce olguları ortaya koyun, onlardan sonuç çıkarın, derler. Bu tarih görüşü Ingil­ tere'de Locke'dan Benrand Russell'a değin Ingiliz felsefesinin başat özelliği olan ampirik gelenek ile çok iyi uyuşmaktadır. Ampirik bilgi teorisi özne ile nesne arasında tam bir aynlrna öngörür. Olgular duyu izlenimleri gibi, dışandan gözlemci­ ye kendilerini zorlarlar ve gözlemcinin bilincinden bağımsız­ dırlar. Alış süreci edilgendir: Gözlemci verileri aldıktan son­ ra, bunların üzerinde işler. Ampirik okulun yararlı, fakat ta(*) Charles Dickens"in raydacılıgı ve poziıivizmi eleştirdigi romanı. Grandgrind. buradaki aşın faydacı öıretmcn. (**) Ranke. tarihi olgulara dayalı bir pozilivizm haline geliren ve 20. yüzyılda olu­ şan taıihyazıcılıgına öncülük eden Alman tarihçi. 59 raf tutan bir çalışması, Oxford Shorter English Dictionary, ol­ gu'yu "vanlan sonuçlardan farklı olarak bir deneyim verisi" olarak tanımlamakla iki sürecin aynlı�nı keskin bir biçim­ de göstermektedir. Sa�duyucu tarih görüşü denebilecek olan görüş işte budur. Tarih dogrulanmış bir olgular kümesidir. Tıpkı bir balıkçının tablasındaki balıklar gibi, belgeler, yazıt­ lar vb. içinde olgular hazır dururlar. Tarihçi onlan alır, evine götürür, pişirir, canı nasıl istiyorsa o şekilde sofraya koyar. Damak zevki pek sade olan Lord Acton, onlann sofraya ya­ lın olarak konulmasını isterdi. Birinci Cambridge Modem His­ tory'nin yazarianna gönderdigi yönerge yazısında şu istegi­ ni bildirmişti: "Bizim Waterloomuz Fransız ya da Ingiliz, Al­ man ya da Hollandalılar için aynı derecede doyurucu olma­ lı, hiç kimse yazarlar listesine bakmadan, Oxford piskoposu­ nun yazısının nerede bittigini ve yazıya Fairbaim'in mi yoksa Gasquet'nin mi, Liebermann'ın mı yoksa Hamson'un mu de­ vam ettiğini anlayamamalı."3 Lord Acton'un tutumunu eleş­ üren Sir George Clark bile -ama belki meyvenin etli kısmı­ nın çekirdekten daha yararlı oldu�nu unutarak- tarihte "ol­ gulann oluşturdugu katı çekirdek" ile "onu saran geçerliği tartışmalı yorumlann oluşturdugu etli kısmı" birbirine karşıt görüyordu. Önce olgulannı ortaya koy, sonra kendi hesabına tehlikeyi göze alarak, yorumlann kaygan kumianna dal. lşte deneyci, sağduyucu tarih okulunun en temel bilgelik kuralı. Bu, büyük liberal gazeteci C.P. Scou'ın "Olgular kutsal, kanı­ lar özgürdür" diyen ünlü sözünü akla getiriyor.4 Imdi, besbelli ki böyle şey olmaz. Geçmiş hakkındaki bil­ gilerimizin doğası üstüne felsefi bir tartışmaya girişmeyece­ ğim. Şimdiki amacımız için, tutalım, Caesar'ın Rubicon'u geçmesi olgusu ile şu odanın ortasında bir masa bulunma­ sı olgusu aynı ya da oranlanabilir düzeyde olgulardır. Her 3 Acıon, Lccıur.:s on Modern Hisıor_v. 1906, s. 3 18. 4 19 Haziran 1952 tarihli The Lisıener'de akıanlmışıır, s. 992. 60 iki olgu da bilincimize aynı ya da oranlanabilir biçimde gi­ rerler ve her iki olgu da onlan bilen kişi açısından aynı nes­ nel karakterdedir. Fakat bu cürelli ve pek o kadar inandın­ cı görünmeyen varsayımla bile, tezimiz hemen, geçmişe iliş­ kin bütün olguların tarihi olgular olmaması ya da tarihçi ta­ rafından böyle kabul edilmemesi gibi bir zorlukla karşıla­ şır. Tarihin olgularını geçmişe ilişkin öteki olgulardan ayırt eden ölçüt nedir? Tarihi olgu nedir? Daha yakından bakmamız gereken çe­ tin bir soru bu. Sagduyucu görüşe göre, adeta tarihin omur­ gasını oluşturan ve bütün tarihçiler için değişmez olan, be­ lirli birtakım temel olgular vardır. Örneğin, Hastings Sava­ şı'nın l066'da yapılmış olması olgusu. Fakat, bu görüşe kar­ şılık şu iki noktayı da göz önünde bulundurmamız gerekir. Bir kere, tarihçinin asıl ilgilendigi buna benzer olgular de­ ğildir. Şüphesiz, bu büyük savaşın 1 065 ya da l 067'de de­ ğil, 1 066'da. Eastboum ya da Brighton'da değil, Hastings'de yapılmış olduğunu bilmek önemlidir. Tarihçi bunlan doğru bilmeli. Fakat bu tür noktalar ileri sürülünce, Housman'in "Kesin doğruluk bir ödevdir, erdem değil" sözünü hatırlı­ yorum.5 Bir tarihçiyi kesinliğinden dolayı övmek, bir mima­ n yapısında iyi fınnlanmı.ş kereste, gereğince karışunlmış harç kullandığından ötürü övmeye benzer. Bu, onun işinin zorunlu bir koşuludur, fakat onun temel işlevi değildir. Ta­ rihçiye tarihin "yardımcı bilimleri" denilen -kazıbilim, ya­ zıtbilim, eski para bilimi, olaydizi m bilimi vb. gibi- disiplin­ lerden yararlanmasına izin verilmesi, işte bu tür sorunlardan ötürüdür. Bir çömlek ya da menner parçasının kökenini ve dönemini belirlemesini, ne dediği bilinmeyen bir yazıtı çöz­ mesini, kesin tarihi ortaya koymak için gerekli derin hesap­ lan yapmasını mümkün kılan bir uzmanın özel hünerlerine sahip olması bir tarihçiden beklcnmez. Bütün tarihçiler için - - -- -- ·--- 5 M. Mnııilli, Asıronomicon: Libcr Prinıus, 2. basım, 1937, s. 87. 61 aynı olan ve temel olgular denilen bu gibi bilgiler, genellikle tarihin kendisinden çok, tarihçinin kullandığı hammadde­ ler bölümüne girer. tkinci olarak, bu temel olguları kanıtla­ ma gerekliligi, olguların kendilerindeki herhangi bir nitelik­ ten değil, fakat, tarihçinin verdiği bir a priati karardan çık­ maktadır. C.P. Scott'un özdeyişine karşın, bugün her gaze­ teci bilir ki, kamuoyunu etkilemenin en etkin yolu, uygun olguların seçilmesi ve düzenlenmesidir. Olguların doğru­ dan doğruya kendilerinin konuştukları söylenirdi. Bu, elbet­ te, doğru değildir. Olgular yalnızca tarihçi onlara başvurun­ ca konuşurlar; hangi olgulara, hangi sıra ya da bağlam için­ de söz hakkı verileceğini kararlaştıran tarihçidir. Sanırım, Pirandello'nun yarattığı kişilerden biri: Olgu çuvala ben­ zer - içine bir şey koyroadıkça dik durmaz, diyordu. Sava­ şın 1066'da Hastings'de yapıldığını bilmekle ilgilenmemizin tek nedeni, tarihçilerio bunu önemli bir tarihi olgu sayma­ larıdır. Caesar'ın o küçük çayı, Rubicon'u geçişinin bir tarih olgusu olduğuna, kendisince birtakım nedenlere dayanarak, karar veren tarihçidir; oysa, ondan önce ya da sonra milyon­ larca başka insanın Rubicon'u geçişi hiç kimseyi ilgilendir­ mez. Bu binaya yarım saat önce yürüyerek, yahut hisikietle ya da arabayla gelmiş olmanız da Caesar'ın Rubicon'u geçişi kadar geçmişe ilişkin bir olgudur. Fakat büyük bir ihtimal­ le tarihçiler bunu görmezlikten geleceklerdir. Bir keresin­ de Profesör Talcott Parsons, bilimi "gerçeğe seçmeli bir bi­ limsel yönelmeler sistemi" diye tammlamışu.6 Bu belki daha basit söylenebilirdi. Fakat, tarih başka şeylerin yanı sıra iş­ te budur. Tarihçi zorunlu olarak seçmecidir. Tarihi olgula­ rın oluşturduğu, tarihçinin yorumundan bağımsız ve nesnel bir sert çekirdeğin var olduğuna inanmak ahmakça, fakat si­ linmesi çok güç bir yanılgıdır. Geçmişe ilişkin sıradan bir olgunun tarihi bir olguya dö6 62 T Parsons ve E. Shils. Towards a Grnercıl Tlıtory ofActlons. l. lxısım. 1954, s. 167. nüşme sürecine bir göz atalım. Stalybridge Wakes'de 1850 yılında, bir zencefilli çörek satıcısı küçük bir taruşma sonu­ cu kızgın bir kalabalık tarafından dövülerek öldürülmüştür. Şimdi bu, bir tarih olgusu mudur? Bir yıl önce duraksama­ dan "hayır" derdim. Bir görgü tanığı bu olayı az bilinen anı­ tarına yazmıştı;7 fakat herhangi bir tarihçi tarafından bunun sözü edil meye değer sayıldığını ben hiç görrnemiştim . Bir yıl önce Dr. Kitson Clark Oxford'daki Ford derslerinde bu olayı zikretti. 8 Bu, onu tarihi o lgu yapar mı? Sanırım, henüz değil. Bana kalırsa, bu olay şu anda seçkin tarihi olgular kulübü üyeliğine adaydır. Şimdi daha başka destekleyiciler bekliyor. Belki de önümüzdeki birkaç yıl içinde bu olgunun 19. yüz­ yıl Ingilteresi hakkındaki makale ya da kirapiann önce dip­ notlarında, sonra yazıların içinde boy gösterdiğini göreceğiz ve 20-30 yıl içinde iyice yerleşmiş bir tarihi olgu olacak. Ya da belki hiç kimse onu ele almayacak, bu durumda Dr. Kit­ son Clark'ın yiğitçe kurtarmaya kalkışmış olduğu geçmişe ilişkin tarihi-olmayan olguların unutulmuş boşluğuna yeni­ den düşecektir. Bu ikisinden hangisinin olacağını ne belirle­ yecektir? öyle sanıyorum ki, sonuç Dr. Kitson Clark'ın ka­ nıtlamak için bu olayı ileri sürdüğü tez ya da yorumun öbür tarihçilerce de geçerli ve anlamlı olarak kabul edilip edilme­ mesine bağlı olacaktır. Olayın bir tarihi olgu sıfatıyla duru­ mu , bir yorum sorusuna yol açacaktır. Bu yorum ögesi her tarihi olgunun içinde vardır. Kişisel bir anımı aktarmama izin verir misiniz? Yıllar önce bu üniversitede ben eski tarih okurken "Pers savaşları çağın­ da Yunanistan"ı özel çalışma konusu olarak almıştı m. Rafla­ rıma 1 5-20 cilt dizdim; bunlarda konumla ilişkili bütün ta­ rihi olguların yazılı bulunduğuna kesinlikle inanıyordum. Tutalım ki, bu ciltlerde konumla ilgili olarak o zaman bili7 B lord George Sangcr. St-vrnıy Years a Showmarı, 1926, s. 188-89. Dr. Kitson Clark, The Malıing of Vicıorian England, 1962. 63 nen ya da bilinebilecek bütün olgular vardı - gerçekten de aşa� yukan böyleydi . Bir zamanlar herhalde bazı kimseler­ ce bilinen sonsuz sayıdaki olgı.ılann içinden seçilmiş bu mi­ nik olgular demetinin, hangi rastlantı ya da aşınma süreciy­ le tarihin olgulan olarak yaşayabildiğini düşünmek hiç aklı­ ma gelmemiştir. Bana öyle geliyor ki. bugün bile Eski ve Or­ taçağ tarihinin çekiciliklerinden biri, bize üstesinden geline­ bilecek sınırlar içinde emrimize hazır bütün olgulara sahip­ mişiz izlenimi vermesidir - tarihin olgulan ile geçmişin öte­ ki olgulan arasındaki tartışmalı aynlık ortadan kayboluyor. çünkü bilinen az sayıdaki olgulann hepsi tarihi olgulardır. Cambridge Modem History'nin her iki yazımında da çalışmış olan Bury'nin dediği gibi, "Eski ve Ortaçağ'ın kayıtlan boş­ luklarla delik deşiktir".9 Tarihe, pek çok parçası kayıp bir iç içe geçmeli bulmaca denmiştir. Fakat ana zorluk bu boşluk­ lar değildir. Iö 5. yüzyıldaki Yunanistan tablosu basitçe bir cevapla, pek çok parçası rastlanuyla kaybeditmiş oldugun­ dan değil, fakat genellikle, tablo Atina kentindeki küçük bir insan kümesi tarafından oluşturulduğu için eksiktir. S. yüz­ yıl Yunanislam'nın bir Atinalı yurttaşa nasıl gözüktüğü hak­ kında epeyce şey biliyoruz, fakat bir lranlı'ya ya da bir kö­ leye yahut Atina'da yerleşmiş bir Korintoslu'ya nasıl görün­ düğü üstüne pek az şey biliyoruz. Tablomuz rastlantıyla ol­ maktan çok, bilerek ya da bilmeyerek belirli bir dünya gö­ rüşüne sahip ve bu görüşünü destekleyen olguların saklanıl­ maya değer olduğu düşüncesindeki kişilerce bizim için ön­ ceden seçilmiş ve belirlenmiştir. Aynı şekilde Ortaçağ üs­ tüne yazılmış bir çağdaş tarihte, o devir insanlannın yoğun bir biçimde dinin etkisinde olduğunu okuyunca, bunu na­ sıl bildiğimizi ve doğru olup olmadığını merak ediyorum. Ortaçağ tarihinin olguları olarak bildiklerimizin hepsi, bi­ zim için, dini düşüncenin teorisi ve uygulaması ile uğraşan9 64 J.B. Bury, Selcctr.d Essays, 1930, s. 52. lar (din adamları) ve bundan dolayı dini çok önemli bulan ­ başka şeyleri değil de- yalnızca onunla ilişkili her şeyi yazan Kronik Yazarı kuşaklannca seçilmiştir. Rus köylüsünün ko­ yu dindar oldu� yolundaki imge 1 9 1 7 Devrimi ile yıkıldı. Ortaçağ insanının çok sofu olduğu yolundaki imge ise, doğ­ ru da olsa yanlış da olsa çürütüleınez, çünkü Ortaçağ ile il­ gili olarak bilinen olguların neredeyse hepsi, buna inanan, başka kişilerin de inanmasını isteyenlerce bizim için önce­ den seçilmiştir ve belki de içlerinde tersine kanıtlar bulabile­ ceğimiz olgular kütlesi geri getirilemeyecek bir biçimde kay­ bolmuştur. Ortadan kaybolan tarihçiler, yazıcılar ve Kronik Yazarlan kuşağının ölü eli, temyiz ihtimalini ortadan kaldı­ racak şekilde geçmişin kalıbını belirlemiştir. Kendisi de Or­ taçağ tarihinde uzman olan Profesör Barraclough şöyle yazı­ yor: "Bizim okuduğumuz tarih, doğrusunu söylemek gere­ kirse, hiç de olgusal değildir, bir dizi kabul edilmiş yargılar­ dan ibarettir.'' 10 Fakat şimdi de çağdaş tarihin değişik, ama eşit ölçüde­ ki kötü durumuna dönelim. Eskiçağ ve O rtaçağ tarihçi­ si kendisine başedilebilir bir tarihi olgular topluluğunu su­ nan uzun yılların eleme sürecine şükredebilir. Kendine öz­ gü alayh deyişiyle, Lyuon Strachey'in söylediği gibi, "Tarih­ çinin ilk i htiyacı bilgisizli ktir, basitleştiren ve açıklığa ka­ vuşturan, seçen ve atiayan bilgisizlik. " 1 1 Eskiçağ ve Ortaçağ tarihi yazmayı üstlenmiş meslekdaşlarımın yüksek yeterlik­ lerini kıskanmaya kalkınca (ki, bazen gerçekten bu çeşit bir duygunun etkisinde kalırım) , böylesine yeterli olmalarının nedeninin başlıca kendi konularında böylesine bilgisiz ol­ malanndan ileri geldiği düşüncesi ile avunuyorum. Çağdaş tarihçi bilgisizliğin üstünlüklerinden yararlanmaz. O bu zo­ nınlu bilgisizliği edinmek için kendisini eğitmek zorundalO G. Baı:raclough, History in a Clııınging World. 1 955, I1 Lyıton Sırachey, Emincnı Vicıorians, Onsôz. s. 1 4. 65 dır - kendi yaşadıgı çaga yaklaşukça bu zorunluluk çogalır. Çagdaş tarihçinin iki görevi birden vardır: Az sayıdaki an­ lamlı olgulan bularak onları tarihin olgularına dönüştürmek ve pek çok olguları tarihi degildir diye bir kenara bırakmak. Fakat bu anlayış, tarihin en çok sayıda yadsı nmaz ve nesnel olgular toplulugundan oluştugu yolundaki 19. yüzyılın sap­ kınca düşüncesinin tam karşıtıdır. Bu sapkınlıga kendisini kapuran bir kimse ya kötü bir iş diye tarihi bırakacak ve pul toplamaya ya da başka tür bir antikacıhga başlayacak, yahut tımarbaneyi boylayacaknr. Çagdaş tarihçi üzerinde böylesi­ ne yıkıcı etki yapan, işte bu sapkınhktır; Almanya'da, Ingil­ tere'de ve Amerika'da oluşturulan, ince ince uzmanlaşmış, gitgide daha az şey hakkında daha çok şey bilen sözde-tarih­ çilerin monografilerinin geniş ve gitgide çogalan kupkuru olgusal tarihler toplulugu, olgular okyanusunda hiçbir iz bı­ rakmaksızın hattı. Bana öyle geliyor ki, Lord Acton'un tarih­ çi olarak tutarsızlıgının nedeni, -hep denildigi gibi, Liberal ve Katolik sadakat baglan arasındaki çatışma degil- bu sap­ kınlıktı. Eski bir denemesinde, ögretmeni Döllinger hakkın­ da şöyle diyordu: "0, yetkinlige erişmemiş malzemeyle yaz­ mazdı ve ona göre malzemeler her zaman yetkinliğe ulaş­ mış olmaktan uzaktı . " 1 2 Lord Acton burada, şüphesiz, ken­ disi, yani çogu kimseye göre, bu üniversite'de Çagdaş Tari h Kürsüsü'ne gelmiş geçmiş en yetkin kişi olan, fakat hiç ta­ rih yazmamış bir garip tarihçi fenomeni üstüne alın yazısını önceden açıklıyordu. Lord Acton, ölümünden hemen son­ ra basılan Cambridge Modern History'nin birinci kısmında­ ki giriş notunda, tarihçiye baskı yapan gerekierin "onu bi­ lim adamı o lmaktan ansiklopedi yazıcısına döndürmek­ le tehdit ettigi''nden yakımrken, aslında kendi mezartaşını 1 2 G.P. Gooch, Hisıory ıınd Hisıorians in ılıe Ninecı:rıııh Cenıury, s. 385'te alıntı; daha sonralan Lord Acıon, Döllinger hakkında şöyle demişıl: "Onda, tarih fel· sefesini gelmiş geçmiş en büyılk ıtımevanmın üstünde kurma yeıenegı vardır." (Hisıory of Frudonı ıınd Oıhcr Essays, 1 907, s. 435.) 66 yazmaktaydı. 13 Bir şeyler yolunda gitmemişti. Yolunda git­ meyen, somut olguların yorulmak bilmez ve sonsuz yıgılışı­ na tarihin temeli diye inanmaktı; olguların kendiliklerinden konuştuklan ve gereğinden fazla olgu yığına diye bir şey ol­ madıgı inanışıydı; bu öylesine kuşkulanılmayan bir inanış­ u ki, pek az tarihçi kendisine "Tarih nedir?" sorusunu sor­ ınayı gerekli buldu - bazıları , bugün de hala gereksiz say­ maktadırlar. 19. yüzyılın olgular fetişizmi, bir belgeler fetişizmiyle ta­ mamlanmış ve haklı kılınmıştır. Belgeler olgular tapınagın­ daki "kutsal sandık''taydı. Saygılı tarihçi onlara başı önün­ de yanaşıyor ve onlardan huşu dolu bir sesle söz ediyordu. Bir olguyu belgelerde bulursanız o öyledir. lşin aslına bakar­ sanız, bu belgeler -resmi buyrultular, antlaşmalar, kira ka­ yıtları, hükümet raporları, resmi yazışmalar, özel mektuplar ve anılar- bize ne söylerler? Hiçbir belge bize o belgeyi ya­ zanın kendisinin ne düşündüğünden - neyin olmuş olduğu­ nu düşündüğünden, neyin olmuş olması gerektiği ya da ola­ bileceğini düşündüğünden, yahut belki yalnızca başkaları­ nın onun neyi düşündüğünü sanmalarını istediğinden ya da hatta kendisinin ne düşündüğünü sandığından fazla bir şey söylemez. Bunların hiçbiri tarihçi onlar üzerinde çalışmaya ve onları çözmeye girişmedikçe bir anlam taşımaz. Belgeler içinde bulunsun ya da bulunmasınlar, olgular, tarihçi onlar­ dan herhangi bir biçimde yararlanmadan önce tarihçi tara­ fından yine de işlenrnek zorundadır: Tarihçinin onlarla yap­ tığı şey -eğer böyle diyebilirsem- bir işleme sürecidir. Neyi anlatmaya çalıştığımı, rastlantı sonucu iyi bildiğim bir örnekle göstereyim. Weimar Cumhuriyeti'nin Dışişleri Bakanı Gustav Stresemann l929'da öldüğünde, ardında he­ men hemen hepsi dışişleri bakanı olarak çalıştığı altı yılla ilişkili olan -300 kutu dolusu- resmi, yarı resmi ve özel, bü13 Cambridge Modcnı History. cilt 1. 1902. s. 4. 67 yük bir kagıt yıgını bıraktı. Elbette arkadaşları ve akrabalan böylesine büyük bir insanın anısına bir anıt dikilmesi gerek­ ligini düşündüler. Sadık sekreteri Bemhard çalışmaya koyul­ du ve üç yıl içinde 300 sandık içinden seçilmiş belgelerden oluşan, Stresemamıs Venniichtnis (Kalıtı!Mirası) gibi göz alıcı bir başlıkla her biri aşağı yukarı 600 sayfalık üç iri cilt orta­ ya çıktı. Nonnal olarak belgelerin kendileri bir bodnımda ya da çatı arasında çürüyüp gidecek ve ortadan kaybolacak, bel­ ki de l 00 yıl falan sonra bir meraklı bilgin onla n bulacak ve Bemhard'ın metniyle karşılaşıırmaya başlayacaktı. Oysa ger­ çekte başlarına gelen daha dramatik oldu. Belgeler l 945'de işgal ordularının eline geçti, onlar da hepsinin fotoğraflan­ nı aldılar; kopyalan Londra'da Kamusal Belgeler O fisi'nde ve Washington'da Ulusal Arşiv'de bilim adamlannın yarar­ lanmasına sunuldu; böylelikle, yeterince sabnmız ve mera­ kımız varsa, Bemhard'ın ne yaptığını tamı tarnma saptayabi­ liriz. Bemhard'ın yaptıgı ne çok olağanüstü ne de çok şaşır­ tıcı bir şeydi. Stresemann öldügü sırada onun Batı politika­ sı parlak bir başanlar dizisi ile taçlanmış göninüyordu - Lo­ camo , Almanya'nın Milletler Cemiyeti'ne kabulü, Dawes ve Young planlan ve Amerikan kredileri, Ren boyundan işgal ordulannın geri çekilmesi. Bu, Stresemann'ın dış politikası­ nın önemli ve ödüllendinci bölümü gibi görünüyordu ve bu­ nun Bemhard'm belgelerden yaptığı seçmede fazlasıyla gös­ terilmesi dogaldı. Öte yandan Stresemann'ın Dogu politika­ sı, Sovyetler Birliği ile ilişkileri, belirli bir yere götürülmüyor gibi gözükmekteydi; yalnızca önemsiz sonuçlar veren görüş­ ıneler hakkındaki belge yığınları pek ilginç olmadığı ve Stre­ semann'm ününe hiçbir şey eklemedigi için, buradaki seçim işlemi daha sık bir elekle yapılabilirdi. Gerçekte Stresemann daha sürekli ve daha titiz dikkatini Sovyetler Birliği ile olan ilişkilere yöneltmişti. Bir bütün olarak onun dış politikası içinde, bunlar Bemhard'ın seçmesini okuyanın düşünecegin68 den çok daha geniş bir yer tutuyordu. Yine de, sanırım, Ser­ nhard'ın ciltleri sıradan tarihçilerin dolaylı olarak dayandı­ gı basılı belgeler koleksiyonlarının birçogundan daha iyidir. Öykümün sonu bu degil, Bernhard'ın cil derinin bası­ mından az sonra Hitler iktidara geldi, Almanya'da Strese­ mann'ın adı unutturuldu, cilller piyasadan kalktı; kopyala­ nn birçogu, belki de büyük çogunlugu yok edilmiş olmalı. Bugün Stresemanns Vennachtnis oldukça ender bir kitaptır. Fakat Batı'da Stresemann'ın ünü sürüyordu. 1935'te bir In­ giliz basımcısı Bernhard'ın çalışmasının kısaltılmış bir çevi­ risini çıkardı. Bu, Bemhard'ın seçmesinden yapılmış bir seç­ meydi; aslının üçte biri kadarı atlanmıştı. Tanınmış Alman­ ca çevirmeni Suuon'un bu çevirisi ustalıklı ve iyidir. Önsö­ zünde açı klandıgına göre, Ingilizce çeviri "hafifçe kısaltıl­ mıştır, fakat yalnız Ingiliz araştineısı ve okurların ilgisini pek çekmeyecek, geçici degerde oldugu duygusu veren ba­ zı şeyler atlanmıştır." 14 Yine de bu, gayet dogaldır. Fakat so­ nuç şu olmuştur ki, Bernhard'da zaten az belirtilen Strese­ mann'ın Dogu politikası I ngilizce metinde büsbütün göz­ den uzaklaşmakta ve Sovyetler Birliği Sutton'un ciltlerinde Stresemann'ın Batıcılıgı agır basan dış politikası içinde yal­ nızca zaman zaman kendini gösteren ve hayli de keyif kaçı­ rıcı bir öge olarak belirmektedir. Ama şurası güvenle söy­ lenebilir ki, birkaç uzman dışında herkes için Stresemann'ı -belgelerin kendileri şöyle dursun- Bernhard degil, Sutton temsil etmektedir. Belgeler 1 945'te bombardımanda yok ol­ saydı, geriye kalan Bernhard'ın cilıleri ortadan kaybolsaydı, Sutton'un gerçeklik ve otoritesinden hiçbir zaman kuşkula­ nılmayacaktı. Tarihçiler tarafından, asıllannın yoklugunda minnetle kabul edilen pek çok basılı belge derlemeleri bun­ dan daha saglam bir temele dayanmamaktadır. 1 4 Gusıav Sıresemaıın, His Diarics, Lttr ers and Papcrs, ci lı 1. ı 935, yayımcının noıu. 69 Fakat ben bu öyküyü bir adım daha ileri götürmek istiyo­ rum. Bemhard ve Sutton'u unutalım ve isterseniz, Yakınçag Avrupa Tarihi'nin bazı önemli olayianna katılmış ileri ge­ len bir devlet adamının gerçek belgelerine başvurabileceği­ miz için şükredelim. Bu kagıtlar bize ne anlatır? Başka şeyle­ rin yam sıra bunlarda Stresemann'ın Berlin'deki Sovyet Bü­ yükelçisiyle yaptıgı yüzlerce görüşmenin ve 20 kadar da Çi­ çerin'le yapılmış görüşmesinin kayıtları vardır. Bunlar, ko­ nuşmalarda Stresemann'm aslan payım aldığını ve onun ile­ ri sürdügü tezlerin iyi söylenmiş ve tutarlı şeyler olduğunu göstermektedir. Oysa, karşısındakinin sözlerinin ise, çoğun­ lukla kanşık, derme çatma, inandıncı olmayan tezler oldu­ gu izlenimini vermektedir. Bu, diplomatik görüşmelerin bü­ tün tutanaklannın pek bilinen bir özelligidir. Bu belgeler bi­ ze, ne olduğunu degil, yalnızca Stresemann'm ne oldugunu düşündügünü ya da başkalannın ne düşünmesini istediğini, belki de kendisinin olup biten hakkında ne düşünmek iste­ rligini göstermektedir. Seçme sürecini başlatan Sutton ya da Bemhard degil, Stresemann'm kendisidir. Diyelim, aynı gö­ rüşmelerin Çiçerin tarafından alınmış tutanakları elimizde olsaydı, yine onlardan da yalnızca Çiçerin'in ne düşündüğü­ nü ögrenecektik ve gerçekten ne oldugu tarihçinin bilincin­ de yeniden kurulmak gerekecekti. Elbette, olgular ve belge­ ler tarihçi için zorunludur. Fakat onları bir fetiş haline ge­ timıeyin. Olgular ve belgeler kendi başianna tarihi oluştur­ mazlar; içlerinde, şu sıkıcı "Tarih nedir?" sorusuna hazır bir cevap taşımazlar. Bu noktada, 1 9. yüzyıl tarihçilerinin neden genellikle ta­ rih felsefesine karşı kayıtsız kaldıkları sorusu üstüne bir­ kaç söz söylemek isterdim. Bu terim Voltaire tarafından icat edilmiştir, o zamandan beri de değişik anlamlarda kullanıl­ mıştır; ben onu, eğer kullanacak olursam, "Tarih nedir?" so­ rusunun cevabı anlamında alacağım. Batı Avrupa düşünür70 leri için, 19. yüzyıl kendine güven ve iyimserlik taşan rahat bir dönemdi. Olgular genel olarak doyurucu sayılıyordu; onlar üstüne biçimsiz sorular sormak ve bunlan cevaplamak egilimi ise bir o kadar kötü bir şeydi. Ranke, eger kendisi ol­ gulara bakarsa, tarihin anlamını Takdir-i llahi'nin çözecegi­ ne sofuca inanmaktaydı. Burckhardt'a gelince, o daha çağ­ daş bir kinikçe tutumla "Sonsuz bilgeligin amaçlarının gizi bize açıklanmamıştır" (tannmn işine akıl sır ermez) diyor­ du. 193 1 gibi geç bir tarihte Profesör Butterfield, besbelli bir hoşmıtlukla, "Tarihçiler şeylerin dogası ve hatta kendi ko­ nulanmn niteliği üstünde pek az düşünmüşlerdir." diye yaz­ maktaydı . 1 5 Fakat benim bu konferanslardaki öncülüm, Dr. A.L. Rowse, daha haklı bir eleştirici tutumla, Sir Winston Churchill'in Birinci Dünya Savaşı hakkındaki kitabı World Cnsis'in, Troçki'nin Hist01y of the Rımian Revo l uti oıı ıyla ki­ ' şilik, canlılık, hareketlilik bakımından başa baş gelmekle birlikte, bir bakıma ondan daha aşağı kaldığını, çünkü "ge­ risinde bir tarih felsefesi olınadıgı"m söylemiştir. 1 6 Eskiden Ingiliz tarihçileri tarihin bir anlamı olmadığına inandıkla­ nndan değil, bu anlamın onun içinde saklı ve kendiligin­ den belli oldugunu sandıklan için, bir tarih felsefesine sa­ hip olmak gerekligini kabul edemiyorlardı. Liberal 19. yüz­ yıl tarih görüşünün, dünyaya serinkanlı ve kendine güven­ li bir bakışın ürünü olan laissez-faire ekonomik ögretisiyle yakın bir benzerligi vardı. Herkes kendi işine baksın, gizli el evrensel uyumu nasılsa sağlar. Tarihin olgulannın kendile­ ri, daha yüksek amaçlara dogru, iyicil ve görünüşte sınırsız bir ilerleyiş gibi üstün bir olgunun belirtileriydi. Bu masum­ luk çagıydı ve tarihçiler Cennet Bahçesi'nde tarihin tannsı­ nın önünde çmlçıplak ve çıplaklıklanndan utanmadan dola­ şıyorlardı. O zamandan sonra, biz Günahı tamdık ve Düşüşü ı S H. Butterfield. The Whig lnrerpreıc.ııioıı of History. 16 A.L. Rowse. Th e End of aıı Epoch. 1947, s. 282-83. I 93 ı , s. 67. 71 yaşadık; bugün tarih-felsefesiz olmaya çalışan tarihçiler ise, sadece, boşu boşuna ve bile bile, bir çıplaklar kampının üye­ leri gibi, kendi evlerinin bahçesinde Cennet Bahçesi'ni yeni­ den canlandırmaya u�raşmaktadırlar. Bugün artık bizim te­ dirgin edici sorumuzdan kaçınılamaz. Geçen 50 yıl boyunca "Tarih nedir?" sorusu üstüne bir­ çok ciddi çalışmalar yapılmıştır. Tarihte olguların başı çeki­ şi ve özerkli�i teorisine karşı ilk mücadele ça�nsı, l880'ler­ de ve l 890'larda, 10. yüzyıl liberalizminin rahat saltanatı­ nı yıkmak için çok şey yapacak olan ülkeden, Almanya'dan gelmiştir. Bugün o mücadele çagrısını yapan filozofların ad­ larından öte pek bir şey kalmamıştır. Bunlardan yalnız Dilt­ hey, son zamanlarda Ingiltere'de biraz gecikmiş bir üne eriş­ miştir. Yüzyılın degişiminden önce, bu ülkede olgular kül­ tüne saldıran sapiunlara herhangi bir ilgi gösterilmesine im­ kan vermeyecek kadar zenginlik ve güvenlik vardı. Fakat ye­ ni yüzyılın başlarında meşale, Alman ustalara besbelli çok borçlu olan Croce'nin bir tarih felsefesi kurmaya giriştigi İtalya'ya geçti. Tarihin aslında, geçmişi yaşanan anın gözle­ rinden ve o anın sorunlannın ışı�ında görmekten oluştuğu ve tarihçinin başlıca işinin kaydetmek de�il. de�erlendirmek oldu�u anlamında, Croce bütün tarihin "çagdaş tarih" oldu­ gunu ilan etmiştir.17 Çünkü, tarihçi değerlendirme yapma­ yacak olursa, neyin kaydedilmeye de�er oldugunu nasıl bile­ cektir? 1 9 1 0'da Amerikalı tarihçi Cari Becker bilerek kışkır­ tıcı bir dille "tarih olguları, herhangi bir tarihçi için, kendisi onları yaratıncaya kadar var olmazlar" demişti.18 Bu meydan 17 Bu anlamlı özdeyiş şu baglarnda geçer: "Her tarihi yargının altındaki pratik ge­ rekler büııln tarihe ·çagdaş tarih' karakterini verir, çünkü böylelikle anlatılan olaylar zaman içinde her ne kadar uzak gozükseler de, tarih gerçekte o olayia­ nn haurlandıgı şimdiki anın gerekleriyle ve konumlanyla ilgilidir." (B. Crocc, Oı:gıırlııgıırı Oyhıisıl Olarak Tarilı, Ingilizce çevirisi: Hisıory btrty , 1941, s. 19.) 18 Aılanıic Monılıly , Ekim 1 9 1 0, 72 s. 528. as ılıe Sıory of Li­ okumalann o zamanlar pek az üstünde dunıldu. Croce'nin Fransa ve Ingiltere'de hayli moda oluşu, ancak l 9 20'den sonra başladı. Bu , omm Alman öncellerinden daha ince bir düşünür ya da daha iyi bir üslupçu olmasından değil, Bi­ rinci Dünya Savaşı'ndan sonra olguların bize 1 9 14 yıllanna oranla daha az lütufkar bir biçimde gülümser gözükınesin­ den ve bu nedenle, bizim onların saygınlığını azaltmaya yö­ nelen bir felsefeye karşı daha açık oluşumuzdandı. Tarih fel­ sefesine ciddi bir katkısı bulunan, içinde yaşadığımız yüzyıl­ daki tek I ngiliz düşünürü, Oxford felsefeci ve tarihçisi Col­ lingwood üzerinde Croce'nin önemli bir e tkisi vardı. Collin­ gwood'un ömrü tasarladığı sistemli büyük eserini yazmaya yetmedi, fakat bu konu üzerine basılmış ve basılınam ış yazı­ ları ölümünden sonra l 945'te çıkan Tlıe Idea of History (Ta­ rih Fikri) adı altında bir ciltte toplandı. Collingwood'un görüşleri şöylece özetlenebilir. Tarih fel­ sefesi "kendi başına geçmiş"le ya da "tarihçinin kendi başı­ na onun hakkında düşünceleri" ile değil, "karşılıklı ilişkileri içinde bu iki şeyle birden" ilgilidir. (Bu yargı "tarih" kelime­ sinin bugün kullanılan iki anlamını yansıtmaktadır - hem tarihçi tarafından yürütülen sonışturrnayı hem de tarihçinin soruşturduğu geçmiş olaylar dizisini.) "Tarihçinin üstün­ de çalıştığı geçmiş, ölü bir geçmiş değildir, belli bir anlam­ da bugün hala yaşayan bir geçmiştir." Fakat geçmiş bir ey­ lem, tarihçi onun ardında yatan düşünceyi anlarnaclıkça ölü­ dür, yani tarihçi için anlamsızdır. Bu nedenle, "Bütün tarih düşüncenin tarihidir" ve "tarih, tarihi üstünde çalıştığı dü­ şüncenin, tarihçinin zihninde yeniden oluşmasıdır." Tarih­ çinin zihninde geçmişin yeniden kumlması deneysel kanıt­ lara dayanır. Fakat bu, kendi içinde deneysel bir süreç de­ ğildir ve yalnızca olguların art arda dizilmesinden ibaret ola­ maz. Tersine, olgulann seçilmesini ve yorumlanmasını , ye­ ni den kurulma süreci yönetir: Zaten, onları tarihi olgular 73 yapan da budur. Bu noktada Collingwood'un düşüncelerine yakın olan Profesör Oakeshott "Tarih, tarihçilerin yaşantısı­ dır. Tarihçiden başkası onu 'yapamaz': Tarihi yapmanın tek yolu, onu yazmaktır" der. 19 Bu keskin eleştiri, her ne kadar birtakım ciddi çekinceler taşıyabilirse de, ihmal edilmiş bazı gerçekleri ışıga çıkarmaktadır. Bir kere, tarihin olgulan bize hiçbir zaman "arı" olarak gelmezler, çünkü arı bir biçimde var olmazlar ve var ola­ mazlar: Her zaman kayıt tutanın zihninden kınlarak yansır­ lar. Bundan şu sonuç çıkar ki, bir tarih eserini ele alınca, ilk ilgilenecegimiz, içindeki olgular degil, onu yazan tarihçi ol­ malıdır. Örnek olarak, adına bu konferansların düzenlendigi büyük tarihçiyi ele alayım. Bize kendi otobiyografisinde an­ lattıgına göre, G . M . Trevelyan "biraz aşın bir Whig gelenegi olan bir evde yetiştirilmi.şti" ;20 umarım ki, onu Whig gelene­ ginden büyük Ingiliz liberal tarihçilerinin önem bakımından degil , ama zaman bakımından sonuncusu diye tanımlarsam, buna karşı çıkmazdı. Kendi soy agacını, büyük Whig tarih­ çisi George Otto Trevelyan'ın üstünden, Whig tarihçilerinin tartışmasız en büyügü olan Macaulay'a değin götürmesi , bo­ şuna degildir. Trevelyan'ın en iyi ve en olgun eseri olan Eng­ land ımder Queen Anne (Kraliçe Anne Döneminde Ingiltere) adlı kitabı, bu ortamdan bakılarak yazılmıştır ve okur eserin tam olarak ne demek istediğini ve anlamını, ancak o ortamı göz önünde tutarak okuyunca kavrayacaktır. Hatta, yazar okura bunu anlamaması için bir özür nedeni bırakmamakta­ dır. Şunun için ki, dedektif romanı meraklılannın tekniğini izleyerek, önce sonucu okursanız , üçüncü cildin son birkaç sayfasında bugünlerde tarihin Whig yorumu denilen şeyin benim ömrümde gördüğüm en iyi özetini bulursunuz; bu­ rada Trevelyan'ın yapmaya çalıştığı şeyin, Whig geleneginin 1 9 M. Oakeshott, Experience and lls Modcs, 1933, s. 99. 20 G.M. Trcvelyan, An Auıobiography, l 949 , s. l l . 74 kökenini ve gelişimini incelemek ve onu, bu gelenegin ku­ rucusu olan l l l . William'ın ölümünden sonraki yıllara doğru ve dürüst olarak yerleştirrnek oldugunu göreceksiniz. Bel­ ki bu, Kraliçe Anne dönemi olaylannın düşünülebilecek tek yorumu değildir, ama pekala geçerli ve Trevelyan'ın elinde verimli bir yorumdur. Fakat bunun tam degerini hiçebilmek için, tarihçinin ne yapugının iyi anlaşılması gerekir: Çünkü Collingwood'un söylediği gibi, madem ki tarihçi kişilerinin akıllarından neler geçmiş olduğunu zihninde yeniden oluş­ turmak zorundadır, okur da kendi payına tarihçinin zihnin­ den neler geçtiğini yeniden oluşturmalıdır. Olgulan incele­ meden önce tarihçiyi inceleyin. Alt tarafı, bu anlaşılması pek güç bir şey degildir. Zaten, filanca okulun o ünlü bilgini fa­ lancanın bir kitabını okuması salık verilince, o filanca okul­ daki bir arkadaşına o falanca adamın ne cins biri olduğunu ve kafasının içinde neler bulunduğunu sormaya giden zeki bir üniversite öğrencisinin yaptığı iş budur. Bir tarih eserini okuyunca, daima fısıltılara kulak verin. Eğer bir şey sezenıi­ yorsanız, ya siz duyarsızsınız ya da tarihçiniz alık bir adam­ dır. Olgular gerçekte hiç de balıkçının tablasındaki balıklar gibi değildir. Olgular uçsuz bucaksız ve hatta bazen sınırsız bir okyanusta dolaşan balıkiara benzerler, tarihçinin ne ya­ kalayacağı kısmen şansa, fakat asıl, avianmak için okyanu­ sun neresine gideceğine ve hangi oltayı kullanmayı seçeceği­ ne bağlıdır - elbette bu iki etkeni de ne tür bir balık yakala­ mak istediği belirlemiştir. Genellikle, tarihçi istediği türden olguları elde edecektir. Tarih yorum demektir. Gerçekten, Sir George Clark'ın sözünü ters çevirerek, tarihe "tartışma­ lı olgularca çevrelenmiş yorum çekirdeği" deseydim, şüphe­ siz, benim sözüm de tek yanh ve yanlış -fikir- verici olurdu, fakat asıl sözden daha fazla değil, sanırım. Ikinci nokta daha bildiktir: Tarihçinin incelediği insan­ ların zihniyetleri, eylemlerinin gerisindeki düşüncelerini, 75 hayal gücü yolu ile anlaması geregi: Ben ola ki duygudaş­ lık onaylamayı akla getirir diye, duygudaşhk degil de "ha­ yal gücü yoluyla anlayış" diyorum. 1 9. yüzyıl Ortaçag tarihi konusunda zayıftı. Çünkü Ortaçag insanı üstüne hayal gü­ cü yolu ile anlayışa varamayacak kadar sert tavır almıştı. Or­ taçag'ların boş inançlan ve onların esiniettiği barbarlıga kar­ şı. Ya da Burckhardt'm 30 Yıl Savaşı üstüne kınayıcı sözü­ nü alalım: "Ister Katolik olsun, ister Protestan, ruhi kurtu­ luşu ulusun bütünlüğünün üstünde görmek, bir din için re­ zilce bir şeydir."21 Vatanı ugruna adam öldürmeyi dogru ve övgüye deger, fakat dini ugrunda öldürmeyi kötü ve yanlış bulan bir anla­ yışla yetiştiTilmiş olan 1 9. yüzyılın liberal tarihçileri için, 30 Yıl Savaşları'nda çarpışmış birinin ruh haline nüfuz etmek fazlasıyla zordu. Bu zorluk şu anda benim üzerinde çalıştı­ gım alanda özellikle daha büyüktür. Son 10 yıl içinde Ingi­ lizce konuşulan ülkelerde Sovyetler Birligi ve Sovyetler Birli­ gl'nde İngilizce konuşulan ülkeler hakkında yazılanların ço­ gu, karşı yanın aklından neler geçligini hayal gücü yolu ile anlamaya en ufak ölçüde bile erişilememesi yüzünden bo­ zulmuştur, böylece öteki tarafın sözleri ve davranışları her zaman habis, sersernce ya da ikiyüzlü diye gösterilmiştir. Tarihçi, hakkında yazdıgı kimselerin zihinleriyle şöyle ya da böyle bir ilişki oluşturroadıkça tarih yazılamaz. Üçüncü nokta da şudur: Biz geçmişi ancak günümüz açı­ sından inceleyebilir, geçmişi anlayışımızı bugünün gözle­ riyle oluşturabiliriz. Tarihçi çagının insanıdır ve çagına in­ san varoluşunun koşullan ile baglıdır. Kullandıgı - demok­ rasi, imparatorluk, savaş, devrim gibi kelimelerin kendile­ rinin bile, onları ayıramayacagı bugüne özgü anlam yükle­ ri vardır. Antik dönem üstüne çalışan tarihçiler sırf bu tu­ zaga düşmemiş olduklannı göstermek için polis ve pleb gibi 21 J. BurckhardL,juılgrmcnıs on Hlslory and Hisıorians. 1959, 76 s. 1 79 . kelimeleri özgün biçimleriyle kullanma yoluna başvurmuş­ lardır. Bu onlan kurtaramamaktadır. Onlar da bugünde ya­ şamaktadırlar, nasıl derslerini Klılamys yahut toga'ya bürün­ müş olarak verseler daha iyi Yunan ya da Roma tarihçile­ ri olamazlarsa, alışılmamış ya da yitik kelimeleri kullanarak da kendilerini hileyle geçmişe sokamazlar. Birbirini izleyen Fransa tarihçilerinin Fransız Devrimi'nde öylesine belirgin bir rol oynayan Parisli kalabalıkları anlatmakta kullandıkla­ rı isimler -les sans-culottes, le peııple, la carıaille, les brasmus­ bunlar hep, oyunun kurallarını bilenler için, siyasal bir iliş­ ki ve belirli bir yorumun anlatımlanydı. Yine de, tarihçi seç­ mek zorundadır: Dili kullanması onu tarafsız olmaktan alı­ koyar. Bu, yalnızca kelime sorunu da değildir. Geçen yüzyıl boyunca Avnıpa'da değişen güç dengesi, Ingiliz tarihçileri­ nin Büyük Friedrich'e karşı tutumlarını tamamıyla değiştir­ miştir. Hıristiyan kiliseleri içindeki Katolik ve Protestanlık arasında değişen güç dengesi, Loyola, Luther ve Cromwell gibi kişilere olan tutumlarını köklü bir şekilde değiştirmiş­ tir. 1 9 1 7 Rus Devrimi'nden ne kadar derin liğine etkilen­ diklerini fark etmek için, Fransa taıihçilerinin son 40 yılda Fransız Devrimi üstüne yazdıkları hakkında az bir bilgi sahi­ bi olmak yeterlidir. Tarihçi geçmişin değil, bugünün insanı­ dır. Profesör Trevor-Roper, bize tarihçinin "geçmişi sevme­ si gerektiği"ni söyler.22 Bu, doğruluğu oldukça kuşkulu bir öğüttür. Geçmişi sevmek kolaylıkla yaşlı kimselerin ve yaş­ lı toplumların özlemli romantizminin bir sonucu, bugüne ya da geleceğe olan inanç ve ilginin kaybcdildiğinin bir be­ lirtisi olabilir.23 Basmakalıp formüllerden birini seçmek zo­ runda olsaydım, kendimi "geçmişin ölü elinden" kurtarma22 J. Burckhardı . judgcmrnts mı History und Hisıoı1cıııs"cı Giriş, 23 1959, s. 1 i. Nicızsche'nin ıarih görıişüyle karşılaşurınız: "Geriye bak mak ve muhasebe yapmak. geçmişin anılannda. ıarihl kuhurde avunıu aramak. yaşlı insanın işi­ dir ve yaşlılık çagına özgüdür." Unıclıgrnutssc Betrachtııngrn (Mo·simsiı Dıi­ şılncdcd. Ing. ÇL'V. Thouglııs Ouı of St:ll5on, 1909, s. 65-66. 77 yı salık vereni yeglerdim. Tarihçinin görevi geçmişi sevmek ya da kendisini geçmişten kurtarmak degil, bugünü anlama­ nın anahtarı olarak onun üstünde çalışmak ve anlamaktır. Böyle olmakla birlikte, bunlar eger Collingwoodcu tarih görüşü diyebilecegim şeyle ilgili birtakım gerçeklerse, ba­ zı tehlikeleri ortaya koymanın zamanıdır. Tarihçinin tarihi yapmadaki rolü üstünde ısrar edilmesi, akli sonucuna kadar götürülürse, her türlü nesnel tarihi imkansız kılar: Buna gö­ re tarih tarihçinin yaptıgı şeydir. Nitekim, Collingwood, ya­ yımcısı tarafından daha sonra aktanlmı.ş bir notunda, bir ara bu sonuca varmış gibidir: St. Augustine tarihe erken dönem Hıristiyanlannın görüş açısından bakmı.ştır; Tillamont bir 1 7 . yüzyıl Fransızı'nın; Gibbon bir 18. yüzyıl lngilizi'nin; Mornınsen bir 1 9. yüzyı l Almanı'nın ... Hangisinin göriışünı::ın dogru oldugunu sor­ manın bir anlamı yoktur. Bunların her biri, onu benimse­ 24 yen kişi için olabilecek tek şeydi. Bu, Froude'un tarih "istedigimiz her kelimeyi yazabilece­ gimiz, bir çocugun harf kutusudur"25 sözünde oldugu gi­ bi, tam bir şüphecilige varır. Collingwood, "makas-zamk tarihi"ne, tarihin salt bir olgular yıgması oldugu yolundaki görüşe karşı tepkisinde, tarihi insan beyninden dokunmuş bir şey diye ele almaya tehlikeli bir biçimde yaklaşmakta, da­ ha önce aktardıgım parçada Sir George Clark'ca çıkartılmış sonucuna geri dönmektedir. Tarihin bir anlamı olmadıgı te­ orisi yerine, burada bize anlamların sınırsızlıgı teorisi sunu­ luyor: Buna göre anlamların hiçbiri ötekinden daha saglam degildir - ki bu da aşagı yukan aynı kapıya çıkar. tkinci te­ ori de birincisi kadar savunulamayacak niteliktedir. Bir dag, 24 R. Collingwood, Thr Idea of Hisıory, 1946. s. 1 2 ( Tarih Tasarımı, çev. Kurtuluş Dinçer, Ara Yayıncılık, Jsıanbul, 1 990]. 2 5 A. Froude . Shorı Sıudirs on Grcaı Subjccıs. . cilt 1, 1894, s. 21. 78 farklı görüş açılarından farklı biçimlerdeymiş gibi gözükü­ yor diye, bundan o dagın nesnel olarak hiçbir biçimi yoktur ya da biçimleri sınırsızdır sonucu çıkartılamaz. Tarihin ku­ rulmasında yorum vazgeçilmez bir rol oynadığından ve var olan hiçbir yorum bütünüyle nesnel olmadığı için her yo­ rumun bir öteki kadar iyi olduğu ve ilkeec tarih olgularının aslında nesnel yoruma elverişli olmadıgı sonucu da çıkmaz. Daha ileri bir aşamada tarihte nesneilikle tam ne denmek is­ tendiğini belirtınem gerekecek. Fakat Collingwood'un varsayı mlarında daha da büyük bir tehlike kol gezmektedir. Eğer tarihçi , üzerinde çalıştı­ ğı tarih dönemine zorunlu olarak kendi gününün gözlerin­ den bakarsa ve geçmişin sorunlarını bugünün sorunlarına bir anahtar olarak incelerse, bir salt pragmatik olgular görü­ şüne düşmez, doğru yorumun ayracının bugünkü bir ama­ ca uygunluğu olduğunu ileri sürmez mi? Bu varsayıma göre tarihin olguları hiçtir, yorumsa her şeydir. N ietzsche ilkeyi koymuştur bile: "Bir görüşün yanlışlığı ona karşı çıkmamız için bir neden değildir . . . Sorun, onun ne ölçüde hayatı sür­ dürücü, hayatı koruyucu, türleri koruyucu , haua türleri ge­ liştirici olduğudur. "26 Amerikan pragmatistleri daha bir üs­ tü örtülü olarak ve daha az içtenlikle aynı çizgiden gitmiş­ lerdir. Bilgi bir amaç için bilgidir. Bilginin geçerliliği ama­ cın geçerliliğine bağlıdır. Fakat, böyle bir teorinin öne sü­ rülmed iği yerde bile, uygulama daha az tedirgin edici ol­ mamıştır. Ben, kendi çalışma alanımda, bu tehlikenin ger­ çekliğinden sıyrılmak için olguların hakkı çignenerek yapı­ lan aşırı yorumların pek çok örneğini gördüm. Sovyet ve an­ ti-Sovyet tarihçilik okullarının kimi aşırı ürünlerine bakma­ nın, bazen 19. yüzyılın salt olgusal bir tarih yapılabilecegi­ ni sanan hayali anlayışı için bir çeşit özlem yaratması hiç de şaşırtıcı değildir. 26 ]ensı:lrs von Guı und Bllsr (Iyi vr K"ıılnıin öırsindc), bl. 1 . 79 Öyleyse, 20. yüzyılın ortasında tarihçinin olgularına kar­ şı yükümlülüğünü nasıl tammlayacağız? Sanırım, ben, olgu­ lar, belgeler karşısında çok savruk davrandığım suçlamasın­ dan kurtulmak için , son yıllarda belgeleri izlemek ve ince­ lemek, tarihi eserimi gereğince dipnotianmış olgularla dol­ durmak için yeterince zaman harcadım. Tarihçinin, olgula­ rına saygı gösterme ödevi olguların doğru olmasını sağla­ ma yükümlülüğüyle bitmez. Üzerinde çalışuğı konuyla ve önerdiği yorumla şu ya da bu anlamda ilgili, bilinen ya da bilinebilecek bütün olguları işin içine katmaya çalışmalıdır. Eğer Victoria çağının I ngilizi'ni ahlaklı ve mantıklı biri ola­ rak göstermeye kalkışacaksa, l850'de Stalybridge Wakes'de olanları unutmamalıdır. Fakat bu da, onun, tarihin özsu­ yu olan yorumu bir kenara bırakahileceği anlamına gelmez. Meslekten olmayan bazıları -yani üniversite dışından ya da öteki akademik disiplinlerden arkadaşlar- bana tarihçinin tarih yazarken nasıl çalıştığını sorarlar. En yaygın sanı, ta.,. rihçinin çalışmalarım kesinlikle ayırt edilebilir iki evre ya da döneme ayırdığı yolundadır. Öne�. kaynak okuyarak ve def­ terlerini olgularla daldurarak uzun bir hazırlık dönemi ge­ çirir; sonra bu bitince, kaynaklarım bir yana koyar, defterle­ rini çıkarıp, baştan sona kitabını yazar. Bu, bence inandın­ cı ve kabul edilir değildir. Çünkü, ana kaynak saydıklanm­ dan birkaçını okumaya başlar başlamaz, bana şiddetli bir iti­ lim gelir ve yazmaya başiarım - mutlaka başından değil, bir yerinden, herhangi bir yerinden. Böylece, okuma ve yazma birlikte il erler. Ben bir yandan okumaya devam ederken yaz­ dıklarım çoğalır, eksilir, yeniden biçimlenir, yırulıp atılır. Yazma, okumaya kılavuzluk eder, onu yönetir, verimli kılar: Yazdıkça neyi aradığıını daha iyi bilir, bulduğurnun anlamı­ nı ve konuyla ilişkisini daha iyi kavranm. Belki bazı tarih­ çiler bu önyazımı, bazı kişilerin satranç tahtasına ve oyun­ cusuna başvurmaksızın akıldan satranç oynamaları gibi kaso lern-kagıt ya da yazı makinesi kullanmadan akıldan yapar­ lar; işte bu, benim gıpta ettiğim, fakat taklit edemeyeceğim bir tanrı vergisidir. Ben şuna inanıyorum: Adına deger her tarihçi için, iktisatçıların "girdi" ve "çıktı" dedikleri iki sü­ reç aynı zamanda ilerler, bunlar uygulamada bir tek sürecin parçalarıdır. Onları birbirlerinden ayırmaya kalkar ya da bi­ rine öbürünün üstünde bir öncelik tanırsanız, iki sapkınlık­ tan birine düşersiniz: Ya anlamsız ve önemsiz makas-zamk tarihi yazarsınız yahut yazdığınız propaganda ya da tarihi roman olur, geçmişin olgularını yalnızca tarihle hiç ilgisi ol­ mayan bir yazıyı süslemek için kullanırsınız. Böylece, tarihçinin tarihin olguları karşısındaki tutumu­ nu inceteyince nazik görünen bir durumda kalınz: Şöyle ki, bir yanda nesnel olgular topluluğu olarak savunulamaz bir tarih teorisinin Scylla kayalıgı, yorumun koşulsuz olarak ol­ gudan önde gelişi, öte yanda, eş derecede savunulamayacak tarihin olgularını saptayan ve onlara yorumlama süreci için­ de hakim olan tarihçinin zihninin öznel bir ürünü diye gö­ ren tarih teorisinin Charybdis girdabı; yani, agırlık merke­ zi geçmişte olan tarih görüşü ile agırlık merkezi bugünde olan tarih görüşü arasında, hassas bir dikkatle yol almak. Fa­ kat gerçekte durumumuz göründügü kadar da nazik değil­ dir. Bu konferanslar boyunca olgu ve yorum ikiliğiyle başka kılıklar içinde tekrar karşılaşacağız - özel ve genel, deney­ sel ve teorik, nesnel ve öznel. Tarihçinin yazgısı insan doğa­ sının bir yansıyışıdır. İnsan, belki ilk çocukluğu ve yaşlılı­ gtnın sonu dışında, çevresiyle büsbütün ilişkili ve koşulsuz olarak onun etkisi altında değildir. Öte yandan, hiçbir za­ man da çevresinden tümüyle bağımsız ve onun kayıtsız şart­ sız efendisi de değildir. lnsanın çevresiyle ilişkisi tarihçinin konusuyla olan ilişkisidir. Tarihçi olgularının ne aciz bir kö­ lesi ne de zalim bir e fendisidir. Tarihçiyle olguları arasında­ ki ilişki bir eşitlik. bir alışveriş ilişkisidir. Düşünür ve yazar81 ken bir an durup da "Ben ne yapıyorum?" sorusunu kendi­ sine soran her tarihçinin bildigi gibi, tarihçi aralıksız bir bi­ çimde olgularını yorumuna, yorumunu da olgu larına gö­ re kalıplandınna süreci içindedir. Bunlardan birine öncelik verrnek imkansızdır. Tarihçi geçici bir olgular seçimi ve -kendisi gibi başkala­ nnca da yapılmış olan- o seçimin ışıgında o seçimin yapıl­ dıgı geçici bir yorumla işe başlar. Tarihçi, çalıstıkça hem yo­ rum hem de olguların seçimi ve sıraya konması, birinin ya da ötekinin etkileşiıniyle, ince ve belki bir ölçüde bilinçsiz degişikliklere uğrar. Tarihçi bugününün bir parçası ve olgu­ larsa geçmişe ait olduklarından, bu karşılıklı etkileşim, ay­ m zamanda bugün ile geçmiş arasında bir karşılıklılıgı işin içine katar. Tarihçi ve tarihin olguları birbirleri için gerekli­ dir. Tarihçi olgulan olmaksızın köksüz ve boş, olgular tarih­ çileri olmadan ölü ve anlamsızdır. Bundan ötürü, "Tarih ne­ dir?" sorusuna ilk cevabırn şu olacaktır: Tarihçi ile olgulan arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog. 82 2 Toplum ve Birey Toplumun mu bireyin mi önce geldiği sorusu, tavuğun mu yumurtanın mı önce geldiği sorusuna benzer. Bunu mantıki bir soru olarak alsanız da, tarihi bir soru olarak alsanız da, karşıt ve eşit ölçüde tek yanlı bir başka önerme ile düzeltil­ mesi gerekmeyen, şöyle ya da böyle hiçbir hüküm veremez­ siniz. Toplum ve birey birbirlerinden aynlamaz, karşıt de­ ğil birbirlerine gerekli ve tamamlayıcıdırlar. Donne'nın ün­ lü sözleriyle: "Hiç kimse kendi içinde bütün bir ada değildir; herkes kıtanın bir parçası, karanın bir kısmıdır."1 Bu, gerçe­ ğin bir görünümüdür. Öte yandan, klasik bireyci j .S. Mill'in özdeyişini alın: "İnsanlar bir araya getirilince, başka bir öze dönüşmezler."2 E lbette dönüşmezler. Fakat yanlış olan, on­ lann "bir araya getirilmiş" olmadan önce var olduklannı ya da herhangi bir öze sahip bulunduklannı düşünmektir. Biz doğunca, dünya üstümüzde işlemeye başlar ve bizi, salt bi­ yolojik birimler olmaktan çıkarıp toplumsal birimlere dö­ nüştürür. Her insan, tarihin ya da yazılı tarih öncesinin her 1 Devoıion.• upon, Emergenı Occasions, No. 17. 2 j.S. M i l l , A System �f Logic, 7, l. 83 döneminde bir toplumda doğmuş ve daha ilk yıllardan baş­ layarak bu toplumca kalıplanmıştır. Kullandığı dil, bireysel bir kalıt değil, içinde büyüdüğü gruptan toplumsal bir edin­ medir. Dil ve çevre, her ikisi de onun düşüncesinin niteliği­ ni belirlemekte etkili olurlar; ilk fikirleri ona başkalanndan gelir. Pek güzel söylenmiş olduğu gibi, toplumdan ayrı bi­ rey, hem dilsiz hem de akılsız olurdu. Robinson Crusoe ef­ sanesinin devam etmekte olan çekiciliği, toplumdan bağım­ sız bir birey tasariama çabasından ileri gelmektedir. Bu ça­ ba başansızlığa uğramıştır. Robinson soyutlanmış bir birey değil, Yorklu bir lngilizdir. Kutsal kitabını yanında taşır, ka­ bilesinin tannsına dua eder. Efsane ona hemen adamı Cu­ ma'yı verir ve yeni bir toplumun kurulması başlar. Buna iliş­ kin bir başka efsane Dostoyevski'nin Ecinniler romanında, yetkin özgürlüğünü kanıtlamak için kendini öldüren Kiri­ tav'un öyküsüdür. lntihar, bireye açık olan tek yetkin özgür eylemdir; başka her eylem şöyle ya da böyle onun topluma üyeliğini işin içine katar.3 Antropologlar genellikle, ilkel insanın uygar insandan da­ ha az "birey" olduğunu, toplum tarafından daha çok kalıp­ landırıldığını söylerler. Bu, gerçeğin bir parçasını içermekte­ dir. Daha karmaşık ve gelişmiş toplurnlara oranla, basit top­ lumlar çok daha küçük bireysel hüner ve iş çeşitlerine ihti­ yaç duyarlar ve bu tür imkanlar hazırlama anlamında, da­ ha tek biçimlidirler. Bu anlamda artan bireycilik, çağdaş ge­ lişmiş toplumun zorunlu bir ürünüdür ve bu toplumda te­ peden tırnağa kadar etkindir. Fakat, bireyciliğin bu iledeyi­ şi ile toplumun büyüyen gücü ve birliği arasında bir karşıt­ lık görmek ciddi bir yanlış olurdu. Toplumun ve bireyin ge­ lişimi el ele gider ve birbirini koşullar. Zaten, karmaşık ve 3 Durkheim i ntiharla i lgili ünlü çalışmasındn. toplumdan yalıulmış bireyin du­ nımunu anlatmak için aııonıic terimini bulmuştur. Bu, duygusal ıedirginlige ve intihara özellikle elverişli bir dunımdur, rakat yine Durkheim, inıihann top­ lumsal koşullardan bagımsız olmadtgını göstermiştir. 84 gelişmiş toplumla demek istedigimiz, bireylerin birbirleri­ ne olan bagımlılıklarının gelişmiş karmaşık biçimler aldıgı toplumlardır. Çagdaş bir ulusal toplulugun bireylerinin ni­ telik ve düşüncelerini kalıplandırma, onlar üzerinde belli bir benzeyiş ve tek biçimiilik derecesi oluşturma gücünün, ilkel bir kabile toplulugundan daha az oldugunu sanmak tehlike­ li olurdu. Biyolojik farklılıklara dayanan o eski ulusal kişilik kavramının yanlışlıgı çoktan anlaşılmıştır; fakat değişik ulu­ sal kişilik farklarını yadsımak zordur. "lnsan doğası" deni­ len kaypak şey, ülkeden ülkeye, çagdan çağa o kadar çok de­ ğişmiştir ki, onu egemen toplumsal koşulların ve görenekie­ rin biçimlendirdiği bir tarihi olgu saymamak güçtür. Söz ge­ limi, Amerikalılar, Ruslar ve Hintliler arasında pek çok fark­ lılıklar vardır. Fakat, bu farklılıkların bazıları, belki de en önemlileri, bireyler arasındaki toplumsal ilişkiler ya da baş­ ka bir deyişle, toplumun nasıl örgütlenmesi gerektiği konu­ sunda farklı tutumlar biçimini al ırlar; böylece, Amerikan, Rus ve Hint toplumlan arasındaki farklılıkların incelenme­ sinin, genel olarak Amerikan, Rus ve Hint bireyleri arasın­ daki farkları incelemenin belki de en iyi yolu olduğu anlaşı­ labilir. U ygar insan da ilkel insan gibi, onun toplumu kalıp­ landırdıgı kadar etkinlikle toplum tarafından kalıplandınl­ mışur, yuınurtasız tavuk elde edilerneyeceği gibi, tavuksuz da yumurta elde edilemez. Batı dünyasının içerisinden daha yeni yeni sıynldıgı, dik­ kate değer, ayncahklı tarih dönemi bunları bizden gizlemiş olmasaydı, bu apaçık gerçekler üstünde durmak gereksiz olurdu. Bireycilik kültü. çagdaş tarihi ersanelerin en yaygını­ dır. Burckhardt'm, ikinci aynmı "Bireyin Gelişimi" alt başlı­ ğını taşıyan ltalya'da Rörıesans KıHtürü kitabının ünlü anlatı­ rnma göre, o zamana dek kendisinin "yalnızca bir ırk, halk, parti, aile ya da lonca üyesi" olarak bilincinde bulunan kişi­ nin, en sonunda "ruhu olan bir birey olduğu ve kendini böy85 lece tanıdığı" Rönesans'la birlikte birey kültü başlamıştır. Bu kült daha sonra kapitalizmin ve Protestanlığın yükselişi, En­ düstri Devrimi'nin başlangıcı ve laissez-faire öğretileri ile bir­ leştirilmiştir. Fransız Devrimi'nin ilan ettiği İnsan ve Yurttaş Hakları, aslında birey haklarıydı. Bireycilik, 19. yüzyılın ün­ lü faydacılık felsefesinin dayanağıydı. Victoria çağı liberaliz­ minin karakteristik bir belgesi olan, Morley'in tüne Uzlaşma Üs­ (On Compromise) denemesi, bireyciliğe ve faydacılığa "insan mutluluk ve genliğinin dini" demektedir. "Haşin bi­ reycilik" insan ilerlemesinin temeliydi. Bu , belirli bir tarihi dönemin ideolojisinin yetkinlikle sağlam ve geçerli bir anali­ zi olabilir. Fakat benim burada belirtmek istediğim şudur ki, çağdaş dünyanın doğuşuna eşlik eden, gitgide artan bireyci­ lik, uygarlığın ilerlemesinin olağan bir sürecidir. Toplumsal bir devrim, erk yerlerine yeni toplumsal gruplar getirdi. Her zaman oldugu gibi, bu, bireyler tarafından ve bireysel geliş­ me için yeni imkanlar sunarak yapılmıştır; kapitalizmin ilk aşamalannda üretim ve dağıtım birimleri geniş ölçüde tek tek bireylerin elinde oldugundan yeni toplumun ideolojisi, toplumsal düzende bireysel girişkenliğin rolü üstünde ısrar­ la durmuştur. Fakat bütün bu süreç, tarihi gelişim içinde öz­ gül bir aşama gösteren toplumsal bir süreçti. Ve bu bireylerin topluma karşı ayaklanması ya da bireylerin toplumsal sınırla­ malardan kurtulması terimleriyle açıklanamaz. Bu gelişimin ve bu ideolojinin odak noktası olan Batı dün­ yasında bi le, tarihin bu döneminin sona erdiğini gösteren pek çok işaret vardır: Burada benim, kitle demokrasisi de­ nilen şeyin yükselişi ya da iktisadi üretim ve örgütlenmenin bireyin ağır bastığı biçimleri yerine, derece derece kolektifli­ ğin ağır bastığı biçimlerin geçişi üstünde durmam gerekmez. Fakat, bu uzun ve verimli dönemin ortaya koyduğu ideoloji, Bau Avrupa'da ve Ingilizce konuşulan bütün ülkelerde halen başat bir güçtür. Soyut terimlerle, özgürlük ile eşitliğin ya da 86 birey özgürlüğü ile toplumsal adaletin arasındaki gerilim­ den söz ederken savaşların soyut fikirler arasında olmadığı­ nı unutmak eğilimindeyizdir. Aslında, bunlar kendi başlan­ na bireyler ile kendi başına toplum arasında değil, toplum­ daki birey kümeleri arasındaki çatışmalardır: Her biri ken­ dine uygun toplumsal politikalan ilerietmeye ve buna aykırı toplumsal politikalan ise engellemeye uğraşır. Artık, büyük bir toplumsal hareket demeye gelmeyip, bireyle toplum ara­ sındaki yanlış karşıtlık anlamını taşıyan bireycilik, bugün çı­ karı olan bir gnıbun sloganı olması ve tartışmalı niteliği ne­ deniyle de, dünyada neler olup bittiğini anlamamızın bir en­ gelidir. Bireyi araç, toplum ya da devleti amaç olarak gören sapkınlığa karşı bir çıkış olarak birey kültü aleyhine söyleye­ cek bir şeyim yok. Fakat, eğer, toplumun dışında duran so­ yut bir birey fikriyle iş görmeye kalkışırsak, ne geçmiş ne de bugün üstüne gerçek bir anlayışa varabiliriz. Bu, beni, uzunca bir süredir açtığım parantezin özüne ge­ tiriyor. Tarihin sağduyulu görüşü, tarihi bireyler hakkında bireylerce yazılmış bir şey diye ele alır. Bu görüş, kesinlikle 19. yüzyıl liberal tarihçilerince kabul edilip, geliştirilmiştir ve özünde yanlış değildir. Fakat şimdi fazla basitleştirilmiş ve yetersiz görünmektedir; bunu daha derinlemesine araş­ Urmamız gerekiyor. Tarihçinin bilgisi başkalanna kapalı bi­ reysel mülkü değildir: Herhalde pek çok kuşak ve pek çok değişik ülke insanları onun toplanmasına katılmışlardır. Ta­ rihçinin, eylemlerini yazdığı kişiler bir boşluk içinde hare­ ket eden, yalıtılmış kimseler değildir: Onlar geçmiş bir top­ lumun içinde ve onun etkisi altında hareket etmişlerdir. Ge­ çen konuşmamda tarihi karşılıklı bir etkileşim süreci, bu­ günde yaşayan tarihçi ile geçmişin olguları arasında bir di­ yalog olarak tanımlamıştım. Şimdi, denklemin iki yanında­ ki, bireysel ve toplumsal ögelerin görece ağırlıklarını araştır­ mak istiyorum. Tarihçiler nereye kadar tek tek bireylerdir, 87 nereye kadar kendi toplum ve dönemlerinin ürünüdürler? Tarih olgulan nereye kadar tek tek bireyler hakkındaki ol­ gular, nereye kadar toplumsal olgulardır? Öyleyse, tarihçi de bir bireydir. Ö teki bireyler gibi, o da aynı zamanda bir toplumsal olaydır, ait olduğu toplumun hem ürünü, hem de isteyerek ya da istemeyerek sözcüsüdür; tarihi geçmişin olgularına işte bu sıfatla yaklaşır. Bazen tari­ hin gidişinden "yürüyen bir tören alayı" diye söz ederiz. Bu, haklı bir benzetmedir - yeter ki, tarihçi kendini ıssız bir ka­ yalıktan çevresine bakan bir karta! ya da tören kürsüsünde önemli bir kişi saymaya kalkışmasın. Bunların hiçbiri değil­ dir! Tarihçi, alayın bir başka bölümünde yorgun argın yürü­ yüp giden bir başka gölgeli kişidir yalnızca. Tören alayı dö­ nüp dolaştığı, bir sağa bir sola saptığı, bazen tam geriye kat­ landığı, farklı kesimlerinin birbirlerine göre durumlan sü­ rekli olarak değiştiği için, örneğin bugün Ortaça�rlara dede­ lerimizin 1 00 yıl önce olduğundan çok daha yakın bulundu­ ğumuzu ya da Caesar çağının bize Dante çağından daha ya­ kın durduğunu söylemek pekala mümkündür. Geçit alayı ­ ve onunla birlikte tarihçi de- ilerledike, yeni görünümler ve yeni görüş açıları belirir. Tarihçi tarihin bir parçasıdır. Ta­ rihçinin bu geçit alayı içinde kendini bulduğu nokta, onun tarihi görüş açısını belirler. Bu, doğruluğu besbelli söz, incelediği dönem, tarihçinin yaşadıgı zamana uzak olduğunda da, daha az "doğru" değil­ dir. Ben eski tarih okuturken, bu konudaki klasikler -her­ halde şimdi de öyledir ya- Grote'nin Yunan Tari hi (History of Greece) ile Mommsen'in Roma Ta ıih i (Römische Geschi­ chte) idi. 1 840'larda aydın bir radikal eğilimli banker olan Grote, yükselen ve siyasal anlamda ilerici Britanya orta sı­ nıfının özlemlerini (Perikles'in Benthamvari* bir reformcu, (*) Bcnıham: 1 9. yüzyılın. kapüalizmı dolaylı olar.ık savunan faydacı I ngiliz nlo­ zofu. 88 Atina'nınsa, dalgınlıkla bir imparatorluk sahibi oluvermiş diye gösterildigi) idealize edilmiş bir Atina demokrasisi tab­ losunda canlandırmıştır. Grote'nin Atina'daki kölelik sonı­ nunu ihmalinin, onun baglı oldugu grubun fabrikalarda ça­ lışan yeni Ingiliz işçi sınıfının sorunlarıyla yüz yüze gelmek­ ten kaçınmasının bir yansıması oldugunu söylemek, fazla hayalci olmayabilir. Mornınsen ise, 1 848-49 Alman Devri­ mi'nin kargaşa ve aşagılayıcılıkları yüzünden, düş kınklıgı­ na ugramış bir Alman liberaliydi. Realpolitik adının ve kav­ ramının çı ktığı 10 yıl içinde, yani 1 850'lerde yazan Momm­ sen, A lman halkının siyasal özlemlerini gerçekleştirmede başansızlıga ugramasının geride bıraktıgı bozuklugu düzel­ tecek güçlü birine olan ihtiyaç düşüncesiyle dolmuştu; biz, onun Caesar·ı idealize eden ünlü düşüncesinin Almanya'yı harap olmaktan koruyacak güçlü adama duydugu bu özle­ rnin ürünü oldugunu, o etkisiz, geveze ve kaypak, savsakla­ yıcı, hukukçu-politikacı Cicero'nun 1 848'de Frankfurt'un Paulikirche'sindeki tartışmaların içinden çıkıp geldigini an­ lamadıkça, Mommsen'in tarihine gerçek degerini vereme­ yiz. Grote'nin Yunan Tarihi'nin bugün bize lö S. yüzyılda­ ki Atina demokrasisi kadar, l 840'lardaki Ingiliz felsefecileri­ nin düşüncelerini de anlatabileceği ya da l 848'in Alman li­ berallerine ne yapııgını anlamayı isteyenlerin, ana kitaplar­ dan biri olarak Mommsen'in Roma Tatilı i ni alması gerektigi ' söylenseydi, bunu aşırı bir paradoks saymazdım . Bu, onları büyük tarihi eserler olarak küçültmez. Bury'nin açış konuş­ masında yarattıgı, Mommsen'in büyüklügünün Roma Tari­ hi'ne degil de, yazıt toplamasına ve Roma anayasa hukuku üzerine çalışmasına dayandıgını öne süren modaya taham­ mülüro yok: Bu, tarihi. toplama eser düzeyine indirınektir. Anlamlı tarih, tarihçinin geçmişe bakışı, bugünün sonın­ larını kavrayışınca aydınlatıldıgı zaman kesinlikle yazılmış olur. Mommsen'in cumhuriyetin yık ılışından sonraki Roma 89 tarihine devam edememesi, genellikle hayretle karşılanmış­ tır. Onun, bu iş için zamanı da yok değildi, imkanı da, bilgi­ si de. Fakat, Mornınsen tarih yazdığı sırada Almanya'da güç­ lü adam henüz doğmamıştı. Onun etkin olarak çalıştığı yıl­ larda, sorun , öncelikle güçlü adamın iktidara gelişinin ger­ çekleşmemiş olmasıydı. Hiçbir şey Mommsen'e bu olguyu Roma zemini üstüne götürmeyi esinlettirmedi , imparator­ luk tarihi de yazılmamış olarak kaldı. Çağdaş tarihçiler arasındaki bu olguya ilişkin örnekle­ ri çağaltmak kolaydır. Geçen konferansımda G . M . Trevel­ yan'ın Kraliçe Anne Döneminde Ingi ltere'sini onun dikmiş olduğu , içinde yetiştiği Whig geleneğinin bir anıtı olarak saygıyla anmışum. Şimdi, çoğumuzun Birinci Dünya Sava­ şı'ndan bu yana akademik sahneye çıkmış en büyük İngiliz tarihçisi saydığımız Sir Lewis Namier'in etkileyici ve anlamlı başanianna bir bakalım. Namier, gerçek bir tutucuydu - üs­ tü biraz kazınınca yüzde 75 liberal çıkan tipik bir İngiliz tu­ ıucusu değil, Sritanyalı tarihçiler içinde 1 00 yıldan uzun bir zamandır görmediğimiz türden bir tutucuydu. Geçen yüzyı­ lın ortasından l 9 1 4'e kadar bir Ingiliz tarihçisinin daha iyi­ ye olan dışında, tarihi değişmeleri kavraması zor bir ihtimal­ di. 1920'lerde ise, değişmenin gelecek için korkuyla birlikte düşünülmeye başlandıgı ve ancak bir kötüye gidiş sayıldığı bir döneme girdik ki, bu, tutucu düşüncenin yeniden-doğuş dönemidir. Acton'un liberalizmi gibi Naİnier'in tutuculuğu da Kara Avrupası temeline dayanmaktan kuvvet ve derinlik alıyordu.4 Fisher ya da Toynbee'nin tersine, N amier'in 1 9 . yüzyıl liberalizmi içinde kökleri yoktur v e ona duyulan bü­ yük özlemierin baskısı altında değildir. Birinci Dünya Sava­ şı ve eksik kalmış banşın liberalizmin iflasını ilan etmesin4 Iki savaş arıısındaki dönemde dikkate de�er tck I ngiliz lutucu yazan, Mr. T.S. Eliot'un da Ingiliz dogumlu olmamanın üsıunltıgundcn yararlandıgına işaret etmeye dc&er, herhalde. 1 9 1 4'ten önce Ingiltere'de yetişmiş hiç kimse liberal gelenetin sınırlayıcı etkilerinden tümüyle kaçamamışıır. 90 den sonra, tepki şu iki biçimden biri olarak gelebilirdi - sos­ yalizm ya da tutuculuk. Namier, tutucu tarihçi olarak belir­ di. Seçtigi iki alanda çalıştı ve her iki seçmesi de anlamlıydı. lngiliz tarihinde, egemen sınıfın düzenli ve aslında durgun bir toplum içinde konum ve erki, ölçülü bir biçimde yönete­ bildigi en son döneme geri döndü. Birisi, Namier'i, ruhu ta­ rihin dışında bırakınakla suçlamıştır.5 Bu belki pek güzel di­ le getirilmiş bir söz degil. ama eleştirinin anlatmaya çalışu­ gı nokta görülebiliyor. l l l . George'un tahta çıktığı dönemde siyasete henüz fikir bagnazlığı da, Fransız Devrimi'yle dün­ yaya yayılacak ve muzaffer liberalizm yüzyılında yol gösteri­ cilik edecek olan o tutkulu ilerleme inancı da bulaşmamıştı. Daha ortada ne fikirler, ne devrim, ne liberalizm vardı: Na­ mier, bize bütün tehlikelerden uzak henüz güvenli olan bir çağın portresini vermeyi seçmişti, ne var ki bu güven uzun sürmeyecektL Fakat Namier'in ikinci konuyu seçmesi de eşit ölçüde an­ lamlıdır. Namier, Ingiliz, Fransız ve Rus devrimleri gibi çag­ daş büyük devrimleri atla}'lp, bunlar üstüne dişe dokunur hiçbir şey yazmamış, başansızlığa uğramış bir devrim, libe­ ralizm yolunda yükselen umutlar için bütün Avrupa'da bir gerileme, silahlı güçler karşısında fikirlerin, askerlerle kar­ şı karşıya gelince deınokratlann boşluğunu gösteren bir se­ rimleme olan 1848 Avrupa Devrimi üstüne, konusunun ta içine işleyen bir çalışma vermeyi seçmiştir. Siyaset ciddi bir iştir, bunun içine fikirlerin sokulması hem gereksiz hem de tehlikelidir: Namier, "aydınlann devrimi" demekle, çıkardı­ ğı dersi daha da belirgin kılmıştır. Bizim vardığımız sonuç yalnızca bir çıkarsama değildir: Çünkü, her ne kadar Nami­ er tarih felsefesi üstüne sistematik hiçbir şey yazmamışsa da 5 Eleştirinin aslı, 28 Agusıos 1 953 tarihli Thı: Times Liccrary Supplcmı:nı'daki "Namier'in Tarih GOıiışü" başlıklı imzasız bir yazıda şöyledir: Darwin ru­ hu eVTcnin dışında bırakmış olmakla suçlanmışu, Sir Lewis de siyasal tarihin Darwin" i olmuştur. Hem de birden çok anlamda." " , 91 birkaç yıl önce yayımlanan bir denemede her zamanki açık­ lık ve kesinliğiyle görüşünü açıklamıştır: "lnsan, siyasal öğ­ reti ve dogmalarla zihninin serbestçe çalışmasını ne kadar az engellerse, düşüncesi için o kadar iyidir." Ruhu tarihin dı­ şında bıraktığı yolunda kendisine yöneltilen suçlamayı red­ cletmeyerek andıktan sonra, sözlerine şöyle devam eder: Bazı siyaset felsefecileri, "bıkkın bir ara"dan ve bu ı:ılkede genel siyaset ı:ıstı:ıne şimdiki tartışma yoklugundan yakı­ nıyorlar; her iki parti de somut sorunlara pratik çözlımler ararlarken, programları ve ilkeleri unutuyorlar. Fakat, bu tutum bana daha yüksek bir ulusal olgunlugun işareti gi­ bi görıinüyor ve ben kendi payıma, yalnızca siyaset felsefe­ cisinin ��alışmalanyla engellenmeksizin bunun uzun zaman sürmesini diliyorum 6 .. Bu görüşe şu anda karşı ç ıkmak istemiyorum: Bundan sonraki bir konferansıma saklayacağım. Burada amacım, yalnızca iki önemli gerçeği göstermek: Birincisi, tarihçinin kendisinin konuya yaklaşımındaki hareket noktasını kavra­ madıkça, onun çalışmasını tam olarak anlayamaz ya da de­ ğerini veremeyiz, ikincisi, o hareket noktasının kendisi top­ lumsal ve tarihi bir temelden kaynak alır. Marx'ın bir yer­ de dediği gibi eğitimeinin kendisinin de eğitilmesi gerekti­ ği unutulmamalıdır; çağdaş dille söylemek gerekirse, beyin yıkayan kimsenin kendi beyni de yıkanmıştır. Tarihçi, tarih yazmaya başlamadan önce, tarihin ürünüdür. Az önce kendilerinden söz ettiğim tarihçiterin -Grote ve Mommsen'in, Trevelyan ve Namier'in- her biri adeta tek bir toplumsal ve siyasal kalıba dökülmüşlerdir; önceki ve sonra­ ki çalışmalarının arasında belirgin hiçbir bakış değişikliği ol­ mamıştır. Fakat, hızlı değişim dönemlerinde, bazı tarihçiler, yazılarında bir toplumu ve bir toplumsal düzeni değil, art 6 92 L. Namicr. Pcrson<ılitics ıınd Powcrs. 1955. s. S, 7. arda farklı düzenleri yansıtmışlardır. Buna benim bildigim en iyi örnek, hayatı ve çalışma süresi, alışılmadık biçimde uzun olan ve ülkesinin yazgısındaki devrimci ve şiddetli bir dizi değişimi kapsayan ünlü Alman tarihçisi Meinecke'dir. Aslında, burada, her biri farklı bir tarih döneminin sözcü­ sü olan ve bellibaşlı üç eserinde dile gelen üç ayn Meinecke vardır. l 907'de yayımlanan Weltbürgerthum und Nationals­ taat (Kozmopolitiklik ve Ulusal Devlet) kitabındaki Meinec­ kc, Bismarck'ın devletinde Alman ulusal ülkülerinin gerçek­ leşmesini güvenle görür ve (Mazzini ve ondan sonraki pek çok 1 9. yüzyıl düşünürü gibi) ulusçuluğu evrenselligin en yüce biçimiyle bir tutar: Bu, Bismarck çağına eklenen barok Wilhelm döneminin ürünüdür. 1 925'te yayımlanan Die Idea der Staatsrason (Kamu Yararı Fikri) kitabının Meinecke'si Weimar cumhuriyetinin bölünmüş ve şaşkıntaşmış kafasıy­ la konuşur: Siyaset dünyası, raison d'etat (kamu yararı ere­ gi) ile siyasetin dışında olan, fakat son kertede devlet hayatı­ nı ve güvenliğini aşamayan bir ahlak arasında sonuçlanma­ mış bir çarpışma alanı haline gelmiştir. Sonunda, Nazi tufa­ nıyla üniversiteden uzaklaştınldıktan sonra, l 936'da yayım­ lanan Die Entstehung des Historismus (Historisizmin Kökeni) kitabının Meinecke'si, "Olan her şey haklıdır" demeye gelen bir historisizme karşı çıkarak ve tarihi görecilik ile akılüstü bir mutlaklık arasında tedirginlikle gidip gelerek, bir umut­ suzluk çığhgı atar. En sonunda Meinecke yaşlılığında ülke­ sinin l 9 1 8'den daha ezici bir askeri yenilgi altında ezildiğini gördügü zaman, 1 946'daki Die Deutsche Katastroplıe (Alman Felaketi) kitabında çaresizlikle , kör yazgının insafına kal­ rnı.ş bir tarih inanı.şına sapar. 7 Burada, bir psikolog ya da bi­ yografici , birey olarak Meinecke'nin gelişimiyle ilgilenebilir- - 7 -- Burada Dit ldtıı dtr Sıaaısriison'un Machiavtllism adıyla y.ıyımlanan bir Ingiliz­ ce çevirisine yazdıgı önsözünde. Mcinecke'nin gelişiminin parlak bir analizini yapan Dr. W. Stark'a borçluyum; ancak Dr. Stark, belki, Meinecke'nin üçüncü dönemindeki akılüstücü ögeyi abartmaktadtr. 93 di: Tarihçiyi ilgilendirense, Meinecke'nin tarihi geçmiş için­ de yaşanan zamanın birbirini izleyen ve keskin bir biçimde birbirine karşıt üç -haua dört- dönemini yansıtış biçimidir. Ya da ülkemize daha yakın önemli bir örnek alalım. Libe­ ral Parti'nin Ingiliz siyasetinde etkin bir güç olmaktan he­ nüz çıkugı, putkırıcı l 930'larda, Profesör Bulterfield büyük ve haklı bir başarı toplayan The Whig lnterprelation of His­ tory (Tarihin Whig Yorumu) adlı kitabını yazdı. Bu, birçok bakımdan dikkate deger bir kitaptı - en azından, Whig yo­ rumunun yadsınmasına 130 sayfadan fazla yer ayırdıgı hal­ de (bir indeks yardımı olmaksızın görebildigim kadarıyla) tarihçi olmayan Fox dışında tek bir Whig ya da Whig olma­ yan Acton dışında tek bir tarihçi adı verıneyişi bakımından.8 Fakat, kitabın ayrıntı ve kesinlikteki eksikliklerini, parlak saldırısı denkleştirmektedir. Okurda Whig yorumunun kö­ tü bir şey oldugu hakkında hiçbir şüphe bırakmaz; bu yo­ ruma karşı saldırılarından biri de, "geçmişi yaşanan zamana atıfla incelemesi"dir. Bu noktada Profesör BuLterfield açık ve sert konuşur: Geçmişi, böyle denebilirse tek gözü içinde yaşanan zama­ na dikerek incelemek, tarihteki bütün sapkınlıklann ve saf­ satanın kay nağıdır. .. Bu, ta rihe aykın" sözüyle demek is­ tenenin özüdür. 9 " 1 2 yıl geçti. Putkıncılık modası bitti. Burterfield'in ülke­ si sık sık denildigi gibi, Whig geleneginde somutlaşan ana­ yasal özgürlükleri savunması için, "böyle denebilirse tek gö­ zünü içinde yaşanan zamana dikerek" sürekli olarak geçmi­ şe deginen büyük bir önderin yönetimi altında savaşa girdi. B H. Buıterfield, Thr Whig lnıerpı·(ııultın of History, 1931; yazar s. 67'de "içerik­ ten soyuılanmış usavurma "ya karşı "saglıklı bir tür güvenslzligi" oldugunu teslim etmektedir. 9 94 H. Buuerlit'ld, The Wlıig lnıcrprrıaıiorı of Hisıııry, 1 93 1 , s. L l , 3 1 -32. 1944'te yayımlanan Tlıe Englishman and His History (Ingiliz­ ler ve Tarihleri) adlı küçük kitapta Butterfield, yalnızca ta­ rihin Whig yorumunun tek "Ingiliz" yorum olduğuna karar vermekle kalmaz, coşkuyla "İngilizlerin tarihleriyle araların­ daki bağlaşma"lanndan ve "bugünle dünün evliliği"nden de söz eder. 10 Bu görüş değişlirmelere dikkati çekmekle düş­ manca bir eleştiri yapmış olmuyorum. Amacım, birinci But­ terfield'i ikinci Bulterfield ile yüzleştirrnek değil. Eğer biri çıkıp da benim savaştan önce, savaş sırasında ve savaş son­ rasında yazdıklarıma bir göz atmak zahmetine katlansaydı, bunlarda en azı ndan benim ötekilerinde bulduğum kadar apaçık çelişki ve tu tarsızlıklar olduğuna beni inandırmak­ La hiçbir zorluk çekmeyeceğinin de tamamıyla farkınday,m. Zaten, bakış açısında bazı kökten değişiklikler yapmaksı­ zın. son SO yılın dünyayı sarsan olaylarını yaşamış olduğu­ nu ciddiyede öne sürebilen bir tarihçiyi kıskanmam gerekti­ ğini sanmıyorum. Benim amacım, tarihçinin iistünde çalış­ tığı toplumu nasıl sıkı sıkıya yansıttığını göstermekten iba­ ret. Akışın içinde olan, yalnızca olaylar değildir. Tarihçinin kendisi de akışın içindedir. Bir tarih eserini ele aldığımız­ da, başsayfadaki yazarın adına bakmak yeterli değildir. Ya­ yın ya da yazım tarihine de bakın - bu. kimi zaman çok da­ ha bile açıklayıcı olur. Eğer filozof bize aynı nehre iki kere giremeyeceğimizi söylemekte haklıysa, aynı nedenle, iki ki­ tabın aynı tarihçi tarafından yazılamayacağı da belki eşit öl­ çiide doğrudur. Ve, bir an için, bireysel tarihçiden tarihyazımındaki geniş eğilimler denebilecek şeylere bakacak olursak, tarihçinin ne ölçüde toplumun iiriinü olduğu daha da belirginleşir. 1 9 . yüzyılda I ngiliz tarihçilerinin hemen hepsi tarihin akışını ilerleme ilkesinin bir serimlenmesi olarak kabul etmişlerdir: Onlar oldukça hızlı bir ilerleme durumundaki bir toplumun 10 H. Buuerficld, The Englishman and His History, 1944, s. 4-5. 95 ideolojisini dile getirmektedir. Ingiliz tarihçileri için, tarih istenen yolda gidiyor gibi göründügü sürece, anlam doluy­ du; şimdi yanlış bir yöne döndügüne göre, aruk tarihin bir anlamı olduguna inanmak sapkınlık olmuştur. Birinci Dün­ ya Savaşı'ndan sonra, T oynbee, tarihte dogrusal bir teori ye­ rine -çöküş halindeki bir toplumun karakteristik öğretisi olan- döngüsel bir teoriyi koymak için umutsuzca bir giri­ şimde bulundu.11 Toynbee'nin başansızhğı üzerine, Sritan­ yalı tarihçilerin büyük bir bölümü ellerindeki kartlannı atıp, tarihte genel bir model bulunmadığını söylemek durumun­ da kalmışlardır. Ranke'nin özdeyişi geçen yüzyılda ne ka­ dar geniş bir yaygınlık kazanmışsa, Fisher'in bu anlama ge­ len bayağı bir sözü de o kadar yaygınlık kazanmıştır.12 Eğer birisi bana son 30 yıhn Sritanyalı tarihçilerinin uğradığı gö­ nül değişikliğinin kendi yoğun tefekkurlerinin ve hücrele­ rinde sabaha dek çahşmalarının sonucu olduğunu söyler­ se, buna karşı çıkmayı gerekli bulmam. Fakat ben bu birey­ sel düşünüşü ve sabahlara dek çalışmayı toplumsal bir ol­ gu, l9l4'ten bu yana toplumumuzun görünümünün nite­ liğindeki temelli bir değişimin ürünü ve anlatımı saymaya devam ederim. Bir toplumun niteliğinin, ne tür tarih yazdı­ ğı ya da yazmadığından daha güvenilir bir göstergesi yoktur. Hallandalı tarihçi Geyl, Napoleon For and Against (Napole­ on Lehinde ve Aleyhinde) adıyla Ingilizeeye çevrilen büyü­ leyici incelemesinde, 19. yüzyıl Fransız tarihçilerinin birbir­ leri ardından Napoleon hakkındaki yargılarının yüzyıl bo­ yunca Fransız siyaset hayatı düşüncesinin değişen ve çatı­ şan kalıplarını nasıl yansıllığını göstermektedir. T arihçilerin düşünceleri de öteki insaniannkiler gibi zaman ve yer ortall Roma I mparatorluğu'nun batışında. Marcus Aurelius. "şimdi bütün olania­ geçmiste de oldugunu. gelecekte de olacajtını" düşünerek kendini avuuu (Kendı mc Düşünceler, To Hiııısdf, 10, s. 27); pek iyi bilindigi gibi Toynbee bu nn düşünceyi Spenglcr'in Baımm Çı)lıüşu'nden almısıır. 1 2 Avrııf'<ı Tarihi'ne (History of Europc) 4 Ar.ıhk ı 934 tarihli önsöz. 96 mıyla kalıplanmıştır. Bu gerçegi tamamıyla teslim eden Ac­ ton, bundan tarihin kendi içinde bir sıynlma yolu aramıştır: Tarih, bizi yalnız başka zamanların uygonsuz etkisinden degil, kendi zamanımız.ın uygonsuz etkisinden, çevrenin ti­ ranlığından ve soluk aldığımız havanın basıncından da kur­ taran şey olmalıdır. 1 3 B u belki tarihin rolünün degerlendi rilmesinde aşırı bir iyimserlik gibi gelebilir. Faka t, ben, kendi durumunun en çok bilincinde olan tarihçinin onun üstesinden gelmeye ve kendi toplumu ve görünümüyle öteki dönemlerin ve öteki ülkelerin toplumlarınınkiler arasındaki farkiann öz niteligi­ ni değerlendirmeye, kendisinin toplumsal bir olgu degil, bir birey oldugunu yüksek sesle öne süren tarihçiden daha yete­ nekli oldugunu düşünmek egilimindeyim. Öyle anlaşılıyor ki, insanın toplumun ve tarihi konumunun üstüne çıkabil­ mesi kendinin ona karışmışlıgının derecesini görebilme du­ yarlıgıyla koşullanmıştır. lik konferansımda şöyle söylemiştim: Tarihten önce tarih­ çiyi inceleyiniz . Şimdi buna şunu ekliyorum: Tarihçiyi ince­ lemeden önce de, onun tarihi ve toplumsal çevresini ince­ leyiniz. Tarihçi, bir birey olarak aynı zamanda hem tarihin hem de toplumun bir ürünüdür; tarih ögrencisi işte onu bu ikili ışık altında görmeyi ögrenmelidir. Şimdi tarihçiyi bir yana bırakalım ve aynı sorunun ışıgm­ da denklemimin öteki tarafını -tarihin olgulannı- inceleye­ lim. Tarihçinin araştırma konusu bireylerin davranışları mı­ dır yoksa toplumsal güçlerin işleyişi mi? Burada çok işlen­ miş bir alana geçiyorum. Sir lsaiah Berlin birkaç yıl önce ya­ yımlanan Tarihi Kaçınılmazlık (Historical lnevitability) adı­ nı verdiği parlak ve ünlü denemesine -ki bu denemenin ana tezine ileriki konferanslanmda tekrar dönecegim- Mr. T.S. 13 Acton, ucturı:s o r ı Modern History, 1906, s. 33. 97 Eliot'un eserlerinden bir sözle başlar: "Engin kişilik dışı güç­ ler " ; bütün deneme boyunca da, tarihte kesin etmen ola­ rak "engin kişilik dışı güçler"e inananlada alay eder. Tari­ hin Kötü Kral john* teorisi diyecegim şeyin -tarihte önemli olanın bireylerin kişilik ve davranışlan oldugu görüşünün­ uzun bir geçmişi vardır. Tarihte yaratıcı gücün bireysel de­ halar oldugunu kanıtlama istegi tarih biliminin ilkel düzey­ lerine özgüdür. Eski Yunanlılar geçmişteki başanlarını söz­ de onlardan sorumlu olan ad-bırakıcı kahramaniann adla­ rıyla anmak, destanlarını Homeros denilen bir ozana, ya­ sa ve kurumlarını Lykurgos ya da Solon'a yakıştırmak egili­ mindeydiler. Aynı eğilim Rönesans'da yeniden belirir; nite­ kim biyografici-ahlakçı Plutarkhos bu dönem klasikleri can­ landırıhrken antik dönem tarihçilerinden çok daha ünlü ve etkili bir kişi olmuştur. Özellikle bu ülkede (lngiltere'de) hepimiz bu teoriyi annderimizin dizlerinin dibinde ögren­ dik; bugün bunda çocukca, hiç değilse çocuksu bir şey oldu­ gunu görebiliyoruz. Bunun toplumun daha basit oldugu, ka­ mu işlerinin, belli bir avuç bireyce yürütüldügü günlerde bir parça akla yakın tarafı vardır. Zamanımızın karmaşık top­ lumunaysa, bu teori kesinlikle uymaz; ve 1 9 . yüzyılda ye­ ni sosyoloji biliminin doguşu da, işte bu artan karmaşıklıga bir cevaptı. Gelgelel im, eski gelenek zor yok oluyor. Bu yüz­ yılın başlarında "Tarih büyük adamların biyografisidir" sö­ zü hala geçerli bir özdeyişti. Daha 10 yıl önce ileri gelen bir Amerikalı tarihçi, belki de pek ciddi olmayarak, meslekdaş­ lannı "tarihi kişileri toplumsal ve ekonomik güçlerin kukla­ lan" sayarak " topluca katletmekle" suçlamıştır. 14 Bu teoriye düşkün olanlar, günümüzde bu yönlerini bir çeşit utanmay(w) lngihere'de, "Arslan Yürekli Richard"ın kardeşi olan john. özellikle folklor (Robin Hood) veya Walıer Scoıı'un romanlanndan edinilen bilinçten dolayı "kötü" bir kral olarak bilinir. H Amrıican Histoıica[ Rı:\'icw, cilı 56, No. l . Ocak 195 1 , s. 270. 98 la saklamak egilimindeler; fakat biraz aradıktan sonra bu te­ orinin çok iyi bir anlatımını Miss Wedgwood'un kitaplann­ dan birinin giriş bölümünde buldum. Insanların birey olarak davranışlan benim için gruplar ya da sınıflar olarak davranışlarından daha ilginçtir. Tarih baş­ ka bir egilim kadar bu egilimle de yazılabilir; bu egilim öte­ kilerden ne daha fazla ne daha az yanlış yönlendiricidir . . . Bu kitap . . . b u insaniann içlerinde neler duyup kendi dü­ şüncelerine göre neden öyle hareket eniklerini anlama yo­ lunda bir girişimdir.1 5 Bu sözler gayet kesin; Miss Wedgwood da tutulan bir ya­ zar olduguna göre, eminim ki, pek çok kimse onun gibi dü­ şünmektedir. Örnegi n , Dr. Rowse bize Elizabeth sistemi­ nin I. James'in onu an layamamasında n ötürü yıkıldıgını, 1 7. yüzyıl İ ngiliz Devrimi'nin Stuart krallarının ilk ikisinin ap­ tallıgından ileri gelen "rastlantısal" bir olay oldugunu söy­ ler. 16 Dr. Rowse'dan daha katı bir tarihçi olan Sir James Ne­ ale bile, bazen Tudor monarşisinin neyi temsil ettigini açık­ lamaktan çok, Kraliçe Elizabeth'e olan hayranlığını anlatma­ ya hevesli görünmektedir; biraz önce aktarma yaptığım de­ nemede Sir lsaiah Berlin, tarihçilerio Cengiz Han ve Hitler'i kötü kişiler olarak ilan etmemelerinden müthiş tedirgindir. Kötü Kral John ve iyi Kraliçe Bess teorisi daha yeni zaman­ lara gelindikçe özellikle geçer akçe olmaktadır. Komünizme "Karl Marx'ın beyin ürünü" demek (bu inciyi borsacılann bir sirkülerinden aldım) , onun kökenini ve niteliğini ana15 C.V. Wedgwood, Tht King's Ptace. 1955, s. 17. 16 A . L Rowsc. The England cıJ Eiisabt:ıh. 1950, s . 261-62. 382. Daha önceki birde· neme:sinde. Mrs. Rowsc'un "Bourbonlann 1 870'ten sonra Fransa'da monarşiyi yeniden kuramayışlannın nedeninin yalnızca Henry'nin küçük bir beyaz bay· rajla düşkünlogo oldugunu düşünen tarihçi leri" ayıpladıgına işaret etmek ye­ rinde olur. ( The End of an Epo,h, 1949. s. 257); ama, böyle kişisel açıklamalan belki de Ingiliz tarihi için saklıyordur. 99 liz etmekten, Bolşevik Devrimi'ni I I . Nikola'mn aptallıgına ya da Alman altınına yormak, derin toplumsal nedenlerini araştırmaktan, bu yüzyılın iki dünya savaşını II. Wilhelm'in ve Hi tler'in bireysel kusurlarının sonucu diye görmek ulus­ lararası ilişkiler sisteminde yerleşik birtakım bozuklukların sonucu diye görmekten daha kolaydır. Öyleyse, M iss Wedgwood'u n sözü iki önenneyi birleş­ tirmektedir. Birincisi, insanların birey olarak davranışları, gnıp ya da sınıfların üyeleri olarak davranışlanndan ayrıdır ve tarihçinin bunlardan biri yerine öteki üstünde daha faz­ la durmayı seçmesinde bir uygonsuzluk yoktur. I kincisi, in­ sanların birey olarak davranışlarını incelemek, onların ey­ lemlerinin bilinçli dürtülerini incelemekten ibarettir. Yukarıda söylediklerimden sonra, birinci noktayı işleme­ ye gerek duymuyonım. Sorun, insanı birey olarak ele alan görüşün onu bir gnıbun üyesi olarak ele alan görüşten daha az ya da çok yanıltıcı oluşu degildir; yanıltıcı olan, ikisi ara­ sında bir aynm yapmaya kalkışmaktır. Birey, tanımı geregi bir toplumun, belki de -adına grup, sınıf, kabile, ulus ya da ne isterseniz deyin- birden çok toplumun üyesidir. Ilk biyo­ loglar kafeslerde, akvaryumlarda ve vitrinlerdeki kuş, vahşi hayvan ve balık türlerini sınıflamakla yetinmiş, yaşayan can­ lı yaratıklan kendi ortamlarıyla ilişkileri içinde incelemeye çalışmamışlardı. Belki toplum bilimleri bugün bu ilkel dü­ zeyden henüz tamamıyla çıkmamışlardır. Bazıları, bireyin bilimi olarak psikolojiyle, toplumun bilimi olarak sosyoloji­ yi ayınrlar. Bütün toplumsal sonıniarı bi reysel insan davra­ nışlarının analizine indirgeyen görüşe "psikolojizm" adı ve­ rilmiştir. Fakat, bireyin içinde yaşadığı toplumsal ortamı in­ celemeyi bir yana bırakacak bir nıh bilimci pek ileri gideme­ yecektir.17 lnsanı bir birey olarak ele alan biyografi ile insa17 Yine de ı;agdaş ruh bilimciler bu yanlıştan ötürü mahküm edilmişlerdir: "Dir grup olarak psikııloglar bireyi topl umsal bir sistem içind( iş gören bir birim ola100 nı bir bütünün parçası olarak ele alan tarih arasında ayrım yapmak ve iyi biyografi kötü tarih olur, demek çok çekicidir. Acton bir keresinde şöyle demiştir: "İnsanın tarih görüşün­ de hiçbir şey, bireysel kişilerin esinledi� i lgiden daha büyük yanlışlık ve haksızlığa yol açamaz."18 Fakat bu ayrım da ger­ çeğe uygun değildir. G.M. Young'un Victoıian England (Vic­ ıoria Çağı l ngiheresi) kitabının başına koyduğu "Uşaklar in­ sanlar hakkında konuşur, kibarlar şeyler hakkında tartı.şır" şeklindeki Victoria çağı özdeyişinin arkasına da sığınmak istemem .19 Bazı biyografiler tarihe ciddi katkılardır: Benim kendi alanımda Isaac Deutc;cher'in Stalin ve Troçki biyogra­ fileri bunun parlak ömekleridir. Bazılan ise tarim romanlar gibi edebiyaıa aittirler. Profesör Trevor-Roper şöyle demek­ tedir: "Lytton Strachey için tarihi sorunlar her zaman ve yal­ nızca bireysel davranış ve bireysel tuhaflık sorunlandır. . . Si­ yaset ve toplum sorunlan anlamında tarihi sorunları cevap­ lamaya hatta sormaya ise hiçbir zaman kalkı.şmamışur. "20 H iç kimse tarih yazmak ya da okumak zorunda değildir ve geçmiş hakkında tarih olmayan mükemmel kitaplar da yazı­ labilir. Fakat sanırım, görenek, bize " tarih" kelimesini top­ lum içindeki insanın geçmişini araştırma sürecine ayırmak hakkını vermiştir. rak ele almaktan çok. ortaya çıkııktan sonra toplumsal sistemlere şekil verecek somut bir insan olarak ele almışlardır. Böylece kategorilerinin özel bir anlam­ da soyut oldugunu hesaba katmamışlardır." Profesör Talcoll Parsons'un (Max Webdin Tlıe Tlıeory of Social and Ecorıomic Orgarıiz.aıiorı, 1947, s. 27) kitabına yazdıgı önsözde. Aşagıda (son bölümde) Freud'la ilgili sözlere de bakınız. 1 8 Home and Foreign Rcvkw. Ocak 1863, s. 2 1 9. 19 Bu fikir. Herben Spencer'in Thr Sıudy of Sociology kitabının ikinci bölümün­ de, onun en agırbaşlı ı:ıslubu yla işlenmiştir: "Eger birinin zihinsel çapını kaba­ ca tahmin etmek isterseniz. bunu en iyi konuşmasındaki genellernelerin kisi · liklere oranını gözlemekle yapabilirsiniz. Bireyler hakkındaki basit gerçeklerin yerini, ınsaniann ve seylerin çok sayıda deneyiminden çıkarıılmış gerçekler ne kadar almı�ıır? Böyle pek çok ölçme yapınca, görürsünüz ki, insan isieri üstü­ ne hiyografik bir gön,şün üstüne çıkabilenler, şuraya burara dagılmış birkaç kişiden ibareuir." 20 H.R. Trevor-Roper. Histariral Essays. 1957, s. 281. 101 Ikinci nokta, yani, tarihin bireylerin "kendi düşüncelerine göre" neden "öyle hareket ettiklerini" araştırmaya ilişkin ol­ dugu, ilk bakışta çok garip gözükmektedir; Miss Wedgwo­ od da, öteki aklı başında kişiler gibi, kendi ögütledigi şey­ leri herhalde uygulamamaktadır. Eger uygulamışsa çok ga­ rip bir tarih yazıyor olmalı. Bugün herkes bilir ki, insanlar her zaman, hatta belki de genel olarak, tamamıyla bilincin­ de olduklan ya da açıkça söylemeyi isteyecekleri dürtülerle hareket etmezler; tarihçinin bilinçsiz ve açıklanmayan dür­ tülerin varlıgını düşünmekten vazgeçmesi, çalışmasına bile­ rek Le k gözü kapalı başlaması demektir. Ne var ki, bazılarına göre tarihçinin yapması gereken budur. Sorun şudur: Kral john'un kötülogünün açgözlülOgünden ya da aptallıgından yahut tiran olma tutkusundan ileıi geldiğini söylemekle ye­ tindiğiniz sürece, anaokulu düzeyinde bile anlaşılabilir olan bireysel nitelik terimleriyle konuşuyorsunuz demektir. Ama bir kez, Kral j ohn'un feodal baronlann gücünün yükselme­ sine karşı yerleşik çıkarların bilinçsiz aleti oldugunu söyle­ meye başlarsanız, yalnızca Kral john'un kötülügü hakkın­ da daha karmaşık ve fazla incelmiş bir görüş açısı getirmek­ le kalmaz, tarihi olayiann bireylerin bilinçli eylemleriyle de­ ğil, onların bilinçsiz isteklerini yöneten dış kaynaklı ve tü­ ınerkli kuvvetlerce belirlendiğini ileri sürmüş olursunuz. El­ bet bu saçma dır. Kendi payıma ben, Takdir-i t lahi, Dünya Ruhu, Tecelli Etmiş Kader, başharfi büyük T ile Tarih ya da bazen olayların akışını yönelttiği sanılan öteki soyutlamalar­ dan herhangi birine inanmıyorum; ve Marx'ın şu sözünü ka­ yıtsız şartsız kabul ediyonnn : Tarih hiçbir şey yapmaz, büyük servetleri yoktur ve savaş­ larda dögüşmez. Her şeyi yapan, sahip olan ve dögüşen in­ sandır, sahici canlı insan. 21 21 1 02 Marx-Engels. Grsamıausgtıbc, 1, 3, s. 625. Bu konuda benim belirtmek istedi�im iki noktanın her­ hangi bir soyut tarih görüşüyle ilgisi yoktur ve salt deneyim­ sel gözlemlere dayanmaktadır. Birincisi, tarihin geniş ölçüde bir sayı sorunu oldu�udur. "Tarihin büyük adamiann biyografisi" oldu�u yolundaki ta­ lihsiz iddiadan Cariyle sorumludur. Fakat onun en güzel ya­ zılmış ve en büyük tarihi eserinde dediklerine kulak veriniz: Açlık ve çıplaklık ve 25 milyonun yüreğini ezen kabus bas­ kısı: Fransız Devrimi'nde birincil sürükleyiciler, felsefe­ ci avukatların, zengin dükkan sahiplerinin, yerel soylula­ rın yaralanan gururlan ya da çelişen felsefeleri değil , bun­ lar olmuştur; bütün ülkelerdeki benzer bütün devrimlerde de böyle olacaktır.22 Ya da Lenin'in söylediği gibi: "Siyaset kitlelerin bulundu­ gu yerde başlar; ciddi siyasetin başladıgı yer, binierin de�il milyonların oldu�u yerdir."23 Cariyle'ın ve Lenin'in milyon­ lan , milyonlarca bireydir: Bununsa kişilik dışı olmayla ilgi­ si yoktur. Bu sorun üstündeki tartışmalar, bazen adı belli ol­ mamayla kişilik dışı olmayı birbirine karıştınr. Onlann ad­ lannı bilmedigimiz için halk halk olmaktan, birey de birey olmaktan çıkmaz. Mr. Ehot'un "engin, kişilik dışı güçler"i, daha cesur ve daha açık sözlü bir tutucu olan Clarendon'un "adı bile o lmayan pis adamlar" dediği bireylerdir.24 Bu ad­ sız milyonlar oldukça bilinçsiz bir biçimde, birlikte eylemde bulunan ve toplumsal bir güç oluşturan bireylerdir. Tarihçi­ nin, ola�an koşullarda, tek bir hoşnursuz köylüyü ya da hoş­ nutsuz bir köyü ele alması gerekmez. Fakat, binlerce köy­ deki milyonlarca hoşnutsuz köylü hiçbir tarihçinin yadsı22 History of ıh� Frenclı Rt�oluıioıı, lll. 3. bl. 1. 23 Lenin, Sdecırd Worhs, 7, s. 295. 24 Bay Hobbt.-s'un Lcviaıhan adlı kitabındaki, Kilise ve Devlet açısından tehlikeü ve z.ararh hatalann kısaca gözden geçirilmesi ve incelenmesi ( 1676 basımh In­ gilizce aslı), s. 320. 1 03 yamayacagı bir etmendir. j ones'u evlenmekten caydıran ne­ denler, aynı nedenler j ones'un kuşağındaki binlerce başka bireyi de evlenmekten alıkoyamadıkça ve bu, evlenme ora­ nında önemli bir düşüş oluşturmadıkça, tarihçiyi ilgilendir­ mez: Ama böyle olursa, söz konusu nedenler tarihi bakım­ dan pekala anlamlı olabilirler. Hareketlerin azınlıklarca baş­ latıldığı yolundaki beylik sözden rahatsız olmamıza da gerek yoktur. Bütün etkili hareketlerin çok az sayıda önderi ve ka­ labalık bir izleyici ki tlesi vardır; fakat bu, kalabalıkların on­ ların başarısında koşul olmadığı anlamına gelmez. Tarihte önemli olan sayılardır. Ikinci gözlemimin daha da çok tanıkları vardır. Pek çok farklı düşünce okulundan yazarlar, birey olarak insan dav­ ranışlannın, çoğucası onları yapaniann hatta başka herhan­ gi birinin niyetli ya da istekli olmamış olduğu sonuçları bu­ lunduğunu belirtmekte birleşmişlerdir. Hıristiyanlar çoğu­ cası bilinçli olarak kendi bencil çıkarlan için hareket eden bireylerin , bilinç dışı olarak tanrının isteklerinin aracısı ol­ duklarına inanırlar. Mandeville'in "kişi kusurlan-kamu ya­ rarları" bu buluşun ilk ve bile bile paradoksal bir anlatımıy­ dı. Adam Smith'in gizli eli ve Hegel'in, bireyler kendi kişisel isteklerini yerine getirmekte oldu klarına inanırlarken, onları kendi uğruna çalıştıran ve kendi maksatianna hizmet ettiren "aklın kumazlığı", anılmaya değmeyecek kadar bilinen şey­ lerdir. Ekonomi Politiğitı Eleştirisi kitabımn önsözünde Marx şöyle der, "üretim araçlannın toplumsal üretiminde insanlar, isteklerinden bağımsız olarak belirli zorunlu ilişkiler içine girerler." Tolstoy Savaş ve Banş'ta Adam Smith'i şöyle yan­ kılar: "lnsan bilinçli olarak kendisi için yaşar; fakat insanlı­ ğın tarihi ve evrensel amaçlarına erişilmesinde bilinç dışı bir araçtır."25 Burada, şimdiden yeterince uzun olan bu antoloji­ yi toparlamak için Profesör Butterfıeld'in sözlerini aktarayım: 25 1 04 l. TolstO)' , Savaş ve Barış, 9, bl. 1 . "Tarihi olayların dogasında tarihin akışını hiçbir insanın dü­ şünmedigi yönlere saptıran bir şey vardır."26 Yalnızca tek tek küçük yerel savaşlarla geçen yüzyıldan sonra, ı 9 ı 4'ten be­ ri iki büyük dünya savaşı olmuştur. Bu olgunun akla uy­ gun bir açıklaması olarak, 20. yüzyılın birinci yansında, ı9. yüzyılın son üç çeyreginde oldugundan daha çok kişinin sa­ vaş istedigi ya da daha az kişinin banş istedigi ileri sürüle­ mez. Herhangi bir bireyin ı 930'lann büyük iktisadi bulıranı­ nı istemiş ya da arzulamış olduguna inanmak güçtür. Ama, bu, hiç şüphesiz her biri bilinçli olarak tamamıyla rarklı bir­ takım amaçlar peşinde olan bireylerin davraruşlanyla ortaya çıkmıştır. Bireyin niyetleriyle davranışlannın sonuçları ara­ sında bir ayrılık oldugunun teşhisi, her zaman, geriye bakan tarihçiyi beklemek zorunda degildir. 1 9 1 7 Mart'ında H en­ ry Cabot Logge, Woodrow Wilson hakkında şöyle yazmış­ tı, "Savaşa girmek istemiyor, [akat sanırım olaylar tararından sürüklenecek. "27 Tarihin, "insan niyetleriyle açıklanması"28 ya da kişilerin kendi dürtüleri hakkında kendilerinin söyle­ dikleri ya da ·'bireylerin kendilerine göre neden öyle davran­ mış oldukları" temeline dayanarak yazılabilecegirıi ileri sür­ mek, ortada apaçık duran gerçege karşı çıkmaktır. Tarihin olguları, gerçekten de insanlar hakkında olgulardır; ama bi­ reylerce, yalıtlanmış olarak yapılmış davranışlar ya da birey­ lerin gerçek yahut hayali olarak kendilerini öyle hareket et­ tirdigirıi sandıklan dürtüler hakkında olgular degildir. Bun­ lar, bir toplum içinde bireylerin birbirleriyle olan ilişkileri ve bireylerin kendi istedikleri sonuçlardan çogu kez degişik, ba­ zen de bunlara tam karşıt sonuçlan olan birey davranışlann­ dan oluşan toplumsal güçler hakkındaki olgulardır. 26 H. Buıterficld, The Englishman aml His History. 1 944, s. 1 03. 27 B.W. Tuchm aıı ' ı n The Zimmennan Tdcgram'ındaki alıntı. New York, ı95f!. s. ıso. 28 Bu sözler. insan niyeı leri açısından ı.ırih yazmanın salık veriliyor gibi göriin­ dagı:ı, Jsaiah Berlin'in Hisıorical lncviıabillıy adlı escrindcdir, 1954, s. 7. 105 Geçen konferansımda sözünü ettigim Collingwoodcu ta­ rih görüşünün ciddi yanılgılanndan biri, tarihçinin araştır­ ması istenilen bir hareketin arkasındaki düşüncenin o hare­ keti yapan bireyin düşüncesi olduğu sanısıydı. Bu, yanlış bir varsayımdır. Tarihçinin araştırması istenilen, hareketin ar­ kasında yatan şeydir ve bu, hareketi yapan bireyin bilinçli düşüncesinden ya da dürtüsünden tamamıyla ilgisiz olabilir. Burada baş kaldıran ya da karşı çıkanın tarihteki rolü hak­ kında bir şeyler söylemeliyim. Topluma baş kaldıran bire­ yin yaygın portresini öne sürmek, toplum ile birey arasında­ ki yanlış karşıtlı� yeniden sunmak olur. Hiçbir toplum ta­ mamıyla homojen değildir. Her toplum bir toplumsal anlaş­ ınazlıklar meydanıdır, var olan otoriteye karşı yer alanlar, otoriteyi tutanlar kadar o toplumun ürünleri ve yansımalan­ dır. II. Richard ve Büyük Kateri na, 1 4. yüzyıl lngiheresi'nde ve 18. yüzyıl Rusyası'nda güçlü toplumsal kuvvetleri temsil etmişlerdir: Ama, Wat Tyler ve büyük serf isyanlannın ön­ deri Pugaçev de öyle idiler. Gerek hükümdarlar gerekse baş kaldıranlar, eşit ölçüde kendi dönemlerinin ve ülkelerinin özgül koşullannın ürünüdürler. Wat Tyler ve Pugaçev'i top­ luma baş kaldıran bireyler olarak tanımlamak yanıl tıcı bir basitleştirmedir. Eğer bütünüyle böyle olsalardı, tarihçinin onlardan hiçbir zaman haberi olmazdı. Tarihteki rollerini, bu kimseler izleyici kitlelerine borçludurlar ve toplumsal bir olgu olarak anlam taşırlar ya da hiçbir anlam taşımazlar. Ya da daha incelmiş bir anlamda, göze çarpıcı bir baş kaldıncı ve bireyeiyi alalım. Gününün toplumuna ve ülkesine Nietzs­ che kadar şiddetle ve köklü tepki gösteren pek az insan var­ dır. Ama yine de Nietzsche Avrupa, özellikle Alman toplu­ munun doğrudan bir ürünüydü - Çin'de ya da Peru'da olu­ şamayacak bir olguydu; N ietzsche'nin ölümünden bir kuşak sonra, bu bireyin anlatım kazandırdıgı Avrupalı ve özellikle Alman toplumsal güçlerinin ne kadar kuvvetli olduğu, onun 1 06 çagdaşlarının gördügünden daha büyük bir açıklıkla ortaya çıktı: Nietzsche kendi kuşagı için oldugundan çok, sonrası için daha anlamlı bir kişi oldu. Baş kaldıranın tarihteki rolüyle büyük adamların ki arasın­ da bazı benzer yanlar vardır. lyi Kraliçe Bess okulunun özel bir ömegi olan, tarihin büyük adam teorisinin, -arada sıra­ da sevimsiz yüzünü göstermekle birlikte- son yıl larda artık modası geçmiştir. tkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yayımlan­ maya başlayan popüler bir tarih kitapları dizisinin düzen­ leyicisi, yazarlarını "önemli tarih konularına büyük adam­ ların biyografileri yoluyla girmeye" çagırmıştı. A.j . P . Tay­ lor da küçük denemelerinden birinde bize, "çagdaş Avru­ pa'nın tarihi üç tiran açısından yazılabilir: Napoleon, Bis­ marck ve Lenin"29 demiştir, ne var ki onun daha ciddi yazı­ lannda böyle kaba bir girişime atılmadığını görüyoruz. Ta­ rihte büyük adamın rolü nedir? Büyük adam bir bireydir ve yükselmiş bir birey olarak da, yüksek değerde bir toplumsal olgudur. Gibbon şu gözlernde bulunmuştu: "Zamanın üs­ tün kişiliklere uygun olması gerektigi, apaçık bir gerçektir; Cromwell ya da Retz'in dehası, bugün belki de karanlıkta yi­ tip giderdi."30 Marx, Lou is Boııaparte'ın OnselliZ Brumaire'in­ de karşıt bir olguyu ortaya koymuştur: "Fransa'da sınıf sava­ şı, kaba bir adiligin kahraman kılığında çalımla dolaşması­ nı sağlayan koşullan ve ilişkileri oluşturmuştur." Bismarck 18. yüzyılda doğmuş olsaydı -bu elbette saçma bir varsa­ yımdır, çünkü o zaman Bismarck olamazdı- Almanya'yı bir­ leştiremerecek ve belki de büyük bir adam da olamayacak­ tı. Fakat Tolstoy'un yapugı gibi büyük adamları "olayla­ ra ad veren etiketlerden" başka bir şey degilmi.ş gibi batır29 A.j.P. Taylor, From Napolcoıı ıo Sıcıliıı. 1950, s. 74. 30 Edward Gibbon, Decllııt and Fal! of Roman f.mpirc, bl. 19 I Rorna lrnparaıorlu· gu·rıuıı Gerilcyi� ve Çılkıiş Tmihi, beli cilı. na ı Yayınlan. Istanbul. I 99·l l . çev. Asım Balıacıgil, Arkcoloji ve Sa· 1 07 maya da gerek yoktur. Elbette bazen büyük adamlar kültü­ nün kötü sonuçlan olabilir. Nietzsche'nin üstürı-insaııı itici bir tiptir. Hitler örnegini ya da Sovyetler Birligi'ndeki "kişi­ lik kültünün" acıkh sonuçlarını haurlatmam gerekmez. Fa­ kat benim amacım, büyük adamiann büyüklügünü söndür­ mek degildir: "Büyük adamların hemen hepsi kötü adamlar­ dır" tezinin altını imzalamayı da istemem. Engellerneyi um­ dugum görüş, büyük adamlan tarihin dışına koyan ve onla­ rı büyüklüklerinden ötürü tarihe kendilerini kabul ettiren, tarihin "gerçek sürekliligini kesrnek üzere bilinmezliklerden mucizeli bir biçimde, kutudaki yaylı palyaço gibi çıkıveren" kişiler olarak gören anlayışttr.31 Bilmiyorum, bugün bile He­ gel'in klasik tanımlamasından daha iyisini yapabilir miyiz: Çağın büyü.k adamı, çağının istemini dile getirebilen, çağı­ na isteminin ne olduğunu söyleyebilen ve bu istemi yerine getirebilen kişidir. Onun yaptığı, çağının yü.reği ve özüdür; o çağını gerçek kılar.32 Dr. Leavis de, büyük yazarlar "yarattıkları insan bilinçli­ ligiyle orantılı olarak anlamlıdırlar"33 dedigi zaman, buna benzer bir şey söylemek ister. Büyük adam her zaman ya var olan güçleri ya da var olan otoriteye karşı çıkarak yaratılma­ sına yardım ettigi güçleri temsil eder. Fakat belki, Cromwell ya da Lenin gibi kendilerini büyüklüge götüren güçlerin şe­ killenmesine yardım edenlere, Napoleon ya da Bismarck gi­ bi zaten var olan güçlerin sınında büyükleşmişlerden daha yüksek bir yaratıcılık derecesi yakıştınlabilir. Kendi zaman­ lannın çok ilerisinde oldukları için, büyüklükleri ancak da­ ha sonraki kuşaklarca degerlendirilmiş olan büyük adam­ lan da unutınamahdır. Bence en önemlisi, dünyanın şekli31 Child, Hisıory, 1 947, s. 43. of Righı, Ingilizce çev., 1 942, s. 295. F.R. Lea\'is. Tht• Grt·aı Tradilion, 1 948, s. 2. V.G. 32 Philosophy 33 1 08 ni ve insaniann düşüncelerini değiştiren toplumsal güçlerin aynı zamanda hem temsilcisi hem yaratıcısı olan büyük ada­ mı. tarihi sürecin aynı zamanda hem bir ürünü hem de bir etmeni olan sivrilmiş bir birey diye görmektir. Böylece tarih kelimesi her iki anlamında da -tarihçinin yaptıgı araştırma ve tarihçinin geçmişte araştırdıgı olgular anlamında- bireylerin toplumsal varlıklar olarak içine gir­ dikleri toplumsal bir süreçtir; toplum ile birey arasındaki hayali karşıtlıksa, düşüncemizi şaşırtmak için yolumuzun karşısına çıkartılmış konuyu dagıucı bir ögeden başka bir şey degildir. Benim, bugünle geçmiş arasındaki diyalog de­ digim, tarihçiyle olguları arasında karşılıklı etkileşim süre­ ci, soyut ve yalıtılmış bireyler arasında bir diyalog degil, bu­ günün toplumu ile dünün toplumu arasında bir diyalogdur. Burckhardt'ın deyişiyle, tarih "bir dönemin öbüründe kayda deger bulduklarının yazımı"dır.34 Geçmiş, bizim için bugü­ nün ışıgında anlaşılabilir ve bugünü tümüyle ancak geçmi­ şin ışığında anlayabiliriz. I nsanın geçmiş toplumu anlaması­ nı ve bugünün toplumuna daha çok egemen olmasını sagla­ mak tarihin çifte işlevidir. -- ------ - - 34 j. Burckhardı. judgemenıs on History arıd orı Hfstoriarıs, 1959, s. 158. 1 09 3 Tarih, Bilim ve Ahlak Ben küçükken, balık gibi görünüşüne karşın, balinanın ba­ lık olmadıgını ögrenince, şaşıp kalmıştım. Bugünlerde, bu sınıflama sorunlan beni daha az heyecanlandınyor ve bana, tarih bir bilim degildir denmesi canımı fazla sıkmıyor. Bu te­ rim sorunu Ingilizce'nin kendine özgü bir acayipligidir. Baş­ ka bütün Avrupa dillerinde "bilim" kelimesinin karşılıkları, tarihi hiç duraksamadan kapsar. Fakat ingilizce konuşulan dünyada, bu sorunun uzun bir geçmişi vardır ve bunun or­ taya çıkardığı meseleler, tarihte yöntem sorunlanna uygun bir giriş olur. 18. yüzyılın sonunda, bilim insanın hem dünya hakkında­ ki bilgisine, hem de kendi fiziksel özelliklerinin bilgisine öy­ le görkemli bir katkıda bulununca, bilimin, insanın toplum hakkındaki bilgisini de ilerletip ilerletemeyeceği sorulma­ ya başlanmışur. Aralannda Tarih'in de bulundugu toplum­ sal bilimler kavramı, 19. yüzyıl boyunca derece derece geliş­ ti ve bilimin doğa dünyasını inceledigi yöntem, insan sorun­ larının incelenmesine de uygulandı. Bu dönemin birinci bö­ lümünde Newtoncu gelenek egemendi. Toplum, tıpkı doga 111 dünyası gibi, bir mekanizma olarak düşünülmekteydi; Her­ lıert Spencer'in l 8 5 l 'de yayımlanan bir ki tabının Toplum­ sal Statik başligını taşıdıgı hala haurlanmaktadır. Bu gele­ nek içinde yetişen Bertrand Russell, daha sonraları, zaman­ la "makinelerin matematigi kadar pekin bir insan davranış­ lan matematiği"nin 1 olabilecegini umduğu dönemi hatırla­ maktadır. Sonra, Darwin başka bir bilimsel devrim yaptı ve toplum bilimcileri biyolojiden esinlenerek toplumu bir or­ ganizma olarak düşünmeye başladılar. Fakat, Darwinci dev­ rimin asıl önemi, Darwin'in Lyell'in j eoloj ide başlatmış ol­ duğu hareketi tamamlayarak tarihi bilimin içine sokınasıdır. Bilim artık durağan (statik)2 ve zaman dışı bir şeyle degil, degişim ve gelişim süreciyle ilgileniyordu. Bilimdeki evrim, tarihte ilerlemeyi destekledi ve tamamladı. Bununla birlikte, ilk konuşmamda, "önce olgulannızı toplayın, sonra bunları yorumlayın" diye anlatugım tümevanmcı tarihi yöntem gö­ rüşünü değiştirecek hiçbir şey olmamıştır. Bunun, hiç araş­ tırılmadan, aynı zamanda bilimin de yöntemi oldugu varsa­ yılmıştır. Ocak I 903'teki açış konuşmasının son sözlerinde, tarihi "ne eksik ne fazla bir bilim" diye betimleyen Bury'nin kafasındaki görüş besbelli ki buydu. Bury'nin açış konuş­ masından sonraki 50 yıl, bu tarih görüşüne karşı güçlü bir tepkiye tanıklık e tmiştir. Collingwood, l930'larda yazar­ ken bilimsel araştırmanın konusu olan doga dünyası ile ta­ rih dünyası arasında keskin bir çizgi çekmeye özellikle iti­ na ediyordu; bu dönem boyunca Bury'nin sözü, aşagılama amacı dışında hemen hiç yinelenmemiştir. Fakat tarihçiie­ rin o zaman fark edemedikleri şey, bilimin kendisinin kök­ lü bir devrim geçirmiş olmasıydı; bu devrim , Bury'yi yani� bir nedenle de olsa, dogruya bizim sandıgımızdan daha yak1 2 112 B. Russell. Porıralls from Mcmory, 1 958, s. 20. lfl75 gibi RCÇ bir ıarihıe Brad.ley. "bilim zaman dışı ve 'kalıcı' olanla ilgilenir" di­ yerek, onu ı:ırihıcn aynmlamışıır. F.H. Dradley, Collccıı:d Essays, 1953, 1, s. 36. laşmış göstermektedir. Lyell'in jeolojide ve Darwin'in biyo­ lojide yaptıgı, şimdi evrenin bu duruma nasıl gelmiş oldu­ gunu gösteren bilim halini almış olan astronomi için yapıl­ maktadır; çagdaş fizikçiler de sürekli olarak, bize, inceledik­ leri şeyin olgular degil olaylar oldugunu söylemektedirler. Tarihçinin, bugün kendini bilim dünyasının içinde hisset­ mek için, 1 00 yıl önce oldugundan daha çok nedeni vardır. Önce yasalar kavramına bakalım. 1 8. ve 19. yüzyıllar bo­ yunca, bilim adamları, doga yasalarının -Newton'un de­ vinim yasası , yerçekimi yasası, Boyle yasası, evrim yasa­ sı vb.- bulunmuş ve kesinlikle saptanmış oldugunu ve bi­ lim adamının ugraşının, gözlerolenmiş olgulardan tümeva­ nın süreci ile bu gibi daha çok yasalar bulmak ve saptamak­ tan ibaret bulundugunu sanmışlardır. "Yasa" kelimesi, arka­ smda zafer bulutlan bırakarak, Galileo ve Newton'dan gel­ miştir. Toplumu inceleyenler, bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendi çalışmalannın bilimselligini göstermek arzusuyla, ay­ nı dili benimsediler ve kendilerinin aynı yöntemi izledikle­ rine inandılar. Gresham yasası ve Adam Smith'in piyasa ya­ ·saları ile bu alanda ilk görülenler iktisatçılar olmuştur. Bur­ ke, "doganın, bu nedenle de tanrının yasalan olan ticaretin yasaları" ndan dem vurmuştur.3 Malthus, bir nüfus yasası, lassaile ise bir fiyatiann tunç yasası ortaya koymuştur; Marx da Kapital'in önsözünde "çagdaş toplumun mekanizması­ nın ekonomik yasası" nı keşfetrniş oldugunu ileri sürmüştür. Buckle, History of Civilizatioıı'ı bitiriş sözlerinde, insan işle­ rinin akışında "görkemli bir evrensel ve şaşmaz düzen ilke­ si oldugu" inancını dile getirmiştir. Bugün bu sözler ukala­ ca oldugu kadar, modası geçmiş de görünüyor; fakat bu söz­ ��� doga 3 bilimcisine de, hemen hemen toplum bilimcisine Thcıuglııs and 4. 1846, s. Deıails on Scarclly. 1 795. The Works of Edmund Burhc'ün içinde 270; "Takdir-i Ilahi'nin yoksullardan bir süre için esirgenmesini uy­ gun gordugıı ihtiyaçlan onlara vermek. ne hükümet olarak hükllmetin ne de lıatıa zengin olarak zenginlerin elindedir• sonucunu çıkarmıştır. 113 olduğu kadar ınodası geçmiş gelmektedir. Bury'nin açış ko­ nuşmasını yapmasından bir yı l önce, Fransız matematikçisi Henri Poincare bilimsel düşüncede bir devrim başlatan, Science et l'hypothese (Bilim ve Varsayım) La isminde küçük bir kitap yayımladı. Poincare'nin başlıca tezi, bilim adamlarınca ileri sütiil en genel önermelerin yalnızca tanımlar ya da dilin kullanılışıyla ilgili üstü örtük görenekler olmadıkları yerler­ de, daha ileri düşünceleri billurlaştırmak ve örgütlernek için biçimlendirilmiş varsayımlar oldukları ve doğrulanmaya ya da düzeltilmeye yahut çürütülmeye açık olduklarıydı . Bütün bunlar artık basmakal ıplaşmıştır. Newton'un fingo Hypotheses 11011 (Varsayımlar uydurmuyorum) böbürlenınesi, bugün içi boş tınlamaktadır; bilim adamları, hatta toplum bilimci­ ler böyle denebilirse, geçmişin hatırı için hala, bazen yasa­ lardan söz ediyariarsa bile artık yasalann varlığına 1 8. ve 19. yüzyıl bilim adamlarının hepsinin birden inandığı anlamda inanmamaktadırlar. Bilim adamlarının yaptıkları buluşlara ve elde ettikleri yeni bilgilere, tam ve kapsamlı yasalar ko­ yarak değil, yeni araştırmalara yol açacak varsayımlar ortaya atarak eriştikleri teslim edilmektedir. tki Amerikalı felsefe­ cinin bilimsel yöntem üzerine yazdıkları bir ders kitabı, bi­ limin yöntemini "özünde döngüsel" diye betimlemektedir: "Olgu" oldugu ileri sürülen deneysel malzemeleri kullana­ rak ilkeler için kanıtlar elde ederiz, deneysel malzemele­ 4 ri de ilkelere dayanarak seçer, analiz eder ve yorumlarız. "Karşılıklı" kelimesi "döngüsel" kelimesine yeğlenebilir­ di: Çünkü sonuç aynı yere dönmek değil, ilkeler ve olgu­ lar, kural ve uygulama arasındaki karşılıklı etkileşim süre­ ci içinde yeni buluşlara doğru ilerlemedir. Her türlü düşün­ ce, gözleme dayanan, birtakım varsayımların kabul edilme4 1 14 M .R. Cohen ve E. Nagel, lııtroılııcıion ıo Logic and Scicnıific Mcıhod, ı 9H. s. 596. sini gerektirir. Bunlar bilimsel düşünmeyi mümkün kılarlar, fakat kendileri de o düşüncenin ışığında yeniden gözden ge­ çirilmeye açıktır. Bu varsayımlar, kimi baglamlarda ya da ki­ mi amaçlarla geçerli olabilecekleri gibi, başka baglamlar ya da amaçlar için geçersiz oldukları görülebilir. Her durumda, ölçü gerçekten bunların yeni sezgiler getirip getirmediği ve bilgimize katkıda bulunup bulunmadıgı yolundaki deney­ sel ölçüdür. Rutherford'un yöntemlerini, onun en ünlü ög­ rend ve iş arkadaşlarından biri, yakınlarda şöyle anlatm ıştır: Mutfakta olup bitenleri bilmekten söz edilebilecegi anlam­ da, çekirdek fiziğin naı;ıl işlediğini öğrenmeye iten bir dür­ tüsü vardı. Birtakım temel yasaları kullanan bir teorinin klasik biçiminde bir açıklama aradıgını sanmıyorum; ne olup bittiğini bildiği sürece, bununla yetinirdi. 5 Bu betimleme, temel yasaları bulmaktan vazgeçmiş olan ve şeylerin nastl işledigini araştırınakla yetinen tarihçiye de eşit ölçüde uygundur. Tarihçinin araştırma sürecinde kullandıgı varsayımların durumu, doğa bilimcisinin kullandıgı varsayımların duru­ muna belirgin bir biçimde benzer. Örnek olarak, Max We­ ber'in Protestanlık ile Kapitalizm arasındaki ünlü ilişki teş­ hisini alalım. Daha önceki bir dönemde böyle denilebilir idiyse de, bugün buna hiç kimse yasa demez. Bu, yol açtı­ ğı araştırmalar sırasında belli bir ölçüde değişikliğe ugramış olmakla birlikte, şüphe yok ki, her iki hareket hakkındaki anlayışı mızı genişleten bir varsayımdır. Ya da Marx'ınki gi­ bi bir yargıyı ele alalım: "Kol gücüne dayanan fabrikalar bi­ ze derebeyli bir toplumu, buhar gücüne dayanan fabrikalar endüstriyel kapitalistli bir toplumu verir."6 Marx belki buna bir yasa demeye kalkabilirdi, ama çağdaş terminolojide biz 5 Triııiıy Re,•iew'da Sir Charles Ellis. Cambridge. Lenı Term. ı960, � Mcırx-Engds: Gı:scınııaıısgabe, I. 6, s. 1 79. s. 1 4. 115 buna bir yasa değil, ileri araştırma ve yeni anlayışiann yo­ lunu gösteren bir varsayım diyoruz. Bu tür varsayımlar dü­ şüncenin vazgeçilemez araçlandır. 1 900'lerin başlannda ya­ şayan tanınmış Alman iktisatçısı Werner Sombart, kendisin­ de de, Marksizm'den dönenierin ugradıkları bir "tedirginlik duygusu" bulunduğunu itiraf eder: Varoluşun kannaşıklıklan ortasında şimdiye degin yol gös­ tericilerimiz olan rahatlatıcı formülleTimizi kaybedince, ... yeni bir tutamak bulana ya da yüzmeyi öğrenene kadar ol­ gular okyanusuncia boguluyor gibi oluruz ? T aTihteki dönemlere ayırma tartışması da bu kategori içi­ ne girer. Tarihi dönemlere bölmek bir olgu değil, gerekli bir varsayım ya da düşünce aracıdır; aydınlatıcı olduğu ölçüde geçerlidir, sağlamlığı da yonıma bağlıdır. Ortaçağ'ın ne za­ man bittiği sorununda birbirleriyle anlaşamayan tarihçiler, belli olayları yonımlamakta birbirleriyle anlaşamamaktadır­ lar. Bu sorun bir olgu sorunu değildir; ama anlamsız da de­ ğildir. Tarihin coğrafi bölgelere bölümlenmesi de, tıpkı bu­ nun gibi bir olgu değil, bir varsayımdır: Avrupa tarihinden söz etmek, belli bağlamlar içinde geçerli ve verimli, baş­ ka bağlamlar içinde ise yanıltıcı ve zararlı bir varsayım ola­ bilir. Çoğu tarihçiler Rusya'yı Avrupa'nın bir parçası kabul eder, bazıları ise bunu şiddetle reddederler. Tarihçinin eği­ limi hakkında, kabul ettiği varsayıma göre karar verilebilir. Bir fizik bilimci olarak yetişmiş ünlü bir toplumsal bilimci­ den geldiği için, toplumsal bilimin yöntemleri üstüne genel bir açıklamayı aktarmak istiyorum. Kırk yaşlarında toplum sorunlan üstüne yazılar yazmaya başlayıncaya kadar mü­ hendislik yapan Georges Sorel, fazla basitleşLirme tehlikesi­ ne rağmen her durumda belirli ögelerin yalıdanması gereği üzerinde dunnuştur: 7 116 W. Sombarı, The Quinıesseııu of Capiıalisnı, Ingilizce çeviri , 1915, s. 354. Insan yolunu yoklaya yoklaya ilerlemeli; muhtemel ve tikel varsayımlan denemeli ve her zaman giderek yapılacak dü­ zeltmelere kapıyı açık tutacak biçimde gerçege geçici yak­ laşımlarla yetinmelidir. 8 Bu, fizik bilimcilerin ve Acton gibi tarihçilerin, çok iyi sı­ nanmış olguların yığılmasıyla, tartışmalı bütün sorunların çözümlerini kesinlikle kestirip atacak tam bir bilgi bütünü­ nün kurulacağı günü beklediği 1 9 . yüzyıldan pek uzak dü­ şen bir sestir. Fizik bilimciler olsun, tarihçiler olsun, şimdi­ lerde, yorumlan aracılığıyla olgularını yalıtlayarak ve olgu­ larla yorumlarını sınayarak sınırlı bir varsayımdan bir baş­ kasına ilerlemek yolunda daha alçakgönüllü bir umut bes­ lemektedirler; bunu yaparken izledikleri yol, bana özün­ de birbirlerinden pek farklı gözükmüyor. Ilk konferansım­ da Profesör Barraclough'un "tarih hiç de olgusal değildir, kabul edilmiş bir yargılar dizisinden ibarettir" dediğini ak­ tarmıştım. Bu konferanslarımı hazırladığım sırada, bir BBC yayınında bu üniversiteden [ Cambridge'den] bir fizikçi bir bilimsel doğruyu "uzmanlarca açık olarak kabul edilmiş bir önerme" olarak tanımladı .9 Nesnellik sorununu tartışaca­ ğım zaman ortaya çıkacak nedenler yüzünden, bu formül­ lerin hiçbiri bütünüyle doyurucu değildir. Fakat, birbirle­ rinden bağımsız olarak aynı sorunu hemen hemen aynı ke­ limelerle formüle eden bir tarihçi ve bir fizikçi bana çarpı­ cı geldi. Ne var ki, benzetmeler, dikkatli olmayan kimselerin düşe­ geldikleri bir tuzaktır; ben de, matematik ile doğa bilimleri ya da bu kategorilere giren ayrı ayrı bilimler arasındaki fark­ lar büyük olmakla birlikte, bu bilimlerle tarih arasında temel bir ayrım yapılabileceği ve ayrımın tarihe -belki, öteki top8 9 G. Sord, MmcriaıL"< ıl"uııc ıhcoric du pmlı'taricıı, 1 9 1 9 , s. 7. 71ıc Lisıcnrr'de Dr. ] . Ziman, 18 Agusıos 1 960. 117 lumsal bilimler denilen disipliniere de- bilim adı verilmesi­ ni yanıltıcı kıldıgı inancının dayanaklarım saygıyla kabul et­ mek istiyorum. Bazılan başkalanndan daha inandırıcı olan bu karşı çıkmalar özetle şöyledir: 1 ) Tarih yalnız ve yalnız tek (biricik) olan şeylerle, bilim ise genel şeylerle ilgilenir; 2) tarihten ders çıkmaz; 3) tarih gelecegi önceden haber ve­ remez; 4) tarihte insan kendini gözledigi için, tarih zorunlu olarak özneldir; ve S) tarih, bilimin tersine, din ve ahlak so­ runlannı işin içine katar. Bunlann her birini sırayla incele­ meye çahşacagım . Bir kere, tarihin, sözde, biricik v e tikel, biliminse genel ve tümel şeylerle ilgilendiği öne sürülmektedir. Bu görüşün, şi­ ir genel doğrularla ve tarih özel doğnılarla ilgilendiğinden, şiirin tarihten "daha felsefi" ve "daha ciddi" olduğunu bildi­ ren Aristatdes ile başladığı söylenebilir.1° Collingwood1 1 da içinde olmak üzere Collingwood'a kadar, daha sonraki bir sürü yazar, bilim ile tarih arasında benzer bir ayrım yapmış­ lardır. Bu, bir yanlış anlamaya dayalı görünmektedir. Hob­ bes'un "Adlar dışında dünyaya hiçbir şey tümel değildir, çünkü ad takılan şeylerin her biri bireysel ve biriciktir" di­ yen ünlü kuralı hala geçerlidir.12 Bu, fizik bilimlerde kesin­ likle doğnıdur: Birbiriyle özdeş olan iki jeolojik oluşum, ay­ nı türden iki hayvan ve iki atom yoktur. Bunun gibi iki ta­ rihi olay da özdeş değildir. Fakat, tarihi olayiann biricikli­ ği üstünde ısrar etmenin Moore'un Piskopos Butler'dan al­ dığı ve bir zamanlar özellikle dilci filozofların tutkun oldu­ ğu "her şey neyse odur ve başka bir şey değildir" diyen bey­ lik söz kadar felce uğratıcı bir etkisi vardır. Bu akıma kapıh­ nırsa, çok geçmeden hiçbir şey hakkında söylemeye degecek bir söz edilemeyen bir çeşit felsefi nirvanaya ulaşıhr. 10 Poetiha. bl. l l . ll R.G. Collingwood. flistorical lmaginatlmı. 1935, s. 5. 12 Leviaılıan. ı, 4. 118 Dilin kullanılmasının kendisi tarihçiyi de genelierne yap­ maya bağlar. Peloponnessos savaşlan ile Ikinci Dünya Sava­ şı çok farklıydılar ve ikisi de biriciktiler. Fakat tarihçi ikisi­ ne de savaş der ve buna yalnızca ukalalar karşı çıkarlar. Gib­ bon, Konstantin'in Hıristiyanlığı kabulü ile Islam'ın yükse­ lişinin ikisine de devrim dediği zaman da, iki biricik olayı genellemektedir.13 Çağdaş tarihçiler de Ingiliz, Fransız, Rus ve Çin devrim leri d erken aynı şeyi yapmaktadırlar. Tarih­ çi gerçekte biriciklerle deği l , biricik ler içindeki genel olan­ la ilgilenir. Tarihçilerin 1 920'1erde 1 9 1 4 savaşının neden­ leri üstüne tartışmaları, bunun ya gizlilik içinde ve kamu­ oyunun denetimi dışında çalışan diplomatlann kötü idare­ sinden ya da ne yazık ki, dünyanın egemen devletler ara­ sında kötü bir biçimde bölünmüş olmasından i leri geldi­ ği varsayımından hareketle yapılıyordu. 1 930'larda aynı ko­ nu üstüne tartışmalarda ise, bunun çökmeye başlayan ka­ pitalizmin baskılanyla emperyalist güçler arasındaki reka­ bet sonucu olduğu varsayımına dayanılıyordu. Bu tartışma­ lar, hep savaşın nedenleri ya da hiç değilse, 20. yüzyılın ko­ şullarındaki savaşın nedenleri hakkındaki genellerneleri işin içine katıyordu. Tarihçi, kendi kanıtını sınamak için sürek­ li genelierne kullanır. Richard'ın Londra Kulesi'nde prensle­ ri öldürüp öldürmediği hakkında kanıt açık değilse, tarihçi -belki bilinçli olmaktan çok bilinç dışı olarak- kendisine, o dönemde tahtianna rakip çıkabilecek kişileri yok etmek için hükümdarların bir alışkanlıklan olup olmadığını soracak­ tır; yargısı tamamıyla haklı olarak bu genellerneden etkile­ necektir. Tarih okuru da tarih yazıcısı gibi sürekli bir genelleme­ cidir, bunu tarihçinin gözlemlerini kendine daha bildik ge­ len öteki tarihi bağlarnlara -ya da belki kendi zamanına- uy­ gulayarak yapar. Cariyle'ın Frendı Revolution kitabını okur- 13 Dcclinc anel Fall of ı he Roman Empire, bl. 20, bl. l . 1 19 ken, kendimi birçok kereler onun yorumlan m özel olarak il­ gilendigim Rus Devrimi'ne uygularken buldum. Şiddet hak­ kındaki şu sözleri alın: Eşit adaletin bilindigi yerlerde, bu korkunç bir şeydir - bu­ nun hiç bilinmedigi yerlerdeyse o kadar olaganüstü degildir. Ya da daha anlamlı olan şunu alın: Dogal olmakla birlikte, yazık ki, bu dönem tarihi büyük bir çogunlukla isterik bir şekilde yazılmıştır. Bol bol abartma, lanetleme, yakınma; ve bütününde, karanlık. 14 Ya da bu kez bir başkasını, 16. yüzyılda modem devletin büyümesi hakkında Burckhardt'ın şu sözlerini alın: Erk (iktidar) ne kadar yakın zamanlarda oluşmuşsa, dura­ gan kalabilmesi o kadar ihtimal dışıdır - çünkü, bir kere bu erki yaratanlar hızlı ilerlemeye alışmışlardır ve çünkü dos­ dogru yenilikçidirler, böylece de kalacaklardır; ikinci ola­ rak da, bunlar tarafından harekete geçirilen ya da boyun­ duruk al una alınan güçler, ancak şiddet eylemlerine devam edilerek kullanılabilecektir. 1 5 Genellemenin tarihe yabancı oldugunu söylemek saçma­ dır; tarih, genellemelerle beslenir. Mr. Elton'un Cambrid­ ge Modern History'nin yeni basımındaki bir cil tte açık-seçik söylediği gibi, "tarihçiyi tarihi olgular toplayıcısından ayırt eden genellemedir"; 16 El ton, doğa bilimcisini doga merak­ lısı ya da koleksiyoncusundan ayırt eden şeyin de bu oldu­ gunu ekleyebilirdi. Fakat, genellemenin, özel olayiann içine oturtulacagı çok geniş kapsamlı bir tarih çerçevesi kurma­ mıza izin verdigi sanılmarnahdır. Marx, genel olarak, böyle 14 History oj tlıe Frmdı Rrvolutiorı. 1, 5, bl. 9; lll. 1 . bl. 1 . 1 5 J . Burckhardı,judgcınmıs orı Hlsıory and Hlsıorians, 1959, s. 34. 16 Cambridge Modcnı Hisıory. 2, 1958, s. 20. 1 20 bir çerçeve kurmakla ya da böyle bir çerçevenin var olduğu­ na inanınakla suçlananlardan biri olduğu için mektupların­ dan birinin, sorunu yerli yerine oturtan bir parçasını özetie­ yerek aktaracağım: Dikkati çekecek ölçüde birbirine benzeyen fakat farklı ta­ rihi ortamlarda meydana gelen olaylar birbirine hiç benze­ meyen sonuçlara vanrlar. Bu gelişmelerin her birini ayrı ayrı inedeyip sonradan karşılaştırarak bu olgunun anlaşıl­ ması için bir anahtar bulmak kolaydır; fakat, tarihin üstün­ de olmak gibi büyük bir erdemi olan, tarihi-felsefi bir teori­ nin her kapıyı açan anahtarını kullanarak böyle bir anlayı­ şa varmak imkansızdır.17 Tarih biricik ve genel arasındaki ilişkiyle uğraşır. Tarih­ çi olarak olgu ile yorumu birbirinden ayıramayacağımız gi­ bi bunları da birbirinden hiç ayıramayız ya da birine ötekine göre öncelik veremeyiz. Burası, belki tarih ile sosyoloji arasındaki ilişkiler üstünde dunnanın yeridir. Sosyoloji zamanımızda iki karşıt tehlikey­ le yüz yüzedir - aşırı teorik olma tehlikesi ve aşırı ampirik olma tehlikesi. Bunların birincisi, genel olarak toplum hak­ kındaki soyut ve anlamsız genellemeler içinde kaybolmak tehlikesidir. Büyük harf ile Toplum, büyük harf ile Tarih ka­ dar yanıltıcı bir yanlıştır. Sosyolojinin görevinin yalnızca ta­ rihin kaydettiği tek olayların genenemesini yapmak oldu­ ğunu savunanlar, bu tehlikeyi daha da büyütmektedir; sos­ yolojiyi tarihten ayırt eden özelliğinin "yasaları" bul unması 1 7 Marx ve Engels, Bılliln Esı:rkri (Rusça hasım), 1 5, s. 378. Bu parçanın alındıjtı mektup 1 87Tde Rus dergisi Oıcçrsıvrrıny c Zapislıfde çıkmıştır. Profesör Karl Popper, Marx'ın "historisizmin baş yanlışı" dedijti, tarihi egilim ya da gidişie­ rin ·yalnızca evrensel yasalardan. do�dan dojtruya çıkanılabilecegi" inan· cında oldugunu söyler �ibidir (The Povmy ofHisıoricism. 1 957, s. 1 28-29 1 Ta­ rihsici/igin Scfıılcıi, çev. Ceyhan Ak.wy, Plaıo Film Yayınlan, lsıanhul, 2007 1). oysa, Marx'ın kesinlikle reddeııigi şey ı.ım budur. 1 21 olduğu bile söylenmiştir. 18 Öteki tehlike ise, Karl Mannhe­ im'ın hemen hemen bir kuşak önce görmüş olduğu ve şimdi büyük çapta ortaya çıkmış bulunan sosyolojinin "toplumun yeniden düzenlenişiyle ilgili bir dizi ayrı ayrı teknik sonı­ na bölü nmesi"dir.19 Sosyoloj i, her biri tek olan ve özel tarihi geçmişleri ve koşullannca kalıplandırılmış tarihi topluıniar­ la ilgilidir. Fakat bir kimsenin kendini sıralama ve analizin sözde "teknik" sorunlarına vererek genelierne ve yorumdan kaçınmaya kalkışması, bilinçsiz olarak yalnızca durağan bir toplumun savunucusu olması demektir. Sosyoloji, eğer ve­ rimli bir çalışma alanı alacaksa, tıpkı tarih gibi tekle genel arasındaki ilişkilerle uğraşmalıdır. Fakat aynı zamanda di­ namik de olmalıdır - hareketsiz bir toplumun değil (zaten böyle bir toplum yoktur), toplumsal değişmenin ve gelişme­ nin incelemesi olmalıdır. Bitirmek için yalnızca şunu söyle­ yeyim ki, gerek sosyologun tarihe daha çok dayanması, ge­ rekse tarihçinin sosyolojiye daha çok dayanması her ikisi­ nin de haynnadır. tkisi arasındaki sınır iki yönlü gidiş-geli­ şe açık olmalıdır. Genelleme sorunu, benim ikinci sonımla, yani tarihten çı­ karılacak dersler sorusuyla yakından ilgilidir. Geneliernenin can alıcı noktası şudur ki, onunla bir olaylar dizisinden baş­ ka bir olaylar dizisine geçerek tarihten bir şeyler öğrenme­ ye, ders çıkarmaya kalkışınz: Genelierne yaparken bilinçli 18 Profesör Popper'in hu görüşıc oldugu anlaşılıyor (The O�n Soritly, 2. basım, 1 952. 2, s. 322 (Açılı Toplum ve Düşınanlan, çev. Harun Rızaıepe. Liberıc- Ya· yınlan, lsıanbul, 2008)). Yazık ki, Popper şöyle bir sosyoloji yasası örnegini vennckıedir: "Düşunce özgiırlügüniın ve düşunce bildirişimi özgiırliı�üniın yasal kurumlarca eıkili olarak konınmadıgı ve kurumlann tartışnıalann açık olmasını sagladıgı yerlerde bilimsel ilerleme olacaktır." Bu 1942 ya da ı 943'ıe yazılmışur ve açıkca Bau dcmokrasilerinin, kurumsal düzenleme sayesindt, bilimsel ilerlemenin Oncüsu kalacagı inancından esinlenmiştir. Bu inanış Sov­ yetler Birligi'ııdekl gelişmelercc çoktan yıkılmış ya da geniş O lçüde dı:ızeltilmiş­ ıir. Bu, yasa olmak şOyle dursun, geçerli bir genelierne bile degildir. 19 Karl Mannheim, ldeology and Uıopia, Ingilizce çev . . 1936, s. 228 Otopya, ç�. Mehmet Okyayuz. De Ki Yayınlan. Ankara, 20091. 1 22 ( Ideoloji v� ya da bilinç dışı bunu yapınaya ça\ışıyoruzdur. Genellerneyi bir yana bırakıp, tarihin tamamıyla biricik olanlarla ilgilen­ diğinde ısrar edenler, mantıkça bununla tutarlı olarak tarih­ ten bir şey öğrenebileceğini reddedenlerdir. Fakat, insanla­ rın tarihten hiçbir şey öğrenmediği tezi, pek çok gözlemle­ nebilir olgu tarafından yalanlanmaktadır. Bu, pek yaygın bir deneyimdir. Ben, 1 9 19'da Paris Barış Konferansı'nda Ingiliz heyetinde alt düzeyde bir görevli olarak bulunuyordum. He­ yetteki herkes 1 00 yıl önceki son büyük Avrupa barış top­ lantısı olan Viyana Kongresi'nin derslerinden yararlanılahi­ leceğine inanıyordu. O sıralar, Savaş Bakanlığı'nda çalışan (şimdi Sir Charles Webster adıyla ünlü bir tarihçi olan) Yüz­ başı Webster diye biri bize o derslerin ne olduğunu anlatan bir deneme yazmışu. Bunlardan i kisi aklımda kalmış. Biri, Avrupa haritasının yeniden çiziminde ulusların kendi gele­ ceklerini kendilerinin belirlemesi ilkesinin ihmal edilmesi­ nin tehl ikeli olduguydu. Öteki ise, gizli belgelerin çöp tene­ kesine atılmasının tehlikeli olduğuydu; çünkü, öteki heyet­ Ierin gizli örgütleri bunları kesinlikle ele geçireceklerdi. Bu tarih dersleri kesin bir gerçek olarak alınmış ve davranışlan­ mm etkilemişti. Bu, en yeni ve basit bir örnektir. Fakat, gö­ rece uzak bir tarihte ondan daha gerideki bir tarihin dersle­ rinin etkisinin izlerini bulmak kolay olacaktır. Herkes Ro­ ma üzerinde Eski Yunan'ın etkisini bilir. Fakat hiçbir tarih­ çinin Helles tarihinden Romalılar'ın öğrendiği ya da kendi­ lerinin öğrendiklerine inandıkları derslerin kesin bir anali­ zini yapmaya kalktığım sanmıyorum. Bau Avrupa'da 1 7 ., 18. ve 19. yüzyılda Eski Ahit tarihinden aktanlan derslerin bir in celenmesi ödüllendirİCİ sonuçlar verebilirdi. Bu olmadan Ingiliz Püriten Devrimi bütünüyle anlaşılamaz; çağdaş mil­ liyetçiliğin yükselmesinde de seçilmiş halk kavramı önemli bir etkendir. Klasik eğitimin Ingiltere'de 1 9 . yüzyıldaki yö­ netici sınıf üstünde büyük bir etkisi vardı. Grote, yukanda 1 23 belirttiğim gibi, Atinalılar't yeni demokrasi için bir örnek di­ ye göstermişti; Roma lmparatorlugu'nun tarihinden Ingiliz lmparatorlugu'nun yapıcıianna iletilmiş kapsamlı ve önemli derslerin bir incelemesini de görmek isterdim . Benim özel il­ gi alammda, Rus Devrimi'nin yapıcılan Fransız Devrimi'nin, 1848 devrimlerinin , 1 8 7 1 Paris Komünü'nün derslerinden derinden etkilenmişlerdi - hatta, bu derslerin egemenligi al­ tındaydılar bile denebilir. Fakat, burada tarihin ikili niteli­ ğinden ileri gelen bir özelligini hatırlatmak isterim. Tarih­ ten ders çıkarmak hiçbir zaman tek yönlü bir süreç degil­ dir. Geçmişin ışığında bugünü öğrenmek, aym zamanda bu­ günün ışığında geçmişi ögrenmek demektir. Tarihin işlevi, geçmiş ve yaşamlan zaman hakkında daha sağlam bir anlayı­ şı, bunların karşılıklı ilişkileri içinde, ilerletmektir. Üstünde duracağım üçüncü no kta , tarihte öngörünün (öndeyinin) rolüdür: Tarih, bilimin tersine gelecege ilişkin öngörülerde bulunmadıgı için, tarihten ders çıkarılamaya­ cağı söylenir. Bu sorun, bir sürü yanlış anlamayla ilgilidir. Gördügümüz üzere, bilim adamlan artık eskiden olduğu gi­ bi, doganın yasalan hakkında konuşmaya fazla istekli değil­ dirler. Günlük hayatımızı etkileyen bilimin yasalan denilen şeyler, aslında eğilim gösteren önermelerdir; bunlar, başka her şey degişmeden kalırsa ya da laboratuvar koşullarında ne olacagım söylerler. Somut durumlarda ne olacağım önce­ den bildirebileceklerini kendileri de ileri sürmezler. Yerçeki­ mi yasası şu belirli elmanın yere düşeceğini kamtlamaz: Biri onu sepete alabilir. Işığın düz çizgide gittiğini gösteren optik yasası, belirli bir ışık ışınının araya giren bir cisim tarafından kırılmayacagı ya da dağılmayacağı anlamına gelmez. Fakat, bu, bu yasalar değersiz ya da ilkece geçersiz demek degildir. Çagdaş fizik teorilerinin olan olayiann ihtimal leriyle ilgilen­ diği söyleniyor. Bilim, bugün tümevarımın akli olarak ancak ihtimaller ya da akla uygun inanışiara götürebileceğini hatır1 24 lamaya daha çok eğilimlidir; onun ifadelerini de geçerlilik­ leri ancak özgül eylemlerle smanabilecek genel kurallar ya da yol gösterici sözler saymaya daha istekli görünmektedir. Comte'un dediği gibi, "Science d' ou prevoyance; d'ou action " (Bilimden öngörü, öngörüden eylem) . 20 Tarihte öngörüm­ leme sorununun ipucu, genelle özgül, tümelle tek arasında­ ki bu aynında yatmaktadır. Görmüş olduğumuz gibi, tarihçi genelleme yapmak zorundadır: Bunu yaparken de özgül ön­ görüler olmamakla birlikte, gelecekteki eylemler için hem geçerli hem de yararlı genel yol göstericilik kurallan verir. Fakat, özgül olayları önceden kestiremez çünkü özgül olan biriciktir ve içine rastlantı ve rastlantı ögesi girmektedir. Fi­ lozofları uğraşuran bu ayrım, sıradan bir kimse için gayet açıktır. Okulda iki ya da üç çocuk kızamık çıkarırsa, hastalı­ ğın yayılacağı sonucuna vanrsınız, bu öngörü (ona böyle de­ mek isterseniz), geçmişten gelen deneyimlere dayanmakta­ dır ve eylem için geçerli ve yararlı bir yol göstericidir. Fakat Charles ya da Mary'nin kızamığa yakalanacağı yolunda öz­ gül bir öndeyide bulunamazsınız. Tarihçi de aynı yolu izler. Insanlar tarihçiden Ruritania'da gelecek ay devrim olacağını bildirmesini beklemezler. Onların, kısmen Ruritania'nm du­ rumu hakkında özgül bilgilerden, kısmen tarih okumaktan çıkarnıaya çalışacaklan sonuç, Ruritania'da koşulların biri­ si bir ateş dokunduracak olursa ya da yönetici taraftan bi­ ri durdurmak için bir şey yapınaclıkça yakın zamanda dev­ rimin çıkmasının muhtemel bulunduğudur; ve bu sonucun yanı sıra halkın değişik kesimlerinin benimsernesinin bekle­ nebileceği tULumlar üstüne, başka devrimiere berızetme yo­ luy la yapılan tahminler de ileri sürülebilir. Eğer böyle dene­ bilirse, bu öngörü ancak kendileri önceden kestirilebileme­ yecek özgül olayiann yer almasıyla gerçekleşebilir. Fakat ge­ lecekte ilgili olarak tarihten çıkarılan sonuçların değersiz ol20 Cours de philosoıılıi� posirivc, l, s. 5 1 . 1 25 duğu ya da hem eyleme yol göstericilik yapma hem de şey­ lerin nasıl meydana geldiğini anlamamıza anahtar işini gö­ ren, koşullu bir geçerlilikleri olmadıgı anlamına gelmez. Pe­ kinlik bakımından sosyolog ya da tarihçinin çıkarırolannın fizik bilimcinin çıkanm larıyla eş olduğunu ya da onların bu bakımdan aşağılıklarının yalnızca toplum bilimlerin çok da­ ha geride olmalanndan ileri geldiğini öne sürmek istemiyo­ rum. Hangi açıdan bakılsa, insan, bildiğimiz en karmaşık doğal varlıktır ve onun davranışlarının incelenmesinde fi­ zik bilimcinin karşılaşugı türdekilerden farklı olarak, daha çok zorluk olacaktır. Bütün kabul euirmek istediğim amaç­ lannın ve yöntemlerinin temelinde benzemez olmadığıdır. Dördüncü nokta, tarih bilimi de içinde olmak üzere top­ lum bilimleriyle fizik bilimleri arasına çizilecek sınırla ilgili olarak daha tutarlı kanıtlar getirmektir. Bu kanıt toplumsal bilimlerde özneyle nesnenin aynı bölüme ait oldugu ve kar­ şılıklı olarak birbirlerini etkilediğidir. lnsan doğanın yalnız­ ca en karmaşık ve değişken varlığı olmakla kalmaz, aynı za­ manda, bir başka türün bağımsız gözlemleyicilerince değil, öteki insanlarca incelenmesi söz konusudur. Burada, aruk, insan biyoloji biliminde oldugu gibi, kendi fiziksel oluşu­ munu ve fiziksel tepkilerini incelemesiyle yetinmemektedir. Toplum bilimci, iktisatçı ya da tarihçi iradenin etkin oldu­ gu insan davranışı hiçimlerine nüfuz etmek, incelemesinin konusu olan insanların neden öyle davranınayı istediklerini araşurmak durumundadır. Bu, gözleroleyen ve gözlemlenen arasında, tarihe ve toplumsal bilimiere özgü bir ilişki kur­ maktadır. Tarihçinin görüş açısı, yaptığı bütün gözlemlere mutlaka girer: Tarih, bütünüyle göreliliğin içindedir. Karl Mannheim'ın deyişiyle "deneyimlerin içine girdiği , birikti­ ği ve sıralandığı kategoriler bile gözlemleyicinin toplumsal durumuna göre değişir. "21 Fakat, doğru olan, yalnızca top21 1 26 K. Mannhcim. Idtology und Vıopia. 1936. s. 1 30. )um bilimcinin yan tutma egiliminin onun bütün gözlemle­ rine girdigi degildir. Gözlemlerne sürecinin gözlemlenmek­ te olanı etkiledigi ve şekil lendirdigi de dogrudur. Bu, iki kar­ şıt yönde olabilir. Analiz ve öngörmeye konu edinilen, in­ san davranışları, istemedikleri sonuçların öngörümlenme­ siyle, önceden uyarılabilir ve bununla eylemlerinin degiş­ mesine neden olabilir; böylece öngörü, ne kadar dogru ana­ lizlere dayansa da kendi kendinin boşa çıkmasına yol açabi­ lir. Tarihi bilince sahip kişiler arasında tarihin kendini en­ der olarak yinelemesinin bir nedeni oyunculann ikinci gös­ teride birincinin bitişini bilıneleridir; eylemleri bu bilgiden etkitenmiştir. 22 Bolşevikler Fransız Devrimi'nin bir Napoleon ile sonuç­ landıgını biliyor ve kendi devrimlerinin de böyle bitebilece­ ginden korkuyorlardı. Bu nedenle önderleri içinde Napole­ on'a en çok benzeyen Troçki'ye güvenınediler ve Napoleon'a en az benzeyen Stalin'e güvendiler. Fakat bu süreç ters bir yönde de çalışabilir. Var olan iktisadi koşullan analiz eden bir ik tisatçı, yaklaşan bir deflasyon ya da enflasyonu öngö­ rürse, eger otoritesi büyük ve kanıtlan inandırıcı ise, öngö­ rünün kendisi öngörülen olgunun meydana gelmesine kat­ kıda bulunabilir. Bir siyaset bilimeisi tarihi gözlemlere daya­ narak tiranlıgın kısa ömürlü oldugu inancını savunursa li­ ranın düşüşüne katkıda bulunabilir. Adayian n seçimlerde­ ki davranışlarını herkes bilir; onlar, öngörülerinin daha bü­ yük bir ihtimalle gerçekleşmesi yolunda bilinçli bir amaçla zarerin kendilerinin olacagını ileri sürerler. losanın iktisat­ çılann, siyaset bilimcilerinin ve tarihçilerio öngörmeye kal­ kıştıklarında bazen öngörmelerinin gerçekleşmesini hızlan­ dırmak için bilinçsiz bir umuttan esinlendiklerini düşünesi geliyor. Bu karmaşık ilişkiler hakkında, güvenle söylenebile22 Bu tezi yazar, tirmişıir. The Bolshcvilı Rı:vohııion, 1 9 1 7- 1 923, cilt ı. 1950, s. 42'de geliş­ 1 27 cek şey şundan ibarettir: Gözlemleyen ile gözlemlenen, top­ lumsal bilimci ile verileri, tarihçi ile olguları arasındaki etki­ leşme süreklidir ve sürekli olarak degişir; işte bu, tarihin ve toplumsal bilimlerin ayırt edici özelliği gibi görünmektedir. Belki, burada bazı fizikçilerin son yıllarda kendi bilimle­ ri hakkında, fiziksel evren ile tarihçinin dünyası arasında daha çarpıcı benzerlikler olduğunu düşündürecek biçimde konuştuklannı belirtınem gerekir. lik olarak, sonuçlannda bir belirsizlik ya da gerekirsizlik ilkesinin söz. konusu oldu­ ğu söylenmektedir. Gelecek konuşmamda tarihte gerekir­ cilik (determinizm) denilen şeyin doğasından ve sınırlann­ dan söz edecegim. Fakat, çağdaş fizikteki belirsizlik ilkesi, ister evrenin doğasına dayansın, ister doğayı anlamamızda­ ki eksikl iğiınİzin bir göstergesi olsun (ki, bu nokta hala tar­ tışmalıdır) benim, bununla, tarihi öngörme yapma yetene­ ğimiz arasında anlamlı benzerlikler bulma konusunda kuş­ kularım olacaktır; tıpkı birkaç yıl önce bazı coşkun kim­ selerin evrenin içi nde özgür iradenin işleyişinin kanıtını bulmak girişimlerine karşı kuşkular duyduğum gibi. lkin­ ci olarak, bize çağdaş fizikte mekandaki uzaklıkların ve za­ mandaki aralıkların "gözlemci"nin hareketine bağlı ölçüle­ ri olduğu söylenmektedir. Çağdaş fizikte "gözlemleyen"le gözlem alundaki nesne arasında değişmez bir ilişki kurul­ masının imkansızlığı nedeniyle bütün ölçüler doğalarından gelen degişmelere uğrarlar; "gözlemleyen" de gözlemlenen şey de -özne de nesne de- gözlemin nihai sonucu içine gi­ rerler. Fakat, bu tanımlamalar, tarihçiyle onun gözlemleri­ nin konulan arasındaki ilişkiye çok küçük bir değişiklikle uygulanabilir olduğu halde, bu ilişkilerin özünün herhan­ gi bir gerçek anlamda, fizikçi ile evreni arasındaki ilişkileric karşılaştınlabileceğine inanmıyorum; ben, ilke olarak tarih­ çinin yaklaşımını doğa bilimcininkinden ayıran farklılıkları abanmakıansa, küçültmekten yana olduğum halde, bu pe1 28 kin o lmayan benzeriikiere dayanarak , farklılıkları gözden kaçırmak dogru olmaz. Fakat, toplumsal bilimcinin ya da tarihçinin çalışma ko­ nusuyla ilgisinin fizik bilimcininkinden farklı bir türde ol­ dugunu ve bu alanda özne ile nesne arasındaki ilişkilerden çıkan sonuçların çok daha karmaşık oldugunu söylemek, sanırım dogrudur; ama bu da sorunun hepsi degildir. 1 7. , 18. ve 1 9 . yüzyıllar boyunca egemen olan klasik bilgi teo­ rilerinin hepsi, bilen özne ile bilinen nesne arasında keskin bir ikilik oldugunu varsaymışlardır. Filozofların kurduğu model, özne ile nesnenin, insan ile dış dünyanın birbirlerin­ den ayn durduğunu gösteriyordu. Bu, bilimin dogup gelişti­ gi büyük dönemdi; bilgi teorileri bilimin öncülerinin görü­ şünden kuvvetle etkilenmişlerdi. Insan kesinlikle dış dünya­ nın karşısına konulmuştu. Dış dünyayla yola gelmez ve gizli bir düşmanla oldugu gibi uğraşıyordu - dış dünya yola gel­ mezdi, çünkü anlaşılması zordu; gizil bir düşmandı, çünkü üstesinden gelmek güç oluyordu. Çagdaş bilimin başanları ile bu görüş kökten degişmiştir. Bugün bilim adamları do­ ğa güçlerini mücadele edilecek bir şey olarak düşünmekten­ se, işbirliği yapacaklan ve amaçlarına koşumlayacakları bir şey olarak düşünmeye daha yatkındırlar. Klasik bilgi teori­ leri yeni bilime artık uymamaktadır, hele fizik bilimine. Son 50 yıl içinde filozoflann, bunlara kuşkuyla bakmak ve özne ile nesnenin kesin olarak ayrı konulması şöyle dursun, bil­ gi sürecinin bir ölçüde bunlar arasındaki etkileşim ve kar­ şılıklı bağımlılıkla ilgili olduğunu kabul etmeye başlamala­ n şaşırtıcı değildir. Fakat, bu, toplumsal bilimler için özel­ likle anlamlıdır. Ilk konferansımda, tarih yazmanın gelenek­ sel ampirik bilgi teorisiyle uzlaşıırılmasının zor olduğuna değinmiştim. Şimdi de, toplumsal bilimler bir bütün olarak insanla hem özne hem nesne, hem araştıncı hem de araştı­ nlan olarak ilgili olduklarından özne ile nesne arasında katı 1 29 bir aynlmayı dile getiren bir bilgi teorisinin bunlara uyrna­ yacağını ileri sürmek istiyorum. Sosyoloji rutarlı bir öğreti bütünü olarak kendini kurma girişimlerinde, çok doğru ola­ rak bilgi sosyolojisi �enilen bir kol oluşturmuştur. Fakat, bu pek ötelere gidernemiştir - sanırım, bunun baş nedeni, gele­ neksel bir bilgi teorisinin kafesi içinde dönüp dolaşmasıydı. Eğer filozoflar, önce çağdaş fizik biliminin ve şimdi de çağ­ daş toplumsal bilimin etkisiyle, bu kafesi kınp çıkmaya, bil­ gi süreci için verilerin edilgen bir bilinçlilik üstünde bilardo topu gibi etkiler yapuğını söyleyen eski modeli bir yana bı­ rakarak, içinde yaşadığımız çağa daha yakışır bir model kur­ maya başlamışlarsa, bu, toplumsal bilimler ve özellikle tarih için hayırlı bir belirtidir. Bu, daha sonra, tarihte nesnellikle ne demek istediğimizi incelemeye başlayınca gene dönece­ ğim hayli önemli bir noktadır. Son fakat hiç de önemsiz olmayan bir nokta: Taribin din ve ahlak sorunlarıyla yakından ilgili bulunduğu için genel olarak bilimden, hatta belki de öteki toplumsal bilimlerden ayrıldığı görüşünden de söz etmeliyim. Tarihin dinle ilişki­ si noktasında kendi konumunu açıklığa kavuşturmak için söylen ınesi gereken kısa bir şey vardır, ben de onu söyleye­ ceğim. Ciddi bir gök bilimci olmak, evreni yaratan ve yöne­ ten bir tanrıya inançla bağdaşabilir. Fakat, bu, bir gezege­ nin gidişini değiştirmek, bir tutulmayı ertelernek ya da ev­ rensel gidişin kurallarıyla oynamak için istediği gibi işe ka­ rışabilen bir tanrı inancıyla bağdaşamaz. Aynı şekilde, cid­ di bir tarihçinin bir bütün olarak tarihin akışını düzenlemiş ve ona anlam vermiş olan bir tanrıya inanabileceği, ama, Amalekitlerin dağranınasım önlemek için işe kanşan ya da Yoşua'nın ordusuna yardım olsun diye gündüzün süresini uzatarak zaman birimini değiştiren Eski Ahit türü bir tan­ nya inanamayacağı, bazen ileri sürülmüştür. Buna göre, ta­ rihçi belirli birtakım olayların açıklaması olarak tanndan 1 30 yararlanarnaz. Perler D'Arcy yeni bir kitapta bu aynmı yap­ maya çalışmıştır: Bir inceleyicinin tarihte her soruyu bunda tanrının parma­ ğı oldugunu söyleyerek cevaplaması dogru olmaz. Dünya olaylarını ve insan dramını derleyip toparlamak için elimiz­ den geleni yapmadan. daha geniş kavramları işin içine kaı­ mamız doğru olmaz. 23 Bu görüşün tuhaflığı, dini başka türlü kurulamayacak ger­ çekten önemli oyunlar için saklanrnış, bir deste iskambilde­ ki joker gibi gönnesidir. Lutherci, din bilgini Karl Barth, ila­ hi ve dünyevi tarih arasında kesin bir ayrım yapmak ve dün­ yevi tarihi din adamı alınayan tarihçilere bırakınakla daha iyi etmişti. Eger onu dogru anladıysam , Profesör Bullerfield de, " teknik" tarihten söz ederken aynı şeyi demek istemek­ tedir. Teknik tarih, sizin ya da benim yazabilecegim ya da onun kendisinin yazmış oldugu, tek tarih çeşididir. Bu tu­ haf adı kullanmakla, kendisi için esoterik ya da ilahi bir ta­ rihin varlıgına inanma hakkını saklı tutmaktadır ki, bizle­ rin bununla ilgilenmemiz hiç gerekmez, Berdyaev, Niebuhr ve Maritain gibi yazarlar tarihin erek ya da amacının tarihin dışında bulundugu üstünde ısrar ederler. Ben kişisel olarak dogru dürüst bir tarih kavramıyla tarihin anlamının ve an­ lamlılıgının dayandıgı herhangi bir büyük tarihüstü kuvvet inancını -bu kuvvet ister Seçilmiş bir Halk'm tanrısı olsun, ister Yaradancılar'ın Gizli El'i, ister Hegel'in Dünya Ruhu ol­ sun- bagdaştırmayı zor buluyomm. Bu konferansiann ama­ cı çerçevesinde tarihçinin böyle bir Deus ex machina'ya (Hı­ zır mucizesine) başvurmadan sorunlarını çözmesi gerekti23 M.C. D'Arcy, The Sensc of History: Secıılar ıınd Sacrcd, 1 959, s. 1 64. Bu fikir daha önce Polybios tarafından dile getirilmişti: "Olup hilenin nedenini bul· ma nın milmkün oldugu yerlerde, tannlara başvurmamak gerekir." K. von Fritz, The Theory of ıhe Mlwd Consıiıuıion in Anıiquiıy, New York, 1954, s. 390'daki alıntı. 131 gini ve tarihin, böyle denebilirse, içinde joker olmayan bir deste kagıtla oynandıgını varsayacagım. Tarihle ahiakın ilişkisi daha karmaşıktır ve geçmişte, bu­ nun üzerine yapılan tartışmalardan bazı bulanıklıklar orta­ ya çıkmıştır. Bugün, tarihçiden tarihinde geçen kişilerin özel hayatları üstüne ahlaki yargılarda bulunmasının istenilme­ digini söylemek bile gerekmez. Tarihçiyle ahlakçının bakış açılan aynı degildir. Yili . Henry belki kötü bir koca, ama iyi bir kral idi. Fakat tarihçi onunla ilk niteligi bakımından, an­ cak tarihi olayları etkiledigi ölçüde ilgilidir. Eger onun ahla­ ki kusurlan kamu �lerinde, l l . Henry'ninkiler kadar az etkili olsaydı, tarihçinin bunlarla ilgilenmesi hiç gerekmezdi. Bu, kusurlar için oldugu kadar erdemler için de geçerli bir ku­ raldır. Pasteur ile Einstein'ın özel hayatlannda örnek, hatta evliya denecek kadar iyi insanlar oldugu söylenir. Fakat, tu­ talım ki sadakatsiz kocalar, zalim babalar ve meslekdaşlanna karşı kötü davranan insanlar olsalardı, tarihe adlarını yazdı­ ran başanları küçülür müydü? Tarihçi her şeyden önce bun­ lara bakar. Stalin'in ikinci karısına zalim ve kaba davrandı­ gı söylenir; [akat, Sovyetler üstüne çalışan bir tarihçi olarak, kendimi bununla pek ilgili hissetmiyorum. Bu, kişisel ahia­ kın önemli olmadıgı ya da ahlak tarihinin, tarihin yasal bir bölümü olmadıgı anlamına gelmez. Fakat, tarihçi sayfaların­ da boy gösteren bireylerin kişisel hayatları üstüne dönüp de ahlak yargılan vermeye kalkmaz. Onun yapacak başka işle­ ri vardır. Daha ciddi bir bulanıklık, kamusal eylemler üstüne ah­ lak yargılan sorunundan çıkmaktadır. Oyunun önemli kişi­ leri üstüne ahlak yargılarında bulunmasının tarihçinin gö­ revi oldugu inancı uzun bir geçmişe dayanır. Fakat, bu hiç­ bir zaman gerek dönemin ahlakileştirme egilimleri ve gerek­ se sınırsız bireycilik kül tüyle pekiştirildigi 19. yüzyıl lngilte­ resi'ndekinden daha kuvvetli olmamıştır. Rosebury, lngiliz 1 32 halkının en çok Napoleon'un "i}'i bir adam" olup olmadıgı­ nı bilmek istediğine değinir.24 Acton, Creighton ile yazışma­ lannda, "Ahlaki ilkelerin bükülmezliği, Tarih'in otoritesi­ nin, değerinin ve yararının gizidir" demiş ve kendisinin tari­ hi "anlaşmazlıklarda bir hakem, amaçsız gezinenlere bir yol gösterici, yeryüzü güçlerinin ve dinin kendisinin, durmadan batırınaya yöneldiği ahlak sancağını dik tutacak kuvvet" ha­ line getirdiğini ileri sürmüştü .25 Bu, tarih adına tarihçiye ta­ rihi olaylarda yer alan kişiler üstüne ahlak yargıları verme zorunluluğunu yükleyen ve hakkını veren, Acton'un, bir tür tarihüstü güç olarak tarihi olguların nesnellik ve üstünlüğü hakkındaki neredeyse mistik inancına dayanan bir görüştür. Bu tutum, umulmadık biçimlerde bazen hala yeniden belir­ mektedir. Profesör Toynbee, Mussolini'nin l 93 5' te Habe­ şistan'ı işgalini "bile bile işlenmiş kişisel bir günah" olarak tanımlamıştır;26 Sir lsaiab Berlin de, alıntı yaptığım deneme­ sinde, Charlemagne ya da Napoleon ya da Cengiz Han'ı ya da Hitler'i ya da Stalin'i toplu kıyımlan nedeniyle mahküm etmenin tarihçinin görevi olduğunda şiddetle ısrar etmek­ tedirY Bu görüşe Profesör Knowles açış konuşmasında, ta­ rihçinin yetki. alanına girmeyen ahlak yargıianna örnek ola­ rak, Motley'in Il. Philip'i ("Eğer onun dışında kaldığı suçlar 24 25 26 27 Rosebury, Nepolcoıı: Tht Lası Phasc, s. 364. Acıon, Histoncal Essays aııd Studies, 1907, s. 505. Survey o.f lnıemaıional Affairs, 1935, 2, 3. 1. Berlin, Hisıorical lnt-viıability, s. 76-77. Sir lsaiah'ın ıutumu 19. yüzyılın inaı­ çı ıuıucusu, hukukçu Fitzjames Stephen'in görilşünü hatırlatmaktadır: "Ceza yasası, böylelikle. suçlulardan ndret etmenin ahlakça haklı oldu�u ilkesine gö­ re işler. . . Suçlulardan nefreı edilmesi, onlara verilen cezalann bu nefrcte anla­ tım kazandıracak ve kamunun saglıklı bir dogal duyguyu dile gcıirecek ve do­ yuracak araçlan s;ıglamasını haklı gösıerecek şeklide düzenlenmesi son derece istenilen bir şeydir." (A Hisıory of C riminal Law of Eııglarıd, 1883, 2, s. 81-82, L Radzinov.'ics, Sir james Fiı:;:jamts Sıephen, 1957, s. 30'da alıntı.} Bu görüş­ ler kriminologlar lararından aruk geniş ölçüde paylaşılnıamakıadır; rakaı, be­ nim onlara buradaki karşı çıkışım, öteki yerlerdeki geçerlilikleri ne olursa ol­ sun, tarihin yargıianna uygulanamayaca�ndan ötürildür. 1 33 var idiyse, bu, insan dogasının suçta bile yetkinlige ulaşma­ ya izin vermeyişindedir") şeklindeki suçlamasını ve Stubb'ın Kral john'u (" insanı gözden düşürebilecek bütün suçlarla kirlenmiş") olarak tanımlamasını göstererek, "Tarihçi yargıç değildir, hele adam asmaya meraklı bir yargıç hiç değildir" demekle, yeterince çatmıştır.28 Fakat bu noktada Croce'nin de aktarmak istediğim nefis bir parçası var: Suçlamada bulunanlar şu önemli noktayı unutuyorlar ki (ister adliye, ister ahlak mahkemesi anlamına), bizim mah­ kemelerimiz, yaşayan, eylemde bulunan ve tehlikeli ola­ bilen kimseler için kurulmuş zamanımızın mahkemeleri­ dir; oysa öteki kimseler, kendi zamanlarının mahkemele­ rinde yargılanmışlardır ve ikinci kez mahküm edilemez ya da bagışlanamazlar. Onlar her ne olursa olsun, herhangi bir mahkeme huzurunda sorumlu tULulamazlar; salt şu neden­ le ki, artık huzura ermiş geçmişin insanlarıdır ve bu sıraı­ la ancak tarihin konusu olabilirler ve yapuklarının ruhu­ na nüfuz eden ve onları anlayan yargıçlar dışında hiç kimse tarafından yargılanamazlar. .. Tarih aniatıyoruz diye yargıç­ lık taslayıp, tarihin görevi bu oldugu inancıyla şunu mah­ küm edip bunu bagışlayanlar . . . genellikle, tarih duygusun­ dan yoksundurlar.29 Eğer biri çıkıp da Hitler ya da Stalin -yahut isterseniz, Se­ natör McCarLhy- hakkında hüküm vermenin bizim işimiz olmadığını, çünkü onların çoğumuzun çağdaşlan olduğunu, onların eylemlerinden çekmiş yüz binlerce kimsenin hala sag olduğunu ve işte bu nedenlerden ötürü, onlara tarihçi olarak yaklaşmamızın ve onların yaptıklan hakkında yargı­ da bulunmamızı meşru kılabilecek öteki niteliklerden arın­ mamızın zor olacağını ileri sürerse: Bu, çağdaş tarihçinin sı28 D. Knowles. 29 1 34 B. The Histarical and Charıu:w , ı 955, s. 4-5, 1 2, 19. Croce, History as t he Story ııf Libcrty, Ingilizce çc\'iri, 194 l . s. 47. kınulanndan biridir - baş sıkıntısıdır da, diyebilirim. Fakat, Charlemagne ya da Napoleon'un günahlarını açıklamakta bugün kim ne yarar bulur ki? Bunun için, gelin biz ipe çekme egilimli bir yargıç türün­ deki tarihçi fikrini bir yana bırakıp, daha zor, fakat daha ya­ rarlı bir sorun olan geçmişin bireyleri degil de, olayları, ku­ rum ları ya da siyase tleri hakkında ahlaki yargıda bulun­ mayı ele alalım. Bunlar tarihçinin önemli yargılarıdır; bi­ reyler hakkında ahlaki yargılarda bulunmada şiddecle ısrar edenler, bazen bilinç dışı olarak bütün gruplar ve toplum­ lar için özür hazırlamaktadırlar. Fransız Devrimi'ni, N apole­ on savaşlannın felaketleri ve kan dökmelennin sorumlulu­ gu dışında tutmaya çalışan, Fransız tarihçisi Lefebvre, bun­ lan "mizacı banş ve ölçülülükle kolay kolay bagdaşamayan bir generalin diktatörlügü"ne bağlarnıştır.30 Almanlar bugün Hitler'in bireysel kötülüğünün kınanmasını , onu yaratan toplum üstüne tarihçinin bir ahlak yargısında bulunmasına memnuniyetle yeglemektedirler. Ruslar, Ingilizler ve Ameri­ kalılar, kendi toplu suçlannın günah keçileri olarak Stalin, Neville Chamberlain ya da McCarthy'ye karşı kişisel saldın­ lara kolaylıkla katılmaktadırlar. Ayrıca, bireyler hakkındaki övgü dolu ahlak yargılan da tıpkı bireylerin ahlakça suçlan­ maları kadar yanlışa yol açıcı ve zararlı olabilir. Bazı köle sa­ hiplerinin yüce gönüllü olduklannın teslim edilmesi köleli­ gin ahlaka aykın oldugunun reddedilmemesi için sürekli bir özür olarak kullanılmıştır. Max Weber "kapitalizmin işçiyi ya da borçluyu içine soktugu efendisiz köleliğe" işaretle ve haklı olarak tarihçinin onları yaratan bireyler hakkında de­ ğil de, kurum hakkında yargıda bulunması gerektiğini öne sürer.31 Tarihçi bireysel bir Dogulu despot hakkında yargı­ da bulunmaz. Fakat, ondan diyelim ki, Doğulu despotizm 30 Pecuplcs tt Civilisalions. dh 14. Napoleon, s. 58. 31 fronı Max Wdıcr: Essays in Soc:iologv'den akıanna, 1947, s. 58. 135 ile Perikles Atinası'mn kurumlan arasında tarafsız ve kayıt­ sız kalması da beklenemez. Bireysel bir köle sahibi hakkın­ da yargıda bulunmayacaktır. Fakat bu onu köleci bir toplu­ mu reddetmekten alıkoymaz. Gördüğümüz gibi, tarihi olgu­ lar bir ölçüde yorumu gerektirirler; tarihi yorumlarsa her za­ man ahlak yargılandır - isterseniz daha tarafsız görünen bir terirole söyleyelim, değer yargılannı işin içine katarlar. Gene de, bu , zorluklarımızın yalnızca başlangıcıdır. Ta­ rih, öyle bir mücadele sürecidir ki, sonuçlarına, biz onla­ rı ister iyi ister kötü sayalım, dogrudan ya da dalaylı -çoğu kez dalaylıdan çok, doğrudan doğruya- başkalannın zara­ rına olmak üzere erişilir. Kaybedenler öder. Tarihte ezilmek doğaldır. Tarihin her büyük döneminde zaferler kadar da kayıplar vardır. Bu, son derece karmaşık bir sorundur, çün­ kü kaybedenierin zararını bazılannın daha çok yararlı çık­ masıyla dengelernemize imkan verecek bir ölçütümüz yok­ tur: Yine de böyle bir dengeye erişilmesi gerekir. Bu tarihe özgü bir sorun değildir. Günlük yaşayışta, kabule yanaştı­ ğımızdan çok daha büyük ölçüde, daha az kötüyü seçmek ya da iyi gelecek diye kötüyü yapmak zorunluluğu ile karşı karşıya kalınz. Tarihte bu sorun bazen "gelişmenin bedeli" ya da "devrimin fiyatı" başlığı altında tanışılır. Bu, yanıltıcı bir adlandırmadır. Bacon'ın On lnnovations (Yenilikler Üs­ tüne) denemesinde söylediği gibi, "göreneklerde diretmek, yenilik kadar karışıklık çıkarıcı bir şeydir." Var olanı koru­ manın ayrıcalıksızlar bakımından maliyeti, yeniliğin ayrı­ calıklanndan yoksun kılınanlar bakımından maliyeti kadar büyüktür. Bazılannın yararının başkalannın acılarını meş­ nı kıldığı tezi, her türlü hükümet fikrinin içinde vardır, bu köktenci bir öğreti olduğu kadar tutucu bir ö�etidir de. Dr. J ohnson, daha az kötü olma (ehven-i şer) kanıtını var olan eşitsizliklerin sürdürülınesini haklı göstermek için başany­ la kullanmıştır. 1 36 Hiç kimsenin mutlu olmamasındansa bazılannın mutsuz olması daha iyidir, genel bir eşitlik durumunda hiç kimse mutlu olmazdı.32 Fakat bu sorun en dramatik biçimleriyle kökten değişme dönemlerinde görülür: tarihçinin bu sorun karşısındaki tu­ tumunu en kolay burada inceleyebiliıiz. 1 780 ile 1870 yılları arasında Büyük Britanya'nın endüs­ trileşmesi öyküsünü alalım. Hemen her tarihçi endüstri dev­ rimini belki de hiç tartışmadan büyük ve ileri bir başarı ola­ rak ele alır. Aynı zamanda, köylülerin topraktan atılıp, işçi­ lerin sağlığa aykırı fabrikalara ve berbat konutlara tıkılına­ larını ve çocuk emeğinin sömürülmesini de anlatacaktır. Bu kötülüklerin sistemin işleyişi içinde oluştuğunu ; bazı işve­ renlerin ötekilerden daha acımasız olduğunu söyleyebilir ve bir kez bu düzen yerleşince, insancıl bir vicdanın yavaş ya­ vaş gelişecegini bir ölçüde coşkuyla vurgulayacaktır. Muh­ temelen, gene söylemeden, hiç değilse ilk aşamalarda, bir ölçüde zorlama ve sömürünün endüstrileşmenin bedelinin kaçınılmaz bir parçası olduğunu varsayacakur. Öte yandan, ben, bu bedeli düşünerek, ilerleme engellenseydi ve endüs­ trileşilıneseydi diyen bir tarihçi de duymuş değilim; böyle biri varsa şüphesiz Chestron ve Belloc okulundandır ve hak­ lı olarak ciddi tarihçilerce önemsenmeyeceklir. Bu örnek be­ ni ilgilendiriyor, çünkü, yakında, yazdığım Sovyet Rusya ta­ rihinde köylülüğün kolektifleşmesini endüstrileşmenin be­ delinin bir parçası olarak ele almak umudundayım ve pekala biliyorum ki, Ingiliz sanayi devriminin tarihçileri örneğini izleyerek kolektifleşmenin zulümlerini ve acılarını kötüle32 Boswell. Lif.: of Docıor Johnson. 1776, E\·ennan Yay., 2, s. 20. Bunda açıksözlü­ lük erdemi vardır; Burcklıardı (Judgcıııcnıs on History und Hisrorians'da, s. 85), �Genel olarak purt.ı ıuı:ri'den başka bir şey istememiş" olan ilerleme kurbanla­ nnın "susıurulmuş inilıileri" için gözyaşlan döker, rakaı kendisı genel olarak korunacak hiçbir şeyleri olmayan ancit'lı rtginıc kurbanlannın iniilileri karşı­ sında sessi z kalır. 1 37 yecek, fakat bu süreci İstenilir ve zorunlu bir endüstrileşme politikasının maliyetinin kaçınılmaz bir karşılıgı olarak ala­ cak olursanız, kiniklik ve kötülükleri bagışlamak suçlama­ sına uğrayacağım . Tarihçiler 19. yüzyılda Asya ve Afrika'nın Batı uluslarınca sömü.rgeleştirilmesini yalnızca dünya eko­ nomisine doğrudan etkileri nedeniyle değil, bu kıtalann geri kalmış halkları için uzun dönemli sonuçlan açısından da ba­ gışlama eğilimindedirler. Sonuçta denir ki, ne de olsa, Çağ­ daş Hindistan Ingiliz idaresinin çocuğudur, Çağdaş Çin de 1 9 . yüzyıl Batı emperyalizminin ürünüdür (buna Rus Devri­ mi'nin e tkisi de eklenebilir) . Yazık ki, açık limanlardaki Ba­ tılıların fabrikalannda çalıştırılan Çinli işçiler ya da Güney Afrika madenlerindekiler yahut Birinci Dünya Savaşı'nda Batı Cephesi'ndekiler sağ kalıp da, Çin Devrimi'nden sağla­ nan şan, şeref ya da yararlan paylaşamamışlardır. Karşılığı­ nı ödeyenler nadiren kazançlan toplayanlardır. Engels'in iyi bilinen şu ünlü sözleri buraya rahatsız edici derecede uygun düşmektedir. Tarih bütün tanrıçaların aşagı yukarı en acımasızıdır; yal­ nızca savaşta degil, "barışçı" ekonomik kalkınma dönem­ lerinde de zafer arabasını arkasında ceset yıgınları bıraka­ rak sürer. Biz erkekler ve kadınlar, ne yazık ki, gerçek bir ilerleme için hemen hemen oransız görünen acılar tarafın­ dan zorlanmadıkça, cesaretimizi toplamayacak kadar apta­ lızdır. 33 Ivan Karamazov'un ünlü karşı çıkışı yiğitçe bir yanlıştır. Biz, toplumun içine doğanz, tarihin içine doğarız. Bize ka­ bul ya da reddi seçme hakkıyla verilen bir giriş biletinin öne­ rildiği bir an yoktur. Tarihçi acı çekme sorununa din bilim­ ciden daha kesin bir cevap getiremez. O da, daha az kötü 33 24 Şubat 189.3 tarihli Daniclson'a mektupta, Karl Marx and Frirdrich Engels: Correspondance 1846- 1 895, 1 934, s. 5 10. 1 38 (ehven-i şer) ya da iyinin daha agır basması tezine başvur­ mak zorunda kalır. Fakat, tarihçinin -bilginden farklı olarak- malzemesi ge­ reği bu ahlaki yargılama sorunlanna girmesi olgusu, tarihin tarih-üstü bir deger ölçütüne uyruk kılınmasını içermez mi? Böyle oldugunu sanmıyorum . Diyelim ki, "iyi" ve "köLü" gi­ bi soyuL kavramlar ve bunların daha incelikli olarak gelişti­ rilmişleri tarihin sınırlarının dışında kalırlar. FakaL, böyle olsa da, tarihi ahlak incelemelerinde, matematik ya da man­ Lık formülleri fizik biliminde nasıl bir rol oynarsa aşagı yu­ karı aynı rolü oynarlar. Bunlar, düşüncenin onsuz olunamaz kategorileridir; fakat , özgül bir içerikle doldurulana kadar, bunlar, anlam ya da uygulamadan yoksundurlar. Başka bir benzetmeyi yeglerseniz, tarihte ya da günlük yaşayışta baş­ vurdugumuz ahlaki kurallar banka çeklerine benzerler: Ba­ sı lı ve yazılı kısımları vardır. Basılı kısım özgürlük ve eşit­ lik, adalet ve demokrasi gibi soyut kelimelerden oluşmuş­ tur. Bunlar, zorunlu kategorilerdir. Fakat, çek, eşitirniz ola­ rak kabul ettigirniz kimseler için ne kadar ve ne miktarda özgürlük ayırınayı önerdigimizi belirleyen öteki kısımlarını doldurmadıkça degersizdir. Degişik zamanlarda çeki nasıl doldurdugumuz tarihin araştım1a konusudur. Soyut ahlaki kavramlara, özgül tarihi içerik verilmesi süreci tarihi bir sü­ reçtir; gerçekten, bizim ahlaki yargılarımızın içinde oluştu­ gu kavramsal çerçeve tarihin kendi eseridir. Ahlak sorunlan üstüne çagdaş uluslararası anlaşmazlıkların en yaygın biçi­ mi özgürlük ve demokrasi üstüne, rakip iddialar üsLüne bir tartışmadır. Kavram lar soyut ve evrenseldir. Fakat, bunlara verilen içerikler tarih boyunca, zamandan zamana ve yerden yere degişir; bunların uygulamalarına ilişkin pratik sorun­ lar ancak tarihi baglamları içinde anlaşılabilir ve tartışılabi­ lir. Biraz daha az yaygın bir örnek alalım. Ekonomik politi­ kaların istenilirliginin ölçülüp değerlendirilebilecegi nesnel 1 39 ve tartışmasız bir ölçüt olarak, "ekonomik rasyonellik" kav­ ramının alınması önerilmiştir. Bu girişim, hemen çökmüş­ tür. Klasik ekonomi yasalarıyla yetiştirilen teorisyenler ak­ li ekonomik süreçlere akıl dışı bir müdahale diye, planlarna­ yı ilkece reddederler; örneğin, plancılar fiyat poli tikalannda arz ve talep yasasına bağlı olmayı reddederler, planlama dö­ neminde saptanan fiyatların ise akli bir temeli olamaz. El­ bette, plancılann çoğu kez akıl dışı olarak ve bu nedenle de akılsızca davrandıkları doğru olabilir. Fakat, onların klasik ekonominin eski "ekonomik rasyonellik" ölçütüyle değer­ lendirilmemeleri gerekir. Kişisel olarak benim, aslında akıl dışı olanın, denetimsiz ve örgütsüz bı rakm-yapsınlar ekono­ misi olduğu ve planlamanın bu sürece "ekonomik rasyonel­ lik" getirme yolunda bir girişim olduğu şeklindeki karşıt te­ ze daha fazla yakınlığırn vardır. Fakat şu anda işaret etmek istediğim tek şey tarihi eylemlerin yargılanabileceği soyut ve tarih-üstü bir ölçüt kurmanın imkansızlığıdır. Her iki taraf da kaçınılmaz olarak kendi tarihi koşullarına ve emellerine özgu içerikleri ölçüt olarak görmüşlerdir. Bu, tarihi olayların ve durumların yargılandığı, tarih-üstü bir ölçüt kurma çabasında bulunanların gerçek günahıdır ­ bu ölçüt ister din bilimcilerce öne sürülmüş kutsal bir oto­ riteden çıkarılmış olsun, ister Aydınlanma filozoflannca öne sürülmüş değişmez Akıl ya da Doğa'dan çıkarılmış olsun . B u günah, ölçütOn uygulanmasından çıkan kusurlardan ya da ölçütün kendi içindeki eksikliklerden gelmemektedir. Bu, böyle bir ölçüt kurma girişiminin tarihe aykın oluşudur ve tari hin özünün ta kendisiyle çelişmesidir. Bu , tarihçinin rnesleğinin kendisini surekli olarak sormaya zorladığı sonı­ lar konusunda dogmatik bir cevabı olması demektir: Bu so­ rulara cevaplan önceden kabul etmiş tarihçi, çalışmaya göz­ leri bağlı başlamaktadır ve görevine ihanet etmektedir. Ta­ rih harekettir ve hareket karşılaştırma demektir. Tarihçile140 rin ahlaki yargılarını "ilerici" ve "gerici" gibi karşılaştırma­ cı nitelikteki kelimelerle açıklamaya, "iyi" ve "kötü" gibi uz­ laşmaz mutlaktarla açıklamaktan daha çok eğilimli olmala­ nnın nedeni budur; bunlar farklı toplumları ya da olgula­ n bazı soyut ölçütlerle değil birbirleriyle ilişkileri içinde ta­ nımlama girişimleridir. Üstelik, bu, sözde soyut ve tarih-dı­ şı değerleri inceleyince, bunların da gerçekte tarihten temel­ tendiklerini görürüz. Belli bir zaman ya da yerde belirli bir değerin ya da ülkünün ortaya çıkışı, o yer ve zamanın tarihi koşullarıyla açıklanabilir. Eşillik, özgürlük , adalet ya da Do­ ğal Hukuk gibi varsayımsal mutlak kavramların pratik içe­ rikleri dönemden döneme ya da kıtadan kıtaya değişir. Her grubun tarihten kaynaklanan kendi değerleri vardır. Her grup, yabancı ve kendine uymayan değerlerin içine girmesi­ ne karşı, bunları burjuva ve kapitalist ya da anti-demokratik ve totaliter yahut daha da kabaca, lngiliz-aleyhtan ve Ameri­ kan-aleyhtarı gibi hakaret dolu sıfatlarla damgalayarak ken­ dini savunur. Toplumdan ayrılmış, tarihten ayrılmış soyut ölçüt ya da değer, soyut birey kadar hayaldir. Ciddi tarih­ çi, kendi değerlerinin tarihin dışında bir nesnelliği olduğu­ nu öne sürmeyerek, bütün değerlerin tarihi olarak koşullan­ dırılmışlıklarıru kabul eden tarihçidir. lnançlanmız ve bağ­ lı olduğumuz değer ölçütleri, tarihin parçalandır ve insan davranışının başka herhangi bir yanı kadar, bunlar da tarihi araştırmanın konusudurlar. Bugün çok az bilim -nerde kal­ dı ki toplumsal bilimler- tam bir bağımsızlık iddiasında bu­ lunabilir. Fakat tarihin onu öteki herhangi bir bilimden ayırt edecek kendi dışındaki bir şeye temel bir bağımlılığı yoktur. Tarihin bilimler arası nda sayılması tezi üstüne neler söy­ lemeye çalıştığıın ı özetleyeyim. Bilim kelimesi halen pek çok farklı yöntemi ve tekniği olan öylesine farklı bilgi dalla­ rını kapsamaktadır ki , tarihi bilimin dışında bırakmak iste­ yenlerin tezlerini kanıtlamaları, tarihi bilimler içinde sayan141 ların bunun aksini kanıtlamasından çok onlara düşer. Tari­ hi, bilimler dışında sayma çabalarının tarihçileri kendi se­ çilmiş topluluklarının dışında tutma endişesinde olan bi­ lim adamlanndan değil de, tarihin insan duygularını geliş­ tirici bir edebiyat dalı olma durumunun korunması endişe­ sindeki, tarihçi ve filozoflardan gelmesi anlamlıdır. Bu tar­ tışma, edebiyat adı altında toplanan insan bilimlerinin ege­ men sınıfın geniş kültürünü, fen bilimlerinin de bu sınıfa hizmet eden teknisyenierin becerilerini temsil ettiğini var­ sayan , edebiyat ile fen arasındaki eski ayrımın önyargısını yansıtmaktadır. "Beşeri bilimler" ve "insana ilişkin" kelime­ lerinin kendileri bu bağlam içinde, eskiden beri geçerli olan bir önyargının kalıntısıdır; gerçi, bilimle tarih arasında kar­ şıtlığın Ingilizce dışında hiçbir dilde anlamlı olmaması da bu önyargının adalılara özgü niteliğini göstermektedir. Ta­ rihe bilim demeye karşı çıkılınasına benim baş itirazım, bu­ nun "iki kültür" denilegelen ayrımı haklı göstermesi ve sü­ rekli kı lmasıdır. Bu ayırmanın kendisi, İngiliz toplumunun kendi geçmişine özgü sınıf yapısına dayanan eski bir ö nyar­ gının bir ürünüdür; ben, kendi payıma, tarihçiyle jeologu birbirinden ayıran uçurumun jeologu fizikçiden ayıran uçu­ rumdan daha derin ya da bir köprüyle birleştirilemez oldu­ ğuna inanmıyomm. Fakat, benim görüşüınce bu yarı aşma­ nın yolu tarihçilere temel fen bilimleri ya da fen bilimcile­ re temel tarih bilimleri öğretmek değildir. Bu, kanşık kafa­ lı kimselerce yöneltildiğimiz çıkmaz bir sokakur. Bakın, fen bilimcilerinin kendileri böyle davranıyorlar mı? Mühendis­ lerin temel botanik derslerine devam etmelerinin öğütlendi­ ğini hiç duymadım. Benim önerebileceğim bir çare, tarihimizin ölçütlerinin geliştirilmesi, -eğer böyle diyebilirsem- daha bilimsel kılın­ ması, tarih araştırmacılarından daha sıkı isteklerde bulun­ ınamızdır. Tarih , akademik bir disiplin olarak bazen bu üni142 versitede klasikleri çok zor ve fen bilimlerini çok ciddi bu­ lanlann toplandığı, işe yaramayan her şeyin içine atıldığı bir sepet olarak düşünülmektedir. Bu konuşmalarda size ver­ meyi umdugum bir izlenim, tarihin klasiklerden çok daha zor ve herhangi bir fen bilimi kadar ciddi bir konu oldugu­ dur. Fakat bu çarenin uygulanması tarihçilerin kendi ara­ larında yaptıkları işe daha güçlü bir inançla baglanmaları­ nı gerektirir. Sir Charles Snow, bu konuda verdigi yeni bir konferansta bilim adamlarının "aceleci" iyimserligiyle ken­ disinin "edebiyatçı aydınlar" dediklerinin "kısılmış sesleri" ile "topluma karşı duyguları"nı karşılaştırdıgında haklı bir noktaya deginiyordu. 34 Bazı tarihçiler -hele, tarihçi olmadan tarih üstüne yazanlar- bu "edebiyatçı aydınlar"dandır. Bun­ lar tarihin bir bilim olmadıgım söylemek ve onun ne olama­ yacagını ya da yapamayacagını, ne yapmaması gerektigini açıklamakla öylesine meşguldürler ki, onun başarılarını ve imkanlarını degerlendirmek için zamanları yoktur. Aradaki yarı kapatmanın bir başka yolu da bilim adamla­ rıyla tarihçiler arasındaki amaç özdeşliğinin daha iyi ania­ şılmasını saglamaktır; tarih ve bilim felsefesi konusunda ye­ ni yeni duyulan ve büyüyen ilginin degeri de, başlıca bun­ dan ileri gelmektedir. Bilim adamları, toplumsal bilimcile­ ri ve tarihçilerin hepsi aynı inceleme alanının ayn daUanna baglıdırlar: Insanın ve çevresinin, insanın çevresine etkisini ve çevrenin insana etkisini incelemek. Bu incelemenin ama­ cı aynıdır: Insanın çevresini anlamasını ve onun üstündeki egemenligini geliştirmek. Fizikçinin, yer bilimcinin, ruh bi­ limcinin ve tarihçinin varsayımları ve yöntemleri birbirle­ rinden ayrıntılarda ayrılırlar; daha bilimsel olmak için, ken­ dimi, tarihçinin fizik bilimlerin yöntemlerini daha yakından izlemesi gerektigi önerisine baglamak istedigimi de sanma­ yın. Fakat, tarihçi ve fizik bilimci açıklama aramak gibi te34 C.P. Snow, Tlıc Two Cıılıurts ımtf Scientific Rt"Vo!ufion, 1959, s. 4-8. 143 mel bir amaçta ve sorup cevaplamak gibi temel bir süreçte birleşmişlerdir. Tarihçi, bütün bilim adamlan gibi, durma­ dan "niçin" sorusunu soran bir yaratıktır. Gelecek konuş­ mamda, bu soruyu ne gibi yollardan ortaya koydugunu ve cevaplamaya çalışugını inceleyeceğim. 1 44 4 Tarihte Nedensellik Süt bir tencereye konup da kaynatıldıgı zaman taşar. Bu­ nun neden oldugunu bilmiyorum, hiçbir zaman bilmek de istemedim; eger, zorlansaydım, bunu belki de, sütün için­ deki �şma egilimine baglardım ki, bu, yeterince dogrudur, ama hiçbir şey açıklamaz. Fakat, zaten ben de doga bilimci­ si degilim. Aynı şekilde birisi neden olduklarını bilmek is­ temeden geçmişin olaylarını okuyabi lir, hatta yazalıilir ya da tkinci Dünya Savaşı'nın Hitler sava.ş istedigi için çıktıgını söylemekle yetinebilir, bu da yeterince dogrudur, ama hiçbir şey açıklamaz. Fakat, öyleyse kendine tarih araştineısı ya da tarihçilik yakışurarak yanlış bir adlandırmada bulunmama­ lıdır. Tarih incelemesi nedenlerin incelenmesidir. Geçen ko­ nuşmamın sonunda söyledigim gibi , tarihçi durmadan "ni­ çin" sorusunu sorar; cevap bulmayı umdugu sürece de du­ ramaz. Büyük tarihçi -ya da, daha geniş söyleyeyim, büyük düşünür- yeni olaylar hakkında ya da yeni bağlamlar içinde "niçin" sorusunu soran kimsedir. Tarihin babası Herodotos, kitabının en başında amacını şöyle tanımlamıştı: Yunanlıların ve barbarların yaptıkları145 nın anısını kommak, "ve özellikle, her şeyin ötesinde, bir­ birleriyle savaşmalarının nedenini vermek." Herodotos, eski donyada çok az izleyici bulmuştur: Thukydides bile açık bir neden anlayışı olmamakla suçlanmıştır. * Fakat, 18. yüzyıl­ da çagdaş tarihçiligin temelleri atılmaya başlandıgında, Ro­ malıların Büyüklüğünün, Yükselişinin ve Çök�ünıin Nedenleri Üstüne Düşünceler kitabında Montesquieu çıkış noktası ola­ rak şu ilkeleri almıştı: "Her krallıgı yükselten, sürdüren ya da yıkan manevi ya da maddi genel nedenler vardır" ve "bü­ tün olanlar bu nedenlerledir. " Birkaç yıl sonra hu Yasalann Ru­ kitabında bu fikrini geliştirdi ve genelleştirdi. "Dünyada gördügümüz bütün olayları kör talibin Orettigini" varsay­ mak saçmaydı . I nsan "yalnız keyfince yöneltilmez"; davra­ nışları "eşyaların dogası"ndan gelen belirli yasaları ve ilkele­ ri izler. * * Bundan sonra hemen hemen 200 yıl boyunca, ta­ rihçiler ve tarih filozofları yogun bir şekilde tarihi olayların nedenlerini ve bunları yöneten yasaları bularak i nsanlıgın geçmiş deneyimlerini duzenlemekle ugraşnıışlardır. Neden­ ler ve yasalar bazen mekanik. bazen biyolojik terimler için­ de düşunuldü; bazen metafizik olarak, bazen ekonomik, ba­ zen de psikoloj ik. Fakat, kabul edilen teori, tarihin dOzen­ li bir neden ve sonuç sırası içinde geçmişin olaylarını art ar­ da dozeniernekten ibaret olduğuydu. Vollaire, Encyclopedie için yazdıgı tarih üstüne bölümde şöyle demektedir, "Amu Derya ve Sir-i Derya kıyılarında bir barbarın ötekinin yeri­ ni aldığından başka bize anlatacak bir şeyiniz yoksa, bundan bize ne?" Son yıllarda bu tablo bir dereceye kadar degişmiş­ tir. Geçen konuşmamda söz ettigim nedenlerden ötürü , bu­ günlerde artık tarihi "yasalar"dan söz edilmemektedir; bir ölçüde burada tartışmasına girmemin gerekmedigi bazı fel­ sefi bulanıklıklardan, bir ölçüde de, biraz sonra değinece- (*) F.M. Comrord. Thucydidcs Myıhisıoricııs. passi m. (**) De /'esprit c/es lois, önsöz ve böl um 1 . 146 gim determinizmle birlikte geldiği düşünüldügünden, ''ne­ den" kelimesinin bile modası geçmiştir. Bu yüzden bazıla­ n tarihte " neden"den söz etmez, "açıklama" ya da "yorum" veya "durumun mantıgı" ya da "olayların iç mantıgı"ndan (bu, Dicey'den gelmektedir) söz eder, ya da, nedensel yak­ laşımı (neden oldu'yu) reddeder, onun yerine, işlevsel yak­ laşımı (nasıl oldu'yu) savunur; oysa, bu, kaçınılmaz olarak olayiann nasıl olup da meydana geldigi sorusunu işin içine katar ve bizi gene "niçin" sorusuna götürür. Daha başkaları (arklı neden türleri -mekanik, biyolojik, psikolojik ve öteki­ ler- arasında ayn m yapar ve tarihi nedeni kendine özgü bir bölüm sayar. Bu ayrımlar bir dereceye kadar geçerliyse de, bütün neden türlerini birbirinden ayıran şeyin üstünde dur­ maktan çok, bunlarda ortak olan üstünde durmak şimdi­ ki amaçlanmız için daha yararlı olabilir. Ben kendi payıma, herkesçe, anlaşıldıgı anlamında "neden" kelimesini kullan­ roakla yetinecegim ve bu özel incelikiere aldırmayacagım. Olayların nedenlerini göstermek zorunluluguyla karşı karşıya kalınca tarihçinin uygulamada ne yaptıgını sorarak işe başlayalım. Neden sorunu karşısında tarihçinin yaklaşı­ mının ilk özelligi genel olarak aynı olaya birkaç neden bir­ den göstermektir. Iktisatçı Marshall, bir keresinde şöyle de­ mişti, "Insanlar başka nedenlerin etkisini hesaba katmadan herhangi bir tek nedenin etkisini incelemek üzere uyanlma­ lıdır; çünkü, o başka nedenlerin etkileri de incelenen o tek nedenin etkileri ile kanşmıştır."1 " 1 9 1 Tde Rusya'da niçin devrim oldu" sorusunu cevaplarken tek bir neden gösteren ögrenci orta alırsa şanslı sayılır. Tarihçi çok nedenle çalışır. Bolşevik Devrimi'nin nedenlerini sıralaması istenirse, Rus­ ya'nın birbiri ardınca gelen askeri yenilgilerini, savaşın bas­ kısıyla çöken Rus ekonomisini, Bolşeviklerin etkin propa­ gandasını. Çarlık hükümetinin tarım sorununu çözemeyişi1 Menıorials cıf Alfred Marshall. der. A.C. Pigou, 1925, s. 4-28. 147 ni, Petrograd fabrikalarında yoksullaşmış ve sömürülen pro­ letaryanın birikmesini, Lenin'in ne yapmak istediğini bildi­ ği, oysa karşı taraftan hiç kimsenin ne yapmak istediğini bil­ mediği olgusunu - kısacası ekonomik, siyasal, ideolojik ve kişisel nedenlerin, uzun ve kısa dönemli nedenlerin rastgele bir karmaşasını sıralar. Fakat, bu bizi hemen tarihçinin yaklaşımının ikinci özel­ liğine getirir. Sorumuzun cevabında Rus Devrimi'nin bir dü­ zine nedenini birbiri ardınca sıralayıp, böylece bırakmak­ la yetinen bir öğrenci iyi alır, ama pekiyi alamaz. Sınavı ya­ panların yargısı, "bilgili, fakat düşünme gücü zayıf' olur. Gerçek bir tarihçi, kendi topladığı bu nedenler listesini eli­ ne alınca, bir çeşit mesleki zorlama ile bunu bir düzene in­ dirgemek, birbirleriyle ilişkilerini kuran bir nedenler hiye­ rarşisi meydana getirmek, belki hangi nedenin ya da neden­ ler grubunun, "son bakışta" ya da nihai analizde (tarihçile­ rin pek sevdikleri deyişler) en son neden, bütün nedenler nedeni olarak ele alınması gerektiğini kararlaştırmak gere­ ğini duyacaktır. Bu, şu konu hakkında onun yaptığı yorum­ dur; tarihçi ağırlık verdiği nedenlerle tanınır. Gibbon, Ro­ ma imparatorluğu'nun gerilemesini ve çöküşünü barbarh­ ğın zaferine ve dine bağlar. 19. yüzyıl ingiliz Whig tarihçile­ ri, ingiliz gücünü ve başansını Anayasal özgürlüğün ilkele­ rini içinde taşıyan siyasal kurumların gelişmesine bağlamış­ lardır. Bugün Gibbon ve 19. yüzyıl ingiliz tarihçilerinin ba­ kış açısı bize modası geçmiş görünüyor, çünkü, çağdaş ta­ rihçilerin en başa koydukları ekonomik nedenleri görmez­ likten gelmişlerdir. Her tarih tezi nedenlerin önceliği soru­ nu çevresinde döner. Geçen konuşmamda sözünü ettiğim çalışmasında Henri Poincare, bilimin aynı zamanda hem "çeşitlilik ve karmaşık­ lığa", hem de "birlik ve basitliğe doğru" geliştiğini, bu iki­ li ve görünürde çelişkili sürecin bilginin gerekli bir koşulu 148 olduğunu belirtmiştir.2 Bu, tarih için de bir o kadar geçerli­ dir. Tarihçi araşurmasını genişletip, derinleştirirken, "niçin" sorusuna durmadan daha çok cevap toplayıp biriklirir. Son yıllarda tomurcuklanan ekonomik, toplumsal, kültürel ve yasal tarih -haydi siyasal tarihin karmaşıklıkianna getirilen yeni bakış açılan ve yeni psikolojik ve istatistik tekniklerden söz etmeyelim- cevaplarının sayısını ve dizisini son derece büyütmüştür. Bertrand Russell, "bilimdeki her ilerleme, bi­ zi ilk gözlemlenen kaba tek biçimiiliklerden uzaklaştınr, da­ ha büyük bir önce gelen - sonra olan farklılaşmasına ve git­ gide büyüyen ilgili olduklan anlaşılan önce gelenler döngü­ süne götürür"3 dedigi zaman, tarihin durumunu da dogru olarak betimlemişti. Fakat, tarihçi geçmişi anlama dürtüsü­ nün baskısıyla, aynı zamanda tıpkı bir fen bilimeisi gibi ce­ vaplarının çeşitliligini azaltmaya, bir cevabı bir başkasına baglamaya, olayiann kargaşasına ve özgül nedenlerin karga­ şasına bir çeşit sıra ve birlik getinneye zorlanır. "Tek tanrı, tek yasa, tek öge ve uzaktaki tek tanrısal olay"; ya da Henry Adams'ın "egitilmiş olma iddiasına parlaklık verecek büyük bir genelleme''yi arayışı4 - bunlar, bugün modası geçmiş şa­ kalar gibi geliyor insana. Fakat, tarihçinin nedenlerin çogal­ tılmasıyla olduğu kadar basilleştirilınesiyle de uğraşması ge­ rektiği bir olgudur. Tarih, bilim gibi, bu ikili ve çelişik görü­ nen süreç içinde ilerler. Bu noktada, yoldan çıkancı iki çekici sorunu ele almak için bir an konudan ayrıimam gerekiyor - bu sorunlardan biri "Tarihte Determinizm ya da Hegel'in Kötülüğü " , öte­ ki "Tarihte Rastlantı ya da Kleopatra'nın Burnu" adını taşı­ maktadır. Öncelikle bunların nasıl karşımıza çıktıkları hakl H. Poincarc. Lu Scicııcc 3 B. Russell, Mysıidsm c.ırıJ Loı:ic. ı 9 1 8 , s. ı SB. 4 cı l'lıypoılıtsc. ı902, s. 202-203. "Bilim ve Varsayım" MEB Klasikleri arasında çe.vrilmi.şıir. Tlre Educcııioıı of Hı:ııry .o\dams, Bosıon. 1 928. s. 224. 149 kıncia bir iki söz söylemeliyim. 1 930'larda Viyana'da bilim­ de yeni bakış açısı üstüne önemli bir eser [The Logic of Sci­ entific Enquiry (Bilimsel Araştırmanın Mantıgı) adıyla Ingi­ lizeeye çevrildi ] yazan Profesör Karl Popper'in savaş sırasın­ da daha halk düzeyinde iki kitabı yayımlanmıştır: The Open Society and Its Enemies (Açı k Toplum ve Düşmanları) ve The Poverty of Historicism (Tarihsiciligin Sefaleti) . 5 Bunlar Platon'la birlikte Nazizmin manevi atası sayılan Hegel'e ve 1930'lardaki Ingiliz solunun fikri ortamı olan hayli yüzey­ sel bir Marksizme karşı duygusal bir tepkinin etkisiyle ya­ zılmışlardır. Bu eserlerin başlıca nişan tahtalan "tarihsicilik" (historisizm) diye hakaretamiz bir ad altında bir araya geti­ rilen Hegel ve Marx'ın sözde determinist tarih felsefeleridir.6 1954'de Sir lsaiah Berlin Histoıical Irıevitability (Tarihi Kaçı­ nılmazlık) üstüne denemesini yazmıştır. Belki Oxford kuru­ munun bu eski temel direğine hala süren bir saygı nedeniy5 6 Tarihsiciligiıı Sejiıleti kitap olarak ilk kez 195Tde basılmışur, fakat, özgün ola­ rak 1 944 ve 1 945'tc yayımlanan makalelerden oluşmaktadır. Keskinlık gerektirmeyen bir ya da iki yer dışında "tarihsicilik" (historicism) kelimesini kullanmaktan kaçınmışum; çunkı:ı, Profesör Popper'in bu konu ı:ısıı:ıne geniş ölçude okunan yazılan terimi kesin anlamdan yok•un kılmıştır. Terimierin kesinligi iıstı:ındc sürekli olarak ısrar etmek ukalalıktır. Fakat, in­ san ne hakkında konuştugı.ınu bilmelidir. Profesör Popper "tarihsici"ligi faz­ lalıklann içine aıı ldıgı bir sepet gibi, tarih hakkında hoşlanmadıgı (bazılan bana saglam gozuken. bazılan ise. korkanm, bugun hiçbir ciddi yazarca savıı­ nulmayan) her görüş için kullanmaktadır (Tarihsiciligin Sefaleti s. 3'tc.l Ken­ disinin de teslim cııigi gibi, Popper. bilinen hiçbir "tarihsici"nin kullanmadı­ ıı "ıarihsici" tezler icat etmektedir. Onun ele alışında, tarihsicilik hem tari­ hi bilimle özdeşlcştiren hem de bu ikisini keskin bir biçimde ayıran teorile­ ri kapsamaktadır. Ondeyiden sakınan Hegel Açı lı Toplum'da tarihsiciligin baş­ papazı olarak sunulmuştur, ama Tarihsiciliğin Sefalet i 'ne girişte tarihsicilik, "ana amacını tarihi öndı:yilcr yapmalı sayan, toplumsal bilimiere bir yaklaşım" olarak tanımlanmıştır. Popper'e kadar "tarihsicilik" genel olarak Almanca "Hisıorisrnus"un Ingilizce karşılı� olarak kullanılmıştır; şimdi Profesör Pop­ per "tarihsiciligi" (lıisıorisiznı). "tarihçilik"ten (lıisıoıisrn) ayırt etmekte, böy­ lece de terimin zaten kanşık kullanılmasına daha buyıik bir kanşıklık ekle­ mektedir. M.C. D'Arcy, Tlıc Scnse of History: Secularand Sacred, ı959, s. 2'de. "tarihsicilikn kelimesini "herhangi bir tarih felsefesiyle özdeş" olarak kullan­ m.'lktadır. 1 50 le Platon'a saldırıda bulunmamış7 ve soruna Popper'de bu­ lunmayan bir tez eklemiştir; Hegel ve Marx'ın "tarihsicili­ ği" insan davranışlannı nedensel terimlerle açıklayarak insa­ nın özgür istemini red anlamına geldiği ve tarihçilerin, tari­ hin Charlemagnelan, Napoleonları ve Stalinlerini mahkum etmeleri yükümlülüğünden (ki, bundan geçen konuşmam­ da söz etmiştim) kaçınmalarına imkan verdiği için karşı çık­ maları gereken bir tutumdur. Başkaca da fazla bir şey değiş­ tirmemiştir. Fakat, Sir lsaiab Berlin hakkıyla tanınmış ve ge­ niş ölçüde okunan bir yazardır. Son beş altı yılda bu ülke­ de ya da Birleşik Amerika'da tarih hakkında bir makale ya­ zan, hatta bir tarih eseri hakkında ciddi bir eleştiri yazan he­ men herkes, Hegel ve Marx ve determinizme bilgiçce burun kıvırmışur ve tarihte rastlantının rolünü kabul etmemenin saçmalığına işaret etmiştir. Sir lsaiab Berlin'i çömezlerindcn sorumlu tuunak belki haksızlık olur. Kendisi saçma konuş­ tuğu zaman bile, bunu çekici ve alımlı bir biçimde sunarak hoşgörümüzü kazanmaktadır. Çömezleri saçmal ığı yineli­ yor, alımlı da olamıyorlar. Her neyse, bütün bunlarda yeni bir şey yoktur. Bizim, Çağdaş Tarih kürsüsüne gelmiş geç­ miş profesörler arasında en pariağı olduğu söylenemeyecek ve herhalde Hegel'i hiç okumamış, Marx'ı duymamış olan Charles Kingsley 1 860'taki açış konuşmasında tarihte hiç­ bir " kaçınılmaz sonuç" bulunamayacağına kanıt olarak in­ sanın "kendi varoluş yasalannı kıran gizemli gücü"nden söz etmiştir.8 Fakat iyi ki Kingsley'i unutmuşuz. Popper ile Sir lsaiab Berlin, kendi aralarında bu ölü beygiri kırbaçlaya kır­ baçlaya şöyle böyle canlanmış gibi gösterıneyi başarmışlar­ dır; bu karrnakanşıklığa bir düzen getirrnek için bir miktar sabır göstermemiz gerekecektir. 7 Ne var ki. ilk faşist diye Plaıon'a saldınlınası, Oxfordhı biri, R.H. Crossman ta· rafından bir radyo yayın dizisinde başlamışıır. 8 Plaıo Today, 1937. C. Kingslcy. Tiı( Limiıs of Exacı Scieııcc As Applied ıo History, 1860, s. 22. 1 51 Önce determinizmi ele alayım, onu -umarım, tartışılması gerekmeksizin- olmuş olan her şeyin neden ya da nedenleri bulundugu ve neden ya da nedenler degişik olmadıkça fark­ lı (bir şeyin) olamayacagı inancı diye tanımlayaca�m.9 De­ terminizm, tarihin degil bütün insan davranışının bir soru­ nudur. Eylemlerinin nedeni olmayan ve bu yüzden de belir­ lenmiş olmayan insan, önceki konuşmada söz ettigirniz top­ lum dışındaki birey kadar bir soyutlamadır. Profesör Pop­ per'in "insan işlerinde her şeyin olabilecegi"10 tezi ya anlam­ sız ya yanlıştır. Günlük hayatta buna hiç kimse inanınaz da, inanamaz da. Her şeyin bir nedeni oldugu beliti (aksiyomu) çevremizde olup bitenleri anlama yetenegimizin bir koşulu­ dur. 1 1 Kafka'nın romanlanndaki karabasan özelligi olup bi­ ten hiçbir şeyin görünür ya da dognıluğtı belirlenebilir bir nedeni olmayışından ileri gelmektedir; bu insan kişiliginin toptan parçalanmasına vanr, çünkü olayların nedenleri bu­ lundugu ve bu nedenlerin yeteri kadarının insan zihninde bir eylem kılavuzu olmaya elverecek kadar tutarlı bir geç­ miş ve şimdi tablosu kurmaya yaradıgı varsayımına dayanır. Günlük hayat insan davranışlannın ilkelee dognılugu araş­ tırılabilir nedenler tarafından belidendiği varsayılmadıkça imkansız olurdu. Insanlar bir zamanlar dogal fenomenleri araştırmanın, bunlar besbelli ki tanrısal isternce yöneltildik­ leri için küfür oldugunu düşünürlerdi. Bizim insanların ni­ çin öyle davranmış olduklannı açıklamamıza, Sir Isaiah Ber9 "Determinizm . . . veriler böyle oldukça, olan her şey kesinlikle b6yle olacaktır ve farklı olamaz . . . demektedir. Farklı olabilcccgini kabul etmek yalnızca. ven­ lerin farklı olaı:aııı anlamına gelir." Essays Prcscrıh:ıl ıo Ernsı Cassic ı. 1936, s. 1 8'dc S. W. Alexander. 10 J<.R. Poppcr. Thr Operı Sııcicty. ı. b;ısım . 1952, s. 197. ll "N edensellik yasasını dünya bizim üstıimüzc zorlamaz." bu "bizim için. belki kendimizi dünya)·a uyarlarnam ız ın en elverişli yönıcmidir" . ] . RucfL Ph_ysiccıl to ılır Socicıl Scimc.:s, Balıimorc. 1929, s. 52. From ıh.­ Profesör Popper'in ken­ disi de nedensellik inancına "Gayet haklı hir mctodoloji kuralının metafızıksel varsayımlanması" demektedir. 1 52 lin'in bu eylemlerin insan istemince yönettiimiş olduklarına dayanarak karşı çıkışı aynı tür bir düşüncedir, belki de top­ lumsal bilimlerin bugün, kendilerine bu tür tezler yönehil­ digi zaman doga bilimlerinin bulunduğu gelişme düzeyinde oldugunu göstermektedir. Bu sorunu günlük hayatta nasıl ele aldığımızı görelim. Günlük işierimize bakarken Srnith'e rastlarsınız. Ona sevim­ li bir biçimde, fakat herhangi bir şey kastetmeksizin, hava­ dan ya da kolejin durumundan veya üniversite işlerinden söz edersiniz; o da size sevimli, fakat herhangi bir şey kas­ tetmeksizin, havadan ya da işlerin durumundan dem vurur. Fakat, tutalım ki bir sabah sizin sözlerinizi olagan biçimde cevaplamak yerine, görünümünüz ya da kişi liğiniz üstüne sert bir söylev çekiyor. Omzunuzu silker ve bunu Smith'in istem özgürlüğünün ve insan işlerinde her şeyin olabilecegi olgusunun inandıncı bir göstergesi olarak mı ahrsınız? Sa­ nırım almazsınız. Tersine herhalde şöyle bir şey söylersiniz, "Zavallı Smith! Elbette, biliyorsun, babası akıl hastahanesin­ de ölmüştü" ya da "Zavallı Smith! Yine karısıyla başı belada olmalı . " Bir başka deyişle, mutlaka ortada bir neden olma­ sı gerektiğine inandığınız için, Smith'in görünüşte nedensiz davranışının nedenini tanımlamaya çalışırsınız. Böyle yap­ makla da, korkarım, Smith'in davranışına nedensel bir açık­ lama getirmekle, Hegel'in ve Marx'ın deterministçe varsayı­ mını benimserliğinizi ve Smith'i bi r alçak diye ilan etme yü­ kümlülüğünüzden kaçtığınızı size söyleyecek olan Sir lsaiah Berlin'in hışmına uğrarsınız. Fakat, günlük hayatta hiç kim­ se bu bakış açısını kullanmaz, ya determinizmin ya ahlaki sorum luluğun tehlikede olduğunu düşünmez. Özgür istem ve determinizm hakkındaki mantıki ikilem gerçek hayat­ ta karşımıza çıkmaz. Bu, insan eylemlerinin bazılarının öz­ gür, bazılannın ise belirlenmiş olduğu anlamına da gelmez. Gerçekte, onlara hangi bakış açısından bakıldığına bağlı ola1 53 rak, bütün insan eylemleri hem özgür hem de belirlenmiş­ tir. Uygulamadaki somn yine farklıdır. Smith'in eyleminin bir ya da birçok nedeni vardır; fakat, bu eylem bir dış zor­ lamayla değil de, kendi kişiliğinden gelen bir zorlamayla ol­ muşsa, Smith eyleminden ahlakça sorumludur, çünkü nor­ mal ergin insaniann kendi kişiliklerinden ahlakça sorumlu olmaları toplumsal hayatın bir koşuludur. Bu özel durum­ da, onu sorumlu tutup tutmamaksa sizin uygulamadaki yar­ gınıza ilişkin bir sorundur. Fakat, eğer böyle yaparsanız, bu, onun davranışını nedensiz sayınanız demek değildir: N eden ve ahlaki sorumluluk ayn ayn kategorilerdir. Yakınlarda bu ün iversitede bir Kriminoloji Enstitüsü ve Kürsüsü kurul­ muştur. Eminim ki , suçun nedenlerini anştırmakla uğraşan­ lardan hiçbirinin aklına gelmez ki , bu, onları suçlunun ahla­ ki sorumluluğunu inkara bağlamaktadır. Şimdi de tarihçiye bakalım. Sıradan ki.şiler gibi, o da in­ san eylemlerinin ilkece araştırılabilir nedenleri bulunduğu­ na inanır. Bu varsayım yapılmayınca, günlük hayat gibi ta­ rih de imkansızdır. Bu nedenleri araştırmak tarihçinin özel işlevidir. Bunun onda insan davranışının belirlenmiş yönü­ ne özel bir ilgi yarattığı düşünülebilir: Fakat o -meğer ki gö­ nüllü eylemlerin nedeni olmadığı yolundaki iler tutar tarafı olmayan bir varsayıma dayanan- istem özgürlüğünü reddet­ mesin. Kaçınılmazlık sorununu da kendine dert etmez. Öte­ ki insanlar gibi, tarihçiler bazen tumturaklı konuşma mera­ kına düşerler ve yalnızca ögelerin bir olayın olmasını bek­ lemeyi çok olası kılan bir biçimde üst üste geldiğini söyle­ yecek yerde, böyle bir olaydan "kaçınılmaz" diye söz eder­ ler. Bu yakınlarda yazdığım tarihi tarayıp bu suçlu kelime­ yi bulmaya çalıştım; ne yalan söyleyeyim, kendime büsbü­ tün temiz bir sağlık karnesi veremedim: Bir bölümde, 1 9 1 7 Devrimi'nden sonra Bolşeviklerle Ortodoks Kilisesi arasın­ da çatışmanın " kaçınılmaz" olduğunu yazmışım. Şüphesiz, 1 54 "büyük ölçüde olasıydı" demem daha akıllıca olurdu. Fa­ kat böyle demenin bir parça ukalaca kaçacağını söylemek geçerli mazeret olmaz mıydı? Uygulamada tarihçiler, olay­ ların var olmadan önce kaçınılmaz olduklarını düşünmez­ ler. Tarihçiler hayli doğru olarak bir nedenin sonuçta niçin ötekilerden daha fazla seçilmiş olduğunu açıklamaya devam eder, bir yeğleme imkanının bulunduğu varsayımı ile sık sık öyküdeki ögelere ne gibi eylem imkanlarının açık olduğun­ dan söz ederler. Tercihte hiçbir şey kaçınılmaz değildir, bir şeyin başka türlü olmuş olması için ondan önceki nedenle­ rin de başka türlü olması gerektiği biçimsel durum dışında. Ben kendi payıma bir tarihçi olarak, "kaçınılmaz", düzeltile­ mez", "kaçılamaz" hatta "silinemez" gibi kelimeleri kullan­ madan yapmaya pekala hazırım. Bunlarsız hayat daha tek­ clüze olacaktır. Fakat gelin onları ozanlara ve metafizikçile­ re bırakalım. Kaçınılmazlık suçlaması öylesine yavan ve anlamsız ola­ rak ortaya çıkmış ve son yıllarda peşine öylesine hırsla dü­ şülmüştür ki, bence bunun arkasındaki dürtülere bakmamız gerekmektedir. Sanırım, bunun başlıca kaynağı "olması ola­ sıydı" düşünce -ya da daha doğrusu duygu- okulu diyebile­ ceğim şeydir. Bu okul kendini hemen hemen yalnızca çağdaş tarihe bağlamaktadır. Geçen dönem burada , Cambridge'de, bir derneğin " Rus Devrimi kaçınılmaz mıydı?" başlığıyla bir konuşma ilanını görrnüştüm. Fakat, "Güller Savaşı kaçınıl­ maz mıydı? " diye bir konuşma ilanı görseydiniz, hemen bir şaka olduğundan kuşkulanırdınız. Tarihçi, Norman istila­ sı ya da Amerikan Bağımsızlık Savaşı hakkında yazdığı za­ man, sanki bunların olmaları zorunluymuş ve sanki onun işi sadece neyin niçin olduğunu açıklamakmış gibi yazarsa; hiç kimse onu determinist olmakla ya da Fatih William'ın ya da Arnerikah isyancıların yenilmiş olma ihtimalini tartışma­ ınakla suçlarnaz. Ne var ki, 1 9 1 7 Devrimi hakkında tam bu 1 55 şekilde -tarihçiye yakışan tek yolda- yazdığım zaman, eleş­ tiricilerin olup biteni olmuş olmak zorunda olan bir şey di­ ye gösterdiğim ve olmuş olabilecek öteki şeyleri araştırma­ dığım yolundaki hücumlanna uğruyorum. Denmektedir ki. söz gelimi, Stolypin tarım reformunu tamamlamaya zaman bulmuş olsaydı ya da Rusya savaşa girmeseydi, belki devrim olmayacaktı; ya da söz gelimi, Kerenski hükümeti işlerin üs­ tesinden gelseydi ve devrimin önderliği Bolşevi kler yerine Menşevikler ya da Toplumsal Devrimcilerce üstlenseydi . Bu varsayımlar teorik olarak düşünülebilecek şeylerdir; insan tarihte olmuş olsayddarta her zaman salon oyunları oynaya­ bilir. Fakat, bunların determinizmle bir ilgisi yoktur; çünkü, böyle olmuş olanlar için determinist sadece şöyle der; bunla­ rın farklı olmuş olması için nedenlerin de farklı olmuş olma­ sı gerekirdi. Bunların tarihle de bir ilgisi yoktur. Sorun şu­ dur ki , bugün hiç kimse ciddi olarak Narman istilasının ya da Amerika'nın bağımsızlığının sonuçlarını tersine çevirme­ yi ya da bu olaylara karşı ateşli bir protestoyu dile getirmeyi istememektedir; tarihçi bunları kapanmış bir bölüm olarak kabul ettiğinde hiç kimse ona karşı çıkmaz: Fakat, Bolşevik zaferinden doğrudan ya da dalaylı olarak zarar görmüş olan ya da onun ileriki sonuçlarından halen korkmakta olan pek çok insan, ona karşı itirazlarını dile getirmek arzusundadır­ lar; bu da tarih okudukları zaman olabilecek bütün hoş şey­ ler üzerine imgelemlerini aşırı ölçüde işletmek, olup biteni açıklamak ve onların hoş royalarının niçin gerçekleşmeden kaldığını açıklamak yolundaki işini sakin sakin yerine geti­ ren tarihçiye kızmak biçimini alır. Çağdaş tarihin zorluğu, insaniann bütün imkaniann açık olduğu zamanı hatırlama­ ları ve bunların fait acconıpli (olmuş bitmiş) ile kapandığı­ nı sapıayan tarihçinin tutumunu kabul etmenin on lara zor gelmesidir. Bu, bütünüyle duygusal ve tarihe aykırı bir tep­ kidir. Fakat, sözde " tarihi kaçınılmazlık" teorisine karşı son 1 56 zamanlardaki kampanyaya malzemenin çogunu da bu sagla­ mışur. Konuyu dagıtan bu sorunu kestirip atalım. Saldınnın öteki kaynagı, ünlü, Kleopatra'nın burnu gize­ midir. Bu, tarihin geniş ölçüde şansa baglı rastlanularca be­ lirlenmiş bir olaylar dizisi oldugu ve en rastlansal nedenlere baglanabilecegi yolundaki teoridir. Actium Savaşı'nın sonu­ nu tarihçilerce genellikle ileri sürülen türden nedenler degil, Antonius'un Kleopatra'ya delicesine tutkunlugu belirlemiş­ tL Beyazıt'ın damla hastalıgı yüzünden Orta Avrupa'ya iler­ lemesi alıkonuldugunda Gibbon "bir adamın tek bir lifine düşecek aykın bir safranın uluslann felaketini önleyebilece­ gi ya da geciktirebilecegini" söylemişti.12 Yunan kralı Alek­ sandros, 1 920 güzünde maymunun ısırması sonucu olarak öldü gü zaman, bu kaza Sir Winston Churchill'e "çeyrek mil­ yon insan bu maymunun ısırması yüzünden öldü" dedine­ cek bir olaylar dizisini başlatmıştı.13 Ya da. 1923 güzünde Zinovyev, Kamenev ve Stalin'le çatışmasının kritik bir nok­ tasında Troçki'yi eylemin dışına çıkaran bir ördek avı sonu­ cunda üşüterek ateşlenınesi üstüne kendisinin yapugı yoru­ mu ele alalım: "Insan bir devrimi ya da bir savaşı önceden kestirebilir, fakat sonbaharda bir yaban ördegi avının sonuç­ lannı önceden kestinnesi imkansızdır. "14 Açıklıga kavuştu­ rulması gereken ilk şey, bu sonınun determinizm sorunuy­ la bir ilgisi olmadıgıdır. Antonius'un Kleopatra'ya tutulma­ sı ya da Beyazı t'ın damla hastalıgına yakalanması veya Troç­ ki'nin üşüterek ateşlenmesi, olup biten başka her şey kadar nedensel olarak belirlenmiştir. Antonius'un tutkunlugunun bir nedeni olmadıgını söylemek, Kleopatra'nın güzelligine karşı gereksiz yere kabalık etmek olur. Kadın güzelligi ile erkek tutkusu arasındaki neden ve sonuç ilişkisi günlük hal2 Dedine and Fall of Roman Eınpirc. bl. ı. 1 4. 13 W. Churchill. The World Crisis: The Afıcrmaıh, 14 l. Troçki, My Life. Ing. çeviri, 1 930. s. 425. 1929, s. 386. 1 57 yatta gözlemlenebilir en düzgün oluşlardan birisidir. Bu, ta­ rihte rastlantı denilen şeyler, tarihçinin asıl araştırınakla il­ gilendiği an ardalık dizilerinin arasına giren -böyle denebi­ lirse, onlarla çatışan- neden ve sonuç dizilerinin ifadesidir. Bury, tamamiyle haklı olarak, "birbirinden bağımsız iki ne­ densellik zincirinin çarpışması"ndan söz eder. 1 5 Histarical Irıevitability adlı denemesine, Bemard Serenson'un "The Ac­ cidental View of History" (Tarihin Rastlantısal Görüşü) ad­ lı makalesine övgüyle başlayan Sir lsaiah Berlin, bu anlamda rastlantı ile nedensel helirlenme yokluğunu karıştıranlardan birisidir. Fakat, bu karıştırma bir yana, elimizde gerçek bir sorun vardır. Neden ve sonuç sıralamamız, her an bir başka ve bizim görüşümüze göre ilgisiz sıralama tarafından bozul­ ma tehlikesiyle karşı karşıya iken, insan nasıl tari hte uygun bir neden ile sonuç sırası bulabilir; böyle olunca da, biz ta­ rihte nasıl bir anlam görebiliriz? Bu yakınlarda tarihte rastlantının rolünün vurgulanma­ sının kaynağını göstermek için bir an için durabiliriz. Öy­ le anlaşılıyor ki, Polybios bununla sistemli bir şekilde uğraş­ maya kendini vermiş ilk tarihçidir; Gibbon bunun nedeni­ ni hemen ortaya koymuştur. Gibbon şu gözlernde bulunur: "Yunanlılar, ülkeleri Roma'nın bir eyaJetine indirgendikten sonra, Roma'nın zaferlerini Cumhuriyetin bunu hak etme­ sine değil, iyi bahtma bağlamışlardır." 16 Ü lkesinin zayıfla­ ma dönemindeki bir tarihçisi olan Tacitus da, rastlantı üs­ tünde geniş ölçüde düşünen bir başka eski dönem tarihçi­ siydi. ingiliz yazarlannda, bu yüzyılda başlayan ve 1 9 1 4'ten 15 Bu noktada Bury'nin ıezi için The Idea of Progrcss, 1920, s. 303-304'e bakınız. 16 Declinc and Fall of Romaıı Eınpire, bl. 38. Romahiann egemenligine girdikten sonra, Yuruınhların kendilerini, yenilikterin baş avuntusu, tarih! "olmuş ol­ salardı" oyununa vermeleri ilginçtir: Kendi kendilerine Büyük lskender genç yaşta olmeseydi, "Datı'yı fcıhedccekti ve Roma. Yunan Kralianna uyruk ola­ caktı" dem işlerdir. K. von Fri tz , The Thcory of ılıc ML-.:cd Consıiıuıion in Arııiqu· iıy, New York, 1 954, s. 395. 1 58 sonra belirginleşen belirsizlik ve endişe duygusunun büyü­ mesi sırasında tarihte rastlantının rolünün önemi üstünde durulması yeniden canlanmıştır. 1 909'da "Tarihte Daıwi­ nizm" üstüne bir makalesinde " toplumsal evrimde olayla­ rın belirlenmesine" geniş ölçüde "yardım eden rastlantı öge­ sinin bulunuşu"na dikkati çeken Bury, uzun bir aradan son­ ra bunu araştıran ilk Ingiliz tarihçisi olarak ortaya çıkmakta­ dır; bu konuda "Kleopatra'nın Burnu" adıyla ayrı bir makale de yazmıştır.1 7 Fisher, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra libe­ ral düşlerin boşa çıkışı karşısında duyduğu hayal kırıklığını yansıtan, daha önce aktardığım bir parçasında okurlarından tarihte "olumsalın ve önceden görülemeyenin etkisi"rıi fark etmelerini istemektedir.1 8 Tarihi bir rastlantılar demeti olarak gören bir teorinin bu ülkede yaygınlık kazanması Fransa'da varoluşun -Sanre'ın ünlü L'Etre et la neanl'ını (Varlık ve Hiçlik) aktanyorum­ "ne nedeni, ne sebebi ne de gerekliliği'' olduğunu bildiren bir felsefe okulunun ortaya çıkışıyla aynı zamana rastlamış­ tır. Almanya'da yaşlı tarihçi Meinecke kaydettiğİrniz gibi , hayatının sonuna doğru tarihte rastlantının rolünün etkisi­ ne kapılmıştır. Buna yeterince dikkat göstermiyor diye Ran­ kc'yi kınamıştır; tkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da son 40 yılın ulusal felaketlerini, bir rastlantılar dizisine -Kayzer'in kendine güvenine, Weimar Cumhurbaşkanlığına Hinden­ burg'un seçilişine, Hitler'in sabit fikirli karakterine ve ötekiı1 Her iki makale j.B. Bury, Selected Essays'ıa ( 1930) yeniden basılmışıır; Bury'­ nin hakkında Collingwood'un yonımiarı için The Idea of History. s. 1 48-SO'ye bakınız. 18 Bu parça için yukanda s. 52'ye bakınız. Toynbee'nin A Study of History, 5, s. 4 1 4'te Fisher'den yapııgı alıntı, buıün olarak bir yanlış anlamayı onaya koy­ nıaktadır: Söyle ki. Toynbce. bunu /aissrz-Jaire'i "doıturan", rasılanıının ıü­ merkililigine "Çagdaş Batı inanışı"nın hir ürünü saymakıadır. Ltıissez:-fairc te­ orisyenlcıi r.ısılanıı degil, insan davrnnışlannın çeşitlilikleri üstüne iyicil dü­ zenlilikleıi geliren gizli ele inanırlardı; Fisher'in sözü /aisscz:-Jaire'in liberaliz­ minin degil, ı 920'ler ve ı 930'larda liberalizmin çbküşünün bir ürünüydü. 1 59 lerine- bağlamıştır, bu, buyük bir tarihçinin aklının ülkesi­ nin kötü. kaderinin baskısıyla iflas edişinin bir tablosudur. 19 Tarihi olayiann tepesinde değil de, çukurunda bulunan bir topluluk ya da ulusta tarihte şansın ya da rastlantının rolü­ nü. vurgulayan teoriler egemen olacaktır. Sınav sonuçlarının hep şansa bağlı olduğu görüşü., dü.şü.k not alanlar arasında her zaman yaygın olacaktır. Fakat bir inanışın kaynaklarını ortaya çıkarmak, onu or­ tadan kaldırmak demek değildir, hala Kleopatra'nın bur­ nunun tarih sayfalannda ne aradığını kesin olarak bulma­ mız gerekiyor. Montesquieu, anlaşılan tarihin yasalarını bu mudahaleye karşı korumaya kalkan ilk kişidir. Romalıla­ rın büyüklüğü. ve dü.şü.şü. ü.stü.ne eserinde şöyle yazmakta­ dır: "Eğer, bir savaşın rastlantısal sonucu gibi özel bir neden bir devleti yıkmışsa, bu devleti bir tek savaşı sonucunda yı­ kan genel bir neden vardır." Marksistlerin de bu sorunla il­ gili bazı zorluklan olmuştur. Marx buna bir kez değinmiştir, o da bir mektuptadır: Dünya tarihi içinde eger rastlantıya yer olmasaydı, çok gi­ zemli bir niteligi olurdu. Bu rastlantı doğal olarak, geliş­ menin genel eğiliminin bir parçasıdır ve öteki rastlantı tür­ lerince dengelenir. Fakat, hızlanma ya da gecikme başlan­ gıçta hareketin başında bulunan bireylerin "rastlantı"ya bağlı nitelikleri de içinde olmak üzere bu tür �rastlantısal ögeler"e bağhdır. 20 Marx, böylece tarihte rastlantı için ü.ç şey söylemekte­ dir. Birincisi, rastlantı pek önemli değildir; olayların gidişini "hızlandırabilir" ya da "geciktirebilir"; bu da kökten değiş­ tiremeyeceğini içerir. lkincisi, bir rastlantı ötekiyle dengele19 Ilgili bölumler, F. Meinecke'nin Machiavellisnı adlı eserine yazdıtı giriş böh:ı· milnde W. Stıır k tıırafından akıanlmışıır, s. 35-36. 20 Marx ve Engels, Escrler, Rusça basım, 26, s. lOS. 1 60 nir, böylece sonuçta rastlantı ögesi ortadan kalkar. Üçüncü­ sü, rastlantı özellikle bireylerin kişiliklerinde kendini göste­ rir.21 Troçki, zekice bir henzrtmeyle denkleştiren ve kendi kendini gideren rastlantılar teorisini pekiştirmiştir. Bütün tarihi süreç, tarihi yasanın rastlantısalın içinde kı­ rılrni$ şeklidir. Biyoloji diliyle, tarihi yasanın rastlantıların doğal ayıklanınasıyla gerçekleştiğini söyleyebiliriz.22 ltiraf ederim ki, bu teori bana doyurucu ve inandıncı gel­ miyor. Bugün lerde, tarihte rastlantının rolü, bunu vurgu­ lamakla ilgilenenlerce ciddi şekilde abartılmaktadır. Fakat, rastlantı diye bir şey vardır, bunun bütün olarak sonucu de­ giştirmediğini, ancak gelişmeyi hızlandırdığını ya da yavaş­ Iattığını söylemek kelime oyunu yapmaktır. Üstelik rast­ lantısal bir olayın -diyelim ki, Lenin'in 54 yaşında zaman­ sız ölümünün- herhangi bir rastlantıyla denkleştirileceğine inanmak için hiçbir neden de görmüyorum. Tarihte rastlantının bütünüyle bilgisizliğimizin ölçüsü ol­ duğu görüşü de -bilgisizlik, anlayamadığımız bir şeye taktı­ .gımız bir addan başka bir şey değildir- aynı derecede yeter­ sizdir. 23 Şüphesiz bu bazen böyle olmaktadır. Planetler, "ge­ zegen" anlamına gelen bu adlannı elbette onlann gökte rast­ gele dolaştıklarının sanıldığı ve hareketlerinin düzenliliği­ nin anlaşılmamış olduğu bir zamanda almışlardır. Bir şeyi talihsizlik olarak betimlemek, onun nedenlerini araştırma sorumluluğundan kaçınmanın yaygın bir yoludur; biri ba­ na 21 tarihin bir rastlantılar demeti olduğunu söyleyince, onun Tolstoy. Savaş ve B a rı ş' ın son sözünün birinci bölümünde "rastlantı" ile "deha"yı insanın nihai nedenleri anlamasındaki yetersizligini dile getiren te­ rimler olarak özdeş saymıştır. 22 L. Troçki, My Life. 1930, s. 422. 23 Tolstoy, bu görüşıedir: "Akıl dışı olaylara. yani akılcılıgını anlamadıgımız olaylara bir açıklama olarak kadcrcilige başvurmaya zorlanınz." (S(I'YIIS \'t Ba­ nş, kitap 9, bölüm 1 ); daha l'ıncc aktanlan parçaya da bakınız. 1 61 kafaca tembel ya da düşük düzeyde oldugundan kuşkula­ nınm. Ciddi tarihçilerio kendilerine değin rastlantısal ola­ rak ele alınan şeylerin hiç de rastlantısal olmayıp akli olarak açıklanabilir olduklarını ve olanların genel çerçevesi içine anlamlı olarak yerleştirilebileceğini kabul ettikleri sık rastla­ nan bir durumdur. Fakat, bu da sorumuza yeterli bir cevap değildir. Rastlantı sorununun çözümünün tamamıyla farklı bir düşünce dizisi içinde aranması gerektiği inancındayım. Tarihin, olguların tarihi olgular haline gelmeleri için ta­ rihçi tarafından seçilmesi ve sıralanmasıyla başladığını daha önceki bir aşamada görmüştük. Bütün olgular tarihi olgular değildir. Fakat tarihi olan ve olmayan olgular arasındaki ay­ rım katı ve değişmez değildir; herhangi bir olgu bir kez ta­ rihçinin genel çerçevesiyle ilgili ve anlamlı olduğu fark edi­ lirse tarihi olguya terfi edebilir. Şimdi de tarihçinin neden­ lere yaklaşımında buna oldukça benzer bir sürecin işledigi­ ni görüyoruz. Tarihçinin nedenleriyle olan ilişkisi, olgula­ rıyla olan ilişkisi gibi aynı çifte ve karşılıklı niteliği taşır. Ne­ denler onun tarihi süreci yorumlayışını belirler. N edenle­ ri önem sırasına koyması, bir nedenin ya da nedenler dizisi­ nin görece daha çok anlamlı olduğuna karar vermesi tarih­ çinin yorumunun özüdür. Bu, tarihte rastlantısal sorununa da bir ipucu sağlamaktadır. Kleopatra'nın bumunun biçimi, Beyazıt'ın damla hastahgı , Kral Aleksandos'u öldüren may­ mun ısırması , Lenin'in ölümü -bunlar tarihin akışını değiş­ tiren rastlantılardır. Bunları bir tarafa bırakmak, veya şöyle ya da böyle bunların bir etkisi olmadığını öne sürmek, boşu­ na bir çabadır. Ö te yandan, rastlantısal oldukları ölçüde, bu olgular tarihin herhangi bir akli yorumuna ya da tarihçinin anlamlı nedenler dizisi içine ginnezler. Profesör Popper ve Profesör Berlin -bu okulun en tanınmış ve en çok okunan temsilcileri olduklarından onlardan bir kez daha söz ediyo­ rum- tarihçinin tarihi süreçte anlaml ılık bulmaya ve bun1 62 dan sonuçlar çıkarmaya kalkışmasının, deneyimin "tümü­ nü" simetrik bir düzene indirmeye kalkışınakla aynı şey de­ rnek olduğunu ve tarihte rastlantının varlığının böyle giri­ şimleri başarısızlığa mahkum edeceğini öne sürmüşlerdir. Fakat aklı başında hiçbir tarihçi "deneyimin tümünü" kap­ samak gibi olmayacak şey yapmaya kalkrnaz; kendi seçilmiş alanının ya da tarih türünün olgularının bile küçücük bir parçasından fazlasını kapsayarnaz. Tarihçinin dünyası tıpkı bilim adamının dünyası gibi, gerçek dünyanın bir fotoğrafı değil, daha ziyade onu az ya da çok etkinlikle anlamasını ve üstesinden gelmesini sağlayan bir çalışma rnodelidir. Tarih­ çi, geçmiş deneyimden ya da bu deneyimden onun erişehi te­ ceği kadar bölümünden akla yatkın açıklama ve yoruma el­ verişli diye saydığı bölümleri süzüp ayınr ve bundan eylem kılavuzu olarak işe yarayabilecek olanını seçer. Son yıllarda popüler kitaplar yazan bir yazar, bilirnin başarılarını anla­ tırken, insan zihninin süreçlerine grafik bir biçimde değin­ rnektedir: mantığa ve akla uygun bir "bilgi" yarnalı bohçası dikitene kadar, "gözlernlenrniş olgu parçalan altüst edilerek seçilir, uygun parçalan aynlır ve ilgili gözlerolenmiş olgular bir araya getirilerek bunlardan bir patran çıkanlır. ilgisizler ise bir yana bırakılır. " Yersiz bir öznellik tehlikesine düşme bakırnından bazı çekincelerle, bunu tarihçi nin zihninin ça­ lışmasının bir beLimi olarak kabul edebilirim. Bu yöntem filozofları, hatta bazı tarihçileri şaşınabilir, sarsabilir. Fakat hayatın pratik işleri içindeki sıradan kişi­ ler için bu, pek bilinen bir şeydir. Açıklayayım. j ones, alı­ şık olduğundan daha fazla alkol aldığı bir partiden frenleri­ nin bozuk olduğu ortaya çıkan arabasıyla dönerken, görme imkanlan zayıf bulunan bir virajda, köşedeki dükkandan si­ gara almak için karşıya geçen Robinson'a çarpar ve onu öl­ dürür. Ortalık temizlendikten sonra -diyelim ki, yerel po­ lis karakoluna- olayın nedenlerini araşum1ak için gittik. Bu 1 63 kaza, sürücünün yan sarhoş olması yüzünden mi meydana gelmiştir - ki, bu durumda ölüme sebebiyet vermekten ceza davası açılması gerekir. Ya da bozuk frenler yüzünden mi ­ ki, bu durumda arabayı daha bir hafta önce baştan aşağı göz­ den geçirmiş olan garajın sorumluluğu söz konusudur. Yok­ sa, görüş imkanları zayıf olan viraj yüzünden midir - bu du­ rumda ise yollarla ilgili belediye yetkililerinin dikkati çekil­ melidir. Biz bu pratik sorunlan tartışırken iki önemli bay ­ kimliklerini açıklayamayacağıın- odaya dalıp, büyük bir us­ talık ve inandırıcılıkla, o akşam eğer sigara almak için dı­ şan çıkmasaydı, Robinson'un karşıya geçiyor olmayacağını ve ölmeyeceğini, bu yüzden Robinson'un sigara tiryakiliği­ nin onun ölüm nedeni olduğunu; bu nedeni ihmal eden bir soruşturmanın zamanı boşa harcamak ve bundan çıkarıla­ cak sonuçlann da anlamsız ya da boşuna olacağını anlatma­ ya başlasınlar. Bu durumda ne yaparız? Bu güzel konuşma­ nın akışını kesebileccğimiz ilk fırsatta, konuklarımızı nazik fakat kesin bir tavırla kapıya götürüp, odaciya onları hiçbir nedenle bir daha içeriye almamasını tenbihleyip soruştur­ mamıza devam ederiz. Fakat, bizi engelleyen bu kişilere ve­ rebilecek ne cevabımız vardır? Robinson elbette, sigara tir­ yakisi olduğundan ölmüştür. Tarihte, rastlantı ve olumsallı­ ğa bağlananlarca söylenen her şey yetkinlikle doğru ve yet­ kinlikle man tıkidir. Bu kimselerin görüşünde Alis Harika­ lar Diyarında ve Aynaımı Içinden kitaplarında bulduğumuz acımasız türden mantık vardır. Fakat, Oxford bilginliğinin bu olgun örneklerine benim duyduğum hayranlık hiç kim­ seden geri kalmamakla birlikte ben kendi mantık tarzlanını ayrı ayn bölümlerde tutmayı yeğliyorum. Dodgson tarzı ta­ rihin tarzı değildir. Bu nedenle, tarih, tarihi anlamlılık terimleriyle yapılan bir seçme sürecidir. TalcoLt Parsons'un deyimini bir kez daha kullanarak söylersek, tarih, gerçekliğe yalnızca bilimsel de164 gil, aynı zamanda nedensel yaklaşımiann da seçmeci bir sis­ temidir. Tarihçi nasıl amacı için anlamlı olanları, sınırsız ol­ gular okyanusundan seçerse, onun gibi çok sayıdaki neden­ sonuç art arda gelişlerini, yalnız ve yalnızca tarihi bakımdan anlamlı art arda gelişler içinden seçer; tarihi bakımdan an­ lamlılıg-ın ölçütü ise, bunları kendi akılcı açıklaması ve yo­ rumlama kalıbına uydurma yetenegine dayanır. Öteki ne­ den-sonuç art arda gelişleri, nedenle sonuç arasındaki iliş­ ki farklı oldugundan degil, bu art arda gelişin kendisi uy­ gun olmadıgından rastlantısal diye reddedilmelidir. Tarihçi­ nin bunlarla yapabileceği bir şey yoktur; bunlar akılcı yoru­ ma elverişli degildir, ne geçmiş ne de gelecek için bir anlam taşımazlar. Kleopatra'nın burnunun ya da Beyazıt'ın damla hasıalıgının ya da Aleksandros'u maymuntın ısırmasının ve­ ya Lenin'in ölümünün ya da Robinson'un sigara tiryakiligi­ nin birtakım sonuçlan oldugu dogrudur. Fakat, komutania­ nn güzel kraliçelere olan düşkünlüklerinden ötürü savaşla­ n kaybettiklerini ya da kralların evcil maymunlar besleme­ leri nedeniyle savaşların çıkugını ya da insanların sigara iç­ ·meleri yüzünden yollarda ezilip öldüklerini söylemek genel bir önerme olarak hiçbir anlam taşımaz . Ö te yandan, sıra­ dan herhangi birine Robinson'un sürücünün sarhoşluğu ya da frenierin bozuklugu ya da yoldaki kötü bir viraj yüzün­ den öldügünü söylerseniz, bunlar ona pek akla uygun akıl­ cı açıklamalar olarak gözükecektir; eğer bir ayının yapmak isterse, Robinson'un ölümünün gerçek nedeninin sigara tir­ yakiligi degil de. bu oldugunu bile söyleyebilir. Onun gibi, tarih inceleyicisine de Sovyetler Birligi'nde 1 920'lerdeki ça­ tışmaların, endüstrileşmenin oranı ya da köylüleri kentleri besieyecek tahıl yetiştirmeye neyin en iyi teşvik edecegi hak­ kındaki tartışmalardan, hatta rakip önderlerin kişisel hırs­ Iarı yüzünden oldugunu söylerseniz; bunların, başka tarihi durumlara da uygulanabilecekleri anlamında ussal ve tarihi 1 65 bakımdan anlamlı açıklamalar ve Lenin'in zamanından ön­ ce ölmesi rastlantısının degil de, bunların olmuş olanların "gerçek" nedenleri oldugunu hissedecektir. Hatta bunlar hakkında düşünecek olursa Hegel'in Hıı kulı Fels�fesi kitabı­ nın girişindeki bol bol aktanlan ve çoğu kere de yani� an­ laşılan "akli olan gerçektir, ve gerçek olan aklidir" özdeyişi­ ni anımsayabilir de. Bir an için Robinson'un ölüm nedenlerine dönelim. Bu nedenlerden bazılannın akli ve "gerçek", bazılarının ise akıl dışı ve rastlanusal oldugunu anlamakta bir zorluk çekme­ miştik. Fakat ayrımı hangi ölçütle yaptık? Akıl gücü, nonnal olarak birtakım amaçlar için kullanılır. Aydınlar bazen belir­ li bir amaç gütmeden iş olsun diye akıl yürü türler. Fakat ge­ niş anlamda söyleyecek olursak, insanlar bir amaca yönelik olarak akıl yürütürler. Bazı açıklamalan akli ötekileri ise akıl dışı kabul ederken, bence, belirli bir amaca hizmet eden ve etmeyen açıklamalan ayınyorduk. Sürücülerin içki kullan­ ma alışkanlığının önlenmesinin ya da frenierin daha sıkı bir denetimden geçirilmesinin ya da yolların güzergahlarının düzenlenmesinin, trafik kazalannın sayısını azaltma amacı­ na hizmet edecegini varsaymaınızın bir anlamı vardır. Fakat trafi k kazalannın insanların sigara içmelerinin önlenmesiy­ le azalulabilecegini varsaymanın anlamı yoktur. Işte bu öl­ çüte göre ayırımıınızı yapmış olmalıyız. Aynı şey, tarihteki nedenler konusunda takınacagımız tavır için de geçerlidir. Orada da akli ve rastlantısal nedenler arasında ayrım yapıyo­ nız. Birincisi, başka ülkelere, başka dönemlere, başka koşul­ lara uygulanabilme özelliginden ötürü bizi yararlı genelle­ rnelere götürür ve onlardan dersler çıkartabiliriz; bunlar an­ layışımızı genişletmemize ve derinleştirme amacına hizmet ederler. 24 Rastlantısal nedenler genelleştirilemezler; bun- 24 Profesör Popper, bir an bu noktaya geliyor. fakat görerneden geçiyor. "Te· mclde. gerek esinleyicilik gerekse keyfilik bakımından" (bu iki kelime kc1 66 lar kelimenin tam anlamıyla benzersiz oldukları için, ken­ dilerinden ders çıkanlamaz ve bir sonuca götürmezler. Fa­ kat, burada bir başka noktayı belirımeliyim. Tarihte neden­ sellik konusundaki araştırmamızın anahtan tam, işte bu, bir amaç gözetme fikridir; ve bu, zorunlu olarak, değer yargı­ larını işin içine katar. Geçen konuşmamda gördüğümüz gi­ bi. tarihte yorum her zaman değer yargıianna bağlıdır ve ne­ densellik de yoruma bağlıdır. Meinecke'nin -büyük Mei­ necke'nin, l920'lerin Meinecke'sinin- deyişiyle, "tarihte ne­ densellik ilişkilerinin araştırılması, değer yargıianna baş­ vurmaksızın imkansızdır . . . nedensellik ilişkilerinin aranma­ sının ardında her zaman, dalaylı ya da dolaysız, değerlerin aranması vardır.25 Böylelikle yeniden tarihin ikili ve karşı­ lıklı işlevi -bugünün ışığında geçmişi anlamamızı ve geçmi­ şin ışığında bugünü anlamamızı geliştirmek- hakkında da­ ha önce söylediğim noktaya gelmiş oluyorum. Antonius'un Kleopatra'nm bumuna tutulması gibi, bu ikili amaca katkı­ da bulunmayan herhangi bir şey tarihçinin görüş açısından, ölü ve verimsizdir. Bu noktada, size oynadığım bir oyunu itiraf etmemin za­ manı geldi: Herhalde bunu anlamakla zorluk çekrneyecek­ siniz, belki, fark etmişsinizdir de, birçok durumlarda be­ nim söyleyeceklerimi özetlernemi ve basitleştirmemi sağladı­ ğı için, bunu, kullanışlı bir kısaltına örneği sayarak hoşgör­ müşsünüzdür. Bu ana kadar sürekli olarak göreneksel, "geç­ miş ve bugün" sözünü kullanageldim. Fakat. hepimizin bil­ diği gibi, bugünün, geçmişle geleceği ayıran imgesel bir çizsinlikle ne demek istiyorsa) "esas itibariyle aynı düzeyde olan bir yorumlar çoklugu•nu varsaydıktan sonra, par.ınıez: içindr- şunu ekler: "Bunlanıı bazılan verimli oluşlanyla oıekilerdcn ayın edilirler - bu. bir miktar önem taşıyan bir noktadır.- (Povrrı_v of Hisıoricism, s. 1 5 1 .) Bu. bir mik ur önem taşıyan bir nok­ u degildır, bu "ıanhsi"ciligin ( terimin bazı anbmlarında) hiç de o kadar yok­ sul olmadıgını kanıılayan en Onemli noktadır. 25 KaufçcıJiıııtltrı ıınd Waıe in dtr Gesclıichıt. 1928, F. Stern Vcıricıic.s of Hisıory'de lngilizce'yr- çe\'lilmiştir, 1 957, s. 268-273. 1 67 gi olarak tasanından öte bir anlamda varlıgı yoktur. Bugün­ den söz ederken, başka bir zaman boyutunu tartışmamn içi­ ne gizlice sokmuş bulunuyorum. Sanırım, geçmiş ve gelecek aynı zaman aralı�mn parçalan oldugu için bugünle ilgilen­ mek ile gelecekte ilgilenmenin birbirine baglı bulundugtınu göstermek kolaydır. Tarih öncesi ile tarihi zaman arasındaki sınır çizgisi insanlar yalnızca bu�nde yaşamayı bırakıp, sü­ rekli olarak hem kendi geçmişlerj hem de kendi gelecekleriy­ le ilgilenmeye başladıklan zaman geçilmiştir. Tarih, gelene­ gin kuşaktan kuşaga aktanlmasıyla başlar; gelenek ise geç­ mişin alışkanlık ve derslerinin gelecege taşınmasıdır. Geç­ mişte olup bitenler, gelecek kuşaklann yararı için kaydedil­ meye başlanır. Hallandalı tarihçi Huizinga, "tarihi düşünüş her zaman bir amaca hizmet eder" ( teleolojiktir)26 demiş­ tir. Sir Charles Snow, yakınlarda Rutherford hakkında şun­ ları yazmıştır: "O da bütün bilginler gibi ... bunun ne anlama geldigini hemen hemen hiç düşünmeden, gelecegi iliklerinde ıaşıyordu."27 Sanırım, iyi tarihçiler, onlar böyle düşünsün ya da düşünmesin, gelecegi iliklerinde taşırlar. Tarihçi, "niçin" sorusunun ardından "nereye" sorusunu da sorar. 26 J. Huizinga, Varittics of Hisıory'de Ingilizce'ye çevrilmiştir, der. F. Stern, 1957, s. 27 1 68 293. The Baldwin, a.g.t., der. john Raymond, 1960, s. 246. 5 Ilerleme Olarak Tarih Sözlerime, 30 yıl önce Profesör Powicke'nin, Oxford'da Re­ gius Çagdaş Tarih Kürsüsü profesörü oldugu zaman yaptı­ gı açış konuşmasından bir bölümü aktararak başlamak is­ tiyorum: Bir tarih yorumu için duyulan ihtiyaç öylesine derin köklü­ dür ki, geçmiş üstüne yapıcı bir bakışa sahip olmadıkça, ya gizemcilige ya da kiniklige düşeriz. 1 "Gizemcilik", sanırım, tarihin anlamının tarihin dışında bir yerlerde, din bilim ya da eskatologya alanlarında bulun­ duğunu -Berdyaev ya da Niebuhr ya da Toynbee gibi yazar­ ların görüşünü- anlatmaktadır. 2 "Kiniklik" ise, birkaç kez aktarmış olduğum örneklerde gördüğümüz, tarihin anla­ mı olmadığı ya da eşit ölçüde geçerli ya da geçersiz çeşitli anlamlara sahip bulunduğu ya da bizim ona, arzumuza gö­ re verdiğimiz belirli bir anlamı bulunduğu görüşünü anlat1 2 F. Powicke, Modem Hisıorians and ıhe Sıudy of History, 1955, s. 174. Toynbee'nin gururla söylcdigi gibi, "ıarih din bilime dOnüşOr". Civilisaılon on Trial, 1948, Onsöz. 1 69 maktadır. Bunlar bugün, tarih hakkındaki belki de en yaygın görüşlerdir. Fakat ben her ikisini de duraksamaksızrn red­ dedecegirn. Bu, bizi, o tuhaf, ama esinleyici deyişle baş ba­ şa bırakma ktadır: "Geçmiş üstüne yapıcı bir bakış açısı." Bu deyişi kullanırken, Profesör Powicke'nin aklından geçenle­ ri bilmeme imkan bulunmadıgından bunun hakkında kendi yomrnurnu açıklamaya çahşacagırn. Asya'nın eski uygarlıklan gibi, klasik Yunan ve Roma uy­ garlıklan da aslında tarihsizdirler. Gördük ki, tarihin baba­ sı Herodotos'un pek az çocugu vardı; klasik antik çagın ya­ zarları genel olarak geçmişle olduğu kadar gelecekle de az ilgilenmişlerdi . Thukydides, betirnlediği olaylardan önce­ ki zamanda anlamlı herhangi bir olayın meydana gelrnedi­ gine inanmış, daha sonra da anlamlı hiçbir şey olabileceğini düşiınmerniştir. Lucretius, insanın gelecege olan ilgisizliğini geçmişine duydugu ilgisizliginden çıkarsamıştı: Bir düşünün, doğumumuzdan önceki geçmiş sonsuz haya­ tın bizi nasıl ilgilendirmeyeceğini. Bu, ölümümuzden son­ raki gelecek zamanı görmemiz için doğanın tuuugu bir ay­ nadır. 3 Daha parlak bir gelecek üstüne şairane görüşler geçmişin altın çagına dönüş görüşleri biçimini almışlardır -bu, tari­ hin süreçlerini doğanın süreçlerine benzeten döngüsel bir anlayıştır. Tarih hiçbir yere gitmiyordu: Çünkü, geçmişin bir anlamı yoktu, aynı şekilde gelecegin de bir anlamı yok­ tu. Yalnızca, dördüncü kasidesinde altın çaga geri dönüşün klasik bir tablosunu vermiş olan Vergilius, Aeneid'de bir an için döngüsel kavramı aşmaya esinlenmiştir: Daha sonraları Vergilius'un neredeyse bir Hıristiyan peygamber kabul edil­ mesine yol açan "Impeıium sine finc dedi" (Sınırsız yetki ver­ dim) sözü klasik düşüneeye pek aykın bir göriıştür. 3 1 70 De Rerum Naıura, 3, s. 992-95. Tarihe bütünüyle yeni bir öge getirenler, tarihi sürecin bir hedefe doğru ilerlediğini varsayan -arnaçsal (gai = teleolojik) görüş- Yahudiler ve Hıristiyanlar olmuştur. Böylece, tarih dünyevi niteliğini kaybetrnek pahasına, bir anlam ve amaç edinıni.ştir. Tarihin hedef kazanması, otomatik olarak tarihin sonu dernek olacaktır; tarihin kendisi bir teodise (tanrı savu­ nusu ya da kamtlarnası) haline gelmiştir. Bu, tarihin Ortaçağ görüşüdür. Rönesans insan-merkezli dünya ve aklın önceliği şeklindeki klasik görüşü geri getirmiştir, fakat gelecek hak­ kındaki klasik kötümser görüşün yerine, Yahudi-Hıristiyan geleneğinden kaynaklanan iyimser bir görüş koymuştur. Bir zamanlar düşmanca ve çürütücü olan zaman, şimdi dost ve yaratıcı hale gelmiştir: H oratius'un "Damnosa quid non immi­ nuit dies?" (Uğursuz gün neyi küçültrnerniştir?) sözünü Ba­ con'ın "Veritas temporis filia" (Gerçek, zamanın kızıdır) sö­ züyle karşılaştınnız. Çağdaş tarihçiliğin kurucuları olan Ay­ dınlanma Çağı'nın akılcılan, Yahudi-Hıristiyan amaçsal gö­ rüşü ah koymuş, fakat amaçsal görüşü laikleştirrnişlerdir; ta­ rihi sürecin kendisinin akli niteliğini, böylece geri getirebil­ mişlerdir. Tarih, insanın yeryüzündeki konumunun yetkin­ leştirilmesi hedefine doğru ilerleme haline gelmiştir. Uğraş­ tığı konunun niteliği. Aydınlanma Çağı tarihçilerinin en bü­ yügü olan Gibbon'u "dünyanın bütün çağlannın insan soyu­ nun gerçek zenginliğini, mutluluğunu, bilgisini, belki de er­ dernini çoğaltrnış olduğu ve halen de çoğaltrnakta olduğu yolundaki sevindirici sonuç" dediği şeyi kaydetrnekten ah­ koyrnarnıştır.4 Ingilizierin zenginliği, gücü ve kendine güve4 Gibbon. The Dccline and Fall of Roman Empirt, bölüm 38; bu arasöz Batı Ro­ ma lmpara ıorlugu·nun çöküşü vesilesiyle söylenm*ıi. Bir eleşıirici. 18 Kasım I 960 tarihli Tht Timı•s Liıerıııy Supplrmeııfda bu bôliımiı akıararak Gibbon"un gerçekten bunu demek isıeyip isıemedigini sormaktadır. Elbeııe bunu demek isıem*ıi: Yazann bakış açL�ının hakkında yazdıgı konudan çok. içinde yaşııdı­ gı donemi yansıtması daha olasıdır - bu. kendisinin 20. yüzyıl onasına özgü şüpheciligi 18. yüzyıl sonlanndaki bir yazara aktarmaya kalkan eleşıinnenin pek güzel ômekledigi bir gerçektir. 171 ni en yüksek noktasına vardığı anda ilerleme kültü de doru­ ğuna ulaşmıştır; ingiliz yazarlan ve i ngiliz tarihçileri, ken­ dilerini bu külte adamış olanlar içinde en coşkun olanlardı. Bu olgu, örneğe gerek kalmayacak kadar bildiktir; ilerlemeye olan inancın bütün düşünümüz içinde varsayım olarak. he­ men bu yakın zamanlara gelinceye dek nasıl devam ettiğini göstermek için yalnızca bir-iki parça aktarmam yeter. llk ko­ nuşmamda alıntı yaptığım Camb1idge Modenı History tasarısı üstüne yazdığı 1869 tarihli raporda, Acton, tarihi "ilerleyen bir bilim" saymışur; tarihin birinci cildinin giriş bölümünde "tarihin dayanacağı bir varsayım olarak, insanın başanların­ da bir ilerleme bulunduğunu kabul etmemiz gerekir" demiş­ tir. Bu Ta 1i h in 1 9 1 0 yılmda yayımlanan ' son cildinde yazan ve benim öğrenciliğimde aynı okulda öğretmen olan Dampi­ er'in "gelecek çağiann insanının kendi soyunun yararı için doğa kaynaklan üzerindeki egemenliğinin ve bunları akıllı­ ca kullanılmasının gelişmesine sınır tanımayacağı"ndan kuş­ kusu yoktur.5 Şimdi söyleyeceğim şey açısından benim de bu hava içinde eğitildiğimi belirtınem doğru olur ve benden ya­ rım kuşak önce okuyan, Bertrand Russel'ın şu sözünü koşul­ suz onaylanm : "Ben Victoria çağı iyimserliğiyle dolu bir de­ nizde büyüdüm ve o zaman kolay olan umutluluktan bende hala bir şeyler kalmıştır."6 Bury'nin The Idea of Progress kitabını yazdığı 1 920 yılın­ da daha kasvetli bir hava hüküm sürmeye başlamıştı bil e ; Bury, o zamanın modasına uyarak, "Rusya'da bugünkü te­ rör egemenliğini kuran doktrincileri" bundan sorumlu tutu­ yor, ama bir yandan da i lerlemeyi hala "Batı uygarlığını can­ h tutan ve denetleyen fikir" diye tanımhyordu.7 Daha sonra 5 6 7 Cambridge Modem History: Iıs Origin, Auıorship, and Producıfon, Cambridge Modem History, 1 , 1902, s . 4 ; 1 2 , 1 9 10, s. 79 1 . B. RtL-;sell, Portraiıs From Menıory- 1956, s. 1 7. j.B. Bury, The Idea of Progrrss, 1 920, s. 7-8. 1 72 1 907, s. 1 3 ; bu konu sessizlige bürünmüştür. Rus çan I. Nikola'nın "iler­ leme" kelimesini yasakladıgı söylenir: Şu sıralarda Batı Av­ rupa, hatta Birleşik Devletler'in filozorıan ve tarihçileri geci­ kerek de olsa, onunla aynı kanıya gelmişlerdir. llerleme var­ sayımı yadsınmıştır. Batı'nın çöküşü deyimi öylesine bildik olmuştur ki, urnak işaretleri artık gerekmemektedir. Bütün bu yaygaralann dışında, gerçekte olan nedir? Bu yeni görüş akımını kim ortaya atmıştır? Geçen gün, Bertrand Russe ll'ın sanırım, bir sınıf duyusunu keskin bir biçimde açıga vuran, şimdiye kadar gördüğüm tek sözüne rastlamak beni şaşırt­ tı: "Şimdi , dünyada genellikle 100 yıl öncekinden daha az özgürlük bulunmaktadır.'' 8 Özgürlügü ölçmek için elimde bir metre yok ve çogunluğun çoğalan özgürlügüyle azınlı­ gm azalan özgürlüğünün nasıl dengelenebileceğini bilmiyo­ rum. Fakat, hangi ölçütle olursa olsun, bu sözü fantastik bir biçimde gerçek dışı saymamak mümkün değil. A .j . P. Tay­ lor'un, Oxford'daki akademik yaşayış üstüne bize zaman za­ man yaptıgı o nefis gözlemlerden biri, bana daha çekici ge­ liyor. Uygarlığın çöküşü hakkındaki bütün bu söylenenler, "sadece şu demektir ki, üniversite profesörlerinin eskiden hizmetkarları vardı ve şimdi ise kendi bulaşıklarını kendile­ ri yıkamaktadırlar. ''9 Elbette, eski hizmetçiler için, profesör­ lerio bulaşıklannı kendilerinin yıkaması bir ilerleme simge­ si olabilir. imparatorluk yanlılannı, A frikaaner Cumhuriyetçileri­ ni, altın ve bakır madenierinin hisse senetlerine yatırım ya­ panları endişelendiren, Afrika'daki Beyaz egemenliğinin so­ na erişi, başkalan açısından ilerleme gibi görülebilir. llerle­ me sorununda 1 9SO'lerin yargı larını 1 890'larınkine, I ngi­ lizce konuşulan dünyanın yargılarını Rusya'nınkilere, As­ ya'nınkilere ve Afrika'nınkilere, ya da, orta sınıf aydının yar8 9 B. Russell. Portmiıs froın Mcrııııry, 1956, s. 1 24. Tlıt Olıscrvcr, 21 Haziran 1959. 1 73 gılannı, durumu hiçbir zaman Mr. Macınillan kadar iyi ol­ mamış olan sokaktaki adamınkine, ipso Jacto (salt bundan ötürü) yeglemek için hiçbir neden görmüyorum. Bir an için, bir ilerleme mi yoksa düşüş dönemi içinde mi yaşadıgımız sorunu hakkında bir yargıya varmayı eneleyetim ve ilerle­ me kavramının neleri içerdigini, bunun ardında hangi var­ sayımların yauıgını ve bunların ne ölçüde savunulamaz hale geldiklerini biraz daha yakından inceleyelim. Her şeyden önce, ilerleme ve evrirnle ilgili karışıklıgı açık­ Iıga kavuşturmak isterim. Aydınlanma Çagı düşünüderi besbelli, birbiriyle çelişik iki görüşü benimseınişlerdi. Insa­ nın doga dünyasındaki yerini savunmaya çalışmışlardır: Ta­ rihin yasaları doga yasalarıyla birdi. Öte yandan, ilerleme­ ye de inanıyorlardı. Fakat, dogayı bir hedefe doğru, sürek­ li ilerleyen ilerici bir şey sayınak nasıl temellendirilebilir­ di? Hegel, ilerici tarihle, ilerici olmayan doga arasında ke­ sin bir ayrım gözeterek bu zorluğun üstesinden gelmiştir. Daıwin devrimi, evrim ile ilerlemeyle bir sayarak bütün sı­ kıntıları kaldırmış gibi göründü: Sonunda doğa da, tarih gi­ bi ilerici olmuştu. Fakat bu, evrimin kaynağı olan toplumsal edinmeleri birbirine karışurarak daha kötü bir yanlış anla­ maya yol açmıştır. Aralanndaki fark bilinen ve açık bir şey­ dir. Avrupalı bir bebeği bir Çinli aileye veriniz, çocuk Beyaz derili olarak büyüyecek, fakat Çince konuşacaktır. Deri ren­ gi biyoloj ik bir kahum, dil ise insan beyni aracılığıyla ileti­ len toplumsal bir edinmedir. Kahtım yoluyla evrim binlerce ya da milyonlarca yılda ölçütmek gerekir; yazılı tarihin baş­ langıcından bu yana insanda ortaya çıkmış ölçülebilir hiçbir biyolojik değişiklik bilinmemektedir. Edinmelerle ilerleme ise, kuşaklar içinde ölçülebilir. Akli bir varlık olarak insanın özü, geçmiş kuşaklann deneyimlerini biriktirerek gizil yeti­ lerini geliştirmektiL Çağdaş insanın 5000 bin yıl önceki ata­ sından daha büyük bir beyni ya da daha geniş bir doğuştan 1 74 düşünme yeteneği olmadığı söylenmektedir. Fakat, düşün­ cesinin etkinliği, öğrenme yoluyla ve aradan geçen kuşakla­ nn deneyimlerini kendi deneyimine katarak pek çok artıni­ mıştır. Biyologl.arca reddedilen edinilmiş niteliklerin geçişi, toplumsal ilerlemenin temelinin ta kendisidir. Tarih, edinil­ miş becerilerin kuşaktan kuşağa iletilmesi içinde bir ilerle­ medir. tkinci olarak, ilerlemenin belirli bir başlangıcı ve sonu bulunduğunu varsaymamıza gerek yoktur ve böyle bir şey olduğunu varsaymaınalıyız. Elli yıl öncesine kadar yaygın olan, uygarlığın lsa'dan 4000 yıl önce Nil Vadisi'nde çıktı­ ğı yolundaki inanış, bugün artık, dünyanın yaratılışını lö 4004 yılına koyan olay dizin sırasından daha inandırıcı de­ ğildir. Doğuşunu belki de ilerleme konusundaki varsayırnı­ mızın başlangıç noktası olarak alabileceğimiz uygarlık, şüp­ hesiz ki bir buluş değil, içinde muhtemelen zaman zaman göz alıcı sıçramaların da olduğu, son derece yavaş bir geliş­ me süreciydi. llerlemenin -ya da uygarlığın- ne zaman baş­ ladığı sorununu kendimize dert etmek için bir neden yok. tlerlernenin nihai bir arnacı bulunduğu varsayımı daha cid­ di yanlış anlarnalara yol açmıştır. Hegel, ilerlemenin nihai amacını Prusya monarşisinde gördüğü için, haklı olarak suçlanmıştır -önbildirimin imkansızlığı hakkındaki görü­ şünün a.şın zorlanmış bir yorumunun sonucu, besbelli He­ gel'in hatasının çok daha büyüğünü, l 8 1 4'te Oxford'a Çağ­ daş Tarih Regius Profesörü olarak atandığında verdiği açış konuşmasında Rugbyli Arnold yapmıştır. Victoria dönemi­ nin bu gözde tarihçisi çağdaş tarihin insanlık tarihinin son dönemi olması gerektiğini düşünmektedir: "Çağdaş tarih sanki ardından gelecek bir tarih yokmuş gibi, zamanın tam olgunluğunun izlerini taşıyor gibi görünmekte. " 1 0 Marx'ın proleter devriminin sınıfsız toplum nihai hedefini gerçekleşlO T. Amold. An lııaugural Lccıurc oıı ıh� Sıudy of Modern Hisıoıy. 1 84 1 . s. 38. 1 75 tireceği yolundaki öndeyişi mantık açısından olsun, ahlak açısından olsun, bunlara oranla daha saglarndır; fakat, tari­ hin bir nihai arnacı oldugu yolundaki ön kabulün, tarihçi­ den çok din bilimeiye yakışan bir eskatolojik bir rengi vardır ve bu, bizi tarihin dışında bir hedef bulunduğu sapkınl ığına geri götürür. Şüphesiz belirli bir nihai amacın insan aklı için bir tür çekicilikleri vardır; Acton'un tarihin gidişinin özgür­ lüğe doğru bitmez bir ilerleme olduğu yolundaki görüşü ise, soğuk ve belirsizdir. Fakat tarihçinin ilerleme varsayımını il­ le de koruması gerekiyorsa, sanıyorum, bunu birbirini izle­ yen dönemlerin istemlerinin ve koşullannın kendi özel içe­ riklerini katacaklan bir süreç olarak incelerneye hazırlanma­ lıdır. lşte, Acton'un tarihin yalnızca ilerlemenin kaydedil ­ mesi degil, "ilerleyen bir bilim" olduğu tezi, ya da isterseniz tarihin, tarih kelimesinin her iki anlamı için de olaylar dizisi ve bu olayiann kaydedilmesi olarak- ilerleyici bir bilim dalı olduğu aniatılmak istenen budur. Acton'un tarihte özgürlü­ ğün ilerleyişini betiınleyişini yineleyelirn: Dört yüz yılın hızlı değişme, fakat yavaş ilerlemesi içinde özgürlüğün esirgenmesi, sakınılması, yayılması ve sonun­ da anlaşılması, sürekli zulmün egemenliğine karşı durmak için, bunların zorlamasıyla zayıfların gücünün birleşmesi sonunda olmuşıur. 1 1 Acton, olaylar dizisi olarak tarihi özgürlüğe doğru iler­ leme diye, bu olayların kaydedilmesi olarak tarihi ise öz­ gürlüğün anlaşılınasına doğru ilerleme diye düşünmüştür: Ona göre, bu iki süreç yan yana gelişrnektedir. 1 2 Evrime da­ yalı benzetmelerin moda olduğu bir dönemde yazan filo­ zof Bradley, "dini inanca göre, evrimin nihai amacının evı ı Acıon, Leetures on Modem History, 1906, s. 5 1 . 1 2 K . Mannheim. ldeology and Utopiıı"da (Ingilizce çe\'iri. 1930), insanın "tarihi şekillendinne arzusu" ile onun "bunu anlama ycıenegi"ni birlcşlirmekıedir. 1 76 ıilip gelişmiş bulunan şey diye sunulduğu"na işaret etmiş­ lir. 1 3 Tarihçi için ilerlemenin nihai amacı evıilip gelişmiş de­ gildir. Bu hala, sonsuz derecede uzak bir şeydir; buna ilişkin işaretler görüş alanına ancak biz ilerledikçe girerler. Ama, bu onun önemini azaltmaz. Pusula degeri i ve gerçekten vaz­ geçilmez bir rehberdir. Fakat, yol haritası değildir. Tarihin içerdigi yalnızca biz onu yaşadıkça gerçekleşir. Üstünde durmak istediğim üçüncü nokta da şudur, aklı başında hiç kimse, geri dönüşsüz, sapmasız ve kesintisiz, sü­ reklilik içinde devam eden, kopuksuz düz bir çizgi boyunca ilerleyen türden bir gelişmeye hiçbir zaman inanmamıştır, öyle ki, en keskin bir geri dönüşün bile zorunlu olarak iler­ leme inancıyla bağdaşmayacağı söylenemez. Açıktır ki, iler­ leme dönemleri olduğu gibi, gerileme dönemleri de vardır. Üstelik, gerilemeden sonra ilerlemenin aynı noktadan ya da aynı çizgi boyunca yeniden başiayacağını düşünmek de doğ­ ru değildir. Hegel'le Marx'ın dört ya da üç uygarl ığı, Toyn­ bee'nin 2 1 uygarlığı, uygarlıkların doğuş, yükseliş ve çöküş­ ten geçen bir hayat döngüleri olduğu teorisi türünden tasa­ rımların kendi içlerinde hiçbir anlamlan yoktur. Fakat, bun­ lar, uygarlığı ileri götürmek için gerekli çabanın bir noktada yavaşlayarak yok olduğu ve sonra başka bir yerde yeniden ortaya çıktığı, böylece tarihte gözleyebileceğimiz her türlü ilerlemenin kesinlikle zamanca da rnekanca da sürekli olma­ dığı yolundaki olgunun belirtileridir. Gerçekten, ben eğer tarih yasaları formülleştirme meraklısı olsaydım, şöyle bir tarih yasası olabilirdi; bir dönemde önder rolündeki grubun -buna sınıf, ulus, kıta, uygarlık, ne isterseniz deyin- gelecek dönemde benzer bir rolü oynaması olası değildir, şu geçerli nedenden ötürü ki, böyle bir grup önceki dönemin gelenek­ leri, çıkarları ve ideolojileriyle, kendisini gelecek dönemin istemlerine ve koşuHanna duyumlayamayacak kadar bütün13 F.H. Bradlry. Eıhical Sıudirs, 1876, s. 293. 1 77 leşmiştir.14 Dolayısıyla, bir gruba düşüş dönemi olarak gö­ züken bir zaman pekala ötekine yeni bir ilerlemenin doğuşu olarak gözükebilir. tlerleme herkes için eşit ve aynı zaman­ da ilerleme anlamına gelmez ve gelemez. Günümüzdeki ge­ rileme habercileri, tarihte anlam bulamayan ve ilerlemenin öldüğünü varsayan şüphecilerimizin hemen hepsinin, bir­ kaç kuşak boyunca uygarlığın ilerlemesinde, gururla önder ve egemen bir rol oynamış olan bölgeden ve toplumsal sınıf­ tan olmaları anlamlıdır. Geçmişte kendi gruplannın oynadı­ ğı rolün şimdi ötekilere geçtiğini söylemekle onlar avutula­ mazlar. Besbelli ki, onların açısından kendilerine böylesine kötü bir oyun oynamış olan tarih, anlamlı ve akli bir süreç olamaz. Fakat, eğer ilerleme varsayımını muhafaza edecek­ sek, sanırım kopuk çizgi koşulunu kabul etmeliyiz. Son olarak, tarihi eylem terimleri içinde ilerlemenin öz içeriğinin ne olduğu sorununa geliyorum. D iyelim , top­ lumsal hakların herkese yayılması, ya da ceza uygulama­ sında reform yapılması ya da soy ve servet farklılıklarının kaldırılması için çaba gösterenler bilinçli olarak tam bun­ ları yapmaya uğraşmaktadırlar: Yoksa, onlar bilinçli olarak "ilerleme"yi gözetmemekte, herhangi bir tarihi "yasa"yı ya da "varsayım"ı ya da ilerlemeyi gerçekleştirmeye çalışma­ maktadırlar. Onların eylemlerine, kendi ilerleme varsayımı­ nı uygulayan, eylemlerini ilerleme olarak yorumlayan tarih­ çidir. Fakat bu, ilerleme kavram ını geçersiz kılmaz. "Ilerle­ me ve irtica ne denli kötüye kullanılmış olurlarsa olsun, boş kavramlar değildir" 1 5 diyen Sir lsaiah Berlin ile bu noktada 14 Böyle bir durumun tanılanması için R.S. Lynd. York, 1 939, s. Knowledge for Whaı ?, New 88'c bakınız: "Bizim kültürümüzde yaşlı insanlar, çoguca.�ı geç­ mişe, yani kendi zindelik ve kuvvet zamanianna yöneliktirler ve gelecege teh­ dit edici bir şey olarak karşı koyarlar. Muhtemelen, göreli kuvvetin kaybedil­ mesinin ve dagılmanın ileri bir aşama.�ında, bütün bir kültür, hayat bugün içinde agır aksak ilerlerken, altın çag yönünde başat bir egilim gösterir. • 15 foreign Affairs, 28, No. 3, Haziran 1950, 1 78 s. 382. aynı fikirde olmaktan mutluyum. Bu, insan kendinden ön­ cekilerin deneyimlerinden yararlanabilir (zorunlu olarak ya­ rarlanabileceğini söylemek istemiyorum) ; tarihte ilerleme­ nin, doğadaki evrimden farklı olarak, kazanılmış başaniann aktarılmasına dayandığı tarihin bir ön varsayımıdır. Bu ba­ şarılar, hem maddi şeyleri hem de kişinin çevresine egemen olma, değiştirme ve kullanma yeteneğini kapsar. Gerçekten de, bu iki öge birbiriyle sıkı sıkıya bağlıdır ve birbirleri üs­ tünde etkide bulunurlar. Marx, insan emeğini bütün yapının temeli sayar: "Emeğe" yeterince geniş bir anlam verilirse, bu formül kabul edilebilir gözüküyor. Fakat, yalnızca kaynak­ ların birikimi, beraberinde, sadece artan teknik, toplumsal bilgi ve deneyimi değil, daha geniş anlamda, insanın çevre­ sine artan egemenliğini de getirmedikçe, işe yaramaz. Şimdi­ lerde, sanırım, ilerleme olgusunu hem maddi kaynaklann ve bilimsel bilginin hem de teknik anlamda çevre üstünde ege­ men olmanın birikimi anlamına geldiğine pek az insan kar­ şı çıkar. Kuşku duyduğum şey, 20. yüzyılda toplumu düzen­ leyişimizde, toplumsal çevreye egemen olmamızda herhan­ gi bir ilerleme olup olmadığıdır. Toplumsal bir varlık olarak insanın evrimi, tehlikeli bir biçimde, teknolojik ilerlemenin gerisinde kalmamış mıdır? Bu sorunu akla getirten belirtiler besbellidir. Fakat, kor­ karım, sorun yine de yanlış biçimde konulmuştur. Tarihte önderliğin ve girişkenliğin bir gruptan bir başkasına, dün­ yanın bir bölümünden ötekine geçtiği pek çok dönüş nok­ tası görülmüştür: Çağdaş devletin yükselişi ve kuvvet mer­ kezinin Akdeniz'den Batı Avrupa'ya geçişi dönemi, Fransız Devrimi dönemi bunun belirgin çağdaş örnekleridir. Böy­ le dönemler hep şiddetin yükseldiği ve iktidar için müca­ dele zamanlarıdır. Eski otoriteler zayıflar, eskiden önem­ li olan şeyler kaybolur, tutkulann ve kızgınlıkların keskin çatışması arasında yeni düzen ortaya çıkar. Şu anda böyle 1 79 bir dönemden geçtigimizi düşünüyorum. Toplumsal örgüt­ lenme sorunlarını anlayışımızın ya da bu anlayışımızın ışı­ gında toplumu örgütleme konusunda iyi niyetin geriledigi­ ni söylemek, bana açıkça yanlış gözükmektedir: Hatta, bun­ ların büyük ölçüde arttıgını bile söyleyebilirim. Ne imkanla­ nmız azalmış ne de ahlaki niteliklerimiz çökmüştür. Fakat, içinde yaşadıgımız ve kıtalar, uluslar ve sınıflar arasında güç dengesinin yer degiştirmesi yüzünden bir çatışma ve kargaşa dönemi olan bu dönem, yetenekleri ve nitelikleri aşırı ölçü­ de zorlamıştır ve bunlann olumlu başanlara ulaşacak etkin­ liklerini sınırlamış ve engellemiştir. Son 50 yılda Batı dün­ yasında ilerlemeye olan inanca karşı çıkılınasının gücünü küçümsemek istemiyorum, ama, tarihte ilerlemenin sonu­ na gelinmiş olduguna gene de inanmış degilim. Fakat, iler­ lemenin içerigi konusunda daha da üstelerseniz, samnın bu­ nu ancak şöyle cevaplayabilirim. 19. yüzyıl düşünürlerinin çogucası varsaydıklan tarihte ilerlemenin kesin ve açıklıkla tanımlanabilir bir hedefi bulundugu yolundaki anlayışın uy­ gulanamazlıgını ve kısırlıgını kanıtlamıştır. llerlerneye inan­ mak, otomatik ya da kaçınılmaz herhangi bir sürece degil, insan yeteneklerinin ilerleyen gelişmesine inanmak anla­ mındadır. lledeme soyut bir terimdir, insanlıgın peşine düş­ tügü somut amaçlar ise başka herhangi bir kaynaktan değil. tarih sürecinin içinden zaman zaman ortaya çıkar. Ben, in­ sanın yetkinleşebilecegi ya da gelecekte yeryüzünün bir cen­ net olacağı inancında değilim. Bu kadarıyla, tarihte yetkin­ liğin gerçekleştirilemez olduğunu iddia eden din bilimciler ve gizemcilerle aynı fikirdeyim. Fakat, kendi payıma sınır­ sız -ya da ne olduklannı öngöremeyeceğimiz ya da öngör­ memiz gerekmeyen sınırları olmayan- bir ilerlemeye inan­ ınakla yetinirim; bu ilerlemenin hedefleri onlara doğru iler­ ledikçe tanımlanabilecek ve geçerlilikleri ancak onlara iler­ leme süreci içinde incelenebilecek bir ilerlemeye. Böyle bir 1 80 ilerleme anlayışı olmaksızın, toplumun nasıl ayakta kalabi­ leceğini de bilmiyorum. Her uygar toplum henüz doğmamış kuşaklar ugruna, yaşayan kuşağı birtakım özverilere zor­ lar. Bu özverileri gelecekteki daha iyi bir dünya adına temel­ lendirmek, bunları bir tanrısal amaç adına temellendirme­ nin laik bir benzeridir. Bury'nin deyişiyle, "gelecek kuşakla­ ra karşı ödev ilkesi, ilerleme düşüncesinin dogrudan dogru­ ya zorunlu bir sonucudur."16 Belki bu ödevin haklılığını te­ mellendinneye gerek yoktur, ama varsa, bunu temellendir­ mek için başka bir yol bilmiyorum. Bu, beni o ünlü soruna, tarihte nesnellik konusuna geti­ riyor. Nesnellik kelimesinin kendisi yanıltıcıdır ve soruştu­ rolmak gerekir. Önceki konuşmalanından birinde toplum­ sal bilimlerin -ve bu arada da tarihin- özne ile nesneyi ayı­ ran ve gözlemleyenle gözlemlenen şey arasında katı bir ay­ nın yapılınasını zorlayan bir bilgi teorisine kendilerini uy­ duramayacagını ileri sürınüştüm. Bunların arasındaki kar­ şılıklı . ilişki ve etkileşmenin karmaşık sürecinin hakkını ve­ ren yeni bir modele ihtiyacımız vardır. Tarihin olguları bü­ tünüyle nesnel olamaz, çünkü, bunlar ancak tarihçi tarafın­ dan onlara verilen anlamlılığın gücüyle tarihin olguları hali­ ne gelirler. Tarihte nesnellik, bu geleneksel terimi hala kul­ lanmamız gerekiyorsa, olgunun nesnelliği degil, ilişkinin, olgu ile yorum arasındaki ilişkinin, geçmiş, bugün ve gele­ cek arasındaki ilişkinin nesnelliği olabilir. Beni, tarihin dı­ şında ve ondan bağımsız mutlak bir deger ölçütü kurarak, tarihi olayiann yargılanması çabasını tarihi değil diye red­ detıneye götüren nedenlere dönme gereğini duymuyorum. Zaten, mutlak doğru kavramı, tarih dünyasına uygun degil­ dir - hatta, sanının bilim dünyasına da uygun degildir. Mut­ lak olarak yanlış ya da mutlak olarak doğru diye yadırga­ nabilecek olan tarihi önermeler en basitleridir. Daha yuka16 J.B. Bury, The Idea of Progress. 1920, s. 9. 181 n bir düzeyde, diyelim ki, kendinden önce gelenlerden biri­ nin yargısına karşı çıkan tarihçi, bunu mutlak yanlış oldu­ gu için değil, yetersiz ya da tek yönlü ya da yanıltıcı oldu­ ğundan ya da daha sonraki kanıtlarnalann yıktığı veya ilgi­ siz kıldığı bir bakış açısının ürünü olduğu için reddeder. Rus Devrimi'nin I l . Nikola'mn aptallığının ya da Lenin'in dehası­ nın sonucu olduğunu söylemek büsbütün yetersizdir - öyle ki, büsbütün yanıltıcı olacak kadar yetersizdir. Fakat, mut­ lak olarak yanlış olduğu söylenemez. Tarihçi bu tür mutlak­ larla iş görmez. Robinson'un üzücü ölüm olayına geri dönelim. Bu olayda soruşturrnamızın nesnelliği olgulanmızı dogru almaımza de­ ğil -bunlar tartışmalı değildi- bizi ilgilendiren gerçek ve an­ lamlı olgularla önem verrneyebileceğimiz rastlanusal olgula­ n aym etmemize bağlıdır. Bu aynmı yapmayı kolay bulduk, çünkü, anlamlılık ölçütümüz ya da aynmımız, nesnellik te­ melimiz açıktı ve göz önünde tuttuğumuz -yani, yollardaki ölümleri azaltına amacına- uygunluktan ibaretti. Fakat tarih­ çi, trafik kazalarını azaltmak gibi basit ve sınırlı amacı olan araştırınacıya oranla daha az bahtlı bir kişidir. Tarihçinin de yorum yapma ödevi bakımından, anlamlı olanla rastlantısal olanı ayırt edebilmek için, bir anlamlılık ölçütüne gerek var­ dır, bu aynı zamanda onun nesnellik ölçütüdür; ve o da bu­ nu ancak göz önünde tuttuğu amaçtan yola çıkarak bulabi­ lir. Fakat, bu, zorunltı olarak evrilen bir amaçtır, çünkü çe­ şitli geçmiş yorumlannda bir evrim ortaya koymak tarihin zorunlu bir işlevidir. Değişmenin her zaman sabit ve değiş­ mez etmenlerle açıklanması gerektiği yolundaki geleneksel varsayım tarihçinin deneyimine aykırıdır. Profesör Butterfi­ eld, "tarihçi için tek mutlak, değişmedir" 1 7 der; bunu söyler17 H. Butterfield. The Whig lntcrpretation of History. 193 1 , s. 58. Bu nu A. von Manin'in The Sociology of ılıe Rr.rıaissaııcc (Ingilizce çeviri, 1945), s. l 'dcki şu . daha incelik! i sözüyle karşılaşunnız: "Hareketsizlik ve harekcı, sıaıik ve dina­ mik, ıarihe sosyolojik bir yaklaşımla başlamak için ıemel kaıegorilcrdir. . . Ta1 82 ken belki, tarihçilerin onu izlemeleri gerekmeyecek bir alanı, üstü örtülü olarak, kendisine ayırmaktadır. Tarihte mutlak, geçmişte kendisinden yola çıktığımız bir şey değildir; şimdi­ ki zamanda bir şey de değildir, çünkü, bugünün bütün dü­ şünceleri zorunlu o larak görelidir. Bu, halen tamamlanma­ mış ve oluşma sürecinde bir şeydir; gelecekte kendisine doğ­ ru ilerlediğimiz, ancak biz ona doğru ilerledikçe biçim alma­ ya başlayan ve biz ileri gittikçe geçmişe ilişkin yorumumuzu aydınlatan bir şeydir. Tarihin anlamının Yargı Günü'nde (Kı­ yamet'te) belli olacağını söyleyen dini gizemin arkasındaki laik gerçek budur. Ölçütümüz, dün, bugün ve her zaman ay­ nı olan, değişmeyen bir şey anlamında mutlak değildir: Böy­ le bir mutlaklık tarihin doğasıyla bağdaşmaz. Fakat, bu, bi­ zim geçmişi yorumlayışımız açısından bir mutlaktır. Bu, hem bir yorumun bir başkası kadar iyi olduğu ya da her yorumun kendi zamanı ve mekanı içinde doğru olduğu şeklindeki gö­ reli bakış açısını reddeder, hem de geçmişe ilişkin yorumu­ muzu en sonunda yargılayacak mihenk taşını sağlar. Tarih­ teki bu yönlenme duygusudur ki, bir başına geçmişin olayla­ nnı düzene koyup, yorumlamamıza imkan verir -bu, tarih­ çinin ödevidir- ve geleceği göz önünde tutarak bugünün in­ sanım özgürleştirip , örgütlernemize fırsat veri r - bu da devlet adamının, iktisatçının ve toplumsal reformcunun ödevidir. Fakat sürecin kendisi, ilerici ve dinamik kalmaktadır. Bizim yön duygumuz ve geçmiş hakkındaki yorumumuz biz ilerle­ dikçe sürekli olarak değişmeye ve evrime uğrar. Hegel, kendi m utlağına dünya ruhu diye mistik bir biçim giydirmiş ve tarihi sürecin akışının amacına vararak sona er­ mesini geleceğe yansıtacağına, bugün e getirerek en büyük yanlışını yapmıştır. Geçmişte sürekli bir evrim süreci olduri h harekeısizligi yalnızca göreli anlamıyla bilir: Asıl sorun, harekeısizligin mi yok.�a degişmcnin mi ba.şat oldugudur." Dcgişme, tarihte olumlu ve mutlak, hareketsizlik ise öznel ve göreli ögelerdir. 1 83 gunu kabul etmiş, fakat gelecek için bunu gereksiz yere red­ detmi.ştir. Hegel'den bu yana, tarihin dogası üstüne en de­ rin biçimde düşünenler, bunun içinde geçmiş ve gelecegin bir sentezini görmüşlerdir. Kendini zamanının din bilimsel anlatım çerçevesinden büsbütün kurtaramayan ve mutlagı­ nı çok dar bir içerikle tanımlayan Tocqueville, gene de soru­ nun özüne varmıştır. Eşitligin gelişmesinden evrensel ve sü­ rekli bir fenomen diye söz ettikten sonra şöyle der: Eger insanların e.şitli�in derece derece ve ilerleyerek gelişi­ mini, tarihlerinin hem geçmişi hem de gelecegi diye görme­ leri saglanabilseydi, bu tek bulgu o gelişime tannlarının ve efendilerinin iradesinin kutsal nitel igini vermeye yeterdi.18 Işlenmesi henüz tamam lanmamış olan bu konu üstü­ ne önemli bir tarih bölümü yazılabilirdi. Hegel'in gelece­ ğe bakışla ilgili olarak kendine koydugu sınırlardan kimile­ rini paylaşan ve ilkece ögretisini geçmiş tarih içine saglam­ ca oturtmaya önem veren Marx, konusunun dogasınca ken­ di sınıfsız toplum mutlagını geleceğe yansıtmaya zorlanmış­ tır. Bury, ilerleme düşüncesini biraz tuhaf bir biçimde, fa­ kat besbelli ki aynı niyetle, "geçmişin bir sentezi ile gele­ cek üstüne bir öndeyiyi gerektiren bir teori" diye açıklamış­ ur. 19 Namier, her zaman yaptıgı gibi bir sürü örnekle beze­ diği bile bile paradoksal bir cümlesinde, "tarihçiler," demek­ tedir, "geçmişi hayaller (tasarlar) ve gelece�i hatırlarlar."20 Geçmişin yorumunun anahtarını ancak gelecek saglayabi­ lir: Ve ancak bu anlamdadır ki. tarihte nihai bir nesnellik­ ten söz edebiliriz. Geçmişin gelecege ve gelecegin de geçmi­ şe ışık tutması , tarihin aynı zamanda hem temellendirilme­ si, hem açıklanmasıdır. 18 19 20 Dt Tocqucvillc, Dcnıocracy in Amaica·ya önsöz. j.B. Bury. Tlıe Idea of Progrcss, 1920, s. S. L.B. N:ımıer, Corıjlicıs. 1942, s. 70. 1 84 Öyleyse, bir tarihçiyi nesnel olduğu için övdüğümüzde ya da bir tarihçinin ötekinden daha nesnel oldugunu söyle­ diğimizde ne demek istiyoruz? Besbelli ki yalnız olguların­ da yanlışlık yapmadığını söylemek istemiyoruz, bundan da­ ha çok, doğru olgulan seçtiğini ya da bir başka deyişle, doğ­ ru anlamlılık (manidarlık) ölçütünü kullandığım söylemek istiyoruz. Bir tarihçinin nesnel olduğunu söylersek, sanırım iki şeyi demek isteriz. Her şeyden önce onun toplum ve tarih içindeki kendi konumunun sınırlı bakış açısının üstüne çık­ ma yeteneği olduğunu - önceki bir konuşmamda değindi­ ğim gibi, bu yetenek, kendisinin o konuma ne denli çok ka­ rışmış olduğunu anlayabilmesi, yani tam nesnelliğin imkan­ sızlığını teslim edebilmesi ile ilgilidir. Ikinci olarak, geçmişe bakışları, kendilerinin hemen içinde bulunduklan konurola büsbütün sınırlı olan tarihçilerin erişebi ldikleri daha sağlam ve daha sürekli bir kavrayışa sahip olabilecek şekilde kendi görüş gücünü geleceğe yansıtabilme yeteneği olduğunu söy­ lemek istiyoruz. Bugün Acton'un "nihai tarihin i mkanı"na inancını yankılayan hiçbir tarihçi yoktur. Fakat, bazı tarihçi­ ler başkalarına oranla dayanıklı olan ve nihai ve nesnel nite­ liğini daha çok taşıyan tarihler yazmaktadırlar: Bu tarihçiler, geçmiş ve gelecek konusunda uzun ömürlü diyebileceğim bir görüş gücü olan kimselerdir. Geçmişin tarihçisi ancak geleceği anlamaya doğru yaklaştıkça nesnelliğe yaklaşabilir. Bu yüzden, daha önceki bir konuşmamda tarihten geçmiş­ le gelecek arasında bir söyleşi diye söz ettiğimde, buna, daha iyisi, geçmişin olaylarıyla geleceğin derece derece onaya çı­ kan amaçları arasında bir diyalog demem gerekirdi. Tarihçi­ lerin geçmişi yorum layışı, anlamlı ve ilgili olguları seçmesi, yeni arnaçiann derece derece ortaya çıkışıyla evrilir. En ba­ sit bir örnek alalım; ana amaç anayasal özgürlüklerin ve si­ yasal hakiann örgütlenmesi diye görüldüğü sürece, tarihçi geçmişi anayasal ve siyasal terimlerle yorumlamıştır. lktisa185 di ve toplumsal amaçlar anayasal ve siyasal amaçların yeri­ ni almaya başlayınca, tarihçiler de geçmişin iktisadi ve top­ lumsal yorumuna yönelmişlerdir. Bu süreç içi nde şüpheci bir kimse yeni yorumun eskisinden daha doğru olmadığı­ nı inandırıcı bir biçimde ileri sürebilir; hepsi kendi dönemi için doğrudur. Bununla birlikte, iktisadi ve toplumsal amaç­ Iann ağırlık kazanmac;ı insanlığın gelişiminde siyasal ve ana­ yasal amaçların öncelik konumunda daha geniş ve daha ile­ ri bir düzeyi temsil etliğinden, tarihin iktisadi ve toplum­ sal yorumunun tarihte yalnızca siyasal yorumdan daha ile­ ri bir düzeyi temsil ettiği de söylenebilir. Eski yorum redde­ dilmiyor, yenisinin içine hem katılıyor hem de onun içinde aşılıyor. Tarihçi lik, kendisi ilerleyici bir bilimdir, olaylar sü­ recine sürekli genişleyen ve derinleşen bakış açıları sağla­ mak amacı anlamında ilerleyen bir bilimdir. "Geçmişe yapı­ cı bir bakışa" ihtiyacımız olduğunu söylerken demek istedi­ ğim işte buydu. Çağdaş tarihçilik son 200 yılda, gelişmeye olan bu ikili inanış içinde gelişmiştir ve bu olmadan yaşaya­ maz; çünkü, ona anlamlılık ölçütünü yani gerçekle rastlan­ tısalı ayırt etme ölçütünü sağlayan bu inanıştır. Goethe, ha­ yaunın sonuna doğru bir söyleşisinde Gordion'un düğümü­ nü sertçe kesmiştir: Dönemler çökerken, bütün egilimler özneldir; öte yandan yeni bir çagın koşullan olgunlaşırken, bütün egilimler nes­ 21 neldir. Hiç kimse tarihin geleceğine ya da toplumun geleceğine inanmak zorunda değildir. Mümkündür ki, toplumumuz yı­ kılsın, dönüşsün ya da yavaş yavaş çürüyerek ortadan kalk­ sm ve tarih din bilime -yani, insan eylemlerini değil, tanrı­ sal amaçların incelenmesine- ya da edebiyata -yani özel bir amacı ya da anlamlılığı olmayan öyküler ve masallar anlat2 ı j. Huizinga, Men and ldı:as, ı 959, s. 50'de ahnıı. 1 86 maya- dönüşsün. Fakat bu, bizim son 200 yıldır bildigiıniz anlamdaki tarih olmaz. Şimdi tarihi yargılamanın nihai ölçütünü gelecekte bu­ Ian her türlü teoriye karşı öne sürülen bild ik ve yaygın bir itirazı ele alınam gerekiyor. Denilmektedir ki böyle bir teo­ ri bir kere başarının nihai yargılama ölçütü olmasını , son­ ra da olan değilse bile olacak olan her şeyin haklılığı görü­ şünü içermektedir. Son 200 yüz yıl içinde tarihçilerin ço­ ğu, yalnızca, tarihin içinde ileriediği bir yönü kabul etmekle kalmamış, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, bu yönün sonuçta doğru olduğunu, insanlığın daha kötüden daha iyiye, daha aşağıdan daha yukarıya ilerlediğine inanmışlardır. Tarihçi bu yönü tanımlamakla kalmamış, onaylamıştır da. Geçmi­ şe yaklaşımında uyguladığı anlamlılık ölçüsü, yalnızca tari­ hin ileriediği yolla i lgili değil, bu sürece kendisinin ahlakça katılmasıyla da ilgilidir. "Olan" ile "olmalı", olgu ile değer yargısı arasındaki ayrılığa bakılmamıştır. Bu, gelecek hak­ kında güvencin ağır bastığı bir dönemin ürünü olan iyim­ ser bir görüştür; Whigler ve Liberaller, Hegelciler ve Mark­ sistler, din bilimciler ve akılcı lar, buna, kuvvetle ve oldukça açık bir biçimde bağlı kalmışlardır. Bunun 200 yıldır "Tarih nedir?" sorusunun onaylanmış ve kabul edilmiş cevabı ol­ duğunu söylemek, pek fazla bir abarLma olmaz. Buna karşı tepki, bugünün endişeli ruh hali ve kötümserliğiyle birlikte gelmiş ve bu da, tarihin anlamını onun dışında arayan din bilimcilere ve tarihte hiçbir anlam bulmayan şüphecilere meydanı açık bırakmıştır. Herkes, büyük bir ısrarla "olan" ile "olmalı" arasındaki ayrımın mutlak olduğuna, kaldırıla­ mayacağına, "değer yargı" larının "olgu"lardan çıkarılama­ yacağına bizi inandırmaya çalışmaktadır. Sanınm, bu, yan­ lış bir yoldur. Bu soruyu oldukça rastgele bir biçimde seçil­ miş birkaç tarihçinin ya da tarih üstüne yazan kişinin nasıl ele aldıklarını görelim. 1 87 Gibbon, tarihinde Islam'ın zaferlerine ayırdığı yerin çoklu­ ğunu, "Muhammed'in izleyicileri hala Doğu dünyasının top­ lumsal ve dini egemenliğini ellerinde tutmaktadır" diyerek haklı göstermektedir. Şunu da ekiernektedir ki, 7. ve 12. yüz­ yıllar arasında lskit düzlüklerinden inen yaban sürülerine ay­ nı emeği harcasaydı, onlara layık olmadıklan bir önem veril­ miş olurdu, çünkü, "Bizans tahtı bu düzensiz saldınlan püs­ kürtmüş ve kendi görkemli hayatını sürdünnüştür."22 Bu, pek mantıksız görünmüyor. Tarih, genel olarak, insaniann yapa­ madıklannın değil, yaptıklannın kaydıdır: Bu bağlamda ister istemez bir başarı öyküsü olmaktadır. Profesör Tawney, ta­ rihçilerin "galip güçleri sivriiterek ve onların yuttuklarını ge­ ri plana iterek" var olan duruma bir "kaçınılmazlık görüntü­ sü" verdiklerine işaret etmektedir.23 Fakat, bir anlamda, tarih­ çinin işinin aslı da bu değil midir? Tarihçi karşı tarafın degeri­ ni küçültmemelidir; eğer yengi ucu ucuna kazanılmışsa, bunu kolayca elde edilmiş bir şey gibi göstermemelidir. Bazen, ye­ nilenler de nihai sonuca yenenler kadar büyük bir katkıda bu­ lunmuşlardır. Fakat, tarihçi genel olarak ister yensin ister ye­ nilsin. bir şeyler başarmı.ş olanla ilgilenir. Ben kriket tarihin­ de uzman değilim. Fakat, bu spor dalının tarihinin sayfaları. herhalde sayı yapamayan ve oyun dışına çıkanlardan çok, 1 00 sayı yapanların adlarıyla süslüdür. Hegel'in tarihte "yalnızca devlet kuran halkların dikkatimize değdiği"24 yolundaki ün­ lü yargısı bir mplumsal örgütlenme biçimine tekelci bir de­ ğer verdiği ve menfur (kötü) bir devlet kültünc yol açtığı için haklı olarak eleştirilmiştir. Fakat, Hegel'in söylemek istedi­ �i şey, ilkeec do�rudur ve tarih öncesi ile tarih arasındaki bi­ linen ayrımı yansıtmaktadır; yalnızca, kendi toplumlarını ör­ gütlemekle belirli bir derecede başanh olmuş halklar ilkel ya22 Gihbon, Tlıe Dedi ne ıınd Fııli of ılıı: Roman Empirc, bl. 4. 23 R.H. Tawncy. The Agrarian Problem in ıht' Sixıcenıh Ccnıury, ı 9 t 2, s. 177. 24 Lt"cturcs on ıht' Philosophy of History, Ing. çev., 1 884, 1 88 s. 40. haniler olmaktan çıkar ve tarihe girerler. Carlyle, Fransız Dev­ rimi adlı kitabında XV. Louis'ye "kişileşmiş bir Dünya Yaniı­ şı'nın ta kendisi" demektedir. Besbelli, bu deyişi sevmiş olacak ki, ileride daha uzun bir bölüm içinde bunu süslemektedir: Nedir bu baş döndürücü yeni evrensel hareket: Bir zaman­ lar uyum içinde işbirligi eden kurumlar, toplumsal düzen­ ler, bireysel kafalar, şimdi şaşkın bir çatışma içinde yuvarla­ nıyor, eziliyor. Kaçınılmaz olarak böyle oluyor; çünkü bu, en sonunda kendini göstermiş olan bir Dünya Yaniışı'nın çöküşüdür.25 Burada ölçüt yine tarihi oluyor: Bir çağa uyan, bir başkası için yanlış haline geliyor ve bu nedenle kötüleniyor. Sir lsa­ iah Berlin bile felsefi soyutlamanın tepelerinden inip de so­ mut tarihi durumlan düşünürken, bu görüşe yaklaşmış gö­ zükmektedir. Tarihi Kaçınılmazlık üstüne denemesinin ba­ sımından bir süre sonra bir radyo konuşmasında, Bismarck'ı ahla�ça kusurlanna karşın, bir "dah1" ve "en yüksek siyasal yargılama güçlerine sahip politikacı tipinin geçen yüzyılda­ ki en büyük örneği" diye övmüş ve onu, bu bakımdan Avus­ turya imparatoru I I . joseph, Robespierre, Lenin ve Hitler ile, kendi olumlu amaçlarını gerçekleştirmek açısından karşıtaş­ Urarak onlann hepsinden daha büyük olduğunu söylemiş­ tir. Bu hükmü tuhaf buluyorum. Fakat şu anda beni ilgilen­ diren, yargılamasının ölçütü. Sir Isaiah demektedir ki, Bis­ marck elindeki malzemeyi anlamıştı; ötekileriyse, iş görme­ yen soyut teorileri yanlış yollara götürmüştü. Bundan alına­ cak ders şudur, "başansızlık, evrensel bir geçerlik iddiasın­ daki sistemli herhangi bir yöntem ya da ilke uğruna . . . en iyi iş görecek şeylere karşı koymaktan ileri gelir. "26 Başka bir 25 T. Carlylc, The: Frendı Rı:voluıion, 1, 1, bl.4, 1, 3, bl. 7 . 26 BBC Üçüncu Programında, 19 Haziran 1957'dc yapngı "Poliıic:al judgemcnı" (Siyasal Yargı) üsııinc konuşması. 1 89 deyişle, tarihte yargı ölçütü herhangi bir "evrensel geçerlik iddiasındaki ilke" değil, "en iyi iş gören"dir. Söylememe pek gerek yok, bu "en iyi iş gören" ölçütünü yalnızca geçmişi incelerken işin içine katmayız. Eğer birisi size gelecekte Büyük Britanya ile ABD'nin tek bir egemenlik altmda birleşmesinin, tek bir devlet olmasının arzu edilir ol­ duğunu düşündüğünü söylese, belki de bunun hayli akla uy­ gun bir görüş olduğunu kabul edersiniz. Anayasal Monarşi­ nin başkanlık sistemine yeğlenir olduğunu söyleyerek söz­ lerine devam etse, bunun da hayli akla uygun olduğunu ka­ bul edebilirsiniz. Fakat, sonra tutup iki ülkeyi Ingiliz tacı al­ tında yeniden birleştirmek için bir kampanya açmak istediği­ ni belirtse; siz, muhtemelen ona zamanım boşa harcamış ola­ cağını söylersiniz. Nedenini açıklamaya çalışacak olursanız, bu tür sorunların genel bir ilkeye göre değil de, eldeki tarihi koşullarda neyin iş göreceğine bakarak düşünülmesi gerek­ tiğini söylemek zorunda kalırdınız; hatta, belki de, tarihten büyük harf "T' ile söz etmek baş yanlışını yapar ve Tarih'in kendisine karşı olduğunu söylerdiniz. Politikacının işi, yal­ nızca ahlakça ya da teorice neyin istenıneye değer olduğunu değil, aynı zamanda, dünyada hangi güçlerin var olduğunu ve göz önünde tutulan amaçları bir ölçüde gerçekleştirmek için bunların nasıl yönlendirilebileceğini ya da kullanabile­ ceğini düşünmektir. Tarihi yorumlayışınm ışığı altında aldı­ gı siyasal kararlar bu uzlaşmaya dayanır. Fakat, tarihi yorum­ layışımız da aynı uzlaşmaya dayanmaktadır. Kabul edilebilir herhangi bir istenilirlik ölçütü kurmak ve geçmişi bunun ışı­ ğında kötülemek kadar kökten bir yanlış yoktur. "Başarı" ke­ limesi kızdırıcı anlamlar taşımaya başladığı için onun yerine, elbette, tarafsız bir deyişle "en iyi iş gören" sözünü koyabili­ riz. Bu konuşmalar sırasında çeşitli vesilelerde, Sir Isaiah Ber­ lin'e karşı çıktığım için, sonuçta konuyu ne de olsa bir ölçü­ de anlaşmayla kapatabilmek beni mutlu ediyor. 1 90 Fakat, "en iyi iş gören" ölçütünün kabul edilmesi, bunun uygulanmasını kolaylaştınr ve kendiliginden belli bir hale getirir. Bu alelacele kararları teşvik eden ya da olan her şeyin dogru oldugu görüşüne baş egen bir ölçüt degildir. Tarihte daha ileri gelişmelere gebe başarısızlıkların olmadıgı söyle­ nemez. Tarih, ''ertelenmiş başarı" diyebilecegim bir şeyi ka­ bul eder; bugün görünüşte başarısızlık olan şeyler yarının başarısına hayati katkısı bulunan bir şeyler diye ortaya çıka­ bilir. Bunlar zamanından önce dogan peygamberler gibidir. Gerçekten, bu ölçütün sözde degişmez ve evrensel bir ilke ölçütüne oranla üstün yanlarından birisi, bizden bunu dü­ zeltmemizi isteyebilmesidir. Çoguca soyut ahlak ilkelerin­ den hareket eden Proudhon, III. Napoleon'un coup d'etat'sı­ nı (hükümet darbesini) , başarılı olduktan sonra haklı gör­ müştür; soyut ahlak ilkeleri ölçütünü reddeden M arx ise, Proudhon'u bunu haklı gördügü için suçlamıştır. Daha uzak bir tarihi görünümden, Proudhon'un yanıldıgını Marx'ın bu tarihi yargılama sorunu için bize çok iyi bir başlangıç nok­ tası verir; Sir lsaiah Berlin'in ise "en iyi iş gören" ölçütünü kabul etmekle birlikte, bu ayracı uygulamakla yetindigi bes­ belli dar ve kısa dönemli sınırlara da şaşıyorum. Bismarck'ın yaratugı kurumlar gerçekten iyi iş gördüler mi? Bana kalırsa bunlar büyük bir felakete götürmüşlerdir. Bunu söyleyişim, Alman Devletini kuran Bismarck'ı ya da bunu isteyen ve ol­ masına yardım eden Alman halk kitlelerini suçlamaya çalış­ tıgım anlamına gelmez. Fakat, bir tarihçi olarak sorulacak pek çok soruro var. Sonunda ortaya çıkan felaket Reich'ın yapısında gizli birtakım çatlakların var olması yüzünden mi meydana geldi? Yoksa, onu doguran iç koşullar içindeki bir şeyler, bu devletin kendisini zorla kabul ettirici ve saldır­ gan olmasını gerekli kıldıgı için mi? Yoksa, Reich kuruldu­ gu zaman, Avrupa ya da Dünya sahnesi zaten çok kalabalık oldugu ve Büyük Devletler içindeki yayılma egilimleri zaten 1 91 çok güçlü olduğu, böylece başka bir yayılınacı Büyük Dev­ letin doğuşunun büyük bir çarpışmaya neden olmaya ve bü­ tün sistemi harabe haline getirmeye yeterli olduğu için mi? Son varsayımı kabul edersek Bismarck'ı ya da Alman halkını felaketten sorumlu ya da biricik sorumlu tutmak yanlış ola­ bilir: Gerçekten, son damlayı suçlayamazsınız. Fakat, Bis­ marck'ın yaptıkları ve bunlann nasıl işlediği üstüne nesnel bir yargılamada bulunabilmesi için tarihçinin önce bu soru­ ları cevaplaması gerekmektedir, oysa onun hala bunları ke­ sinlikle cevaplayabilecek konumda olduğundan emin deği­ lim. Söyleyebileceğim şey şudur ki, l 920'lerin tarihçisi nes­ nel yargılamaya 1 880'lerin tarihçisinden daha yakındır. Bu­ günün tarihçisi 1 920'lerinkinden daha yakındır; 2000 yılı­ nın tarihçisi ise belki çok daha yakın olacaktır. Bu, bana ta­ rihte nesnelliğin burada ve şimdi var olan bazı yerleşik ve değişmez yargı ölçütlerine dayanmadığı ve dayanamayacağı, ancak, gelecekte yer alan ve tarihin akışı ilerledikçe kendini ortaya koyan bir ilerleme ölçütüne dayandığı ve dayanabiie­ ceği yolundaki tezimin doğruluğunu göstermektedir. Tarih, yalnızca geçmiş ile gelecek arasında tutarlı bir ilişki kurdu­ ğu zaman anlam ve nesnellik kazanır. Olgu ile değer arasında var olduğu öne sürülen bu ikili­ ğe bir daha bakalım. Değerler olgulardan çıkarılamaz. Bu önerrrıe kısmen doğru , fakat kısmen de yanlıştır. Herhangi bir dönemde ya da herhangi bir ülkede egemen olan değer­ ler sistemini onun çevre olguları tarafından ne kadar çok bi­ çimlendirilmiş olduğunu anlamak için bu sistemi inceleme­ niz yeterlidir. Daha önceki bir konuşmamda, özgürlük, eşit­ lik, adalet gibi değer ifade eden kelimelerin tarihi içerikle­ rinin değişmesine dikkatinizi çekmiştim. Ya da geniş ölçü­ de manevi değerlerin yayılmasına çalışan Hıristiyan Kilisesi­ ni alın. llk Hıristiyanlığın değerlerini Ortaçağlardaki papalık sistemiyle ya da Ortaçağ papalık sisteminin değerlerini 1 9 . 1 92 yüzyı l Protestan Kiliselerininkiyle karşılaştırın. Ya da bu­ gün. diyelim ki Ispanya'daki Hıristiyan kilisesinin savundu­ gu değerlerle Birleşik Devletler'deki Hıristiyan kiliselerinin savunduğu degerieri karşılaştırınız. Değerlerdeki bu farklı­ lıklar tarihi olgu farklanndan kaynaklanmaktadır. Son 1 50 yılda, eskiden hepsi de ahlakça caiz ya da saygıdeğer kabul edilen köleliğin, ırk eşitsizliğinin, çocuk işçiliğinin bugün genellikle ahlaka aykın sayılmasına neden olan tarihi olgu­ lan düşünün. Değerlerin olgulardan çıkarulamayacağı öner­ mesi, en azından tek taraflı ve yanıl tıcıdır. Ya da bu sözü tersine çevirelim . Olgular değerlerden çıkarılamaz. Bu, kıs­ men doğrudur, fakat gene kısmen de yanıltıcı olabilir; buna da kayıllar koymak gerekir. Olgulan bilmek istediğimiz za­ man, sorduğumuz sorular ve bu nedenle de elde etti�miz cevaplar bizim değer sistemimizden kaynaklanırlar. Çevre­ mizin olgulan hakkında kafamızdaki tablo, değerlerimiz ta­ rafından, yani olgulara yaklaştığımız kategorilerce kalıplan­ dınlmışur ve bu tablo, hesaba katmamız gereken önemli ol­ gulardan biridir. Değerler olguların içine girerler ve onların vazgeçilmez bir parçasıdırlar. Çevremize uyma, çevremizi kendimize uydurma yeteneğimiz ve çevremiz üzerinde ege­ men oluşumuz, değerlerimizin aracılığıyla gerçekleşir ve ta­ rihi bir ilerleme öyküsü kılan da budur. Fakat, insanın çev­ resiyle mücadelesini kavramaya çalışırken olgular ile değer­ ler arasında yanlış bir karşıtlık ve yanlış bir aynm kurmayı­ nız. Tarihte ilerleme, olgular ile değerlerin karşılıklı bağım­ lılığı ve etkileşimiyle meydana gelir. Nesnel tarihçi, bu karşı­ l ıklı sürece en derinlemesine nüfuz eden tarihçidir. Bu, olgular ve değerler sorununa ipucunu "doğru" kelime­ sini günlük kullanımımız sağlar; bu, olgu dünyasıyla değer dünyası arasında uzanan ve her ikisinin ögelerinden oluşan bir kelimedir. Böyle oluşu, İngilizcenin bir özelliği değildir. latin dillerinde doğru karşılığı kullanılan kelimelerin hep1 93 si gibi, Alınanca Wahrheit, Rusça Pravda27 da bu ikili niteliği taşırlar; öyle görünüyor ki, her dilin yalnızca bir olgu öner­ mesi olmayan, yalnızca değer yargısı da olmayan, fakat her iki ögeyi de kapsayan böyle bir kelimeye ihtiyacı vardır. Be­ nim geçen hafta Londra'ya gitmiş olmam bir olgu olabilir. Fakat, buna nonnal olarak doğru demezsiniz: Bu, herhan­ gi bir değer içeriği taşımamaktadır. Ö te yandan, Bağımsız­ lık Bildirisi'nde Birleşik Devletler'in Kurucu Babaları ken­ diliğinden ortada olduğunu söyledikleri bir doğruya, bütün insanların eşit yaratılmış bulunduklanna işaret ettiklerinde, bu önermedeki değer içeriğinin olgusal içeriğe ağır bastığı­ nı ve bu bakımdan, olgusal içeriğin bir doğru sayılmaya hak iddia etmesini kuşkuya düşürebileceğini düşünebilirsiniz. Bu iki kutup arasında bir yerde -"değer"siz olgulann kuzey kutbu ile henüz kendilerini olgulara dönüştürmek için çır­ pınan değer yargılarının güney kutbu- Tarihi doğru ülke­ si bulunmaktadır. tık konuşmamda söylediğim gibi, tarih­ çi olgu ile yorum, olgu ile değer yargısı arasında dengededir. Bunlan birbirinden ayıramaz. Belki durağan bir dünyada ol­ gu ile değer yargısı arasında bir aynm yapma zorunluluğu vardır. Fakat, durağan bir dünyada tanh anlamsızdır. Tarih. özünde, degi.şimdir, harekettir ya da -bu eski moda kelime­ den gocunmazsanız- ilerlemedir. Bu nedenle, sonuçta Acton'un ilerlemeyi "tarihin kendi­ sine dayanılarak yazılması gereken bilimsel varsayım" di­ ye betimleyişine dönüyorum. Isterseniz, geçmişin anlamı­ nı tarih dışı ve akıl üstü herhangi bir güce bağlayarak tarihi din bilime dönüştürebilirsiniz. Isterseniz onu edebiyata -ya­ ni, geçmiş hakkında anlamı ya da manidarhğı olmayan bir öyküler ve efsaneler toplamasına- dönüştürebilirsiniz. An27 Prııvda'nın durumu özellikle ilginçtir, çünkü, gerçek için bir başka eski Rusça kdime vardır, isıina. Fakat, bunlar arasındaki aynm de�ıldir; pravda her i kı an· larnda insani gerçektir, isıina ise her iki anlamd.'l ı.annsal gerçekılr -ı.ann hak· kındaki gerçek ve ı.ann ı.ara[ından açılan gerçek. 1 94 cak farklı olarak denildiği gibi, tarih adına layık olan tarih, tarihin kendi içinde bir yön duygusu bulan ve bunu kabul eden kimselerce yazılabilir. Bir yerlerden gelmiş olduğumuz inancı, bir yerlere gitmekte olduğumuz inancıyla sıkı sıkı­ ya bağlıdır. Gelecekte gelişme yeteneğine inancını kaybeden bir toplum, geçmişindeki ilerlemeyle ilgilenmekten de çabu­ cak vazgeçer. Ilk konuşmamın başında söylediğim gibi, ta­ rih hakkındaki görüşümüz, toplum hakkındaki görüşümü­ zü yansıtır. Böylece, toplumun geleceğine ve tarihin gelece­ gine inancıını açıklayarak başlangıç noktama dönüyorum. 195 6 Genişleyen Ufuklar Bu konuşmalarda öne sürdügüm, tarihin, tarihçinin de için­ de bulundugu, hiç durmadan hareket eden bir süreç oldu­ gu yolundaki anlayış, öyle görünüyor ki, beni zamanımızda tarihin ve tarihçinin konumu üstüne sonuca yönelik birta­ kım düşüncelere zorlamaktadır. Dünyanın kesin bir felake­ te gittigi kehanetlerinin ortalıkta dolaşugı ve herkesin üstü­ ne çöktügü bir dönemde yaşıyoruz - bu, tarihte ilk kez ol­ muyor. Bu kehanetler ne kanıtlanabilirler ne de çürütülebi­ lirler. Fakat, ne olursa olsun bunlar, herkesin ölecegi yazgı­ sından çok daha az kesindir; ve nasıl bu yazgının kesinligi, bizi kendi geleceğimiz hakkında planlar yapmaktan alıkoy­ muyorsa, onun gibi bu ülkenin -ya da bu ülke değilse, dün­ yanın büyük bir bölümünün- bizi tehdit eden tehlikelerden kurtulacağı ve tarihin devam edecegi yolunda bir varsayıma dayanarak, toplumumuzun bugününü ve geleceğini tartış­ maya girişecegim. 20. yüzyılın ortasındaki yıllar dünyayı, Ortaçağ dünyası­ nın parçalanıp yıkılmasından ve çagdaş dünyanın temelle­ rinin 1 5 . ve 1 6. yüzyıllarda kurulmasından bu yana gelmiş 1 97 geçmiş hepsinden daha köklü ve silip süpürücü bir değişim süreci içinde buluyor. Bu değişim hiç şüphesiz, son analiz­ de, bilimsel bulgulann ve buluşlann, bunlann gitgide yayı­ lan uygulanışının ve dalaylı ya da dolaysız bunlardan kay­ naklanan gelişmelerin ürünüdür. Bu, değişmenin en belir­ gin yönü toplumsal bir devrim olmasıdır; 1 S. ve 16. yüzyıl­ larda, maliye ve ticarete, daha sonra endüstriye dayanan ye­ ni bir sınıfın erki ele almasıyla başlayan devrimle oranlana­ bilecek bir toplumsal devrimdir. Endüstrinin yeni yapısı ve toplumun yeni yapısı, benim burada tartışmasına giremeye­ ceğim kadar geniş sorunlar ortaya koymuştur. Fakat bu de­ ğişimin benim konurola daha dogrudan ilişkili yönu vardır -bunlara derinliğine bir değişim ve coğrafi kapsamda bir de­ ğişim- diyebilirim. Şimdi her ikisine de kısaca değinıneye çalışacağım. Tarih, insanlar zamanın geçişini -mevsimlerin döngüsü, insanın ömrü gibi- doğal süreçlerin terimleriyle değil de, in­ sanın bilinçli olarak içine karıştığı ve bilinçli olarak etkile­ yebildiği belli olay dizilerinin terimleriyle düşünmeye başla­ dığı zaman başlar. Burckhardt . tarih "bilincin uyanışının ne­ den olduğu doğadan kopuştur"* der. Tarih, insanın aklını kullanarak, çevresini anlamak ve onu etkilemek için yaptığı uzun mücadeledir. Fakat, çağdaş dönem devrimci bir biçim­ de bu mücadeleyi genişletmiştiL Insan şimdi yalnızca çevre­ sini deği l , kendisini de anlamaya ve etkilerneye çalışmakta­ dır; bu durum, böyle denebilirse, akla yeni bir boyut, tarihe yeni bir boyut eklemiştir. Şimdiki çağ, bütün çağlar içinde tarihi bilince en çok sahip alandır. Çağdaş insan, daha önce görülmemiş bir derecede kendi varlıgının bilincindedir, bu nedenle de tarihin bilincindedir. Geçip geldiği belirsiz pırıl­ n ları , varmakta olduğu belirsizliği aydınlatabileceği umu­ duyla, coşkuyla incelemekte, tersine olarak da, önünde uza(*) J . Burckhardı, 1 98 Rcjlcclions on History, ı959. s. 31. nan yol hakkındaki arzulan ve endişeleri ardında kalaniann anlayışını güçlendirrnektedir. Geçmiş, bugün ve gelecek, ta­ rihin sonsuz zinciri içinde birbirlerine ba�lıdır. lnsanın kendi bilincini geliştirmesinin oluşturdu�u çag­ daş dünyadaki değişmenin Descartes ile başladığı söylenebi­ lir; insanın konumunu ilk kez yalnızca düşünen deği l, ken­ di düşünüşii hakkında düşünebilen, gözleme eylemi için­ de kendini gözlemleyebilen ve böylece de insanın düşün­ cesinin ve gözlemin aynı zamanda hem öznesi hem de nes­ nesi olduğunu ortaya koyan Descanes'tır. Fakat, bu geliş­ me Rousseau'nun insanın kendini anlamasında ve kendi bi­ linçliliğinde yeni derinlikler ortaya çıkardıgı ve insana doğa dünyasıyla ve geleneksel uygarlığa bakışında yeni bir açı ge­ tirdiği 18. yüzyılın ikinci yansına kadar bütünüyle açıklığa kavuşmamıştır. De Tocqueville, Fransız Devrimi'nin "isteni­ lenin, o günün toplumsal düzenini yöneten geleneksel alış­ kanlıklar yerine, insan akimın kullanılması ve doğal yasadan çıkan yalın temel kurallar konulması olduğu inancı"ndan esinlendi�ni söylerniştir.1 Acton, el yazmalarında "o zama­ na kadar insan" demiştir, "özgürlüğü hiçbir zaman neyi is­ tediğini bilerek istememişli. "2 Hegel için olduğu gibi, Acton için de, özgürlük ve akıl hiçbir zaman çok ayn olmamışlar­ dır. Fransız Devrimi de Amerikan Devrimi ile ilişkiliydi. Seksen yedi yıl önce babalanmız bu kııada. özgürlük içinde oluşmuş ve bütün insaniann eşit yaratıldıgı inancına gönül vermiş yeni bir ulus orıaya koydular. Lincoln'ün sözlerinin gösterdiği gibi, bu, görülmedik bir olaydı - insanlar tarihte ilk kez bilerek ve bilinçli olarak kendilerini bir ulus biçimine soktular ve sonra bilinçli ola­ rak ve bilerek öteki insanları da bu biçimin içinde kalıpla1 2 A. de Tocqueville. De I'Ancirn Rtgime, 3, bl. 1 Cambridge University Libr:uy: ek yazmalar, s. 870. 1 99 maya koyuldular. 1 7 . ve 18. yüzyıllarda insan kendisini çev­ releyen dünyanın ve onun yasalannın tam bilincine varmış bulunuyordu. Bunlar artık anlaşılmaz bir tanrısal takdirin gizemli buyrukları de�il, aklın erişebilecegi yasalardı. Fakat, bunlar insanın kendi yaptığı yasalar değil, insanın kendisi­ nin bağlı bulunduğu yasalardı. Bir sonraki aşamada, insan, çevresi ve kendisi üstündeki gücünün ve uyannca yaşayaca­ ğı yasaları yapma hakkının tam bilincine varacaktır. 18. yüzyıldan çağdaş dünyaya geçiş, uzun sürmüş ve de­ rece derece olmuştur. Bu geçiş dönemini temsil eden fil o­ zoflar, ikisi de karışık değerli bir konurnda olan Hegel ile Marx'tır. Hegel tanrısal Takdir'in yasalannın aklın yasalan­ na dönüştüğü fikrinden kaynaklanır. Hegel'in dünya Ruhu, bir eliyle tannsal Takdir'i sıkı sıkıya kavrarnaktadır, ötekiy­ le de aklı. Hegel, Adam Smith'i yankılar. Bireyler "kendi çı­ karlarını doyururlar; fakat bunu yaparken bilinçlerinde ol­ rnarnakla birlikte eylemlerinde saklı duran başka bir şey da­ ha ortaya çıkar." Dünya Ruhu'nun akli ereği hakkında de­ mektedir ki "insanlar, bunu gerçekleştirme eyleminin ken­ disiyle, onları o erekten farklı olan kendi arzularını yerine getirme vesilesi kılarlar." Bu, düpedüz, çıkarların uyurnu­ nun Alman felsefesinin diline çevril rnesidir.3 Smith'in "giz­ li el"inin, insanları bilincinde olmadıkları erekleri gerçekleş­ tirrnek için çalışmaya koşan Hegel'deki eşdeğeri ünlü kav­ ram "aklın k urnazlı�ı"dır. Böyle olmakla birlikte, yine de Hegel Fransız Devrimi'nin filozofudur, gerçeğin özünü ta­ rihi değişmede ve insanın kendi bilinçliliğinin gelişmesin­ de gören ilk filozoftur. Tarihte gelişme, özgürlük kavramına doğru gelişme demektir. Fakat, 1 8 1 5'ten sonra, fransız Dev­ rimi'nin etkisi Restorasyon'un kasvetli havası içinde sönüp gitmiştir. Hegel siyasal olarak fazla ürkekti, hayatın ın son yıllarında zamanın yerleşik düzenine fazlasıyla bağlanmıştı; 3 200 Alıntılar Hegel'in Philosophy of Righı kiıabınd.ındır. bu yüzden metafizik önermelerine herhangi bir somut an­ lam koymamıştır. Herzen'in Hegel'in ögretilerini "devrimin cebiri" diye tanımlaması pek yerindedir. Hegel işaretleri sağ­ lamış, fakat onlara pratik içerik vermemiştir. Hegel'in cebir­ sel denklemlerini aritmetiğe dönüştürmek Marx'a kalmıştır. Hem Adam Smith'in hem Hegel'in izleyicisi olan Marx, Doga'nın akli yasalarınca düzenlenmiş bir dünya kavramın­ dan yola çıkmıştır. Hegel gibi, fakat bu kez pratik ve so­ mut bir biçimde, insan'ın devrimci girişkenligine uygun ola­ rak akli bir süreç içinde evrilen yasalann yöneuigi bir dün­ ya kavramına geçişi saglamıştır. Marx'ın son sentezinde ta­ rih, birbirinden aynlamayacak, tutarlı ve akli bir bütün oluş­ turan üç anlam taşımaktadır. Olayların nesnel, özellikle de ekonomik yasalara uygun hareketi; buna karşılık olmak üzere, düşüncenin diyalektik bir süreç içinde gelişmesi; yi­ ne buna karşılık olmak üzere, devrimin teorisiyle uygulama­ sını uzlaştıran ve birleştiren, sınıf çauşması biçimindeki ey­ lem. Marx'ı n öne sürdüğü, nesnel yasalarla bunları uygula­ maya çeviren bilinçli eylemin bir sentezidir; bu, bazen (ama yanlışlığa götürücü olarak) determinizm ve volontaıizm de­ nilen şeylerin bir bileşimidir. Marx, sürekli olarak insanın şimdiye dek bilincinde olmadan uyduğu yasalar hakkında yazmıştır: Kapitalist bir ekonomi ve kapitalist toplumda ya­ şayanların "yanlış bilinçleri" dediği şeye birçok kereler dik­ kati çekmiştir: "Üretim ve dolaşımı yapanların zihinlerin­ de üretim yasalan hakkında oluşan anlayışlar, gerçek yasa­ lardan geniş ölçüde farklı olacaktır."4 Fakat, Marx'ın yazı­ larında bilinçli devrimci eylem çağrılannın çarpıcı örnekle­ ri de bulunmaktadır. Feuerbach üstüne ünlü tezinde, "filo­ zoflar yalnızca dünyayı farklı biçimlerde yorumladılar, fakat sorun onu dönüştürmektir" der. Komünist Maııifesto'da da şöyle söyler, "proletarya siyasal egemenligini bütün serına4 Capital, 3, Ingilizce çeviri, 1 909, s. 369. 201 yeyi burj uvaziden adım adım almak ve bütün üretim araç­ larını devletin eline toplamak için kullanacakur." ııaparte'm Onsekiz B ruma i re'inde LolliS Bo­ Marx, "zihinsel benlik bi­ lincinin yüzyıllık bir süreci kullanarak bütün geleneksel fi­ kirleri çözüşü"nden söz eder. Kapitalist toplumun yanlış bi­ lincini çözecek ve sınıfsız toplumun gerçek bilinçliligini ge­ tirecek olan proletaryaydı. Fakat, 1 848 devrimlerinin başa­ rısızlığı, Marx çalışmaya başladığı zaman hemen olacak gi­ bi gözüken gelişmeler bakımından ciddi ve dramatik bir ge­ rileme olmuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısı, refah ve güvenli­ ğin hala ağır bastığı bir hava içinde geçti. Aklın birincil işle­ vi anık toplum içindeki insan davranışlarını yöneten nesnel yasalan anlamaktan çok, toplumu ve onu oluşturan birey­ leri bilinçli eylemle yeniden biçimlendirmek oldugu, çağ­ daş tarih dönemine geçişimiz yüzyılın dönümüne kadar ta­ mamlanınamıştır. Marx'da "sınıf' pekinlikle tammlanma­ mış olmakla birlikte, genel olarak ekonomik analizle erişiie­ cek nesnel bir kavram kalmaktadır. Lenin'de "sınıf' yerine, sınıfın öncü kolunu oluşturan ve ona zorunlu sınıf bilinci­ ni götüren "parti" kavramı vurgulanmaktadır. Marx'da "ide­ oloj i" olumsuz bir terimdir - kapitalist toplumsal düzenin yanlış bilincinin bir ürünüdür. Lenin'deyse "ideoloji" taraf­ sız ya da olumlu hale gelir - sınıf bilinçli önderlerden oluşan seçkin bir grubun, gizil olarak sınıf bilinci olan işçi kitlesine aşıladıkları bir inançtır. Sınıf bilincinin biçimlenmesi artık kendiliğinden işleyen bir süreç değil, üstlenilen bir görevdir. Zamanımızda, akla yeni bir boyut ekleyen bir başka bü­ yük düşünür Freud'dur. Freud bugün hala oldukça gizemli bir kişi olarak kalmaktadır. Gördüğü eğitim ve geldiği çev­ re bakımından bir 19. yüzyıl liberal bireycisiydi ve bireyle toplum arasındaki temel bir karşıtlık olduğu yolundaki yay­ gın, ama yanıltıcı bir varsayımı kabul ediyordu. Freud, insa­ na toplumsal bir varlık olmaktan çok, biyolojik bir varlık di202 ye yaklaşmakla, toplumsal çevreyi, insanın kendisince ger­ çekleştirilen durmak bilmez bir yaratma ve dönüştürme sü­ reci değil, tarihi olarak belirlenmiş diye kabul etmek eğili­ mindedir. Gerçekte toplumsal nitelikte olan sorunlara bi­ reyin açısından yaklaştığı için, her zaman Marksistlerin sal­ dınsına uğramış ve bu bakımdan gerici diye mahküm edil­ miştir; Freud'un kendisi için yalnızca kısmen geçerli olan bu suçlama, uyumsuzlukların toplumun yapısında değil, bi­ reyin doğasında saklı olduğunu kabul eden ve bireyin toplu­ ma uyarianmasını psikolojinin asıl işlevi sayan Birleşik Dev­ letler'deki yeni-Freudcu akım için çok daha tam bir haklılık taşımaktadır. Freud'a karşı bir başka yaygın suçlama, onun insan işlerindeki akıl dışılığın rolünü büyüttüğü suçlaması, bütünüyle yanlıştır ve insan davranışlanndaki akıl dışı öge­ nin kabulüyle akıl dışı bir kült haline getirmenin kabaca ka­ nştırılmasından ileri gelmektedir. Bugün ingilizce konuşu­ lan dünyada, esas itibariyle aklın yaptıkları ve yapabilecek­ lerinin küçüınsenmesi biçimindeki bir akıl dışılık kültünün var olduğu ne yazık ki doğrudur; bu, daha sonra sözünü edeceğim kötümserliğin ve aşın-tutuculuğun bugünkü dal­ gasının bir parçasıdır. Fakat, bu, katıksız ve biraz da ilkel bir akılcı olan Freud'dan gelmemektedir. Freud'un yaptığı, in­ san davranışının bilinçsiz köklerini bilince ve akılcı araştır­ maya açarak bilgi ve anlayışımızın alanını genişletmekti. Bu, aklın egemenlik alanının bir genişlemesi, insanın kendisi ve dolayısıyla çevresini anlama ve denetleme gücünün bir anı­ şıdır; bu, devrimci ve ilerici bir başan demektir. Bu yönden Freud, Marx'ın çalışmasıyla çelişmez, onu tamamlar. Freud sabit ve değişmez bir insan doğası anlayışından büsbütün kurtulmamış olmakla birlikte, insan davranışının köklerini daha derinlemesine anlamak ve böylece akli süreçler yoluy­ la onun bilinçli bir biçimde değiştirilmesi için araçlar sağla­ mış olma anlamında çağdaş dünyanın insanıdır. 203 Tarihçi için Freud'un özel önemi iki yönlüdür. Birinci ola­ rak, Freud insaniann bir hareket yaptıkları zaman, o hara­ keti yapmalarına neden oldugunu söyledikleri ya da neden olduguna inandıkları dürtülerin, gerçekte onların eylemle­ rini açıklamaya yeterli oldugu yolundaki çok eski bir haya­ lin tabutuna son çiviyi çakmıştır: Bu, oldukça önemli, ama olumsuz bir başandır; ne var ki, kimi heveskarlann tarihte­ ki büyük adamiann davranışianna psikanaliz yöntemleriyle ışık tutma yolundaki iddialarına da kuşku ile bakmak gere­ kir. Psikanaliz uygulaması, durumu araştırılan hastanın şa­ şırtmacalı biçimde sorguya çekilmesine dayanır: Oysa, ölü­ ler sorguya çekilemez. tkinci olarak, Freud Marx'ın çalışma­ sını pekiştirerek, tarihçinin kendisini ve tarih içindeki ken­ di konumunu, üstünde çalışugı konuyu ya da dönemi yegle­ mesini, olguların seçimini ve yorumlayışını yöneltmiş olan dürtüleri -belki de gizli dürtüleri- kendi bakış açısını belir­ lemiş olan ulusal ve toplumsal çevreyi, geçmiş hakkındaki anlayışını biçimlendiren gelecek hakkındaki anlayışını, in­ celemesini istemiştir. Marx ve Freud eserlerini vereli beri, tarihçinin kendisini toplumun dışında ve tarihin dışında du­ ran ayn bir birey diye düşünmesi için hiçbir özrü kalmamış­ tır. Içinde yaşadıgımız bu dönem, benlik bilinci dönemidir: Tarihçi ne yaptıgını bilebilir ve bilmelidir. Çagdaş dünya dedigim şeye, yani aklın işlevi ve gücünün yeni alanlara yayılmasına bu geçiş henüz tamamlanmamış­ tır: Bu 1 20. yüzyılın içinden geçmekte oldugu devrimci degi­ .. şimin bir parçasıdır. Bu geçişin bellibaşlı belirtilerinden ba­ zılarının üstünde durmak istiyorum. Ekonomi ile başlayayım. 1 9 1 4 yılına kadar, insanların ve ulusların ekonomik davranışlarını yöneten ve ancak kendi zarariarına olarak karşı çıkabilecekleri nesnel ekonomik ya­ salar bulunduğu inancından adeta hiç şüphelenilmemişti. Ticaret döngüleri 204 (trade cycles), fiyat dalgalanmalan, işsiz- lik bu yasalarca belirlenmekteydi. Büyük Bunalım'ın çöktü­ gü 1 930 gibi geç bir tarihte bile, bu görüş hala başattı. Bun­ dan sonra her şey hızla degişti. 1 930'larda ekonomik yasalar uyarınca, tutarlı olarak kendi ekonomik çıkarlarını izleyen insan anlamında "ekonomik insanın sonu"ndan söz edilme­ ye başlandı ; o zamandan beri , 19. yüzyıldan kalma birkaç Rip Van Winkle dışında hiç kimse bu anlamda ekonomik yasalara inanmamaktadır. Bugün, iktisat bir dizi teorik ma­ tematik denklemi ya da bazı insanların ötekileri oraya bura­ ya nasıl itiştirdiklerinin pratik bir incelemesi haline gelmiş­ tir. Bu, degişme esas olarak bireysel kapitalizmden büyük çaplı kapital izme geçişin bir ürünüdür. Bireysel girişimci ve tüccar ağır bastıgı sürece, hiç kimse ekonomiyi denetim al­ tında tutma ya da onu anlamlı bir biçimde etkileme imka­ nına sahip görünmüyordu; böylelikle de, kişilik dışı yasa­ lar ve süreçler imgesi korunmaktaydı. Ingiltere Bankası bile, gücünün doruğunda oldugu günlerde, hünerli bir işletici ya da yöneitici olarak değil, ekonomik eğilimlerin nesnel ve ya­ rı kendiliginden bir kaydedicisi diye düşünülmekteydi. Fa­ kat, bir laissez-faire ekonomisinden güdümlü bir ekonomiye -güdülen ister bir kapitalist ekonomi ya da sosyalist bir eko­ nomi olsun, güden ister büyük çaplı kapitalist ve görünüş­ te özel çıkarlar ya da devlet olsun- geçiş ile bu imge sona er­ miştir. Belli insanların belli amaçlarla belli kararlan aldıkla­ n ve kararların ekonomik gidişimizi bizim için düzenlediği gitgide açık olmaktadır. Bugün herkes yağın ya da sabunun fiyatının nesnel bir arz-talep yasasına göre değişmediğini bilmektedir. Herkes, durgunluğun ve işsizliğin insan yapımı olduğunu bilmekte, ya da bildiğini sanmaktadır, hükümet­ ler btmlan nasıl iyi edeceklerini bildiklerini söylemekte, hat­ ta iddia etmektedirler. La issez fa i re den planlamaya, bilinç­ - ' sizlikten benlik-bilincine, nesnel ekonomik yasalar inancın­ dan insanın kendi eylemiyle kendi ekonomik kaderine ege205 men olacağı inancına geçilmiştir. Toplumsal politika, eko­ nomik politikayla el ele gitmiştir, hatta ekonomik politika, toplumsal politikanın bir parçası haline gelmiştir. 1 9 10 yı­ lında yayımlanan Cambridge Modern Histoıy'nin son cildin­ den bir alıntı yapmak istiyorum; bu, Marksistten başka her şey olan ve muhtemelen Lenin'i hiç duymamış bulunan bir yazarın son derece sezgili bir yorumudur: Toplumsal refonnlann bilinçli çaba ile yapılabileceği inan­ cı, Avrupalı düşüncesinde başat akımdır; bu, özgürlüğün her derde tek deva oldugu inancının yerine geçmiştir . . . Fransız Devrimi sırasında insan haklan inancı ne kadar an­ lamlı ve çeşitli gelişmelere gebe olmuşsa, bu inancın şu an­ daki varlığı da öyle görünmektedir. 5 Bugün bu sözlerin yazılmasının üstlinden 50, Rus Dev­ rimi'nin üstünden 40 kusur yıl ve büyük bunalımın üstlin­ den 30 yıl geçtikten sonra, bu inanç beylikleşmi.ştir. Sözde akli olmakla birlikte, insanın denetimi dışında kalan nesnel ekonomik yasalara boyun egişten, insanın bilinçli eylemiyle kendi ekonomik kaderini denetleme yetenegi olduğu inan­ cına geçiş, bana, insan işlerine aklın uygulanışında bir iler­ leme, insanın kendisini ve çevresini anlama ve bunlara ege­ men olma yeteneginde bir artışın ifadesi olarak görünmek­ tedir; ben buna, gerekirse, eski moda kelimeyle ilerleme de­ meye hazınm. Öteki alanlarda işleyen benzer süreçlerin üstünde a}nntılı olarak durmak için yerim yok. Bilim bile, gördüğümüz gibi. doğanın nesnel yasalannı araştınnak ve oluşturmaktan çok, insanın dogayı kendi amaçlanna koşuınlamasına ve çevresini degiştirmesine imkan verecek çalışma varsayımlan şekillen­ dirmekle ilgilenmektedir. Daha önemlisi, insan, aklın bilinç5 Cambridge Modern His!ory, 1 2, 1 9 10, s. 15; bu bölümün yazan Hisıoıy'nin edi­ tOrlerinden biri ve yılksek bir devlet memuru olan S. Leaıhes'dır. 206 li kullanımıyla yalnızca çevresini değil , kendisini de degiştir­ meye başlamıştır. 18. yüzyılın sonunda, çığır açan bir eserin­ de Malthus, Adam Smith'in piyasa yasalan gibi hiç kimsenin bilincinde olmaksızın işleyen nesnel nüfus yasalannı ortaya koymaya kalkışmıştı . Bugün hiç kimse bu tür nesnel yasalara inanmamaktadır; fakat, nüfus denetimi, akılcı ve bilinçli bir toplum politikası konusu haline gelmiştir. Zamanımızda in­ san çabası ile insan ömrünün uzatılınasını ve nüfusun için­ deki kuşaklar arasında dengenin değiştiiiidiğini gördük. tn­ san davranışına etkide bulunmak için bilinçli olarak ilaçla­ rın kullanıldığını ve insan karakterini değiştirmek amacıyla cerrahi ameliyatlar yapıldığını duyduk. Gözlerimizin önün­ de, insan da toplum da değişmiş, bilinçli insan çabası ile de­ ğiştirilmiştir. Fakat, bu değişikliklerin belki de en anlamlı­ ları, geliştirilmesi ve aşılamada (endoktrine etmede) çağdaş yöntemlerin geliştirilmesi ve kullanılmasıyla gerçekleştirilen degişikliklerdir. Her düzeyden egiticiler zamanımızda toplu­ mun belirli bir biçimde kalıplandınlmasına katkıda bulun­ makla gitgide daha bilinçli bir şekilde ilgilenmekte ve yeni yetişen kuşağa bu tip topluma uygun tavırlar, bağlılıklar ve görüşler belletmekteler; eğitim politikası, akılcı olarak plan­ lanmış her türlü toplumsal politikanın bölünmez bir parça­ sıdır. Toplum içinde uygulanması bakımından aklın birinci işlevi, artık, insanı yalnızca incelemek değil , dönüştürmektir ve bu, insanın akılcı süreçleri uygulayarak kendi toplumsal, ekonomik ve siyasal işlerinin idaresini 20. yüzyıl devriminin başlıca yönlerinden biri gibi görünmektedir. Aklın bu genişlemesi, sadece, daha önceki bir konuşmam­ da "bireyselleşme" -ilerleyen bir uygarlıkla birlikte, var olan birey hünerlerinin, yeteneklerinin ve imkanlannın çeşitlen­ mesi- dediğim sürecin bir parçasından ibarettir. Endüstri Devrimi'nin belki de en önemli toplumsal sonucu düşünme­ yi, aklını kullanmayı öğrenenlerin sayısındaki gitgide büyü207 yen artıştır. Büyük Britanya'da, bizim her şeyin yavaş yavaş gelişmesine olan tutkumuz öylesine güçlüdür ki sözünü et­ tiğim bu hareket kimi zaman zor seçilmektedir. Yüzyılın bü­ yük bir bölümünde, genel ilköğrenim konusunda kazandı­ ğımız ünle yetindik ve yükseköğrenimdeyse genel bir kap­ samlılığa ulaşma konusunda pek ileri ya da pek hızlı giuniş değiliz. Biz dünyaya önderlik ederken, bu o kadar önemli bir sorun değildi. Ama daha hızlı olanlar bizi geçince ve her yerde teknolojik değişim yarışının temposunu hızlandırma­ ya başlayınca, bu bir sorun olmaya başlamıştır. Çünkü, top­ lumsal devrim ile teknolojik devrim ve bilimsel devrim aynı tek sürecin aynlmaz parçaları ve bölümleridir. Bireyselleş­ me sürecine akademik bir örnek isterseniz, geçen 50 ya da 60 yıl içinde tarihin ya da bilimin ya da belli bir bilimin sı­ nırsız çeşitlenınesini ve bunun yol açtığı bireysel uzmanlaş­ manın çeşitliliğindeki olağanüstü artışı düşünün. Fakat, be­ nim bu süreç için başka bir düzeyde çok daha çarpıcı bir ör­ neğim !var. Otuz yılı aşkın bir zaman önce, Sovyetler Birli­ ği'ni ziyaret eden yüksek bir Alman askeri yetkilisi Kızıl Ha­ va Kuvvetleri'ni geliştirmekle görevli bir Sovyet subayından şu aydınlatıcı açıklamalan işitmişti: Biz Ruslar hala ilkel bir insan malzemesi kullanmak zorun­ dayız. Uçan makineyi, elimizdeki uçucu tipine göre uyarla­ mamız gerekiyor. Yeni bir insan tipi geliştirmeyi başardıgı­ mız ölçüde, malzemenin teknik gelişimi de yetkinleşecck­ tir. Bu iki etmen birbirini koşullandırır. Karmaşık makine­ 6 lerin içine ilkel insanlar konamazlar. Bugün, yalnızca bir kuşak sonra, Rus makinelerinin ar­ tık ilkel olmadığını ve bu makineleri planlayan, yapan, kul­ lanan Rus erkek ve kadınlarının da artık i lkel olmadıklan­ m biliyoruz. Tarihçi olarak ben , bu ikinci fenomenle daha 6 208 Vicrıdjalırshefırfıi r Zdı.ı:cschiı:hıc {Münchcn). ı . 1953, s. 38. çok ilgileniyorum. Üretimin akılcılaşunlmasından çok da­ ha önemli bir şey, insanın akılcılaştınlmasıdır. Bugün bütün dünyada ilkel insanlar karmaşık makineleri kullanmayı ög­ reniyorlar ve böyle yaparken de düşünmeyi, akıllarını kul­ lanmayı ögreniyorlar. Sizin haklı olarak toplumsal bir dev­ rim diyebileceğiniz, ama benim bu bağlam içinde aklın ya­ yılması diyeceğim devrim, henüz yeni yeni başlamaktadır. Fakat bu, geçen kuşagın baş döndürücü teknolojik ilerleme­ lerine ayak uydurmak için baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Bu bana, 20. yüzyıl devrimimizin en önemli yönlerinden bi­ ri gibi görünmektedir. Kötümser ve şüphecilerimizden kimileri, besbelli ki, bu noktada, çagdaş dünyada akla verilen rolün tehlikeli ve çok anlamlı yönlerini fark ettiğimi ortaya koymazsam beni hiza­ ya getireceklerdir. Daha önceki bir konuşmamda açıkladı­ gım anlamıyla artan bireyselleşmenin uyum ve birligin sag­ lanması için yapılan toplumsal baskıda herhangi bir azalma­ yı içe_rmediğine işaret etmiştim. Bu, gerçekten de, karmaşık çagdaş toplumumuzun paradokslarından birisidir. Bireysel yetenekierin ve imkanların ve bu nedenle de artan bireysel­ leşmenin yayılmasını ilerietmenin zonınlu ve güçlü bir aracı olan egitim, aynı zamanda çıkan olan grupların elinde güçlü bir toplumu tek-biçimleştirme aracıdır. Sık sık duyulan, rad­ yo ve televizyonda daha sorumlu olunması ya da basında da­ ha sorumlu davranılması yolundaki istekler, ilk önce mah­ küm edilmesi kolay, belirli olumsuz fenomenleri öne sürer­ ler. Fakat, bunlar kısa zamanda istenen begenileri ve istenen görüşleri benimsetmek için kitlenin ikna edilmesinde bu güçlü araçların kullanılması yolundaki isteklere dönüşürler ki bu istenilirl igin ölçütü, toplumun kabul edilmiş beğeni ve görüşleridir. Bu tür kampanyalar, onlan yönetenlerin elinde tek tek üyelerini istenilen bir yönde kalıba sokmakla toplu­ mu biçimlendirmek için tasarlanmış bilinçli ve akli süreçler209 dir. Bu tehlikelerin başka göz alıcı örneklerini , ticari reklam­ cılar ve politik propagandacılarda görebiliriz. Nitekim, bu iki rol sık sık birlikte oynanmaktadır; Birleşik Devletler'de açıkça ve Büyük Britanya'da biraz daha çekinilerek, partiler ve adaylar kendilerini kazandırtınası için profesyonel rek­ lamcılar çalıştınrlar. Bu iki yöntem biçimsel olarak ayrı ol­ dukları zaman bile, belirgin bir biçimde birbirlerine benzer­ ler. Profesyonel reklamcılar ile büyük siyasal partilerin pro­ paganda birimlerinin başındakiler, aklın bütün imkanlarını kendi amaçları için kullanma konusunda çok yetenekli kişi­ lerdir. Ne var ki, akıl incelediğimiz öteki örneklerde olduğu gibi, burada da yalnızca araştırınada değil, oluşturmada da, statik olarak değil, dinamik olarak kullanıl maktadır. Profes­ yonel reklamcılar ve kampanya yürütücüleri, öncelikle var olan o rguların üstünde durmazlar. Tüketicinin ya da seçme­ nin şu anda neye inandığıyla ya da yalnızca sonuç olarak çı­ kacak ürünü etkilediği ölçüde olaylarla, yani tüketici ya da alıcının ustalıklı bir davranışla inandırılabileceği ya da iste­ meye yönlendirilebileceği şeylerle ilgilenirler. Ü stelik, kitle psikolojisi üstüne çalışmaları, onlara kendi görüşlerinin ka­ bul edilmesini güvencelemenin en hızlı yolunun tüketicinin ya da seçmenin yapısında akıl dışı ögeyi kullanmak olduğu­ nu göstermiştir; böylece, yüz yüze geldiğimiz görüntüler­ den biri, profesyonel endüstricilerinden ya da parti önderle­ rinden oluşan bir seçkinler grubunun şimdiye kadar görül­ müş en gelişkin akl i süreçler yoluyla kitlelerin akıl dışılığını kavrayarak ve kullanarak, kendi amaçlarına ulaşmalarıdır. Çıkarılan çağrı esas olarak akla yönelmez: Daha çok, Oscar Wilde'ın "zekadan aşağı vurmak" dediği yöntemden yarar­ lanmaktadır. Tehli keyi küçümsemekle suçlanmayayım di­ ye, ben bu sorunu biraz abarttım. 7 Fakat, söylediklerim ge7 Du konu hakkında daha geniş bilgi için yazann The Ntw Socitty ( 195 1 ) adlı escrinde bl. 4 ve devamına bakınız. 210 niş ölçüde doğrudur ve öteki alanlara kolaylıkla uygulana­ bilir. Her toplumda, kitlenin görüşünü (kamuoyunu) örgüt­ lemek ve denetlernek için yönetici gruplar az ya da çok zor­ layıcı önlemler kullanırlar. Bu yöntem başka bazı yöntem­ lerden daha kötü görünmektedir, çünkü, aklın kötüye kul­ lanımıdır. Bu ciddi ve sağlam dayanaklı teze karşı söyleyecek yalnız­ ca iki sözüm var. Bunlardan birincisi, tarihin akışı içinde ya­ pılan her buluşun, her yeniliğin, her yeni tekniğin olumlu yanlan kadar da olumsuz yanları bulunduğu yolundaki bil­ elik düşüncedir. Bedeli her zaman birilerinin ödemesi gerek­ mektedir. Matbaanın bulunuşundan ne kadar zaman sonra, bunun yanlış görüşlerin yayılmasını kolaylaştırdığına işa­ ret eden eleştiriterin başladığını bilmiyorum. Bugün motor­ lu araçlann ortaya çıkışının neden olduğu, trafik kazalann­ da canlarını kaybedeniere dövünmek yaygın bir tutum ol­ muştur; hatta, bazı bilim adamları, atom enerjisinin serbest bırakılına yollan ve araçları konusundaki kendi bul uşlan­ nın felaket getinci biçimde kullanılabilmesinden ve nitekim gerçekten de kullanılmış olmasından ötürü, yerinmektedir­ ler. Bu tür i tirazların yeni bulguların ve buluşlann ilerleme­ sini durdurmak bakımından geçmişte bir yararı olmamıştır ve gelecekte de olacağa benzememektedir. Kitle propagan­ dası tekniklerinin imkanları konusunda öğrendiklerimiz si­ linemez. Büyük Britanya'da 19. yüzyılın ortalannda kısmen gerçekleştirilen Lockecu küçük çaplı bireyci demokrasiye ya da erken dönem laissez-faire kapitalizmine dönüş kadar imkansızdır. Fakat, sorunun gerçek cevabı bu kötülüklerin kendi çarelerini de beraberlerinde getirdikleridir. Çare, bir akıl dışılık kültünde ya da akim çağdaş toplumda genişleyen rolünden vazgeçişte değil. aklın oynayabileceği rol hakkın­ da, yukarıdan olduğu kadar aşağıdan da artan bir bilinçli­ liktedir. Bu, teknolojik ve bilimsel devrimimizin, toplumun 211 her düzeyinde, bizi, aklı giderek artan bir biçimde kullan­ maya zorladıgı bir zamanda, ü topyacı bir düş degildir. Ta­ rihteki bütün öteki büyük ilerlemeler gibi, bu ilerleme de, ödenmesi gereken bedellerini ve zararlarını ve yüz yüze ge­ linmesi gereken tehlikelerini beraberinde taşımaktadır. Ge­ ne, özellikle, daha önceki ayrıcalıklı konumları zayıflayan ülkelerin aydınları arasından çıkan, şüphecilere, kinikie­ re ve felaket kahinierine karşın, ben bunu, tarihte ilerleme­ nin dikkate deger bir ömegi saymaktan utanmayacagım. Bu, belki de zamanımızın en çarpıcı ve en devrimci olayıdır. lçinde yaşadıgımız ilerleyen devrimin ikinci yönü, dünya­ nın degişe rl biçimlenişidir. Ortaçag dünyasının sonunda yı­ kıldıgı ve çagdaş dünyanın temellerinin atıldıgı 1 5 . ve 1 6 . yüzyıllardaki büyük dönem, yeni kı taların bulunmasıyla ve dünyanın agırlık merkezinin Akdeniz kıyılarından Atian­ tik kıyılanna geçmesiyle belirlenmiştir. Fransız Devrimi'nin en küçük bir altüst oluşu bile, cografi uzantasını, eski den­ geyi degiştinnekte yardıma çagırdıgı yeni dünyada bulmuş­ tur. Fakat, 20. yüzyıl devrimimizin oluşturdugu degişiklik­ ler, 1 6 . yüzyıldan bu yana olan her şeyden çok daha geniş kapsamlıdır. Dört yüzyıl kadar bir süreden sonra dünyanın agırlık merkezi Batı Avrupa'dan kesinlikle uzaklaşmıştır. Ba­ tı Avrupa ve onun dışında kalan Ingilizce konuşulan dünya ile birlikte, Kuzey Amerika kıtasının bir parçası, deyim ye­ rindeyse, Birleşik Devletler'in hem sanıral hem de komuta kulesi gibi çalıştıgı bir topluluk haline gelmiştir. Bu, tek ya da belki en anlamlı degişiklik de değildir. Dünyanın agırlık merkezinin şimdi, Bau Avrupa ekiyle birlikte İngilizce ko­ nuşulan dünyada durduğu ya da uzun süre burada kalaca­ gı hiç de kesin degildir. Öyle gönmüyor ki , bugün dünya iş­ lerinde borusunu öttüren Afrika'daki uzantılarıyla birlikte, Dogu Avrupa ve Asya'daki büyük kara kitlesidir. "Degişmez Dogu" sözü, bugünlerde iyice aşınmış bir klişeden ibarettir. 212 Bu yüzyılda Asya'da neler olduguna hızla bir göz atalım. Öykü, ı 902 yılında Ingiliz-japon baglaşmasıyla başlar. Bu, Avrupalı Büyük Devletlerin büyülü çevresine bir Asya ül­ kesinin ilk kez kabul edilişidir. japonya'nın, Rusya'ya mey­ dan okuyup onu yenerek yükselişinin dogrulugunu kanıtla­ ması ve böyle yapmakla da, büyük 20. yüzyıl devrimini tu­ tuşturan ilk kıvılcımı çıkartması, belki rastlantı olarak kabul edilebilir. ı 789 ve ı848 Fransız devrimleri taklitçilerini Av­ rupa içinde bulmuşlardı. 1 905 yılındaki Birinci Rus Devri­ mi ise Avrupa'da hiç yankı uyandırmadı, fakat, taklitçilerini Asya'da buldu; devrimden sonraki birkaç yıl içinde lran'da, Türkiye'de ve Çin'de devrimler meydana geldi. Birinci Dün­ ya Savaşı gerçekten bir dünya savaşı değil, Avrupa diye bir birimin var olduğunu kabul edersek, dünya çapında sonuç­ lan olan bir Avrupa iç savaşıydı; bu sonuçlar, pek çok Asya ülkesindeki endüstriyel kalkınmayı, Çin'deki yabancı düş­ manlığı duygusunu, Hint ulusçuluğunu ve Arap ulusçulu­ ğunun doğuşunun kışkırtılmasını içermektedir. ı 9 ı 7 Rus Devrimi de bunları daha ilerletici ve kesin bir itici güç ol­ muştur. Burada anlamlı olan, devrimin önderlerinin inat­ la, fakat boşuna Avrupa'da taklitçiler aramalan ve sonunda bunları Asya'da bulmalandır. "Değişmez" hale gelen Avru­ pa'ydı. Asya hareket ediyordu. Bu bilinen öyküyü zamanı­ mıza gelene dek aniatmama gerek yok. Tarihçi, Asya ve Af­ rika devriminin alanını ve anlamlılığını değerlendirecek du­ rumda henüz, pek değildir. Fakat, çagdaş teknolojik ve en­ düstriyel süreçlerle, egitimin ve siyasal bilinçliliğin başlan­ gıçlarının Asya ve Afrika'nın milyonlarca nüfusu arasında yayılması bu kıtaların çehresini değiştirmektedir; gelecekte neler olup bitecegini bugünden göreınem, ama dünya tarihi­ nin perspektifi içinde, bu durumu, gitgide ilerleyen bir geliş­ meden başka bir şey sayınama izin verecek herhangi bir yar­ gılama ölçütü bilmiyorum. Bu olayların sonucunda dünya213 nın degişen biçimi, dünya işlerinde Ingiltere'nin kesinlikle , belki de Ingilizce konuşulan ülkelerin bütünün, agırlıgın ­ da göreli bir düşüşü yanı sıra getirmiştir. Fakat, göreli dü ­ şüş mutlak düşüş değildir; beni rahatsız eden ve telaşlandı­ ran, Asya ve Afrika'daki ilerlemenin hızı değil, bu ülkedeki -ve belki başka yerlerdeki de- başat grupların, bu gelişme­ leri gönnezliktcn gelmeleri ve bunlar karşısında kuşkulu bir hoşgörü ile lütfen tenezzül arasında gidip gelen bir tutum benimseycrek, felce uğratıcı sonuçlar verecek biçimde geç­ mişe bir özlem duyma eğilimleridir. 20. yüzyıl devrimimizde aklın yayılması dediğim şeyin ta­ rihçi için özel sonuçları vardır; çünkü, aklın yayılması özün­ de, şimdiye kadar tarihin dışında kalmış grupların ve sınıfla­ rın, halkların ve kıtaların tarihe ginneleri demektir. Ilk ko­ nuşmamda Ortaçağ tarihçilerinin Ortaçağ toplumuna dinin gözlükleriyle bakma eğilimlerinin, kullandıkları kaynakla­ nn salt dini olma özelliğiyle ilgili bulunduğunu öne sürmüş­ tüm. Bu açıklamayı biraz daha geliştirmek istiyorum . Şüp­ hesiz biraz abartılarak, ama sanırım dogru olarak, Hıristi­ yan kilisesinin "Ortaçağ'ların tek akli kurumu" oldugu söy­ lenmiştir. 8 Tek akli kurum oldugu için tek tarihi kuruındu da; bu, tarihçinin kavrayabilecegi tek akli gelişme sürecinin konusu olmaktaydı. Dünyevi toplum kilise tarafından kalıp­ landınlmı.ş ve örgütlenmişti, kendine özgü akli bir yaşantı­ sı yoktu. Insan yığınları, tarih öncesi insanları gibi, tarihten çok, dogaya bağhydılar. Çağdaş tarih, giderek daha çok insa­ nın toplumsal ve siyasal bilinçlilige erişmesiyle, her biri ken­ di gruplarının, bir geçmişi ve bir gelecegi olan tarihi birimler olarak bilince vararak tarihe tam olarak girince başlar. Top­ lumsal, siyasal ve tarihi bilinçliligin nüfusun çoğunluğuna benzer bir şeye yayılmaya başlaması, en çok son 200 yıl için­ de olmuştur. Bütün dünyayı tam anlamıyla tarih içine girmiş 8 214 A. von Marıin, The Sociology of ıhı: Renaissance, Ingilizce çev., 1945, s. 18. ve aruk sömürge yöneticisi ya da anLropologun değil tarihçi­ nin ilgi konusu olan insanlardan oluşan bir şey diye imgele­ rnek bile ancak bugün ilk kez mümkün olmaktadır. Bu, bizim tarih anlayışımızda bir devrimdir. 18. yüzyılda tarih hala bir seçkinler tarihiydi. 1 9 . yüzyılda Ingiliz tarihçi­ leri ağır aksak ve zaman zaman bütün ulusal topluluğun ta­ rihi biçiminde bir tarih görüşüne doğru ilerlemeye başladı­ lar. Biraz sıradan bir tarihçi olan j .R. Green, ilk the English Peopl e ı ' (History of (İngiliz Halkının Tarihi) yazarak ün ka­ zandı. 20. yüzyılda her tarihçi , hiç değilse bu görüşten ya­ naymış gibi gözükmektedir; uygulama, ileri sürülen görü­ şün gerisinde kalınakla birlikte, ben, bu eksiklikler üstünde durmayacağı m. Çünkü, tarihçiler olarak, bu ülkenin dışında ve Batı Avrupa'nın dışında tarihin genişleyen ufkunu hesa­ ba katınama kusurumuzla daha çok ilgileniyorum. 1 896 yı­ lında yazdığı raporda, Acton evrensel tarihten "bütün ülke­ lerin tarihlerinin toplamından farklı" bir şey diye söz eder. Ardından şunları söyler: { Evrensel tarih) ulusların ikincil önemde olduklan bir art ardalık sırası içinde hareket eder. Onların öyküsü, kendi ulusal tarihlerini yazma uğruna değil, insanlığın ortak ka­ derine katkılarının zamanına ve ölçüsüne göre, daha yük­ sek bir art ardalık dizisine ilişkin ve bağlı olarak anlatıla­ caktır.9 Gerek bile yoktur ki, herhangi bir ciddi tarihçinin ilgi ko­ nusu, onun kavradığı biçimde evrensel tarihtir. Bu anlamda evrensel tarihe yaklaşımı kolaylaştırmak için şu anda ne ya­ pıyoruz? Bu konuşmalarda, bu üniversitede (Cambridge) tarih eği­ Limine değinmek niyetinde değildim: Fakat, bu, anlatmak istediğim şey bakımından bana öyle çarpıcı örnekler sağ9 Caınbridg� Modem Hisıory: Iıs Origin, Auıorship and Producıion, 1907, s. 14. 215 lamaktadır ki, ısırganı avuçlamaktan çekinmem korkaklık olurdu. Geçen 40 yılda Birleşik Devletler tarihine dersleri­ mizde büyük bir yer ayırdı k. Bu, önemli bir ilerlemedir. Fa­ kat, bunun şöyle bir tehlikesi var; ders programlarımızda za­ ten ölü bir el gibi ağırlığını hissettiren Ingiliz tarihinin dar görüşlülüğünü, Ingilizce konuşulan dünyanın dar görüşlü­ lüğü gibi, daha sinsi, ama eşit ölçüde tehlikeli bir dar görüş­ lülükle pekiştirmek türünden bir tehlikeyi beraberinde ge­ tirmiştir. Son 400 yıl içinde I ngilizce konuşulan dünyan ın tarihi, hiç şüphesiz, tarihte büyük bir yer tutmaktadır. Fa­ kat, bunu evrensel tarihin merkezi ve başka her şeyi de onun çevresi saymak kötü bir bakış çarpıkhğıdır. Bir üniversitenin görevi , bu tür yaygın çarpıklıkları düzeltmektir. Bu üniver­ sitedeki çağdaş tarih bölümü, bana öyle geliyor ki, bu görevi yerine getirmekte yetersiz kalmaktadır. Bir öğrencinin Ingi­ lizceden başka çağdaş bir dil hakkında yeterli bir bilgisi ol­ madan, bellibaşlı üniversitelerden birinde tarih okumasına izin verilmesi kesinlikle yanlışur; Oxford'da eski ve saygıde­ ğer bir disiplin olan felsefe dalında, bu dalda çalışanlar ba­ sit, günlük Ingil izceleriyle işlerine pek güzel devam edebile­ cekleri kararını verdikleri zaman, bu disiplini n başına gelen­ lerden ibret dersi alalım. Ö ğrenciye herhangi bir Kıta Avru­ pası ülkesinin çağdaş tarihini incelemesi için ders kitabı dü­ zeyinin üstünde hiçbir imkan sunulmaması, elbette yanlış­ tır. Asya, Afrika ya da Latin Amerika'da olanlar hakkında bi­ raz bilgi sahibi bir öğrencinin, bu bilgisini halihazırda bü­ yüleyici "Avrupa'nın yayılması" biçiminde 1 9 . yüzyıla öz­ gü süslü bir başlıkla bir ödevde sergileme imkanı pek azdır. Başlık, yazık ki içindekilere uygundur: Öğrenciden önemli ve iyi belgeli tarihleri olan Çin ya da Iran gibi bir ülke hak­ kında herhangi bir şey bilmesi istenmez, yalnızca, Avmpalı­ lar bunları almaya kalkışınca neler olduğunu söylemesi bek­ lenir. Bana anlatıldığına göre, bu üniversitede Rus, Iran ve 216 Çin tarihi üstüne dersler verilmektedir fakat, tarih fakültesi­ nin üyelerince degil . Beş yıl önce yapugı açış konuşmasında bir Çince profesörünün dile getirdigi "Çin insanlık tarihinin ana ırmağının dışında düşünülemez" fikrini, Cambridgeli tarihçiler duymazlıktan gelmişlerdir. Cambridge'de son 1 0 yı l içinde ortaya konan v e gelecekte pekala e n büyük tarihi eser sayılabilecek bir çalışma, tarih bölümünün büsbütün dışında ve bu kürsüden hiçbir yardım alınmadan yazılmış­ m: Dr. Needhan'ın Science and Civilization in Chiııa ( Çin'de Bilim ve Uygarlık) kitabını kastediyorum. Bu, düşündürücü bir durumdur. Bunların 20. yüzyılın ortasındaki şu yıllarda, öteki Ingiliz Üniversitelerinin çoğunun ve genel olarak Ingi­ liz aydınlarının özelligi olduguna inanmasaydım, bu iç so­ runları kamuoyunun gözü önüne sermeye kalkmazdım. Vi­ ctoria çagtna özgü şu hayat "Manş'da fırtınalar var - Kıta ya­ lıtlandı" alaylı sözü, bugünkü duygulara da rahatsız edici bir biçimde uygun düşmektedir. Fırtınalar bir kez daha dünya­ nın ötesini altüst etmektedir; ve Ingilizce konuşulan dünya­ da birbirimize sanlıp, sade günlük lngilizcemizle, öteki ül­ keler ve öteki kıtaların acayip davranışları yüzünden, bizim uygarlıgımızın nimetlerinden ve inayetlerinden yararlana­ nıadıklarını anlatırken, bu bazen, anlama yeteneksizligimiz ya da isteksizligimizle, kendimizi dünyada gerçekten neler olduğundan yalıtıyormuşuz gibi görünmektedir. lik konuşmamın açış cümlelerinde, 20. yüzyılın ortasında­ ki yıllan, 19. yüzyılın son yıllanndan ayıran görünüşteki ke­ sin farklılıga dikkat çekmiştim. Konuşmalarıının sonunda bu karşıtlık üstünde biraz daha dunnak istiyorum; bu bağlamda "liberal" ve "tutucu" kelimelerini kullanırsam, bunları Ingi­ liz siyasal partilerinin adları anlamında kullanmadıgım açık­ ça anlaşılacaktır. Acton, ilerlemeden söz ederken, yaygın In­ giliz "tedricilik" ("derece derece gelişme") kavramı çizgisin­ de düşünüyordu. Onun 1887 tarihli bir mektubuncla, "Dev217 rim ya da bizim Liberalizm dediğimiz şey" sözleri gibi çarpı­ cı bir ifade kullanılmıştır. Çağdaş tari h üstüne lO yıl sonraki bir konuşmasında, Acton "Çağdaş ilerlemenin yöntemi, dev­ rimdi" der; bir başka konuşmasında, "devrim dediğimiz ge­ nel fikirterin ilerlemesi"nden söz eder. Bu, yayımlanmamış el yazması notlanndan birinde şöyle açıklanmaktadır: "Whigler uzlaşmayla yönethıişlerdir; Liberaller fikirlerin egemenliği­ ni başlatmışlardır."10 Acton, "fikirlerin egemenliği"nin libera­ lizm anlamına geldiğine ve liberalizmin de devrim olduğuna inanmıştı. Acton, yaşadığı sırada liberalizm toplumsal değiş­ menin bir dinamiği olarak gücünü henüz tüketmemişti. Gü­ nümüzde, liberalizmden arda kalan ne varsa her yerde, top­ lumun tutucu bir ögesi haline gelmiştir. Bugün, Acton'a geri dönmeyi öğütlernek anlamsız olur. Fakat, tarihçi, birinci ola­ rak Acton'un durduğu yeri saptamak, ikinci olarak onun ko­ numunu çağdaşı düşünürlerinkiyle karşılaştırmak, üçüncü olarak da onun tutumundaki ögelerden hangilerinin bugün hala geçerli olduğunu araştımıakla ilgilidir. Acton'un kuşağı, şüphesiz aşırı bir kendine güven duygusu ve iyimserliğin ezici etkisi altındaydı ve bu güvensizliğin dayandığı yapının her an çökebilecek niteliğini yeterince sezememişti. Fakat, bu inan­ cm içinde bugün fena halde gerek duyduğumuz iki şey bulu­ nuyordu: Tarihte ilerletici bir etmen olan bir değişme duygu­ su ve bunun karmaşıklıklannı anlamak için bize yol göstere­ cek olan akla inanç . 10 Bu alıntılar için Acton. Selcctions from Corre5pondarıcc. 1 9 1 7 . s. 278; leclurts 4, 32; Elya:ı:ma.1 ı 4949 ( Cambridge Üniversitesi Ki­ ıaplııtnda) bakınız. Yukanda alınt ı verilen 1 887 tarihli mektubunda Acıon. es­ ki "Whigler"den yeni "Whiglcr"e dogru geç*in "buluncun bulu nuşuyla" işa­ reıle ndigini söylemektedir: Burada "bulunç" besbelli ki "bilinç"liligin gelişmc­ siyle bir arada dUşunillmuştür ( 1 O. sayfaya bakınız) ve "Cikirierin egemenligi­ ne" denk düşmektedir. Stubbs da çagdaş tarihi Fransız Devrimi'yle iki dlıneme ayırmışıır: "Ilki bir iktidarlar, güçler ve hanedanlar ıarihidir; ikincisi ise içinde. fıkirlerin hem haklar hem de formullerin yerini aldıgı bir tarihtir." W. Stu b­ bs. Srventeen lcctures oıı the Study of MediaC\•al anıl Modcnı History, 3. basım, 1900, s. 239. on Modern History, 1906. s. 218 Şimdi, l 950'lerin bazı seslerine kulak verelim. Daha ön­ ceki bir konuşmamda Sir lewis Naınier'in "somut sorun­ lar" için "pratik çözümler'' aranırken "programların ve ide­ allerin her iki parti tarafından da unutulmakta" oldugu yo­ lundaki sözlerini ve bunu "ulusal olgunluğun" bir belirtisi diye anlatarak hoşnutluğunu açıklayışını aktarmıştım. 1 1 Bi­ reylerin ömrü ile uluslannki arasında benzetmeler yapmak­ tan hoşlanmam; böyle bir benzetmeye başvurulursa, insa­ nın "olgunluk" aşamasından sonra neyin geldiği sorusu ge­ lir. Fakat, burada beni ilgilendiren şey, övülen pratik ve so­ mut ile kınanan "programlar ve idealler" arasında çizilen karşıtlıktır: Pratik eylemi idealistçe teorisyenliğin üstünde yüceltmek, elbette, tutuculugun damgasını taşır. Namier'in düşüncesine göre, bu, 18. rüzyıhn I I I . George'un tahta çıkı­ şı sırasındaki İngiltere'nin sesini temsil etmektedir ve yakla­ şan Acton'un devrimiyle , fikirlerin egemenliğinin saldırısı­ na karşı koymaktadır. Fakat, bu kopkoyu tutuculugun kop­ koyu bir fenomenalizm biçiminde aynı bildik anlatımla di­ le getirilmesi günümüzde de çok yaygındır. Bunun en yay­ gın biçimi Profesör Trevor-Roper'in şu sözünde görülebilir: "Radikaller yenginin kesinlikle kendilerinin olduğunu hay­ kırdıkları zaman, sağduyulu tutucular onların burunlarının üstüne üstüne vururlar."12 Profesör Oakeshott modaya uy­ gun fenomenalizmin daha gelişmiş bir çeşidini sunar: Siya­ sal ilgilerimiz içinde, demektedir, biz, "ne bir başlangıç ye­ ri, ne ulaşılacak bir hedef olan" ve biricik emelimizin ancak "teknenin omu rgasını dik tutup suyun üstünde kalmak" ol­ duğu "sınırsız ve dipsiz bir denizde yelken açarız. " 1 3 Siyasal "ütopyacıhğı" ve "mesihciliği" reddeden yeni yazarlan sıra­ lamayı sürdürmeme gerek yok; bunlar, toplumun geleceği l l Bkz. yukarıda 2. Bölüm. 12 Encounı.-r. 7, No. 6. Haziran 1957, s. 17 . 13 M. Oake.shoıı. Poli!ical Educaıion, 1951. s. 22. 219 üstüne ilerilere uzanan radikal fikirleri aşagılamak için son zamanlarda pek geçer akçe terimler olmuşlardır. Tarihçiie­ rin ve siyasal teorisyenlerin tutuculuğa baglılıklanm açıkça ilan etmekte bu ülkedeki meslekdaşlanndan daha az çekin­ gen davrandıkları Birleşik Devletler'deki son egilimlerden söz etmeye de kalkışmayacagım. Yalnızca, Amerikalı tutucu tarihçileri n en ileri geleni ve en ılımlısının, Harvard'dan Pro­ fesör Samuel Morisan'un sözlerini aktaracagım. Morison, Aralık 1 950 yılında Amerikan Tarih Dernegi'nin başkanlı­ gına seçildiği zaman yaptığı konuşmada "Jefferson-jackson­ F.D. Roosevelt çizgisi" dediği şeye karşı çıkma zamanının geldiğini ileri sürerek, "aklı başında bir tutucu bakış açısın­ dan yazılmış bir Birleşik Devletler tarihi" dilemiştir. 14 Fakat, en azından Büyük Britanya'da, bu sakıngan tutucu görüşü en açık ve uzlaşmasız biçimde bir kere daha dile ge­ tiren Profesör Popper'dir. Namier'in "programları ve ideal­ leri" reddetmesini yankılayarak, "belirli bir plana göre ' top­ l umun bütünü'nü sözüm ona "yeniden şekillendirme" ama­ cını güden politikalara saldınr, "bölük pörçük yapısalcılık" dediği şeyi över ve besbelli ki "bölük pörçük onarıcılık" ve "karışıklık içinde el yordamıyla yürüme" suçlamalarından da çekinmez . 1 5 Aslında, bir noktada Profesör Popper'i say­ gıyla selamlarnam gerekir. Aklın saglam bir savunucusu ola­ rak kalır ve eski ya da yeni akıl dışılık akımiarına kendisi­ ni kaptırmaz. Fakat, "bölük pörçük yapısalcılık" konusun­ daki öğütlerine bakarsak, akla verdigi rolün ne kadar sınır­ lı olduğunu görürüz. "Bölük pörçük toplumsal yapısalcı­ lık" için onun verdiği tanım her ne kadar açık değilse de, bi­ ze "amaçlann" eleştirisinin dışarıda bırakıldığı özellikle an­ latılmıştır; uygun bulduğu eylem türlerine verdiği sakınma­ lı örnekler -"anayasa! reform" ve "daha büyük bir gelir eşit14 American Hisıorial Reviı:w, No. 1, 6, No. 2, Ocak 1951, s. 272-73. 15 220 K. Popper, Thı: Pcıvcrt_y of Hisıoricism, 1957, s. 67, 74. liği eğilimi"- bugünkü toplumumuzun varsayımları içinde işlemesinin düşünüldüğünü açıkça göstermektedir. 16 Profe­ sör Popper'in şeyleri sıralamasında, aklın konumu, gerçekte, iktidardaki hükümetin poli tikasını uygulamakla, hatta bun­ ların daha iyi işlemesi için uygulamaya ilişkin düzeltmeler önennekle görevli olan, fakat bunların temel varsayımlarını ve nihai amaçlarını soruşturmaya yetkisi olmayan bir ingi­ liz kamu görevlisinin durumuna benzer. Bu, yararlı bir çalış­ madır: Ben de bir zamanlar kamu görevlisiydim. Fakat, ak­ lın, verilmiş olan düzenin varsayımianna böyle uyması , ba­ na, uzun vadede bütünüyle kabul edilmez bir şey olarak gö­ rünüyor. Insan işlerinde ilerleme, ister bilimde, ister tarihte, ister toplumda olsun, insaniann yalnızca şeylerin yapılmak­ ta olduğu biçimi bölük pörçük düzeltmekle ilgilenmeleri so­ nucunda değil, o sırada şeylerin yapılma biçimine ve bunun dayandığı açık ya da kapalı varsayımiara akıl adına temelden karşı çıkmaya cesurca hazır olmalarıyla gerçekleşmiştir. İn­ gilizce konuşulan dünyada tarihçilerin ve sosyologların ve siyaset düşünürlerinin bu ödevi yerine getirmek için cesa­ retlerini yeniden kazanacaklan zamanı bekliyorum. Aslında beni en çok rahatsız eden, Ingilizce konuşulan dünyadaki aydınlar ve siyaset düşünüderi arasında akla olan inancın azalması değil, sürekli hareket halinde bir dünya üs­ tüne kapsamlı anlayışın kaybedilmesidir. Bu, ilk bakışta pa­ radoksal gibi gözüküyor; çünkü, çevremizde değişme hak­ kında yüzeysel de olsa bu kadar çok konuşulduğu az du­ yulmuştur. Fakat, anlamlı olan, değişmenin artık bir başarı, bir imkan, bir ilerleme değil de, korkulan bir şey olarak dü­ şünülmesidir. Siyaset ve iktisat bilginlerimiz bize akıl vere­ cek olduklarında, devrim kokan her şeyden sakınmamızı ille de ilerlememiz gerekiyorsa- mümkün olduğu kadar ya­ vaş ve sakınarak ilerlememiz için bizi uyarmaktan başka su16 lbid, s. 64. 68. 221 nacak bir şeyleri yoktur. Dünyanın biçimini son 400 yıl için­ de oldugundan çok daha hızlı ve radikal bir şekilde degiştir­ digi şu anda, bu bana çarpıcı bir körlük gibi gözükmekte­ dir; bu, dünya çapındaki hareketin durdumlacagı degil, bu ülkenin -belki Ingilizce konuşulan öteki ülkelerin de- ge­ nel bir ilerlemenin gerisinde kalabilecegi ve umutsuzca ya­ kınmadan bel li bir geçmiş özlemine sapabilecegi tahminine hak kazandırmaktadır. Ben kendi payıma, hala iyimserim ; Sir Lewis Namier beni programlar ve ideal'lerden çekinmem için uyarsa, Profesör Oakeshott bana belli bir yere gitmedi­ girniz ve önemli olan tek şeyin hiç kimsenin tekneyi salla­ mamasmı saglamak olduğu söylese, Profesör Popper bölük pörçük yapısalcılıkla o eski T -modelinin yola devam etmesi­ ni istese,17 Profesör Trevor-Roper haykıran radikallerin bu­ runlannın üstüne vursa, Profesör Morison tarihin aklı ba­ şında bir tutucu anlayış içinde yazılmasını dilese, onlar bun­ ları isteyedursunlar, ben karışıklık içinde bir dünyaya, sancı içinde bir dünyaya bakmaya devam edecegim ve onlara bü­ yük bir bilim adamının çok kullanılmış sözleriyle cevap ve­ recegim: "Gene de - dönüyor." 17 Ford'un ilk seri imalaı olarak piyasaya çıkardıgı 1927 modeli oıomobil. 222 E . H . CARR' I N DOSYALA R I N DAN TARiH NED iR ?' I N I KI N CI BAS K I S I I Ç I N N OTLAR R . W . DAVIES Kasım l 982'de ölümünden birkaç yıl öncesinden beri Carr Tarih Nedir?'in yeni basımı için ciddi bir hazırlık içindeydi. l96 l'deki ilk baskıdan sonra geçen yirmi yılı niteleyen insa­ ni gelişmelerin yenilgisinden aldıgı cesaretle Carr önsözün­ de yeni çalışmanın amacını "iyimser olmasa da her koşul­ da mantıklı ve dengeli bir gelecek görüşüne tutunmak" di­ ye belirtir. Sadece önsöz yazılmıştı . Fakat Carr belgeleri arasında 196 1 baskısıyla ilgili mektup ve görüşlerle dolu bir zarfla büyük bir kutunun içinde "Tarih-Genel; Nedensellik-Deter­ minizm-Gelişme; Edebiyat ve Sanat; Devrim Teorisi ve Şid­ det; Rus Devrimi; Marksizm ve Tarih; Marksizmin Gelece­ gi" başlıklarını taşıyan yanın düzine dosya vardı . tkinci bas­ kıyı tamamlamadan önce belli ki daha fazla iş bitirme niye­ tindeydi. Dosyalar henüz taslaklannı bile yazmadığı pek çok kitap ve makalenin başlıklannı taşır. Ama kısmen kullanıl­ mış bazı malzemeler de bu dosyaların içindedir: işaretlen­ miş ayrı basımlar ve gazetelerden yırtılmış makaleler, irili ufaklı kağıtlara yazılmış notlar. lsaac Deutscher, lsaiah Ber223 lin, Quentin Skinner ve diğerleriyle tarih felsefesi ve meto­ dolojisi üzerine yazışmalan da belli ki yeni baskıda kullanıl­ mak maksadıyla bu dosyalardadır. Bazılan d.aktilo edilmiş ya da elle yazılmış notlann cümleler ya da paragrafiar için ilk taslaklar olduğu anlaşılmaktadır. Tasarlanan yeni baskı için hiçbir plan hazır değilse de bir notta şöyle belirtiliyor: Tarihin Kargaşası lstatisliğin Psikolojinin Atağı Yapısalcı/ık Edebiyatın Dilbilimin Atağı Ütopya vs. [başka bir kağıua: "Son bölüm Ütopya Tarihin Anlamı"] Görünüşe göre Carr, Tarih Nedir?'de var olan bölümleri eleştirilere cevaplar ve kendi iddiasını örneklerle açıklayan ve tekrar gözden geçiren ilave materyallerle genişletmenin yanı sıra ilk baskıda ihmal edilmiş ya da yeterince ele alın­ mamış başlıklarla ilgili yeni bölümler yazmak niyetindeydi. Kapsamlı açıklamalanna ve tasiaklanna bakıldığında, gün­ cel hoşnutsuzluklanmız ve uğruna çaba harcamamız gere­ ken dünya hakkında yepyeni bir kilap çıkacak gibidir. Belki de tarihin anlamı hakkında kendi görüşlerini ve mevcut si­ yasi meselelere dair geleceğe bakışını eski yazılarından da­ ha dolaysız biçimde yansHacak altıncı konuşması "Genişle­ yen Ufuklar"ın yerıiden kaleme alınmış bir yorumunu yaz­ ma. yeni bölümler ama mutlaka son bir bölüm yazma niye­ tinde olduğu anlaşılıyor. 224 Carr, tarihçi ve olgulan ile tarihçi ve toplum üzerine ilk iki konuşmasında görüşlerini gözden geçirmeye belli ki pek ge­ rek görmemişti. Tarihsel gerçeklige ampirik yaklaşım iddia­ lannın yaniışına bir örnek olarak, "işlevlerini kendi dönem­ lerinin olgulannı vicdanlı bir doğruluk ve adaletle toparia­ yıp kaydetmekten fazla görmeyen modern tarihçiler ekolüne" methiyeler düzen ünlü bahriyeli tarihçi Roskill'den alıntı ya­ pıyordu. Carr'a göre bu gibi tarihçiler iddia ettikleri gibi dav­ randıklan sürece Aıjantinli romancı Borges'in kısa öyküsün­ deki (Funes the Memorious [Bellek Funes J ) kahramana ben­ ziyorlardı . Funes gördüğü, duyduğu ya da yaşadığı hiçbir şe­ yi unutmaz ama sonuçta "hafızam bir çöplük yıgınından iba­ ret" der. Funes'ta "düşünme yetisi pek yoktur", çünkü "dü­ şünmek farklılıklan unutmak, genellemek, soyutlamalar yap­ mak demektir."1 Carr tarihte ve sosyal bilimlerde ampirizmi "bütün problemierin bazı bilimsel değer yargı-sız metodann uygulanarak çözülebileceği, yani nesnel bir doğru çözüm ve buna ulaşma yolu oldugu inancı -fen bilimindeki varsayımia­ nn sosyal bilimlere uyarlanması-" diye tanımlıyor ve reddedi­ yordu. Carr, ampirik tarihçilerin velinimeti Ranke'ye olayları, toplumlan ve kurumlan birinden diğerine ilerleyen bir süreç yerine bir derleme gibi sunmasından ö türü Lukacs'ın bir tarih karşıtı gözüyle baktıgını belirtiyordu. Lukacs'ın deyişiyle "ta­ rih egzotik hikayelerden bir demet haline geliyordu".2 Carr'ın notları ampirizme saidıracak sağlam dayanak­ lar içeriyor. G ibbon en iyi tarihin ancak bir ilişki sistemi­ ne hükmeden olgulan birbirinden ayırabilecek tarihçi-filo­ zof tarafından yazılabilecegine inanıyordu:3 "olgulan araş­ tınrken felsefe bilimini de işin içine katan ilk tarihçi" sıfaı ]. L Borgcs, A Personal Anıhology (1972) s. 32-3. 2 G. Lukacs, Tlıe Hisloıical Novel 1 Tarihsel Roman, çev. Isınail Do�an, Epos 3 Edward Gibbon, Essai sur l'ctudc d� la liıtcraıurt ( 1 76 ı ). Yayınlan. Ankara, 20 1 0 1 . (1962) s. 1 76, 182. 225 tıyla Tacitus'a minnettarlığını dile getiriyordu.4 Vico il cer­ to (olaylara dayanarak gerçek olan) ve il vero ayrımını geti­ riyordu; Il certo, yani coscieııza [ bilinç! nesnesi bireye malı­ sustu. Il vero yani scienza [ bilim i nesnesi ise geneldi.5 Carr son zamanlardaki Ingiliz siyaset ve tarih metinlerindeki za­ yıflığı ve sığlığı "Marx'ı ingilizce konuşulan dünyanın düşü­ nüderinden kuvvetle ayıran" tarihsel metottaki farklılıklara dayandırıyordu: Ingilizce konuşulan dünyanın gelenegi kökten ampirik. Olgular kendi adına konuşuyor. Belli bir konu "kendi de­ gerleri üzerinden" tartışılıyor. Konular, olaylar. dönem­ ler açıklanmamış ve muhtemelen bilinçsiz bazı baglanula­ rm ışıgmda tarihsel araştım1a için soyutlanıyor. . . Bunların tümü Marx'a bütünüyle zll sayılırdı. Marx ampirik degildi . Bütünü ele almadan bir parçayı, önemine deginilmeden ol­ guyu, neden sonuç ilişkisinden söz etmeden bir olayı, genel duruma baglamadan belli bir krizi araştırmak Marx'a yavan bir alışıırma gibi görünürdü. Bu farkın tarihsel kökenieri var. İngilizce konuşulan alem boş yere bu kadar inatla ampirik olmadı. Katı kuralla­ ra dayanan, kimsenin ehliyetinin sorgulanmak istenmedi­ gi bir toplumsal düzende ampirizm ufak tefek bakım ona­ rım işlevini gönir... Bu dünya düzenine en mükemmel ör­ nek 19. yüzyıl lngilteresidir. Fakat her tür kuruma meydan okundugu ve bizim kılavuz eksikligindcn bir krizden di­ 6 gerine savruldugumuz bir çagda ampirizm yeterli gelmez. Her koşulda ampirizm denilen şeyin perdesi bi linçsiz ayıklama ilkesinin üstünü önmeye yarar. Carr'ın sözleriyle 4 Gibbon, Duline and ıhr Fal! of Roman Empirc, Bury (ed.), c ı 909) bol. 9, s. 230. 5 G. Vica, Principj di scicn:ı:a nuovo { 1 744) Kitap I, IX ve X, adıyla çevrilmiş ( 1968) paragraf 1 37, 321 6 Notları arasında daktilo edilmiş bu paragraf Fronı Napolcon to Stalin içinde Carr'ın Lukacs üzerine makalcsidir. 226 G. Vico's Nrw Scicncc "Tarih insan aklını oluşturan özel bir kavrayışur: her tarihçi bilse de bilmese de böyle bir kavrayışa sahiptir." Carr Tarih Nedir?'de olguların tarihçi tarafından seçilip yonımlanması­ nın etkisine, onu öğrencilik yıllarından beri cezbeden bu in­ sanlık dummuna özel bir ilgi göstermişti. Yeni baskı için al­ dığı notlar tarihsel bilginin göreliliğini daha fazla ömeklen­ dirir. Herodot Pers Savaşlarında oynadığı rolde Atina'nın egemenliğini ahlaki bir hak saymıştı. Ye düşünen Yunanlı­ Iann ufuklarını genişletmeleri gerektiğini gösteren bu savaş­ lar, Herodot'u insanları ve mekanları daha fazla sorgulama­ ya sevk etmiştj_ l Arapların tarihe bakışı göçebe hayat tarzına yakınlığın güçlü etkisi alundaydı. Araplar tarihi sürekli ve döngüsel bir süreç gibi görüyorlardı. Yahalarda ya da kent­ lerde yaşayanlar bedevilerin istilasına uğrar, aniann yerle­ şimleri de çölden gelen yeni bir dalganın istilasıyla bozguna uğrardı, çünkü Arap tarihçilere göre yerleşikliğin doğurdu­ ğu lüks hayat medeni insanları barbariara karşı zayıf düşü­ rürdü. Bunun aksine 18. yüzyıl lngilteresi'nde Gibbon tarihi döngüsel değil fakat zaferiere dayalı bir ilerleme olarak gö­ rüyordu: onun ünlü sözleriyle "her çağ gerçek refahı, mutlu­ luğu, bilgiyi ve belki de insan ırkının erdemlerini arttırmıştır ve hala arttırınayı sürdürmektedir." Ye Gibbon tarihe, uzun zamandır yerleşik uygarlıklardaki kendinden emin egemen sınıfların açısından bakıyordu. Avnıpa'nın barbarlardan ko­ runduğunu çünkü "fethe gelmeden önce barbarlıklarından vazgeçmeleri gerektiğini" söylüyordu. Carr devrimci dö­ nemlerin, tarih araştırmalannda devrimci bir etki yarattığını belirtir: "tarihe ilgi uyandırmada devrim gibisi yoktur." 18. yüzyıl Ingiliz tarihçileri şan lı 1 688 devriminin zafer neşesin­ den doğmuşlardı. Fransız Devrimi "değişmez insan doğası anlayışına dayanan Fransız aydınlanmasına tarih dışı bakı­ şı" yavaş yavaş sildi. Bunun gibi hızlı değişim dönemlerinde 7 Tlır Greclı Hisıorians. M. 1. Finley (ed.), ( 1 959) Giriş, s. 4, 6. 227 tarihsel bilginin göreliligi büyük ölçüde fark ediliyordu. Ma­ caulay, " 1 789 Devrimi hakkında 1 794'te, 1804'te, 1 8 1 4'te ve I 834'te hala aynı fikirleri koruyan bir kimse ya kendisi­ ne vahiy gelmiş bir peygamber ya da katıksız aptal olmalı­ dır," sözleriyle çagdaşlarına sadece bilinen bir gerçegi tek­ rar ediyordu.8 Tarihsel bilginin göreliligi düşünüldügünde, nesnel tari­ hin var oldugu nasıl söylenebilir? Tarih Nedir?'de Carr hiç­ bir tarihçi kendi degerierinin tarihin ötesinde bir nesnel­ lik taşıdıgını iddia edemese de, "nesnel" bir tarihçinin "top­ lum ve tarihteki sınırlı konumundan sıynlabilen, kendi ge­ lecek görüşünü geçmişe daha derin ve daha kalıcı bir içgörü edinecek biçimde yansıtabilen" kişi oldugu söylenebi lir. Ta­ rih Nedir?'e getirilen çogu eleştiride onun "nesnellik" algısı­ na şiddetle itiraz edilmiş ve nesnel tarihçinin kendi yerleşik fikirlerine rağmen yargılarını kanıta dayandıran kişi olduğu geleneksel görüşü savunulmuştur. Carr bu eleştiriyi ciddiye almamıştır. Sovyet Rusya Tarihi çalışmasında, başka tarihçi­ lerin sıklıkla Carr'ınkilere karşıt yorumlarını destekiernekte başvurduklan kanıtlar sunarak geleneksel anlamda aşın bir "nesnellik'' sergiler. Ama böyle bir vicdanhhgı işinin erbabı bir tarihçinin zorunlu görevi sayar; buradan tarihçinin ka­ nıtlara yaklaşımının toplumsal ve kültürel çevresinin etki­ sinden bagımsız kalacağı anlamı çıkmaz. Bununla birlikte Carr biraz sakınarak, tıpkı toplumun ge­ lişmesindeki gibi tarih araştırmasında da ilerleme yaşandığı­ nı ve tarihsel bilgideki bu ilerlemeye giderek çoğalan bir nes­ nelliğin eşlik ettigini kabul etmeye hazırdı. Geçen iki yüzyılda tarihin kaydettiği büyük ilerlemeyi Tarih Nedir?'de dogrulu­ yor ve ufkumuzun tarih eliılerinden sıyrılıp tüm dünya halk­ larının tarihine dogru geni.şledigini ilan ediyordu. Bismarck'm 8 228 G. Macaulay. Worlıs deneme yazısı ndan) ( 1898) viii, 43 1 (Sir james Mackinıosh hakkında bir başarılarının kendinden sonraki neslin tarihçileri tarafın­ dan değerlendirilmesini örnek göstererek 1 920'lerin tarihçi­ sinin 1 880'lerin tarihçisine kıyasla, bugünün tarihçisinin de 1920'lerin tarihçisine kıyasla nesnel yargıya daha yakın dur­ duğunu iddia (ya da kabul) ediyordu. Fakat sonra tarihçinin nesnellik ölçüsündeki mutlak bir öğenin böyle açıkça kabulü­ nü "tarihte nesnelliğin şimdi ve burada var olan sabit ve sarsıl­ maz bir yargı standardına dayanamayacağını ve dayarunadığı­ nı, ancak geleceğe yönelik bir standarda dayandığını ve tari­ hin akışı gibi evrildiğini" söyler. Tarihte nesnellik meselesiy­ le Tarih Nedir?'i tamamladıktan sonra da uğraşmaya devam ettiği görülür. Notlannda "gerçekdışı bir soyutlama" diyerek "mutlak ve zamansız nesnelligi" reddederken şöyle yazar: "ta­ rih, tarihçinin kabul ettiği mecburen bazı yorum öğeleri içe­ ren bazı prensip ve norrnlann ışığında geçmişe dair olgulan n seçilip düzenlenmesini gerektirir. Bu olmaksızın geçmiş sayı­ sız birbirinden bağunsız ve önemsiz olay karmaşası içinde eri­ yip gider ve tarih yazılır olmaktan çıkar." Tarih Ned i r? de ' Carr tarihsel nesnellik meselesine (bu bağlamda "nesnellik" terimini kullanmıyorsa da) başka bir açıdan daha bakıyordu. Tarih ve doğa bilimleri arasında­ ki yöntem benzerliklerini ve farklılıklarını incelemişti . Ben­ zerlikler farklılıklardan daha fazlaydı. Doğa bilimciler artık kendilerinin gözlemlenebilir gerçeklerden tümevarımla ev­ rensel yasalar oluşturabileceklerini değil, hipotez ve gerçek­ liğin etkileşimi vasıtasıyla keşifler yapabilece klerini düşü­ nürler. Ve tarih de tıpkı doğa bilimleri gibi bir zamanlar sa­ nıldığı gibi tekil olaylarla değil, tekil ve genel olayiann etki­ leşimiyle ilgilidir. Tarihçi kendini genellerneye adamıştır ve doğrusu "tarihçi aslen tekil olanla değil, tekilin içindeki ge­ nelle ilgilenir." Yeni baskı için Carr bilim metodolojisi üzerine çok sayı­ da not tutmuştu. Düşüncesinin ratası bu notlarda görülür. 229 Carr'ın bunlarla ilgili yazıya dökmedigi savlanna dair -ken­ di yorumumu eklemeden- bu notlardan bir seçki sunuyo­ rum. (Notları ayn ayn numaralandırmış bulunuyorum): ( l ) bilimsel gerçekligin formel y a d a mannksal kriterleri : Popper "asli" bilimin zamansız bir rasyonel prensiple ayın edildigine inanıyordu ... T. Kuhn rölativist yöntemlerin başansı lehine tek bir bi­ limsel yönteme karşıydı. Bilime bakışın statikten dinamige, biçimden işleve (ya da amaca) geçişi. Rölativizm (tek bir "bilimsel yöntem" yok) Feyerabend'i Yön teme Karşı yöneltiyor. 9 ( 1 975) ile rasyonalizmi toptan reddetmeye (2) Plato, Meno ne aradıgımızdan bihaberken soruşturma­ yı sürdürmek nasıl mümkün olabilir sorusunu atmıştı (pa­ ra 80d). "Biz topadayıcı malzeme görevi görecek gözlemleri uzunca bir süre sistemsizce biriktirmeden, zihinlerimizde saklı duran bir fikrin peşine düşmeden evvel ve aslında bu materyalierin teknik tanzimini yapmaya fazlasıyla zaman harcadıktan sonra, öncelikle bu fikri daha açık seçik göste­ rebilir ve bütün olarak bilgiyi sistemleştinneyi ana hatlany­ la başarabilir hale mi geliyoruz." Kant, Saf Aklın Eleştirisi ( 1 78 1 ) s. 835. Popper'ın ölçülebilir sonuçlar üretemeyen bir hipotezin önernsizligi tezi onaylanamaz (Dogal Seleksiyon) [bkz[ M . Polanyi, Encouııter, Ocak 1972, aşagıdakiler [de] buradan alıntı . . . 9 P. Feycrabend. Againsı Mcıhııd: Ouılinc of an Anarchisıic Thcory of Knowledge (1975) IYönıerııc Ka�ı. çev. Erıugrul Başer, Aynnıı yayınlani vardıgı sonuç; "tarihin temin eııigi zengin nıalzerueden" büıı:ın koşullar ve zamanlar için s:ıdece şu ıek prensip savunulabilir: "her şey mübah" (s. 27). 230 l925'te Einstein Heisenberg'e şöyle diyor: "Bir şeyi göz­ lemleyip gözlemleyemedigin kullandıgın teoriye baglıdı r. Neyin gözlemlenebilecegini teori belirler." (3) [W.F. Weisskoprun bir dersinden Carr tarafından işa­ retlenmiş] "Dünyanın kabugundaki tekLOnik e tkinlikterin belli alanlar [ daglar] oluşturmasını anlıyoruz ama ne M ount Blanc'ın neden bugün gördügümüz şekli aldıgını izah ede­ biliyoruz ne de bir sonraki patlamada Mount St. Helens'iıı neresinin çökecegini tahmin edebiliyoruz . . . " "Tahmin edilemeyen olayların meydana gelişi doga ka­ nunlarının ihlal edildigi anlamına gelmez." (4) D. Struik, Kısa Matemaıilı Tarihi 0 963) matematigin toplumsal kökenierinin yoklugunu gösteriyor. (5) Evrenin büyük patlamayla bir tür rastlantısallıkla baş­ layıp sonunun kara delikiere gömülerek gelecegi teorisi ça­ gın kültürel kötümserliginin bir yansıması. Rastlantısallık cehaletin tahta çıkmış halidir. (6) Kahtırnın baskın önemine inanmak, kazanılan nitelik­ lerin kalıtımla edinildigine inandıgınız sürece ilerici sayı­ lırdı. Bu kabul edilmediginde kahuma inanmak gericilik sayıl­ maya başlandı. C. E. Rosenberg, No Other Gods: On Science aııd Ameri­ can Social Tlı ouglı ı ( 1976) içindeki tartışmaya bakılabilir. [ özellikle s. 1 0 ] B u notlardan Carr'ın bilimsel bilginin göreliliğini önce­ den ileri sürdüğünden daha önemli bulduğu anlaşılıyor. Za­ man ve mekan doğa bilimcisinin teori ve pratiğine büyük et­ ki eder. Doğa bilimlerinde hipotezle somut materyal etkile231 şimi tarihteki genelleme ve olgu etkileşimini andınr. Geçerli bilimsel hipotezler ille de kendilerine sıklıkla atfedilen kesin öngörü niteliğini taşımazlar; bazı doğa bilimlerinde tarihçi­ nin genelleştirmelerine çok yakın dururlar. Tarih Nedi r?'de "Tarihte Nedensellik" bölümünde Carr tarihsel genelleştirmenin doğasını daha yakından ele almış­ tı. Tarihçi tarihsel bir olayın çeşitli nedenleriyle karşı karşı­ ya gelir ve "birbirleriyle ilişkilerini düzenieyecek bir süreç­ ler hiyerarşisi" oluşturmaya çalışır. Yeni baskı için notların­ da Carr, benzer bir görüşü benimseyen Montesquieu ve To­ cqueville'den pasajlar aktarır. Montesquieu nedenlerin "da­ ha genel bir etkileri olduğundan daha az keyfiyet taşıdıkla­ rını" söyler. "Böylece bir kişiye belli bir zihniyeti kazandıra­ nın ne olduğundan daha çok bir ulusa belli bir karakteri ka­ zandıranın ne olduğunu . . . tekil kişinin karakterini biçimlen­ direnden çok belli bir hayat tarzını benimseyen toplumların ruhunu biçimlendireni biliriz ."10 Tocqueville'in "eski ve ge­ nel nedenler" ile "özel ve güncel nedenler" 1 1 ayrımını Carr şöyle yorumlar: "Bu akla yatkın; genel uzun dönem demek­ tir; tarihçi öncelikle uzun dönemle ilgllenir." Çalışan tarihçi için tarihsel olayları uzun dönem, ge­ nel ya da önemli nedenler üzerinden açıklamaya çalışmak birdenbire tarihte rastlantı sorununu ortaya çıkarır. Taıih Nedi r ? de Carr rastlantıların tarihin akışını değiştirebilece­ ' ğini kabul etmiş ama tarihçinin önemli nedenler hiyerarşi­ si içine dahil edilmemeleri gerektiğini savunmuştu. Lenin'in erken ölümü 1 920'1erin Sovyet Rusya tarihinde rol oynadıy­ sa da diğer tarihsel durumlara uygulanabilecek mantıklı ve tarihsel öneme sahip bir açıklama sayılmak manasında olan10 "An Essay on Cause.s affec t ing Mincls and Characıcrs" Monıcsquicu Tlıı: Splriı of Laws [ Kanunların Ruhu Üztrine, çev. Fehmi Baldaş, Seç Yayın Dagıu m l içinde, cd. D. W. Carruıher.; ( 1 977) s. 4 ı 7 ll Bkz. A. de Tocqueville, De l"aııcicn rtgiınr (çev. S. Gilberı, 1966) [Eslıi Rejim ve Devrim, çev. 232 T urha n Jlgaz, Imge yayınları! ll, l ll , özellikle s. 1 60. ların "gerçek" nedeni değildi. Tarih Ned i r ? in yayınlanması­ ' nın ardından bu fikri daha da ileri götüren Carr, notlannda şöyle yazmıştı: "aslında tarih onu ciddi bir çalışma haline ge­ tirecek yeterlikteki kurallara tabidir, bu kurallar zaman za­ man dış olaylarla alt üst edilse bile." Rastlantı sorunu rastlantının bu özel durumunda, bireyin tarihteki rolünde özellikle güçlük yaratıyordu. Carr, Sovyet­ ler Birliği'nin gelişimi üzerine yaptığı çalışmasında Stalin'in iktidara yükseldiği yıllar için elbette görmezden gelemedi­ ği bu konuya tekrar tekrar dönmüştü. "Tarihte Birey" dos­ yası meseleyi daha geniş bir tarihsel bağlamda ele alır. Bi­ rey tutkusunu "elitist bir doktrin" sayar, çünkü "bireysellik ancak bireysel etmeni gayrişahsi bir kitlenin geçmişine kar­ şı kullanmak anlamına gelir." Özgür bireyin mutlak haklan üstünde aşın ısrarcılık entelektüeller arasında geniş destek bulmuştu. Bu görüşün l920'ler ve 30'lardaki baş savunucu­ su Aldous Huxley anlamı başlığında saklı Do As You Will ça­ lışmasında "Hayatın amacının . . . ona verdiğimiz amaç oldu­ ğunu" öne sürüyordu. "Ona ne anlam vermek istiyorsak an­ lamı odur . . . Her insan devredilemez haklarla kendi hayat felsefesinin temel önermelerine sahiptir. ''12 l 930'larda Sar­ tre'ın ses getiren Varlı ll ve Hiçlik eseri "kendi için" varlıkla ­ bireyin saf bilinci, mutlak özgürlük ve sorumluluk- "kendi içinde" varlık, maddi, nesnel bilinç-dışı dünya arasında bir ayrım getiriyordu. Bu aşamada "anarşizm çizgisi" ile (Sar­ tre'da hiç eksik olmayan) anti-Marksisıti. Ve l 960'1arda Di­ yalektik Aklıtt Eleştirisi Marksizmi "çağımızın en yüksek fel­ sefesi" diye tanıyor görünse de aslında Carr'a göre "onun va­ roluşçuluk, topyekün özgürlük, bireysellik ve öznellik usu­ lü Marksizm ile çelişkiliydi." Aynı şekilde Adorno bir yan­ dan Marx'tan etkilenirken "bireyi teknokraLik ve bürokratik bir dünyada ve aynca kapalı felsefi sistemleri olan bir dün12 A. Huxley, Do As You Will ( 1929), s. ı o ı . 233 yada tamamen boyun eğmekten kurtarmak istiyordu. CHe­ gel'in idealizmi , Marx'ın materyalizmi)". Freud'a göreyse bi­ reyin özgürlüğü uygarlığın eseri değildi; tam aksine uygarlık bireyi sınırlayan bir etkiye sahipti.13 Bireyin toplum tarafından engellendiği ve bu engellerden kurtanlması gerektiği iddiası, bir o kadar eski sayılabilecek, genelde Tarihte Büyük Adamiann büyük önem taşıdığında ısrar etme biçiminde kendini gösteren, aslında bazı bireyle­ rin toplum tarafından engellenıneden hareket edebildiği id­ diasıyla kısmen aynı temelden gelir kısmen ters düşer. And­ rew Marveli Cromwell için böyle bir rolü vurgulayarak ifa­ de ediyordu: 'Tis he ıhe force of scauered time conıracts And in one year the work of ages acts [ Dağılmış zamanın gücü elinde çözülüyor. Ve çağlann eseri bir yılda sahneleniyor.] Buna karşılık Samuel Johnson şöyle diyordu: How small of all ıhat human hearts endure That part that kings or laws can cause or cure. [ Tüm bu insaniann yürekleri ne kadarına dayanabilir Şu krallar ya da kanunlar neler yapıp yıkabiliri Fakat Carr'ın yazdıklarına bakılırsa Johnson'ınki sadece "krallann ve kanunların kötülük yaptığı ve kötülü.ğe yaradı­ ğı inanışına karşı bir artçı eylemdi." Toplumdan bağımsız ya da özerk birey iradesine nihai bir rol atfedenlere karşı Marx, "izole insanı başlangıç nok­ tası sayan" görüşü "absü.rd" (abgesclımackt) buluyordu. In1 3 S. Freud, Civllitalion and i ıs Dfsconıenıs ( 1 975) 1 Uygarlıgın Hu:ı:ursu:ı:lugu, çev. Haluk Banşcan, Metis yayınlan i s. 32; Carr"ın notlanndan bir digerinde "Freud'un bilinçdışı bireyseldir; J ung'un 'kolektif bilinçsizlik' kavramı ile ilgisi yoktur: gözlemi yer alıyor. 234 san "kendini tarih sürecinde bireyselleştiren özünde umumi bir varlık, bir sürü hayvanıdır"; "bu bireyselleşmenin önemli bir aracı da kendini degişime sokmaktır." 14 Milton hakkında yazan Macaulay, "insanlann daha çok bilmek ve daha fazla düşünmekle aranuh olarak bireylere daha az sınıfiara daha fazla dikkat gösterdiklerini" gözleınlemişti. 1 5 Ve Tocquevil­ le l8S2'deki klasik yorumuyla politikacı bireylerin eylem­ lerinin kendileri dışındaki güçlerce belirlendigi düşüncesi­ ni ortaya atmışu: Bütün uygar halklar arasında siyaset bilimleri genel fikir­ ler yaraur ya da en azından bunlara şekil verir ve bu genel fikirlerden siyasetçilerio içinde mücadele vermesi gereken meseleler ve aynca kendilerinin yarattığını düşündükleri kanunlar dogar. Siyaset bilimleri, yönetenler ve toplumda yönetilenler tarafından solunan bir çeşit en tele ktüel atmos­ fer yaratır ve her iki taraf da kendi hareketlerinin prensip­ lerini farkında olmadan buradan türetirler. Takiben Tolstoy da bireylerin tarihteki rolünün önemsiz­ ligi görüşüne aşırı vurgu yapmıştı: Scıvaş ve B a rış ın son sö­ zünü yazmaya çalışırken açıkça "tarihsel kişilikler kendi za­ manlannın ürünüdür, çagdaş ve geçmiş olaylar arasındaki baglanndan dogarlar," diyordu.16 1867'de görüşü neredeyse tamamen oturmuştu: ' Rus yerel hükümet konseyi, mahkemeler, savaş ya da sa­ vaşsızhk vs. bunlann hepsi sosyal organizmamn. sürü or­ ganizmasının Canlardaki gibi) ifadesidir: onu herkes ifade edebilir ve aslında bunu en iyi yapanlar kendilerinden bi­ haber, neden ve nasıl yaptıklannı bilmeyenlerdir ve ortak H Grundrissr (Berlin, 1 953) (Grundrissc. çev. Sevan Nişanyan. Birikim Ya}ınlan. 2008.1 s. 395-6. 15 Works ( 1 898) viii, 6. 16 L Tolsıoy. Polnoc �olıranic sochincnii, xv ( 1 955) 279. 235 emeklerinin sonucu her zaman tekduze ve zoolojiye pek yabancı gelmeyecek bir etkinliktir. Askerin, imparatorun, üst ya da alt sınıfların kumandanlannın zoolojik etkinligi, etkinligin en duştık biçimidir. Materyalistler haklıdır, bu etkinlikte hiçbir keyfiyet yoktur. 17 Ve otuz yıl sonra Boer Savaşı patlak verirken "Chamber­ lain'lere ve Wilhelm'lere" kızınanın hiçbir yararı olmadığını yazıyordu; "tüm tarih tüm siyasetçilerin bu gibi hareketler silsitesinden ibarettir" , "geniş halk kitleleri agır çalışmaktan yere serilirken" küçük bir azınlıgın istisnai zenginligini yeni pazarlada destekleme çabasından kaynaklanır. 1 8 Carr daha çok Marx v e Tocqueville'in yaklaşımını benim­ siyordu. "Bireylerin tarihte 'rol' oynadığını; bir anlamda ro­ lün bireyden daha fazla önem taşıdığını" belirtiyordu. "lşçi Partisinin temsil ettiği bütün bir grubun temel ikilemi böy­ le iken" Ramsay Macdonald'ın "bocalamasının pek de kişi­ liğinden kaynaklanmadıgını (ancak liderliğine yakıştığı sü­ rece önemliydi) " gözlemlemişti. "Grubun düşünce tarzını şekillendiren ilgi alanlarını ve tutumlarını degerlendirmek için" teker teker poli tikacıları degerlendirmekle fazla ilgi­ lenmediğini söylüyordu. Tekil bireylerin kafalarının çalışma tarzı "tarihçi için çok da önemli değildir, tarihe pek fazla bi­ linçli kişisel davranışlar açısından bakmamak ama daha çok bilinçdışı grup hal ve tavırları açısından bakmak daha yarar­ lıdır," diye yazıyordu. Bu anlayışla biraz alaycı bir üslupla Hitler hakkındaki kitapların "her şeyi Hitler'in kişiliğine at­ federek başlayıp Weimar reji minin istikrarsızlığı ve yetersiz­ liği ile sona erdiğini" belirtiyordu. 1 9 Carr Tolstoy'un aşırı fikrini benimsemed i: çalışan bir ta17 Sarnarin'e mektup, 10 Ocak 1867, Tolstoy 's Lerıers içinde. ed. R. F. Christian, i ( 1978) 2 1 1 . 1 8 Volkonsky'ye mektup, 4/1 6 Aralık 1 899, age, ii, 585. 19 236 Bu Sebaslian Harrner'e gonderrneydi, Thı: Mcanirıg of Hitler ( 1979) rihçi olarak çektiği zorluklar onu sürekli "Kleopatra'mn burnu" meselesine geri döndürüyordu. Tarihte rastlantı so­ rununun kendisini "hala ilgilendirdiğine ve kafasını kanş­ ıırdığına" değinerek, notlarında Tarih Nedir?'de de yaptı­ ğı gibi yine, Lenin'in ölümünün tarihte ikincil nedenlerden sayılacakken, tarihin akışını değiştirdiğini savunuyordu. "Uzun vadede hemen her şeyin aynı sonuca varacağını dü­ şünsek de, önem taşıyan bir kısa vade var ve çok sayıda in­ san üzerinde büyük bir fark yarauyor," diye ekliyordu. Ta­ rih Nedir? deki tarihte rastlanu tartışmasına kıyasla burada farklı bir vurgu göze çarpıyor. Bu daha çok, Taıi1ı Nedir?'i ' tamamlaması üzerine Perry Anderson ile söyleşisinde Lenin ve Stalin'in rolleri üzerine yaptığı çarpıcı yontmlara bir giriş niteliğindedir. "Lenin'in tüm kuvvetini korumuş halde yir­ mili ve otuzlu yıllarda yaşasaydı yine aynı sorunlarla yüzle­ şeceğini" geniş çaplı makineleşmiş tarıma, süratli sanayi leş­ meye piyasa kontrolüne, emeğin kontrol ve yönetimine baş­ Iayacağını savunuyordu . Ama "baskı öğesini azalup hafiflet­ meyi" başarabilirdi: Lenin'in idaresinde geçiş hepten yumuşak olmazdı ama gerçekte olanlara da asla benzemczdi. Stalin'in sürekli hoş gördügü arşiv tahrifine Lenin razı gelmezdi. . . Lenin'in idaresinde SSCB Ciliga'mn deyişiyle asla �büyük yalan­ lar ülkesi" haline gelmezdi. Benim tahminlerim bu yön­ dedir. 20 Carr burada Sovyet tarihinin zorlu bir döneminde rastlan­ tıya önemli bir rol atfediyor. Bu onun düşünüp tarttığı bir karar değil, sözlü ifadesiydi. Ancak Tarih Ned i r ? deki daha ' ılımlı aniaLımında ayrıca "Stalin'in kişiliğinin Rus bürokrasi­ sinin ilkel ve kaba gelenekleriyle birleşince devrime yukan20 From Napolcıın ıo Stalin ( 1 980) 1 97A). s. 262·3 (Pcrry Anderson ilc: söyleşi. Eylül 237 dan dayatma belli bir sertlik getirdigini" yazıyordu.21 "Yuka­ rıdan devrim" sonuçta tarihçinin en önce dikkate alması ge­ reken uzun vadeli nedenlerle belirlenmişti, ama uygulanan baskının boyutu tarihteki beklenmedik olaydı . Dosyalarında yer alan çeşitli notlarda ve mektuplarda Carr tarihsel araştırmalann mevcut durumunu değerlendi­ riyor. Geçen altmış yılın önde gelen yeni eğilimlerinden biri olarak Marksist etkilere dikkat çekiyor. Birinci Dünya Savaşı'ndan beri tarih yazıları üzerinde ma­ teryalist anlayışın etkileri son derece güçlüydü. Aslında bu dönemde yapılmış bütün ciddi tarihsel çalışmaların bu et­ kiyle şekillendigi söylenebilir. Bu degişimin işareti, genel geçer anlamda, savaşların, diplomatik manevralann, ana­ yasa tartışmalannın ve siyasal entrikaların -geniş ifadesiy­ le "siyaset tarihinin"- iktisadi etkenler, toplumsal koşullar, nüfus istatistikleri, sınıfların yükseliş ve düşüşü gibi araş­ tırmalarla yer degiştirmesidir. Sosyolojinin giderek sevilir hale gelmesi aynı gelişmenin bir başka yönüdür; öyle ki za­ man zaman tarih sosyolojinin bir dalı haline gelme tehdidi­ ne maruz kalmıştır. Carr sosyolojinin tarih üzerindeki olumlu etkisini Tarih Nedir?'de "tarih sosyolojikleşip sosyoloji tarihselleştikçe her ikisi için de iyi olacaktır," sözleriyle belirtmişti. Yeni baskı için notlannda bunu biraz daha vurguluyordu: "lşin teme­ li toplumsal tarih. Temeli tek başına çalışmak yetmez, sıkıcı bir hale gelir; belki de Annates'in başına gelen budur. Ama ondan feragat de edilemez." Bu olumlu gelişmeleri idrak eden Carr, genel ya da ege­ men eğilimler anlamında hem tarihin hem de sosyal bilim­ lerin krizde olduğunu ileri sürer. Carr "tarihin içinden çı21 A History of Soviet Russicı (1978) xi. 448. !Sovyet Rıısya Tarihi Bolşevik Devrimi, 3 Cilt, çev. Orhan Suda, Tuncay Birkan, Metis yayınlan, 1 989-200-+.] 238 kıp ('bir tür öz-yıkım' diye kınadığı) özelleşmiş alanların" sığ ampirizmine, tarihçilerin metodolojiye sığınma eğilimi­ ne değinir ("istatistik bilgiyi tüm tarih araştırmasının kayna­ ğı haline getiren 'niceliksel' tarih merakının belki de mater­ yalist tarih anlayışını saçmalık düzeyine taşıdığını" belirtir) . Tarihin kendi içindeki bu krize tarihten sosyal bilimiere ba­ zı kaçaklar eşlik eder ki Carr bunları da muhafazakar ve hat­ ta gerici eğilimler sayar: Tarih temel degişim süreçleriyle ilgilenir. Bu süreçlere aler­ jiniz varsa tarihi terk edip sosyal bilimiere sığınırsınız. Gü­ nümüzde antropolojinin, sosyolojinin, vs. yıldızı parlıyor. Tarih keyifsiz. Demek ki toplumumuz da keyifsiz. "Elbette ki 'sığınmanın' sosyal bilimler içinde sürüp gitti­ ğine, ekonomisılerin ekonometriye, filozofların mantık ve dilbilime, edebiyat eleştirmenlerinin stilistik teknik analizle­ rine sıgındıklarına" da değinir. Talcott Parsons "soyutlama­ yı fazla ileri götürdüğü için tarihle tüm bağlantısını yitiren" sosyologa iyi bir örnektir. Carr yapısakılığa (ya da yapısal işlevciliğe) fazlasıyla yer veriyor. Yapısalcıların, aşırı-uzmaniaşmanın tuzaklarından kaçmarak en azından geçmişi bir bütün olarak ele alma be­ cerilerinin olduğunu bir konuşmasında da dile getirmiştir. Fakat bütününde yapısalcılığın tarih çalışmalanna zarar ver­ diğine inanıyordu. "Bir toplumu kısımlarının ya da tarafları­ nın işlevsel ya da yapısal karşılıklı ilişkisiyle analiz eden ya­ pısal ya da 'yatay' yaklaşım ile toplumu geldiği ve gittiği yer açısından analiz eden tarihsel ya da 'dikey' yaklaşımı" karşı­ laştırır. "Her duyarlı tarihçinin her iki yaklaşırnın da gerekli­ liğini onaylayacağını" öne sürer (küçük bir kağıt üzerine ka­ ralanmış daha pervasız bir notta "anlausal tarihle yapısal ta­ rih arasındaki ayrımın yapmacıklığını" ifade eder) : 239 Fakat hangisinin asıl vurguyu ve ilgiyi [ tarihçiler açısın­ dan) çektig,i çok şey degiştiriyor. Şüphesiz bu kısmen kişi­ nin mizacına baglı ama daha çok da içinde çalıştığı çevre­ ye. Değişimi genellikle kötüye değişim olarak algılayan, de­ ğişimden ödü kopan ve ancak küçük düzenlemeleri anım­ satan "yatay" görüşü tercih eden bir toplumda yaşıyoruz. Başka bir yerde Carr "eski yaklaşımın sabit bir durumu incelediği için muhafazakar olduğunu, yenisininse degişimi harekete geçirdigi için radikal sayıldığını" belirtiyor: LS [ Levi-Strauss) kendi maksadı için ne kadar fazla Marx alımısı yapsa da . . . korkarım yapısakılık muhafazakar bir dönemin gözde felsefesidir. Carr'ın notlarında Levi-Strauss hakkında çeşitli başlık­ lar yer alıyor. Özellikle Le Monde daki bir söyleşinin başlıgı ' Carr'ın en kötü tahminlerini haklı çıkanr gibidir: 'L'ideologie nıarxiste, conınıuııiste et totalitaire rı'est qu 'ıme ruse de l'histo­ ire' [Marksist, komünist ve totaliter ideoloji tarihin bir oyu­ nundan başka bir şey değildir] . 22 Carr'm tarihsel araştırmalann mevcut dummuna dair ge­ niş kapsamlı eleştirisine ve bütününde olumsuz değerlen­ dirmesine, kendi gerçekliği içinde tarih disiplininin önemi­ ne dair olumlu bir açıklama eşlik ediyor. Tarihin yasal , as­ keri, demografik, kültürel ve diğer dallarını bir araya getirip aralanndaki bağiantıyı araştıran "genel tarih" ihtiyacını dile getiriyor. Aynı şekilde tarihin sadece sosyal bilimlerin besle­ rnesi olmadığını bunlara kendi teorisi için başvurduğunu ve yine bunlara malzeme temin ettiğini öne sürüyor: Günümüz tarihçilerinin çoğunun işinin binigini görüyo­ rum çünkü hiçbir teorileri yok. Yoksun olduklan ıeori ta­ rih ıeorisi, onlara dışardan dayatılan bir teori değil. Iki yön22 Lt· Monde, 2 1 -22 Ocak 1979. 240 hi bir akış gerekiyor... Tarihçi ekonomi, demografi, askeri­ ye vs.vs. uzmanlanndan bir şeyler ögt-enmelidir. Ama eko­ nomist, demograf, vs.vs. da ancak "genel" tarihçinin sagla­ yabilecegi daha geniş bir tarih modeli içinde çalışınazsa işi biter. Sorun şu ki . . . tarihsel teoriler dogalan gereği degişim teorileridir ve biz sabit bir tarihsel denge içerisinde ancak tali ya da "özel" degişimler olmasını isteyen ya da bunlan kerhen kabul eden bir toplumda yaşıyoruz. Fakat Carr elbette ki tarihçinin görüşünün kendi sosyal çevresine bağlı olduğunu biliyordu . l 9 70'lerin I ngiltere­ si'nde tavsiyesinin az sayıda radikal ya da muhalif bir grup tarihçiden daha fazlasınca hoş görülmesini bekleyemezdi: Şimdiki zaman hakkında kafası kanşık ve gelecege inan­ cı kalmamış bir copluma geçmiş tarih birbiriyle baglanu­ sız olaylann anlamsız bir karmaşası gibi görünecektir. Top­ lumumuz şimdiki zamana hakimiyetini ve gelecek vizyo­ nunu yeniden kazanırsa, aynı zamanda bu sıireç sayesinde geçmişe dair kavrayışını da tazeleyecektir. Bu paragraf, Ingiltere'de muhafazakar doktrinlerin yükse­ lişinden ve muhafazakar bir geleceğe yeniden güven besien­ ıneye başlanmasından yıllar önce 1 9 7 4'te yazılmıştı. O za­ mandan ve Carr'ın ölümünden bu yana, Ingiliz tarihçiler ara­ sında egemen ortodoks görüşler olarak bilinen geleceğe da­ ir urnutsuzluğa ve arnpirizme bir alternatif belirdi. Vatanse­ ver I ngiliz tarihini tarih rnüfredatının merkezine oturtmak suretiyle muhafazakar politikacılar ve tarihçiler geleceğe da­ ir umudu yeşertrnek için büyük çaba sarf ettiler. Lord Hugh Thomas'ın desteğiyle Eğilim Bakanı Sir Keith joseph, okul­ larda dünya tarihine daha az ama Ingiliz tarihine daha fazla ilgi gösterilmesi çağrısında bulundu. Modem Tari h Kraliye ı Profesörü sıfatıyla yaptığı tören konuşmasında Profesör G .R. 241 Elton Cambridge'deki tarih bölümü lisans eğitiminde sosyal bilimlerin zararlı etkilerinden dem vurarak. bitirme sınavla­ rında İ ngiliz tarihinin daha fazla yer alması gerektigini öne sürdü. Ingiliz tarihi "bu toplumun iktidarı nasıl sivilleştirdi­ gini ve kendini sürekli degişimlere karşı nasıl düzenledigini" göstermeye yarayacaktı. "Yanlış inanışlada ve sürekli yenilik çıgırtkanlanyla kuşatılmış bu belirsizlik çagının acilen kendi köklerini öwenmeye ihtiyacı" vardı.23 Bu olaylar Carr'a hu­ zuru muzaffer bir geçmişte arayan hasta bir toplumun semp­ tomları ve tarihçilerin toplumda egemen egilimleri hangi bo­ yutta yansıttıgının çarpıcı bir ispatı gibi görünmüş olmalı. Carr Tarih Ned i r ?'in yeni baskısında tarih araştırmala­ n krizini zamanımızın sosyal ve entelektüel krizleri bagla­ mında daha geniş ele almayı tasarlıyordu. Bu amaçla, konuş­ malarının orijinalinde ayrı başlıklarda ele alınmamış Edebi­ yat ve Sanat üzerine bir dosya hazırlamıştı. Bu dosyada hem edebiyat üzerine hem de edebiyat ve sanal eleştirisi üzerine ayn ayrı notlar yer alır. Çalışma henüz taslak aşamasındadır. Tartışmasının mesajı edebiyat ve edebiyat eleştirisinin tıp­ kı tarih ve sosyal ya da doğa bilimleri gibi sosyal çevre tara­ fından etkilendigi ya da şekillendigi üzerinedir. Notlarında birbiriyle zıt iki alıntı göze çarpıyor. Oıwell "Sanat tümüy­ le propagandadan ibarettir"24 derken, toplumun sanata etki­ si konusunda pek çok açıklama bırakan Marx Elıonomi Poli­ tigin Eleştirisi iç i n Ön Çalışma'da 'sanata gelince, bazı can ah­ cı noktalarının hiçbir biçimde toplumun genel gelişimine ve bu yüzden maddi yapısına yani güya omurgasının teşekkü­ lüne karşılık gelmediği gayet iyi bilinir,'25 der. 23 G. R. Elıon, Tiıı:- History of England: Inaıtgııral Leeturc ddivı:red 26.Janıuıry 1 9/H (Cambridge, 1984) özellikle s. 9- 1 1 , 26-9; aynca New Yorlı Revicw oj Books, H haziran 1984 içinde aile tarihine saldınsı degerlcndirilcbilir. 24 G. Orwdl, Colltcted Essays, .Joıırnalisııı and Lerıers (1968) i, 448 {aslı Inside ılır Whale ( 1 940) içerisinde. 25 K. Marx, The Gemıarı ldeology içinde çeviri, C. J Anhur (cd.), ( 1970) s. ı49. 242 Carr'ın değerlendirmesine göre Marx'ın şüpheleri, karak­ terinde öncelikle kötümserlik, atalet ve umutsuzluk yatan 20. yüzyıla uymuyordu. Carr için Hardy "anlamsız, hep­ ten yanlış bir dünyanın romancısıydı, yanlış yola sapmış ve­ ya düzellilebilir değil, ebedi yanlışlar ve anlaınsızlıklarla do­ lu bir dünyanın yani mutlak kötümserliğin." A. E. Hous­ man "iyice sağlığıını yitirmeden nadiren şiir yazmışımdır,"26 diyor, T.S. Eliot da ortak duygular içinde, "bu cümleyi an­ ladığıma inanıyorum," diyordu. Carr keskin bir dille " her ikisi de 'hasta' şiir yazdılar. tkisi de isyankar değildi ," diye yorumluyordu. Carr'ın notlarındaki bir dizi alıntı Eliot'ın umutsuzluğu ve kötümserliğini gösterir niteliktedir. Sha­ kespeare'in 98. Sonesi nisan ayını kutlarken, Eliot'ın Çorak Ül1ze'si nisanı en merhametsiz ay ilan ediyordu. l920'de ya­ zılan Gerontion'da tarih "bizi fısıldayan ihtiraslarla aldatır, kibirlere yönlendirir," diye yakınıyorduY Çorak Ülke Lon­ don Bridge'i geçen işçi kalabalığını ölü insanlar olarak gö­ rürken, Wyndham Lewis yok olsalar da fark etmeyecek "ya­ n ölü insanlardan" bahseder.28 Yıkımın habercisi Kafka, va­ siyetinde yazdıklarının imha edilmesini özellikle ister. Kaf­ ka'ya göre dünyamız tanrının "kötü hallerinden" biridir. Dünyamızın dışında " tanrı için fazlasıyla umut vardır ama bizim için hiç yoktur" . 29 Carr'a göre Orwell bile "Eli ot ile aynı sonuca vanr, özellikle alt sını flardan hoşlanınama biçi­ minde görülen bir elitizmle insan ırkına karşı umutsuzdur." Başlıklanndaki önemli bir benzerlikle modern klasiklerden ikisi, Kavafis'nin "Barbarları Beklerken" şiiri ve Beckett'ın "Godot'yu Beklerken" eseri aynı "aLaletle umutsuz bekleyi­ şi" anlamlar. Hennann Hesse'nin kült eseri Carr'm tanımıy26 A. E. Housman, The Name and Naıurc of Pomy ( 1933) s. 49 27 T. S. Elioı, Collwcd Pocms 1 909-1 962 (1963) s. 40 28 D. B. Wyndham lcwis, Blasıing and Bonıba.-dicring ( 1937) 29 Max Brod, Kafoa: A Biography (1947) s. s. 1 1 5. 6ı 243 la "inanmaktan vazgeçtigi bir dünyadan gelen tekbenci bir mülteciyi" göklere çıkanr. Başka bir takım notlarda 20. yüzyıl edebiyat eleştirisi top­ lumsal baglarnda degerlendirilme gayretindedir. F. R. Lea­ vis, "Matthew Amold'm, toplumun kayınak tabakasını oluş­ turan ve kayınagını yiyen tarafsız entelektüel sınıf görüşü­ nü yeniden canlandınyordu. " Yeni edebiyat eleştirisi "ede­ biyatta nesnel (bilimsel) ve öznel (duygusal) ögeleri birbi­ rinden ayıran I. A. Richards ile başlıyordu"; onun takipçile­ ri "nesnel kriterleri metne uyariayıp hiçbir köken veya içe­ rik meselesine aldırmadan edebiyat eleştirisini bilimsel göz­ lemle eşit tutmaya çalıştılar." Bu gelişmeler üzerine Carr'ın yorumlan şöyle: l930'lann, 1 940'lann ve 1 950'lerin formalistleri ve 1 960'la­ rın, l970'lerin yapısakılan edebiyatı dilin sınırlan içinde hapsolmuş ve başka hiçbir gerçeklikle kirletilmemiş "saP' bir varlık olarak yalıtmak gayretindeydiler. Oysa edebiyat eleştirisi sadece edebiyata dayandınlamaz çünkü eleştirmenin kendisi edebiyat dı.şı bir kişidir ve ken­ disiyle birlikte başka dünyalardan unsurlar taşır. "Dilbilimsel felsefe" konusuna gelince (uygunsuz bir isim, çünkü bilinen anlamıyla felsefeden bir tür kaçış) tıpkı "sa­ nat sanat içindir" gibi hiçbir fikirle baglantısı yok.30 Etik ya da siyasete herhangi bir özeni, tarihe hiç ilgisi yok: "kelime­ lerin anlam degiştirdigi fikrinden bile yoksun." Carr, yeni baskının son bölümlerinde son yıllarda hüküm süren karamsarlıga karşıt olarak insanlıgın geçmişinin bü­ yük ölçüde bir ilerleme hikayesi oldugunu tekrar dile ge­ tirmeyi ve insanlıgın gelecegine dair inancını vurgulamayı amaçlamıştır. Tarih Nedir?'de Aydınlanma Çağı rasyonalist­ lerinin oluşturduğu ilerleme olarak tarih anlayışının en çok 30 Bkz. ]. Sturrock, Sıructutalism arıd Sirıce ( 1979) 244 Ingiliz özgüveninin ve iktidannın zirve yapuğı dönemde ka­ bul gördüğünü dile getiriyor. Ancak 20. yüzyılda Batı mede­ niyetinde yaşanan kriz pek çok tarihçinin ve diğer entelek­ tüellerin ilerleme hipotezini reddetmesine yol açmıştır. Ye­ ni baskı için aldığı notlarda Carr, Ilerleme Çağı'nın üç özel­ liğine dikkat çekiyor: 1 490'da başlayan dünyanın Genişle­ mesi, muhtemelen 1 6 . yüzyılda başlayan Ekonomik Büyü­ me ve 1 600 sonrası yaşanan Bilginin Genişlemesi. Dünyanın genişlemesinin bilincindeki Elizabeth dönemi Ilerleme Ça­ ğı'nın ilk parlak dönemiydi. En önemli Whig tarihçisi Ma­ caulay tari hi, Reform Kanunu'nda doruğa çıkan kazanılmış zaferlerle dolu bir ilerleme süreci olarak açıklamışur.31 Not­ lanndan anlaşıldığı üzere Carr'ın. Tarih Nedir?'in yeni bas­ kısında il erlemenin temelde bir neslin edindiği beceriterin bir sonrakine aktarılmasından kaynaklandığını ve buna bağ­ lı olduğunu gösterrnek adına up ve başka alanlardan deliller sunmayı amaçladığı anlaşılıyor. Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana ilerlemeci tarih arılayı­ şına olan inanç giderek daha az rağbet görmeye başlamıştır. Bazen zamanından önce umutsuzluk kuyulanna düşülmüş­ tür: "Karl Kraus, Avusturya-Macaristan Imparatorluğu'nun çöküşünü lnsanlığırı Son Günleri şeklinde oldukça aşırı ta­ birlerle dile getirmişti." Ancak geçmişteki ilerlemeye karşı şüpheci yaklaşım ve gelecek beklentilerine hakim karamsar­ lık 20. yüzyılın ilerleyen yıllarında daha güçlü ve iddialı bir hal almışu. Çeyrek yüzyıl önce, 1979'da, "Zamanımızın Ta­ rihçesi: Bir lyimserin Bakış Açısı" başlıklı bir konuşma ya31 Worlıs ( 1 B9B) ıd. 456-R \'C karşılaştırıo 489-9 1 : rakat Carr aynı zamanda şunu soru yordu: "Macaulay'ın Yeni Ze landa l ı (Ranke'nin Papalarırı Tarihi eseri hakkındaki makalesi) hikayesi ilerleme inancıyla çelişir nıi?" Macaulay gelecek z;ımanda bir Yeni Zelandalıyı Londra Köprüsü'nün yı kık hır ayagının üstünde Sı. Paul cskui çizmeye çalışırken hayal eder, rakat aynı paragrarta Yeni Dünyanın gelecekteki muhteşemliginden de bahseder. (Macaulay Esscıys, seçki ve sunum H. Trevor- Roper (1965) s. 276). 245 pan Popper, bunun devamında yapugı bir başka konuşmada "Görünen o ki ben ilerlemeye inanmıyorum," demişti.32 Ba­ zı tarihçilere göre ilerleme anlayışı zamanını doldurmuş bir şakadan ibaretti: Richard Cobb, Lefebvre hakkında "insanlı­ gın ilerlemesi inancını taşıyan son derece saf bir insan," di­ ye yazıyordu.33 Carr insanlıgın geçmişte ilerlemesine ve "geçmişin anla­ şılmasının . . . gelecege yönelik yüksek bir anlayışı beraberin­ de getirdigine," inanıyordu . Bu anlamda Hobbes'un "geç­ mişle ilgili algılarımızdan bir gelecek yaratırız," görüşüne katılıyordu.34 Ancak bu görüşe, "tam tersinin de aynı dere­ cede dogm olabilecegi," gibi önemli bir yorum eklemişti: ge­ lecek vizyonumuz geçmişi algılayışımızı etkiler. Ernst Blo­ ch, Umut Ilkesi'ni sonlandınrken güçlü bir aforizma kullan­ mıştı: "gerçek yaratılış başlangıçta degil sondadır."35 Şüphe ve umutsuzlugun hüküm sürdügü bir çagda Carr, bir tarihçi olarak kendi güncel anlayışını ve gelecek vizyo­ nunu oluşturmasının özellikle mühim oldugunu düşünü­ yordu. Kırk yılı aşkın bir süre önce ütopya ve gerçekligin si­ yaset biliminin iki temel unsuru oldugu savını ortaya atmış­ tı ve "etkin bir siyasi düşünce ve etkin bir siyasi yaşam an­ cak bu iki unsunın da yerini bulmasıyla elde edilebilir," di­ yordu.36 Bu arada geçen süre içinde Carr katı bir gerçekçi olarak anılmaya başlanmıştı. Ancak ölümünden birkaç sene önce hazırladıgı kısa otobiyografide şu yorumu yapmıştır: "Belki de insanlar hiç bir şeyde bir anlam bulmayan kötüm­ serler ve gelecege yönelik dogrulanması imkansız bir takım 32 Encounıcr, K•ısıın 1979, s. 1 1; bu konuşmada Popper yine de iyimser oldu&unu iddia eder. 33 A Second Idcnıiıy (1969) s. 100. 34 Thomas Hobbes Insan Dogası üzerine, Worlıs ( 1 840) iv, 16. 35 Emsı Bloch, Das Pıirı:zip Ho{frıung [ Umuı llh�si, Cilı 1 . çev. Tanı[ Bora, Iletişim yayınlan, 20071 (1956) iii, 489 . 36 246 The Twtnıy Ytars' Crisis 1 9 1 9- 1 939 ( 1 939). fikirlere dayanarak olaylara anlam veren ü topyacılar olarak ikiye aynlıyordur. Ben ikincisini yeğlerim . " Carr'ın dosyala­ rında "Umut" başlığı altında "Ütopyanın işlevi hayalleri so­ mutlaştınnaktır. .. Ü topya bireyseli evrensel çıkarla uzlaştı­ racaktır. Hakiki ütopya ve boş (amaçsız) iyimserlik arasın­ daki fark," notları yer alır. Carr'a göre klasik İngiliz kapitalizminin en önemli takip­ çileri Adam Smith ve Karl Marx, toplum üzerine geliştirdik­ leri derin anlayışı temelde yatan bir ütopyayla birleştinniş­ lerdi: Theory of Moral Sentimenıs'ın yazarı A. Smith, Ulusların Zengin liği'nde "takas ve ticaret yapma" egilimini insan ey­ lemlerinin arkasında yatan temel itici güç olarak ortaya koymuştur. Bu insan doğasından ziyade kısa bir süre sonra Batı Av­ nıpa'da (ve ABD'dc) oluşacak toplum yapısının karakterine yönelik dahice bir çözümlerneydi ve böyle oldugu için de bu gelişmeye taban oluşturdu. Aynısı Marx'ın işçilerin istismarın boyutlarına katlanma­ }'1 reddetmesi sonucunda kapitalizmin dayanarnayıp çöke­ ceği öngörüsü için de geçerlidir. Ancak Smith'in görünmez bir elin hakimiyetindeki dün­ ya ütopyası ve Marx'ın proletarya diktatörlüğü iş bunla­ rı pratige dökmeye gelir gelmez çeşitli zorluklan göz önü­ ne sermiştir. 1 933 gibi erken bir tarihte Carr, Marx'tan " 1 9 . yüzyılın en geniş ufuklu dahisi olarak görülmesini sağlayacak bir sa­ vı var ve gelmiş geçmiş en başarılı kahinierden biri," diye söz ediyordu.37 "Marksizm ve Tarih" ve "Marksizm ve Ge­ lecek" dosyaları Marx, Engels, Lenin ve bunların belli baş­ lı takipçilerinden pek çok alıntı içererek Carr'm şimdiye ve 37 Forrııighıly Review, Mart 1 933, s. 3 1 9 247 gelecege dair kendi değerlendirmesini Marx ve Marksizmin dikkatli bir incelemesine dayandırmayı hedeflerligini orta­ ya koyuyor. Pek çok son dönem yazısında, arkadaşı Her­ bert Marcuse gibi, "günümüz Batı dünyasında proletarya terimin Marx'ın kullandıgı anlamıyla, sanayide çalışan orga­ nize işçiler- değil devrimci hatta belki de karşı devrimci bir güçtür,"38 görüşüne inandıgını açıkça belirtmişti. Proletar­ yanın yönetici gücünün yetersizligine yönelik şüpheciligin "Troçki'nin aşın karamsarlıga gömülmesine,"39 sebep oldu­ gunu ve Marcuse'un karamsarlıgının altında da proletarya­ nın olumsuz bir degerlendirmesinin yattıgını dile getirmişti: Us ve Devrim. Olumsuzlama gücu proletaryanın bunyesin­ de varlık gösterir. Bireysel kimligin baskıcı toplumdan kurtarılmasıyla il­ gili - Freud. ! Marcuse'un ) Eros ve Uyga rl ı k ında -proletaryanın bas­ ' kıcı olmayan bir toplum ureun_e yetenegine sahip oldugu­ na duyulan şüphe. Sovyet Marksizmi. Sovyet tarihi Rus proletaryasının bas­ kıcı olmayan bir toplum üretmedeki başarısızlıgıru göster­ miştir -gelişmiş ülkelerdeki proletaryanın başarısızlıgına baglı olarak başarısızlık. Telı Boyutlu Insan sanayileşmiş toplum tarafından sarı­ hp sarmalanmış proletaryanın temelde degişmezligini gös­ teriyor. Bütünuylc karamsarlıkla sonuçlanır -sol teorinin ger­ çekle ilişkisini kesmesi: "teori ve praligin, düşünce ve hare­ ketin bir araya gelebilecegi hiç bir temel yoktur" .40 38 From Napoleon ıo Stalin( l980) 39 40 Bkz. Knei-Paz, Thı: Social wıd Political Thoughı of Lcon Trotsh)' ( 1978) s. 423. H. M:ırcuse. Oııc Dlmcıısloııal Muıı 1 1 968) f Tı:lı Boyutlu Insa n , çev. Aziz Yardımh. Idea yayınevi. 1 997] Bütününde Carr, Marx'ın bu yöndeki eleştirisini kabul ediyordu, ama o karamsar bir sonuca varmamıştı. Otobiyog­ rafik hatıratında şöyle dile getirmiştir: Aslına bakılırsa Bau toplumu için şu anki yapısı ışıgında, bu şekilde gerçekleşmek zorunda degil ama büyük ihtimal­ le dramatik bir şekilde yerle bir olarak, çöküş ve yok oluş dışında bir gelecek göremiyorum. Ancak, burada ya da baş­ ka yerlerde, şeklini şimdiden tahmin edemeyecegimiz yeni etkilerin ve hareketlerin yüzeyin altında filizlenmeye başla­ dıgına inanıyorum. Benim kanıtlanamayacak ütopyam bu . . . Sanırım �sosyalist" bir ütopya demeliyim v e bu anlamda Marksist sayılınm. Fakat Marx sosyalizmin içerigini birkaç ütopik ifade dışında açıklamamışur; ben de açıklayamam. Peki, o halde Carr'ın kendisi kapitalist sistemin gelişimini ve düşüşünü nasıl değerlendiriyordu; hangi "yeni kuvvetleri ve hareketleri" fark etmişti? Cevabının bir kısmı 1 970 civa­ rında yazıldığı anlaşılan "Marx ve Tarih" başlıklı notlarında kabataslak yer alır. Tamamlanmanuş ve yayımianmadan ön­ ce mutlaka gözden geçirilecek oldukları halde Carr·ın şimdi ve gelecek görüşünün ruhunu gayet iyi yansıtır: Dolayısıyla dünyanın şekli geçmiş elli yılda tanınmaz hale geldi. Batı Avrupalı Güçlerin kolonileri Hindistan, Afrika, Endonezya tam bagımsızlıklannı elde ettiler. Latin Ame­ rika ülkelerinden sadece Meksika ve Küba devrim yolunu seçti, ama başka her yerde ekonomik gelişmeler ışığında is­ tikameı daha fazla tam bağımsızlık. Bu dönemin en kayda deger olayı SSCB'nin -eski Rus Imparatorluğu- ve daha ya­ kın zamanda Çin'in dünya gücü ve dünya meselesi konu­ muna gelmesi. Sonuçlan halen gelecekte saklı olan bu de­ gişimlerin yarattığı belirsizlik duygusu, 1 9 . yüzyılın görece duragan ve güvenli dünya modeliyle derin bir çelişki için249 de. Bu belirsizlik ve güvensizlik atmosferinde yeni toplu­ mun güncel vizyonlan doğuyor. Rus devriminin ve onun ardından Çin ve Küba devrimle­ rinin iddia edildiği kadarıyla Karl Marx'ın öğretilerine da­ yandığı önemli bir gerçek. Marx 19. yüzyıl kapitalist sisle­ minin düşüş ve çöküşünü gören en güçlü haberciydi ki o yazarken kapitalizm hala altın çağını yaşıyordu . Bu sistem­ le mücadele etmek isteyen ve çökmesinden memnuniyet duyanların Marx'ın otoritesine başvurmalan gayet doğaldır. 19. yüzyıl kapitalizminin yerini alacak yeni bir toplum düş­ lerinin Marksizmden esinlenmesi de doğaldır. Bu düşler is­ ter istemez biraz ütopikti. Marx'ın geleceğin toplumu üzeri­ ne yazdıkları yetersiz ve genelde ütopik bir yapıdaydı. Bazı tahminleri boş ya da faydasız çıktı ve bu da takipçileri ara­ sında karmaşa ve çatışmaya yol açtı. Ancak analizlerinin gü­ cü yadsınamaz. Geleceğin toplumuna dair yapılacak her tür tasvir ne kadar spekülatif de olsa muhakkak Marksist zihni­ yet aşısını taşıyacaktır. Marx üretimin, üretimin en yüksek formuna giden yolda sanayileşmenin, teknolojinin en gelişmiş formunu kullana­ rak modernleşmenin habercisiydi. Komünist Manifesto'dan başlayarak yazdıkları, üretim süreçlerini feodal zincirlerin­ den kurtaran ve dünya çapında modem teknik açıdan ge­ lişmiş kapitalizmin başanianna methiyelerle doludur. Oy­ sa Marx'ın kendisi de analizlerinde gösterdiği gibi, bireysel özel teşebbüs ilkelerine dayanan burjuva kapitalizminin da­ ha da ağır zincirlerden medet umduğuna inanıyordu. Oy­ sa bu durum üretimin daha fazla büyümesini engelleyecek, üretimin kontrolünü burjuva kapitalistlerin elinden alıp iş­ çilerin kendilerinin bir tür sosyal yönetim biçimi kurmala­ rını sağlayacaktı. Ancak bu şekilde üretimde büyüme sür­ dürülebilir ve arttınlabilirdi. Marx'ın öngördüğü gelecekte250 ki komünist toplum tasvirlerinde "daha bereketli akan bol­ luk pınarlan" vardı. Büyük kitleler halinde insanların çoğunun halen modern uygarlığın en temel maddi faydalarından yaradanamad ığı bir dünyada bu doktrinlerin güçlü etkileriyle yeni bir top­ lum fikrini popülerleştirmesi hiç de şaşırtıcı değil. Bu dok­ trinlerin en inandırıcı çekim alanlarını geçmişte burjuva kapitalizminin başanlarını tadan ve bu sistemin potansiyel­ lerinin artık tükendiğine inanmakta güçlük çeken gelişmiş ülkelerde değil, burjuva kapitalizminin ya hiç görülmediği ya da yabancı ve öncelikle baskıcı bir güç olarak göründü­ ğü geri kalmış ülkelerde yaratmalarında da şaşılacak bir şey yok. Rus devrimi, ekonominin kapitalist burjuva dönüşü­ münün tam başlamadığı, teknik anlamda geri kalmış bir ül­ kede yaşandı. Lenin'in dediği gibi devrimin ilk vazifesi sos­ yalist devriminin önüne geçmeden önce "burjuva devrimi­ ni" tamamlamaktı. tkinci Dünya Savaşı'ndan beri devrim, burjuva devrimin zaten hiç başlamadığı ülkelere yayıldı. Artık ınodası geçen burjuva kapitalist devrimini bir adım geride bırakarak sanayileşmeyi ve ekonominin modernleş­ mesini ve bununla gelen yüksek üretimi, üretimin sosyal ve planlı yönetil mesiyle sağlayacak geleceğin toplumu haya­ li Batı Avrupa devletleri dışında kalan bütün dünyada hü­ küm sürüyor. Carr "bu hayalin siyasi yönlerinin yine de bulanık ve anla­ şılmaz olduğunu" ekliyordu. "Marksizm fazla yardımcı ola­ mıyor. İşçilerin yönetimindeki bir toplum düşüncesi pro­ letaryanın hafif kaldığı Rusya'da karşılığını pek bulamadı; proletaryanın hiç var olmadığı daha az gelişmiş ülkelerde zaten uygun değildi." Yine de bu ülkelerde devrim kapitalist sistemin sonunu getirir ve Carr'ın "sağlanamayacak Ütopya­ sını" bir ihtimal yakalar gibiydi: 251 Sanınm ! Eylül 1 978'deki ifadesi ] ilk aşaması !Bolşevik Devrimi) olan ve kapitalizmi yıktna)'l başaracak dünya dev­ riminin emperyalizmin maskesi alundaki kapitalizme kar­ şı koloni halklannın isyanıyla gerçekleşecegi hipotezi dog­ rudur.41 Çeviren PELIN S ! RAL 41 252 Frcırıı Napoleorı w Sıaliıı O 980) s. 275. DIZIN Accidenı in history ("Tarihte rastlantı") 24, 149, 1 5 1 , 158-164, 232, 237 Acıon, Lord 57, 58, 60, 66, 90, 94, 97, 101, 1 1 7 , 133, 172, 176, 185, 1 94, 1 99, 215, 2 1 7-219 Adams, Henry 149 Arnold, T. 175 Bacon, F. 136, 1 7 1 Barraclough, G. 25, 65, 1 1 7 Banh. K. 131 Bccker, C. 72 Bentham 88 Berdyaev, N. 131, 169 Bury, j.B. 64, 89, 1 1 2, 1 14, 1 58, 1 59, 172, 181, 1 84, 226 Buııerfield, H. 34, 71, 94, 95, 104, 105, 1 3 1 , 182. n ı . 182 Carlyle, r. 1 03, 1 1 9, 189 Cengiz Han 99, 133 Charlemagne 133, 135, 151 Chicherin, G. (Çiçerin) 70 Churchill, Winsıon 7 1 , 157 Clarendon, Lord 103 Clark, Sir G. 58, 75, 78 Clark, G. Kiıson 36, 60, 63 Collingwood, R. 73-75, 78, 79, 106. ı 12, 1 18, ıs9 Berenson. B. 158 Comıe, A. 18, 125 Croce, B. 72, 73, 134 Crossman, R.H. 1 5 1 Bcmhard, H. 68-70 Beyazıt 157, 1 62. 165 Dampier, W. 172 D'arcy, M.C. 131, 1 50 Darwin, C. 9 1 , 1 1 2, 1 1 3. 159, 1 74 Berlin, Sir I. 15-23, 28-3 1 , 33, 44, 97, 99, 105, 133, 1 50, 1 5 1 , 153, 158, 162, 1 78, 189- 1 9 1 , 223 Biography 243 Bisınarc, O.von 93, 107, 108, 189, 1 9 1 , 192, 228 Beswell 137 Bradley, F.H. 1 1 2, 1 76, 1 77 Buckle. H. 1 1 3 Burckhardı, j . 71, 76, 77, 85, 1 09, 1 20, 137, 198 Burke, E. 1 1 3 Descanes, I. ı 99 "Deıerrninism" l l , 13, 21, 22, 128, 147, 1 50-157, 201 , 223 Deuıschcr, 1 . 20, 23, 24, 34, 37, 47, 1 0 1 , 223 Dollinger, J . Von 66 Donne,J. 83 Dosıoyevsky 9, 84 253 Freud, S. 1 0 1 , 202-204. 234, 248 l..aws, Concept of (Yasalar Kavramı) 113 l..e<ıthes. S. 206 lea�s. F. R. ıo8. 244 lefebvre, G. 135, 246 lenin. V. 23, 24, 29, 43, ıo3, ıo7, ıos. 148, 1 6 1 , 162, 165, 166, 182, 189. 202, 206 232, 237, 247, 25 ı Froude , } . 78 lessons of history ("Tarihten "Genelleme" 19, 26, 40, 101 . I 19-123, 125, ı49, 166, 225, 229, 232 Gey1. P. 96 Gibbon. E. 27, 78, 107, 1 19, 148, ı57, 158, 1 7 1 , 188, 225-227 Goeıhe 1 86 Greaı Men {Büyük Adamlar) ıs, 98, ıo3, ıo7. 108, 204, 234 Green,j. R. 2ı5 Grote, G. 88, 89, 92, 1 23 li ncoln, A. 199 Ellot, T.S. 90, 98, 103, 243 Elton. G. R. 35-38, 40, 44, 1 20, 242 Engels. F. 102. 1 15, 121, 1 38, , 160, 247 Evrim 1 12, 1 13, 1 74, 182, 183 Fishcr, H.A.L. 90, 96, 159 Hcgcl , G. F. W. 34, ı04, 1 08, 1 3 ı , ı49- 1 53, 166, 174, 1 75, 1 7 7 ' 183, 184, 187, 1 88, 199-20 ı , 234 Heroılotos 145, ı46, 1 70, 227 Herzen 9, 31, 201 Historlc:ism ("Tarihsicilik" ) 150, 1 5 1 Hob!ı(s, T. ıo3, l lS. 246 Huizinga,j. 168, 186 Humanitits and Sclence ("Insan ve Fen Bilimleri") 1 3, 142, 143 lmpersonal [orces ("Kişilik dışı güçler") 98, 103 1ndeterminacy in physics (Fizikte bclirlenemezlik) 128 lndividualism ("Bireycilik") 84-87, 1 32 lnevitııbility ("Kaçınılmazlık'') 18, 26, 44. 97, 1 54-156, 189 Johnson. S. 234 Kalka. F. 1 52, 243 Kingsley, C. ı51 Knowledge, Theories o[ {Bilgi Tcorilert) ı 29 Knowles, D. 133, 134 Lassalle, F. 1 1 3 2 54 çıkanlacak dersler") 1 22, 125 Lockc. J. 59, 21 1 logge, H.C. 105 Lycll, C. ı 12, ı 1 3 lynd, R. ı78 Macaulay, T. B. 74, 228, 235, 245 Malıhus, T. 1 1 3, 207 Mandeville. B. lOi Mannheim, K. 122. 126, ı 76 Mariıain, J . ı 3 1 Marshall, A . 147 Marx. K. 22, 38, 44, 92, 99, 102, 104, ıo7, ı 1 3, 1 1 5, ı2o. 1.21, 138. 1 50, ı 5 ı , ı53, ı60, ı75, 177. 179, 184, ı 9 1 , 200-204, 226, 233, 234, 236, 240, 242, 243, 247-250 Mazzini '93 Meinecke, F. 93, 94, ı59, 160, 167 Mill, J. S. 83 Momınsen, T. 78, 88-90, 92 Monıesquieu ı46, ı60, 232 Moore, G . E . 1 ıs Morality in history ("Tarih ve ahlak") 22, 23, 3 1 , +0. 41, 132, 135, ı 39, 141 Morison, Samuel 220, 222 Namier, Sir L. 90-92, 184, 2ı9, 220, 222 Neale, Sir J. 99 Needhan.j. 217 Newıon, 1. ı ll, 1 1 3, 1 14 Niebuhr, R. 131, ı69 Nieızsche, F. 77, 79, 106-108 Numbers in history ("Tarihte sayılar ) 30, 52, 104 " Oakcshotı., M. 74, 219, 222 Objecıivity ("Nesnellik�) l l , 14, 15, 1 7, 28, 29, 39, 40, 79, 1 1 7, 130, 133, 141 , 1 8 1 , 182, 184, 185, 192, 228, 229 Pa�ns. T. 62, 1 0 1 , 164, 239 Periodization (Dönemlere ayınna) 1 16 Pirandello, L 62 Platon 150, 1 5 1 Poincare, H . 1 14, 148, 149 Sorel, G. 1 1 6, 1 1 7 Spencer, H. ı o ı , ı 1 2 Stephen, j.F. 133 Strachey, L 65, ıoı Stresemann, G. 67-70 Stubbs, W. 2 ı8 Subject and object (Nesne ve özne) 126, 128. ı 29 Suffenng in history ("Tarihte ezilmek") ı 36 Sutton, E. 69, 70 Polybios 1 3 1 , 158 Popper, K 20, 121 , 122, 150-152, Tacitus ı 58, 226 162, 166, 220-222, 230, 246 Tawney, R. ıaa Powicke, F. ı69, 1 70 Prediction ("Ongönl") ı 5, 59, ı 24, 1 25, ı 27, 232, 247 Proudhon, P.j . ı9ı Psikoloji (aynı zamanda bkz. Freud) ıoo. 146- ı 49, 203, 210. 224 Taylor, A .j .P. 25, 30-32. 107, ı 73 Teleology ("Gizemc:ilik") 169, 180 Thucydides ı 46 Tocquevillc, A. De ı84, 199, 232, 235, 236 Tolstoy, L ı04. ıo7, ı 6 1 , 235, 236 Toynbee, A.j. 90, 96, 1 33, 159, 1 69, Ranke. l. Von 1 2, 59, 7 1 , 96, ı s9, 225, 245 Reason ("Nedensellik") l l , 13, 25, 28. ın Trevelyan, G.O. ı9, 20, 33, 34, 74, 75, 90, 92 39, 1 45, ı52, 158, ı67, 223, 232 Rebels in histor}' ("Tarihte baş kaldın Trevor - Roper, H. 29-3 1 , 77, 101, - isyan�) 50, 106, 155, 243, 252 Trotsky 19, 71. 101, 127, 157, 16ı, Relativity ("Görelilik") 1 3, 126, 227, 228, 23 1 Religion and history ("Din ve Tarih�) 219, 222, 245 248 Truth in hio;ıory (Tarihte gerçek) 72, 164 l lS, 1 19, 130 Rosebury. Lord 1 32, 1 33 Rousseau. Jj . ı 99 Ro�. A. L . ı9, 33, 7 1 , 99 Russell, B. 59. ı 1 2. 149. ı 72, ı 73 Rutherford, Lord 1 1 5, 168 Scott, C.P. 60, 62 Smith, A. ı04, 1 13, ı 53, 154. 200, 201, 207, 247 Value judgernents ("Ahlaki deger yargılan") 1 36, 167, 187, 194, 225 Voltaire 70, 146 Weber, M. 26, 101, 1 1 5, 135 Webster, Sir C. 1 23 Whig interpretation ("Whig gelenegi") 34, 7 1 . 74, 90, 94,95, 148, 182, 1 87, 218, 245 Snow, Sir C. 1 43, ı68 Wilson, Woodrow 105 Sociology (Sosyoloji) 37, 98, 100, 1 2 1 , Young, G . M. 68, 101 122, ı30. 182, 238, 239 Somban, W. 1 1 6 Ziman, j . l l 7 255 E d"' ard Halten Carr 1 892'de Londra'da doğdu. 1916'da Ingiliz Dışişleri Bakanlığı'nda çalışma) a baş­ ladı. 1919'da lngiliz dclegasyonuyla Versailles'dal<i barış konferansma kauldı. Daha sonra bakanlığın bünyesinde kurulan Sovyetler Birliği Daıresi'nde görevlendirildi. 1 92Tde Moskova'ya ilk gezısini yaptı. l936'da Dışişleri'nden ayrıldı. l 94l'e kadar çeşiili üniversitelerde uluslararası polilika dersleri verdi. ı94 ı -,46 yıllan arasında çalıştığı Tlıe Times gazetesindeki yayın yönet­ men yardımolığı görevınden aynlarak Cambrıdge Universıtesi'ne bağ­ lı Trınity College'da akademisyen olarak çalışu. Carr, 3 Kasını 1982'de Cambridge'de öldü. En kapsamlı çalışmalan Rusya'da Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği üzerine yazdığı kitaplardır. Ayrıca Dostoyevski, Mao..ve Bakunin hakkındaki biyografileri hala önemli başvuru kitap­ larıdır. (Carr'ın Dostorcvski üzerine çalışınası lletişim Yayınları'nca basıldı.) Tarihçinin okuruna karşı sorumluluğunu yargıladığı eseri Tarih Nediı ?, Edward HaUeu Carr'm, başta Cambridge Üniversuesi olmak üzere çeşiili egitim kurumlarında verdiği konferansların cl�>r­ lenınesiyle oluşmuş, dunyada elden ele dolaşmış ve hala dolaşan ünlu lıroşürüdür. Her düzeydeki okuyucunun keyi n e okuyabileceği lıir yömeınbilim denemesidir. ILETIŞIM 59 ARA$TIRMA INCELEME 12