Interview / Söyleşiler by Rıdvan Senturk
ESKİ VE YENİ ARASINDA KARA DİZİ FİLMLERİ, 2023
In the process of change and transformation of cinema's search for direction, changes in social c... more In the process of change and transformation of cinema's search for direction, changes in social conditions and viewing habits, new technological developments, movements emerging in cinema and other art branches, and the mutual interaction of art branches, movements and genres have played decisive roles. But in any case, despite all its claims of realism, cinema has not only not strayed far from reality, but has also emerged as the most powerful transformative medium among other art forms. The emerging aesthetic movements and genres, which generally feed on the literary narrative tradition, aestheticized the acting, heat, music, time and space shots they deemed appropriate for storytelling in accordance with the principles they adopted and the characteristics of the movement or genre, and turned them into the material of the power of transformation capable of modulating and operating on physical reality and its perception. In this context, we can say that each movement and genre has turned into the claim of the perception of reality that they construct in accordance with the conventions they have created within the framework of their own narrative structures, aesthetic principles and techniques, and to the extent that they repeat themselves, they are distanced from real reality and life. As a matter of fact, each movement and genre has had to approach life with its unique characteristics, to determine a certain style in the process of aestheticization of reality specific to its genre and to differentiate from others. This means that the answer to the question of what reality is is confined and limited within the conventions of genre characteristics. In any case, to the extent that movements and genres approached reality in all its nakedness within the conventions of the aesthetic attitude they adopted, they produced their own reality rather than approaching life, and gradually began to refer to the aesthetic conventions of the genre, to other genres, and finally to the level of reality of film rather than to physical reality. This creation and differentiation of genres into their own conventions was in fact a manifestation of the problem of the representation of reality manifested in cinema. For this development shows that reality cannot be captured only from a single point of view, an approach that excludes others, or the conventions of genre-specific aesthetic design, but rather that in the face of the indivisible unity of reality, perspectives are relativized and confronted with the problem of representation. Moreover, in order to survive, cinema must captivate the audience, adapt to technological developments, changing social conditions and viewing habits, and renew itself without falling into repetition within its own conventions.
Ş ubat ayı, sayfalarımız arasında matem rüzgârının estiği bir ay bizim için. Vakfımızın ve elli b... more Ş ubat ayı, sayfalarımız arasında matem rüzgârının estiği bir ay bizim için. Vakfımızın ve elli birinci yılına kadem koyan dergimizin banisi Şeyhülmuharrirîn Ahmet Kabaklı, 22 yıl evvel Hakk'a yürüdü. Türk edebiyatında ve kültür tarihimizde yaktığı meşalenin hiç sönmeyeceğini düşünüyor, kendisini rahmet ve minnetle anıyorum. Bu ay edebiyatımızın önemli burçlarından Tarık Buğra'nın da ebedî âleme göçüşünün 29. yıl dönümü. Bu nedenle dergimizin sayfaları Şaban Sağlık'ın "Tarık Buğra ve Türk Ruhu" adını verdiği makalesiyle açılıyor.
Türk sinema tarihinin yazım örnekleri incelendiğinde, bilimsel araştırma ve yöntem ölçütlerine uy... more Türk sinema tarihinin yazım örnekleri incelendiğinde, bilimsel araştırma ve yöntem ölçütlerine uygunluğu bakımından yetersiz, hiç değilse bile tartışmalı olduğu anlaşılmaktadır. Tarih araştırmalarında gerekli bilimsel yöntem arayışından ziyade, öznel veya politik bakış açılarından hareket edilmesi dolayısıyla, Türk sinema tarihinin başlangıç yılının tespitinde dahi, birbiriyle çelişkili kabullerden hareket edildiği, uzlaşı sağlanamadığı görülmektedir. Büyük bölümü akademik çevrenin dışındaki kişilerce yazılan makro tarih yazımı örneklerinin, akademisyenlerce bilimsel eleştirellik ölçütleri süzgecinden geçirilmeksizin kabul edilmesi ve alana alternatif katkıların sunulmaması düşündürücüdür. Bu çerçevede öne çıkan en bariz örnek, Türk sinema tarihinin dönemselleştirilmesi sorunudur. İlk defa Nijat Özön tarafından yapılan ve 1960 yılında yayımlanan Türk Sineması Tarihi kitabında önerilen öznel dönemsellik anlayışı, alanın yazarları, eleştirmenleri ve ilgili akademik çevre tarafından sorgulanmaksızın kabullenilmiş, bilimsel eleştirellik süzgecinden geçirilmeksizin günümüze değin tekrar edilmiştir. Söz konusu soruna nihayet eğilme ihtiyacı hisseden bu çalışma, ortaya çıkan durumu karşılaştırmalı tarih okuması çerçevesinde tartışmaya açmakta, tarih yazımı için gerekli bilimsellik ölçütlerine uygun alternatif dönemsellik anlayışı önermektedir.
Memleketim Dergisi, 2021
Batı’nın mutant ruh ve akıl kimliği, modernitenin kendisiyle özdeşleştirdiği, neşet ettiği kaynak... more Batı’nın mutant ruh ve akıl kimliği, modernitenin kendisiyle özdeşleştirdiği, neşet ettiği kaynak olarak kabul ettiği Antik Yunan döneminde teşekkül etmiştir. Antik Yunan dönemini, öncesi her ne kadar M.Ö. 2.000 veya 3.000’li yıllara kadar uzatılsa da, 1000’li yahut daha gerçekçi bir tahminle 800-600’li yıllardan itibaren başlatmak mümkündür. Antik Yunan dönemini Ege Denizi’nin doğu ve batı yakasında birbirinden farklı gelişen ve zamanla kesişen tarihi süreçler olarak ele almak gerekir. M.Ö. 800-600’lü yıllara kadar geçen süreci, halkların göçler, savaşlar, istilalar dolayısıyla birbirine karıştığı dönemler şeklinde muhakeme etmek mümkündür. Bu süreçte Ege’nin batı yakasında, günümüzün Yunan ana karasında, Hint-Avrupa karışımı toplulukların, Akaların, Mikenlerin ve Dorların, Anadolu yakasında ise, Hititlerin, Frigyalıların, Likyalıların, Lidya, Misya, Troyalıların iz bıraktıkları söylenebilir. M.Ö. 800-700’lü yıllar öncesinde yekpare bir Yunan kimliğinin oluşmadığnı, ancak 600’lü yıllardan itibaren teşekkül etmeye başladığını vurgulamak gerekir.
Ege’nin batı yakasında, M.Ö. 1000’li yıllar öncesinde ontolojik din anlayışının yaşanıp-yaşanmadığına veya ne türden bir din hayatının geçerli olduğuna dair ayrıntılı bir bilgiye sahip değiliz. Bu sebeple, muhtemelen Avrupa kıtasının yerel dinleri ile başta Mısır olmak üzere, Hint, Fars, Mezopotamya ve Anadolu’da kökleşen din geleneklerin birbirine karıştığı bu dönemin karanlıkta kaldığını, modern Batı kimliğine kaynak teşkil eden dönemin M.Ö. 800’lü yıllardan sonraki süreci kapsadığını vurgulamamız gerekir. Özellikle Mısır, Hint ve Mezopotamya etkisinin daha sonraki (Homer, Hesiod, Thales, Anaksimandros, Pythagoras ve hatta Platon) dönemlerinde sürse de, bu karışımın aynı süreç içinde Yunan mitolojisine, teogonyasına (teolojisine) ve felsefesine dönüştüğünü söyleyebiliriz. Neredeyse, her şehirde birbirine benzer ve farklı tanrıların gezindiği, adeta din pazarına dönüşen Antik Yunan dönemi coğrafyasında, isteyenin herkesin keyfice istediği tanrıya inanmakta ve din anlayışını benimsemekte serbest olduğu bu dönemde, söz konusu keşmekeşlik, mitoloji temelli teolojik bir din anlayışına dönüşmüştür.
ALGININ ANATOMİSİ, 2021
Teleskopun, mikroskobun, röntgenin, fotoğraf makinesi ve nihayet kameranın keşfi, beraberinde get... more Teleskopun, mikroskobun, röntgenin, fotoğraf makinesi ve nihayet kameranın keşfi, beraberinde getirdiği yeni mekân anlayışı ve algılama biçimleriyle, gelecekte mekânı çevresinden soyutlayarak küçük etki alanlarına bölümlemekle kalınmayacağının, aynı zamanda bakışın bütünlüğünün de mikrolojik parçalara bölüneceğinin habercisiydi.
Merkezi, hiyerarşik bir düzen içinde inşa edilen klasik ontolojinin geçerliğini yitirdiği modernleşme sürecinde, insanın ve dünyanın evrendeki konumuyla birlikte, kendisi ve çevresiyle ilişkisinin sınırlarına işaret eden algısı da değişti. Modernleşme sürecinde özne konumuna indirgenen insan, merkezi rolünü belirli bir süre muhafaza etse de, dünyanın konumu, evrenin sonsuz genişletilmiş ucu açık geometrik bir yüzeyinde nispetsiz belirsizliğe dönüştü. Varlık türlerinin ve oluş düzeylerinin niteliksel farkları, matematik, fizik ve geometrinin homojen nesnellik yüzeyinde eşitlendi.
Fiziği, matematiği ve anatomiyi (nesnel/bedensel) temel ölçü kabul eden bu değişim, etkisini öncelikle yeni bakış açısına tamamıyla uyumlu görünen mekân algısında gösterdi: Bütün tarihsel ve ahlaki boyutlarından soyutlanan, fiziksel ve matematiksel ölçülebilirlik düzeyine indirgenen mekân, varlık ve oluş süreçleriyle ontolojik ilişkisi içinde anlam kazanan niteliksel vasıflarından yoksunlaştı.
Söz konusu modern bakış açısının ilk somut örneklerini, 16. ve 17. yüzyıldan itibaren meşruiyet kazanmaya başlayan beden (organizma, yapı) ve mekân anlayışında görmek mümkünüdür. Bu dönemde, Leonardo da Vinci’nin (1452-1519) anatomik resim tasarımlarında görüleceği üzere, her ne kadar ilk etapta bedenin ruh ve Tanrı ile ilişkisi inkâr edilmese de, inşa unsurlarına bölünebilir görsel bir mekân olarak resmedildiği anlaşılmaktadır. Nitekim modernitenin öngördüğü bilimselliğin nesnelleşmesi ve nicelleşmesi sürecinde resim (görsellik, bedensellik), bilgilenmenin temel araçlarından biri olmuştur. Nihayet içi ve dışıyla resmedilerek görsel algıya sunulan beden, ruhi niteliklerinden soyutlanmış, dışardan gözetlenebilen, inşa unsurlarına bölünebilen ve yeniden tasarımlanabilen anatomik bir etkileşim alanına dönüşmüştür. Aynı şekilde, daha sonraki dönemde, Freudyan psikanaliz anlayışında şuurun anatomik iç mekân anlayışına uygun biçimde resmedildiğini vurgulamamız gerekir.
Türkiye İletişim Araştırmaları Dergisi , 2018
Fert hayatında olduğu gibi, toplum, millet ve medeniyet ayatında da ideal sıhhat şartlarını
belir... more Fert hayatında olduğu gibi, toplum, millet ve medeniyet ayatında da ideal sıhhat şartlarını
belirleyen asli unsur kimlik tanımlaması ve muhafazasıdır. Kimlik tanımlaması, sadece varlığın
görünüşünü, biçimini, fiziğini, bedenselliğini, nesnelliğini, niceliğini veya özünü, kimyasını,
niteliğini, zihniyetini, ruhunu değil, bunların hepsini kuşatan ideal birlik ve bütünlüğünü ifade
etmektedir. Kimlik, bir milletin ontolojik aidiyetini ve emniyetini, kendisiyle kurduğu mahremiyet
ilişkisini, varlık ve oluş bütünlüğüne nispetini belirleyen ruh iklimi ve kendilik şuurunu ifade
eder. Hiçbir sıhhat bozukluğu, kimlik bunalımı kadar derin, yıkıcı veya kurtarıcı olamaz. Kimlik
bunalımına ve özellikle kaybına dönüşmediği sürece, hiçbir ekonomik, teknik, toplumsal, kültürel,
politik, askeri, sanatsal, tarihi ve fikri olumsuzluklar fert ve toplumun varlığını tehdit edecek ve
gelecek kaygısından koparacak boyutta bir tesir gücüne sahip olamazlar. Bilakis, kimliğin kendini
yenilemesi, kendi eylemselliğini ve özdönüşümselliğini yeniden inşa edebilmesi için gereklidirler.
Hatta denilebilir ki, söz konusu olumsuzluklar, belirli bir süre kimlik bunalımına yola açsalar
dahi, kimliğin tamamen kaybolmasına sebep teşkil etmedikleri sürece, kendini sürekli yenileyen
bir gelenekselliğin sürdürülebilmesi için elzemdir. Bu çerçevede kimlik bunalımı, bir milletin
tarihsel kimliğine mührünü vuran ontolojik aidiyetini ve emniyetini anlamlandıran ruh ikliminin
bozulmasıdır.
Nitekim kimlik ve geleneğin, asla sürekli değişken, çok çeşitli, kendini yenileyen, donmaya,
kalıplaşmaya, mekanikleşmeye müsaade etmeyen hayat karşısında, kendini yenilemeksizin,
güncellemeksizin, yani değişen şartlara rağmen geçerliğini ve eylemselliğini ispatlamaksızın
sadece muhafaza gayretiyle varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Kimlik kendini geleneksellik
içinde ifade eder, fakat gelenek de sürdüğü müddetçe vardır. Geleneğin sürdürülebilirliği ise yeni
ile kurduğu ilişkiye bağlıdır. Öte yandan yenilik de yeniliğini ancak gelenekselliğe nispetle ifade
edebilir. Eskisi olmayan bir şeyin yenisi de olmaz. Yeni ise her zaman geleneksel olana göre anlam
kazanır.
ELEŞTİREL TEORİNİN ELEŞTİRİSİ HAKKINDA BİR SÖYLEŞİ
FELSEFE Üniversitemiz hocalarından Rıdvan Şentürk'ün geçtiğimiz Kasım ayında yeni bir kitabı çıkt... more FELSEFE Üniversitemiz hocalarından Rıdvan Şentürk'ün geçtiğimiz Kasım ayında yeni bir kitabı çıktı. stanbul Ticaret Üniversitesi letişim Fakültesi öğretim üyesi ve Görsel letişim Bölüm Başkanı olan Doç. Dr. Rıdvan Şentürk'ün Eleştirel Teorinin Eleştirisi adını taşıyan bu yeni kitabı adından da anlaşılacağı gibi Frankfurt Okulu olarak bilinen düşünce ekolünün Eleştirel Teorisine yöneltilmiş bir eleştiri. 1970 yılında Der Spiegel dergisinin Horkheimer'la yaptığı ve daha önce Türkiye'de yayımlanmamış bir söyleşinin çevirisini de içinde taşıyan bu kitap aynı zamanda bir tavır alış metni olarak kendini gösteriyor. Eleştirel Teorinin Eleştirisi, Frankfurt Okulu olarak bilinen düşünce ekolünün kurucuları olan Horkheimer ve Adorno'nun temel eserleri başta olmak üzere Marcuse, Fromm ve Habermas'ı kendine özgü eleştirel bir bakış açısıyla sorguluyor. Türkiye'de üniversitelerde iletişimden eğitime, siyasal bilgilere ve uluslararası ilişkilere kadar birçok alanda hâkim görüş olarak doktora tezlerine kaynaklık etmesinin yanı sıra siyasal bir söylem kimliği oluşturma çabaları açısından da kaynak oluşturan böylesine önemli bir teorinin otantik bir bakış açısıyla incelenmemesini oldukça düşündürücü bulan Rıdvan Şentürk kitabının özelliklerini şöyle nitelendiriyor: Eleştirel Teorinin Eleştirisi, düşünce kimliği dışarıda üretilmiş tercüme söylemlere bağlı kalan, kendi düşünemeyen, dışarıda düşünülmediği zaman donup kalan, yenisi dışarda üretilene kadar eskisini içerde tekrar eden, aksi takdirde kendi kimliğini üretemeyen ve tükenen sözde söylemsel düşünce geleneğinin maskesini düşürmeyi ve aklımızı kendi gerçeği ile yüzleştirecek yeni sorularla tanıştırmayı deniyor.
GÜLME TEORİLERİ DOLAYISIYLA yapılan bir söyleşi
Bu ayki yuvarlak masa toplantımızda Avrupa’da İskoçya Örneğinde Ayrılma Eğilimleri ve Tarihsel Kö... more Bu ayki yuvarlak masa toplantımızda Avrupa’da İskoçya Örneğinde Ayrılma Eğilimleri ve Tarihsel Kökenlerini konuştuk. Konuşmacılarımız İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Rıdvan Şentürk, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Edip Asaf Bekaroğlu ve İstanbul Şehir Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ferhat Kentel.
İskoçya’daki referandumla sıcak gündeme oturan Avrupa’daki ayrılıkçı hareketler Avrupa Birliği projesinin sonunu mu ifade ediyor? Modern Avrupa’nın dayandığı milliyetçi yapılanma farklı bir şekilde kendisini yeniden mi üretiyor? Bu tür soruların masaya yatırıldığı toplantıda konuşmacılarımız ezber bozan cevaplarıyla meselenin çok farklı boyutlarını da ortaya koydular.
Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün tarihi 50 yılı buldu. Frenkler arasında geçen 50yıl… Bu tecrü... more Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün tarihi 50 yılı buldu. Frenkler arasında geçen 50yıl… Bu tecrübe birçok açıdan dünya çapında yaşanan siyasal, sosyal krizin aşılmasındabelli anahtarları içinde taşıyor. Çünkü Batı’nın “öteki” olarak kurguladığı ve 19. yüzyıldasömürgeci güç olarak topraklarını istila ettiği halkların Avrupa’da varolma mücadelesiolarak Batı düşüncesinde paradigmatik değişimi zorlayan sürecin bir parçası halinegelmiş durumda. Bu yönüyle çok boyutlu ve interdisipliner çalışmaların konusu olmasıgereken olguyu DÜBAM olarak Yuvarlak Masa Toplantısında ele aldık. KonuklarımızYrd. Doç. Dr. Rıdvan Şentürk, Dr. Yusuf Adıgüzel, Yrd. Doç. Dr. Edip Asaf Bekaroğlu veYrd. Doç. Dr. Necmettin Doğan idi.
Papers by Rıdvan Senturk
DergiPark (Istanbul University), Nov 19, 2013
gibi televizyonu kendine özgü bir medyum olarak araştıran teorisyenler çeşitli ve birbirinden far... more gibi televizyonu kendine özgü bir medyum olarak araştıran teorisyenler çeşitli ve birbirinden farklı yaklaşımlarda bulundular. Fakat bütün çeşitliliğine ve farklılığına rağmen bu teorileri televizyonun daha çok araçsal/yapısal, dilsel/metinsel ve çevresel özellikleri üzerine odaklaşan yaklaşımlar olarak ayrıştırmak mümkün gözükmektedir. Bir bütün olarak bakıldığında bu yaklaşımların hiçbirinin kendi başına televizyonun ne ve nasıl bir şey olduğu sorusunu yeterince açıklamaya yetmediği görülmektedir. Özellikle televizyonun hem içerik hem de biçimsel özellikleri bakımından gerçeklik algısını ve toplumsal davranışları nasıl etkilediği ve dönüştürdüğü sorusu gereğince incelenmemiş bir alan olarak gündem oluşturmaya devam etmektedir. Bu çalışma televizyonun bütününe hâkim olan magazinsel yapısı ve sunduğu bilgilendirme biçimleri üzerine odaklanmakta ve böylece söz konusu açığın giderilmesine katkı sağlamaktadır.
Die Bedingungen, welche die Dominanz der Friede oder des Kriegs uber das individuelle und gemeins... more Die Bedingungen, welche die Dominanz der Friede oder des Kriegs uber das individuelle und gemeinschaftliche Leben bestimmen, sind nicht nur die Politischen, Ideologischen, Wirtschaftlichen und Militarischen. Das ist nicht nur die Frage des Militarischen, Okonomischen und Politischen, auch des Kulturellen und Moralischen. Einer der wichtigsten Faktoren, welche die Kultur und Moral der Gesellschaft bestimmen, ist die Kunst. Mit allen schriftlichen, mundlichen und visuellen Formen spielt die Kunst wichtige Rollen bei der Bestimmung und Transformation der kulturellen und moralischen Codes der Gesellschaft. Im Gegensatz zu Wirtschaft und Politik zeigt sich diese Rolle nicht so sehr auf der Oberflache von gesellschaftlichen Ereignissen. Im Gegenteil begleitet die Kunst mit ihrer die entlegensten Zellen der Gesellschaft und des Individuums wirkende Durchschlagskraft ruhig die Atmungen des dauernden Lebens und lenkt heimlich den Strom. In diesem Rahmen inquiriert die Arbeit die Beziehung des Dramas zur Wahrheit und die vermutliche Wirkung auf gesellschaftliches Leben, welches die westliche Kultur des Marchens, Theaters, Romans und Kinos dominiert.
ÖZET 'Yeni Dalga/Nouvelle Vague' hareketi sinema tarihinin en önemli akımlarından biridir. Yeni D... more ÖZET 'Yeni Dalga/Nouvelle Vague' hareketi sinema tarihinin en önemli akımlarından biridir. Yeni Dalga akımıyla birlikte oluşan estetik anlayış, sinema filmlerinin kendine özgü dil ve ifade biçimi arayışlarına yeni boyutlar kazandırmıştır. Yeni dalga akımın sinema dilinin gelişmesine sağladığı katkının ne olduğunun araştırılması ve tartışılması, günümüzün filmlerinin durumu ve gelecekteki muhtemel gelişmelerin ne olabileceğinin anlaşılabilmesi bakımından önem arz etmektedir. Bu bağlamda çalışma Yeni Dalga akımını ve özellikle en önemli temsilcisi olan Jean-Luc Godard'ın filmlerini incelemekte ve film estetiği bağlamında sorgulamaktadır. Çalışmada özellikle Godard'ın grup içindeki ayrıcalıklı yeri dikkate alınmakta, seçilen tipik film örneklerinden hareketle, oluşan film anlayışının karakteristik özellikleri belirginleştirilmektedir.
Modernizm, insani evrenin yeni hukumrani olarak gorup hakikat ve hurriyetin mutlak olcusu durumun... more Modernizm, insani evrenin yeni hukumrani olarak gorup hakikat ve hurriyetin mutlak olcusu durumuna yukselttiginde, onu nesne ile iliski icerisinde guc istemiyle donanmis ozne biciminde tasavvur ediyordu. Modern ozne-nesne iliskisinde ozne animalis rationalis, akilli ve hayal gucune [herhangi bir seyi [goz-]onune getirip yerlestirebilme/kurabilme kabiliyetine] sahip bir hayvan kabul ediliyordu.
SINIR ve İMKAN, 2022
Her sanat dalı, öncelikle bir karşılaşma, buluşma ve yüzleşme
alanıdır. Kimin, kim ve ne ile yüzl... more Her sanat dalı, öncelikle bir karşılaşma, buluşma ve yüzleşme
alanıdır. Kimin, kim ve ne ile yüzleştiği sorusuna
geçmeden önce, her sanat dalının kendine özgülüğünün
potansiyel ifade gücünün sınırlarını da belirlediğini ve muhtemel
yüzleşmenin gerçekleşme imkânını barındıran bir ortam
sunduğunu vurgulamak gerekir. Bu açıdan bakıldığında, her sanat
dalı, yapı unsurlarına ve potansiyel ifade imkânlarına nispetle
kendine özgü bir medyum şeklinde mütalaa edilebilir. Sanatın
kendisini de bilim, düşünce veya felsefe gibi her biri kendine
özgü hususiyetlere sahip ana medyumlar şeklinde mülahaza etmek
mümkündür. Zira ne sanatın ne bilimin ne de düşüncenin,
varlığın hakikatiyle mutlak düzeyde örtüşmesi veya bütünleşmesi
mümkün değildir. Kaldı ki bu imkânsızlık, bilim ve düşünce
gibi sanatın da beslendiği kendini sınama ve muhakeme alanı,
varoluş ve farklı yönlerde gelişebilecek tekâmül şartıdır.
Her medyum (imkân) kendi hususiyetleri çerçevesinde sınırlıdır
ve bu sınır, yine sınırları içinde bildiği/anlamlandırdığı/tanıdığı
varlık ve oluşa yönelen istidat ve potansiyelin (sanatın, düşüncenin
ve bilimin) ifade imkânlarını belirler. İfade imkânının
sınırlı olması, bizi hakikate veya sadece gerçeğin gerçekliğine
ulaştırması, onunla yüzleşmemizi sağlaması, birliğe yakınlaştırması
değil, aynı zamanda paradoksal bir biçimde, araya girerek,
sahip olduğu imkânlar muvacehesinde sınırlaması, çoğu zaman
farklı bir boyutta ve gerçeklik düzeyinde varlık ve oluş bütünlüğünden
uzaklaştırması anlamına gelir. Bu durum, bilim, sanat ve
düşüncenin hakikatle yüzleşme kadar, yozlaştığı ölçüde, hakikate
suikast imkânına da dönüşebileceğine işaret eder.
Teklif Dergisi, 2022
Her varlık ve gerçeklik düzeyi kendi ait olduğu ontolojik
zeminde vücut bulur.
Varlık ve gerçekli... more Her varlık ve gerçeklik düzeyi kendi ait olduğu ontolojik
zeminde vücut bulur.
Varlık ve gerçeklik düzeyleri arasındaki ilişkiye işaret
eden teşbih, hiçbir varlığı ve gerçeklik düzeyini kendi
ontolojik zemininde açıklamaz. Teşbih ve mecaz bir ilişki
kurma biçimi ve düzeyidir. Tıpkı oluşun, sadece varlığın belirli
bir gerçekleşme düzeyine işaret etmesi gibi. Düşüncenin
teşbih ve mecaza yönelmesi, dilin özünün teşbih olmasından
ziyade varlığı ve hakikati anlamlandırmadaki yetersizliğinden
kaynaklanır. Teşbih, dil ve düşüncenin kendi anlamlandırma
ve kavrama sınırlarına dayanıp yetersizliğini
idrâk ettiği, varlığın hakikatinin sonsuzluğun açık bütünlük
ilişkisi içinde kesin olarak tanımlanamayacağına işaret ettiği
yerde anlam kazanır; her şeyin görecelik ilişkisi içinde
mecaz veya teşbih yoluyla tanımlanabileceği zannının hüküm
sürdüğü yerde değil. Konuşma gücünü teşbihten alsa
da, bu onun hakikati ifade ettiği anlamına gelmez; pekâlâ
yalan veya yanlış da olabilir. Hatta hakikat dışının teşbih
ve mecaza duyduğu ihtiyaç, hakikate nispetle daha fazladır.
Nitekim pagan din ve büyü kültürü içinde gelişen düşünme
ve bilgi edinme biçimlerinin daha çok mecaz, teşbih, istiâre
ve kinaye dilinden beslenmesi tesadüf değildir. Oysa benzer
özellikleri taşıyan şeyleri ayırt edememe, aklın hakikatle
ilişkisine değil, şizofrenik ölçüsüzlüğüne işaret eder.
ÖZET: İletişim teorilerini medyanın kendisine, içeriklerine, üretim biçimlerine odaklanan veya da... more ÖZET: İletişim teorilerini medyanın kendisine, içeriklerine, üretim biçimlerine odaklanan veya daha çok medya-nın kendisinden ziyade algılayıcısını araştırma nesnesi olarak kabul eden yaklaşımlar olmak üzere iki ana kategori altında toplamak mümkündür. Ayrıca teorisini medya ve algılayıcısı arasında sistematik ilişkiler kurmak, her iki tarafı işlevsel yapılar olarak kavramak ve böylece bir üst-dile taşımak suretiyle inşa etmeye çalışan yaklaşımlar da mevcuttur. Söz konusu edilebilecek bütün bu çabaların yanında, mutlaka Frankfurt Okulu'ndan, çeşitli politik söylemlerden, dil felsefesinden ve hermenötik gelenekten beslenerek sosyo-kül-türel analizler yapmaya çalışan teorik yaklaşımların da dikkate alınması gerekmektedir. Fakat bütün bu teorik yaklaşımların her biri kendine özgü aksiyomlardan hareket etmesi dolayısıyla diğerine göre farklılık arz etmektedir. Bu farklılık kendini, çeşitlilik olarak sunabildiği gibi, çelişki olarak da ifade edebilmektedir. Çalışma, iletişim teorilerinin tartışmalara kattığı zenginlik kadar çıkmazlarına da işaret eden bu durumu ve günümüzün teorik dil sınırlarını sorunsallaştırmakta, böylece eleştirelliğin önemine vurgu yapmaktadır. Abstract: The Problem of Basic in Communication Theories Communication theories could be classified into two categories: the approach that focuses on the media itself, its contents and the fashions of production thereof or that that considers the perceiver thereof as the object of examination rather than the media itself. Besides, there exist some other approaches that attempt to build their theory through the establishment of systematic relations between the media and the perceiver thereof, considering both the sides as functional structures and thus conveying them to an upper tongue. Apart from all the aforesaid attempts that could be discussed, such theoretical approaches as attempt to carry out socio-cultural analyses by being inspired by Frankfurt School, various pieces of political discourse, linguistic philosophy and hermeneutic tradition are also to be taken into account. However, each of the mentioned theoretical approaches is suggestive of differences from others since they are based upon their particular axiom. This differentiation could either present itself as variegation or express itself as contradiction. This study problematizes this situation, which points out not only the richness the communication theories contribute to discussions but also the aporia thereof, as well as today's theoretical linguistic limits, whereby highlighting the importance of criticism.
Uploads
Interview / Söyleşiler by Rıdvan Senturk
Ege’nin batı yakasında, M.Ö. 1000’li yıllar öncesinde ontolojik din anlayışının yaşanıp-yaşanmadığına veya ne türden bir din hayatının geçerli olduğuna dair ayrıntılı bir bilgiye sahip değiliz. Bu sebeple, muhtemelen Avrupa kıtasının yerel dinleri ile başta Mısır olmak üzere, Hint, Fars, Mezopotamya ve Anadolu’da kökleşen din geleneklerin birbirine karıştığı bu dönemin karanlıkta kaldığını, modern Batı kimliğine kaynak teşkil eden dönemin M.Ö. 800’lü yıllardan sonraki süreci kapsadığını vurgulamamız gerekir. Özellikle Mısır, Hint ve Mezopotamya etkisinin daha sonraki (Homer, Hesiod, Thales, Anaksimandros, Pythagoras ve hatta Platon) dönemlerinde sürse de, bu karışımın aynı süreç içinde Yunan mitolojisine, teogonyasına (teolojisine) ve felsefesine dönüştüğünü söyleyebiliriz. Neredeyse, her şehirde birbirine benzer ve farklı tanrıların gezindiği, adeta din pazarına dönüşen Antik Yunan dönemi coğrafyasında, isteyenin herkesin keyfice istediği tanrıya inanmakta ve din anlayışını benimsemekte serbest olduğu bu dönemde, söz konusu keşmekeşlik, mitoloji temelli teolojik bir din anlayışına dönüşmüştür.
Merkezi, hiyerarşik bir düzen içinde inşa edilen klasik ontolojinin geçerliğini yitirdiği modernleşme sürecinde, insanın ve dünyanın evrendeki konumuyla birlikte, kendisi ve çevresiyle ilişkisinin sınırlarına işaret eden algısı da değişti. Modernleşme sürecinde özne konumuna indirgenen insan, merkezi rolünü belirli bir süre muhafaza etse de, dünyanın konumu, evrenin sonsuz genişletilmiş ucu açık geometrik bir yüzeyinde nispetsiz belirsizliğe dönüştü. Varlık türlerinin ve oluş düzeylerinin niteliksel farkları, matematik, fizik ve geometrinin homojen nesnellik yüzeyinde eşitlendi.
Fiziği, matematiği ve anatomiyi (nesnel/bedensel) temel ölçü kabul eden bu değişim, etkisini öncelikle yeni bakış açısına tamamıyla uyumlu görünen mekân algısında gösterdi: Bütün tarihsel ve ahlaki boyutlarından soyutlanan, fiziksel ve matematiksel ölçülebilirlik düzeyine indirgenen mekân, varlık ve oluş süreçleriyle ontolojik ilişkisi içinde anlam kazanan niteliksel vasıflarından yoksunlaştı.
Söz konusu modern bakış açısının ilk somut örneklerini, 16. ve 17. yüzyıldan itibaren meşruiyet kazanmaya başlayan beden (organizma, yapı) ve mekân anlayışında görmek mümkünüdür. Bu dönemde, Leonardo da Vinci’nin (1452-1519) anatomik resim tasarımlarında görüleceği üzere, her ne kadar ilk etapta bedenin ruh ve Tanrı ile ilişkisi inkâr edilmese de, inşa unsurlarına bölünebilir görsel bir mekân olarak resmedildiği anlaşılmaktadır. Nitekim modernitenin öngördüğü bilimselliğin nesnelleşmesi ve nicelleşmesi sürecinde resim (görsellik, bedensellik), bilgilenmenin temel araçlarından biri olmuştur. Nihayet içi ve dışıyla resmedilerek görsel algıya sunulan beden, ruhi niteliklerinden soyutlanmış, dışardan gözetlenebilen, inşa unsurlarına bölünebilen ve yeniden tasarımlanabilen anatomik bir etkileşim alanına dönüşmüştür. Aynı şekilde, daha sonraki dönemde, Freudyan psikanaliz anlayışında şuurun anatomik iç mekân anlayışına uygun biçimde resmedildiğini vurgulamamız gerekir.
belirleyen asli unsur kimlik tanımlaması ve muhafazasıdır. Kimlik tanımlaması, sadece varlığın
görünüşünü, biçimini, fiziğini, bedenselliğini, nesnelliğini, niceliğini veya özünü, kimyasını,
niteliğini, zihniyetini, ruhunu değil, bunların hepsini kuşatan ideal birlik ve bütünlüğünü ifade
etmektedir. Kimlik, bir milletin ontolojik aidiyetini ve emniyetini, kendisiyle kurduğu mahremiyet
ilişkisini, varlık ve oluş bütünlüğüne nispetini belirleyen ruh iklimi ve kendilik şuurunu ifade
eder. Hiçbir sıhhat bozukluğu, kimlik bunalımı kadar derin, yıkıcı veya kurtarıcı olamaz. Kimlik
bunalımına ve özellikle kaybına dönüşmediği sürece, hiçbir ekonomik, teknik, toplumsal, kültürel,
politik, askeri, sanatsal, tarihi ve fikri olumsuzluklar fert ve toplumun varlığını tehdit edecek ve
gelecek kaygısından koparacak boyutta bir tesir gücüne sahip olamazlar. Bilakis, kimliğin kendini
yenilemesi, kendi eylemselliğini ve özdönüşümselliğini yeniden inşa edebilmesi için gereklidirler.
Hatta denilebilir ki, söz konusu olumsuzluklar, belirli bir süre kimlik bunalımına yola açsalar
dahi, kimliğin tamamen kaybolmasına sebep teşkil etmedikleri sürece, kendini sürekli yenileyen
bir gelenekselliğin sürdürülebilmesi için elzemdir. Bu çerçevede kimlik bunalımı, bir milletin
tarihsel kimliğine mührünü vuran ontolojik aidiyetini ve emniyetini anlamlandıran ruh ikliminin
bozulmasıdır.
Nitekim kimlik ve geleneğin, asla sürekli değişken, çok çeşitli, kendini yenileyen, donmaya,
kalıplaşmaya, mekanikleşmeye müsaade etmeyen hayat karşısında, kendini yenilemeksizin,
güncellemeksizin, yani değişen şartlara rağmen geçerliğini ve eylemselliğini ispatlamaksızın
sadece muhafaza gayretiyle varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Kimlik kendini geleneksellik
içinde ifade eder, fakat gelenek de sürdüğü müddetçe vardır. Geleneğin sürdürülebilirliği ise yeni
ile kurduğu ilişkiye bağlıdır. Öte yandan yenilik de yeniliğini ancak gelenekselliğe nispetle ifade
edebilir. Eskisi olmayan bir şeyin yenisi de olmaz. Yeni ise her zaman geleneksel olana göre anlam
kazanır.
İskoçya’daki referandumla sıcak gündeme oturan Avrupa’daki ayrılıkçı hareketler Avrupa Birliği projesinin sonunu mu ifade ediyor? Modern Avrupa’nın dayandığı milliyetçi yapılanma farklı bir şekilde kendisini yeniden mi üretiyor? Bu tür soruların masaya yatırıldığı toplantıda konuşmacılarımız ezber bozan cevaplarıyla meselenin çok farklı boyutlarını da ortaya koydular.
Papers by Rıdvan Senturk
alanıdır. Kimin, kim ve ne ile yüzleştiği sorusuna
geçmeden önce, her sanat dalının kendine özgülüğünün
potansiyel ifade gücünün sınırlarını da belirlediğini ve muhtemel
yüzleşmenin gerçekleşme imkânını barındıran bir ortam
sunduğunu vurgulamak gerekir. Bu açıdan bakıldığında, her sanat
dalı, yapı unsurlarına ve potansiyel ifade imkânlarına nispetle
kendine özgü bir medyum şeklinde mütalaa edilebilir. Sanatın
kendisini de bilim, düşünce veya felsefe gibi her biri kendine
özgü hususiyetlere sahip ana medyumlar şeklinde mülahaza etmek
mümkündür. Zira ne sanatın ne bilimin ne de düşüncenin,
varlığın hakikatiyle mutlak düzeyde örtüşmesi veya bütünleşmesi
mümkün değildir. Kaldı ki bu imkânsızlık, bilim ve düşünce
gibi sanatın da beslendiği kendini sınama ve muhakeme alanı,
varoluş ve farklı yönlerde gelişebilecek tekâmül şartıdır.
Her medyum (imkân) kendi hususiyetleri çerçevesinde sınırlıdır
ve bu sınır, yine sınırları içinde bildiği/anlamlandırdığı/tanıdığı
varlık ve oluşa yönelen istidat ve potansiyelin (sanatın, düşüncenin
ve bilimin) ifade imkânlarını belirler. İfade imkânının
sınırlı olması, bizi hakikate veya sadece gerçeğin gerçekliğine
ulaştırması, onunla yüzleşmemizi sağlaması, birliğe yakınlaştırması
değil, aynı zamanda paradoksal bir biçimde, araya girerek,
sahip olduğu imkânlar muvacehesinde sınırlaması, çoğu zaman
farklı bir boyutta ve gerçeklik düzeyinde varlık ve oluş bütünlüğünden
uzaklaştırması anlamına gelir. Bu durum, bilim, sanat ve
düşüncenin hakikatle yüzleşme kadar, yozlaştığı ölçüde, hakikate
suikast imkânına da dönüşebileceğine işaret eder.
zeminde vücut bulur.
Varlık ve gerçeklik düzeyleri arasındaki ilişkiye işaret
eden teşbih, hiçbir varlığı ve gerçeklik düzeyini kendi
ontolojik zemininde açıklamaz. Teşbih ve mecaz bir ilişki
kurma biçimi ve düzeyidir. Tıpkı oluşun, sadece varlığın belirli
bir gerçekleşme düzeyine işaret etmesi gibi. Düşüncenin
teşbih ve mecaza yönelmesi, dilin özünün teşbih olmasından
ziyade varlığı ve hakikati anlamlandırmadaki yetersizliğinden
kaynaklanır. Teşbih, dil ve düşüncenin kendi anlamlandırma
ve kavrama sınırlarına dayanıp yetersizliğini
idrâk ettiği, varlığın hakikatinin sonsuzluğun açık bütünlük
ilişkisi içinde kesin olarak tanımlanamayacağına işaret ettiği
yerde anlam kazanır; her şeyin görecelik ilişkisi içinde
mecaz veya teşbih yoluyla tanımlanabileceği zannının hüküm
sürdüğü yerde değil. Konuşma gücünü teşbihten alsa
da, bu onun hakikati ifade ettiği anlamına gelmez; pekâlâ
yalan veya yanlış da olabilir. Hatta hakikat dışının teşbih
ve mecaza duyduğu ihtiyaç, hakikate nispetle daha fazladır.
Nitekim pagan din ve büyü kültürü içinde gelişen düşünme
ve bilgi edinme biçimlerinin daha çok mecaz, teşbih, istiâre
ve kinaye dilinden beslenmesi tesadüf değildir. Oysa benzer
özellikleri taşıyan şeyleri ayırt edememe, aklın hakikatle
ilişkisine değil, şizofrenik ölçüsüzlüğüne işaret eder.
Ege’nin batı yakasında, M.Ö. 1000’li yıllar öncesinde ontolojik din anlayışının yaşanıp-yaşanmadığına veya ne türden bir din hayatının geçerli olduğuna dair ayrıntılı bir bilgiye sahip değiliz. Bu sebeple, muhtemelen Avrupa kıtasının yerel dinleri ile başta Mısır olmak üzere, Hint, Fars, Mezopotamya ve Anadolu’da kökleşen din geleneklerin birbirine karıştığı bu dönemin karanlıkta kaldığını, modern Batı kimliğine kaynak teşkil eden dönemin M.Ö. 800’lü yıllardan sonraki süreci kapsadığını vurgulamamız gerekir. Özellikle Mısır, Hint ve Mezopotamya etkisinin daha sonraki (Homer, Hesiod, Thales, Anaksimandros, Pythagoras ve hatta Platon) dönemlerinde sürse de, bu karışımın aynı süreç içinde Yunan mitolojisine, teogonyasına (teolojisine) ve felsefesine dönüştüğünü söyleyebiliriz. Neredeyse, her şehirde birbirine benzer ve farklı tanrıların gezindiği, adeta din pazarına dönüşen Antik Yunan dönemi coğrafyasında, isteyenin herkesin keyfice istediği tanrıya inanmakta ve din anlayışını benimsemekte serbest olduğu bu dönemde, söz konusu keşmekeşlik, mitoloji temelli teolojik bir din anlayışına dönüşmüştür.
Merkezi, hiyerarşik bir düzen içinde inşa edilen klasik ontolojinin geçerliğini yitirdiği modernleşme sürecinde, insanın ve dünyanın evrendeki konumuyla birlikte, kendisi ve çevresiyle ilişkisinin sınırlarına işaret eden algısı da değişti. Modernleşme sürecinde özne konumuna indirgenen insan, merkezi rolünü belirli bir süre muhafaza etse de, dünyanın konumu, evrenin sonsuz genişletilmiş ucu açık geometrik bir yüzeyinde nispetsiz belirsizliğe dönüştü. Varlık türlerinin ve oluş düzeylerinin niteliksel farkları, matematik, fizik ve geometrinin homojen nesnellik yüzeyinde eşitlendi.
Fiziği, matematiği ve anatomiyi (nesnel/bedensel) temel ölçü kabul eden bu değişim, etkisini öncelikle yeni bakış açısına tamamıyla uyumlu görünen mekân algısında gösterdi: Bütün tarihsel ve ahlaki boyutlarından soyutlanan, fiziksel ve matematiksel ölçülebilirlik düzeyine indirgenen mekân, varlık ve oluş süreçleriyle ontolojik ilişkisi içinde anlam kazanan niteliksel vasıflarından yoksunlaştı.
Söz konusu modern bakış açısının ilk somut örneklerini, 16. ve 17. yüzyıldan itibaren meşruiyet kazanmaya başlayan beden (organizma, yapı) ve mekân anlayışında görmek mümkünüdür. Bu dönemde, Leonardo da Vinci’nin (1452-1519) anatomik resim tasarımlarında görüleceği üzere, her ne kadar ilk etapta bedenin ruh ve Tanrı ile ilişkisi inkâr edilmese de, inşa unsurlarına bölünebilir görsel bir mekân olarak resmedildiği anlaşılmaktadır. Nitekim modernitenin öngördüğü bilimselliğin nesnelleşmesi ve nicelleşmesi sürecinde resim (görsellik, bedensellik), bilgilenmenin temel araçlarından biri olmuştur. Nihayet içi ve dışıyla resmedilerek görsel algıya sunulan beden, ruhi niteliklerinden soyutlanmış, dışardan gözetlenebilen, inşa unsurlarına bölünebilen ve yeniden tasarımlanabilen anatomik bir etkileşim alanına dönüşmüştür. Aynı şekilde, daha sonraki dönemde, Freudyan psikanaliz anlayışında şuurun anatomik iç mekân anlayışına uygun biçimde resmedildiğini vurgulamamız gerekir.
belirleyen asli unsur kimlik tanımlaması ve muhafazasıdır. Kimlik tanımlaması, sadece varlığın
görünüşünü, biçimini, fiziğini, bedenselliğini, nesnelliğini, niceliğini veya özünü, kimyasını,
niteliğini, zihniyetini, ruhunu değil, bunların hepsini kuşatan ideal birlik ve bütünlüğünü ifade
etmektedir. Kimlik, bir milletin ontolojik aidiyetini ve emniyetini, kendisiyle kurduğu mahremiyet
ilişkisini, varlık ve oluş bütünlüğüne nispetini belirleyen ruh iklimi ve kendilik şuurunu ifade
eder. Hiçbir sıhhat bozukluğu, kimlik bunalımı kadar derin, yıkıcı veya kurtarıcı olamaz. Kimlik
bunalımına ve özellikle kaybına dönüşmediği sürece, hiçbir ekonomik, teknik, toplumsal, kültürel,
politik, askeri, sanatsal, tarihi ve fikri olumsuzluklar fert ve toplumun varlığını tehdit edecek ve
gelecek kaygısından koparacak boyutta bir tesir gücüne sahip olamazlar. Bilakis, kimliğin kendini
yenilemesi, kendi eylemselliğini ve özdönüşümselliğini yeniden inşa edebilmesi için gereklidirler.
Hatta denilebilir ki, söz konusu olumsuzluklar, belirli bir süre kimlik bunalımına yola açsalar
dahi, kimliğin tamamen kaybolmasına sebep teşkil etmedikleri sürece, kendini sürekli yenileyen
bir gelenekselliğin sürdürülebilmesi için elzemdir. Bu çerçevede kimlik bunalımı, bir milletin
tarihsel kimliğine mührünü vuran ontolojik aidiyetini ve emniyetini anlamlandıran ruh ikliminin
bozulmasıdır.
Nitekim kimlik ve geleneğin, asla sürekli değişken, çok çeşitli, kendini yenileyen, donmaya,
kalıplaşmaya, mekanikleşmeye müsaade etmeyen hayat karşısında, kendini yenilemeksizin,
güncellemeksizin, yani değişen şartlara rağmen geçerliğini ve eylemselliğini ispatlamaksızın
sadece muhafaza gayretiyle varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Kimlik kendini geleneksellik
içinde ifade eder, fakat gelenek de sürdüğü müddetçe vardır. Geleneğin sürdürülebilirliği ise yeni
ile kurduğu ilişkiye bağlıdır. Öte yandan yenilik de yeniliğini ancak gelenekselliğe nispetle ifade
edebilir. Eskisi olmayan bir şeyin yenisi de olmaz. Yeni ise her zaman geleneksel olana göre anlam
kazanır.
İskoçya’daki referandumla sıcak gündeme oturan Avrupa’daki ayrılıkçı hareketler Avrupa Birliği projesinin sonunu mu ifade ediyor? Modern Avrupa’nın dayandığı milliyetçi yapılanma farklı bir şekilde kendisini yeniden mi üretiyor? Bu tür soruların masaya yatırıldığı toplantıda konuşmacılarımız ezber bozan cevaplarıyla meselenin çok farklı boyutlarını da ortaya koydular.
alanıdır. Kimin, kim ve ne ile yüzleştiği sorusuna
geçmeden önce, her sanat dalının kendine özgülüğünün
potansiyel ifade gücünün sınırlarını da belirlediğini ve muhtemel
yüzleşmenin gerçekleşme imkânını barındıran bir ortam
sunduğunu vurgulamak gerekir. Bu açıdan bakıldığında, her sanat
dalı, yapı unsurlarına ve potansiyel ifade imkânlarına nispetle
kendine özgü bir medyum şeklinde mütalaa edilebilir. Sanatın
kendisini de bilim, düşünce veya felsefe gibi her biri kendine
özgü hususiyetlere sahip ana medyumlar şeklinde mülahaza etmek
mümkündür. Zira ne sanatın ne bilimin ne de düşüncenin,
varlığın hakikatiyle mutlak düzeyde örtüşmesi veya bütünleşmesi
mümkün değildir. Kaldı ki bu imkânsızlık, bilim ve düşünce
gibi sanatın da beslendiği kendini sınama ve muhakeme alanı,
varoluş ve farklı yönlerde gelişebilecek tekâmül şartıdır.
Her medyum (imkân) kendi hususiyetleri çerçevesinde sınırlıdır
ve bu sınır, yine sınırları içinde bildiği/anlamlandırdığı/tanıdığı
varlık ve oluşa yönelen istidat ve potansiyelin (sanatın, düşüncenin
ve bilimin) ifade imkânlarını belirler. İfade imkânının
sınırlı olması, bizi hakikate veya sadece gerçeğin gerçekliğine
ulaştırması, onunla yüzleşmemizi sağlaması, birliğe yakınlaştırması
değil, aynı zamanda paradoksal bir biçimde, araya girerek,
sahip olduğu imkânlar muvacehesinde sınırlaması, çoğu zaman
farklı bir boyutta ve gerçeklik düzeyinde varlık ve oluş bütünlüğünden
uzaklaştırması anlamına gelir. Bu durum, bilim, sanat ve
düşüncenin hakikatle yüzleşme kadar, yozlaştığı ölçüde, hakikate
suikast imkânına da dönüşebileceğine işaret eder.
zeminde vücut bulur.
Varlık ve gerçeklik düzeyleri arasındaki ilişkiye işaret
eden teşbih, hiçbir varlığı ve gerçeklik düzeyini kendi
ontolojik zemininde açıklamaz. Teşbih ve mecaz bir ilişki
kurma biçimi ve düzeyidir. Tıpkı oluşun, sadece varlığın belirli
bir gerçekleşme düzeyine işaret etmesi gibi. Düşüncenin
teşbih ve mecaza yönelmesi, dilin özünün teşbih olmasından
ziyade varlığı ve hakikati anlamlandırmadaki yetersizliğinden
kaynaklanır. Teşbih, dil ve düşüncenin kendi anlamlandırma
ve kavrama sınırlarına dayanıp yetersizliğini
idrâk ettiği, varlığın hakikatinin sonsuzluğun açık bütünlük
ilişkisi içinde kesin olarak tanımlanamayacağına işaret ettiği
yerde anlam kazanır; her şeyin görecelik ilişkisi içinde
mecaz veya teşbih yoluyla tanımlanabileceği zannının hüküm
sürdüğü yerde değil. Konuşma gücünü teşbihten alsa
da, bu onun hakikati ifade ettiği anlamına gelmez; pekâlâ
yalan veya yanlış da olabilir. Hatta hakikat dışının teşbih
ve mecaza duyduğu ihtiyaç, hakikate nispetle daha fazladır.
Nitekim pagan din ve büyü kültürü içinde gelişen düşünme
ve bilgi edinme biçimlerinin daha çok mecaz, teşbih, istiâre
ve kinaye dilinden beslenmesi tesadüf değildir. Oysa benzer
özellikleri taşıyan şeyleri ayırt edememe, aklın hakikatle
ilişkisine değil, şizofrenik ölçüsüzlüğüne işaret eder.