MARKSİZMDE AHLAK SORUNU
Iraz Yaşar*
Marksist düşüncede öne çıkan çağdaş tartışmalardan biri, Marx’ın kapitalizm eleştirisinin
normatif bir boyut içerip içermediğine ilişkindir. Bu soruya ilişkin tartışmalar, ilgili literatürde
adalet, hak, eşitlik ve özgürlük gibi ahlaki kavramlar üzerinden yürütülmüştür. Bu minvalde,
altyapı ve üstyapı unsurları arasındaki ilişkinin determinist doğası yeniden tartışmaya açılmış,
bir üstyapı öğesi olan ideolojinin genel karakteri analiz edilmiş ve ahlakın tümüyle bir ideoloji
olup olmadığı sorgulanmıştır. Bunlara ek olarak, Marx’ın bilimsel yaklaşımıyla, eleştirisinin
iddia edilen ahlaki boyutu arasında nasıl bir ilişki olduğu, kapitalizm eleştirisinin ahlaki olanı
tümüyle dışladığı mı yoksa gücünü böyle bir ahlaki zeminden mi aldığı soruları tartışmaya
açılmıştır. Bu makale, söz konusu tartışmalar ekseninde Marx’ın kapitalizm eleştirisinde ne tür
bir bakış açısının baskın olduğunu belirmeye çalışacaktır.
Bilimsel Analiz ve Ahlaki Eleştiri
Pek çok kişi Marksizmi adaletten yana bir kapitalizm eleştirisi olarak görmektedir. Peki Marx
gerçekten kapitalizmi adaletsiz olduğu için mi eleştirmiştir? Yoksa bu hatalı bir yorum mu?
Aslında Marx her ne kadar kapitalizm eleştirisinde hak, adalet gibi ahlaki terimlere başvurmasa
da birçok eserinin ahlaki risalelere çok benzeyen bölümleri vardır. Bu eserlerde zaman zaman
“iyi”, “kötü”, “hak” gibi sözcükleri kullansa da burjuva toplumunu eleştirirken kullandığı ana
sözcükler şunlardır; insan, insanlıkdışı, sömürü, özgürlük, kölelik, özçıkar, bağımlılık, boyun
eğdirme, vahşilik, fahişelik, despotluk, iğrençlik, acı çekme, iktidarsız, gönülsüz, para ilişkisi
vb. Bu sözcükler iyi, doğru gibi genel kullanımı olmayan daha somut sözcük ve kavramlardır.
Buna rağmen bu sözcüklerin ahlaki fikir ve kullanımlar önerdiği kesindir.1 Bununla birlikte
Marx’ın toplumu geleneksel ahlaki tarzda eleştirdiği örnekler de vardır. “Nitekim, kapitalizme
özgü lekelenmiş ahlaklardan söz eder ve ücretlerin kötülüğünü mahkum eder. Aynı zamanda
değişim değerinin ortadan kaldırılmasının burjuva toplumunun kötülüğünü yok edeceğini öne
sürer.”2 Benzer biçimde Marx’ın komünizmi ahlaki görünen terimlerle tanımladığı pasajları
*
MSGSÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Bölümü (PhD)
Brenkert, G. G. (1998) Marx’ın Özgürlük Etiği, çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. s. 33-34.
2
A.g.e., s. 34.
1
1
vardır; “Komünist zanaatkarlar bir araya geldikleri zaman ... insan kardeşliği sadece laf
olmaktan çıkar, yaşamın bir olgusu haline gelir ve çalışmanın çelikleştirdiği vücutlarından
üzerimize insan soyluluğu yansır.” Ya da; “Bağımsız ahlakın bakış açısı ... insan haysiyetinin
bilincini ... temel alır. Onun [Marx'ın saldırdığı bir kitabın kahramanı, Rudolph'un] ahlakı ise
tam aksine, insan zaafının bilincini temel alır.”3 Bunun gibi örnekler, Marx’ın kapitalizm
eleştirisinde tümüyle bilimsel bir üslup ve yaklaşım içinde olduğunu ve ahlaki dili tümden
reddettiğini iddia etmeyi zorlaştırır.
Marx’ın ondokuzuncu yüzyıldaki kimi takipçileri ve Marksist eleştirmenlere göre bilimsel
analiz ve ahlaki eleştiri farklı alanların uzantılarıdır. Bu bakımdan kimilerine göre, ahlaki
eleştiriye hiçbir koşulda yer açılamaz. Kimilerine göre ise, bu yer açılsa bile bilimsel alanın
bütünüyle dışındadır. Örneğin, Rudolf Hilferding gibi Marksistler ahlaki bakışı bütünüyle
dışlamaz fakat sosyal bilimsel bir sistem olarak Marksizm ile ahlaki politik bir taahhüt olarak
sosyalizmin kesin olarak birbirinden ayrılması gerektiğini söyleyerek, arada zorunlu bir
bağlantı olmadığını iddia eder. İkinci kuşak Marksistlerden Karl Kautsky ise, Hilferding’le aynı
paralelde, olgu ve değer arasındaki ayrımı onarlar. Sosyal bilimin değerden bağımsız olması
gerektiğini düşünür. Bununla birlikte, kapitalizmin ahlaki eleştirisinin söz konusu bilimsel
analizden ayrı bir sisteme dayalı olması gerektiğini belirtir.4 Peki bu görüşler, Marx’ın yukarıda
değindiğimiz, metinlerindeki ahlaki dil göz önüne alındığında birarada nasıl değerlendirilebilir?
Yani Marx’ta bilimsel bakış ve ahlaki eleştirinin birbirinden ayrı olduğu iddia edilebilir mi?
Diyebiliriz ki, olgu ve değer ayrımı yapan görüşlerin büyük bir çoğunluğu Marx’a oldukça
pozitivist bir bilim anlayışı atfetmektedir. Kaldı ki Marx’ın böyle bir bilim anlayışına dayandığı
kuşkuludur. Onun düşünsel çizgisi Hegel’in bilim anlayışı ekseninde oluştuğu için olan (olgu)
ile olması gereken (değer) arasında keskin bir ayrım yoktur.5 Marx’ın kendi yazılarında bile bir
bilim adamının tarafsız yaklaşımı bulunmaz. Örneğin, Kapital'de kapitalizmin beraberinde
getirdiği bencilliği, sömürüyü, yabancılaşmayı, değersizleşmeyi vb. mahkum eder. Gazete
yazılarından politik ekonomi yazılarına kadar birçok yazısına yer yer normatif ve partizan bir
atmosfer hakimdir.6 Kaldı ki Marx, pozitivist bir bilimci olsaydı komünizmin insanlık için daha
yüksek bir varoluş düzlemi oluşturacağına, tarihin ilerlemeci bir nitelik taşıdığına ilişkin
yorumları anlamamız zor olurdu.7 Dolayısıyla, Marx’ın analizinde olgu ile değer içiçedir.
3
Marx’tan akt. Brenkert, G. G., Marx’ın Özgürlük Etiği, s. 34.
Gülenç, K. (2016) Marksizmde Ahlak Tartışmaları, İstanbul: Tekin Yayınevi. s. 102-103.
5
A.g.e., s. 105.
6
Brenkert, G. G., Marx’ın Özgürlük Etiği, s. 19.
7
A.g.e., s. 19.
4
2
“Olgusal bildirim eleştirel değerlendirmenin bir parçası, eleştirel değerlendirme ise olgusal
analizin ne anlama geldiğinin anlaşılması sürecinde tamamlayıcıdır.8 Yani birbirinden bağımsız
şekilde inşa edilen bilimsel ve ahlaksal sistemlerden söz edilemez.
Marx’ın bilimsel analizine ilişkin olarak ortaya konan bu yorumlar, O’nun kapitalizmi ahlaki
açıdan eleştirdiği argümanını temellendirme noktasında yetersizdir. Çünkü tarihsel materyalist
bir perspektifle oluşturulan ve bize toplumların gelişimsel bir teorisini vermeye çalışan söz
konusu bilimsel anlayışın, bireylerin ahlaki tercihlerine ne derece imkan tanıdığı önemli bir
tartışmadır. Tarihsel materyalizmin tezlerine baktığımızda, üstyapı ve altyapı arasındaki
etkileşimde belirleyici olan altyapı yani üretici güçlerdir. Üretici güçler bütünüyle üretim
ilişkilerini, üretim ilişkileri de bütünüyle üstyapısal unsurları belirler. Üretici güçler, üretim
araçları (alet, makine, atölye, hammadde vs) ve işgücünden oluşur. Üretim ilişkileri, insanların
ve üretici güçlerin üretime katılmalarıyla oluşan ilişkilerdir. Tarih boyunca sırasıyla
gözlemlenen efendi-köle, derebeyi-serf, kapitalist-işçi arsındaki ilişki üretim ilişkilerine
örnektir. Üstyapı ise söz konusu ekonomik altyapı üzerinde yükselir ve ahlak, etik, din, devlet
ve bunlara denk düşen bilme biçimlerini oluşturur. Bu biçimler, ekonomik ilişkilerin sonucu ya
da ifadesidirler. Bazen bu ilişkileri sistematik olarak hatalı yansıtırlar ve yanlış bilinç, yani
ideoloji olurlar. Bununla birlikte her toplumsal düzende belirli davranışlar, o toplumsal düzeni
oluşturan rol ve ilişkiler tarafından zorunlu kılınır. Örneğin kapitalist, artı-değer üretir, işçi
emeğini satar. Birey kendini bu ilişkilerin üzerine ne kadar çıkarırsa çıkarsın, sonuç olarak
gidişattan çok fazla sorumlu değildir. Genel olarak bu yorum, Marx’ın Kapital’in önsözündeki
şu ifadesiyle desteklenir; “Toplumun iktisadi biçimlenişinin evrimini doğal tarihin bir süreci
olarak gören benim görüşüm, bireyi, o kendini öznel olarak bu ilişkilerin üzerine ne kadar
çıkarırsa çıkarsın, toplumsal olarak yaratığı kaldığı bu ilişkilerden, herhangi bir başka görüşten
daha az sorumlu tutar.”9 Dolayısıyla, ahlaki olarak belirli bir tarihsel evreyi onaylamak ya da
mahkum etmek söz konusu değildir. Bu açıdan tarihsel hareket bireylerin elinde değildir.
Altyapı ve üstyapı arasındaki bu tek yönlü katı determinist ilişki burjuva toplumunda yaşayan
faillerin ahlaki meselelere ilişkin tercihlerini ve sorumluluklarını olanaksızlaştırır. İnsanları,
kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işleyen tarihin yasaları karşısında irade
yoksunu, mekanik varlıklar konumuna getirir. Dolayısıyla tarihsel materyalizmin bu katı
determinist yorumu ne ahlaka ne de özgürlüğe imkan tanır. Kaldı ki bu bakış açısından ne
Komünist Manifesto’daki “Dünyanın bütün işçileri birleşin” sözünün ne de dünyayı anlamak
8
9
Gülenç, K., Marksizmde Ahlak Tartışmaları, s. 108.
Marx, K. (1993) Kapital I. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, İstanbul: Sol Yayınları, s. 18.
3
yetmez, değiştirmek de gerekir diyen 11. tezin bir anlamı olacaktır. Her ne kadar tarihin kendi
içsel dinamiği ve gelişme yasaları yadsınamaz olsa da bu durum insanların tarihe hiçbir şekilde
yön veremeyecekleri anlamına gelmez. İnsanların tercihleri, iradeleri ve eylemleri tarihe yön
verebilir. Çünkü tarihte, insanların istemelerinden tümüyle bağımsız, onları mutluluğa ve
özgürlüğe ulaştıracak sihirli bir anahtar yoktur.10
Sonuç olarak üstyapının hiçbir şekilde ekonomik altyapı üzerinde etki etmediği fikri
belirlenimci sorunlara neden olan yanlış bir yorumdur. Marx ve Engels, pek çok yerde üstyapı
ve ideolojisinin, üretim tarzının gelişme yolunu etkileyebildiği görüşünü dillendirmiştir. Alman
İdeolojisi’nde şöyle denir; “Bu tarih anlayışı, durum ve koşulların insanı yarattığı kadar,
insanların da durum ve koşulları yarattığını gösterir.”11 Dolayısıyla insanlar sınırsız bir
özgürlüğe sahip olmasalar da kendi tarihlerini yaparlar. Bu bakımdan görece etik bir
sorumluluğa sahiptirler ve geleceği şekillendirme noktasında bu olanak önemlidir.
Elbette Marx, değişimin yalnızca ahlaki öğütle olmayacağının farkındadır. Bu nokta Marx’ın
düşüncesindeki tutucu ama gerçekçi unsurdur.12 Öyle ki, Alman İdeolojisi’nde, Genç
Hegelcilerin düşüncelerine karşı çıkışı da bu temeldedir. Marx, değişimin yalnızca bilincin ve
onun ürünlerinin değişimiyle mümkün olabileceğini düşünmez. Zira söz konusu bilinç
ürünlerinin kaynağı mevcut toplumsal koşullardır. Bu minvalde, toplumun dönüştürülmesi
zihinsel eleştiri yoluyla değil toplumun bütününün devrimci bir tarzda pratik olarak alaşağı
edilmesiyle mümkündür. Dolayısıyla sorun, diğer filozofların yaptığı gibi yalnızca teorik değil
aynı zamanda pratik bir tarzda çözümlenecek, pratik bir sorundur.
Nihayetinde Marx bize içinde yaşadığımız ilişkilerin kapanına nasıl sıkıştığımızı ve bu ilişkileri
değiştirmek için gerekli koşulları ayrıntılarıyla anlatır. Değişim, alışılmış hareket tarzlarının
ürettiği çelişkiler, bu tarzların terk edilmesini gerektirecek kadar büyümedikçe gerçekleşmez.
Değişim, diğer zorunlu koşulların yanısıra eylem, anlama ve işbirliği gerektirir.13
Ahlak bir ideoloji mi?
Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde, insanın pratik-toplumsal varoluşunun onun bilincini ve
düşünme biçimini belirlediği tezini ortaya koyarak, insanın toplumsal yaşamının bütününde
üretim ilişkilerinin belirleyici rolüne dikkat çekerler;
10
Gülenç, K., Marksizmde Ahlak Tartışmaları, s. 114.
Marx, K. (2013) Alman İdeolojisi, çev. Tonguç Ok ve Olcay Geridönmez, İstanbul: Evrensel Basım Yayın, s. 45.
12
Brenkert, G. G., Marx’ın Özgürlük Etiği, s. 79.
13
A.g.e., s. 76.
11
4
Fikirlerin, tasavvurların ve bilincin üretimi, başlangıçta, insanların maddi faaliyetiyle ve aralarındaki
maddi temaslarla, yani gerçek hayatın diliyle doğrudan bağlantılıdır. Tasavvur, düşünme, insanlar
arasındaki zihinsel ilişkiler, bu aşamada hâlâ onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak
ortaya çıkar. Bir halkın siyasal dilinde, hukuki, ahlaki, dini, metafizik vb. dilinde ifadesini bulan
zihinsel üretim için de aynı şey geçerlidir. Sahip oldukları tasavvurları, fikirleri vb. üretenler
insanların kendileridir; yani, üretici güçlerinin belirli bir gelişim düzeyi ve bu düzeye karşılık gelen
-en ileri biçimlere varıncaya kadar- maddi ilişkileri tarafından koşullanan gerçek, aktif insanlardır.
Bilinç, asla bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz; insanların varlığı da onların gerçek yaşam
süreçleridir. Eğer bütün ideolojilerde insanlar ve onların ilişkileri bir camera obscura'daki gibi baş
aşağı duruyor görünüyorsa, bu olgu da, tıpkı nesnelerin gözün ağ tabakası üzerinde ters
çevrilmesinin onların doğrudan fiziksel yaşam süreçlerinden ileri gelmesi gibi, insanların tarihsel
yaşam süreçlerinden ileri gelir.
Gökyüzünden yeryüzüne inen Alman felsefesinin tam tersine, burada, yeryüzünden gökyüzüne
çıkılmaktadır. Yani, etten ve kemikten insanlara ulaşmak için, ne insanların söylediklerinden, hayal
ettiklerinden, kavradıklarından, ne de anlatılan, hayal edilen ve kavranan biçimiyle insanlardan yola
çıkılır; aksine, bu yaşam sürecinin ideolojik yankı ve yansımaları gerçek, faal insanlardan yola
çıkılarak ve onların kendi yaşam süreçleri temelinde ortaya konur. İnsanların kafalarında
oluşturdukları en olmadık hayaller bile, ister istemez, ampirik olarak kanıtlanabilir olan ve maddi
temellere dayanan kendi maddi yaşam süreçlerinin yüceltilmiş yansımalarıdır. O halde ahlak, din,
metafizik ve ideolojinin diğer bütün çeşitleri ile bunlara karşılık gelen bilinç biçimleri, artık
bağımsız görünümlerini yitirir. Onların bir tarihi, bir gelişim süreci yoktur; fakat insanlar maddi
üretimlerini ve maddi temaslarını geliştirdikçe, kendi gerçek dünyalarının yanı sıra düşüncelerini ve
düşüncelerinin ürünlerini de değiştirirler. Yaşamı belirleyen bilinç değildir, tersine, bilinci
belirleyen yaşamdır.14
Görülüyor ki tüm bilinç biçimleri maddi yaşam süreçlerinin yansımalarıdır. Dolayısıyla din,
ahlak, hukuk, metafizik gibi zihinsel üretimler insanların arasındaki maddi temasların ürünüdür.
Diğer bir deyişle, söz konusu unsurlar, üretim düzeyinin belirli bir düzeyi ve bu düzeye karşılık
gelen maddi ilişkiler tarafından koşullanırlar. Ahlakı ideolojiye bağlayan nokta tam da
burasıdır. Öyle ki, eğer “bilinç içerikleri maddi koşullarca biçimlenen değil de maddi koşulları
yaratan içerikler haline getirilirse, bütün olay ve durumlar sanki camera obscura’daymış gibi
başaşağı çevrilmiş biçimde görülür.”15 Marx’ın Genç Hegelciler şahsında eleştirdiği ve
“gökyüzünden yeryüzüne inen” felsefe olarak nitelendirdiği Alman felsefesinin temel özelliği
budur. Bu felsefe nedenleri sonuçlar ve sonuçları da nedenler gibi göstermiştir. Bu yüzden,
14
15
Marx, K., Alman İdeolojisi, s. 34-35.
Gülenç, K., Marksizmde Ahlak Tartışmaları, s. 118.
5
neden-sonuç ilişkisini hakiki bir düzleme oturtabilecek tam tersi bir yönelime ihtiyaç vardır.
Yani yeryüzünden gökyüzüne çıkan diyalektik materyalist bir yaklaşıma.16
Marx ve Engels’in açıklıkla ortaya koyduğu gibi, insan bilincinden yola çıkarak maddi
gerçekliğin analizine varmak hatalıdır. Doğru yaklaşım aksi yönde olmalıdır. Meselenin kökeni
hatalı fikirler değil, bu hatalı fikirleri üreten toplumsal gerçekliğin çarpık doğasıdır.17 Mevcut
somut koşullardan yola çıkarak toplumsal gerçekliğin doğru bir analizini yapmaya çalışmak
aynı zamanda bu hatalı fikirlerden ve yanlış bilinç içeriklerinden kurtulma noktasında önem
taşır. Dolayısıyla ideolojinin söz konusu maddi pratikten yola çıkarak açıklanması gerekir. Bu
noktada şu soruyu sormamız kaçınılmazdır; Peki tüm fikirler ideoloji midir? Ya da hangi
fikirler ideolojiktir?
Tüm fikirlerin ideoloji olduğunu kabul edersek Marx’ın kendi fikirlerine de ideoloji dememiz
gerekir. Fakat unutulmamalıdır ki Marx’ın Alman İdeolojisi’ni yazma gerekçesi, kendi bakış
açısının Alman felsefesinin ideolojik bakış açısıyla karşıtlığını ortaya koymak içindir.18
Dolayısıyla, soruyu şu şekilde sormamız daha mantıklıdır; Bir düşünceyi ideolojik yapan ölçüt
nedir?
David McLellan’a göre düşünceleri ideolojiye dönüştüren şey, bu düşüncelerle, emek sürecini
karakterize eden toplumsal ve ekonomik ilişkilerin çelişkili doğası arasındaki bağdır.19
Gerçekte toplum çıkar çatışmalarıyla bölünmüştür fakat toplumsal ve ekonomik iktidarın
asimetrik dağılımını haklı gösteren fikirler, toplumu çatışmalı değil uyumlu resmederek bu
karşıtlıkların üstünü örtmeye ve toplumun parçalanmasını engellemeye çalışırlar.20
McLellan’dan devam edersek;
Dolayısıyla bir fikri ideolojik kılan şey, toplumsal ve ekonomik ilişkilerin gerçek doğasını gizlemesi
ve böylelikle toplumdaki sosyal ve ekonomik kaynakların eşitsiz dağılımını haklı göstermesiydi.
Sonuç olarak, bütün fikirler değil, sadece toplumsal çelişkileri gizlemeye yarayanlar ideolojikti.
Bütün sınıfların, işçi sınıfı da dahil, ideoloji üretmesi mümkün olsa da, ideolojiye ideoloji demek
ancak hakim sınıfın çıkarına hizmet ettiği sürece anlamlıydı. Toplum ve toplumun sınıfsal yapısı da
sürekli değiştiğinden, bazı düşüncelerin zamanla ideoloji haline gelmesi veya ideoloji olmaktan
çıkması mümkündü.21
16
A.g.e., s. 118.
McLellan, D. (2005) İdeoloji, çev. Barış Yıldırım, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 13.
18
Gülenç, K., Marksizmde Ahlak Tartışmaları, s. 119.
19
McLellan, D., İdeoloji, s. 14.
20
McLellan, D., İdeoloji, s. 15.
21
McLellan, D., İdeoloji, s. 15.
17
6
Görüldüğü gibi ideolojinin karakteri olumsuzdur. Çünkü ideoloji bütün toplumun çıkarına
hizmet ediyor gibi görünse de aslında hakim sınıfın çıkarlarıyla ilgilidir. Diğer bir deyişle,
ideoloji, hakim sınıfın çıkarlarını meşrulaştıracak şekilde sınıfsal çelişkilerin üzerini örter.
Böylelikle toplumun düzenine ve istikrarına katkı sağlar.
Bir fikri ideolojik kılan ölçütü belirlediğimize göre şu soruları sorabiliriz; Ahlak sistemleri için
de ideoloji tanımlaması yapılabilir mi? Eğer öyleyse, düşünürün ideolojik bulduğu bir sistem
ve bu sistemin kategorileri aracılığıyla kapitalizm eleştirisi yaptığını söyleyebilir miyiz? Aksini
düşünürsek, yani ideolojik olmayan ahlak sistemleri de mevcutsa, bu durumda Marx’ın
kapitalizm eleştirisinin, ahlaki bir zemine dayandığından bahsedilebilir mi?
Ahlakın temelini oluşturan koşullara daha yakından bakıldığında, ahlaki değerlerin hakim
sınıfın pratik çıkarlarıyla ilişkili olduğu söylenebilir. Çünkü ahlakın birçok durumda, söz
konusu çıkarları karşıladığı ölçüde doğrulandığı ya da geçerli olduğu görülür. Alman
İdeolojisi’nden alıntılarsak;
Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir: Yani, toplumun maddi egemen gücü
olan sınıf, aynı zamanda egemen fikrî güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, bu
sayede aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının da üzerinde denetim kurar; böylelikle zihinsel
üretim araçlarından yoksun olanların düşüncelerini de, genel olarak, kendine tabi kılar. Egemen
düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikrî ifadesinden, düşünceler halinde kavranan egemen maddi
ilişkilerden, yani o bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerden başka bir şey değildir; yani, onun
egemenliğinin düşünceleridir.22
Bu durumda ahlak açıkça sınıf baskısının bir aracı haline gelir. Öyle ki, hakim sınıfın çıkarlarına
hizmet edecek şekilde mevcut statükoyu doğrular ya da akla uydurur. Her türlü ahlak kuralı da
bu bakımdan hakim sınıfın içinde bulunduğu çağa göre değişecektir. Dolayısıyla söz konusu
ahlaki iddiaların geçerliliği, belirli tarihsel dönemler ve toplumlarla sınırlıdır. İşte bu durumda
ahlakın bir ideoloji olduğu kolaylıkla söylenebilir. Fakat ideolojik olma tüm ahlak sistemlerinin
bir özelliği midir?
Brenkert, işte bu noktada, ahlakın doğası gereği sınıf çıkarlarına hizmet ettiğinin bütün ahlak
formlarının zorunlu bir özelliği olduğu fikrine karşı çıkar. Ahlak sınıf çıkarlarıyla bağlantılı
olabilir fakat O’na göre bu durum ahlakın baskıcı kullanımına örnektir. Ahlakın asli doğası
budur diyemeyiz.23 O’na göre ideolojik olan ahlaki değerler daha ziyade kurumsallaşmış
olanlardır. Bunlar insanın ve toplumun bilincinde yer alan, kodlanmış, uyarlanmış, teorileşmiş,
22
23
Marx, K., Alman İdeolojisi, s. 52.
Brenkert, G. G., Marx’ın Özgürlük Etiği, s. 95.
7
yasalaştırılmış ve hükme bağlanmış değerlerdir. Ve bu değerlerin varlığını nihai olarak
açıklayan o sistemin üretim tarzıdır.24 Bununla birlikte bir kişi belli bir üretim tarzına denk
düşmeyen ve o üretim tarzıyla açıklanabilir olmayan fikirlere ve değerlere de sahip olabilir.
Nielsen ise farklı bir ideoloji okumasıyla ahlak meselesini irdeler. O’na göre, Marx “ahlak
ideolojidir” derken epistemolojik ya da kavramsal bir iddiada bulunmamıştır. Yani Marx, ahlaki
değerlerin mantıksal statüsüne ilişkin bir şey söylüyor değildir. O’nun ahlaka ilişkin bu yargısı,
hayatın akışı içinde, ahlakın sosyolojik işlevine dair empirik bir yargıdır.25 Dolayısıyla Marx,
bu argümanıyla ahlakın doğasına ilişkin bir belirlemede bulunmaz. Daha ziyade ahlakın bir
toplumsal sistem içindeki fonksiyonuna ilişkin konuşmaktadır. Açıktır ki, “ideoloji onun için
epistemolojik değil, sosyolojik bir kategoridir.”26
Nielsen, ayrıca bütün üstyapısal unsurların ideolojik olmadığını ekler. Örneğin, “Kölelik
kötüdür” ya da “Birinin temel ihtiyaçlarını tatmin etmek iyidir” gibi kendi başına ideolojik
olmayan ahlaki yargılar vardır. Zaman zaman bu tip yargıları ideolojik ahlaki sistemlere
yerleşmiş de bulabiliriz. Burada ayırıcı olan nokta şu ki öyle olmayabilirler de. Sınıflı bir
toplumda bu tip yargılar hala doğru ahlaki yargılar olarak varlığını sürdürebilir. Dolayısıyla
onları savunmak ya da tartışmak zorunda kalmayız. Sonuç olarak, çoğaltabileceğimiz bu ahlaki
yargıların her zaman sınıf çıkarlarıyla ilişkili olduğunu söyleyemeyiz.27
Nielsen’e göre, böylesi bir ideoloji okumasıyla, kapitalizmin ahlaki bi eleştirisi yapılabilir ve
adalet ilkesinin sosyalist bir versiyonu ortaya konabilir. Düşünüre göre, insanlık tarihinde
sürekli gelişen üretim biçimlerine uygun olarak üstyapıda da olumlu bir ilerleme ve gelişme söz
konusudur. Diğer bir deyişle, ahlak da üretim biçiminin bir yansıması olarak gelişir. Batı tarihi
üretim biçimlerindeki gelişmişliğe göre belirli periyotlara ayrılır ve her periyot bir öncekinden
daha ileri bir aşamayı temsil eder. Buna göre, feodal toplum köleci toplumdan, kapitalist toplum
da feodal toplumdan daha gelişmiş olacaktır. Ve şimdi sosyalist bir toplumun doğuşu, bütün bu
kendine özgü üretim biçimlerinin üzerinde yükselir. Ahlaki sistemler de buna paralel olarak
sosyalist bir toplumda en gelişmiş seviyeye ulaşacaktır.28 Nielsen’in bu düşünceleri bazı
varsayımlara dayanır. Bunlardan ilki tarihin doğrusal bir ilerleme gösterdiği şeklindeki tarihsel
materyalist tezdir. Marx bu bakışı onaylasa da, bazı metinlerinde geçmişe öykünen ifadelere
rastlamak mümkündür. Dolayısıyla Nielsen’in ortaya koyduğu bu yaklaşım diyalektik bakışı
24
A.g.e., s. 64-65.
Nielsen, K., “Historical Materialism, Ideology and Ethics”, Studies in Soviet Thought, Vol. 29, No:1, Haziran 1985, s. 59
26
A.g.e., s. 61.
27
A.g.e., s. 61.
28
A.g.e., s. 60.
25
8
oldukça kabalaştırır.29 İkincisi, altyapı ve üstyapı arasındaki ilişkide gelişimsel açıdan birbirine
tekabul eden bir paralelliğin olup olmadığıdır. Ahlakın, sınıf çıkarlarını gizlemeye yarayan bir
maske olduğu düşünülürse, Marx’ın, ahlakın üretim biçimine paralel gelişiminden değil, onun
tümüyle ortadan kaldırılmasından bahsetmesi daha mantıklıdır.30 Son olarak adalet ilkesinin
sosyalist bir vesiyonunu geliştirmek ancak sosyalist üretim koşullarında mümkündür.
Dolayısıyla Marx’ın kapitalizmi sosyalist bir adalet fikrinden hareketle eleştirdiğini söylemek
Marx’a tarih ötesi, aşkın bir adalet ilkesi atfetmektir.
Nielsen gibi Marx’ın kapitalizmi ahlaki açıdan eleştirdiğini öne süren bir başka yaklaşım G. A.
Cohen’e aittir. Söz konusu yaklaşımda Cohen, doğal haklar düşüncesine başvurur ve bu
düşüncenin yasal temellerden ziyade ahlaki temellere dayandığı fikrini öne sürer. Her ne kadar
birçok Marksist doğal haklar söylemine mesafeli olsa da Cohen, doğal hakların var olduğunu
savunmaktadır. Ona göre özel mülkiyete dair doğal haklardan bahsedilemeyecek olsa da
protesto hakkı gibi doğal haklardan bahsedilebilir. Diyelim ki devlet, nükleer savunma
politikalarına karşı tamamen barışçı nitelikteki protestoları ulusal güvenliği tehdit ettiği
gerekçesiyle yasaklıyor. Herhangi bir ulusal güvenlik tehdidi söz konusu olmamasına rağmen,
devletin bu tür protestoları yasaklaması karşısında şöyle bir itiraz yükselebilir; “İnsanların
herhangi bir hükümet politikasını protesto etme hakkı vardır”. Bu durumda insanların farkında
olmadan doğal haklarına başvurdukları söylenebilir.31 Çünkü bu itiraz yasal olmasa da ahlaki
bir zeminde temellenmektedir. İşte Cohen’e göre insanların bu iddiası, temelini yasalarda
bulmayan bir doğal hak talebidir. Bu nedenle, “ doğal (ya da ahlaki) hakların dili adaletin dilidir
ve adalet kavramını ciddiye alan herkes doğal hakların var olduğunu kabul etmelidir”.32
Cohen’e göre, Marksistler adalet hakkında pek konuşmazlar, konuştuklarında da genelde adalet
fikrinin bir yanılsama olduğunu söylerler. Halbuki adalet, O’na göre devrimci Marksist
düşüncede merkezi bir yere sahiptir ve Marksistlerin adalete ilişkin olumsuz bir fikre sahip
olmaları çoğunlukla temelsizdir. Bu biraz da onların kendilerini yanlış tarif etmeleri
yüzündendir. Cohen’e göre kapitalizmin adaletsiz olması, -Marxistler böyle düşünmediklerini
iddia etseler bile- Marxistlerin temel bir kanısıdır. Cohen bu iddiasını Marxistlerle sosyal
demokratları karşılaştırarak ortaya koymaya çalışır. Örneğin, sosyal demokratlar kapitalist
pazar ekonomisine ahlaki bir itirazda bulunurken, bu ekonomik sistemin zayıf olanları yeterince
gözetmediğini ve onları çok zor koşullarda yaşamaya mahkum ettiğini ileri sürerler. Dolayısıyla
29
Gülenç, K., Marksizmde Ahlak Tartışmaları, s. 146.
A.g.e., s. 146.
31
Cohen, G. A. “Freedom, Justice and Capitalism”, New Left Review 126, Mart/Nisan, 1981, s. 12.
32
A.g.e., s. 12.
30
9
refah devleti olmaksızın işçilerin durumunun kötüye gideceğini, bu nedenle gerekli
iyileştirmelerin yapılması gerektiğini dile getirirler. Fakat onların bu itirazı temelini adalet
kavramında bulmaz. Cohen’e göre, sosyal demokratlar sömürünün kendisini değil etkilerini
dert edinmektedirler. Dolayısıyla yaklaşımları güçlü bir adalet duygusunu değil hayırseverliği
temel alır.33 Çünkü kapitalist sistemin bir bütün olarak tasfiyesine edilebileceğine inançları
yoktur, bu nedenle, onun iyileştirilebileceğine odaklanmışlardır. Sosyalist itiraza göre ise zaten
hiç kimseye ait olmaması gereken üretim araçlarının, pazar ekonomisinde “özel” mülk olarak
edinilebilmeleri sorunun ta kendisidir. Bu açıdan bakıldığında sosyalist itirazın pazar
ekonomisine yaptığı eleştiri, bu ekonominin temelinin adaletsiz olmasıyla ilgilidir. Cohen’e
göre devrimciler bu bakımdan güçlü bir adalet duygusuna sahiptir. Dolayısıyla sorulması
gereken asıl soru, kapitalist özel mülkiyetin ahlaki açıdan savunulup savunulamayacağıdır.
Diğer bir deyişle, incelenmesi gereken şey, eşyanın/nesnenin nasıl mal ve mülke dönüştüğü ve
bu dönüşümün adaletidir. Cohen bu dönüşümün kendisinin adaletsiz olduğunu söyler ve
mülkiyet denen şeyi ahlaki açıdan bakıldığında, herkese ait olması gereken şeyin hırsızlığı
olarak nitelendirir.34
Cohen’in bu fikirlerine ilk itiraz “doğal haklar” meselesi bağlamında yapılabilir. Doğal haklar
söylemi liberal gelenekte kendisine oldukça geniş bir yer bulur. Bu haklar içerisinde en temel
olanlarından biri mülkiyet hakkıdır. Gerçi Cohen, mülkiyeti açıkça bir hırsızlık olarak
nitelendirir ve doğal bir hak olarak tanımlamaz. Fakat protesto hakkı gibi ahlaki zeminde
kendisine temel bulacak bir takım doğal hakların var olduğunu savunur. Bu noktada şu soruyu
sorabiliriz; Marksistlerin hak, adalet ve ahlak kavramlarına yönelik olumsuz tutumlarında haklı
bir gerekçe olabilir mi? Marx kapitalizmi eleştirirken gerçekten hak ve adalet kavramlarını
temel alan bir eleştiri mi yapmıştır? Bu soruyu yanıtlamak için Alman İdeolojisi’ne
başvurulabilir. Burada Marx, “hak”ı şu şekilde tanımlar; “hak, insanların maddi ilişkilerinden
ve aralarındaki bundan kaynaklı çelişkilerden kaynaklanır”35 Ona göre yalnızca komünizm bu
türden çelişkileri aşacaktır. Dolayısıyla, hak ve adalet gibi kavramlar, baskı ve uzlaşmazlık
nosyonlarıyla ilişkilidirler ve komünizmde aşılırlar. Nasıl ki Ortaçağın üretim tarzının siyasal
ifadesi ayrıcalıklardır; modern zamanlarda ise modern üretim tarzının siyasal ifadesi
haklardır.36 Kapitalizmle birlikte Ortaçağ sisteminin temelini oluşturan ayrıcalıklar nasıl
ortadan kalktıysa, komünizmle birlikte de haklar ortadan kalkacaktır. Sonuç olarak Marx’ın
33
A.g.e., s. 12
A.g.e., s. 15.
35
Marx, K., Alman İdeolojisi, s. 272.
36
A.g.e., s. 280.
34
10
kapitalizmi mahkum ederken, bunu doğal ya da değil, herhangi bir “hak” kavramını temel
alarak yaptığını söylemek oldukça zordur.
Marx’a göre doğal haklar olarak formüle edilen haklar özünde burjuva sınıfının haklarıdır ve
bu hakların en temeli de özel mülkiyet hakkıdır. “Burjuva sınıfının dilinde özgürlük, esas olarak
burjuva bireyinin kendi mülkiyetini istediği gibi kullanmasıdır, bireyin güvenlik hakkı ise onun
bir mülk sahibi olarak korunmasıdır ve her şeyden önce mülkiyetinin korunması hakkıdır.”37
Dolayısıyla özgürlük bu yaklaşımda müdahale etmeme özgürlüğüdür ve her birimizin diğer
insanlardan korunmaya ihtiyacı olduğu fikrine dayanır.38 Marx’a göre ise özgürlük, kişinin
başkalarıyla akılcı ve uyumlu ilişkiler içinde kendisini geliştirmesini sağlayan bir yaşamı
gerektirir. Sonuç olarak, hukuk sistemi ve hakların büyük oranda ilgili toplumun üretim
biçimiyle koşullandığı düşünülürse, kapitalizmi hak/adalet eksenli bir eleştiriye tabi tutmak
imkansızdır.39 Her ne kadar haklar ve adalet düşüncesi, kapitalizme karşı mücadeleyi
güçlendirmek amacıyla zaman zaman Marx’ın söylemlerinde yer bulmuş olsa da eleştirisinin
temelinde yer alan kavramlar değildir. Gotha Programının Eleştirisi'nde bunu bir kez daha
bütün açıklığıyla ortaya koyar:
Bir yanda, belirli bir dönemde bir anlam taşıyan, artık eskimiş laf kalabalığı durumuna düşmüş ama
yine de bozguncu fikirleri, dogmalar olarak Parti'mize yeniden kabul ettirmeye çalışmanın, ayrıca,
Parti'ye sokmak için büyük çabalar harcanan, ama artık onda kök salmış olan gerçekçi bakış açısını,
demokratlar ve Fransız sosyalistleri arasında çok yaygın olan hak (Recht) ve diğer zırvalar hakındaki
ideolojik saçmalıklarla rayından çıkarmanın nasıl bir suç olduğunu göstermek amacıyla... "eşit hak"
ve "adil bölüşüm"le uzun uzun uğraştım.40
Dolayısıyla, kapitalist üretim biçiminin koşulladığı bir ahlak sistemi ve bu sistem içinde yer
alan hak, adalet gibi kategorilerle Marx’ın kapitalizmi eleştirmesinin olanaklı olmadığı pekala
söylenebilir. Çünkü Marx bunu yapıyor olsaydı, tam da bu sömürü ilişkisini meşrulaştıran
burjuva adalet ilkesiyle düşünüyor olurdu. Fakat Marx’ın eleştirisi, burjuva hak ve adalet
anlayışını, sömürüye uğrayan işçi sınıfı lehine yeniden tanımlamak değildir. Yani Marx,
kapitalizmde malların kötü bölüştürüldüğünü temel alan bir eleştiri ortaya koymaya çalışmaz.
Yine O, farklı bir bölüşüm modeli ortaya konulması halinde özel mülkiyetin kabul edilebilir
olduğunu da öne sürmez. Marx’ın temel derdi özel mülkiyeti yaratan koşulları tümüyle ortadan
kaldırmaktır. Özel mülkiyet hırsızlık ise onu kapitalistten alıp proletaryaya vermek çözüm
değildir. Ya da en azından Marx, böyle bir çözümle ilgilenmez. Bu durumda, Marx’ın evrensel
37
Gülenç, K., Marksizmde Ahlak Tartışmaları, s. 136.
A.g.e., s. 136.
39
A.g.e., s. 138-139.
40
Marx’tan aktaran Lukes, S. (1998) Marksizm ve Ahlak, çev. Osman Akınhay, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 25.
38
11
bir adalet ilkesine başvurduğunu mu söyleyeceğiz? Bunu söylemek de oldukça zordur. Zira
Marx’ın evrensel bir adalet ilkesi temelinde kapitalizmi eleştirdiğini söylemek onun eleştirisine
tarih ötesi, aşkın bir adalet ilkesi atfetmektir. Nitekim, Marx’ın düşüncesinde temel olan şey,
ahlak, hukuk ve politika gibi üstyapı unsurlarının üretim biçiminden ayrı düşünülemeyeceğidir.
Onun bu görüşü her türlü evrensel adalet ilkesini dışlar.
Marx’ın kapitalizmi komünist adalet ilkesi temelinde eleştirdiğini söylemek de hatalıdır. Çünkü
komünist adalet ilkesi yani “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesi kapitalizm
koşullarında gerçekleştirilemez. Dolayısıyla kapitalizm bu ilkeyle yargılanamaz. Çünkü
kapitalizm ve önceki toplumlar böyle bir adalet ilkesinin maddi temelinden yoksundur. Marx’a
göre, normlar ve idealler proletaryanın bilincinin devrimci bir güce dönüştürülmesine gerçekten
hizmet edebilir, ama bu ancak uygun maddi koşullar varsa olabilir. Aksi halde bu türden bir
görüş, fikirlerin üstünlüğüne inanan bir idealizm biçimi olur.41
Ziyad Husami gibi düşünürlerin komünist adalet ilkesinin kapitalizme uygulanabileceği, çünkü
her toplumun "kendi üretici imkanları içinde insani ihtiyaçları" karşıladığı sürece adil
olabileceği -komünist adalet ilkesini yerine getirebileceği- düşüncesi anlamsızdır. Çünkü bu
görüş kapitalizmin doğasına uygun değildir. Kaynakları bilinçli ve akılcı biçimde tahsis etme
girişimi kapitalizmin sonunu getirir. Kapitalizm komünizmin gelişiminde zorunlu ve bu ölçüde
meşru bir evredir. Marx, kapitalizmin üstesinden ancak, komünizmin ortaya çıkabileceği türden
üretim güçleri, gene kapitalizm tarafından geliştirildikten sonra gelinebileceğini düşünür.
Dolayısıyla kapitalizm bir komünist adalet ilkesiyle değerlendirilemez.42
Nitekim, adalet gibi ahlaki kavramlar, belirli çağlarda, belirli üretim biçimleri altında ortaya
çıkar ve ancak bu koşullar içinde anlaşılabilir. Örneğin Antik Yunanda kölelik üretim biçimiyle
uyumlu olduğu için söz konusu sistem içinde adil bir uygulamadır. Eğer Antik Çağ için
köleliğin adaletsiz olduğu söyleniyorsa, bu değerlendirme, çağdaş üretim biçimine dayanan
adalet anlayışıyla o güne bakmaktan kaynaklanır.43 Kapitalist üretim ilişkileri içinde ise, işçinin
işgücünün tam karşılığını ve kapitalistin de işçinin işgücünün tam kullanım değerini aldığı
zaman kapitalizm altında adalet gerçekleşir. Burada işçi ve kapitalist bağımsız olarak kendi
mallarını değiş tokuş eden özgür bireyler gibi görünür ve bu ilişki kendi dinamikleri içinde
tamamen adildir. Çünkü her iki tarafın da mevcut üretim ilişkileri içerisinde belirli haklara sahip
olmaları üzerinde temellenir. Fakat kendi dinamikleri içerisinde adil olan bu ilişki özünde bir
41
Brenkert, G. G., Marx’ın Özgürlük Etiği, s. 199-200.
A.g.e., s. 201.
43
Wood, A. “The Marxian Critique of Justice”, Philosophy&Public Affairs I, no:3, Bahar 1972, s. 259.
42
12
sömürü ilişkisidir. Çünkü kapitalizm, bir sınıfın diğer sınıfın emeğine artı değer olarak el
koymasına, bu da yine bir sınıfın diğer sınıfa emek gücünü para karşılığı satmasına dayanır.
Sermaye sürekli olarak işçinin ücretlendirilmeyen emeğine el koyularak genişler.44 “İşçinin
kapitalist tarafından bu şekilde sömürülmesi bir adaletsizlik değil, bir esaret/kölelik
biçimidir.”45 Yani kapitalist sömürü, esasında işçi üzerindeki gizli bir egemenlik biçimidir.
Dolayısıyla kapitalizmin adaletsiz olarak mahkum edilmesi onu burjuva adaletinin
standartlarına göre mahkum etmedir. Bu standartlar da üretim araçlarının ortak mülkiyetini
temel alan bir toplum yani komünizm içinde bütün anlamını yitirir.
Marx kapitalizmi ve burjuva toplumunu bölüşümcü adalet açısından mahkum etmediyse,
eleştirisinin temelinde hangi kavram vardır? Ya da bu eleştirinin hala ahlaki bir boyut taşıdığı
iddia edilebilir mi? Brenkert’e göre evet. Marx’ın kapitalizm eleştirisinin çok temel bir ahlaki
boyutu vardır. Bu, ne adalet düşüncesi ne de doğal hak gibi kavramlarla ifade edilebilir. Daha
ziyade özgürlük kavramıyla ifade edilebilecek bir eleştiridir bu. Marx, kapitalizme, kapitalist
sistemde yaşayan insanlar özgür olmadıkları için itiraz eder. Yani eleştirisinin temelinde bir
özgürlük etiği yer alır.
Brenkert, bu iddiasını temellendirmek için öncelikle ahlak kavramının iki farklı anlamı üzerinde
durur. Bunlardan ilkini, yükümlülük ya da görev ahlakı olarak tanımlar. Belirli kurallara ve
görevlere uygun davranmak bu ahlakın öne çıkan özelliğidir. Brenkert’e göre Marx’ın ahlak
anlayışı bu kategoride değildir. Marx’ta ahlakın olmadığı eleştirisi de genellikle bu ahlak tanımı
üzerinden yapılır. Brenkert’ın yaptığı ikinci ahlak tanımı, ahlakı belli eğilimlerin geliştirilmesi
ve karakter özellikleriyle ilişkilendirir. “Şunu yap” değil, “Şöyle ol” şeklinde ifade
edebileceğimiz bu ahlak anlayışı, ahlaki görev duygusuna karşı erdemli olma idealini ortaya
koyar. Marx’ın ahlak görüşüne yakın olan anlayış da budur. Bu bakış açısının kökleri Antik
Yunan düşüncesinde bulunabilir. Şöyle ki, Antik Yunan’a göre, ahlakın esas sorusunu erdem
ve yetkinliğin doğası oluşturur. Bu açıdan, Yunan düşüncesi ahlaki görevin yerine getirilmesi
gibi daha sınırlı bir ahlaki nosyonu reddeder ve şu sorulara yanıt ararlar; “Bir insana en uygun
yaşam hangisidir? Bu yaşam için ne tür etkinliklerde bulunmak gerekir?”46
Brenkert’e göre Marx’ın etiği bir yükümlülükler, görevler etiği değil, erdem etiğidir. Marx’ta
bir ahlak olmadığını söyleyenler aslında onun bir “görev etiği”ne sahip olmadığını söylüyorlar.
Görüldüğü gibi ahlakın ne anlamda kullanıldığı bu yorumu yapabilmek için önemlidir. Bu
44
A.g.e., s. 277.
A.g.e., s. 277.
46
Brenkert, G. G., Marx’ın Özgürlük Etiği, s. 35-38.
45
13
ayrım daha önce yapılmamıştır. Yine de A. Wood gibi yorumcular Marx’ın esas olarak erdemle
birleştirilen bazı yaşam özellikleriyle ilgilendiğini kabul etseler de Marx için bunun bir ahlak
meselesi olduğunu reddetmişlerdir.47 Onlara göre bu türden erdem ve yetkinlikler ahlaki
olmayan bir nitelik taşımaktadır.
Erdem etiğinin toplumsal değişimle ilişkisi bir görev etiğininkinden farklıdır. Görev etiği,
mevcut kurumlar içindeki evrimci değişime kolayca uyum sağlar. Kapitalizmle bu anlamda
kavramsal ilişkide olduğu söylenebilir. Erdem etiği ise hangi yaşam tarzlarının insana layık
olduğunu sorgular. Yetkinlik ve yaşamın zenginleştirilmesi peşindedir.48 Bu etik, toplumun ve
toplumsal kurumların yüzünü önemli ölçüde değiştirecek daha radikal bir değişime yönelir.
Dolayısıyla Marx’ın örtük ahlak teorisini bir erdem etiği olarak anladığımız taktirde, O’nu
devrimin gerekliliğini savunmaya yönelten düşüncenin dinamiklerini daha bütünlüklü biçimde
değerlendirebiliriz.49 Dolayısıyla etik, somut ve pratik olarak toplumun nasıl değişmesi
gerektiğini, bu türden bir değişimin imkanları ışığında göstermelidir
Marx’ın erdem etiğini tanımlayan özgürlük anlayışı burjuva özgürlüğünden daha geniş ve daha
zengindir. Öncelikle, burjuva özgürlüğü negatiftir. Bu anlayışa göre, bireyler başkaları ve
devlet tarafından zorlanmadıkları ölçüde özgür olurlar. Marx’ın özgürlük anlayışı ise
toplumsal, kolektif ve pozitiftir. Yani sadece zorlanmanın olmamasını değil aynı zamanda
kişinin başkalarıyla akılcı ve uyumlu ilişkiler içinde kendisini geliştirmesini sağlayan bir
yaşamı gerektirir. Özgürlük, Marx’a göre “bir insanın öteki insanlarla komünal ilişkiler içinde
kişinin öznesneleştirimini (self-objectification) oluşturan arzu, yetenek ve becerilerinin somut
toplamını belirleyecek şekilde yaşamasıdır.”50 Buna göre, Marx’ın özgürlük anlayışının
birbiriyle ilişkili üç farklı yönü şöyledir; “(a) özbelirlenim kişinin arzuları, yetenekleri ve
becerileri yoluyla öznesneleştirimini gerektirir; (b) kişinin öznesneleştirimi öteki insanlara ve
doğaya göre somut bir öznesneleştirim olmalıdır; ve (c ) özbelirlenim, ancak uyum içinde,
başkalarıyla komünal ilişkiler içinde mümkün olur.”51
Marx’ın özbelirlenim olarak özgürlük anlayışında kişi ne olacağını özünde bizzat kendisi
belirler. Her insan farklı ihtiyaç, arzu ve yetenekler koleksiyonudur. Dolayısıyla her kişinin
kendi özelliklerini yaratmak üzere hem başkalarıyla hem de doğayla etkileşime girmesi
zorunludur. Bu etkileşim insanın hem kendisini hem de dünyasını yaratır. Bireyler, kendilerini
47
Wood’a göre kendini gerçekleştirme, güvenlik, fiziksel sağlık ve özgürlük gibi unsurlar gayrı-ahlaki iyilerdir.
A.g.e., s. 41- 42.
49
A.g.e., s. 42.
50
A.g.e., s. 124.
51
A.g.e., s. 124.
48
14
içinde buldukları koşulları sürdürerek ve yeniden üreterek, ama aynı zamanda kendileri için
yeni koşullar ve yeni yaşam formları da oluşturarak kendilerini yaratırlar. Bu özyaratım süreci
öznesneleştirimdir. Öznesneleştirim üretici emek içinde gerçekleşir. Özbelirlenim ise esasen
kişinin öznesneleştiriminin aldığı biçimi kendi yönlendirdiği ve denetlediği zaman ortaya
çıkar.52 Bu açıkça burjuva özgürlüğünden daha geniş bir yaklaşımdır. Çünkü bu yaklaşımda,
kişinin arzularının ve yeteneklerinin gelişimi dikkate alınır. Kişinin hiçbir şey yapmadan tek
başına bir tabureye oturup boş bir duvara bakması burjuva özgürlüğüyle bağdaşabilir. Kişi
istediği şeyi yapıyor ve kimseye zarar vermiyordur. Peki özgür müdür bu kişi gerçekten?
Marx’ın özgürlük anlayışına göre değildir. Çünkü arzularının ve potansiyellerinin
gerçekleşmesini asgari düzeyde sınırlamıştır. Marx’a göre bütün arzularımızı ve
potansiyellerimizi mümkün olduğunca geliştirmemiz gerekir. Burjuva görüşü ise kişinin her
türlü arzu ve potansiyeli başkalarına zarar vermediği sürece gerçekleştirebileceğini söyler.
Elbette Marx’ın özgürlük yaklaşımı, kişinin özbelirlenimi üzerinde bazı sınırları kabul eder.
Çünkü özbelirlenim kişinin kendi amaçlarını hiçbir sınır ya da engel olmaksızın
gerçekleştirmesi değildir. Dolayısıyla, maddi üretimin gerekliliği ve toplumsal güçlerin bu
amaçla örgütlenmiş olması kişinin özbelirlenimine getirilen haklı sınırlamalardır. Bu
sınırlamalar, bir toplumda akılcı biçimde savunulabilir olduğu ölçüde kişinin özbelirlenimi
üzerinde o kadar büyük kısıtlamalar oluşturmaz.53 Çünkü kişinin kendisini ancak başka kişilerle
ve doğayla olan ilişkilerinde somut bir tarzda nesneleştirdiği ve bu nesneleştiriminin doğası
gereği komünal olduğu düşünülürse, özgürlüğü nitelendiren özbelirlenim türü üzerindeki
sınırlayıcı koşullar anlaşılır olur. Sonuç olarak, bir toplumun üyeleri bu özgürlük nosyonunu
gerçekleştirdiği ölçüde o toplumun ahlaki hayatı da gerçekleşmiş olur.
Sonuç yerine
Marksizmin ahlak konusundaki yaklaşımı Lukes’in deyimiyle paradoksal gibi görünebilir.
Çünkü Marksizm bir yandan her türlü ahlaki değeri ideolojinin bir biçimi kabul edip sınıf
çıkarlarıyla ilişkilendirirken, diğer yandan en bilimsel içeriğe sahip metinlerinde bile mahkum
etme, nasihatte bulunma ve daha iyi bir dünya vizyonunu savunma gibi tutumlara sahiptir. Yani
Marksizmde ahlakın bir yandan maskesi düşürülür ve mahkum edilir, diğer yandan politik
mücadeleler ve ve kampanyalarla ilgili olarak ona başvurulur ve inanılır.54 Bu paradoksal
duruma rağmen, Marx’ın kapitalizm eleştirisinde normatif bir boyut olup olmadığı sorusu
52
A.g.e., s. 128.
A.g.e., s. 143.
54
Lukes, S., Marksizm ve Ahlak, s. 20-21.
53
15
çağdaş tartışmalar bağlamında şöyle bir sonuca bağlanabilir. Marx kapitalizmi mahkum
ederken, bu sistemin her şeyden önce yarattığı sömürü ve tahakküm ilişkileri ile insanı kötürüm
bıraktığının altını çizer. İnsan, bu sistemde bir makinanın dişlisi düzeyine indirgenir ve
çalışmasından zevk almak şöyle dursun, üretim sürecinin tümüyle kendi kontrolü dışında
gerçekleşmesi, onu zamanla kendi emeğine yabancılaştırır. İnsanı çoğaltması ve geliştirmesi
gereken üretim faaliyeti, bu sistemde onun gerçek potansiyellerinin ortaya çıkmasını engeller.
Bir tarafta sermaye hızla birikirken, öbür tarafta, yani sermaye birikimini üretici emeğiyle
oluşturan tarafta, kölelik, sefalet, cehalet ve acı ortaya çıkar. Bu nedenle, Marx’ın kapitalizm
eleştirisi nihayetinde insanların özgürlükten yoksun bırakılmasını temele alan bir eleştiridir.
Çünkü Marx, özgür olarak gördüğü bir yaşam tarzıyla ilgilenmiştir. Onun komünist toplum
tasavvuru da bu anlamda insan için gerçek özgürlüğü genişletme girişimidir.
KAYNAKLAR
Brenkert, G. G. (1998) Marx’ın Özgürlük Etiği, çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Cohen, G. A. “Freedom, Justice and Capitalism”, New Left Review 126, Mart/Nisan, 1981
Gülenç, K. (2016) Marksizmde Ahlak Tartışmaları, İstanbul: Tekin Yayınevi
Lukes, S. (1998) Marksizm ve Ahlak, çev. Osman Akınhay, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Marx, K. (1993) Kapital I. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, İstanbul: Sol Yayınları
Marx, K. (2013) Alman İdeolojisi, çev. Tonguç Ok ve Olcay Geridönmez, İstanbul: Evrensel
Basım Yayın
McLellan, D. (2005) İdeoloji, çev. Barış Yıldırım, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları
Nielsen, K., “Historical Materialism, Ideology and Ethics”, Studies in Soviet Thought, Vol.
29, No:1, Haziran 1985.
Wood, A. “The Marxian Critique of Justice”, Philosophy&Public Affairs I, no:3, Bahar 1972
16