EYLÜL
MEHMED RAUF
SİS YAYINCILIK
SİS YAYINCILIK - 65
EYLÜL
MEHMED RAUF
Yayıncı ve Genel Yayın Yönetmeni: Zana HOCAOĞLU
Yayın Koordinatörü: Mehmet DEMİRKAYA
Redaksiyon: Mübeccel KARABAT
Kapak Tasarım: SİS
İç Tasarım: Özgür YURTTAŞ
Sertifika No: 12431
7. Baskı: Eylül 2012
SİS YAYINCILIK
Merkez: Oruçreis Mah. Giyimkent Sit. D-6
B-59 Blok No:77-78 Esenler - İstanbul
Tel: (212) 659 58 61 - 62
Fax: (212) 659 02 51
www.sisyayincilik.com
e-mail:
[email protected]
Salonda, bahçedekilerin kahkahaları işitiliyordu. Süreyya, canı sıkılanlara özgü bir sabırsızlıkla:
“Çılgın kız!” diye söylendi.
Balkona açılan büyük kapıdan, parmaklığa dayanmış, dışarıya baktığı görülen eşi dönüp: “Ama bu
gece hava ne güzel!” dedi.
Bu nisan gününün saat on birde başlayan yağmuru yarım saat sonra dinmiş, rutubetli yapraklardaki
yeşil renklerin üzerinde şimdi altından incileriyle lâcivert bir sema titriyordu. Topraktan, ağaçlardan
yayılan rutubetli havada etkileyici bir içe işleyiş vardı.
Genç kadın pencerenin kenarına dayanarak bir-iki uzun nefes aldı. Her nefes alışında hayatı
artıyormuş gibi ah çekiyordu. Sonra, hâlâ sigarasının dumanına bulanmış, zayıf bir kış tepesi gibi
mazlum ve kederli duran Süreyya’ya doğru gelerek elinden tuttu, kaldırmak istedi:
“Hava bu kadar güzelken burada somurtup oturmak, gezip eğlenenlere haksız yere kızmaktan daha
mı iyidir? Haydi, biz de çıkalım...”
Süreyya’nın canı bu gece pek sıkılıyordu. “Adam, bırak!” dedi. Sade babasına değil, sanki tüm
köye dargındı. Yazlığa çıkacakları zaman o kadar ısrar etmiş fakat bu sefer de deniz kıyısında bir
yere gitmeye babasını razı edememişti. Büyükbabalarının vaktiyle gelip nasıl budala bir hesapla “şu
taş ocağında” yaptırdığı bu köşk onları her sene başka yere gitmekten alıkoyuyordu. Bütün kış, o
Boğaziçi’ni düşlerken yine koşup geldikleri “şu çöplük”, çocukluğundan beri yaşaya yaşaya usandığı,
bu içinde bir şey olmayan çöl, onu artık çıkıp gezmekten alıkoyacak kadar bıktırmıştı!.. Babasına
karşı bir şey yapamamasının intikamını almak isteyerek hırsını başkalarından çıkarıyor, buradaki
hayatın aleyhinde bulunmak için her şey kendisine bir neden oluyordu. Bunun için her günkü hayatında
çoğu kez neşeli olan Süreyya, buraya taşındıkları on günden beri hemen daima sisli, tam bir taşkınlık,
hatta o kadar sevdiği karısı Suad’a karşı bile hemen hiçbir sebep olmaksızın haksız davranıyordu.
Suad’ın kendi kolunu tutan elinden kurtulup yanı başına oturarak ve kendisine dargın olmadığı için
gülümsemek lazım geldiğini hatırlayarak kaçamak, nursuz bir gülümsemeyle: “Şimdi hep çamur
oluruz; toprak, toprak değil ki... İki dakika yağmur yağdı mı, haddin varsa yürü! Bastığın yerden
ayağın bir okka çamurla kalkar...” dedi.
Genç kadın beş senelik derin bir yakınlığın sağladığı bakışın verdiği etki ile pek iyi fark ettiği bu
neşesizliğin yok olması için artık bir şey yapamamanın üzüntüsüyle, hüzünlü bir sesle sordu: “Pek
sıkılıyorsun galiba?”
“Evet, sorma... Patlıyorum... Burası zaten yaşanılacak bir yer mi? Allah’ın kırı... Hele bu yemekten
sonraki saatler. Sabahleyin yemeğe kadar, akşamüstü... Özetle her zaman insan boğuluyor... Herkes,
böyle bir köşede eziliyor... Kendimi bostan kıyısında zannediyorum.”
Suad, kaşlarında bir endişe kıvrımıyla, gözleri daha çok karararak, kaç senedir bu aynı yerde, aynı
hayatta şikâyet için hiçbir hâl görülmeden geçirilmiş mutlu günleri düşünerek susuyordu. Bir aralık;
“Önceden hiç böyle söylemiyordun” demek istedi. Fakat neye yarayacaktı? Ufak bir bahane, sıradan
bir sebeple geçiştirilmeyecek miydi? “Bari sen git, oralarda kal, biraz eğlenirsin!” diyecek oluyordu;
fakat beş senedir beraber bulunmaya, her şeyi beraber yapmaya o kadar alışmışlardı ki, kocasına
karşı kalbindeki derin bağlılığın yönlendirmesiyle fedakârlığa razı olup söylese bile onun bunu fark
ederek kırıldığını görerek daha rahatsız olacağını, yine yeminlerin başlayacağını, hiçbir şey
değişmeyerek sade dış görünüş adına uğraşılmış olacağını düşünüyordu. Çünkü asıl suçun köşkte
olmadığını hissediyordu. Suç, ne şu sebebini düşününce kalbini sızlatan can sıkıntısında, ne de aşkla
ve bağlılıkla geçtiği hâlde beş senelik hayatın yıprattığı kalplerde, bu kalplerin, insan kalbinin
eskimeye olan kabiliyetindeydi. Ve o, kadın, bu acı düşünceyle başını eğip susarken, Süreyya
söyleniyor, şikâyet ediyordu. Belki ellinci defa olarak:
“Ah, büyükbabalarımız!” diyordu; “Anlaşılmaz hesaplarla bu cehennem köşelerinde bağ yapıp
gelip kapacaklarına, ne olurdu şu, İstanbul’u İstanbul yapan güzel yerlere gitselerdi... Sonra bir
babanın budalalığı, bütün bir aileye geçici bir hastalık oluyor; bütün torunlar gelip onlar gibi bu
köşelerde çile doldurmaya mecbur olurlar... Bağ, üzüm... İşte floksera [1] hepsini berbat etti ya... Yer,
yer değil ki... Bak babam elindekini, avucundakini harcasın, bu vebaya karşı koyabilir mi?” Sonra
birdenbire köpürdü:
“Ah, bu çöl!” dedi. “Şimdi farz et ki Boğaziçi’nde, ya da mesela Adalar’dayız... Deniz yok mu
deniz? En sıcak havalarda bile insana can verir. Serin... mavi... hoş... Hâlbuki burada poyraz çıkacak
diye ta saat sekizi, dokuzu beklemeli... Duman, duman... Külhan gibi... Sonra manzaranın sınırlı
olması, monotonluğu... Düşün Suad: Bir sandalımız olurdu. Sabahları erken, ya da akşamları geç
vakit sen şemsiyeni kapardın, ben küreklere sarılırdım... Mehtap olsun olmasın, oranın geceleri ne
güzeldir.”
Süreyya söylenirken hayallere dalıyordu, gerçekte orada denizdeymiş gibi haz alarak tarif ediyordu.
Kocasının yerine düşünen Suad: “Ama mademki bu mümkün değil!” demek istedi. Fakat yine kendini
tuttu. Kocasının şu ferahlık zamanında bu söz, kanatlarını tutmak gibi olacak, üstüne üstlük bu
imkânsız değerlendirmesi onu yeniden üzecekti. Bunu Süreyya kendi söyledi:
“Fakat işte mümkün olmuyor, babam razı değil... Çünkü... Çünkü istemiyor, sevmiyor; hepsi işte
ondan. Eğer o istese biz mutlu olacağız... Bak, mutluluğumuza ne kadar önemsiz bir engel var...”
Sonra elini kaldırıp bilinmeyen bir düşmanı tehdit ediyormuş gibi: “Ah para!” diye söylendi. “Hiç
olmazsa elli lira lazımdı. Elli lira” diyor sonra ümitsizce: “Ve bunu bulmanın imkânı yok...” diye
köpürüyordu: “İmkânı yok, elli lira bulmak mümkün değil... Yoksa ben şimdiye kadar seni bin kere
kapıp götürürdüm.”
Suad: “Oh, ne iyi olurdu...” diye sevindi. Süreyya başını çevirip, hanımının sevinçle parlayan siyah
gözlerine bakarak devam etti:
“Ne mutlu olurduk, Suad, ne mutlu olurduk... Hem asıl senin için, vallahi tamamen senin için
istiyorum... Sen söylemiyorsun fakat ben fark ediyorum ki, gelip burada kapanmak seni fena yapıyor.
Bir kere havasızlık... Sıkıntı... Biz papaz değiliz ki bu manastırda yaşayalım... Hayat kalabalık, güzel
hava içinde olur. Kalabalık içinde yalnız yaşamak, kalabalık içinde gezip beraber bir köşeye kaçmak,
işte asıl zevk budur. İnsan, kalpleri birbirine bağlayan bu bağları o zaman anlar. Ben, seni ne kadar
sevdiğimi başka kadınları gördüğüm zaman anlıyorum. Bazen rast gelip, hatta senden güzel bulduğum
kadınlara bakıyorum da kendi kendime hiçbirisini senin kadar, senin gibi sevemeyeceğime yemin
ediyorum. Sende bir şey var, öyle bir şey ki hiçbirinde rast gelmiyorum... Öyle bir şey ki, işte bütün
endişelerim senin yanında yok oluyor. Ruhuma bir şifa, bir rahatlık geliyor! Dudaklarını gözlerime
dokunduğun zaman bütün canımın koşa koşa gelip toplandığını, orada sana ulaşmaktan mutlu
olduğumu hissediyorum. Hele şimdi bana öyle geliyor ki, ben dünyada senden başka hangi kadını
alsaydım, hiçbirisiyle senin gibi olmayacaktım; senin gibi böyle samimi, ruhuma kadar, böyle canıma
kadar samimi...”
Böyle söylerken hemen dudaklarının yanında Suad’ın gözlerini öpüyor, elindeki elini kaldırıp
dudaklarından ayırmıyordu. Süreyya, bu elin ipek dokumasını uzun uzun koklayarak bir inilti hâlinde:
“Ah Suad” dedi, “Sen de olmasaydın...”
Genç kadın mutlu ve suskun bir cevap ararcasına gözlerinin içene dalarak, kalbinden kopan içten
sesiyle: “Sen de olmasaydın ölürdüm Suad” dedi. Sesinde bir hüzün titreyişi vardı.
Suad, suskun ve heyecanlı duruyordu. Kocasının bu ateşli ve ihtiraslı zamanlarında o daima suskun
kalır, söylemek istediklerini onun gibi söyleyemediğinden ansızın taşan arzuların kucağında
boğularak, bütün bağlılık ateşlerini ancak susmakla hapsederek ezilirdi ve hâlâ yeni bir gelin gibi
kızarıp hislerini ne bir sözle, ne bir tavırla gösteremediği zamanlar olurdu. Heyecanla asıl ruhundan
çıkan haykırışları bastırıyordu. Bu hâl kalbini daha çok hararetle kocasına bağlayarak ruhu ona karşı
böyle zamanlarda, kayaları parçalayıcı bir çağlayan gürültüsüyle saldırışa geçerdi. Şimdi yine kendi
kendine itiraf ediyordu ki, bu anda Süreyya için hayatını isteseler mutlulukla verirdi. Beş senedir
kendini nasıl şereflendirdiğini, bir erkek namına ne büyük fedakârlıklarla hiç başka kocalara
benzemeyerek, nasıl sadece kendini sevdiğini, bütün davranışlarına, bütün tavırlarına kendisi için
nasıl bir şefkat, nasıl bir yumuşaklık vererek yaşadığını pek güzel fark ediyordu. Çocukluk yılları
anne babasının huysuzlukları içinde esir gibi geçtiği için her türlü düşüncesinin üstünde bulduğu bu
karı-koca hayatı, onu sonsuz minnettar kılmıştı. Sözle o kadar ilişkisi olmayanlara özel o içtenlik
sayesinde yürüttüğü ince, derin düşünceleriyle bu ilişkinin ne gibi şeylerle bağlantılı olduğunu fark
etmiyor değildi; hele gittikçe eski ateşin azaldığını, eski sıcaklığın her gün biraz daha ılımlı hâle
döndüğünü görüyor, dikkatli, acıyan bakışıyla hepsini hissediyordu. Fakat aralarında bir şey hiç
azalmıyor, daima artıyordu ki, o da içtenlikti. Kocasının içtenliğinden hiçbir zaman şüphe etmek
ihtimali yoktu. Her gün, bir gün önce şüphe etmediği içtenliği daha çoğalmış görüyordu. O derecede
ki, evliliğinin ilk yıllarındaki bağlılıklarını ve içtenliklerini pek güçlü ve emin bulduğu hâlde
şimdiyle karşılaştırıldığında bir hiçti. Bugün: “O zaman nasıl emin olmuşum?” diyeceği geliyordu. Ve
o zamanın sıcaklığı ve arzusu bugün çözülmeye uğramışsa da kendisi tedbirli ve düşünceli bir kadın
seçimiyle bu içtenliği öncekilere tercih ederek o çözülmeden doğan hüznü gidermeye çalışıyordu.
Süreyya, tekrar parasızlıktan sızlanarak:
“Bak” dedi, “bak, Suad, elli lira insanı nelerden mahrum ediyor? Sonra, biz de adamız değil mi?
Hanımını mutlu etmek için elli lira bulamayan erkek...”
Kocasını böyle âciz görmek istemeyen Suad, o öyle düşünmesin, düşkün görünmesin diye:
“Fakat ben seni böyle daha çok seviyorum; herkes zengin olabilir fakat senin gibi olamaz...” dedi.
Sonra Süreyya’nın üzüntülerini dağıtmak için ilave etti:
“Mademki sen beni kapıp bir yalıya götüremiyorsun, bari ben seni alayım da balkona olsun
çıkarayım... Gece o kadar güzel ki, faydalanmamak cinayet sayılır.”
Bu sırada bahçeden, gecenin bir köşesinden tiz, parlak bir kahkaha sesi geldi. Suad pencereye
doğru yürüyerek:
“Bak kız kardeşine... O hiç senin gibi düşünmüyor...” dedi.
Süreyya da balkona çıkmıştı. Orada bir hasır koltuğa düşer gibi oturarak:
“Yanında Necib mi var?” diye sordu.
Suad öbür sandalyeden pelerinini almış örtünüyordu. Gülerek cevap verdi:
“Galiba...”
“Kocası babamın yanında değil mi? Tuhaf evlilik, tuhaf koca, tuhaf karı... Özellikle tuhaf karı...
Suad gülerek:
“Özellikle tuhaf koca...”
O zaman kendi düşüncelerini savundular.
Süreyya’nın iddiasınca, her işte olduğu gibi bunda da babasının bir kötü tedbiri sonucu olarak kötü
bir evlilik yapmış olan kız kardeşi Hacer, evliliğinin bu daha ilk senesi olduğu hâlde kocasından
soğuyarak aralarında açık bir kayıtsızlık hüküm sürüyordu. Fatin, her türlü düşüncenin üstünde
bayağı bir efendi çıkınca bir kuş gibi şen, biraz ince, hoppaca olan Hacer için bu derin bir nefrete
dönüşmüştü.
Süreyya, tek tük ağaçlarla uzayıp ta karşıki dağların eteğine kadar giden bağa doğru bakarak tekrar
ediyordu. “Çılgın kız! Zavallı Necib, geldi geleli elinden çekmediği kalmadı. Geldiğine bin kere
pişman olmuştur...”
Necib, Süreyya’nın kuzeni idi ki, ara sıra köşke konuk gelirdi.
Ve Süreyya genç, güzel, zarif Necib’i düşünerek eniştesi Fatin Bey’i görüyor, yağlıymış gibi
parlayan ensesi, yüzü, daima bir faydalanma ümidiyle yan bakan küçük hilekâr gözleri, biraz yüksek
omuzlarının üstünde yemek yerken bir hayvan şekli veren, öne eğilmiş büyük başıyla nasıl iğrenç bir
yüz olduğunu kabul ederek Hacer’e hak vermek istiyordu. Fatin Bey, ötede kıskanç bir devamlılıkla
beyefendiye bulaşıp evde asıl hükmeden olmak için her şeyi yaparak, insana yakışmaz her kötülüğü
yaparken ateşin, titiz Hacer’in Necib’i ümitsizliğine bir intikam bahanesi yapmasından ürküyordu.
Sonra dedi ki:
“Yok, bana öyle geliyor ki, Fatin’in yerinde kim olsaydı Hacer yine böyle olacaktı. Onda hâlâ
çocukluktan kalma bir afacanlık var ki, artık özür falan kabul etmez. Kendisini gören, okuldan kaçmış,
komşu evinde oyun oynayan bir mahalle kızı zanneder.”
Suad savundu:
“Ooo, rica ederim, bey, haksızlık etme... Hacer’i sürekli suçlu görmeye o kadar alışmışsın ki, artık
her ne yapsa kötü görüyorsun. Hele düşün, zavallı kız! O güldükçe bir şeyi beni tırmalıyor gibi
geliyor.”
O zaman, Hacer’in düğünden önceki hâlini anlatmaya başladı. Genç kızın taşıdığı ve itiraf ettiği
ümitlerini, isteklerini, bütün o genç kızların kadın oldukları zamana ait hayallerini anlatarak, sonra
karşısında birden böyle resmî dairede otura otura, ihtiyar memurlar arasında büyüyerek ihtiyarlamış,
tembelleşmiş bir koca bulunca ne hâle geldiğini gösteriyordu.
“Şimdi düşün” diyordu. “Diyelim ki... İşte mesela Necib Bey ona pek iyi bir koca olabilirdi. Öyle
biri ile birleşip otursaydı zannediyor musun ki Hacer böyle olurdu. Daha doğrusu böyle olsa belki
doğal gelirdi. Gerçekten şimdi öncekinden titiz, öncekinden hırçındır. Ama yemin ederim ki böyle
kötü kalpli değildir. Sen kardeşisin ama benim kadar bilemezsin, kadın kadını daha iyi tanır.”
Süreyya, kendi kendine söylenir gibi:
“Necib, evet, Necib pek iyi olurdu... Hatta annem de hep onu ileri sürüyordu... Fakat babam: “Aile
içinde böyle evlilik iyi olmaz” dedi, gitti... Ondan başka ben de düşündüm ki, Necib kız kardeşime
pek uygunsa da kız kardeşim Necib’e hiç lâyık değildir. Necib’e daha iyi terbiye görmüş, daha
ağırbaşlı, daha ince bir kadın lazımdır. Hem Necib, evlenmekten ölümden kaçar gibi kaçar.”
Suad gülüyordu:
“Aman, Necib Bey tuhaftır... ‘Bence evlenmek, ölmektir’ der durur!”
“Necib için gelip böyle bir bucağa kapanarak kalmak, baharı, bütün yazı böyle geçirmek... Oh,
bunun imkânı yoktur. O, serbest alışmış, gezmeye, eğlenmeye alışmış... Ona bekârlık hayatının
cazibelerini unutturup kendine bağlamak için ben kadın isterim... Hacer mi? Hacer, Necib’e kendini
bir ay sevdiremezdi. Bizim terbiye ettiğimiz kızlar ne olacak?”
Suad yeniden güldü:
“Aman, beyefendi duymasın, yine neler söyler...”
Süreyya omuzlarını kaldırarak sustu.
Hava gittikçe serinliyor, durgun hava sanki hep su oluyordu. Gece, berrak, altın pullu mavi
tülleriyle titreyerek adeta donduruyordu.
Suad pelerininin içinde büzülerek:
“Soğuk” dedi, “İstersen içeri girelim...”
O anda aşağıdan bir ses yükseldi:
“Pek soğuk, pek” diyordu. Bu, Necib’in sesiydi. Suad anlayarak: “Biz içeri kaçıyoruz.” dedi. Hacer
soğuktan büzülmüş sesiyle: “Ama bütün bütün kaçmayınız. Biz de salona geliyoruz...” dedi.
Salona geçtikleri zaman Suad camları kapadı. Hacer’le, Necib dışardan gürültüyle geliyorlardı.
Kapı şiddetle açılarak Hacer içeri atladı. Pelerininin yüksek yakasında kaybolmuş küçük yüzü
mosmor kesilmişti. Koştu, elini Suad’ın boynuna sokarak “Üşümüş müyüm bak?” dedi.
Necib pardösüsünü çıkarmış, oraya bırakıyordu.
Süreyya, ona doğru yürüyerek:
“Eğer Hacer hasta olursa seni sorumlu tutacağım, Necib.” dedi. Sonra elini alarak: “Bak senin elin
de donmuş!”
Necib gülüyordu:
“O hâlde beni yine Hacer Hanım kurtarır. Çünkü bu kabahatte ne kadar az suçum olduğunu
herkesten iyi o bilir. Bir türlü ikna edip buraya getiremedim. Önceden öyle değildi, şimdi şair
olmuş... Elinden gelse biçilmiş, tartılmış şiir söyleyecek.”
Hacer lambanın yanında, ayakta ellerini ağzına götürmüş, nefesiyle ısıtmaya çalışarak kardeşine
bakıyordu. Sonra omuz silkerek Necib’e döndü:
“Senin korkman boşuna” dedi. “Onlar hep sözdür... O sözleri hep dinledik... Şimdi senin asıl
yapacağın şey sobayı yaktırmaktır.”
Necib sobayı yaktırmak için uğraşıyordu. Suad dedi ki:
“Durun, Necib Bey, hizmetçiler onu bir saatte yakamazlar, bırakın bana... Siz yalnız söyleyiniz de
ateş getirsinler.”
Süreyya, Hacer’in yanına gelmiş, ellerini eline almış tutuyordu. Hacer, Süreyya’dan korkmamakla
beraber ondan daima suçunu örtmeye çalışan afacan çocuklara has bir tavırla aynanın önündeki saate
bakarak:
“Ooo, saat üç buçuk... yatmanıza daha vakit var. Bezik oynayalım mı çocuklar?”
Süreyya cevap vermeyerek:
“Sen küçük olmalıydın Hacer” diyordu. “Seni mini mini tokatlarla iyice bir dövmeliydim; o zaman
belki Necib Bey’in de öcünü alırdım...”
Necib, sobayı yakmak için Suad’a yardım ederek:
“Benim öcümü mü? Dünyada öç kadar tanımadığım bir his yoktur. Bugün beni döven birini, yarın
biri döverken görsem ağlayacağım gelir” dedi.
Şimdi soba alev almış, odunlar telâşlı bir çıtırtı ile yanmaya başlamıştı.
Hacer, Süreyya’nın elinden kurtularak bezik masasını düzeltmeye başladı; “Haydi beziğe, beziğe...”
diyordu. Suad: “Ben oynamam, bakarım” diye masaya oturdu. Necib, Hacer, Süreyya oynamaya karar
verdiler. Onlar oynarken o, seyrediyordu. Birden o kadar dalmış, gözlerinin önündeki şeylere dikilen
bakışı onları görmeyerek başka dünyalara o kadar dalıp gitmişti ki, orada olduğunu ancak oyun bittiği
zaman fark etti.
Necib Bey kâğıtları toplayarak: “Dur bakalım daha...” diyordu. Hacer, önünden kâğıtları iterek:
“Benim canım sıkıldı.” dedi. Süreyya: “İşte gördünüz a! Bizim Hacer’le oyun olmaz...” diye kâğıtları
toplamakta Necib’e yardım ediyordu. Hacer: “Efendim, Allah rahatlık versin!” dedi. O gittiği zaman
Necib kâğıtları bırakarak:
“Tuhaf gelir ama hakkı da var ya...” dedi. “Burada oturup da, insan yine neşesini koruyabilmek için
sizin gibi olmalı. On gün kalmak kararıyla gelmiştim, galiba yarın ilk trenle kaçacağım... Burada nasıl
yaşıyorsunuz bilemem ki... Zorla insan cehenneme girer mi?”
O zaman Suad, yarın istediği zaman buradan kaçabilmenin kocası tarafından da bir mutluluk olarak
kabul edileceğini düşündü; Süreyya’ya baktı, o biraz önce hanımına ettiği sızlanmaları şimdi Necib’e
dinletmeye başlamıştı. Necib hep hak veriyor, kendinin bir an olsun duramayacağını söyleyerek
gittikçe güç bulan kararla: “Aman, hemen yarın kaçalım!” diyordu.
Suad:
“Buradan nereye gidersiniz?” diye sordu.
“Ada’ya... Şimdi ada, gittikçe güzelleşir, İstanbul’un en güzel yeri, bu ayda adalardır. Dayıma gider
kalırım... Hele pazar günleri o kadar kalabalık oluyor ki...”
Süreyya, daldığı sessizlikten uyanarak:
“Ben olsam Büyükada’ya gitmem... Daha ıssız bir yere... Öyle bir yer olsun ki, ben kalabalık içinde
olayım da yine orada yaşamayayım... Ben gitsem, mesela Heybeli’ye, yahut Burgaz’a...”
Necib gülerek:
“A, orada bir gün yaşayamam...” diyordu. Sonra ikisine de bakarak ciddi bir tavırla: “Siz ikiniz
için oraları çok iyidir... Fakat benim gibi yalnız yaşayan bir adam için... Eğer ben de sizin gibi olsam,
hatta buradan ayrılmam.” dedi.
Süreyya gülerek reddediyordu. Burada insanın boğulduğundan, yaşamanın mümkün olmadığından
bahsediyordu. O zaman Necib kabul etmedi:
“Evet, öyle bir yer olmalı ki, insan kalabalıkta yaşamalı; fakat iyice görmeden...”
Onlar konuşurken Suad düşünüyordu ki, değil kocası gibi kalabalığı sevmez bir adam, kalabalık
içinde büyümüş Necib Bey bile, kendine bir eş bulursa burada kocasının cehennem dediği bu köşede
yaşamaya razı idi. Ve Süreyya’yı böyle daima neşeli ve yalnız beraber olmaktan başka her türlü
endişeden arındıramamak ona büyük bir felâket gibi geliyordu. Ta en derin değerlendirmelerinde bir
ateş, bir küçük korku, bu felâketin gerçekte büyümesi fikrinden doğan bir acı gittikçe kendini
hissettirmeye başlıyordu. “Ne yapmalı yarabbim!” diyordu. Ve Necib onlardan bahsederken hep
mutlu ve birbirine uygun bir eş olduklarını söyledikçe Suad, ona memnun ve minnettar bir bakışla
bakarak teşekkür etmek istiyordu. Hâlâ mutluluk rengini koruyan bu ortak hayatlarının en derinlerinde
kendi hissolunmaz, görülmez üzüntüler hissettiğinden, o söyledikçe gerçekten onun zannettiği kadar
mutlu olduklarına inanmak istiyordu. Hiçbir kederleri, ayrılıkları, hiçbir problemleri yoktu; fakat işte
bu kadar içten, bu kadar bağlı bir hayata alıştığı için en hissolunmaz şeyler ona bir tehdit gibi
geliyordu.
Birden Necib’in “Hep suç, daima aynı hayatı sürdürmekte...” sözü kulaklarını yırttı. Evet, değişmek
gerekmiyor muydu? Eğer bugün yalnız vücuduyla kocasını her istekten arındıramıyorsa ve bunun
sebebi, hayatlarının daima monoton olması ise... Bundan sonra, o korktuğu geleceğe sahip olmak için
hayatını değiştirmeli değil miydi? Şimdiye kadar hayatlarını hiçbir hesapla düzenlememiş hep akıp
giden olayların akışına bırakmıştı; fakat bundan sonra idare etmek, düzenlemek gerekeceğini
anlıyordu. Hatta mutluluklarının bir şekilde devamı, onları bıkkınlığa değilse bile üzüntüye yönelten
bir his içinde tutmakta idi. Bu, kendisine yeterli bir dersti. Evet, artık biraz yapmacık da olsa oyun
oynamalıydı. Ve bunu derin bir acı ile hissediyordu. O her şeyden arınmış doğal geçmişi, hiçbir
bağlanma olmadan, hayal bile edemediği bir neşeyle daima beklenilmeyen tebessümlerle gelen hep
güzelliklerle, hep sevinçlerle gelen o sade hayat, ona şimdi ele geçmesi imkânsız gibi görünüyor, o
günlerden yoksun kalmak içine yas gibi çöküyordu.
Ah, çocukları sağ olsaydı!.. Ve bunu düşünür düşünmez her zamanki gibi ta ciğerinden bir şey
sızlayarak gözlerini yaşlarla doldurdu. Ah çocuk! Bunu anlıyordu. Bir çocuğun bir ailede nasıl bir
bağ olduğunu, yerine konamayacak bir mutluluk olduğunu, bir yenilikle kalplerin nasıl tatlandığını ve
mutlu ettiğini düşünüyor, tüm bunlar aklına geldiğinde başka bir üzüntünün kollarına düşüyordu. Ah
sağ olsaydı, onların hayatını nasıl daima sıcak, daima genç tutacaktı... Bu ölüm kendilerinde o kadar
derin bir yara açmıştı ki tekrar doğurmak hakkında büyük bir korku, dayanılmaz bir çekingenlik
hissediyordu. Ey, o hâlde? Bırakacak mıydı? Mutluluklarının böyle hiç görülmeyen, hissedilmeyen
fakat etkileyen, zedeleyen ve bir gün bir büyük yara hâlinde meydana çıkacak olan bu kurdunu
bırakacak mıydı?
Kocasını, gittikçe bu hüzne yenik, gittikçe bu hüznün pençesinde o daha güzel geçen zamanlara
hasret çekerken görüyor, bu hasret çekiş büyüdükçe kendine ait hislerinin azala azala belki bir gün
temel engel kendisi sayılarak büsbütün ihmal edileceğini düşünüyordu. Ve kendi etkisinin
kaybolmasından çok, başka bir etkide, daha kuvvetli bir etkiye yenilmesi olasılığı; işte bu imkân onu
yakıyordu. Tekrar sormaya başladı:
“Ey, o hâlde? Evet, uğraşmak gerekirdi. Fakat nasıl? Önce onun istediğini yapmalıydı. Birden
kocasına karşı kalbindeki sevgi o kadar coştu ki: “Peki, sen de git, Necib Bey’le beraber sen de
eğlen...” diyeceği geldi. Fakat sonra kadınlığı ona birtakım görüntüler sundu. Daima her zevkte ortak
oldukları hâlde, şimdi onu kendisinin yabancı, yoksun kaldığı zevkler içinde gördü. Bayağı bir
kıskanç, pek özleyen ve bu şekilde yaşayan bir eş olmadığı hâlde de buna katlanamadı; onu hiçbir
eğlenceden yoksun etmek istemez, fakat hep eğlencelerine eşlik etmek isteğinden de kendini
alıkoyamazdı. Aklına birden parlak bir fikir geldi; bu kendine o kadar beklenmedik bir istek verdi ki,
oturamayarak kalktı, gezinmeye başladı.
Süreyya ile Necib, sözlerine hâlâ devam ediyorlardı. Şimdi Necib ona bir olay anlatıyor, Süreyya
dayanmış, dalgın dalgın onu dinliyordu. Ve genç kadın, kocasını sevinçli ve mutlu görmek için o
kadar içten bir arzu duyuyor, onu mutlu etmek, onu hiçbir kadının mutlu edemeyeceği kadar mutlu
etmek için o kadar sonsuz bir güç hissediyordu ki, artık her türlü engele karşı gelmenin kendisi için
bir sıkıntı değil, bir zevk olacağını düşünüyordu.
Yavaşça çıktı, kocası görmeden babasına mektup yazmak için hemen odasına kapandı. Mektubunu,
o şimdi gelip görecek diye bin heyecan içinde yazıp bitirdikten sonra hemen zarflayıp dadısının
odasına gitti. Küçükten beri elinde büyüdüğü bu ellilik kadın, kocası öldükten sonra Suad’ın isteğiyle
buraya yanına gelmişti. Birçok ricalarla, onu yarın erkenden İstanbul’a kadar gitmeye razı ettikten
sonra, yukarıya çıkıp Süreyya’yı hâlâ Necib Bey’le salonda bulunca, şimdiden başarılı olmuş gibi
memnun yanlarına oturdu.
Sabahleyin uyanır uyanmaz Suad’ın ilk işi hizmetçiye: “Dadım gitti mi?” diye sormak oldu. Kız,
ihtiyar kadının erkenden indiğini haber verince memnun bir şekilde kalkıp camları açtırdı. Bol bir
güneş gecenin nemini silik, bitkin buharlar hâlinde oraya buraya dolamış, rüzgârsız havada asılı
kalmıştı. Ta uzakta, üzerinde tek tük köşklerle ağaçların kaynaştığı bir ovanın ötesinde ufka kadar
deniz görünüyordu.
Süreyya’ya: “Acaba Necib Bey gitti mi?” diye sordu. Süreyya bir koltuğa uzanmış düşünüyordu.
Bunun üzerine kalktı, “Daha gitmemiştir, gidecek olsaydı gece vedalaşırdı. Dur bir bakayım...” dedi
ve camlı kapıyı açarak köşkün üç tarafını saran balkonda yürüyüp öbür cephede bir pencerenin
önünde durdu. Necib, pencerenin yanındaki koltukta dalgın oturuyordu.”
“Ben seni uyuyor zannettimdi.”
“Ooo, saat bir, bu zamana kadar uyumak için insan miskin olmalı. Özellikle ben buranın asıl
sabahını severim. Şehrin harıltısı içinde yaşadıkça insana biraz huzur, biraz kır, bir-iki kuş sesi pek
hoş geliyor.”
Evet, kütüklerin arasında elbisesiyle dolaşarak yanındaki bağcı ile bir şeyler konuşan beyefendiyi
göstererek:
“O hiç sizin gibi düşünmüyor.” dedi.
Süreyya, hiddetle omuzlarını kaldırdı:
“O da eğer bu sene bir salkım üzüm alabilirse...”
Güneş tatlı bir okşamayla sıcaklığını hissettirmeye başlamış, pencerelerden giren ışık huzmelerinin
yarım gölgesinde gülerek ışıklarını resmediyordu. Sakinlik içinde yüksek sesle bahçede konuşan
beyefendiyi dinliyorlardı. Süreyya: “Annem geliyor...” dedi.
Balkonun öbür tarafından annesi geliyordu. Gülerek, bahçedeki babasını gösterdi. Süreyya başını
sallayarak: “Gördük!” dedi. Hanımefendi, Necib’e rahat edip etmediğini soruyor, Süreyya ona zaman
bırakmayarak, “Garip soru” diyordu. “Sanki burada, boğulmaktan başka bir şey varmış gibi... Şimdi
sıcak gittikçe ateşlenerek, her taraf bir fırın, ağaçsız rüzgârsız bir hamam ateşliği gibi şiddetle
yanmaya başlar... Hiç o zaman gelip sormazsınız; nasılsınız, terliyor musunuz, boğuluyor musunuz
demezsiniz... Rüzgâr çıksın diye saatin dokuzunu beklemeli...”
Arkadan Suad’ın sesini işittiler. Gülerek, hanımefendiye: “Vallahi benim suçum yok anneciğim”
diyordu. “O mümkün değil bu sene burada oturamayacak...”
Hanımefendi gülerek: “Öyle ya, bir yalı tutar, alır seni götürür...” dedi.
Süreyya alaylı bir şekilde: “Evet, sayenizde...” diye söylendi.
Necib, dedi ki:
“Ne iyi olur vallahi... Bir küçük yalı... Karı koca istediğiniz gibi bir yalıyı otuz liraya tutarsınız.”
Suad, birden kalbi atarak sordu:
“Otuz liraya mı?”
Süreyya annesinin elini tutmuş, ona şikâyet ediyor, yalvarıyordu. Annesi gülerek, başını sallıyor,
“Mümkün değil, imkânı yok...” diye tekrar ediyordu. Babasının elindekini avucundakini çubuklara
verdiğini; hatta parasızlıktan şikâyet ettiğini söylüyor, kendisine gelince: “Ben nereden bulurum?”
diyordu. Süreyya: “Ah, sizde ne çıkınlar vardır!” diyor annesi gülerek: “Otuz lira... Mümkün değil...
Sen erkek değil misin, bir karını besleyemiyorsun?” diye eğleniyordu.
O zaman Süreyya, hiddetle:
“Evet, hakkın var; fakat ben aylığımla ancak boğazımızı sağlayabiliyorum... Peşin otuz lira... Bunun
için borç mu etmeli?” dedi.
Onlar konuşurken, Suad kocasına işittirmeye çalışarak Necib’e dedi ki: “Bugün gidiyor musunuz?”
ve öteki tereddüt ederken Suad burada kalmanın onun için bir fedakârlık olduğunu düşünerek bir rica
sesiyle ekledi: “Bugün kalınız...” Sonra bunu da yeterli görmeyerek: “Kalınız, size ihtiyacım var”
dedi.
Bu ses, bu tavır o kadar esrarengiz, o kadar tatlıydı ki, hatta Necib şaşırır bile görünmeden baş
eğdi.
Suad onları sıkmadan akşamı etmek için çabaladı. Süreyya’yı büsbütün öfkelendirmek istermiş
gibi, hava o kadar sıcak, o kadar durgun olmuştu ki, hepsi baygın baygın perdelerin arkasına sinen
serince gölgeye sığınmışlardı. Fatin Beyefendi, İstanbul’a resmî daireye gittiklerinde evde iki erkekle
üç kadın kalmıştı. Hacer ise bugün öğle yemeğinden önce görünmedi. Onun önem verdiği şeylerde
böyle birden küsüşleri, sebepsiz ihmal edişleri vardı; bu sabah sarışın vücutlara özgü hassasiyet ile
pek üzüldüğüne karar vererek onlar, Suad’la iki erkek otururlarken, Suad gezme teklifini pek uygun
görmediğinden sonunda piyanoyu bir kurtuluş çaresi kabul etti. Necib’in musikiyi pek sevdiğini
bildiğinden onu eğlendirebilmek için çoğu zaman ihmal ettiği piyanosuna geçti.
Süreyya, uzanmış olduğu minderde, gözleri tavana dikilmiş, kımıldamayarak: “Sıcakta
dinlenmiyor!” diyordu. Sonra gülerek: “Bununla beraber çal Suad, teşekkür ederim, etraftaki sinekböcek uğultusunun yanında piyanon gerçekten musiki yerine geçiyor...” diye gülüyordu.
Necib, tam tersine oldukça zevk alarak, alçak bir sandalyeyle köşedeki piyanonun yanına gelip
oturmuştu; Suad çoktan beri çalmadığı için çalmakta zorlanıyor, elinin ustalığının tembelliğinin cezası
olarak kaybolduğundan söz ederek sızlanıyordu.
Evin içinde, piyano nağmeleri dalgalanıyordu. Yemek haberi geldiği zaman Süreyya uzun bir “of”
ile kalkarak koştu; piyanonun kapağını kapadı, “Musiki ile idam” diye eğlenerek: “Aman kurtulduk
yarabbim... Sen de mi işkence meleklerinden oldun Suad?” diyordu.
Sofrada yine o konuyu açtılar. Necib şikâyete başlamadan, hanımefendi gülerek: “İşte yalıya
gidiyorsunuz a!” dedi. Süreyya acı bir edayla: “Evet, sayenizde?” derken Hacer merakla soruyordu.
Hanımefendi, tatlı sesiyle ağır ağır anlatıyor, Süreyya’nın artık buradan sıkıldığında kaçacağını,
Boğaziçi’nde bir yalı tutup Suad’ı götüreceğini hafif bir gülümseyişle haber veriyordu. Hacer, önce
gerçek zannetti. Birden bütün yüzünü kaplayan bir öfke alevinden sonra kendini tutarak: “Oh ne iyi.
Burada yalnız başımıza...” dedi. Hanımefendi, gülerek sözünü kesti: “Artık biz de yalıya konuk
gideriz, şimdiye kadar bizde konuktu, şimdiden sonra da biz onlarda... Değil mi Hacer?”
Hacer soğuk bir şekilde: “O, niçinmiş o? Biz de istesek gidemez miyiz?” dedi.
Süreyya, bir “ah” çekerek: “Gitsek de hep beraber gitsek...” diyordu. Hacer, yüzündeki sevinç
ışığını gizleyemeyerek: “Ha” dedi. “Ben de, gerçekten gidiyorlar zannettimdi.”
Necib, Hacer’in böyle küçüklüklere pek çok kapılarak onları böyle basit bir şekilde açığa
vurduğunu görmekle beraber, ona acıyordu. Suad’ın üstünlüğü, güzellikçe belki Hacer’e üstün
gelirdi; fakat Suad’ın bütün diğer şeylerde ona üstünlüğü o kadar göze çarpıyordu ki, bunu Hacer’in
de fark etmemesi mümkün değildi. Ahlâkça, ağırbaşlılıkla, yumuşak huyluluk ve incelikle bu üstünlük
Suad’a öyle bir hâl veriyordu ki; güzelliği bundan zenginleşiyordu. Kocasına olan bağlılığı, sakin,
daima gülümseyen, daima alçakgönüllü hâlleri bir yücelik sebebi oluyor, onu yükseltiyordu. Hâlbuki
Hacer’in öyle anları olurdu ki bir gölge gibi hissedilmeyen ince kaşları, şeffaf cildi, saçlarının dilber
hâliyle gerçekten güzel bir kadın olduğu görülür, Necib bu güzellikte biraz yaramaz, biraz yırtıcı kuş
rengi bulurdu. Sonra Suad’ın mutluluğu yanında kendisinin harcanmış evliliğinden ötürü bu kadına
karşı gizleyemediği nezaketsizlik ve tahammülsüzlükten dolayı onu azarlayıp dururdu. Necib, eğer
Suad’ın yumuşak huyluluğu ve idaresi olmasa Hacer’le anlaşmanın mümkün olamayacağını, Hacer’in
hatta fırsat bile beklemeyen şu hırçın saldırılarına Suad’ın nasıl bir yumuşaklık ve tahammülle
karşılık verdiğini fark ediyordu.
Sofradan kalkıp salona çıktıkları zaman: “Siz pek iyi yapıyorsunuz” dedi.
Suad önce anlamadı. Bunların kendine bir saldırı olmadığını, Hacer’in bazen herkese karşı böyle
davrandığını iddia etti. Fakat Süreyya da birleşerek, bütün o tavırların birer açık saldırı olduğunu
kabule zorladılar. O zaman, onu bir küçük kardeş gibi sevdiğini, her hâline pek çok acıdığını, bunun
için öyle küçük şeylere önem vermemeyi seçtiğini söyledi:
“Yemin ederim ki, Hacer sizin sandığınız kadar kötü bir kız değildir. Eğer iyi idare edilse çok iyi
olur, hâlbuki...” diyordu.
Süreyya ağız dolusu dumanını savurarak:
“İşte asıl iş orada ya!” diye haykırdı. “Bu kadar kişinin içinde de bu sabır bir sende var...”
Necib gülerek: “İşte ben de bu sabra hayran oluyorum...” dedi.
Süreyya, Suad’ın elinden tutmuş, Necib’e gösteriyordu: “Benim karım bir melektir, Necib...” Suad
gülümseyerek: “Kızarmak lazım mı?” diye sordu.
Süreyya:
“Sen ne yaparsan yap, ben izninizle ve iyi bir dinlenmeye yahut dinlenmeye niyetle gider şuraya
yatarım” dedi.
Salona henüz giren Hacer:
“Ooo, ağabeyim bu gün yine öğle uykusuna pek erken başladı.” diye söylendi. Sonra Suad’a dönüp:
“Bu uyku ile yalıda ne yaparsın? Senin, orada yalnızlıktan canın pek sıkılacak gibi sanıyorum...” dedi.
Suad gülümseyerek sordu:
“Niçin, siz gelmez misiniz?”
Hacer, bir çeşit dans eder gibi Necib’e doğru giderken “Ben mi?..” dedi. Biraz tereddütten sonra
ekledi: “Canım hele bir kere yalı tutulsun da... Bu ne kadar acele?..”
Biraz durdu, sonra söylemek istediği sözü sindirdiğini gösterir uzun bir solukla, orada yatan
Süreyya’yı görmemiş gibi, Necib’e yaklaşıp: “Akşama kadar benimle berabersin...” dedi.
Necib: “Ya şimdi siz Suad Hanım’ın yalnızlığından konuşuyordunuz?” diyecek oldu, Hacer uzun bir
“Ooo” koyuvererek başladı... “O şimdi yalnız değil ki... İnsana kuru hayallerden iyi arkadaş mı olur?
Kuzum, bu yalı hayalleri öyle bir hastalıktır ki insanı oldukça vefalı bir dosttan daha iyi oyalar.”
Necib yine: “Hep beraber burada otururuz, değil mi Hacer Hanım?” diyor, Süreyya yattığı yerden
sesleniyordu:
“İsterseniz gezmeye çıkınız, kütük ormanlarına yahut fasulye korusuna...”
Hacer, Necib’in çekingen davranışlarına, Süreyya’nın biraz kuru sesine bakıp sonra Suad’ın
sessizliğine saldırdı: “Yalıyı nerede tutuyorsunuz, Suad?”
Suad gülmeye çalışarak: “Bakalım, daha karar vermedik” dedi.
“Öyleyse karar vermemek için çok zorluk çekmeyeceksiniz... Ben de ilk başta gerçek sanmıştım...
Bizde bu züğürtlük varken... Böyle söylenilir, söylenilir, birçok tatlı hayaller kurulur -gülerek
Süreyya’ya Necib’e bakıyordu- sonra vazgeçilir, değil mi? Zaten bundan kolay şey mi olur?
Ağabeyim belli a! Önce bir heves, bir heves... Üstüne uyku... Ooo, Paris’e de böyle gidip gelmedi
miydi?”
Suad bu lafların arasında hep kendi kendine: “Ah akşam olsa!” diyordu. Akşamüstü hepsini
kandırıp yola çıkardı. Fakat son tren gelip de, dadısının çıkmadığını görünce, canı pek sıkıldı. O
kadar yorulduğu hâlde, babasının belki aldırmayacağını düşünerek kızıyordu. Dadısı, ertesi akşam,
öbür akşam da gelmedi. Suad, her gün, akşama kadar bin sabırsızlık işkenceleriyle bekliyor, bütün
gün umduğu hâlde son saatte ümidini kesip onun gelmeyeceğini, gelse bile boş geleceğini düşünüyor,
ümitsizliğe düşüyordu. Öbür gün tekrar tekrar Necib’i alıkoymak için fazlasıyla sıkıldı. Bununla
beraber niçin alıkoyduğunu da anlamıyordu. Yalnız, onun kalben Süreyya’ya ne derece bağlı olduğunu
bildiğinden, para geldiği zaman, kocasının sevincinde hazır bulunmasını istiyor, bundan başka
Necib’in, Boğaziçi hakkındaki bilgisinden yararlanacağını da düşünüyordu. Fakat akşamlara kadar
Hacer’in şımarık, hırçın kadınlığı elinden neler çektiğini görerek sıkılıyordu. Bunun için yine:
“Kalınız!” sözünü büyük bir zorlukla söyleyebiliyordu. Fakat Necib, pek ciddi davranarak bağlı
koymaların sebebini anlamak için hiçbir imada bulunmamış, hep sakinlikle beklemişti.
İkinci akşam, yine bir aralık yalnız kalınca:
“Sizi akşama kadar burada bekletip sıkıyorum, affediniz...” dedi. “Süreyya’ya bir oyun yapacağım,
sizin de bulunmanızı istiyorum; fakat olmuyor ki...”
Necib: “Zaten cumartesi inmeye karar vermiştim.” diye tekrar ricaya engel oldu. Ne olduğunu
anlamamakla beraber bu oyunun yalıya dair olacağına karar veriyordu. Artık bütün köşkün ağzında
bir alay olan bu meseleden konu açıldıkça Suad’da görülen heyecan bu kararını güçlendiriyordu.
Fakat meseleden hepsi o kadar bıktılar ki, artık gereğinden fazla oluyor, hatta rahatsız ediyordu. Bunu
fark eden Necib, Suad’ın cevap vermediğini gördükçe kadının sabrına, tahammülüne şaşıyordu.
Suad’la, işte beş seneden beri tanışıyorlardı. Bu beş sene içinde ona olan hürmeti her an çoğalmış,
kadınlar arasında böylesine rastlamanın pek güç olduğunu sanmaya kadar varmıştı. Necib zaten pek
az ziyaret ettiği bu aileye, Süreyya’nın evliliğinden sonra daha az gelmeye başlamıştı. O zaman, henüz
okuldan çıkmış, uzun eğitim yıllarının biriktirdiği bir arzu ve heves ve ateş ile yaşamaya koyulmuştu.
Kadınlar hakkında pek uzaktan ve sayfalar arasında inceden inceye araştırma, deneme ve düşünmeden
çok, taklitten doğma bir incelemenin, derinliği olmayan düşüncelerinin yöneltmesiyle aşka dair
karışık fikirleri vardı. Bu tecrübeler kendisine aşk yaraları açtı ve gençliğe özel ateşin yöneltmesiyle
sınamalarını pek kolayca genele yayarak kadınlara dair kuvvetli ve önyargılı bir fikir ve felsefe
edinmiş; artık hayat savaşında yaralanma tehlikesine karşı tamamıyla güçlü bir zırhla silahlanmış
olduğuna inanarak öylece yaşamaya başladı. Bu sırada, ara sıra gördüğü Suad, onun yumuşak
huyluluk ve sakinlik içindeki neşesi, ciddiyet ve ağırbaşlılığa engel olmayan çocukluğu, kendisine pek
yüzeysel, pek yapma gelir, onun da öteki kadınlar gibi olduğunu düşünerek, Süreyya’nın ilk zamanlar
belirttiği memnuniyet işaretlerine kalben: “Çok geçmez görürsün!” diye baş sallardı. Fakat zaman
geçip bu memnuniyetin hâlâ devam ettiğini ve arttığını gördükçe merakı arttı. Sonunda öyle oldu ki,
bir gün Süreyya’ya: “Sen birinci ikrâmiyeyi kazanmışsın, azizim!” dedi ve elini sıkarak: “Fakat
birinci ikramiye de layık bir ele düştüğüne teşekkür etmelidir; çünkü iltifat etmediğime eminsin ya,
inan ki birbirinize layıksınız.”
Şimdi köşkte hepsi, bey, Fatin, Hacer; hatta bazen bunlara katılan hanımefendi hep birden eğlenmek
için yalı konusunu dillerine dolamışlardı. Süreyya kâh sertlikle, kâh şaka ile karşılık veriyor, yalnız
ara sıra Fatin’e, ağırca ve acı gelen bu şakalar hepsini güldürüyordu. Necib daima tarafsız kaldığı bu
tartışmaların Suad üzerindeki etkilerini tartmak isteyerek, onu inceliyor Suad’ın sakinliğine
şaşırıyordu.
Fatin iki lokma arasında fırsat bulup bir kahkaha salıyorken beyefendi sert yüzüyle sessizliğini
biraz bozarak: “Ben Suad Hanım’ı böyle çocuklara kulak asmaz sanıyordum...” diyor, o zaman
Süreyya köpürerek: “Canım ortada bir şey yok, bir yere giden yok...” diye haykırıyordu. Hacer:
“Sade gitmek değil habersizce kaçacaklar... Zavallı Suad’ın suçu yok ki, götürmek isteyen Süreyya...”
Ve Fatin tekrar iki lokma arasında, “Kadın, kocasına boyun eğmeye her zaman zorunludur!” ilkesini
hatırlatıyordu.
Bu hâl dadının dönüşüne kadar devam etti. O da ancak cumartesi günü öğleyin gelebildi: “Senin
baban kolay kolay bu kadar uğraşmazdı ama bilmem ki ne yazdın? Üç gündür bunlar için uğraştı
durdu...” diye Suad’ın eline bir zarf verdi.
Suad hemen zarfın kenarını yırttı. Heyecandan eli titriyor bu dolu zarfı açamıyordu. Sonra koştu,
balkonda konuşan Necib’le Süreyya’nın arasına atladı. “Yalıya gidiyoruz!” dedi. Süreyya bakıyordu.
Önce inanamadı. “Ne oluyor, niçin?” diye bakan bir bakışla Suad’ın gösterdiği kâğıt paraları
alıyordu. Sonra birden: “Bu ne? Bunlar ne? Nereden?” diye sordu. Suad, eliyle ağzını kapayarak
“Sus!” diyor, öbürü “Kim gönderdi?” diye sorarken, “Babam, babam...” cevabını veriyordu. Sonra
oturup alçak sesle: “Şimdi bu para ile kimseye bildirmeden gidip yalıyı tutmalı, sonra da hepsinin
gözünün önünde buradan çıkıp gitmeli...” dedi.
O zaman üç kişi karar verdiler ki, yalı tutuluncaya kadar kimsenin bir şeyden haberi olmayacaktı.
Yalı tutulunca, köşkten yalnız hanımefendiye haber verilerek sıvışılacak ve herkes bir sabah kafesi
boş, kuşları uçmuş bulup şaşacaktı.
Şimdi oradaki hayatı, harcamaları düşünüyorlar, on beş lira ile idare edebileceklerini
hesaplıyorlardı. Süreyya: “Ah, bir kere oraya gidelim de aç kalalım!” diyordu. Sonra Necib’e dönüp:
“Artık bize konuk gelirsin.” diyor, Suad “Elbette, elbette!” diyerek Necib Bey’i üç gündür sırf yalı
birlikte gidilip tutulsun diye alıkoyduğunu itiraf ediyor, artık, bütün oyunun ne olduğunu anlatıyordu.
Süreyya seviniyor “Ah Suad, Suad!” diyor ve dayanamayarak şimdi gidip onların yüzüne
haykıracağını ve hepsine birden “Yarın yalı tutuluyor” diyeceğini söylüyordu. Suad: “Aman Süreyya
sabret, iki gün daha beklemek iyi olacaktır” dedi.
Süreyya, çocuk gibi olmuştu:
“Hemen taşınırız” diyordu. “Hemen o gün... Aman burada bir dakika durmayalım. Şu uğursuz
yerden kurtulayım... Ah ne zevk Necib, ne zevk! Hepsine birden, “Biz yarın gidiyoruz artık, bugün
yalı tutuldu” demek, ne zevk. Billahi Fatin’in lokması boğazında kalır. Gözlerinin ne hırsla açıldığını
buradan görüyorum! Ah, bir kere o gün gelse, o gün, o saat gelse bir kere...”
Hemen karar verildi: Yarın pazar değil miydi? Erkenden Necib’le Süreyya gidecekler, küçük, şık
bir yalı tutacaklardı. Otuz liraları vardı. Suad: “Yetişmezse...” diye kaygılanıyor, Necib inandırmaya
çalışıyordu: “Ötesi kolay, asıl gerekli olan elde...”
Ve birden Necib kendini hatırlayıp düşündü: Bu işte o pek yabancı olduğu için hiçbir söz hakkı
olamazdı. Fakat onlar kendisini o kadar sıcak, o kadar gizlilikle işe karıştırıyorlardı ki, artık isteğinin
tersine, olayların akışına kapılmaktan başka çaresi yoktu.
Akşam sofraya oturup da Fatin yine iki lokma arasında ağzı, gözleri açık olarak yalıdan konu açtığı
ve yan bir bakışla beyefendiye sırıtıp hoşa gitmeye çalıştığı zaman üç günlük yıkımın acısı çıkmış
oldu: Üç arkadaş zevk içinde birbirleriyle bakıştılar. Süreyya, kendini tutamayıp sakin göstermeye
çalıştığı sevinçli bir sesle: “Evet, yarın gidip tutacağız...” deyiverdi.
Hacer, gülerek: “Hangi han satıldı acaba?” diye eğlendi. Beyefendi, sadece yemeğiyle oyalanarak:
“Mahmutpaşa’da han mı yok? Bir tanesini satmıştır...” diye mırıldandı. Fatin gülerek, yemek arasında
boğuluyor gibi “Vallahi billahi” diyordu.
Süreyya büsbütün söyleyecekti; fakat Suad o kadar derin bir şekilde yalvaran bakışlarla baktı ki,
karşıdan Necib, Süreyya’nın dayanamayıp susmasına hak verdi.
Yemekten kalktıkları zaman üç dost Süreyya’nın küçük odasına geçtiler. Balkona çıkmış olan Suad,
havaya bakarak: “Hava pek kapalı, Allah vere yağmur yağmasa!” diyordu. Süreyya, artık gülercesine
bir tavırla: “Ne? Yağmur mu? Taş yağsa vallahi yine gideriz... Değil mi Necib?” dedi.
Necib, gülerek “Hay hay!” dedi.
O zaman tekrar konuştular, yarın nereye gidip, nasıl yapacaklarını görüştüler. Suad, Emirgân’dan
aşağı olmamasını istiyordu. “Beykoz olsa kötü mü?” diyordu. Necib, karşı sahili seçerek, Yeniköy’de
yahut Yenimahalle’de küçük bir şey bulacaklarını söylüyor, “Oralarda içerilerdeki evler bile yalı
gibidir.” diye destekliyordu. Suad’ın asıl istediği ıssızlıktı.
Dörde kadar konuştular; Süreyya, bir hayal zenginliği ile yaz hayatını bin türlü sözler içinde
şimdiden düzenliyor, bazı ufak tefek değerlendirmelerle Suad buna başka düzenlemeler ekliyordu.
Süreyya bir sandal bulacaktı; gülerek: “Bir de araba...” diyordu. Suad mahzun şekilde başını
sallarken: “Bu pahalı olur, değil mi? Asıl o zaman aç kalırız işte...” diye içini çekiyordu. Yalıda
sürülecek zevkleri şimdiden düşünerek tat alırlarken birdenbire: “Ama bu söylediklerimizi yapmak
için bütün yaz yetişmeyecek...” diye gülüşüyorlardı. Ve Necib son dakikalarda garip bir keder içine
gömülerek bu mutlu karı-kocaya bakıyor, eğer evli olmak buysa, hiç kötü bir şey olmadığını
görüyordu. Fakat bu evliliğin nasıl olağanüstü şartlar altında ve güzel rastlantılarla olduğunu etraflıca
düşünüyor birçok kötü evlilikleri gözünün önüne getiriyor, kendisine ‘mümkün değil, mümkün değil
böyle bir şansa eremeyeceğini, bu kadar uygun bir hanıma mümkün değil kavuşamayacağını, yoksun
ve alçak hayatını yaşlılığa kadar böyle yalnız ve mutsuz sürükleyeceğini’ düşünüyordu.
Yarın erken kalkılacağından erken yatmak tavsiyesiyle dağıldıkları sırada Necib bu fikirlerinden
dolayı güçsüz düşmüştü. Odasına gitmek için balkona geçtiği zaman iri, rüzgârlı damlaların
düştüğünü gördü, bu serinlikten yararlanmak için orada durdu, alnını bir direğe koydu ve gecenin
karşısında bir süre öyle kaldı.
Kendini, hayatını düşünüyordu. Evlenmemek hakkındaki kesin kararı ara sıra zayıflardı, şimdi yine
o zayıf zamanındaydı. Bu karı-koca arasında gördüğü uyum ve bağlılık, bu sıcaklık, bu birinin küçük
bir isteği için öbürünün hayatını verecek derecede tehlikeye hiç düşünmeden atılması, bu sakin, mutlu
aşk onu harap ediyordu. Hep başarıları birer yıkım ve işkence olan hayatının uzun uzun istenmiş,
çalışılmış, kazanılmış zaferlerinde bile böyle kuvvetli, böyle fedakâr, böyle şefkatli sıcak bir
içtenliğe kavuşamamıştı. Birçok mutluluğu ya zehirli bir ayrılık yahut aşağılık bir kayıtsızlıkla bitmiş,
hiçbiri en mutlu zamanında bile şu mutluluğun sakinlik ve güzelliğine benzememişti. Ve bu hayatı
tatmadıktan sonra yaşamak, ona boş, pek boş geliyordu. “Niçin?” diyor, sonra sonsuz bir ümitsizlik
nakaratı ve bıkkınlık, “Niye iyi!” hitabı izliyordu. Onun zevkin hayhuyuna düşkün, maceralara yatkın
huyu bunlarla uyuştuğu için artık ikinci huyu olmuş, şimdi kendisinde sakinlik ve şefkate, gölgeye,
büyüklük ve şiire âşık bir huy uyanmaya başlamıştı. Hayatında en memnun olduğu anlarında bile
ruhundaki eksiklik duygusu bir başka ihtiyaçla dağlanıyor, şimdi zannediyordu ki, bu ihtiyaç ancak
böyle sıcak bir sevgiyle, böyle dostane, kardeşane bir vefa ile doyurulacak...
Ilık bir rüzgârla büyük büyük bulutlar uçuşarak geçtikçe seyrek, ağır damlalar serpiliyor, etrafta
damlaların yapraklara düşmesinden doğan dengesiz bir ses hışıldıyordu. Necib, ıslandığını fark edip
karanlığın içinde odasına giderken durdu, yanı başında onların soluklarını işitiyorum sandı, rahat
soluklarla uyuyan bir karı-kocanın büyük bir saygı ve sevgiyle mutlu olmalarını diledi. Lâyık olan
mutlu olur fikri, bir müddet kafasını oyaladı. Odasına geçip soyunurken hâlâ bunu düşünüyordu.
“Evet” dedi, “Layık olan mutlu olur veya Goethe’nin dediği gibi ‘Layık olan kazanır ve
kazanamayan layık değildir.’”
Sabahleyin Süreyya’nın sesini işitip uyandığı zaman, daha yeni uyumuş gibiydi. Başı ağır kalktı,
fakat panjurları açıp da dışardan taze, yeşil, parlak bir yaz sabahı, bütün neşe ve tazeliğiyle içeriye
dolduğu zaman derin bir ferahlık duydu.
Süreyya: “Çabuk, çabuk, treni kaçıracağız...” diyordu. Sonra, balkonun parmaklığından aşağı
sarkıp: “Araba hazır mı? Selim, araba...” diye haykırdı.
Necib beş dakika sonra hazırdı. Onları odalarının önünde buldu, Suad öğütlerini sıralıyor, tekrar
ediyordu. “Aman Süreyya! Allah aşkına...” derken, Necib birden dün geceki değerlendirmelerine
döndü, gülümsedi. Suad arabaya kadar yanlarında gelmişti. Süreyya: “Bağın kapısına kadar beraber
gel, orda seni bırakırız; dönersin...” diyor, Suad: “Ya bırakmazsanız...” diye tereddüt ediyordu.
Necib, Suad’ın gözlerinde istasyona kadar gitmek arzusunu okuduğundan: “İstasyona gelseniz de, yine
araba ile dönseniz daha iyi olmaz mı?” dedi.
Karı-koca ikisinin de bunu istedikleri, hemen gösterdikleri sevinç dolu kabulden anlaşılıyordu.
Araba hareket etti. Bağın düzensiz yolundan zaman zaman devrilecek gibi giderken, Necib şu on
dakikalık arada bile beraber bulunmak için, hatta açıkça itiraf edemeyecek kadar istekli olan bu iki
kalbin şimdi gülümsemenin telaşı ile birbirlerine bakmadıklarına dikkat ederek: “Beraber olmak
yetiyor” diyor ve tekrar -daha karmaşık bir cevap bularak bu fikre tutunmak istiyordu ama
değerlendiremedi, daima kırılıyordu- sonra tekrar bu hâli bile bir mutluluk derecesine çıkaran yakıcı,
kavurucu değil, sakinleştirici aşkı, hayır, bu aşk olamaz, yalnız saf bir bağlılık olduğunu
düşünüyordu.
Tren hareket ettiği zaman, istasyonun arkasında arabasından kendilerine bakan Suad’ı aradılar.
Elleriyle selamlar göndererek uzaklaşırlarken onun da araba ile yola koyulduğunu gördüler.
Vagonda iki kişi yalnızdılar; Necib, nasıl olup da Süreyya’nın şimdi burada kendisinde bile
mahzunluk yaratan bu kadının eksikliğini duymadığına şaştı. Bu kadar bağlılık varken bu ayrılık
belirli bir süre için olsa bile kalbinin elbette mahzun olması gerekirdi. Ve bu kadar sadık bir aşkın
bile böyle mahzunlukları olduğunu düşünerek boynunu büktü.
Süreyya, başını trenin hızından doğan havaya dikmiş, yarı durgun susuyordu. Sonra: “Bakalım ne
yapacağız...” dedi. Daha sonra ekledi: “Ama gerçekten güzel bir şey bulursak... Suad ne kadar
sevinecek, değil mi?”
Evet, Suad... Şimdi onsuzluktan mahzunken bu değerlendirme, onu sevindirmek, onun sizi
beklediğini, şimdi fikren sizinle beraber olduğunu, her an yanınızda hissettiğinizi bilmek, hissetmek,
yanınızda görmek... Bu mahzuniyete eşsiz bir tat veriyor. Sevilen için çekilen işkencelerdeki bir
damla üzüntüyle karışık hoş bir sarhoşluk hâline getiriyor, zaman geçtikçe bir esef kadar
tatlılaştırıyordu.
Süreyya: “Ah bak, akşam bizi arabayla beklemesini tembih etmeyi unuttuk...” diye hayıflandı. Sonra
hemen: “Ama zannederim, kendisi düşünür ve gelir...” dedi.
Eğer geleceğini sanmasaydı haksızlık edecekti. Çünkü Necib, Suad’ı onun kadar bilemediği hâlde
bile bundan şüphe etmiyordu. Ve birden, oluşturduğu vesveselerle bu mutluluğun da en derinine girip
gerçeği görmek merakına düştü. Elbette bunların da göründükleri kadar mutlu olmadıklarını, Suad’ın
da gerçekte bu kadar eksiksiz bulunmadığını tekrar etmeye başladı. Kendisinin, bunların karşısındaki
hayranlığını pek komik buluyordu. İşin karşıdan böyle göründüğünü, gerçekte kim bilir neden ibaret
olduğunu söylerken niçin hiçbir eksik belirtinin kendi titiz bakışına rastlamadığını soruyordu. Birden
bir tepkiyle: “Bu kadarı da bir başarı değil mi? Bakalım ben bu kadarına kavuşacak mıyım?” dedi.
Akşama kadar dolaşıp sonunda işlerini tam bir memnuniyetle bitirdikten sonra, trene geldikleri
zaman büyük bir rahatlık duydular. Önlerinde memnun ve sevinçli geçecek birkaç gün vardı. Süreyya,
başarılı zamanlarına özgü hâl ve tavırlarıyla, zengin hayal gücüyle anlatıyordu: “Şimdi Suad’ı
bulacaklar, ona anlatacaklar.” Süreyya’nın “Mücevher kutusu, fildişi yuva” diye nitelendirdiği yalıyı
o ne kadar sevecek... Sonra evdekileri nasıl hayran edecekler... Süreyya hepsinin taklidini yapıyordu:
“Fatin kuduracak, beyefendi köpük saçacak...”
Necib:
“Ya Hacer?” dedi.
“Hacer mi! Görürsün, o da kocasına bir yalı tutturacak...”
Sonra gülerek: “Fakat Fatin... Vallahi onu bozar da öyle bir halt etmez...” dedi.
Süreyya, asıl onu görmek istiyordu:
“Ah şu Fatin...” diyordu. “Patlayacak, patlayacak...”
Sonra birden: “Patlasa da Hacer de kurtulsa...” dedi.
Necib, Suad’ın ciddiyet ve dayanıklılığı yanında Süreyya’nın da böyle küçük hislere kapılışına
bakıyor; fakat kendisi de Fatin’i o kısa boynu, daima para görür gibi akı çok gözleri, başını
çevirmeden sağa sola bakışı ile o kadar iğrenç buluyordu ki, hak veriyordu.
Durakta Suad’la buluşur buluşmaz bütün hayalleri yıkıldı. Süreyya ona müjde verirken: “Boşuna...
Her şey bozuldu...” dedi ve merak ettiklerini görerek anlattı: “Ben dadımı uyarmayı unutmuştum,
hepsini Hacer’e söylemiş... Şimdi herkes biliyor”
Süreyya, “eyvah” şeklinde elini alnına götürerek: “Ne söylüyorsun Suad?” dedi. Sonra
mutluluğunun çokluğundan onu da bir başarı hâline koydu: “Bilsinler, ne yapalım, engel olmak da
ellerinden gelmez a!..”
Suad öyle düşünmüyordu “Beyefendi engel olursa?” diyordu. Süreyya, yavrusunu korumaya
hazırlanan bir canavarın heybet ve öfkesiyle bakarak: “Ne?” dedi. Kibirle omuzlarını kaldırıyor “Ben
artık okula gitmiyorum” diye gülüyordu. Sonra arabaya bindikleri zaman Süreyya fildişi yuvasını
anlatmak sevdasıyla her şeyi unuttu. O kadar coşku ile anlatıyor, Suad da biraz önceki üzüntüyü
unutarak öyle sevinçli ve şen görünüyordu ki, Necib bile kendine: “Bunda sana ait ne var?” diye
içinden yükselen zehirli sesini unutarak olayın akışına kapıldı.
Süreyya övdükçe, Suad, Necib’e dönüyor: “Gerçek mi Tanrı aşkına, gerçek mi?” diye soruyordu.
Evet, hep gerçekti, bu fildişinden yuva Boğaz’ın üstünde kavakların yanında, Yenimahalle’nin bir
köşesinde bütün görünümü fildişinden yapılmış kadar temiz, parlak Pazarbaşı’nda idi. Otuz yedi
liraya tutmuşlardı. İçerisi yarım döşeliydi. Süreyya: “Suad, piyano da var.” diyordu. Bunların hepsi
Suad için bir sevinç oluyordu. Süreyya, oranın sakinliğinden, gölgesinden, manzarasından coşkuyla
bahsediyor, söyleyeceği şeylerin çokluğundan eksik anlatarak: “Deniz kapısının önüne kadar geliyor
Suad, bilsen...” diye sevincinden taşıyordu. Sonra Suad, Hacer’in nasıl mosmor kesildiğini:
“Karısının parasıyla yazlığa giden...” Süreyya’nın, artık gözünden düştüğünü nasıl söylediğini anlattı.
Süreyya kızarak: “Niçin? Kocanın parası başka, karısının parası başka mı olur...” diyor ve
zalimleşerek “Herkes onun kocası, her kadın kendisi mi?” diye söyleniyordu. Suad, eliyle ağzını
tutarak susturmak istedi. Süreyya, haksızlıklara böyle acı karşılık verdikçe içi ezilir, onu
sevmemekten korkardı. Necib’e dönerek:
“Düşününüz, Necib Bey!” dedi. “Biz gidince yalnız kalacak, büsbütün yalnız... Zavallı kız, ne
yapacağını şaşırıyor... Sonra...”
Süreyya, Suad’ın sözlerini kendi fikirleriyle tamamladı:
“Sonra... Sonra da kıskanıyor... Niçin bir şeyi kendi ismiyle söylemezsiniz? Kıskanıyor... İşte
kıskançlığı onu şirret, hain ediyor... Bunda acınacak ne var?”
Köşke geldikleri zaman kapının önünde Hacer’le Fatin’i gördüler. Fatin iki eli göğsünde,
pantolonunu çekerek ve gözlüğünün üstünden bakıp yılışarak: “Maşallah, efendim, Boğaziçi’nde öyle
mi?” dedi.
Yukarda, balkonda hanımefendinin sesini duydu: “Allah güle güle oturmak nasip etsin... Nerede
tuttunuz bakayım?” diyordu.
Süreyya, Fatin’e omuz kaldırıp annesine cevap verdi:
“Hele yemek yiyelim, uyuyalım da... Rüyayı o zaman görürüz... Ne kadar sabırsızsınız!”
Hacer, öfkesine yenik hâlde birden atladı:
“Ah, ben biliyorum canım... Bana Behice Dadı söyledi. Hatta bak yengem de yalanlayamıyordu,
ama şimdi hep beraber oldular, elbirliğiyle saklayacaklar... Fakat ben biliyordum, bugün onlar
Boğaziçi’ne gittiler, ev tuttular... Dün para gelmiş...”
Fatin kahkahayla gülüyordu. Süreyya, Hacer’e dönüp öfkeli bir tavırla: “Çok iyi, küçükhanım,
diyelim ki öyle olmuş! Bunda ne var? Siz de o kadar istiyorsanız, beyiniz de size tutsun...” dedi. O
zaman, Fatin’in, pantolonunu bir kere daha çekip sessizce içeriye kaçtığını görerek, hep birden
güldüler.
Yalnız kaldıkları zaman, Süreyya: “Aman kaçalım, yarından tezi yok kaçalım...” diyordu.
Suad; “Dur bakalım, izin alalım bir kere...” dedi. Süreyya: “Kim? Ne? İzin mi? O niçin?” diye
söylenirken hanımı: “Yok, ben kimseyi darıltmaya razı değilim. Sen o işi bana bırak!” dedi. Sessiz,
gülümser bir hâlde gidip beyefendi ile hanımla görüştüğü görüldü. Dönüşünde: “Yalnız Hacer... Onu
ne yapacağız” diyordu. Anlamayarak yüzüne bakan iki erkeğe kederle: “Onu da götürsek...” diye
yalvarıyordu.
Süreyya, birden fırlayarak haykırdı: “Ne? Fatin’i de mi?”
Buna bir karar vermek için görüşüyorlardı. Bu, geç saatlere kadar sürdü. Yatmak zamanı gelince
Necib: “Artık ben de yarın iniyorum.” dedi. Suad’a bakarak: “Bana başka hizmet var mı?”
Suad, gülüyordu “İzin mi? Bir şartla” diyerek kocasının yüzüne baktı. Süreyya da gülerek: “Evet,
taşınır taşınmaz postu bizim eve sermek şartıyla...” dedi.
Ertesi sabah kalktıkları zaman, Süreyya’nın anlattığına göre, gece köşkün öbür köşesinde kıyametler
kopmuştu. Hacer, kocasını onlar gibi yalı tutup Boğaziçi’ne gitmeye zorlamış, o tabii ki teklife kulak
asmamış... Süreyya “Yüreğine inmiştir” diye gülüyor, fakat sonra kızıyordu. Bunun üzerine
atışmışlar, Hacer’e fenalık gelmiş, bey, hanım hep oraya koşmuşlar; Fatin ısrar etmiş. Daha
zorlanırsa rahat edeceği bir yere gitmekten başka çaresi kalmadığını söylemiş...
Süreyya: “Katırı görüyor musun, katırı!” diyor, sonra babasının barıştırıncaya kadar nasıl
uğraştığını söyleyerek “Çeksin yeridir!” diyordu. “Araya araya bulduğu yakutu şimdi görsün...”
Çünkü o kızı evlendirirken bir gün öyle söylemişti: “Hanım aradım aradım ama öyle bir yakut buldum
ki...” Süreyya, bunu anlatarak: “bulduğu yakutu şimdi nargilesinin marpucuna oturtsun da...” diyordu.
Suad, darılarak “Bey, bey!” dedi.
“Peki, sustum, sustum ama haydi kaçalım bakayım... Çünkü artık onların yüzünü görmek
istemiyorum...”
Suad yalvararak:
“Yok, sen bir kere Hacer’e söyle... İstediği zaman gelsin... Söyleyeceksin değil mi?”
Kocasından uygun cevabı almadan işe başlamadı. Necib kendilerine veda edip ayrılırken Süreyya,
Hacer’le konuşmak için odasına gidiyordu.
Bir daha on gün sonra Beyker’in[2] önünde rastladılar. Necib, Beyoğlu’na doğru yürürken,
arkasından birinin kolundan tuttuğunu hissetti. Dönünce Süreyya’yı gördü:
“Ooo, nereden böyle?”
Öbürü elinden tutup Beyker’e doğru yürüyerek:
“Ya sen?” dedi. “Kırklara mı karıştın, ne oldu? Bizi yarı yolda yalnız bırakmak...”
Necib, özür dilemek için söz bulamıyordu. Dükkâna girmişlerdi. Süreyya çırağa bir şey sordu.
Sonra öne düştü, içeri yürürlerken:
“Görüyorsun a! Masraf, masraf... otuz beş-kırk lira derken yalı bize altmış liraya oturuyor.” dedi.
İçerideki ipekli kumaşlara bakmaya başladı. Bir taraftan anlatıyordu:
“Ama gelsen de bir görsen... Ha, gerçekten, ne zaman geleceksin? Bekleyip duruyoruz... Ah Necib,
biz bağda meğer cehennemdeymişiz. Ne yer, ne yer! Ben ilk baktığımız gün bu kadar güzel
bulmadımdı. Sabahları, ya akşamları... Hele öğleden sonraki güzellik... Akşamüstü Suad’la beraber
çıkıyoruz. Ne görüntü, ne görüntü! Bir kere Büyükdere’ye gittik... Daha istediğimiz gibi gezemiyoruz
ki, iyice birleşemedik. Ev tamam olsun da uzun gezilere çıkacağız... Sen de gelirsin... Etraf hep
gezilecek, tanınacak... Beykoz var, kavaklar var, Yuşa, bentler...” Ve para verip çıktığı zaman Necib
de beraber tünele doğru yürümeye başladılar.
Süreyya sordu:
“Sen ne yapıyorsun bakalım?”
Gerçeği söylemek gerekirse, Necib bunalıyordu. Fakat öyle söylemedi. “Şöyle böyle” dedi. O da
yarın adaya gidecekti. “Orası şimdi artık çiçek gibidir.” diyordu. Sonra kendi de kendini
isteklendirmek istermiş gibi: “Mayıs, belli a! Büyükada’nın tam mevsimidir!” dedi.
Süreyya gülerek:
“Mayıs, Boğaziçi mevsimidir. Azizim, Boğaziçi! Sade Mayıs değil, bütün sene... Sanıyorum ki,
oraları kışın bile güzeldir. Bir rüzgârı var, aman Ya Rabbi! Bir rüzgâr var, Necib! O temiz rüzgâr
başka nerede bulunabilir? Sizin adanıza gelen rüzgâr bütün boğazın üstünden geçip kirlendikten sonra
size gelir. Beni abartıyor sanıyorsun ama geldiğin zaman göreceksin ki, hakkım var, oraya
gittiğimizden beri ne kadar fark ettiğimi ben bilirim. Suad bile bambaşka oldu. Bir neşe geldi, bir
hayat geldi... Sabahları demir gibi kalkıyoruz, sonra, sana bir şey söyleyeyim mi? En sevdiğim hâli
rahatlığı... Ne Fatin var, ne Hacer var... Yapayalnızız!”
Necib rahatlayarak: “Gerçek, onu ne yaptınız? Kandırabildiniz mi?” diye sordu.
Süreyya öfkeyle:
“Bırak şu zavallıları!” dedi. “Bana inan Necib? Acizlik yalnız yaşlılarda değil, asıl gençlerde...
Bilemezsin bu kadınlar kötü olunca ne kadar kötü oluyor. Kendisine barışmak için gittim de bana ne
cevap verdi, biliyor musun? İmkânı yok... Bana karımı çekiştirdi, evet bana Suad’ı... Anlıyorsun ya!
Dur, şuraya girelim de, biraz kurdele alacağım... Belli, kadın işleri bitip tükenmez... Fakat şikâyet
etmeye gelmiyor, azizim; hain şeyler pek pahalı, ama onlarsız elbise de bir şeye yaramıyor...”
Süreyya, böyle gamsız kuşlar gibi gevezelenerek her şeyden hiç sakınmadan anlatırken, Necib
mutluluk olan bu şeylerden yoksun geçen kendi hayatını düşünüyordu. Tünel’e geldikleri zaman
Süreyya “Artık bana müsaade...” dedi. Onu çeyrek geçe Yeniköy’e doğru giden vapura yetişmek
istiyordu. Arkadaşının elini sıkarken “Ey, ne zaman?” dedi. Necib, kararsızdı.
Süreyya:
“Karışmam” dedi. “Sonra Suad’ı darıltırsın... Onda, bilsen ne hazırlıklar var... Senin için ayrıca bir
oda hazırlıyoruz... Görüyorsun a! Gelmek, bir görev oluyor. Ne zaman gelsen evdeyiz... Haftada iki
gün İstanbul’a inmek istiyorum, ama daha karar vermedim... Bir de sandal bulduk, onu da alırsak,
gelsin keyif... Gerçi sen sandalcılığı sevmezsin... Ooo, düdük öttü, adiyö!..”
Koşuyordu, Necib birden hatırlayarak arkasından seslendi: “Selamları unutma...”
Süreyya: “Şüphesiz, şüphesiz...” diye kayboldu. Necib dönerek kalabalığa karıştı. “Kim der ki, şu
adam beş senelik bir kocadır!” diyordu. Bu kendisinin hayat ve evlilik hakkındaki bütün felsefesine
zıt bir hâldi. Fakat işte olmuştu. Ve hayalinde Süreyya’yı görüyor, Suad’ı beklerken görüyor, yine
onların mutluluk ve huzur ile gelecek gecelerinin yanında kendi geçireceği gecenin acılığı şimdiden
kalbine çöküyordu. Birden: “Adam sen de, bunlar hep kuruntu!” dedi. “Onun yerinde ben olsam ilk
haftadan bunalırım... Zaten ben hiçbir şeyden memnun olmamak kısmeti ile doğmuş değil miyim?”
Bununla beraber o pazar, adaya gideceğine oraya gitti. Ve o vapur, Boğaziçi’ne acele giden halkla
taşarak, köprüden ayrılıp Boğazın mavi sinesine gömüldükçe bu kendisi için bir ferahlık, git gide
çoğalan bir açılma oldu. Etrafına bakarak hep neşeli ve gülümser bulduğu yolcuların baharla
sarhoşlaşan hayatları, sevinçleri arasında bir zevk bir hayat hissediyor, geniş nefesler alarak kırların
birbirine çarpan yeşilliklerinin renk renk çiçeklerinin taze kokularıyla bir dirlik, bir faaliyet ve
coşkuya boğuluyordu. Bütün mahzunluk ve sıkıntısı Beyoğlu’nun karanlık sokaklarında kalmıştı. Her
yüzde bir neşe vardı. Vapurun üst güvertesini dolduran halk içinde, kadınların hepsi ona, bugün
beğeniye değer bir güzellikte görünüyordu. Sahil binalarının birbirini izleyen ve aralıksız hızından
yarı sersem, gözünün önünde kaynayan şu coşkulu hayatta yarım uykudaydı. Vapur, iskelelerde
yolcularını boşalttıkça bir nefes alıyor biraz hafifliyordu. Büyükdere son ziyaretçi kafilesini de alıp
vapur âdeta boşaldığı zaman Necib kendini topladı. Şimdi nasıl bir neşe, iyi niyet ve temiz kalple,
nasıl bir mutlulukla karşılanacağını düşünerek seviniyor, gülüyor, sonsuz bir memnuniyetle telaş
ediyordu. Yalıya doğru yaklaştıkça bu telaş, heyecan oluyor, Suad’ı, Süreyya’yı şimdiden görerek
kalbi çarpıyordu.
Önce onu Suad gördü. Eliyle işaret ederek içeri seslendi. O zaman pencerede karı-koca ikisinin de
başları göründü. Süreyya, uzun bir “Ooo” ile selamladı. Kapıyı hizmetçi kız açmıştı. İçeri girer
girmez kendini, merdivenden koşarak inen Süreyya’nın karşısında buldu. Bu sevinçli bir karşılama
oldu. “Oh, ne iyi ettin de geldin!” diyordu. Yukarı çıkmışlar, Suad’a kavuşmuşlardı. Kendinin bugün
geleceğini umduklarını söylüyorlardı. Necib, merak ediyor “Nasıl?” diyordu.
Süreyya açıkladı:
“Hava sabahleyin o kadar parlak, o kadar nefisti ki, “Suad ‘Bugün bey belki gelir’” dedi... “Ah
sabahları erkenden buradaki güzelliği, temizliği anlatmaya söz bulamıyorum. Denizin güzelliğini,
duruluğunu, yeşilliğini, nihayet şu Boğaziçi sabahının el değmemişliğini görmeli, Necib... Fakat
bugün adaya gideceğini bildiğim için ümidimizi kesmiştik... Bununla beraber bilmem niçin, yine
umuyorduk.”
Gülerek, hanımına baktı:
“Hatta Suad hazırlıkta bile bulunuyor. Belli, artık o ev kadını oldu.”
Suad kızarak yarı çıkışma ile: “Fildişini beyefendiyi konuk kabul edecek bir hâle getirmeye
uğraşıyorum...” dedi.
O zaman Necib anlatmaya başladı:
“Gece Beyoğlu’nda ne kadar bunaldığını, bugün adaya gitmek istediği hâlde, oraya gidip birtakım
renksiz yüzler, ilgisiz dostlar, yabancı kalpler göreceğine, gelip fildişi yuvalarındaki dostlarının
konuğu olmayı seçtiğini” söyledi...
“Ah görseniz artık” diyordu... “Görseniz artık Beyoğlu ne kadar dayanılmaz hâle geldi. Sabahları
yine biraz serince oluyor nem biraz işe yarıyor. Fakat sabahları da Beyoğlu’nun o baş ağrıtan satıcı
gürültülerinin evlerin içinde nasıl çınladığını bilseniz... Sonra öğle oldu mu durmak, oturmak,
mümkün değil. Toz, güneş, ter! İnsan boğuluyor, boğuluyor! Onun için, buralara gelen insan bir köye
geliyor sanki. Hele bu Yenimahalle... Gerçekten fildişinde yuva... Uzak, uzak... Sanki kaçmış,
kaybolmuş... Ah, buraya gelip dünyayı unuttuğunuza ne iyi ettiniz!”
Süreyya, başarısının verdiği mutluluk gülücükleriyle ekledi: “Unutmuş ve unutulmuş, değil mi?”
Sonra Necib’i elinden tutarak: “Hele, şimdi gel de sana kafesimizi gezdirelim, servetimizi gör... Bir
kere balkonun olduğu odaya gidelim de bak manzaraya...” dedi. Bir merdiven çıkarak deniz
üzerindeki salona girdiler. Burası neredeyse evin genişliğinde bir oda idi. Panjurları açınca önce bir
ihtişam bolluğu içinde gözleri kamaştı. Suad ilerleyerek, balkona çıkan orta kapıyı da açtı. Üçü
birden balkona geçtiler. Saçaklardan içeriye giremeyen güneş, beyaz, coşkulu bir parlaklıkla balkonu
kaplıyor, odayıysa ilerledikçe gölgelerle yayılan bir gösterişe boğuyordu. Dalgaların oyunlarıyla
hareketlenen güneş ışıkları bile denizin içinde gümüşî bir beyazlıkla yıkanarak gizli saklı
yakıcılığıyla gülücüklerini billur gibi saçarak doğuyordu
Süreyya: “Asıl buraya bak” diyor, karşısında Anadolu-kavağı’ndan başlayıp Beykoz’a, hemen
yanında görünen Paşabahçe’ye ve Çubuklu’ya kadar uzanan o Boğaz çizgisi, Avrupa yakasında ise
Yeniköy’den başlayıp bütün Tarabya’yı, Büyükdere koyunu takiple Mesarburnu’na gelen bu sahiller
arasındaki büyük, geniş gölü gösteriyor, eliyle işaret ederek “Nasıl! Tıpkı bir göl, değil mi?” diye
soruyordu.
Necib:
“Oh! Pek güzel gerçekten!” dedi.
Balkonun kenarına kadar ilerlemişti! Hafif bir rüzgâr okşayışıyla püsküren küçük dalgalar güneşin
altında renkli ama biraz baygın, hâlsizce serilivermiş, gümüşten bir vadi gibi parlıyor, sahillerin
üstünde bakışları çekmeden sürüklenerek ufukları yaran tepeler, her biri başka gölgeler, dumanlar
altında, havasının ateşten titrediği hissedilen eflâtun, kurşunî, sarı dağların çizgileri, en sonunda geniş
bir denizin ışıkları içinde ufka dökülen hayali adaları gibi şüpheli, yumuşak bir ateş, beyaz üzerinde
titreşip genişleyerek uzuyordu.
Süreyya tekrar ediyor, “Nasıl, muhteşem değil mi?..” diye soruyordu. Sonra birden alevlenerek:
“Ya bu rüzgâr!” dedi. “Sorarım sana, bu rüzgârı başka nerede bulabilirsin, Necib? İmkânı var
mıdır? Bu temiz, saf, Suad’ın dediği gibi köpüre köpüre esen rüzgârı... Şu hoşluğa, şu tazeliğe, şu
hayata bak Allah aşkına... Bağ diye gidip o cehennem ocağına tıkılmak, yazık değil mi?”
Necib oraya, bir büyük saksının yanına konulmuş geniş bir hasır koltuğa oturarak: “Muhteşem,
muhteşem!” diye tekrar etti.
Karı koca memnun, mutluluktan gözleri gülerek birbirlerine bakıyorlardı.
Suad: “Daha bu ilk memnuniyetin arkası alınmadı” dedi. “Her gün başka bir güzellik var.”
Süreyya, bir minnet bakışıyla Suad’a baktı:
“Ah, bütün bunların senin sayende olduğunu düşündükçe... Benim sevgili karıcığım!”
Suad elini tutmak için uzanan ellerden kaçıp bir gücenme gamzesiyle:
“Bak yine söylüyorsun” dedi. “Şu iğrenç kelimeyi yine tekrar ediyorsun.”
Süreyya gülüyor, çırpınıyor: “Ne yapayım, unutuyorum... Affet Suad...” diyordu. Sonra Necib’e
döndü: “Bir türlü kendimi alamıyorum. Hâlbuki ‘karıcığım’ sözü bizim hanımefendinin en büyük
zıddı...”
Necib, bu küçük ailenin gizli meclisinde yarı dalgın, derin bir acıyla kendi kendine “Evet, insanın
bir karısı olup da, onu Suad ismiyle çağırmak mutluluğu...” diye hayıflanıyordu.
Süreyya, sonunda Suad’ın elini almıştı, Necib’e dönüp:
“Evet, kardeşim” dedi. “Biz artık Boğaziçi’nin mutlu bahtiyarlıklarından çılgın kuşları! Bununla
birlikte bu mutluluk ara sıra gagalaşmamızı engellemiyor. Hele ben... Düşün ki artık her şeyime itiraz
olunuyor. Hatta hamaratlığıma bile...”
Suad hakkını ispat için telaşlanarak:
“Ooo, hele ona...” dedi. “Hele büroya gitmeye kalkmaz mı?
Süreyya, şaka yapar gibi yine hep Necib’e anlatıyordu:
“Ey ne yapalım? Para kazanmak gerekli değil mi? İşte pekâlâ görülüyor ki, ana-baba adama para
vermiyor. Halbuki her yıl insan karısının parasına boyun eğmez a!.. Ev tutulunca neyse... Fakat
karısının ekmeğine!..”
Suad başını uzaktan gelen bir sesi dinleyen kuş tavrıyla eğerek yarı gülümser bir çıkışmayla
dinliyordu. Sonra, birdenbire kıpkırmızı kesildi. “Devam edersen, devam edersen...” diye eliyle
tehdit ediyordu. Süreyya bir elini bırakmadığından darılmış da kurtulmak istiyormuş gibi
çırpınıyordu. Siyah gözlerinde sert bir öfkeyle, kurtulmak için uğraşıyordu.
Süreyya:
“Haklı değil miyim, Necib Bey? Pekâlâ, ister misin şimdi Necib’i hakem tayin edelim...” diyordu.
Suad, sonunda yenilip, kabul etti:
“Pekâlâ, ben onun insafından eminim. Fakat önce ben anlatacağım.”
Küçük bir inat başladı. İlkin hangisinin önce anlatması gerektiğini kararlaştırdılar. Suad o kadar
süre her gün evde oturmaya alıştırdıktan sonra şimdi özellikle, “Asıl şimdi konuğumuz yeni geldiği
için çıkıp kırdan, bahardan, buradan faydalanacağımız yerde her gün İstanbul’a inilir mi?..” diye
şikâyet ediyordu.
Süreyya, gaddar, çocukluk ederek:
“Niçin inilmesin?” diyor, gülerek hâlâ Suad’ın elini bırakmıyor, hizmetçi kızın balkon kapısında
görünüp işaret etmesi üzerine Suad büsbütün kurtuluş çaresini bulmaya çalışıyor, Süreyya:
“Olmaz, olmaz, göndermeyiz.” diyordu. “Hem, konuğu yalnız bırakıp gitmek...”
Necib:
“Mademki özel bir işi için...” dedi.
Süreyya çıkıştı:
“İşte ben de ondan bıktım... Buraya geldik geleli bu hain evin işi bitmiyor. İşte ben de bundan
şikâyet ediyorum. O da akşama kadar beraber oturmaya alıştırıp, şimdi burada ev kadınlığını bahane
edip akşama kadar kaybolduktan sonra, benim her gün kaleme gitmeye hakkım yok mu?”
Suad, “İşim var, canım!” diye darılıyordu. Sonunda, darılmakla işi halledemeyeceğini anlayınca
yalvarmaya mecbur kaldı: “Allah aşkına bırak!..” diyordu. Gözleri boyun eğişle parlamış, perişan
bakıyor, dudakları titreyerek yalvarıyordu. “Gideyim bakayım, bırak... Allah aşkına bırak...”
Süreyya, çabuk geleceğine yemin edene kadar bırakmadı. Ve iki erkek yalnız kaldıkları zaman,
Süreyya karşısındaki koltuğa arka üstü yatıp şimdi yarı hüzünlü:
“İşte böyle, kardeşim. Sana yemin ediyorum ki onsuz kalsam ölürüm” dedi.
Sustular. Rüzgârın sadece öperek geçtiği sakin dalgaların çakıllar arasındaki oyuklardan çıkardığı
sesle uyuşturucu bir hırıltı oluyordu. Bu ses denizin yankılarıyla o kadar uyumluydu ki ondan çıkıyor
zannedilirdi.
Necib: “Demek her gün böylesiniz...” dedi.
“Evet... Fakat sade bu değil... Hele kalk da bak, ne güzellik Necib, ne güzellik...”
Necib birden acı bir kederle geceleyin Beyoğlu’na dönmek zorunda olduğunu hatırladı ve “Vah
vah!” diyerek Süreyya’ya bunu haber verince o, koltuğundan fırladı:
“Ne?.. İmkânı yok... Vallahi billahi olmaz. İnsan Boğaziçi’ne gelip böyle hemen dönmeye kalkarsa
cinayet işlemiş olur ve her cezaya layıktır.”
Necib söz verdiğinden bahsederek affedilmesini rica ediyor, Süreyya, inatla: “Koyuvermeyiz...
imkânı yok... Suad mümkün değil razı olmaz...” diyordu. Bu kadarla Necib’i ikna etmiş gibi daha
önce konuştuğu konuya devam etti. Buradaki hayatlarını anlatmaya başladı.
O asıl, sabahları seviyordu. Şu anda oturdukları odanın üstünde yatıyorlardı. Önce güneş, -o
cehennemî güneş- o siyah dumanlı, insanın belini büken güneş değil, kız gibi saf ve taze bir güneş
gelip odaları aydınlatıyor “uyanın” diyordu. Sabahlara kadar deniz, insana gizli ve neşeli bir ninni
söylüyor, bazen kızarak gürlüyor, köpürüyor, fakat çoğunlukla böyle sakin, bir kuzu gibi bezmiş ve
uslu... Suad her gün bu güneşle uyanıyor, sıçrayıp camları açıyordu. O zaman içeriye sabah, hayat,
neşe, özellikle gençlik; her şey bu güneşle beraber, sadece denizin sesleriyle odalarına ve kalplerine
hücum ediyordu. İnsanı gelip koklayarak ısıtan, denizin canlılığıyla serin bir sıcaklık veren güneşle
yıkanıyordu... İşte Süreyya buna doyamıyordu.
“Bazen Suad bir şemsiye, ben bir baston alıp çıkıveriyoruz. Burada ağaçlıklar, korular falan yok
ama şu arkada kavağa giden ince bir çoban yolu var. Oraya çıkınca Karadeniz görünüyor. İşte o her
şeye bedel.”
Eğer Suad’ın bu ev deliliği olmasaydı daha uzaklara gideceklerdi; fakat o inat ediyor, mutlaka, her
yemekte kendi eliyle hazırlanacak bir şey, kontrol edecek bir şeyler, yapılacak işler buluyordu.
Özetle bu güzel sabahtan sonra sofra başına geçip, karısını karşısına alıp da sessizlik ve içtenlikle
yemeğini yerken hayatın tadı son dereceyi buluyordu.
Süreyya, bunu söyledikten sonra göz kırpıp: “Öyle mi sanıyorsun? O hâlde öğleden sonranın
güzelliğini unutuyorsun...” diye öğle zamanını övmeye başladı. Öğleden sonra buraya, balkona
çıkıyorlar, kamış koltuklara uzanıyorlardı. Sıcaklık çoğalmış, fakat aşağıda deniz hâlâ serin... Denizin
sesinde öyle bir davet müziği çağlıyordu ki, insan kendisini yeşil suların arasında zannediyordu.
Rahatlık bu serinliğin, bu yarı sıcaklığın arasında yavaş yavaş öyle bir dereceye geliyordu ki, yarı
uykuda, yarı uyanık süzülüp gidiyorlardı. Bu böyle iki saat sürüyordu. Sonra gezmeye çıkıyorlardı.
Akşam gezmesine... Bir arabaya atlayınca Büyükdere’ye doğru...
Sonra gece, İstanbul’un en hoş, en süslü, en sakin geceleri... Işığa gerek duymaksızın, göğün denize
yansıyan bütün nurları o kadar şen bir ışık rahatlığı oluşturuyordu ki, o gölgenin içine gömülmüş, yarı
ölü kalıyorlardı. O zaman denizin, gökyüzünün, karşıki kırların anlatılamaz güzellikleri vardı.
Süreyya, uzanmış, sadece ellerini kullanarak, bazense konudan konuya geçmek için biraz durarak,
kelime kelime anlattıkça Necib sessizlik içinde dinliyordu; sonunda Süreyya:
“İşte hayatımız” dedi... “Yemin ederim ki hiç bu kadar mutlu olduğumu bilmiyorum.”
O sırada Suad’ın sesini işittiler. “Şükretmeli, şükretmeli...” diyordu. Süreyya, yattığı yerden
kımıldanarak: “Sen, şükredeceğine buraya bak.” dedi. Eliyle Necib’i göstererek:
“Akşama gidiyormuş!”
Suad, şaşkınlık içinde “Mümkün değil, şaka yapıyorsun!” diyordu. Süreyya, inandırmaya
çalışıyordu. Sonra gülerek:
“İşte bir haber ki, Suad’ın bütün düşüncelerini yıktı. O kim bilir yeni ev kadını sıfatıyla ne
hazırlıklarda bulunmuştu.”
Suad, Necib’le uğraşırken bu söz üzerine dönüp bir kaşını yukarı kaldırarak tehdit eden bir edayla:
“Susmak ne iyi şey!” dedi. Öbür tarafta Necib bile üzüntüyle, kalamayacağını tekrarlıyordu. Süreyya
gülerek, “Bu kadar ısrar...” dedi. Sonra göz kırparak ekledi:
“İleri gitmeyelim... Kim bilir... Beyoğlu bu...”
Sonunda Suad, “Bugün gidip yarın kesinlikle gelmek şartıyla” razı olacağını söyledi. Süreyya “O
öyle ya, bahar bitiyor...” dedi. Kendileri Beykoz çayırına gitmek istedikleri hâlde şimdiye kadar onun
gelmesini beklemişlerdi. Necib, “çarşambadan önce gelemeyeceğini” söylüyor, onlar üsteliyordu.
Sonunda çarşambaya karar kıldılar.
Süreyya, hizmetçinin gölgesini görünce:
“Yemek mi?” dedi... “Koşalım, koşalım... Yemekler darılmasın.”
Suad, bu evin tek kusurunun yemek için aşağı kata kadar inmek olduğunu söyleyerek iniyordu.
Süreyya önden giderken: “Sen babanı bir daha kandırarak birkaç yüz lira vurabilirsen, o zaman
istediğimiz gibi bir ev sahibi oluruz.” diyor, buna hepsi birden gülüyordu.
Yemek odasına girdikleri zaman Süreyya hemen yerine oturup havlusunu açarak “Aman çabuk,
çabuk... Yemekler ağzımıza layık bizim afiyetle yememiz için hazır bekliyorlar... baksanıza, saat beşe
gelmiş...” dedi.
Suad: “Ey, her zaman kaçta yiyoruz?” diye sordu. Süreyya gülerek:
“Evet, ne demek istediğiniz belli... Yani demek istiyorsunuz ki biz her gün aynı saatlerde yemek
yiyoruz. Bunu tekrarlamaya gerek yok; Allah bu çalışıp çabalamanızın hakkını verir inşallah; yalnız
dilerim ki, bu merak son bir bunalımla değişmesin... O kadınlığı yok mu tek bunalımı bu... Doktorlara
yeni bir hastalık daha...”
Suad kırgın bir bakışla, “Birikiyor ama” dedi.
Süreyya, hem yemek alıyor, hem de Necib’e bakarak sözlerine devam ediyordu:
“Ne? Bunalım mı?”
Suad, başını sallayarak: “Hayır, suçlar... Haksızlıklar...” dedi.
Necib, “Omlet şahane...” diyordu. Süreyya gülerek: “Aşçıya kalsa, bize yemek haram olacak...
Bereket versin küçük hanıma... O kendini yoruyor ama kocacığına... Ey, yine kocasına diyecektik...
Ey, yine olmadı, Süreyya’ya, Süreyya’ya...” dedi.
Suad, Necib’e bakarak: “Bunalıma girmemek için sabırdan başka çare yoktur değil mi Necib Bey?
Rica ederim, siz evlenince böyle huysuz bir koca olmamaya çalışınız. Yoksa...”
Süreyya hâlâ alay ederek: “Yoksa ne olacak?” diye sordu.
Suad tereddütle:
“Yoksa... Yoksa... Karınızı mutlu etmemiş olursunuz...”
Süreyya:
“Ooo” diyordu. “O kadarcık mı? Ben de önemli bir şey olur sanıyordum... Necib de benim kadar
bilir ki evlilikte hanımlar erkekleri solda sıfır bırakır... Asıl akıl ermeyen bir şey varsa, o da bu
kadar dikkatli olmanıza rağmen etlerin pişirilirken nasıl simsiyah edildikleridir.”
Suad, gülümseyerek:
“Mademki kocaların mutluluğu gerekli, veriniz onu ben yiyeyim... Zavallı kadınlar!”
Necib:
“Tam tersine zavallı erkekler! Suad Hanım, bir kadının ne olduğunu anlayanlar için asıl zavallı olan
erkeklerdir. Kadın olmayınca erkek hayatının ne kadar kuru, yağmursuz, tesellisiz siyah bir çöl
olduğunu bilseniz... Bunu çoğunlukla erkekler de biliyorlar da, sonradan unutuyorlar... Bir kadının bir
erkek hayatına sadece varlığıyla nasıl şiir kattığını ve canlılık verdiğini, ruhu ortadan kaldırdığımızı
düşünsek bile yalnız vücut için de nasıl büyük bir koruyucu olduğunu bilseniz... Biraz önce bana
buradaki hayatınızı anlatıyordunuz. Sizin her saati geçirmek için değişik mutluluk bahaneleri
bulmanızı, küçük eğlenceler yaratmanızı anlatırken ben yirmi dört saatlik hayatımın nasıl bir
cehennem olduğunu, sonsuz, tükenmez zamanlar yaşadığımı, ilerlemeyen, sürüklenemeyen bir hayat
olduğunu düşünüyordum. Sadece şunu söyleyebilirim ki, ölecek derecede bunalıyorum.”
Suad ve Süreyya suskunlaşmış onu dinliyorlardı.
“...Bilmezsiniz ki Beyoğlu hayatının, hatta eğlence mevsiminde bile nasıl bunaltıcı, nasıl ezici bir
hâli vardır. Önce bin bir renkli bir hayat görünür, hiçbiri birbirine benzemeyen yüzleri var gibi gelir
insana; aslında o kadar monoton, o kadar ruhsuzdur ki, aman Ya Rabbi, görünen yüzler o kadar
aynıdır ki... Gizli saklısı olmayan her şeyin ortalıkta yaşandığı, samimiyetsiz, hiçbir zorluğu olmayan,
kolaycı, yüzeysel ve sade taklitten oluşan bir hayat... Her tanıdığın, görüştüğün insanla müthiş bir
rekabet, bir mücadele, bir düşmanlık... Hiçbir eli dostça sıkmazsın ki, mümkün olsa seni bir çukura
itmeyeceğine emin olamazsın. Hiçbir ses işitmezsin ki, seni kalleşçe, alayla anmasın...
Tanıdıklarından hiçbirinin seni çekiştirmeyeceğinden asla emin olamazsın... İkiyüzlülük, alay,
kendini beğenmek, bencillik... Bu aç kurdun elinde bütün yüzler morarmış, bütün gözler bulanmış,
herkesin başarısı öbürlerinin ayakları altında ezilmesiyle ortaya çıkacakmış gibi bir çekememezlik,
bir kin. Kimse kimseyi beğenmez, üstünden başından tutunuz da konuştuğu Fransızcaya kadar her şey
alay için bir sebeptir. Zaten hep sahtekârlıktan ibaret olan bu Paskal [3] yüzünde göz dudağa, dudak
çeneye güler... İğrenç bir şey özetle...”
Süreyya, lokmasını hazırlamakla uğraşıyor: “Bununla beraber, reddedemezsin ki kadınları bir
şahanedir...” dedi.
“Evet, genellikle kaldırımlardan geçerken mağaza bebekleri gibi görünce... Beyoğlu tiyatrosunun
gezgin aktrisleri... Hepsi öyledir. Kendi hayatlarını oyuncular gibi unutmuşlardır. Onların ruhlarını
arayacağınıza kutup keşfine çıksanız daha iyi olur. Bilir misin, şahane kadınlar hangilerdir? Temiz
ruhlular! Sana gerçekten söylüyorum Süreyya, Suad’ının kıymetini bil...”
Süreyya yarı kızarmış Suad’a yan bakıyordu. İkisi arasında derin bir bakışma oldu.
Sofradan kalkıldığı zaman Necib kendi kendine: “Ah herkes böyle olsa... Herkes mutlu olsa...”
dedi. Başka bir yerde olsaydı şu güzel isteği pek alaycı bulurdu. Fakat bu mutluluk ve samimiyet
içinde bütün eğilimleri ve alışkanlıkları kayboluyor, zalim, hain, kötü hayatını unutuyor, hiddet ve
korkusunu unutarak değişiyor, başka, bambaşka iyi bir adam oluyor ve sonra bunu fark ederek
şaşırıyordu. “Ah insanlar! Şu insan kalbi!.. Yüz bin manalı bir düğüm... İçinden çıkmak mümkün
değil...” diyordu. “Acaba kötülük gibi iyilik de bulaşıcı mı?” diye düşünüyordu. Tekrar balkona çıkıp
da köşelerde bulunan yeşilliklerin altındaki uzun sandalyelerden birine otururlarken, Süreyya, “Aman
Suad gelmeden bir sigara tellendirelim...” diyerek kutusunu verdi. Henüz sigaralarını yakmışlardı ki,
Suad göründü. Balkona çıkmayarak kapıdan: “Dehşet, dehşet, yine mi duman, yine mi?” diyordu.
O zaman tütünden konu açıldı. Sigara Suad’ın en sevmediği şeydi. Süreyya savunmak istiyordu.
Necib dedi ki:
“Yok, Süreyya, sigara inatlaşacak kadar önemli bir şey değil. Bana öyle geliyor ki, evli olsam ve
tütünüm şikâyet sebebi olsa...”
Süreyya garip bir bakışla:
“Galiba sen yine bir şey yumurtlayacaksın Necib?..”
Necib gülümseyerek sözünü bitirdi:
“Elimden sigarayı, cebimden paketi, kendimden de bu pis âdeti kovsam...”
Süreyya, zevkle sigarasından bir nefes daha çekerek, ağır ağır dumanlarını savuruyordu:
“Ne güzel düşünce... Yalnız bir eksiği var ki, uygulanması mümkün değil...”
“Azıcık fedakârlığa razı olmayınca hiçbir şeyin yürümesi mümkün değildir.”
Suad korkarak: “Yok, ben fedakârlık derecesine çıkan şeylerden bahsetmiyorum...” diyordu. Ve
piyano konusu geçinceye kadar hep bağdan, bağdakilerden konuştular. Bu oldukça neşeli bir konuşma
oldu. İki laftan birinde Fatin ile beyefendi ortaya çıkıyor, Hacer’in sesi işitiliyordu. Sonra Necib,
Suad’a piyano çalması için rica etti. “Demin Süreyya anlatırken özendiğim bu mutluluğa erişmeyi çok
istiyorum lütfen benim de ömrüme bir gün katın!” diye rica etti.
Suad yarı naz yarı sızlanmayla, uzun süredir piyanosundan uzak durduğunu, hâlâ barışamadığını,
notaların karmakarışık olduğunu söylüyordu. Sonunda piyanoya geçmek gerektiğini düşündü ve
başına oturdu. İki erkek balkonda kalmışlar, salondan gelen piyanonun sesini dinliyorlardı. Süreyya,
rüzgârın bir süre nazlanıp esmediği bu sıcaklık anını, her gün öğle vakitlerinde yaşanan bu bekleyişi,
serinliğin bitip de her şeyin susadığı, küçük bir rüzgâr kıpırtısının beklendiği zamanı hatırlatarak:
“Görüyor musun?” diyordu.
Bu saatlerde deniz, sakin, durgun bir havuz hissini vererek, sıcak güneşin altında kurşun gibi yavaş,
uzayıp gidiyordu. Sıcaklık rüzgârlı hava için titrek ve renkli görünüyordu. Rahatlık, öyle bir dereceye
gelmişti ki, gözleri ağırlaşmış, görüntüleri yalnız kirpiklerin arasından süzülen bir bakışla
görüyorlardı.
İçeriden bazen piyanonun damla damla koşuşan, bazen birbirine karışarak yavaş yavaş yükselen,
sonra bir bir süzülerek ölen sesleri devam ettikçe aklın üstünde bir tür sarhoşluk onu kaplamaya
başladı.
La Traviata’dan bir parça ile başlamıştı. Fakat Necib sonrasını hatırlamıyordu. Bir Andaluz
serenadı gibi geliyordu. Sesler kâh billûrî bir ahenkte dolaşarak, kâh mateme sürükleyerek, kâh
heyecan ve canlılıkla yükselip yükselip sonra ümitsizlik ve korku ile dökülerek devam ettikçe rüyası,
hayali karanlıklara karıştı. Ne olan biteni fark edebiliyor ne de bir şeyler hissedebiliyordu. Sanki
yaşamıyordu.
Birdenbire saatin sesini işitti ve birdenbire uyanıverdi. Süreyya sandalyesine uzanmış, gözleri
kapanmış, dalmıştı. Piyano hâlâ ağır ağır, derin bir hüzünle inliyordu. Teşekkür etmek için içeri girdi.
Suad, onu görünce gülümseyerek: “Müziğime yazık oluyor değil mi?” dedi. Necib, tam tersine
anlamında başını sallıyordu. Çaldığı hava bittiği zaman Suad tekrar şikâyet etti. “Piyanonun önünde
en iyi öğrendiği havaları bile artık şaşırdığını...” söylüyordu.
“Hele notalar” diyordu. “Görseniz ne hâlde... İçinden çıkmak mümkün değil... Yaramaz çocukların
kitapları gibi olmuş. Birçoğunu bulamadım, karıştırıla karıştırıla birbirine girmiş... Bilmem bazıları
da ötede mi kaldı, konakta mı?”
Necib notalara göz gezdiriyordu; bunların çoğu ünlü Avrupalı müzisyenlerden fanteziler,
potpurilerdi. Fakat o kadar harap bir hâlde, o kadar eksikti ki, kendi kendine İstanbul’dan gelirken
mutlaka birkaç yeni hava getirmeye karar verdi. O zaman aklına tekrar İstanbul’a geri döneceği geldi,
saatine bakarak:
“Ooo, saat sekiz buçuk... Acaba vapur kaçtaydı?” dedi.
Suad’ın şikâyetle karışık bakışı önünde yarı kararsızlıkla: “İnanın ki...” diye başladı. Burada
kalmaması gerektiğiyle ilgili sıraladığı bütün sebeplere inanmış görünen Suad: “Bari sizi Tarabya’ya
kadar uğurlayalım.” dedi. Sonra bağırarak dışarıya seslendi. Cevap alamayınca sesini daha da
yükselterek “Bey, Bey, uyuyor musun?” diyordu.
Şimdi rüzgâr çıkmış, balkonun bir tarafındaki tente çırpınarak patırdıyor, denizden gelen ferahlatıcı,
ona has koku ve akıma rüzgâr da eklenince tente neşeli müzikler mırıldanmaya başlamıştı. Süreyya
uyandığı zaman Suad’ın fikrini pek uygun bularak: “Ne iyi, ne iyi” dedi.
Süreyya, Necib’in bu davranışının hainlikten başka bir şey olmadığını ileri sürüyor: “Şimdi kalk
sen, daha sabahleyin sızlandığın o miskin, tozlu hayata gir...” diyor, sonra Suad’a göz kırparak: “Daha
doğrusu akıl da ermez... Yemin edebilirim bu gece tam bir masumiyetle kız kardeşinde kalmak üzere
kaçmıyorsan... O tuzlu Beyoğlu’nun örümcekli apartmanına... değil mi?” gibi şakalaşmalara
dönüyordu.
Necib, Suad’ın yanında sıkılıyor, gözüyle işaretler ederek susturmaya uğraşıyordu.
Suad:
“Karar verildi, değil mi beyler?” dedi.
Beş dakika izin isteyerek çekildi. Süreyya, elbisesini değiştirmek için iki dakika izin aldı. Karı
koca gittikleri zaman yalnız kalan Necib, sabahleyin o kadar çekiştirdiği Beyoğlu’nu şimdi ne kadar
özlediğini düşünerek kendine şaşıyordu. O zaman samimi idi. Şimdi de samimi olduğunu görüyordu.
Kendini böyle birbirine çok ters düşünceler ve davranışlarda bulunup hepsinde de samimi oluşu, onu
cevabını bulamadığı bir bilmece gibi uğraştırır, iki katlı değil, yüz katlı, bir kadın kalbi gibi birbiri
içinde esrarengiz kutular olduğunu zannettirirdi.
Önce Süreyya geldi. “Ben hazırım!” dedi. Suad da hazırlanıp geldiği zaman yol tartışmasına
başladılar. O, Büyükdere’ye kadar yürüyerek gidip oradan bir arabaya binmeyi teklif ediyordu.
Süreyya çarşıdan geçmemek için sandalı tercih ediyordu. İkisinin de fikri bir parça da olsa kabul
edildi, sandal ile Büyükdere, oradan da araba tercih edildi.
Yolda, çayırdan geçerken, Süreyya daha vapura zaman olduğundan bahsederek arabayı Bendler
yoluna yöneltti; iki tarafı ağaç ve çayır olan bu yoldan giderlerken onlara ulaşılamayacak bir
mutluluktan bahseder gibi çiftlik hayatından bahsetmeye başladı. Necib:
“Ne olursa olsun öyle hayatlara gelemem, bana hay huy, gürültü, sersemlik lazımdır...” diyordu.
Süreyya o hayatı abartılarla överek, havadar, sakin geçecek bir çiftlik hayatı için bütün sahte
gösterişleri feda edebileceğini garanti ediyordu.
Necib, Suad’ın Süreyya’ya nasıl baktığına dikkat edip:
“Evet” dedi... “Sizinle gelecek bir arkadaşınız olduktan sonra...”
O zaman Suad’ın gözleri o şefkatli bakışını kaybetmeksizin Necib’e döndü, bu bakış o kadar derin,
o kadar sıcak bir sevgiyle doluydu ki, Necib ruhu eriyor sandı. Bir saniye kadar mutlu bir heyecanla
titredi. “Evet böyle bir bakışla insan dünyanın öbür ucuna gider” diye düşündü. Çöllere gider,
dağlara gider... Onun şimdi terk etmek istemediği hayat, bir çölden başka ne idi? Gölgesiz, susuz,
vahasız; hatta serapsız bir çöl...
Evet, hatta serapsız... Bununla beraber, bazen en önemsiz gülümsemeler, hatta kendine ait olmayan
bakışlar bile ona şiirsel bir taşkınlık verir, canını feda etmek ihtiyacıyla inletirdi. “Ah bu eksiklik
duygusu! İnsan değilim, sanki bir denklemim” diyordu.
Ayrılırken Suad tekrar ediyor: “Çarşambaya, değil mi Necib Bey?” diye soruyor, Süreyya: “Erken
gel de Bendler’e gidelim?” diyordu. Sonra çarşamba günü akşam gelip, ertesi gün sabahleyin ise
Bendler’e gidilmeye karar verildi. Necib, kalabalık içinde vapura girdiği zaman bir kenara geçip
onları görebilmek için iskeleye baktı: Suad elinde küçük kırmızı şemsiyesi, sadece omuzları görünen
siyah çarşafıyla arabanın içinde oturuyor, Süreyya ise o ince boyuyla arabaya yaslanmış Necib’e
bakınıyordu. O kadar mutlu, o kadar güzel görünüyorlardı ki; onların yanında duyduğu mutluluk ve
kalp dinginliğinden onlardan ayrılınca yoksun kalmış olduğunu fark etti. O mutluluğu uzaktan görüp ne
kadar da umursamaz davrandığını, ilgilenmediğini anlamış gibi boynu bükük, böyle ayrıldığına
pişman oldu. Onların salladıkları ellere karşılık verirken “Budalalık ettim” diye hayıflanıyordu.
Onlar küçüle küçüle bir nokta kadar kalıncaysa pişmanlığın yerini sonsuz ümitsizliğin acımsı ama
hafif keyif veren yakıcılığı kaplıyordu, ardındansa yıkıcı bir iç sıkıntısı yerleşiyordu içine. Bu her
yönüyle güzel geceye tercih ettiği Beyoğlu gecesini, buluşacağı kadını düşündüğünde, geceyi miskin,
kadını hayvan buluyor, ama verdiği sözü unutmanın da hainlik olmayacağını düşünüyordu.
“İşte böyle” diyordu; kararsız, arzusuz, boş... Başını salladı “Ve bana evlen diyorlar!” diyerek
güldü.
Birbirlerine karşı, ilk günlerin heyecanına ve rahatlığına benzeyen bir bağlılıkları vardı. Buraya
geldiklerinden beri hayatları hep ferahlıkla, hep yeni isteklerle geçiyordu. Süreyya’nın çocukça
sevinçleri, delilikleri oluyordu. Bu durum Suad’ın kalp ateşinin okşanmaya muhtaç coşkularında
büyük bir mutluluk yaratıyordu. Hayatlarını daha güzel ve düzenli hâle getirmeye uğraştığı için çok
çalışarak yoruluyordu. Sıkıntısız, hüzünden kurtulmuş bir ömür düzenleyebilmek için bu kadar
uğraştıktan sonra, Süreyya’yı böyle yeniden canlı ve neşe dolu buldukça isteklerine eriştiğini ve
uğraşılarının karşılığını gördüğü için mutlu oluyordu. İstiyordu ki, evin içinde hiçbir şey Süreyya’yı
mutsuz etmesin, sızlandırmasın. İlk günlerin hazırlıkları, alınması gerekenler ile meşguliyetler geçip
ev düzene oturduktan sonra artık birbirine benzeyen günler başladı. Fakat bu rutinlik bile, bağda
geçirdikleri günlere bakıldığında çok daha güzeldi, hatta bunda da yeni evlenmiş bir karı kocanın
sıcaklık ve neşesi vardı.
Necib de bu hayatın bir başka neşe kaynağıydı. Yaşadıkları bu güzel günlerin yaşanmasında bir
şekilde kendisi de yardımcı olduğu için orada bulunuşu hepsinin sevincini biraz daha artırıyor
keyiflerini tamamlıyordu. Onun gelişi sevinçle karşılanıyordu, dönüşünü geciktirebilmek için tuhaf
tuhaf sebepler yaratıyorlardı. Necib, ilk gelişinden sonra, kararlaştırıldığı üzere çarşamba günü
akşam vapuruyla geldi. Cuma günü sabahleyin dönmek şartıyla kalacağını söylüyordu. Karı koca bu
iki günü büyük bir sevinçle kabul ettiler. Onlar daha Necib gelmeden geziler planlamışlardı zaten.
Bendler’le, Beykoz’a gitmek istiyorlardı. Suad “Şimdi Bendler ne güzel olur...” diyor, Süreyya “Hele
Beykoz çayırı!” diye karşılık veriyordu. Sonunda üçünün de fikri ertesi sabah erkenden Bendler’e
gitmekte birleşti.
Erken kalkmak için erken yattılar. Ertesi gün uyandıklarında güneş karşıki tepelerin arkasından
henüz çıkıyordu, sabahın sessizliği dağılmamıştı, geceden kapının önüne gelmesi tembih edilen
arabalara binmişlerdi. Bu taptaze mayıs sabahında, Bendler gezisi, üçüne de iliklerine işleyen bir şiir
ve mutluluk sarhoşluğu verdi. Sabahın tazeliği, mayısın son günlerindeki huzurun yayılmasıyla yolun
etrafındaki çayırların, bağların henüz rüzgârsız fakat serin havadaki duruluğu içinde yayılmak için bir
nefes bekleyen kokuları arasında gittikleri yeşil gölgeler, daha ilerledikçe ormanlar, büyük ağaçların
birbirine sarılmış dalları, uzakta birikmiş gölgeleriyle yeşil bir karanlık hâlinde görülen koruların
sineleri, hep bu sessizlik, bu ıssızlık, bu parlak sakinlik içinde kaybolacaklarmış kuruntusunun verdiği
korku duygusuyla büyük orman... Büyük ormanın sonundaki havuzlarsa korkulu bir titreyişle hayata
dönme, hayata yakınlaşma duygusunu ve isteğini veren tehlikeler hissettiriyordu. Ve sonunda geri
dönüş...
Öyle ki, saat beşte eve girdikleri zaman yeni açan günün o tertemiz havasını bile hissedemediler;
tek hissettikleri yorgunlukları ve bütün kuvvetiyle midelerine baskı yapan açlıklarıydı. Süreyya
“Yemek, yemek” diye gürlüyordu. “Yemek hazır buyurun” dedikleri zaman iki delikanlı da hızla
yukarı çıktılar. Önde giden Süreyya odaya girince “Vay, çilek!” diye bir sevinç narası attı. Sonra
Suad’a dönerek: “Bu nereden böyle?” diye sordu. Suad gülümseyerek: “Çileğini ye de tarlasını
sorma demezler mi?” diyordu.
Hoş bir çilek kokusu sofradaki çiçeklerin kokusunun üstünde uçuşuyordu. Necib dönerek:
“Görüyorsun, azizim, ne varsa kadınlarda var...” dedi. Sonra havlusuyla ağzını siler gibi yaparak
ekledi:
“Her şeyi bir sır yapmak inadı bile...”
Öğleden sonra ne yapacaklarını konuşuyorlardı, Süreyya birdenbire: “Eyvah!” dedi. Önceki gün,
bugün gelmesi için bir yelkenli istemişti. Çok sevdiği yelkenliyle gezmek için bir sandal kiralamak
arzusunu çoktan tekrar ediyordu. Sandal şimdi Moda’dan gelecekti. Beğenmezse geri gönderecekti.
Onun için verdiği sözü unutmak istemiyordu. “İsterseniz siz gidin, ben beklerim.” dedi. Onlar kabul
etmediler. “O hâlde yarın sabah gideriz” diyordu. Necib döneceğini hatırlatıyordu. “Sen kalırsın,
sen...” diyor, Necib olmaz manasında başını salladıkça, Süreyya, “Öyle ise zorla...” diye başlayarak
onu nasıl bağlayacağını anlatıyordu.
Yemekten sonraki zaman sandal konusu ile özellikle Süreyya’nın bekleyişiyle geçti. Uzun uzun
yelkenden bahsederek zevklerini övüyordu: “Deniz köpükler içinde... Rüzgâr etrafta fişek gibi
patlar... yelkenler çırpınır... Sandal, dalgalarının göğsüne sarhoş hâlde yaslanmış, uçmak da değil
yüzmek de değil... Bir hâl ki...” diye bitiremiyor, sonra dürbünü gözüne koyup Paşabahçe koyuna
doğru araştırıyordu.
Necib: “Ama havasız kalmamak şart...” dedi.
Süreyya, hüzünlü bir hâlde dürbünü bir sandalyeye bırakarak: “Ooo, evet, rüzgârsız kaldı mı,
sandal ölmüş demektir. Hele güneş de olursa hiç çekilmez!”
Suad: “Ya akıntı?” diye sordu.
Sonra Süreyya buranın rüzgârından, meltemlerinden bahsetti. Hem onun istediği bir sandaldı, kotra
değildi. Sandalın kürekleri olduğundan sıkıya gelince yassa kürek, başka çare olamazdı. “Fakat kotra
ile iş büsbütün başka olur.” diyordu. Onunla insan deniz ortasında rüzgârsız kaldı mı suların keyfine
uyar, akıntı varsa çağanoz gibi yan yan akar, yoksa güneşin cehennemi altında rüzgârı bekleyerek
durur. Fakat burası öyle değildi. Burada rüzgâr hiç eksiliyor muydu? Sonra eliyle rüzgârı göstererek:
“Şu rüzgâra bak!” diyordu.
Rüzgâr Karadeniz’in bütün öfke ve tazeliğiyle tepelerden koparak saldırıyordu.
“Bu havada sandal nasıl gelir kim bilir?” dedi. Sonra akıntı burunlarını düşündü. Gülerek:
“Vaktiyle...” diyordu, bir kere Boğaziçi’ni geçmek için iki gün uğraştıklarını anlatıyordu.
Sandal konusu, sönen bir rüzgâr gibi, güçsüz cümlelerle sürüklenerek bittiği, Süreyya’nın bekleyişi
artık bir söz söyleyemeyerek dürbünün elden bırakmak derecelerine geldiği zaman Necib’le Suad
arasında “artık gelmeyecek...” sözü başladı. Suad: “Eğer sandal gelmezse Bey, elimizden
kurtulamazsın” diyordu. Necib’le bir olarak onu ümitsizliğe düşürmek istediler. Sonra Suad,
Beykoz’dan konu açtı. Orası şimdi kim bilir ne güzeldi. Bu rüzgârda çayırları görmeliydi. “Bize şu
fırsatı kaybettirdikten sonra...” diyerek yarı şikâyetli bir tavırla Necib’e bakıyordu.
Sonra: “Canınız sıkılıyor, Necib Bey...” dedi. Öbürü gülümseyerek:
“Galiba biraz...” diye göz kırptı.
“Biraz piyano çalalım mı?” Bu teklif tam bir minnetle kabul edildi. Onlar piyanoya geçtiler,
Süreyya balkonda kaldı.
Necib, piyano sözü olur olmaz kendi kendine almak istediği notaları unuttuğunu hatırlayarak:
“Eyvah...” dedi. Fakat bu iki gününü o kadar sersem geçirmişti ki nota düşünmeye vakti kalmamıştı.
Burada geçirdiği günlerin şöyle bir etkisi oluyordu ki, saygı duyduğu ve sevdiği bu insanlardan
ayrılıp da Beyoğlu’na geçince oradaki yaşama alışmak ve yaşamak onu harap ediyordu. Kendi
kendine, notaları gelecek sefere kesinlikle unutmamaya karar verdi. Görüyordu ki, Verdi’nin birkaç
operası Suad’da yoktu. Ondan sonra yeni yapılmış bir iki eser de doğal olarak bulunmuyordu. Olanlar
arasında kullanılması mümkün olmayanlara da işaret koyup eklemek istiyordu.
Suad piyanoda birkaç gam yaparak: “Hangi havaları istiyorsunuz?” diyordu.
Necib notaları karıştırarak gözden geçirirken: “Aman Romans olmasın!” dedi. Sonra romansları
neden sevmediğinin öyküsünü anlatmaya başladı. Elindeki kâğıtların arasından bir şey ayırıp
piyanonun önüne koydu. Suad “Granviya?” dedi. “Çok iyi!” dediler birlikte. Granviya’yı ikisi de çok
seviyorlardı. Necib: “Onda her şey var: Şuh, çevik, mahzun, mahmur... Her duygu var.” diyordu.
Granviya’dan, Faust’a geçtiler ve Granviya’nın valsinden sonra Faust’un valsini karşılaştırdılar.
Arkasından Askerler marşı geldi. Rigeletto marşı çalındı. Necib genelde öldürücü havaları tercih
ediyordu. Bu sebeple Troatore, Aida marşları peş peşe geldi. Necib “Biraz da ağlayayım!” diye
Travitaya’nın notasını piyanonun önüne koydu. “Adio del Pasato”, “Bu Kadar Genç Ölmek...” “Ah
Belki” parçaları çalındı. Necib: “Verdi girdi mi iş değişir; fakat sizde Verdi tamam değil...” diyordu.
Suad, bestekârların hayatını iyi bilmediği için onların hayatlarına dair sorular soruyordu, acaba
Necib bestekârları iyice tanıyor muydu, Necib bildiği bütün bilgileri Suad’a aktarıyordu. Öyle oldu
ki, beste ve nağme bilimlerine gelince susarak yalnız konuyu anlatmaya devam etti. İkisi şunda
hemfikirdiler ki, müzik kadar etkili hiçbir şey yoktur. Necib için ömrünün en tatlı zamanları yalnız
çok mutlu olduğu anlar değil, müzikle sarhoş olduğu zamanlar idi. Yani o kadar şiddetle
duygulanıyordu ki diğer her şey ardında kalıyordu. Klasik müziği gerçekten anlamak için senelerce
sürecek özel bir eğitime ihtiyacı olduğunu söylüyor, sonra Gluck, Haydn, Beethoven gibi ustalardan
bahsederek onları dinlediği hâlde gerçek manada anlayamadığı için üzüntülerini anlatıyordu.
Balkona döndükleri zaman saat ona geliyordu. “Hani kotra” diye gülüşüyorlardı. Süreyya, iyice
canı sıkılmış gibi “Belli olmaz ki, belki gece gelir...” diyordu.
Suad: “Artık herhâlde bizi evde daha fazla hapsedemez a?..” dedi.
“Evet, çıkalım” dediler.
Bu sefer kavak yoluna geçmişlerdi. Süreyya dakikada bir arkasına bakıp deniz kıyılarını kontrolden
geri kalmıyordu. Necib gülerek, “Sandala mı bakıyorsunuz?” diyor, Suad kırgınca: “Beykoz çayırına
bakmaz a!” diye söyleniyordu.
Necib: “Evet, yazık oldu, görmek isterdim...” dedi.
Süreyya öfkelendi:
“İşte yarın gideceğiz a canım!”
Fakat Necib erkenden dönecekti; o andan itibaren hep bu konu konuşuldu. Süreyya ve Suad rica
ediyorlar, yarın da kalması için ikna etmeye çalışıyorlardı. Ve o kadar içtendiler, o kadar
samimiydiler ki, Necib dayanamayarak kabul etti. Zaten İstanbul’a indiğinde yine bunalacak değil
miydi?
Sabahleyin uyandığında iskelede bir sandal ile iki kişi gördü. Herifler şikâyet ediyorlardı, gece
rüzgâr kesildiği için Bebek’ten buraya kadar kürek çekerek geldiklerini söylüyorlardı. Bu beyaz
kaplama tahtalı, başı kıçı aynı bir sandaldı. Uzun bir seren üstünde büyük olduğu anlaşılan bir yelkeni
vardı. Sandalın, yelkenin temizliği Necib’in pek hoşuna gitti. Süreyya, sandalla deneme gezintisine
çıkacağını onun da kendisiyle birlikte gelmesini teklif edince Necib hemen kabul etti, iki delikanlı
sandala bindiler. Rüzgâr hafifçe esiyordu; fakat sandal yine de iyi ilerliyordu. Tepelere doğru
yükseldiler. Süreyya eski ustalığını göstermek için dümene geçmişti. Merakla “Acaba dayanır mı?”
diyordu. Kavaklar’a doğru geçtiler. Döndükleri zaman Süreyya memnundu, Necib, Süreyya ile
sandalcıları pazarlıkta bırakıp Suad’ın yanına gitti. Suad “Hava her zaman böyle olmuyor ki...”
diyerek çok dalga olduğu zaman binilemeyeceğinden bahsediyordu. Süreyya da geldi. “Yemek
yiyelim de, Beykoz’a sandalla gideriz.” dedi. Sandalı kışa kadar kiralamıştı. Oturup hep beraber
küçük bir bayrak dikmek için uğraştılar. Bu uğraşları arasında Süreyya havayı kolluyor, gittikçe artan
rüzgâra bakarak seviniyordu.
Süreyya yemekten sonra balkona çıktıkları zaman rüzgârı o kadar uygun buldu ki, kararlaştırılan
saatten önce çıkmak için Suad ve Necib’i ikna etmeye uğraştı. Fakat Suad’la Necib saat sekizden
önce çıkmamakta ısrar ettiler küçük oyunlarla işi sonraya bırakmakta ısrarcıydılar. Sonunda Süreyya
kaldı. Sandal sekizden önce hareket edemedi. Hareket saati geldiğinde Suad da onlarla beraber
sandala bindiğinde “Ooo, bayağı da büyükmüş...” dedi.
Dışardan küçük görünen sandalın içi pek geniş ve rahat idi. Sandalcı, yelkenleri açıp tekne rüzgârın
önüne dökülünce dubaya doğru hızla akmaya başladılar. Büyükdere’nin üstüne geldiklerinde güneş
onları rahatsız etmeye başlamıştı Suad kendini güneşten korumak için şemsiyesini açtı. Bu siyah,
beyaz ve kurşunî renklerden oluşan satranç taşlarına benzer küçük bir şemsiyeydi. Necib şemsiyeye,
çarşafa, peçeye, eldivene, bu kadın aksesuarlarındaki incelik ve zarafete, ruhunun derinliklerinde
arzularla titreyen bir tutkuyla bakıyor, sonra Suad’ın küçük bir kuşa benzeyen ellerinin şemsiyeyi
tutuşundaki şiirselliğe hayran kalarak perişan oluyordu.
Dalgalar açıklarda büyümeye başlamıştı. Sandal korkusuzca bir tehlikeye atılırcasına dalgaların
üzerine atılıp, uzayıp giden suların üstünde sallandıkça Suad’ın gözlerinde bir kararma, bir endişe ve
ıstırap bulutu takılı kalıyordu. Fakat dubadan Serviburnu’na doğru büküp rüzgârı pupaya aldıkları
zaman salıntı kesildi. Artık Süreyya gibi hepsinin de keyfine diyecek yoktu. Sandalın etrafında onları
kucaklayan hafif dalga sesleri ve kulaklarına güzel bir müzik esintisi veren su serpintisinin tatlı sesi
onları oyaladı. Beykoz’un Hünkâr İskelesi’ne vardıkları zaman yarım saat bile olmamıştı.
Onlar çıktığı hâlde Süreyya çıkmıyor, ilk yolculuğun hevesiyle sandalcıya yardım ediyordu. Suad’la
Necib, rıhtımdan onlara bakıyorlardı. Sonra üçü beraber çayıra ilerlediler. Önce rüzgâr onlara
çayırdan değişik kokular getirmeye başladı. Bu birçok çiçeğin, otların ortak soluğu, serin, taze, nemli
kokusu idi. Biraz sonra çayırın bir kısmını gördüler. Uzaktan bakıldığında sarı çiçeklere bezenmiş
fulya tarlası gibiydi. İlerledikçe ötesinde berisinde kırmızı, mor, beyaz çiçekler de fark edildi. Bin
bir çeşit yeşilin arasında birbirinden değişik renkte çiçekler tarlaya sığmayıp taşıyorlar, rüzgârla
dalgalanıyorlardı. Rüzgâr, parça parça her dalgadan bir koku öpücüğü ile estikçe, koylardan koşup
gelen solukların suyun üzerinde oluşturduğu titremeler gibi perişan dalgalar esiyordu.
Onlar hep “Ah ne güzel!” diyerek ilerliyorlardı. Fakat karşıdan görünen büyük yolun heybetli
ağaçları altına çıkıp da çayır bütün genişliğiyle önlerine serildiği zaman sonsuz bir şaşkınlık ve
mutluluk hissettiler. Deniz dalgalarının akışıyla serilen bir deniz enginliği ve büyüklüğüyle rüzgârın
önünde dalgalanan çayır onları büyüledi. İlk duyguları memnuniyetle karışık hoş bir şaşkınlık oldu.
Çayırların içinde yürümek, otların arasında yuvarlanmak ihtiyacıyla titreyerek, baharın bütün
zenginliği, yeşillikleri ve kokuları içinde sarhoş ve mutlu ilerledikçe derenin öbür tarafındaki
tepelere doğru çayırın yeni ufuklarını görüyorlardı. Biraz ileride küçük bir tepe, diğer tarafta çayır
arasından kıvrılan ve sonra ağaçların içinde kaybolan küçük bir yol, birbirinin omzundan bakan
küçük setler, dere boyunu gölgeleyen söğütler... Dere o tarafta hafifçe tatlı bir su sesiyle akıyor,
buradaysa serpintiyle aşağı iniyordu, bazen otların arasından fısıldıyor, sonra derinleşerek sessizlik
içinde aktığı bile fark edilemeyecek hâle geliyordu. Bazen tabiatın sesine uymak isteğiyle çağlayan
bir kurbağa, biraz sonra hafif ve lezzetli ezgilerini katıyordu. Hemen sonraysa sessizliğin içine
yürekten gelen bir “Ah” nidası gibi yükselip sonra susuveren sesler çıkıyordu. Çayırın yemyeşil
otları üstüne işlenmiş sarı papatyaların, mor, kırmızı çiçeklerin birbirine karışan renkleri, ara sıra
yalnız bir renge özel kümelenmiş çiçekler bir yerde hep beyaz, biraz ötede hep mor, daha ötesinde
sarı dalgalarla köpürüyor, dere kenarı damla damla ağlayan sessizliklerin yeşil gölgeleri altında
parlak yeşil çimenlerle bir seccade gibi seriliyordu.
Süreyya:
“Oturalım.” dedi.
Necib:
“Yatmalı...” diye söylendi.
Gerçekte bir duygu coşkunluğu arasında haykırarak bu otlara karışmak, toprağa karışmak ihtiyacı
direniş ateşiyle işkence oluyordu. Kendini en çok korkutan güzellikler önünde sürekli duyduğu
ezilmek, ölmek arzusu şimdi daha şiddetli ve direncini kıran bir inatla onu zayıf düşürüyordu. Önde
şemsiyesine dayanarak ahenkli bir yürüyüşle giderken kocasının koluna yaslanan Suad’ın bedenini
görüyor, her yerde sürekli, devamlı aynı istek ve vefa ile size ait olan bir kadının özlemi ve ateşiyle
titreyerek inlemek, düşüp ölmek istiyordu. O, her aşkta zehirlenmişti. Önceleri sadece bir bakışına
canını vermeye razı olan bir-iki kadın, sonra parası için mi yoksa sadece kendisi olduğu için mi
istendiğini anlayamadığı birkaç kız, hayvan gibi gelip, ayaklarının altına, gençliğinin önüne yatan dört
beş kadın... Hep öyle saygısız, nefret uyandıran, iğrençlik veren aşkları olmuştu. Sonra “evlenmek
mi!?” diyordu. Tanımış olduğu kadınların dördü mü, beşi mi kocalı idiler. Bunların kendisinde
bıraktığı etkileri düşünerek, “Evlenmek” diyerek omuz silkiyordu.
Çayırın tâ öbür ucundaki Taşköprü’ye kadar ilerlediler. Orada önlerine yine gölgeden ibaret bir yol
çıktı. Suad: “Aman biraz da buradan!” dedi. Bu yol Tokat’a [4] gidiyordu. Necib bu yolu, sonundaki
büyük ormanı anlatarak bir kere daha buralara gelmiş olduğundan bahsederek yürüyordu. Etraf hep
bahçeyle kuşatılmıştı. İspinozlar tazelikleriyle buraları doldurmuşlardı. Sessizliğin içinde
yanlarından geçen rüzgârın yapraklarla öpüşme mırıltıları geliyordu.
Döndüler, oradan geçen bir adama derenin öte tarafındaki yolu sordular. Onun gösterdiği yerden
geçtiler. Bu, derenin öbür sırtında otların arasında kaybolmuş bir patika idi ki, küçük söğütlerle
kendini belli ediyordu. Yanı başından kuş gibi cıvıldayan ince bir su akıyordu. Burada çayır,
yüksekten, yolun ağaçlarındaki heybet, derenin yılankavi şeridi, çayırın bütün renk ve dalgalanan
çizgisiyle baygın baygın serpiniyordu. Necib, onlar coşkudan coşkuya, ferahlıktan ferahlığa geçip
neşelerinden kuşlar gibi cıvıldadıkça, birçok zaman kendisini canavarlaştıran acısının ve
üzüntüsünün ara sıra yaptığı gibi karanlık ve sessizliği, ruhunu ezen o acıklı üzüntü içinde mutsuzdu.
“Ya ben! Ben ne yapayım?” Ah niçin o sürekli böyleydi? Dünyada sessizlik ve rahatın hep şüpheden
doğduğunu görüp kendini üzen şeylerin de hep kendi hayal gücünün, kendi yaptıklarının ürünü
olduğunu düşünerek, kendine, ruhuna karşı bir şey yapamadığından kendini düzeltmek için bir çare
bulamadığından deliren bir öfke ve kızgınlık duyuyordu. Önce birden uçmak için gökyüzünü yeterli
bulmayan bir şiir, bir yüce emel, bir masum arzu ile boğulur, o zaman bir hiç için canını verecek hâle
gelirdi. Fakat sonra yine o hiçlerden biriyle bütün uçma arzusu yaralanır, bütün araştırması her şiiri
bir yara yapan bütün inceleme melekeleri uyanır, hayatın, dünyanın insanların, ruh ve kalbin ne
olduğunu soğukkanlılıkla, kendine karşı bile düşmanca, bir parça bile şiire yenilmeyerek, arzularının
ne iğrenç, emellerinin ne gülünç, başarılarının ne miskin, bütün mutlulukların, neşelerin ne kadar
süslü olurlarsa olsunlar ne pis olduğunu düşünmekten doğan ümitsizlik ve korku ile yıkılır, sisli,
küflü kalırdı. Ah, ara sıra ruhunu heyecanla titreten o temiz sevgi ve şiir sürekli olsaydı... Herkes gibi
o da hayatı sade, renkli, günahsız gözlerle görseydi... Hayat onu kollarının arasına alıp tırnakları,
dişleriyle paralayarak bu hâle getirmemiş olsaydı...
“Hâlbuki...” diyordu, evet, bilirdi ki ona sessizlik ve şiir ne kadar gerekliyse ruhunda fırtınaya,
karanlığa, zorluğa da öyle derin bir istek vardı. Bu sessizlik dönemlerinden sona gök gürlemesi, öfke
ve korkuya da muhtaç olacağını bildiği için başını eğerek: “Hâlbuki...” diyordu.
Şimdi de doğanın bu bolluk ve ferahlığı içinde, su ile doygun toprakların, otların, çiçeklerin temiz
ruhları ile bütün duyguları coşarak onu ateşin tehlikeli büyüsüyle hırslarını titretmişti. Her şeyinin
böyle süslü ve güzel kokulu olduğu, önünde böyle fısıldayarak giden bir karı koca bulunduğu bir
zamanda ruhunun derinlerinde titreyen yakıcı bir istekle, beğenmemekten, iğrenmekten, kadınsız geçen
yoksun hayatının bütün yarım kalmış ihtiyaçları ile mutluluk isteğinin taştığını hissediyordu. Fakat
onda diğer sebepleri geçersiz bırakan düşünceler şimdi yine saldırmış, kendisinin Süreyya’ya
benzemediğini, onun gibi bir hanıma kavuşmuş olsa bile, yine acıların doğacağını, hem bu hayatın da
kim bilir ne kirli, ne acı köşeleri bulunduğunu düşünmeye yöneltmişti.
“Evet, kim bilir sizde de neler vardır? Uyuyan veya gizlenmiş neler vardır?” diyordu.
Ah, eğer Suad ve Süreyya arkalarında bastonuyla öteleri kırbaçlayarak gelen, ara sıra birkaç sözle
sohbetlerine ortak veya gördükleri şeyler hakkında bir görüş söyleyen ve hatta neşeli görünen
Necib’in ruhundan neler geçtiğini anlayabilselerdi onu ne kadar iğrenç bulurlardı. Ve Necib, işte
kendisi de kendinden iğreniyordu ve asıl onu yakan da buydu. Yine o düşüncelerinin sesi yükselerek:
“Ama herkesin hayatında da böyle başkalarının iğrenç bulacakları anlar vardır.” demek istiyordu!
Fakat onu öldüren herkesten çok kendisinin kötülüğü idi. Kendine saygı duyamamak kadar onu yakan
bir durum yoktu. Kendinden korktuğu, ruhunun karanlıklarından, iğrençliğinden korktuğu zamanlar:
“Ah ne kirli bir bilinmezim!” diyerek kendindeki bu iki ruhu, bu bazen hep akıcı ve saf, fakat
çoğunlukla böyle kanlara boyanmış, kirli duyguları düşünür, devamlı bir ses hâlinde içinden kendine
“Canavar” diye seslenen bir vicdan bulurdu. Etrafındaki günahları ve hayvanlıkları görmek, onları
kendinde bulmak kadar öldürücü değildi. Kendisi o kadar büyüklüğe, onura tutkun olduğu hâlde bu
eşitlikten sıyrılamazsa başkaları ne olur acaba, diye düşünerek kendinden kaçmak ister, hayvanî
masumluğuyla zincirlenmiş boğuşmasıyla kalakalırdı. O hiçbir zaman, başkalarının iç güdüleriyle
yaptıkları, aşağılık kötülükleri yapamazdı; yapmadan önce, yaparken ve hele sonra ateşler içinde
yanardı.
Birden Suad döndü:
“Susuyorsunuz siz.” dedi.
Necib bir yalan bulmak için sıkılarak:
“Şöyle bakıyordum...” dedi. Sonra ekledi: “Galiba gelirken gördüğümüz küçük tepeye çıkıyor... Ne
idi o? O, Serviburnu mu diyorlar, ne diyorlar?”
Suad şemsiyesiyle göstererek:
“Şurası mı?” diye sordu.
Süreyya kopardığı bir çiçeği ceketinin iliğine iliştirmekle meşgul:
“Ha, Serviburnu” dedi. “Gidelim mi? Zannederim daha vakit var.”
Ve oraya çıktıkları zaman rüzgârın dinmiş, denizin gümüşî bir rahatlıkla bayılmış olduğunu
gördüler. Dalgalar dağıldıkça içeri doğru tepeler, birbiri peşine sıralanan bayırlar, sonra dağlar
ortaya çıkıyor ve her noktası tatlı yeşil bir çimenle örtülü bütün gizlilikler perdesini açıyordu.
Oradan ta Hisar’a, Kanlıca’ya kadar görünüyor, ikisi arasında akan mavi suların dumanları içinden
boğazın bükülerek, kıvrılarak dolanan yolu fark ediliyordu. Güneş, Tarabya’nın üstünde, aynadaki
aksi gibi göz kamaştıran ateş beyazı bir güneş değil, sınırsız, şekilsiz cehenneme has bir levha gibi
ufku bekliyordu. Kıyıdan geçen bir römorkörün ağır, küçük hareketleri duyuluyordu, ılık hava
nefessiz, dalgasız uyukluyordu.
Suad, biraz yüksek olan kenara yaklaşmış, “Ooo!” diyordu. Hep birlikte oraya gittiler. Sığ sahilde
kaya parçalarını gösteriyordu. Camgöbeği kumların üstünde denizin kıvrımları gümüşlenerek
hareleniyordu. En derinlerdeki değersiz taşların bile elle gösterilecek kadar berrak olduğu denizin
yeşili giderek mavileşiyor, uzuyor, kırmızı rengiyle denizi boyayan dubanın ilerisinde karşı sahile
yanaştıkça yer yer kâh yeşil, kâh mavi, kâh mor uzanıyordu.
Suad gülerek, burundaki taşları ve suyun altında görünmeyen kayaları göstererek:
“İşte şurası, tehlike burnu!” dedi. “Bütün gemiler Boğaziçi’nin dehşetli fırtınalarında buradan
korkarlar.”
Necib soruyordu:
“Acaba sandallar da mı?”
Süreyya karşıda Büyükdere rıhtımı önündeki durgun, sakin bir dereyi andıran sahilden yansıyan
birbirinden güzel binaları kucaklamış denizden başını çevirip bakarak güldü:
“Galiba yalnız sandallar... Hatta sakin havada bile... Sanırım asıl durgun havalarda... Baksanız a!..”
Eliyle geniş bir çizgi çizerek önce dalgasız denizi, sonra soluksuz gökyüzünü gösterirken Suad
gülüyor, Necib’e bakıyordu:
“Gemici bey keşif yapıyor, harita çizecek olmalı...”
Süreyya omuzlarını kaldırdı:
“Unutuyorsunuz ki sandal, yürümek ve bizi taşımak için rüzgâra muhtaçtır. Şimdi, nasıl gideceğinizi
düşünün... Bakınız “puf” yok...”
Suad dudak büktü.
“Kürekleri siz çektikten sonra... Zira dünya şahittir ki bu işin içinde hiç suçsuz iki kişi varsa Necib
Bey’le biz ikimiz.”
Süreyya düşünüyor, bir karar veremiyordu. Sonra dedi ki:
“Buradan kürekle Tarabya’ya geçer, oradan bir arabaya bineriz. Sandalı da bırakırız,
Yenimahalle’ye ağır ağır gelsin...”
Necib, başını sallıyordu. Acaba akıntı izin verecek miydi? Çünkü Tarabya’ya geçmek için biraz
yükselmek gerekirdi. Ya sonra?
Suad gülüyor, “Gemici bey akıntıyı unuttu!” diyordu. Süreyya fikrini savunmak için söylediği
sözleri gürültüye getirip “Yenimahalle’ye kadar çıkmak daha kolay değildir a!” diyerek haklı
çıkmaya uğraşıyordu. En sonunda karara varıldı, bu sahilde sular yukarı olduğu için yükselecekler,
oradan Yenimahalle’ye kürekle geçeceklerdi.
Suad şemsiyesini sallayarak:
“Herhâlde şimdiden sandala binmeliyiz, yoksa bu gidişle yemeği de denizde yiyeceğiz.”
Suad yürürken kocasının koluna girip eliyle şurada burada rüzgârla atılıp kalmış olan tülden
dalgalar gibi dumanları göstererek sokulgan bir sesle, kocasına yanaşarak:
“Bunlardan korkmuyor musunuz?” diye sordu.
Süreyya bu sesten, bu sokuluştan memnun:
“İşte kadınların gemiciliği bu kadar olur...” diye eğleniyordu. “Onlar ağırlık vermeyi bilirler, hele
yorgunlarsa... Başka çare yok Suad, gemici karısı gemici olmalıdır. Yoksa ben kürek çekerken yalnız
safra olmayı elbet sen de istemezsin.”
“Eğer gemicilik rüzgârsız kalıp geceyi denizde geçirdikten sonra yağmura tutulup hastalanmaksa...”
Süreyya gülerek:
“Ah kadınlar...” dedi. “Eksik söyledin Suad, bir kere gelecek belalardan bahsettiniz mi? Merdiven
gibi yükselirler arkası gelmez... Hasta olmak, yataklarda sürünmek, hortlamak... Sonra... Ne bileyim,
gebermek demeliydin. Allah insanı sizin elinize düşürmesin. Hele dilinize hiç...”
Suad kolunu Süreyya’dan kurtardı ve şuh bir gülüşle dişlerini göstererek:
“Elimiz mi, dilimiz mi?” diye onu tekrarladı. “Bizim elimize ha... Ama bizim elimiz olmasaydı siz
ne olurdunuz bilir misiniz?”
Süreyya şüphelendiğini ima eden bir tavırla başını sallayarak söylediklerinin ayrıntılarını bekleyen
bir ifade takındı.
Suad, söylediklerinin etkisini pekiştirmek için kelimelerine mimiklerini de ekliyordu:
“Şu burundaki kayalar kadar vahşi, somurtan, sümsük...”
Süreyya kahkahalarla gülerek: “Aman neler, neler...” diyordu. Sonra ciddiyetle döndü: “Ya siz?”
dedi. “Ya siz, ya siz?”
Karı koca tekrar yan yana geldiler. Necib onların söylediklerine artık dikkat etmeyerek kendi
kendine: “Evet sizin elleriniz!” diyordu. “Ben de onun için mi böyle vahşiyim acaba?” Sonra başını
sallayarak: “Beni bu hâle getiren sizin elleriniz, o sizin dokunuşunuzdaki hoşluğa, kibarlığa, kadınlığa
bakarak insanın içini ağlama isteği dolduran güzel kadın elleri değil mi?” diye düşünüyordu. Fakat
acaba böyle harap eden eller olduğu gibi şifa, hayat veren eller de var mıydı?
Sonra Suad’a bakarak içinden: “Acaba senin ellerin gibi yüce eller bu yaraları sarabilir mi?” diye
soruyordu. Eğer Süreyya da kendi gibi yaralı bir hayatın sahibi olsaydı, Suad gibi bir kadının öyle bir
yarayı tedavi etmekte etkisini görecekti; fakat Süreyya kendini neşelerinden, mutluluklarından bile
öldüren o hastalığın zehrinden emin bir ruh, temiz, habersiz bir ruh idi.
Birdenbire Suad durdu, kocasıyla konuştuğu söze devam ederek yanlarına gelmesini bekledi. “Allah
aşkına Necib Bey!..” diyerek girdikleri iddiaya ortak olmasını rica ediyordu: “Erkekler mi olmasaydı
kadınların hâli kötü olurdu yoksa kadınlar olmasa erkeklerin hâli mi yaman olurdu?” Bunu soruyor,
cevabını merakla bekliyordu.
Necib gülerek dedi ki:
“Bütün fikrimi söylememe izin verir misiniz Suad Hanım? İkisi de olmasa daha iyi olurdu. Fakat
şimdi madem ki ikisi de var, ona göre fikir vermeli... Erkeğine göre, kadınına göre değişebilir bu tür
düşünceler. Kimi erkekler var ki, onlar olmasa iyi olmazdı; fakat kimi kadınlar da var ki onlar
olmasalardı hiçbir şey olmazdı... Üzüntü de, mutluluk da...”
Suad, Süreyya’ya dönerek: “Gördün mü?” diyordu.
Necib devam etmek istedi:
“Fakat sonra öyle kadınlar da var ki...”
Süreyya gülerek Suad’ı zorluyordu:
“Sonrası var, sonrası var... Onu bekle...” diyordu.
Onlar iddialarına, gülüşerek, bağrışarak devam ediyorlardı. Necib, arkada sersem, perişan
gidiyordu. Kadınlar... Onların hepsinden şüphelenmek... “Ah, hıyanet!” diyordu. Şimdi daha şimdi
Suad’ın kendine bakan gözlerindeki derin, sonsuz masumluk, kendi kirli kuruntusundan bir şüphe
göremediği o temiz, saf yüz onu eritmiş, ruhunu ezmişti.
“Bu bakış, dünyada böyle bakışlar da var... Ah, sadece bana ait böyle bir bakış, bana yönelen böyle
bir yüz... Ben kurtuldum” diye inliyordu.
O zaman ilk gençliğindeki Necib olup hayallere daldığında düşündüğü ruhunun kadınını, düşlediği
kadını, hep mükemmellikle süslediği, canlandırdığı o genç kızı düşünmeye başladı. Bildiği bütün
güzelliklerle süslediğini düşündüğü hâlde bile ona bu kadar saf ve narin, bu kadar pak ve nur dolu bir
bakış verememişti! Suad elbette onun kadar güzel olmadığı, onun kadar mükemmel bulunmadığı hâlde
bile bu hâliyle hayalinin yetişemediği bir güzelliğe sahipti. Onun ruhu ne kadar, ah ne kadar temiz
olması gerekirdi!
Şimdiye kadar kendini böylesine masumiyetiyle, sessizliğiyle ve yumuşaklığıyla, iyiliğiyle
büyüleyen gözler görmediğini düşünerek “Ya nerede göreceğim?” diyordu. Şu ana kadar tanıdığı
kadınları düşünüyordu; gözünün önüne gelen tabloysa ya fakirliğin yönlendirdiği açgözlülükle
namusları pahasına serveti ve renkli hayatları seçen kızlar ya da salon hayatının çeşitli sebepleri ile
genç yaşlarında erken soluveren evli kadınlardı, “Pislik içinde namus aramak... Bulunmayacağı tabii
olan yerde inci avlamak...” diye gülüyordu. Böyle yüce bir sevgi ile kocasına bağlılığıyla temiz ve
pırıl pırıl kalmış kadınların ne kadar az olurlarsa olsunlar niçin bulunmayacağını kendi kendine
soruyordu.
Sonra şüphe tekrar tırnaklarını çıkarıyordu: Yaşadığı hayat içinde namus ve masumiyet değerlerini
zedeleyen bir sürü etken vardı ki tüm bunlar sadece gördükleri ile sınırlı değildi, düşünceleri de
zedelemeyi doğuruyordu. İçinde hâlâ saflığını koruyan değerleri hayatında da görmek istiyordu.
Böylesine temiz ve saf bir ruhun gerçek olduğunu, bu güzelliğin kendisine tesadüfünü kabul etmediği
hâlde ruhunda anlayamadığı, kaybolmuş ama muhtaç olduğunu hissettiği bu temizlik ve sakinliğin
karşısında ne yapacağını düşünüyordu. Birdenbire Suad yine döndü:
“Canım, siz hâlâ susuyorsunuz...” dedi.
Bu, sandalın iskelenin yanında göründüğü zamandı. Süreyya ilerlemiş, sandalcıya işaret etmişti.
Arkadan Necib’le Suad rast gele konuşarak gelirken Süreyya’nın sandala atlayıp yelkenlerle, iplerle
uğraşmasına bakıp gülüyorlardı.
Suad, Süreyya’ya seslenerek: “Boşuna, bey, boşuna!” diyordu. “Herkes cezasını çekmeli.
Küreklere sarılmaktan başka çare yok.”
Necib sandala girmek için Suad’a yardım ederek:
“Hava bu kadar durgun olunca onu galiba hepimiz yapacağız...” dedi. Palamarları çözdüler.
Sandalcı kanca ile rıhtıma dayandı. Yelken dalgalanarak sandal denize açıldı. Ve ilk hızlanışından
sonra durdu.
Süreyya gülerek:
“Çala kürek bakalım... Suad sen dümene geç” diye kürek çekmeye girişti.
Suad başını sallayarak ve dümene geçmek için şemsiyesini güvenli bir yere koymaya çalışarak
“Şemsiyeyi koymak için yer bulmak mümkün değil ki...” diyordu.
Kürekler o kadar büyüktü ki, kolay idare edilemiyordu. Süreyya bunlarla uğraşırken “Kürek
çekmiyorsan a, şükret!” diyordu. Sandal ağır ağır ilerledi.
Suad birdenbire “Oh, bakınız...” dedi. Güneş, Büyükdere koyunun üstünde hafif dumanlar arasında
kırmızı bir billur gibi, heybetli kararıyordu. Etraflarını serin bir deniz havası keskin kokusuyla
sarmıştı. Deniz, uzakta bir pervane sesiyle homurdanıyor, arkalarında Tarabya’ya doğru bir gümüş
parlaklığıyla, yumuşacık dalgalarıyla akıyordu.
Tekrar kürek başladı. Süreyya ara sıra Suad’a dümeni anlatıyordu. Suad “Böyle mi?” diyerek
söylediklerine itaat ediyordu. Serviburnu’na kadar böyle yükseldiler. Necib “Tamam on sekiz
dakika!” dedi. Biraz daha gayret ettiler.
Suad: “Siz güneşin batışını görmüyorsunuz ki...” diyordu. Şimdi Büyükdere koyu bir ateşin
parlaklığıyla kadifelenmişti. Güneş, Bendler’in vadisi üstüne inmeye başlamıştı, köşe bucağı
dumanlarla, karanlıkla dopdoluydu, yeşilliklerin üstünde dumanlarla boğuşarak kana boyanan bulutlar
bütün daireleriyle titreyerek iniyordu.
Necib, “Işık içinde yüzüyoruz!” dedi. Suad ekledi: “Duruyoruz demek gerekir.” Tekrar küreğe
asıldılar. Dalgalardaki renkler gittikçe morararak sönüyor, deniz bir cam duruluğu ile uzanıyordu.
Arkalarında tufandan gelme bir ses inledi, hep birden uyandılar. Heybetli bir geminin saldırıya
geçecek bir canavarmışçasına gelen korkunç sesiyle üzerlerine doğru geldiğini, pervanenin kestiği
suların büyük bir şelâle homurtusuyla inlediğini gördüler. Suad sararmış, dümeni şaşırmıştı. “Aman
vallahi battık!” diyor bir yandan da Süreyya’nın verdiği kumandayı uygulamaya çalışıyor ama yanlış
yapıyordu. Süreyya sıçradı, dümeni bastı. Küreklere sıkı asıldılar. Gemi ancak on metre
açıklarından, yardığı suyun içinden, yeraltından geliyor gibi gürültüler çıkararak korkunç bir canavar
gibi geçti gitti. Süreyya, Suad’a gemiyi göstererek: “İşte erkekler olmasa kadınlar ne olurdu? Bak!..”
dedi.
Suad, başını sallayarak “Zararı yok, yok, fakat yalnız kalsam zaten bu tekne ile buraya çıkamazdım
ki...” diyordu. Necib “İşte doğrusu yine benim söylediğimdir. Ne biri, ne diğeri.” dedi.
Yenimahalle’ye varmak daha uzun sürdü.
Eve girdikleri zaman yorgunluğun ve bekleyişin etkisiyle o rahatlık, hepsine tarifi mümkün olmayan,
düşünemeyecekleri bir mutluluk oldu. Yemek bir buçuğa kadar bekleyen mideler tarafından tam bir
minnettarlıkla kabul edildi. Necib’le Suad bir olmuşlar, sandal konusunu bir tarafa atmışlardı. Bunun
için Süreyya hiç o konuya yanaşmıyor, onların yanında hep yeniliyordu. O, asıl, “Bugün aksi oldu, bir
de rüzgârlı havalarda...” demek istiyordu. Fakat Suad: “Bir daha mı? Bizi elbet bu kadar aptal
sanmazsın?” diye gülüyordu. Süreyya: “Size akşama kadar burada oturup onda gidelim, demedim mi
ya? Herkes bilir ki rüzgâr güneşin batışına doğru söner...” demek istiyor fakat Suad’ın çatalını
kaldırıp “sessizlik!” diyerek kurduğu tatlı baskıya gülerek razı oluyor, boynunu bükerek “Hakkınız
var...” diyordu.
Yemekten sonra yine bu konu oldu. Suad sandalı, yelkeni, denizi, rüzgârı hep Süreyya’ya veriyordu.
Öteki tam bir şükranla kabul ederek, yalnız gezmenin iyiliğini anlatıyor, denizle bu baş başa kalışı
sevdiğini söylüyordu. “Sen evinde otur da muhallebi pişir...” diyordu.
Ay bu gece hilâl masumiyetiyle o kadar saf ve bakir, deniz o derece durgun ve ipeksiydi ki sessizlik
ve hayranlık üstün geldi. İnce çizgi ışığıyla lâcivert gökyüzünün en derinliklerinden lâcivertleşiyor,
ışığına biraz da karanlık karışıyordu. Sonra mavi dumanlar doluyordu uzun uzun, bu dumanların
altında âşıkane aya bakarak uzun uzadıya tepelerin hüznüne karşı sustular. Mehtap, balkona çatının
gölgesinden geçip sönerek ve can çekişerek girebiliyordu. Birbirlerini bir gölge gibi fark ediyorlardı.
Süreyya bir uzun sandalyeye uzanmış, gözlerini bir yere dikmiş düşünüyordu. Suad balkonun bir
direğine dayanmış, bakıyordu. Necib, bu ılık gecenin nefesleriyle gelen baygınlığın içinde dalgın, gün
boyu düşündüklerinden vazgeçmiş sadece böyle bir kadınla beraber olabilmek için hissettiği derin
isteği fark edip biraz da acıyla özlemin derinliğine dalıp kalıyordu. “Uyuyor musun?” diye bir sesin
fısıldadığını duydu, titredi. Suad’ın hitabına başını kaldırıp bakınca bunun kendine olmadığını,
kocasının sandalyesine eğilmiş, ona sorduğunu gördü. Bu seste öyle sıcak bir kucaklayış, öylesine
zevk veren, titreten sırlı bir uyum vardı ki, bu karı kocanın içtenlik ve mutluluğunu gösteriyordu.
Birbirine böyle “sen” diye seslenmenin mutluluğunu şimdi anlamış, kendine sesleniyor sandığı
Suad’ın sesindeki sıcaklık onu eritmişti. Şimdi, bu hitabın kendine olmadığını anladığı için daha bir
mahzunlaştı, acısına hüzün karıştı... Ah, bulsaydı, kendine de bu sesle, bu bakışla, “Sen” diyecek
kadın bulsaydı...
Onlar, şimdi karanlık içinde birbirinin koluna girmişler “izin var mı?” diyerek çekilmek için izin
istiyorlardı. Yalnız kaldığı zaman kalkıp ilerledi, balkonun kenarına dayandı. “Evet, bu bakışı, bu
sesi, bu kadını bulabilsem...” diye tekrarladı.
Etraftan akan beyaz bir sis hattı, sahillerin yanından alçak, yavaş hareketlerle sokuluyor, denizin
gümüşî çizgisi mehtap altında, karanlık, vahşi, susuyordu. Bu sessizlikle kaplı karanlıkta donuk
beyazlığı fark edilen sisin öte tarafında parlayan gümüş çizgiye karşın karanlık bir ses, bir ishak kuşu
feryadı, düzenli, inler gibi sürükleniyordu. Birdenbire kendini bu yalnız sese, bu acılı iniltiye o kadar
yakın hissetti ki, uzun uzun ishak kuşunu dinledi.
“Evet, tıpkı ben” diyordu. “Eğer bütün ıstıraplarım bir ses bulsaydı hiç şüphe yok ki bu kadar
vahşi, bu kadar insanlardan kaçan, bu kadar şanssız, bu kadar ümitsiz ve karanlık olabilirdi.
Ve yine yatmak zamanıydı yine yalnızlıkla beraber uyunacaktı. Bu hayat, idamını bekleyen
mahkumun cinneti gibiydi; cinnet onu sarıp sarmalıyordu, her gün ölüyordu yavaşça, usulca... İçinde
küçük ölmezlik ümitleriyle, çırpınışlarla, titreyişlerle geçiyordu hayatı. Ruhunda o kadının, o bakışın,
o şefkatin arzusu ile titriyor, yorgunluğa yeniliyordu.
Suad, ara sıra gözlerini dikişinden kaldırıp yeşil köpüklü denizde beyaz yelkeniyle uçan kotraya
bakarak, dalgın, yalnız, meşgul idi. Kalbi sürekli bir çarpıntı ile onu işini bırakıp gözleriyle sandalı
takip ve araştırmaya itiyordu. Süreyya’nın verdiği güvenceye rağmen şiddetli rüzgârlarla teknenin
devrileceğinden korkuyordu.
Sandalın geldiği günden beri Süreyya, rüzgâr buldukça fırsatı kaçırmıyor, hemen balkona çıkıp
sandalcıya sesleniyordu. Bu ses Suad’ın hayatının karabasanı olmuştu. Sessizlik, hayatında bir fırtına
merhametsizliğiyle tekrar ediyordu. Önce beraber olmak için birlikte çıkmak istemişti. Fakat deniz
onu harap ediyor, günlerce sersem bırakıyordu. Onun için burada karşıdan onun gezintisine bakarak,
bin heyecanla beklerdi. Kendini oyalamak için eline aldığı dikişi bile şaşırıyor, söküp tekrar
yapmaya mecbur kalıyordu. Süreyya her zaman kendisini de götürmeye uğraşıyordu ama, hayır baş
dönmesi o kadar çoğalmıştı ki artık sandala binmesi mümkün değildi. Önceleri bir iki gün
sersemliğin geçici olduğunu düşünüp onun isteğini kırmamaya çalıştıysa da olmadı. Hatta havalar iyi
olduğunda bile binemeyecekti, aklına getirdiğinde bile midesi bulanıyordu.
Eğer tehlikeden korkmasaydı Süreyya’nın kendisini bırakıp gidişine yine memnun olacaktı. Onun
canının sıkılmasından pek endişe ediyordu. Hayatını sade kendi huzuruyla oyalayamadığını
hissetmeye başladığı zamandan beri eğlenmesi için her şeye razı olmuş, ta ruhunun en derinlerinde
sızlayan ufak bir yarayı yalnız kendisine saklayarak sessizliğe sığınmış ve sabretmişti.
Buraya ilk geldikleri zamanlarda henüz sandal konusu da ortaya çıkmadığından, yeniliğin hevesi ile
bir ferahlık olmuştu. Fakat her gün o canlılık biraz daha soluyor, o ferahlık biraz daha şişiyor, her gün
biraz daha iniyordu. Bazen bu durumu, hayalinde birden kararan sonsuz ve karanlık, bir boşluk, sonu
olmayan bir çukur gibi görüyor, bir korku ürpertisiyle üşüyerek boynu bükük kalıyordu.
Gözleri dalgın, dikişi dizlerine bırakmış, beynini titreterek geçen bu düşünce üzerine “Ne yaparım
yarabbim, ne yaparım?” diye düşündü. Ne olacağını kesin olarak görmemekle beraber o çukur
duygusu onu korkuya itiyordu. Bu korku ona sade Süreyya’sız, onsuz kalmak şeklinde görünüyordu.
Tekrar başını kaldırıp denize baktı. Gözleriyle uzun uzun sandalı aradı ve onu sonunda orada,
dalgaların arasında, köpüklere bulanarak, bir tarafa eğilmiş, yatmış, kırmızı bayrağı rüzgârla
çırpınarak, bulunduğu tarafa doğru geliyor görünce tekrar kalbi hopladı. Süreyya’ya şikâyet
edemiyor, onu engellemek istemiyordu. Kendisi anlasaydı, ah Suad’ın kalbinde ne acılar, ne özlemler
olduğunu anlasa da öyle hareket etseydi...
Evde kalırsa daha çok canı sıkılacağından korktuğu için cesaret edip bir şey söyleyemiyor, hatırı
kalacağından, öfkeleneceğinden korkuyordu. Fakat bir gün sandaldan da bıkacak değil miydi? Sandal
da onu sıkacaktı, o zaman ne yapacaktı?
Tekrar o yara, o küçük yara bağırdı: Ah niçin ona yetmiyordu? Niçin ona her şeyi unutturamıyordu?
Erkek kalbinin kadınların kalbinden daha fazla isteği olması bir haksızlık değil miydi?
Buna karşı susmak ve katlanmaktan başka yapılacak bir şey olmadığını düşünmek, suskunluğun ve
boyun eğmenin bu kadar zor olduğunu görmek onu eziyordu. Önceden ricaya gerek duymayan Süreyya,
şimdi gittikçe artan bir şiddetle şaka görünümü altında her isteğine karşı gelebiliyor, Suad’ın
istemediği şeyleri bile yapıyordu. Bu hoş görünümlü şakalar asıl niyeti güzelce koruyarak işi
ciddiyetten kurtarıyordu. Ne olursa olsun isteği kabul olunmuyor, isteği dışındakiler yapılmış
oluyordu. Hâlbuki onun için Süreyya’nın daha söylemediği isteklerini bile gözlerinden okumak ayrı
bir zevk hatta mutluluk derecesinde bir duyguydu. Bazen Süreyya’nın kendisine böylesine acı
çektirmesinin ve onu yalnız bırakışının bir haksızlık olduğunu anlatmak isterdi fakat birbirini izleyen
küçük olaylar ve devamından doğan sonuçlar da kendini rahatsız ettikçe susuyordu, vazgeçiyordu.
Bazense kocasına karşı fazlasıyla doluyor ve bu birikimlerin, Süreyya’nın bir samimiyet anında bir
okşayışıyla yıkıldığını, yok olduğunu görünce, ona aslında ufak haksızlıkları için değil de okşamadığı
için incindiğini itiraf ediyordu.
Hizmetçi kızın: “Necib Bey geldi” demesi bu yalnızlık ve endişeli düşünceler arasında ona birden
sevinç verir gibi oldu. O kadar bunalmıştı ki, Necib’in bu ansızın gelişi onu pek memnun etti. “Ah, ne
iyi ettiniz de geldiniz, vallahi!” diyordu. Necib elinde bir tomar kâğıtla ayakta durarak Süreyya’yı
soruyordu. Suad eliyle denizi gösterdi. Necib “Hâlâ sandal paralanmadı mı Allah aşkına?” dedi.
Suad “aman ne diyorsunuz?” diye kalbini tutuyordu. Necib gülerek: “Yok efendim, bir gece bir bora
çıkar da...” diye patavatsızlığını düzeltmeye uğraşıyordu.
Suad “Çağıralım mı?” diyerek balkona geçti, elinde dikmekle uğraştığı gömleği, karşıdan yukarı
doğru geçmekte olan sandala uzun uzun salladı. Necib, “Acaba görür mü?” diye soruyor, Suad suskun
Süreyya’yı çağırmak için bahane bulduğundan oldukça memnun olarak elindekini ara sıra durarak
tekrar tekrar sallıyordu, bu durum için Necib’e teşekkür borçluydu. Birdenbire sandalda bir başka
hareket görüldü. Yelkenin yalpaladığını sandalın döndüğünü, sonra oradaki burna doğru gelmeye
başladığını gördüler.
Suad: “İşte geliyor...” dedi.
Necib elindeki kâğıtları sallayarak kendini göstermek istiyordu.
Beklerken oraya oturdular. Necib, niçin beraber çıkmadıklarını soruyordu. Suad bu soruya hafifçe
kızararak ve sebebin tuhaf olduğunu düşünerek Süreyya’nın o hâlde bile kendini yalnız bırakmasını
şaşkınlıkla düşündükten sonra: “İşim vardı...” dedi. Sonra yalan söylemekten daha da utanarak
ekledi: “Deniz de tutuyordu...” Sonra utandığını belli etmemek için “Onlar ne?” diye kâğıtları
gösterdi. Necib elindekileri uzatarak “Sizin için...” dedi.
Suad, kâğıtları açmaya uğraşırken Necib ayakta ona bakarak, şu notalar için ne kadar telaş ettiğini
düşünüyordu. İki seferdir unuttuğu için bu kez kesinlikle getirmeye karar vermişti. Sabah vapurla
Boğaziçi’ne geçmek niyetindeyken vapurda aklına gelince dönmek zorunda kalmış, Beyoğlu’na çıkıp
hem notaları almak hem de yemek yemek için öğleye kadar kalmıştı.
Suad sevinçle: “Ooo, bunlar nota...” dedi. Necib de, notasızlıktan sızlandığı için getirdiğini
söyledi.
Suad, memnun, birer birer karıştırıp isimlerini okuyordu:
“Ooo, Nurma, Otello, Manon, Lescuat, Hernani, Lucretia, Borgia, Sappho... Ah ne güzel! Bu ne, bu
da Ganone... Romeo ve Juliet... Ah ne güzel... Fakat ne güç yarabbim, ne güç! Ben bunları beceremem
ki!.. Mümkün değil!..”
Teker teker heyecanla notalara bakıyordu:
“Ooo, bunlar burada vardı ya... La Traviata, Faust, Carmen, Mascout, Rigoletto... Bunlar burada
hep var... Lafororça Deldedesteno...”
Necib, hepsi hırpalanmış olduğu için tekrar aldığını söylüyordu. Suad o kadar memnun kalmıştı ve
mutlu olmuştu ki, Necib de memnun oldu. Sonunda Suad teşekkür ederek: “Artık uzun baş ağrılarını
hak ettiniz...” dedi.
“Ben de onu rica edecektim.”
Aşağıdan Süreyya’nın sesini işittiler. Balkonun kenarına çıktılar. Süreyya sandalda, dağınık bir
kıyafet, güneşten kavrulmuş bir çehreyle yukarı bakıyor, fesini sallayarak: “Hoş geldin! Bakalım, bir
haftadır nerede idin a kuzum?” diyordu. “Haydi gel, gezelim.” dedi. Sonra Necib’in başka güne
erteleme ricası üzerine kendi yukarı çıktı.
“Başka gün filân diyerek yine yarın kaçarsın. Belli, biz artık Suad’la kararı verdik... Kapının
anahtarı elimizde...”
Necib gülerek:
“Ben görmeyeli iyi yanmışsın...” diyordu.
Suad kırgın bir şekilde:
“Bir haftadır sandaldan çıktığı yok ki... Ben de öyle kavrulacaktım ya... fakat ciğerlerim kopuyor
sandım... Sandal dalgaların arasında küt küt vurdukça... Fakat burada kalmakla daha rahat oluyorum
zannetmemeli... Akşama kadar bin telaş, bin heyecan...”
Süreyya, fesini bir tarafa atarak:
“Belli a Necib.” dedi. “Kadınlar sürekli heyecan, sürekli telâş ederler. Devamlı sinirleri
rahatsızdır ve başları ağrır...”
Sonra elini tutup sıkarak:
“Eee, sen hoş geldin bakalım. Ne haber? Bir haftadır ne yaptın, nereleri gezdin?” dedi.
Necib oradan ayrıldığı cumartesi gününden beri ne yaptığını anlatıyordu! “Haberler!” diye
başlayarak önce bağa gittiğinden bahsetti. Bir gece de o “Taş ocağına” gitmişti. Hacer pek merak
ediyordu. Hatta birkaç gece için gelmek bile istiyordu. Fakat Fatin’in bu aralık işleri o kadar çokmuş
ki, getirdiği büyük defterlerle geceleri bile uğraşıyormuş...
Süreyya gülerek: “Gitmeye ihtimal kalmasın diye yapar.” diyordu. Sonra soruyordu: “Annem niçin
gelmiyor?”
Suad, o hep anlatırken elindeki notalarla meşgul, başını kaldırdı:
“Evet, hanımefendi gelecekti. Söz verdiydi?”
Hâlbuki beyefendiden kurtulmak imkânı olmadığını hepsi biliyordu. Beyefendi bir kocadan çok bir
efendi olan kocalardan olduğu için hiç kimsenin keyfine bir saatini feda etmek istemediğinden, hanım
bir iki gün gelip burada kalamıyordu. Haber göndermişti: O kadar gelmek istiyor, fakat mümkün
olamıyordu. Asıl o, kendileri niçin gelmiyor diye soruyordu. Hacer: “Kışa gelecekler a! Şimdi niçin
uğrasınlar?” diyordu.
Süreyya kabararak:
“Kışa mı? Öyle budala bulurlar...” diyordu. Sonra Necib’e sorarak: “Biz kışın da burada otururuz,
değil mi? Ne dersin Necib? Olur mu acaba?”
Necib pek uygun buluyordu. Kışın buraları bütün bütün sessizliği ve ıssızlığıyla o kadar hoş olurdu
ki... Başını çevirip Süreyya’ya bakarak:
“Sade can sıkılır...” diyordu. “Kitap, kitap, kitap, kitap... Dünyanın bütün gazetelerine abone
olmalı... Bir hafta gelen gazeteleri öbür haftaya kadar okuyamamalı... Sonra havalar iyi olunca...”
Süreyya da asıl onun için istiyordu. Havalar iyi olunca yazın tozundan, sıcağından gezilemeyen
bütün bu civarın ormanları, koruları hep gezilir, keşfedilirdi. Balıkçılık da vardı. Hem kim bilir daha
neler çıkardı?
Sonra Fatin’i sordu: “O ne yapıyor bakalım, ne söyledi?” dedi.
O da Süreyya’yı merak ediyordu. Necib’e: “Borç kaça çıktı acaba?” diye sormuştu. Yazın borç
edip kışın İstanbul’da pinekleyerek ödemek ona pek tuhaf geliyordu. Sonra pantolonunu çekerek
“Gençlik, heves... Ne olacak?” diyordu.
Süreyya, Suad’ın elinden kâğıtları alarak: “Miskin herif... Kışın buldular bizi, budala gibi oraya mı
kapanacağız?” diye mırıldandı.
Dalgın dalgın notaları karıştırıyordu. Sonra onları ilgisizce bir tarafa bırakarak: “Başka ne haber?
Sen vaktini nasıl geçirdin?” dedi.
Necib ilgisizce:
“Her zamanki gibi!..”
Fakat yalan söylüyordu. Çünkü bir haftadır her tarafta gezdiği hâlde hiç bu kadar sıkılmamıştı. Önce
Beyoğlu’na gitmiş, oranın mevsimi olmadığına suç bularak adaya geçmişti. Üç gece orada otelde
kalmıştı. Otel gerçekten seçilmiş bir toplulukla tıka basa doluydu. Kalabalık bir süre kendisini
uğraştırır gibi olmuştu. Uzaktan tanıdığı birkaç kişiyle arkadaşlık kurdu. Bazı yeni gruplarla ve
insanlarla tanışmıştı. Bir süre orada epey bir zaman geçireceğine inanmıştı. Önce grup hâlinde
dolaşmak, Hristoslar, oyunlar onu eğlendirmiş, bir ressam ailesinin üç kızıyla da hoş vakit geçirmişti.
Fakat bir süre sonra yine bu ilişkilerden ve bu hayattan iğrenmeye başlamıştı. Konuşurken, gezerken,
susarken kalbe ait duygularını abartılarla karartarak onlardan ve kendinden bir iğrenme hissetmişti.
Herkes içtenliğini başka bir zamana saklıyormuş da sanki burada kendisine özel bir kimlik
oluşturuyordu. Bunları bile bile herhangi biriyle görüşmek, ondan birtakım itiraflar dinlemek, her
şeyin, sözlerin, davranışların, sesin, evet sesin bile yapmacıklığını, her türlü davranışın seçkin
görünmek sevdasıyla yapılan hareketler olduğunu sezdikçe, iğrenme duygusu artmış yemeğini yer
yemez balkonun bir köşesine çekilmeye başlamıştı. Aslında bu davranış tarzı da yaşadığı zamanın
belli bir tabakasına göre alışılmış tavırlardı. Ama artık o, bunları kabullenmek istemiyordu.
Ve içinde sürekli bir çırpınma, ruhunda sürekli bir heyecan ürpertisi vardı. O sese, o bakışa ait bir
heyecan ki, etraftaki kadınların böyle şeylere ne kadar yabancı olduklarını görmekten iğreniyor
sanılırdı... Bütün bu üzüntü ve sıkıntının arasında bir sevinç, durup dururken taşan bir neşe oluyordu
ki, bu duygunun nereden çıktığını bilemiyordu. Merak ediyor, bu sebebi arıyordu. Hayatında
oyalanacağı bir uğraşı, kendini mutlu edecek hiçbir şeyi yoktu. O zaman birden Boğaziçi’ni
görüyordu: Evet orası vardı. Yalnız oraya giderse sıkılmayacağını hissediyordu. Fakat bunun için bu
kadar heyecanı fazla görüyor, bu durumu başka bir sebebe yüklemek istiyordu. Herhâlde orayı
şiddetle arzuluyordu. Oranın sersemletici güzelliği ve bir çiçek gibi açan ufukları, yıldızlarla heyecan
dolu semaları, berrak ve yeşil denizi... Hep onları istiyordu. Onları, özellikle orada, o temizlik ve
masumiyet içindeki hayatı istiyordu. Cumartesi ancak öğle yemeğinden sonra koyuvermişler, hafta
içinde yine beklediklerini söylemişlerdi. Onların hoşlandıkları gibi yapmanın, nezaket kurallarına pek
de uymayacağını düşünüyordu. Ve ufak bir mücadele oluyor, ruhu orayı isterken nezaketi onu
engelliyordu. Bu mücadele bir hafta devam etti.
“Perşembe günü giderim...” demiş bulundu ve bu kararı verdikten sonra da o günü tuhaf bir
sabırsızlıkla bekledi. Artık sıkıntılı hâli geçmiş yalnız beklemek kalmıştı. Kararı verişinin sonrasında
ise eskisi kadar sıkılmadığını fark etti. Sebebini tam olarak bulamıyordu ama bu perşembe günü
gitmenin onu rahatlattığını hissetti, hayretler içinde kalıyordu, bunun üzerinde derinlemesine
düşünmüyordu ama bu duyguyu her fark ettiğinde: “Garip, garip...” diyordu.
Adaya pazar günü gittiği hâlde, perşembeye kadar bekleyemedi, salı günü adadan ayrıldı. Hiç
olmazsa yanlarına giderken değişik haberler götürürüm bahanesiyle bağa gitmek istiyordu. Bağda
daha çok bunaldı, orada önceki gibi neşe kalmamıştı. Önceden, ayda yılda bir oraya uğradıkça
sıkılmaz, güzel vakit geçirirdi. Bu sefer bir buçuk gün orada harap oldu. Akşama kadar esneye esneye
ölüyordu. Hacer, kendisine darılmıştı. “Onlarla beraber bize oyun edersin ha?” diye ciddi bir şekilde
rahatsız olduğunu gösterir bir tavırla bakıyordu.
“Artık tabii oraya sık sık gidersin değil mi?” diye soruyordu. Ve bunu sorarken gözlerinde öyle bir
delici bakış vardı ki, Necib bu bakıştaki kıskançlığı ve kini fark edince titredi.
Hanımefendide yine o sakin gülümseyiş ve yine o herkes için iyi düşünmek ve elinden geldiğince
iyilik yapma hâli vardı. Uzun uzun oğlunu, gelinini soruyor, gidip görüşemediği için sızlanarak:
“Onlar olsun ara sıra gelmeliler, değil mi?” diyordu.
Necib bağda perşembe sabahını zor etmiş ve ilk trenle inmişti; fakat notaları alması sebebiyle
Boğaziçi’ne ancak öğleden sonra gelebilmişti.
Bu ayrıntıları işine geldiği gibi değiştirerek aktarıp, ada hayatını biraz gürültülü ve eğlenceli bir
şekilde anlattıktan sonra sustuğu zaman Süreyya: “Eee, haydi bir yere çıkalım... Gezmeyecek miyiz?”
dedi.
Necib bu sefer bir hafta aralıksız Pazarbaşı’nda kaldı. Sabahları Süreyya’nın bıktırıcı ısrarına
dayanamayarak kotrada ona eşlik ediyordu. Süreyya’nın kotra hevesi kendisine her şeyi önemsiz gibi
görme derecesine getirmişti. Haziran meltemleri pek çok eğlendiriyordu. Her gece havaya bakıp güya
yarınki rüzgâra dair keşiflerde bulunmaya çalıştıkça Necib’le Suad birbirilerine bakarak
gülüşüyorlardı. Havanın durgun olması onu korkutuyor, artık akşama kadar rüzgâr için çeşitli yönler
kollayarak sıkılıyordu. İki kez öğle vakitlerinde havanın bozulması sebebiyle yarı yolda kalmışlar bu
yüzden de yemeklerini ancak saat yedide yemişlerdi. Süreyya buna özür bulmak için “Ne yapalım, her
keyfin bir zahmeti vardır!” diyerek yalnızca omuz silkiyordu. Bir defasında Suad da eşlik etti; fakat
öbür günler sandal pek erken çıktığı için işini bırakamayarak gelemedi. Necib bir saat daha
beklenirse onun da işini bitirip onlara katılabileceğini görüyor, fakat Süreyya’nın bunu yapmayışına
şaşırıyordu. Geldikleri zaman Suad’ı dikişiyle uğraşır, yemeği hazır bulurlar; yemekten sonra tekrar
balkona çıkıldığında Süreyya ancak yarım saat sabredebilir sonra dayanamayarak yine sandalcıya
işaret verir, Suad’la Necib kendisini alıkoymak isterler; fakat başaramazlardı... Bir defa bin
zorlamayla evde alıkoydular; fakat o gün hep kotra ahıyla ofuyla geçtiğinden onlar da acı duydular.
“Ben sizin piyanonuza karışıyor muyum, siz de beni bırakın...” diyordu.
Süreyya çıktıkça Suad’la Necib ya karşıda yüzen sandala bakıp konuşuyorlar, yahut piyano ile
oyalanıyorlardı. Bu haziran öğleden sonraları sandal konusundan girilerek havadan sudan sohbetler
sırasında Suad’ın ağırbaşlılığı ve güzelliğine hayranlığı, tabiatındaki yumuşaklık ve sakinliğine
tutkunluğu yineleniyordu. Sonra piyano onlar için büyük bir eğlence idi. Suad, Necib’in getirdiği
notaları sabahları yalnız kalınca çalmak için uğraşıyor, öğrenirse akşamları ona çalıyordu. Bazen
öğrendim zannettiklerini onun yanında beceremeyince kızıyor “Ben işte iki sabahtır sizin için
uğraşmıştım...” diye hırçınlaşıyordu. Maskeli Balo’da bir potpuri vardı ki, bazı parçalarındaki
güzellik ve tatlılığa Necib doyamıyor. “Bunu bir sene durmadan dinlerim...” diye gülüyordu. Bazı
havalar oluyordu ki, ilk denemede beğenmemiş oluyorlardı, fakat sonra bunu öyle bir beğeniyorlardı
ki adeta bu derin zevkten sarhoş oluyorlardı. Traviata’dan “Melek Kadar Saf” Aida’dan “Ah Benim
Kederim, Sana Merhamet Versin”, Faust’tan “Artık Geç Oldu, Adiyo!” parçaları böyle olmuştu.
Onları en çok Manon Lescaut büyülüyordu. Üçüncü perdenin finali olan “Yok, Ben Çıldırmışım; Bak,
Nasıl Ağlıyorum?..” parçası defalarca tekrarlanıyordu. “Ah Manon!” diye Necib mırıldanıyor, piyano
ağır ağır inleyerek onlara her şeyi unutturuyordu. Sonra şen havalar geliyordu. Traviata’nın girişi,
Carmen’in marşı, dördüncü perdenin girişi Necib’i mest ediyordu. “Ah Cavaleria Rusticana...” diye
yalvarıyordu. Fakat Suad bunun ancak şarap şarkısıyla Lola’nın şarkısını kolayca çalabiliyordu. Asıl
büyük parçaları Sicilyanasıyla intermezzosunu, girişiyle dua parçasını denemek istedikçe birbirine
karıştırıyor, “Bir ay çalışma gerekli.” diyerek erteliyordu. Buna karşılık kolay parçalar peş peşe
geliyordu. Verdi, ikisinin de en çok tercih ettikleri tek bestekârdı. Onun için eserlerini zevk alarak
dinliyorlardı. Şimdi Puccini’yi de beğeniyorlardı. Suad, bir senedir Manon Lascaud’ya el
sürmediğini söyleyerek gülüyor “Hiçbir şey ummadımdı.” diyordu. O zaman bu müzik merakının
kaynağını anlatmaya başlıyordu. Nasıl olup da babasının kırkından sonra bir Avrupa seferi
sonrasında viyolonsele merak saldığını, sonra kızını nasıl uddan, kanundan alıkoyup piyanoya
çalıştırdığını anlatıyordu.
Dışarıda köpüren rüzgârla perdeler uyanırken güneşin sunduğu o ılık gizlilik içinde, nasıl da rahat
ve bu müzik sarhoşluğu içinde nasıl da mutluydu, kendini, dünyayı, her şeyi unutuyordu. Süreyya’nın
geri dönüşü onlar için bir işaret gibiydi. Hemen hazırlanırlar, gezmeye çıkarlardı. Suad gülerek
“Dadı, sen de gel...” der, fakat Behice Dadı yalıda beklemeyi tercih ederek “Siz gidiniz kızım...
Haydi, Allah keyfinizi artırsın, efendilerim” diye çekilirdi.
Artık bu hemen her zaman tekrarlanıyor gibiydi. Her akşam kavak yoluna çıkıyorlardı. Orda
karakolu geçince küçük bahçeye girdikleri de oluyordu. Her zaman Süreyya kapıdaki levhayı gülerek
okur, “Güzellik gösteren bahçe!” derdi. Burası Necib’in düşüncesine göre Boğaz’ın en güzel yeriydi.
O kadar ki, başka her yeri unutuyordu. Burada alabildiğine bir açıklık vardı, gözün görebildiği her
yeri seyredebiliyordunuz, ondan daha muhteşem hiçbir şey olamazdı. Deniz ayaklarının altında bütün
hareketliliğiyle serilmiş, gülümsüyor, ufuk birbirlerini kovalayarak dalgalanan tepe silsileleriyle
mavileşerek dumanlanıyordu.
Kendi kendine hayret eder ve başka türlü açıklayamayınca buna “sadece bir tepki” diyordu. Uzun
süre kalabalık içinde yaşadıktan sonra şimdi bu sessizlik ihtiyacı pek doğaldı. Bütün bir kış sonu acı
bir kinle biten bir ilişkinin peşinde Beyoğlu kasırgasının değersiz bir tozu gibi olmuştu. Şimdi
ruhunda, vücudunda sessizlik ve ümit ihtiyacı vardı. Sonra buradaki içtenlik ve gizlilik, bu masumluk
ve sessizlik, bu taraflarda insanlığın kötülüklerinden şüphe ettirerek unutturan meleklere yaraşır
sessizlik, kendisini bütün pisliklerden kurtarıyordu. Uzun bir ahlâk hastalığından şimdi temiz ve
sağlam çıkıyor gibi geliyordu.
İnsanlardan kaçanlardaki tecrübelerin şiddetini genele yaydıktan sonra ulaştığı sonuçlar ona şimdi
pek acımasız, pek kesin görünüyordu. Böyle şeyler hakkında kesin hükümler vermek kadar budalalık
olmadığını kabul ederek o hâlini haksızlık sayıyor, bütün Suad’a benzeyen yüce kadınlardan kalben af
diliyordu. Suad’ın sessiz ve sakin bakışı onu ağlatacak kadar üzüyordu. Bütün yüzünde, dudaklarında,
alnında öyle bir masumluğun nur dairesi görüyordu ki önceden beri bu şeylerle çok oyalandığı için
olanca önemiyle takdir ediyor ve “Herkes de benim gibidir değil mi?” diye deneyimli geçinenlere
gülüyordu. “Bütün suç, işi genelleştirme ve sonuç çıkarmada!” diyordu. “Kendine has bir bakışla
bakıp genele yaymak... İşte bir cinayet! Oh, beni affetsinler.” Sonra aslında bunun cezasını da kendi
çektiğini düşünerek kalben büyük bir ihtiyaçla mutluluk anının artık gerçekleşmesini istiyordu. Asıl
sorun onun gibi bir kadın bulmaktı. Tereddüt ediyordu: “Nasıl, bu mümkün olur mu acaba?” Onun
gibi biri, kendi şüphelerini, şimdi tedavi edilmeyen bütün yaralarını ipek elleriyle saracak, onları iyi
edecek, masumluk ve sessizlik içinde güzel kokularla kokulandıracak bir kadın?
Hep bu düşünceyle oyalandığı için, bir akşam yine Büyükdere’den gelirken Süreyya bir sebeple
kendisine: “Evet, evlenmeli azizim...” deyince titredi, sonra gülmeye başladı. Üç ay önce evliliğin o
kadar aleyhinde bulunan Necib on altı yaşında bir okullu gibi şimdi onu kutluyordu. Ve işte buna
gülüyordu. Fakat aldanmak, yanılmak zihnini dehşete sürüklüyordu. Suad gibi bir kadın hayal
ederken... Burada hep gözünün önünden sonsuz bir kocalı kadınlar alayı geçiyor, o zaman bir dakika
yine eski Necib olarak omuz kaldırıyordu.
Bu sıralarda bir gün, erken kalkamadığı için kendisini evde bırakıp gitmiş olan Süreyya görünüşte
darılarak, gerçekteyse odanın güneş gören gölgesinde dikişiyle oyalanan Suad’ın karşısında sigara
içen Behice Dadı’nın yanında oturmayı tercih ederek uzanmış bakıyor, Suad’ın dikişini seyrederek bu
ailenin sakinliğine hayran oluyordu. Suad ara sıra bir iki söz söyleyerek ikide bir de başını çevirip
dalgın gözleriyle sandalı arayarak dikişini dikiyordu. Arkasında ince siyah çizgili bir keten gömlek
vardı. Saçları başının üstünde kestaneye yakın rengiyle dalgalanarak bir bulut gibi kümeleniyordu. Bu
o kadar güzel bir tabloydu ki: “Şüphesiz ki kadınları güzelleştiriyor.” diye karar verdi. Eski Necib
sesini yükselterek: “Fakat düşündürüyor!” dedi. Evet gerçekte Suad dalgındı; fakat ikide bir de başını
çevirip baktığında gözlerindeki o endişe, sandalı görünce öyle bir rahatlamaya dönüşüyordu ki, bu
dalgınlığın sebebi kolayca anlaşılıyordu.
“Ah, ne kadar seviyor...” diye düşündü ve içi sıkıldı. Çünkü kendisinin böyle bir eşi olsa bile
Süreyya gibi sevileceğini garantileyebilir miydi? Ve bir söz sırası düştüğünde ona da söyledi. Evlilik
hakkındaki bütün fikirlerini anlattı. Necib aslında Suad’ın ona nasıl bir ilaç, nasıl bir kalp kuvveti
olduğundan bahsetmek “Peki evleneyim; ama bana sizin gibi, kendiniz gibi birini bulunuz.” demek
istiyordu. Fakat söz ağzında dolaşıyor, bir türlü çıkmıyordu. Sıkıldığına şaşıyor, bunda bir sakınca
olmadığını kabullenmek istiyor; ama bir türlü o kelimeleri söyleyemiyordu. Buna bir dadı engel
olamazdı herhâlde. O, dinlerken bile anlamıyor gibi bakardı. Hem ondan gizlemek için hiçbir sebep
göremiyordu. Bunun için onun kendinde nasıl bir değişikliği gerektirdiği, içinde yaşadığı büyük çölde
kendisine nasıl bir ümit vahası ve emel olduğu konusunu uzun uzun anlattığı hâlde sonucu
söyleyemeyerek tereddüt etti. Suad tüm bunları suskun bir şekilde dinliyordu. Kadınlar hakkında
Necib’in kötü düşüncelerine, şüphelerine gülerek: “Ooo, hiç öyle değildir... Aman ne kadar
aldanmışsınız!” diyordu. Onun tanıdığı kızlar vardı ki, o hepsini beğeniyordu. Ve böyle kolaylıkla
beğenebildiği için de Necib şüphe ediyordu. Suad sonunda: “Söyleyiniz bakalım, nasıl bir kız
istiyorsunuz?” dediği zaman dondu kaldı. Omuzlarını kaldırarak: “Nasıl olursa olsun, asıl gerekli
olan hâlidir...” dedi.
O zaman Suad tekrar sordu. Ayrıntı istiyordu. Konuşma öyle bir yere geldi ki, sonunda mecbur olup
“Sizin gibi olsun.” dediği zaman Necib kendi de sebebini bilmeyerek kızarmıştı.
Suad’ın normal ve sakin olan yüzü hafifçe kızardı, sustu. Sonra başını kaldırıp: “Teşekkür ederim.
Fakat iltifatı başka bir zamana saklayınız da...” diyerek devam etti. O zaman asıl güç şey yapılmış
olduğundan; evlenmekten çekinme sebebinin onun gibi bir kadına rast gelmemek korkusu olduğunu
anlattı. O söyledikçe Suad’da utangaçlık yok oluyordu. “Çok...” diyordu.
“Çok, siz görmemişsiniz... Tabii göremezsiniz. İltifatlarınızı boş yere harcıyorsunuz. Neler var,
neler...”
Ve mahzun, boynunu bükerek, tekrar ediyordu:
“Neler!”
Evet, neler vardı; fakat işte Necib onların hepsini görmüştü, ancak Suad gibi olursa yaşayacağına
karar vermişti. Onun için bir kadın bulmayı bile düşünen Suad’ın bu konudaki yüzeysel fikirlerine
bakarak söylediklerini onun hakkında beslediği güzel fikirlere yakıştırıyor, bir süs gibi düşünüyor,
kötülük görmemiş, pislik bilmiyor... diyordu. Sonra anladı ki Suad “hâli” sözünden incelik ve
güzellik anlamıştı. O zaman iyice anlatmaya başladı. Ve bu anlatımı uzun sürdü. Birer birer, olaylarla
örnekler göstererek onda tam karşılığını bulamadığı “Meleklik” kavramını anlattı. Ve bunun bir kadın
için nasıl bir güzellik ortaya çıkardığını, yumuşaklık ve sabrı, şefkati, sakinliği ve gülümsemesi ile
bir kadının nasıl daima tapınılmaya değeceğini tarif etti.
Suad:
“Nasıl, bir kadını sabır ve tahammülü için mi seversiniz?” diyordu.
Necib, tekrar güzelce açıkladı. Bunun kadınlığı nasıl süslediğini, sakinlik ve tebessümün bitkin ve
kahrolmuş erkekler için nasıl bir güç ve teselli olduğunu anlatıyordu. Suad artık dikişini yanına
koymuş, başını koluna dayamış dinliyordu. Kendi kendine: “Süreyya da böyle görse, böyle
düşünse...” diyordu. Fakat bir şey söylemedi. Sade, Necib bitirdiği vakit gülerek: “Herhâlde bütün
bunlar yemek kadar önemli değildir.” dedi. Necib onun ne düşündüğüne dair bir şey anlayamadı.
Bunu ancak yemek sırasında anlayabildi. Orada bu konu bir daha Süreyya’nın yanında tekrar edildi.
Suad evlilik konusunu açmış anlatıyordu. “Onun için zor!” dedi. Süreyya, “Niçin?” diye sorduğu vakit
Necib bir an, “Benim gibi istiyor...” diyeceğini düşünerek farkında olmadan kızardı, Suad bir süre
tereddütten sonra sadece: “Kendisi pek zor beğeniyor da...” diyebildi. Bu gizlilik, bu küçük sır
Necib’in tüm kalbini titretti, bir saniye bile olsa ruhu haz içinde kaldı. Aralarında böyle bir şeyin bir
sır oluşu onu o kadar mest ediyordu ki, hep bunu düşünüyor, uzun uzun bununla oyalanıyordu. Fakat
iki gün sonra bir şey oldu ki, bütün ruhunun sakinliğini alt üst etti:
O gün öğleden sonra üçü birden yine bahçeye gidiyorlardı. Bu, boğazın köşe bucağının dumanlarla
dolup denizin sıcaktan hâlsiz serildiği sıcak bir gündü. Ancak bahçede otururlarsa sıcağın
şiddetinden biraz kurtulacaklarını, orada biraz hava bulacaklarını sanmışlardı. Bahçenin yolunda
yürürlerken karşıdan bir gencin geldiğini gördüler. Delikanlı bu kadar ıssız bir yerde birisi hanım
olmak üzere üç kişinin dikkatli bakışları altında bulunmaktan vücut bulmuş gibi hafif bir sıkılganlıkla
geçti. Bu, güzel, zarif, ince bir delikanlıydı. Geçince Süreyya, Suad’a: “Bu kim Suad, tanıyor
musun?” diye sordu. Kendisini birkaç kere daha gördüğünü zannediyordu. Ara sıra şurada burada rast
geldikleri olmuştu. Hatta dün Necib yanlarındaki yalının iskelesine sandalla çıkarken görmüştü.
Birden hatırlamaya başladı; bir gün de vapurda rast gelmişti ona, vapur Yenimahalle’den kalkıp aşağı
doğru dönmek üzere Pazarbaşı’na yaklaştığı zaman yalılara pek dikkatle bakması dikkatini çekmişti.
Necib bunlarla oyalanırken Suad, Süreyya’nın sorusuna “Bilmem!” diye cevap verdi. Necib bu
konuşmalar arasında bu çocuğun karşılarına çıkmasına önem vermeyerek sebebini ararken öyle geldi
ki, Suad bu sözü söylemek için bir an tereddüt geçirdi.
Ve bu yeterli geldi. Bir anda eski Necib, şüpheli, sinirli, karanlık Necib tekrar uyandı. Kadınlardan
öyle hıyanetlerle aldatılmış, bazılarını o kadar küçümseyerek aldatmıştı ki, şimdi kalbine bir yılan
girmişti, Suad’dan başka hangi kadın olsa şüphe edecek bir kabiliyet kazanmıştı. Hatta ona bile,
şüpheciliğinin alışkanlığıyla, Suad için bile kendi kendine: “Sakın...” diye başlayan ses, dudaklarını
ıslatan tebessüm... Bunlar şüpheyi azdırıyorlar ve o zehrini kalbine akıtıyorlardı.
“Ah ben budalayım, deliyim...” dedi. Bunda hiçbir ilişki, bu ihtimal için hiçbir sebep yoktu.
Kendinden bir tiksintiyle kaçmak isteyerek “Hem mümkün değil, mümkün değil!” dedi. Fakat eline
geçen her hükümsüz sebeple üzüntüler bulmaya o kadar alışmış, onu öyle bir zevk derecesine
çıkarmıştı ki, ihtimali gerçekmiş gibi düşünmeye koyuldu: Bu, önce yavaşça sokularak, okşamalarla,
ricalarla dinlemeye zorlayarak elinde olmadan ortaya çıkan bir sürü sorularla başladı. Bunlar öyle
şeylerdi ki dinledikçe düşündürüyor, şüphe etmek zorunlu oluyordu. Ve şüphe gelir gelmez sade bir
ihtimalle yerleşen bu düşüncelerle, cehennem azabı içinde yanmaya başlıyordu. Suad’ın başka
birisini sevmesi ihtimalinin, onun temizlik ve masumluğundan doğan şüphenin zehirli tırnakları vardı,
dokundukları yeri ateş gibi yakıyorlardı. “Ya öyle ise, yarabbim ya bu gerçek ise?” diyordu. Bu
ihtimal onu gerçekmiş gibi rahatsız etmeye başlayınca Suad’a olan güveni zayıflıyor ve ondan
farkında olmaksızın uzaklaşmış oluyordu.
Ona bakarak bu gözlerin, bu dudakların böyle kirli hıyanetlerin kadını olmadığını düşünmek,
Suad’ın o kadar zamandır hayran olduğu melekliğini hayal etmek istiyor “Nasıl olur, başkaları için
tamam ama onun için mümkün değil...” demeye uğraşıyordu. Onun her günkü hayatını göz önüne
getirerek bu hayatta öyle ihtimaller bulunmadığını tekrar ediyordu. Fakat o sorular, o hain sorular
tekrar kulaklarına, tekrar ruhuna sokuluyor, uzayıp gidiyordu. Öyle olmasına ne engel vardı? “Kadın
değil mi?” diyordu. İnsan onları ne zaman yeterince anlayabilirdi, tanıyabilirdi? Görünür bir sebep,
bir işaret yoksa bile herkes bilmez miydi ki kadınlarda böyle şeyleri gizleyebilmek için ne hain
yetenekler, kolaylıklar, ne başarılar vardı. Hem kadınlara hıyanet için sebep sormak kadar budalalık
olur mu? Bu onlar için bir ihtiyaç, aldatmak, hıyanet etmek doğal ve hayatî bir görev değil midir? Ah,
onlar böyle pisliklerle aldattıklarına, kendilerine, büyük, temiz ruhlarına aldananlara acaba nasıl bir
bakışla bakarlar, yarabbim?
Bunlara bir cevap gerekiyordu. Cevabı ararken Suad’da da böyle bir tavra yatkınlık buluyor,
kadınların ketum oluşları, gizemli oluşları onu sebepler bulmaya itiyordu; sonrasında da artık olaylar
uydurmaya başlıyordu. “Gerçekten böyle bir şey olsaydı!” diye yanarak düşünürken, delikanlının
önceden verilen haberler üzerine orada burada karşılarına çıkması, hatta bugün Suad’ın kendilerini
buraya getirmesi de belki hep onun için olduğunu düşünmek onu harap ediyordu. Ah hepsi mi, hepsi
mi öyle idi? Hepsi mi aynıydı? Onun da böyle bir şeyi yapması, yapabilmesi mümkündü, öyle mi?
Önceleri “kadın” kelimesi kendisi için sadece saçma, hain, kuş beyinli manalarına gelmişti. Ve
şimdi tekrar kadın kelimesini o manada kullanınca o kadar zaman masumluğuna hayran olduğu Suad
için de düşünmek ona acı, pek acı geldi. “Mümkün mü Suad, sen, sen de böyle şey yapar mısın? Sen
de mi çamursun, yarabbim, sen de mi Suad?” diye sormak istiyordu. Şüphelerini doğrulayan bir sebep
bulamaması, kendini tam olarak inandıramamak da onu rahatsız ediyordu. Ah ne kadar yazıktı! Bu
kadar güzel, temiz bir ruhun da heveslerine esir olması, çirkinleşmesi, kirlenmesi ihtimali... Ah ne
kadar yazıktı! Niçin böyle oluyordu! İnsanın hayatını temizliği, saflığı, namusu için feda edebileceği
bir kadın bulmanın ne kadar güç olduğunu düşündükçe kalbi derin bir acıyla sızlıyordu.
Sonra Süreyya’ya bakıyor, onu habersiz, masum, şüpheden uzak gördükçe “Zavallı Süreyya”
diyordu. Onların mutluluk köşkü, o kadar zaman gözünde büyüttüğü, yücelttiği bu namus yuvası,
üzerine yıkılıyor, altında kalıyor sanıyordu. Zaten var mıydı acaba? Bir yuva, bir mutluluk, bir namus
var mıydı? Hiçbir yerde yoktu ve budala, bunun olmadığını, hiçbir yerde olmadığını bildiği hâlde
burada var sanmıştı, öyle mi? İşte kendine bir ders! Fakat o bundan da yararlanamayacak, ah, o hâlâ
akıllanmayacak, hâlâ şair ruhunun aşağılık bir çocuk oyuncağı olacaktı.
Kesin olarak kabul etmemekle beraber, gerçekmiş gibi ayrıntıları düşündükçe tecrübeleriyle bu
ayrıntıları o kadar canlı, o kadar gerçek hayal ediyordu ki, bunun gerçeğine aldanarak şimdi inanmaya
başlamıştı. Suad için hiç aklına getirmediği bu pislikler şimdi bir tesadüfle, bu olasılığın, onun için
de geçerli olduğunu kabul etmek zorunluluğuyla ezilirken Suad “Ne oluyorsunuz, dalgınsınız Necib
Bey?” dediğinde, “Burası o kadar güzel ki, insanı mahzunlaştırıyor...” diye cevap verdi. Kendi
kendine “nasıl mümkün olur da bu saf ses başka birine seslenmesin ve bundan mutlu olsun da bunu
gizleyebilsin?” diyordu. Ve böyle, onların hayatını Suad’ın kendilerinden gizlediği bir âşıkane hayatı
varmış da kendisi bunun şahidi imiş gibi her türlü ayrıntılarına kadar görür gibi, o hayatı onlarla
beraber yaşıyormuş gibi, onlarla gizli mektuplar, haberlerle yahut ayrılıklarda tekrarlarla, ricalarla
titreyerek verilen kararlarına Süreyya ile kendinin de nasıl oyuncak olduklarını gördükçe haykıracak
kadar acı duyuyordu. Suad’ın sıtmaya tutulmuş ateşli arzularını, ona aşkını göstermek için nasıl her
şeyi feda etmek, her şeyi önemsiz gören yeminlerini, titreye titreye nasıl beklediğini, nasıl aradığını;
gördüğü zamanlar nasıl mutlu olduğunu, ona kalbinin nasıl bir mutluluk hamlesiyle atıldığını ve bütün
bunlar içinde kendisinin nasıl aşağıladığını, onun yanında hiçbir yeri olmadığını görüyor ve adeta
ölüyordu.
Evet, ölüyordu. Önce Süreyya’ya acımakla başlayan duyguları, şimdi kendinin de bir oyuncak
olmasına kabarmış, hırs, acı, iğrenç bir ateşle onu yakmaya, hiddet ve öfkeyle onu kudurtmaya
başlamıştı. “Ah, eğer sen de yalansan Suad, eğer sen de hainsen!.. O hâlde kime tutunmalı? Neye
inanmalı?” diye düşünerek ağlayacağı geliyordu. Ah, şimdi nasıl anlıyordu! İki aydan beri olayları
çözümleyerek ciddi denemelerle kurulan felsefe binasının, onu büyük bir teselli soluğu ile şifaya
kavuşturan, yaşamaya cesaret ve ümit veren bütün düşüncelerinin bir anda ne kof, ne gülünç bir
şekilde boş olduğunu nasıl anlıyor, onların yıkıntıları altında nasıl harap oluyordu. Ah, hepsi de boş,
hepsi mi haindi? Demek hepsi istisnasız hain olabilirdi? Her şey boş, hep felsefeler, inançlar,
meslekler, hepsi... Ama bu kadınlardan bir tane olmayacak mıydı ki, bir yüce ihtiyaca âşık ve tutkun,
büyük fikirleri hayal olmaktan çıkarmış, kendinde taşıyan, bu pisliklerden nefret ederek, pak ve
gösterişli yaşasın? Hiç, hiçbir tane? Hâlbuki o, bu imkânsızlığın olabileceğini düşünmüştü.
Hayatın hareket hattının her yönüne giren fikirlerin ne kadar ruh meclisimize uydukları,
ihtiyaçlarımıza uygun geldikleri için ortaya çıktıkları ve nasıl işte sadece onun için doğru saydıklarını
tekrar teslim etmeye mecbur olması, dünyada sabit, dengeli bir gerçek, yüce bir fikir olmayıp zamana,
mekâna, şahsa göre, hep boş, hep manasız kalışlarını tekrar görmek onu eziyordu. Suad’ı öyle
görmüştü. Çünkü ruhunda öyle bir ihtiyaç, bir temizlik, namus arzusu vardı. Şimdi kendi büyüttüğü,
kendi yükselttiği hayalî amacın ne kadar büyüdüğünü, imkânsız olduğunu hatta neredeyse kuruntu gibi
bir şey olduğunu görüyordu.
Eve gidince biraz önce bir olasılık derecesinde kalabilen durum kolayca gerçek hâline girdi. Evin
her günkü hayatında ancak şimdiki gözleriyle bakılırsa görülebilecek, bu fikir ve şüpheyi
doğrulayacak ve güçlendirecek şeyler görür gibi oluyor, köşede gizli şeylerin gölgesi var gibi
geliyordu. Suad’ın alışkın olduğu hayat tarzında, işlerinde, gidip gelişlerinde, kayboluşlarında,
önceden bir mana verilmeyen fakat şimdi epeyce mana verilebilecek hâller vardı. Yukarı hizmetini
görmek için tutulmuş bir Rum hizmetçi kızı vardı ki, böyle işler için yaratılmış gibiydi. Pencerelerde
kapılarda, odaların ıssızlığında hep bu hayatı kolaylaştıran bir uygunluk göze çarpıyordu. Kendinden
iğrenerek, fakat içi yandığı için arzusuna dayanamayıp gizlice araştırdıkça bir iz, artık hiç şüpheye
meydan vermeyecek, onu gerçekle yüz yüze getirecek bir eser görmekten korkuyordu. Odasına
kapanıyor, üzerine vazife olmadığı için önem vermemesi gerektiğini düşünerek başka şeylerle
uğraşmak istiyordu. Fakat bir fikir, onu gelip kavrayan ve tatlı olduğu için de terk edilemeyen, pek
çok acı olduğu için o kadar tatlı gelen bir fikir vardı ki ona teslim olmamak elinden gelmiyordu. O
delikanlının bakışıyla kendilerini görüyordu. Bu önce o kadar yoğun bir açıklıkla kendini yaktı ki
“Öldürürüm!” diye söylendi. Evet, kendinde o çocuğu öldürebilmek kabiliyetini görüyordu: Bazen
bir dönüş oluyordu. Aynanın karşısına geçip elleriyle şakaklarını yumruklayıp “Suad, Suad... Ama bu
nasıl mümkün olur? Oh değildir; ben kötü, kötü bir adamım...” dediği oluyordu. Fakat Suad’a dikkat
ettikçe onu tanıdığı gibi değil, pek başka türlü bir kadın görüyordu. Onu sakinliğinde, yumuşaklığında
korkunç fırtınaların gök gürlemesini görür gibi oluyordu. Ve bu yürekte gerçekten eşsiz bir kadın,
fırtınalı bir kadın kalbi bulunup da böyle rast gele bir çocuğun iradesine teslim edişini, onun için
herkesi, her şeyi feda edecek bir hâle gelişini, etrafı kırmızı görmeden düşünemiyordu.
Ve zavallı Süreyya, habersiz ve safça tüm bunları yükleniyordu, değil mi? Kendisi bile kılı kırk
yararcasına pek ince araştıran, o kadar her şeyi çok önceden düşünen biri olduğu hâlde hiçbir şeyden
şüphe etmiş miydi? “Çünkü kadın, çünkü doğru yoldan sapmış!” diyordu. Çünkü bu iş için vücut
bulmuşlar. Çünkü kadınlık demek aldatmak olduğu için, ne kadar çok kadın olurlarsa o kadar kolay
aldatabileceklerdi... Ve Suad, Necib’in gözünde kadın, her manasıyla, her inceliğiyle, bütün şiirleri,
bütün pislikleri; her kabiliyeti, her eğilimiyle kadın, en yüksekleri kadar büyük kadındı...
Bari karşı koyamayacağı, senelerin söndüremeyeceği ateşli büyük bir bağ olsaydı. Bari böyle bir
tutku özrü olsaydı.
Hayır, öyle olamazdı. Buraya geldiklerinden beri, şu üç ay içinde böyle yapmak, bu aşağılık eğilime
boyun eğmekten başka bir şey değildi.
Öbür gün akşamüstü, yine delikanlı sandalla yalının önünden geçiyordu. Necip, odasından aşağı
bakınca balkonda Süreyya ile Suad’ı gördü. Sandal uzaklaştıkça Suad gözüyle izliyordu. Çocuk ikide
bir de başını çevirip arkasına bakıyor, korkuyor gibi bir çekingenlik belirtisi gösteriyordu ve
perdenin arkasından bakarken, dalgın Süreyya’nın yanında Suad’ın gözlerinde bir gülümseme
uçuştuğunu hissedince, zaten sıkılan göğsünde bir daralma hissetti. Haykırmak, bir şeyler yırtmak,
birini öldürmek ihtiyacıyla kuvvetsiz, bir şey yapamamak azabıyla artan kızgınlıkla, buradan kaçmak,
ona birden açılan kurtuluş ufku gibi göründü. Bu kararı verdikten sonra biraz rahatladığını zannetti.
Bunun için elinden geldiği kadar gülümsemeye, tekrar geleceği için söz vermeye kendini zorlayarak
kalktı, hemen o vapurla kaçtı.
Fakat oradan ayrılmanın azabını arttırmaktan başka bir şey olamadığını yolda anladı. Orada
oldukça her şeye engel olmak, varlığıyla her şeyi engellemek, hiç olmazsa orada bulunup emin olmak
ihtimali vardı. Şimdi ise başıboş kuruntularına dalmıştı, onun yokluğunun bile onlara bir imkân
olabileceğini düşünüyordu. Bu fikirlerle, hayatı bir zehir oldu. Ne yapsa bu kötü fikirlerden kendisini
kurtaramıyor, bunun kendi hayatına nasıl gaddar bir darbe olduğunu görüyordu. Artık ruhu haraptı,
gıdasızdı, hayatını nasıl sürükleyecek, kendine nasıl bir rahatlama köşesi bulacaktı? Artık hiçbir
kadına güvenmeyecek, hiçbir göze aldanmayacaktı?
Üç gün, nerede ve nasıl yaşadığını bilmeyerek yandı. Dördüncü gün, bir arkadaşının anlattığı bir
hikâye üzerine, aklına Tarabya’daki otele gitmek geldi. Bu sene oranın pek eğlenceli olduğuna
güvence veriyordu, fakat Süreyya’dan aldığı bir mektup bu kararını hemen uygulamasına engel oldu.
Süreyya: “Suad aklıma getirdi... Zaten erkeklerin bu konuda ne kadar ihmalci olduğumuzu
tekrarlamaya gerek yok... Meğer bu temmuzun üçüncü günü bizim altıncı evlilik yılımızmış. Bunun
için küçük bir aile şenliği yapmak istedik. Aile fertlerinden, düşündük düşündük, davet etmek için bir
seni bulabildik. Anneme de haber gönderdim ama gelemeyeceğini biliyorum. Sana programı
yazamayacağım, bu daha çok ümit verir de hevesle gelirsin.” diye yazmıştı.
“Zavallı Süreyya!” dedi. Onu; sandalıyla, programıyla, evlilik yıldönümü masalıyla ne kadar
gülünç ve bunun için ne zavallı buluyordu? Ama kendisi de gülünç, kendisi de zavallı değil miydi?
Bunun için, önce kendini bile aldatmak isteyerek, orada bulunup görmek, emin olmak, böylece azabını
son dereceye getirmek zevki için koşmak isterken, sonra hemen o gün izin alıp doğru Tarabya’ya
otele dönmeye ve bu işte kendine ait hiçbir şey olmadığı için artık düşünmemeye karar verdi.
Suad’ı göreceği zaman kalbi çarpıyordu. Onun berrak gözlerinin önünde ağlamak ihtiyacı ile ezildi.
O, tam tersine, şen, bugün için süslenmiş ve ah ne kadar güzel olmuş, anlatıyordu. Hanımefendi
gelememişti, hatta dadısını bile göndermemişti. Bugün Süreyya’nın geldiği vapurda beklemişlerdi.
Bunun için sade üç kişi kaldılar, Süreyya ile Suad o kadar şen, o kadar mutlu görünüyorlardı ki,
Necib karşılarında, yüzünün çatıklığını saklamak için uğraşıyordu.
Fakat yemeğin sonunda bir söz, bir seferde içilen, o anda hayat veren bir şifa kâsesi gibi oldu.
Bütün acıları sönüp yerine büyük bir rahatlık veren, güvenden oluşan bir huzur ve teselli geldi:
Süreyya Suad’ın suçlarını sayarken birdenbire “Ha, asıl büyüğünü unuttum... Bilsen Necib, Suad artık
esrar kumkuması olmuş... Meğer benden neler gizliyormuş...” diye anlatmaya başladı. Bu, Suad’ın
keşfedip kendine söylemediği bir komşu sevgilisi idi. Gerçekten Süreyya da bundan biraz şüphe eder
gibi olmuştu. Bir delikanlının buralarda çok dolaştığını fark etmişti. Necib ilk olarak kendi kendine,
Süreyya’nın şüphesi üzerine uydurulan bir öykü dinliyorum zannetti. Süreyya, bir gece uyumak üzere
bulundukları sırada ortaya çıkan bir gürültü ile nasıl korktuklarını anlatınca, artık şüphesi kalmadı.
Gürültünün sebebi bir kayınpederin oğlu dışarıdayken gelininin, sevgilisine pencereden, mektup
verirken görmesi üzerine çıkmıştı. Süreyya katılarak anlatıyor, Suad’ın bunu çok önceden anlamış
olduğunu söyleyerek bir yandan da çatalını kaldırıyor, “Görüyorsun a, neler gizlemiş...” diye şikâyet
ediyordu.
Fakat Necib dinlemiyordu, aniden kan beynine sıçramıştı, boğuluyorum zannetti. Bu,
kaldırabileceğinin üstünde bir sevinç oldu. O kadar ki, yemekten kalkınca hemen odasına koştu, deli
gibi söylenmeye başladı. Kalbini tutarak “Değilmiş... Değilmiş... Şükür Ya Rabbi!” diyordu. Kendi
kendine “Ah canavar. Ah haydut!” diyordu. “Suad, Suad, ah beni affet! Fakat hayır etme. Bilsen
etmezsin, bilsen benden nefret edersin... Ben dünyanın en temiz meleğinden şüphelendim.” diyordu.
Birdenbire karşıdaki aynada kendisini gördü. Başkalaşmış yüzünde gözleri o kadar garip bir
bakışla bakıyordu ki, durdu. Bu gözler sanki aynadan kendine “Niçin?” diye bakıyor gibi geldi. Evet,
bütün bu ateşlerin, kıskançlıkların sebebi ne idi? Hem kurulmamış, hem sabit olmayarak? Sonra, onun
ismini söylerken, böyle, sadece “Suad” diye söylerken bu büyük zevk, bütün bu heyecanlar niçindi?
Gözleri donuk, karanlık bakıyordu. Bir an oldu ki, aynadan kendine bakan gözlerinden korkarak geri
çekildi. Sapsarı olmuştu.
Bundan sonra geçirdiği günler, birkaç günün kâbusundan sonra, senelerden beri tanımadığı mutlu
bir hayatı oldu. Sakinlik ve güzellik içinde denizle gökyüzü ile yaşayarak, kendini gittikçe daha çok
avucunun içine alan bu yoksunluğa boyun eğerek, farkında olmadan cazibesine kapılarak günlerin art
arda geçmesine yabancı kalıyordu. Sabah yolculuklarının, kotra gezmelerinin, rüzgârın, güneşin
yorduğu vücutları, denizin mırıldanmalarının uyuşturduğu sinirleri, sıcaktan kamaşan gözleriyle eve
geri dönünce oradaki uyku ve gölge, midelerine hazırlanmış yemek, kendilerini bekleyen gülümseme
bir şifa gibi geliyordu.
Öğleden sonra ara sıra rüzgâra bir tembellik geldikçe, bu temmuz sıcaklarında, üçü birden balkonun
bambu koltuklarında yastıklara gömülerek uyuklarlardı. Necib artık burayı da kendi evi gibi
düşünmek zorundaydı, ama yine de o diğer hayatını da bırakmak istemiyordu, onun için Tarabya’da
otele inmek istiyordu. Oteli beğenenlerin övgülerini işite işite gitmek ihtiyacı hissediyordu. Fakat
Süreyya’nın mevsimi beraber geçirmek teklifi bu haber üzerine o kadar ısrarlı ve inatçı oldu ki, kabul
etmek zorunda kaldı.
Behice Dadı, bu tembel saatlerinin vazgeçilmez eğlencelerindendi. Kutusu, kibriti, tablası elinde
gezerek gelir, kendine ikram edilen koltuğu bırakarak yerde bir küçük mindere yerleşerek sigarasına
dalardı. Süreyya “Fayrab başladı” diye tutturdukça, o da, “Ya sizin dan dun bitiyor mu?” diye
piyanodan şikâyet ederdi.
Suad, her gün çalıştıkça parmakları hünerini buluyordu. Azıcık otursalar, biraz sessizlik sürse
Necib yalvaran bir nazarla Suad’a bakar, o hemen kalkarak hoş bir gülümsemeyle “Hangilerine
bakalım bu gece?” diye sorardı. Böyle diye diye hemen bir sıra oluşturmuşlardı. Birine uzun bir
zaman tutulduktan sonra onun ihmal edildiği de oluyordu. Fakat henüz yeni gelen havaların hepsi
dinlenilmemişti. Necib bunlar için rica ediyor, Suad zaman bulamadığından şikâyet ediyordu.
Onlar piyanoda oyalanıyorken Süreyya da dadı ile alay eder, erkekler sigara dumanlarında
dinlenerek susarlar, ara sıra artık sabredemeyerek kaçmak isteyen dadının girişimi, Süreyya’nın
yasaklayışı, hepsini güldürürdü.
Necib burada öyle saniyeler geçirdi ki, hiçbir zaman unutamayacaktı. Müzik ruhunun bütün aşk
kabiliyetini ve özlemini kırbaçlıyor, onu aşk ihtiyacıyla baş başa bırakıyordu. Bu aşk duygusunun
doyurulması imkânsız olduğu için önce tatlı başlayan duyguları sonrasında yerini yakıcı bir acıya
bırakıyordu. Çoğunlukla bu bir hüzünden çok bir istek, bütün ele geçirilemeyecek güzel şeylere
büyüleyici bir şekilde bir çekilmeydi.
Sonra teşekkür için yanına gittiğinde bazen gözleri notalardan Suad’ın ellerine oradan yüzüne
dökülüyordu. O zaman bu ellerin bir ipek dokuması, bu yüzünün meleği andırır sakinliğini, bir müzik
damlası ile şiir seyirliğinde olan gözlerinin siyah ve mahmur bakışı onu bir an düşündürerek aklına
kendi istekleri geliyordu. Ona baktıkça, onun gibi bütün hayallerine uygun birini bulmak
imkânsızlığını üzülerek düşündükçe Süreyya’yı böylesi bir mutluluğa sahip olduğu için kutluyor ve
onun kadar mutlu olamayacağını hatırlayarak içi eziliyordu. Onda o kadar mükemmeliyetler görmeye
başlamış, düşünceleriyle onları o dereceye getirmişti ki, bu nefis kadının karşısında, bu dudaklardaki
gülümsemenin, o sakin çizginin, bu gözlere ara sıra gelen neşeli sorularla, heyecan dolu şu evin
arılığı, saflığı karşısında ağlamak istiyordu. Ah, Süreyya’yı ne kadar mutlu buluyordu. Ve buna
karşılık kendine kim bilir nasıl bir kadın rast gelecekti? Ama evlenecek miydi? Bunu iyice düşünmüş
müydü? Onun gibi birini bulmak imkânsız olunca niçin evlenmeliydi? Ve onun gibi olsa diye
düşünürken bir an oldu ki “Ya o rast gelseydi...” diye düşündü. Bu o kadar şiddetli ve yakıcı bir
heyecan oldu ki “Ah, o benim olsa ölürdüm!” diye inledi.
Bir süre bu fikri terk edemedi. Bu fikir onu fazlasıyla zorladı ve etkiledi. Suad onun olsaydı... Bunu
düşünerek kendisi için bir hayat düzenliyor ve bu mutluluğa hayalen bile dayanamıyor, zayıf düşüyor,
bitkin kalıyordu. Onun hayatına karışarak yaşayacağı anları, onunla birlikte geçecek günler, onun
ömrüne sahip, ona herkesten daha yakın olarak yaşayacağı hayatı, onun kendine kocasıymış gibi
davranması... İşte bunlar onu öldürüyordu. Suad, kendine de Süreyya’ya seslendiği sesle, ona baktığı
gözle, onu sevdiği gibi aşkla sevse, baksa, söyleseydi Ya Rabbi!.. Bu fikri derinleştirip saatlerce
düşündükçe harap oldu kaldı. Önce gerçekten öyleymiş gibi aldanarak sarhoş ve sersem kalıyordu.
Sonra Suad’ın içten seslenişlerinde, hayalindekiyle arasındaki uçurumu fark ediyor, bu yabancılık
onun içini eziyordu. Bazen o sesle, “Necib” diye sade ismiyle çağrıldığını işitir gibi olurken, Suad’ın
kendine seslenince sakinleşen sesinin “Necib Bey” deyişi onu öldürüyordu. Süreyya’ya bakarkenki
şefkatli bakış, kendine yönelirken o kadar duygusuz, bir an içinde sanki bir cansızlık kazanıyordu.
Hâlbuki kendi ağzında sade onun ismi vardı, fakat resmi olarak “Suad Hanım” değil, “Suad”,
“Suad” diye fısıldayarak, ah ederek çıkan “Suad”, söylerken sevinçle yalvaran, şükran ve mutlulukla,
ateş ve arzu ile yalvaran bir “Suad” ismi vardı. Ve ruhu onu bu seslenişlerle kucaklamak ateşiyle
yanarken, ona tam bir sakinlikle karşılık vermek bir işkence oluyordu. Böylece, kendine
seslenilmediği zaman o ismi kendi kendine söylemeye, ona yalnızken seslenmeye başladı. Bu yasak,
bu gizlilik onu sarhoş ediyordu. Dudakları daima titriyor, sürekli o isimle titriyordu. Odasına kaçıp
binlerce kere “Suad... Suad...” diye ah ettiği oldu.
Sonra birden korktu. Nasıl bir çıkmaza girdiğini, bunun bir cinayet olduğunu gördü. “Son günlerde
çok meşgul oldum... Onun etkisi... geçer...” demekle, bunun ne kadar önemli olduğunu
reddedemiyordu. Fakat bu düşüncelerin elinde o kadar bitkin bir esirdi ki, bu zevkinden yoksun
kalmaya dayanamıyordu. Bunda onu sarhoş eden, bayıltan bir çekicilik, bir mutluluk vardı. Ve kendi
eliyle mutluluğunu reddedecek kadar gücü, ruhuna o kadar gem vurabilecek iradesi yoktu. O kendi
ruhuna hiçbir zaman hâkim olamamıştı ki, her zaman onun elinde bir oyuncak olmuştu. Böyle birçok
sıtmalı, arzulu zamanlarını hatırlıyordu “Bu da onlar gibi geçer” diye ümit ediyordu. Bu fikrin hiçbir
zaman hayata geçirilmeyeceğini sade arzu ve hasretten ibaret kalacağını biliyordu. Necib için şiir ve
sevda, daima, daima gerekliydi; bunlar onun ruhunun düşkünlüğüydü, tiryakiliğiydi. Hiçbir kadına
âşık olmadığı zaman bile aşka âşıktır, bunun için sürekli kadınlar vardı, her zaman bu meylini
yönelteceği bir kadın bulurdu. Birçok kadına böyle namus ve iffetin veya imkânsızlığın yıktığı ve
sonunda mahvettiği eğilimlerle haftalarca sıtmalı kalmıştı.
Kendinde asla ihanet ettiği düşüncesi yoktu; çünkü o maddi bir istek peşinde değildi. Sadece kendi
istediği için birtakım çirkin araçları kullanmazdı, böyle bir davranıştan nefret ederdi. Bu aşkın vücut
bulmasına kendi ne kadar acı çekerse çeksin izin veremezdi. O sade bir esirdi, onun ruhunun esiriydi.
O aşkın büyüsüne esirdi, aşkın cazibesine esirdi. Bugün Süreyya’nın namusunu korumak için Suad’ın
masumiyeti için kendinde nefsini en büyük tehlikelere atmak yeteneği görüyordu. Ve işte bunun için,
yalnız ruhen çekilen, maddi beklentilerden tamamen sıyrılmış olduğu için bu isteğini bir ihanet
saymıyordu. Düşündükçe Suad’ı değil, onun ruhunu, sade ruhunu sevdiğini görüyordu. Bu büsbütün
başka bir aşk, yeni bir aşktı. Onu, ele geçiremeyeceği, sahiplenemeyeceği, başka hiçbir kadında
bulamayacağı için seviyordu, bakışı için, gülümseyişi için seviyordu. Ve bu koku, ah o koku, sanki
kendi yüreğinden çıkıyordu. O kadar yakındı, o kadar uzaktı; ya o can yakan bakışı, o saf gülümseyişi,
o derece masumdu ki, bu suskun ve saygıdeğer tutkunluktan, bunlara karşı kalbinde ortaya çıkan
ateşten kendini alıkoymak, razı olunacak bir fedakârlık değildi. Onun için bu, bir bakış için hayatlar
verilecek temiz ve mutlu bir ruh isteği oldu, ona hareket özgürlüğü verdi.
Fakat bu cazibenin de zorlamaları, bencillikleri, hevesleri ortaya çıkmaya başlıyordu. Süreyya’yı
Suad’ın kendisine, bedenine sahip görmekten acı duymak aklına gelmemişti, fakat onun maneviyatına
olsun sahip olmak, sade kendi sahip olmak gittikçe karşı konulmaz bir arzu, bir ihtiras hâlini alıyordu.
Ve bu ihtirastan keskinleşen dikkati ile Suad’ın ruhundan bir zerrenin bile Süreyya’ya eğilimini
hissetse, bu tırmalayışlarla acı hissediyordu. Bu bir kıskançlık mıydı? Dudakları çekilip bir
toplanmayla acılaşarak “Bir o eksikti!” diyordu.
Aralarına Süreyya’nın katılmadığı yalnız müzik vardı. Bir gece kendilerini, zevke boğan Ruy
Blas’tan “Odolça Volotta” düettosuyla gecenin sakinliği içinde nerede bulunduklarını unutacak
derecede geçen dakikalardan sonra müzik bitmiş dönmüşlerdi ki Süreyya’yı koltukta uyuklar
buldular. Necib şaşırıyordu, Suad sadece “Müziği sevmez ki...” dedi. Ve Suad’ın sesinde öyle acı bir
esef hissetti ki, bundan içten içe zevk aldı, demek ikisi de, sade bir şeyi seviyorlardı. Ve o kadar
seviyorlardı ki onunla dünyayı, dünyanın her şeyini, hatta onu, Süreyya’yı unutuyorlardı. O zaman
sade ikisinin ruhu yalnız, kucak kucağa dolaşıyor, orada yalnız kalıyorlar, Süreyya bile oraya
gelemiyordu. O zaman müziğe başka anlamlar yüklemeye başladı, ruhun tercümanı, kalplerin merhemi
gibi gelmeye başladı. O bir dünya, bir sonsuzluk tutkusu oluyor ve orada Suad’la beraber olmak, bu
geçici dünyada olmamışlarsa hiç olmazsa orada birleşmiş olmak onu sarhoş ve şaşkın ediyordu.
Fakat bir gün “Ben ne yapıyorum?” demeye başladı. “Ah çünkü insanım; taş değilim ya, insanım...”
Ama niçin bu fikirlere düşmeli, niçin elinde olmayarak nefret ettiği hıyanet ve pislik âlemine
girmeliydi? İçinde bulunduğu çıkmazın nasıl bir uçuruma götürdüğünü, bazen onların yanında, Suad’a
bakarken içinin nasıl “Seni seviyorum, seviyorum!” diye haykırmak için yandığını hissedip düşkün
kaldıkça anlıyordu. Bu fikirleri bir tarafa itilirse insanlık yasası gözünde nasıl haince bir davranış
içinde olduğunu gördükçe ve çoğala çoğala bu işin nasıl iltihap kazanacağını düşündükçe, iki
imkânsız arasında çırpınmaktan doğan bir humma içinde sıkışıp kalıyordu.
Onda her kabiliyet bir kere hareketlenince hastalıklı bir tehlikeyi düşünmeksizin artardı. On beş gün
aralıksız bu hissine kapıldıktan sonra, diğerlerini hep susturup yok ettikten ve yalnız onun her şeye
sahip olmasına, her türlü vesvese ve endişenin susmasına o kadar alıştıktan sonra, şimdi korku ve
telâşa o kadar yenik düştü ki... Bu, kendini kendinden nefret ve iğrenmeye sevk ederek perişan etti.
Birden uçurumun karanlığına ve yakıcı ateşine düşmüş kalmıştı. Onun bütün pisliklerinde
boğuluyorum zannediyordu. Nasıl korkunç bir çaresizlikle, nasıl geri dönüşü olmayan yoksun bir
ümitsizliğe düşmüş olduğunu anlıyordu. Bu sırf ruhuna esir olduğu için ne aklında, ne de isteklerinde
kötülük bulunmadığı için, korkunun yersiz olduğunu kendine anlatmaya çalışıyordu. Bunların açığa
çıkarılamayacak, anlaşılırsa da suçlanılacak şeyler olduğunu reddedemeyerek “Ne yapmalı?”
diyordu. Fakat kaçmak, bu tek çare, buradaki sakin hayatı ve çekiciliği bırakıp yine o kâbus ve yoğun
kalabalığın içine girmek... Bu elinde olmayan bir şeydi, böyle bir şeyi seçme şansı yoktu, bu imkansız
bir fedakârlıktı... Son tehlikeye kadar oturup daha sonra kaçmaktan başka çare yoktu. Hâlbuki hiçbir
zaman tehlike o dereceye gelmeyecekti.
Bunlar tereddütleri, tereddütler düşünceleri doğuruyor, gecelerini fırtınalı geçiriyordu. Sabaha
kadar uyuyamadığı bu gecelerden sonra tekrar görmek, tekrar onu bakışlarının etrafında yaşamak, ne
olursa olsun yaşamak ümidiyle her şeyi unutuyor, güneşin doğuşuyla beraber gelen bir rahatlıkla da
kâbuslardan sonra sabah; o hafif sisli, fakat saf ve berrak bir şekilde patlıyordu.
Bir karar vermeyi yine geceye erteleyerek durumundan endişeli, çaresiz, çekingen kalıyordu. Onun
sesini öyle bir dinleyişi, onun yürüyüşünü öyle bir hissedişi, onun, gözlerinin önünde öyle bir yanışı
vardı ki bazen heyecandan ve arzudan, bazen ümitsizlik ve düşkünlükten haykırmak isteğini güç
yeniyordu. O evin neresinde dolaşırsa onu hissediyordu, nasıl bir sakinlik ve yumuşaklıkla evin
sahibi olduğunu gösteriyordu, o evini mukaddes kabul ediyordu. Sonra Süreyya’nın gözlerine
aralarındaki bağın ateşiyle bakarak, yanına oturduğunda, Necib’in içinde o gelirken kalbini hoplatan
ferahlık ve neşenin yerini yaralı ve acı dolu bir duygu dolduruyordu. Çaresiz içten bir iniltiyle
kalakalıyordu. İçinden durup dururken “Senin, senin için, gözlerin için ölüyorum!” diye haykırmak
isterken arzularını susturup ona sakince seslenmek onu bitiriyordu. Çok yavaşça ve safça kurulan aşkı
kendine itirafından sonra adımlarını öylesine hızlandırmıştı ki sanki onu, senelerden beri sade onu
seviyordu ve sanki o biliyordu, aşk denizine öyle bir girmişti ki çıkması mümkün değildi sade aşkın
derin sularını görüyordu.
Tüm bu günler boyunca hâlden hâle geçen ruhu dünyayı unutmuştu, günler geçiyordu, İstanbul’a
gitmeyeli yirmi gün oluyordu. Giderek kendine güveni kayboluyordu. Her gün bir önceki günden daha
zayıf oluyordu. İradesi giderek zayıflamış hastalanmıştı adeta, tehlike giderek yaklaşıyordu, Necib
giderek endişeleniyordu. Sonra bir gün: “Ama madem ki onun bir şeyden haberi yoktur, olması
ihtimali de yoktur...” dedi. Ve kendisine rahatlama yöntemi buldu.
Çünkü o, Suad, hiçbir şekilde bu fikirlerden haberdar olmayacaktı. Onun gözünde bir nefret
ürpertisi görmektense ölümü tercih etmeyi mutluluk sayardı. Ve bunu düşününce “O hâlde?” diye
emin olmaya çalışıyordu. Fakat güvende, ıstırapta özellikle heyecanlarla mutlu olması gerekirken,
içinin sıkıldığını, yine bir rahatsızlığın sürdüğünü, küçük bir üzüntünün önce belirsiz fakat yavaş
yavaş inatçı ve âciz bırakan bir ısrarla yerleştiğini görüyordu. Bu duyguları, önceden sade onu
sevdiğini düşünmekle mutlu olurken şimdi o mutluluğun da ne kadar öksüz ve hiç değerinde oluşunu
düşünmekten geliyordu. Onun bu aşka katılması mutluluğunun uzak ve imkânsız bir zevk olduğunu
gördükçe “Ah bu mümkün olsaydı... Hayatım pahasına olsun, fakat mümkün olsaydı...” diye
söyleniyordu. Bütün hayatı, saniyelerine kadar Suad’a tutulmuştu, sade ona aitti. Gece uykuları da ona
teslim olmuştu; düşündüğü, gördüğü Suad’dı. Hatta sabah uyanınca başkalarını bile görse onu görmüş
zannediyordu. Suad’ı sürekli Süreyya ile birlikte görürken böyle hayallere sahip olmak ona ayrı bir
keyif ve mutluluk veriyordu. Sonrasındaysa rüyadan gerçeğe dönmek işkencesi başlıyordu. Onu
gerçekten görmek isteği, bu azabı bile sevdiriyordu. Bazen aşağı inip beklediği hâlde onun henüz
ortaya çıkmadığı olurdu. O zaman konuşurken dalar, dinlediklerini anlamaz, ne söylediğinin farkında
olmaksızın perişan olur, onun yaklaşan ayak sesleri bütün vücuduna dalga dalga etki eder, kızarır,
kalbi çarpar ve seslenişinde oracıkta ölüvereceğini zannederdi. Onun karşısında, o güzel bakışı ona
yöneldiğinde kendini kaybedip saçmalayacağından korkar, kendini idare edememe şüphesiyle tedirgin
olurdu.
“Bir tedbirsizlikten bak ne oldu?” diye söyleniyordu. İçindeki seslerden biri, şimdiye kadar böyle
oldu ya, zaman geçtikçe nasıl dehşetli bir hâl alacak diye endişeleniyor ve bu endişeler giderek
şiddetleniyordu. “Ama bu sade bir hıyanet, en büyük alçaklık...” demek istiyordu. Fakat ondaki çeşitli
Neciblerden biri bunu söylerken bir diğeri gülerek: “Bey tiyatro oynuyor!” diyordu. Bir diğeri ikisine
de yabancı kalarak muhalif davranır, sade onu, mutluluğunu, Suad’ını düşünürdü. Ve kendisi bu
çeşitli şahsiyetlerin elinde oyuncak, sefil, şimdi ötekine tabi ve köle olarak, iradesiz, bir şeyi yapmak
ihtimali olmaksızın yaşayıp gidiyordu.
Ve korkuyordu, ara sıra kendi ruhunun karanlıklarına bakıp ne hainliklere kadir olduğunu görerek
kendinden korkuyordu. Süreyya’ya baktıkça, onun güven ve sevgisine karşı nasıl fikirlerle uğraştığını
düşündükçe, onun gerçeği anlaması ihtimaline karşı ölümden başka bir çare görmüyordu. Başka
hiçbir şey ona karşı olan utancını yok edemezdi.
O, Süreyya, her türlü fikir ve şüpheden uzak idi. Eşine güveni, Necib’e olan sevgisi birleşince o
hiçbir şeyden şüphelenme gereği hissetmiyordu. O sandalı ile, yelkeni ile, yarışı ile meşgul, rüzgâra
hayatını odaklamış yaşıyordu. Dalgın mı, ciddi mi, havai mi olduğu fark edilemeyecek bir hâli vardı.
Evde kaldıkça Behice Dadı ile şakalaşarak, Suad’ı öfkelendirerek, Necib’in piyano çılgınlığı ile
eğlenerek tembel bir ömür sürüyordu. Şimdi de bir balık merakı gelmişti. “Ah bir ay daha geçse,
ağustosu da bir atlatsak...” diyor, o zaman geceleri lüferciliğin doyulmaz bir eğlence olduğunu
anlatarak şimdiden seviniyordu.
Suad’a gelince, o gittikçe yakıcı olan garipliği içinde süratle yol alıyordu. Hayatın mutluluklarının
çözümlemesi imkânsız ve nasıl bir hiç değerinde olan şeylere bağlı olduğunu, dışarıdan anlaşılması
pek kolay görünen fakat aslında nasıl da oyuncak hâline gelmiş nasıl da basitleşmiş olduğunu görerek
üzülüyor ve ümitsizliğe kapılıp olanlara şaşıyordu. Yine aynı şartlar içinde bir sene önce hayatından
memnun ve mutluyken ve her ihtiyacını tamammış gibi görürken bu gün tarifi ve görülmesi imkânsız
şeylerle gözleri açılıp hayatını görmek, önem verilmeyip teslimiyet gösterilecek yerlerde ciddi
davranmak günahıyla bir mutluluğun değil, her hayatta olduğu gibi mutluluk rengini koruyan bir
mutsuzluğun garibanı olduğunu, hayatının artık fark edilen bu yarasıyla geçeceğini pek acı hâlde
görüyordu. O, giderek fark ettiği hâlde engelleyemediği bir öksüzlük duygusu ve öfkeyle gerçeği
görerek yaşıyor, Behice ile Necib’in hayatlarında nasıl bir bağlılık, yalnızlıklarında nasıl bir
arkadaş, eğlencelerine nasıl bir yardımcı olduklarını görüp: “Demek onlar olmasa ben yalnız,
yapayalnız kalacağım söz bulamayacağız, büsbütün sıkılacağız, hayatımız katlanılmaz olacak...” diye
Süreyya’nın anlayışsızlığını, her şeyi kendine bırakıp öyle havai şeylerle uğraşmasını affedemiyordu.
İşte dadısı da yarın öbür gün bağa gitmek istiyordu. Sonra Necib de gitmek isteyecekti. Hayatını
onların zindanlarına bırakamazdı ya? O zaman Süreyya daha sıkılacak, arkadaşsız, dayanıksız
kalacak, bugün her şeyi yaptığı ve arkadaşlar bulduğu hâlde böyle olunca, yarın onlarsız büsbütün
sıkılacaklarını düşünerek artık mücadeleden yorgun, endişelerle düşkün, her şeyi bırakarak, hepsinin
içinde hüngür hüngür ağlayarak: “Ama hâlime bakınız!” demek ihtiyacıyla kıvranıyordu. “Beni mutlu
ve rahat görüyorsunuz değil mi? Fakat bakınız, işte ağlıyorum... Demek ki ne mutlu, ne rahatmışım.
Ooh, rahat değilim; hiç, hem hiç değilim... Mutluluk nerede!” Ve anlatmak gerekince bir şey
söylemeyeceğini; ciddi bir sebep bulamayacağını görerek bunalıyordu.
Deniz mevsimi üçünün de hayatına yeni bir neşe serpti. Önlerinde bir deniz hamamı vardı ki, evin
sahibi burada kendi otururken çattırmış, sonra yıktırmamıştı. Yalnız kışın tahribini onarmak
gerekiyordu. Süreyya denize bayılıyordu. Necib zaten pek severdi, Suad ilk başlarda pek telaş ve
heyecan geçirmişse de artık alışmıştı. Yalnız dadı odadayken bile denizde imiş gibi çırpınarak:
“Aman Allah esirgesin!” diyordu. Bin yalvarma rica ile onu denize götürdüler. Daha kapıdan karanlık
bir gözle sulara bakıp titreyerek yalvarıyordu. Artık her sabah her akşam girmek bir âdet oldu. Ve
sabahleyin uykunun rahatlığıyla, akşam yorgunluğun tozuyla deniz, sinirlerine bir büyük şifa etkisi
yapıyordu.
Necib, Süreyya’ya, “Gel senin kotrayı şuraya sokalım da bari tehlikeden biraz uzak olun.” diyor,
sonra ekliyordu: “Şaştığım bir şey varsa o da hâlâ şunun sıkı bir sağanakla tepe taklak olmamasıdır.”
Ve Suad’ın korkan gözlerindeki karartıya bakarak:
“Yok, korkmayın, korkmayın; İstanbul’a gittiğim zaman Süreyya’ya bir mantar yelek alacağım... Ne
olur ne olmaz... O zamana kadar da keramet sandalın...” diyordu.
Süreyya kızar, sandalın berbat, bir üç ambarlı gibi denize dayandığı, önceki gün İstinye önünde bir
yarışta küpeşteye kadar yattığı hâlde içeri bir damla su girmediğini, parası olsa satın alacağını
anlatmaya başladı. Bir gün Büyükdere’den gelirlerken yine bu konu konuşuluyordu. Sandalın Suad’ın
hayatında küçük bir memnuniyetsizlik olduğunu anlayan Necib, artık onu kendine yönelmiş görmek
için sürekli bu konuyu kurcalardı. Suad, bu fikre katıldığını bakışıyla söyleyip kışkırtarak susuyor,
sandal meselesinde Süreyya’nın böyle cevapsız kalmasını kabul etmiyordu. Birden arabaları bir
köşede durmak zorunda kaldı. Dört beş araba birbirini izliyor, kalabalıktan bunun bir gelin alayı
olduğu anlaşılıyordu.
Süreyya, Necib’in sözlerine cevap veremediğini görünce kurtulmak için bundan faydalanarak:
“Senin nene gerek sandal mandal Allah aşkına. Sen kendi evlenmene baksana a! Sonra
yaşlanacaksın da... Bak her köşede bir düğün var...” dedi. Ve bu söz Suad’ı da Necib’i de üzüntü ve
sessizliğe yöneltti.
Necib gözleri önünden birer birer geçen arabaları, görmeyerek kontrol ederken, kendisi için
evlenmenin nasıl bir yara olduğunu düşünüyordu. Onun için evlilik... Ama bu ihanetsiz mümkün
müydü? Onun için evlilik Suad’ın kendisini sevmesiydi. Onun o kadar güzel ve yakıcı olan gözlerinin
âşıkane itirafıyla mümkündü. Hâlbuki bu, ateşte bir ölüm kadar büyük bir şeydi.
Suad, bu gelinin şimdi ne kadar mutlu olduğunu düşünüyordu. Bu gelin şimdi ne kadar mutluydu...
Ve sonra acaba ne kadar mutlu olacaktı. Hayatı bir sene, iki sene, daha, belki daha çok mutlu ve
neşeli geçecekti. O zaman kendi ilk senelerini görüyordu. Bu günle karşılaştırarak hüzünle bu geline
imreniyordu. Kendini onun yerine koyup gelin olduğu zamandaki duyguları tekrar yaşayınca ağlamak
isteği duydu. Şimdi o zamandan ne kadar, ah ne kadar uzaktı! Artık dönülmesi imkânsız olan o hayatı,
hayatını gömmüş bir ölü hâliyle görüp mahzun ve ümitsizce durakaldı. Niçin yarabbim, niçin artık
hayat ölmüştü? Hem bir daha geri gelmeyecek şekilde?.. Niçin bir daha mümkün değildi? Bir kere mi
olacaktı. Böyle hayatı sevdiren, her şeyi güzel gösteren o hayat, o büyük neşe... Artık onlar gitmişti,
öyle mi?
Bir zaman gelip sadakat ve sevgiyle beraber sevileni artık mutlu edememek, ona yetmemek fikri onu
yakıyor, suçu asıl kendinde bularak ara sıra isyan edip Süreyya’yı haksız bulduğu için kendisinin
haksızlık ettiğini düşünüyordu. Sonra kendisini de töhmet altında bırakmayıp suçun yaşanılanlarda
olduğunu, idarenin kimsenin elinde olmadığını sadece hayatta olduğunu bininci defa görüp anlamaktan
doğan korku ile tekrar yaşamak, daha yaşamak arzularının imkânsızlığı, o günde yaşayıp geçmiş
olmak, tekrar o genç kalple, genç emellerle o senelerdeki gibi yaşayamamak işkencesiyle çaresiz
kalıyordu. Demek bitmiş, onun için artık her şey bitmişti. Demek ki artık kesinlikle anlamak lazımdı
ki seneler, hep çoğalan bir üzüntü ve korku ile geçecek, gerçek ihtiyarlık bir gün onu çürütecekti.
Hem de yaşamamış olarak, henüz yaşamak üzere olduğunu düşünürken... Her şey bitmişti öyle mi?
Sonra Necib’e bakarak, o önünde böyle birkaç mutlu senesi olan bir yaratık diye düşünüyordu. Ve
bunun için mutlu oluyordu. Necib’e karşı duyduğu bağlılık, onun böyle bir mutluluğa aday olması onu
memnun ediyordu. Daha sonra onun da korktuğu gibi bir kadınla evlenmesi ihtimali düşüncesiyle
meşgul oldu. Ve bunu güçlü bir iyi niyetle etkisiz kılıp, karı koca onları uyumlu ve mutlu görünce bir
gün gelip onların da hayallerini, isteklerini, gençliklerini elden kaçırarak yorgun, üzüntülü
kalacaklarını, kokuları, renkleri, bütün bolluk ve neşesiyle coşan baharın yerine bile mutlaka bir gün
renksiz bir hüzün ve sıkıntının çökeceğini, her şeyin yok olmaya, sönmeye mahkûm bulunduğunu acı
bir ümitsizlik içinde hissetti.
Ve ilk defa burada aklına gelen bu fikir daha sonra onu hiç terk etmeyen bıktırıcı bir hastalık oldu.
İlk zamanlar, bunun doğal olduğunu düşünüp bu fikrin kalbine verdiği acılıkları damla damla tadarken
bir gün oldu ki, yalnız kalıp rahat rahat onu düşünmek istemeye, hatta düşünmek için kendini
zorlamaya kadar vardı. Bu bir çeşit yavaşça gerçekleştirilen bir intihar, bir çeşit zehirlenme gibi
oluyordu. Her şeyin ilk hayallerinin bolluğu ve renklerinden sonra derece derece bir sönme ile hüzün
ve bıkkınlığa, sıkıntı ve karanlığa gidişi onu damla damla öldüren bir uyuşturucu gibi geliyor ve
kendisi buna kurban olduktan sonra bunun sadece kendisi için olmayıp böyle genel bir kanun olduğunu
görmekten acı bir teselli buluyor, garip bir korku sarhoşluğuyla kalıyordu.
Öbürleri: “Ne oluyorsun, dalgınsın?” dedikçe bir cevap bile vermeye gerek görmeyerek
dudaklarını hiç makamında bükmeyi yeterli buluyordu. Ve dikiş, düşünmeyi uğraş hâlinde
gösterebildiği için, artık elinden düşmez oldu. Bununla beraber herkesin kendi hâliyle şu farkı vardı
ki, onun hayatının baharı geçtiği hâlde birçokları henüz ümit ediyorlardı. Onun için bahar evlenmekle
başlıyor gibi geliyordu. Kendi bütün bolluk ve ferahlığı hep o zamandan başlattığı için şimdi Necib
de ne kadar ümitsiz ve insanlardan kaçar görünürse görünsün evleneceği için onu yine mutlu
görüyordu.
Bütün bu fikirler arasında bir sarkaç gibi kalbini korku ve çekingenlik ile ezen kendi hayat
karşılaştırmasını sürekli tekrarlıyor, bazen sonsuz bir sıkıntı ve hüzün, sonra acı bir korku ve telâş,
her şeyin, bütün hayallerin, ümitlerin, gençlik ve mutluluğun zalim bir inatla mutlaka elden
kaçacağını, işte şu anda kaçmakta olduğunu, bir şey yapmak ihtimali olmaksızın artık hayatının bitmiş
olduğuna karar vermek lazım geldiğini görerek sıkılıyordu.
Bütün bunlar doğal gülümseme ve nezaket altında gizlenmeye uğraşılan kanlı mücadeleleri
gerektiriyordu ki, sinirlerini daha yoruyor, uzun baş ağrıları, dermansızlıklar, hazımsızlıklar, hep
birden neşesizlikleri getiriyordu. O hâle geldi ki sade abartılı bir hastalık yumuşaklığıyla, seçilmesi
mümkün olmayan hayatının bütün zamanını bir manayla incelemesi sebebiyle, hayatın ufkunda bir
bulut yokken, rahat bir ömür içinde acı bir kurban olup kaldı. Bunlar gerçekte Süreyya’nın ilgisiz,
meşgul gözünden kaçıyordu; fakat Necib’in şüpheci bakışıyla, şiddetli bağlığının yönelimiyle fark
ediyor, bir karanlık içinde ara sıra onun bilinmeyen kederleri olduğunu görüp bir sebep bulamayarak
büyük korkular içinde fırtınalar hayal ediyor, bir başka erkek düşünmesi ihtimali ruhunu yakıyordu. O
zaman Suad’ı saygıya layık görmekten korkuyor, onu yüce mertebesinden aşağı inmiş görmemek için
bunu düşünmek istemiyordu. Ve eğer Suad kendisi için bir duygu besleseydi gözünde yine o
saygıdeğer mertebede kalacağını görerek: “Ah bencillik, sanki böyle olunca başka bir şey mi
yapılmış olacak?” diye gülüyordu.
Düşünüyor, düşünüyor, Suad’ın bu hâline bir sebep arıyordu. Süreyya ile aralarındaki ilişkiyi
inceliyordu. Bunda eski bağlılığı göremiyordu. Fakat önceden onların hayatına şimdiki gibi girmiş
değildi. O zaman bile bu kadarcık anlaşmazlıklar gerekli, doğal geliyordu. İki karakter ne kadar
uyumlu görünürse görünsün, böyle geceli gündüzlü beraber geçen, senelerce süren beraberliklerinde
birtakım anlaşmazlıklardan rahatsız olmak neredeyse zorunluluk oluyordu artık. “Bu karakterlerden ya
ikisi de üstün olup sürekli bir savaş hâlinde bulunur, yahut biri diğerini esaretine alır.” diyor, bu
esaretin ara sıra isyanları olsa bile; Necib, yaradılış olarak hassas ve yumuşak olan Suad’da
hastalıklı bir duygunun korkunç bir şekilde belireceğini keşfetmiş ve nasıl bir ruh hâli içinde
olacağını anlamış olmakla beraber, bu hastalıklı duyarlığın nedenlerinin bilinmezliği içinde
kalıyordu.
Necib bazen Suad’ın kendini böyle ezilmiş hissetmesine sebep olanları bilememesine öfkeleniyor
ve bilinmezlikle kıskançlık birleşerek onu yoruyordu. Bu, kendisini her şeyden çok yıkıyor, ateşli bir
kin içinde zehirleyerek sanki ölüme hazırlıyordu. Bazen de Süreyya’ya bakıyor, onu sadece Suad’ın
kocası olduğu için değil, derin ve ateşli olmayan karakteri için de kıskanıyordu. O, her hâlinde düz,
içten idi. Kötülük düşünemeyerek, hatta birbirine zıt olan bazı tavırlarında bile samimi bir içtenlikle
davranıyordu, yaptığı herhangi bir şey kötü olsa bile ortaya çıkacak olumsuz etkileri önceden
göremeyerek endişesiz, belâsız yaşıyordu. Mutlaka bir şeyler yapmak ihtiyacı hissettiği bir yaşa
gelmiş olduğu için o zamana kadar çoğu şey yapılmayarak geçen senelerin biriken eğilimleri birden
ortaya çıkarak onu böyle sandal gibi şeylere tutkun hâle getiriyordu. Ona şimdi de bir kotra merakı
gelmişti. Sandal artık kendine küçük görünüyordu. Tarabya’da olacak yarıştan bahsederken
İngiltere’den gelme birkaç kotra sayıyor, bunları uzun uzun tarif ederek “Ah insanın öyle bir kotrası
olmalı ki...” diyordu.
Sonra Suad’a dönerek:
“O zaman sen de gelirdin. İçinde kamaraları, yemek salonu, her şey var... Âdeta bir gemi... İnsan
karısını alınca kalkıp Marmara’ya çıkar... Mudanya... Yalova... İstersen Midilli, İzmir...” diyordu.
Suad gülerdi: “Dünyayı dolaşmak için çıksak nasıl olur acaba?” derdi.
Necib de gömüldüğü köşesinden söze karışır, “Yok, eğer küçük bir yat olsaydı...” şartını koyardı.
O zaman uzak ülkelerden, uzak şeylere özel şiir ve o renklerin uyumuna tutkunlukla onların
güzelliklerinden söz ederler, adaları birer birer geçerek İtalya sahillerine kadar uzaklaşırlardı.
Kendilerini bir İtalya limanında gemilerin zincir gürültüsü içinde düşlerler “Ah ne iyi olurdu!”
derlerdi. Bunlara Suad da katılıyordu. “Bilmem ama yine deniz tutar mı?” diye Necib’e soruyordu. O,
sürekli böyle, sürekli Suad’la olabilmek mutluluğunu hayal ederken bir yandan da hayatın böyle
olağanüstü bir mutluluğa izin vermeyeceğini, o kadar mutlu olma ihtimalinin var olmadığını düşünüp
“Ama bu böyle ne olacak?” diye başını taşlara vururcasına ümitsizliğe düşüyor, acı çekiyor ve
eziliveriyordu. Her gün ateşinin daha çoğaldığını, bir gün artık onun altında kalarak isyan edeceğini,
artık ondan sonra ağlamak, sızlamak zorunda olacağını büyük bir endişeyle, korkuyla görüyordu.
Süreyya bu görkemli şeylerin arasında pek miskin bulduğu sandalı için, Suad ise nerede olsa, nasıl
olsa hayatın viranlık tohumu ile yüklendiğini düşünerek üçü de çeşitli şeylerden aynı üzüntüye
düşüyorlar, çeşitli şiddetlerle sıkıntıya esir oluyorlardı.
Bazen geceleri de çıkıyorlardı. Suad dümene geçer, erkeklerden biri kürek çekerdi. Çoğunlukla
birkaç sözle bozulan bir sakinliğin sürdüğü bu yolculuklarda denizin, gökyüzünün, sahillerin
korkunçluğu arasında bazen mehtabın ışıklarına, bazen karanlığın dalgalarına gömülerek, denizin bir
kadın göğsü gibi kokularla dolu bakir vücudunda Büyükdere’ye kadar inerler, sona geri dönerlerdi.
Dönüşleri sessiz, karanlıkta olurdu. Herkes fikir ve üzüntülerini yüklenerek odalarına çekilirler,
birbirlerini ve kendilerini yorgun olmakla aldatarak üzüntülerini gizlerlerdi.
Fakat Necib giderek kendini kontrol etmekte güçlük çekiyor, yetersiz kalıyordu; çünkü onun bu
şiddetli bağlılığı bu duruma geldikten sonra tahammülü eksilmiş, suya kanamış gibi içini bir yangın
kaplıyordu. Onda bu kadar içini kaynatan bu çekicilik artık kavuşmaya şiddetli bir ihtiyaç duyuyor ve
ona, onun ruhuna girmek ihtiyacı ile şiddetli bir arzu gösteriyordu. Her zaman onun yanından
ayrılmamak endişesi şimdi yerini ona karışmak coşkusuna dönüyordu...
Sonunda bu, duygular saçması hâline geldi. Bir gün geç kalkmış, deniz hamamına geçmişti. Çırpına
çarpına koşuşan çarpışan dalgalar, hamamın içinde büyüyen, yansıyan sesleriyle düzensiz bir hava
çalıyordu. Vücudu muhtemel zevkin yöneltmesiyle şimdiden bir hoş rahatlık içinde, uyanır uyanmaz
tekrar fikrini oyalamaya başlamış endişelerinin dalgınlığıyla soyunurken, serin deniz havasının içinde
birden ölüyorum zannetti. Etrafını onun kokusu sarmıştı.
Bu Necib’in Suad’dan sahip olduğu biricik şey vücudu idi. Bu kendisine sürekli kendi göğsü gibi
gelmişti. Bu, ne bir çiçeğin, ne bir yaprağın bilinen kokusuydu. Bu bilinen hiçbir kokuyu andırmaz
cana işleyen bir koku, adeta canlı bir şey, bir nefes idi ki, Necib onun ruhunun kokusu zannediyordu.
O kadar eşsiz, o kadar içten bir koku idi. Bunda Suad’ın bütün gizli sırları, bütün kadınlığı pür
heyecan bulunurdu. O kadar kadından, o kadar Suad’dan yükseliyordu... Ve şimdi, denizde bu koku,
ona bir vücut sıcaklığıyla karışmış geliyordu. Duyguları o kadar şiddetlendi ki vücudu titreyerek
bitkin düştü.
Bu nereden geliyordu? Ondan önce denize girmiş olduğu için mi kalmıştı? Denizin, rüzgârın
birbirine çarpması bunu nasıl dağıtmamıştı? Ve suyun içine girdiği zaman, şimdiye kadar bunu
düşünmediğine şaşarak, onun da burada, bu su içinde yıkandığını düşünmek bütün iradesini yok
ediyor ve düşkün kılan bir zaaf ve sarhoşluğa sürüklüyordu. Bulutlar içinde, sarhoş ve şaşkın, kendini
suyun içine bırakarak, sonsuz bir duygu sarhoşluğu içinde onu burada, suyun arasında, deniz
elbisesinin yarı sakladığı omuzu, kolları, gerdanıyla görerek, bayılır gibi oluyordu. Bu hissini
sürdürmek için gözlerini kapayarak suyun kendini okşamalarıyla yüzdüren kuvvetin üstünde
sallanarak, sıtmalı, ihanetten habersiz, korku içinde kalıyor, onu öyle görmeyi düşündükçe, kokusunu
duydukça denizin içinde sonsuz derinliklere uçuyorum zannını veren bir sarhoşlukla sersemleşiyordu.
Sonunda çıktığı zaman denize delice bir istekle atlayacak, boş vakitlerini ıssız yerlere kaçıp ona
binlerce ateşli seslenişlerle, bu zevkli düşüncelerle oyalanmaya adayacak hâle girdi. Onu en ince, en
gizli kadınlıklarına kadar düşünerek, ateşinin yakıcılığıyla ruhunun yandığını hissedip ölüyorum
zannederek “Ah ölsem...” diyordu, mutluluğunun ancak o zaman tamam olacağına inanıyordu. Ve onun
kokusuyla, yavaşça ona yaklaşıp ensesinden yükselen onun güzel kokulu vücuduyla sersem olduğu
zamanlar, baştan aşağı sarsılarak ağlamak, boğulmak, birdenbire düşüverip ölmek ihtiyacıyla
kıvranıyordu, bunları yapmamak için kendini zorlayarak işkence çekiyordu. Bir saniyede bin duyguya,
bin fikre, bin hayale esir olarak, işkenceden farkı olmayan ama onu yine de mutlu eden çarpıntıların
içine karışıyordu.
“Canım, bu ne kadar deniz merakı?” diyen Süreyya’ya “Bir sandalım var diye bütün denize sahip
çıkamazsın a!” diye şaka ederken gerçek hâli düşünmekten kendini alamayarak canavarlığına
şaşıyordu. Çünkü onunla konuşurken, ona seslenirken onun namus hakkını dehşetli bir cinayetle
kötüye kullanmak fikrinden kesinlikle uzaktı. Duygularının akışına o kadar kapılıyordu ki kendisine
herkesin cani deme yetkisi olduğunu kabul ettiği zamanlarda bile yine vicdanının kanaati ile sakin
durduğu zamanlardan bir fark bulamaz hâle gelmişti.
Bu akşamüstü Tarabya’ya kadar gidip dönmek için çıkıyorlardı. Necib, yalnız olarak aşağı inerken
piyanonun üstünde Suad’ın şemsiyesiyle eldivenlerini gördü. Bir anda bu eldivenlerde onu koklamak
isteğine hâkim olamadı, titreyerek eğildi, onun eşyalarını burnuna götürdü; oh, her zaman havada olan
bu koku işte şimdi elindeydi! Ve eldivenlerin dokuması o kadar onun eli gibi hoş ve narin idi ki,
gerçekten onun ellerinin kokluyormuş gibi geliyordu. Bir an oldu ki, bunları alıp saklamanın ne büyük
bir mutluluk olduğunu acı bir özlemle düşündü. Ve ihanet ediyormuş gibi titreyerek, sapsarı, bunların
birini cebine soktu.
Suad, çift zannederek aldığı eldivenin bir tane olduğunu ancak arabada fark etti. Aceleyle yalnız
birini almış olmak ihtimalini başını sallayarak reddediyordu. Şemsiye ile beraber ikisini de
piyanonun üzerine koyduğunu ve onları oradan alırken piyanonun üstünde başka bir şey kalmadığına
kesinlikle dikkat ettiğini söylüyordu. Süreyya: “Belki arabaya gelirken düşürmüşsündür.” dedi.
Necib sözünü esirgemeyerek Süreyya’ya bir şeyler anlatıyor, Suad’ı düşündürmemek için tuhaf
birtakım sorular buluyor, onun dalgın düşünüşünden korkuyordu. Suad “Tuhaf, acaba ne oldu,
besbelli öyle...” dedikçe sanki eldiven cebinden çıkarak “Buradayım!” diyecekmiş zannediyor, yüreği
hopluyordu.
Ve bu eldiven meselesi unutulduğu zaman onun biricik malı, en kıymetli malı oldu. O hayat dolu bir
el, sanki Suad’ın eli gibi geliyordu... Ve onun eline sahip olmak Necib’i mutluluktan çıldırtıyordu.
Suad başını dikişinden kaldırıp kapıdan giren Necib’e bakarak: “Ooo! Sizde bir hazırlık var?”
dedi.
Öbürü eldivenlerini giymekle meşgul, sakinleştirmeye çalıştığı bir sesle “Evet, kaçıyorum.” diye
cevap verdi. Ve üzüntüsünü göstermemek için birçok işleri olduğunu, gezilecek yerleri, çoktandır
ihmal ettiği dostlarına dair masallar anlatıyor, zorunluluklarından bahsediyordu. Hâlbuki gerçekte
burada kalmak için canını verdiği hâlde işte şimdi kaçıyordu. Çünkü artık burada yaşamaya sabır ve
tahammülü, kuvveti ve dayanacak hâli kalmamıştı. Hele bu son hafta onun için tahammülün üstünde
eziyet veren bir şekilde geçti. Buradaki hayatının ihanet olduğunu kendine sürekli hatırlatan derinden
gelen ses sussa bile artık gıdasız hayatı bir işkence olan tutkunluğuyla, Suad’ın bir zaman kendini
sarhoş eden huzuruyla şimdi harap olarak, o kadar yorulmuş, üzülmüştü ki, artık bu gece sabaha kadar
uyuyamayarak çektiği ateşler arasında kaçmak, ona tek kurtuluş çaresi göründü.
Evet, ne olacaktı? Burada dursa ne olacaktı? Bu kesin ve cevapsız soruyu belki bin kere kendine
sormuş, işkence ve hıyanetten başka bir şey olmayan bu hayatın sonu olmadığını sürekli düşünmüştü.
Şimdi gittikçe elinden kaçan iradesinin, sürekli artan sersemliğinin yöneltmesiyle düzelmesi mümkün
olmayan bir şey yapmak, bilmeyerek, bilemeyerek ağzından kaçıracağı söz, yönelteceği bakışla her
şeyi keşfettirip haklı bir nefret ve iğrenmeye hedef olmamak, o kadar saf ve temiz bakışı bir nefret
titremesiyle kendine yönelmiş görmemek için bir çare varsa o da kaçmak olduğuna karar vermiş ve
rahatlamıştı. Çünkü son zamanlarda onun önünde, gözlerinin önünde dururken içinden kaynayan
bağırışa, arzularına dayanmak artık pek zor oluyor, bunun her şeyi göze aldıracak bir kaynayış
olmasından korkuyordu.
Önceden, ta ilk günlerde, aklına yine bu çare gelmişti. Fakat o zaman dayanma gücüne,
soğukkanlılığına güveniyor, bu kadar zaaf göstereceğini düşünmüyordu. Duygularının
dayanıksızlığına, şiddetine esir olup gecikmelerle, önlemlerle kendini aldatarak oturuyordu. Fakat
şimdi o zamanki gibi hareketinin yalnız kötülüğünden korktuğu için değil, duygularının kaynamaya
hazır olup keşfolunacağından titrediği için kaçıyordu. Ve bu iki eğilim arasında uykusuz geçen
gecelerinde bin türlü kararsızlıklarla ezilirken sürekli kendini idare etmek mecburiyeti onu hasta
ediyordu. Uyuyamayacağını bilerek, gecelerin yaklaşmasını artık kesin bir işkenceyi bekler gibi
korkuyla karşılıyordu. Önce onu düşünmek, saatlerce dalgın kalarak, bütün saatlerini ona ayırdığı
hâlde bıkmayarak, düşünmek için zamanı yeterli bulmayarak, onun bakışlarını, sözlerini, tavırlarını,
kokularını hatırlayıp bu eldiveni koklamak için kendinden geçerek sabahlara kadar uyumazken şimdi
artık bu mutluluk, hasta bir şekilde kuruntu ve şüphelerle ağlayarak, haykırarak “Ama ölüyorum,
kurtarın beni artık!” diyecek kadar yanarak geçiriyordu. Onun Süreyya’ya öyle bakışları, öyle
seslenişleri oluyordu ki, Süreyya için sakin bir kabulle karşılandığı hâlde kendisini kahrediyordu. Ah,
bunun bir tanesi için canını nasıl sevine sevine verirdi!..
Sıradan bir saygının ne gibi evrelerden geçip şimdi hayatında kökleşen bir büyük aşk ve dehşet
olduğunu düşünerek kendinin bu kadar tutkun sevgiyle bu sonucu anlaması gerektiğini düşünüyor,
kendine kızıyordu, nasıl olurdu da bu kadar ilerlemesine izin verirdi “Evet, kaçmalıydım,
kaçmalıydım!” diye yumruklarını kafasında sıkıyordu. Ve şimdi yalnız ondan değil, kendinden de
kaçmak lazımdı. Çünkü ondan kaçmakla kendini ateşten kurtaramayacağını görüyordu. Nereye gitse,
ne yapsa bunun mümkün olmadığını, onu unutmak için birçok günler, geceler böyle uykusuz, sıtmalı,
kararsız yaşamak zorunda olduğunu, hele bundan sonra ondan uzak bin hüzün, bin işkence içinde
köpekler gibi sürüneceğini düşünerek “Cezadır, ah cezadır!” demek istiyor, fakat önünde hayatı ancak
ölümle kurtulmak imkânı olan bir işkence gibi görünüyordu.
Bu hâl içinde ara sıra boğazını yakarak gözlerini ıslatan yaşlar da vardı. Kendini böyle bir çıkmaza
girdiği için pek zavallı görmekten, bu yakıcı çaresizlik içinde kurtuluşsuz, ümitsiz çırpınmaktan doğan
yaşlar ki hep, aksi olarak, onların yanında iken gözlerini yakıyordu...
Bunun için, balkonda kotranın flokuyla uğraşan Süreyya atılıp: “Ne? Kaçmak mı? Mümkün değil?”
dediği, Suad hafif bir hüzün sesiyle: “Mümkün değil... Şaka söylüyor, bizi korkutuyor.” diye tekrar
ettiği, kendi gidişinin onlar için âdeta bir bela gibi anlaşıldığını gördüğü zaman hem Süreyya’nın
iyiliğine, hem Suad’ın sözlerine bakıp birden hüngür hüngür ağlamak “Ama bırakınız kaçayım, Allah
aşkına... Çünkü ölüyorum. Burada sizin yanınızda ölüyorum...” demek için şiddetli bir arzu duydu.
“Evet, bırakınız kaçayım...” diyecekti. “Çünkü buradaki hayatım uğursuz bir şey oldu. Ben sefil,
uğursuz bir adamım. Sizin bu kadar iyiliğinize karşı ben alçaklık ediyorum. Fakat bilseniz ne
zavallıyım...”
Ve zavallılığını mümkün değil ispatlayamayacağını ve açıklayamayacağını görüp ümitsiz kalıyordu.
Süreyya kalkıp pardösüsünü elinden almak istedi. Dikişini dizine bırakmış, kalkmaya hazır duran
Suad tekrar ederek: “Özellikle yapıyor. Hiç yoktan böyle kaçmaya ne gerek var?” diye yalvarıyor, o
gözler kendine bu sefer sabit bir ricayla bakıyor ve baktıkça karşı koyamayıp gidemeyeceğinden,
“Peki kalayım!” diye döneceğinden, hatta kalmak arzusunun yavaşça büyüdüğünden korkarak, kararlı
olmakta güçlük çekiyordu. Ve birden, buradan, ondan, onun bu melek gözlerinden bu peri sesinden
ayrı kalınca nasıl çocuklarını gömmüş nineler gibi yanar bir kalple kalacağını hissederek bir derin
sızı duydu ve pişman olarak kalbinin içinden: “Ah, kal deseler...” diye inledi. Fakat o kadar ısrar
onlara yeterli görünmüş, Suad: “Bari yakında gelirsiniz a!” diye sormaya başlamıştı. O zaman artık
her şeyin bittiğini, bir daha görememek azabı, onun kendisi için ne kadar yabancı, onun dışındaki her
şeyin ne kadar önemsiz olduğunu, Süreyya onun kocası olduğu hâlde kendisinin ne kadar uzak
bulunduğunu görmek yoksunluğu onu perişan ediyordu. Gözlerini dolduran yaşları göstermemek için:
“Elbette... Yakında...” diyerek döndü, kaçtı.
O kadar zaman Necib’e o kadar alışmışlardı ki, bugün onun yokluğu ikisini de alıkoydu. Birçok
şeyde onu hatırlamaya sebep olacak bir hayat sürmüşlerdi. İkisinde de o olsa söylenecek sözler, o
olsa söz söylenecek fırsatlar oluyordu. Süreyya: “İnsan gariptir, nasıl birbirine alışıyor.” diyordu.
Sonra yemekte “Biliyor musun, ben mahzun olmaya başlıyorum.” dedi. Bu hüzün bir parça Suad’da
da vardı. Necib onların hayatını şakaları, sözleri, arkadaşlığı ile kaplamış ve onurlandırmış,
üzüntülerinin dost ve tesellisi olmuştu. Bunu o gidince anlıyorlardı. Görüyorlardı ki, o olmasa
sıkılacaklarmış... Suad yalnız kalınca son zamanlarda kendini sarmış olan hüzün ve sıkıntıya, biraz
daha gömüleceğini ve bu hâl ile Süreyya’nın daha sıkılacağını düşünüyordu. İki kişilik böyle bir
suskun hayat Süreyya’ya değil, kendine bile artık yorucu geliyordu. Artık o gömüldüğü büyük
korkuyla mücadele etmek için kendinde güç bulamıyordu. Bir çare olmadığını bile bile uğraşmak,
hayatlarını şenlendirmek için yorulmak artık elinde değildi. Sade kendi zihin yorup, Süreyya’nınsa
her şeyden habersiz çocuklar gibi yalnız kendi oyunlarıyla oyalanarak hiç önem vermeyişine
öfkelenmeye başlıyordu. Önceden onda her şeyi annesine bırakan bir çocuk hâli görür, bunu severdi.
Şimdi bu hâli onu gittikçe kızdırıyordu.
Sonra birden korkmaya başladı. Süreyya’nın sıkkınlığı ve bıkkınlığına duyduğu endişe yerini kendi
korkularına bıraktı. Tüm yaşadıklarını Süreyya bıktığı için değil kendisi de bıktığı için yaşıyorlardı.
Hayatını sevilecek, mutlulukla yaşanılacak bir hayat gibi görememek endişesi bir telâş oluyor, birkaç
zamandır zihnini işgal eden şeyler, duygusuz bir zehir ile etkileyerek onu ne derece yıprattığını
gösteriyordu.
Bu, gerçekleşmeden önce yeraltında gök gürültüleriyle gelecek musibetleri haber veren bir deprem
korkusu gibi oluyordu: Ama önlerindeki hayatı, mutlak felâketi görmemek için, buna kayıtsız kalıp
çocuklar gibi bugün yelkene, yarın eve, öbür gün balığa heves etmek için insan ne kadar acımasız
olmalıydı? Bu her gün böyle geçe geçe artık bir gün zaman tamamen geçmiş bulunacak, yaşlılık onu
çürütecekti. Ama buna katlanmak için insan ne olmalıydı? Bu durgunluğun bozgunu ve tahammül ile
şimdiden bile bile beklemek ona pek acı geliyordu.
O zaman adımları peş peşe uzuyordu: “Hayatım harcandı!..” diyemiyorsa da, “Harcanıyor”
duygusuyla ve yakıcı endişesiyle düşkün kalıyordu. Bu gelgitli duygularını Süreyya’nın fark etmeyişi
gitgide çoğalan bir kızgınlık doğuruyordu. Bu korku ve öfke buhranlarını pişmanlık ve tiksintiyle
izliyor, o zaman Süreyya’yı suçsuz görüp haksızlık ettiğini düşünüyor onun tarafından affedilmek
ihtiyacıyla ona sokuluyor, gözlerine dolan yaşları gizlemek için uğraşıyordu.
Ah o zaman Süreyya bu kadının kalbinde nasıl bir yakıcı yanardağ olduğunu hissetse, gelip
gözlerine bakarak “Yine gidiyor musun?” diyen dudakların nasıl bir “Yok gitme, ölüyorum.” diye
ağlamak ihtiyacı ile titrediğini fark etseydi... Fakat hayır, o bu gözlerdeki manalı endişeye, bu
dudakları kurutan yalvarma ateşine yabancı, sade kendi düşüncesiyle meşgul idi. O kadar ki, Suad
içini yakan şeyleri anlatamamak ateşiyle bir imaya bile cesaret edemiyordu. Kaç kere: “Ama...” diye
başlayıp bunları mümkün olduğu kadar anlatmaya hazırlandı. Bu girişimlerinin çoğunda kendi
tabiatına tamamen ters olan uzun gerçeği söyleme güçsüzlüğü, gülünç bulunmak kaygısı, geri
dönüşsüz bir reddediliş, fikirlerine önem verilmeme korkusuyla saatlerce süren mücadeleler
sonucunda yine sessizliğe, yine kederlerini yalnız kendine saklamaya mecbur kaldı.
Süreyya’nın “Ama sen ne oluyorsun Suad? Bir tuhaflığın var.” dediği zamanlar oluyordu. O zaman
söylemek isteğiyle heyecanlanıyor, sonra tekrar kendini zorlayarak bir bahane bulup baş ağrısından
bahsetmek için uğraşırken gürleyerek ağlamak arzusuyla pençeleşiyordu. Bunların böyle son derece
şiddetlendiği saatler olduğu gibi hayatı olduğu gibi kabul ettiği zamanlar da oluyordu. Fakat bir şey
onu, hayatını karanlık ve ümitsiz görmeye yöneltiyor gibi oluyordu. O zamanlarda da “Ama ben
mutsuz değil miyim? Niçin böyle ilgisiz duruyorum?” diye kendini mateme yöneltiyor, tekrar onu paha
biçilemeyecek bir zevk ile oyalayıp lezzetle zehirleyen fikirlere geçiyordu. Önceleri herhangi bir iş
yaparken bunları düşünemezdi, ancak işi bitince düşünmeye dalardı fakat sonra sonra günlük işleri
bile yaparken düşünmeye alıştı. Artık bu, her kalıba, her renge girebilen bir düşünce meşguliyeti, bir
ruh hâli oldu.
O zaman birtakım âdetler doğdu: Müziği epeyce ihmal ediyordu. Canı gezintiye çıkmak da
istemiyordu. Bir iki kere o da sadece Süreyya’nın teklifini geri çevirmiş olmamak için kabul etti,
çıktılar. Fakat Suad’ın dalgınlığı Süreyya’nın da susmasını gerektirdi. Eve sersem, yorgun döndüler.
Süreyya şimdi yarış için yelkende birkaç tamir yaptırmıştı. Önceden pek beğendiği sandala şimdi
kusurlar buluyor, bunların değişmesi imkânsız şeylerine öfkeleniyordu. Artık iyice aklına koymuştu:
Bir sandal yaptırmak gerekse, bunun için hazırladığı bir plânı vardı. Ve ara sıra herkesi de kendi gibi
aynı şeye meraklı olduğunu düşünmek saflığıyla uzun uzun Suad’a bunları anlattığı oluyordu. Suad,
bunları dinlerken Süreyya’nın yüzüne bakıp söylediklerini asla duymayarak, ama böyle habersiz, hep
kendi hevesleriyle oyalanmak için insanın nasıl biri olması gerektiğini düşünüyordu ve kocasına
şaşıyordu. Bunları düşündükçe ve fark etmeye başladıkça sanki Süreyya’yı tanımadığını
hissediyordu. Ona yabancı görünüyor ve hayret ederek: “O kadar zaman ben bu adamı tanımayarak
yaşamışım, hem de son derece yakın bir hayatla...” diyordu. Pek görünür şeylere aldanıp, verilen
kararların hayatımızda ne derin etkiler doğurduğunu, Süreyya’nın da her şeyini bilirim derken nasıl
hiç beklemediği huylarının çıktığını görüp “Ben onu bilmiyormuşum, başka bir adammış... Nasıl
yaşadım Ya Rabbi, nasıl?” diyordu.
Sonra hatayı kendinde buluyor bu geri dönüşü olmayan yola girdiği için pişmanlık duymaya
başlıyordu. Tüm bunların onun kendi yalnızlığının günahı olduğunu fark edince daha da sıkılıyordu.
Piyano çalmak istiyor, konuşmak için hizmetçiye sözler buluyor, komşularla derin yakınlığı
düşünüyordu. Acaba Necib niçin gelmiyordu? O olsaydı kendilerine bir arkadaş çıkardı. Onun bir
haftadır toplanmış hikâyeleri bulunurdu. Necib’in darılıp gitmiş olma ihtimali aklını oyalıyordu, iyice
düşündüğü hâlde onun darılmasına bir sebep bulamıyordu. Fakat o gidişteki tuhaflık dikkatinden de
kaçmamıştı. Hem onlardan sıkılıp gitmesi ihtimali de vardı. Böyle düşündüğünde önce ona hak
veriyordu ama sonra bunun bir haksızlık olduğunu düşünüyordu, eğlendiği zamanlar burada kalıp,
sonrasında ise sıkıldığında bırakıp kaçmak. Hayır, bu bir suçtu. Ah, bu dünyada herkes kendini, hatta
başkalarının zararına da olsa kendini mi düşünürdü? Şimdi o, kim bilir nerelerde, Süreyya işinde,
dadısı bağda eğlenirken kendisini birinin olsun düşünmemesi, yalnız bırakması, merak etmemesi,
anlamaması pek acı, pek zalimce geliyordu.
Bu sırada bir gün Necib gelmişti; fakat o da rahatsızlığından şikâyet ediyordu. Hiçbir yerden zevk
almadığını söyleyip hayat hakkında pek bıkkın görünüyordu. Artık usandığını, bunun ölünceye kadar
böyle sürükleneceğini bile bile yaşamaktan artık bulantı geldiğini anlatıyordu. Suad aynı ruh hâlinde
bulunduğu bu zamanda, onun hayata dair söylediklerini mesela hayatın ne kadar renksiz ve gereksiz
olduğunu, memnuniyetle dinledi. Necib, sekiz günü aralıksız ruhsuz bir beden gibi aşktan ümitsizliğe,
ümitsizlikten aşka geçerek perişan, kararsız, sefil bir hâlde geçirmişti. Bu gelgitlerinin içinde bir gün
gitmekle gitmemek arasında çırpınırken bir gün vapura binmiş, her iskelede kendini oraya bırakmak
ve onun yanına gitmemek için mücadele vermiş ama sonunda kendini engelleyemeyerek onun yanına
gelmişti. Ve işte buradaydı, Suad önündeydi, bu güzel saf gözlerin, biraz solgunlaşmış o güzel yüzün
kendinde açtığı yarayla ağlamak istiyordu, onun karşısında doya doya ağlamak; ama hayır, onun bir
suçu yoktu. İşte o her zamanki Suad’dı; ona yabancı olması gereken Suad, annesi gibi hürmet
gösterilmesi gereken Suad, işte kardeşi Süreyya. Onların bu saflığı ve temizliği karşısında kendi
ruhuna hükmeden pisliğe isyan ediyordu. Dünyada güzellik ve temizlik neden yok oluyordu, kendinin
de bu yok oluşta payı yok muydu, bu insanlara hıyanet etmiyor muydu sanki. “Ah, insanlar niçin böyle
kötü olmuşlar? İyilik arzusuyla beraber bu kötülüğün ne gereği vardı?” diye şikâyet ediyor, “Güzel ve
yüce bir kadının yanında, insan her türlü kötü fikirden uzak olarak niçin temiz ve masum yaşamamalı?
Nedir bu insanlığın içten içe çürüyüşü, bu çamur, bu fırtına... Bu kirin, temizliği bir daha getirmemek
üzere yaralaması niçin?” diye inliyordu.
Fakat onun o gözlerinde, siyah ve yakıcı bakışlarında ruhunu eriterek çeken bir güzellik, onu bir
saniyede sersem ve hâlsiz bırakan bir büyü vardı ki, hayır karşı koyamıyordu, ama acizliğinden bile
yakıcı bir keyif alıyordu. Artık ruhu vücudunu da hasta edecek kadar bitkin ve dayanıksızdı. Karşı
koyamamak ona son cazibe, son neşe gibi geliyordu. Arzu, bütün yeteneklerini düşkün bırakacak
dereceye gelmişti. Onun kokusuyla ölmek için yanına sokulduğu oluyordu. O zaman sarhoş eden bir
zehir kokluyor gibi sararıp ölerek titriyordu. Ve deniz, bir kere girince terk edemeyecek kadar onu
cezbediyor, oyalıyordu. Süreyya şikâyet ederek: “Necib, hastalanırsın!” dedikçe: “Ah hastalansam,
bari onun için hastalansam...” diye düşünüyordu. Onun için ölmeyi düşlüyor, son saatte onun da
bundan haberdar olup o melek gözleriyle başucuna gelip: “Biliyorum, benim için... İşte seni onun için
seviyorum...” deyişini işitir gibi oluyordu.
Ve onlar beraberken içindeki fırtınaları, karanlığı fark ettirmemek için o kadar neşeli ve canlı
görünüyordu ki Süreyya ve Suad kahkahalarla gülerek: “İlahi Necib Bey!” diyorlardı. Necib, iki gün
kalıp üçüncü gün yine birden ısrarla kaçmak isteyince onlar için, hele yalnız kalmaktan korkan Suad
için bu pek acı oldu. Necib’in ısrarına şaşırarak; fakat çok uzatmadan geri gelmesi için söz almadan
bırakmadı. O zaman tekrar yalnızlık hayatı başladı. Karı koca bir daha gelince onu koyuvermemeye
karar veriyorlardı. Suad, onu oyalamak için sevdiği havaları çalışmaya, alıştırma yapmaya başladı.
Cavaleria Rusticana’ın onun o kadar sevdiği “Ah Lola Biyanka!” Sicilliyanasıyla, dua parçasıyla
uzun müddet oyalandı.
Ona haber vermeden bir gün bu parçayı çalacaktı. Şimdiden onu çaldığında nasıl da şaşıracağını
düşünüp memnun oluyordu. Necib, ona bu operadan sürekli olarak tutkuyla bahsetmiş, hatta birkaç
havasını mırıldanmıştı. Piyanosunda Santuçça’nın tırmalayan ve yakan feryatlarını çalarken bu
inleyişi andıran müziğe, o şiirle müziğin uyumuna kapılıyor, bu tutku müziği onu dehşete
düşürüyordu. Ah, bu müzik onu ne kadar da perişan ediyor, adeta öldürüyordu! Müziği dünyanın en
üst ve yüksek zevki sayan Necib’e ne kadar da hak veriyordu. Müzikle oyalanırken bir haftadır
kendini zehirle yok eden haince düşüncelerden kurtulduğuna da memnun oluyordu.
Fakat dadının gelmesi her şeyi yıktı. Uzun müddet görmediği hanımını, birikmiş hikâyelerinin
gevezeliğiyle saatlerce yorduktan sonra bağa dair bilgiler verirken Hacer’den bahsetti. Ve konuyu
iyice dolandırdıktan sonra esas konuya girmekte tereddüt ederek Hacer’in Necib’in yalıya bu kadar
sık geliş gidişlerini anlamlı bulduğunu ima ettiğini söyledi. Hacer, ona Necib’i sormuştu. Hâlâ orada
mı? demişti, aldığı cevaba karşılık da: “Maşallah, Allah mübarek etsin... İnsanın Süreyya gibi
vurdumduymaz bir beyi olduktan sonra...” demişti.
Suad’da şakaklarına önce soğuk bir ter, sonra şiddetli bir sıcaklık, bütün başını harap eden bir
nabız atışı ortaya çıktı. Derin bir tiksintiyle bu düşüncenin ne kadar hainane, ne kadar pis bir şey
olduğunu düşündü. Sonra dadısının sözlerini dinlemediği hâlde onun “Meydan vermemeli” diye
kulaklarını yırtan sözüne hak verdi. Fakat nasıl meydan vermemeliydi? Hem onlar ne yapıyorlardı?
Yoksa Necib’e karşı gerektiğinden fazla bir yakınlık ve samimiyet mi gösteriyordu? Demek ki bu
sözü söyleyebilmek için bu kadarı da yeterliydi? Sonra birden “Ya o da öyle düşünürse...” diye
kocasını düşündü. Demek ki onun da böyle düşünmek ihtimali vardı? Fakat Süreyya’yı böyle fikirlere
kapılacak kadar basit bilmediği için sakinleşti.
Şimdiye kadar Hacer’i herkese karşı o kadar savunmuşken artık bu söylediklerinden sonra bir daha
onu savunmaya cesaret edemeyeceğini anlıyordu. Onda iğrenilecek bir hâl, bir yılanlık buluyordu. Bu
kötülüğü ondan değil, kimseden beklememişti. Böylesine gereksiz ve anlamsızca bir düşünce hem de
zehirli bir düşünce ortaya çıkarabilmek için insanın nasıl bir kalbi olabilirdi acaba.
Bu kötü sözü yalnız birkaç saatlik bir meşguliyet verip unutulacak sanırken şimdi görüyordu ki, bu
Necib’le bundan sonraki hayatını tamamen zorlu, âdeta imkânsız bir hâle koymuştu. Böyle bir sözün
çıkması hem de başkaları tarafından da buna inanılması ihtimali onu ürkütüyordu. Demek hiçbir
zaman Necib’le önceki kadar doğal, sade ve saf bir ilişkileri olmayacaktı. Onu önceki kadar
düşünemeyecekti. Bu kadar sade bir hayat içinde böyle sözler çıktıktan sonra... Bunu çıkaran,
çıkarabilen, böyle bir söz çıkınca hiç düşünmeden kabul edebilecek hâlde olan insanlara karşı birden
öfkeyle hücum eden bir kin hissediyordu.
Bundan sonra onu düşünmeye, ona dair bir söz söylemeye, belki kocası da bir şey hisseder diye
ondan bahsetmeye cesaret edemiyor, hatta onun gelişini heyecanla bekleyen kendisinden bile
korkuyordu, sonra bu saçma endişelerin kendi hoş hâlini yok ettiğini düşünerek “Yazık oldu!”
diyordu. Demek bundan sonra Necib’le hayatı artık büsbütün değişecekti. Bu hâl beki onun
gelmemesini gerektirecekti. Buna hayıflanıyordu. Sonra bu kadar önem verdiğine de şaşıyordu.
Hâlbuki Necib öbür gün gelecekti. Ve Süreyya ile karar vermişlerdi ki artık onu alıkoyacaklardı. O
hâlde kocasını bu fikirden vazgeçirmek için bir çare bulmak gerekiyordu. Zaten onun hayatı hep böyle
geçiyordu, ondan gizlenerek yapılacak işler vardı, hayatlarını düzenlemek için ondan gizli hesaplar
yapıyor, görüntüyü korumaya çalışıyor, mücadele veriyordu, bu ilk günden beri böyleydi ve bundan
sıkılmış hatta harap olmuştu. Ve bundan sonra da işte bu çıkmıştı, şimdi daha dikkatli olması
gerekiyordu, bu yakıcı bahaneler onun onurunu ve ailesini zedeleyebilirdi.
Hâlbuki kendinden gizlemiyordu ki, Necib’le hayatlarının bozulmasını tarafsız bir şekilde
düşünemiyordu. Ona göre Necib hayatlarını şenlendiriyor, birleştiriyor, özellikle müzikle geçen
saatlerinde, onun için hazırladığı havaların şaşkınlıkları, bütün o şimdiki çekilmez hayatını bir parça
hayalle okşayan zamanlar yok oluyordu. Hâlbuki mecburdu. Çünkü Süreyya’nın kulağına bir söz
giderse, ya da bu düşüncenin doğruluğuna ikna edilirse bütün bu güzelliklere veda etmek gerekecekti.
“Zavallı Necib!” diyordu. O hiçbir şeyden şüphe etmezken haklarında böyle kötü şeyler
söylendiğini duysa kim bilir ne kadar üzülürdü. Bu darbeyle sadece ikisi yararlanacağı için onunla
kederde bir ortaklık buluyor bu da ona bir çeşit merhamet duymasını sağlıyor ve bağlılık oluşuyordu.
Onu burada alıkoymamak için ne çare bulacağını düşünüyordu ama bir türlü işin içinden
çıkamıyordu. Aslında bu, o çarenin olmayışı değil onda karar verecek soğukkanlılık ve huzur fikri
olmayışından ileri geliyordu. O kadar ki, Necib’in geleceği gün yetiştiği hâlde henüz bir karar
vermemişti. Gelmese bütün zorluklardan kurtulacağını düşünerek: “Şimdi gelecek, bu vapurla
gelecek...” diye heyecanla her vapuru gözlediği hâlde akşam olup da Necib gelmeyince memnun oldu.
Hem o gün Süreyya da İstanbul’a indiğinden o burada yokken gelirse diye korkuyordu. Bunun için
kendine kızıyor, saf ve günahsız olduğu için bu önlemlere bir gereklilik, böyle korkmak için bir sebep
olmadığını söylüyor, bununla beraber yine de korkuyordu.
Süreyya da ancak son vapurla gelebildi. Ve çok bitkin görünüyordu, Suad merakla ona baktı.
Süreyya uzun uzun sustuktan sonra:
“Ah Suad, felaket!” dedi.
Suad, “Ne oldu Allah aşkına, ne var?” diye telâşlandı.
Öteki, tereddüt ederek: “Necib...” dedi. Suad, yüreği ağzına gelerek gözleri korkudan durgun ve boş
bir bakışla: “Ne oldu?” diye soruyordu. “Bir kaza mı?” Hayır, bir kaza değildi. Fakat daha kötü bir
şey... Necib üç gündür bağda tifodan ölümle pençeleşiyordu. Ve Süreyya oturup terini silerek: “Ah
görsen Suad, görsen...” diye büyük bir kederle anlatıyordu. Dört saat yanında oturmuştu. Kendini
tanımamıştı. Ölü gibi yatıyordu. İki gündür hiç kendini bilmiyor, kimseyi tanımıyor, ateş içinde
yanıyordu. O anlatırken bütün vücudunu ezip, kırıp hurdahaş eden asi bir titreme, soğuk terle karışık,
vücudunu çözen bir titremeyle, büyük felâketlerde gelen o sinir zayıflığıyla gerilen Suad, öylece
durakalmış dinliyordu. Önce biraz rahatsızmış, önem verilmemiş, sonunda önceki gün yemekten
kalkmışlar, merdivenden çıkarken Necib yüzükoyun yere düşmüş, kaldırmışlar, kendini bilmiyormuş;
doktor yok, bir doktor bulup getirinceye kadar bir gün geçmiş, bakmışlar ki tifo...
Süreyya bunu anlatarak iki sözde bir “Bir görsen Suad, bir görsen... Üç günde ne hâle gelmiş...”
diye şikâyet ediyordu. Sonunda “Hep bekleşiyorlar... An be an ölümünü bekliyorlar... Ah, nereden
gittim?” dedi. Suad ezilmiş, hareket edemiyor, susuyordu. Kocasının büyük üzüntüsünün yanında
kalbi Necib için sızlanmaktan başka Süreyya için de parçalanarak ne yapacağını bilmiyor, sersem
kalıyordu. Süreyya hastalık, hayat hakkında birçok şeyler mırıldanıyordu. İki günde hastanın ne hâle
geldiğini tekrar anlatarak: “Keşke gitmeseydim...” diyordu. Doktorların belirlediği bir tehlike
müddeti olduğunu söyleyerek: “Artık ondan sonra kurtuldu diyeceklermiş.” diyor, fakat üç hafta hasta
bu hâle nasıl dayanacak... Ah gitti Necib gitti...” diye sızlanıyordu.
O söylerken Suad kapalı, uzak bir şey düşünüyormuş gibi bu ölümler, bu afetler varken üç gündür
kendini oyalayan şeylerin ne kadar miskin ve aşağılık şeyler olduğunu görüyordu.
Bütün gece, karı koca için bir matem ve acı gecesi oldu. Son zamanlarda zaten eski neşe ve
canlılığını kaybetmiş olan konuşmaları bu gece büsbütün hüzünlü geçti. Her an “öldü” haberini
almalarının muhtemel olduğunu düşündükçe son derece elemli, vesveseli, ıstıraplı oluyordu. Süreyya
tekrar gitmemek fikrinde olduğu hâlde Suad, kadınlara özgü bir dostlukla hemen bağa koşmak, belki
bir işe yaramak ateşiyle yanıyor ve kocasının o kararı önünde bu isteğini söyleyemiyordu. Burada
durduğu müddetçe merak ve ıstırabından yaşamayacağını hissediyor, her an uğursuz haberin ortaya
çıkması ihtimaline hedef olmaktan doğan endişeyle öleceğini görerek ne olursa olsun gidip hastanın
yanında, başucunda bulunmak, bir felâket olsa bile orada bulunmak istiyordu. Onun kimsesiz olduğunu
düşünüp orada Hacer’in hoppalığını, hanımefendinin her şeye bakmak zorunluluğu arasında ölüme
terk edilmiş gibi gelen Necib’e yetişmenin bir görev olduğunu görüyor ve içini yakan ateşin şiddetini,
arzusunun kuvvetini söyleyemediği, itiraf edemediği için kızıyordu. Ah, hâlâ o alçak iftirayı, o kirli
iftirayı mı düşünüyordu?
Bu yakıcı ve usandırıcı bir hafta oldu. Bir mücadele ve işkence haftası, ateşli, sıtmalı bir tereddüt
ve şüphe haftası oldu. Süreyya, Suad’ın birçok örneğini gördüğü üzere pek çok merak ettiği şeyi bile
ihmal eder gibi görünen rahatlığıyla “Bir şey olsaydı haber gelirdi...” diye gitmeye razı olmuyorken o
haykırmak “Ama sen kendin söylüyordun, kendin ağlıyordun... Daha iki gün önce dayanamayacağını
söyleyen sen değil miydin? Şimdi nasıl böyle sabrediyorsun?” demek istiyor, gerçekten bunu
söylemiş de Süreyya’yı bu kadar fazla merak ve ateşe şaşırıyor görünen soğuk ve meraklı gözleriyle,
donuk bir şüphe bakışıyla görüyor gibi hayal ediyor, onun kendini bu kadar meşgul bilmesinden
korkuyordu. Kendini kontrol edemediğini ve onunla bu kadar meşgul olduğunu görünce onun aklına
korktuğu gibi bir şüphe gelir diye çekiniyordu. Bu kadar telâşa, bu kadar korkuya sebep bulamayarak
gerçekten bir şey mi var dediği ve bu kadarına aşk diyebilirler mi diye tereddüt ettiği oluyordu. Fakat
büyük bir sevgiyle bir hastayı düşünmekten ibaret olan bu merakı masum buluyordu. Bununla beraber,
kocasına bu kadar öfke ve şiddeti gerektirecek dereceye gelen merakını herkes, kendinden başka kim
haber alsa haklı olarak her şeyi söyleyebileceklerini düşünmek onu yerle bir ederek: “Ne yapayım?
Bu bir felâket... Ben masumum a!” diyerek yoruluyor, bu yorgunluk içinde, böyle içinden çıkılmaz bir
çıkmaza düştüğü için, ümitsizce: “yarabbim, yarabbim, ne yapmalı?” diye inliyordu.
Bir hafta sonra bir haber geldi. Hastanın hâlinde bir değişme yoktu. Doktorların söyledikleri gün
bekleniyordu. Süreyya: “Demek korktuğumuz gibi değilmiş... Allah verse de...” diyordu. Fakat hem
merak eden, merak ettiği hâlde sakin kalabilen Süreyya’ya kızan Suad için bu haber bir teselli
olmuyordu. Necib’i Süreyya’nın anlattığı şekliyle günlerce hiçbir haber almadan rahatça beklemek
mümkün değildi. Bu endişenin hastalıkla başladığını görüp onunla biter diye düşündüğü zamanlardan
sonra öyle saniyeler oluyordu ki, Necib artık hayatına tamamen karışmış, ondan bağını koparmak
mümkün olmayan bir şeymiş gibi görünüyordu. Bazen bu saniyeler dakika olurdu. O zaman korkular
başlar, titrer, düşünmemek isterdi. Öbür haftanın sonuna doğru, bir gece, rüyasında Necib’i ölmüş ve
kendini onun ölüsü üstünde saçlarını yoluyor gördü. Ah, bu korkunç bir rüya, sonsuz karanlıklı bir
geceydi. Necib ölmüş, orada yatıyordu. Ve o bütün vücuduyla ağlayarak: “Necib, Necib!” diye
haykırıyordu. Bu feci, mateme boyanmış bir ses, bir ağlamaydı. Uyandığı zaman yüksek bir yerden
düşmüş gibi vücudunu bitkin buldu. Fakat hâlâ ağlıyor ama gözünden tek bir damla yaş çıkmıyordu.
Çenesi kilitlenmiş, şakakları ateş içinde terlemişti. Birden buz gibi terler dökmeye başladı. Bir
saniye sebebini bilemeden ağlamak isteğine direnemedi. O feryat, o “Necib!” feryadı hâlâ
sürükleniyordu. Ve bu, kendisini büsbütün harap etti. İşi korktuğundan daha ciddi bulmaktan titriyor,
Hacer’in bir kötü sözünün unutulmamasından kaynaklanan ve hastalığın verdiği darbeden doğan bir
sinir zayıflığı ve kuruntu diyordu. Fakat artık oraya gitmekten korkuyordu. Onu o hâlde görüp çok
üzülmekten korkuyordu. Hâlbuki bu sefer Süreyya gitmek istedi. “Yarın bağa gidelim!” dedi. “Hayır,
gitmeyeceğim” demek mümkün değildi. Sebep göstermek gerekecek, belki bir şey keşfettirecekti.
Hem bunu kalbinin direncine karşı bir sebep bulunca, bütün ruhî arzusunun esiri oldu. Ve tehlikeye
aldırmaksızın bir istekle, telaş ve heyecanla hazırlandı. Daha şimdiden kalbi çırpınıyor, şimdiden
korkuyordu.
Bu acı ve can yakıcı bir ziyaret oldu. Sinirini kıran inatçı bir titremeyle yorgun, hasta, onun yanına
böyle girdi. Ve Necib yatağında üç haftalık hain bir hastalığın acısından kurtulmuş, fakat renksiz
kupkuru biri olmuş, gözleri sarı ve zayıf, yüzünde sonsuz bir acı ifadesi görünce ağlamak ihtiyacını
engellemek için titreyen dudaklarını sıkmaktan harap oldu. Herkes bir şey söylediği hâlde o
ağlamaktan korkarak bir şey söylemiyor, başında uğultularla dinliyordu.
Süreyya: “Vah zavallı Necib, vah! Fakat neyse, kurtuldun a! Sen ona bak...” diyordu. Necib zayıf,
değişmiş bir sesle “Evet kurtuldum... Fakat...” dedi. Eliyle ümitsiz bir hareket yaptı. Bittiğini
anlatmak istiyordu. Ve kalbinden: “Ah büsbütün bitsem...” diyordu. Uzun müddet hastalığa
direndikten sonra şimdi Suad’ın huzurunda yeniden hücum eden bir gevşeme, bir rahatlık, bir oracıkta
eriyip ölüvermek arzusu yükseliyordu. Onu o kadar istemiş, o kadar aramış, o kadar beklemişti.
Onunla o kadar oyalanmıştı ki, şimdi gelirse mutlu olacağım zannı olmuştu. Fakat işte o geldiği hâlde
nasıl tedavisi imkânsız bir dertle hasta ve mutsuz olduğunu tekrar hissetmekten doğan korkuya
boğulmuştu. Ateşli saatlerinin aydınlık perisi, sıtmalı karanlığının teselli nuru olan Suad, orada, o
bütün hastalığında silik gölge gibi gördüğü, sade saçları, gözleriyle gördüğü Suad işte oradaydı. Onu
beklemiş, hiç durmadan beklemiş, o yanında yokken ölmekten korkarak beklemişti. Son defa bir daha
görüp “Ah güzelsin, yücesin, bana hayatı sen sevdirdin, meleksin!” deyip ölmeyi ne kadar istemişti.
Bir iki gündür, doktorların söylediği tehlike süresi geçeli işte birkaç gündür hâlâ bekleyip
gelmediklerini görünce, ıstıraplı, ümitsiz, tekrar soramayarak öylece kalmış, şimdi Süreyya geldi
dedikleri zaman onun da geldiğini ummayarak, beklemiş, onu da görünce sevinci bir üzüntü olacak
kadar büyümüştü. O kadar ki coşkuyla o sözleri hemen şimdi söylemek istiyordu.
Etraflarında herkes konuşuyordu. Neler konuşuyorlardı. Necib’le Suad konuşmalara katılmaya
çalışıyorlardı, hatta bazılarına cevap bile veriyorlardı ama aslında ne konuştuklarının da farkında
değillerdi, kelimeler dolanıyordu ama ikisine de ait değildi o kelimeler. Giren çıkan oluyordu. Hacer
ara sıra kontrol etmek için girip çıkıyordu, acaba Suad, Necib’e çift manalı sözler mi söylüyordu.
Hanımefendi hastayı anlatıyor, ilk hastalık belirtilerini nasıl anladığını tarif ediyordu. Hacer onun
başucunda dayanmış dalgın dinliyordu. Necib sonunda: “Bereket versin hanımlara...” diye
hanımefendinin nasıl anne, Hacer’in nasıl kardeş olduğunu söylüyordu.
Bir eldivenden bahsetmeye başladılar, Suad, anlayamadığı acı bir duygu ile ezildi. Necib’in önce
sapsarı kesilerek donduğunu gördü. Necib bir şey söyleyemedi, boğuluyor gibiydi. Sade eliyle inkâr
eder gibi anlaşılmaz bir hareket yaptı. Hanımefendi nasıl olup da eldivenin bulunduğunu anlatırken
Hacer kolunu uzatıp şımarık çocuklara özgü bir teklifsizlikle eldiveni çıkardı. Elinde tutarak: “İşte!”
dedi.
Bu Suad’ın içinde o kadar şiddetli, o kadar ansızın ortaya çıkan bir darbe oldu ki, başı
uğulduyordu, gözlerini karartan ateşli bir damar atışı sonra... Ayakta olsa düşecekti sanki. Yerinde
otururken bile bir yere dayanma ihtiyacı hissetti. “Ya Süreyya da burada olsaydı, yarabbim...” diye
titriyordu. Onlar söylüyorlar, Hacer gülüyor, galiba kendi de bir şeyler söylüyor cevap veriyordu.
Fakat hissediyordu ki, kendine sahip, sözlerine de hâkim değildi. Bütün bunları bir baygınlık hâli
içinde duyuyor, öyle işitiyordu. Bu öldürücü darbeler: “Demek, demek...” diyordu. “Oh yarabbim,
yarabbim! Demek o idi, eldiveni alan o idi. Demek...” Arkasını getiremiyor, büyük bir fikir
karışıklığı ve düşünceler arasında korkuyla mutluluk o kadar düzensiz bir mücadeleyle onu yoruyordu
ki, dayanamamaktan korkuyordu. Ve bundan duyduğu memnuniyetle korku birbirine dolaşıyorlar, o
kadar yoruluyordu ki, ne hissettiğine bir türlü karar veremiyordu. Bu duygu karmaşası inatla devam
ediyordu, onu sersemleten bu durumdan kurtulmak, yalnız kalıp rahatça düşünebilmek için oradan
kaçmaktan başka çare yoktu, bir sebep aramaya başladı.
Fakat düşündüğü, istediği gibi hemen oradan ayrılmak mümkün olmadı. Ayrılırken başka bir darbe
daha geldi. Necib’in iyileşmesi konusu çıktı. Bunun için: “Size komşu geleceğim...” diye
gülümseyerek Tarabya’ya geleceğini haber verdi; fakat Süreyya o kadar darılarak, o kadar şiddet ve
telâşla karşılık verdi ki hatta Necib’i Yenimahalle’ye gelmezse bir daha yüzüne bakmamakla tehdit
etti, Suad, karşıdan titreyerek: “Aman Ya Rabbi, ne olacak?” diye beklerken Necib’in sonunda pes
ederek “Peki!” demesi onu bitirdi.
O zaman Süreyya’ya karşı büyük bir öfkeyle: “Ama ne yapıyorsun?” demek isterken o ısrar ettikçe
“Ama beni harap ediyorsun” diye şikâyet ederek sonra ağlamaya dönüşecek büyük bir üzüntüyle
bakıyordu. Bununla beraber gülümseyerek, Süreyya’ya katılıp Necib’i davet etti, karar verilince de
kendi kendine: “Tamam, işte asıl felâket!” dedi.
Demek Necib yine gelecekti. Bütün bu olan bitenden sonra Necib yine o hayata gelecekti. Yine o
ömür sürülecekti. Oh, bu Suad’ın artık elinde değildi. Bunun için kendinde yeterli derecede güç
bulamıyordu. Ah, niçin ondan hep elinden gelmeyen şeyler isteniyor, ne istediği sorulmadan, niçin hiç
acı çekip çekmediği merak edilmiyordu, niçin ona böyle işkence ediliyordu? Bu, önce Suad için
ıstıraplı bir rüyadan uyanma gibi bir şey oldu. Olanlar o kadar imkânsızdı ki yanıldığını düşünmek
istiyordu fakat o kadar iyi görmüştü ki yanılmasına imkân yoktu. Sonra Necib’in kendine karşı
hareketlerini düşünmeye, incelemeye başladı. O zaman, şimdiye kadar üzerinde düşünülmeyen,
herhangi bir merak uyandırmayan tavırlar, manasız hareketler yavaş yavaş anlam bulmaya başladı. O
çekingenliği, sonra konuşmaları, evlilik hakkında söyledikleri “Sizin gibi olsun!” diyen o sesi, tüm
bunları uzun uzun düşündükten sonra “Demek o zamandan beri, demek birçok zamandan beri...” diye
eziliyor sonra eliyle başını tutup sebepsizce sadece rahatlamak için ağlamak istiyor ama sade “Aman
Ya Rabbi, aman Ya Rabbi!” diye inliyordu.
Demek ki seviyordu, demek ki bir seneden beri, belki daha önceden beri, belki senelerden beri
seviyor ve bunu gizliyordu... Necib’in kendine karşı bu kadar ölçülü davranması, duygularını
göstermemesi, aşkını anlatmaması, onu ruhunun derinliklerine saklaması, Suad’da memnuniyet
yanında saygı da uyandırıyordu. Bu ateşi, bu aşkı o kadar saygın, o kadar içten ve büyük görüyordu.
Bir kere anladıktan sonra da tedirgin olmaya başladı, korkular oluştu, şüpheler dolanmaya başladı,
karanlık birtakım küçük bulutlar oluştu. Asıl olarak: “O beni seviyor” güveni ve bunun memnunluğu
vardı. Kendini korkmaya zorluyordu ve istemediği hâlde de öyle hislerden geçiyordu ki, bunlar
kendini daha çok korkutuyordu. Onda henüz bir belirti görmeden kendinde oluşan bu eğilimin en çok
direnmeye muhtaç olduğu bir zamanda tam tersine o hissini kuvvetlendirecek derecede olan bu zaaf
ve sevinç, işte onu bu korkutuyordu. Hatta kendinden, kendi azarlamalarından bile gizli bir mutluluk
duyup buna her endişeyi feda edecek derecede olan bu zaaf, kendini bu hissine bırakmak için var olan
eğilim ona: “İşte tehlike” diyordu.
Onun yıllarca süren aşkından korkmak gerekmeyeceğine, asıl kendinden, kendi zaafından, onunla
yaşarkenki bağının bir felâket olabilmesinden, asıl bunlardan endişe etmenin doğru olduğunu
anlıyordu. Ve içindeki isteğe sebepler öne sürerek engel olmaya çalışıyor, ortaya çıkacak felaketleri
düşünüyordu. O zaman, yarabbim o zaman ne olurdu. Hayatı, kocası... Bütün dünya... Ve bunu
düşününce yüzünü yakıp kavuran bir ateş duyuyor, tekrar korku ve azarlamaya dalıyor, o kadar ki,
artık bunlar dayanılması güç bir acı hâline geliyordu. Fakat bulutların sert hücumu arasında orada
hiçbir şeyi umursamadan titreyen güçlü bir parıltı vardı, korku ve endişe karanlıkları arasında öylece
duruvermişti, kendini çekmiyordu, her şeyi bırakmak sade onunla yakın olmak arzusu vardı.
Demek gelecekti. Necib gelecekti. Artık bu kararlaştırılmıştı. Fakat ne yapılacaktı? Ne olacaktı
yarabbim. Nasıl birbirlerine bakabileceklerdi? Necib artık kendinin bildiğini bilmiyor muydu?
Eldiveni tanıdığını anlamış mıydı? Anlamışsa, bu sefer belki de duygularını açığa çıkaracaktı, onunla
konuşacaktı; peki ya o zaman ne olurdu? Bu kaza her şeyi ortaya döktükten sonra artık her hareketin
özel bir anlamı olmaz mıydı? O zaman artık onun yanında yaşayamayacağını, yaşamamanın gerekli
olduğunu, korkusundan değil heyecanından, utanç ve heyecanından hissediyordu. Önünde korkunç bir
uçurum olduğunu hisseden bir gece gezgininin korkusuyla gidiyordu, avının önünde tetikte bekleyen
bir avcı heyecanıyla titriyordu.
Necib için de bu günler aynı acılar ve heyecanlarla geçmişti. Fakat onun korkuları eldivenin
tanınması şüphesi değildi. Şüphe ve korkunun yerini şiddetli bir heyecan alıyordu, ona yakın olma
ihtimali her şeyi unutturuyor, siliyor sevince boğuluyordu. Sonra, onun kendi mutsuz, yoksun,
saygıdeğer aşkını bilmesi bazen onu o kadar sarhoş ediyordu ki “Biliyor” diye emin olduğu
zamanlarda bile, sevinçle korku arasında canı yanmış bir hâlde kalıveriyordu “Ah bilse de ölsem...”
diyordu. Şimdi ona Suad’ın bu aşkın ne derin ve saygıya değer olduğunu bilmesi yeterliydi. Ona:
“Bak senin için ölüyorum, seni sevdiğim için ölüyorum; fakat sen mademki bunu biliyorsun, işte artık
mutluyum... Ve başka bir şey istemedim, yemin ederim ki kutsalsın, başka bir şey istemedim.” demek
istiyordu.
Evet, biliyorsa ve hareket görmeyecekse... Sinirleri o kadar yıpranmıştı ki, şimdi Suad’a karşı
isteklerinden çok duyguları baskın geliyordu. Onun duygularını bildiğini düşünerek aynı yerde
bulunmak, onunla yaşamak, hayali de olsa onu sarhoş ediyordu.
O kadar korku ve heyecanla beklenen bu görüşme, tam tersine, pek sade ve sakin oldu. Necib için
Suad, korktuğunun tersine gayet sakin ve tepkisiz, Suad içinse Necib, gayet saygıdeğer ve
alçakgönüllüydü. Necib, “Anlamamış” dedi. Suad: “Fark etmemiş...” diye düşündü. Bunun için
hayatları endişesiz ve rahat başladı.
Suad, Necib’i biraz telaşlı, biraz feryatlı, biraz şikâyetçi bulacağım zannediyordu. Önce titreye
titreye direnen bir zaafla, her türlü ihtiraslarıyla dönüp dolaşıp savaştığı için hepsine birden
direnmesi sebebiyle yorucu bir zaafla beklerken şimdi kuvvet kazanmıştı. Necib dudaklarda bir
hakaret hazzı, gözlerde bir nefret gölgesi göreceğim endişesiyle korkarken her zamanki gibi, belki
biraz sakin, fakat her hâlde nefretten arınmış bir kabul görünce rahatladı. Bunun için ilk hafta zarfında
Suad, Necib’in bu kadar hürmet ve sakinlikle kendini ortaya koyan aşkının korkulacak bir şey değil,
tersine kadınlık gururunu okşayan, minnet ve şükranla kabul edilecek bir sevgi olduğunu düşünerek
zevke boğuldu. Necib o kadar gizli, o kadar durgun bir tavırla hareket ediyordu ki, derinliğini bildiği
için yalnız Suad alnındaki ateşi fark ediyordu ve Necib’in bir an onu kaybetmekten titremiş olması,
tavırlarında öncekine göre daha dikkatli davranmasını sağlıyordu. Bu kadar içten ve ciddi bir aşk her
kadının rüyalarında görebileceği derin ve seçkin aşkla sevilmek isteğini o kadar temiz ve kuvvetli
tatmin ediyordu ki, Suad arzusunun tersine istediği çekingenlik ve uzaklaşma yerini tereddüt ve
sakınma almıştı, fakat sonra güven ve mutlulukla bu tehlikeleri düşünmekten de vazgeçerek sade
zevke teslim olmaya başladı.
Necib tam hayal ettiği mutluluğa erişmişti. Suad’ın rahatlığı, sakinliği ve kuvveti bunu sağlamıştı.
Şüphe etmemiş fikriyle rahatladı. Fakat anlamaması imkânsızdı, bu şüphe yok olamazdı. Bu, onu çok
mutlu eden bir tahmin olduğu için, “Biliyor, fakat öyle görünüyor.” diyerek bu gizlilik ve şüpheyle
yaşamaktan sarhoş oluyordu. Ve böyle düşünerek olanlara baktığındaysa bazen emin olacağı
geliyordu: Geçmiş ile karşılaştırınca Suad’da şimdi bir sakınma rengi, bir belirlenemez ciddiyet
fazlalığı, bir telâşa benzeyen endişe görüyor, gözlerinin pek çabuk titreyip yerlere düştüğünü, söz
söylerken kendine bakılınca sesinin titreyip, rahatlığını, dengesini, soğukkanlılığını kaybettiğini duyar
gibi oluyor ve bu onu adeta sarhoşa çeviriyordu. Bu bir çeşit karşılıklı aşk gibi oluyordu. Hiçbir
zaman ne tamamen güven, ne tamamen emin olmak... Ve asıl çekiciliğini bu belirsizliğin oluşturduğu
bir karşılıklı aşk, gölge ve renklerin yarı baskın, belirgin olmasıyla görünen bir karşılıklı aşk, eşsiz,
ruhu yükseklere eriştiren, günahsız, saf bir karşılıklı aşk oldu.
Bu, ümit ettiğinin, hayallerinin üstünde bir mutluluk veriyordu. Necib, Suad’ın temizliğine,
rahatlığına, namusuna, saflığına tutkun oluyor, Suad da Necib’in saygı ve sırdaşlığına müteşekkir
kalıyordu. Necib, onun rahatlığında ve sessizliğinde öyle bir esrar manası, öyle bir mana karanlığı
görüyordu ki, bu kendindeki sır ve karanlık ihtiyacını, bilinmezlikler içinde canını feda edebilecek
fırtınalı hanımlar ihtiyacını memnun ediyor, onu ölümlere kadar minnettar ve mutlu ediyordu. Bazen
şüpheye düşerdi. “Sonsuz bir gaflet ve hezeyan! Onun bir şeyden haberi yok, eldivenler hep birbirine
benzer” dediği ve bunu söyleyerek ıstıraplı olduğu zamanlar olurdu. Fakat sonra hareketlerdeki mana,
bakışlarda esrar bularak ve bu gizli manayı perişanlık işareti olarak ve yok etmekten titreyerek
öylece, gizli olsun fakat o kadar mutlulukla, mutluluğunu tozlandırmaktan, eskitmekten korkarak,
ölünceye kadar bu temizlik ve gizliliğe bağlanmışlardı. Titreye titreye sizin gözlerinize bakan perişan
bir göz gibi ki, ilk bakışınızın manası üzerine toprağa kapanıp pişman olacaktır. Gizlilikleri böyle bir
korku ve telâşla bu dereceye geldiği hâlde hâlâ ikisinde de onun ne kadar kıymetli, ne kadar uçucu
olduğunu bilmekten doğan bir korku, onu devam ettirmek, alıştırmak, onu yaşatmak ve
kuvvetlendirmek isteği vardı.
Artık önceki gibi konuşacak kadar güven oluşturmuşlardı. Bir saniyede, bir küçük bakışla, bir söz
manasız kalacakken dudağın bir çizgisiyle her şeyin bir tehlike olacağı, bir dalga gibi renkli ve
dalgalı, bir güven duygusu ki güçlenmiş olmasından çok onlara zevk verdiği, sarhoş ettiği için
şerefleniyorlardı.
Ve gözlerin, dudakların söylemekten, anlatmaktan o kadar titredikleri şeyi, kalplerinden taşan
duyguları sağlamlaştırmak için müzik kendilerine yardım ediyordu, sanki ruhları için bir kabul etme
vesilesi oluyordu. Eski zamanların âşıkane hikâyeleri, Faust, Verter, Manon Lesguet, Safo, Romeo ile
Juliet, Otello, Aida gibi o can yakıcı maceralar anlatılıyordu. Bunların rûhî hâlleri özetlenmek için
kendi kalplerinin yardımlarıyla, söylenilemeyen ruhî ihtiyaçlarıyla onlara bağlanarak verilen
bilgilerle, konuşmalarla saatler geçirildi. Suad bunların arasında Süreyya’yı işkencelerle görüyordu.
O zaman kendini ne kadar savunmak isterse istesin nasıl bir uçurumda olduğunu, Süreyya’ya karşı
açıklanamaz, kötü, çirkin, anlaşılırsa felakete götürecek bir konumda olduğunu görüyor ve perişan
kalıveriyordu. Ama şimdi o kadar duygularına esir olmuştu ki olayın kötülüğü, çirkinliği hiçbir mana
ifade etmiyordu, duygularının cazibesi her şeyi yok ediyordu.
İlk haftadan sonra gezmeler tekrar başlamıştı. Artık sonbaharın zalim hücumları beliriyordu.
İlkbaharın o coşkunluğu yerini terk edilişe bırakmıştı, tabiat hüznü yaşıyordu, onlar bu iki durumu
karşılaştırarak geziyorlardı. Süreyya, kışın da burada kalmak istediğini söylüyor, hepsi bu fikri
onaylıyorlardı. Hele Suad artık oraya, onların yanına dönmeyi hiç kabul edemiyordu, bunu
düşündüğünde titriyordu. Süreyya anlatıyordu: O zaman bütün bu kırların, çayırların bayırların sahibi
yalnız kendileri olacaklardı. Günlerce gezdikleri hâlde yabancı kimseye rastlamayacaklardı. Bu
gösterişten, arabalardan, sahte gürültülerden kurtulmuş, kendi kendilerine kalmak zevkinden
faydalanacaklardı. Havaların uzun süren yağmurlarla ıslandığı zaman mecburen kapanırlarsa da
güneşin ilk gülümsemeleri onlara bahar gibi olacaktı. Islak otların, yeni biten çimlerin arasında
ayakları sırılsıklam dolaşacaklardı.
Süreyya bunları anlatırken bir de: “Ya kar!” diyordu. Kar yağarken gezmek kadar keyifli bir şey
olur muydu? Ve karı anlatıyordu. Kar, dumanlarla savrularak, puslarla sulanarak Boğaziçi’ni
hırpalarken onların bacasından ince bir duman, fırtınaya meydan okur gibi yükselecekti. Soğuklarda
gezerek elleri, yüzleri donmuş döndükleri zaman, odaları ılık, kendilerini kabule hazır,
misafirperverlikte fazlasıyla cömert davranacaktı.
Necib, bunları kendisini sersemleten bir darbe gibi dinliyordu. O zaman kendi... O nerede
bulunacaktı? Bir gün gelip bu hayatı bırakmak, her şeyi bırakmak zorunluluğu göz önünde belirince
Suad’sız kalacağını o kadar acı bir öksüzlük içinde hissetti ki, perişan oldu. Başını çevirip renkli
fanila giysiler içinde temiz ve güzel gördüğü Süreyya’ya bakarak zehirli bir kıskançlıkla: “Ve bu
adam onun sahibi, ölünceye kadar beraber kalacak...” diye düşünerek perişan oldu. Ah, ne olurdu,
Suad’a ilk o rastlamış olsaydı!.. Çünkü artık önceden düşündüğü gibi kendinin de Süreyya gibi
olacağını aklına getirmiyordu. Artık onu sevmek üzere doğmuş olduğuna, bunun büyük bir heves değil
yaratılış sırrı, bir varlık karmaşası, gizli sonucu olduğuna inanıyordu. Artık bu büyük aşk önünde
aklın sefilliği, bıkkınlığın verdiği üzüntü, çaresizce susmuştu. Ve bu itirafsız, emin olunamayan yasak
aşkla, sade bu kadarıyla, kimsenin mutlu olmadığı kadar mutlu olduğuna inanıyordu.
Sonra bütün bunları, bugün yarın, sonunda, işte bir ay sonra bırakıp gitmek, Suad’dan ayrılıp onsuz
kalmak, onsuz yaşamak gerekiyordu. Hem nasıl bir hayat için yarabbim? Şimdi kendisine o bıktığı,
iğrendiği hayat değil en gıpta ettiği hayatlar bile artık işkence gibi geliyordu. Suad’sız kalmak onu
adeta kuruturdu, biliyordu, onsuz hayat düşünemiyordu. Bununla beraber bu gerekliydi, olması
gereken buydu. Bütün ahlâkî ve toplumsal kanunlar bunu emrediyordu. Bunun tersine gitmek birtakım
toplumsal ve insanî düzenleri yıkmadan mümkün olamazdı. Hatta geç bile kalmıştı. İnsanlar şimdi
bile kendisine “Hain” demeye yetkiliydiler. Fakat ah onun mutluluğunun yanında bütün bunlar ne
gereksiz, saçma şeylerdi! Hem kendisinden daha ne istiyorlardı? O, kalbin ısrarlarına katlanıp huy ve
yaratılışının herhâlde o kanunların bin kere üstünde olan kuvvetlerin bağladığı ruhunu bu kadar
zorlayarak idare ederken hayatını ezmek, bu büyük aşkı bozmaya, zedelemeye ne hakları vardı? O
ruhundaki ve sadece gecenin derinliğinde öfkeyle kuduran bir fırtına gibi ihtiras ve heveslerini
böylesine gizledikten sonra, daha ne isteyebilirlerdi?
Bununla beraber bütün bu isyanlar, Suad’ın da onu sevdiği düşüncesinden şüphe ettiği zamanlarda
birden değişiyor, birden sürünüyor, tam aşağılıklara katlanıyordu. O vakit konumunu, o derece ateşle
ve kesinlikle görüyordu ki, bu kadar zamandır nasıl mutlu olduğuna şaşıyordu. Bir dostunun karısını
seviyordu, kendine aile sinesini bir kardeşine açar gibi samimiyetle açmış altın kalpli bir dostun
karısını? Ve kadın bunu anlamıştı, çünkü hiçbir kadın böyle bir aşkı ne kadar gizlenirse gizlensin,
hissetmemesi mümkün olamazdı. Gözlerin derinlerindeki, dudaklardaki arzu ateşine hiçbir kadın ruhu
hissiz kalamazdı. Demek biliyordu, fakat kabul ediyor muydu? Bunu görmek mümkün değildi.
Herhâlde soğuk değilse de sade nezaketli denilecek bir tavırla idaresi elinde olmayan hayatına
katlanıyordu. Ve sefil, kendisi bunu bir mutluluk, hatta bazen bir aşk gibi görüyordu, öyle mi? Sonra
yarın, evet yarın bunu bile bırakmak gerekecekti. Bunu bile bırakacak, bu gözlerin saf ufkundan uzak,
bu hayatın güzel havasından uzak, yalnız, mutsuz, evet yalnız ve mutsuz yaşayacaktı. Sonra da buna
mutluluk diyordu, öyle mi?
Birden hayatını uzun bir çöl gibi gördü. Yaşamaktan büyük bir yorgunluk hissetti. Ve “Acaba
zamanı geldi mi?” diye düşündü. Çünkü o kendini mutlaka intihara mahkûm görürdü. Kendine bu
kadar ateş varken bu kadar güzellik esiri, bu kadar tutkulu ve çekici, bu kadar ihtirasla beraber herkes
gibi rahat bir hayat içinde bir gün ölüvermek uzak gelirdi. “Ah tifodan niçin ölmedim?” diye
düşündü.
Fakat Suad’ın bir sesi ona yirmi günlük mutluluğu hatırlattı. Hiçbir insanın ulaşamadığını zannettiği
bu mutluluğu ve o günlerin hatırasına bu kadar nankörlüğü haksızlık saydı. “Mademki ölmek var, ne
vakit olsa kolay...” dedi. Onun için ölmek, ruhu büyük bir mutluluk soluğuyla dolduruyordu. Onun
temizliği, namusu, yüceliği için bunlara saygı göstererek ve taparcasına severek ölmekte bir
büyüklük, başkalarına nasip olmayan bir gelecek görüyordu.
Süreyya birden: “Al yine yağmur!” dedi. Ufukları saf ve berrak olan semanın üstünde bir seyyar
bulut bilinmeyen bir semte doğru koşuyordu. Bunda bir duman rengi vardı. Bir ağaçtan meyve düşer
gibi patırdayarak damlalar sustukça, yolların biriken toprakları delik deşik kalarak hafif bir toz
kalkıyordu. Birden çıkmış olan rüzgâr, yağmur tazeliğiyle ülke topraklarının kokusunu getiriyordu.
“Kaçalım, kaçalım!” dediler. Ve yağmurun hücumu içinde, nemli yollardaki toprak soluğuyla dolu
yaşlıklar arasında Suad’la birlikte kaçmak ona bir ferahlık verdi.
Öğleden sonra, Suad, piyanoda Necib’in sabahleyin İstanbul’dan “Size yeni iki eser!” diye getirdiği
Mascagni’nin “İris”i ile Pucci’nin “Tosca”sını çözmekle uğraşıyordu. O iki saattir parçaları çözmeye
uğraşırken, Süreyya da kaç gecedir Necib’le beraber çıktıkları yeni merakı lüferciliğin hevesiyle
zokaları temizliyordu. Necib, Eduard Rod’un yeni çıkan “Yolun Ortasında” romanının sayfaları
arasına gömülmüş, on beş dakikadır aynı sayfada kaldığını unutmuş, dalmıştı.
Süreyya, ara sıra yaptığı gibi, yine birden sessizliği bozarak: “Dadın nerede Suad?” diye sordu.
Suad, iyice görmek için eğilip notaya sokularak cevap verdi:
“Bilmem, aşağıda olmalı... Ben piyanodayken o burada durmaz ki...” Süreyya mırıldanarak: “Sanki
benim de niyetim var, bu gidişle...” diye eğlendi.
Bu, Tosca’nın üçüncü perdesinde Tosca ile Cavarodossi’nin düettosu idi. Orada ilk hamlelerde
notalar bazen yürüyüşlerinde aksayarak, bazen ölçülerinde bozularak çıkıp bir şeye benzemezken
tekrar ede ede yürüyüş uyumunu buluyor, artık neredeyse gerektiği gibi çalınmaya başlıyordu. Bu
müzikleri sürekli dinlediği için Necib’in zihninde yer etmiş olduğundan, Suad bu sefer hepsini birden
ciddi olarak çalmak için baştan başladığı zaman Necib uyanarak elinde olmadan bir “Oh!” etti. Suad,
başını çevirip yandan bakarak:
“Ne güzel değil mi?” dedi.
Süreyya zokalarıyla meşgul, başını kaldırıp:
“Hayret! Bu nasıl oluyor, şaşıyorum?” dedi. “Bunun nesini o kadar güzel buluyorsunuz Allah
aşkına?”
Sonra, onların susması üzerine hâlâ meşgul, gülerek dedi ki: “Bana ne gibi geliyor, biliyor
musunuz?”
Necib de gülerek sözünü kesti: “Senden önce ben söyleyeyim... Hep müziği sevmeyenlerin
düşündüğü şey... Diyorsun ki ‘Biz de anlamıyoruz...’ Fakat özellikle yapıyoruz. Bir tutkunluk
göstermek mi, anlıyor görünmek mi, bilmem, bunun gibi bir şey değil mi? Herhâlde samimi değiliz.”
“Ooo, sen birdenbire pek abarttın. Ben sadece şöyle düşünüyordum ki, bunu o kadar güzel olduğu
için değil, sevmek gerektiği için, meşhur olduğu için seviyorsun...”
Necib yine güldü:
“Yine benim söylediğim gibi... Fakat ah bir kere hissetsen, Süreyya...”
Suad, Süreyya’nın musikiye ilgisizliğini bilmekten doğan bir alışmışlıkla dinlemeyerek devam
ediyor, parçanın artık bütün güzellik ve ruhunu vermeye çalışıyordu. Necib, tutkun dinliyordu. Sonra
kalkıp eğildi, parçaya baktı. Bu: “O Dolçe mani...” diye başlıyordu.
“Ah, tatlı eller!.. Ne güzel yarabbim, ne güzel?” diye söylendi.
Süreyya başını sallayarak gülüyordu:
“Artık bu kadar da ben söyledim diye olmalı...” dedi.
Bu, Necib’i o zaman biraz sinirli bir açıklamaya mecbur etti. Bunun için örnek gösteriyor, biraz
hızlı, hiddetli dille: “Bu tıpkı senin bayıldığın, mesela suzinak bestesini hiç de dinlememiş,
musikideki zevk ve bilgisi uşşaktan “Yandım ateşlere ey mah...” ile “Her ne mümkünse sana ettim
feda”yı geçememiş bir adamın ağır şarkıları beğenmemesi gibi bir şey...” diyordu. Birçok örnekler
getirip iyice anlatmaya çalışarak sonuçlandırıyordu:
“İnsan dinlemeyince kulağı, ruhu bu nağmelere alışmayınca...”
Süreyya da öfkelenerek:
“Ama bunları işte ben de dinliyorum...” diye sözünü kesti.
Necib bir müddet kararsız, gülümseyerek durdu. Hak ve zaferin pek kolaylıkla kendinde olduğuna
karar vermiş, kendinden emin, olanlara özel bir alaycı gülümsemeyle bakıyordu. “Ruhun doymuyor”
demek ağır geliyordu. Fakat sonra bir karşılık buldu. Dedi ki: “Bunda elbette zevk ve mizacın da payı
var... Senin tıpkı balıkçılık merakın gibi... Herkesin ruhen bir şeye meyli, kabiliyeti olur.”
Onlar konuşuyorlar, Suad öbür tarafta müthiş bir şekilde acı çekiyordu. Süreyya’nın bu konuda
iddiasını pek boş, pek aciz buluyordu, elbette pek kolaylıkla suçlanabilir ve savunduğu fikirde yenik
düşebildiği böyle bir tartışmaya girdiği için sıkılıyor, fikren Necib’le olmakla beraber kalben
Süreyya’yı bırakamıyor, onu böyle müziğin yüceliğine hissiz kalıp balıkçılık gibi şeylere meylini
hepsinin önünde görmesi ağır geliyordu.
Necib birden piyanoya doğru yöneldi notaları karıştırarak:
“Hah işte bak, bir hava bulacağım ki beğeneceksin... Bir değil, beş, on... Çünkü onu dinlemişsin ve
çünkü onun için daha o kadar alışmak lazım değildir. Bir zaman Konkordiya’ya giderken bilmem
hatırlar mısın, hastalıklı bir sarışın kız söylenir dururdu.”
Ve elindeki notayı piyanonun önüne koyarak:
“Santa Lucia... Barkurala...” dedi.
Suad ıstıraplı, işkence içinde, piyanonun önüne dönüp, artık yeter ricasıyla bakan gözleriyle: “Eee,
artık gezelim... Bugün gezmeye gitmiyor muyuz?” dedi.
Sonra kışın geldiğinden bahsetti. Bir kere o artık büsbütün gelince, evde kapanıp kalacaklarından
şikâyet ediyordu:
“Bu sene galiba kış erken gelecek, baksanıza havaya...” dedi.
Süreyya’nın meşgul olup ses çıkarmadığını görünce Necib’e baktı. O, başıyla Süreyya’yı
göstererek ona havale etti. O zaman Suad tekrar sordu. Süreyya işini bitiriyor gibi davranarak “Beş
dakika daha, hazırım.” dedi.
Hava açık mı kapalı mı tam olarak karar verilmeyecek bir hâldeydi. Sabahleyin rumeli[5] ile
başlamıştı. Sonra lodosa döndü. Bazen yağmur yağacağı düşüncesini veren bir loşluk çöküyor, biraz
sonra beyaz bulutların arasında büyük mavi parçalar çoğalıyor, bulutlar yırtılıp dağılıvererek güneşin
arada parladığı oluyordu. Karşıda kırda bulutların gölgeleri kafilelerle seyrediyorlar, bir süre aşağı
uçuştuktan sonra, her an değişen akımlara uyarak şimdi tekrar yukarı çıkıyorlardı. Öyle anlar
oluyordu ki, uzun yağmurlu kış günleri akla geliyordu. Fakat onlar çıkmak istedikleri zaman bulutların
bir karanlık sertliği ile Büyükdere üstüne büyük kümeleriyle yığılmış, güneşin, şimdi sıcak bir ışık
demeti ile etrafı ısıtmış olduğunu gördüler. Etraf rüzgârsız, hareketsiz, sessiz kalmıştı. Denizin bir
kısmı bulutlarla solmuş, biraz ilerisi güneşle yanmış, durgun, dinleniyor, Anadolu yönüne doğru
hissolunmaz, yavaş yavaş mavileşerek sonunda bütün sahil en ufak çizgileri ve şekillerine kadar net
resimlerle yansıyordu. Hiçbir soluk yoktu, sade bir ılık deniz havası bitkin dalgalarla, ağır
sürükleniyordu.
Sandala binmek istiyorlar, yağmurdan korkuyorlardı. Süreyya, Büyükdere üstündeki bulutları
göstererek bunların nasıl acımasız bir tufan olabileceğini söylüyordu. Fakat şimdi bulutların yavaş
yavaş arkasına kayıp onların gölgeleriyle gölgelenen güneş sönerek tabiata öyle bir hüzün sessizliği,
bulutların güneş görmüş dalgalarının denize yansıyan kurşunî yansımalarına öyle bir parlak tutkunluk,
acı yüklü bir keder geliyordu ki: “Bu havadan fenalık gelmez...” dediler. Hem karşı tarafın seması bir
mayıs seması kadar pak ve çivit renginde uzuyordu.
O zaman sandala bindiler. Bir gölde geziniyor hayaliyle memnun, denizde insana bir aşk ve gizlilik
hissi veren mahzun bir durgunluk içinde sandalın sessizce kayıp akışıyla memnun, suların sakinliğinde
ve durgunluğundaki hoşluğa karşı, gökte, denizde, karada sessizlikten başka bir şey duyulmadığı bu
zamanda şiire doyarak gezdiler. Büyükdere açıklarına çıktıkça vadiyi ince görmeye başladılar. Ta
ilerde Bendler’in kemerleri ile daha sonra sürüklene sürüklene dalgalanan küçük tepeler silsilesiyle,
bütün vadiyi kuşatarak sonunda alçalıp dağılan dağların, yeşilin bütün renklerini gösteren ağaçları
ile, bu vadide bakışları saatlerce meşgul edecek bir görüntü vardı. Deniz beri tarafta Beykoz koyunun
son sınırına, bu tarafta Karadeniz’in ufuklarına dumanlanıncaya kadar hep öyle bir sakin ve
kederliydi.
Fakat üstlerinde gümbürtülü bir çatırtı ile birden dökülecek korkusu veren bu yığılmış dağlar gibi
bulutların yeni duman dalgaları ve renkleri ile asılı duran hâlinde öyle bir öfkeli tehdit vardı ki, bütün
vadi, hatta üstünde mavi sema ile taçlanan deniz bile, ürkmüş, korku ve heyecanla susuyor, sanki
bekliyordu. Hissolunmaz, şüphe edilir gök gürültüsü geziniyordu. Karartı gittikçe çoğalıyor,
yayılıyor, manzara gittikçe korkunç bir karanlığa, yavaş yavaş Anadolu’ya geçtikçe endişesiz
mavilikleri karartan bir korkuya dönüşüyordu. İnsana bir salonun ıssız bir yeri ve gölgelerinde
bulunuyormuş hissini veren bu sessizlik, bu yoksunluk içinde bilinmeyen bir korku, bir çekingenlik
yayılıyordu. Bu çekingenlik içinde, bir tehlike olsa bile bir şey olmaz hissiyle, bununla beraber yine
bir endişe titremesiyle bekleyen insana bir tufan korkusu verirken sade bir yağmur beklemekten gelen
zevkle, memnuniyetle bekliyorlardı. Sandal hareketsiz, küreklerin yansıması denizde sessiz
duruyordu.
Ve insana emin kalplere sığınmak ihtiyacı veren bu hava içinde, Necib, karşısında gözleri bir hüzün
ve şiir damlasıyla yaş dolu dalmış görünen Suad’a bakarak, onu hiç görülmemiş bir güzellikle
görerek, tutkunluğu birden son ateş derecesine çıkaran bir çekicilik hissediyor, ona nasıl kopmaz
bağlarla, nasıl dehşetli bir şekilde bağlı olduğunu kalbine saldıran heyecandan, sade ona bakmak
heyecanından anlıyordu. Ve bunu arttırmak içinmiş gibi en küçük yüz çizgilerine kadar dikkat edip
cazibesini artırmak isteyerek, içinden onun ateşlerini çoğaltıp ölerek yaşamak istiyordu. Ona hayatın
en can yakıcı, en dehşetli mutluluğu bu hâl gibi geliyor, ancak şimdi, hayatının hep zevke ve hazlara
düşkün olarak geçen senelerinde ancak şu saatlerde hayatımı yaşıyorum hissi geliyordu.
Ah, onu ne kadar seviyordu yarabbi! Ne kadar ateş ve istekle seviyordu. Onun en manasız şeylerine
bile özel düşkünlükleri vardı. Onun bir düğmesi için kalbinde zaaflar, bağlar buluyor, şömizetinin
kıvrımları, dikişlerin nezaketi, kolundaki küçük düğmeler, sonunda bütün bu değersiz şeyler için onda
başka bir çekicilik yükseliyor, hepsine ayrı ayrı âşık oluyordu.
Onu asıl öldüren Suad’ın gözleriydi. Ve en çok kendini zevkle dehşete düşüren şeylerle ölüyormuş
hissini ortaya çıkarmak için ölümün nasıl tatlı bir şey olduğunu hayretle görüyordu. Bu gözler, ah bu
gözler!.. Bunlara bir renk vermek mümkün müydü? O kadar uzun süre bakamıyordu ki, rengini
belirleyebilsin. Bakmak mümkün değildi. Özellikle bakışlarından anlasa, bari bakışlarından anlasa,
ne zaman Suad’a baksa onun gözlerinde kendine bağlılığını görürdü. Bir anda çarpışan bakışlar... O
zaman bu göze bir siyah elmas gibi, bir siyah ateş gibi yakarak bakıyor, manasında öyle irade yıkan
bir çekicilik, öyle bir tutku, öfke, taparcasına bir aşk, hüzün ve neşe manaları birbirine karışıyordu.
Bunlar öyle belirsizce devamlı titremek, parlamak, yanmak kuruntusu veriyordu ki onlara bakan göz,
düşkün, hayatta bu bakışlardan başka herhangi bir şeyden zevk alınamayacağını anlatıyordu fakat o
derece zevkten sersem, bitkin düşüyordu. Ah, ruhunda ne fırtınalar, bu bakışın siyah yahut koyu
kestane anlamlı ışık demetinin içinde nasıl hemen bayılıveren hücumları oluyordu. Eğer kendini
tutmasa haykırmak gerekecekti. O arzuyla bir dakika bile bakamıyordu, baktığındaysa sürekli ve
erişilmez bir mutluluk yaşıyordu. Aynı mana kaşlarda da vardı, sade eğilmeleri, sade üzerlerinde
uçuşan titreyişlerle o neşe ve hüzün manaları aralıksız sürüyor ve beyaz yahut hafif sarı diye kesin bir
karar verilemeyecek bu kumral silik çizgiler yumuşaklıklarıyla, ifadeleriyle, bakışlarla bir anlam
oluşlarıyla onu sarhoş ediyordu. Saçlarının lülesi alnını açık bırakıp kaşlarının ucuna kadar
dökülüyordu. Bunların o noktada kalmalarının gerekli olduğunu Suad’ın ara sıra elinin becerisine
güvenerek şöyle bir düzeltmesinden anlaşılırdı. Sonra saçların asıl kümesi, bu kulakların arkasından
birden çoğalarak tepesinde toplanan siyaha yakın kestane yığını... Necib bunlara saatlerce bakarak
işte bütün emellerinin, bütün mutluluğunun orada gizlenmiş olduğunu düşünür, ne zaman onu sarhoş
edici kokusuyla kendinden geçecek olursa mutlu ölüm o zaman gelecekmiş fikriyle yanardı.
Ve Necib’in gözleri hepsine tek tek baktıktan sonra sıra dudaklara geliyordu, bunlardaki donuk ateşi
karanfil kırmızı ile yine bütün o yüzde titreşen dokunaklı manasıyla nemli, o şuh, sitemkâr ifadeyle
titrercesine duruşu onu büyülüyordu. Dişler, bunların izinleriyle gülümsedikçe bütün bu manalar
yüzlerce çoğalarak gözlerine kadar bulaşan bu tebessümle onun ruhu bu yüzde o kadar şuh ve neşe
dolu görünüyordu ki, o zaman Suad’ın niçin bu kadar yüce ve âşık olunmaya değer olduğu ortaya
çıkıyordu.
Necib’in bakışlarını cezbeden şeylerden biri de onun elleriydi. Bu eller hoş ve ipek
yumuşaklığında, beyaz ve inceydi. Altındaki mavimtırak damarların karmakarışık hatları, insana bu
şahane yaratığın bin türlü nedenle kaybolacak, ölümlü zavallı bir beden olduğunu hissettiren acı bir
duygu veriyordu. Ve Necib, bir çekicilikle tekrar onun vücudundaki her çizgiyi duraklayarak
incelerken tekrar ellerine gelip bu duygu ile zayıf kalınca derin bir acıyla bakarak: “Ah zavallı
insanlar!” diyordu. Böyle yüce bir kadın bulup da sevmek ve sonra sevilmek için gayet mutlu olmak
gereken hayat arasında, bu kadar mutlu olsak bile, yalnız sayılması bir hafta sürecek hastalıkların ve
afetlerin muhtemel kurbanı olmak, böyle bir tesirin esiri olmak ona pek acı geliyordu. Buraya gelince:
“Ben tersine o kadar bile mutlu olamadım, sade sevdim...” diyordu. O sade sevmişti, aşk kelimesinin
en belirsiz ve gizli, en açık ve en büyük manasına kadar sevmiş, ölümü göze alacak kadar sevmişti.
Fakat onu istemenin bile bir cinayet olduğunu görerek hayatta sevdikleri tarafından sevilenler de
olduğunu düşününce ah ediyordu. Ve sonra, öyle sevip sevilenler için bütün o afetler hazırdı, değil
mi? Ah onların ne kadar ölümlü, elimizden kaçmak, soluvermek, bir gün son hazin bir nefesle
sönüvermek için, nasıl bunlar için yaratıldıklarını acıyla görüyordu: Mutlu olsak bile hayat, sade
harap eden hayat, sade yiyen, yıkan, öldürüp ezen hayat hüküm sürüyordu.
“Ah, fakat ölüm olmasaydı ne dehşetli bir cehennem olurdu!” diye kalbi sıkıldı.
Birden küçük, telaşlı, perişan rüzgârlar koşuştu. Denizde hava akımları uçuştu. Süreyya: “Ooo, oo!”
dedi.
Suad: “Kaçalım, tufan geldi!” diye çırpındı.
O, küçük, kısa gülücüklerle gülüyor, çarşafının altında göğsü sarsılıyordu. Necib tek bir saniye ona
baktı. Bu bakışta öyle bir ateş vardı ki Suad’ın gülücüğü dudağında donuk bir gülümseme hâlinde
kaldı, gözleri eğildi.
Sandal hızla yükselmeye başlamıştı. Fakat birden ta vadinin üzerinde yığılmış bıraktıkları bulutları
başlarının çevresinde dolaşıyor buldular. Oradan buradan koşuşup çarpışan, denizde küçük
kasırgalar yapan rüzgârların öfkesi artıyordu. Sonra yalnız bir yönden kuvvetli ve biraz da serince
esti. Önlerinden denizde siyahlaşan, titreşen bir gölge gibi koşuyordu. Sessizliğe alışmış kulaklar,
rüzgârların tepelerde ağaçları hırpalayarak estiklerini işitiyordu. Bulutlar birden kızışmış,
korkunçlaşmış, havalanıyorlardı.
“Ay, yağmur!” dediler.
Ilık birkaç damla gelmişti. Sonra artık devamı geldi. Önce denizde her damlanın sessizliği
görülüyordu. Suad: “Aman çabuk, çabuk kötü ıslanacağız!” diye telâş ediyordu. Sonra yağmur artık
hırs ve akıntıyla inmeye başladı. Ancak üç dakika sonra yalıya yetiştiler.
Süreyya “Vah vah, bizim lüfer seferi yandı!” diyordu. Sonra bulutlara bakarak başını salladı: “Bu
gece ay dörtten sonra çıkacaktı, o zamana kadar...”
Onlar odalarına soyunmaya gittikleri zaman Necib soyunmaya, elbise değiştirmeye gerek
görmeyerek tembel, garip bir sıkıntı ile balkona çıktı. Orada, bu kışa benzeyen dalgalar ve öfke
içindeki tabiatı seyretmekten büyük ve acı bir haz aldı. Arkasından Suad’la Süreyya geldiler. Suad:
“Ne güzel yağmur, değil mi?” diye dumanları gösteriyor, Süreyya “Tamam biz lüfere çıkacağız,
gökyüzünün kapıları açıldı.” diye söyleniyordu. Uzun uzun, yağmurun tufanı andıran düşüşünü
seyrettiler. Yollarda seller oluşacak sanıyorlardı. Her taraf su içinde kalmış denilecek bu yağmurun
yere inişlerinde deniz dalgasız, sakin uzanıp gidiyordu.
Necib, bu sessizlik arasında bu duman, bulut, su hücumunda birden kış içindeyim kuruntusu, kışa bir
düşkünlük hissiyle titredi. Bu, uzun güneşli günleriyle, sıcak geceleri, göz kamaştıran çehresi, nefesi
boğan sıcağıyla insanı artık bıktıran yazdan sonra, durgun ve tembelliğe eğilimli insanlığın huyuna
pek uygun gelen, insanı köşe-bucağa, soba yanlarına sokulmak hissini veren soğuk, tembel kış fikri,
uzun yağmurları, siyah gökyüzü, çamurlu sokakları ile akşamlara kadar evden çıkmaktan korkutan kış
fikri onu sarhoş etti. Bu yağmur, uzun gevşemelerden sonra sanki sinirlerini rahatlatıyor, bu duygu kış
arzusuyla karışarak onu sevindiriyordu. Özellikle kışın asıl kavuşma anı, hep renk ve ışıktan, bütün
ateşten ve nurdan yorulmuş sinirleri ve duyguları için, kışın geldiğini düşündüren bu ilk gün pek
hoşuna gidiyordu. Başka günler herkesin ağır kalabalık yürüdükleri yerlerde, su altlarında telâş ve
aceleyle koşup yuvasına kapanıldığı, orada dışarının rüzgârından, sularından, çamurundan kurtulup
hastalıktan, soğuktan korunmuş bütün aileyi, o ev içini sevdiren bir çekingenlikle kapıların,
pencerelerin sıkı sıkı kapanıp çocukla ve eşle yemek masasına koşulduğu ilk kış günü... Beyaz keten
örtünün üzerinde tabaklarda çorba dumanlarını dalgalandığı, saatlerce, günlerce bu sıcaklık ve
mutluluk içinde olunacağına emin olmaktan doğan huzur ve rahatlık geldiği: “Adam sen de gelirse
gelsin” diye bir tehlikeyi cesaretle beklemekten doğan heyecan ve ferahlığın geldiği kış günü...
Fakat onun ne böyle bir gün seve seve koşup kapanacağı bir aile yuvası, ne bir ümidi vardı. O, kış
geldiği için artık buradan da gidecek, bir gün konakta, öbür gün kız kardeşinde, dostsuz, insansız,
kadından, asıl, asıl yarabbim, işte Suad’dan yoksun, ondan uzak, onun sesinden, havasından uzak
yaşayacak... Sürünecek...
Şiddetli bir öfkeyle haykıracak kadar ümitsizleştiren bir acı ile etrafına baktı. Orada akşamın
yavaşça inen siyahlığı içinde, sade Suad’ın hayalini fark etti. Bu hayal bütün ince ve düzgün boyu ile,
kollarından ayrılıp beline doğru yumuşak bir dolanımla incelen vücudu ile bunların üstünde
bulutlanan saçlarıyla, yağmura bakıyordu: Onun yanında vücudunun havasında imiş hissiyle bir
inleme ihtiyacı duydu. Onu o kadar güzel, fakat o kadar kendinin değil, hiç değil, o kadar değil gördü
ki...
Suad, boğuk bir inilti işiterek başını çevirdi, Necib’i oraya koltuğa dayanmış, mendilini ısırıyor
gördü. Elinde olmadan: “Ne oluyorsunuz?” diye iki adım atmış bulundu; fakat durdu. Önce onu yine
birden tifonun ilk geldiği gün gibi ağzı burnu kan içinde yere kapanacak sanmıştı. Fakat tavrından işte
o öldürücü anın geldiğini hissedince sapsarı, heyecan içinde kaldı. Bütün geçen günlerde bu anın, bu
itiraf anının bir saniye gelip çatacağını düşünüp korkmaktan gelen bir telâşla ayılıverdi. Necib uzun,
ağır bir sessizlikten sonra: “Hiç, hiçbir şey...” diye mendilini indirdi.
Sonra birden başını çevirip her şeyi göze almış bir karanlık bakışla: “Ölüyorum, işte o!” dedi. Ve
sonra bütün ateşini bu sözlerle anlatamamış gibi “Ah ne kadar ölüyorum, ne kadar acı çekiyorum bir
bilseniz?” diye inledi.
Suad boğuluyor gibi ellerini kaldırdı, Allah aşkına ne olur tavrıyla bakarak eliyle susmasını rica
etti. Necib, öfke ve isyan artık elinde değilmiş gibi devam etti. Şimdi sesinde derin bir üzüntüyle
titriyordu:
“Hayır, hayır, artık zaten her şey bitti... Zaten neye yarar, niçin susayım, her şey bitti, her şey... her
şey...”
Suad, kulaklarında uğultularla, boş gözler, çekilip toplanan dudaklarla duruyordu. Geri çekilmek
istedi; fakat Necib’in eli bir ricayla kalkmıştı. “Ah beni aşağılamayınız...” diye yalvardı. “Sizi öyle
değil, bilmeyerek sevdim; nasıl olduğunu bilmeyerek, bir kardeş gibi, bir anne gibi sevdim...” Ve
buraya gelince tekrar acı bir sesle: “Yok, ediniz, beni aşağılayınız. Ben buna layığım!” diye inledi.
Ve Suad, onun bu sözleri söylerken birden başını ellerinin arasına alıp oraya dayanarak hıçkırdığını
gördü. Şaşkın, bir şey söyleyemeyerek, kalbi derin bir merhametle sızlayarak, susuyordu. Ne
yapacağına karar vermeyerek donmuş gibi dururken bin tereddütler, kararlar arasına çalkalanıyordu.
Karanlık gittikçe yayılıyordu. Suad, yakıcı bir bakışla ona bakarken yavaşça çekilmekten başka
kurtuluş çaresi göremeyerek uzaklaştı. Necib, o kadar sevilen bu kadının bu uzaklaşışı karşısında,
elinden mutluluğunun ve hayatının yavaş yavaş kaçtığını acı acı hissetti. Yağmur dışarıda kâh bir
sağanakla hızlı ve kızgın, kâh bir sessizlikle durgun ve yorgun yağıyordu. Necib burada ne kadar
durmuştu, bunu belirleyemiyordu. Başını kaldırıp etrafına baktığı zaman soğuk ve rüzgârlı bir gece
içinde üşümüş olduğunu fark etti.
Ne yapmıştı yarabbi? Şimdi biraz öncesini, bir rüyadan uyanıp hatırlamak isteyerek anılarını
karanlıklara boğulmuş bulanlar gibi görüyordu. Fakat kâbus asıl şimdi hüküm sürmeye başlıyordu.
Birden kendini onun gözünde o kadar sefil ve adi gördü ki, hemen yarın kaçmaktan başka bir çare
olmadığını anladı. Onun karşısına nasıl çıkacaktı? Ona artık nasıl bakacaktı? O zaman şimdi yemeğe
ineceğini düşününce ne yapacağını şaşırdı. Kendini suçluyor, “Niçin, niçin bunu yaptım?” diye
dövünüyordu. Ve yemeğe inmek gerektiği zaman ikisinin de yüzüne bakamayarak, hiçbir şey
isteyemeyerek, kaçmaktan, kaçıp odasına kapanmaktan başka bir şey düşünemeyerek, işkence içinde
kaldı. Süreyya, bu gece artık balığa gidemeyeceğinden dargın, kışın böyle gece gündüz yağmur
yağınca evde hapsolmak ihtimaliyle öfkeliydi. O, uzun uzun konuşurken Necib cevap bulmakta zorluk
çekiyordu.
Suad yemek boyunca sustu. Onun yüzünde nasıl bir gücenme ve soğukluk olduğunu merak eden
Necib, gözlerimiz karşılaşır diye bakamıyordu. Bir an oldu ki gözler birbirini çektiler. O zaman
Necib, Suad’ın gözlerini bulanık, bozuk gördü. O kadar sevdiği bu kadını böyle üzmekten başka bir
şey yapamamak onu harap etti. Yarın kaçıp, kadıncağızı rahat bırakacağını düşünerek bu kararından
mutluluk duydu. Kendisini, onun üzüntüsü huzurunda unutuyor, “O rahat etsin de...” diyordu.
Gece sessiz, yakıcı, monoton oldu. Odasına çekildiği vakit fikirlerin karşıtlığı arasında, yorgun
zihninin, dinlenmeye muhtaç sinirlerinin bütün düşüncelerinin kalabalığı ve duyguları arasında, iyi
kötü karşılaştırmalardan hiçbirisinde duramayıp hepsinden atlayarak sabahı işkenceler içinde
bekledi. Ah, söylemeseydi, şimdi yine önceki gibi olsaydı, bununla yetinebileceğini görüyordu. O
zaman tekrar: “Niçin”ler başlıyor, bırakıp gideceği aklına geldikçe acı bir korkuyla yüreği
yaralanıyordu. Sabaha karşı, yorgun, hasta dalmıştı. Uyandığı zaman soluk bir gün ile yarı
aydınlanmış odasında idama mahkûm olanların uyanışı gibi birden kaderini görmekten doğan korku
ve titremeyle içi yandı. Tekrar “Niçin yaptım, yarabbim?” diye inledi. Fakat artık buradan defolup
gitmekten başka çaresi kalmamıştı. O zaman, burada, hatta dünkü hayatına hasret çeken, sefil ve
düşkün, hazırlandı. Aşağı indiği zaman onları odada, beraber, suskun buldu. Süreyya: “Ooo, nereye
Necib?” diyordu.
Sonra serzenişe başladı:
“Öyle ya, çünkü hava yağmurlu... Ama ihanet bu, sadece ihanet... Bilir misin? Sana ne söylesek
haklıyız. Kış geldi diye, azat buzat cennet kapısında bizi gözet[6] ha? Öyle şey olmaz.”
Bunları şaka diye dinledi ve gitmesi, gecikmesi imkânsızmış gibi o da şaka ile karşılık vermeye
çalıştı. Sonra şakası onu özür belirtmeye yöneltti. Bu kadar uzun müddet rahatsız ettiği için af
diliyordu. Ruhu titreyerek, bu sözleri ona hitap etmekten doğan bir titremeyle, sesini idare
edememekten korkarak söylerken gücü kesildi. Ah, ondan bir bakış, bir teselli kelimesi, bir affedici
bakış olmaksızın gitmek!.. Buna katlanamayacağını görüyor, başını eğmiş, suskun, işle uğraşan Suad’a
bakmaktan korkarak gözlerini çevirmediği hâlde sade onu görüyordu.
Ve sonunda, artık gitmek gerektiğini ümitsizce görüp hasretle veda ederken, Süreyya’nın hâlâ süren
şikâyetleri arasında onun başını kaldırıp bozuk bir sesle: “Büsbütün değil ya... Yine gelir elbet...”
dediğini işitti. Ve onun gözlerinin bir saniye, sözlerinin cevabını bekler gibi, kendine yöneldiğini
hissetti. Ah, bu gözlerdeki mahzun soru manasını, bu yorgun zavallı ağlamış gözlerdeki af nuru!..
Necib, dünyaları hevesine oyuncak edecek bir sevinç coşkunluğu ile dışarı fırladı. Kapıdan çıktığı
zaman sendeliyordu. “Ah beni seviyor, seviyor, seviyor!” diye tekrar ederek çamurlara daldı.
Yağmur ince, soğuk, oradan buradan küçük heyecanla koşuşan rüzgârların elinde çırpınarak, inatçı,
işkence ile düşüyordu. Bir kış yağmuru denilecek inat, renksizlik, neşesizlik vardı. İnce potinlerini
yumuşatıp ezen çamurlar içinde orada burada birikmiş sulara batarak, gömleğinin, fesinin
ıslanmasından habersiz hatta dünyadan habersiz görünüyor, öyle yürüyordu. Ondan başka bir şey
görmüyor, ondan başka bir şey işitmiyordu. O sözü söylemek için Suad başını kaldırdığı zaman,
bakışında o kadar perişan ve şefkatli bir af damlası, o kadar masum bir merhamet titremesi vardı,
öyle bir çekicilik ve rica ile nur doluydu ki nereye baksa o gözleri, hiçbir yere bakmasa yine onları,
kendi sefaletine merhametini, ondaki o çekingen ifadeyi, o affı görüyorum zannediyordu. Ve bu
bakışlarla o söz ona, büyük, kelimelerin anlamının üstünde heybetli, manalarla geliyordu. O kadar
derin bir mutlulukla hissediyordu ki, her şeyi artık onu göremeyeceğini bile unutarak: “Ah benden
nefret etmesin, beni sevsin de...” diye bunu her şeye bedel bir mutluluk görüyordu. Bu, bütün ruhî
ihtiyaçlarına yetiyordu.
“Ah seviyor, seviyor!” diye tekrarlayarak, her düşüncesini bu sözlerle keserek yürüyordu. Vapur
başına gelmişti. “Vakit var.” dediler. Orada duramadı, hareket lazımdı. Sarıyer’e kadar yürümeyi
tercih etti. Tekrar yağmura girdi. Karşıdan görenler, ıslanmış, fesinin püskülü bozulmuş, çamura
bulanmış bu gence hayretle bakıyorlardı. İskeleye geldiği zaman vapur henüz geliyordu. Biletçiye bir
mecidiye attı, o soruyordu: “İstanbul mu?” “Evet” dedi. Fakat nereye gidiyordu, bilmiyordu. O bir
şey biliyor, bir şey görüyordu: Suad ondan nefret etmiyor, onu seviyordu. Evet seviyordu. Buna artık
inanmıştı. İşte hâlâ gözünün önünde o bakışı görüyordu.
Yağmur altında güvertede dolaşırken vapur Büyükdere’yi geçip Tarabya’ya geldi İskeleyi görünce
hatırladı, döndü. Buradan Pazarbaşı, yağmur bulutu altında pek yakın görünüyordu. Ve kendini o
kadar mutlu eden kadının şimdi orada olduğunu, orada nefes aldığını düşünmek onu mutlu etti. Ah,
dünya ne güzel yarabbim! Dünya ve hayat ne kadar güzeldi ve iyiydi. Yağmur? Ama yağmurun ne
önemi vardı? İnsan mutlu olduktan, sevdikten, sevildikten sonra her şey boştu. Sade aşk, ah, sade bir
Suad vardı!..
Ve sürekli oraya, ona karşı oturup oraya bakmak, sanki daima onu görmek, daima onu düşünmek, o
kadar sonsuz bir ferahlık veriyordu ki, birden aklına gelen şeyle büyülenmiş olarak Tarabya’ya çıktı.
Oradaki arabalardan birine binmek aklına gelmediği hâlde, arabanın binecekmiş gibi önüne geçmesi
üzerine atladı. “Otele” dedi. Orada bulundukça sürekli Suad’ın yanında, onun yüzünde yaşayacaktı.
Belki oraya bakarken Suad da otele bakmış bulunurdu. O zaman bakışlar birbirine ulaşırdı.
Otel, bu eylül yağmurunun hapsettiği müşterilerle kalabalıktı. Gösterilen odaya geçip elbisesinin ne
hâlde olduğunu garsonun uyarısıyla anlayınca elbise ihtiyacını gördü. Bir kısım elbisesi
Yenimahalle’de, diğerleri evdeydi. Onları aldırmak zorunda kaldı. Ve bunun için girişim yaparken
bunları kendine ait şeyler değilmiş gibi yapıyordu. Aşağı, salona indiği zaman kadın erkek on on beş
kadar konuktan bazılarını gazetelerine dalmış, diğerlerini de masa başında oyunla, sohbetle meşgul
gördü. Otelin defterinde otuz kadar isim vardı. Hâlbuki koridorlarda dairelerin boş olmadığı,
oralardaki sohbetlerden anlaşılıyordu.
Fakat o, bir köşeye çekilmiş, sadece kendi fikirlerine dalmış kaldı. Ve akşam, otelin bütün halkı
yemek vakti camlı salona geçtiği zaman o yine hepsinden ayrı bir kenardaki küçük masada yalnızdı.
Başka zamanlardaki gibi özellikle vapurlar ve otellerde çıkan bin fırsatla yakınlaşmaya çalışacağına
yalnız, Suad’la kalmayı tercih etti. Çünkü ondan ayrılamıyordu. Sürekli onunla beraberdi. Bu
kalabalık içinde bazıları gerçekten eşsiz birkaç kadına ve bunların etrafında pervane gibi dolaşan
genç, hatta bazıları zarif erkeklere, yukardan bakarak: “Hayat, bu mu?” diyordu. Hayır, kimse onun
kadar sevmemiş ve sevilmemişti. Bu aşk, bu oyunların yanında o kadar tehlikeli, o kadar büyük, o
kadar feci bir şeydi ki, tam anlamıyla işte bu aşktı. Ve bunlar, böyle ihtiyaç ve sebeplerle değil, bir
taklit ile sanki görenekle aşk oyunu oynuyorlardı. Bu şimdi şuna, biraz sonra buna aynı tebessümle
söz söyleyen, hangisine daha içten ve eğimli olduğunu ne o, hatta ne de kendisi bilemeyen şu
Amerikalı, şu muhteşem kadın... Ah Suad’la onu kıyasladıkça öyle sonsuz mutluluklar hissediyordu,
onun tarafından öyle bir cinayetle beraber sevilmek fikrine, bu kadar imkânsızın susturamayacağı ve
yok edemeyeceği kadar kuvvetli ve tehlikeli bir aşkla sevilmek güvenine karşı o kadar çılgına
dönüyordu ki, onu görmemiş, sevmemiş olsaydı hayatın, mutluluğun ne olduğunu bilmemiş olacağını
görüyordu. Hâlbuki büyük gördüğü bazı kadınlar tarafından sevilmişti. Ve hâlbuki hiçbirisinden bu
kadar gururlanmamış ve mutlu olmamıştı. O mutluluklar, şimdi hissettiği bu kâinatı kuşatacak kadar
ruh genişlikleri yanında ne değersiz ve alçak şeylerdi. “O olmasaydı demek, ben de herkes gibi
olacaktım, bilmeyecektim. Aşk ve mutluluk nedir bilmeyecektim.” diyordu. Etrafına bakıp: “Ama
nasıl yaşıyorlar yarabbim. Sevmeden, sevilmeden nasıl yaşanıyor?” diye şaşırıyordu. Evet, nasıl
yaşamıştı? O zamana kadar kendisi nasıl yaşamıştı? Fakat hayatı nasıl bir çöldü diye şaşırıyordu.
Evet, nasıl yaşamıştı? O zamana kadar kendisi nasıl yaşamıştı? Fakat hayatı nasıl bir çöldü. Bir şişe
Sen Jülien’den sona şimdi billûr gibi Soteren ile dolu bardağını damla damla içerek etrafına
bakındıkça hepsinin hayatını bir çöl gibi görüyordu. Fakat onun hayatı parlak yüzünün altında sonsuz
dalgalarını ebedi bir tutkunluk kasidesine sürükleyen deniz hayatı gibi iç açıcı, âhenkli ve lâcivert
idi.
Gece uykusu daha önce hiç yaşamadığı bir rahatsızlıkla geçti. Yemekten sonra içtiği viskiyle soda
onu daha sersemletmiş, odasına hâlâ Suad’ın o perişan ve acınacak bakışının af ışığı ile aydınlanarak
girmişti. Yavaşça pencereyi açtı, serin hava, denizin birbirine çarpan inlemeleri, karşı kıyıdaki
ışıkların titreşmeleri arasında Yenimahalle’yi aradı. Bir kenarı siyah ve tehditkâr olan semanın
orasında burasında bir tanıdık bakış gibi yıldızların gülümsemesi vardı. Dubanın parlaklığı ile yönü
tayin ederek Pazarbaşı’nı buldu. Ve başını pencereye dayayarak ateş ve hasretle, şimdi mahzun, oraya
bakmaya başladı.
İçi bütün aşkını, bütün ateşini mümkün değil gösteremeyeceği ümitsizliğiyle yandı. “Ah ne kadar
sevdiğimi bilse...” diyerek hüzünlendi. Bunu o kadar sonsuz buluyordu ki, Suad müteşekkir, memnun
olur sanıyordu. Sonra çekilip yatağına uzandı. Tekrar onu düşünmeye başladı. Böylece, mutlu
düşüncelerle uyuduğu zaman, uykusunda ve heyecanla uyanışında “Ama o beni seviyor!” diye her şeyi
yeni anlamış gibi kalbinde bir çırpınma, bir hoplama, gayet büyük bir korkuyla sevince kavuşma
hoplaması vardı. Bazen mutluluk içinde uyandığı oluyor; bunun memnuniyetiyle dalgınken sebebini
birden görüvermek onu yeniden bayıltıyordu.
Sabahleyin erkenden uyandı ve artık uyuyamayacağını anladı. Başını kaldırıp baktı. Henüz gecenin
karanlık artığı çekilmemişti. Her ne kadar yağmur yoksa da hava renksiz, orası burası bulutluydu.
Pencereyi açıp, yavaş yavaş sokulan gündüz içinde, saatlerce Yenimahalle’ye baktı. O kadar dalıp
kalıyordu ki, bazen hiçbir şey düşünmeyerek durduğu oluyordu. Sonra güneşin ilk ışıklarıyla manzara
dalgalandığı zaman giyindi, aşağı indi, erken bir kır seferi yaptı. Böyle hafif yürümek, rıhtımların
üzerinde, durgun denizin yanı başında gezmek onu rahatlattı.
Sürekli onu düşündüğü hâlde gözünün önünde değildi. Gelirse bile, sadece gözleri geliyordu. O
zaman bazen durup feryada benzeyen bir mutlulukla: “Ama işte seviyorum!” diye haykırmak istiyor,
“Sade onu, sade onu... Başka kimseyi sevmeyeceğim.” diye yemin etmek ihtiyacını duyuyordu.
Sevmeyecekti, hatta sevmemişti. İşte şimdi görüyordu ki, şimdiye kadar kimseyi sevmemişti. Ta ilk
gençliğinden beri, ilk ateş ve coşkusuyla tüm kadınları kendine yeterli bulmayan, hepsine birden
sahip olmadan öleceği için yanan Necib, kadın namına ne kadar kuruntu etmiş ise, Suad onu bu
kadarcıkla hepsinin üstünde mutlu ediyordu. Hayatında bundan çok değil, bu kadar mutluluk bile
istememişti. Ruhunda bu kadarını istemeye güç bulamamıştı. Ruhunun acizliğine bakıp şimdi bu
şereflenmeye, bu elde edişe karşı derin bir şükran duyuyor, “Ah Suad, bir sen varsın, bir sen!”
diyordu.
O gün akşama kadar bu ruh hâli devam etti. Bazen yalnız mutlu, sakin, sonra tekrar heyecanlı ve
ferahlık dolu talihini düşünüyor, o heyecan, her saniye onu sevdiğini bilirken tekrar her saniye bunu
unutup yeniden hatırlamak heyecanı yüreğini canlandırıyordu. Sonra onu sadece güzelliği için değil,
büyüklüğü, eşsizliği için de sevdiğini düşünerek “İşte asıl aşk...” diyordu. Bu dereceye gelince, onu
ona ait olmayan en büyük bir şeyi bile aşağılık görüyor ve ona ait olduğu için en değersiz şey bile
kıymet kazanıyordu. Böyle, bir şeyin değerli ve yüce olması için uzak yakın ona ait olması yeterli
olunca, birçok şeye önem vermemeye alışmış olan Necib, bütün o şeyleri sevmiş, yüceltmiş gibi
oluyor, birçok zaman tanıdığı şeyleri, ona ait olmadığı için şimdi görmezden geliyor, hafif ve önemsiz
olduğunu düşünüyordu.
Sonra, gece musikisi bir ruh gıdası oldu. Yemekten sonra Maskeli Balo’nun uvertürü telaşlı
yürüyüşüyle birden başlayınca bir müddet etrafında masaları dolduran mösyöleri tuvaletli madamları
unutup kendini o kadar mutlu olduğu küçük odada sandı. Operanın küçük havalarının birbirini
izlemesi onu sarhoş ve sersem ediyordu. Müzik ona, yanında Suad varmış, onun hava ve nefesini
soluyormuş gibi bir hatırayı görüşü, bir duygu derinliği. O kadar sevdiği “Ama sapından
koparılmış...” parçasını bayılarak dinledi. Bu havalar ona hep Suad için yapılmış gibi geliyordu.
Ruhunun bütün arzularını o kadar ilân ediyordu. Bu gece bu müziğin etkisiyle hayale benzer, eşsiz bir
gece oldu. O kadar ki, odasına çekildiği zaman birini izleyen şişelerin buharlandırdığı zihniyle
yatmaktan başka bir şey yapamadı. Fakat bütün ruhu, mutluluğunu yansıtan bir rebab gibi şiirle ve
uyumla titriyordu. Uyumuyor gibi bir uyanıklıkla beraber uykunun sarhoşluğu, hayatını istediği gibi
bir sıralamaya imkân bırakıyordu.
Ertesi gün geç uyandı. Güneş temiz bir göğü, görkemli ışıklarıyla parlatıyordu. Pencereyi açıp önce
günaydın demek için o tarafa baktı. Semanın atlas eteği altında, denizin ipek gibi yumuşak dalgaları
üstünde Pazarbaşı yıkanmış, keyifli keyifli, gülümsüyordu. Birden o kadar çok arzu duydu ki, üç
gündür nasıl onu görmeyerek, görmediği hâlde de görmeye ihtiyaç duymayarak kaldığını anlayamadı.
Fakat gitmek fikrinin önünde şaşkın ve çaresiz kaldı. Nasıl gidecekti? Özellikle sonra ne olacaktı?
Bunlarla meşgul olarak gezindi. Yemek için otele döndüğü zaman bu o hâle geldi ki, ondan ayrı
yaşamak mümkün değil gibi göründü. Ne olursa olsun oraya gitmek için direnilmesi mümkün olmayan
bir arzu duydu. Ve yemeği zor yiyerek arabaya atladı.
Araba Sefarethaneler rıhtımında boğazın temiz rüzgârı ile yıkanarak tam hızla giderken onun
gözlerini düşünüyor, onlardan nasıl bir kabul göreceğini etraflıca düşünüyordu. Birden onları donuk
ve manasız bulmak fikri onu o kadar korkuttu ki, kararsız kaldı. Ve bir kere bu ters etki başlayınca
böyle söylediğine dair o kadar görünür bir belirti bulamadığını itirafa kadar vardı. O zaman bir
mücadele başladı. Tekrar o gözlerin şiirselliğiyle bayılarak kalmak ihtiyacının, onları soğuk ve sakin
bulmak korkusuyla mücadelesi... Buna Büyükdere’ye kadar katlandı. Fakat yaklaştıkça o kadar
şiddetli bir heyecan ortaya çıktı ki, bastonu ile arabacıya dokunup durdurdu, orada indi...
Şimdi nereye gidecekti? Sersem, düşünemeyerek, geri döndü. Bilmeyerek yürümeye başladı. Köyün
içinde yürürken sebebini bilmez gibi içinde bir ezginlik duyuyor, üç günlük mutluluktan sonra şimdi
bunun altında ölüyordu. Birden çayıra geldiğini gördü, Bendler yoluna saptı ve buradan onunla
beraber kaç kere geçtiğini hatırlamak kalbini sızlattı. Az daha ilerleyince orada sol koldaki bahçeye
dikkatini çekti. Burada arabalarını durdurmuşlar, su içmişlerdi... Ah artık bunlar imkânsızdı, değil
mi?
Oraya ağaçların altına oturdu. Issız, suskun durmaktan zevke boğularak daldı. Uzun uzun düşünerek,
Suad’ın o bakışını tekrar görmeye çalışarak, ümit ve kuvvet bulmaya uğraşarak biraz dayanma gücü
kazanıyordu. O son bakışın hazin rengi, onun için binlerce manayla dolu geliyordu. Suad’ın önce hiç
ses çıkarmayıp, başını bile kaldırmayıp oyalanışı kalbiyle ettiği mücadeleyi gösteriyordu. Fakat
sonra kalbi üstün geliyor, gözler bütün mücadelelerin hüznüyle nemli, dudaklar tereddütlü, ses titrek:
“Yine gelir elbet...” diyordu. Heyecan ona böyle “Yine gelir” diye teklifli bir söz söyletiyordu.
Hayır, bu ilgisizlik ya da nefret olamazdı.
Alıştığı sessizlik içinde duyduğu bir gürültüyle başını çevirdi, yoldan geçen arabaya baktı. Fakat
birden gözlerinde bir karartı gördü. Arabada Süreyya ile Suad’ı görüyorum sanmıştı. Ve bu birden
onda hıyanet yarasına benzer, yorgun kalbinde açılan yara gibi bir acı verdi. Bunda bir kadın ihaneti,
verilen yeminde durmama gibi bir şey, bir facia görüyordu. Ona, Suad kendisi yanında olmasa
gezemez, eğlenemez gibi mi geliyordu? Başını eğip derin bir acılıkla, matemi bir üzüntüyle: “Ah
zavallı mutsuz, bilsen ki onun hayatında sen ne kadar değersiz bir şeysin, bunu bilsen...” diyordu.
Evet, bunu bilseydi de böyle geniş, sonsuz kuruntulara dalmasaydı. Bir bakışta böyle sonsuz aşklar
bulmasaydı... Bütün bunları kendisi, hem yalnız kendisi yapmamış mıydı? Birkaç gündür onu o kadar
mutlu eden güven yerle bir olmuş, yerine büyük bir şüphe, onu izleyen büyük bir ümitsizlik gelmişti.
Ezen bir şüphe, boğan bir ümitsizlik... Kendisi Suad’ın hayatında hiçbir şey, bir eğlenceyken,
Süreyya... Ama Süreyya onun sahibi, âmiri, kocasıydı. Onların hayatları birbirinindi. O, Suad’ı, bakir
ve masum almış, senelerce onunla yaşamıştı. Hatta Suad kendisini sevseydi bile onun gibi olmasına
her şey engeldi. Bu evliliğe, Süreyya’dan başka, maddiyattan başka, bütün maneviyat engeldi. Her
şey, bizzat Suad, hâliyle, geçmişiyle engeldi. Geçmişi onundu, onunla yaşamıştı, onunla yaşıyordu ve
onunla yaşayacaktı. Şimdi kendileri birbirinin olsalar bile hiçbir zaman öyle olamayacaklardı. O
onun karısıydı, hep onun karısı olmuştu. Mutluluk ve zevkle olmuştu. Hiçbir zaman da bu zevk
hatıraları ve mutluluğu kendisi yok edemeyecekti... Bu kadar sevdiği bir kadını sanki ortaklıkla
kirletmiş olacaktı. Bunda isyana iten bir kötülük görüyordu.
O hâlde, sevilse bile bu yalnız bir yaradan başka bir şey değildi. Hâlbuki hiçbir zaman Suad,
kendisini her şeyi bırakacak kadar sevmezdi. Hatta bir parça bile seviyor muydu? Kendini kuvvetle
inandırabilir miydi ki, Suad tarafından seviliyordu? Bu düşüncelerin altında düşkün, ıstıraplı, hâlâ o
ihanet yarası ile yaralı, tekrar onları görmemek için oradan kalktı. Ağır ağır, Tarabya tepesine çıkan
yokuşa tırmandı.
Gecesi suskun, karanlık, ıstıraplı geçti. İçkisi elinde, fakat bu gece öldüren bir ümitsizlikle,
saatlerce, bir söz söylemeyerek surat etti. Sabah, Boğaziçi’nin bahara benzeyen sisli bir sonbahar
sabahıydı. Bir anda ona Yenimahalle’deki sabahları hatırlattı; durgun denizli, berrak semalı, taze,
bütün incileriyle, gümüşleriyle, ipekleriyle titreyen bir sabah. Şimdi onların orada belki henüz
uyanmış olduklarını, gizli ve samimi hayatlarını düşünerek, otel hayatının bulantı veren usancıyla
kalktı. Giyindi, aşağı indi gazetelerin başına gitti, gazetelere gömülüp her şeyi unutmak istiyordu ama
onu ümitsizliğe sürükleyen, boğan bir fikir rahat bırakmıyordu: Ne olacaktı? Hayatı böyle keşmekeş
içinde mi geçecekti? Bu hastalıktan nasıl kurtulacaktı? Ah sefil, daha dün burada ne kadar mutlu
olduğunu düşündükçe: “Benim cezamdır?” diyordu. Gazeteleri elinden atıp dışarı fırladı. Yeniköy’e
doğru, bir işi varmış gibi telâşla ve bir tehlikeye gidiyor gibi yürümeye başladı. Ama karar, artık bir
karar lazımdı. Fakat neye karar verilecekti?
Bununla beraber karar verilmeden tekrar yemeğe dönmek, yine o kararsızlık içinde yemeğini yemek,
tekrar o salonda, o adamların arasında oturmak gerekti. Fakat artık yorgun, her şeyden, sade
yürümekten değil düşünmekten, acı çekmekten de yorgun, oracıkta ölüvermek için bekleyerek
otururken terasın kapısından birinin girdiğini ve ardından gelen garsonun ona kendisini gösterdiğini
gördü. Sıçrayarak:
“Süreyya!..” dedi.
Öbürü elini uzatarak:
“Evet, ben geldim” dedi. Ve çıkışarak, işte sonunda kendisini gelip bulduklarını söyledi. “Çünkü
yalnız değilim, Suad aşağıda arabada bekliyor...” dedi.
Sonra alayla: “Eğer sizi bir mutluluktan alıkoymazsak alıp gezmeye götürmek için geldik...” diye
açıkladı. Aşağı inlerken, boğuk bir sesle cevap vermek isteyen Necib’e anlatıyordu: Onun burada
olduğunu Suad, çantasını almak için gelen otel görevlisinden öğrenmişti. Bugün yarın uğrar diye
beklerken sonunda gelmediğini görünce... “Zaten ben senin orada sıkıldığını anlıyordum. Sen bir kere
gürültüye alışmışsın. Bizim köşemizde elbette sıkılacaktın... Fakat sonunda kavuştuk a! Kim bilir
neler vardır? Yine bir entrika mı?
Necib, orada, rıhtımdaki arabadan çarşafını seçebildiği Suad’a yaklaştıkça perişan, titreyerek
cevap veremiyor, şimdi onun yüzüne nasıl bakacağını düşünüyordu. Hayır o yaptığı işten sonra, ona
artık bakamayacaktı. Hâlbuki Süreyya bir taraftan konuşuyor, havanın güzelliğinden bahsederek
bugün Beykoz’a gideceklerini bildiriyordu. Ve Necib, oraya gidip Suad’ı selamladığı zaman hâlâ
Süreyya’yı dinliyormuş gibi yaparak onun yüzüne bakamıyordu. Suad, kocasına bakıp “Gidiyor
muyuz?” dedi. Onun baş işaretiyle aşağı indi. Süreyya arabacının parasını verirken Suad, mutlu
ettiğini ve sevildiğini bilen kadınlara özgü bir gülümseme ile “Rahatsız etmedik ya?” diye sordu.
Necib haykırmak, bu gözlerin, bu tebessümün karşısında ölmek ihtiyacı ile düşkün, gözleriyle,
tavrıyla cevap vermeye uğraştı.
Fakat sandala girdikleri zaman uzun uzun baktı, öle öle, başka bir yaşam ferahlığına ve sarhoşluğa
giriyormuş gibi baktı. Gözlerinde yorgunluk, bezginlik vardı, donuktu sanki, bir bulut kaplamış
gibiydi. Şimdi bu gözler kendinden kaçıyor, biraz önce parlayan bakışlarda şimdi bir sönüklük, bir
kaçış var sanıyordu.
Suad, önce buraya gelinceye kadar, ona vereceği mutluluğun şevkinden heyecan ve titremeyle, ümit
ve emelle perişan iken şimdi onu saldırgan, sıkıntılı bir hüzün kaplamış, daha adımlarını atmadan
gelen bir korku ve tiksinti ile kuvvetsiz düşmüştü. Süreyya bugün neşeli ve konuşkandı, her şeyden
söz çıkararak konuşurken, Suad: “Ah haberin olsa...” diyordu, Süreyya, Necib’e nasıl olup da Suad’ın
bugünkü Beykoz gezisini aklına getirdiğini anlatırken Suad, suçluluk duygusu altında eziliyor, onu
Necib’in ayağına götürüp suçlarına, ihanetine gülünç bir şekilde alet etmek, kendisine ağır ve iğrenç
geliyordu. Ruhunda buna karşı bir isyan dalgalanıyordu, işte kendini bu hüzün ve sıkıntıya, bu
mutsuzluğa, ömründe ilk defa yaşadığı bu dehşet verici saygısızlığa iten isyan gerçekleşiyordu.
Son günlerin incelikli heyecanları onu iradesiz bırakmıştı. Fakat o zaman sade olayların akışına
teslim olmaktan başka bir şey yapamıyordu. O zaman bir senedir kendini hırpalayan fikirler ve ince
düşüncelerden kurtuluyorum sanmış, henüz hayatında bir sevinç anı, acı fedakârlıklarla elde edilen
bir mutluluk nasibi var sanarak kendini buna yöneltmişti. Necib’i sevdikçe, sevmek zorunda olduğunu
kabul ettikçe, özellikle onun tarafından da sevildiğini gördükçe o zamana kadar sakin bir mutluluk
içinde, daha doğrusu basit bir yetinmeyle ile geçmiş hayatında bu kadar şiddetli heyecanlar duymamış
olduğunu görmekten, görüp iradesiz kalmaktan başka bir şey yapamamış, bunu kendine bile itiraf
edemeyeceği bir duygu ile sürdürmekten zevk alarak yaşamaya dalmıştı. Fakat şimdi yapılan şey
büsbütün başka idi. Şimdiye kadar kendinin hazırlamadığı, kendinin idare etmediği çocuk oyuncağı
olaylar olurken kendisi de buna bir hareket ekliyor, sanki bir yön veriyordu. Dün, sadece ona bugün
gelip bir çeşit kabul ve itiraf demek olacak bu hareketle onu mutlu etmekten, onu görüp mutlu
olmaktan başka bir şey düşünmezken, o hâli sürdürmekte bulduğu zevke kendini böylece tamamen
terk ediverip bu tehlike üstünde çırpınmaktan dirençsiz bir heyecan bulurken şimdi, daha ilk adımda
bütün çirkinliğiyle ezilmekten kendini alamıyordu. Görüyordu ki, kendini bu mutluluğa bırakmak bile
onun için imkânsızdı. Bu zavallı, sonu olmayan günahsız mutluluğa bile... Şimdi ilk olarak hareketinin
çirkinliğini görmekle başladı. Bunu nasıl bir neşeyle, özellikle namuslu kadınların duydukları,
kendileri için o kadar yasak olan bu şeyin bir parçasını, tehlikesiz bir kısmını, yapmak çekiciliğiyle,
isteyerek, memnun olarak yaptığını, sadece onu mutlu ettiği için değil, ne kadar değersiz olursa olsun,
böyle bir hisle de yaptığını itiraf etmek, onu kendinden nefrete ve iğrenmeye, âdeta kızartan bir utanca
itiyordu. Kocasını kolundan tutup çekerek hâlâ devam eden bu kirden uzaklaştırmak, bir zaman o
kadar saygı duyduğu ve hürmet ederek mutlu olduğu bu adamları kendi eliyle soktuğu bu çirkin
konumdan kurtarmak için ölüyordu. Her şeyin üstünde, tartışan ve yargılayan yetilerin de üstünde,
kayıtsız kalamadığı, duymaktan ruhunu alıkoyamadığı bu şeyleri çirkin, iğrenç bulan doğal bir içgüdü
vardı ki, ona bu konumunu iğrenç gösteriyordu.
Fakat ne olacaktı? O kadar zaman alıştığı bu heyecanlardan yoksun olunca hayatını çekilmez bir çöl
olacak gibi görüyordu. Ah, sadece öyle sürseydi, insanı boğan bu yakıcı zayıflıklar olmadan sadece o
masum heyecanla sürseydi... Fakat bunun imkânsız olduğunu ve mümkün olamayacağını görüyor, hem
işte artık o zamanı geçmiş buluyordu. Artık tekrar bulunamayacak bir geçmiş, bir hayal olmuş, olaylar
onu bir tarafa iterek ileri sıçramıştı. Şimdi ne yapmalıydı yarabbim?
Hiçbir zaman hayatı böyle ele geçmez, yola gelmez hain bir şey olarak bilmemişti. O, hayatını
geldiği gibi yaşamıştı. Sonra, onu kendine uydurmak zorunluluğu çıkınca öğrenmeye, tanımaya
başlamış, “tanıdım” dediği yerde yine bilinmez bularak sonunda anlaşılmaz bir yakıcı bir bilmece
olduğunu görünce dehşeti artmıştı. Şimdi, şimdi artık bu hayata karşı bir kin ve kızgınlık duyuyor, bir
şey yapamamak imkânı ile büyüyen bu kin onu acı, zalim yapıyordu. Ne kadar aldanmış olduğunu,
hayatını güzel ve mutlu bir hayat diye görmekten çok, öyle devam edecek, öyle devam etmemek için
hiçbir sebep yok diye inandığı için ne kadar budalalık etmiş olduğunu, bir gün sadece kalbinin
yorulduğu, ruhun usandığı için her şeyin değişip insanın yabancı bir çevre, yabancı bir hayat içinde,
hatta o zamana kadar bile aldanarak yaşadığını kabule zorunlu olduğunu görüyor, her şeyi şimdi
anlıyordu. O, hiç düşünmemiş, buna ihtimal vermemişti. Ruhu sürekli bir hâlde kalacak, kalbi
ölünceye kadar öyle vuracak sanmışken... İşte o da, her şeyi en gerçek rengi ile görüp anlayacağı
zamanın geldiğini görüyordu. Bir mana, bir sebep veremediği sıkıntıların, hep alıştığı hayatın artık
ruhuna yetemeyeceği için ortaya çıktığını ve sonunda şimdi ruhunun kıymete değer gıdasını bulduğu
zaman, o hiçbir şeyi bilmeden düzenlenmiş ve kabul edilmiş hayatın bağları ile bağlanarak bu yeni
mutluluğu redde ve uzaklaştırmaya zorunlu olduğunu görmek kendisine acı geliyordu. Ah, tekrar
hayatına başlamak mümkün olsaydı!..
“Ne kadar dalgınsın Suad, etrafına baksana?..”
Uyanır gibi oldu. Süreyya şikâyet ediyordu: “O kadar istek, o kadar rica, şimdi sessizlik ve
sıkıntı...” diyordu.
Hava, yine o ateş renginin üzerine şimdi hissedilmeyen bir tül çekilmiş gibi gizli bir gölgeye, ateşi
hafif bir parlaklığa, ancak duyulabilen bir ılık üfürmeye dönüşmüş, ışık sade bir yansıma hâlinde
yayılıyordu. Denizin lacivert gözleri sanki bulanarak göğsünden fışkıran o keskin bahar kokusu ile
Beykoz koyuna doğru sokuldukça kararıyordu.
Çayırı büsbütün ıssız buldular, ağaçların gölgeleri, yarı bulutlu sema altındaki çayır, soluk ve
mahzun idi. Yalnız son yağmurların ve dünkü güneşin verdiği bir tazelik ile mahzun bir yeşillik vardı.
Onlar çayırın renklerindeki güzellikten bahsederlerken Suad, çınarlardan düşen sarı, kuru yaprakların
kapladığı yollarda yağmurlarla ıslanarak oluşturdukları çamura, bu çürümüş yapraklara bakarak:
“İşte!” diyordu.
Necib, etrafına bakarak:
“Havanın rengi iyice soluyor.” dedi. Ve bastonla, karşıdan ağır ağır yükselen bulut kümelerini
gösterdi.
Süreyya:
“Eee, ne olacak? Geçenki havaları düşünsene... Neydi o yağmur, o rüzgâr?” dedi.
“Ama dün, önceki gün ne kadar parlaktı. Bir yaz günü gibi.”
“Eee, sonbahar bu... Artık bu kadar güzellik ve sıcaklık verdikten sonra! Eylülden daha ne beklenir.
Eylül, malûm ya, hüzün ve yağmur ayıdır.”
Bu söz, Suad’a hayatının bu dönemi, ömrünün, kadınlığının eylülü gibi geldi. Eylül! Birkaç gün
hava ne kadar güzel olsa bu kadarcık geçici bir güzelliğe bile minnettar olmak gereken bir ay. Eylül,
esef ve özlem ayıdır. İçine birkaç günlük kış saldırısından acı düştüğü için, o güzel havaların,
devamlı yazın, artık nasıl geçtiğini bir mazi olduğunu hissettiren bir ay... Onun hayatı da öyle değil
miydi? Son günlerin güzelliği ile beraber, şimdi yine imkânsızlığa, yine hüzün ve sıkıntıya düşmemiş
miydi? Tıpkı şimdi ki gibi, nasıl yaz günleri elindeki mutluluktan habersiz geçip ilk kış hücumuyla
kederlenirse, o da biraz önce anlayıp eski günlerin hasretini çekmemiş miydi? Tekrar hayatına
başlamak arzusu, bugün tekrar yaz olmasını istemek gibi değil miydi? Bir senedir onu hırpalayan
endişelerin, hüzünlerin ne olduğunu artık iyice görüyor, “İşte benim eylülüm!” diyordu.
Eylül... Henüz renk ve koku bitmemiş, fakat baharın renklerinin bolluğu hissiz bir şekilde çekilmiş,
tekrar geri dönmemek üzere gitmiş. Geri döner gibi görünse bile, hemen yine solup kararan hırçın,
boş arzularla o kadar acı çekilmiş ki, bir gün işte tabiatın ruhu birden uyanıp görüyor, yapraklarının
nasıl sararmış, birçoklarının düşüp çamurlar içinde çürümüş olduğunu ve şimdi hava ne kadar güzel
olsa o bir iki günün verdiği açıklıkla bu güzel havaların ne kadar geçici, bu renk ve kokunun ne
vefasız, artık ne ele geçmez, elde iken değeri bilinmemiş, öylece harcanmış bir hazine olduğunu acı
acı görüyor. İşte, artık ne bir çiçek, ne bir koku kalmış... Artık tahammül bile kalmamış, hepsi
çürümüş, önceden yağmur yağsa kayıtsız kalırlardı. Belki daha bir canlılık, daha bir hayat gelirdi.
Şimdi... Şimdi işte yağmur, işte kış hepsini çürütüyor, her şey, çürüyor, her şey...
Evet, her şey çürüyor, her şey... İnsanlar da çürümeyecekler mi? Eylülde sanki bahara özlem duyan
mahzun bir tazelik, sanki üzerine çöken kışın, kendini yok etmek isteyen sonbaharın aksine sonsuza
kadar kalma mücadelesi vardır. Fakat bunun için muhtaç olduğu şeylerden yoksun olduktan başka
kendisinde de direnç kalmamış ve tabiat bunu anlamış gibi acı bir bezginlik ve düşünceyle, üzerine
çöken yalnızlığın, matemin son acılığıyla düşünüyor sanki ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar
direnirse dirensin, kışın üstün geleceğini, artık her şeyin, her ümidin bittiğini, buna katlanmak
gerektiğini anlamaktan doğan bir korku ile ağlıyor. Ne renk, ne koku... İşte yapraklar ölüyor... Rüzgâr
insafsız, yağmur inatçı, her şey çürüyor. Oh, her şey çürüyor!..
O zaman eylül kendine, doğada ilk korku ayı, faniliğin ilk hissedildiği ay, ilk faydasız ve yakıcı
mücadele arzusu gibi, hayatın ne olduğunu anlayıp habersiz geçen güzel geçmişin özlemiyle ilk boyun
bükülmüş bir ay gibi göründü. Ayaklarının altında çamurlanmış çürük yapraklara bakarak “Evet, her
şey çürüyor. Demek, biz de çürüyeceğiz?” diye düşündü. Demek ki çürüyecekti, o da çürüyecekti.
Böyle, hiçbir mutluluk gelmeden, daha henüz beklerken, özellikle hayatının nasıl hiçbir şeyin farkına
varmadan geçmiş olduğunu anladıktan sonra, artık bir şey de yapmanın da mümkün olmadığını
görerek, böyle çürümek, bitmek ona pek insafsız, pek acı geliyordu.
Hâlbuki, işte onda yaşamak için daha şiddetli bir arzu, mutluluktan yoksun olmamak, hayatını
kaçırmamak için derin bir ihtiyaç, gerekirse mücadele yeteneği vardı. Fakat her şey boş değil mi? Ne
olsa, ne yapılsa kış gelmeyecek mi? Ya gelinceye kadar... Hiç mi, hiç mi bir şey yapılamaz? Böyle,
görerek, anlayarak, bile bile hayat ve mutluluktan vazgeçmeye katlanmaktan başka bir şey mümkün
değil mi?
Derin bir hüzün içinde, bu değerlendirmelerden habersizce sohbet eden Süreyya ile Necib’e baktı.
Süreyya, Necib’e bir şey anlatıyordu. Eliyle ileriyi göstererek konuşurken Necib de Suad’a
bakıyordu. O zaman, gözler arasında, bugün ilk defa ve ciddi, ateşli, kızgın bir çarpışma oldu. Necib,
bu bakışta ne kadar derin, acı bir şikâyet ve yardım isteği gördüyse Suad da onun gözlerinde o kadar
derin, o kadar içten bir sevgi, her mücadeleye hazır, her tecrübeye maruz, ölümlere kadar sürecek bir
bağlılık görüyorum sandı. Ve bu ona, çaresizlik, kimsesizlik, duyguları içinde büyük bir avuntu verdi.
O kadar ki, ona baktıkça devam edebilen bu duyguyu sürdürmek için baktı. Gözlerine hükmü
geçmeyerek onların bakmasına izin verdi. Böyle, birbirlerine bir süre baktılar. Sanki gözler uzun süre
birbirinden kaçan ruhların artık dirençsizliğiyle zayıf ve hasta, acı bir mücadele ile büyülenmiş ve
bitkindiler.
Fakat bunda kuvvet veren bir hâl vardı. Belirsiz, uzak bir kurtuluş ümidi gibi bir şey, sanki bu
öksüz ve çaresiz ruhlar için birbirinin bakışlarının derinliğinde bitmiş hayatlarının tedavisi var gibi
bir şey. İşte bunun için, gözler bir an olup birbirinden ayrıldıkları zaman, tekrar o semaya koşup yine
ümit ve kuvvet kazanmak ihtiyacı baki kalmıştı. Bunu bilmeyerek, düşünemeyerek, artık boyun
eğmeyen doğal bir yönelimle yapıyorlardı. O kadar ki, bütün o sersemlik içinde akşama kadar üç dört
defa daha bu bakışlar tekrarlandı. Fakat bu, birçok arzulardan, arzuların birçoğunun cesaret ve
direnci sonunda eyleme sürüklenmesinden sonra mümkün oluyordu.
Sonunda akşam olup son vapurla geçerlerken Süreyya, Necib’i götürmek isteyip de o reddettiği
zaman bakışlar tekrar birbirini aradılar. Bu sefer bu kavuşma ile mest kaldılar ki, bu sanki uzun bir
sohbet oldu. Necib, bütün yoksunluğun avuntusuyla dehşete düşmüş, Suad bir bilememezlik, bir
direnememezlikle bitkin, sanki beraber olamamalarının acısını ne kadar birbirleri için yaşadıklarını
anlatarak çıkarmak için bakıştılar, derin derin bakıştılar.
Bu bir süre sadece bakışlarla konuşulan bir hayat oldu. Sanki kalpler bütün söylemek istediklerini,
Suad’ın arzularını, emirlerini, Necib’in şükran ve tapınışını anlatmak için yaşayan bu gözler, sadece
kendilerinin anlayacakları manalarla sonsuz parlaklıklar oluşturdu. Necib, hiçbir şey söylemeyecek
kadar güçsüz, mutluluktan boğularak sadece boyun eğiyor, büyülü bir rüyadaymış gibi sadece
çekiciliğine teslim olarak gidiyordu. Suad’ın öyle zamanlarda öyle bakışları oluyordu ki, bu ona
yeniden bir hayat verilmiş gibi mutluluk veriyordu. Konuşurken, gezerken, giderken, dönerken, bu
hayata kuvvet ve hırs ile sarılmak arzusunu veren bakışlarla kendinden geçiyordu. Veda edip oradan
ayrıldığı zaman öbür güne kadar gömüldüğü karanlıkta bir rehber, bir teselliyet nuru ve kuvvet
oluyordu. Her an insanı mutluluğuna inandırmayan, her an bunun bir rüya, bir yanılma olduğunu
zannettiren bir uçuculuk vardı ki, bazen ümit ve hayalle ateşli bir heyecan, hemen şüpheye teslim
olacak bir heyecan oluyor, fakat sonunda kavuşmaya bedel bir mutluluk ve ferahlık veren küçük bir
gülümseme, belki manasız, salt bir tebessüm hepsini yok edip sadece kendi hüküm sürüyordu.
Ah, bu bakışların bazen nasıl manaları, nasıl incelikleri, nasıl renkleri vardı. Ne ifade edilemeyen,
anlaşılması mümkün olmayan şiirleri, insanı nasıl birden mutluluk semasına kavuşturan renkleri
vardı. Bazen derin, siyah, vakur sustuğu olurdu; o sustukça adeta ölürdü. Sonra bir rica nuru ile
titreyerek, merhamet isteyen perişan bir bakışla bakakalırdı. Bazen hükmeder, emreder, sonra dost
olur, hoşnuttur bazen, lütufkârdır zaman zaman vaatler verir, sonra, “Evet, peki!” derdi. Bazen
sadece: “Seviyorum ve mutluyum!” derdi, sonra karşısında şuh bir kadın olduğundan şüpheyle bakar,
bir zaman sonra mahmur ve sarhoş, bir sonrasında teşekkürlerle... Ah, bu bakışlar ona ne mutluluklar
veriyordu. Henüz meydana çıkıp da açacağına, mutlu olacağına, uzun bir ömrü olacağına inanamayan
bir gonca hayali gibi zayıf ve ince bir mutluluk...
Ve Suad’ı öncekinden çok kadınlığına, süsüne özenli görüyor, onun daha güzel, daha zarif olmaya
dikkat ettiğini hem de bunları sade kendisi için yaptığını anladıkça çıldırırcasına bir duyguyla: “Hep
benim için yapıyor, ah seviyor yarabbim, ne kadar seviyor ne kadar.” diye haykıracağı geliyordu.
Kadınlığın bütün aletlerine, bütün silahlarına bağlanmış, büyülenmiş, kendini kaybetmişti.
Sık sık Yenimahalle’ye gidiyor, bazen yemeğe kalıyor, bazen gezmeye çıkıyorlar, sonra yalnız
dönüyordu. Bir gün otelde öğle yemeğini yedikten sonra bir vapura atlayıp oraya gittiği zaman Suad’ı
yalnız buldu. Süreyya, on bir vapuruyla İstanbul’a inmişti. O zaman orada yalnız oturmaktan
çekinerek ve dönmek de istemeyerek tereddüt etti. Fakat Suad, birden saldıran heyecanından sonraki
durgunlukla: “Fakat hemen gelecek sekiz buçuk vapuruna yetişecekti.” dedi. Kendinin gitmesini
istemediğini görerek Necib hâlinden memnun, sakin davranıyordu. Ama yine de bir gariplik vardı;
sanki birbirlerine yabancılarmış, sanki birbirlerini ilk defa görüyorlarmış gibi çekiniyorlardı.
Birbirlerinden ve sonra başkalarından korkuyorlardı. Suad, Behice Dadı’yı ısrarla yanına çağırıyor,
o gitmek isterse telâşlanıyor, yalnız kalmaktan korkarak, titreyerek susuluyor, söz bulunmuyor; hatta
birbirlerine bakamıyorlardı.
Fakat sonra giderek alıştılar, son on günün bütün bakışlarından, manalarından arınmış, sade düz bir
şekilde konuştukları bile oldu. Sanki aralarında hiçbir şey geçmemiş gibi görünüyor adeta birbirlerini
aldatıyorlardı. Hava, cesaret edilip çıkılamayacak bir ekim ayı havasıydı. Keskin bir rüzgâr esiyor,
güneş oraya buraya yığılmış bulut kümelerinden kurtulup sürekli sıcaklık yayamıyordu. Ve burada,
denizin karşısında, o kadar zaman Suad’ı o kadar istediği bu odada, böyle yalnız kalbinde sevilmek
güveni, sevmek ateşi varken sakinlikte ve telâşta büyük bir zevk buluyordu. Oynadıkları komedinin
heyecanıyla bayılarak, kendilerinden bile gizlemek istiyorlarmış gibi söz söylemekten, bakmaktan
korkarak, fakat bu herkesten gizli şerefli mutluluklarını böyle kuru ve var hissederek kaldıkça bir
müddet, Suad büsbütün kendininmiş kuruntusuna daldı...
Çay vakti gelip Suad’ın özel bir itina ile hazırladığı çay masası getirildiği zaman bu his büsbütün
yerleşti. Suad da sade hareketleriyle öyle bir ruhunu vermek, en küçük tavırlarında bile öyle içtenlik
öyle bir kendini sunmak rüyası vardı ki, bunlar bakışların manalarından onu daha çok mest ediyordu.
Böyle, ufak, masum sözler, masum olsun diye sevildiği hâlde de mana dolu gelen küçük karşılıklı
konuşmalarla sesinin titrediğini hissettirmemek için titreyerek, bu tedbirsizlikle bütün bu şiiri yerle
bir etmekten korkarak geçen bu birkaç saat, şimdiye kadar geçen en mutlu günlerine üstün geldi.
Fakat Süreyya’nın gelmesi, bu güzel rüyadan onları pek acı bir şekilde çekip çıkardı. O zaman
hücumuna karşı direnemediği sıkıntılı bir hüzün, onu harap etti. Ne kadar yalan ve imkânsızlığa
dayalı gerçek bir mutluluğun oyuncağı olduğunu anlayıp böyle ezilmiş dururken Suad’ın bunu fark
etmiş gibi ümit ve teselli bakışlarıyla baktığını görüyordu. Fakat Necib’in kalbindeki acılık ve hüzün
o kadar derindi ki, hayal ettiği mutluluğa artık onun istekli olması yetmiyordu. O kadar güçsüzleşmişti
ki, bu bakışların cazibesiyle her zamanki gibi dalarak ferahlayamadı. Ve şimdi yine oradan ayrılıp
yine onları yalnız ve mutlu bırakıp sefalet ve yalnızlığında inleyeceğini düşünerek, onu yine sahibine
bırakacağını her vakit, her zaman böyle olacağını, ona böyle birkaç saat hayalen bile sahip
olamayacağını görerek, bu gecenin ne dayanılmaz, ne uykusuz ve işkenceli bir gece olacağından
korkuyordu.
Gitmek için kalktığı zaman Süreyya’nın: “Canım kal da yemek yiyelim.” teklifini ümitsizce, fakat
kararlılıkla redd ederken Suad öyle bir baktı ki, sanki onun bütün ruhunun sızısını hissetmiş ve onun
böyle boynu bükük gitmesine hiçbir zaman razı değilmiş gibi ümitsizlikle, merhametle rica ve aşk ile
karışık bir bakıştı... Fakat Necib, bu kadar derin bir kadına sadece yalandan sahip olduğunu görerek
daha ümitsiz, hatta Suad’a bile kızgın, belki yalnız ona kızgın “Hayır, gideceğim. Siz kalınız ve mutlu
olunuz... Ah beni bırakınız, zira ölüyorum, işte aranızda beni öldürüyorsunuz...” diye haykırmak,
haykıramadığı için öfkeyle gitmek istiyor, o zaman bu bakışta, şimdiye kadar manalar sadece
kendisiyle ilgiliymiş, yanılma ihtimali varmış gibi görünürken, bu sefer açık bir mana gördü. O artık
hâkim kesilmiş: “Hayır, hiç tereddütsüz kalacaksın, ben öyle istiyorum...” diyordu. Artık Suad
ilişkilerinin kabul edildiğini, devamını istediğini bu bakışlarla inkâr edilemeyecek bir şekilde
açıklamış oluyordu. Ve Necib’in bağlılığına karşı gözlerinin acılığı silinirken Suad’ın bakışı: “Evet,
kal; bende öyle derin ve son bulması imkânsız teselli ve ümit kaynağı var ki...” diyordu.
Suad, bu gece eşsiz bir şekilde bir teselli ve şifa perisi, bir çekicilik ve mutluluk perisi oldu. Onun
üzüntüsünü geçirmek, onu mutlu ve güleryüzlü görmek için bazen öyle hâlleri, öyle sözleri, öyle
bakışları vardı ki, biraz önce Necib’in içini basan karanlığın yerine şimdi bütün bir mutluluk dolmuş
taşmıştı. Belki Suad ona her zaman böyle davranıyor, hep aynı sözleri söylüyordu. Fakat şimdi onları
da özel bir renkteymiş gibi görüyordu, artık en manasız şeyleri bile anlamlı geliyordu. Asıl Necib’i
sarhoş eden şey onun hayatında ve yaptıklarında kendinin rolü ve etkisi olmasıydı. Onun hayatına
giriyorum, ona sahip oluyorum mutluluğuyla boğuluyordu. “Benim için, benim için!” diye
düşünüyordu, onun hiçbir erkeğe, kendinden başka hiç kimseye böylesine kadınlığının bütün
hazinelerini, bütün ruhunu vermeyeceğini, yalnız kendinin bu kadar mutlu olduğunu düşünmekle
boğuluyordu. O zaman teşekkür etmek ihtiyacı duydu. Zorlayan, keskin bir ihtiyaçla hemen oracıkta
ağlayarak teşekkür etmek ihtiyacı... Ve bunu anlatabilmek için ne yaptıysa “başaramadım” sandı.
Yanıyordu, ölüyordu. Hâlbuki Suad anlıyordu. Onu düşkün görmemek için bütün kadınlığının yol
gösterişiyle uğraşmış ve şimdi düşünmeden sadece duygularına uyarak, sadece keşif ve icat ile
heyecanlardan mutluluklar yaparak ve onun gözlerinde nasıl mutlu olduğunu, nasıl teşekkürlerle
baktığını gördüğünde sanki yeni bir hayat buluyormuş gibi oluyordu. Onu böyle hep karanlıklardan
kurtulmuş, mutlu gördükten sonra gitmek girişimine engel olmadı. Ve ayrılırken birdenbire dedi ki:
“Geçen gün Süreyya söylüyordu... Fakat artık ben de inanıyorum ki onun hakkı varmış Necib
Bey...”
Necib şaşkınlıkla bakıyordu. Süreyya gülümseyerek:
“Ha” dedi. “O konuda haklıyız...”
Necib soruyordu: “Niçin efendim?” Süreyya yeniden güldü:
“Suad’ı bir gün otele yemeğe davet etmediğin için olmalı...”
Suad başını sallayarak: “Hayır, hayır!” dedi. “İmkânsız şeyi istemek, bile bile geri çevrilmektir.
Ben o kadar güç şeyleri istemem. Fakat insan hiç olmazsa sadece köyüne davet eder. Tarabya’nın ne
güzel tepeleri vardır.”
Necib, mutlu, birden kalbi çarpıp, teşekkürle bakarak:
“Yemin ederim ki aklımda... Fakat... Bilmem... Havalar...”
Suad gülerek Süreyya’ya döndü:
“Zavallı hava” dedi. “Bereket versin ki o var. Olmasa neyi bahane edeceklerdi. Yazın çok sıcak,
kışın çok soğuk olmasa neler geri kalmayacaktı, değil mi? Şimdi sonbahar, havanın ne suçu var?
Fakat kendi kusurlarımızı, haksızlıklarımızı ondan başka neye yüklemeli?”
Ve yarın Tarabya’da onları bekleyeceğini söyleyip araba bulmak için köye kadar giderken, Necib
sarhoş ve şaşkın, kendi kendine: “Ah neler yapmayı başarıyorlar... Yarabbim... En masum görüneni
bile... Ah kadınlar!..” diyor, sonra başını sallayarak: “Ne dedi o, mümkün olmayan şeyi istemek, bile
bile geri çevrilmektir, öyle mi!.. Kötü bir uyarı değil!” Bundan sonra hayatlarının başka bir devreye
girdiğini, ilişkilerinde önemli bir adım daha atıldığını görüyordu. Bu geceki bakışta o kadar açık bir
kabul ifadesi ve teşvik vardı ki, artık bu aşkı ikisi için kesinlikle kabul edilmiş bir şey olarak
gösteriyordu. Artık gizlilik, her şeyin bir rüya olma ihtimali kalkmıştı. Tutunacak bir dalı vardı artık.
Bir sigara yakarak: “Pekâlâ, ne olacak, bunun sonu ne olacak?” diye soruyordu. Ve mutluluğu kendini
o kadar bencilleştirmişti ki, adım adım böyle mutluluğa yaklaşıp bir gün her şeyin mümkün olacağını
hayal ediyor, bu hayalle sarhoş oluyordu.
Öbür gün öğleden sonra Tarabya tepelerine çıktılar. Hava sabahleyin kalın ve geniş bulut
tabakalarıyla gizli ve yüklü iken bunların altından öğleye doğru güneş kurtulmuş, hafif bir lodos ile
birleşerek bulutları dağıtmış, etrafı yükseldikçe duyulan ılık bir yaz soğuğuyla kuşatmıştı.
Tarabya’nın atkestaneleriyle, genç kavaklarla kuşatılan İstanbul yolundan yürüyerek yüksele yüksele
bütün boğazı, ta uzakta Karadeniz’i gördüler. Hacı Osman Bayırı’ndan Büyükdere’ye indiler. Orada
havanın tekrar dönmüş, serin bir rüzgârla denizin bozulmuş olduğunu gördüler, geri döndüler.
Necib bu gezintiyi önce sıcak ve sonsuz bir sevinçle beklerken bugünün de böyle bitmiş, geçip
gidivermiş olduğunu, yine kendinin yalnız dönmeye mecbur olduğunu görünce hep kendi acısıyla biten
bu girişimlerden yorgun, yine sıkıntıya yenik olarak durdu. Suad, artık en gizli etkilerinden bile
haberdar olmak istediğini belirten sorgulayıcı bir bakışla baktı, ruhunun her hâlini anlamak ister
gibiydi. Ve ilk yalnız kaldıkları zaman da:
“Galiba yoruldunuz...” dedi.
Dudaklarında bir gülümseyiş, gözlerindeyse bir sorup araştırma isteği vardı.
Necib, “Niçin?” diye sordu. Ve durgunluğuna dair sorduğunu anlayınca da:
“Başka ne yapayım?” dedi.
Sonra bütün üzüntü ve elemini anlatmak istiyormuş gibi ateşle ekledi:
“Bugün de bitti. İşte o kadar heyecanla beklediğim bugün de geçti de onun için...”
Suad’ın o gülümseyişi yarı solmuş, gözlerindeki son parlaklıklar da titreyerek sönüyor, bakıyordu.
Necib tekrar sessizliği bozdu. Derin, ateşle içini çekerek:
“Ah bilseniz, dünden beri bugünü nasıl bekledimdi... Dün gece o kadar mesut ve bahtiyardım ki...
Sabaha kadar uyumadım... Zannediyordum ki, bugün büsbütün bambaşka olacak... Daha... Bilmem,
fakat gördünüz a, hiç... O da geçti, hep geçecek... Hep geçecek... İşte böyle...”
Sesi sonsuz bir üzüntü ve elemle söndü. Büyük bir ümitsizlik tavrıyla elini sallayarak sözünü
bitirdi. Tekrar sessizlik oldu. Suad kederli, gücenmiş bakıyordu. Sanki sormak istiyordu: “Niçin, ama
niçin?” demek istiyor, söyleyemiyordu. Kendini zorluyor “Hayır, ben istemem, keder, ıstırap
istemem...” demek için ölüyordu. Fakat en küçük bir söz, onu korkutuyor, dudaklarını kilitliyordu. Bu
söz söylenirse her şey, kendisi, bütün bu hâli yok olup yerine hep kötülük, işkence ve pişmanlık
kalacak diye korkuyordu.
Necib, kendi kendine düşündüğünü ona da söylemek ister gibi dudaklarında acı bir gülümsemeyle:
“Ah dün, dün.” dedi. Sözü kendi kendine söylüyormuş gibi bir teslimiyet hâli vardı:
“İşte otuz yaşındayım. Hiç dünkü kadar mutlu olduğumu bilmiyorum... Bir süre, bakınız sizin
karşınızda bir süre zannettim ki... Zannettim ki... Sade ikimiz varız.”
Burada sesi kısıldı. Kendi sesini işitmekten korkuyormuş, bir hıyanet yapmış gibi gözleri dondu
kaldı. Sonra bunun nasıl kötü, nasıl çılgınca bir şey olduğunu anlatmak ister gibi: “Ah, ne rüya, ne acı
bir rüya!..” diye acı acı gülümsedi.
Necib söyleyecek ne çok sözü varken, hatta hâlâ söylemek yeteneği duyuyorken, söylemek için
böyle anlamsız, uygunsuz sözlerden başka bir şey bulamıyordu. Kesik, birbirini tutmayan cümlelerden
boğazı kuruyor, sinirleri gevşemiş titriyordu. Fakat işte o kadar, Süreyya’nın girdiğini görerek,
piyanonun üstündeki fesini almaya davrandı. Süreyya: “O ne o, yolculuk mu?” diye sordu.
“Evet, artık gidiyorum.” dedi.
Burada bir süre daha kalmamak bir zorunlulukmuş gibi, bu zorunluluğa boyun eğmek büyük bir azap
olduğu hâlde yine gitmek istiyordu. Suad’a karşı derin bir kızgınlığı, sebep bulamadığı bir dargınlığı
vardı. Ve ona böyle acı çektirmekten büyük bir zevk alıyor, onun gözlerindeki yakıcı ifadeyi görerek
kalbi ferahlıyordu. Onun kendinin gitmesini istemediğini bilerek boyun eğmemekten, onu öyle
üzmekten zevk alıyor, sonra: “Evet, sadece o kadar, sadece burada yemeğe kalmaktan ibaret... Hiç
düşünmüyor... Bir kadın mutlu etmek isterse her şeyi, severse her şeyi yapar...” diye konumunun
katlanılmaz, isteklerinin imkânsız oluşunun acısını ondan çıkarmak istiyor, bütün sorumluluğu ona
yüklüyordu.
Süreyya: “Öyle ya Sammer Palas bu... Doğrusu orası dururken, o beyaz salonda yemek varken
burada kapanıp kalmak büyük fedakârlık... “ diyordu. Sonra karanlık, kederli, suskun duran Suad’a
sordu: “Değil mi?” O, başını, “Bilmem” yahut “Elbette” gibi gizli bir işaretle oynattı. O tamamen
anlıyordu. Çünkü kendisinde de o fırtınalar vardı. Her gün asıl mutluluk gelecekmiş gibi bir arzu ve
yarınki bekleme varken, onlar bu sonsuz uzayıp gidiyor, yakıcı bir yıkımdan, bütün elemlerden başka
bir şeyle geçmediğini görmekten doğan o karanlıklar onu da yıkıp harap ediyordu. Fazla olarak o
kadar uğraştığı hâlde Necib’in de başa kakmaları, onun da şikâyetleri, onun da elemleri ve ıstırapları
kendini daha da üzüyordu. Onun gözlerinde: “Beni sen üzüyorsun, istesen...” gibi bir şikâyet
gördükçe ne yapacağını bilemeyerek sadece onlardan bu elem ifadesini uzaklaştırmak, sadece onu
mutlu etmek için uğraşıyor, fakat işte acılı fedakârlıklarla bile bunu başaramıyordu. Ah, bu aşk nasıl
birkaç saniyelik mutlulukları uzun acılar, zalim pişmanlıklarla param parça ediyor ve bunun zorunlu
olarak böyle süreceğini, hiçbir çare olmadığını görmek onu ne kadar eziyordu. “Hayır, seni böyle
zayıf, kederli göndermek istemem; kalacaksın!” demek istiyordu. Fakat Necib’in gözleri kendinden
kaçıyor, tesadüf etse bile bunlar bir taş ruhsuzluğuyla kararıyordu. “Ah, ne oluyorsun? Başka ne
yapayım? Yemin ederim ki serbest olsam...” demek için ölüyordu. Bunu birçok zamandan beri ancak
duyulan, fakat şimdi görüleceği düşünülen derin bir gök gürlemesi gürültüsü gibi kendinde
duyuyordu. Bu sözlerle onun kadar mutlu olacağını duyuyor, ama bir arzuyu kendine, ruhuna bile itiraf
edemeyerek susturmaya, yok etmeye uğraşıyordu. Fakat işte şimdi hemen ruhundan, onun bütün
engellerinden kurtulup birden dudaklarına gelmiş oldu... Evet, serbest olsaydı... Fakat mademki
değildi... Ne olacaktı? Bunu sadece böyle yarasız, günahsız sürdürmek, bu aşkı bir çocuk sevgisi gibi
masum bir tapınmayla beslemek mümkün değil miydi? Ah niçin, birtakım acı fedakârlıklar isteyip
pişmanlıklara, işkencelere, bütün karanlık ve belâlara düşmek, bir hata ile üç hayatı birden yıkmak
niçin gerekiyordu. Çünkü önünde karanlıktan, belâlardan başka bir şey görmüyordu. Ah, bir parça
kanaatkâr olsaydı. Bilseydi ki, kendi de istiyor, mümkün olsa bunun için her şeyi yapacak ve bir
saniye ayrılmamak için, onu mutlu ve neşeli tutmak için o kadar çalışacaksa da... Bu mümkün
olmuyor... Bunu görüp Necib de inansa, onun sevgisinden, kalbinden emin olsaydı... “Ah Necib,
bilsen!” diye inlemek istiyordu...
Fakat o bilmiyordu, hem gözleri o kadar hain, o kadar taş gibi bakıyordu ki, bir müddet onun kalbi
hakkında acaba yanıldım mı? diye soğuk bir titremeyle harap oldu. Fakat o daha demin şikâyet
etmemiş miydi? O da kendi ıstıraplı olduğu, öldüğü için böyle duramıyor muydu? O zaman Suad
bunun sebebinin aşk olup hiç kimsede suç olmadığını görerek, onun ne hain, ne çaresiz, ne yırtıcı bir
yara olduğunu kabule mecbur oluyor, boynunu bükerek onun elinde ezileceğini, param parça olacağını
bilmek korkusuyla harap oluyordu.
Necib gitmek için kapıya dönünce Suad’ın tereddütlü bir sesle kocasına “Kavak için...” dediğini
işitti. Suad’da son günlerde hep gezmek, sokak için olağanüstü bir istek oluşmuştu. Kışın gelip
bastıracağından şikâyet ederek şimdi hazır havalar uygunken yararlanmak, etrafı hiç olmazsa şimdi
görmek istiyordu. Necib, bütün bunların kendisi için yapıldığını, kendisinin buraya sık sık gelmesine
birer bahane olduğunu anlayarak memnun ve mutlu oluyor, hep kendi için, kendi için yaşayan Suad’ı
böyle zamanlarda ne kadar yüceltiyordu. Ümitsizliğin karanlığında bir sevinç parlaklığı ortaya çıktı.
Fakat böyle yavaş yavaş, gittikçe daha sıkı, daha ateşli bağlanarak, bir gün bu gösterişin ve bağlılığın
da biteceğini, bir susamışlıkla kalakalacağını tekrar düşününce ne olursa olsun bu çıkmazdan
kurtulmak için her şeyi yapmaya, ne yapması gerekiyorsa yapıp kurtulmaya karar verdi. Karı koca
kararlarını yarına vermeye karar verip kendisine baktıkları zaman, sırf terslik olsun diye “Mümkün
değil, yarın İstanbul’a gideceğim...” diye baş salladı. Suad kendine donuk bir bakışla bakarak: “Öbür
gün... Olmaz mı?” diye sordu. Necib başını çevirmek isteyerek: “Bakalım...”. Ona karşı böyle
gözleriyle kendini yok edercesine acı çektiren, kendini aciz ve esir ettiği için çoğalan bir öfke
duymuştu. Gözleri dumanlanarak, bir hırs buğusu içinde: “Siz gitsenize... Benim için neden
kalıyorsunuz?” dedi. Fakat o anda pişman oldu. Onun gözlerinde o kadar derin bir elem ve dokunaklı
bir ifade gördü ki, birden pişman oldu. Kendisini böyle kederli ve bezgin göndermemek, öyle
görmemek için ne nazik, ne büyük hislerini feda eden bu sevgili kadını şimdi de o ümitsiz bırakmak
istemiyordu. Acı bir gülümsemeyle ruhunun bütün kendini ezen elim mücadelelerini anlatıp
mazeretini göstermek ister gibi bakarak: “Eğer hava izin verirse... Belki ben de gelirim...” dedi.
Fakat kendini sokakta bulduğu zaman tekrar ümitsiz ve inleyerek, tekrar: “Ne olacak, ne olacak?”
diye düşünmeye başladı. Yalnız kendi için değil, onun için de düşünüyor, ikisi için de bu konumunu
sürdürmenin imkânsızlığını görüp bir çare bulmak zorunluluğu beynini eziyordu. Onun yanında, onun
kendi arzusu içinde, onun kendi vücudunda her şeyi unutuverecek, iradesini ezen, gücünü,
soğukkanlılığını yıkan, kalbini heyecanlı bir ateşle yakıp titremeler vererek bayıltan, hemen onu
koklayıvermek, hemen elinin üzerine düşüvermek, hemen orada yerlere kapanıp ağlayarak ölüvermek
zaafları duyuyordu. Gözlerine bakarken bunda kendisini bayıltan bir cazibeyle, yanındayken sadece
kokusuyla her şeyi unutturacak bir büyü ile dehşete düşüyordu.
Tekrar ve artık kesin olarak görüyordu ki, kaçmaktan başka çare yoktur. Fakat artık dönüşsüz
kaçmak, artık her şeyi yok edip, tekrar dönmemek üzere kaçmak; o zaman da Suad’sız
yaşayamayacağını görünce bu hayatı yaşanacak bir hayat yapmak çaresine başvuruyordu. Bu
imkânsızlıklar içinde sonuçsuz, boş, çırpınmaktan kudurmuş gibi yürürken birdenbire durdu. Çünkü
çoktan beri duygularının seline kapılarak unuttuğu konumunu, Süreyya’yı, ona karşı görevini
görmüştü. İlk defa olarak ciddi bir iş yapmaya kesinlikle yönelmeye karar verince muhtemel ve
mutlak sonucu düşünen adamlar gibi, olacak şeyi düşünerek, her ihtimali tartarak düşündü. Ve bu
önce bir taşa başını çarpıp sersemlemek gibi bir şey oldu. Aşkını bir müddet unutup durumun dehşet
ve ciddiyetiyle donunca, yalnız gelecek için değil, şu anki durum için de ürktü. Çünkü o, şimdi yine
bir şey yapmış, ihanet yolunda birkaç adım atmıştı. O zaman gerçekten bir korku duydu. Kendinden,
etrafından, Süreyya’dan, özellikle Süreyya’dan...
Fakat mademki onun bir şeyden haberi yoktu ve olmayacaktı. Evet, biraz tereddütten sonra, şimdiye
kadar bilmediği gibi bundan sonra da bir şey bilmeyeceğini düşündü. Onun da o yaşa kadar
hayatından, kitaplardan edinilmiş tecrübeler, dersler bu mesele hakkında birtakım etraflıca
düşünceler ve kararları, sonuç çıkarmaları, ahlâk felsefeleri vardı. Ve bu onu birden rahatlattı.
Sadece akılla buldukları ve tecrübeleriyle bunun hiç bu kadar önem verecek, hatta bu kadar
düşünmenin bile bir kurala uymaktan başka bir şey olmadığını düşündü. Ve kuvvet bulmak için:
“Hem bir suç varsa bile sırf bana ait değil a... Hiç bana ait değil!” diye düşündü. Sonra acı bir
gülümsemeyle: “Zavallı Suad, seni şimdiden suçluyorum!” diye acıdı. “Fakat gerçek değil mi?” diye
devam etti. Bu öyle bir şeydi, öyle bir günahtı ki, sade Suad’ın rızasıyla belirecekti. Bu artık
kendinde ne kadar şiddetli ve kalıcı olursa olsun hiçbir işin sonucuna sürüklenemez, sürekli yarım ve
boş kalırdı. Fakat sade Suad’ın bilmesi ve bilerek susması onu bir kabul ve kabulü de ihanette
ortaklık hâline getiriyor, ortaklık değil, asıl sorumluluk ona yükleniyordu. Bu arzu yalnız onun
kabulüyle ağırlık kazanıyordu. O hâlde?
Ve erkek ihanetiyle kendini mazur görmek için o kadar kılı kırk yarar gibi davranırken onu da kim
bilir nasıl şeylerin bu sonuca ittiğini ve zorladığını, bu ihtimali asla düşünmüyordu. “O bakışlar
varken bir erkek nasıl tahammül eder?” diye düşünüyordu. O zaman tekrar o bakışları, onların
büyüleyiciliğini, derin ve siyah davetini görür gibi oluyor ve bu çekiciliğin önünde her şeyin
susacağını düşünüyor, “Onun için ölmek bile bir mutluluk olduktan sonra?” diyerek her şeyi göze
alıyordu.
Gece hep bu kararsızlıklarla, bu nöbetlerle oyalandı. Sabahleyin uyanıp havayı parlak bulunca
dayanılmaz bir acıyla, “İstanbul’a gideceğim...” dediği için bugün oraya gidemeyeceğim acısıyla
kalbi sızladı. Niçin böyle budalaca hareket etmişti. Suad’dan başka ne istiyordu? Onun gibi bir
kadının bütün namusu ve ruhu ele geçirildikten ve kendine bağlandıktan, onda o kadar bağlılık ve vefa
eserleri gördükten sonra, başka daha ne istiyordu? Eğer bir çıkmaz içinde bulunursa niçin bunun
suçunu ona yüklemeliydi? O da tam tersine kendisiyle beraber bu durumun imkânsızlığından acı
duymuyor muydu?
Yeniden Suad’a incelemeksizin, düşünmeksizin düşkün, yine onun aşkıyla sersem, ne yapacağını
bilemeyerek, gitmek isteyip gidemediğinden ıstıraplı düşünürken aklına dün onunla beraber gezilen
yerlerden geçmek geldi ve bu onu sanki bir zehirle sarhoş etti. Dün yaşadığı mutluluklar da bir yara
oluyordu. Orada köyün mezarlığına kadar gelmişti. Buranın ne kadar düzenli ve temiz olduğunu
söyleyerek bir vakit oyalandıkları hatırına geldi. Ve orada bir ağaca dayanarak bakarken dün
düşünmediği şeyi bugün düşündü. Bir gün kendinin de ölmek ihtimali... dünyada üç saniyelik bir
misafir olduğunu, bu misafirliğin böyle derin ve acı şeylerle berbat edilmesinin ne kadar yazık ve
sıkıntıya değmeyen zorluklar olduğunu düşünerek acı acı: “Bu şimdi artık toprak, çamur olanlar
ömürlerinde benim gibi böyle mutluluğa aday olup da onu birtakım kuruntular, şüphelerle
reddettilerse ne kazandılar?” diye söylendi. Evet, ne kazandılar? İşte yapan da, yapmayan da aynı
toprağı, aynı çamuru oluşturdukları sonra, bir sonuç için kesinlikle mutlulukları tepmek cinneti neye
yaramıştı? Şimdi değil, öldükleri anda, hatta yaşarlarken ne kazanmışlardı? Hayat böyle büyük
fedakârlıklara, özverilere, ağır görevlere katlanmaya layık mıydı? Bu yalnız insanların, özellikle
insanlığın kurtuluşu ve rahatlığı için konulmuş, mutlaka faciaya set ve bend çekmek için düzenlenmiş
bir kanun değil miydi? İnsaniyetle insanlığın bu kavgasında yine kim yenilmiş, hâlâ kim yeniliyordu?
Hem niçin hayatta binde bire nasip olmayan büyük mutlulukları böyle feda etmeli, sonu ölüm olduktan
sonra niçin hayatı da böyle temelsiz kanunlar için zorla harcamalıydı? Hatta insanlık, hatta tabiat bunu
yönlendirmiyor ve zorlamıyor muydu? Bu kadar kanunlar ve geleneklere rağmen yine onun üstün
gelmesi için bu ihtiyaçların ne kurulmuş, ne kuvvetli, asıl tabii olduğu için ne müthiş ve üstün bir
kanun olduğunu düşünerek dünkü korkularını boş değilse bile faydasız buluyordu. Aşktan başka her
şeyin boş olduğunu düşünüp hayata sarılarak bundan verebildiği kadar, alınabildiği kadar zevk ve
mutluluk almak hırs ve ateşiyle hayatının izin vereceği kadar yaşamak ihtiyacı ile coşku dolu yürüdü.
Gitmek, oraya gitmek, Suad’ı, Suad’ını görmek, ona düşkünlük arzusuyla sarhoş, koşturarak
yürüyordu... Ve ilk rastladığı arabaya atlayıp eliyle ilersini gösterdi. İleriye, evet sanki geleceğine
gidiyordu.
Suad’ı dadısıyla yalnız buldu ve onun gözlerinde kendinin böyle umulmadık ortaya çıkışıyla o kadar
açık bir neşe ve hayat gördü ki, şiddetli bir mutluluk hücumuyla yüreği çarparak, ona ansızın, derin
bir şükran ve düşkünlük duydu. Hemen ellerini kapıp öpmek, “Senin için, gerekirse ölmek için
geldim Suad. Senden ayrı yaşayamayacağımı kesinlikle anladığım için ne olursa olsun senin olmak
için geldim, nurum!” demek istedi. Fakat bunu söylemediği için duyguları coşarak, bu kendisini o
kadar seven nefis yaratık hakkında onca kötü fikirlerinden, kararlarından şimdi şaşkın ve pişman olup
utanarak, onun için ölse bile şükran borcunu ödeyemeyeceğini görüyordu.
Suad alay edercesine: “İstanbul’dan mı?” dedi. O başını sallayarak: “Gitmedim!” diye cevap verdi.
“Gidemedim!” gibi baktı. “Ah bilsen!..” diye başlamak için dirençsiz bir hareket hissetti. Fakat yalnız
ateşli gözleriyle baktı. Sonra Süreyya’yı sordu. O bugün son defa olarak sandalla çıkmıştı. Yarın
artık sandal büsbütün gidecekti. Dadı bunu anlatırken: “İyi cesaret!” diyerek dışarıya bakıyordu.
Ekim ayının orası burası tehditli bulutlarla yüklü seması altında deniz kurşunî, köpüklü, kızgındı. O,
saat yedide çıkmıştı. Şimdi geleceğini söylüyorlardı. O zaman oturdu, beklediler.
Konuşurlarken Suad’ın kendine nasıl hararetle ve merakla yönelmesine ilk defa görür gibi dikkat
ederek şaşırıyordu. Bu hemen gözyaşı olacak kadar merhamet ve teşekküre sürükleyen bir hayretti ki,
memnun ettiği kadar acı veriyordu. Onun gözleri hep bir soru gibi boynu bükük ve hazır bakıyorlar, o
sürekli dokunaklı ve nem doluymuş gibi bakışı yakıcı bir endişe ve merak bulutuyla örtülmüş
geliyordu. “Nasılsın? Ne yaptın? Niçin dargındın? Niçin gelmedin? Nen var?” gibi binlerce sorunun
birbiri ardına gelmesiyle bakarken bu güzel kadını bu kadar cezbetmek ve gönlünü çalmak
mutluluğuna bütün zayıflığıyla teslim oluyordu. Aynı zamanda ona karşı bir yumuşaklık ve merhamet
de duyduğu için ağlamak arzusuyla eziliyordu. Onun bu acılar, isteklerle perişan bakışları önünde
ruhunun sevinç ve ağlamak ile ezildiğini duyuyor, içinden yüce arzularının feryat ettiğini görüyor,
böyle baktıkça bu kadına, şartsız, dönüşsüz, insanlığın üstünde bir bağ ile esir olmaktan başka bir şey
yapmak gücü olmadığını tekrar onaylıyordu.
Dün beraber gezdikleri yerden bugün yalnız geçtiğini anlattı. Suad tasalı, özlemle dinliyordu.
Onunla beraber olup oralarda yalnızca gezmek mutluluğunu, hayat feda edilecek kadar kıymetli
görüyor gibiydi. Fakat Necib bundan sonra artık mevsim bittiği için otelin son konuklarının da
İstanbul’a taşındıklarını, artık kendinin de ineceğini haber verince bu neşe hüzünlü bir keder karanlığı
ile soldu, karardı. Gözerinde nasıl bir buruşmuş rica titrediğini görüp onun zayıflık ve düşkünlüğüne,
kadınlık acizliğine, özellikle kendi kederlerini yok etmek için hayatını güzellikle verircesine
çabukluğuna son derece acı bir merhamette üzülürken, şimdi böyle kendi için acı çekmesine
dayanamayarak hemen gözleriyle yatıştırdı ve güven verdi. Bu otel kapanıyorsa da giden asıl yaz
misafirlerinin henüz hepsinin inmediğini, havalar iyi gittiği için kırdan asıl şimdi faydalanmanın
mümkün olduğunu anlatarak öbür otele taşınacağını haber verdi. Ve onu memnun ve rahatlamış
görerek rahat etti.
Onu özellikle dünden beri kendine karşı daha ateşli buluyordu. Sanki büsbütün kendinin olmuş gibi,
sade bir tavrıyla bütün hayatını bir teslim edişi vardı ki, Necib bunda tam bir aşağılık ve acizlik
ruhunu, onu bu hâle iten hâller ve elemleri görüyorum sanıyordu. Bunun ona bu kadar kuvvet ve
şiddetle sahip olmak memnuniyetinde sarhoş eden bir acılık bulmaktan kendini kurtaramıyordu.
Çünkü Suad’a acıyordu. Onun önceki genişlik ve ciddiyetini, şimdi böyle hiçbir şey yapamaz hâlde
ve endişe dolu, perişan görmek onu yakıyordu. Şimdi bütün ruhuna girmiş gibiydi. Onu bütün soyluluk
ve yüksekliğiyle kendisine bağlı gördükçe an oluyordu ki, nefsinden tamamen sıyrılıp sanki bizzat
Suad oluyor, ona kendi ruhu gibi bağlı ve haberdar kalıyordu. Onun ne hemen kırılıverecek, ne hemen
buruşmuş bir çiçek olacak yokluğa meyilli bir şey olduğunu görüyor ve onun için acıyordu. Özellikle
kendini sevdiği, bu kadar sevdiği için acıyordu. Bu kadının, hayatının mutluluğunun, kendi gibi güçsüz
ve aşağılık birini sevmesine yanıyordu. Kendisine bile zarardan başka şeyi dokunmayan bencil,
kararsız, hasta bir adama, onun bu kadar şiddetle bağlanmasına pek üzülüyor, onu mutlu edebilecek
bir adam olmayı diliyordu. Ah, onu mutlu etmeyi ne kadar istiyordu! Hâlbuki mutsuz etmek ve
ağlatmaktan, ona işkence ve yıkım vermekten başka ne yapabilecekti? Hatta şimdi bile ona acı
çektirmiyor muydu?
Daha dün zevk alarak onu üzmemiş miydi? Hiçbir rolü olmadığı şeylerin bile intikamını ondan
almak, kendi öfkesinin cezasını ona çektirmek için kalpsizce ona işkence ederek bundan haz almamış
mıydı? Ama ondan daha ne istiyordu? Onun gibi bir kadın bu kadar şiddet ve kuvvetle ruhunu
verdikten sonra başka ne yapabilirdi? Kendi gözünde bile asıl büyüklüğünü oluşturan yeteneklerini
feda etmeden başka ne yapabilirdi? Ve onları bile aşkına feda etse belki en önce kendi
aşağılamayacak mıydı? O zaman daha ilk busenin ardından düşecekleri çıkmazın pişmanlığı,
düştükleri zillet ve uğursuzluk içinde birbirine bakamayarak nasıl aşklarının bir ölü donukluğuyla
kalacaklarını, birbirini nasıl kayıp, hatta birbirlerine küçük göreceklerini görür gibi oluyordu, bütün
o işkence ve pişmanlıkla şimdiden eziliyor, Suad’ı şimdiden gözünden düşmüş buluyordu. Evet, asıl
onun anlaması, onun affetmesi gerekirken asıl o suçlayacaktı. Asıl o hakaret edecekti. Ve Suad,
şüphesiz bundan ölecekti... Hatta şimdiden suçlamıyor muydu? Dünden beri o kendisini kim bilir
nasıl ateşli ölümler, kederler içine düşüp ne fedakârlıklar içinde çırpınırken kendisi gönül rahatlığı
ve ihanetle ne kararlar vermemiş, nelere hazırlanmamış, neler düzenlemişti? Onu mutlu etmek bir
tarafa, hatta mutsuzluktan da kötü bir girdaba sürükleyecekti. Onun huzur ve rahatını şimdi böyle
aldıktan sonra, hayat ve namusunu da verse yine inanmayacak, kendisi bütün büyüklüğünü koruduğuna
emin olduğu hâlde, kadını eski yüceliğinde göremeyecekti. İşte asıl nokta, kesinlikle görüyordu ki,
hiçbir şey kendisine Suad’ı o zaman önceki gibi düşündürmeyecekti. Ne kendisi için namusunu feda
edişi, ne aşkının şiddet ve etkisi, hiçbir şey... Namus bağı kendini böyle bir hareketten alıkoyamadığı
zaman kendini affederken onun da yine aynı şartlarla namusu, aşkına feda edişini affedemeyecek,
kendi cinayetinin de cezasını ona yükleyecekti. Niçin? Onun ne suçu vardı? Bütün bu felâket kendini
çok sevdiği, her şeyi aşkına feda ettiği için miydi? “Ah kadınlar, kadınlar; siz sadece aşkınıza, sadece
fedakârlık yüceliğinize özlem duyup duygularınıza yenilip ve mutlu yaşarken erkeklerin kalbinde ne
çirkin, ne hain, ne yabancı duygular olduğunuzu bilseniz...” diyordu. Ve Suad’da sanki bunu anlamış,
nasıl bir yıkım geleceğini ve alçaklığa sürüklendiğini biliyormuş da imdat istiyormuş gibi bir
perişanlık, her şeyi bilmekle beraber kendini feda mecburiyetinden doğuyormuş gizli fakat derin bir
şikâyet bakışı vardı ki, onu harap ediyordu.
Necib bu fikirlerine, duygularına o kadar gömülmüş, o kadar kendini bırakmıştı ki, hiçbir şey, ne
Süreyya’nın dönüşü, ne konuşulan sözler, fikirlerinin birbiri peşi sıra akmasını bozamıyor, belki
fazlalaştırmaya hizmet ediyordu. Sanki Suad’ın bütün varlığını bir gözyaşı örtüsü, bir ümitsizlik
karanlığı kaplamıştı. En küçük sözüyle, en manasız bakışıyla bile kendinin, sırf kendinin olduğunu
nasıl anlattığı, âdeta kendini vermekle mest olduğu hâlde nasıl yalnız kalmak ihtimalinde gözlerine
siyah bir endişe renginin çöktüğünü fark ederek onda facianın asıl yakıcı sahnesinin sürdüğünü,
aşklarının artık kesinlikle karar verilmesi gereken hummalı devresine geldiğini ve ne yapacağını
bilmemekle beraber böyle de sürmesinin mümkün olmadığını görerek sonunda kendini feda
mecburiyetiyle mücadele edilen son işkence anı ve elem içinde çırpındığını anlıyordu. O kadar
anlıyordu ki, bu facianın bütün yakıcılığıyla yüreği sızlıyor “ah çaresiz Suad, çaresiz, çaresiz
Suad’cık!” diye söyleniyordu.
Ve bu kadını, o mahvedecekti. Kendine o kadar bağlanmış, o kadar fedakârca ruhunu teslim ettiğine
inandığı, ruhunun masumluğuna hayran olduğu bu muhterem kadını o kirletecek ve kötü ad
kazandıracak, yok edecekti, değil mi? Ama niçin? Sonra yıkım ve pişmanlığa, hor ve aşağılayan
bakışla bakmaya ve alçaklığa, düşmek için, bütün aşkını bir yüce güzelliğini, eşsiz seçkinliğini bitirip
sevdiğini aşağılamak için feda edecekti, öyle mi?
O zaman birden aklına tutkun olduğu bir fikir geldi; birçoklarını vücutları için sevdikten ve bunun
için istisnasız hepsinden başka bir yara aldıktan sonra şimdi birini de, şüphesiz en layık olanını da
sade ruh ve şiiri için sevmek, bir zaman o kadar hayran olduğu günahsızlığına hürmet etmek arzusu
doğdu. Ve birden kendinin buna gücü yetireceğini görerek şaşırdı. Onun ruhuna bu kadar rakipsiz ve
bağlanmış olarak sahip olduktan sonra ötesi miskin, özellikle hain ve çirkin geliyordu. Bu, kendine
sevdiği kadın kadar yüksek, ona layık bir seçkin aşk, bir eşsiz saygı, onun ruh ve güzelliğine layık bir
ödül gibi görünüyordu. Bu, birçok duygudan meydana gelen bir istekti ki hepsine birden boyun eğme
arzusuyla kuvvet kazanıyordu. Sadece aşk ve merhametten ibaret değildi. Teşekkür, tutkunluk, şiir,
saygı, korku, pişmanlık, gurur, her şey ve en sonra namus... Evet, namus, ana babasından
büyüklerinden duyduğu, kitaplarda okuduğu namus. Bütün insanî kanunların şart ve gayesi olarak
tanıtılmış olan namus en sonra gelebiliyor, “Namus... Herkesin söylediği, fakat kimsenin rastlamadığı
bir çeşit kuş olmalı...” diye omuz silkiyordu.
Bu fikrine ilk anda bu kadar tutkun olunca bunu süslemeye başladı: Bunu bir çeşit evlilik, ruhların
evliliği gibi görüyordu. Süreyya’dan daha çok ona işleyecek, bu evlilik onlarınkinden daha sağlam,
daha yüksek, daha şairane olacaktı. Bu dünyada hiçbir pisliğin gelip düşüremeyeceği bir bağlılık
olacaktı. Utandırıp yüz yüze baktırmayan o korkularla, gizli, haince buselerle yaralanacağına, aşkları
herkesin içinde, saf ve melekane sürecek, işitilmekten, anlaşılmaktan korkmadan, mutlu ve seçkin
devam edecekti. Böylece birbirine daha yaklaşacaklar, sanki birbirinin içine girecekler, birbirinin
samimi ruhunda yaşayacaklardı. Ve bunu düşününce kendinden geçiyor, bu bir ihtiyaç hâlini alıyordu.
Ona: “Rahat ol. Gözlerindeki endişe ve karanlık yok olsun!” deyip bunun meydana getireceği şükranı
görmek istiyordu ve gerçekten, sonunda ona bunu itiraf edip: “Evet, benim kardeşim olunuz” dediği
zaman gözlerinde o kadar müteşekkirane bir arzu ve yaralarını sarmak için bir istek ve hevesle atılma
gördü ki, bu da yetmiyormuş, ruhları yine yeterli derecede yakınlaşmamış gibi ağlamaklı bir sesle:
“Kardeşim, yahut benim annem olunuz...” diye inledi.
O dakika Suad’ın gözlerinin şükranla kendisine baktığını gördü, sonra bu gözlerin parlaklığı
süzülüp birer damla oldular. Kalbinin ona koştuğunu hissetti ve gözlerinden iki damla ağır ağır
düşerken ikisine de aşklarının en mutlu ve can alan dakikalarını yaşıyoruz gibi geldi.
O zaman, hatta son haftanın mutluluğunu bile önemsiz gösterecek kadar büyüleyici bir hayat devresi
başladı.
Bu büyük aşk, Necib’e sürekli artan ve genişleyen, ferahlamaya yönelten bir hayat veriyordu. En
son heyecan derecesine ulaştım zannettikten sonra şimdi öyleleri oluyordu ki, hep öncekilere üstün
geliyor, hiçbir zaman bu kadar müddet ve bu kadar şiddetle mutlu olmadığını itirafa mecbur oluyordu.
Şimdiye kadar hiçbir zaman bu kadar bağlılığı olmamıştı ki bu kadar devam edip de kinle,
ilgisizlikle, yahut iğrençlikle yaralanmamış olsun. Suad’ın aşkı onu her zaman yeni bir hayata, hayran
olduğu, bilinmeyenin verdiği heyecanın tutkunluğuna, temiz ve saf olduğu için, şüphe edemediği için
başkalarına benzemeyen bir bağlılığa yöneltiyordu.
Böylece ekim ayı, kendisi için hayatında bilmediği, tanımadığı bir mutluluk devresi oldu. Bu ay,
sabahları sisler, sisleri yırtan canavar iniltileriyle vapurlar, baharı andırır gibi iken birden bütün
mevsimlerin renkleriyle can çekişip sonunda siyah bir kış akşamıyla bunalan günler ile kendisi için
ömür boyu hatırasında işlenmiş olarak kalacak bir sonbahar ayı oldu.
Önceden şiirini artırmakla beraber şüphe ve ümitsizliğe de sürükleyen son günlerin kapalı hiçleri
bugün artık güven ve gerçek bir kavuşma sözü ve sevinci veriyordu. “Benim, benim için!” derken
gelip sevinçlerini ezen “Ne belli?” şüphesi, en sevinçli zamanında onu öldüren: “Ne olacak?”
endişesi artık silinmiş, hepsinin yerine birbirini son dereceye kadar seven, bunu anlatan ve
sağlamlaştıran iki kalbin saygısı ve ilişkisiyle bunun eserleri olan bağlanmalar, bakışlar, tebessümler
yerleşmişti. Artık birbirlerinden gizli, ayrı hiçbir şeyleri olmuyordu. O kadar ki Süreyya ile Suad’ın
böyle olmadığını gören Necib’e çılgınca bir mutluluk veriyordu. Hatta öyle şeyler vardı ki sadece
ikisinin arasındaydı, Süreyya’nın hiçbir şeyden haberi yoktu, bu onlara sanki aşklarının kuvvet ve
şiddetini gösteriyor, hatta artırıyor ve onları adeta sarhoş ediyordu. En ufak şeylerden bile
mutluluklar yakalayarak yaşarken bir gün bu mutlu hayatlarının biteceği düşüncesi onları
hüzünlendiriyordu. Bu hüznün ikisini de fazlasıyla hırpaladığı oluyordu. Fakat Suad’ın gözlerinde o
kadar sonsuz bir gökyüzü maviliği vardı ki ona baktıkça: “Ama sen biliyor musun, sana fedayım, sana
fedayım...” diye haykırmak isteğiyle boğuluyordu.
Tesadüflerde, vedalarda öyle bakışları oluyordu ki, şükran ve tutkunlukla titriyorlardı. Ancak
kendileri, birbirlerini mutlu edeceklerini, ettiklerini bilmekten doğan bir ihtiyaçla, beraberken ve
ayrıyken hep birbirini düşünüp mutlu olduklarını anlatan bir güvenle, vedaları bile bir mutluluk
oluyordu. Onlar birbirlerinden ayrı bulunmakla ayrılmış olmuyorlardı. Ayrılığın bir hüzün damlasıyla
ve hasretle sarhoş ettiği ateşli bir aşkla daha da bağlanıyorlar, senden başka emeli, senden başka
düşüncesi, senden başka beklediği olmayan bir varlığı gidip mutlu ederek mutlu olmak heyecanıyla
geçen bu saniyelerde oraya koşmak, tekrar o bakışlarda sarhoş olmak arzusuyla yaşıyorlardı. O
zaman ayrılmak, tekrar görüşmek heyecanlı bir titreyişle birleşmek hâlini alıyordu.
Başkalarının yanında birbirini daha çok seviyorlar ve bu, aşklarını daha da yüceltiyordu. Çünkü
yalnız kaldıkça hâlâ o masum heyecan onları perişan ediyordu. Hâlbuki alıştılar, birbirine ilk anlarını
itiraf ettikleri, küçük küçük bir şeyler paylaştıkları anlar oldu. Necib, ona nasıl bağlandığını, onu
niçin sevdiğini anlatırken, yavaş, ancak işitilecek kadar tek tük sözlerle hikâye ederken, o dikişinin
üstünde dinlemiyor gibi meşgul, dalar kalırdı. Bu öyle bir dereceye geldi ki, hayatlarının bu iki
devresini birbirine karıştırmaktan korkmaya başladılar. Başkalarının yanında kendilerini unutup bir
tedbirsizlik etmekten korkarak titriyorlardı. Meselâ önceden sofrada “Niçin almadınız, Necib Bey?”
derken şimdi buna sade rica ve ısrar eder bir bakış gayriihtiyarî bir manaya geliyordu ki, bir gece
Süreyya’nın da bakışı araya girdiği için ikisi de birden sararıp donmuşlardı. Öyle zamanlarda Necib,
heyecanını gizlemek, doğal görünmek için gereksiz sözler bulmakla uğraşarak, kendinden ve onlardan
memnun olmayarak, kötü bir an geçirirdi.
Duygularına esir olup giderken bu arada bir ikaz darbesi oluyordu. İkisi de hissediyordu ki, bu
yapılan şeye ne denirse densin, nasıl söylenirse söylensin iyi bir şey değildir. İşte kendilerini
engellemekle bunun çirkinliğinden ruhlarını kurtaramıyorlardı. Süreyya’nın bu bakışları altında
soğukkanlılığını, sevgisini koruyamıyor, onların ne lekeli, ne yaralı olduğunu saklayamıyordu. Evet,
bu kadar iyi niyetle, o kadar yüksek bir istekle beraber bu yine ara sıra iyi bir şey görünemiyor,
kalbine bir ezginlik, bir korku getiriyordu.
Ve bu yakıcı tesirle oradan çıkıp yalnız kalınca bunları daha bir ciddiyetle ve acıyla düşünmeye
kendini vererek karanlık ve kalabalık içinde duyguları düşüncelerine karışıyor, garip ve vahşi
felsefeler yaptığı oluyordu. Tabiatta her şeyin insanları aşk ve kavuşmaya yönelttiği ve davet ettiği,
engellerin sadece düzenlenmiş ve temelsiz önlemlerden, hatta faydasız uğraşlardan ibaret olduğu
fikrinde şu anda sabit olduğu için kendinin yine ıstıraplı ve güçsüz oluşunu anlamıyor, zaaf ve
çaresizliğine kızıyordu. Kendini muhtemel ve söz verilen bir mutluluk için her kayıttan serbest
tutmaya, aşkından başka her şeyin boş olduğuna karar verip, başka hiçbir şeye önem vermemeye kesin
karar vermiş olduğu hâlde engellemek elinden gelmiyordu. Bazı duygularına boyun eğerek bu kadarını
da feda ediyor, maneviyatta her şeyi feda ederek yetiniyor ve yine bundan bile acı duyuyor ve yine
eziyet çekiyordu: Süreyya’nın karşısında içinden: “Hayır bana bakma Süreyya bana böyle sevgi ve
yumuşaklıkla bakma... Ah bilsen...” demek istiyor, özellikle Suad’a böyle büsbütün sahip olduktan
sonra elinden ne kıymetli bir malını gasp ettiğini görerek onun karşısında olmaktan büsbütün usanmış
oluyordu. Düşündüğünde temelsiz bulduğu şeylere böyle elinde olmadan böyle esir ve tabi oldukça:
“Acaba düşündüklerimde mi yanılıyorum?” dediği oluyordu. Fakat hayır, bu akıl ve mantığın, fen ve
hikmetin son netice çıkarmalarından ve delilleri üzerine kurulmuş karşılaştırmalı bir düşünüştü. O
zaman bir mana veremeyerek, bir sebep gösteremeyerek bir şeyin doğru olmakla güzel ve iyi
olamayacağını anlar gibi oluyordu. Duygu akıldan daha etkiliydi ve onu üzüyordu. Akıldan çok
duyguya uyduğumuz için “Bağlılık ve toplumsal düzenlemeler” dediğimiz şeylerin özüne, gereklilik
sebebine ve varlığına dokunmuş olduğunu anlayarak “Evet, işte namus, mutlak namus bu... Ben
kelimeyi kabul etmiyorum. Fakat “şeyi” yapıyorum. İşte zorunlu olarak yapıyorum. Onun altında
eziliyorum. Bak bu kadar boyun eğerken bile hâlâ acı çekiyorum. Ne kadar inkâr edilirse edilsin bu
şeyler kötü, çirkin. Esasen çirkin ve ruhum, kalbim bu çirkinliğe, bu kötülüğe dayanmıyor. Demek
namus bu, demek namus var...” diye boynunu büküyordu.
Birçokları aslını ve renklerini bilmeden, sade bu namus kelimesine boyun eğerek hareket
ederlerken, kendisi olayların yönlendirmesiyle bu kelimenin işaret ettiği şeyin varlık sebebini
hissedip ona esir oluyor, bunun için onlardan daha çok düşkün ve boynu bükük kalıyordu.
Gerçekten bu fikirlerden sonra Suad’a kavuşunca, onun endişeli bir merhamet ve bağlılığı
karşısında yalnızlığın, gecelerin kâbus ve karanlığıyla her şeyi simsiyah gördüğüne gülüyor, gerçeğin
bereket versin ki kuruntularındaki kadar acı olmadığını görüp mutluluğunu henüz çekilecek kadar saf
ve yüksek buluyor, düşüncelerini unuttuğu olurdu. Fakat yavaş yavaş bu bir ruh hâli oluyordu. Hele
onu en çok, konumlarının açıklanamaz ve isimlendirilemez oluşu oyalıyordu. Durumunu pek kapalı,
pek yapmacık, pek yalan buluyordu. Önceleri hiç olmazsa iyi niyetimiz var diye kendilerini
savunabilirken bunun miskin, ikiyüzlü olduğunu artık red ve inkâr edemiyordu. Böyle kimi
aldatıyorlardı? Sanki nasıl süslenirse süslensin bu yapılan şeyin yine hain bir şekilde gizlenmek
istenildiğini, yine hain bir şekilde titremelere, sonra birbirinden utanıp ezilmelere, kararmalara,
sararmalara, kalp çarpıntılarına sebep olduğunu görerek bunda cinayetten başka bir de çaresizlik;
hem de pek gereksiz, pek çirkin bir miskinlik buluyordu. Bu eğlenceli tiyatro oyunuyla kendilerinden
başka kimseyi kandıramıyorlardı. Çünkü başkalarının öncesinden de haberi olmayacaktı. Hâlbuki
kendileri birbirlerinin dudaklarında ölmek için can veriyorlardı. Bunu, o hemen yerlere düşüp serilen
bakışları bile saklayıp gizleyemiyordu. Bir gün Suad başını kaldırıp kulağının yanına kadar
bilmeyerek sokulmuş Necib’in titreyen dudaklarına, bulanık gözlerine karşı sapsarı olmuştu. O hâlde,
hatta: “Evet seviyoruz ve ister istemez aşkımıza esir oluyoruz.” diyebilmek samimiyetine artık
kendileri için kalan bu biricik sığınma çaresine bile sarılma olanağı yoktu.
Sonra acaba Suad da acı çekiyor mu diye merak ederek onda bir belirti göremeyince kendini
üzmemek için kederini gizlediğine karar vermekle beraber, ara sıra onu suçlamaya kadar varıyordu.
Fakat bir gün bunda da yanıldığını anladı. Sözün gelişi, aşkından bahsederek hüzünlü bir şekilde
özlemlerini, yoksunluklarını anlatıyordu. Bunun arasında yalnız bir Süreyya isminin geçmesi ikisini
de titretti. Şimdi o şiirin yerini bir pişmanlık almıştı. Suad’ın gözlerini kaldırıp bakamayarak ağır bir
suskunluktan sonra acı acı: “Ah biz kötü bir şey yapıyoruz, kötü, kötü...” dediğini işitti.
Demek o da acı çekiyordu? Demek kötü bir şey yaptıklarını ikisi de anlıyordı? Evet, kötüydü
yaptıkları. Bunu ikiside anlıyor ve ikisi de birbirini bir parça aşağılıyordu. Oh, hem de pek ağır bir
duygu, içi sıkan bir duyguydu bu, hatta sonra geri çekilip birbirine dönmek üzere, fakat ikisi de hayatı
duygusal yaşayan ince huylulardan oldukları için aralarında böyle dehşetli uçurumlar açıldığını
hissettikleri, kendilerinden ve birbirlerinden iğrenir gibi oldukları bu saniyelerde son derece acı
çekiyorlardı.
Suad onu, Süreyya ile yine önceki gibi temizlik ve içtenlikle görüşüyor gördükçe içi sıkılarak, onu
kötü bulmaktan korkarak “Hâlâ nasıl görüşebiliyor? Bari görüşemese de kaçsa...” diye düşünüyor,
artık gitmesini, hemen gitmesini istediği oluyordu. Olanlardan böyle memnuniyetsiz, kendilerini
suçlayarak zorlandıkça kendilerinden iğreniyor, eziliyorlardı. O zaman Süreyya’nın göğsüne düşüp
hıçkırarak: “Bana bak, dinle Allah aşına... O gelmesin, artık gelmesin, istemiyorum, gelmesin!”
diyeceği geliyordu. Ah, Necib anlasa da gelmeseydi. Bunun böyle devamının kendini öldürdüğünü
görse de acısa, acıdığı için gelmeseydi.
Fakat Necib anlamıyor, geliyordu. Ve o geldikçe, Suad gerçekten ve ilk defa seven bütün kadınlar
gibi, her gün ona daha çok kalben bağlandığını görüyor, onu sevdiği için talihine teşekkür ihtiyacı
hissediyordu. Öteki, Suad’ın bu tutkunluk anlarındaki derin ve hüzünlü bakışları önünde bütün
endişeleri silinip yok olurken, onun da hüzünlü ve sıkıntı dolu kaldığı zamanlarda, onun gözünde bir
aşağılama çizgisi görmek korkusuyla titreyerek: “Kim bilir o da benden iğreniyor, beni ne kadar sefil
buluyor!” diye harap oluyordu. Ama hakkı var mıydı? Gerçekten bu durum kötüyse yalnız kendi mi
sorumluydu? O kadar zaman Süreyya’ya olan sevgisini gördüğünde: “Demek sevmiyormuş. Sevse
beni sevmezdi, sevemezdi...” diyerek nasıl gizlediğine, onu nasıl o kadar sever gibi göründüğüne
şaşıyor, “En iyisi de en kötüsü kadar ihanete yatkın ebedi Dalila!” diye söyleniyordu. O hâlde nasıl
inanmalıydı? Ona bile inanmayınca neye tutunacaktı? “İhanetle yaşıyorlar...” diye başını eğip
tereddütlü kalıyordu.
Necib’i asıl kahreden ve önce sıradan bir endişeyken gittikçe kalıcı bir işkence olan bir şey vardı
ki, o da bu fikirlerin yavaş yavaş bütün aşkını, hayatını zehirlemesi korkusuydu. Ah aşk bile, bu kadar
saf ve beyaz aşk bile kendi kendisini yok ederse, hayatta ne yapmalı, yaşamak için başka neye
tutunmalıydı? İnsana o heyecanları, o yükselen ateşi, o şiiriyetleri verebilen aşka bile böyle kendi yok
olmasını kendi getirirse niçin yaşamalıydı?
O zaman: “Mümkün değil de onun için!” diye düşündü. Aşkla namusun aynı yerde olmasının
mümkün olmadığını, asıl suçun bu toplumsal kurallara esir olup titiz davranarak hayatını zehirlemekte
olduğunu tekrar etmek istedi. Fakat işte bunu yapamıyordu. Buna dudaklarının değdiği gün, gözünde
hiçbir şeyin önem ve değeri kalmayacak kadar düşeceğini gördüğü için yapmıyordu. Böyle, isteyerek,
kararları ona sahip olmak değil, o kadar zaman yanında sessizce, ciddiyetle oturduğu bu kadına
dokunmak bile onun asla yapamayacağı bir ihanetti. “Asıl kötülük bunda, ruh hem istiyor, hem
katlanmıyor.” diye karar verdi. İnsanlarda hayat ve mutluluk için gerekli olan şeyden bıkan, yahut
iğrenen bir hâl vardı ki, işte hayatındaki çaresizlik buydu. “Hem ancak onunla yaşayacak, hem
yaşayamıyor. İşte ceza burada... Sanki gıdasıyla zehirleniyor!” diye ümitsizliğe düşüyordu.
Fakat sonra, Suad’ın derin arzulu bir bakışıyla maddiyatlardan temizlenince ondan başka her şeyi
unutuyor, o zaman sıtmalı geçen saatlerin intikamını almak istiyor gibi Suad’ı seviyor, sevmek istiyor
bütün bulutların sıyrılıp gittiğini görerek rahat ediyordu.
Bir gün Süreyya İstanbul’a inmişti. Dönüşte onları yalnız bulunca Necib, belki ki acılarının
tesiriyle, zannetti ki Süreyya gücenmiş oldu. Zaten onun kendisiyle hoş vakitler geçirdiği zaman bile
şüpheleneceğini farz ederek pek çok incindiğinden şimdi böyle bir iz de görünce kendinde şiddetli
bir alçalma hissetti. Ondan korkmak, onun gözünde hak veren bir iğrençlik görmek kendisine o kadar
güç, o kadar katlanılması güç geldi ki, yakışıksız olmayacağını bilse hemen kalkıp kaçacaktı. Fakat
mecburen kaldı. Ve gecesi, yakıcı ve ateşli bir gece oldu.
Yemekte Süreyya bağdakilerin konağa indiğini anlatıyordu. Necib bundan faydalanmaksızın hemen
şimdi aklına geldiği hâlde önceden kararlaştırılmış gibi kendinin de artık yarın İstanbul’a ineceğini
haber verdi ve Süreyya’nın: “Öyle ya artık iyice kış geldi... Bakalım, belki haftaya biz de ineriz
artık.” demesi onu rahatlattı. Çünkü İstanbul’a inmeyi hiç istemediğini, onun birkaç defa söylediği
sözlerden bildiği için, bu söz üzerine ona baktı. Suad, oraya giderlerse Hacer’in yanında her şeyin
biteceğini düşünerek Süreyya’nın kışı köyde geçirmek arzusuna seviniyor ve şayet inmek isterse
kendisini ikna edip burada kalmayı düşünüyordu. Onun için önce Necib İstanbul’a ineceğini
söyleyince önceden kendine haber vermediğine bozularak belirsiz bir bakışla ona bakarken
Süreyya’nın da o sözlerini işitince iki darbe altında sersemleşti ancak bir süre sonra sorabildi:
“Niçin? Hani kışın kalıyorduk?”
Süreyya çatalındaki et parçasına bıçağının ucuyla hardal sürmekle meşgul, omuzlarını bir
gülümsemeyle sallayarak: “Kalıyorduk, kalıyorduk ama... Şimdi kalmayacağız...” dedi. Ve sonra,
sebep göstermek için artık burada sıkıldığından, havaların kötülüğünden uzun uzun şikâyet etti.
O özrünü açıklarken karşısında, ne yapsa Süreyya’yı ikna edemeyeceğini ilk defa hissederek,
birden gelen bir kızgınlıkla gözleri kararan Suad: “Ama siz kendiniz asıl onun için istemiyor
musunuz?” dedi.
Süreyya sonunda kuvvetli bir sebep gösteremeyince işlerinden bahsetti. Artık bu kadar zaman işi
terk etmenin kötü olduğundan, bu kadar yalandan hasta olmanın yanlış bir etki bırakacağından
bahsediyor fakat kendisinin de anladığı anlamsız yalanların ancak bir masal etkisi bıraktığını da
görüyordu. Suad, bu yalanlardan, bu masallardan, bu nazdan birden son derece öfkelendi. Suad,
Süreyya’yı fikrinden caydıramayacağını, onu vazgeçiremeyeceğini bildiği için ümitsiz ve şikâyet eder
bir yüzle: “Hiç de değil, gitmek istiyorsunuz, ondan... Bunlar hep kuru bahaneler!” diye karşılık
verdi.
O zaman Süreyya, gizlemeyi pek başaramadığı bir öfke hâliyle Suad’a dönüp:
“Evet, gitmek istiyorum, işte bunun için gideceğiz...” dedi ve “Daha bir diyeceğiniz var mı?”
gibilerinden baktı. Bu “Susunuz!” demekti. Suad’ın şu hakaret altında nasıl sararıp ezildiğini, nasıl
gözlerinin dolduğunu gören Necib için bu, Suad’a derin bir şefkat ama aynı zamanda Süreyya’ya da
derin bir öfke hissettiği karışık ve yakıcı bir duygu oldu. Öncelikle konumunu son derecede korumasız
buluyor, Süreyya’nın kendisini kıskandığını zannettiğinden bu durumun nedenini kendini sayıyordu.
Sonra Suad’ı o kadar gözünde büyütmüştü ki zannediyordu ki o ne isterse yapabilir, onu nasıl
reddedilebilirdi, bunu düşünmek bile ona şaşkınlık veriyordu. Onu böyle aşağılanmış, zayıf görmeye
dayanamıyordu. Ve kocasına daha çok hak verdiği için Suad’ın böyle ihanet üzerinde tutulup kendine
bile suçlu görünmesine memnun olmuyor, böyle zayıf görünce hain görür gibi olma saflığından emin,
duygularında gururlu olsaydı bu kadar sakin ve âciz olmayacağını düşünerek, onu o kadar büyük
gördükten sonra böyle küçük bulmak ona pek acı geliyordu. Fakat onun kendi mutluluğu için, kendisi
için uğraştığını ve şimdi gözlerine toplanıp serpilemeyen zavallı yaşların kendisi için döküldüğünü,
bu hakarete kendisi için katlanıldığını görerek:
“Zavallı Suad, bak seni ne çıkmazlara soktum!” diye yanıyordu.
Sonra bir aralık, Süreyya’ya kızdı. Bütün bu acıların onun yüzünden çekildiğini, o olmasa
işkencelerine sebep olan şeylerin bile kendilerini mutlu edebileceğini görerek: “Mademki o beni
istiyor, ben de onu... Niçin?” demek istedi. Hâlbuki asıl bu işte felâkete sebep olan biri varsa, o da
kendisi değil miydi? Onlar mutlu, yahut rahat otururlarken kendi gelip huzurlu ailelerini bozmamış
mıydı?
Yemekten sonra, bu acılı düşüncelerle yorulan zihnini onların sessiz sıkıntısını ancak oyalayarak
kendisini bekleyen arabaya atlayınca bir an kurtuldum zannetti. Fakat asıl işkence bundan sonra
başlıyordu, acaba ne olacaktı, sonu kötü mü bitecekti, hep merak içinde sıkıntılı vakitler geçirdi.
O böyle her şeyden korkarak ve inleyerek giderken, Suad tam tersine uğraşmaya hazır, son derece
şiddetle mutluluğunu savunmaya hazırdı. Bunun için Süreyya’ya tekrar ricaya başladı. Onu kararlı
görünce biraz öfkelendi. “Ben gitmem” demek, buna bahaneler bulmak için yoruldu. Bu evlilik
hayatlarının ilk kavgasıydı. Süreyya bu inada, bu öfkeye önce şaşırdı, sonra kızdı. Soğuktu ve kesin
kararlıydı. Başarma ümidi yok olan Suad, gittikçe acı, sonuç alınamayan bir ümitsizlikle kalacağını
anlayarak kanlı bir kızgınlık içinde boğuluyordu. İlk defa olarak kendini savunmak için her şeye hazır,
birbirlerini kırmaya kararlı, yabancı, düşman gibi bakıştılar. Ve bu kavgadan yalnız Suad yaralı çıktı.
Onu en çok harap eden ve yaralayan şey, Süreyya’nın aslında istese kalabileceği meselesiydi. Ve
sade istemediği için kendini bu kadar kırdığını görünce kalbinde bir intikam ihtiyacı ortaya çıkacak
kadar hırslanıyordu. Aklına Süreyya’nın babasından şikâyet ve nefretinin sebebinin de bu zorlama
olduğu gelerek: “Bunun için şikâyet ediyordu. İşte şimdi kendisi aynı şeyi bana yapıyor!” diye ona:
“Ama demek ki sen de fenasın. Sen ona kötü demiyor muydun? Öyleyse kendisi bunu fark etmeyerek,
suç olarak gördüğü şeyi, kendisinde hak olarak görüyordu. Ama niçin bunu onun yüzüne
haykırmıyorlardı? İşte kendisi bunu haykıramayacak mıydı?
Ve onun haksızlığı altında kalıp haykıramadıkça öfkesinin çoğaldığını duyuyordu. Ömründe ilk defa
evliliğin anlamı önünde aciz ve sessiz kalıp sonunda anlamaya mecbur oluyordu. Koca denilen
birinin haklı haksız keyfine esir olmaktan başka bir şey olmayan, mutlu denilenleri ise onun her türlü
heveslerine şartsız tabi ve esir olmaktan ibaret olan bu evlilik, ona iğrenç geliyordu. Artık Süreyya
ona bir düşman görünüyor, şimdiye kadar da böyle miydi diye şaşırıyordu. O zamana kadar hiç bunu
anlayacak bir fırsat çıkmamıştı. Çünkü hep boyun eğmişti. Hep arzularını daha ortaya çıkmadan,
keşfetmeye ve onları gerçekleştirmeye çalışmıştı. Demek kocasının kendine, sevgisine alışık gelmesi
bundandı? Gerçekte işte bu gece göründüğü gibi kendini düşünen ve soğuk bir adamdı. Demek o
kadar zaman onu tanımadan, hem boş yere emin ve mutlu olarak yaşamış, görünür şeylere mutluluk
adını verip hayatından memnun olduğunu ve dahası mutlu olduğunu sanmıştı. İşte onda hiç
beklemediği huylar, kötülükler vardı. Demek bunları yeri gelmediği için görmemişti. O zaman başını
ellerinin içine alıp: “Ben onu bilmiyormuşum. Büsbütün başka bir adammış!” diye sızlandı.
Korkuyordu, onunla geçen hayatı, kendindeki güven için korkuyordu. “Nasıl yaşamışım ya Rabbi”
diye titriyordu.
“Acaba hayatımı idareye yeterli miydi?” diye düşünerek başka birisi olsa daha mı mutlu olacağını
etraflıca düşünüyordu. Sevmiş miydi, kendini sevmiş miydi? İşte bugüne kadar buna eminken şimdi
şüphe ediyor, “Hayır” diyordu. Bir kadının ömründe seçkin ve sevimli bulduğu bir adam tarafından
sevilmek isteyeceği kadar, her şeyini feda edecek kadar sevmemişti. Bunu görüyordu. Her şeyi feda
etmek değil, bir arzusuna bile kıyamıyordu. Bu ya çocukça devam eden bir heves, yahut bir
alışkanlıktı. Ve kendisi bunu ciddi bir karı koca sevgisi sanmıştı. Demek o sadece bir oyuncak, hem
de onun bile gülünç bulduğu bir oyuncak olmuştu. Yalnız kendisi için, kadınlığı, güzelliği, kalbindeki
sevgisi için? Hayır, bin kere hayır, onu bir dakika seven adam bu geceki hakareti yapar mıydı?
Sevseydi, Necib’in bakışları gibi bakışları, onun ruhî hücumları gibi âşık ve aşkından aklını
kaybetmiş bakışları olurdu.
Böylece, ömrünün en güzel ve en mutluluk ve sevgiye layık zamanının aldanarak geçip ziyan
olduğunu görmek, hiç olmazsa: “Biraz mutlu oldum.” diyememek hüsranı onu yıkıyordu. Kendisi
yumuşak huylu, cana yakın, boyun eğen biri olmasaydı bu kadar bile rahat edilemeyeceğini, ne
olmuşsa, kendi budalalığından; boyun eğişinden olduğunu görmek onu acı bir intikam hırsıyla, derin
bir ağlama ihtiyacı ile sarsıyordu. Bununla beraber, şimdi zorunlu olarak İstanbul’a gidince, her şeyin
de biteceğine dair acı bir şüphe vardı ki, ne yapsa bunu geçiremiyordu. O kadar ki, üç gün sonra
taşınırken üzüntüsünden gözyaşlarını tutamayarak evden çıkarken hayatının bütün mutluluğu burada
geçmiş, burada bitmiş gibi bir acı ile kalbi yırtılıyordu.
Vapur, birçok defa o kadar ümit ve emelle işittiği düdüğünü bu sefer acılığıyla yüreğini oynatarak
keskin keskin öttürüp iskeleden kalktığı zaman: “Her şey bitti!” ümitsizliği yerini, gittikçe öfke ve
şiddete bırakıyordu. Bir şey yapmak mümkün olmadığı için âdeta bunalım derecelerine gelen bir
kızgınlığa dönüşüyordu. Herkesin kendi aşağılık ve mahrum mutluluğunu bile çok görüp elinden nesi
varsa almaya harcamışlar gibi acı duyarak, vapur uzaklaştıkça o kadar sevildiği, mutlu olduğu yerleri
kendi kendine gösteriyor, acıyla fark ediyordu ki, elinden alınan bu mutluluktan uzaklaştıkça hem acı
duyuyor hem de kızgınlığı bir kin hâline geliyordu.
Ah niçin özgür değildi? O zaman gidip Necib’e: “İşte seninim!” diyebilecekti. O zaman
gösterecekti ki, kontrolü kendi elinde olan hayatın kendi arzu ve tercihiyle onun eline bırakıyor ve
emanet ediyor. Sonra düşündü ki, asıl şimdi bunu söylerse bir şey feda etmiş, aşkının şiddetini ancak
bu fedakârlıklarla göstermiş olacaktı. Fakat şimdi, şimdi bu mümkün değildi. Yalnız Süreyya değil,
Süreyya olmasa bile bunu söyleyemeyeceğini hissediyordu. O kadar tantanayla feda edilecek hayatın
bir değeri olmalıydı. Hâlbuki kendisi... “Ah genç olsam da, ona layık olsam da: Seninim! desem...”
diye özlem duyuyordu. O zaman onu ne kadar mutlu edeceğini görerek bunu yapamamak ümitsizliğiyle
boynu bükülüyor “Her şey bitti!” iç sıkıntısı yeniden yayılarak hiçbir çare bulamamak ümitsizliği
tekrar hücum ediyordu. Son günlerde biraz unuttuğu karanlık düşüncelere tekrar gömülerek: “Eylül,
ah işte eylül! Ne yapılsa boş... Bak, her şey bitti...” diyordu.
Her şeye, herkese, konağa yaklaştıkça her şeye kızarak, arabalara, sokaklara, geçenlere,
haykıranlara büyük bir kızgınlıkla gidiyordu. Bu, kendini o yüksek tavanlı, karanlık sofaların içinde,
yüksek pencereleri örten ağır perdelerin yarım gecesiyle dolu odalarda bulunca, isyanının nasıl aciz
olduğunu görüp hiçbir şeye cesaret edemeyeceğini anlayarak tekrar: “Her şey bitti!” fikriyle düşünüp
hırs ve aczinden ağlayacak bir hâle geldi.
Hacer’in: “Maşallah, maşallah efendim... Bu ne şeref!” diye gösterişle karışık bir alayla
karşılamasına ancak dudaklarını ısırarak susabilmiş, hemen kendini odasına atmıştı. O zaman evin
kalabalıklığının etkisiyle bir şey yapmaya, hatta şikâyet etmeye bile gücünün yetmeyeceğini gördü.
Süreyya emirler vererek, yerleşmek için öteberi yaparak uğraşırken, orada sadece onun yanında
tekrar, bu artık gittikçe düşman gördüğü adamdan öfkesini almak için tekrar acı bir istek duyuyor ve o
zaman, onlardan da, bütün bu Hacerlerden, Fatinlerden, Efendilerden de korktuğuna kızıyordu.
Onların ne mal olduğunu bildiği hâlde... Ah, onların hepsini birden şaşırtacak, hayretten öldürecek bir
çılgınlık yapmayı kendinin öyle kolayca ezilecek sıradan bir kadın olmadığını anlatmayı nasıl
istiyordu. O zaman biraz rahat ederek çareler düşünmeye, düzenlemeler yapmaya koyuluyordu.
Fakat hanımefendinin yanına çıktığı zaman bütün o şeylere sahip olmadığını anladı. Onun da bir şey
işitmiş olması, bir şey düşünmesi ihtimalinin, huzurunda Allah kadar saygı gösterdiği kadının yanına
öyle bir kalp çarpıntısı ve aşağılık duygusuyla girdi. Onun yüksekliğini düşünerek o kadar ezildi, o
kadar kahroldu ki, mümkün değil bu aşağılık duruma dayanamayacağını tekrar anladı. Ruhunda o
kadar kibir ve büyüklük vardı ki, başkalarında kendisine en ufak bir imaya bile katlanamıyordu.
Böyle şeyler için doğmamış olduğunu zaten düşünmüştü; fakat tekrar ve pek acı olarak şimdi
anlıyordu. Burada kendini tanımıyordu. Nasıl böyle imalı sözlere imkân verecek bir girdaba
düşmüştü, bu nasıl mümkün olmuştu? Bunları düşündükçe şaşırıyor, bitiyordu. Bu kendisine yakınlık
sevkiyle, intikam hırsıyla fikren düştüğü girdaplar içinde bir tembih darbesi oldu. Biraz düşünme ve
orta hâlde kalması gerektiği hissi verdi.
Fakat Süreyya’yı neşe dolu, şen dolaşır gördükçe: “Ama sen kendin değil miydin? Sen kendin
burada yaşamayacağını söylemiyor muydun?” diye haykırmak arzusuna direnebilmek için büyük çaba
sarf ediyor, yoruluyordu. Ve onun sözlerine, başkalarının sorularına dargın ve asık suratlı
görünmemek kaygısıyla sakin bir tavırla cevap vermek zorunluluğundan kurtulup kimsenin olmadığı
yerlere kaçmak, kimseleri görmemek, yalnız kendi kendine düşünmek istiyordu.
Akşamüstü hep birlikte oturuyorlardı. Hacer, Suad’ın yanına gelmiş gayet dostane ve gizlice
konuşuyor, söz arasında hayatından ve kocasından şikâyet ederek: “Ah, ne iyi ettiniz de geldiniz
vallahi kardeşim!..” diye yüzüncü defa memnuniyetini söylüyordu. Yazın ne kadar boğulduğundan
bahsederek: “Kıymetinizi asıl o zaman anladım!” diyor “Bizimkiler bilirsiniz ya!..” diyerek bunak
gibi beyefendinin yanından ayrılmayan kocasından, hanımefendiyi bir dakika yanından ayırmayan
beyefendiden şikâyet ediyor: “Onların arasında bunuyorum sandım...” diye kıs kıs gülüyordu. Ve
Suad’ın gülümseyerek susmasına karşı, küçük şeytan gözleriyle derin derin bakarak: “Kaç kere
düşündüm size geleyim, yalıya geleyim diye...” diyor, sonra: “Fakat korktum doğrusu!” diye
bitiriyordu.
Suad sebebini sordu. O zaman biraz kararsızlıktan sonra üstü kapalı konuşmaya devam etti:
“Öyle ya, rahatsız ederimden çok... Çünkü yabancı değilim a!.. Fakat belki yer yoktur diye korktum
doğrusu... Bize yalı küçük dediler. Eğer gelecek olursam sığacak yer bulamam dedim... Düşünsenize
ne kötü olur? Mesela Necib’le ikimize bir oda... Değil mi?”
Zorla gülüyor, küçük bir kanepe yastığıyla dizinde oynarken eğilip gülüşünü ve heyecanını orada
gizliyordu. Birden Suad’a bir yakınlık isteği geldi. O istediği sözü ima edip bir açıklama yaparak
onunla barışmak, gerçeği ona anlatıp bu iftira ihtimali ve lekesini yok etmek isteğini duydu. Fakat
Hacer’in gözaltından bakışında, kıvranışında öyle bir yılan hâli vardı ki, gözlerinde o kadar şeytan
bir hıyanet gülüyordu ki, omuzlarını kaldırıp: “Ne fayda?” dedi. Anlıyordu ki bir şey kazanmayacak,
belki zarar edecekti.
Pencerenin önüne oturan hanımefendi birden Hacer’e:
“Fatin Bey geldi, Hacer...” dedi. O, omuzlarını kaldırarak tekrar Suad’a bir şeyler anlatmaya
başladı.
Süreyya annesiyle konuşurken dönüp, azarlar gibi bir gülümsemeyle:
“Küçükhanım, omuz silkmek nezakete uygun mu? Bak, kocan geliyor...” dedi.
Hacer yine kulak vermeyip Suad’a tatlı tatlı, güya gayet merakla anlatmaya devam ediyordu. Buraya
taşındıkları haftanın içinde gittikleri bir düğünü anlatıyor, “Severek evlenmişler” diye gözleri
parlarken şen görünmek için kendini zorluyormuş gibi küçük gülmeler, kıvranmalar, yarım sözlerle,
daima elindeki yastığı dizinde evirip çevirerek anlatıyordu; fakat Süreyya’nın tekrar ikazına karşı
sabrı tükenerek birden dudaklarında titremelerle, gözlerinde hışımla döndü: “Ooo, rica ederim, gelir
gelmez beni yine cendereye sokma Süreyya” dedi. “Dünkü gelin değilim ya... Yolu da pekâlâ
biliyor.”
Süreyya’nın sözleri, Fatin’in gürültüsüne karıştı. Açılan kapının içinde bir yazdır daha büyümüş
karnının arkasında, büyük bir sevinçle: “Ooo, oo!” diyordu. Yüzü geniş bir gülümsemeyle genişledi,
katmerlendi. İki adım atıp nefes arasında “Kırlangıçların dönüşü!” dedi. Sonra ilerleyerek “Fakat
fırtınasız kırlangıçlar iyi değildir derler...” diye gülümsedi.
Süreyya yarı alaylı, yarı öfkeli:
“Eğer fırtınaya ihtiyacınız varsa ondan kolay şey olmaz.” diye homurdandı.
Fatin bu asık surata karşı hemen gülerek sokuldu:
“Vallahi ne iyi ettiniz de geldiniz, Süreyya’cığım. Doğrusu pek göreceğim geldiydi... Canım insan
bir kere alıştı mı ayrılınca güç oluyor vallahi... Evin sanki tadı kaçmıştı...”
Ve yanına oturup tatlı tatlı konuşmaya başladı. Suad, birbirini hiç sevmeyen bu iki adamın şimdi
böyle öteden beriden, belki biraz olayla, fakat yine sakinlikle gerçek ve derin olmayıp yalnız
görünürde, yapmacık bir sevgiyle görüşmelerine bakarak: “Gören bir dost sanır, herkes böyle...” diye
düşünüyor, Hacer’in aynı kabul ile kendini karşılayışını hatırlayarak ve hâlâ kulağına sokulup
kıkırdaya kıkırdaya bir şeyler anlatışına bakarak: “Ben bile, ben bile öyleyim... Başka türlü yaşamak
mümkün değil...” diyordu. Ah, bunu anlamakta ne kadar geç kalmıştı? Ama o bütün temiz ve içten
kalbiyle yaşamak istiyordu. Ve şimdiye kadar öyle yaşıyorum inancındaydı. Fakat hiç öyle olmadığını
nasıl acı acı anlamıştı.
Ve herhâlde şimdi itiraz edilebilecek zıtlıkları bulduğu Süreyya’ya bakıp kendi sabır ve tahammül
etse, yine önceki gibi yaşacaklarken sadece kendisi bunda hata ettiği için, kocası da rahatını
bozamayacağı için, aralarının nasıl bir uçurumla açılacağını düşünerek bu haksızlığa isyan ediyordu.
“Nasıl? Sonra bu da mı mutlu evlilik? İşte en iyisi... Hâlbuki işte en iyisi de kötüsü gibi!” diyor ve
Hacer’in duygularını gizlemeyip açık davranmasını seviyordu. “Hiç olmazsa kimseyi aldatmıyor,
herkes biliyor ki, birbirlerini sevmiyorlar, istemiyorlar...” diyordu.
Ve bundan sonra ömrü bunları bile bile, her şeyi göre göre geçecekti, değil mi? Artık Süreyya’nın
önceki gizli ve tatlı sevgisine yabancı, evin böyle ayrı ayrı ruhî derinliklerini bildiği adamlarıyla
yaşayacağı hayat onu ürkütüyordu. Bir hanımefendi... Evet Suad’ın sevdiği ve saygıya layık gördüğü
yalnız o vardı. Onun da beyefendinin nasıl kahırlarına, zorluklarına katlanarak yaşadığını görüyordu.
Bey’in hemen her şeyinde görülen hırs ve öfkesinin, bir kere kızınca hiç karşısındakinin kalbini,
hatırını düşünmeyip hırs almak, acı çıkarmak için ağzına geleni söyleyerek zehir saçışının masum ve
katlanılacak bir kurbanı olduğunu gördükçe: “Nasıl sabrediyor, Ya Rabbi?” derdi. Şimdi hatırladı ki,
henüz kızken kendi de kötü kocaya düşerse tahammül eden kadınlar gibi sabredemeyeceğini,
susamayacağını zanneder, öyle de iddia ederdi. Fakat bugün bu kadarına katlandığını görerek yavaş
yavaş birbirini izleyerek gelecek böyle haksızlıklara bugünkü gibi sabır ede ede bir gün alışacağını
anlıyor, “Yavaş yavaş ben de onlar gibi bir oyuncak, bir hizmetçi, sade bir hırs ve zevk aleti
olacağım, hiç istediğim bir şey olmayacak, hep istenen şeylere alet olacağım...” diyordu. Ve buna
katlanamayıp “Hayır, hayır, buna bir çare bulmalı!.. Bu mümkün değil!” demek istiyordu. Şimdiye
kadar bunu yapmıştı; fakat arzu ve aşkla, aldandığını bilmeyerek... Şimdi artık biliyordu, artık şimdi...
Hâlbuki herkes aldanmıyor mu? Herkesin mutluluğu böyle bir aldanmanın sonucu, bir gafletin lütfu
değil mi? diye düşünüyor “Ah aldanabilsem, hiç olmazsa yine aldansam!” isteğiyle yanıyordu. Fakat
artık mümkün değildi. Gözler o kadar açılmıştı ki, artık hep görüyordu.
Bir taraftan Hacer kulağının yanında, dirseğiyle kolunu dürterek kocasını gösteriyor, “Allah aşkına
kardeşim, alnı nasıl parlıyor, börekçi çırakları gibi...” Sonra ileri çıkık, göğsüne eğik başının
arkasında, yakalıkla fes arasında oturunca katlanan enseyi göstererek: “Ah ne kadar iğreniyorum,
bilsen, kardeşim?” diye gayet gizli bir şikâyet edasıyla bakıyordu. Hacer’in daha önceleri birtakım
itirafları olmuşsa da hiç bu dereceye gelmemişti. Suad ona bakarak şaşkınlıkla güldü. Bununla
beraber bu genç kadın, bu şimdi: “İğreniyorum.” diye yüksek görünmek istediği adamın karısıydı. Ve
ona pekâlâ katlanıyordu. Bu duygularla beraber yine onun gece gündüz yanında yaşaması, onun
okşamalarına katlanması Suad’ı düşündürüyor, “Hâlbuki pekâlâ onunla yaşıyorsun?” demek
istiyordu. Ama o da Süreyya ile yaşamayacak mıydı? O da bundan sonra Süreyya’nın yine önceki gibi
karısı olmayacak mıydı? Kalben o kadar ciddi dargın idi ki artık bunu mümkün görmüyordu. İçinde
buna şimdiden isyan eden bir kırgınlık vardı. “Hayır, hayır, artık bitti!” demek istiyordu. “Beyefendi”
dediler, hep ayağa kalkıldı. Suad tekrar o haşin, beyaz sakallı adamın karşısında bulunuşuna sıkıldı.
Bey şöyle yan bakarak, etekleyenlere kayıtsızca: “Ooo, maşallah...” diye mırıldandıktan sonra
karısına dönüp: “Hemen yemek yiyiverelim de... olmaz mı?” dedi. Öbürleri suskun duruyorlardı.
Hanımefendi: “Peki, peki...” diye onu çıkardı. Ve Suad, bundan sonra, hayatının her gün böyle
geçeceğini görerek acı bir hatırlayışla yalıdaki ömrünü, bu yaz geçen o güzel hayatı, o saf ve serbest,
şimdi endişeli zamanlarını bile arzu ile gördüğü o güzel hayatı özlemle düşündü.
Sofrada biraz önce tam bir alçakgönüllülükle konuşan Fatin, beyefendinin huzuruyla cesaret
kazanarak ona yaranmak için peçetesiyle sağa sola bıyıklarını silerek, gözlüğünün arkasından
gözlerinin etkisini anlamak için telâşlı bakışlar fırlatarak:
“Tuhaf vallahi” diyordu. “Ben değişeceksiniz falan zannettimdi ama... Bir de baktım ki, yine öyle
geldiniz...”
Süreyya alay edercesine gözleriyle açıklama isteyerek:
“Nasıl değişmek?” dedi.
Fatin sözün akışından memnun, sözlerine büyüklenme katarak:
“Belki biraz büyürdünüz filan dedimdi ama...” dedi ve gülerek Bey’e baktı.
O zaman Suad, Süreyya’nın gözlerinde yalıda sofrada kendine baktığı o çirkin bakışla
hiddetlenerek: “Siz olsaydınız kabuğunuza sığmazdınız!” dediğini gördü. Ve içinden yine o zamanki
zehir aktı. Birden, Necib burada olsaydı diye düşünüp yüreği hoplayarak: “Ama herkesin bin
ikiyüzlülükle birbirini incelediği bu evde, onun vücudu bile bir tehlike!” diye karar verdi.
Yemekten sonra biraz onların yanında oturdular. Sonra Süreyya kalktı, “Haydi!” der gibi Suad’a
baktı. Onu izlemek gerekti. Ve yürürken artık ne onun yanında, ne ötekilerin arasında
yaşayamayacağını, hepsinden usandığını derin bir endişeyle hissederek bununla beraber hayatının bu
adama bağlı olduğunu, canı istediği vakit istediği şeyi yapmazsa buraya gelişi gibi zorla yaptıracağını
düşünerek perişan ve korkulu, ölmek isteyerek yürüyordu.
Artık ne bir iş, ne bir kitap, ne de piyano hevesi vardı. Havaların inat gibi pek parlak olduğu bu
ikinci, üçüncü günü akşamlara kadar sıkıntıdan, hiddetten boğulurken aklına cenneti düşürür gibi ara
sıra Pazarbaşı’nı getirirdi. O zaman düşünmekten harap olarak yalnız odasından kaçıp hanımların
yanına giderdi. Yalıda yapacak o kadar işi varken şimdi işi de kalmadığı için uğraşsız oturmaktan,
onlarla konuşmaktan başka bir şey yapmak mümkün değildi. Hacer sürekli orada cumbada bulunurdu.
Hanımefendi ara sıra görünür, elindeki işle uğraşırdı.
Hacer’le böyle yalnız kaldıkça birbirlerine zorunlu olarak birtakım sırlar verirlerdi. Onu pencereye
o kadar müdavim ve meraklı görüyordu ki, önce sıkıldığından eğlenmek için sokağa bakıyor demişse
de gittikçe bu merakın yalnız bir kişiye ait olması ihtimalinde karar kılmıştı. Fakat onun hemen her
geçene dair bir fikri oluyordu. Bazen: “Aman kardeşim bak, şu ne güzel bir bey!” dediği oluyordu.
Sonra bir diğerini gösterir, ona aynı tehlikeli arzu ile hazır bulunurdu. Suad, nasıl olup hepsine birden
böyle meyilli olduğunu anlamayarak şaşırıyordu.
Sonra beyler gelir, Fatin’in lüzumlu lüzumsuz “vallahi billahi”leri, Süreyya’nın suskunluğu
arasında yemek yenir, sonra saat geçer, sonunda tavla bir gürültü arasında şakırdayarak kapanır,
herkes odalarına çekilirdi. Beyefendi, haklı haksız huysuzlanarak, öfkesini almak için her şeyi
yaparak Fatin’i hırpalar o haklı olsa bile boyun büker, razı olurdu. O zaman Hacer, Suad’ın kulağına
eğilir: “Allah aşkına bak, oyun oynarlarken nasıl bazen aptal gibi düşüncesiz kalıyor, nasıl eliyle
burnunu kaşıyarak tutuyor.” derdi. Babasına boyun büktükçe kızarak “Gurur yok ki...” diyordu. Sonra
devam ederek bunun hep ona hoş görünmek için yapıldığını söylüyor “Param gitmesin diye... Ah
bilsen kardeşim, hep para için... babamla hoş geçinmek için ondan dayak yese yine sırıtacağına
eminim...” diyerek, bir kere bir şey için onu teşvik ederken onun “Ne, sonra beni evden kovsun da
sokakta kalayım?” dediğini anlatarak yüzüne bakıyordu.
Gerçekten beyefendinin böyle rast gele ateş püskürmelerine katlanmak için insanın böyle bir
mecburiyeti olması gerekirdi. Bir akşam tavlada yenilerek hiç gereği yokken hanımefendiye dönüp,
hışımla: “Canım sen de elinden bırak şunu... Allah aşkına...” diye bir çıkışmıştı ki, Suad haykırarak
şikâyet etmemek için kendini zor tutmuştu. Bazen odasında haykırdığı işitiliyordu. Meselâ, sürahisi
boş olduğu için karısına söylemedik söz bırakmaz, otuz senelik hayatlarını bir yük olmak üzere,
lânetle katlanılmış bir şey göstererek: “Öldüm, aranızda kurudum... Allah da sizi kurutsun...” diye
haykırır, sonra: “Ama suç bende... İyilikten kim anlamış... Ensenizde boza pişirmeli ki iş görülsün...
Aksi herifin biri olsaydım görürdünüz...” dediği işitilirdi. Hanımefendi buna karşı sakin, alttan alır,
susmasını rica ederse “Niçin susacakmışım?.. Hem yap, hem öldür, hem de sustur... Artık
öldürüyorsunuz... Son günlerimde beni hortlatıyorsunuz... Akşama kadar sizin için ter döküyorum, bir
suyumu vermiyorsunuz... Hem sizden mi korkacağım? Kendi evimde niçin susayım? İstemeyen
defolsun.” diye bir sürü şikâyet ve hakaret gelirdi.
O zaman eğer Fatin evdeyse onun gözüne görünmemek için ufalmak ister gibi tıs bir köşeye büzülür,
hanımefendiyi haksız bularak: “İyi ya canım o da bakıversin. Evde hizmetçi yok değil a! Gönül
kırmamak için aldırmıyor ama... İhtiyar adam bu, hiddetlenir a!.. Hepimiz sayesinde yaşıyoruz...”
derdi.
Böyle herkes hep kendi işini, kendi hesabını düşünerek doğruluk ediyordu. Ah, Suad bunlardan ne
kadar iğreniyordu! Hatta Süreyya’nın nasıl olup bu babanın oğlu olduğuna şaşırıyordu. Sonra annesini
gözünün önüne getirip ona çekmiş diyordu. Çünkü ona hayran olur, bu kadının bu büyük sabır ve
sakinliğine o kadar hayran olurdu ki, ıstıraplı zamanlarında gidip başını onun dizine koyarak ağlarsa
şifa bulacağını sanırdı.
Üçüncü gün akşamüstü henüz gelmiş olan Süreyya ile Hanım, Hacer, kendisi orta odada
otururlarken pencerenin önünde Hacer birden: “Ooo, Necib Bey geliyor!” dedi. Süreyya dönüp:
“Gerçek mi?” diye sordu. Köşede perdenin karanlığında Suad kıpkırmızı olduğunu hissetti. Kendini
bitkin bırakan kalp çarpıntısıyla o tarafa baktı. “İşte canım, yanında bizim bey var.” Suad şimdi
buraya gelince ne yapacağını düşünüp şaşırarak, kendisi nasıl görecekse herkesin de öyle görüp fark
edeceklerini, titremekten bir kelime bile söyleyemeyeceğini zannederek bitiyordu.
Bir an oldu ki, kapı açılıp Fatin’in arkadan gelen birine yol verdiğini gördüler. Necib
gülümseyerek girdi, arkasından Fatin:
“İşte bir kırlangıç daha... Dönüş, dönüş... Artık hücum var...” diyordu.
Necib gülerek: “Kırlangıçlar galiba yazın dönerler...” dedi.
Suad, Necib’in gözleri kendini arayıp bir müddet bir tarafa doğru dönmüş kaldığını ve bu anda bu
gözlerde bir kararsızlık, bir karanlık, mutsuzluk gördü. Sonra da hanımefendinin çıkışmalarına cevap
vermek için ona döndü. O sebebini açıklarken, Fatin Hanım’a hak vererek: “Ey ne yapalım, insanlık
bu...” diyor, sonra herkese bakarak: “İnsan işte, içinden geldiği gibi hareket eder. Bu insanın huyunun
gereği... Değil mi Süreyya’cığım!” diye ona bakıyordu. Sonra birden artık bu yeter gibi bir hareketle
lafın akışını değiştirdi: “Ama bir lüfer buldum ki... Bayılacaksınız.” diye herkesi susturdu. Eliyle
göstererek ve anlatarak: “Bu kadar, tamam bu kadar vallahi... Birden öyle imrendim... Ama ne balık...
Bir görseniz...” diye bitiremiyordu. Sonunda ettiği fedakârlığın kıymetini iyice hissettirerek: “Aldım.”
dedi. Ve bir şeyi gizli tutuyormuş gibi parmağını ağzına götürdü:
“Ama parasını sormayınız... Korkarsınız... On beşten aşağı vermedi... Aksi gibi hainlerin tanesi de
üç yüz dirhem geliyor...”
Suad karanlıkta, Necib pencerenin önünde aydınlıktaydı. Fatin konuşurken hepsi ona bakıyordu. O
zaman Suad, bir iki kere Necib’in gözlerinin kendine özlem ve istekle baktığını fark etti. Bir an oldu
ki kendi de baktı. Bu iki varlık karşı karşıya gelince oradakilerin hepsinden çok birbirine yakın olan
ruhlarının çırpınmalarını hisseder gibi oldular. Suad bu haftadan beri onu o kadar seviyordu ki,
kendisine uzak yerlerden saldıran bir gürültü seli gibi kalkıp ona geldiği için teşekkür etmek,
“Seninim, beni götür!” demek coşkusunu buldu. Ona derin bir şükran ve bağlılık duyuyordu.
Fakat Hacer’in bir sözü onu dondurdu. O şimdi Necib’e çıkışıyor, “Maşallah, efendim, artık
bilmem nasıl gelinebildi?” diye başıyla “Seni, seni” yapıyordu. Sonra ince dudakları sivrildi: “Artık
tabii bundan sonra sık sık şeref veririz.” Ve gözleriyle Süreyya’yı gösterir gibi bakarak: “Bunlar
buradalar mı, değiller mi? Sık sık gelirsiniz artık. Değil mi?” diyor, böyle başlayan bakış, sözün
sonuna doğru Suad’a yönelerek, şeytanî bir gülümsemeyle parlıyordu.
Öteden beriden konuşmalar devam ediyordu. Necib, hem ara sıra söze karışıyor, dinliyor, hem ara
sıra kaçamak bakışla Suad’a bakarak ondan bir gülümseme, bir okşayıcı bakış, bir muhabbet eseri
bekliyordu. Pek şen görünüyordu. Onlardan özürler diliyor, Fatin’le eğleniyordu. Balık konusunu
kurcaladıkça öbürü parmaklarını birleştirip ağzına götürerek: “Ama ne balık... Vallahi billahi
görseniz şaşarsınız...” diyordu. O zaman Necib: “Pek az çıkıyormuş.” deyince Fatin: “Dedim a, on
beşten aşağı vermedi. Hem de tanesi...” diye tekrar anlatıyordu. Fakat Necib gittikçe neşesinin yapma
ve yalan olduğunu görüyor, bir siyah kedere boğulmaya başlıyordu. O kadar ümit ve hevesle geldiği
hâlde Suad’ı, durgun, donuk gördükçe şaşırıyor, hayıflanarak: “Ne oldu acaba?” diyordu. Hâlbuki
Suad, Necib’in ikide birde kendine dikilen bakışlarından sıkıldığını, herkes biliyor da bir mana
vereceklermiş, şimdi Hacer bakıp görerek anlayacakmış gibi korktuğu için, “Bakmasa, bari
bakmasa...” diye ona endişesini anlatmak istediği için öyle duruyordu. Necib: “Bir haftadır onu
görmedim. Kendisinden ayrı nasıl yaşadığımı anlamıyor. Demek o beni çabuk unuttu. Benden bir
güzelliği, bir gülümsemeyi esirgiyor. Acaba dargın mı?” diye üzülüyordu. Bir haftadır ne olduğunu
bilmediği için sonsuz bir ümitsizlik ve işkence ruhunu kaplıyor ve yayılıyordu. Yalnız kadınların
yapabileceği anlamsız bir hareketle, sıradan bir gülümsemeyle mutlu edişleri ümit ettiği hâlde
kendisinden kaçan bu bakış onu bitiriyordu. Öyle oldu ki, yemek boyunca gevezelik etti. Her an
yinelenen ümidini izleyip neşesini yerle bir eden sıkıntılarını göstermemek için zorla zevzeklik
ediyordu. Onlara Beyoğlu’nu anlattı, söyleyecek, tuhaf şeyler buldu, güldürdü ve geleli iki saat
olduğu hâlde ondan gelecek bir bakışa kavuşamayınca, onun hâlâ renksiz ve manasız durduğunu
görünce ruhunda bir gücenmenin, pek çabuk öfke ve kızgınlığa dönüşen bir gücenmenin köklendiğini
duyarak suskun ve karanlık kaldı.
Daha kahve elde iken beyefendi işaret edince Fatin tavlayı çatırdatarak ortaya açtı. Onlar orada
birtakım oluşturdular. Ve yemekten çıkınca karanlık bir köşeye kaçmış olan Suad tavla için mumlar
gelince şimdi yine ışık içinde kaldı. Ve gölgede doya doya Necib’e bakarak, onu üzdüğü, üzgün
gördüğü için kendini böyle durmaya zorlayan şeylere kızarak hüzünlenirken tekrar herkesin bakışına
maruz kalınca canı sıkıldı. Necib ise geldiğine pişman, yaşadığına pişman, karar veremeyerek
kalıyordu. O hanımefendinin yanındaydı. Ara sıra alçak sesle konuşuyorlardı. Sonra hep susuluyor
yalnız tavlacıların sesleri devam ediyordu.
Hâlbuki Hacer’in canı sıkılıyordu. Tavla tarafına hiddetle bakarak kızıyordu.
Sonra birden susan Necib’e, gülerek:
“Siz de susuyorsunuz, bu gece ne kadar neşesizsiniz, a canım!” dedi.
Necib:
“Niçin?” diye sordu.
“Bilmem! Baksanız a!..”
Ve Hacer fıkırdayarak Suad’a döndü:
“Değil mi Suad?” Suad kapalı bir işaret yaptı. O zaman ona da saldırdı: “Zaten sen de bir köşeye
büzülmüşsün ya. Bilmem neniz var?”
Necib sıkılarak, Suad’ın gayet renksiz bir gözle baktığına dikkat ederek, bozuk bir gülümsemeyle:
“Hazım zamanı...” diyecek kadar kuvvet buldu. Sonra hanımefendiye kardeşinden bahsetmekle bir
kurtuluş çaresi aradı. Onlar yavaş sesle böyle konuşurken Hacer sözlerine kulak veriyordu. Birden
tavlanın etrafında bir fırtına patladı. “Yok, ama olmaz ama...” diye Fatin terli burnu, yorgun
gözleriyle yemin ediyor, efendi elinde zarları sallayarak kahkahalarla gülüyordu. “Zarlar, pullar,
mars” kelimelerinin tekrarı arasında fırtına dindi. Tekrar zar ve pul sesleri uzadı.
Şimdi Hacer’in canı yine sıkıldı, bu sefer Suad’a döndü:
“Haydi, biz de bezik oynayalım üçümüz, olmaz mı?” dedi. Necib’in yüreği atarak onunla bezik
oynamak mutluluğuna tam bir arzu ve heves gösterdi; fakat Suad rahatsızlığından şikâyet etti.
Başından rahatsızdı...
“Ha onun için mi susuyorsunuz? Ben de sandım ki... Eğer siz yalıda da böyle idinizse...”
Süreyya başını kaldırıp bu tarafa baktı. Suad’ın kalbi onun bakmasıyla içinden bir şey çıkacakmış
gibi hopladı. Büyük bir yorgunluk duydu. Onlar konuşmaya başladılar. Süreyya yanlarına gelmiş
yalıyı anlatıyor, o abarttıkça Hacer ikide birde Necib’le Suad’a bakarak gözlerinde bir parıltıyla
dinliyordu.
Necib:
“Evet, şimdi tekrar tünemek sırası geldi. Ah, yaz bir daha gelse!” dedi.
Bu son cümleye bütün yoksunluğunun acılığını koymak, onu Suad’a anlatmak istiyordu.
Hacer alaylı bir şekilde:
“O niçin o? Kış kötü mü? Bir zamanlar o kadar severdiniz... Aksine kış gelince sevinirdiniz...” diye
soruyordu. Sonra birden aklına bir şey gelmiş gibi:
“Ha kuzum o sizin eldivenin hanımı ne oldu?” dedi.
Suad ölüyorum zannetti. Necib heyecanını kahkaha ile geçirmek isteyerek: “Yani madamı demek
istiyorsunuz?” diye kapatmak istedi. Fakat Süreyya merak ettiği için kapayamadı. O soruyor, Hacer
cevap vermeyerek Necib’e hitap ediyordu: “Hanım mı, madam mı?.. Onu soruyorum...” diyordu.
Necib sadece artık ciddi ciddi: “Öldü” dedi.
“Eee, eldiven ne oldu, hâlâ saklıyor musunuz?”
“Onu da gömdüm.” diye cevap verdi.
Sonra hanımefendinin gülerek yavaşça söylediği söze cevap verecekmiş gibi döndü. Hâlâ
Süreyya’nın sorduğunu ve Hacer’in anlattığını işiterek, Suad’ın ne kadar acı çekeceğini ne kadar canı
sıkılacağını da düşünerek hem sıkılıyor, hem korkuyordu. Fakat hanımefendinin kendisinin hafifçe
geçireceği bir sözünü Hacer kapıp: “Evlenmek mi? Necib Bey mi!” dediğini ve ilân ettiğini işitince
büsbütün bozuldu.
“Eğleniyor musunuz? Ben daha çocuğum...” diye şakaya vurmak istedi.
Süreyya ciddi ciddi düşünmeye, evlenmemekte bir sebep bulunamayacağını anlatmaya başladı.
Necib bunda gizli bir maksat sezdiği için bir cevap vermedi. Fakat ah niçin Suad’ın gözleri ondan
insafsız, zalim, yabancı bir ısrarla kaçıyordu. Niçin öyle susuyor, söz söylerse bile iki manasız
kelimeyle bitiriyor, gülerse bile herkese gülüyordu? Ne olmuştu? Onun sözlerini dikkatle, can
kulağıyla dinlediği, onun yüzüne bütün ruhunun arzusuyla baktığı hâlde onlarda hiçbir özel mana
bulamıyordu? Bütün gece Necib, ruhu bu endişelerle karanlık, şen görünüp sezdirmemek için
konuşmaya mecbur ve çok acılı geçti. Fakat sabahleyin bunun acısını çıkardı. Aşağı indiği zaman
Suad’la Süreyya’yı yalnız buldu. Ve Süreyya, yeni gelen gazeteye dalmış olduğu için, birkaç dakika
Suad’la yalnız karşı karşıya kaldılar. Suad istemeyerek, elinde olmayarak ona o kadar acı çektirdiği
için bütün gece yanmış, erkenden inerse yalnız kalırız diye uyumayarak aşağı inmişti. Onun da
geldiğini görünce bir saniyede onu mutlu edip her şeyi anlatmaya istekli “Maşallah bu ne
erkencilik...” diyerek ona gülümsedi. Bu gülümsemede bütün ruhu perişan, titriyordu. Bu, mutlu etmek
isteyen ve mutlu olan kadının ruhunun verdiği bir gülümsemeydi. Necib, bütün ruh karanlıklarından
sıyrılıp bir bahar içinde kalmış gibi, mutluluğuyla ezilmiş, sade gözleriyle teşekkür etti. Suad ona:
“Buradaki hayatımızı görüyorsunuz a!” gibi baktı. Sonra “Her şey bitti.” demek ister gibi bir hareket
yaptı. Ve Necib’in ne oldu diye gözleriyle sorgu dolu bakışlarına: “Aman rica ederim dikkat!” diye
fısıldadı.
Fakat o kadar... Birbiri peşi sıra Fatin, Hacer geldiler. Fatin, gazeteye; Hacer, Necib’e yanaştı.
Suad bir kenara çekilip Hacer’in ne bitmez tükenmez sözlerle onu rahatsız ettiğine bakıyor, ara sıra
onun: “Ama Necib Bey!” diye gülüşlerini soğuk ve nahoş buluyordu. Beri tarafta beyler gazetenin
yanında birbiriyle konuşurlarken Necib ne söylüyordu ki, Hacer böyle gülüyordu. Bu, bir müddet
küçük kahkahaların uzamasından ortaya çıkan bir fıkırtı iken sonra üç hamleli bir kahkaha oluyor,
güzel güldüğünü bilen bir genç kadın israfıyla gülmelerin arkası gelmiyordu. Piyanonun yanına
oturdular. Şimdi Hacer uzun uzun bir şey anlatarak Necib’in gülümsemeyle tek tük verdiği
cevaplarını dinliyordu. Eliyle şöyle dayandığı piyanoda şimdi ihmal ile birkaç nağme yapmaya
başladı. Ama Suad bir erkek olsun da kim olursa olsun gibi bir şey olan bu hâlden o kadar
iğreniyordu ki, Necib’e kızıyordu. Bu kadarının fazla olduğunu, Hacer’in deliliklerine bu kadar
oyuncak olmanın uygunsuz kaçtığını anlaması gerekir gibi geliyordu.
Onun için, Fatin gazeteyi bırakıp: “Yolculuk göründü. Saat kaç?” diye Süreyya’ya saati sorduğu ve
gitmek zamanı geldiğine karar verildiği zaman rahat etti. Süreyya, Necib’e: “Çıkıyor musun Necib?
Beraber çıkalım mı?..” diyordu. Hanımefendi gelmiş, Fatin’e bir şey ısmarlıyordu. Sonra Hacer’in
müdahalesi gerekti. Hanımefendi, Fatin’in Hacer’e aldığı lavantadan bir şişe istiyordu. Öteki, bir
taraftan gazetenin son sütunlarına bakıyor, bir taraftan: “Hay hay, efendim... Baş üstüne...” diyordu.
Ve hanımefendi parayı sorunca, Fatin’de pek telaşlı bir red veya kabul yokluğu tavrı göründüyse de
sonunda mecbur olup: “Yirmi beş... Yirmi beş, efendim... Fakat ne gerek var... Rica ederim... İzin
vermeliydiniz...” diyerek parayı aldı.
Artık çıkıyorlardı. Hacer, Necib’e ne zaman geleceğini soruyor o da “Bakalım!” diye tereddütle
Suad’a bakıyordu. O zaman Suad öfkesinden, istemeyerek fakat elinde olmadan kalbinden gelen bir
arzuya uyarak, başını çevirdi. Ve onun tam bir ümitsizlikle çıktığını görünce şimdi de içinden bir
zehir aktığını hissetti. Evet onun buraya gelmesini hem istiyor, hem istemiyordu. Burada her an şimdi
bir şey olacak mı diye korkmak onu bitiriyordu. Dün gece bir müddet kalbinin durduğunu hissetmiş,
kulaklarına uğultular hücum etmişti. Bundan başka Hacer’e de kızıyordu. Necib burada sadece
Hacer’in oyuncağı oluyordu.
Hacer, cumbadan onları bakışlarıyla köşeye kadar izledikten sonra birden dönerek:
“Gördün mü babamın sevgili damadını?” dedi. Sonra içinden taşıyormuş gibi bir şikâyet
coşkusuyla söylenmeye başladı: “Ah, sen bilmezsin?” diyordu. “Sen bilmezsin ki... Her gün yaşaya
yaşaya her hâlini o kadar öğrendim ki, artık iğreniyorum. Dün geceki balık meselesini biliyorsun a!..
Sonra sabahki lavanta... Güya para almak istemiyor, hâlbuki ölür. Eğer kendisi mecbur olsa da o bir
şişe lavantaya yirmi beş değil, beş kuruş verse, bir ay hasta yatar...” Bu arada acı acı güldü. “Sonra,
sonra o gazete... Gazeteyi gördün a!.. Eğer okumadan buradan çıksa akşama döndüğü zaman ille
okumalı, yoksa sokakta on para verip de bir gazete bile almaz...”
Suad istemeyerek gülüyordu. “Amma yaptınız?” diye itiraz etti. Öbürü tam bir ciddiyetle yemin
ediyordu. “Hep para için, para...” diyordu. Söylerken, ikide birde sokağa bakmaktan geri kalmıyor,
cumbanın içinde dizüstü oturmuş kâh dayanarak, kâh dinlenerek ciddiyetle anlatıyordu. Biraz sonra
ona bakarak: “Para için neler yaptığını bilsen...” dedi. Sonra gülerek:
“Bilmem sana söyleyeyim mi? Gece gündüz parasızlık şikâyeti ile biraz para biriktiriyor, vallahi
biriktiriyor. Benden saklıyor. Ama eminim; bir şeye harcadığı yok ki... O kadar parayı ne yapacak?
Zavallı Perizad, giysilerini süpüre süpüre, lekeleri çıkaracağım diye uğraşa uğraşa ne hâllere giriyor
bilsen... Aman, hanımcığım, ille yaka... Siliyorum siliyorum... Bembeyaz oluyor...” diyordu. Hâlâ
damatlık gömleklerini giyer... ‘Ne yapayım, ne zararı var? Parasızlık bu...’ diyor... Daha, daha...
Söylenmekle biter, tükenir şey değil... Ara sıra çocuğumuz olsa diyorum da gözleri faltaşı gibi
açılıyor. ‘Sen çıldırdınsa kendini okut, hanımefendi! Benim daha o kadar param yok’ diye beni
kovalıyor. Çocuk, çocuk... Hâlbuki bilsen ne kadar istiyorum, kardeşim...”
Suad üzüntülü, merak ederek bakıyordu. Öbürü ise şikâyete devamla: “Benim elimde bir şey
bırakmıyor ki, ne yapayım?” diye yarı utanarak kendi zayıflığını anlatmak istiyordu. Suad, çocuk için
sızlayan ve şüphe edilemeyecek kadar içten görünen bu kadının yanında bir duygu ortaklığıyla, ona
acımaya başladı, onun birtakım hâllerine hak vermek istiyordu, onu birtakım zorunluluklar arasında
zayıf ve aciz kalmış görüyordu. Birden bu karı koca arasındaki maddî ve manevî boşluğa bakarak
ürktü.
Hacer devam ediyordu:
“Bir taraftan babama o kadar tutundu ki, artık hiçbir şeye önem vermiyor. Bir gün öyle olacak ki,
beni boşayacak ve buradan kovacak kendisi burada evin çocuğu gibi yeniden evlenebilecek...” Tekrar
acı acı gülmeye başladı.
Birden pencereye eğilip baktı. Telâşla: “Aman kardeşim... Koş koş... Güzel Tahir’e bak...” dedi.
Suad bu telâşlı davete uyarak baktı. Bu, zembil ile karşılarındaki konağın kapısını çalan genç bir
uşaktı. O zaman Hacer, nasıl bütün hanımların bunu beğenip “Uşak güzeli” dediklerini anlatarak
katılıyor, “İlle Miralay’ın hanım... Gözlerine bayılıyormuş...” diye bitiremiyordu. Suad şaşkın,
“Hangi hanım? Niçin?” diye soruyordu. O zaman Hacer saydı. Bunlar hanımlardı, hatta bazılarının
genç ve yakışıklı beyleri de vardı. Şaştıkça Hacer zaferle anlatarak gülüyor, o kadar merak ve
önemle bakarak öyle bir açıklıkla tarif ediyordu ki, kendisinin de onlarla aynı fikirde olduğu
görülüyordu. Bununla beraber daha çekingen göründü.
“Ama çirkin bir adam da değil... Allah için söylemeli... Hele gözleri... Eğer ona da bey elbiseleri
giydirsen olur biter.”
O gülerken Suad şaşkın, susuyordu. Onun için bir erkeğin güzelliği, incelik ve seçkinliğiyle
ölçülürken bunların böyle düşünerek nasıl kadın olduklarını düşünüyordu. Hâlbuki Hacer: “Canım
senin buradan geçerken bayıldığın zabitler, beyler...” dedikçe: “Hayır benim buradan geçerken
bayıldığım zabitlerden, beylerden haberim yok.” demek istiyordu. Ah, nasıl anlıyor, nasıl görüyordu!
Hacer’in iyi bir kocası olsa da yine bunlardan hoşlanacağını, çünkü ruhunun adi, kirli olduğunu nasıl
görüyordu. Ve o hanımları gözünün önüne getirip böyle ufak itirafları, aralarında yaptıkları
toplantıları düşünerek iğreniyordu.
Bunun kendisi için garip ve uzun bir etkisi oldu. Hacer’de nasıl kendisine hiç benzemeyen esaslı
hâller olduğunu zaten bilirdi. Fakat uyuşmazlığın bu derecesine şaşıyordu. Bu kadarını hiç tahmin
etmemişti. Bununla beraber hanımefendi onun için başka bir ders oluyordu. Onun hakkında en küçük
bir azarlama kelimesi bile söylenmemiş, hiçbir rivayet işitilmemiş olduğunu düşünerek: “Hayır, bu
fenalıklar kocaların fenalığından değil, kadınların kendilerinden geliyor.” diye karar veriyordu. İyi
kadın, kocası kötü bile olsa, karşı koyması mümkün olmayan bir kader darbesi altında ezilir, kalırdı.
Sevmeye gelince, o öyle sokaktan geçerken karşıdan görmekle erkek sevmeyi anlamıyordu. Bu ona,
seveyim diye sevmek gibi geliyordu. Sevmek için bilmeyerek sevmek, sonra fark etmek lazım diye
düşünüyordu.
Öbür türlüsü... İşte Hacer’in, Hacer gibilerin sevdaları... Ömrünü geçirdiği cumbada birini bulup
sevip sevilmek için geçen ömründe kendisine uygun bulduğu herkesle aşk oyunu yapmak, işte onların
sevmeleri... Sevmek bir hastalık gibi geldikten ve sizi kavrayıp zorladıktan ve acı çektirdikten sonra
anlaşılan, o zaman görülüp incelenebilen bir hâl olmalıydı. Kim bilir Hacer bu pencerede kimleri
sevmişti? Yani mümkün olsa sevecekti ve mümkün olmadığı için gerçek hayatlarına olduğu gibi
devam ediyorlardı, sadece bir hevesle dönüş ve yönelişi merak edilen bir hayalden ibaret kalıyordu.
O hâlde Hacer için ilk fırsat bir düşüş olacaktı. Sanki onun ruhu yoktu. Onun düşünceleri, kendini
alıkoyan şeyler yoktu. Sadece karşıdan görüp beğendiği bir erkeği âdet yerini bulsun diye seven, bu
kadar önem veren bir kadını anlamak ve onunla hemfikir olmak onun hayatındaki bütün değerleri yok
edebilirdi. O zaman Hacer’in niçin Necib’e o kadar ölüme gidercesine arzu duymaya gönüllü
olduğunu anlıyordu.
Ama o hangisini seviyordu? Onu anlamak imkânsızdı. Onun her geçene dair bilgisi, merakı,
açıklamaları vardı. Ve bir gün istemeyerek bunu öğrenmiş oldu. Böyle itiraflarla geçen iki günden
sonra bir akşam yine sokak üstündeki orta odaya gelmiş, alışılmışın tersine pencereyi boş bulmuştu.
Oraya oturdu, birkaç dakika sonra köşeden çıkar çıkmaz yarı tereddütle gözünü pencereye dikip
oradan ayırmayan orta boylu şişmanca bir süvari subayını gördü.
Arkasından koşarak Hacer’in geldiği görüldü. Hacer, Suad’a hiç önem vermeyerek cumbanın öbür
penceresine abandı. Onu ancak arkasından görebildi. Demek buydu. Zavallı adam şimdi kendine
bakan gözün akşama kadar kimlere nasıl aynı merak ve hoşlanmayla baktığından şüphe etmeyerek
başarılı, zafer kazanmış, memnun gidiyordu.
İstemeyerek öğrendiği bu hâl ile sıkılırken Hacer birden dönerek elindeki lavanta şişesini gösterdi.
Katılarak gülüyor, Suad’ın merakını görerek: “Boşuna, anlayamazsın!” diyordu. Sonra anlattı: “Hani
önceki gün!” dedi. “Annemden lavanta için yirmi beş kuruş almadı mıydı? Hâlbuki işte...” şişenin
altındaki fiyat kâğıdını gösteriyordu. Suad orada on sekiz kuruş yazılı olduğunu gördü. Hacer
dudaklarında aşağılama, acı bir gülümseme: “Hödük herif hem yapıyor, hem yapmasını bilmiyor...
İşte...” dedi.
Suad üzüntülü, cidden rahatsızdı. Söyleyecek bir şey bulamayarak, kaçmak isteyerek, ateş üzerinde
gibi duruyor, Hacer’in kocası hakkında söylediği ağır sözlerden sıkılarak ne yapacağını bilemiyordu.
Onun karşısında kendini bıktıran bir şey de Necib meselesiydi. O, kendi itiraflarıyla saatler
geçirirken kendinden de söz almak merakıyla ara sıra gözleri ateşlenirdi. Bu kadında bu yolda bir
şeyler konuşmaya bir tehlikeli arzu, konuşurken bütün ruhuyla meşgul olarak gözlerinde bir parlayış
vardı ki, Suad hayret ediyordu. Konuşurken birçok şeyler Necib’den konuşmaya sebep olabilirdi. O
zaman Necib’in bekârlık hayatından bahsedip merak ederek: “Onun başka işi yok ki... Hep kadın
peşinde...” diye derin bir işin içyüzünü araştırma merakı ile parlayan gözlerine bakardı. Fakat Necib
hep Frenk kadınlarıyla meşgul olduğu için onu sevmiyordu. “Bu kadınları nasıl da seviyorlar, bilmem
ki?” diye dudaklarını büküyordu. Aslında takdir etmekle beraber kıyaslamada yine onları zararlı
çıkarmaktan başka bir şey yapamıyordu.
O, böyle konuşurken Suad ağzından, gözlerinden bir kelime, bir bakış, sessizlikten bir anlam
çıkacak, bir şey sorulacak, sonra abartılarak bir yeni yalan daha çıkarılacak diye titrer, “Vallahi bir
şey bilmem... Bir şey yok...” yeminiyle zihnen o kadar meşgul olurdu ki, hemen ağzından kaçacak
zannederdi. Zaten var mıydı? Bir şey olmadığına hem de samimi olarak yemin edemez miydi? Onların
yanında kendini o kadar temiz görüyordu ki, masum olduğuna yemin etmekten korkmuyordu. Fakat
hanımefendinin yanına gidince bu hissi büsbütün aksi olarak ortaya çıkıyor, o zaman kendini onlarla
kıyasladığına utanıp uçurumda bulunduğunu inkâr edemiyor, bir an hâli kalmadığı o yakıcı
düşüncelerle kendini harap eden bir zıtlık kalabalığı içinde ölüyordu.
Hacer pencerede birden “Ooo!” etti.
Suad “ne var” der gibi baktı. Öteki başını çevirmeyip cama yapıştırarak cevap verdi: “Necib’le
Süreyya!” Ve birden kalp çarpıntısı ile sararan Suad’a anlamlı bir bakışla bir saniye bakıp sonra
cama yapışarak:
“Artık elbette gelir... Siz burada mısınız, değil misiniz?.. Bütün yaz iki kere gelmedi.” Sonra bu
kelimelerde hiçbir gizli anlam yokmuş gibi gayet doğal olarak başını çevirip gözleriyle çağırdı:
“Aman gel bak Suad, ne güzel bir adam... Yanlarındaki zabit... Koş bak...”
O zaman Suad, bunun süvari subayı olduğunu gördü. Bu adam Süreyya ile konuşuyor, Necib az
açıkta onları dinlemeyerek eşlik ediyordu. Sonra subay ayrılmak için selam verdi ve pencerenin
altından geçerken yine bir kere yukarı baktı. Hacer’in omuzlarında bir gülme fıkırdadı. “Aaa” dedi.
“Sanki o da ne? Niçin bakıyor öyle?” Ve sonra, beyler oraya geldikleri zaman Suad, daha gideli üç
gün olmadığı hâlde Necib’in gelmesiyle endişeli, “Ben gelme dedim, yine niçin geldi?” diye kızgın
bununla beraber yine perişan, yine bitkin kalmışken, Hacer’in Süreyya’ya ve subayın kim olduğunu
tam bir rahatlık ve memnuniyetle sorduğunu görerek şaşırdı. Hacer, o kadar doğal ve serbest
davranıyor, bu kötülüğü öyle tereddütsüz, âdeta haz ve tutkunlukla yürütüyordu ki, Suad, kendisinin
nasıl safdil olduğuna şaşıyordu. O ne kadar korkmuştu. Hâlâ ne kadar korkuyor, endişe ediyordu.
Hâlbuki herkes, işte bütün bir mahallenin en itibarlı hanımları, iri yarı güzel bir köylü için
ölüyorlardı.
Korkmaktan başka onu şimdi bir de kızgınlık rahatsız ediyordu. “Niçin geliyor? Niçin?” diye
kendini yiyordu. Anlamamış mıydı? Giderken başını çevirmişken bunun “Hayır gelme!” demek
olduğunu anlamamış mıydı? Hiddetle haksızlık etmek “Öyleyse Hacer gel dediği için geliyor.” demek
istiyordu. Demek kendisi için gelmiyordu. Ve mademki kendisi için gelmiyordu... Suad, gözlerini
buğulatan bir hiddet bulutu içinde bir rahatsızlık bahane ederek kaçmak, görünmemek, yemeğe bile
inmemek arzusuna düşüyordu.
Necib herkese söz söylerken Hacer’le konuştuğunu, garip bir gülümsemeyle ona cevap verirken
hızlıca söylediği sözlerin etkisini merak ediyormuş gibi kendini de süzdüğünü görerek dinlemiyormuş
gibi davrandı. Ama hiç olmazsa anlasa da sakınsaydı. Ve onu tam tersine fazla bir neşeyle,
söylenerek Hacer’i güldürür gördükçe önceki düşüncesi kuvvet bulur gibi oluyor, “Hayır, iftira
etmemişim... Galiba onun için geliyor.” demek istiyordu. İçinde buna inanmamak ister gibi var olan
hisse karşı yalnız Necib’i aşağılamak arzusunu yenerek kendisini tutuyordu. Çünkü ona yüz yüze bir
söz söylemek mümkün olsaydı ilk kelimesinin bir hakaret kelimesi olacağını zannediyordu.
Ve onun mümkün oldukça acı, şikâyetçi bir bakışla baktığını gördükçe manasız görünmekte bir
intikam zevki bulmakla beraber hepsinden usanıp, yorulup bir ağlamak arzusunun hücumunu da
duyuyordu. Bu acıya mahkûm olmak için ne suçu olduğunu düşünüp artık dayanamayacağını, kendinin
her taraftan gelen bu hücumlara karşı aciz, kimsesiz ve mutsuz kaldığını görerek boynunu büküyordu.
O zaman Necib’e: “Hayır, sana gelme diyorum. Ne kadar mutsuz ve sefil olduğumu görmüyor
musun?” diye şikâyet etmek ihtiyacı ile eziliyordu. “Hiç olmazsa bu kadar sık gelme... Çünkü artık
her şey bitti.” demek istiyordu. Gerçekten her şeyi bitmiş miydi? Hiç olmazsa büsbütün bitirmemek
için tedbir lazımdı. Hâlbuki Necib o kadar ilgisiz davranıyordu ki, bu mümkün değildi. Ve bu gece
Süreyya ve Hacer’le beraber onların dört kişi kaldıkları bu odada, Necib’in böylesine Hacer’in
oyuncağı olduğunu görerek acıma ve kızgınlık arasında, yatma vakti geldiği zaman bir işkenceden
kurtuluyormuş zannedecek kadar acı hissetti.
Hâlbuki bu gün yarın yine gelecekti. Bu Suad’da bir ateş ve telâş olacak kadar merak ve önem
kazanıyordu. Onun anlamayan, böyle soğukluk görmek için ne yaptığını soran acı bakışları önünde
merhamet duyuyordu. Özellikle Hacer’den ayrılıp birden kendine yönelen bu bakış, o gizli ilişki bu
merhameti o kadar ateşlendiriyordu ki: “Ah, seni mutlu görmekten başka bir hayalim yok... Yemin
ederim ki başka bir şey istemiyorum... Fakat ah, mümkün olsa da şu işkenceden kurtulsak!..” diyordu.
Evet, niçin itiraf etmemeli? Bu her yönden katlanılmaz hayatında sefaletlerine biricik çârenin,
hepsini, her şeyi bırakıp gitmek olduğunu, büsbütün onun olmayınca rahat etmenin mümkün
olmadığını uzak ve imkânsız bir rüyayı düşünenler gibi gizli gizli görüyordu. Fakat bunun imkânsız
olduğunu da hemen, belki onu düşünürken beraber hissetmekten doğan ümitsizlik ve tembellikle artık
ölümden başka bir şeye sığınma kalmadığını anlıyordu. Bu her şeyi bırakıp gitmek, önce delilik diye
kabul ettiği bu kuruntu, tekrar düşüne düşüne alışıp artık bütün saatlerini işgal ediyor, bazen pek
kolay bir hareketmiş gibi öncesini ve zorluğunu unutup sadece mutlu ve rahat hayatlarını düşünmeye
sevk ederek mutlu ederken bir an oluyordu ki, fikren aştığı mesafelerden ürküyor ona değil hayata
geçirilmesi, düşünülmesi bile korkunç acı, bir ihanet gibi geliyordu. O zaman içinde bir yara açılıyor,
bir yakıcılık hissediyordu. Herkesin, dünyanın nefret etmesini, ailesinin babasının adını ve namusunu
lekelemeyi göze alacak kadar kuvvet bulduğu oluyor, bu ikiyüzlü ve kötü insanların yalnız sözde
kalan böyle değerlerini küçümsüyordu. Böyle olmakla beraber bu işte ona imkânsız görünen bir taraf,
bir uğursuzluk vardı. Onu asıl düşündüren Necib’in içtenlik ve ciddiyeti ve bundan emin olmak
ihtimali de yoktu. “İnsan eminim zannettiği şeylerde o kadar çok yanılır ki...” diyordu. Hem Necib, bu
büyük fedakârlığı yapacak kadar kendini seviyor muydu? Eğer şimdi o kadar seviyorsa bile bu kuvvet
ve gençlik sonra da devam edebilecek miydi? Çünkü bir gün onu üzüntülü ve pişman görmekten,
ölmek daha iyi geliyordu. Bundan sonra acaba bu yapılsa bile rahat ve geniş ömür sürebilecekler mi,
herkesin haklarında düşünecekleri, özellikle o kadar hakaretten dolayı hayatları zehirlenemeyecek
miydi? İkisi de, birbirine bakıp geçmişi düşünmekten kendilerini alamayacak kadar içten, alıngan
olunca bu hayat mümkün müydü? Daha bir ay önce, bu kadar onarılması imkânsız bir şey yapılmadığı
hâlde de, henüz başlangıcın öncesinde birbirleri için, böyle şeyler için acı duymamışlar mıydı?
Daha bu dereceye gelmeden, daha ilk değerlendirmelerinde ümitsiz oluyor, özellikle Necib’i
Hacer’in karşısında öyle gördükçe, onun ciddiyetinden şüphe ederek ümitsizliği çoğalıyor, o zaman
başı bu ağırlıklar altında zayıf, karmakarışık, ıstıraplı, hep çaresizlikler arasında dirençsiz kalarak,
ne tarafa dönse bir uçurum görerek: “Ah kötü, bu işte bir uğursuzluk var. Hiçbir şey yapmak mümkün
değil!” diyordu. Yalnız her şeyden vazgeçip yine eski hayatına gömülmek isteyerek kalıveriyordu.
Her şeyi unutup, unutmaya çalışıp: “O bir rüya idi, geçti...” diye bundan sonra hayatına herkes gibi
katlanmak, o geçen birkaç aylık mutluluğun böyle birden ve sonsuza kadar sönüvermiş görmek
ayrılığına hazırlanmak gerektiğini görüyordu. Ve kendi kendine bu yakıcı zorunluluğu düşünürken
isyan eden kalbine karşı uzak bir ses vardı ki en akıllıca olanın bu olduğunu hatırlattığı oluyordu. Bu
pek gizli, yok olması pek hızlı olan bir şeydi, belki imkânsızlıkla ümitsizlikten geliyor, kuvvet bulmak
için kabul olunuyordu. Fakat hissediyordu ki, Necib o hüzünlü gözleriyle gelse, o ateşli sesiyle:
“Hayır, Suad, sen burada böyle ölmeyeceksin, ben sensiz yaşayamıyorum. Seni götüreceğim; gelirsin
değil mi, benimle gelirsin değil mi?” deseydi, hepsini, evet her şeyi unutabilecekti. O kadar çılgın, o
kadar zayıf olduğu dakikalardı. Onun sesine, onun bu teklifine o kadar tutkun ve hasretti. Öyle
zamanlarda geleceği düşünse bile bir kere büsbütün onun olduktan sonra ilk felâketinde ölmek
imkânı, kendisini inandırıyor ve yatıştırıyordu. Sonra “Hep rüya, hep çılgınlık! Uyanmalı...” diyor,
Necib hiçbir zaman bu kadar fedakârlık yapacak derecede kendini sevmiyor gibi geliyordu.
Yine böyle bir anda, böyle ümitsizliğin altında ezildiği bir sabah, Süreyya yeni gitmiş, o eline
okumak için gazeteyi almış fakat gözleri kafesin arasında dalıp kalmıştı. Arkasından kapının
açıldığını işitti. “Hacer’dir...” diye düşünüyordu fakat Necib’in sesini duyunca sıçradı. O:
“Maşallah...” diye giriverdi. Gayet büyük korkuların verdiği şiddetli kalp çarpıntılarıyla düşünmeden
bir aşk heyecanı karışmıştı. Necib’i yine o mutlu zamanları, yalnız birbirleri için yaşadıkları
zamanları hatırlatan o derin sevgi bakışıyla bulunca bütün şüphelerin, kırgınlıkların bittiğini gördü.
Fakat Necib, dış görünüşteki neşesinin gizleyemediği bir bakışla bıkkın ve kederliydi. Karşılarında
bir acının eğilişi vardı. Her şeyden usanmış, dünyada hiçbir arzusu kalmamış insanlar gibi
konuşuyordu. Bu bir haftalık hayatı onu yıkmış, hurdahaş etmişti. Önce resmiyet içinde başladı. Sonra
yavaşça hayatını anlatmaya başlayınca şikâyetli bir tavır aldı. Kendinden bahsetmeyerek hayatının ne
boş, ne karanlık geçtiğini anlatıyor, artık katlanamayacağını hissettirmek istiyordu. Suad, bir söz
söyleyemeyerek, onun karamsarlığıyla iç sıkıntısına yenik kalıyor, suskun ve gamlı, birden
durumlarının hüzün ve korkusuna boğulmuş, dinliyordu. Sonra Necib kendilerine geçti. Ondan uzak,
ondan yoksun hayatı onu öldürüyordu. Şimdi onun Boğaziçi’nden inmemek arzusunu anlıyor, her şey
bitecek diye korkmakta hakkı olduğunu kabul ediyordu. Acı
bir şikâyetle: “Fakat asıl sen bitiriyorsun...” dememek için dişini sıktı. O, önce buraya gelirlerse
daha sık görüşürüz sanmıştı. Burada bulundukça görüşmek için bin türlü bahane çıkabilir diye
düşünmüştü. Hâlbuki orada... Kalsalardı...
O hayatı düşündükçe korkmuştu. Gitmekten çekinerek ve gitmek arzusuyla yanarak, bir karar
veremeyerek geçecek o cehennem hayatından o kadar korkmuştu ki, İstanbul’a inince memnun
olmuştu. Artık buraya sık sık gelecekti. Fakat şimdi... Eliyle ümitsiz bir hareket yaparak “Hâlbuki asıl
şimdi bitti!” diyordu. Güya asıl sebep etraftakilermiş gibi davranıyordu. Fakat ona ağlayarak:
“Hâlbuki sadece sensin Suad, sadece sen... Eğer sen istesen dünyada benim için başka hiçbir şeyin
önemi yoktur. Ben senden başka bir şeyden korkmam... Fakat sen istemiyorsun, sen kaçıyorsun. Yalnız
sen değil, benden şimdi gözlerin bile kaçıyor.” demek istiyordu.
Ve ikisinin dudaklarında titreyip söylemedikleri bu sözlerden birbirlerini anlayamamaktan dolayı,
gittikçe birbirlerine daha hain bir bilmece gibi görünüyorlardı. Onun bu kadar hıyanetine karşı Necib,
kalbinde öyle acı bir intikam duygusu buldu ki: “Her şey bitti!” derken: “Fakat siz bundan memnun
olmamalısınız!” dedi. Zaten belki onu Suad istememiş miydi? Suad kinayeli bir yakıcı bakışla
bakıyordu. Necib o acıyla:
“Evet, rahat, artık rahat... Bundan sonra iyice rahat... Benim yüzümden o kadar işkence ve hakaret
gördünüz ki.” diyordu.
Suad, gözlerine hücum eden yaşlarını göstermemek için başını çevirip sakin bir şekilde pencereden
baktı. “Ah bilsen...” demek isteyen, içten gelen hücuma karşı koymak için uğraştı. Necib hâlâ aynı
şekilde konuşuyor, yazın kendilerini sıktığından, pişmanlığından söz ediyor, böylece sevgi gösteren
bir savunma görmek ümidiyle, mümkün olduğu kadar acı sözleriyle devam ediyordu. Hâlbuki
sessizliğinde, ikisinin yalnız bulunuşundan sıkılır gibi bir hâli vardı. Sanki onun ruhunu saklayan bir
yabancılık, bir fikri başka şeyle yahut şu durumdan kurtulma arzusuyla meşgul oluşu fark ediyordu.
Onu yalnız bulmak için buraya bu vakit gelip de istediği gibi yalnız bulunca mümkün olduğu kadar
uğraşıp açıklama istemek, işi iyice anlamak kararındaydı.
Ve tekrar onun istekli ve hayat veren gözlerinin önünde, o namus kaynağı temizliğinden ümit ve şifa
içmek emelindeyken onun iki haftalık ayrı düşmelerinin vereceği etkiyle böyle yabancı, inatçı ve bir
sır gibi umursamaz ve sınırlanmış görünce söylemek istediklerini söyleyemeyerek ruhunda bir acı
şikâyet, bir feryat arzusunun yükseldiğini duyuyordu. Böyle ümit isterken ümitsizlik ve yoksunluk
verilmesinin acısıyla o kadar zehirlendi ki, bir intikam hırsı ile kendisi de zehirlemek arzusuna düştü
ve sözlerini: “Hâlbuki işte hâlâ rahatsız ediyorum.” diye bitirdi. Sonsuz bir ümitsizlikle güçsüzdü.
“Bilir misiniz gelmek için niçin bu saati seçtim? Biliyordum ki yalnız bulmak ihtimali ancak bu
vakit vardır. Bir şey olacak zannediyordum. Üzüntüm azalır diyordum... Fakat işte... İşte gördüğüm
kabul... Ah, budala!..”
Birden kesti, onun öbürlerinden korktuğu hakkındaki fikri tamamen yok olmuş olduğundan
kendisinin istemediğini ve nasıl olsa o istemeyince bu hâlin devam edeceğini, artık önceki kadar
sevilmediğini düşünerek bu çaresizlikten bir feryat ortaya çıktı:
“Ah, bilmem ki ne yapmalı?”
Çılgınlıkla bakarak inliyordu. Suad hâlâ başı cama çevrilmiş duruyordu. Her an başını çevirip
birçok şey söylemek arzusuyla boğuşuyor, gözlerinin hâla kurumadığını hissederek kalbinden çıkan
aşk ve elem feryatlarını susturmaya uğraşıyordu. Bunda bir mecburiyetle teslimiyet vardı. “Mademki
iyisi her şeyi unutmaktır.” diye biraz irade de karışıyordu. Ve işte bu kararsızlık ve sessizlik anında
“Beni sevmiyor, beni istemiyor artık!” şüphesi Necib’e bu saniyelerde geldi. Bu acı bir
tırmalanmayla başladı. Fakat o kadar acıyla ruh derinliklerine inip acılarına öyle bir teselli oldu ki,
bir ümide sarılır gibi ona sarıldı. Ah bir kere bundan emin olsaydı, onun bütün nefret ettiği kadınlar
gibi birkaç aylık hevesle vakit geçirdikten sonra, ilk tehlikede rahatını aşkına feda edemeyerek
çekilen kadınlardan olduğunu anlasa, bu son ihanetle yine yaralansaydı... Hatta şimdi onun aşkı için
kendisi sızlanırken mesela o pencerede başkasını, kalbini şimdi titreteni beklemiş olsaydı... O zaman
yine yaralanacaktı. Fakat bu yarada büyük bir şifa var gibi geliyordu.
Bunun üzerine sevilmediğini anlamak, emin olmak için çalışmaya başladı. Bunu büyük bir zevkle,
beklenilen bir neşeye katılmak zevkiyle, kimden olduğunu bilmediği bir intikam hırsıyla yapıyordu.
Bu zevkte fırsat bulan bir acılık vardı. “Tekrar ne vakit geleyim?” diye sordu. Suad, bu kötü yerden
kurtulmak, her şeyi anlatmak samimi arzusuyla uğraşırken sonunda karar vererek başını çevirdi.
“Vallahi o kadar karışık ki...” diye başladı. Fakat Necib’in gözlerinde o kadar yabancı, o kadar
ruhsuz, hiç Necib’de görmediği soğuk bir bakış vardı ki, coşkusu birden dondu. O zaman korkarak,
tereddüt ederek onun inanmayıp eğlendiğini göre göre, bulamadığı kelimeleri araya araya evin
rahatsızlığını anlatmaya çalıştı. Necib, bütün bunların nasıl temelsiz bir bahane olduğunu görüyor,
“Pekâlâ, ya şimdi... Şimdi de Hacer mi var? İşte şimdi de öldüğümü görüyorsun. Şimdi de
inliyorum... Ve sen hâlâ taş gibi, hâlâ kalpsiz... Bana bir bakışın bir ay yeter. Bunlar hep yalan... Asıl
gerçeği niçin söylememeli? Senin gözlerin söylüyor ki: Artık her şey bitti... Yalan, yalan... Ah, hep
yalansınız!..” diye haykırmak istiyordu. Bir an oldu ki, Suad onun bu fikrinden şüphe eder gibi oldu.
Ruhunun tekrar o şelâle heybetiyle onun ayaklarına atılmak istediğini hissetti. “Ah bilsen...” demek
için öldü. Fakat Necib o kadar soğuk, öyle karanlıktı ki, sustu. O şimdi ayağa kalkmış, pencereye
dayanmış, sokağa bakıyordu. Ve dudaklarını titreten, gözlerini bulandıran bir gözyaşı hücumu içinde
bu artık ümitsiz, tedavisiz, her şeyin bittiğini, onun buna çare bulmayacağını, tam tersine kendisinin
bitirdiğini görmekten meydana gelen gözyaşları içinde boğuluyordu. Bir zaman Suad’ın kendisini ne
kadar sevdiğini, kendisi için ne zahmetlere katlanmaya hazır olduğunu düşünüyordu. Ah, o zamanı bir
daha ele geçirmek için hayatını ne kadar sevinerek verirdi. Çünkü bundan sonra bu hayatı ne
yapacaktı? Önceden katlanamıyordu, bundan sonra ne yapacaktı?
Kapı şiddetli bir fırtınayla açılır gibi arkasına dayandı. Eşikte Hacer görüldü... “Necib Bey gelmiş
diyorlar, nerede ya?” diye gözleriyle araştırıyordu. Onu görünce girdi. “Maşallah, efendim, hiç de
haber vermezsiniz...” diyor, Necib’e giderek: “Nereden böyle? Bu ne şeref efendim?” sitemlerine
geçiverdi. Sonra, ikisinin de hâllerine bakıp merakla: “O ne o? Ne oluyorsunuz ikiniz de Allah
aşkınıza?” diyordu. İnce dudaklarında sivri bir gülümseme duruyor, gözlerinde bir ateş
gülümsüyordu.
Necib’in söylediği birkaç söz üzerine merak siteme dönüştü: “Hani dün gece gelecektiniz?
Maşallah, gerçekten sözünüzün erisiniz...” Necib’in mırıldanarak açıkladığı özürlere karşı dargınmış
da affetmeyecekmiş gibi davranıyor, işlenilen suçun büyüklüğünü anlatmak ister gibi:
“Bilsen ne kadar bekledim...” diye şikâyet ediyordu.
Suad, başını pencerenin camına dayamış ağlıyordu. Gelmek için kendisinden gizli sözler verdiği bu
kadının gözünde Necib’in, komşunun uşağından bir farkı olmayışına ağlıyordu. Ve onlar olmasa
haykırarak ağlayacağını zannediyor, mendiliyle ağzını tıkayarak, dalmış gibi görünerek, bakmıyordu.
Necib o gün akşama kadar kalbinde zehir ve ölüm olduğu hâlde kalmaya mecbur olduktan sonra bir
zindandan kurtuluyor gibi oradan çıkınca, oradayken sokağa kendini atıp serbest kalırsa rahat
edeceğini zannederken, şimdi yalnız, bütün endişeleriyle, bütün felâketleriyle yalnız kalınca harap
oldu. Asıl beynini ezen, kafasını çatlatan, bir türlü halledemediği bir taraf vardı. Yüz bin kere: “Ama
nasıl olur? Niçin? Bu mümkün değil!” diyor, bir sebep belirleyemeyerek, “Bir şey var, ne olduğunu
bilmem, fakat her hâlde bir şey tuttuğunu ve kahrettiğini görüyordu. Bu ateş arasında bu şeyin başka
birisi olmak ihtimali de düşüncesini bir zehirle yakıyordu.
Demek her şey bitmişti... Her şey, bütün her şey... Hiçbir dönüş ihtimali, geri alma ümidi
olmaksızın... Büsbütün, ne bir ümit, ne bir emel, ne bir şey, hiç, hiçbir şey... Ne bir gülümseme, ne
bir bakış, öyle mi? Fakat niçin? Burada, bu işin haksızlığı ile kudurmuş gibi öfkeden etrafını kanlı
görüyordu. Niçin? Evet, o ne yapmıştı? Bu hakaret ve rezalete mahkûm olmayı anlamayarak,
bilemeyerek, nedenini bulamayarak sersem, mutsuz, sefil yine oraya gidiyordu. Ah, oraya onun yanına
çıkıp titreyerek varlığını isteyerek ölürken, onun gözlerinde yine o gülümsemeyi, onun sade gölgesini
görmek için kalbinde ne sefil bir istek ve tehlikeli arzu vardı. Fakat Suad’ı donuk ve soğuk, yalnız
görünürde bir nezaketle gördükçe, tekrar deli olarak ne yapacağını bilemiyor ve Hacer’in elinde
kalıyordu. Başı endişe ateşinden çatlarken gülmek, güldürmek, konuşmak gerekiyor, kaçmak için
bahaneler arayarak geldiğine pişman oluyordu. Hacer onu piyanoya götürür, şarkılar, peşrevler çalar;
sonra kantolara geçerek eğlendirirdi. Ve Necib piyanoya dayanarak, şimdi ötede bir düşman gibi
duran şu kadına, bir zaman kendisi için piyano çalmanın bir bahtiyarlık olduğunu acı acı düşünerek bu
mutlu olmaksızın geçen bahtiyarlığa bir yetim ayrılığıyla ağlamak isterdi. Acı bir tırmalanmayla: “Ah,
bir saatlik o hayat için bütün ömrümü verirdim...” diyordu. O zaman Hacer’in deliliklerine şen
görünüp hüngür hüngür ağlamamak, yahut ümitsizlikle ve asık suratlı kalmamak için ona eşlik
ederken, tekrar gelmeyeceğine yeminler ederek eziliyordu. Her gelişinde ümitle geliyor, gelir gelmez
kaçmaktan başka bir şey istemeyerek onu bir kurtuluş gibi görüyor ve tekrar gelmemek yeminiyle
çıkınca yine özlemle yanıyordu. Bu sefer bir daha gidip ona yalvararak, ağlayarak, onsuz kalınca
harap ve yok olduğunu anlatarak ona tekrar hayat vermesi için rica etmek istiyordu. Fakat onu yalnız
bulmak mümkün olmuyordu. Ve yalnız kalmasını beklemek o kadar şiddetli bir ateş olurken yalnız
kalsa bile onda coşkusunu, zavallı cesaretini donduran bir ciddiyet ve ağırbaşlılık görerek
korkuyordu. Bir zaman o kadar emin olduğu bu kadından şimdi böyle korktukça, kaçmaya cesaret
edemeyecek bir hâle geliyordu, gözünde o kadar büyümüş oluyordu. Sadece bir kere yalnız kaldıkları
ilk birkaç dakikada, bin gayret ve kalp çarpıntısıyla, ortada bir hayat ve ölüm meselesi varmış gibi
heyecanla birçok şey söylemek niyetinde olduğu hâlde sinirleri kilitlenip çeneleri kuvvetsiz kalarak,
en sonunda sadece “Artık zannediyorum ki dargınız...” diyebildi ve titreyerek sustu. Ciğerlerine kadar
bitkin bırakan bir titremeyle çaresizdi.
Suad’ın gözleri, belirli bir mana veremeyeceği sorgu dolu bakışla kendine yöneldi. Necib, şu nefis
yaratığın nasıl bir tek sözüne hayat ve mutluluğunun bağlı olduğunu, gözünde bu vücudun ne yüz bin
hayata değer kıymette bulunduğunu düşünerek, tereddütlü, bir şey söylemedi:
“Bilmem...” dedi, “O kadar surat ediyorsunuz ki...”
Suad, yorgun, sonsuz bir bakışla baktı. Ve bir şey söylemedi.
Bir başka sefer Hacer’in piyanodan kalkmasından fırsatla birkaç gündür kendini oyalayan ve
heyecanlandıran bir niyetini söylemek istedi. Cesaret ederek ona rica etti. Hem açıkça reddedemez
diye onların yanında söylüyor, hem de belki bir hatırlatma olur da döner diye düşünüyordu.
Fakat Suad, gayet kısa ve cesaretini yok eden bir sakinlikle geri çevirdi. “Bitti, ah, ne olsa bitti!..
Tamiri imkânsız şekilde bitti...” diye başını dövüyordu. Ve onu gittikçe zayıf ve hasta görüyordu.
Kendi geldiği zamanlar onun birçok şey bahanesiyle kaçtığını ölerek gördükçe acı acı: “Benden
kaçıyor, benden... Bir zaman o kadar sevdiği Necib’den şimdi kaçıyor. Demek o kadar iğreniyor.
Niçin? Ne oldu yarabbim?” değerlendirmeleriyle harap oluyordu. Elinden geri dönüşü imkânsız bir
şekilde kaçtığından emin oldukça geçmişlerindeki mutlu hayatı, onun kendini mutlu etmek için yaptığı
şeyleri, o uzun uzun geceleri düşünerek, o zamanları ateşlerle geçirdiği hâlde bugün yaşadıklarını
anlayamıyordu, yaşadığı iki şey arasında dünyalar kadar fark vardı.
Sonra öfke geldi. Ve öfke gelince değerlendirmelerle beslenerek ateşli, kanlı bir düşmanlığa pek
çabuk dönüştü. Onun elinden gittiğine kesinlikle karar verip bir sebep de bulamayınca bütün suçu ona
yüklemekte bir intikam vahşeti buluyordu. “Ben ne yapayım? Daha ne istiyor?” Ona hürmet ve
kölelikten başka ne göstermiş, onu o kadar büyük ve yüksek tutmuştu? O kadar özen ve ilgiyle beraber
bu da mı böyle hakaret ve alçalmayla bitecekti? Bu da mı her aşk gibi sade bir nefret hâlinde bir
mezar bırakacaktı? O kadar eşsiz ve muhteşem gördüğü, muhteşem olması için her şeyi yaptığı bu
karşılıklı aşkın da bayağı, her günkü aşklar gibi olduğunu kabullenmek mecburiyetiyle isyan ederek
başını duvarlara çarpmak ve bu isteğinin de hemen oracıkta böylesine aşağılık bir biçimde son
bulmasını istiyordu. Ah, hayatından ne kadar iğreniyordu! Onun hiçbir zerresinde sevilecek, büyük,
muhterem bir şey görmüyordu. Köpek gibi başlamış, köpek gibi yaşamış, köpekler gibi şimdi
sürünmeye mahkûm olmuştu.
İlk, hayata dair hayallerinin büyüklüğüyle kendini aldattığı devri izleyen yenilgi dönemi başlamıştı.
Önce şöhret kazanmak, büyük olmak için hiç durmadan çalışmıştı, görkemli emellerinin esaslarını
hırs oluşturmuştu. Fakat bundan daha çabuk ve kesin bir şekilde şifa bulmak gerekti. Hayatının bu
emellerini gördükten sonra, kadınlar bir hayat için yeterlidir emeliyle onlara koşmuş ve bu ömür boyu
bir yıkım, sürekli yeni çalışmalarla, yeni tehlikeli arzularla feci bir yıkım oldu. İşte bu son, en son
yıkımdı. Ve bu, her şeyin sonuydu... Artık hayatına tükürmek istiyordu. Ah, onu nasıl bir şey
zannetmişti! Hâlbuki hep, hep boştu. Şöhret, hırs, aşk... Hepsi, hepsi, boştu. Tutacak, hayatta yardım
edecek hiç, hiçbir şey yoktu. Yokluktan başka hiçbir şey gerçek, hiçbir şey sonsuz değildi...
Ona gidip: “Kadınlar, ah siz hep aynısınız...” diye haykırmak istiyordu. Ve bir gün, o kadar
kahroldu, o kadar vahşileşti ki neredeyse onun önüne kadar gidip düşmanlıkla bakarak bu sözü
söyleyecekti. Fakat çok zamandan beri yakından görmediği için onu şimdi, o kadar zayıf, sarı,
gözlerini o kadar çürük ve zayıf buldu ki, bütün düşmanlık ve kızgınlığının gözyaşına dönüştüğünü
gördü.
Evet, Suad ölüyordu. Her şey onu öldürüyor, evdeki hayatı, Süreyya’nın hâlleri, artık o kadar
mutluluk umduğu aşkı gömmesi, her şey... Fakat onu asıl öldüren şey Necib’in Hacer’in elinde
tahammülle değil, zevkle oyuncak oluşu, piyanoda, bezik masasında, pencere kenarlarında saatlerce
gülmeleri, fısıldamaları idi. Kendini artık sevmeyişine, maddi bir faydalanma sağlayamayınca da onu
ihmâl edişine, özellikle de onu böylesine paçavra gibi atmasına tahammül edebilecek, üstelik eğer
gelmezse onu unutabilecekti. Fakat Necib’i gözlerinin önünde bu hareketlerde bulunacak kadar adi
kalpli bulmak onu öldürüyordu. İlk defa kıskançlığın öldürücü deliği kalbini yakıyordu. Onu öyle
gördükçe sade sevilmediğine değil, hiçbir vakit ciddi sevilmediğine karar vermek onu harap
ediyordu. Hem niçin sevilecekti? Kendine bakıp siyahlanmış kapakları içinde gözlerini donuk,
yüzünü sararmış bularak şimdiye kadar hatta o derece sevgi gördüğüne şaşırıyordu. Hiçbir zaman
kendisinin eşsiz bir güzel olduğuna inanmamıştı. Fakat herkeste özel bir cazibe bulunur fikrindeydi.
Hâlbuki kendisinin, işte bir sene bile bir aşkı sürdüremediğini görüyor, hiçbir şeyi başaramadığını
fark ediyor ve kendini aşağılanmış hissediyordu. Ve acı bir fedakârlıkla beraber Necib’e hak
veriyordu. Sevmekte hakkı olabilirdi; fakat gözünün önünde o hareketlerde bulunmak zalimane bir
hareketti. Hele ara sıra kendine yine eski tarz sesi ve tavrıyla davranışında dayanılmaz haince bir
alay buluyor ve o zaman ateş kesilerek kaçmaktan başka bir şey yapamıyordu. Ve bütün bu
mücadeleler içinde her gün daha çok ölüyordu.
Hâlbuki Necib, bırakıp kaçamadığı için dayanamayarak, yanarak, ölerek gelip de Suad’ı böyle
aşağılanmış, karanlık gördüğü için, kederli görünmemek, şüphe vermemek için, deli gibi, bilmeyerek
yapıyor, ayrı yaşayamadığı için geliyor, onu öyle bulduğu için ölüyordu. Ve önce böyle birbirini
yanlış anlamaktan başlayan kırgınlık, görüşülüp anlatılmadıkça, yavaş yavaş bağladığı düşmanlık
rengi o hâle geldi ki, bir müddet sonra Suad, onu o hâlde görüp ölmemek için onları yalnız bırakarak
kaçmaktan başka çare bulamaz oldu. Fakat hiçbir şey yapmak ihtimali yoktu. Sebepsizlik, çaresizlik
içinde kudurmak istediği bu bunalım ve çöküş devrelerinde sadece kendini yiyordu. Ve bu öylesine
karmakarışık bir hayat oluyordu, o kadar kararsızlık içinde sürünüyordu ki, artık gözünde hiçbir şeyin
öneminin kalmadığı oluyordu. Buna karşılık, deli olacağını zannettiği, haykırmak istediği fırtına
saatleri, “Ama ben ne yapaydım? Ben ne yapaydım? Niçin?” diye her şeyi ilân etmek istediği kin ve
nefret anları da ardından geliyordu.
Bir gün bu son dereceye geldi. Bir akşam yine kendini engelleyemeyerek, belki bir gülümseme
görürüm, belki sefaletimi görür de pişman olur diyerek konağa gitti. Hacer’le hanımefendi
oradaydılar. Suad’ı görmediği için ümitsiz, sormaktan çekinerek, yemeği bekledi ve titreyerek onun
sarı yüzü, soluk gözleriyle şimdi geleceğini beklerken Süreyya yalnız indi. Ve onun rahatsız olduğu
için inemediğini söyledi, bu paramparça eden bir darbe oldu. Son ve öldürücü darbe... Bu artık her
şeyin sonuydu. Demek her şey bu kadar, bu kadar tedavisiz bitmişti? Demek artık onu vücuduyla bile
o kadar rahatsız ediyordu? Bir zaman onu tam tersine mutlu ettiğini ve kendini görmek, alıkoymak için
neler, ah neler yaptığını acı acı düşünerek gözlerine yaşların hücumunu hissetti. Fakat birden öfke ve
kin bunları kuruttu. Bu hakaret, tahammülünün pek, pek üstündeydi. O kadar ki, deli gibi elinden
çatalı bıçağı fırlatarak sokağa fırlamak ve...
Evet, artık ölmek istiyordu. Mademki her şey bitmişti, mademki her şey bu derece bitmişti, artık
ölecekti. Hem de ne bitiş, hem de nasıl bitiş yarabbim? O bütün bir temizlik ve soyluluğuyla bu kadın
o kadar saygı ve aşkla sevip yücelttikten sonra şimdi, ah şimdi ne kadar, onu da öbürleri gibi
hafiflikle, hakaretle kabul edip iki buluşmadan sonra eskiyip atılan bir kundura gibi bırakmış olmayı
ne kadar istiyordu. Ona gidip “Ah, siz hepiniz aynısınız!” diye aşağılamak için nasıl bir arzusu vardı.
Acı acı: “Beni pek budala bulmuştur!” diye gülüyordu. Fakat bu da mümkün değildi. Hiç öyle
görünmüyordu. “Mutlaka, mutlaka bir şey var, fakat ne?” diye beynini yerken, bu kadar alçaklık ve
hakaretle, rezalet ve miskinlikle kovulmak acısı bir yara oluyordu. Ona haykırmak, kanlarına
boğularak, önünde ölerek haykırmak istiyordu. Ve onun ayaklarının altında kanlar içinde ölmenin bir
intikam vahşeti var gibi geliyordu. Önce bu fikre tutuldu. Ne olursa olsun onun önünde kendini
öldürecekti. Ona, yırtıcı bir düşmanlıkla: “Biliyor musun, sen de, sen de onlardansın. Bense bir şey
zannetmiştim...” diyebilerek ölmek, ona kendi kalbinin kuvvet ve heybetini gösterip pişman etmek,
harap etmek onu zevkten sarhoş hâle getiriyordu.
Ve yemekten sonra, bir bahaneyle, ellerinden kurtulup sokağa fırladığı zaman, ateşlerle yanıyordu.
O kadar yanıyordu ki, “Ah bir şey, bir şey” diye sızlıyordu. “Bir şey, bir deva, bir şifa...” Birden
aklına gelen fikre o kadar esir oldu ki, kendini bir arabaya atarak “Çabuk, Tokatlıyan...” dedi. Şimdi
araba şiddetle kaldırımların üzerinde yuvarlanırken, sanki beyni uyuşmuş, bir şey bilmiyormuş gibi
açıklamalarını ve sebeplerini düşünmüyor, acı çekiyordu. Acıya o kadar alıştığı, onu o kadar
yaratılış hâli saydığı için ıstıraplıydı.
Tokatlayan bu kış gecesinin saat dördünde, ıssızdı, neredeyse kimseler yoktu. Yalnız birkaç
yemekte geç kalmış, masa başında yemekten sonrasının rahatı ile sohbete dalmış takımlar vardı.
Orada masaya oturdu. Garsona “Viski!” dedi. Garson, viski ile soda getirmişti ve büyük bardağa bu
İngiliz rakısından iki parmak kadar koyuyordu. Necib “Koy, koy!..” dedi. O, hâlâ “Koy, koy!” diyor
ve garson hayretle bakarak dolduruyordu. Bardak dolduğu zaman sodayı göstererek “Götür onu” dedi
ve ilk hamlede rakının yarısını içti. İki dakika sonra midesinden bir ateş bütün damarlarına, beynine
yayıldı. Hâlâ o acı, sebepsiz, o belirsiz bir sancı gibi işkence devam ediyordu. Ve bu yayılan
sarhoşluk arasında, gözleri dumanlanıp derin bir özlem ateşiyle ruhu sızlarken, birden mızıkanın
çığlıkları yankılanınca “oh” dedi. Dumanlı bulutlar beyninde acı bir zevkle dalgalandı.
Şimdi artık hatırlıyordu. Artık bütün aşk serüvenini, en uzak ve eski ayrıntılarına kadar görüyor ve
onları her ayrıntıda uzun uzun düşündükçe, hepsinin sonunda sefillik ve alçaklığıyla yaralanarak, her
mutluluktan bir başka yaralanıyordu. Ve onu bu işkencelerden çok, en çok öldüren şey, sebebini
bilmeyerek anlatamadığı Suad’ın bu davranışını belki küçük bir hareketle engellemek mümkünken,
bunu bilemeyerek, yapamayarak, her şeyin böyle sönmesine aciz bir tanık oluşu idi. Orkestra o kadar
sevdikleri, beraberce o kadar kendilerinden geçtikleri Maskeli Balo’nun bir fantezisini çalıyor, “Ama
sapından koparılmış.” parçasına gelince, bütün o yok olmuş mutlulukları o kadar elem ve hasretle
hatırlatan güzel nağmeyle kendinden geçerek, “Evet, sapından... Sapından değil, canından koparılmış,
ruhundan koparılmış...” diye inledi. Viskiyle boğmak istediği kederi müziğin etkisiyle öyle bir
dumanla sanki uzaklaşmış, sanki ateşi söndürür gibi bir tesir veriyor ve bundaki sarhoşluk zehri,
kâinat his ve bilgisi o kadar yükseliyor ve uzaklaşıyordu ki, garsona tekrar bardağını gösterdi. Ve
gece yarısına kadar burada kaldı. Artık gözleri ağır bir uykuyla mahmur gibi, yavaş, bulutlu, yüzünün
adaleleri bir bir çekik, gergindi. İradesiz ve sürekli bir şekilde bıyıklarını karıştırıyor, ara sıra o
havayı kendi kendine mırıldanarak: “Ah sapından koparılmış...” diye mırıldanıyordu.
Bu sefer Necib, konakta bir hafta görünmedi. Suad, önce bundan memnun olurken gittikçe
endişelenmeye, sıkılmaya başlıyordu; onun yüzünden de, arkasından da üzüntülü olduğunu görüp:
“Ah, bu aşk ne acı bir yara imiş! Ne kötü şeymiş!” diyordu. Onu o kadar çok sevmişti ve severken
mutluluğa o kadar da dokunmuştu ki, hayatının bu sarsıntıdan kırılmaması mümkün değildi. Ve her
şeyden çok onun şu kadar küçük mutluluk ihtimalini bile bir yara yapmak isteyen kaderin elinde feryat
ve ölüme hazırlık arzusu hissediyordu. Kim bilir belki Boğaziçi’nde kalsalardı bu aşk böyle bitmez,
belki bir mutluluk olurdu. Zaten bir mutluluk değil miydi, böyle birbirlerini son dereceye kadar,
ölümlere kadar sevmeleri, birbirlerine dünyayı feda edeceklerini her bakışta, her nefeste tekrar
anlatışları ve giderek sağlamlaştırmalar; sevildiğini, sevdiğini, bununla mutlu ettiğini bilerek
yaşamaları zaten bir mutluluk değil miydi? Bu artık yok olmuştu. Acı, kötü sonlu bir rüya olmuştu
değil mi? Ve hayatında bir şey olabilecekken uğursuz bir rastlantıyla kırılıvermiş olan bu aşkının
hayali cesedi arkasında sevdiğini gömenlerin yakıcı yürek yanmalarına benzer bir özlemi vardı.
Hayatın boşluğundan doğan bıkkınlık ve sonsuz iç sıkıntısına şimdi bir büyük mutluluk fırsatını
kaçırıp hayatını yok etmiş olmaya, ayrılık acısı da ekleniyordu.
Bu uzun düşünceler, kederler onu büsbütün sarartmıştı. Yüzü birden incelmiş, sarı, uzun bir hâl
almış, gözlerinde derin bir bıkkınlık vardı, bütün yüz çizgilerine sürekli bir elem ifadesi yerleşmişti.
Artık ömrü hemen hemen hep sessizlik ve düşünceye mahkûm olmuş denilebilirdi. Süreyya ile
dargınlıkları hâlen sürüyor, ikisi de pişman görünmeyerek zorunlu birkaç kelimeden başka bir söz
konuşmuyorlardı. Hacer’in sözlerine artık cevap verip vermemeye de pek önem vermiyordu.
Yalnızca hanımefendinin ender birkaç sözüne katıldığı oluyordu.
Necib’in böyle sıra ile dört beş gün gelmediğini görünce, şimdi kendisi merak etmeye başlamıştı.
Onun darılmış olması ihtimali bu merakı endişeye dönüştürüyor, ona gereğinden fazla bir sertlik
göstermiş olmaktan korkuyordu. Öyle bir hafta gelmeyince “Demek Hacer için değilmiş” düşüncesi
de değerlendirmelerine ekleniyor, o hâlde Necib’e niçin böyle kaba davrandığını anlamadığı
dakikalar oluyordu. O kadar kırgınlığa esir kalmıştı ki, katlanamayarak, bir ateş içindeymiş gibi,
elinde olmayan hareketlerde bulunmuştu. Fakat şimdi? Şimdi işte mademki artık gelmiyordu, demek o
darılmış, haksızlık etmişti. Özellikle onun böyle günlerce uzaklarda ne yaptığını düşünmek bu
endişesini artırıyordu. Acaba nerede ve nasıl yaşıyordu? O kadar müddet hayatına o kadar karışmış,
o kadar girmişti ki, şimdi kendinde bir boşluk, bir rahatsızlık oluşuyordu. Bu değerlendirmeler
arasında nadir dakikalarda hiçbir şey düşünmeyip dalıp herkes gibi gitmek, her şey bittiği için boş
yere rahatsız olmak istediği de oluyordu. Fakat gizlice araştırmak isteği ve merak düşüncesi üstün
geliyor, zihnini bunlara harcıyordu.
Bir akşam sofrada onun konusunun umulmadık şekilde açılması bu düşüncelerine kuvvet ve şiddet
verdi. Fatin, Süreyya’ya Necib’i sordu. Cevap alamayınca kendisi bir kalem arkadaşından duyduğunu
anlatmaya başladı. Fakat sözü ağzında o kadar ezip cümleleri, lokmaları çiğnemekle o kadar
parçalıyor o kadar uzatıyordu ki, bir sinir ateşi içinde Suad ona haykırmak istiyordu. Fatin, o
arkadaşından Necib hakkında öğrendiklerini anlatırken, bazen sade bir gözle, sonra bir kapalı
kelimeyle cümlelerini büsbütün belirsizliğe boğarak konuşuyordu.
“Bizim Fehim Bey geçen gece berabermiş... Şaştım diyordu... ‘Ne tahammül, ne tahammül, ben
kimsede bu derece aşırılık görmedim’ diyordu...” diye aşırılığın ne de olduğunu söylenmemiş
bırakarak açıklamalara giriyordu. Hanımefendi de kendi gibi bir şey anlamak için olmalı ki, sonunda
anlatmaya mecbur oldu. O zaman Fatin, manalı bir gülümsemeyle bakarak sadece: “Beyoğlu malûm a,
her türlüsü... Şimdi bir de tiyatro kumpanyası gelmiş...” diye gözleriyle bir şey anlatmak istedi. Sonra
Süreyya gülerek: “Kumpanyalar zaten buraya oyun vermeye değil oyun etmeye gelirler ve aktrisler
sanatlarından çok mevkileriyle nam bırakırlar...” dedi.
Sonra söz başka bir şeye döndü. Suad sadece Necib’in çok eğlendiğini anlamış olarak belirsizlik
içinde daha da acılı oldu. Fakat bu kadarı da kendisine soğuk bir ihanet hissi bırakmak için yeterli
değil miydi? Hâlbuki öbür gün Hacer’den öyle bilgiler aldı ki, artık hiç şüphesi kalmadı. Hacer,
yanına gelip birdenbire sadece onunla meşgul olduğunu gösteren bir ciddiyetle dedi ki:
“Dün gece bizimkinden duydun a, Necib maşallah almış yürümüş...”
Suad merak ediyor görünmemek için kendini zorladı. Fakat Hacer anlatmak için teşvike muhtaç
değildi. O zaman Necib’in bir aktrisin arkasında gezdiğini, onun için birçok fedakârlıklar, delilikler
ettiği hâlde sonunda yanında alıkoymayı başardığı bir gece yemekte sızdığı için onu lokantada bırakıp
karının başka biriyle kaçtığını, her gece de onu hep öyle yerlerde ve sarhoş gördüklerini anlatıyordu.
Ve o anlatırken Suad inanmamak, savunmakla beraber kendinden uzakta, başka bir kadın için bu kadar
hakarete uğradığı için Necib adına acı çekiyor ve bir aşağılanma hissederek eziliyordu.
Sonra birden isyan etti. Bu üzüntüsüne kızdı. “Neden? Niçin? Bana ne?” dedi. Artık bu işten sonra
aralarında hiçbir bağ görmediği hâlde bu adamı hâlâ niçin düşündüğünü anlamak istiyordu. O, ilk
zorluklarda direnemeyerek sadece yine eski zevk âlemine dalmıştı. Şu kadar ki: Şimdiye kadar kibar
bir şekilde yaşarken bu sefer usluca geçen bir yazın telaş ve intikamıyla bunda aşırılık gösteriyor,
yahut her vakit böyle davrandığı hâlde yalnız bu sefer haberleri oluyordu. “Zaten onlar o hayata, o
kadınlara alışmışlar... Şimdi artık memnun olmalıdır.” diyordu. Hâlbuki o hayattan nasıl gönlü tok
görünür, o kadınları ne kadar aşağılardı. Demek onlar yalandı. Demek o da yalandı. O kadar bugün
böyle, yarın böyle hissediyor, o da herkes gibi sahte yaşıyordu? Hâlbuki Suad, onu ne kadar içten ve
ciddi bellemişti. Ve onun da aldattığını görünce “Zaten hep öyle, hep... Hiç kimse yok...” diye
suçluyordu. Hayatın o kadar ıstıraplı olduğu fenalıkları arasında bir aşk var diye ruhunun bütün
arzusu ile ona sarılmışken ondan da böyle aşağılama, uzaklaştırma görmesi o kadar acı geliyordu ki,
bu emellerinin sönmesi içinde tekrar: “Ah eylül!.. Eylül!.. Hayatın mutluluğunu bilmemekte,
anlamamakta... Hâlbuki onu yaşayıp bilmemek mümkün değil... Bir kere eylül geldi mi? Boş... Hiçbir
ümit...” diye inliyor ve önündeki hayatını uzun, renksiz, yorgun günlerle dopdolu görerek sabır ve
tahammüle gücünün yetmeyeceğini sanıyordu.
Elinde aşkının kırık oyuncak gibi perişan oluşu onu pek kahrediyordu. Şimdi artık her şeyi unutmak,
onu kovmak istiyordu. Mademki o da yalandı. Artık değil unutmak nefret bile ediyordu. Ah, hâlbuki
ne kadar sevmişti, değil mi? Özellikle ne kadar aldanarak nasıl seviliyorum sanmıştı ve ilk fırsatta
bunun nasıl gülünç olduğunu, ne yakıcı bir şekilde anlamış, ne acı, ne aşağılık şekilde, ne alçakça
anlamıştı... Sadece bir mevsimlik, işte onun tesiri, güzelliği ve cazibesi... Ve bu an mutluluktan
yararlanamayarak bütün kalbiyle köle olup ve hilelerle, kıskançlıklarla onu elinde tutmayı ve
korumayı düşünemeyerek içten, doğru bir aşkla sevmiş ve bunu göstermişti. Ne kadar ateşle sever ve
ne kadar gösterirsem o kadar mutlu ederim diye düşünmüş onu mutlu etmekten, mutlu görmekten başka
hiçbir şeye önem vermemişti. “Fakat işte pişmanlık... İşte ders!” diyordu. “Pişmanlık mı, niçin? Ders
mi, artık ne fayda!” diye omuzlarını kaldırıyordu. Mademki Necib o kadar hafif ve vefasızdı. Hiç
pişman olmuyor, tam tersine memnun oluyordu. Hem böyle küçük bir tecrübeyle bu felâketten böyle
sağlam kurtuluşuna şükrediyor. “Ya inansaydım, ya büsbütün inansaydım...” diye titriyordu. Hâlbuki
neler ummuş, onun ateşli sesinden ne teklifler beklemiş ve buna ne kadar candan razı olmaya
hazırlanmıştı!
Bunu düşündükçe, hor ve alçalmış bir şekilde, boynunu bükerek: “Of aman!” diye feryat edecek
kadar acı çekiyordu. Bu düşüncelerden, bu derin alçaklık duygusundan, bu ruh acılığından kurtulmak
için ölüyordu. Artık düşünmemek, artık unutmak, o zamanları yaşamamış olmak istiyor, bunun uzun
müddet mümkün olmayacağını, böyle birden sönüveren aşkının üzüntülerinin, hatta böyle bir kelime
af istenilmeksizin, özür dilemeksizin bırakılıp terk edilmenin, bu ayrılığın, ne olsa mutlak bir müddet
süreceğini bilmek acısıyla sürükleniyordu.
Bari hayatında bunun için bir kolaylık, sevilecek bir şey, yaşamaya, mücadeleye teşvik edecek bir
güzellik olsaydı... Süreyya ile aralarında hâlâ soğuk bir nezaket hüküm soruyordu. Evde hanımdan
başka herkesten iğreniyordu. Ve bu, kalbe ait duygularıyla birleşince hayatını katlanılmaz bir işkence
hâline getiriyor, akşamlara kadar yalnız, yorgun, güçsüz kalıyordu. Bir gece, âdet üzere yatmak için
odalarına girdikleri zaman, Süreyya gülerek kendine yaklaştı. Ellerini uzatarak, “Hâlâ affetmeyecek
misin, Suad? Ne kadar kindar imişsin!” diye yalvararak ellerini almak istedi. Suad, mutsuzluğu ve
çaresizliği altında o kadar ezilmiş bulunuyordu ki, birden eski seneleri hatırlatan bir içtenlik sedası
ile kendine acındığını görünce gözlerinin dolduğunu hissetti. Ve ona bunları göstermekten utanarak,
kaçacak yer de bulamayarak, derin bir ümitsizliğe karşılık bir sığınma ve imdat isteme duygusuyla
onun boynuna saklandı. “Ah neler çektim, neler!” diye hıçkırmak isteyerek, onun ricalarla,
öpücüklerle, küçük hitaplarla yalvarışı arasında büyük bir teselli ve şifa duyarak ıstıraplarının
acılığıyla karışık bir teşekkür ağlamasıyla hayatından ve mutluluğunun böyle hakaretli son
bulmasından bir şikâyet ihtiyacıyla uzun uzun ağladı.
Onu sadece bir koca sinesi olarak değil, her türlü kederlerin ağlanılıp rahatlayacağı bir şefkat
sinesi zannediyordu. Bu yaşların arasında onun Süreyya olduğunu o kadar unutmuştu ki, yatıştırmak
için kendine söylediği sözlerden olduğunu hatırlayınca irkilerek: “Ah senin bana ettiğini bilsen...”
diye onu itmek istedi. Fakat tam Süreyya da o meseleden bahsediyor ve af dileyerek: “Ne yapayım
Suad’cığım, öfkeme yenildim... Kendimi tutamadım... Fakat sen de itiraf et, sen de o gece biraz
gereğinden fazla sinirliydin... Eğer öyle yapsaydın kim bilir...” diye söyleniyordu. Kim bilir belki
orada kalacaklardı, değil mi? Fakat orada kalmamakla bilmeden birçok şeyi korumuştu. Süreyya, hem
kendi hukukunu, hem karısının namusunu, yani mutluluklarını korumuştu. Ve kendisini uçurumlardan
korurken kendisi onu aşağılamış, onu suçlamıştı, değil mi? Şimdi ona teşekkür etmek, ağlayarak
teşekkür etmek ihtiyacı ile daha göğsüne girmek, “Yok, yok, asıl suçlu benim... Sen iyisin, iyisin
Süreyya... Sen beni affet! Ah, sana ne kadar hakaret ettiğimi, haksızlık ettiğimi bilmiş olsaydın...”
diye inlemek, daha sokularak: “Oh, beni sakla, beni koru!.. Beni savun!” diye sığınmak istiyordu ve
bu sığınmada rahatlık, teselli ve kuvvet buluyordu. Gözlerinden akan yaşlar onu biraz yatıştırmış,
onun sözleri kendine güç vermişti. Ve demek, hâlâ Süreyya’da şefkat ve sevgi, her şeyi unutup onu
sevecek kadar içtenlik ve güven bulabiliyor, demek onu sevebiliyordu? Onu sevmek değil, ona ettiği
hakaretlerin affını elde etmek için yalvarmak gerektiğini görüyordu. Çünkü şüphesiz ona karşı
haksızlığı vardı. O kadar aşağılamalardan başka onu haksız saydığı için de haksızlık etmişti. O, hep
bilmeyerek korurken kendisi günahlarının maksatlarına âlet olmadığı için kızmış, özellikle hiddette
bile haksızlık ederek hemen ümitsizliğe kapılıp suçlama ile bundan bile bir faydalanma dersi
araştırmakta kusur etmemiş, eğilimlerini özgür bırakıp büsbütün teslim olmak için her şeyi yapmıştı.
Oh, bunu şimdi ne kadar küçük, ne kadar güçsüz, ne kadar hain buluyor, bu alçalma ile ne kadar
eziliyordu.
Şimdi derin bir sakinlik ve memnuniyet içinde, ona yakın, şükreder bulunmaktan büyük bir rahatlık
hissederek ara sıra gelen hıçkırıklarla, tek tük konuşuyorlardı. Ve Süreyya’nın birden gereksizce
Necib’in adını bir kere söylemesiyle bütün vücudu ateş gibi yandı. Bu henüz kapanamayacak kadar
derin ve yakıcı bir yara olduğu için tekrar o sakinlik ve rahatlığın birden yok olup yerine daha yakıcı
ve cana dokunan bir acının var olduğunu, hatta bu hâlin hiç yok olmamış gibi bulunduğunu gördü.
Süreyya bunlardan habersiz, gülerek Necib’e dair bilgiler veriyor, ona rastladığını ve kendisini
göremiyorlarsa da haberlerini aldıklarını söyleyerek alay edince onun “Azizim, ben de şaşıyorum.
Fakat hiçbir kadına bu kadar ateşle bağlanmamıştım. Fakat görsen ne kadın! Kadın değil başka bir
şey!” diye anlata anlata bitiremediğini, hatta kendini bir gece yemeğe çağırdığını söylüyordu. Ve
Suad, tekrar aşkına dair kurduğu bütün kıymetli hayallerin, o mutluluk yuvasının, bir yakıcı
çöküntünün acı, gönül yakan matemiyle yandığını hissederek hiç, asla bu yaradan şifa
bulamayacağını, ölünceye kadar bu ateşle yanacağını, özellikle uzaklaşıp hatırada sade
mutluluklarıyla sıtmalı ve sarhoşça, can yakan bir baygınlık gibi kalan, o birbiri için yaşanılan,
ölmeye tam bir minnetle hazır bulunulan ve bu kadar sevip sevildikçe dünyalar ele geçirmiş gibi ruh
ve hayatın arttığı hissedilen aşk ve mutluluk anlarını bir saniye derin bir esefle tekrar görür gibi oldu.
Bir kere aşkın bu sarhoş edici öpücükleriyle dehşete düştükten sonra hayatın hiçbir iltifâta değer
olmadığını itiraf etti. Ve tekrar bu kadar hayaller, ümitlerle ele geçiren ve büyüleyen böyle bir aşkın
böyle bir alçalma ve aşağılamayla bitip gitmiş olmasına içi yandı. Fakat onu pişman olup dönecek
diye beklerken, hatta iki günlük bir tecrübeye direnmeyerek böyle Fransız kadınları peşinde her şeyi
unutup dillere düşecek kadar sarhoş ve hafif bulmak, o kadar derin bir kırgınlık yarasıyla onu harap
etmişti ki, tekrar kendini zorlayarak o hayalleri zihninden kovdu. Ve bu sefer zoraki bir istekle
atılmayla Süreyya’nın boynuna uzandı.
Artık kesinlikle o aşkı gömmek gerektiğini, asla düşünmeksizin bu hayalleri feda etmek gerekli
bulunduğunu anlıyor, mutluluğu sade hayalde olan bu mutsuz aşk, şimdi baştan ayağa bir zahmetten,
belâdan başka bir şey görünmüyordu. Bininci defa olarak bu aşkın katlanılmaz bir yıkım, sade bir
dehşete düşüren ceza olduğunu tekrar ediyordu. Bizzat ondan işkence ve acıdan başka bir şey
görmemişti. En mutlu zamanında bile bin türlü ateşleriyle kendini yakmış, rahatını yerle bir etmiş,
öldürmüştü. Önce sebep yokken pişmanlık ve vicdan azapları ile yanmışlar, sonra ayrılmak,
kıskanmak çıkmış, sonra aşağılama ve ihanet gelmişti. Ve böyle düşünürken bile: “Fakat o anlar,
işkence saatleri arasında o bayıltan ve bir tanesi asırlarca işkencelere bedel olan o dehşet verici
mutluluk ve zevk anları!” Fakat ne olursa olsun bundan sonra onun için Süreyya’dan başka kimse
olmayacaktı. Onunla âşıkane mutlu olamayacaksa da hiç olmazsa hürmet ve sakinlik bulabileceğini
zannediyor ve bu bir hayat için yeter, belki teşekkürü gerektirecek şekilde bir yardımı da olur gibi
geliyordu.
Hayatı o kadar ateş ve işkence içinde geçirdikten sonra bu sakinlik ona büyük bir nimet gibi
görünüyor ve “Mademki aşk ile saadet ne kadar mümkün değilse, aşk ile namus da o kadar
imkânsızdır. O hâlde namus ile sakinlik elbette daha üstündür...” diyerek bundan mutlu bile olmak
gerekeceğini düşünüyordu.
Fakat bir zaman asıl isteği Süreyya’nın eski sevgisini kendine dönmüş görmek olduğu hâlde, arada
yakıcı fakat benzersiz bir aşk hayatı geçirmiş olduğu için şimdi Süreyya’nın bu dönüşünü, istediği
kadar sevgi ve bağlılık gördüğü hâlde de yine cazip bulmuyor, hayatını isteyerek değil, kendini
zorlayarak sürüklüyordu. Başka çare olmadığını, alışmak lazım olduğunu anlıyordu. Etrafına bakınca
herkesin hayatında birçok yaralar, çöküşler, belalar görüp, alışkanlıkla bunları unuttuklarını
düşünerek hayatın bu kadar çok izni için bile seviyordu. İşte hayatında bulduğu en büyük iyilik, bütün
kötülüklerinin zararını ödetecek kadar büyük bir lütuf, bu alışabilmek yetisiydi. Herkes felâketlerine
katlanmakla başlıyor ve katlanmayla alışkanlık kazanarak direnebiliyordu. Hanımefendiye bakıp onun
nasıl bir meleğe yakışır sabrıyla hayatına sarıldığını görerek bunda, bu mücadelede bir büyüklük
buluyor ve mademki mutlu olmak imkânsızdır; olmaya çalışmakta, mutlu olamazsa bile öyle
görünmekte güzel bir sağlamlık, bir kuvvet var gibi geliyordu. O zaman razı oluşta bir zafer
kazanılmışlık değilse bile bir güzellik, özellikle bir rahat bulunduğunu anlıyordu. Hâlbuki hayata
karşı isyan, insanı rahattan yoksun bırakıyor; felâketten felâkete değil, sefaletlere, rezaletlere atıyor;
pislik içinde çalkalıyordu. Ve birdenbire aklına geldi ki, kış gerçekten her şeyi çürütüyor, harap
ediyordu. Fakat öyle çiçekler, öyle fidanlıklar vardı ki, bunları onun zulmüne karşı önlemler ve
ilgiyle saklayabiliyorlar, güzelce koruyorlardı. Demek hayatın eylülünde de ümitsizlik ve korku
yerine, bağlılık bir şeye yarayabilirdi. Bu gerçekten bahardaki ferahlık ve gençlik olamazdı. Fakat
hayattan daha fazlasını istememeliydi. Bu bir gençlik olmakla beraber yine bir hayat, özellikle sakin
ve hiç olmazsa rahat bir hayat olurdu. Hızlı ve ateşli, biraz daha bayılarak yaşamak isteyenlere
gelince, onlar hem başarılı olamıyorlar ve hem sönüp gidiyorlardı. O da denemek istemiş ve işte
nasıl harap olmuştu.
Hele ki şimdi artık kendi hayatını o kadar da tedavisi imkânsız görmüyordu. Bu ara sıra yine
ayrılıklar, yine üzüntülerle beraber bir gün mutlaka unutacağına emin olduğu aşkı bir yana atılırsa
hayatı kötü bir hayat değildi, pek çabuk eski Suad olabilecekti. Zira Süreyya, ne Fatin gibi iğrenç, ne
efendi gibi zorla yaptıran bir koca olmayıp tam tersine idare edilebilirdi. Ve bundan iyisini aramak
artık o kadar felâketten sonra aklına bile gelmiyordu. Özellikle boş gelen hanımlık hayatında hepsinin
yerini tutacak ve belki aşacak mini mini bir bebek de olursa... Ve bu fikrine kalben mutlu olup açıktan
gülerek: “Oh, bir çocuğum olursa o zaman hayatımı ne kadar seveceğim. İşte o zaman mutlu
olacağım...” diyor, bir genç kadın hayatında can verilecek, büyütülerek terbiye edilecek bir çocuk
bulunmasının ne düşünülmesi bile mümkün olmayan faydaları olduğunu anlayarak “Asıl suçum, asıl
eksiğim bir çocuktu...” diyordu. Ve bir hafta geçmemişti ki, şimdiden öyle olmuş gibi, şimdiden
hâline saygı duyduğu ve sevdiği saatler oluyor, hatta bunların arasında o eseflerin, o acıların, o
tırmalamaların kalbini gittikçe daha az zedelediğini görerek bir gün tamamen şifa bulacağına
inanıyordu.
Fatin bu gece pek şendi. Gecelerdir iddialar, kızgınlıklar ve inatlarla sürüp sonunda bu geceye
ertelenen ve bu gece kesinleşmesine karar verilen bu son oyun, beyefendinin gürültülü bir küfrüyle
bitirildi. Pullar bir tarafa, zarlar bir tarafa fırladı. Fatin bir taraftan onları topluyor, bir taraftan da:
“Aman efendim ne zararı var, siz yenersiniz... Doğal değil mi? Allah ömürler versin de...” diye
yaltaklanıyordu. Bey: “Zâti bu hafta işim hep ters gidiyor... Haydi, kalk!” diyerek hanımefendiye
baktı. Fatin, gözlüğünün altından herkese işaret edip sinsi sinsi gülerek onu gösteriyor, gerçek hâlde
oyunun ödülünü gürültüyle kaçırmakta, hiddet arasında söyleyemeyeceğinden korkarak soğuk terler
döküyordu. Bu bir çift potin kundura için oynanmıştı. “Tabii mesele kundurada filân değil, Allah
ömürler versin, fakat yenilmek kötü” derken, Fatin müthiş bir ıstırap anı içinde onun kalkıp
yürüdüğünü gördü. Daha fazla dayanamayarak: “Artık yarın mağazaya uğrarım... Değil mi efendim?”
diye can gözüyle bekledi. Ve onun hatta dönmeksizin “Olur...” diye homurdanması üzerine artık
neşesine neşe katıldı. Yarın gidilecek bir düğün için Hacer’le eğlenmek istedi. Fakat Hacer, bir iki
haftadan beri konuşmalarında ve hareketlerinde çok sinirli ve oldukça yırtıcı bir tavırda olduğundan
dişlerinin arasından kendini güç kurtararak işi abuk sabuk davranışlar sergilemeye vurdu, herkesi
güldürdü; efendi için birkaç “Allah ömürler versin!” daha savurdu. Sonra birden haykırdı: “O ne o?”
diye hayretle kapıya baktı.
Gerçekten kapı açılmış ve içeri Necib girmişti. Her sesten bir hayret nidası çıktı. “O ne, nereden
böyle? Maşallah... Siz buraya gelir misiniz? Seyahattesiniz sanıyorduk” sözleri her ağızda dolaştı.
Necib gülüyordu. Sonra birkaç özür kelimesi geldi. Fatin’in yanına oturdu. O da bu gece pek şendi.
Saat iki buçuktu. Yemekten sonra aklına geldikleri için öylece geldiğini söyledi. Fatin, gülerek ve
ötekilere gözüyle işaretler ederek: “Nasıl, nasıl?” diyordu. “Kulaklarıma inanamıyorum... Bu kadar
fedakârlık, sizden, mümkün değil... Sizin canınız sıkılır mı? Özellikle Beyoğlu’nda, şimdi tiyatrolar,
hele o yeni gelen kumpanya... Bizim Fehim Bey söyleye söyleye bitiremiyordu...” Tekrar göz
kırpıyordu.
Necib küçümseyerek omuz sallıyordu. Bir dakika hiçbir şeye önem vermiyormuş, gayet yorgun ve
bitkinmiş gibi göründü. Fatin bunu yapmacık olarak anlıyordu. Gerçekte hep onu biraz zayıf, biraz
bozulmuş buluyordu. Süreyya: “Vay, bu yorgunluğa vücut dayanır mı?” diyordu., onlar şakalaşırken
Hacer birden fıkırdayarak Suad’ın kulağına eğildi. Ve Necib’in sürekli, Suad’ın kulağına bir hasta
sesi gibi üşüterek gelen ince kahkahalarını anlatmak isteyerek: “Aman kardeşim, ne tuhaf, dikkat
ediyor musun, değil mi?” Suad acı dolu, dalgın, onun sonu gelmez şakalarla devamlı gülüşlerini
rahatsız edici ve sahte bularak on on beş günde başka kadınlarla ne kadar değişmiş olduğunu
düşünüyordu. Tavırlarına lâubalîlik, daha bir düşüklük gelmişti. Sözlerini öncekine benzetemiyor,
onları biraz utanarak, yorgun çıkıyor zannediyordu. Ve bu başkalık yalnız sözlerine değil, bütün
hâllerine yansımıştı ve giderek daha da dikkat çekiyordu. Onda yenilgi, kuvvetsizlik, acı bir
sersemlik gibi bir hâl vardı. Gözleri bulanık ve donuktu, sanki görmüyor ve hatırlamıyor, düşünüyor
gibi donuk, sürüklenir bakışlarla dumanlıydı. Sözleri sürüklenerek, sendeleyerek çıkıyor gibiydi.
“Acaba hasta mı?” diye içinde bir acı duydu. Bunu bir anda her şeyi unutarak, yine onu eskisi gibi
görerek düşündü. Ve onun hastalığı aklına gelip o zamanlardaki şiddetli, can yakıcı duygulanmaları
tekrar yaşayınca, geçmişin hasretiyle tekrar hâlinin ümitsizlik ve dertlerine dönmek, ani oldu. Ve en
çok iyileştim zannettiği, en çok ona ait esefleri unutup sakinlik ve huzura, artık büsbütün unutma
devresine giriyorum fikrinde bulunduğu bir zamanda, onun varlığı ile yeniden şaşırmış, perişan
kalmışken, bu hastalık fikriyle büsbütün kırıldı ve harap oldu. Artık ona yabancı, uzak oluşuna, onu
sevk ve idare edemeyeceğine yanıyordu. İçini bir merhametin kemirdiğini duyduğu bu saniyede ona
henüz ilgisiz olmadığını, özellikle olamayacağını, ne zaman görse böyle derin ve henüz atlatamadığı
hüzünlerin sızlayacağını, onu böyle kimsesiz ve muhtaç gördükçe, hatta terk edilip başkalarına
gidildiğini bile unutacak kadar kuvvetli bir yardım etme isteği altında ezileceğini hissediyordu.
Birdenbire bu elemin altından bir korku, hain, soğuk, çirkin bir korku titremesi meydana geldi.
Hepsi gülüyordu. Fatin’in bir iki hokkabazlığına, Necib’in devamlı kahkahalarına Hacer’in
çıngırakları karışıyordu. Bir zaman oldu ki, Fatin şakayı, eğlenmeye kadar yükseltti. Etrafına bakıp
göz ederek alaylarından gayet muzaffer ve sevinçli görünüyordu. O zaman Suad’ın kalbinde acı bir
yara açılır gibi oldu. Artık görüyordu. Necib’in gereğinden fazla içmiş olduğunu ve hararetten bunun
her an çoğalarak gittikçe göze çarptığını anlıyordu.
Bunda o kadar hor ve alçak bir hâl vardı ki, tavırları o kadar soğuk, eğlenceye düşkün görünüyordu
ki, onu o kadar iyi ve hürmete layık bildikten sonra, bu çıkmaz içinde koşuyor, onu görmek
katlanılmaz bir acıya dönüşüyor, o kadar gözünden düşmüş, sıradan buluyordu ki, bu sefillik ve
aşağılanmışlığına dayanamayarak ağlamak istiyordu. Ve Necib, işte bu hayatı seviyor ve yaşıyordu.
Özellikle yaşayacaktı, öyle mi? Onu bu kadar sıradanlığa katlanır, sıralandıktan zevk alan biri olarak
bilmediği için ne kadar aldanmış olduğunu düşünerek boynunu büküyor, “İşte böyle aldanmak, her
şeyde, her vakit...” diye inliyordu. Ama onu bu sefaletten kurtaracak, sözünü dinletecek kimse yok
muydu? Hiç kimse yok muydu ki, ona gerekirse sözünü geçirsin?” Ama yazık ediyorsun, sen bu
hayatların adamı değilsin, ölürsün!” desin... O kadın, o kadın olsun onu bu hâlden alıkoymalı,
kurtarmalı değil miydi? Tam tersine, Necib’in bu hâllere onun sebebiyle düştüğünü düşünüp değeri
bilinmeyen zavallı vefasının yası ile: “Demek öylelerini seviyormuş. Demek bu hayatları
istemiyormuş!” diyordu.
Necib’de keyif o dereceye vardı ki, hiçbir endişesi olmadığını, gerçekten çok mutlu olduğunu
gösteriyordu. Kahkahaları peş peşe sıralanıyor, sözleri sanki akıyordu. Hâlbuki Fatin o kadar
eğleniyor, bin türlü belirsizliklerle herkesi o kadar güldürüyordu ki, Necib’in bu memnuniyet ve
zekâsının ne kadar güçsüz olduğu, hatta etrafını görüp işitemeyecek kadar duygusuz, ağlanacak kadar
hasta ve aciz bulunduğu görünüyor, bu hâl ile Suad, nefret ve öfkesine derin bir acımanın da
karıştığını hissediyordu.
Bereket versin hanımefendi yetişti. Önce Necib’i şaşkınlık ve memnuniyetle kabul ettiyse de,
dikkatle fark etmekten geri kalmadı. Suad: “Aman onu götürüp yatırsalar...” diye dua ediyordu.
Hâlbuki Necib, gittikçe daha düşkün, sıkılmış, gibi kalkıp gezinmek istedi. Fatin gülüyor: “Biz
donacağız, Necib Bey elinden gelse soyunacak... Ne ateş, ne ateş... Galiba sıfıra sıfır elde var sıfır...
Tabi, değil mi ya?” diye göz kırpıyor, sonra Süreyya’ya doğru eğilip filozofçasına ekliyordu:
“Gözüne yandığım karıları. Efendim nerede, ben nerede dedikleri gibi bak... Kendileri nerede,
etkileri nerede?”
Hanımefendi, Necib’in yanında ona bir şeyler söylüyor, Necib reddeder gibi görünüyordu. Onlar
konuşurken Fatin yine Süreyya’ya eğilip:
“Ama ben de resmini gördüm, gerçekten mübarek bir parça, ne dersin... Hani yok mu, değeri var
Allah için...” Suad bunu işiterek tarif olunmaz acı bir duygu ile ezildi. İmkânsız olduğu için öldüren
bir temenniyle kendisinin de daha güzel olmasını, onu hiç olmazsa şu çıkmazdan koruyabilecek kadar
güzel olmayı hasretle istedi. Öbür tarafta Necib hâlâ direniyor, artık işitilen bir sesle: “Vallahi bir
şeyim yok canım...” diyordu. Sonra boğazını göstererek kısık bir sesle: “Sade burada, burada...
Yanıyorum.” diye tekrar etti. Hacer fırladı su verdi. Onu oturtmak istediler. İnat ediyor, gezmek
istiyordu. Oradaki bir kanepenin arkalığına dayandı. Gözleri bulutlu, bakışları dalgalı durdu. Fatin
“Vallahi billâhi.” diyordu. “İşte bu, sanki neye oturacakmış...” Öyle değil mi ya?” Artık Necib’in, söz
söylerken gözlerinin daldığını, ağzının kıvrıldığını, gözlerinin kaydığını, sanki konuşacağı kelimeleri
bulmaya çalıştığı fark ediliyordu. Gülmeleri gereğinden fazla sürüyor, sonunda gülmeye benzemeyen
bir şekilde bitiyordu. Sonra ağzından bir hava çıkar gibi oldu. Fatin hemen “Ha şöyle... Aman biraz
piyano çalsan a Hacer?” dedi. Hacer esefle: “Babam uyumuştur, olmaz ki...” diye gülüyordu. O
zaman Necib’in yüzünde bir bulut görüldü. Öfkeyle: “Piyano mu?” dedi. “Hayır teşekkürler...
Zahmete gerek yok...” Sanki birden kararmış, iç sıkıntısı basmış bir gücenme onu sarmıştı.
Fatin “O, o, o...” etti. “Neden, o neden? Hani bir zamanlar neydi o kantolar, şarkılar, baleler
efendim... Hacer neydi o, kalp sevdazedeler mi, ne? Vay efendim vay, ne şarkılar, ne peşrevler...
Artık piyanoyu sevmiyorsun galiba...”
Necib’in kısık ağzından sıkıntılı bir fısıltıyla: “Artık hiçbir şeyi sevmiyorum...” sözleri sürüklendi.
Hacer gülüyordu: “O, o, o... Ya eldivenin sahibi ne oldu?”
Suad, Necib’in gözlerinin bir an kendinde karardığını fark ederek ölüyorum sandı. Onun karanlık
bir tereddütten sonra kısık sesle sadece: “Masal!” dediğini işitti. Oh, demek artık eldiven onun
gözünde sadece masal olmuştu!
Fatin soruyor, “Sakın... Hele söyle canım... Nazikâne bir soğuk davranış filân... Deme canım
haydi...” diyordu.
Necib’in omuzlarında bir önemsemezlik hareketi göründü. “Soğuk muamele etmek mi?” dedi.
“Pöh!” etti. “Sizi temin ederim ki, soğuk davranışın ne olduğunu bilmeyen bir yaratık varsa o da
kadındır.” diye ekledi. “Fakat hainliğe gelince... Bakınız bunda benzeri yoktur. Sanki sade bunun için
yaratılmıştır.” sesi hiddet ve hakaretle doluydu. Bakışları Suad’dan o kadar inatla kaçıyordu ki, genç
kadın bu aşağılamanın kendine ait olduğunu zannetti ve ateş gibi oldu. Öbürü devam ediyordu: “Adi
denilen kadınların diğerlerinden şu farkları vardır ki, onlarda her şey, önceden bellidir; aldanmak
tehlikesi yoktur. Kimle iş gördüğünüzü bilirsiniz. Hâlbuki öbürleri, o bir şey sandığınız, bir şeyler
beklediğiniz yok mu?.. O ilk ve son defa sizi sevdiklerini garanti edenler... Bütün bağlılık, bütün vefa
olanlar... Hain, boş kahkaha ile omuzlarını sarsarak “Zavallılar...” diye tekrar etti.
Suad, kalbini bir şeyin kopardığını hissederek ölü gibi dinlerken Süreyya’nın: “Zavallılar kim,
kadınlar mı?” dediğini işitti.
Necib, hâlâ kanepenin arkalığına dayanmış, gözleri dumanlı, ona baktı: “Zavallı mı, kadınlar mı?
Ama onlara inananlar... Bizler, biz, işte sen, ben...” diye haykırdı.
Onların kahkahaları arasında Suad, sade hanımefendinin sesini işitti:
“Peki evlensene Necib...” diyordu.
Necib gayet komik bir söz işitmiş gibi vücudunu kanepenin arkalığından kaldırarak ellerini havaya
kaldırdı:
“O, o, o... İşte bu iyi. Evlenmek, ben, öyle mi? Bu öyle bir masaldır ki kendimi bildim bileli bin
kere dinledim... Evlenmek... Bundan sonra güzel adam, güzel ağaç, güzel beygir, güzel vapur, özetle
güzel ne gösterseniz bakarım ve belki severim. Fakat güzel kadına gelince... Asla, asla... Artık yeter,
rahata ihtiyacım var.”
Ellerini sallıyor, “Asla” sözünü tavırlarıyla kuvvetlendiriyordu. Hanımefendi gülerek:
“Canım mutlaka güzel kadın olacak değil a!” dedi. “Evlen de iyi bir kızcağız al...”
Necib söylemeyi canı istemiyormuş gibi:
“İyi bir kızcağız mı? İşte bir masal daha...” dedi. “Canlı mı, cansız mı? O yaratığa şimdiye kadar
kimse rastlamamış. Eğer bir tılsımla benim için bu mümkün olacaksa... Bence kadınların iyisi kötüsü
yoktur. Onların hepsi kadındır, hepsi kadındır...”
İhtiyar kadının sabrı bitmiş gibi: “Of, Necib yeter...” diye şikâyet etti. Fatin: “Eee, hanımefendi,
mazur görünüz. Tabii, değil mi ya... Şu zamanda kendisinden kadın kısmı hakkında övgü beklenmez a,
değil mi?” diye Süreyya’ya bakıyordu. Necib tekrar kanepeye yaslanmış, başı göğsüne düşmüş, artık
susuyordu. Suad, perişanlık ve baygınlık arasında, Süreyya’nın kalkıp onun koluna girdiğini gördü.
Necib reddederek “Hayır, hayır daha vakit var...” diyor, yatmak istemiyordu. Sonra: “Hem zaten ben
gidecektim, kalmak için gelmedim...” dedi. Hepsi: “Ooo, tamam!..” dediler. Dışarıda kışın vahşi bir
gecesi uluyordu. Hanımefendi: “Mümkünü yok...” diye onun yanına gitti. O çabalıyor, ısrar ediyordu.
Suad, haykıracak kadar ıstıraplı, sıtmalı, sersem kaçmak istedi. O çıkarken Necib hâlâ ısrar ediyor,
hanımefendi ötekilere: “Siz bırakın, bana bırakın. Ben onu yatırayım, haydi siz gidin!” diyordu. Suad,
hanımın onu bu himayesine alıkoymasına kalben müteşekkir, hıçkırıklara boğulmamaya çalışarak
odasına koştu. Ah, düşkünlük, ne yakıcı bir düşkünlüktü! O kadar seçkin ve eşsiz olan bu aşk, o
aşağılamalardan sonra bu rezilliğe kadar inerek, böyle çamur mu olacaktı? Demek Necib kadınları
hâlâ o kadar kötü biliyor, demek kendini de öyle biliyordu. Demek kendini de herkes gibi hıyanetle,
kalpsizlikle suçluyordu? Kendisini de o kadar aşağılamasından sonra bile hâlâ ona acıyıp hâlâ onu
mutlu görmek için her şeye razı olacağını hissediyordu. Hâlbuki asıl kendisinin suçlamaya hakkı yok
muydu? Kendisi bir köşede, aşkı aşağılandığı, bağlılığı alaya alınıp reddedildiği için ölürken o
kadınların peşinde, şerefini unutacak kadar zevk ve sefaya dalmamış mıydı? Düşünceleri eziliyor,
karışıyor, uğultular arasında anlamıyordu. Sonra birden bir feryat arzusu ortaya çıktı. Haykırmak,
haykırarak ağlamak için tehlikeli bir arzu duydu. Ona: “Ama asıl sensin, asıl sen yaptın...” demek
tehlikeli arzusu... “Asıl sensin, asıl sen yaptın...” diyecekti. “Ben her şeyi feda etmek için senin bir
sözünü bekliyorum. Hâlâ senin o kadar hakaretlerini unutuyorum ve sen beni suçluyorsun... Ama sen
kendin, işte kendin yapıyorsun, hep kendin...”
Süreyya odaya girdiği zaman o hâlâ ağlıyordu, yaşlarını ona göstermemek için yataklığın önünde
meşgul göründü. Süreyya: “Münasebetsizlik, delilik...” diye söyleniyordu. Suad, bir saniye sonra,
onun karşısına geçmek gerekince ne yapacağını düşünerek korkarken Hacer imdada yetişti. Kapıya
vurarak: “Kardeşim, orada mısın? Biraz gelir misin?” dedi ve Suad bir kurtuluşmuş gibi dışarı
koştuğu zaman Hacer’in elinden tutarak kendini bir yere götürdüğünü, kıs kıs gülerek: “Aman gel bak,
ne tuhaf...” dediğini gördü. Merdivenleri çıktılar, kendi odalarının üstündeki odaya yürüdüler. Hacer
kapının önünde durarak: “Dinle bak...” dedi. O zaman Suad, içeriden onun sesini işittiklerini anladı.
Necib’i zar zor gitmek fikrinden vazgeçirerek yatması için bu odaya getirmişlerdi. Hanım kendine
birkaç ağır söz söylemiş, darılmıştı. O şikâyet ederek: “Ah bilsen, bilsen...” diyor ve ihtiyar kadın
her şeyi bildiğini anlatarak şimdi vakit olmadığı için asıl kendisiyle yarın kavga edeceğini şaka yollu
söylüyordu. Necib: “Hayır, şimdi söyleyiniz... Suçum varsa şimdi söyleyiniz. Ah bilseniz ne
yanıyorum...” diye inlediğini ve hanımefendinin: “Tamam, işte şimdi de çocuk gibi ağlıyor...”
dediğini işittiler.
Dışarıda gece rüzgârın iniltileriyle ağlıyordu. Ve bu inleme arasında Necib’in hıçkırıkları genç
kadını harap ediyor, fark olunmayan birtakım şikâyetlerle ağlarken Suad’a bu ses dayanılmaz bir
feryat gibi geliyordu. Hacer: “Vay, annem de bak ne yaptı?” diyordu. Ara sıra Necib’in ‘Bilseniz...’
sözünü tekrar ettiğini, sonra hanımın yatıştırmak için söylediği sözler arasında onun: “Affediniz, beni
affediniz...” diye yalvardığını işitiyorlardı.
Hacer artık hemen hemen içeri girmiş gibiydi. Başparmağını bir şeyler düşünürken yaptığı gibi
dişlerinin arasında kemiriyordu. Hacer kapıyı daha fazla araladığı için şimdi Necib’in sözlerini biraz
daha iyi duyuyordu. Ve o inleyerek: “Ölüyorum ne yapayım” diye ve “Ne yapayım, ancak böyle
unutabiliyorum, başka ne yapayım? Nasıl vakit geçireceğim?.. Yalnız kalırsam çıldıracağım!” diye
sızlanıyordu. İhtiyar kadının darılır gibi: “Ne demek canım! Biraz aklını başına toplasan a... Nedir o,
murdar kadınların peşini bırak artık!” dediğini işittiler. Necib yemin ediyor “Yalan.” diyordu. “Hep
onun için, vallahi billâhi yalnızlıktan kaçmak için...” O zaman, hanımefendi: “Canım ne demek?
Buraya gelsene...” dedi. Ve Necib’in sustuğunu gördüler. Tekrar hanımefendi: “Bak yine
ağlıyorsun...” dedi ve artık Suad duramadı. Sersem, boğularak, yaşlar içinde koşarak karanlık bir
köşeye atıldı. Orada ağladı, ağladı...
Her şeyi anladığı, hayatı artık bütün gerçeğiyle gördüğü için ağlıyordu. Ettiği tamiri imkânsız
hataların hep birden işkencesiyle inliyordu. Necib’in sadece kendisi için buraya geldiğini ve buraya
gelemeyince dayanamayarak böyle sefil ve serseri kaldığını görüyordu. Ve tüm bunlara sebep olanın
kendisi olduğunu fark ediyordu. Artık düşünmek istemiyordu. “Mutlaka, mutlaka öyle... Ve ben, ben,
hep ben sebebim değil mi?” Ah, ne kadar koşup onun ayaklarına kapanmak, ellerine sarılarak af
dilemek, ah ne kadar ağlamak istiyordu. Bir ihtiyaç, ona koşup: “Hayır, biz yanılmışız, ben
yanılmışım, ah mutsuz, beni affet... Hâlâ seviyorum, fakat affet...” Ona hâlâ sevdiğini anlatmak
şiddetli ihtiyacı onu bırakmıyor ve kahrediyordu. Ve ettiği bu haksızlığın, bu zulmün altında o kadar
eziliyor, o kadar kendini affedilmez görüyordu ki, affettirmek için hayatını feda etmek: “Al hayatımı,
bütün dünyayı, hatta Süreyya’yı bile al” diyerek her şeyi ona feda etmek emeliyle âciz kalıyordu.
Odasına sarsılmış, bir üzüntüler kasırgası ile yerle bir olmuş olarak girdi ve Süreyya’yı yatmış
görerek sakince bir tarafa çekildi. Sabaha kadar onun, üstlerindeki odada boğulurcasına öksürdüğünü
işiterek, bin kararsızlık arasında bin düşünceleri kâbuslarla onu sıtmalar içinde çalkalayarak yattı.
Sabahleyin puslu, iniltili, kirli bir kış sabahı, kapılarına vurulup uyandığı zaman, yeni dalmış
olduğunu gördü. Fakat başı o kadar ağır, o kadar sersemdi ki, gözlerini açamıyordu. Hanımefendi
kendisini görmek istiyordu. Acele onun odasına gittiği zaman gülümseyerek: “Bu ne uyku canım, saat
üç...” diyordu. Sonra Necib rahatsız olduğu için doktora haber gönderdiklerini, kendileri söz
verdikleri için düğüne gideceklerinden doktor gelince yanına çıkarıp baktırmasını tembih etti. Onlar
hemen gidip döneceklerdi. Hanımefendi şikâyet ederek mecburiyetine kızıyordu ve Suad bu darbeyle
büsbütün sersem, korkuyor, soruyordu. İhtiyar kadın güven verdi: “Sadece bir ateş...” diyordu. Sonra:
“Fakat kim bilir, belki kötüdür de... İşte onun için merak ettim, doktora haber gönderdim...” dedi.
Suad, oradan çıkınca hemen onun yanına gidip: “Hayır Necib, eğer sana bir şey olursa yemin
ederim ki ben de ölürüm!” demek için yandı. Fakat odasına girmenin mümkün olmadığını
hissediyordu. O kadar ki, kaç kere niyet edip hatta bir defasında kapının önüne kadar gittiği hâlde
içeri girmedi. “Nasılsınız?” derken onu harap ve yıkılmış görmekten, yahut düşüp ağlamaktan
korkuyordu. Saat dörde gelmişti. Süreyya kalemine gitmeden Necib’i biraz görmek için odasına gitti.
Uykuda bulduğu için uyandırmadan döndü. O zaman doktor bekleme ıstırabı başladı. Kış sabahı
uzakta inleyen vapur düdükleri, inleyen rüzgârın arasında ara sıra satıcı sesleri sürükleniyordu ve
doktor hâlâ gelmiyordu. Hâlbuki o uyanmış olabilirdi, bir şeye ihtiyacı olurdu. Bunun için odasına
gitmek lazımdı. Ve cesaret edemeyeceğini görerek sonunda bir kalfa gönderdi. Eline bir dikiş almış,
onunla meşgul, bir anda bin kararla âciz ve perişan, ateşli bir bekleyişle bekledi.
Ve kendini bitkin ve çökmüş kılan telâşına, endişesine, acılarına bakıp, hatta daha dün her şeyi
unuttum zannedişine acı acı güldü. Görüyordu ki, o zaman sadece kendisini aldatmış, gururunun
yarasını sarmış, başka bir şey yapmak mümkün olmadığı için mecburi bir iyi niyetle hayatına razı
olmuştu. Onu unutmak, en can yakan bir mutluluk devresini unutmak, yaşamamış olmak, en mutlu
günlerini esefle hatırlamak değil miydi? Hâlbuki bu durumda nasıl mutlu olurdu?.. Hem Suad’a
unutmak değil, işte hayatını ona bağışlamak ve feda etmek için hükmeden, zorlayıcı ihtiyaçlar içinde
kalbinin yandığını, ruhunun susamışçasına bir arzu ile ona doğru, tehlikeli bir şekilde yöneldiğini
görüyordu. Fakat Süreyya, o, Süreyya ne olacaktı? Ondan korktuğu için değil, onu yalnız, böylesine
mutsuz görmeye dayanamadığı için mahvoluyordu. Hep verdiği kararların böyle beklenmedik bir
şiddetle çarpışma darbesiyle allak bullak olduğunu gördükten sonra artık kararına inanamıyor, hatta
karar veremiyor, hangi düşünceyle, kararla hayatını düzenleyeceğini şaşırıyor “Tereddüdümün,
zayıflığımın cezası...” diye kendini suçluyordu. Fakat düşündükçe kararsızlığın kendinde değil, asıl
hayatında olduğunu, kendinin sadece onun coşkunluklarının selinde dirençsiz, kararsız akıp giden bir
oyuncak gibi kaldığını görerek bundan sonra da, sürekli böyle kararsız, böyle oyuncak olacağını
kabul ediyordu.
Kapının açıldığını işitip doktorun geldiğini haber vermeye gelirler diye başını çevirdi; fakat
Necib’in giyinmiş olarak girdiğini görünce şaşkınlıkla yerinden kalktı. O da Suad’ı yalnız bulmaktan
şaşırarak orada kalakalmıştı. Sapsarıydı, gözleri sönük ve yorgun bakıyordu. “Kimse yok mu? Hanımı
görmek istiyorum da...” diye sordu. Suad: “Hayır, fakat...” demek istedi. Ama onun oturmak
istemiyormuş ve ne olsa oturmayacakmış gibi duruşunu görüp sözünü tamamlayamadı.
Hanımefendi’nin yokluk sebebini açıklarken zor beklediğini fark edip sonunda kederlenerek: “Ama
doktora adam gönderdilerdi...” sözlerini söyledi.
Necib şaşkın, durgun: “Doktora mı?” diye sordu. “O niçin o? Hasta filan mı var?” diye merak eder
göründü.
Ve Suad, bu kadar ilgisiz ve alaylı sesle, bu yabancı, soğuk tavırla daha kederli: “Hayır, sizin için.”
dedi. “Sizi hasta diyorlardı da?..”
Necib artık gitmek üzere, sadece “Yanlışlık olmalı, tam tersine hiçbir şeyim yok...” diye
homurdandı.
Suad ağlamak isteyerek ona baktı. “Nasıl yok? Ama işte renginiz, gözleriniz pek iyi gösteriyor ki
hastasınız. Sabaha kadar öksürdünüz, bir kere şu havaya baksanıza...” demek için yandı. Ruhu
şikâyetlerle dopdoluydu. Fakat onda o kadar hain bir ilgisizlik vardı ki, kalbinin acısını
duyuramamaktan ümitsizleşti. “Hayır, dün gece ben yanılmışım... Sevmiyor, sevmiyor...” diye yerine
düşer gibi oturdu. Ne kadar yalvarsa onu burada tutamayacağına inanarak gözleri yaşlanmış, elleri
titreyerek, öfkeyle tekrar dikişine eğildi. Fakat onu böyle bırakacak mıydı? Tekrar onu bir şey
söylemeden gönderirse her şeyinin büsbütün biteceğini, mahvolacağını görüyor, ona her şeyi anlatıp
af dilemek, özellikle onu kurtarmak için yanıyordu. Fakat her zamanki gibi ruhunda taşkın seller,
fırtınalar varken sadece titreyerek çeneleri kilitleniyor, hiçbir şey söyleyemeyeceğini, onun yine
büsbütün ümitsizlik ve düşmanlıkla çıkıp gideceğini görüyordu.
Necib, hiçbir şey söylememek kesin kararı ile çıkıyorken birden hücum eden bir kızgınlık dumanı
içinde boğulur gibi döndü:
“Bir de gerçekten hasta olmuşum, ne olur?” dedi. “Artık bu hayat o kadar önem verilecek bir şey
midir zannediyorsunuz?”
Onun susarak dikişiyle meşgul oluşuna uzun uzun bakıp öfkeli, kindar, acı bir sesle: “Tam tersine”
dedi. “Ben ondan o kadar usandım o kadar usandım ki, bir an önce bitsin diye bekliyorum... Evet, o
kadar usandım...”
“Niçin? Ne oldu?” Suad’ın ağzında bu sözler vardı. Fakat söyleyemedi. Boğuluyordu. Hıçkırmaya
hazır, yakıcı bir bakışla bakarak sadece “Necib!..” diye inledi. Ve gözlerinden yaşların aktığını
hissederek tekrar dikişine kapandı. Genç kadının bu hitabında o kadar derin bir acı vardı ki, Necib’i
titretti.
O zaman delikanlı biraz üzüntülü, biraz hüzünlü, acı acı: “Evet, Necib...” diye şikâyet etti. “Fakat
biliyor musunuz ki, bu şikâyette ne kadar haksızsınız... Ama şikâyet edecek, ağlayacak, feryat edecek
bir kimse varsa o siz değilsiniz, benim... Asıl ben (Ah Suad) diye feryat etmeliyim. Fakat yalnız
‘Suad’ diye değil ‘Beni öldürdün Suad, beni öldürdün!’ diye feryat etmeliyim... Çünkü sen gerçekten
beni öldürdün Suad... Sana benim nasıl inandığımı, benim için ne büyük bir kuvvet, nasıl bir hayat
olduğunu bilmiş olsaydın...”
Suad hıçkırıklara boğuluyor gibiydi. Necib’in sesindeki yakıcılık ve gözyaşı ile büsbütün
sarsılmıştı. “Ama yemin ederim ki...” diye baktı.
Necib yine o acı yakıcılıkla gülerek:
“Oh, yeminleriniz...” diye kesti. “Bir sürü masal... Bunları hep biliyorum... Burada Boğaziçi gibi
serbest ve rahat olmadığınızdan şikâyet edeceksiniz değil mi? Ama ben sizden o kadar büyük, o kadar
çok bir şey mi istiyordum? Haftalarca burada bir bakışınız için köpekler gibi süründüm. Siz benden
bir bakışı, bir gülümsemeyi sakındınız... İşte sizin yeminleriniz... Benim hürmetimden ve size
saygımdan bir şüpheniz mi vardı? Benim bağlılığımda bir noksan mı gördünüzdü? Sade bir sözle, bir
işaretle beni inandırsanız, bana sade: ‘Hâlâ seviyorum; fakat korkuyorum...’ deseniz ben sizin için
aylarca ateşlerde yanar, mutluluk ve ümitle beklerdim...”
Vahşi bir kinden hüzünlü bir şikâyet ve üzüntüye geçmiş, sobanın yanında, ayakta, ağlar gibi
söylüyordu. Ve Suad’ın hâlâ sıtmalı bir faaliyetle dikişiyle oyalanmasına bakarak devam etti: “Fakat
siz hiç, hiçbir şey yapmadınız... Bir bakışınız bana bir ay yeter, bir gülümsemeniz sizden günlerce
yoksun yaşamak için kuvvet verirdi. Benim ne suçum vardı. Size ben ne yapmıştım?”
Sustu, cevap bekler gibiydi. Onun hâlâ bir cevap vermediğini görerek inler gibi: “Ah, beni nasıl
kovduğunuzu, benden nasıl kaçtığınızı düşündükçe...” diye ah etti. Sonra tekrar öfkeli bir sesle:
“Şimdi acıyorsunuz. Öldürdükten sonra şimdi acımak öyle mi?.. Fakat artık istemiyorum, sizden
hiçbir şey istemiyorum... Zira artık her şeyden bıktım. Bekliyorum ki, bir an önce her şey bitsin de
kurtulayım artık. Anlıyor musunuz, artık kurtulmak istiyorum...”
Suad, Hacer konusunda nasıl yanıldığını anlıyor, affedilmek için yanıyordu. Onu üzdüğünü anlayan
Necib, daha hasretle, sanki kendi kendine söylüyormuş gibi yavaş bir sesle:
“Hâlbuki ne emellerim vardı?” dedi. “Ne güzel emellerim vardı? Gideriz diyordum, benimle
beraber gelirsiniz sanıyordum... Ne delice, gülünç bir kuruntu, değil mi?” Acı acı gülümsedi: “Size
bir saray sunamam. Fakat birbirimizi çok sevdikten sonra neyin önemi kalır diyordum... Aşk her şeyi
unutturur diyordum... Beni gerçekten seviyorsunuz zannediyordum!”
Birden, Suad’ın gözlerinden, eğildiği dikişine yaşların düşüşünü gördü. Ve sonsuz bir neşe ve
sevinçle: “Ah ağlıyorsunuz.” diye sevindi. “Ağlıyorsunuz, demek seviyorsunuz. Demek hâlâ
seviyorsunuz? Onlar hep yalandı değil mi? Ah bir kere buna emin olsam Suad! Bir kere daha emin
olsam senden ayrı bile yaşamak için kuvvet bulacağıma yemin ederim... Ah seni ne kadar delice
sevdiğimi bilsen Suad! Bir bilsen!..”
Sesi derin bir feryatla söndü. Suad, daha fazla dayanamayarak dikişiyle yüzünü kapamıştı. Ve
Necib onun hıçkırdığını işiterek mutluluk bitkinliğiyle, oraya bir koltuğa düştü. Ve orada kendinden
geçerek ve inleyerek kollarını ona uzatarak: “Ah bu yaşlar, bu yaşlar!” diye feryat etti.
“Zannediyorum ki, hayatım çoğalıyor...”
Onun ağlamasına tutkun, kendi de ağlamaya hazır, bir müddet susarak onun ağlayışını dinledi. Uzun
aşağılamalardan, ümitsizlikten sonra bu ani mutluluk, ansızın bütün âşıklık yeteneğini her şeyden
feragate yükseltmişti. Ona bakarken, onun kendisi için ağladığını işitirken, onun bir nefesi için orada
ölüp gitmek kadar büyük mutluluk olamaz gibi geliyor ve gerçekten böyle olacakmış kadar sarhoş ve
mutlu bekliyordu. Ona son derece acıma ve koruma hissiyle karışık bir tutkunlukla uzun uzun baktı.
Sonra birdenbire kalkıp yanındaki koltuğa giderek derin bir merhamet inlemesiyle yalvarmaya
başladı. “Ah Suad gel gidelim.” diyordu. “Gel her şeyi unutalım, her şeyi bırakalım... Bak sana artık
söylemeye cesaret ediyorum Suad. Ölünceye kadar, saniyelerine kadar hayatım senindir... Gel bunu
kabul et Suad. Bak ağlayarak yemin ediyorum ki beni ne kadar mutlu edeceğini mümkün değil
anlayamazsın...”
İkisi de mutlu, aciz, bu teklifin ciddiyeti altında iradesiz ezilerek sustular. Bir an oldu ki, bakışları
derin bir şükran ve mutlulukla parladı. İkisi de birbirlerine ne kadar bağlı ve müteşekkir olduklarını
gördüler. Fakat hemen ikisinde de bir karanlık meydana çıktı. Elinde olmadan birinde beliren
Süreyya düşüncesi, sanki diğerine de bulaşmıştı. Ve sapsarı, tereddütlü bakıştılar. Gözlerin başladığı
değerlendirmeyi genç kadın tamamladı. Sonsuz bir yorgunlukla:
“Hayır, Necib, hayır...” dedi. “Bana birbirimizden o kadar şey istemeye hakkımız yoktur gibi
geliyor... Hem her şeyi unutsam bile Süreyya var. Bilsen ona ne kadar acıyorum Necib... Bile bile
ona bu kötülüğü yapmak o kadar kötü geliyor ki... Düşün, onun için bu ne acı bir hakaret olur değil
mi?”
Henüz yaşları kurumamış hüzünlü gözleri, bakışlarının derin hararetiyle bakarak cevap bekliyor
gibiydi. Necib, bu bakışta sonsuz bir hüzün ve merhamet, bir esef ve tok gözlülük görüyor ve Suad’a
bir an olsun bu kadar sahip olmak, Süreyya’nın hayatının kendi istek ve rızasına bağlı bulunması,
Suad’a o kadar yakın, samimi ve hâkim olmak onu o kadar mest ediyordu ki, şükrederek tasdik etti.
Bu mutluluğunun içinde bir zaman kendini o kadar aşağılayan ve âciz eden acı değerlendirmelerden
habersizdi. Bununla beraber bu düşüncenin hayata geçirilmesinin ne kadar imkânsız olduğunu
hissediyordu. Ona Süreyya için: “O ne olursa olsun!” demeyi de ruhuna ağır gelen bir küçüklük, bir
erdemsizlik görüyor ve genç kadını sadece aşkıyla zorlamak değil, ikna edecek, Süreyya’yı ihmal
ettirecek birçok deliller gösterebileceğini düşündüğü için bile kendisini kınıyordu. Ve bir kere bu
değerlendirmelere geçince, hareketlerinin sonucunu yalnız bir noktadan düşünmek birden bütün bakış
noktalarını değiştirmişti. İlk anda böyle acıtıcı bir yaraya sebep olacağını görerek Suad’dan o kadar
fedakârlık isteyemeyeceğini anlıyor, hatta teklifinin ciddiyet ve cesaretiyle eziliyordu. Ve bir saniye
daha susarsa aşk ateşinin ve o müthiş çekimin bozulacağını bildiği hâlde bir saniye, bir kararsız ve
mücadele arasında geçti. Öyle ki, genç kadının kararsızlıkla ona geçirdiği dakikalarda içine düştüğü
zayıflık ve iniltinin şaşkınlığı, sonra o eski günleri hatırlayış, yazın yaşadıkları o doyulmaz günler
hepsini bir anda yaşamış gibi oldu ve kendine bir ceza gibi görünen aşklarının geleceğini düşünmek
bu kararsızlığını destekliyordu. Öyle acı çekmişler, öyle yaralar almışlardı ki bu iki dakikalık
sessizliğin sonunda birbirlerine bakarlarken tüm gelecek, gözlerinin içinde saklıymış gibi baktılar ve
korktular. Aşk ikisi için de irade dışı, engellemez ve gizli ama gerçekleri de yüzlerine acımasızca
vuran, boyun eğişten başka bir şeyi kabul etmeyen bir canavar gibi gelmişti. Suad ona: “Hiç
değişmeyeceğine emin misin?” der gibi bakıyor ve zannediyordu ki, bu soruyu sorsa gerçekten Necib
cevap vermekte zorlanacaktır. Genç kadın bu değerlendirmesinin içine o kadar gömülmüştü ki, Necib
başını kaldırıp, bitkin bir hayıflanmayla: “Evet hakkın var!” dediği zaman iki dakika önce ne
düşündüğünü, ne söylediğini unutmuştu. Onun için bu söz manasını artık yitirdi, yalnızca artık her
şeyin bitişinin acısını duydu. Necib de, o da bu sözü söyler söylemez bir an güvenle ona sahip olma
hissi oluştuğu için bu sonsuza kadar sürecek zannederken bir baktı ki onun yerine sonsuz bir ayrılık
gelmişti. Mutluluğunun, mutluluklarının sonsuza kadar yok olduğunu anlayarak yandı. Ve ardından
içindeki yangınla: “Fakat beni sev Suad, beni sev!” diye inleyerek ekledi. Kaybettiğini tekrar geri
almak istiyormuş gibi bir tehlikeli arzusu, bir susamışlığı vardı. Şimdiden pişman olmuştu işte,
pişmanlık giderek tüm benliğini kaplıyordu. “Hiç olmazsa” dedi “Hiç olmazsa söz ver Suad!”
diyordu. “Beni seveceğine söz ver... Beni, beni, yalnız beni... Söz ver, bâri kalbin benim olsun. Beni
hiç unutma... Ah söyle Suad! Söyle, hiç olmazsa sevdin mi. Söyle sevdin mi?”
Bu kadar yakın ve böylesine içten bir ateşe ilk defa kavuşan Suad artık geri kalan ömrünün aşk
acısıyla, üzüntüyle, sonsuz bir özlemle geçeceğini, bütün bütün çaresiz ve güçsüz kalacağını
hissediyor ve bu acıyla büsbütün harap oluyordu. Ve sadece bir sözü yeterli görmüyormuş gibi
haykırmak isteyerek, canını verir gibi ellerini uzattı. Bunları tuttuğu an zarfında Necib, bu uzun ve
nasipsiz aşkın bütün mükâfatına ermiş gibi mutlu oldum zannetti. Başka bir hayatta, başka bir
dünyadaymış gibi titriyordu. Ve bu uzun bir aşk güveni ahlarla, gözyaşlarıyla çarpıntılarla ikisinin de
ruhunu birbirine katan, birleştiren, sözlerin bütün güzelliği ile içildiği, kimliklerin birbirinde
anlaşıldığı ve dehşete düştüğü bir aşk anı oldu. Birisi sadece onu sevdiğine ve seveceğine, diğeri bu
güvenle işkencelere katlanacağına yemin ediyorlardı. Necib: “Sadece, izin verirsen, ayda yılda bir
Necib birkaç saat buraya gelir...” diyordu. “O zaman bir bakışın bana hayat olur, bir gülümsemen
kuvvet verir, değil mi?” Şimdi fedakârlıklarının, el ele sadece kendilerini birbirinden geçirdiği
sırada, bir hayal aymazlığı ile her zaman aynı duygularla mutlu olacaklarmış gibi, memnun ve
müteşekkirdiler. Sonra bir hatıra meselesi çıktı. Necib: “Bende var ama pek zavallı bir hatıra,
çalınmış...” diye o kadar mest olduğu tek eldiveni çıkardı. “Ben size bunu vereyim...” Onu kalbinin
üstünde o kadar taşımıştı ki hemen kalbi olmuştu. “Fakat siz bana...” diyordu. O zaman genç kadın
gömleğinden bir şey çıkardı. Bu aynı eldivenin diğer tekiydi. O da o teki o zamandan beri saklamıştı.
Ve Necib bunu görünce o kadar mutlu olmuştu ki, eldiveni de bunu tutan eli de kaparak ağzına
götürdü ve ilk defa olarak dudakları ona değdi. Bu elde önce bir namus isyanı vardı. Fakat o kadar
titriyordu ve Necib o kadar ısrar etti ki sonunda büsbütün dirençsiz kaldı...
Kendilerinden başka şeyleri o kadar unutmuşlardı ki, saatin sesi onlar için acı bir uyarı oldu. Genç
kadın ellerinin onun ellerinde olmasından sıkılmış, Necib bunları bırakırsa ne yapacağını
bilemeyecekmiş gibi, ondan yoksun kalacakmış gibi istekli, ama işte şimdiden bu mutluluktan bile
ayrılmak mecburiyetiyle inleyerek öylece kaldılar. Fakat ayrılmak gerekiyordu. O zaman Necib, yana
yana ondan son bir iyilik daha istedi. Bunu korkarak, titreyerek, annesinden bir şey rica eden bir
günahsız hâliyle söylüyordu: “Gözlerinden bir kere ve son defa öpmek istiyorum. Mademki
ayrılıyoruz...” Onları o kadar sevmiş, asıl onları sevmiş, hayatına onlar kendine o kadar mutluluk
vermiş ve o kadar mutluluk vaat etmişti ki, şimdi böyle ayrılmak pek güç geliyordu. Ve Suad’ın hafif
bir tereddütle, bir utanç rengiyle kapanır gibi titreyen gözlerinden öptüğü zaman bunlardan, onun
vücudundan ayrılmak, bu elleri bırakıp çıkmak, bu sonsuz mutluluk rüyasından geri dönmek pek zalim
bir şey oldu. Bu elemli, zehir dolu, harap eden bir yara gibi yanmaya başladı. Necib çıkıyordu.
İkisine de bundan sonraki hayatları yaşamaya değmeyecek bir karanlık gibi, inleyen, boş, bulutlu ve
karışık bir çöl gibi geliyordu. Boş yere feda edilmiş hayatlarının yıkımıyla ezilerek ikisi de bir
dakikalık bir gafletin eseri olan bu ayrılık için birbirlerine haykırmak istiyorlar, fakat
yapamıyorlardı. Ve ikisi de yalnız kalınca bir yük taşımış da düşüyormuş gibi, fakat kalkmayıp can
vermek isteyecek kadar bitkin ve yaralı, sanki kan tutmuş gibi serildiler.
Sonunda, sonunda işte bitmişti. Ve sade kendi istekleriyle, fedakârlıklarıyla bitmişti.
Necib sokakta, sendeleyerek çamurların içine daldı. Yağmur altında fark etmeyerek yürürken aklına
başka bir yağmurlu gün geldi ve kalbi o kadar ezildi ki, fedakârlığının derecesini bütün acılığıyla
hissetti. Ah, hayatın bu kadar fedakârlığa değecek nesi ve ne mükâfatı vardı? Böyle bir aşkı feda
etmek için hayat, namus bize hiçbir şey vermiyor, miskin bir rahattan başka ne veriyordu? Ve hayata,
hayatın bütün kurulu itibarlarına karşı kana susamış bir kinle kudurmuş yürürken, gözleri sallanarak
görmüyor, çamurlara yatmak istiyordu.
“Beyim araba!” dediler. Bir arabaya atladı. Ve eldiveni elinde hissederek onu dudaklarına götürdü.
O zaman onun ellerini, gözlerini hatırlayarak yaşlar büsbütün dökülmeye başladılar. “Ah gitti, gitti...
Hem kendi elimle gitti...” diye inliyordu. Başını arabanın bir kenarına dayamış uzun uzun ağlıyordu.
Hayatta aşka üstün gelecek hiçbir şey bulamıyordu. İnsan hislerinin ve meyillerinin en yükseği, en
seçkini o idi. Ve bütün öbürleri onun huzurunda sade susmak ve sarsılmak mecburiyetindeydi.
Dünyada büyük, hükmeden, tabii ancak o vardı. Onun yanında her şey yapay, şahsi, gereksiz
kalıyordu. Bunlar sadece imkânsız değil, aynı zamanda da vahşiydi düşünmeye izin vermediği gibi
yaşamaya da izin vermiyorlardı, sadece kuru, sıkıcı, zorlayıcı bir baskı... Ne kadar dayanılmaz bir
ateş olursa olsun acıları, lezzet ve mutluluğu o kadar arttırıyor, bizzat işkencesi bir bahtiyarlık
oluyordu. Öldürerek, dehşete düşürerek yakan, zevki ne kadar ani olursa o kadar insanın tahammülü
dışında can yakan bir ateş “İşte aşk!” diyordu. İnleyerek, “Ah sadece aşk, sadece birbirini sevenlerin
her şeyi unutup nurlu, süslü gördükleri bir şiir rüyası ve heyecan var. Sadece o, sadece o...” Hatta
bütün ceza bile olsa, bütün hıyanet bile olsa onu bilmeyenlerin bu saniyeyi yaşamayanların
“Yaşamadık!” diye feryat etmeleri lazımdı. “Ondan başka her şey boş, her şey hiç, her şey beyhude
idi. O olmasa hiç, hiçbir şey olmazdı. Ve yine ondan başka her şey yoktu. Yalan olsun, sahte olsun
yine sürekli o hüküm sürüyor, her şeyde, her hâlde o üstün geliyordu. “Ah ne iyi oluyor da yine o
üstün geliyor, her yerde daima o üstün çıkıyor, bütün o miskinlikler daima eziliyor, aşağılanıyor!”
diye yanarak söylüyordu. Ve araba onu sokaklardan geçirirken içi yanarak “Ah Suad, biz, sade biz
divanelik ettik. Başka kim olsa yapmazdı.” diye inledi. Sonra onu düşündü. Acaba o ne yapıyordu?
O da ağlıyordu. Orada dikişinin üstünde yapayalnız derin bir kimsesizlik ayrılığıyla ağlıyordu. O,
Necib’den çok, ruhen dokunulmamış olduğu için daha yaralı çıkmıştı. Ateşli bir rüyadan uyanmış
gibiydi. Fakat o kadar kendinden geçmişti ki, artık bu hayatını hiç sevmiyordu ve mutluluğunun bir
rüya gibi tekrar canlanmasının imkânsızlığına yanarak matemle: “Bari mutlu olduk a, hiç olmazsa
cidden sevdik ve bir hayatta istenebilecek kadar sevildik a...” diyordu. Fakat bu düşüncesi de
zayıflığıyla güçsüz kalıyordu. Aşkı kavuracak kadar şiddetli bir ateş olsaydı ve hayatını onun için
harcasaydı daha mutlu olacağını, işte ancak o zaman mutlu olacağını zannediyordu. O kadar sarhoş ve
mahmurdu ki, şimdi Süreyya’yı feda etmek acılığını bile duymuyordu. Hayatını artık o kadar renksiz
görüyordu ki, uzun sakin bir hayata bedel yakıp kavuran bir aşk saniyesini tercih etmek mutluluğuna
özlem duyuyordu. Ve bu saniyeyi bir kere hissettikten sonra bunu boş hayallere feda etmek,
onarılması imkânsız bir hata gibi gelerek miskinliğe feda ettiği mutluluğun acısıyla ağlıyordu. Şimdi
bütün geleceğe dair endişelerini anlamsız görüyordu. “Hiç olmazsa beraber ölmek de mi yoktu...”
Ölmese ve çekse bile böyle birkaç aşk saniyesi bütün bir hayata bin kere, yüz bin kere daha üstün
değil miydi?
Ve ağladı. Başını yastıkların arasına sokarak, saatlerce ağladı...
Gece, karanlığın içinde dayanılamayacak derecede acıyla dolu bir haykırışla başladı. Peşinden
koşuşmalar, gürültüler, çığlıklar gittikçe artıyor, sesler her tarafa yayılıyordu, etraftan hücum eden
telâşlı, çılgın kalabalık bir nehrin coşuşu gibi uğuldayarak yığılıyor, koşuşuyor, bağrışıyordu. Ve
bütün bu seslerin tehlikeye aldırmadan koşuşmaları arasında gittikçe ilerleyen bir uğultu vardı ki, her
şeyi yutuyor; çığlıklar, naralar, bunun içinde kayboluyordu. Ve bu, çatlayan, kırılan camların binanın
orasından burasından boğulurcasına çıkan saldıran, öfkeli, orada siyah, burada beyaz, ötede kanlı
dumanların uğultusuydu. Bir zaman geldi ki bir taraf bütün ateş oldu. Homurdayarak, çatlayarak,
gürleyerek dolaşan alevler etrafı tuttu. O zaman o levha büsbütün etrafa yayıldı. Her köşeden
yükselen feryatlar, naralar, çığlıklar birbirine kıyamet gibi karıştı...
Onlar içeride ilk telâşın heyecanı ile sersem ve çılgın bir şekilde dışarı fırlamışlardı. Henüz
dumanlarla kıvrılan, sadece içeride, bir kısımda homurdanan ateşin iyice aydınlatamadığı kış
gecesinde birbirlerini arıyorlardı. Camların bir kısmı patlıyor, bazısından duman, birkaçından ateş
görünüyordu. Selâmlık tarafı artık ateş içindeydi.
Bahçenin uğursuz aydınlığında koşuşan, haykıran hayatlar arasında perişan, kulak tırmalayıcı bir
sesle bir kadın: “Süreyya, Süreyya!” diye seslenerek birini arıyordu. Bu hanımefendiydi ki, efendiyi
bir tarafa götürerek şimdi onlar için koşuyordu. Sonunda onu bulduğu zaman “Suad, o nerede?” diye
haykırdı. Süreyya deli gibiydi. İşitmiyor, bilmiyor, görmüyor gibi “Beraberdik, çıkıyorduk... Fakat
bilmem...” diye inliyordu. Sonra acı bir çığlıkla: “Suad, Suad!” diye çağırmaya, oraya buraya sersem
sersem koşmaya başladı. Bir an bahçedekilerin hepsi tarafından bu feryat işitildi: “Suad, Suad!..”
Fakat hiçbir cevap yoktu.
Sonra bir kısık ses daha işitildi: “Suad mı! Yok mu? Niçin?” Bu Necib’in sesiydi. Süreyya ile
karşılaştılar, boğuk bir sesle birbirlerine bakıp haykırdılar. İhtiyar kadın feryat ederek: “Ama Allah
aşkına koşunuz, bakınız kızcağıza...” diye yalvarıyordu. Birisi “Sakın içerde kalmasın...” dedi. O
zaman Necib’le Süreyya’nın kapıya doğru koştuğu görüldü.
Aşağıdaki merdiven henüz ateşten korunmuş idi. Sade perişan eden bir duman boğuyor, çatırtıdan,
hararetten bunalıyorlardı. Haykırarak merdivenin üst başında bulundular. Selâmlık tarafına giden
koridor ateş içindeydi. Harem sofası yoğun bir dumanla kaynıyor, Süreyya’nın odası köşede duman
içinde kayboluyordu. O zaman Süreyya orada, içeri girmeye cesaret edemeyerek: “Suad, Suad!” diye
haykırdı. Necib kapının önüne kadar koşmuştu. Dehşetli bir ateşle boğuluyorlardı. Necib tekrar:
“Suad” diye inledi. İkisine de bir inilti işitiyormuş gibi geldi. Fakat ses, korkunç bir çatırtı ile
boğuldu. Bir fırından fışkıran alev gibi yakarak, eriterek saldıran duman içinde, önce bir saniye ikisi
de tereddüt ettiler. Fakat sonra Süreyya, Necib’in vahşetle haykırarak içeri atıldığını gördü. “Necib!”
diye koşmak istedi; fakat dehşetli bir çatırtı ile tavanın yıkılıp oda kapısının ateş içinde kaybolduğunu
görerek deli gibi geri döndü...
son
Boğaziçi, Şubat-Mart 1316 (1900)
[1]
Asma bitinin neden olduğu bağ hastalığı
[2]
Beyoğlu’nda bir mağazanın adı.
[3]
Palyaço, yüzü boyalı soytarı.
[4]
Beykoz çayırı civarındaki Tokat deresi.
[5]
Bir rüzgar türünün adı.
[6]
Kuşu kafesten salarken söylenen bir söz.