Husserl ve Dilt hey’da Bilinç ve Anlam Sorunu
103
2018/ 30
Kaygı 30/2018: 103-115
Araştırma Makalesi | Research Article
Makale Geliş | Received: 19.08.2017
Makale Kabul | Accepted: 21.01.2018
DOI: 10.20981/kaygi.410566
Erdal İSBİR
Dr. | Dr.
Adnan Menderes Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Aydın, TR
Adnan Menderes University, Faculty of Arts and Sciences, Department of Philosophy, Aydın, TR
[email protected]
ORCID: 0000-0002-3100-4456
Husserl ve Dilthey’da Bilinç ve Anlam Sorunu
Öz
Husserl’in transandantal fenomenolojisi ve Dilthey’ın metodolojik hermeneutiği,
bu çalışmada, iki temel sorun bakımından karşılaştırılmaktadır: bilinç ve anlam.
Bu iki sorun çerçevesinde, Husserl’in hermeneutik ve Dilthey’ın fenomenolojik
çıkmazlara sahip olduğu gösterilmek istenmektedir. Bu bakımdan şu sorulara
yanıt aranmaktadır. Transandantal fenomenolojinin hermeneutik çıkmazı ile
metodolojik hermeneutiğin fenomenolojik çıkmazı nedir? Hem Husserl’in hem de
Dilthey’ın epistemolojik çabalarının gelip dayandıkları sınır neresidir? Bu çabalar,
dil ile dünya arasındaki ilişki sorununa tatmin edici bir yanıt verebilmişler midir?
İki temel başlığa sahip olan çalışmada, ilkin Husserl’in bilinç ve anlam
konusunda, tarihsellik ve tekillik kategorilerinden yoksun olduğu ve anlamın
başka bir özne tarafından anlaşılmasının hermeneutik koşullarını açıklayamadığı
iddiası temellendirilmek istenmektedir. İkinci olarak Dilthey’ın aynı konularda,
bilincin şimdide iş gören yönelimselliğinden yoksun olduğu ve anlamın ifadede
görünür olmasının fenomenolojik koşullarını açıklayamadığı gösterilmek
istenmektedir. Nihayetinde her iki düşünürün bu çıkmazlarının Gadamer ve
Heidegger tarafından aşıldığı iddia edilmekte ve bu bakımdan her iki düşünürün
de gündeminde olan kriz düşüncesinin, aslında bilimlerin yöntemine değil
yaşamın kendisine ilişkin olduğuna işret edilmektedir.
Anahtar Kelimeler
Husserl, Dilthey, Hermeneutik, Fenomenoloji, Bilinç, Anlam.
Husserl ve Dilt hey’da Bilinç ve Anlam Sorunu
104
2018/ 30
The Problem of Consciousness and Meaning in
Husserl and Dilthey
Abstract
This study compares Husserl’s transcendental phenomenology to Dilthey’s
methodological hermeneutics in context of the problems of the consciousness and
the meaning. In this context, it's tried to show that Husserl has hermeneutical
dilemmas like that Dilthey has phenomenological ones. In this respect, it tries to
answer the following problems. What is the hermeneutical and phenomenological
dilemma of the transcendental phenomenology and methodological hermeneutics?
Where are the limits of Husserl’s and Dilthey’s epistemological attempts? Can
these attempts answer the problem of relation between language and world? This
study, which has two basic headings, firstly claims that Husserl's notions of the
consciousness and the meaning have lack of the categories of the historicity and
the individuality. Thus he cannot explain that the understanding has hermeneutical
conditions. Secondly, it tries to show that Dilthey’s concepts of the consciousness
and the meanings have lack of the phenomenological intentionality. Thus he
cannot see that appearing the meaning in expression has the phenomenological
conditions. Eventually, this study asserts that Gadamer and Heidegger surpass the
both of Husserl’s and Dilthey’s dilemmas. In this regard, it indicates that the
crisis, which put on the agenda by two thinkers, is actually belonging to the life
not to the scientific methodology.
Keywords
Husserl, Dilthey, Hermeneutics, Phenomenology, Consciousness, Meaning.
Giriş
Dilin felsefi bir probleme dönüşmesi, esasında dilin dünyayla ilişkisine odaklıdır.
Bilimin önermelerini kurduğu empirik saf dil arayışı, bu odağın sonucudur. Yine de
sözcük ile anlam arasında boşluk kabul etmeyen empirik saf dil, bilimin dünyayla
ilişkisini sınırlandırmıştır. Bilimlerin, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki toplumsal
değişimleri, kavrama ve yönlendirme başarısızlığı, bu sınırdan dolayıdır. Hem Husserl
(1970c: 3-18; Buckley 1992: 3-10) hem de Dilthey’da (1989: 55-76) “bilimlerini krizi”
düşüncesiyle ifade bulan, bu sınırlara karşı çıkış, dilin dünyayla ilişkisini yeniden
kurmak niyetindedir. İşte burada, Husserl ve Dilthey, bu amaçlarını gerçekleştirirken,
yüzleşmek zorunda kaldıkları iki temel sorun bakımından karşılaştırılmaktadır: bilinç ve
anlam. Çünkü hem Husserl’in transandantal fenomenolojiyi kesin bir bilme dönüştürme
çabası hem de Dilthey’ın tin bilimlerini metodolojik olarak temellendirme girişimi, dil
ile dünya arasındaki ilişkiye odaklansa da iki temel soruna dayanır.
Husserl, “bir ifadenin nesnel bağıntısını” gösteren “anlamın ideal birliği” fikriyle
(Husserl 1970a: 312), “her şeyin kendi içinde ne ise” öylece bilinebileceğini göstermeye
çalışır (1970a: 321). Anlamın ideal birliği, dile ifade edildiğinden, Husserl için “ifade
edilmiş olanın nasıl anlaşıldığı” sorunu, fenomenolojik bir problemdir (1983: 296).
Çünkü hem bilincin yönelimsel unsurlarını (1983: 213) hem de anlamın ifade de
görünür olma biçimlerini (1983: 222-226) içerir. Yine de “çağına hiç de yabancı
olmayan” (1997: 12), Husserl’in “fenomenolojiyi kesin bir bilim olarak temellendirme”
Husserl ve Dilt hey’da Bilinç ve Anlam Sorunu
2018/ 30
105
girişimi, bilinç ve anlam konusunda hermeneutik bir çıkmaza sahiptir. Aynı şekilde,
Dilthey’ın, hermeneutiği, “yaşama yönelik her bilgisel çabanın metodolojisi” olarak
temellendirme girişimi, bilinç ile dünya arasında kurulan mantıksal ilişkiye bir
başkaldırıdır (Dilthey 1989: 66-76) ve bu başkaldırı zorunlu bir görevdir (1996: 252).
Dilthey, anlamı, ifadede görünerek değil de gizlenerek içsel bir yaşam bağlamını
dışsallaştıran araç olarak kabul eder (1989: 72). Bu nedenle, Dilthey’ın metodolojik
hermeneutiği de gizlenen şeyin açımlanması ve açımlanan şeyin nesnelliği konusunda
fenomenolojik bir çıkmaza sahiptir. Belki de bu çıkmazlarından dolayı, hem Husserl’in
transandantal fenomenolojisi hem de Dilthey’ın metodolojik hermeneutiği belli bir
sınıra kadar gelişme göstermiştir. Peki, transandantal fenomenolojinin hermeneutik
çıkmazı ile metodolojik hermeneutiğin fenomenolojik çıkmazı nedir? Hem Husserl’in
hem de Dilthey’ın epistemolojik çabalarının gelip dayandıkları sınır neresidir? Bu
çabalar, dil ile dünya arasındaki ilişki sorununa tatmin edici bir yanıt verebilmiş midir?
Transandantal Fenomenolojinin Hermeneutik Çıkmazı
Fenomenolojiyi, bilimsel bir yaklaşıma dönüştüren Husserl (1983: xvıı),
nesnellik sorununu, yargıların açıklığı sorunuyla ilişkilendirir. Onun, bir yargının
açıklığının psikolojik ve ideal olmak üzere iki koşulu olduğunu öne sürmesi, aslında
“kuşkucu görecelik” olarak tanımladığı psikolojizmi (1970a: 137) aşma çabasıdır.
Husserl, psikolojizmin, “zihinsel olanın sadece zihinsel bir dayanağı olabilir”
biçimindeki en temel önyargısını (1970a: 168), saf mantığı, bütün zihinsel süreçlerin
altına yerleştirerek aşmaya çalışır (1970a: 173). Böylece zihinsel olanın ideal bir
dayanağı olduğunu gösteren Husserl, ideal olanı saf mantığın nesnesi olarak kabul eder
(1970a: 177-182). Saf mantığın görevlerini, “anlamın ve şeylerin saf kategorilerini
saptamak”, “bu saptamaları evrenselleştirecek bir teori kurmak” ve “teori oluşturmanın
teorisini yapmak” biçiminde sıralayan Husserl (1970a: 236-240), saf mantığın bu
görevlerini yerine getirecek olan araştırmayı fenomenolojik olarak kabul eder ve
epistemolojik eleştirinin öncüsü olarak vurgular (1970a: 248-249). Böylece bütün
bilimleri için temel bir felsefi yaklaşım olarak ortaya çıkan fenomenoloji, “fenomenin”
kendisiyle ilgilenmesi bakımından saftır (1983: xvıı). Odak noktası dil olan saf
fenomenoloji (1970a: 248-249), hakikatin dile getirildiği sözlerin anlamına ilişkin bir
araştırmadır. İşte araştırılan bu anlam, bir yargının psikolojik koşullarıyla değil ideal
koşuluyla belirlenir. Başka bir deyişle, aranan şey, yargının öznelliği değil,
nesnelliğidir. "Uzak, karmaşık ve sahte sezgilerden esinlenen anlamlar yeterli değildir;
'şeylerin kendisine' geri dönmeliyiz" çağrısı (1970a: 252) tam da buna işaret eder.
Husserl’in çağrısı, nesnelliği amaçlasa da “bir yargının anlamı” konusunda
hermeneutik çıkmazlara sahiptir. Bunlar, tekillik ve tarihsellik kategorileridir. Nesnellik
tutkusuyla psikolojizm eleştirisine girişen Husserl, bu uğurda, anlamın dilsel
kuruluşunun tarihsel ve kurulduğu anda da tekil olduğunu unutur. Husserl’in tekil
görecelik ve özgün görecelik olarak dile getirdiği bu eleştiri (1970a: 145-146), onun
anlam ve bilinç sorunlarına getirdiği çözümleri, hermeneutik olarak sınırlar. Çünkü “saf
zihinsel süreçlerin eidetik doktrini” olarak kabul edilen fenomenolojinin (1983: 167) her
tür öznelliği paranteze alan indirgeme yöntemi (1983: 60-61), bilinç ile nesnesi
Husserl ve Dilt hey’da Bilinç ve Anlam Sorunu
106
2018/ 30
arasındaki ilişkiyi fenomenolojik; anlam ile ifade arasında ilişkiyi de mantıksal olarak
kurar ve bu ilişkilerin hermeneutik boyutlarını dışarıda bırakır.
Kendi kendimizi, fenomenal dünyanın bir üyesi olarak görüyorsak, fiziksel ve
zihinsel şeyler (cisimler ve kişiler), fenomenal benliğimizle fiziksel ve zihinsel bir
ilişki içinde görünürler. Fenomenal nesne (bunu aynı zamanda ‘bilişsel içerik’
olarak adlandırıyoruz) ile fenomenal özne (empirik bir kişi, bir şey olarak ben)
arasındaki bu ilişki, deneyim anlamında bilişsel içerik ile böylesi bir bilişsel
içeriğin birliği (empirik Egonun fenomenolojik varoluşu) anlamında bilinçlilikle
ilişkisinden doğal olarak ayrı tutulmalıdır (1970b: 538-539).
Husserl, fenomenal özne ile fenomenal nesne arasındaki ilişkiyi, psikolojizmin,
bilincin fenomenolojik özüne getirdiği sınırları (1970b: 535) kaldırmak amacıyla ele
alır. Bilinç kavramını üç faklı biçimde tartışan Husserl, bunları, “empirik benliğin
fenomenolojik varlığı”, “öznenin fiziksel deneyimlerinin içsel farkındalığı” ve “zihinsel
faaliyet ya da yönelimsel deneyim” olarak belirler (1970b: 535). Saf fenomenolojik
bilinç kavramının “öznenin empirik gerçek varoluşla” bütün ilişkisini kesmesi
gerektiğini (1970b: 537) ifade eden Husserl, bunu, öznenin “öznel bir konuşmada
duygulanıma”, “nesnel bir konuşmada dışsal bir nesneye” sahip olmasıyla temellendirir
(1970b: 538). Her durumda “deneyimleyen bilinç” ile “deneyimlenen içerik” arasındaki
ilişkiye dayanan bu temellendirme, “bilincin yönelimsel farkındalığının” kaynağını da
belirler. Öznenin kendisini “öncelikli olarak” kavramasını sağlayan “yönelimsel
farkındalık” (1970b: 542-543), öznenin “Ben” demesinin koşulu ve kanıtıdır (Uygur
1998: 56-61). “Bilincinde olmak” ile “benlik” arasındaki ilişki gereği, özne, nesneyle
ilişkisini “bilincinden olmak” biçiminde kurar. Bu ilişki biçimi, Husserl’in yönelimsel
deneyim dediği, bilincin üçüncü biçimidir (Husserl 1970b: 548-551). Kısacası özne,
önce fenomenolojik bir varoluşa, sonra “içsel farkındalığa” ve sonunda “yönelimsel
deneyime” sahiptir. Dolayısıyla, bilincin yönelimsel deneyimi, “bir şeyin bilincinde
olmaktır” ve “o şeyin fenomenal varoluşunu ve verilmişliğini” gerektirir.
“Transzendental fenomenolojinin kurulmasında ortaya çıkan nesnel zorunluluk” (Uygur
1998: 76), “bilinç”, “varoluş” ve “verilmişlik” arasındaki bu ilişkidir.
Bilincin verili bir nesneyle kurduğu ilişki yaşantıdır ve durağan değildir. Yaşantı
kavramına vurgusu, Husserl’i yaşam felsefesi için önemli kılsa da o, bu ilişkinin değişen
koşullarına değil değişmeyen ideal koşullarını odaklanır. Bunun için öncelikle, bilicin
bir yaşantı olduğunu kabul eden Husserl, bunu “düşüncede bir yaşantı” olarak tanımlar.
Bu yaşantı, “mutlak akışta, şimdi olarak ve hemen ‘gözden kaybolarak’” görünür (1997:
36). Husserl, psikolojizmi, psişik yaşantının akışını durağanlaştırdığı konusunda
eleştirse de kendisi, bilincin tarihselliğini ve yaşantıların biricikliğini, kendi amacı
gereği dışarıda bırakarak aynı tuzağa düşer. Husserl’in girdiği bu hermeneutik çıkmaz,
zamansallık düşüncesinde açıkça görülür.
Öznenin kendi varlığını kavraması konusunda, fenomenolojik zaman ile bilincin
zamanını birbirinden ayıran Husserl, fenomenolojik zamanı, “bütün zihinsel süreçlere
has bir özellik olarak” belirler (1983: 192). Bu, zihinsel süreçleri, önce, şimdi ve sonra
biçiminde düzene sokan kozmik zamandır ve “somut duyusal içeriklerin açık ve seçik
özü üzerine yayılan bir örtüdür”. Husserl’in “örtü” olarak tanımladığı zamansallık,
başka bir bakımdan bilişsel yaşantıları, birbirine bağlar ve bu “sonsuz bir devamlılıkta
sürer” (1983: 193-194). İşte buradaki tuzak, “birbirine bağlanan ve sonsuzca devam
Husserl ve Dilt hey’da Bilinç ve Anlam Sorunu
2018/ 30
107
eden bu yaşantılar arasında, bilincin hareketine olanak sağlan şey nedir?” sorusunda
gizlidir. Husserl buna olanak sağlayan şeyin, fenomenolojik zamanı, bilincin zamanına
indirgeyen refleksiyon, yani “düşünmenin kendisini düşünmesi” olduğunu söyler (1983:
221). Bilincin zamanı, fenomenolojik zaman gibi bölünmemiştir ve her zaman
“şimdinin ufkuna” sahiptir. Diğer bir deyişle, refleksiyonun zamansal ufku, “şimdide”
çakılıdır ve geçmiş bir yaşantıyı, “olası yeni bir yaşantıya” bağlayan bir zorunluluktur.
Refleksiyonun zamansal ufku, öncenin ufkuna zorunlu bir biçimde sahip olan “yeni bir
başlangıçtır” ve aslında “sonranın” zamansal ufkunu oluşturur (1983: 195). Zamansal
ufukların birbirine bağlanmasının, anlama yetisinin bir özelliği olmasını pek
önemsemeyen Husserl, bu nedenle, refleksiyonu “hermeneutik bir yansıtma” olarak
değil, “fenomenolojik bir indirgeme” olarak kabul eder. Böylece bilincin zamansal
ufkunu, değişebilir bir şey olarak değil, “saf benin ulaştığı, şimdilik bilinci olarak”
kavrar (1983: 196). Zamansal ufukların ardışıklığını ve refleksiyonun şimdide çakılı
oluşunu, eidetik bir kural olarak benimseyen Husserl, bilişsel yaşantıların hermeneutik
boyutunu bir tarafa bırakıp, ondaki fenomenolojik özü ortaya koyar. Bunu, “bilişsel
yaşantının ifadesi” ile “o ifadenin anlamı” arasında saf mantıksal bir ilişki kurarak
gerçekleştirmeye çalışan Husserl, başka bir hermeneutik çıkmaza sürüklenir.
Verdiğimiz örnekler, bir ifadenin anlamı ile onun kendisini, kurulmuş bu ya da şu
nesne bağıntısına bir isim olarak yönlendirme gücü arasındaki ayrımın –elbette
anlam ile nesnenin kendisi arasındaki ayrımın- göz önünde bulundurulması
konusunda bizi cesaretlendirmektedir. Bunun da ötesinde her bir ifadede tartışılan
yönlerin, şununla yakın bir yöne sahip olduğu açıktır: her ifade, bir şeyi
kastettiğinden sadece bir nesne bağıntısına gönderimde bulunur. Doğru bir
biçimde, anlamı aracılığıyla bir nesneyi adlandırdığı ya da işaret ettiği
söylenebilir. Bir anlamlandırma edimi, anlamlı gönderimin bu biçimi aracılığıyla,
o anki nesnemizi kast ettiğimiz belirli bir tutumdur ve nesne bağıntısı sabit
kalırken, anlamın kendisi değişebilir (1970a: 289).
Husserl için ifade her zaman bir nesne bağıntısına ve anlama sahiptir. Bir
anlama sahip olmak, “dar bir uygulamadır” ve “bir bildirim ilişkisine bağlıdır” (1970a:
269). Bir bilinç yaşantısının imlenebilme özelliğiyle, yakından ilgili olan bildirim
ilişkisi, iletişime olanak veren bir koşuldur. Yine de Husserl’in bütün ilgisi, ifadenin
bildirdiği anlama değil, onun sahip olduğu nesne bağıntısına yöneliktir. İfadenin
içerdiği nesne bağıntısı, onun anlamından farklıdır. Aynı nesne bağıntısına işaret eden
ifadeler, farklı anlamlara gelebilirken, aynı anlama gelen farklı ifadeler, aynı nesne
bağıntısına işaret ederler (1970a: 287). Başka bir deyişle, ifade ile anlam arasındaki
ilişki, anlamı değiştirebilirken, nesne bağıntısı her zaman aynı kalır. Öyle ki bir ifadeyi
de anlamlı kalan, ifadenin bir nesne bağıntısını içermesidir. Buna göre, “bir ifade bir
nesneye karşılık geliyorsa anlamlı, gelmiyorsa anlamsızdır” (1970a: 293). Bu durumda
bildirim, bir ifade aracılığıyla, anlamın aktarımı değil, “belirli bir nesne ya da olgu
durumunun gerçekliğinin” belirlenmesidir (1970a: 270). İşte bunu yönlendirme ilişkisi
olarak açıklayan Husserl, iletişimin öncelikle, anlam aktarımına izin veren hermeneutik
bir ilişki olduğunu görmez gibidir. Onun, ifade ile nesne bağıntısı ilişkisini mantıksal
olarak sınırlaması ve anlamlandırma deneyimini bu ilişkiyle açıklaması (1970b: 533534), bir kimsenin ifadesinin, nasıl oluyor da başkasının bilişsel yaşantısındaki nesne
bağıntısın uyduğu sorusuna tatmin edici bir yanıtı vermez.
Husserl ve Dilt hey’da Bilinç ve Anlam Sorunu
108
2018/ 30
İfadenin bir yandan fiziksel bir ime, diğer bir yandan nesne bağıntısı içererek bir
anlama sahip olması, ona iletişimsel bir özellik kazandırır (1970a: 276-277). Yine de
iletişim, sadece bir bildirim ilişkisi değil, aynı zamanda bildirimin kavranması
olduğundan, anlamın öznelerarası aktarımına izin veren hermeneutik koşullar göz
önünde bulundurulmalıdır. Husserl’in anlamlandırma deneyimini, sadece ifadenin
bildirimiyle ilişkilendirmesi, bu hermeneutik koşulları arka plana itmesinin sonucu
gibidir. Böylece öznelerarası iletişimin koşullarını sadece fenomenolojik olarak
temellendirir. Bu koşullar, ifadenin, öznenin bilişsel yaşantısıyla ilişkisini
belirlediğinden, “ifadeyi ifade yapan şeye” zarar vermez (1970b: 278). Başka bir
deyişle, öznenin bilişsel yaşantısındaki bir nesne bağıntısını ifade etmek, anlamı
görünür kılan fenomenolojik bir deneyimdir ve aslında iletişimin sadece bir yönünü
açıklar. Ancak ifadenin, başka bir öznede nasıl bir yaşantı yarattığı ve nasıl bir nesne
bağıntısı içererek anlam kazandığı, hermeneutik bir deneyimdir ve iletişimin diğer
yönünü açıklar. İşte Husserl, sadece ilkiyle ilgili gibidir. Dolayısıyla onun, yalnızca
verili bir fenomene ilişkin bir bilinç yaşantısının ifade edilebileceğini göstermesi,
hermeneutik gelenek içinde kabul görse de “bilişsel yaşantının ifadesi” ile “o ifadenin
anlamı” arasında kurduğu mantıksal ilişki hermeneutikten uzaktır. Çünkü bu ilişki,
anlamı, iletişimde sürdürülen ve her seferinde yeniden kurulan bir yaşantı olarak değil,
ifadede görünür olan bir ideal birlik olarak kabul eder.
Husserl anlamı üçe ayırır: “imin zihinde uyandırdığı imge”, “bu imgenin empirik
deneyimle doldurulması” ve “bu ikisini örtüştüren bilişsel yaşantı” (2003:286-298).
Yönelimsel deneyim kavramıyla (1970b: 533-534) üçüncüsüne odaklanan Husserl, bu
deneyimi, bir eylem olarak açıklar. Buna göre, anlam, aslında elde hazır değildir, bir
eylemle yaratılır. Anlamlandırma deneyimi denilen bu eylem, bir ifadenin taşıdığı
anlama, apaçık olmanın koşullarını sağlar. Bu koşullar Husserl için anlamın, psikolojik
değil ideal koşullarıdır ve saf mantığın alanındadır. Husserl’in kendi ifadeleriyle dile
getirmek gerekirse, “eğer anlamların ideal özünü, onların psikolojik ve gramer
bağlantılarından ayırmak için zorlukların üstesinden geliyorsak ve dahası bunların
özünde kurulu olan, kastettikleri nesne bağıntılarına uygun apriori ilişkileri açıklığa
kavuşturmayı deniyorsak, zaten saf mantığın alanındayızdır” (1970a: 322-323).
Anlamın ideal koşullarını, “mantıksal öz” olarak kabul eden Husserl, nesnellik
sorununun çözümü konusunda mantıkçı pozitivizme yakın görünür (Cobb-Stevens
1989: 123-152). Böylece saf mantığın alanı içinden, hermeneutik boyutu olan dil
sorununa yanıt vermeye çalışan Husserl, “anlamın kuruluşu” konusunda olmasa da
“anlamın anlaşılması” konusunda çıkmaza sürüklenir. Çünkü “ya bir bildirim olan ya da
altında yatan bir bildirime dayanan” yönelimsel deneyim (Husserl 1970b: 598), bilinçte
içsel bir yaşantı uyandırır (1970b: 578). Sadece bu yaşantı, ifadenin anlamının ideal
özünü kavrar. Bu, bir sözün, onu dile getirenin varoluşundan bağımsız olarak
kavranması demektir ki, yönelimsel bilinç zaten başkasını, varoluşa sahip bir özne
olarak değil, “kendiliği bilince kapalı bir fenomen” olarak kavrar. Başkasının benliği,
ancak öznenin özdeşlik bilinciyle kavranır (1970b: 563-569) ki bu bilinç yine ifade ile
anlam arasındaki mantıksal ilişkiye dayanır. Bu nedenle, Husserl’de öznelerarasılık
sorunu, girdiği hermeneutik çıkmazın bir sonucu gibidir. Çünkü “başkasının bilinci
olarak bilincin, başkasının mutlak başkalığıyla kurduğu dinamik ilişkiyi yönelimsellik
üzerinden okuduğumuzda, benin başkasıyla her temasının başkasının başkalığıyla
Husserl ve Dilt hey’da Bilinç ve Anlam Sorunu
2018/ 30
109
başkalaşmasına” neden olur (Kartal 2017: 78). Oysa öznelerarasılık, öz-belirlenimi ve
öznelerarası hermeneutik ortaklaşmayı içermek zorundadır.
Metodolojik Hermeneutiğin Fenomenolojik Çıkmazı
Husserl’in bilinç ve anlam sorununu, yaşamla ilişkilendirmesi, hermeneutik
gelenekle önemli bir bağa sahiptir. Her ne kadar birbirlerine çok az referans vermişseler
de bu bağ Dilthey’da açıkça görülür. Dilthey da Husserl gibi dil-dünya ilişkisi sorununu
nesnellik tutkusuyla ele alır ve yaşama kavramına ulaşır. Dilthey bilinç ve anlam
sorununu bu çerçevede çözmeye çalışır. Bilinç yaşantısının ifade edilebilmesi ve ifade
edildiği anda o yaşantının görünür olması, Dilthey’ın hermeneutiğinin fenomenolojik
kaynağıdır. Dilthey’ın metodolojik hermeneutiği, tarihsellik ve tekillik kategorileri
konusunda Husserl’in saplandığı çıkmazları aşmış olsa da fenomenolojik kaynağına
rağmen, bilincin yönelimselliği ve anlamın ifadede görünür olması konusunda
fenomenolojik çıkmazlara sahiptir.
Husserl, Dilthey’ın insan bilimlerini özgün bir temele oturtma çabasını önemser
ancak bu çabanın giderdiği ihtiyacı, farklı bir “yeni psikoloji” olarak değerlendirir
(Husserl 1989: 181). Yine de Husserl için, Dilthey’ın bu çabası, “doğanın bilimini
nesnelliğin; tin bilimini öznelliğin bilimi” olarak gören “köhnemiş değersiz düşünceye”
karşı çıkıp, “nesnelliğin, psikolojiye dayalı bir bilimi olabileceğini” göstermiştir (1989:
376). Gerçekten de Dilthey, “tanımlayıcı bir disiplinin sınırları içinde kaldığı sürece”,
psikolojinin temel bir tin bilimi olabileceğini iddia eder (Dilthey 1989: 84). Tin
bilimlerinin hareket noktası, tarihsel-toplumsal gerçekliğin kurucusu olan “bireylerin
içsel yaşantılarının” anlaşılması olduğundan, tanımlayıcı psikoloji temel bir tin bilimi
olarak kabul edilebilir. Dilthey, psikolojik iç-deneyimi (1989: 376-379), hermeneutik
adıyla tin bilimlerinin yöntemi olarak belirler. Bu, Dilthey’ın hermeneutik gelenek
içindeki başarısı olsa da fenomenolojik çıkmazlara sürüklenmesinin de nedenidir.
Çünkü Dilthey epistemolojisini hermeneutik iç-deneyime dayandırmıştır ancak klasik
epistemolojinin temel varsayımlarını sorgusuz kabul etmiştir. Böylece nesnellik sorunu,
Dilthey’ın gelip dayandığı ve aşmadığı bir zorluk olmuştur. Bu zorluğa rağmen Dilthey
için tanımlayıcı psikoloji, iç-deneyimin temel ilkelerine dayandığından, ifadelerden
hareketle öznenin ruhsal yaşamını tanımlayabilmektedir (1977: 51). Peki, iç-deneyim
nedir? Bilinç, böylesi bir deneyimde nasıl bir işleve sahiptir?
“Gerçek olana her zaman bir duyusal etki eşlik eder” (1989: 355). Başka bir
deyişle, iç-deneyimde, içsel algıya konu olan şey, gerçek olanın duyusal etkisidir.
“Gerçekliğin kendisinin askıya alındığı iç-deneyim” Dilthey için, “bilinç olgusunun
kendisidir” (1989: 359). Bu noktada “iç-deneyimin kendiliğe”, “dış-deneyimin nesneye”
ilişkin olduğunu ama bu “ikisinin birbirine bağılı olduğunu” dile getiren Dilthey (1989:
361), “nesneye” dayalı değil, “kendiliğe” dayalı bir epistemoloji geliştirir. Çünkü klasik
özne-nesne epistemolojisi, “kendimizi bilmek” konusunda “kendiliğimizi”
nesneleştirerek durağanlaştırmak zorundadır. Bu nedenle, onun yaşamını ya da
tarihselliğini açıklayamaz. Tin bilimlerinin yöntemi olan hermeneutik, insanın
tarihselliğine uygun bir epistemolojiye dayanmak zorundadır. Ben-özdeşliğine dayanan
bu epistemoloji, dış-dünyanın gerçekliğine ilişkin kuşku gibi, “başkasının beni” sorunu
konusunda da fenomenolojinin sınırlarını aşar.
Husserl ve Dilt hey’da Bilinç ve Anlam Sorunu
110
2018/ 30
Kendi koşullarımın refleksif farkındalığını elde ettiğim içsel deneyim,
bireyselliğime ilişkin bir bilinç geliştirmeme, tek başına yeterli değildir. Ben
kendi tekilliğimi, öncelikle, başkalarıyla kendimi karşılaştırdığımda tecrübe
etmekteyim. Bu noktada, beni başkalarından ayıran şeylerin ne olduğunun farkına
varmaktayım ve Goethe, bütün deneyimlerimizin en can alıcısı olan bu deneyimin
aynı zamanda en zoru olduğunu söylerken çok haklıydı. Gücümüzün boyutları,
doğası ve sınırlarına ilişkin kavrayışımız, nihayetinde bitimsizdir. Fakat
başkalarının varlığı, ilkin bize dışarıdan, aslında uygun bir duyuda, yani jestlerde,
seslerde ve eylemlerde verilidir. Yalnızca bu duyların yeniden yaratılmasıyla, bu
iç-deneyimi tamamlayabiliriz (1996: 236).
Buradaki temel sorun, başkasının bize yabancı olan tekil benliğini nasıl
bildiğimizdir. Dilthey, bu bilme biçimine, “anlama” der ve “ben-özdeşliğine”
dayandırır. “Başkasının kendiliği”, yaşamın birliği bakımından “benim kendiliğimle”
özdeş olduğundan, bir duygudaşlık kurabilir ve onun içsel deneyimlerini, yani
yaşantılarını kendimde yeniden yaratabilirim. Başkasının yaşantılarının ‘Ben’in kendi
bilincinde yeniden yaratılması, öz-bilincin de öncelikli koşuludur (1962: 67).
Öz-bilincin, öz-duygunun kökeni, dünyaya ilişkin bilinçle akrabadır. Yine de özbilinci tamamlamak için, deneyimi daha ileri koşullara yükseltmek gerekir. Selfrefleksiyonu, ilk olarak hangi noktada açıkça elde ettiğimiz belirsizdir. Soyut
felsefe fikrindeki o ‘ben’ sözcüğünün ilk kullanımının işaret ettiği bu anın,
savunulması imkânsızdır. Çocuk, başkaları tarafından kendisine verilen isimle
kendisini kastettiğinde, sadece başkalarının dilsel pratiğini sürdürüyordur ve onu
içselleştiriyordur. İfadeyi kendisi yaratmasa da, çocuk ‘ben’ dediği anda, sadece,
konuşan bir kimse olarak ‘benin’ tasarımladığı bağlamsal dilsel düzene uyum
sağlar (1989: 549).
Öz-bilinci keşfeden, self-refleksiyonun nasıl ortaya çıktığını yanıtlamak, Dilthey
için hem imkânsız hem de gereksizdir. Onu vurgusu, self-refleksiyonun ruhsal yaşama
ait olduğu (1989: 363) ve “kendiliği” keşfetmek konusunda iç-deneyimi tamamladığıdır
(1996: 236). “Kendilik” öncelikle, öznenin başkasının ifadelerini, kendi yaşantısında
yeniden yaratan iç-deneyimle ve daha sonra bu deneyimi, bir öz-farkındalığa yükselten
self-refleksiyonla keşfedilebilir. Bu nedenle, “self-refleksiyon dış dünyayla bağlantılıdır
ve bir kimse başkası olmadan” kendisini keşfedemez (1989: 359). İç-deneyim, kendimi
başkalarıyla özdeşleştirdiğim bir bilince dayanırken, self-refleksiyon kendimi
başkalarından ayırdığım bir bilince dayanır. Ruhsal bir yaşantıyı, başkasının
yaşantısından ayıran self-refleksiyon, bir bakıma bilincin içeriğini aydınlatır. “Bilinç
içeriği olarak keşfedilen şey” ile “ben bilincinin kendisi, birbirinden farklı değildir”
(1989: 254). Bilinç içeriği ile bilincin bir ve aynı olması, bilinç sorunu bakımından,
Dilthey’ın hermeneutiğini, Husserl’in fenomenolojisinden ayran en temel noktadır.
Buna göre, self-refleksiyon, bilinci şimdide durağanlaştıran bilişsel bir eylem değil,
‘Ben’in her yaşantısında, bilincin içeriğini, “kendilik” olarak yeniden keşfettiği tarihsel
bir hareketliliktir.
Düşünmenin, geçmiş ve gelecek arasında gidip gelmesini ima eden tarihsel
hareketlilik, self-refleksiyonun, yaşamın birliği bakımından önemini de açıklar. Husserl
gibi Dilthey için de “asıl olan yaşam […] olmasaydı eğer, bir öz-bilince sahip
olamazdık ve öz-bilincimiz olmasaydı bizim için bir dünya olmazdı” (Riedel 1996: 70).
Gerçekten de yaşama dünyasının artık, sadece bize verili bir şey olarak değil, aynı
Husserl ve Dilt hey’da Bilinç ve Anlam Sorunu
2018/ 30
111
zamanda “bizim için” olan bir birlik olarak kabul edilmesi, Dilthey’ı, Husserl’den
ayıran önemli bir düşüncedir. Yaşamı “bizim için” kılan şey, self-refleksiyonun sadece,
“bilinçteki nesne bağıntılarını çözmesi” değil, aynı zamanda hem düşüncenin hem de
eylemin ilkelerini ya da kaynağını ortaya koyabilmesidir (Dilthey 1989: 268, 278).
Böylece, düşünme ve eyleme dayanak üreten self-refleksiyon, “şimdide yaşamadır”.
Ancak bu yaşama, “geçmiş yaşantılara” ya da “gelecekte yaşanabileceklere” kendisini
yansıtmadır. İşte Dilthey’ın bilinç konusunda sıkıştığı fenomenolojik çıkmaz da tam
olarak buradadır. Bu çıkmaz, “şimdide işleyen refleksiyonun”, nasıl oluyor da kendisini
“artık olmayan geçmiş bir ana” ve “hiç olmamış gelecek bir ana” yansıtabildiği
sorusunda ifade bulur. Başka bir deyişle, fenomenolojik olarak “şimdide” yaşayan ve
düşünen “ben”, nasıl oluyor da kendisini geçmişte ya da gelecekte keşfedebilir? Özbilinci, tarihsel bilinç olarak kabul eden Dilthey, onu keşfeden eden self-refleksiyonu da
tarihsel ve dilsel koşullarla gerçekleştirilen “hermeneutik bir deneyimi” olarak belirler.
Bu nedenle, Dilthey’ın “başka bir yaşam bağlamına” ait yaşantının nasıl yorumlandığını
göstermek için üzerinde durduğu, yaşantı-ifade-anlam bağlantısı, hermeneutik
deneyimin nasıl işlediğine verilen bir yanıttır. Bu yanıt, bilinç sorunundaki
fenomenolojik çıkmazı aşamadığı gibi, anlam sorunu konusunda Dilthey’ın metodolojik
hermeneutiğini başka bir fenomenolojik çıkmaza sürükler.
Anlam sorununu, ifade, yaşantı, duygudaşlık gibi kavramalarla birlikte ele alan
Dilthey, anlamı, “ifadede görünen nesne bağıntısı ya da gönderim” olarak değil,
“ifadeyi bizim için görünür kılan bir yaşam bağlamı” olarak kabul eder. Anlamın “bir
yaşam bağlamı” olarak kabul edilmesi, ifadeyi de “bir yaşantının dışavurumu” olarak
belirler. Bu, hem kendimi tanımanın hem de başkasını anlamanın koşuludur. Çünkü
başkasının varoluşu, bize dıştan, yani nesnel bir ifade aracılığıyla verilidir. Başkasının
mimik, jest ya da dilsel olan ifadelerinin bize gösterdiği yaşam bağlamını, sahip
olduğum duygudaşlık sayesinde, “kendi yaşamımdan hareketle oluşturmaktayım”.
Bilincin tarihsel hareketini varsayan bu süreç, başkasının içsel yaşantılarının, ifadeler
aracılığıyla ‘Ben’in içsel yaşantısında yeniden yaratılmasıdır. İşte “tekil bir bilincin”,
“kendisine yabancı bir bilincin yapısına ulaşmasını sağlayan bu tuhaf yöntem,
anlamadır” (1996: 236). Öznenin içsel yaşantısı ile öznenin içinde yaşadığı dünya ve
dolayısıyla başkasının içsel yaşantısı arasındaki ilişki, ancak ifadelerle dışavurulan
“tinsel anlamlar” olabilir (1989: 72). Onun ifadede dışavurulması, gerçekliği aştığını
gösterir. “Gerçekliği aşan” anlam (1985: 44), gerçekliğin kendisiyle değil, öznenin
“yaşama deneyimi aracılığıyla”, “bireysel ve öznel olarak” kavranır (1985: 170).
Dolayısıyla Dilthey için anlamın, ifadeyi, “bizim için görünür” kılan bir yaşam bağlamı
olduğu söylenebilir. Ancak ifadeyi “bizim için görünür kılan bu yaşam bağlamı”, aynı
zamanda, kendisini ifadede gizler. Onun yoruma ihtiyaç duyması da bundandır. Peki,
kendisini ifadede gizleyen bir yaşam bağlamı, yani anlam, nasıl oluyor da ifadeyi bizim
için görünür kılabilir? İşte bu soruna, bütünüyle metodolojik yaklaşan Dilthey, ifadeyi
görünür kılan fenomenolojik koşulların çok fazla üzerinde durmaz. Çünkü onun için
ifade ile yaşam bağlamı, yani anlam arasındaki ilişki, fenomenolojik olmaktan çok
epistemolojik bir problemdir ve bu nedenle, onun öncelikli amacı, ifadede gizli duran
anlamın, nasıl bir yöntemle anlaşıldığının ya da anlaşılması gerektiğinin araştırılmasıdır.
Yazılı eserlerin yorumlanması, yaşamın tümüne yayılan, konuşma ve yazının her
türü karşısında anında işlemeye başlayan anlama ediminin sadece ustalıklı bir
Husserl ve Dilt hey’da Bilinç ve Anlam Sorunu
112
2018/ 30
şekilde geliştirilmiş halidir. Dolayısıyla, anlama ediminin analizi, yorumlamaya
kurallar koymanın temelidir. Bu analiz, ancak, edebi eserlerin üretim sürecinin
analiziyle bağlantı içinde tanımlanabilir. Yorumlamanın araçlarını ve sınırlarını
belirleyen kuralların bağlantısı, ancak, anlama edimi ve edebi eserlerin yaratılması
süreci arasındaki ilişkiyle temellendirilebilir (1996: 248).
Tin bilimlerinin yöntemi olarak sunduğu hermeneutiğin kurallarını, anlama
ediminin analizinden çıkaran Dilthey, anlama edimini tarihçilerin yorumlama
etkinliğine benzetir ve “üç ilgi” seviyesine göre gerçekleştiğini düşünür: “kronik
tarihçilerin epik ilgisi; pragmatik tarihçilerin politik ilgisi ve genel tarihçilerin, yaşamın
bütününü yeniden yaratma ilgisi” (1996: 234). Dilthey tarafından bilgisel bir etkinlik
olarak kabul edilen anlamanın nesnelliğini, “öznenin ilgisi” belirler (1996: 237).
Dolayısıyla Dilthey, ifadede gizli duran ama ifadeyi bizim için görünür kılan bir yaşam
bağlamının anlaşılmasını, varoluşsal bir durumla çözer. Buradaki çıkmaz, epistemolojik
görünen ama aslında fenomenolojik olan bir soruna, varoluşsal bir yanıt vermek
istenmesidir. Dilthey’ın öznenin ilgisince yönlendirilen anlama ediminin nesnelliğe
ulaşamayacağını itiraf etmesi (1996: 249) bu çıkmazdandır. İfadede gizli duran içsel bir
yaşama bağlamının, eksiksiz ve tam olarak yeniden-yaratılmasını ima eden “anlamanın
nesnelliği” sorunu, ifade ile yaşam bağlamı, yani anlam arasındaki ilişkinin öznenin
kendi yaşam deneyiminden hareketle kurulduğu için büyük bir problemdir. Çünkü
kimse kimsenin içsel yaşantılarını doğrudan deneyimleyemez. Bu nedenle, hermeneutik
bir açıdan söz konusu olan şey, ifadeden anlamın kendisine gitmektir. Tin bilimleri,
eğer nesnellik düzeyine yaklaşmak istiyorsa, böylesi bir yol izlemelidir. Dilthey’ın
anlama edimini, ifadenin biçimine göre, “başlangıç” (1977: 125-126) ve “yüksek
düzey” (1977: 135) olarak ayırması tam olarak bu yolu gösterir.
Tin bilimlerinin temellendirilmesi için, anlama etkinliğinin nesnel bir düzeye
ulaşabileceğinin kabul edilmesi gerektiğini düşünen Dilthey için (1996: 235), doğanın,
başkasının ve hatta kendimizin bile anlaşılmasında, duyusal bir veri olan ifadeden, içsel
bir yaşam bağlamına giden psişik bir süreç söz konusudur (1996: 236). İşte anlama
etkinliğinin nesnelliğini belirleyecek olan şey, bu psişik sürecin geri dönülebilir, başka
bir deyişle denetlenebilir olmasıdır. İfade ile anlam arasında denetlenebilir bir bağ,
ancak yazılı eserler söz konusu olduğunda kurulabilir (1996: 237, 246). Çünkü yazının,
dilsel bir ifade biçimi olarak kendisini sabitlediği anda, aslında kendisinde gizli duran
yaşam bağlamını da sabitlediği düşünülür. Ancak dil sorunu konusunda bu düşünce,
Dilthey’ın tarihselliğe vurgusuyla çelişir.
Dili, içsel yaşantıları, ifade etme sürecinde damgalayan kültürel bir yapı olarak
kabul eden Dilthey (1989: 449), dilsel olarak damgalanan bir yaşantının, kendisini
yaşamın bütünlüğünden ayırdığını düşünür. Bu damgalanma ve ayrılma aslında,
ifadenin kendisini tarihin bir noktasında sabitlemesidir. Bu nedenle, bir ifadenin içerdiği
anlamın anlaşılmasının yüksek düzeyi, o ifadeyi ortaya koyan kişinin içsel yaşantısının
ve o ifadenin dışavurulduğu tarihsel dönemin anlaşılmasına bağlıdır. Çünkü içsel
yaşantı, dil aracılığıyla kendisini tarihsel bir dönemde sabitlemiştir. Daha derine
bakıldığında, Dilthey’ın anlamın dilde sabitlendiğini ve dolayısıyla dilsel bir ifadenin
yegâne bir anlamı olduğunu kabul ettiği görülür. İşte dilsel bir ifadenin tek ve sabit
anlamının olması, Dilthey’ı Husserlci bir kabule zorlar. Bu da ifade ile anlam arasında
mantıksal bir ilişki olduğudur. Dilthey’a göre tekil bir dilsel işaretin, tümel bir bilme
Husserl ve Dilt hey’da Bilinç ve Anlam Sorunu
2018/ 30
113
tarzı olan anlama edimine konu olmasını sağlayan şey, yani “genel doğruları, tekil
durumlarda yansıtan” bu mantıksal ilişkidir (1996: 249). Peki, nedir bu genel doğrular?
Bunları tip kavramıyla ortaya kayan Dilthey aslında, aşamadığı nesnellik
sorununun etrafından dolanır. Ona göre, tin bilimlerinin yapacağı şey, “tekil olanda
tipsel olanı görmek” ve gördüğü tiplerle tekillikleri anlamaktır. Bu nedenle, tekillikleri
karşılaştırmaya uygun hermeneutik bir yöntem kullanılmalıdır. Böylece Dilthey’ın
hermeneutik yöntemle, klasik epistemolojinin nesnelliğe tutkusunu ve Alman tarih
okulunun tekil olayları kavrama dürtüsünü uzlaştırma çabası kısmen başarıya ulaşır.
Ancak esasında fenomenolojik yönü ağır basan anlam sorununu, epistemolojik olarak
yanıtlama girişimi, ifadede gizli duran anlamın nasıl oluyor da ifadeyi bizim için
görünür kıldığına tatmin edici bir yanıt vermez. İfadenin sadece bize verili olmadığını,
aynı zamanda bizim için orada olduğunu doğru bir biçimde kabul eden Dilthey, anlamı,
ifadede dilsel olarak sabitlenen bir yaşam bağlamı olarak kabul eder. Bu bakımdan, her
ifadenin tek ve sabit bir anlamı olduğunu vurgulayan Dilthey, anlamın tarihselliğine ve
yorumların çokluğuna, klasik epistemolojinin paradigmasıyla bir yanıt arar ancak doğal
olarak tatmin edici bir yanıt bulamaz.
Sonuç
Açık bir karşılaştırma yapmak gerekirse, Husserl ve Dilthey’ın düşüncelerinin,
bilinç ve anlam konusunda dayandıkları çıkmazlar şu şekilde özetlenebilir. Bilinç ile
nesnesi arasındaki ilişkiyi, fenomenolojik olarak kavrayan Husserl, doğal olarak bilincin
refleksiyonunun şimdiki anın ufkunda iş gördüğünü doğru bir biçimde görür, ancak o
ufukta çakılı olduğunu düşünür. Bu nedenle, bilincin tarihselliği, Husserl’in bu
konudaki çıkmazıdır. Dilthey ise bilincin refleksiyonunu, tarihsel bir hareketlilik olarak
kavrayarak, bu çıkmazı aşar ancak şimdiki anın ufkunda iş gören refleksiyonun nasıl
oluyor da kendisini geçmişin ufkuna yansıtabildiğine yanıt veremez. Bu hareketlilik,
aslında bilincin nenesini nasıl görünür kıldığına ilişkin fenomenolojik bir sorundur ve
Dilthey’ın çıkmazıdır. Bu nedenle, Dilthey, geçmişin ufkunda bulunan bir nesnenin,
nasıl oluyor da şimdide iş gören refleksiyona konu olduğunu, bilincin hareketliliğiyle
yanıtlar. Ancak bilincin kendisini geçmişin ufkuna yansıtarak, geçmişte iş gördüğü
imasına sahip bu yanıtın, bizzat tarihsellik ilkesine aykırı olduğunu Gadamer gösterir
(Gadamer 1989: xxxi, 300-307). Gadamer’in etki tarihi ilkesi, bilincin kendisini
geçmişin ufkuna yansıtmadığını, geçmişin ufkunda bulunan nesnenin şimdiki anın
ufkunda bir etkisi olduğunu söyler. İşte bilincin kendisine görünen, o nesnesinin kendisi
değil, tarihsel etkisidir. Gadamer, bu yanıtla, hem Husserl’in hermeneutik çıkmazını
hem de Dilthey’ın fenomenolojik çıkmazını aşar.
Husserl ve Dilthey, dayandıkları epistemolojik varsayımların beraberinde
getirdiği bu çıkmazlar nedeniyle, yaşamı kavramak konusunda da geniş bir perspektif
sunamamışlardır. Anlam sorununa, daha doğrusu anlam ile ifade arasındaki ilişkiye, her
iki düşünürün getirdiği tek yönlü açıklama, iletişim olgusunu tam olarak ortaya
koyamamıştır. Bu nedenle, yaşamın öznelerarası oluşu, her iki düşünür tarafından da tek
yönlü açıklanır. Husserl, anlamın ifadede görünür olmasının mantıksal koşullarına
odaklanırken, iletişimin sadece bildirimde bulunma yönünü açıklar. İletişimin
hermeneutik boyutu olan, bir ifadeyi anlamanın koşulları, Husserl’in bu konuda
Husserl ve Dilt hey’da Bilinç ve Anlam Sorunu
114
2018/ 30
hermeneutik çıkmazıdır. Dilthey ise Husserl’in aksine iletişimin, hermeneutik yönüne
odaklanarak, fenomenolojik yönden çıkmaza sürüklenir. Çünkü Dilthey bir ifadenin
anlaşılmasının koşullarına, doğru bir biçimde yoğunlaşırken, anlamın ifadede görünür
olma koşullarının pek de üzerinde durmaz. İşte hem Husserl’in hem Dilthey’ın bu
konudaki çıkmazlarını aşan, iletişimin öznenin varoluşu ve yaşamı açısından önemini
doğru bir biçimde kavrayan Heidegger olmuştur (Heidegger 1967: 188-210). “Yaşam”
sadece bilgisel bir çabanın sürdürülmesi değil, aynı zamanda bir varoluşun kuruluşu
olduğundan, bilinç ve anlam sorununun ne sadece fenomenolojik ne de sadece
hermeneutik bir problem olduğu kabul edilmelidir.
Dünyayı “bizim için kesin bir şey” değil de “bizden varlık talep eden bir şey”
olarak kabul eden Husserl (2010: 84), doğal olarak yaşamın kendisini ve ötekinin
varoluşunu tarihselliğinden soyutlayarak bir varlık fenomenine dönüştürür. Bu
fenomenal dünya içerisinde, “insan olarak, başkasının algılanmasında, karşımdakini
Ben-[gibi] özneler olarak ve çevreleriyle ilişkisinde bana benzeyen varlıklar olarak
anlamaktayım” (Husserl 1983: 105). Husserl için öznelerin birbirini anlamasının, yani
iletişimin olanağını gösteren bu durum, Dilthey’ın ben-özdeşliğini çağrıştırsa da, aslında
bütünüyle onda farklıdır ve öznelerarasılığın hermeneutik koşullarını açıklamaktan
uzaktır. Öznelerarası fenomenal benzerlikten hareket eden Husserl’in aksine Dilthey,
öznelerarası tinsel özdeşlikten hareket eder. Bu nedenle anlama, Dilthey için, öznel bir
ifadenin içsel olarak yeniden yaratılması olduğundan, aslında öznenin, ötekinin
varoluşuna açılan kapısıdır.
Dilthey, Husserl gibi, felsefe ve özellikle bilimin, yaşamı kavramak konusunda
yetersiz olduğunu düşünse de onun aksine, bu sorunu “aşkın kavramlarla çözümlemez”
(Bowie 2003: 200). Ancak Dilthey da anlamın ifadede görünmesini sağlayan koşullar
üzerinde durmadığından, dünyanın “bizim için orada duran” bir şey olduğunu
fenomenolojik olarak temellendiremez. İşte Heidegger, bu iki ucu, başarıyla
birleştirerek, “ötekinin varoluşunun” ne fenomenal bir “nedir?” sorusunun yanıtı
(Bollnow 2012: 218) ne de tinsel bir özdeşlik olduğunu gösterir. Varoluşun
fenomenolojisini, hermeneutik olarak temellendiren Heidegger (1996: 62), böylece
Husserl ve Dilthey’ı uzlaştırmakta başarılı olduğu gibi, kriz düşüncesi konusunda da
yeni bir ufuk açmıştır. Buna göre, kriz, bilginin değil varoluşun krizidir ve bu nedenle
bilim ve felsefeye, kesin temeller kazandırarak değil, bilim ve felsefenin yaşam
karşısındaki tavrını sorgulayarak başarıya ulaşabilir. Bugün de olduğu gibi, bilgi ya da
bilimin krizi denilen şey, esasında yöntemsel bir hataya değil, bilgi ya da bilimin yaşam
karşısındaki tutumuna ilişkindir.
Husserl ve Dilt hey’da Bilinç ve Anlam Sorunu
2018/ 30
115
KAYNAKÇA
BOLLNOW, Otto Friedrich. (2012). “IV. Varoluşculuk Kavramı”, çev. Emra Durukan,
Özne Dergisi, 16/2012: 228-232.
BOWIE, Andrew. (2003). Introduction to German Philosophy, From Kant to Habermas,
Cambridge: Polity Press.
BUCKLEY, R. Philip. (1992). Husserl, Heidegger and the Crisis of Philosophical
Responsibility, Springer-Science+Business Media Dordrecht.
COBB-STEVENS, Richard. (1989). Husserl and Analytic Philosophy, Boston: Kluwer
Academic Publishers.
DILTHEY, Wilhelm. (1962). Pattern and Meaning in History, Thoughts on History and
Society, ed. H. P. Rickman, New York: Harper&Brothers.
DILTHEY, Wilhelm. (1977). Descriptive Psychology and Historical Understanding,
trans. Richard M. Zaner, Kenneth L. Heiges, Netherlands: Martinus Nijhoff, The Hague.
DILTHEY, Wilhelm. (1985). Poetry and Experience, Selected Works, Volume V, trans.
Louis Agosta, Rudolf A. Makkreel, Michael Neville, Christopher Rodie, Joseph Ross, ed. Rudolf
A. Makkreel, Frithjof Rodi, Princeton, New Jersey: Princeton University Press.
DILTHEY, Wilhelm. (1989). Introduction to Human Sciences, Selected Works, Volume I,
trans. Michael Neville, Jeffrey Barnouw, Franz Schreiner, Rudolf A. Makkreel, ed. Rudolf A.
Makkreel, Frithjof Rodi, Princeton, New Jersey: Princeton University Press.
DILTHEY, Wilhelm. (1996). Hermeneutics and the Study of History, Selected Works,
Volume IV, trans. Theodore Nordenbaug, Frederic R. Jameson, Rudolf A. Makkreel, Ramon J.
Betanzos, Epbrahim Fischoff, Patrica van Tuyl, ed. Rudolf A. Makkreel, Frithjof Rodi,
Princeton, New Jersey: Princeton University Press.
GADAMER, Hans-George. (1989). Truth and Method, trans. Joel Weinsheimer and
Donald G. Marshall, New York: The Continuum.
HEIDEGGER, Martin. (1967). Being and Time, trans. Joan Macquarrie & Edward
Robinson, Oxford: Basil Blackwell.
HUSSERL, Edmund (1970a). Logical Investigation, Volume I, Prologomena to Pure
Logic, trans. J. N. Findlay, London: Routledge and Kegan Paul Inc. The Humanities Press.
HUSSERL, Edmund. (1970b). Logical Investigation, Volume II, On the Theory of Wholes
and Parts, trans. J. N. Findlay, London: Routledge and Kegan Paul Inc. The Humanities Press.
HUSSERL, Edmund. (1970c). The Crisis of European Sciences and Transcendental
Phenomenology, trans. David Carr, Evanston: Northwestern University Press.
HUSSERL, Edmund. (1983). Ideas Pertaining to A Pure Phenomenology and to A
Phenomenological Philosophy, First Book, General Introduction to A Pure Phenomenology,
trans. F. Kersten, The Hague. Boston, Lancaster: Martinus Nijhoff Publishers.
HUSSERL, Edmund. (1989). Ideas Pertaining to A Pure Phenomenology and to A
Phenomenological Philosophy, Second Book, Studies in the Phenomenology of Constitution,
trans. Richard Rojcewicz and Andre Schuwer, Dordrecht, Boston, London: Kluwer Academic
Publishers.
HUSSERL, Edmund. (1997). Kesin Bilim Olarak Felsefe, çev. Abdullah Kaygı, Ankara:
Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.
Husserl ve Dilt hey’da Bilinç ve Anlam Sorunu
116
2018/ 30
HUSSERL, Edmund. (2003). Fenomenoloji Üzerine Beş Ders, çev. Harun Tepe, Ankara:
Bilim ve Sanat Yayınları.
HUSSERL, Edmund. (2010). “Kartezyen Meditasyonlar: Fenomenolojiye Bir Giriş”,
Baykuş Felsefe Yazıları Dergisi, çev. K. Gödelek ve T. Ketenci, 6/2010: 29-47.
KARTAL, Onur. (2017). Başkasının Politikası. Husserl, Heidegger, Levinas, İstanbul:
İletişim Yayınları.
RIEDEL, Manfred, W. (1996). “Dilthey’da Teorik Bilme ve Yaşama Kesinliği”,
Metinlerle Hermeneutik Dersleri, çev. ve ed. Doğan Özlem, İstanbul: İnkılap Yayınları.
UYGUR, Nermi. (1998). Edmund Husserl’de Başkasının Ben’i Sorunu, İstanbul: YKY
Yayınları.