Nuran ÇETİN
Nuran ÇETİN, 2000 yılında Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 2004 yılında “Eyüp-Kâşgarî Dergâhı ve Kültür Tarihindeki Yeri” adlı teziyle Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisansını, 2012 yılında “Eyüp Tekkeleri” adlı çalışmasıyla Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde doktorasını tamamladı. Amasya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde Tasavvuf Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi oldu. Hâlen Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak görevine devam etmektedir.
[email protected]
[email protected]
less
Uploads
Papers by Nuran ÇETİN
üstesinden gelebilmek için yeni bir medeniyet düşüncesinden bahsedildiğinde, diğer elzem faktörlerin yanı sıra bunun kalb-i selîm eksenli olması, insanın mânâ yönünün hesaba katılması bakımından faydalıdır
bilimsel araştırmaların merkezinde yer almıştır. Bu anlamda insan, madde
ve mânâsıyla yani rûh ve bedeniyle bir bütün olup, diğer yaratılan varlıklar arasında ayrı bir konuma sahiptir. Dünyâ-ukbâ hayâtındaki selâmeti
açısından insanın madde-mânâ yani rûh-beden arasındaki uyum ve
âhengi önemlidir. İnsandaki dengenin bozulması ise gurur, kibir, kin, hasetlik, bencillik gibi içsel negatif güçlerin rûha hâkim olmasıyla kendini
hissettirir. Dolayısıyla insan, mânâ yönünün madde karşısında ezilmemesi için husûsî gayret göstermelidir. Mâlûm olduğu üzere tasavvuf hem
teorik hem pratik zeminde insanın rûhî yönünü diri ve canlı tutan metodlar geliştirir. İlgili yöntemleri uygulama safhasına geçirerek emmâre mertebesindeki insanı, kâmile makâma taşıma gayesi güder.
anlamda günümüz dünyasında küresel ölçekte ilmî, ictimâî, siyâsî, iktisâdî,
kültürel pek çok sahada köklü ve hızlı değişim süreci yaşandığı bilinen
bir gerçektir. Genel olarak geçmişle bugün kıyaslandığında değişim her
alanda olduğu gibi, doğrudan ya da dolaylı yollardan dinî konuların yorumunda, insanın düşünce biçiminde, değer anlayışında ve her şeyden öte
hayatın kendisinde artarak etkisini sürdürmektedir. Hayatın her alanını
hem maddî hem de mânevî yönden etkileyen değişim, maddî unsurlarda
gözle görülebildiği için daha çabuk fark edilirken, mânevî yapıda açıkça
görünür olmadığından, tecrübe ve yaşantılarla hissedilebilmektedir. Bu
bağlamda maddî ve mânevî unsurlarıyla hayatın bütününü oluşturması bakımından her iki değişim boyutunun detaylı olarak tetkîk edilmesi
gerekir.
özellikleri arasında yer alır. Bu mânâda insanın değerle olan irtibatı
kendisiyle, diğer insanlarla, âlemle ve Yaratıcı’ıyla münasebetinde ortaya
çıkar. Bu anlamda değerler hem öznel hem nesnel nitelik arz eder ve
kişinin tüm hayatını kapsar. Nitekim değerler; davranışı yönlendirmesi,
inanç niteliği taşıması hasebiyle bünyesinde sübjektifliği barındırdığı
gibi, birey ve toplum için büyük önem arz etmesinden dolayı objektif
özelliklere de sahiptir. Aslında değerler, toplumun tüm fertlerini birbirine bağlayan, hatta o milletin devamını sağlayan faktörlerin başında
gelir.
13. yüzyıl başlarında Horasan’dan Anadolu’ya göç eden hayatı, eserleri, fikirleri ve menkıbeleriyle hakkında çokça konuşulan fakat esrârını da muhâfaza eden Hacı Bektâş-ı Velî, Türk İslâm kültür ve medeniyet tarihinde önemli yere sahip bir şahsiyettir. Malûm olduğu üzere onun düşünce dünyasının temelini tasavvufî öğeler oluşturmaktadır. Dünya ve âhiret huzûruna yönelik söylemlerinde referans kaynağı, diğer sûfîlerde olduğu gibi Kur’ân-ı Kerim ve hadîs-i şeriflerdir. Nitekim Besmele Tefsiri, Fâtiha Tefsiri, Hadîs-i Erbaîn Şerhi gibi ona atfedilen eserler bunun kanıtıdır. Hacı Bektâş-ı Velî’ye atfedilen eserlerden ve diğer yazılı kaynaklardan yararlanarak dinî, ahlâkî tasavvufî görüşlerini tespit etmek gayesiyle ele alınan bu makale iki bölümden oluşacaktır. Birinci bölümünde Hacı Bektâş-ı Velî’nin hayatı ve eserlerine, ikinci bölümde ise tasavvufî görüşlerine yer verilecek, sonuç kısmında ise konuya dâir genel bir değerlendirme yapılacaktır.
kaynağı olması hasebiyle başta tasavvuf olmak üzere muhtelif
ilim dallarıyla irtibatlı olduğu bilinmektedir. Kültür ve medeniyet tarihimizde tefsir, fıkıh, kelâm ve tasavvuf gibi İslâmî
ilimler hadisten ayrı düşünülmemiştir. Bu anlamda tasavvufî
düşüncenin gelişmesinde, metodolojisinin şekillenmesinde,
kavramların belirlenmesinde, meselelerin ele alama yönteminde, ahlâkî değerlerin benimsenmesinde sûfî irfân geleneğinde
Kur’ân ve Sünnetin yeri önemlidir.
her ne kadar yasal zemine oturtulmuş olsa da güçlü bağlar, samimî duygular, birlik, beraberlik, sevgi, saygı,
güven, sadakât, fedakârlık, sabır ve şükür gibi değerlerin varlığı âile için temel teşkil eder. Bu zikredilen ana
kriterlerin eksikliği âilenin hatta toplumların çözülmesine sebebiyet verebilir. Bugün gelinen nokta itibariyle
sanayileşme, modernleşme, sekülerleşme, dijitalleşme gibi birtakım süreçlerle son asırda Türk-İslâm âile
yapısında bazı sıkıntıların olduğu bilinen bir gerçektir. Batı toplumlarından ülkemize nakledilen evlilik dışı
ilişkiler, cinsel özgürlük ve neticesinde ortaya çıkan AIDS türü hastalıklar, alkol, uyuşturucu, lüks, moda,
feminizm, homoseksüellik gibi gayr-i ahlâkî dışsal kaynakların bunda etkili olduğu gayet açıktır. Günümüzde
maddî, teknolojik ve bilimsel gelişmelerde zirvede olan Batı’nın ahlâkî ve mânevî dinamikler bakımından
perişan hâli ortadadır. Bu anlamda bütün dışsal tehditlere karşı âilenin kurulmasında, korunmasında, devamında
îmân, sabır, şükür, kanaat, hürmet, muhabbet, merhamet gibi dinî ve tasavvufî değerlerin önemi büyüktür.
Sıkıntılar karşısında metânet göstermek, nimetler ve sevinçler karşısında şükürle cevap vermek âilenin
vazgeçilmez tecrübeleri arasındadır. Bu tebliğ metninde hem huzûrlu hem de problemli zamanlarda etkisi olan
sabır ve şükür kavramı üzerinden âilenin durumu ele alınacaktır. Bununla birlikte âilenin mutluluğunda tasavvufî
açıdan sabır ve şükür bilincinin etkisi izah edilecektir. Sonuç kısmında ise konuyla ilgili değerlendirme
yapılacaktır.
varlığa ve varoluşa dâir dünya görüşü edinmediğinde birtakım mânevî rahatsızlıklar
yaşayabilmektedir. İnsan zihnen, kalben, bedenen sağlıklı ve dengeli olduğunda huzur bulur.
Dolayısıyla hem bedenî hem de mânevî hastalıkların, sorunlar kümesine dönüşmeden daha
başlangıç aşamasında iken mutlaka tedavi edilmesi gerekir. Tedavi ve çözüm ihmal edildiğinde,
hastalıklar insan hayatında birtakım kalıcı sorunlara yol açabilir. Bu anlamda bedenî hastalıklar
insanı dünya hayatında mutsuz ederken, mânevî hastalıklar ise onun hem dünya hem de ukbâsını
huzursuz eder. Bedenî rahatsızlığını fark eden insan, tedbir ve tedavi sürecine hemen yönelirken,
mânevî hastalığı karşısında aynı hassasiyeti göstermemektedir. Diğer taraftan mânevî hastalıkların
tedavisi zihin, kalp, rûh ve nefs gibi tamamen mânâ cihetinden olduğu için hem zor, hem de daha
çok zaman alır. Bu yönde yapılan ihmal, hastalığın kişinin son nefesine kadar devam etmesine
sebebiyet verir. Bu bağlamda mânevî hastalıkların tedavisinde, insanın mânâ yönüne önem veren
tasavvuftan istifade edilebilir. Çünkü tasavvuf; murâkabe, mücahâde, riyâzet gibi birtakım eğitim
usûlleriyle kişiye rehberlik eder ve onu huzursuzluğa sevk eden sebeplerden uzaklaştırarak,
hakîkatine yöneltir.
Günümüz insanının en önemli problemlerinden biri olan mânevî hastalıklara işaret etmek
ve bunun tasavvufî çözümlerini aramak üzere ele alınan tebliğ metni iki bölümden oluşacaktır.
Birinci bölümde mânevî hastalıkların söz, fiil ve hâllerde ortaya çıkan tesirine yer verilecektir.
İkinci bölümde iç bünyeyi sağlıklı kılmaya yönelik kalp, rûh ve nefs gibi insanın mânâ hayatında
temel teşkil eden önemli kavramlara değinilecektir. Sonuç kısmında ise konuyla ilgili
değerlendirme yapılacaktır.
varlığa ve varoluşa dâir dünya görüşü edinmediğinde birtakım mânevî rahatsızlıklar
yaşayabilmektedir. İnsan zihnen, kalben, bedenen sağlıklı ve dengeli olduğunda huzur bulur.
Dolayısıyla hem bedenî hem de mânevî hastalıkların, sorunlar kümesine dönüşmeden daha
başlangıç aşamasında iken mutlaka tedavi edilmesi gerekir. Tedavi ve çözüm ihmal edildiğinde,
hastalıklar insan hayatında birtakım kalıcı sorunlara yol açabilir. Bu anlamda bedenî hastalıklar
insanı dünya hayatında mutsuz ederken, mânevî hastalıklar ise onun hem dünya hem de ukbâsını
huzursuz eder. Bedenî rahatsızlığını fark eden insan, tedbir ve tedavi sürecine hemen yönelirken,
mânevî hastalığı karşısında aynı hassasiyeti göstermemektedir. Diğer taraftan mânevî hastalıkların
tedavisi zihin, kalp, rûh ve nefs gibi tamamen mânâ cihetinden olduğu için hem zor, hem de daha
çok zaman alır. Bu yönde yapılan ihmal, hastalığın kişinin son nefesine kadar devam etmesine
sebebiyet verir. Bu bağlamda mânevî hastalıkların tedavisinde, insanın mânâ yönüne önem veren
tasavvuftan istifade edilebilir. Çünkü tasavvuf; murâkabe, mücahâde, riyâzet gibi birtakım eğitim
usûlleriyle kişiye rehberlik eder ve onu huzursuzluğa sevk eden sebeplerden uzaklaştırarak,
hakîkatine yöneltir.
Günümüz insanının en önemli problemlerinden biri olan mânevî hastalıklara işaret etmek
ve bunun tasavvufî çözümlerini aramak üzere ele alınan tebliğ metni iki bölümden oluşacaktır.
Birinci bölümde mânevî hastalıkların söz, fiil ve hâllerde ortaya çıkan tesirine yer verilecektir.
İkinci bölümde iç bünyeyi sağlıklı kılmaya yönelik kalp, rûh ve nefs gibi insanın mânâ hayatında
temel teşkil eden önemli kavramlara değinilecektir. Sonuç kısmında ise konuyla ilgili
değerlendirme yapılacaktır
yaratıcıya bağlanmaya ihtiyaç duyar. İnsan, varlık âlemine gelişinden
itibaren dinî hayatın içinde yer alır. Nitekim Hz. Âdem ilk insan ve ilk
peygamberdir. Fakat sanayî devrimi, kentleşme, modernleşme ve sekülerleşme gibi birtakım süreçlerle din, geri plana itilmeye çalışılmıştır.
Malum olduğu üzere teknolojik ve bilimsel gelişmeler olumlu/yapıcı
ve olumsuz/yıkıcı olmak üzere iki tür değişimle kendini gösterir. Değişim bir taraftan insan hayatına yenilik, kolaylık ve rahatlık katarken,
diğer taraftan aile, komşuluk, arkadaşlık, dostluk gibi yakın ilişkileri
dahi sarsan sıkıntılara yol açabilir.
irşâd faaliyetleriyle meşgûl olan dervişler, sıkıntılı dönemlerde
hâlî, fiilî ve kavlî olarak memleket mücâdelesinde yer almışlardır. Gönülleri fethetme gayretindeki sûfî zevâtın, maddî fetihlerle de ilgilenmiş olması gâyet normal bir durumdur. Çünkü
gönülleri fethetme, maddî fetihlerden çok daha zorlu bir süreci
gerektirmektedir. Sûfîler bu çetin göreve bilerek ve isteyerek tâlib olmuşlar, kalbî makâmlardaki tekâmülün yanı sıra bedenî
seyre de önem vermişler, İslâm’a hizmet idealiyle diyar diyar
dolaşmışlardır. Gidip gördükleri yerleştikleri vatan topraklarında bir taraftan insanın iç âlemine yönelik kalp, rûh, nefs gibi
mevzûlarla ilgilenirken, diğer taraftan dış dünyada yaşanan
sorunlardan bîgâne kalmamışlardır. Bu kapsamda hem icrâ
ettikleri tasavvufî faaliyetleriyle gönüllerde müessir olmuşlar,
hem de cephe ve cephe gerisindeki gayretleriyle bilâd-ı İslâm’ın
fütuhâtına katkıda bulunmuşlardır. Bu anlamda İslâm medeniyetin teşekkülünde ve tekâmülünde sûfîlerin maddî ve mânevî
çabaları zikredilmeden fethin tarihinden ya da rûhûndan bahsetmek mümkün değildir.Bu bildiri metninde İstanbul’un fethinin mânevî cihetine ışık tutma hedeflenmektedir.
olan Osmanlı döneminin önemli âlimlerinden Amasyalı Âkifzâde Abdurrahim Efendi (ö.1232/1817)’dir. O, ilmî kişiliğinin yanı sıra tasavvufî yönü de olan bir kimsedir. Çünkü o, diğer eserlerinin yanı sıra tasavvufa dâir müstakil telifler de kaleme almıştır. Onun Muhimmâtu’s-sûfiyye adlı eseri bir fakihin tasavvufî konuları, fıkhî perspektiften yorumlaması bakımından önemlidir. Söz konusu eserden yola çıkarak müellifin zikrettiği bazı tasavvufî kavramlar bu makalede detaylı olarak ele alınacaktır. Bahsi geçen eserin makalemize konu olmasının en önemli sebebi, müderrislik ve müftülük gibi vazifeler yapmış olan Osmanlı son dönem âlimlerinden olan Âkifzâde Abdurrahim Efendi’nin tasavvufî konuları yorumlayış biçimini daha yakından tanımaktır. Çünkü söz konusu eserde, ilgili konular Kur’ân ve sünnet çerçevesinde tasavvuf klasiklerinden atıflar yapılarak verilmiştir. Âkifzâde Abdurrahim Efendi Amasya’da doğmuş, İstanbul’da vefat etmiştir. Şehzâdebaşı Camii’nin hazîresinde medfûndur. Fakat mezar taşı kitabesi tespit edilememiştir. Amasyalı olan müellif, doğup büyüdüğü bu şehrin kültürel ortamından etkilenmiştir. Babası ve dedesinin hatta diğer dedelerinin âlim ve sâlih zevât olması, Âkifzâde Abdurrahim Efendi’nin ilmî ve sûfî kişiliğinde tesirli olduğunu söylemek mümkündür. Bu anlamda o, Samsun’un Lâdik ilçesinde medfûn Şeyh Seyyid Küçek Ahmed-i Kebir er-Rifâî soyundan gelmektedir.
kazandırmış sûfî âlimdir. Arapça, Farsça lisanlarına vâkıf, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, tarih, usûl, fürû‘, ferâiz, hendese, astronomi, matematik, mantık gibi ilimler sahâsında dönemin üstâdlarından icâzet almıştır. Âkifzâde ilmî otoritesi, muhâkeme gücüyle tasavvufî konuları, şer‘î prensipler çerçevesinde yorumlamıştır. Onun eserleri, tasavvufî mes’elelerin fakihin bakış açısıyla tetkîk edilmesi bakımından önemlidir
Anahtar Kelimeler: Tasavvuf, Ahî Evrân, ahîlik, ideal ahlâk,
fütüvvet.
Dil, din ve insan birbiriyle yakından irtibatlı en önemli kavramlardır. Bir dini ya da tarîkat, mezhep, cemaat gibi dinî grupları yakından anlayabilmek için, o dine hâkim olan dilin çok iyi bilinmesi gerekir. Bu anlamda hem dilin hem de dinin tarihsel, kültürel, toplumsal olmak üzere pek çok alanda kendine özgü hususiyetleri bulunmaktadır. İslâm dinin kültürel bileşenlerinden biri olan irfân geleneğinin de şartlara, coğrafî koşullara göre zamanla gelişen ve değişen bir dilinin olduğu görülmektedir. Bilindiği üzere tasavvuf, kurumlarıyla birlikte ortaya çıktığı andan itibaren cemiyetin içinde yer alan dinî, ahlâkî, ilmî, ictimâî, iktisâdî, siyâsî ve askerî olmak üzere hemen hemen toplumun tüm alanlarında etkisini göstermiştir. Bununla birlikte mutasavvıfların sadece devletin ve milletin huzur ve selamette olduğu dönemlerde değil, kritik zamanlarda da müessir oldukları bilinen bir gerçektir. Nitekim mutasavvıfların normal zamanlarda kullandıkları hâl ve kâl dilinin kritik süreçlerdeki etkisini Haçlı Seferleri’nde, Moğol işgallerinde ve Kurtuluş Savaşı Mücadelesi’nde görmek mümkündür. İrfân geleneğini takip mutasavvıfların kritik zamanlardaki durumlarını yakından anlayabilmek gayesiyle ele alınan bu bildiri metni, iki bölümden oluşacaktır. Birinci bölümde İslâm tasavvuf kültür tarihinde öne çıkan ve Kur’ân kaynaklı olan fütüvvet, ahî ve isâr gibi bazı tasavvufî kavramlara değinilecektir. İkinci bölümde ise kritik süreçlerde mutasavvıfların mücadeleci diline yer verilecektir. Sonuç kısımında ise konuyla ilgili genel bir değerlendirme yapılacaktır.
Anahtar Kavramlar: Tasavvuf, irfân dili, Haçlı Seferleri, Moğol İstilâsı, Milli Mücadele.
üstesinden gelebilmek için yeni bir medeniyet düşüncesinden bahsedildiğinde, diğer elzem faktörlerin yanı sıra bunun kalb-i selîm eksenli olması, insanın mânâ yönünün hesaba katılması bakımından faydalıdır
bilimsel araştırmaların merkezinde yer almıştır. Bu anlamda insan, madde
ve mânâsıyla yani rûh ve bedeniyle bir bütün olup, diğer yaratılan varlıklar arasında ayrı bir konuma sahiptir. Dünyâ-ukbâ hayâtındaki selâmeti
açısından insanın madde-mânâ yani rûh-beden arasındaki uyum ve
âhengi önemlidir. İnsandaki dengenin bozulması ise gurur, kibir, kin, hasetlik, bencillik gibi içsel negatif güçlerin rûha hâkim olmasıyla kendini
hissettirir. Dolayısıyla insan, mânâ yönünün madde karşısında ezilmemesi için husûsî gayret göstermelidir. Mâlûm olduğu üzere tasavvuf hem
teorik hem pratik zeminde insanın rûhî yönünü diri ve canlı tutan metodlar geliştirir. İlgili yöntemleri uygulama safhasına geçirerek emmâre mertebesindeki insanı, kâmile makâma taşıma gayesi güder.
anlamda günümüz dünyasında küresel ölçekte ilmî, ictimâî, siyâsî, iktisâdî,
kültürel pek çok sahada köklü ve hızlı değişim süreci yaşandığı bilinen
bir gerçektir. Genel olarak geçmişle bugün kıyaslandığında değişim her
alanda olduğu gibi, doğrudan ya da dolaylı yollardan dinî konuların yorumunda, insanın düşünce biçiminde, değer anlayışında ve her şeyden öte
hayatın kendisinde artarak etkisini sürdürmektedir. Hayatın her alanını
hem maddî hem de mânevî yönden etkileyen değişim, maddî unsurlarda
gözle görülebildiği için daha çabuk fark edilirken, mânevî yapıda açıkça
görünür olmadığından, tecrübe ve yaşantılarla hissedilebilmektedir. Bu
bağlamda maddî ve mânevî unsurlarıyla hayatın bütününü oluşturması bakımından her iki değişim boyutunun detaylı olarak tetkîk edilmesi
gerekir.
özellikleri arasında yer alır. Bu mânâda insanın değerle olan irtibatı
kendisiyle, diğer insanlarla, âlemle ve Yaratıcı’ıyla münasebetinde ortaya
çıkar. Bu anlamda değerler hem öznel hem nesnel nitelik arz eder ve
kişinin tüm hayatını kapsar. Nitekim değerler; davranışı yönlendirmesi,
inanç niteliği taşıması hasebiyle bünyesinde sübjektifliği barındırdığı
gibi, birey ve toplum için büyük önem arz etmesinden dolayı objektif
özelliklere de sahiptir. Aslında değerler, toplumun tüm fertlerini birbirine bağlayan, hatta o milletin devamını sağlayan faktörlerin başında
gelir.
13. yüzyıl başlarında Horasan’dan Anadolu’ya göç eden hayatı, eserleri, fikirleri ve menkıbeleriyle hakkında çokça konuşulan fakat esrârını da muhâfaza eden Hacı Bektâş-ı Velî, Türk İslâm kültür ve medeniyet tarihinde önemli yere sahip bir şahsiyettir. Malûm olduğu üzere onun düşünce dünyasının temelini tasavvufî öğeler oluşturmaktadır. Dünya ve âhiret huzûruna yönelik söylemlerinde referans kaynağı, diğer sûfîlerde olduğu gibi Kur’ân-ı Kerim ve hadîs-i şeriflerdir. Nitekim Besmele Tefsiri, Fâtiha Tefsiri, Hadîs-i Erbaîn Şerhi gibi ona atfedilen eserler bunun kanıtıdır. Hacı Bektâş-ı Velî’ye atfedilen eserlerden ve diğer yazılı kaynaklardan yararlanarak dinî, ahlâkî tasavvufî görüşlerini tespit etmek gayesiyle ele alınan bu makale iki bölümden oluşacaktır. Birinci bölümünde Hacı Bektâş-ı Velî’nin hayatı ve eserlerine, ikinci bölümde ise tasavvufî görüşlerine yer verilecek, sonuç kısmında ise konuya dâir genel bir değerlendirme yapılacaktır.
kaynağı olması hasebiyle başta tasavvuf olmak üzere muhtelif
ilim dallarıyla irtibatlı olduğu bilinmektedir. Kültür ve medeniyet tarihimizde tefsir, fıkıh, kelâm ve tasavvuf gibi İslâmî
ilimler hadisten ayrı düşünülmemiştir. Bu anlamda tasavvufî
düşüncenin gelişmesinde, metodolojisinin şekillenmesinde,
kavramların belirlenmesinde, meselelerin ele alama yönteminde, ahlâkî değerlerin benimsenmesinde sûfî irfân geleneğinde
Kur’ân ve Sünnetin yeri önemlidir.
her ne kadar yasal zemine oturtulmuş olsa da güçlü bağlar, samimî duygular, birlik, beraberlik, sevgi, saygı,
güven, sadakât, fedakârlık, sabır ve şükür gibi değerlerin varlığı âile için temel teşkil eder. Bu zikredilen ana
kriterlerin eksikliği âilenin hatta toplumların çözülmesine sebebiyet verebilir. Bugün gelinen nokta itibariyle
sanayileşme, modernleşme, sekülerleşme, dijitalleşme gibi birtakım süreçlerle son asırda Türk-İslâm âile
yapısında bazı sıkıntıların olduğu bilinen bir gerçektir. Batı toplumlarından ülkemize nakledilen evlilik dışı
ilişkiler, cinsel özgürlük ve neticesinde ortaya çıkan AIDS türü hastalıklar, alkol, uyuşturucu, lüks, moda,
feminizm, homoseksüellik gibi gayr-i ahlâkî dışsal kaynakların bunda etkili olduğu gayet açıktır. Günümüzde
maddî, teknolojik ve bilimsel gelişmelerde zirvede olan Batı’nın ahlâkî ve mânevî dinamikler bakımından
perişan hâli ortadadır. Bu anlamda bütün dışsal tehditlere karşı âilenin kurulmasında, korunmasında, devamında
îmân, sabır, şükür, kanaat, hürmet, muhabbet, merhamet gibi dinî ve tasavvufî değerlerin önemi büyüktür.
Sıkıntılar karşısında metânet göstermek, nimetler ve sevinçler karşısında şükürle cevap vermek âilenin
vazgeçilmez tecrübeleri arasındadır. Bu tebliğ metninde hem huzûrlu hem de problemli zamanlarda etkisi olan
sabır ve şükür kavramı üzerinden âilenin durumu ele alınacaktır. Bununla birlikte âilenin mutluluğunda tasavvufî
açıdan sabır ve şükür bilincinin etkisi izah edilecektir. Sonuç kısmında ise konuyla ilgili değerlendirme
yapılacaktır.
varlığa ve varoluşa dâir dünya görüşü edinmediğinde birtakım mânevî rahatsızlıklar
yaşayabilmektedir. İnsan zihnen, kalben, bedenen sağlıklı ve dengeli olduğunda huzur bulur.
Dolayısıyla hem bedenî hem de mânevî hastalıkların, sorunlar kümesine dönüşmeden daha
başlangıç aşamasında iken mutlaka tedavi edilmesi gerekir. Tedavi ve çözüm ihmal edildiğinde,
hastalıklar insan hayatında birtakım kalıcı sorunlara yol açabilir. Bu anlamda bedenî hastalıklar
insanı dünya hayatında mutsuz ederken, mânevî hastalıklar ise onun hem dünya hem de ukbâsını
huzursuz eder. Bedenî rahatsızlığını fark eden insan, tedbir ve tedavi sürecine hemen yönelirken,
mânevî hastalığı karşısında aynı hassasiyeti göstermemektedir. Diğer taraftan mânevî hastalıkların
tedavisi zihin, kalp, rûh ve nefs gibi tamamen mânâ cihetinden olduğu için hem zor, hem de daha
çok zaman alır. Bu yönde yapılan ihmal, hastalığın kişinin son nefesine kadar devam etmesine
sebebiyet verir. Bu bağlamda mânevî hastalıkların tedavisinde, insanın mânâ yönüne önem veren
tasavvuftan istifade edilebilir. Çünkü tasavvuf; murâkabe, mücahâde, riyâzet gibi birtakım eğitim
usûlleriyle kişiye rehberlik eder ve onu huzursuzluğa sevk eden sebeplerden uzaklaştırarak,
hakîkatine yöneltir.
Günümüz insanının en önemli problemlerinden biri olan mânevî hastalıklara işaret etmek
ve bunun tasavvufî çözümlerini aramak üzere ele alınan tebliğ metni iki bölümden oluşacaktır.
Birinci bölümde mânevî hastalıkların söz, fiil ve hâllerde ortaya çıkan tesirine yer verilecektir.
İkinci bölümde iç bünyeyi sağlıklı kılmaya yönelik kalp, rûh ve nefs gibi insanın mânâ hayatında
temel teşkil eden önemli kavramlara değinilecektir. Sonuç kısmında ise konuyla ilgili
değerlendirme yapılacaktır.
varlığa ve varoluşa dâir dünya görüşü edinmediğinde birtakım mânevî rahatsızlıklar
yaşayabilmektedir. İnsan zihnen, kalben, bedenen sağlıklı ve dengeli olduğunda huzur bulur.
Dolayısıyla hem bedenî hem de mânevî hastalıkların, sorunlar kümesine dönüşmeden daha
başlangıç aşamasında iken mutlaka tedavi edilmesi gerekir. Tedavi ve çözüm ihmal edildiğinde,
hastalıklar insan hayatında birtakım kalıcı sorunlara yol açabilir. Bu anlamda bedenî hastalıklar
insanı dünya hayatında mutsuz ederken, mânevî hastalıklar ise onun hem dünya hem de ukbâsını
huzursuz eder. Bedenî rahatsızlığını fark eden insan, tedbir ve tedavi sürecine hemen yönelirken,
mânevî hastalığı karşısında aynı hassasiyeti göstermemektedir. Diğer taraftan mânevî hastalıkların
tedavisi zihin, kalp, rûh ve nefs gibi tamamen mânâ cihetinden olduğu için hem zor, hem de daha
çok zaman alır. Bu yönde yapılan ihmal, hastalığın kişinin son nefesine kadar devam etmesine
sebebiyet verir. Bu bağlamda mânevî hastalıkların tedavisinde, insanın mânâ yönüne önem veren
tasavvuftan istifade edilebilir. Çünkü tasavvuf; murâkabe, mücahâde, riyâzet gibi birtakım eğitim
usûlleriyle kişiye rehberlik eder ve onu huzursuzluğa sevk eden sebeplerden uzaklaştırarak,
hakîkatine yöneltir.
Günümüz insanının en önemli problemlerinden biri olan mânevî hastalıklara işaret etmek
ve bunun tasavvufî çözümlerini aramak üzere ele alınan tebliğ metni iki bölümden oluşacaktır.
Birinci bölümde mânevî hastalıkların söz, fiil ve hâllerde ortaya çıkan tesirine yer verilecektir.
İkinci bölümde iç bünyeyi sağlıklı kılmaya yönelik kalp, rûh ve nefs gibi insanın mânâ hayatında
temel teşkil eden önemli kavramlara değinilecektir. Sonuç kısmında ise konuyla ilgili
değerlendirme yapılacaktır
yaratıcıya bağlanmaya ihtiyaç duyar. İnsan, varlık âlemine gelişinden
itibaren dinî hayatın içinde yer alır. Nitekim Hz. Âdem ilk insan ve ilk
peygamberdir. Fakat sanayî devrimi, kentleşme, modernleşme ve sekülerleşme gibi birtakım süreçlerle din, geri plana itilmeye çalışılmıştır.
Malum olduğu üzere teknolojik ve bilimsel gelişmeler olumlu/yapıcı
ve olumsuz/yıkıcı olmak üzere iki tür değişimle kendini gösterir. Değişim bir taraftan insan hayatına yenilik, kolaylık ve rahatlık katarken,
diğer taraftan aile, komşuluk, arkadaşlık, dostluk gibi yakın ilişkileri
dahi sarsan sıkıntılara yol açabilir.
irşâd faaliyetleriyle meşgûl olan dervişler, sıkıntılı dönemlerde
hâlî, fiilî ve kavlî olarak memleket mücâdelesinde yer almışlardır. Gönülleri fethetme gayretindeki sûfî zevâtın, maddî fetihlerle de ilgilenmiş olması gâyet normal bir durumdur. Çünkü
gönülleri fethetme, maddî fetihlerden çok daha zorlu bir süreci
gerektirmektedir. Sûfîler bu çetin göreve bilerek ve isteyerek tâlib olmuşlar, kalbî makâmlardaki tekâmülün yanı sıra bedenî
seyre de önem vermişler, İslâm’a hizmet idealiyle diyar diyar
dolaşmışlardır. Gidip gördükleri yerleştikleri vatan topraklarında bir taraftan insanın iç âlemine yönelik kalp, rûh, nefs gibi
mevzûlarla ilgilenirken, diğer taraftan dış dünyada yaşanan
sorunlardan bîgâne kalmamışlardır. Bu kapsamda hem icrâ
ettikleri tasavvufî faaliyetleriyle gönüllerde müessir olmuşlar,
hem de cephe ve cephe gerisindeki gayretleriyle bilâd-ı İslâm’ın
fütuhâtına katkıda bulunmuşlardır. Bu anlamda İslâm medeniyetin teşekkülünde ve tekâmülünde sûfîlerin maddî ve mânevî
çabaları zikredilmeden fethin tarihinden ya da rûhûndan bahsetmek mümkün değildir.Bu bildiri metninde İstanbul’un fethinin mânevî cihetine ışık tutma hedeflenmektedir.
olan Osmanlı döneminin önemli âlimlerinden Amasyalı Âkifzâde Abdurrahim Efendi (ö.1232/1817)’dir. O, ilmî kişiliğinin yanı sıra tasavvufî yönü de olan bir kimsedir. Çünkü o, diğer eserlerinin yanı sıra tasavvufa dâir müstakil telifler de kaleme almıştır. Onun Muhimmâtu’s-sûfiyye adlı eseri bir fakihin tasavvufî konuları, fıkhî perspektiften yorumlaması bakımından önemlidir. Söz konusu eserden yola çıkarak müellifin zikrettiği bazı tasavvufî kavramlar bu makalede detaylı olarak ele alınacaktır. Bahsi geçen eserin makalemize konu olmasının en önemli sebebi, müderrislik ve müftülük gibi vazifeler yapmış olan Osmanlı son dönem âlimlerinden olan Âkifzâde Abdurrahim Efendi’nin tasavvufî konuları yorumlayış biçimini daha yakından tanımaktır. Çünkü söz konusu eserde, ilgili konular Kur’ân ve sünnet çerçevesinde tasavvuf klasiklerinden atıflar yapılarak verilmiştir. Âkifzâde Abdurrahim Efendi Amasya’da doğmuş, İstanbul’da vefat etmiştir. Şehzâdebaşı Camii’nin hazîresinde medfûndur. Fakat mezar taşı kitabesi tespit edilememiştir. Amasyalı olan müellif, doğup büyüdüğü bu şehrin kültürel ortamından etkilenmiştir. Babası ve dedesinin hatta diğer dedelerinin âlim ve sâlih zevât olması, Âkifzâde Abdurrahim Efendi’nin ilmî ve sûfî kişiliğinde tesirli olduğunu söylemek mümkündür. Bu anlamda o, Samsun’un Lâdik ilçesinde medfûn Şeyh Seyyid Küçek Ahmed-i Kebir er-Rifâî soyundan gelmektedir.
kazandırmış sûfî âlimdir. Arapça, Farsça lisanlarına vâkıf, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, tarih, usûl, fürû‘, ferâiz, hendese, astronomi, matematik, mantık gibi ilimler sahâsında dönemin üstâdlarından icâzet almıştır. Âkifzâde ilmî otoritesi, muhâkeme gücüyle tasavvufî konuları, şer‘î prensipler çerçevesinde yorumlamıştır. Onun eserleri, tasavvufî mes’elelerin fakihin bakış açısıyla tetkîk edilmesi bakımından önemlidir
Anahtar Kelimeler: Tasavvuf, Ahî Evrân, ahîlik, ideal ahlâk,
fütüvvet.
Dil, din ve insan birbiriyle yakından irtibatlı en önemli kavramlardır. Bir dini ya da tarîkat, mezhep, cemaat gibi dinî grupları yakından anlayabilmek için, o dine hâkim olan dilin çok iyi bilinmesi gerekir. Bu anlamda hem dilin hem de dinin tarihsel, kültürel, toplumsal olmak üzere pek çok alanda kendine özgü hususiyetleri bulunmaktadır. İslâm dinin kültürel bileşenlerinden biri olan irfân geleneğinin de şartlara, coğrafî koşullara göre zamanla gelişen ve değişen bir dilinin olduğu görülmektedir. Bilindiği üzere tasavvuf, kurumlarıyla birlikte ortaya çıktığı andan itibaren cemiyetin içinde yer alan dinî, ahlâkî, ilmî, ictimâî, iktisâdî, siyâsî ve askerî olmak üzere hemen hemen toplumun tüm alanlarında etkisini göstermiştir. Bununla birlikte mutasavvıfların sadece devletin ve milletin huzur ve selamette olduğu dönemlerde değil, kritik zamanlarda da müessir oldukları bilinen bir gerçektir. Nitekim mutasavvıfların normal zamanlarda kullandıkları hâl ve kâl dilinin kritik süreçlerdeki etkisini Haçlı Seferleri’nde, Moğol işgallerinde ve Kurtuluş Savaşı Mücadelesi’nde görmek mümkündür. İrfân geleneğini takip mutasavvıfların kritik zamanlardaki durumlarını yakından anlayabilmek gayesiyle ele alınan bu bildiri metni, iki bölümden oluşacaktır. Birinci bölümde İslâm tasavvuf kültür tarihinde öne çıkan ve Kur’ân kaynaklı olan fütüvvet, ahî ve isâr gibi bazı tasavvufî kavramlara değinilecektir. İkinci bölümde ise kritik süreçlerde mutasavvıfların mücadeleci diline yer verilecektir. Sonuç kısımında ise konuyla ilgili genel bir değerlendirme yapılacaktır.
Anahtar Kavramlar: Tasavvuf, irfân dili, Haçlı Seferleri, Moğol İstilâsı, Milli Mücadele.